On Dördüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİNDEN ÖNCEKİ ORTAM

14.1. MÜŞRİKLER

14.1.1. Bütün Dünyanın Durumuna Genel Bir Bakış

14.1.1.1. Roma, Yunanistan ve Hindistan

14.1.1.2. Dünyayı Saran Şirk Belâsı

14.1.1.3. İnsanlar Arasında Sun'î Bölünme

14.2. MÜŞRİK ARAPLARIN DİNİ, ÖRF VE ÂDETLERİ

14.2.1. Müşrik Arap Toplumuna Genel Bir Bakış

14.2.2. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e Tabi Olma Konusunda Yanlış İnanç

14.3. MÜŞRİK ARAPLARIN BAZI MEŞHUR PUTLARI

14.3.1. Lât

14.3.2. Uzza

14.3.3. Menat

14.3.4. Nûh Kavminin Putları

14.3.4.1. Vedd

14.3.4.2. Suvâ'

14.3.4.3. Yeğûs:

14.3.4.4. Ye'ûk

14.3.4.5. Nesr

14.3.5. Meşhur Ba'al Tanrısı

14.3.6. Putperestliğin Yanı sıra Üstün Bir Tanrı Fikri

14.3.7. Mal ve Mülkte Allah ve Diğer Tanrıların Payı

14.3.8. Putları, Allah'a Tercih Ediyorlardı

14.3.9. Müşriklerin Cehâleti ve Sapıklığı

14.3.10. Geçmişteki Ermiş ve Sâlih Kişilerin Putları

14.3.11. Mezarlara Tapılması

14.3.12. Meleklerin Kadın Şeklindeki Putları

14.3.13. Kaderi Bahane Ediyorlardı

14.3.14. Ataları Körü Körüne Taklid

14.3.15. Putperest Arap'ların, Hıristiyanların Batıl İnançlarını Örnek Almaları

14.3.16. Müşriklerin Tanrılarının Çeşitleri

14.3.17. Arabistan'da Fuhuş ve Fahişeliğin Çeşitleri

14.3.18. Putların Önünde Fallara Bakılması

14.3.19. Hediye ve Adaklar

14.3.20. Hayvanların Başıboş Bırakılması

14.3.21. Cahiliyye'de Hac Merasimi

14.3.22. Tabiatın Belirtilerinden Yıl Tâyin Etmek

14.3.23. Cinler İle İlgili Batıl İnançlar

14.3.24. Çok Evlilikler

14.3.25. Âdet Görmekte Olan Kadın ve Kızlara Muamele

14.3.26. Boşanmalar Yaygındı

14.3.27. Yetim ve Öksüzlere Baskı ve Zulüm

14.3.28. Çocukların Öldürülmesi

14.3.29. Kadınlar İle Çocukların Mirastan Mahrum Bırakılması

14.3.30. Kız Çocukların Diri Diri Gömülmesi

14.3.31. Kan Davası ve Cinayetin İntikamı

14.3.32. Kıyâfet ve Çıplaklık İle İlgili Kavramlar

14.3.33. Arabistan'da Hüküm Süren Huzursuzluk ve Anarşi

 

On Dördüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİNDEN ÖNCEKİ ORTAM

14.1. MÜŞRİKLER

14.1.1. Bütün Dünyanın Durumuna Genel Bir Bakış

Hazreti Muhammed (a.s.) insanları İslâmiyet'e davet etmeye memur edildiği zaman dünya birçok çetin sorunlarla karşı karşıya bulunuyordu. Birçok ahlâki, medenî, kültürel, ekonomik, siyasi, sosyal ve dinî mesele­ler çözüm bekliyordu. Ortada Roma, Yunan ve İran sömürgeciliği vardı; sınıf ayırımı ve sınıf kavgası vardı. Haksız ekonomik sömürü vardı ve ah­lakî bozukluk ve saplantılar da vardı. Bizzat Hz. Peygamber (a.s.)'in vata­nı olan Arabistan bin bir sorunun altında eziliyor ve kıvranıyordu. Ülke cehâlet, dalâlet, ahlakî bozukluk, yoksulluk, sefalet, anarşi, başıboşluk ve iç savaş'ın pençesi altında idi. Arabistan'ın Yemen'e kadar olan bölgesi, doğu ve güney sahil şeridi ve Irak'ın verimli toprakları, hepsi İranlıların hakimiyeti altında idi. Kuzey'de Hicâz sınırına kadar olan bölge Roma İmparatorluğunun tasarrufuna girmişti. Bizzat Hicaz'ın iç kesimlerinde Yahudi sermaye sahipleri hegamonyalarını kurmuşlardı. Yahudi sermaye sahipleri Arap'ları iktisadi açıdan esir almışlar ve her tarafta faiz ağını ör­müşlerdi. Arabistan'ın batı kıyısının tam karşısında Hıristiyan Habeş impa­ratorluğu hüküm sürüyordu. Bu imparatorluğun bir hâkimi kısa bir süre önce Mekke'ye ve Kâbe'ye yürümüştü. Aynı dinden olanların nüfuzlu bir grubu bizzat Hicâz'da ve Yemen'de siyasi ve iktisadî üstünlük sağlamış durumda idi.

14.1.1.1. Roma, Yunanistan ve Hindistan

Roma'nın dillere destan olan hipodrom, anfitiyatro, tiyatro ve arena­ları hakkındaki hikâye ve efsânelerle tarih sayfaları doludur. Buralarda gladyatörler, güreşçiler ve atletler Romalı İmparator, hâkim tabaka ve zenginlerin zevklerini tatmin etmek amacıyla çeşitli eğlenceli gösteriler yaparlardı. Bunlardan birçoğu ya müsabakalarda ölürdü ya da vahşi hay­vanlara yem olurlardı.

Arenalarda insanların hayvanlar tarafından parçalanması, öldürülme­si, diri diri yakılması Romalılar için iyi bir eğlence idi. Bu hususta savaş esirleri ve köleler her zaman topun ağzında olurlardı ve onları akla hayale gelmeyen işkencelerle öldürmek halkın en büyük zevkiydi. Aynı gelenek Yunanistan'da ve Yunanlılara bağlı memleketlerde de yaygındı. Roma ve Yunanistan'ın ileri gelen hukukçu, filozof ve düşünürleri bile masum in­sanların çeşitli şekillerde öldürülmesini uygun görüyorlardı. Aristo ve Platon (Eflâtun) gibi ahlâk hocaları ve filozoflar bile hamile bir kadına, vücudunun bir parçası olan cenini veya doğacak bebeği çıkarıp atma ve öldürme müsaadesi verirlerdi. Başka bir deyimle Eski Yunanistan ve Ro­ma'da kürtaj yasak değildi. Babalar, öz evlâtlarını öldürme hakkına sahip­tiler.

Romalı Hukukçu ve senatörler, babalarının, evlâtları üzerindeki sınır­sız hakimiyet ve üstünlüğünden kıvanç duyarlardı. Stoiklere (Yunanistanda belli bir felsefeye inananlar) göre intihar kötü bir şey değildi, aksine övünülecek bir işti. Nitekim, bu felsefeye bağlı olanlar bazen toplantılar düzenleyerek toplu halde intihar ederlerdi. O kadar ki, Platon gibi bir dü­şünür bile intihan kötü saymazdı. Bir kocanın kendi kansım öldürmesi, beslediği bir hayvanı öldürmesi kadar normal bir fiildi. Bu sebepten dola­yıdır ki, Eski Yunan Hukuk sisteminde bu suç için herhangi bir ceza kon­mamıştı. Bu gibi vahşi âdetlerde, kendilerini insancıl ve barışçı olarak gös­termeye hevesli olan Hintliler de diğer milletlerden geri değillerdi, hatta birkaç adım ilerde idiler. Hindistan'da ölen kocanın cesedi yakılırken karı­sının yangına atılıp yanması kendisi için bir kurtuluş yolu ve sevaplı bir hareketti. Bazı kimseler Hintli kadınların zorla değil, kendi istekleriyle kocalarıyla beraber yandıklarını söyleyebilirler. Ancak gerçek şu ki toplu­mun baskısı olmasaydı tek bir kadın bile diri diri yanmayı göze alamazdı. Nitekim aradan çok uzun zaman geçtikten sonra bu kötü gelenek resmen ve kanunen yasaklanınca tek bir kadın, kocasının cesediyle yanmaz oldu.

Hint toplumunda en aşağı kast (tabaka)'ta olan "Şudr"ların hayatının hiçbir değeri yoktu. Zâten Hindu inançlarına göre Şudrlar, Brahma deni­len hayvanın ayaklarından doğduğu için hiçbir sevgiye ve saygıya lâyık değillerdi. Toplumun en üst kademesindeki Brahmanlar için Şudrların ka­nını akıtmak helâldi. Hindu'ların dini kitaplarındaki Veda'ları Şudr'ların okumaları şöyle dursun, yalnızca yoldan geçerken okunuşunu kulaklarıyla dinlemeleri bile büyük bir günahtı. Vedalar okunurken bunları dinlemiş olan bir Şudr'un kulaklarının sıvı kurşunla doldurularak öldürülmesi sade­ce caiz değil, gerekli idi de. Hindu'lar arasında "Jal Parva" denen bir gele­nek vardı. Buna göre, anne ve babalar, doğan ilk çocuklarını kutsal saydıkları Ganj nehri sularına bırakıyor ve bundan son derece büyük bir dini saadet ve zevk duyuyorlardı.

14.1.1.2. Dünyayı Saran Şirk Belâsı

Hz. Muhammed (a.s.) peygamberlik görevine başlamadan önce dün­yanın dinî manzarası yürekler açışıydı. Şirk ve putperestlik almış yürü­müştü. Dinsiz ve imansız milletler ağaç, taş, altın, gümüş ve diğer madde­lerden yapılmış çeşitli vücut ve yüz hatlarına sahip olan heykellere tapar­lardı. Bu putlar her tip ve her boyda idiler. Tanrı ve tanrıçaların bütün bir şeceresi çıkarılmıştı, bunların çeşitli kuşaklan vardı. Hiçbir tanrı karısız, hiçbir tanrıça kocasız değildi. Tanrı ve tanrıçalar İnsanlar gibi, yemek ye­me, içme ve diğer zevklerini tatmin etme ihtiyacını da duyarlardı. Bunlara tapanlar ise, bu ihtiyaçlarının karşılanması konusunda hiçbir fedakârlıktan kaçırmazlardı. Müşriklerin büyük çoğunluğu, tanrının insan kılığına gir­diğine ve bazı temsilcileri olduğuna inanırlardı. Gerçi Hıristiyanlar Tek Al­lah'a inandıklarını iddia ederlerdi, ama bu tanrının da bir oğlu vardı. Baba ve oğul tanrıların yanı sıra üçüncü bir tanrı Ruhul Kuds idi. Ayrıca bazı Hıristiyanlar, tanrının anası ve kaynanası olduğunu da kabul ederlerdi. Tek tanrıya inandıklarını iddia edenler arasında Yahudiler de vardı. Fakat Yahudilerin tanrısı da maddiyât ve fizikle ilgili olup pek çok insanî sıfatları haizdi. Bu tanrı icabında dolaşır ve insan kılığına girerdi. Bazen kulların­dan biriyle güreşirdi. Ayrıca, bu tanrının da Üzeyir adında bir oğlu vardı. Bu dini toplumların dışında Mecûsî (zerdüşt)'ler, yani ateşe tapanlar ile yıldızlara tapan Sabiîler de vardı.

14.1.1.3. İnsanlar Arasında Sun'î Bölünme

Çok eski çağlardan beri İnsanlar, aralarında bazı sun'i duvarlar yarat­maya çalışmışlardır. Bu duvarlar veya dairelerin içinde bulunanlar başka duvar veya daireler içindeki insanlarla ilişki kurmaktan kaçınmış, onları hor görmüşlerdir. Bu duvar, daire ve çizgiler tabiat tarafından değil, bizzat İnsanlar tarafından yapılmıştır. Bunlar herhangi bir aklî ve ahlâkî temel üzerinde değil, tesadüf neticesinde kurulmuştur. Bu duvarlardan bazısı belli bir aile, kabile, toplum veya ırkta doğmaktan meydana gelmekte, bazısı da belli bir coğrafi vahdette, bölgede, belli bir renkte veya belli bir dil konuşan millete mensup olmaktan ileri gelmektedir. Bu yapay ayırım­lar sonucu, sevgi ve saygılar parçalanmış, bölünmüştür. Kendinden olan ve kendinden olmayan kişi, grup ve milletler yaratılmıştır. Sevgi ve işbir­liği, yabancı olanlara karşı kendi aralarında sağlamlâştırılmak ve pekiştirilmekle kalınmamış, yabancılardan nefret etmek ve onlara karşı düşman­lık beslemek de genel bir âdet olmuştur. Sonra bu kin, nefret ve düşman­lık en çirkin ve iğrenç şekilde kendisini göstermiş, İnsanlar birbirlerini ye­miş, birbirlerine görülmemiş zulüm ve baskı uygulamışlardır. Bu yapay ayırımın körüklenmesi için felsefeler geliştirilmiş, din ve mezhepler yara­tılmış, kanunlar yapılmış, ahlâk kuralları hazırlanmış, örf ve âdetler be­nimsenmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Milletler ve devletler bunları değişmez birer nizam ve siyaset olarak kabul etmişlerdir. Bu sebepten dolayıdır ki, Yahudiler, kendilerinin Allah’ın en sevdiği en gözde milleti ve ümmeti ol­duğunu iddia etmişlerdir. Yahudilerin geliştirdiği dini nizamda bile bu se­bepten dolayı diğer ırktan olanların hak ve hürriyetleri nispeten daha sı­nırlı kalmıştır. Hindu'larda "varn aşaram" felsefesine göre Brahman'ların toplumun en imtiyazlı ve en üstün tabakası haline gelmesinin sebebi bu­dur. Hindu'lar'da, aslında bu sun'i ihtilaf en katı şekilde kendisini göster­miş, üst tabakalardakiler adetâ ilâh derecesine çıkarılırken, alt tabakadaki­ler, özellikle "Şudr"lar, "pis", "iğrenç" ve "âdi", ilân edilmişlerdir. O kadar ki, alt tabakadakilerin, üst tabakadakilere dokunmaları bile büyük bir gü­nah haline getirilmiştir. Beyaz ırkın, siyah ırka revâ gördüğü zulüm Afri­ka'da, Avrupa'da ve Amerika'da en kötü şekliyle ortaya çıkmıştır ve siyahilere yapılan insanlık dışı muameleyi görmek için tarih sayfalarını karıştırmamıza bile gerek yoktur. Bunun en kötü örneklerini şimdi de gör­mekteyiz. Çünkü, Avrupalı milletlerin, Amerika kıtasında Kızılderililer'e ve Avustralya'da vahşî yerlilere ve genellikle Asya ve Afrika kıtalarında yerli halka yaptıkları zulüm ve insanlık dışı muamelenin altında da bu üs­tünlük kompleksi bulunmaktadır. Bu milletler, hâkim oldukları topraklar­da yerli halkı birer hayvan olarak kabul etmiş, onların can, mal ve namu­suna tecavüz etmeyi bir görev bilmişlerdir. Hakimiyetleri altındaki insan­ları ve milletleri esir yapmaya, yağma etmeye ve öldürmeye çalışmışlar­dır. Aşın milliyetçilik ve ırkçılığın, bir ırk veya milleti başka bir ırk veya millet için ne kadar vahşi ve kana susamış canavar haline getirdiğinin son örneğini Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında hepimiz gördük ve bugün de görmeye devam ediyoruz. Nazilik, Faşizm ve kuzey ırklarının üstün ol­ma felsefesinin insanlığın başına ne dertler açtığını hepimiz görmüş ve yaşamışızdır, işte bu büyük yanılgı, çılgınlık ve sapıklığın düzeltilmesi için Kur'ân-ı Kerim'in şu âyeti inmiştir.

"Ey İnsanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle ta­nışasınız diye cemiyetlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak, Allah indinde en hayırlınız, takvası en fazla olanınızdır. Allah, her şeyi bilir ve her şey­den haberdardır." (Hucurat; 13)

14.2. MÜŞRİK ARAPLARIN DİNİ, ÖRF VE ÂDETLERİ

14.2.1. Müşrik Arap Toplumuna Genel Bir Bakış

Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinden önceki dönemde bütün dünya cehâlet ve sapıklığın karanlığında bocalarken, Arabistan'ın durumu daha da feci ve ümitsizdi. Burada karanlık biraz daha fâzla, cehâlet ve dalâlet biraz daha köklüydü. O çağın ölçülerine göre medeni ve ileri sayı­lan ülkelerin yanında Arabistan en geri kalmış ve en az gelişmiş ülke du­rumundaydı. Coğrafi ve siyasi durum, Arap yarımadasının, dünyanın di­ğer ülkelerinden uzak kalmasına, dolayısıyla daha da geri kalmasına yol açmıştı. Arabistan'ın komşusu olan İran, Roma ve Mısır'da ilim ve fen­nin, medeniyet ve kültürün bazı belirgin özellikleri vardı. Ama Arabis­tan'da bunlar da yoktu. Büyük Sahra ve geçilmez çöller ticari kafileler ve­ya askeri güçler için önemli birer engel teşkil ediyordu. Arap tüccarları, develerin sırtında aylar süren yolculuklarından sonra dış ülkelere gider ve onlarla ticari alış veriş yaparlardı. Bu tüccarlar sadece mal alıp satarlardı; bilgi, kültür ve medeniyet ile hiçbir ilgileri yoktu. Bütün ülkede okuma yazma bilen ve kültürlü olan kişilerin sayısı birkaç düzineyi geçmezdi. O devirde Arabistan'da ne bir okul vardı, ne kütüphane. Halk da eğitim ve öğrenimle pek ilgilenmezdi. Arap'lar şüphesiz, üstün ve güçlü bir dile sa­hiptiler. Bu dilde her türlü ciddi konular işlenebilirdi. Ne var ki, bize ge­len edebiyat örneklerinden haklarında sağlıklı bir karar vermemize imkân yoktur. Zira, ilk bakışta zevklerinin pek iyi olmadığı, bilgilerinin de sınırlı olduğunu sezebiliriz. Bu edebiyat parçaları, medeniyet ve kültürlerinin çok düşük seviyede olduğunu, düşünce ve hayal güçlerinin pek yüksek ol­madığını, örf ve âdetlerinin pek ilkel olduğunu, ahlâk kurallarının hayli bozulduğunu, kısacası, Arap'ların büyük bir cehâlet içinde olduklarını or­taya koyuyorlar.

Arabistan'da bir hükümet düzeni, hatta bir siyaset düzeni yoktu. Dev­let kavramı da kabile gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Her kabile muhtardı. Bütün ülkede bir anayasa ve belli başlı kanunlar bulunmadığı için bir hukuk devleti tasavvuru da hemen hemen hiç yoktu. Her yerde or­man kanunu uygulanıyordu demek daha doğru olur. Yasa ve kurallar güç­lü ve kaba kuvvetten yanaydılar. Kim daha güçlüyse başkasının haklarına tecavüz eder, mal-ü mülküne konardı. Bir Arap bedevisi için kabilesinden olmayan bir kişiyi öldürmekten ve malını gasp etmekten daha doğal bir şey yoktu.

Ahlâk ve kültür ile ilgili düşünce ve kavramları garip ve son derece ilkeldi. Temiz ile kirli, helal ile haram, câiz ile câiz olmayan arasındaki farkı hiç bilmezlerdi. Pislik içinde yaşarlardı. Hareketleri vahşiydi. Zina, kumar, içki içmek, soygun, cinayet ve kan gütmek Arapların günlük ya­şantısının ayrılmaz parçaları haline gelmişti. Çıplaklık ayıp değildi. Ulu orta çıplak dolaşmak bir âdetti. Kadınları bile çıplak vaziyette Kâbe'yi tavaf ederlerdi. Kızlarını, başkalarına vermemek gibi cahilane bir düşünce ile, doğar doğmaz canlı canlı gömerlerdi. Araplarda, babalarının ölümün­den sonra üvey anneleriyle evlenmek de bir anane idi. Yemek yemek, ko­nuşmak ve giyinmek ile ilgili en basit kuralları bilmezlerdi.

Dini inançlarına gelince,[1] Arapların durumu, o çağın diğer milletle­rinin içinde bulunduğu cehâlet ve sapıklığın derin karanlığından pek farklı değildi. Putperestlik, ruhlara tapma ve yıldızlara tapma, kısacası, tek Al­lah'a inanmanın dışında ne kadar çok inanç ve ibadet şekli varsa hepsi o çağın insanlarında ve Araplarda vardı. Önceki peygamberlerin talimatları hakkında doğru dürüst hiçbir bilgileri yoktu. Araplar yalnızca Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in, kendi ataları olduğunu bilirlerdi. Fakat bu baba-oğul pey­gamberlerin dininin ne olduğunu, kime ibadet ettiklerini bilmezlerdi. Âd ve Semud'un hikâyeleri de yaygındı. Fakat bunlarla ilgili olarak Arap ta­rihçilerinin kaleme aldıkları hikâyelerde Hz. Sâlih ve Hz. Hûd'un talimatı­na hiç rastlayamazsınız. Araplar, Yahudi ve Hıristiyan hemşehrileri vasıta­sıyla İsrail oğullarının peygamberleri hakkında da az çok bilgiye sahipti­ler. Fakat bu bilgiler çok sathî idi.

14.2.2. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e Tabi Olma Konusunda Yanlış İnanç

Cahiliyye devri Arapları, kendilerini Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in evlâtları sayıyor ve bu iki peygambere tam olarak bağlı olduklarım sanı­yorlardı. Dini inanç ve düşüncelerinin bozulmasına rağmen dinlerinin, en üstün ve Allah katında makbul din olduğunu düşünürlerdi. Halbuki, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in getirdiği din tanınmayacak hale gelmişti. Aradan geçen yüzyıllarda Arapların din adamları, kâhinleri, kabile reisleri ve di­ğer ilgilileri, akide ve inançlarda değişiklik yapmış, beğenmedikleri şeyle­ri dinden çıkarmış, menfaatlerine uygun olan şeyleri buna eklemişlerdi. Araplarda o zamana kadar kitap yazma ve tarihi bilgiler toplama geleneği olmadığı için, asıl dinin ne olduğunu ve buna sonradan nelerin ilave edil­diğini tesbit etmek zordu. Bu sebeple, Arapların dininin tümü şüpheli hale gelmişti. Asıl dinî inanç ve kurallar ile bid'at, evham, dinde olmayan me­rasim ve hurafeler arasında ayırım yapmak zorlaşmıştı.[2]

14.3. MÜŞRİK ARAPLARIN BAZI MEŞHUR PUTLARI

14.3.1. Lât

Lât'ın bulunduğu yer Taif'ti. Beni Sakif bu Tanrı'ya öylesine bağlıydı ki, Yemen Valisi Ebrehe, aralarında fillerin bulunduğu ordusuyla Mek­ke'ye yürüdüğü sırada Taifliler, bu tanrının pulunu korumak ve onların Kâbe'ye gitmelerini sağlamak için düşman kuvvetlerine ellerinden gelen yardımı sağladılar. Halbuki, bütün Araplar gibi Benî Sakîf de, Kâbe'nin Allah'ın evi olduğuna inanırlardı. Lât'ın anlamı konusunda ulema arasında ihtilâf vardır. İbn Cerir Taberi'nin tetkiklerine göre, Lât, Allah kelimesinin femini (müennesi)dir. Yani, "Allahün" kelimesi erkeği, "Allahatun" keli­mesi de dişisini belirtmektedir. Zemahşeri'ye göre Lât kelimesinin kökü "leva" ve "yelvî"dır, ki dönmek ve birinin önünde eğilmek anlamına gelir­ler. Müşrikler buna ibadet ettiği, önünde eğildiği ve tavaf ettiği için kendi­sine Lât denilmiştir. İbni Abbas ise buna "Latt" derdi ve bunun "letteyelitlü" kökünden geldiğine inanırdı. Bu kelimeler, bulaştırmak bulandırmak ve batırmak anlamına gelirler. İbn Abbas ile Mücâhid, Lât'in aslında Taif yakınlarında tepe ve kayalıklarda yaşayan bir kişi olduğunu ve oradan ge­lip geçenlere yiyecek ve içecek verdiğini, öldükten sonra da kendisi için bir anıt dikildiğini beyan etmekledirler. Gerçi bu beyan, İbni Abbas ve Mücahid gibi çok değerli zâtlarındır, ama bunu kabul etmekte tereddütlü­yüz. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, Kur'ân-ı Kerim'de söz konusu puta veya heykele Latt değil, Lât denilmiştir. İkincisi, Kur'ân-ı Kerim Lât ve diğer iki tanrının kadın olduğunu belirtiyor, oysa İbn Abbas ile Müca­hid'in rivâyetlerine göre kendisinin erkek olduğu anlaşılıyor.

14.3.2. Uzza

Uzza'nın kökü izzet (namus, iffet)'tir. Dolayısıyla, Uzza, "izzetli" ve­ya "namuslu" demektir. Bu, Kureyş kabilesinin en büyük tanrıçasıydı. Bu tanrıçanın mabedi, Mekke ile Taif arasında Nahle vadisinde Hürâz mevki­inde idi. Ben-i Hâşim'in müttefikleri olan Ben-i Şeybân bu tanrıçanın ko­ruyucularıydı. Kureyş ve diğer aşirete mensup olanlar bu tanrıçaya ibadet ediyor, dilek ve istekte bulunuyorlardı. Ayrıca her türlü armağan verir ve kurban keserlerdi. İbn Hişam'ın rivâyetine göre, Ebû Uheyye ölüm döşe­ğinde son nefesini verirken Ebû Leheb ziyaretine gitti. Baktı ki Ebû Uheyye ağlıyor, sebebini sordu: "Ebû Uheyye, nedir bu senin halin? Ölümden mi korkuyorsun?" Ebû Uheyye dedi ki: "Vallahi Ebû Leheb, ben ölümden korkmuyorum. Beni üzen, benden sonra Uzza'nın bakımının yapılıp yapılmayacağıdır." Ebû Leheb de dedi ki, "arkadaş, sen canını üz­me, bu tanrıçaya ibadet ve korunması senin hayatına bağlı değildir." Ebû Uheyye bunun üzerine rahat nefes aldı ve sükûnet içinde son nefesini ver-di.

14.3.3. Menat

Menat tanrıçasının mabedi Mekke ile Medine arasında, Kızıldeniz sa­hilinde Kudeyd mevkiinde idi. Bu tanrıçaya özellikle Beni Hüzâ'a, Evs ve Hazreç'e mensup olanlar bağlıydı. Bu tanrıça için hac ve tavaf yapılırdı ve kurbanlar kesilirdi. Hac mevsiminde, hacılar Kabe'de Beytullah'ı tavaf et­tikten sonra, Arafat ve Mina'ya geçer ve oradan Menât'ı ziyaret etmeye gi­derlerdi. Bu tanrıçayı tavaf etme niyetini önceden yapmış olanlar ise, Safa ve Merve arasında koşmazlardı.

14.3.4. Nûh Kavminin Putları

Kur'ân-ı Kerim'in Nûh suresinde, Arapların sonradan tapmaya baş­ladıkları Nûh kavmine ait olan bazı tanrı, tanrıça ve putların isimleri var­dır. İslâmiyet'in doğuşundan önce bu putlar için Arabistan'ın çeşitli böl­gelerinde mabedler yapılmıştı. Araplar, Nûh tufanından kurtulmuş olan bazı kimselerden, eski tanrı ve tanrıçalarının adlarını öğrenmiş olabilirler. Nûh kavminde tekrar şirk baş gösterince veya evlâtlarından putperestlikle ilgili inanç ve fikirler daha sonraki kuşaklara geçince çeşitli putlar ya­pılmış ve tapmaklar inşa edilmiş olabilir. Nûh kavminin belli başlı putları şunlardı:

14.3.4.1. Vedd

Vedd, Kudâ'a kabilesinin bir kolu olan Ben-i Kelb bin Vebre'nin tan­rısıydı. Bu tanrının mabedi Dûmet-ul Cendel'de idi. Arabistan'dan çıkarı­lan kitabelerde bu tanrının ismi Veddem Ebem (Vedd Baba) olarak geç­miştir. Kelbî'ye göre Vedd'in putu, dev ve heybetli bir erkek gibiydi. Ku­reyşliler de Vedd'i tanrı olarak kabul ediyorlardı ve çeşitli heykellerini yapmışlardı. Kureyşliler buna "Vudd" derlerdi. Tarihte bir kişinin adı Abd-i Vudd (Vudd'un kulu) olarak kaydedilmiştir.

14.3.4.2. Suvâ'

Bu, Hüzeyl kabilesinin tanrıçasıydı. Heykeli de bir kadın gibiydi. Bu­nun mabedi, Yenbu yakınlarında Rubât mevkiinde idi.

14.3.4.3. Yeğûs:

Yeğûs, Tay kabilesinin bir kolu olan En'um ve Mezhic kabilesinin bazı kollarının mabuduydu. Mezhicliler, bunun putunu Yemen ile Hicâz arasında Cürş mevkiinde yapmışlardı. Bu put bir aslan şeklinde idi. Ku­reyşlilerden bazılarının Abd-i Yeğûs olduğu tesbit edilmiştir.

14.3.4.4. Ye'ûk

Ye'ûk, Yemen'in Hemdan bölgesinde yaşayan Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvanlıların tanrısıydı. Bunun heykeli at şeklinde idi.

14.3.4.5. Nesr

Bu, Himyer bölgesinde yaşayan aynı ismi taşıyan kabilenin Âl-i Zül-Kula' kolunun mabuduydu ve Belha' yakınlarında bir akbaba şeklinde pu­tu vardı. Sabâ (Sebe')'dan çıkarılan kitabelere göre bunun adı "Nesûr"du. Sabahlar, Nesûr'un mabedine Nesûr Tapınağı ve buranın kâhinlerine Nesûr sahipleri derlerdi. Arabistan'da çeşitli bölgelerde bulunan tarihi ka­lıntılar ve harabelerde tapınaklar üzerinde çok sayıda akbaba heykeli ve kabartmaları görülmüştür.

14.3.5. Meşhur Ba'al Tanrısı

"O en güzel yaratanı bırakıp da, Bal'a (puta) mı tapıyorsunuz? (Sâffât; 125)

Ba'al'ın sözlük anlamı "ağa", "efendi", "reis" ve "sahip"tir. Bu kelime kocalar için de kullanılıyor. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli yerlerde bu kelime bu anlamda kullanılmıştır. (Meselâ, Bakara suresi, âyet; 228, Nisa suresi, âyet; 127, Hûd sûresi, âyet; 72 ve Nûr sûresi; âyet: 31'e bakın.) Fa­kat eski çağlarda Sami kavmi bu kelimeyi tanrı veya ilâh anlamında kulla­nırlardı ve Ba'al bir tanrının adıydı. Bu, özellikle Lübnan'da yaşamış olan Fenikelilerin en büyük ilâhıydı. Bu tanrının karısı, Istârât ise Fenikeliler'in en büyük tanrıçasıydı. Tarihçi ve araştırmacılar arasında, Bâal'ın güneş mi yoksa Jüpiter mi, Istârât'ın da ay mı yoksa venüs mü anlamına geldiği ko­nusunda ihtilaf vardır. Fakat, Ba'al'ın Babil'den Mısır'a kadar Ortado­ğu'nun önemli bir bölümünde, özellikle, Lübnan, Suriye ve Filistin'de ge­niş halk kitleleri tarafından tapınılan bir tanrı olduğu tarihte sabittir, İsrail oğulları, Mısır'ı terk ederek Filistin'e ve Ürdün'e yerleştikten sonra yerli müşriklerle akrabalıklar kurunca ve sosyal bağlarım genişletince kendileri de putperestliğe esir düştüler. Bundan sonra İsraillilerin önemli bölümü da Ba'al'ı tanrı olarak kabul etmeye başladı, İncil'in ifadesine göre, İsrail oğulları arasında bu yozlaşma ve bozulma, Hz. Musa (a.s.)'nın ilk halifesi Hz. Yûşâ' bin Nun'un vefatından sonra belirgin bir hal aldı:

"Ve İsrail oğulları, Allah'ın önünde kötülüğe ve Ba'alim'e tapmaya başladılar... ve onlar Hüdâvend'i terk edip Ba'al ve lstârât'a ibadet etme­ye başladılar."  (Kuzât; 2: 11-13)

"Ve İsrail oğulları, Ken'anın, Hitit, Âmur, Firizzi, Havi ve Yebusiler arasına yerleştiler. Onların kızlarıyla evlendiler ve kendi kızlarını da on­lara vermeye başladılar. Ve onların ilâhlarına ibadet etmeye başladılar." (Kuzât; 2: 5-6)

İsrail oğulları arasında Ba'al'a tapmak öylesine yaygınlaşmıştı ki, İn­cil'in rivâyetine göre, köylerinden birinde Ba'al'a adanmış bir mezbaha ku­rulmuştu. Bu mezbahada kurbanlar kesilirdi. Dindar İsraillilerden biri bu duruma tahammül edemedi ve bir gün bu mezbahayı yıkıverdi. Ertesi gün halk galeyana geldi ve kurban yerini yıkan kişinin derhal yakalanıp ceza­landırılmasını istemeye başladı. İsrail oğulları arasındaki bu şirk, Hz. Samuel, Talût, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman (a.s.) tarafından büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. İsrail oğulları bir süre için tek Allah'a itaat etmeye baş­ladılar. Ne var ki, Hz. Süleyman'ın vefâtından bir süre sonra İsrail oğulları arasında şirk fitnesi yeniden baş gösterdi ve özellikle Filistin'in kuzey böl­gelerinde Ba'al'a ibadet etme geleneği yeniden başladı.

14.3.6. Putperestliğin Yanı sıra Üstün Bir Tanrı Fikri

Müşrik Araplar her ne kadar müşrik ve putperest ise de büyük ve üs­tün bir Tanrı kavramını biliyorlardı. Araplar, gök ve yeryüzünün sahibinin Allah olduğunu teslim ediyorlardı. Gece ile gündüzü bu tanrının yaptığını, güneş ile ayı bu tanrının doğdurup batırdığım sanıyorlardı. Bu işlerden hiçbirinin Lât, Uzza, Hübel veya başka bir tanrı tarafından yapılmadığına inanıyorlardı.

Kur'ân-ı Kerim, Arapların dini inançlarının esasının ne olduğunu çe­şitli yerlerde belirtmiştir. Meselâ, Zuhruf sûresinde şöyle denilmiştir:

"Onlara, 'kendilerini kimin yarattığını sorsan, 'Allah' derler." (Âyet; 87)

Ankebût sûresinde şöyle buyurulmuştur:

"Eğer onlara; 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir, güneş ve ayı musah­har kılan kimdir?' diye sorsan, 'Allah'tır' derler... Eğer onlara, 'Gökten suyu indirip onunla ölümünden sonra yeri canlandıran kimdir?' diye sor­san, 'Elbette Allah'tır' derler." (Âyet; 61)

Mü'minûn sûresinde şöyle buyurulmuştur:

"Habibim de ki, 'Eğer biliyorsanız söyleyin, yeryüzü ve onda olanlar kimindir?', 'Allah'ındır' diyecekler. Sen de ki 'O halde, düşünüp ibret al­maz misiniz?' De ki: Yedi göğün ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?' 'Al­lah'ındır' diyecekler. De ki, 'Her şeyin mülkü tasarrufu kimin elindedir? O korur, kendisi ise korunmaya muhtaç değildir.' (Yine): 'Allah'ındır' di­yecekler..." (Ayetler; 84-89)

Diğer bazı misaller şunlardır:

"De ki, 'Gökten ve yerden size rızık veren kimdir?' O, kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden ve ölüyü diriden çıkaran kim­dir? Bütün işleri tedbir (ve idare) eden kimdir?' Onlar, 'Allah'tır' derlet . (Yunus; 31)

"Sizi, karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta gemiye binip güzel bir hava ile gittikleri zaman ferahlanırlar, şiddetli rüzgâr gelip her taraf­tan dalgalar üstlerine hücum eylediğinde boğulacaklarını zannederler. Ve kemal-i ihlâs ile: 'Eğer bizi bundan kurtarırsan sana şükür edenlerden oluruz' diye dua ederler. Vakıa ki, Allah onları kurtarır, derhal yeryüzün­de haksız yere azgınlık yaparlar." (Yunus; 22-23)

Aynı duruma İsra sûresinde de temas edilmiştir:

Size, denizde bir sıkıntı ve zarar dokunursa O'ndan (Allah'tan) başka taptığınızı unutursunuz. Fakat o sizi ondan kurtarıp çıkarınca, yine yüz çevirirsiniz.". (İsrâ; 67)

14.3.7. Mal ve Mülkte Allah ve Diğer Tanrıların Payı

Müşrik Araplar, toprağın Allah'ın olduğuna inanıyor, mahsullerin de O'nun emriyle yetiştiğini biliyorlardı. Hayvanların malikinin Allah oldu­ğuna da iman ederlerdi. Fakat, kendilerine nimetlerin; zenginliklerin ve diğer imkânların tanrı, tanrıça, cin, melek, gökteki yıldızlar ve büyük evliyaların ruhlarının sayesinde ihsan edildiğini sanıyorlardı. Araplar bu tanrı, tanrıça ve ruhların, kendileri ile Allah arasında birer araç olduğunu ve bunlar kızdığı takdirde her şeyden mahrum olacaklarını zannediyorlar­dı. Dolayısıyla, bunları memnun etmek üzere tarlalarından elde ettikleri mahsuller ile hayvanlarını ikiye bölerek, birini Allah'a, diğerini bunlara adıyorlardı. Allah'a adıyorlardı, zira tarla ve hayvanları O'ndan geliyordu. Tanrı, tanrıça ve cin ile perilere adıyorlardı, zira onları kendi aile ve kabi­lelerinin koruyucusu sanıyor ve onları memnun etmek istiyorlardı.

14.3.8. Putları, Allah'a Tercih Ediyorlardı

Fakat, Araplar, Allah için ayırdıkları payı çeşitli bahanelerle azaltı­yorlardı. Çaba ve uğraşları, tanrı, cin ve periler için ayrılan payı büyütmek yönünde idi. Bu davranışları, bu tanrıları ve putları Allah'a tercih ettikleri­ni gösteriyordu. Bu itibarla, Allah adına ayrılan hububat, meyve ve diğer mahsuller tartılır veya ölçülürken dökülen kısımlar tanrıların payına katı­lırdı. Bunun aksine, Allah'ın ortaklarına adanan ürünlerden bazısı düşer veya dökülürken, dökülen kısım yine kendi paylarına konurdu. Bunun gi­bi, putlara ayrılan tarlanın bir bölümünden su, Allah'a adanan bölüme aktığı zaman, ikinci bölümün mahsulleri de ilkine ilâve edilirdi. Fakat Al­lah'a ait olan tarla veya bunun belli bir bölümünden tanrıların tarlasına su aktığı zaman bu âdet tekrarlanmazdı. Aynı şekilde geniş çapta kuraklık veya açlık baş gösterince Arap'lar, Allah için ayrılan payı yerlerdi, ama tanrılara adanan kısma, bir afete veya azaba yakalanırız korkusuyla do­kunmazlardı. Eğer herhangi bir nedenle, tanrıların payı azalmışsa bu ek­siklik, Allah'ın payından tamamlanırdı. Fakat, Allah'ın payı eksik olduğu zaman, tanrıların payından tamamlanmıyordu. Bu duruma itiraz edenlere çok iyi cevaplar yetiştiriyorlardı. Meselâ, Allah'a ne lâzım, O büyüktür, O'nun payı azalsa da fark etmez, oysa tanrı ve tanrıça küçük derecedeki yaratıklardır, hatta bizden biridirler, bizim gibi muhtaçtırlar, kendilerine düşen payı vermezsek bize kızarlar, bize kötülük yaparlar.

Arap'ların bu cahilliğini anlayabilmek için şunu da bilmeliyiz ki Al­lah'a ayırılan mal ve mülkün payı dilenci, fakir, fukara, yolcular ve yetim­ler için ve diğer hayır işlerde kullanılırdı. Tanrılara, cinlere ve ruhlara ayrılan pay ve adaklar ya doğrudan dini çevre ve kâhinler ile rahiplerin cebi­ne giderdi ya da mabedlere ve putlara sunulurdu, ki bunlar dolaylı olarak yine kâhin ve rahiplere giderdi. Bu rahipler, kendi paylarının azalmaması ve çıkarlarının zedelenmemesi için her ne pahasına olursa olsun tanrılara ayrılan payın azalmaması hususunu cahil Arap'lara inandırmışlardı.

14.3.9. Müşriklerin Cehâleti ve Sapıklığı

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, müşrik Araplar, Allah'ın verdiği nimet­leri inkâr etmiyorlardı. Bu nimetlerin, Allah'ın lütfu ve ihsânı olduğuna da itirazları yoktu. Fakat bu nimet ve ihsanlardan dolayı Allah'a şükranlarını bildirirken, bazı diğer tanrı ve cinler ile meleklere de teşekkür etmeyi ih­mal etmiyorlardı. İşte Arapların en büyük yanılgısı burada idi.

Kur'ân-ı Kerim bu tavır ve hareketi, "Allah'ın nimetlerini inkâr" ola­rak nitelendirmiştir ve bir çeşit nankörlük saymıştır. Zaten İnsanlar arasın­daki ilişkilerin genel kuralı da budur. Sezar'ın hakkı Sezar'a verilmelidir. Bir kişi başka bir kişiye iyilik yapmışsa ona tabiatıyla teşekkür edilmeli­dir, ama bu iyilikte zerre kadar payı olmayan üçüncü bir kişiye teşekkür ve bağlılık bildirilmesi nezaket ve medeniyet kurallarına tamamıyla aykırı bir harekettir.

Şüphesiz Araplar müşrikti ve şirkin bazı kötü alışkanlıklarına yaka­lanmışlardı. Fakat konunun derinliğine inecek olursak, bu şirkin temeli pek sağlam değildi. Arapların şirki yüzeyseldi ve yeterince kök salmış değildi.Gerçekten de şirkin kökü hiçbir yerde derin olmaz. Tevhid veya tek Allah kavramı ise şu veya bu şekilde vardı. Hatta diyebiliriz ki, Arap'ların inancının özü tek Allah fikriydi, ama bu kavram çeşitli dış etkenler yü­zünden saklanmış veya görünmez olmuştu. Araplar arasındaki tek Allah kavramını güçlendirmek ve ortaya çıkarmak için yüzeydeki şirk ve çok tanrı fikrinin tozunu kaldırmak ve temizlemek gerekliydi.

Cahiliyye devrinde meydana gelen çeşitli olaylar görüşümüzün lehin­de delil olarak kullanılabilir. Meselâ, Ebrehe'nin Mekke'ye ve Kâbe'ye saldırdığı sırada küçük, büyük herkes Kâbe'de bulunan put ve diğer ilâhların bu âfeti defedecek güçte olmadığını kesinlikle biliyordu. Tek Al­lah'a olan büyük inanç ve güven dolayısıyla Kureyşlilerin tümü, Allah'ın evini ancak Allah'ın koruyacağından ve istilâcılara büyük bir ders verece­ğinden emindiler. Eshâb-ı fil veya Ebrehe ve ordusunun bozguna uğrama­sı ile ilgili olarak o devrin şairleri tarafından yazılan şiir, kaside ve dört­lükler, Arap'ların Allah'a olan sonsuz güvenini ortaya koymaktadır. Bu şi­irlerin her kelimesi, istilâcıların mahv ve perişan olmasını, Allah'ın kudre­tinin bir işareti olarak telakki etliklerini göstermektedir. Fakat, aynı za­manda şirkin kötü örnekleri de ortaya kondu. Nitekim, Ebrehe Mekke'ye saldırmadan önce Taiften geçerken, Taifliler, kendi ilâhları olan Lat'a bir zarar gelmesin diye, Kâbe'nin tahrip edilmesi işinde kendisine yardım edeceklerini belirttiler. Bu iş için kendisine bir kılavuz da verdiler, ki dağ­lık bölgelerden kolayca geçebilsin. Kureyşliler bu acı hadiseyi uzun yıllar unutamadılar ve Ebrehe'ye kılavuzluk yapmış olan Taif’li adamın mezarı­na taş attılar ve lânet yağdırdılar.

Bunun dışında, Kureyşliler ve diğer Arap'lar, Hz. İbrahim (a.s.)'e bü­yük bir hürmetle bağlıydılar. O'nun getirdiği din ve inançlara, aradan ge­çen uzun yıllarda hayli değiştirmiş olmalarına rağmen, sahip çıkmaya ça­lışırlardı. Kendi dini sosyal örf ve âdetlerinin, Hz. İbrahim'in dininin bir parçası olduğunu, putlara hiçbir zaman tapmadığını da bilirlerdi. Bu ko­nuda muhtelif rivâyetlere sahiptiler. Araplar ayrıca, kendilerinin hangi ta­rihten itibaren putperest olduklarını hangi putun hangi yerden geldiğini ve hangi putun ne özellikler taşıdığını da çok iyi bilirlerdi.

Araplar görünürde putlara ibadet ediyor ve pek çok şeyleri için onlara müracaat ediyorlardı. Fakat bunlara büyük saygı gösterdikleri ve yüce bir mevkide olduklarını sandıkları söylenemez. Nitekim, duaları, dilek ve is­teklerine aykırı herhangi bir hadise zuhur ettiğinde tanrı ve tanrıçalarına saygısızlık ve hakaret etmekten çekinmezlerdi. Arap'lardan biri, babasının katilinden intikamını almak istiyordu. Bu maksat için Zül-Halasa adlı putun yanına giderek arzusunu dile getirdi ve fala baktırdı. Çıkan falda inti­kam alınmaması tavsiye edilmişti. Bu falı görünce öfkelendi ve şu mısra­ları söyledi:

"Ey Zül-Halasa, değer sen, benim yerimde olsaydın

Ve senin baban benim babam gibi öldürülmüş olsaydı

O zaman sen 'zâlimlerden öç alma' diye rezil bir şey söylemezdin."

Başka bir Arap vatandaşı bereket için deve sürüsünü Sâ'd adlı bir tanrıya götürdü. Sâ'd heybetli bir put olup, üzerine kurban kanı sürülmüş­tü. Develer bu heykeli görünce ürkerek kaçıştılar. Arap vatandaşı devele­rinin böyle sıçramalarından öfkelendi ve putu taşlamaya başladı. Aynı za­manda da, "Allah kahretsin, alçak tanrı, ben deve sürümü, bereket olsun diye sana getirdim, ama sen onların kaçmalarına sebep oldun" diye söyle­niyordu.

Bazı putlar vardı ki, haklarında ağza alınmayacak dedikodular yapı­lırdı. Bu dedikodulardan biri Safâ ve Merve'de bulunan İsâf ve Naile adlı iki put ile ilgiliydi. Rivâyetlere göre, bunlar aslında bir erkek ve bir kadın­dı, ama Kâbe'de zina yaptıkları için Allah tarafından taşa çevrilmişlerdi. "Marifetleri" böyle olan tanrıların ne kadar saygıya değer oldukları hesap edilebilir.[3]

14.3.10. Geçmişteki Ermiş ve Sâlih Kişilerin Putları

Arap kabilelerinden Rabia, Gassân, Kelb, Tağlib, Kudâ'a, Kinâne, Hars, Ka'b ve Kinde'de çok sayıda Hıristiyan ve Yahudiler vardı. Bu Ehl-i Kitap da evham, ve hurafelere esir düştükleri için dinlerinin asıl şekilleri bozulmuş ve aralarına birçok batıl itikat ve inançlar yerleşmişti. Her iki dine mensup olanlar, peygamberlerine, evliyalarına, havari ve şehitle­rinden birçoğuna tapmaya başlamışlardı. Aslında müşrik Arap'ların ço­ğu eskiden alelâde insan iken sonradan ilâh ve tanrı derecesine çıkarı­lan kişilere taparlardı. Sahih-i Buhari'nin rivâyetine göre Vedd, Suvâ', Yeğûs, Ye'ûk ve Nesr, hepsi eskiden ermiş kişilerdi, fakat sonradan birer tanrı haline getirilmiş ve putları dikilmişti. (Râvî: İbn Abbas), Hz. Ai­şe'nin rivâyetine göre, İsâf ve Naile eskiden insandılar. Benzeri rivayet­ler Lât, Menat ve Uzza hakkında da vardır. Yine Arapların rivâyetlerine göre, Lât ile Uzza'yı Allah o kadar severdi ki, kışı Lât'ta, yazı da Uzza'da geçirirdi.

14.3.11. Mezarlara Tapılması

Nahl suresinde (21. âyet) bazı sun'i ve yalan tanrı ile tanrıçalar tekzip edilmiştir. Bunlardan, melek, şeytân, cin veya ağaç ve taştan yapılmış put­lar değil, mezar ve mezardakiler kastedilmiştir. Çünkü melek, cin ve şey­tanlar hiç olmazsa yaşıyorlar. Halbuki, söz konusu sûrede, "onlar, diri de­ğil ölülerdir" denilmiştir. Ayrıca, şunlar da ilâve edilmiştir: "Ne zaman di­rileceklerini de bilmezler". Zâten ağaç veya taştan olan putlar için diril­mek söz konusu olamaz. Demek ki, Arap'lar geçmişte ölmüş ve mezara girmiş derviş, evliyâ, sâlih ve şehitlerin ruhlarına yalvarır, çeşitli dilek ve istekte bulunurlardı. Bu gerçekler ortada iken, cahiliyye döneminde Ara­bistan'da ölülere ve mezarlara tapılmadığını söylemek isteyen varsa, onun Arabistan'ın tarihinden haberi olmadığını söyleyebiliriz.

14.3.12. Meleklerin Kadın Şeklindeki Putları

Arap tarih kitaplarından, Kureyş, Cüheniyye, Ben-i Seleme, Hüza'a, Ben-i Müleyh ve bazı diğer kabilelerin, melekleri Allah'ın kızları olarak kabul ettikleri anlaşılıyor.[4] Arap kabileleri, melekleri tanrıça haline ge­tirmişlerdi ve putlarını kadınların vücudu ve yüz hatları gibi yapmışlardı. Araplar bu putlara kadın elbiseleri ve mücevher giydirirlerdi, ibadet eder­lerdi, dilek ve istekte bulunurlardı.

14.3.13. Kaderi Bahane Ediyorlardı

Arap'lar kendi putperestliklerinin de kaderin bir cilvesi olduğunu söy­lerlerdi. Derlerdi ki, putlara tapmak kaderimizde yazılıymış, Allah da bu­nu istiyormuş, biz ne yapalım? Allah'ın bir işten razı olup olmamasının öl­çüsü bazı işleri oluruna bırakmasından değil, O'nun mukaddes kitabından anlaşılabilir. Cenâb-ı Allah'ın bazı kötülüklerin yapılmasına bu dünyada olmak kaydıyla, izin vermesi, o işin doğruluğunu veya mukadder olduğu­nu göstermez. Gözlerimizin önünde her gün çeşitli suçlar işleniyor, örne­ğin hırsızlık, fuhuş, zina, soygun ve cinayet. Bunların suçlusu derhal Al­lah tarafından cezalandırılmıyorsa veya bizzat suç işlenmeden önlenmi­yorsa, bunların haklı ve yerinde olduğu ileri sürülebilir mi?

14.3.14. Ataları Körü Körüne Taklid

Arap'lara, şirki neye dayanarak yaptıkları sorulduğu zaman, bu işi atalarının yapa geldiklerini söylerlerdi. Demek ki, bir din veya mezhebin doğruluğu ve haklılığını, bir insan toplumunun ecdadının bunları aynen kabul etmelerine bağlıyorlardı. Halbuki, kendisine büyük saygı duydukla­rı, din ve geleneklerine bağlı olmakla iftihar ettikleri Hz. İbrahim, (a.s.) atalarının dinini reddetmiş, babasının taptığı putları kırmıştı. Hz. İbrahim, akıllı ve mantıklı bir izahatı ve dayanağı olmayan seleflerinin dini inançlarını bir tarafa itmişti. Arap'lar madem ki atalarını taklid edecekler­di, o zaman atalarının en büyüğü olan Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in izle­rinden niye gitmediler ve niçin daha sonraki sapık atalarının yolunu takip ettiler?

14.3.15. Putperest Arap'ların, Hıristiyanların Batıl İnançlarını Örnek Almaları

Arap'lara, Allah'tan başkalarının da ibadete lâyık olduğu ve Allah'a ortak koşulduğunun hangi dinde ve hangi kutsal kitapta yazıldığı soruldu­ğu zaman hemen Hıristiyanları örnek olarak gösterirlerdi. Derlerdi ki, ba­kın şu Hıristiyanlara ve onların kutsal kitaplarına. Onlar, Meryem oğlu Hz. Îsa’yı "Allah'ın oğlu" ve bir "tanrı" olarak kabul etmemişler midir? Fakat asıl soru bir ümmetin şirk edip etmediği değil, o ümmetin dininde böyle bir şeyin olup olmadığı idi. Hz. Îsa (a.s.), kendisi hiçbir zaman Allah'ın oğlu olduğunu söylemiş miydi? Tek Allah'tan başka bir ilâha iman edil­mesini, ibadet edilmesini istemiş miydi? Tabii ki, hayır. O'nun mesajı da diğer bütün peygamberlerin mesajı gibiydi. Ama ne çare ki, O'nu ve O'nun talimatını unutan Hıristiyanlar Arap'lara kötü örnek teşkil ediyor­lardı.

14.3.16. Müşriklerin Tanrılarının Çeşitleri

Dünyada her zaman olduğu gibi Arabistan'da da cahiliyye devrinde, müşriklerin Allah'a ortak koştukları, ibadet ettikleri ve her konuda başvur­dukları tanrılar üç çeşitti: Birincisi, Ruhsuz (cansız) ve akılsız yaratıklar. İkincisi, geçmişte yaşamış olan büyük şahsiyetler. Üçüncüsü, kendileri de sapık olan ve başkalarını doğru yoldan saptırmış olan kişiler. Birinci çeşit, tanrı, tanrıça, ilâh veya mabudların, kendilerine ibadet edenlerin dua ve ibadetlerinden habersiz olmaları gayet doğaldır, ikinci tür tanrıların da, kendilerine tapanların dua, arzu ve isteklerinden habersiz olmalarının iki sebebi vardır: Evvelâ, kendileri bu dünyadan göçüp gittikleri ve halen öbür dünyada bulundukları için, insanların dilek ve istekleri kendilerine doğrudan ulaşamaz. Ayrıca, bu dua, dilek ve istekler dolaylı olarak da, yani Allah veya O'nun melekleri tarafından da kendilerine ulaştırılmaz. Üçüncüsü, tanrı ve tanrıçaların da insanların dilek ve isteklerinden haber­siz olmalarının yine iki sebebi vardır: Birincisi, hayatta iken işledikleri suçlar ve günahlardan dolayı birer âdi suçlu olarak Allah tarafından çeşitli cezalara çarptırılmışlar ve halen zindan veya başka bir deyimle Cehen­nem'de bulunuyorlar, ikincisi, Allah'ın emrinde olan melekler de kendile­rine gidip, dünyada yarattıkları fitne ve fesâdın devam ettiği konusunda da herhangi bir bilgi vermezler. Çünkü fitne ve fesâdlarının büyüdüğü, hatta kendilerinin birer tanrı haline getirildiğini duyunca memnun olur ve övünürler ve Allahu Teâlâ bunların memnun olmalarını islemez.

Dünyada tanrı ve tanrıça ilân edilen bütün melek, cin, ruh, atalar, peygamber, evliyâ, derviş ve şehitler, Mahşer'de kendilerine tapanlara zerre kadar yardım edemeyeceklerdir. Zira putperestler ve müşrikler bu yaratık ve şahsiyetlere sahip bulunmadıkları sıfat ve özellikler yakıştırmış ve üzerinde Allah'ın hakları olan şeyleri bunlara gereksizce ve haksızca adamışlardır. Müşriklerin hiçbir rica, minnet, feryad ve yalvarışı Mah­şer'de ve Allah'ın mahkemesinde duyulmayacaktır. Taptıkları yaratık ve şahsiyetler, onların ibadet, dua ve yalvarışlarından haberdar olmadıklarını yüzlerine söyleyeceklerdir.

14.3.17. Arabistan'da Fuhuş ve Fahişeliğin Çeşitleri

Arabistan'da insanların genel ahlâkının bozulmuş olması nedeniyle fuhşun her çeşidi yaygındı, fahişelik de almış yürümüştü. Araplar arasın­da umumiyetle fahişeliğin iki çeşidi revaçta idi. Bunlardan biri ailevî fahi­şelik ve diğeri genelevdeki fahişelikti. Ailece veya aile içinde fahişelik yapanların çoğu, herhangi bir koruyucusu olmayan, serbest bırakılan cari­yelerdi. Fakat bunların bazıları bir aile veya kabilenin desteğine de sahip olurlardı. Cariye olmayan kadınlar da bu mesleğe girmiş olanlardandı. Bu kadınlar aynı zamanda birkaç erkeğin metresi olarak yaşarlardı. Umumi­yetle bir ev tutarlardı ve kendileriyle anlaşmış olan birkaç erkek bu eve gelirlerdi. Erkekler hem cinsel ihtiyaçlarını giderir hem evin geçimine katkıda bulunurlardı. Kadın hamile kalıp çocuk doğurunca, çocuğunun ki­me ait olduğunu söylerse o, onun babası olurdu. Güya bu toplu metres ha­yatı, cemiyetin kabul ettiği belli kurallar arasında idi. (Bk: Ebû Dâvûd) ikincisi, açık fahişelik mesleği idi. Bu tamamıyla cariye kızlara dayanı­yordu. Bu fahişeliğin de iki çeşidi vardı. Birincisi, bazı kimseler cariyele­rini birer metâ gibi görür ve onları çalıştırıp para kazanmaya bakarlardı. Âdet olduğu üzere, cariyelerinden her ay yüklü para getirmelerini isterler­di. Bu zavallı kızlar para bulmak için mecburen fahişelik yaparlardı. Zâten istenilen büyük meblağı kazanmak için vücutlarını satmaktan başka bir çare yoktu. Bu fahişeliğin ikinci türü, genelevi açmaktı. Zengin genç kişiler genç ve güzel cariyelerini evin belli bir köşesine oturtur ve evin üzerine bayrak ve buna benzer bazı işaretler koyarlardı. Bu işaretleri gö­ren kişiler "ihtiyaçlarını" nerede giderebileceklerini hemen anlar ve o ta­rafa yönelirlerdi. Bu cariyelere "kalikiyât" ve evlerine "Mevâhîr" denilirdi. Çok zengin kişiler ve kabile reisleri bu tür genelevleri açmışlardı. Hz. Peygamber(a.s.)'in Medine'ye gelişinden önce Medineliler tarafından "kral" olarak ilân edilmesi beklenen ve daha sonra Hz. Ayşe (r.a.)'ye ifti­rada bulunan Abdullah bin Übeyy, -ki İslam tarihinde münafıkların lideri olarak geçmiştir- böyle bir genelevin sahibiydi. Bu genelevde 6 güzel ca­riye vardı. Abdullah bin Übeyy, bunlar vasıtasıyla sadece servetine servet katmıyor, kendisine gelen misafirlerine iyi bir hizmet yapmalarını temin ediyor ve ayrıca bu cariyelerden doğan gayri meşru çocukları uşak ve hiz­metçiler ordusuna katıyordu.

14.3.18. Putların Önünde Fallara Bakılması

Müşrik Arap'lar, fallarına bakmaları için Kâbe'de bulunan Hübel'e gi­derlerdi. Bu put fallara mahsustu. Arap'lar bu puta giderek geçmiş veya gelecekten haber almak isterlerdi, kısmetlerinin açılıp açılmadığını öğre­nirlerdi ve bazen kavga ve anlaşmazlıkları hakkında verecekleri kararı tes­bit ederlerdi. Bu putun önünde 7 ok bulunuyordu ve her okta bazı söz ve cümleler yazılıydı. Müşrikler, herhangi bir iş yapmak, kayıp olan bir şey hakkında bilgi almak veya, bir kan davasında takip edilecek yolu belirle­mek üzere Hübel tanrısının putuna gider. Orada bulunan kâhin ve falcıya fal bakmasını söyler, dua eder ve falcıya bir ücret veya adak verirlerdi. Falcı, okları kullanarak fala bakar ve neticeyi kendilerine bildirirdi.

14.3.19. Hediye ve Adaklar

Müşrik Arap'lar, bazen tarlalarının mahsûllerini veya hayvanlardan bazısını tanrılara ayırırlardı. Bu hediye ve adaklara kimse dokunmazdı ta ki söz konusu tanrıya veya puta sunuluncaya kadar. Adaklar putlara veya mâbedlere sunulduktan sonra ancak bazı belli başlı kişiler bunları kullana­bilir veya yiyebilirdi.

Arap'lar bazı arzu, dilek ve isteklerde bulunurken özellikle hayvanları­nı putlara adarken Allah'ın adını kullanmazlardı. Bu adak hayvanlara bine­rek hac yapmak caiz değildi. Zira, hac ve tavaf yaparken Allah'ın ismini kul­lanma mecburiyeti vardı. Aynı şekilde bu hayvanlar sağılırken, kesilirken veya etleri yenilirken de Allah'ın adının anılmamasına özen gösterilirdi.

Arap'lar arasında adak hayvanlar hakkında yaygın olan bir batıl inanç da, bu hayvanlardan doğan yavruların etini sadece erkeklerin yemesiydi, kadınlar bu ete dokunmazlardı. Fakat aynı yavru hayvan ölünce veya ölü doğduğu takdirde kadın erkek herkes etini yiyebilirdi.

14.3.20. Hayvanların Başıboş Bırakılması

Cahiliyye devrinde, çeşitli dini sebeplerden evcil hayvanların, damga­lanarak veya vücutlarının bir yerine işaret yapılarak, serbest bırakılma ge­leneği de vardı. Serbest bırakılma şekline göre hayvanlara çeşitli isimler de konurdu:

Bahire: Beş defa doğurmuş ve sonuncu defada erkek yavru doğurmuş olan dişi deveye denilirdi. Bu dişi deve, kulakları delindikten sonra serbest bırakılırdı. Bundan sonra kimse buna binmez, sütünü sağmaz, içmez, bo­ğazlamaz ve tüylerini kesmezdi. Bu dişi deve istediği tarlada, mer'ada ve çayırlıkta otlayabilir, istediği yerden su içebilirdi.

Sâibe: Bir duanın kabulü, bir hastalığın geçmesi veya bir tehlikenin ortadan kalkmasından sonra serbest bırakılan erkek veya dişi deveye deni­lirdi. Buna ilâveten, 10 defa doğuran ve her defasında da dişi yavru dünya­ya getiren bir dişi deve de serbest bırakılırdı.

Vasîle: Bir keçiden doğan ilk erkek yavrusu tanrılara kurban edilirdi. Eğer yavru dişi ise evde beslenirdi. Fakat aynı zamanda erkek ve dişi yav­ruların doğması halinde erkek kesilmeden serbest bırakılırdı ve buna "vasi­le" denilirdi.

Hâm: Eğer bir devenin torunu binilecek yaşa gelmişse, ihtiyar deve salıverilirdi. Ayrıca bir erkek devenin dölünden 10 yavru doğmuşsa o deve de salıverilirdi.

14.3.21. Cahiliyye'de Hac Merasimi

Müşrik Araplar arasında yaygın olan batıl inançlardan biri, hac niye­tiyle ihram giydikten sonra, evlerine kapılardan değil arka kapıdan, pen­cereden veya duvarı atlayarak girmeleriydi. Arap'lar, ayrıca hac yolculu­ğundan sonra evlerine döndükleri zaman da ana kapıyı kullanamazlardı.

Arap'lar, hac yolculuğu sırasında gelir sağlayacak herhangi bir iş yap­mazlardı, inançlarına göre, para kazanmak veya menfaat temin etmek dünya işiydi; halbuki, hac vazifesini ifâ etmek bir manevî işti.

Arap'lar hac farizasını tamamladıktan sonra toplantı yaparlardı. Bu toplantıda herkes kendi atalarının, büyükbaba ve babalarının başarılarını över, hem de kendisini methederdi.

14.3.22. Tabiatın Belirtilerinden Yıl Tâyin Etmek

Ayın büyüyüp küçülmesi ve şekil değiştirmesi her çağda insanların dikkatini celbetmiştir ve bu hususta birçok batıl inanç, düşünce, fikir ve merasimler çeşitli milletlerde revaç bulmuştur. Arap'lar da ay hakkında çeşitli batıl fikirlere sahiptiler. Ayın şekillerine göre kehânette bulunmak, bazı tarihleri ve günleri meş'um saymak, bazılarını eşref kabul etmek, bazı tarihleri düğün, yolculuk veya iş ve ticaret için iyi veya kötü saymak, ayın tutulmasının iyi ve kötü tesirleri v.s. gibi konularda Arap'larda çeşitli inançlar yaygındı ve bunlara göre muhtelif merasimler de yapılırdı.

14.3.23. Cinler İle İlgili Batıl İnançlar

İbn Abbas'ın rivâyetine göre, Arap'lar ıssız bir vadide geceyi geçir­dikleri zaman, "biz bu vadinin sahibine sığmıyoruz" derlerdi. Cahiliyye'nin diğer rivâyetlerinde buna benzer kayıtlara rastlanıyor. Meselâ, gö­çebe bedevîler çölde yolculukları sırasında su veya hayvan yemi bulama­dıkları zaman adamlarından birini su ve yem bulmaya başka yerlere gön­derirlerdi. Yeni yere gelince, "Biz buranın rabbine sığınıyoruz, O bizi ko­rusun" derlerdi. İnançlarına göre her ıssız yer şu ya da bu cinin tasarrufun­da idi, ve onun izni veya rızası olmaksızın oraya gelenleri ya kendisi ya da başka cinler onun teşvikiyle rahatsız ederlerdi.

14.3.24. Çok Evlilikler

Cahiliyye'de nikâhların sınırı yoktu. Bir kişi 10 ya da fazla nikâh ya­pabilirdi. Bu kadar çok evliliğin faturası da çok büyük olurdu. Masraflar çoğalınca, karıları çok olan kişi zayıf akrabalar, yeğenler ve yetim kişile­rin mal-ü mülküne konardı. Arap'larda üvey anne ile evlenmek de ayıp sa­yılmazdı.

14.3.25. Âdet Görmekte Olan Kadın ve Kızlara Muamele

Arap'lar, Yahudilerden hayli etkilendikleri için, tıpkı Yahudiler gibi kadın ve kızların âdet günleri sırasında cenabetli olduğunu düşünürlerdi. Âdet geçirmekte olan bir kadın veya kızın pişirdiği yemekler yenmez, verdiği su içilmezdi. Adetli bir kadınla beraber oturulmaz, sofrada yemek yenmezdi. Hatta böyle bir kadına dokunmak bile günâhtı. Kısacası, aybaşı süresince bir kadın evinde bir çeşit karantinaya alınırdı.

14.3.26. Boşanmalar Yaygındı

Cahiliyye döneminde Arap'ların en büyük sosyal ayıplarından biri boşanmanın çok yaygın oluşuydu. Hatta bir kadın kocası tarafından çeşitli kez boşanıp tekrar evlenilebilirdi. Bazen karısını boşamış olan başka bi­riyle evlenemezdi. Ayrıca evlilikteki anlaşmazlık da uzun süre devam ederdi.

14.3.27. Yetim ve Öksüzlere Baskı ve Zulüm

Cahiliyye Arap toplumunda güçlü olanlar her zaman zayıflara baskı zulüm uygularlardı. Hele velisi olmayan, sahipsiz, yetim erkek ve kız ço­cuğa her türlü haksızlık revâ görülürdü. Öksüz, zavallı kızlar kimin hima­yesine verilirse o kişi onlara istediği şekilde muamele ederdi. Genç ve gü­zel kızlar için kurtuluş yoktu. Ya tecavüz edilirdi, ya da zorla nikâha alı­nırlardı. Nikâha alındıktan sonra ise kendilerine bir metâ gibi bakılırdı.

Hz. Ayşe'nin beyân ettiği gibi, kendilerine akrabalarından miras ka­lan öksüz kızlar türlü baskılara maruz kalırlardı ve velileri mallarına kon­mak isterlerdi. Kız güzel olduğu zaman da onlarla kendileri evlenmek is­terlerdi. Böylece hiçbir zahmete katlanmadan hem güzelliğinden hem mal-ü mülkünden istifade ederlerdi. Kıza zengin miraslar kalmış, ama kendisi çirkin ise onunla evlenir ve onun başkalarıyla evlenmesine mü­saade etmezlerdi. Maksat, mal-ü mülkünün yabancılara gitmesini önle­mekti.

Kâdı Ebû'l-Hasan El-Maverdî, "İ'lâm-ün Nübüvvet" adlı eserinde ye­tim veya öksüzlere yapılan kötü muamelenin garip bir örneğini bize sunmuştur. Ebû Cehil, bir yetim erkek çocuğunun velisiydi. Bu zavallı çocuk bir gün, üstü başı perişan, vücudunda doğru dürüst bir elbise olmadığı halde Ebû Cehil'e geldi ve babasının kendisi için bıraktığı mirastan ihtiya­cına göre pay verilmesini istedi. Fakat zâlim Kureyşli reis çocuğun bu feryadını dinlemedi ve isteğini geri çevirdi. Çocuk üzüntü içinde oradan ayrıldı. Bazı kabile reisleri, sırf eğlence ve kavga olsun diye bu çocuğa, Hz. Muhammed (a.s.)'e gidip şikayet etmesini salık verdiler. Zavallı ço­cuk, Ebû Cehil ile Hz. Muhammed (a.s.) arkasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Doğru Hz. Peygamber (a.s.)'e gidip derdini anlattı. Hz. Peygamber (a.s.) o an ayağa kalktı ve çocuğu alarak en amansız düşmanı olan Ebû Cehil'in evine gitti. Fakat çok gariptir ki, Ebû Cehil, Hz. Muhammed (a.s.)'i ayakta karşıladı ve çocuğun kendisini şikayet ettiğini duyunca hemen o çocuğa malından istediği payı verdi. Kureyşli kabile reisleri ise küçük dillerini yuttular. Onlar Hz. Muhammed (a.s.) ile Ebû Cehil arasında çocuk yüzün­den büyük kavga çıkacağını ve bir tarafın rezil olacağını tahmin ederken, böyle beklenmedik bir gelişme ile karşılaşmışlardı. Onun için, Hz. Pey­gamber (a.s.) ve çocuk oradan ayrılır ayrılmaz Ebû Cehil'e gelip onunla alay etmeye başladılar ve onun da atalarının dinini terk edip Hz. Muham­med (a.s.)'in yeni dinini kabul ettiğini söylediler. Ebû Cehl dedi ki, "valla­hi arkadaşlar, ben kendi dinimi bırakmadım. Fakat, şu Muhammed (a.s.) müthiş adamdır. Bana öyle geldi ki onun sağında ve solunda birer silâh var ve azıcık direnirsem, kalbime saplanacaklar. Onun için söylediklerini itirazsız yerine getirdim."[5]

Arap'lar doğan çocuklarını ekseriye öldürürlerdi. Çocukların öldürül­mesinin üç şekli vardı:

14.3.28. Çocukların Öldürülmesi

1) Kızların Öldürülmesi: Kızların öldürülmesi için çeşitli sebepler vardı: Meselâ, kızlar başkalarına gelin gitmesinler, kabileler arasındaki savaşlarda düşmana esir düşüp cariye olmasınlar, veya herhangi bir se­bepten dolayı kendilerine yük olmasınlar gibi.

2) Çocukların Öldürülmesi: Çocukların öldürülmesinin sebebi, bunla­rın aileye yük olması ve karınlarının doyurulması idi.

3) Tanrılara Kurban: Bazı çocuklar tanrılara kurban edilirdi. Bu hare­ketin çeşitli sebepleri vardı: Meselâ, Tanrıları memnun etmek, onların kızmalarını önlemek ve onlara adak olarak sunmak gibi.

14.3.29. Kadınlar İle Çocukların Mirastan Mahrum Bırakılması

Arabistan'da ölen kişinin bıraktığı mirastan kadın ve çocuklara pay bırakılmazdı. Mirasın sadece savaşma ve aileyi koruma gücünde olan er­keğin hakkı olduğu düşünülürdü. Ayrıca, ailede en güçlü ve nüfuzlu olan kişi, ölenin bütün mirasını ele geçirir ve başkalarının haklarını yerdi. Hak ve adalet diye bir şey bilmezlerdi. Hakkın yerini bulmasına da tahammül­leri yoktu. Güçlü olan borusunu öttürürdü ve diğer herkesin hakkını yerdi.

Araplarda akrabaların yanı sıra bazı yakın dost ve ahbapların da bazen mirasa konma geleneği vardı. Aynı şekilde evlâtlıklar da mirasın tamamı­na veya bir kısmına sahip olabiliyorlardı.

14.3.30. Kız Çocukların Diri Diri Gömülmesi

Araplar arasında, kız çocuklarını diri diri gömmek gibi vahşi bir âdet çok eski çağlarda çeşitli sebeplerden başlamıştı. Bunun birinci sebebi, ekonomik ve maddi durumlarının son derece bozuk olmasıydı. Doğan ço­cuk, kız olunca hem hor görülür, hem aileye maddi bir külfet olarak kabul edilirdi. Kız çocuk ortadan kaldırılınca hem nüfus azalmış oluyor hem onun yetişme derdinden kurtulunmuş oluyordu. Erkek çocuklara taham­mül ediliyordu, zira büyüyünce ailenin geçimine yardımcı olabiliyorlardı. Kızlar ise hep masraf ve acı getirirlerdi. Önce yetişmeleri için uğraşmak gerekirdi, sonra yetişip başkalarının evlerine gelin olarak giderlerdi. Mad­di açıdan hiçbir katkıları olmuyordu. Kızların gömülmesinin ikinci sebebi, ülkede hüküm süren anarşi, huzursuzluk ve başıboşluk ortamıydı. Bu du­rumda kimsenin canı ve malı emniyette değildi. Kimin ailesinde daha çok erkek varsa onun durumu biraz daha emniyetli demekti. Her erkeğe bir sa­vaşçı ve koruyucu gözüyle bakılırdı ve savaşlar ile kargaşalarda erkekler aileyi başkalarına karşı korurlardı. Oysa, kadın ve kızlar birer yüktü. On­lar kendilerini korumaktan acizdi ve koruyucu istiyorlardı. Kabile kavga­ları ve kargaşanın bir neticesi de kızların savaşlarda esir alınmaları, teca­vüze maruz kalmaları, cariye haline getirilmeleri ve daha sonra başka in­san veya kabilelere satılmalarıydı. Kızlarının namusunun bu gibi yollarla kaybolmasını istemeyen ana-babalar, onların öldürülmesi ve diri diri gö­mülmesini tercih ediyorlardı.

Böylece, daha doğum sırasında, hamile kadının ayaklarının altına bir çukur kazılırdı ve eğer çocuk kız ise derhal o çukura atılıp üzerine toprak serpilirdi. Şâyet anne, kız çocuğunun o an gömülmesine razı olmazsa, ve­ya ailenin diğer fertleri buna karşı çıkarlarsa, babası bir süre beklerdi ve fırsat bulup bir gün onu çöle götürüp gömerdi. Bu hususta gösterilen acı­masızlık ve vahşet ile ilgili bir hikâye Sünen-i Dârimi'de nakledilmiştir. Bu eserin ilk bölümünde yer alan bir hadis şöyledir: Bir defasında, bir şa­hıs Rasûlullah (a.s.)'a başından geçen şu olayı anlattı: "Benim bir kızım vardı. Ben onu çok severdim. Onu çağırınca bana koşa koşa gelirdi. Bir gün onu yanıma çağırdım ve alıp dışarıya çıktım. Yolda bir kuyu vardı. O kuyuya yavrumu attım. Son defa duyduğum haykırışları hala kulağımda-dır. Zavallı yavrum, 'baba beni buradan kurtar, babacığım beni kurtar' di­ye bağırıyordu." Bu vak'ayı duyunca Rasûlullah (a.s.)'ın gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Toplantıda bulunanlardan biri dedi ki, arkadaş sen Rasûlullah (a.s.)'ı üzdün.' Hz. Peygamber (a.s.) de dedi ki, 'bırakın, kabahati­ni anlatsın, böylece kendisi de biraz deşarj olabilecek. Bunun üzerine o adam olayı tekrar anlattı. Bunu duyunca Hz. Peygamber (a.s.) o kadar ağ­ladı ki, sakalı gözyaşlarıyla ıslandı. Rasûlullah (a.s.) daha sonra o adama dedi ki, 'cahiliyye devrinde ne olmuşsa olmuş, Allah günâhlarını affetsin. Sen artık hayata yeniden başlamalısın."

Arapların, bu insanlık dışı ve vahşet dolu fiillerinin kabahatini bilme­diklerini söylemek yanlış olur. Çünkü bir toplum her ne kadar bozulmuş olursa olsun, evlâtların gaddarca ve kahpece öldürülmesi hiçbir zaman mübah görülemez. Aynı şekilde, Kur'ân-ı Kerim'de bu konu uzun uzun anlatılmamış, aksine bütün mesele tek bir cümleye sığdırılmıştır. Hem de öyle bir cümle ki bunu okurken veya dinlerken insanın tüyleri diken diken oluyor. O cümle şudur:

"Diri gömülen kızlara hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğun­da"... (Tekvîr; 8-9)

Bu cümle'nin kullanılış biçimi, Cenab-ı Allah'ın ne kadar büyük bir gazab ve sertlikle evlâtlarını diri diri gömenlere serzenişte bulunduğunu göstermektedir. Öz kızlarını öldüren anne-babalara, mahşerde "bu masum kızı neden öldürdünüz?" diye sorulmak yerine, kıza, "zavallı yavru, senin günahın ne idi, ki seni böyle vahşice öldürdüler?" şeklinde bir soru yönel­tilecektir. Kız da kendisine yapılan kötü ve haksız muameleyi anlatacak, anne ve babalarının, onu neden diri diri gömdüklerini açıklayacaktır. Bu küçücük ayette cahil Araplara iki önemli nokta anlatılmıştır: Birincisi top­lumları öylesine bozulmuştur ki kendi evlâtlarını da öldürmektedirler. İkincisi, bu vahşi ve gaddarca hareket hesapsız kalmayacaktır ve Cenab-ı Allah bu günahı işleyenleri en ağır şekilde cezalandıracaktır.

Aslına bakılırsa, cahiliyye döneminde bile bazı aklı başında olan kimseler bu kötü âdeti tekzip ediyor ve bundan vazgeçilmesini istiyorlar­dı. Taberânî'de bir rivâyete göre, Ferezdak isimli şairin büyük babası, Sa'sa'a bin Nâciyet-ül Mücâşiî bir defasında Hazreti Peygamber (a.s.)'a başvurarak, "ya Rasûlullah, cahiliyye döneminde bazı hatalar işlemişimdir ama bunun yanında bazı iyi işler de yapmışımdır. Meselâ, 360 kız ço­cuğunu diri diri gömülmekten kurtarmışımdır. Her kızı kurtarmak için de ikişer deve fidye olarak anne ve babalarına vermişimdir. Acaba âhirette bunun bedelini görebilecek miyim?" diye durumunu anlattı. Rasûlullah kendisine şu cevabı verdi, "Evet, bunun iyi bir bedeli vardır. Sana İslâm'ın nimeti verilmiştir."

14.3.31. Kan Davası ve Cinayetin İntikamı

Cahiliyye döneminde kan davası, Arapların en önemli özelliklerinden biriydi. Bir aile veya kabile, kendi fertlerinden biri veya birden fazlasının öldürülmesinin bedelini takdir ettikleri ölçüde alırlardı. Yani bir insanın kanı ne kadar kıymetliyse, o kadar bedeli alınırdı. Bazen bir kişinin canı daha değerli sayılırdı ve karşılığında tek bir can alınması yetmezdi. O ka­dar ki, bir kabile reisi veya ileri geleni öldürülmüşse, öldüren kabile veya aileden 5-10 kişi, hatta yüzlercesi öldürülürdü. Bir zengin kişi veya toprak ağası veya şeyhin katili fakir ve alelade bir insan ise, sadece onun öldürül­mesiyle kan davası bitmezdi. Bunun tam tersine, öldürülen kişi önemsiz ve zavallının biriyse ve katil mevki ve makam sahibiyse, katile el sürül­mezdi. Kan gütmek, bazen aileler ve kabileler arasında büyük silahlı ça­tışmalara yol açardı ve bu kin, nefret ve çatışma yıllarca nesilden nesile devam ederdi.

14.3.32. Kıyâfet ve Çıplaklık İle İlgili Kavramlar

Araplar, kıyafeti ya süs ya da iklim şartlarından vücudu korumak amacıyla kullanırlardı. Vücudun ayıp yerlerinin saklanması gibi kıyafetin ilk şartı Araplar için önemli değildi. Araplar kendi ayıp yerlerini mahrem­lerinin karşısında açmak ve göstermekten hiçbir utanç duymazlardı. Çıp­lak dolaşmak, ulu orta çıplak yıkanmak, yolda yürürken zaruri ihtiyaçlarını gidermek için kapalı bir yer aramak yerine açık yeri tercih etmek ve donlarının toplantı yerlerinde düşmesine aldırmamak Araplar için olağan bir şeydi. Ayrıca hac mevsiminde kadın-erkek Kâbe'yi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Hatta bu konuda Arap kadınları biraz daha hayasızdılar. Kendi­lerine göre bu bir dini vecibe idi ve bundan sevâb alırlardı.

14.3.33. Arabistan'da Hüküm Süren Huzursuzluk ve Anarşi

Arabistan'da huzur ve asayiş diye bir şey yoktu. Her tarafta insanların kanı akıtılıyor, hırsızlık, soygunculuk ve yağma yapılıyordu. Hırsız ve soygunculuk bazen kabilece yapılıyordu. Uzun yolculuk yapmak, hele ge­ce vakti seyahat etmek çok tehlikeliydi. Bazen bir eve veya köye hırsız ve soyguncular topluca saldırır, buldukları her şeyi alıp götürürlerdi. Kimse­nin canı ve malı emniyet içinde değildi. Nerede ne olacağı belli değildi. Arapların hepsi bu durumu biliyordu. Fakat Araplarda mürüvveti ve birbirinin duygularını, dertlerini paylaşmak gibi âdetler de yoktu. Soyulan, mağdur ve mazlum kişilere yardım etmek yerine, onlarla alay edilirdi. Herkes kendi menfaatini düşünürdü ve kendisi emniyette olduğu sürece her şeyin güllük gülistanlık olduğunu sanırdı.

Arap kabileleri birbirine saldırmak için geceyi seçerlerdi. Gece'nin karanlığından istifade ederek gizlice istedikleri yere gider ve sabah olur olmaz düşmana saldırırlardı.

Bütün Arabistan'da geceyi emniyette geçiren bir köy veya kasaba yoktu. Kimse rahat uyku uyuyamıyordu. Her an bir saldın tehlikesi vardı. Kimse tek başına, kabilesinden başka bir yere gitmeye cesaret edemezdi. Yolda yalnız bulunan bir kişi, ya öldürülür, ya parası pulu alınır ya da esir alınarak köle haline getirilirdi. Kafile ve kervanlar da emniyette yolculuk edemezlerdi. Haydutlar yer yer pusu kurup beklerler ve aniden saldırırlar­dı, buldukları her şeyi de alıp götürürlerdi. Bazen da ticaret kafileleri hay­dutlara ancak haraç verdikten sonra yollarına devam edebilirlerdi.


 

[1] Arapların dini durumu hakkında ayrıntılı bilgiler daha sonraki bölümde verilmiştir.

[2] Kur'ân-ı Kerim, Arapların hangi inanç ve düşüncelerinin doğru, hangilerinin yanlış oldu­ğunu açıkça ifade etmiştir.

[3] Arapların dinî inançlarının bu çeşitli yanlarını görünce, tek Allah'ın inançları zayıflamış olsa da, şöyle ya da böyle O'na iman ettikleri ve güvendikleri gerçeği ortaya çıkıyor. Arapların dini inançlarını zayıflatmakta kâhin ve rahiplerin büyük rolü vardı. Zira onlar cehaletlerinden istifade etmek için uydurma inanç ve gelenekler yaratmışlardı.

[4] Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli yerlerde Arapların bu cehaletinden bahsedilmiştir. Bu hususta şu ayetlere bakılabilir: Nisâ; 1,7, Neml; 57-58, İsrâ; 40, Zuhruf; 16-19, Necm; 21-27.

[5] Bu olay bir yandan, Arap kabile reislerinin en ünlü ve güçlülerinin bile yetimlerin malla­rını yediklerini bir yandan da, Hz. Muhammed (a.s.)'in ne kadar güzel ahlâka sahip olduğunu ve en büyük ve en güçlü düşmanını bile nasıl etkilediğini göstermektedir. Zâten Hz. Muhammed (a.s.)'in bu muazzam etkileyici kişiliğinden dolayıdır ki, pek çok kâfir onun sihirbaz olduğunu iddia eder­lerdi