Yirmi Dokuzuncu Bölüm: HABEŞİSTAN'A HİCRET

29.1. HABEŞİSTAN'A HİCRET

29.1.1. Din'de Hicret'in Önemi

29.1.2. Kur'an-ı Kerim'in Müslümanları Hicrete Hazırlaması

29.1.3. Hicret İle İlgili Talimat

29.1.4. Habeşistan'a Yapılan İlk Hicret

29.1.4.1. Habeşistan'a İlk Hicret Eden Müslümanlar

29.1.4.2. Muhacirlerin Habeşistan'daki Durumu

29.1.4.3. Muhacirlerin Peşinden Bir Kureyş Heyeti Habeşistan'a Gidiyor

29.1.4.4. Muhacirlerin Dönüşü ve Bunun Sebepleri

29.1.4..5. Burada Bir Parantez Açalım ve Önemli Bir Noktaya Değinelim

29.1.4.6. Mekke'ye Dönen Muhacirlerin Başlarından Geçenler

29.1.5. Habeşistan'a Yapılan İkinci Hicret

29.1.5.1. Habeşistan'a İkinci Hicret İçin Giden Kafile

29.1.5.2. Habeşistan'a İkinci Hicret'in Mekke'de Yarattığı Tepkiler

29.1.6. Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in Hicret'e Niyetlenmesi

29.1.7. Muhacirleri Geri Getirmek İçin Kureyş'in Necâşî'ye Heyet Göndermesi

29.1.8. Muhâcirlerin Örnek Davranışı

29.1.9. Habeşistan'dan Bir Hıristiyan Heyetinin Mekke'ye Gelmesi

29.1.10. Habeşistan'dan Dönen Muhacirlerin İlk Kafilesi

29.1.11. Rûm Sûresinde Yer Alan Haber

Yirmi Dokuzuncu Bölüm: HABEŞİSTAN'A HİCRET

29.1. HABEŞİSTAN'A HİCRET

29.1.1. Din'de Hicret'in Önemi

Kur'an-ı Kerim'de "cihad'dan sonra en önemli şey olarak "hicret"ten bahsedilmiştir. İslâm'da "hicret"in bu kadar önemli olmasının sebepleri nelerdir? Bunun sebepleri şunlardır: Bir müslüman için dünyada en önem­li şey ne vatanıdır, ne milleti ne de kazancı ve kazanç yolları. Onun için birinci derece ehemmiyetli şey imandır. Bir müslüman hangi şartlarla müslüman olmuşsa o şartları yerine getirmeli ve onlara göre hayat sürmek suretiyle Allah'ın rızasını elde etmelidir. Eğer müslüman imanın bu şartla­rına göre hayatını yaşamıyorsa, onun için özgürlük şöyle dursun, hayatı­nın bile bir anlamı yoktur. Gerçek bir müslüman, imanının dayandığı şart ve ilkeleri, Allah ve Rasûlü tarafından kendisine intikal eden kaide ve ku­ralları feda edip bunlardan taviz vermektense Allah yolunda kendini feda etmeyi tercih edecektir.

Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in fedaileri işte bu sebepten dola­yı Arabistan'dan Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Müslümanlar birer Arap, Mekkeli ve Kureyşli olmak itibarıyla kendi ülkelerinde, şehirlerinde ve kabilelerinde her türlü hak ve özgürlüğe sahiptiler. Fakat, birer müslüman olarak bu hak ve hürriyetlerden mahrumdular. Onların dini ve imanı tehli­kede idi ve bu sebeple kendi vatanlarını bırakıp başka bir milletin yaşadı­ğı ve başka bir milletin yönetime sahip olduğu bir memlekete gittiler. Aynı şekilde, Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşları Mekke'den Medine'ye neden hicret ettiler? Hazreti Peygamber (a.s.) Mekke'nin bir sakiniydi ve bir va­tandaş olarak Mekke'nin bütün vatandaşlık haklarına sahipti. Arkadaşları da birer Mekkeli ve Kureyşli olarak aynı hak ve hürriyetlere sahiptiler. Fakat, gerek Rasûlullah (a.s.)'ın gerekse diğer müslümanların, evlerini, barklarını, ailelerini, akrabalarını, mal ve mülklerini ve diğer her şeyi terk edip sadece üzerlerindeki kıyafetleriyle Medine'ye hicret etmelerinin se­bebi Mekke'de müslüman olarak yaşamalarına imkân bulunmamasıydı. Onlar müslümanca yaşayabilmeleri için doğdukları şehri terk edip başka bir şehre göç ettiler ve yerleştiler.

29.1.2. Kur'an-ı Kerim'in Müslümanları Hicrete Hazırlaması

Mekke'de müslümanlara yapılan baskı ve zulüm had safhaya varınca, Kur'an-ı Kerim onları muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu hu­susta şöyle buyuruldu:

"Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. O halde, yalnız bana ibadet edin. Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz, imân edip sâlih amel işleyenlere Cennette altlarından nehirler akan hu­susi yerler hazırlarız. Onlar orada ebedi kalırlar. Böyle amel edenlere bu ne güzel mükâfattır. Onlar ki, sabreder ve yalnız Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı hayvan vardır ki rızkını arkasına yüklenmez. Allah onlara da size de rızık veriyor. O Semî'dir, Alim'dir." (Ankebut; 56-60)

İlk ayette hicrete işaret edilmiştir. Deniliyor ki: "Mekke'de Allah'a ibadet ve itaat etmek zorlaşmışsa başka bir ülkeye gidin. Allah'ın dünyası dar değildir. Allah'ın sadık kulu olarak nerede yaşayabiliyorsanız oraya gidin. Siz kendi vatanınıza ve milletinize değil, Allah'a bağlısınız." Bura­da asıl önemli olan şeyin vatan ve millet değil, Allah'a kulluk olduğu vur­gulanmıştır. Bir mümin'in imanının, sağlam olup olmaması, ancak vatan ve milletine olan sevgisi ile Allah'a kulluk arasında tercih yapmasıyla is­patlanmış oluyor. Gerçek bir mü'min Allah'a kulluğu tercih etmeli, mem­leketine, vatanına ve milletine boş vermelidir. İmanı zayıf ve müslümanlıkla ilgili iddiası sahte olan biri millet ve vatanına bağlı kalacaktır. Bu ayette belirtildiği gibi gerçekten Allah'a tapan bir kişi vatanını ve milletini sevebilir, ama yurtsever ve milliyetçi olamaz. Bir müslümanın ilk tercihi Allah'a kulluk olmalıdır ve bu kullukla çatışan her şeyi feda etmek zorun­dadır.

İkinci ayette insanların ve özellikle müslümanların can korkusu gide­rilmeye çalışılmıştır. Deniliyor ki: "Hayat geçici bir şeydir. Dünyaya gel­miş olanlar bir gün mutlaka öleceklerdir. Ha bugün ha yarın. Kimse buraya ebediyen kalmak ve yaşamak için gelmemiştir. O halde, müslümanlar bu dünyada canlarını koruma pahasına daha önemli ve değerli şeyleri feda etmemelidirler. Müslümanların ilk düşüncesi, imanını nasıl koruyacağı ol­malıdır ve Allah'a kullukta hiçbir kusur yapmamalıdır. Eninde sonunda bütün mahluklar Allah'a döndürülecektir. Döndüğünüzde imanla mı gele­ceksiniz yoksa canla mı Allah nezdinde can uğruna feda edilmiş iman mı yoksa iman uğruna feda edilmiş can mı daha makbuldur? İşte dünyada bunu düşünerek yaşayacak ve öleceksiniz."

Üçüncü ve dördüncü ayette deniliyor ki; "siz iman ve iyilik uğruna dünyanın bütün nimetlerini kaybeder ve salt dünyevi açıdan başarısız ka­lırsanız dahi, bunun telafisi mümkündür. Ve sadece telafi değil, Allah ka­tında bunun büyük bir mükâfatı vardır."

Son ayetlerde denilmiştir ki, "hicret ederken can korkusu gibi mal korkusu da olmamalıdır. Dünyada yer altında ve yer üstünde, denizde ve havada sayısız böcek, hayvan ve yaratıklar vardır. Bunlardan hangisi ken­di rızkını kendisi taşıyor? Onları geçindiren ve yaşatan kimdir? Nereye gi­derlerse gitsinler, hangi şartlarda olurlarsa olsunlar, onlara Allah rızık ver­miyor mu? Onun için, iman sahipleri Allah uğruna memleket ve kavimle­rini terk ederken malları ve rızıkları için endişe etmemelidirler. Diğer mah­luklara rızkını veren Allah onlara da rızıklarını verecektir."

Hakka davet yolunda bazen ansızın beklenmedik durumlarla karşıla­şılabilir. Bu gibi durumlarda bir müslüman için bu dünyanın bütün nimet­lerini terk edip Allah'a güvenerek kelleyi kolluğa almaktan başka çare kal­maz. Bu gibi durumlarda, her şeyi önceden plânlamak, zarar ve yarar he­sabını çıkarmak ve canlan ile mallarını korumak sevdasında olanlar hiçbir şey yapamazlar. Onlardan hiçbir hayır beklenemez. Aslında her şeyin ani­den tersine döndüğü ve şartların değiştiği zamanlarda kelleyi koltuğa alan ve Allah uğruna her şeyi feda etmeye hazır olan gerçek mü'minlerin ve fe­dailerin azminden ve fedakârlıklarındandır ki, Allah'ın kelimesi yükseli­yor ve bunun yanında bütün batıl kelimeler yerin dibine batmış oluyorlar.

Kur'an-ı Kerim'in bir başka yerinde şöyle buyuruldu:

"(Ey Rasûlüm, tarafımdan) de ki: 'Ey iman eden kullarım, Rabbiniz­den korkun. Bu dünyada iyilik edenlere sevap var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak sabredenlerin mükâfatı hesapsız verilir." (Zümer; 10)

Burada da iman sahiplerine deniliyor ki; Allah'a kulluk etmek bir yer­de zorlaşmışsa, O'nun dünyası geniştir, iman sahipleri başka bir yere gidebilirler. Bunun yanı sıra kendilerinin hem dünyada hem ahirette Allah'tan iyi mükâfat alacaktan da müjdelenmişir. imân sahipleri hem dünyadaki yaşantılarını düzeltiyorlar, hem de âhirette Allah'ın lütuf ve ihsanına nail oluyorlar. Zira, onlar Allah'ın dini için dünyanın bütün nimet ve imkânla­rını evlerini barklarını terk ediyor, evsiz ve çaresiz kalıyor, vatansız ve milliyetsiz kalıyor, yabancı bir memlekette ve yabancı insanların arasına giriyorlar. Bunun için, bu gibi insanlara sınırsız ödül vardır.

29.1.3. Hicret İle İlgili Talimat

Kur'an-ı Kerim'de Mekkeli müslümanlar sadece hicrete teşvik edil­mekle kalmadılar, kendilerine bu hususta iki talimat da verildi.

Müslümanlar Hıristiyan bir ülkeye hicret ettikleri için Meryem sûresi indirildi. Bu sûrenin ilk iki rükûsunda Hazreti Yahya ile Hz. Îsa'nın hikâyesi anlatılmıştır. Bu, müslümanlara bir uyarıydı. Gerçi müslümanlar mazlum mülteciler olarak bir Hıristiyan devletine gidiyorlardı. Fakat, orada din ve imanlarından zerre kadar taviz vermemeleri isteniyordu. İndirilen Meryem sûresi, Hıristiyanlığın gerçekte ne olduğunu ve nasıl tahrif edildi­ğini dile getiriyordu. Böylece, müslümanlar durumun farkına varacaklardı ve Hıristiyanların bid'atine ve hurafelerine kendilerini kaptırmayacaklardır. Onlar aynı zamanda Hıristiyanların bulunduğu bir memlekette Hıristiyanlı­ğın ve Hz. Îsa'nın gerçek vaaz ve telkinlerini unutmamalıydılar. Her ne olursa olsun, Hz. Îsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmemeliydiler.

Müslümanlara verilen ikinci talimat şuydu:

"Ehl-i kitap ile yalnız en güzel şekilde mücadele edin. Onlardan zul­medenlerle ise şiddetle mücadele edebilirsiniz. Ve 'Biz hem bize indirile­ne hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de ilâhınız birdir. Biz O'na teslim olanlarız' deyin." (Ankebût; 46)

Yani Hıristiyanlarla karşı karşıya geldiğiniz zaman onlardan zalim olanlarla uğraşmayınız. Zira, onlarla uğraşmak vakit ve enerjinin ziyanın­dan başka bir şey değildir. Fakat, biraz anlayışlı olanlarla serinkanlı, yu­muşak başlı ve Hakkı kabul etmek eğiliminde olanlarla muhtelif dini ko­nuları medeni ölçülerde, iyi bir dille ve delillerle tartışabilirsiniz. Onlara deyiniz ki, siz dik kafalı veya mutaassıp kimseler değilsiniz. Onlara hem onların kitabının hem kendi kitabınızın Allah'tan geldiğine inandığınızı söyleyiniz. Her ikinizin Allah'ın bir olduğunu, O'nun gönderdiği emirlerin aynı olduğunu onlara söyleyiniz.

29.1.4. Habeşistan'a Yapılan İlk Hicret

Şartlar tamamıyla dayanılmaz hale gelince Recep 45. Am'ul-Fil'de (Nübüvvetten sonra 5. yılda) Rasûlullah (a.s.) Ashab-ı Kiram'ı toplayarak kendilerine şöyle buyurdu: "Habeşistan'a giderseniz iyi edersiniz. Oranın bir kralı vardır. Orada kimseye zulüm yapılmaz ve orası iyilik diyarıdır. Size gelen bu âfet def olununcaya kadar orada kalın." Müslümanların Ha­beşistan'a hicreti için bu ilk ve kesin emirdi, bunun üzerine, Habeşistan'a ilk göç yapıldı. Muhacirlerin ilk kafilesinde 11 erkek ve 4 kadın vardı. Kureyşli kudurmuş serseriler bu kafileyi kıyıya kadar takip ettiler. Ama kafiledekilerin talihi yaver gitti ve tam zamanında Şuaybe limanından Ha­beşistan'a kalkan bir gemiye binebildiler.

29.1.4.1. Habeşistan'a İlk Hicret Eden Müslümanlar

İbni Hişâm'ın İbni İshâk'a dayanarak kaydettiği ilk muhacirlerin liste­si şöyledir:

1. Hz. Osman bin Affân (Beni Ümeyye'den).

2. Hz. Rukayye binti Hz. Muhammed (a.s.), Hz. Osman'ın zevcesi. (İbni Abd-il-Berr bu hâtûna Ümm-ü Eymen'in eşlik ettiğini yazmıştır).

3. Hz. Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rebî'a (Beni Abdi Şems bin Abdi Menâftan).

4. Hz. Sehle binti Süheyl bin Amr (Hz. Ebu Huzeyfe'nin karısı, ki Beni Amir bin Lueyy'dendi).

5. Hz. Zübeyr bin el-Avvam (Hz. Hatice'nin yeğeni ve Rasûlullah (a.s.)'ın teyze oğlu Beni Esed bin Abdul-Uzza bin Kusayy'dandı).

6. Hz. Mus'ab bin Umeyr (Beni Abdud-Dar bin Kusayy'dan).

7. Hz. Abdurrahman bin Avf (Beni Zühre bin Kılâb'dan).

8. Hz. Ebu Seleme bin Abdul-Esed (Beni Mahzûm'dan).

9. Hz. Ümm-ü Seleme (Hz. Ebû Seleme'nin zevcesi. Beni Mah­zûm'dan olup Ebû Cehl'in amca kızıydı).

10. Hz. Osman bin Ma'zun (Ümmül Muminin Hz. Hafsa'nın dayısı, Beni Cumah'dandı).

11. Hz. Amir bin Rebia el-Anzi (Al-i Hattâb'ın müttefiki olan Beni Adiyy'den).

12. Hz. Leylâ binti Ebî Hasme (Hz. Amir'in karısı olup Beni Adiyy'dendi).

13. Hz. Ebû Sabre bin Ebi Ruhm (Beni Amir bin Lueyy'den).

14. Hz. Süheyl bin Beyda (Beni el-Hâris bin Fihr'den).

İbn Sa'd, Vâkıdî'ye istinâden bu listeye iki isim daha eklemiştir: Hz. Hâtıb bin Amr bin Abdi Şems ve Hz. Abdullah bin Mes'ud, ki Beni Zühre'nin müttefiklerindendi. İbn İshâk'ın rivâyetine göre daha sonra bunlara Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib de katılmıştı. Fakat Musa bin Ukbe'nin "Meğâzi"de belirttiği gibi Hz. Ca'fer ilk değil, ikinci hicretle Habeşistan'a var­mıştı. İbn İshâk ise Hz. Abdullah bin Mes'ud'un, ilk değil, ikinci hicretin muhacirlerinden olduğunu yazmıştır. Zürkâni ise bazı siyerlere dayanarak Hz. Ebû Sabre ile beraber karısı Ümm-ü Gülsüm'ün de Habeşistan'a gitti­ğini ifade etmiştir. Beyhakî Hz. Enes'in rivâyetini nakletmiştir; buna göre hicret için ilk önce yola çıkan Hz. Osman (r.a.)'dı. Rivayete göre Rasûlullah (a.s.), Hz. Lût (a.s.)'dan sonra kendi ailesiyle birlikte hicret eden ilk şahsın Hz. Osman olduğunu buyurmuştur.

29.1.4.2. Muhacirlerin Habeşistan'daki Durumu

İbni Cerir Taberî'nin dediği gibi Kureyşliler Habeşistan'ı çok iyi bili­yorlardı. Habeşistan Kureyşlilerin ticaret yeriydi ve mallarını götürüp ora­da satarlar ve oradan iyi bir kârla dönerlerdi. Bu yüzden Mekke'den giden ilk muhacir kafilesi hiçbir güçlükle karşılaşmadı ve hiçbir yabancılık çek­medi. Bizzat muhacirlerin ifadelerine göre; "biz orada çok iyi durumday­dık. Dinimiz konusunda huzur ve emniyette. Biz Allah'a ibadet ediyorduk ve kimse bizi rahatsız etmiyordu. Biz ne eziyet görüyorduk ne de kötü lâflar dinliyorduk."

29.1.4.3. Muhacirlerin Peşinden Bir Kureyş Heyeti Habeşistan'a Gidiyor

Kureyşliler baktılar ki, Mekke'den Habeşistan'a giden müslümanlar oraya iyice yerleşmiştir ve din ve inançlarına da kimse mani olmuyor. Bu­nun üzerine bu müslümanları geri getirebilmek maksadıyla bol hediyeler­le Amr bin el-As ile Abdullah bin Ebi Rebi'a'yı Habeş İmparatoru Necâşî (Negus)ye yolladılar. (Buhârî'de bu imparatorun adı Esname olarak yazıl­mıştır). Kureyş heyetiyle ilgili tarihi kayıtlarda biraz ihtilaf vardır. Bazı kayıtlara göre bu heyette Umâre bin Velid bin Muğire de yer almıştı. Bazı diğer kayıtlara öre ise Amr bin El-As birinci ve ikinci hicret sırasında Necâşî'ye gönderilmişti. İlk gidişinde yanındaki Umâre idi, ikinci gidişin­de ise Abdullah. Fakat İbni İshâk her iki defasında Amr'ın yanında Abdul­lah'ın yer aldığını ifade etmiştir.

29.1.4.4. Muhacirlerin Dönüşü ve Bunun Sebepleri

Aynı yıl Ramazan ayında öyle bir olay meydana geldi ki, bu olayla ilgili haber Habeşistan'daki müslümanlara, "Mekkeli kâfirler müslüman olmuşlar" şeklinde ulaştı. "Olay şuydu: Bir gün Harem'de Kureyşlilerin büyük bir toplantısı yapılırken Hazreti Peygamber (a.s.) de oraya gitti ve birden bire konuşma yapmaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.)'in mübarek ağzından çıkan ilk sözler, Necm sûresinin ayetleriydi. Allah'ın kelâmı öy­lesine tesirliydi ki, muhalifler bunu can kulağıyla dinlemeye başladılar ve her zaman yaptıkları gibi gürültü patırtı çıkarmayı bile unuttular. Ayetle­rin sonunda Hz. Peygamber (a.s.) secde elti. Orada bulunanlar da kendile­rini onun etkisinden kurtaramamış olacaklar ki, hemen secdeye geçtiler. Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ve Nesâî'de yer alan Abdullah bin Mes'ûd'un rivâyetine göre; "Rasûlullah (a.s.)'ın Kureyşlilerin açık bir toplantısında ve İbn Merdûye'ye göre Harem'de okuduğu Kur'an-ı Kerim'in bu ilk sûresiydi." Bu toplantıda hem müslümanlar, hem kâfirler vardı. Sûrenin sonunda secde ayetine gelince Rasûlullah (a.s.) secde etti ve kendisini gö­ren diğer herkes de secde etti. Secde edenler arasında Hz. Peygamber (a.s.)c ve İslâm'a muhalefette ön safta yer alan Kureyş'in en büyük kabile reisleri de vardı. Secde etmeyen sadece Ümeyye bin Halefti. O da yumru­ğunu sıkarak alnına dokundu ve kendisi için bunun kâfi olduğunu söyledi. Bu olayın diğer görgü tanığı Hz. Muttalib bin Ebi Vedâ'a'dır ki o zamana kadar müslüman olmamıştı. Nesâî ve Müsned-i Ahmed'de yer alan Hz. Muttalib'in rivâyeti şöyledir: "Rasûlullah (a.s.), Necm sûresini okuduktan sonra secde edince toplantıda bulunan herkes secdeye gitti, ama ben secde etmedim. Bunun telâfisini şimdi yapıyorum, ki ne zaman bu sûre okunsa secde etmeden edemem." İbni Sa'd, Vâkıdi'ye dayanarak Velid bin Muği­re'nin, çok ihtiyar olduğu ve secde edemediği için bir eline bir avuç toprak alıp alnına sürdüğünü beyan etmiştir.

Bu olaydan ötürüdür ki, Habeşistan'da bulunan müslümanlara, bütün Mekkeli kâfirlerin müslüman olduğu yolunda haberler ulaştı. Ne var ki, gerçekten böyle olmamıştı. Kur'an-ı Kerim'in sihirli sözleri dayanılmaz üslûbu Kureyşli kâfirleri bir an için sekteye uğratmıştı ve onlar secde etmişlerdi. Ama biraz sonra akılları başlarına gelince büyük bir hata işle­diklerini düşündüler ve kendilerini lanetlemeye ve suçlamaya başladılar. Bazı diğer kimseler de itiraz etmeye başladılar ki; "siz ne biçim insansı­nız, bizi Kur'an-ı Kerim'i dinlemekten men ediyor ve Muhammed (a.s.)'e tabi olmamızı istemiyorsunuz, ama kendiniz ona secde ediyorsunuz?" Bu­nun üzerine kabile reisleri ve müşrikler kendilerini kurtarmak için bahane uydurmaya başladılar ve dediler ki: "Muhammet ayetleri okurken, 'bun­lar yüksek rütbeli ilahelerdir ve onların şefaati muhakkak beklenmelidir' dediği için biz secde ettik." Fakat Necm sûresini gerçekten okuyan ve bi­len bir kişi Rasûlullah (a.s.)'ın böyle bir şey söyleyebileceğine inanabilir mi?

29.1.4..5. Burada Bir Parantez Açalım ve Önemli Bir Noktaya Değinelim

Ne gariptir ki, bizde de bazı müfessir ve muhaddisler Mekkeli kâfir­lerin bu safsatasına uymuş ve onların duyduklarını iddia ettikleri sözleri sanki sahiden Rasûlullah (a.s.)'ın mübarek ağzından çıkmış gibi mütalaa etmişler ve yorumda bulunmuşlardır. Söz konusu müfessir ve muhaddis­ler bu hususta böyle bir hikâye uyduruyorlar: "Sözde Rasûlullah (a.s.), İs­lâm'a karşı kâfirlerin nefretini kaldıracak ve onların İslâma daha çok yak­laşmalarını sağlayacak bir takım vahiylerin gelmesini arzu ediyordu. Rasûlullah (a.s.) bu istikamette düşünürken ve kendisi Kureyşlilerin bir top­lantısında iken Necm sûresi nâzil oldu ve kendisi bunu okumaya başladı. Rasûlullah (a.s.), "e-feraeytüm ul-lâte ve-l-uzzâ ve menâte-s-sâlisete-l-uhrâ" sözlerine gelince ağzından şu kelimeler dökülüverdi: "Tilke-l-ğarânikat-el-ulâ ve inne şefâ'atehünne le-tercâ" (bunlar yüksek rütbeli tan­rıçalardır ve onların şefaati muhakkak beklenmelidir). Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) sûrenin diğer ayetlerini normal olarak okumaya devam etti, ta ki sûrenin sonunda secde etti ve diğer müslümanlar ile müşrikler de secde ettiler. Mekkeli kâfirler dedi ki, "artık bizimle Muhammed arasında herhangi bir ihtilâf kalmamıştır. Biz de zaten aynı şeyi diyoruz. Yani Hâlik (yaratıcı) ve Râzık (rızık veren) Allah'tır, ama mabûdlarımız Allah katında bizim için şefaatte bulunacaklardır." Akşam Hz. Cebrâil geldi ve Rasûlullah'a dedi ki: "Siz ne yaptınız? Ben bu sözleri getirmemiştim." Bu­nu duyunca gûyâ Rasûlullah (a.s.) çok üzüldü. Bunun üzerine Allah İsrâ suresinin şu ayetlerini indirdi[1]:

"Onlar bizim sana vahyeylediğimiz şeyden bizim üzerimize iftira edesin diye seni bile fitneye düşüreceklerdi. Öyle olursa seni dost edine­ceklerdi.Eğer biz seni dinde sabit kılmasaydık onlara az bir şey meylede­cektin. O takdirde sana gerek hayatta ve gerekse öldükten sonra iki kat azap tattırırdık. Sonra azabımızı defedecek bir yardımcı da bulamaya­caktın. " (Ayet; 73-75)

Bu olay Rasûlullah (a.s.)'ı sürekli olarak tedirgin etti ve üzüntülü ol­masına sebep oldu. Ta ki, Hacc sûresinin 52. ayeti indi. Bu ayette Rasûlullah teselli edildi ve kendisinden önceki peygamberlerin aynı hataya düştükleri, onların arzu ettikleri şeytanın karıştığı, fakat Allah'ın daha sonra Şeytan'ın bu şerrlerini ortadan kaldırdığı ve ayetlerini sağlamlaştırdığı kaydedildi.

Diğer tarafta, Kur'an-ı Kerim'i dinledikten sonra Kureyşli kâfirlerin secde etmesi,Habeşistan'daki müslümanlara başka türlü ulaştı ve onlar zannetti ki Hz. Peygamber (a.s.) ile Mekkeli kâfirler arasında mütareke ve sulh gerçekleşmiştir. Bu sebeple, muhacirlerin çoğu Mekke'ye geri döndü­ler. Geri döndükten sonra İslâm ile küfr arasında anlaşmaya varıldığı yo­lundaki haberlerin yanlış olduğunu, ikisi arasındaki düşmanlığın aynen devam ettiğini gördüler."

Yukarıda naklettiğimiz hikâye, İbn Cerir ve diğer birçok müfessirin tefsirlerinde İbni Sa'd'ın "Tabakatında Vahidinin "Esbab-ı Nüzül"ünde, İbn İshâk'ın Siyer'inde, Musa bin Ukbe'nin "Meğazi'sinde, İbn Ebi Hâtim, İbn'ul-Münzir, Bezzâr, İbn Merdûye ve Taberânî'nin hadis kitaplarında yer almıştır. Bu hikâyenin râvileri ise şunlardır: Muhammed bin Kays, Muhammed bin Ka'b Kurazi, Urve bin Zübeyr, Ebû Salih, Ebu'l-Âliye, Sa'id bin Cubeyr, Dahhâk, Ebu Bekr bin Abdurrahman bin Hâris, Katâde, Mücâhid, Süddi, İbn Şihâb Zührî ve İbn Abbas. Dikkat edilirse, bunlardan Hz. İbn Abbas'ın dışında kimse sahabe değildir. Hikâyenin ufak tefek bir­çok çelişkili ve tutarsız tarafları vardır; ama bunların en dikkati çekeni iki tanedir. Birincisi, pulların methinde Hz. Peygamber (a.s.)'in söylediği id­dia edilen sözler hemen hemen her rivayette değişiktir. Biz bunları dikkat­lice tasnif ettik ve inceledik. Baktık ki, 15 ayrı ifade kullanılmıştır. İkinci büyük çelişki, bu sözlerin Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine giriş şekliyle ilgili­dir. Bazı rivayetlere göre bu kelimeler, vahiy sırasında Şeytan tarafından Rasûlullah (a.s.)'ın gönlüne indirilmiş ve Rasûlullah (a.s.)'da bunların Cebrail tarafından geldiğini zannetmiş. Bazı rivayetlere mübarek ağzın­dan yanlışlıkla dökülüvermiş. Bazı rivayetlere göre bu kelimeler, Rasûlullah (a.s.) uyukladığı bir sırada gayri ihtiyari olarak ağzından çıkmış. Bazı­ları diyor ki, Rasûlullah (a.s.) bunları kasten söyledi; ama soru ve hayret belirtici şekilde. Yine bazıları diyor ki; Şeytân, Rasûlullah (a.s.)’ın konuş­masına karışmış ve onun sesiyle birlikle bu kelimeleri ortaya atıvermiş, orada bulunanlar da bu sesin Hazreti Peygamber'e ait olduğunu sanmış. Yine başka rivayetlere göre bu sözleri söyleyen orada bulunan müşrikler­den biriymiş.

Bazı mümtâz müfessir ve âlimler, meselâ İbn Kesir, Beyhâki, Kâdı İyâd İbni Huzeyme, Kâdı Ebû Bekr İbn'il-'Arabi, İmam Râzi, Kurtubî Bedreddin, Aynî, Şevkani ve Alûsi vs. bu hikâyenin tamamıyla uydurma ve asılsız olduğunu belirtmişlerdir. İbn Kesir, bu hususta şunları yazmış­tır: "Bu hikâye hangi senetlerle rivayet olunmuşsa hepsi "mürsel" ve münkatı"dırlar. Ben bu hususta hiçbir sahih-i muttasil senede rastlamadım." Beyhakî de diyor ki: "Nakil itibariyle bu hikâye ispatlanmış değildir." İbni Huzeyme'ye bu hususta bir soru sorulunca kendisi dedi ki: "Bu hikâyeyi zındıklar (dinsizler) uydurmuşlardır." Kadı İyâz diyor ki: "Bu hikâyenin zayıflığı, sıhâh-ı sitte müelliflerinden hiçbirinin bunu nakletmemiş olma­larından ve sahih-i muttasıl sağlam senedlerle güvenilir râviler tarafından da naklolunmamasından ortadadır." İmam Râzi ile Kâdı Ebû Bekr ve Alûsi bu mevzuyu enine boyuna tartışarak şiddetle reddetmişlerdir. Fakat, beri tarafta Hafız İbni Hacer gibi büyük bir muhaddis ve Ebu Bekr Cessas gibi tanınmış fakihler ve Zemahşeri gibi akılcı müfessir ile İbni Cerir gibi müfessir, tarihçi ve fıkıh âlimi bu hikâyenin doğru olduğunda ısrar etmiş­lerdir. Bunlara göre Hacc sûresinin 52. ayeti bu hikâyenin doğru oluşunun bir ispatıdır. İbni Hacer şunları da kaydediyor:

"Sa'id bin Cubeyr'in başvurduğu yolun dışında diğer hangi yollarla, bu hikâye rivayet edilmişse onlar da zayıf ya da munkatı' (kesik)dır. Ama anlatımların çokluğu bunun bir aslının olduğunu gösteriyor. Ayrıca Bezzâr'ın çıkardığı rivayetler silsilesiyle bu hikâyenin en az bir adet ke­sintisiz bağlantısı kurulmuştur. (Bu bağlantı şöyledir: Yusuf bin Hammâd, Ümeyye bin Hâlid, Şu'be, Ebi Bişr, Sa'id bin Cubeyr ve İbni Abbas). İki yoldan da bu hikâye "mürsel"dir ama bunun râvileri sahih (doğru) kaynaklara göredir. Bu iki yol Taberî tarafından naklolunmuştur. Bunlardan biri silsilenin başında, Yunus bin Yezid ve İbn Şihâb ve diğer silsilenin başında Mu'temir bin Süleyman, Hammâd bin Seleme ve Dâvud bin Ebi Hind ile Ebi'l-Aliye bulunuyorlar."

Bu hikâyeyi kabul etmiş olanlar için bir şey diyemeyeceğiz; çünkü onlar bunun zaten doğru olduğuna inanıyorlar. Fakat, burada şu hikâyenin muhaliflerine bir çift sözümüz olacaktır. Gerçek şu ki, muhalifler de bunu hakkıyla eleştirmemişlerdir. Muhaliflerin bir grubu bunu reddediyor çün­kü, bunun kaynakları veya senetleri zayıftır. Demek ki, bu zevat, senetle­rin kuvvetli olması halinde bu hikâyeyi aynen kabul edeceklerdi. İkinci grup bunu reddediyor, zira böyle bir hikâye bütünüyle dinimize gölge dü­şürüyor ve dinle ilgili her şey şaibe ve şüphe altında kalmış oluyor. Böyle bir durumda Şeytan'ın müdahalesinin haddi hesabı olmaz. O'nun nerede ne yaptığını kestirmek güç olur. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.)’ın şahsi ve nefsani söz ve hareketlerinin nerede başlayıp nerede bittiğini hesaplayamayız. Bu tür düşünce ve deliller belki de iman etmeye azimli olanları tat­min edebilir, ama başka kimseleri değil. Meselâ, zaten her şeye şüphe ile bakan ve titiz bir incelemeden sonra iman edip etmemeye karar verecek kimseler için böyle bir düşünce hiç de yararlı olamaz. Bu gibi şüpheci ve kararsız kimseler, şüphelendikleri her şeyi dinden çıkarma yoluna gitme­yeceklerdir. Onlar kolayı düşünecekler ve diyecekler ki, en az bir tane meşhur sahabî ve birçok tabii ve tebe'ut-tabi'in ve çeşitli güvenilir raviler­den naklonunan bir hikâye, sadece din şaibe altında kalıyor diye niçin red­dedilsin. Bu hikâyenin şüpheli olduğunu düşünmektense dinin tümünün şüpheli ve şaibeli olduğunu düşünecekler ve bunu tümden reddedecekler­dir.

Şimdi tenkidin doğru ve makul yolu ne olabilir? Biz hangi ölçülere dayanarak -senetleri, kaynakları ve rivayetleri ne kadar kuvvetli olursa ol­sun- bu hikâyenin uydurma olduğunu ispatlayabilir ve bunu reddedebili­riz? Gelin, o ölçü ve kıstaslara bakalım:

Evvelâ, hikâye kendi içinde çelişkili ve tutarsızdır. Hikâyede denili­yor ki olay, Habeşistan'a ilk hicret yapıldıktan sonra meydana gelmişti. Nitekim bu olayla ilgili haberi alır almaz Habeşistan'daki Müslümanlardan bir grup ümitlenerek Mekke'ye dönüverdi. Ama, buraya bir nokta koyup büyük tarih farklarına bir göz atalım:

- Muteber tarihi kayıtlara göre Habeşistan'a ilk hicret Nübüvvet'ten sonra Recep 5. yılda yapılmıştı. Habeşistan'daki muhacirlerin bir grubu, İslam ile Küfr arasındaki sulh haberini öğrenip üç ay sonra yani aynı yılın Şevval ayında Mekke'ye dönmüş oldu. Bu demektir ki hikâyede anlatılan olay da mutlaka Nübüvvet'ten sonra 5. yılda cereyan etmiştir.

- İddialara göre; Rasûlullah (a.s.)'ı serzeniş etmek ve uyarmak üzere İsrâ sûresinin ilgili ayeti inmiştir. Ama İsrâ suresinin Mi'rac'dan sonra in­diği herkesçe bilinmektedir. Muteber rivayetlere göre Mi'rac Nübüvvet'ten sonra 11. ve 12. yılda meydana gelmiştir. Bundan çıkan sonuç şudur: Al­lah'ın tekzibi ve uyarısı anlatılan olaydan tam 5-6 yıl sonra yapılmıştır!

- Teselli olarak indirildiği söylenen Hacc sûresinin 52. ayetinin ise bütün sûre ile birlikte Medine'ye hicretten sonra yani 1. Hicri yılda indiği bizzat sûrede işlenen konunun ifade tarzından anlaşılıyor. Demek ki Allah'ın tekzib ve uyarısından sonra da 2-2,5 yıl geçtikten sonra Cenab-ı Al­lah'ın Rasûlullah (a.s.)'ı affettiği ve olayın, Şeytan'ın bir oyunuyla meyda­na geldiği beyan olunmuştur!

Aklı başında olan bir kişi, Allah'ın kelâmına Şeytan'ın veya şahsi söz­lerinin karışmasından altı yıl sonra tekzip ve uyarının yapıldığını ve bu fi­ilin affının ya da sözü edilen karışık sözlerin iptalinin 9 yıl sonra yapıldı­ğını kabul edebilir mi?

Sonra, hikâyede iddia edildiği gibi, hatalı okuma ya da karışma, Necm sûresinin okunuşu sırasında meydana geldi ve bahis mevzuu sözle­ri. Peygamber (a.s.), Şeytan'ın vesvesesi, oyunu ya da kendi ard düşünce­siyle okuyuverdi. Yine bu iddialara göre Rasûlullah (a.s.) sûrenin başında ve sonunda herhangi bir hataya düşmedi. Bundan sonra deniliyor ki, Mek­keli kâfirler bu sözleri dinledikten sonra sevinçten uçmaya başladılar ve artık Hz. Muhammed ile kendileri arasında herhangi bir ihtilaf ve kavga­nın kalmadığını ilân edip secde ettiler. Şimdi Necm sûresinin ilgili bölü­münü okuyalım:

"Bana haber verin ki, Lât ve Uzza'ya mı tapıyorsunuz? Diğer üçün­cüsü olan Menat'a mı ibadet ediyorsunuz. (Bunlar Yüksek rütbeli tanrıça­lardır ve onların şefaati muhakkak beklenmelidir). Erkek sizin dişi O'nun mu? O takdirde bu insafsız bir taksimdir. Bu putlar sizin ve babalarınızın uydurdukları isimlerden başka bir şey değildir. Allah bunun için bir hüc­cet indirmedi. Onlar ancak zanna ve nefislerinin istediğine tabi olurlar. Halbuki kendilerine Rabblerinden bir hidayet gelmiştir." (Necm; 19-23)

Görüyor musunuz? Yukarıdaki ayetlerde parantez içinde aldığımız sözler ne gibi bir tezât ve tenakuz yaratmıştır? Bir yandan deniliyor ki, "sizin tanrıçalarınız çok değerli, tapılmaya layık yaratıklardır"; diğer yan­dan da buyuruluyor ki: "Enayiler, siz ne yaptığınızı biliyor musunuz? Siz bunların Allah’ın kızları olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Bu nasıl ada­let ve insaftır ki, siz kendinize erkekleri ayırıyorsunuz ve Allah'a kadınları bırakıyorsunuz? Gerçekte bunlar birer uydurma ve safsatadır. Bu gibi ayı­rımların Allah ile hiçbir ilgisi yoktur." Bir kişi aynı konuşmasında bu bir­birinden zıt iki şeyi söyleyebilir mi? Bir an için farz edelim ki, bu saçma sapan sözler aklı başında olan bir kişinin ağzından çıkmaz ve diyelim ki Şeytan, Rasûlullah (a.s.)'a galip (!) gelip ağzından bu birbirini tutmayan sözleri döktürüvermiştir! Fakat toplantıda bulunan Kureyşlilerin o kosko­ca kalabalığı deli miydi? O kâfir ve müşrikler akıllarını mı kaçırmışlardı ki, önce kendi tanrıçalarının methini duyunca sevinçten göbek atmaya başladılar, ama bundan sonra aynı tanrıçaların mütemadiyen kötülenmesi, eleştirilmesi, aşağılanması ve batıl itikatlarıyla alay edilmesini tamamıyla duymazlıktan geldiler. Onlar sağır mıydı yoksa dilsiz mi? Yoksa onlar sa­dece tanrıçalarının övgüsünü duydular da, sonra onların lanetlenmesini işitemediler ve hiçbir tepki göstermediler mi? Toplantının sonunda da hep beraber secdeye gittiler. Sadece bu değil, Necm sûresinin bundan sonraki bölümlerinde ve sonuna kadar putperestlik ağır bir dille yerilmiş ve tarih­ten sapık ve putperest milletlerin örneği verilerek Kureyşli kâfirlerin doğ­ru yola gelmeleri istenmiştir. Kureyşliler, bütün bunları sessizlik içinde dinledikten sonra, sûrenin başındaki sadece bir cümle yüzünden "bugün bizimle Muhammed arasındaki kavga bitti" diyebilirler miydi?

Olayın kendi içindeki tutarsızlığı işte böyledir. Bundan sonra gelin bakalım; hikâyede bahsedilen üç sûre ve bu surelerin ayetleri acaba aynı sırayla mı inmiştir, yoksa tarihi kayıtlar başka gerçekleri mi ortaya koy­maktadırlar? Hikâyede deniliyor ki, değişiklik ve ekleme Necm suresinde olmuştur. Bu ayetlerin ve surenin Nübüvvet'ten sonra beşinci yılda indiği belirtiliyor. Bundan sonra İsra sûresiyle Rasûlullah (a.s.)'ın ikaz edildiği, Hacc suresinin 52. ayetiyle de yanlışlıkla eklenmiş olan ayetin iptal edil­diği ve Rasûlullah (a.s.)'ın teselli edildiği kaydedilmiştir. Şimdi ortada iki ihtimal kalıyor. Ya ekleme ve karışım olayının meydana geldiği sırada tekzip ve tescili ile ilgili ayetler inmiştir. Ya da bu ayetler sıra ile İsra ve Hacc süreleriyle birlikte inmiştir. Eğer durum düşünülen ilk ihtimal gibiy­se, söz konusu iki ayet neden Necm sûresine ilave edilmedi? Ve neden al­tı yıl beklendikten sonra İsra sûresi indiği zaman, tekzip ve tenbih eden bu ayetler oraya bir yama gibi ekleniverdi? Sonra, niçin aynı şekilde iptal ve tescili ile ilgili ayet 2-2.5 yıl bekletildi ve Hacc sûresi ininceye kadar baş­ka bir sûreye ilave edilmedi? Kur'an-ı Kerim böyle mi tertip edilmiş ve toplanmıştır ki bir zamanda inen ayetler bir hayli bekletilsin, sağda ve sol­da unutulsun ve istenilen sûreye yamalı bohça gibi ekleniversin? Şimdi, eğer yukarıda bahsedilen ayetler böyle ayrı ayrı ve bölük pörçük nazil ol­mamışsa, o zaman tekzip eden ayet 6 yıl sonra ve iptal ile teselli eden ayet de 8-9 yıl sonra İsra ve Hacc süreleriyle mi indirilmiştir? Aradaki müddet farkı göz önünde bulundurulursa, bu ayetlerin inişinin mantıklı bir tarafı olabilir mi? Eğer bu ayetler gerçekten iddia edildiği gibi ekleme ve karı­şım olayıyla ilgiliyse, bunlar İsra ve Hacc sûresinde ne arıyor?

İşte bu noktaya gelince olayı objektif ve makul ölçüler içinde eleştir­memizin mümkün olduğunu görüyoruz. Yani tefsiri yapılmakta olan bir ayetin önceki ve sonraki cümleler ile bağlantısını, fikir birliğini ve işlenen konuyu dikkate almalıyız. İsra sûresinin 8. rukû'unu okuyun ve ondan ön­ceki ve sonraki bölümlerine de bakın. Burada kullanılan ifade, üslûp ve iş­lenen konuda, 6 yıl önceki bir vak'a sebebiyle Rasûlullah (a.s.)'ın azarlan­masını gerektiren herhangi bir ipucu bulunabiliyor mu? (Onlar bizim sana vahyeylediğimiz... sözleriyle başlayan bu ayetlerde Rasûlullah (a.s.)'ın tekzip edildiğini veya azarlandığını gösteren bir şey de yok. Bu hususu yi­ne bir kenara bırakalım.) Aynı şekilde Hacc sûresinin 52. ayetinden önceki ve sonraki bağlantılara ve fikir birliğine bakalım. Bu ayette hiç şöyle de­nildiği söylenebilir mi? "Ey Nebi, 9 yıl önce Kur'an'a bir şeyler katma gibi işlediğin hata üzerine üzülme. Bundan Önce de aynı hareketleri diğer pey­gamberler Şeytan'ın tesirinde kalarak yapıyorlardı. Peygamberler bu gibi hatalar yapınca ve kendilerinden ya da Şeytan'dan ilâhî kitaba herhangi bir şey katınca Allah onları iptal eder ve ayetlerini sağlamlaştırır."

Biz daha önce de belirttik ve burada tekrar belirtmek istiyoruz ki, bir rivayet veya hadis, senedi ve kaynağı her ne kadar sağlam ve kuvvetli olursa olsun, metni ve muhtevası saçma ise yanlış ve tutarsız ise ve Kur'an-ı Kerim'in sözleriyle, tertibi, fikir birliği ve ifadeleriyle, üslubuyla çatışıyor ise muteber ve geçerli sayılamaz. İşte bu ispatlama tarzı ve bu hususta verilen deliller şüpheci bir kişi ve tarafsız bir araştırmacıyı bile tatmin edecek ve susturacak mahiyettedirler. Bir mü'mine gelince, böyle bir hikâye ve olayı ilk bakışta reddeder; çünkü bunlar Kur'an-ı Kerim'in bir değil, bir düzine ayetleriyle çatışıyor. Bir müslüman bu hikâye ve ola­yın râvilerinin Şeytan tarafından kandırıldığını daha kolaylıkla kabul ede­bilir; ama Hazreti Peygamber (a.s.)'in kendi nefsinin isteğiyle Kur'an-ı Ke­rim'e bir tek kelime eklemiş olduğuna inanamaz. Bir müslüman, Muham­med Mustafa (a.s.)'nın bir an bile Tevhid'e biraz şirk katarak kâfirleri memnun etmek istediğini, ya Allah'ın kâfirlerle barışması için bazı emir ve hükümler gönderdiğini düşündüğünü ya da vahyin kendisine şüpheli ve şaibeli bir şekilde geldiğini ve Cebrail'in sözlerine Şeytan'ın karışmasını kendisinin fark edemediğini düşünemez. Bu gibi zan ve düşünceler Kur'an-ı Kerim'in her satır ve kelimesine büsbütün aykırıdır. Bu tür ihti­mal ve iddialar müslümanların Kur'an-ı Kerim ve Hazreti Peygamber (a.s.)'e olan iman ve bağlılıklarda da ters düşüyor. Sadece senet ve kaynakların çokluğunu görerek Cenab-ı Allah, Kur'an-ı Kerim ve Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) hakkında böylesine tehlikeli, zararlı ve yarala­yıcı hikâye ve olaylara inananlara pes doğrusu! Allah bizi bu gibi hata ve günahlardan korusun.

Şimdi hadislerin bu kadar muteber ve güvenilir râvileri ile anlı ve şanlı muhaddis, müfessir ve tarihçilerin bir hikâyeyi ispatlamak maksa­dıyla bir araya gelmeleri sebebiyle ortaya çıkacak bir soru ya da şüpheyi de giderirsek daha iyi olacak. Aklımıza bir soru gelebilir. Bu kadar büyük isimlerin hepsi nasıl bir konuda yanılmış olabilirler? Bu hikâyenin hiçbir aslı astarı yoksa, bu kadar çok muteber râvi ve bu kadar tanınmış muhad­disler, nasıl Hazreti Peygamber (a.s.)'e ve Kur'an-ı Kerim'e böylesine kor­kunç ve ciddi bir suçlama ve iftirada bulunabilirler? Bu sorunun cevabını biz yine hadislerin hazinesinde bulabiliriz. Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Nesâî ve Müsned-i Ahmed'de bu hikâye gerçek şekliyle anlatılmıştır. Bü­tün hikâye, Hz. Peygamber (a.s.)'in Necm sûresini tilavet etmesi ve bunun sonunda secde edince toplantıda hazır bulunan bütün müslüman ve müş­riklerin secde etmesinden ibarettir. Bunda, aslında hayret edilecek bir şey yoktu ve pek garipsenmemeliydi. Zira, evvela Kur'an-ı Kerim'in bizatihi son derece tesirli ve büyüleyici bir üslubu vardır. Üstelik, Hazreti Pey­gamber (a.s.)'in mübarek ağzıyla okunmasının bu etkiyi daha da arttıraca­ğı unutulmamalıdır. Bu iki faktörün birleşerek toplantıdakileri büyülediği ve secdeye gitmelerine sebep olduğu pek uzak bir ihtimal değildir. Zaten, bundan dolayıdır ki, Kureyşliler Hz. Peygamber (a.s.)'e sihirbaz ve büyücü gibi lakablar takıyorlardı. Bundan sonra, öyle sanılıyor ki, Kureyşliler bu bir anlık dalgınlıkları üzerine pişmanlık duydular ve onlardan bazısı buna bir gerekçe bulmaya çalıştılar ve dediler ki: "Vallahi biz bunu yapmak is­temiyorduk ama biz Hz. Muhammed (a.s.)'in ağzından mabudlarımızı öven bazı sözler duyduktan sonra secdeye gittik[2]. Diğer tarafta bu olay Habeşistan'daki müslüman muhacirlere "İslâm ile Küfr arasında sulh te­min edildi" diye ulaştı; zira görgü tanıkları müşrik ve müslüman herkesin aynı anda secde ettiklerini görmüşlerdi. Bu söylenti öylesine yoğunlaştı ki Habeşistan'daki muhacirlerin hepsi değilse de çoğu Mekke'ye dönmüş ol­du. Bu olaydan sonra aradan geçen 100 yılda, Kureyşlilerin secde etmesi olayı bu secde ile ilgili Kureyşlilerin ileri sürdüğü gerekçe ve Habeşis­tan'daki müslümanların yurda dönüşü, hepsi bir araya gelip gerçek bir olay şeklini aldı ve bazı çok mümtaz alim, muhaddis, müfessir ve tarihçi bunu kabullenmek zorunda kaldılar. İnsan, insandır. En bilgili ve imanı kuvvetli kişi bile hataya düşebilir. Din büyüklerine büyük bir hayranlık besleyenler ise dini coşku ve velvele yüzünden bazen hakikatlerle beraber mübalağalı hikâye ve olayları da gerçekmiş gibi kabul ediverirler. Kötü niyetli İnsanlar ise bu iyi, dürüst insanların sadece hata ve kötülüklerini bir yerde toplayıp bu zevat vasıtasıyla bize intikal eden hadis-i şerif ve hatta Kur'an-ı Kerim'in tümünün güvenilir olmayıp, hâşâ çöpe atılmaya lâyık olduğunu ispatlamaya çalışırlar.

29.1.4.6. Mekke'ye Dönen Muhacirlerin Başlarından Geçenler

Mekkeli kâfir ve müşriklerin müslüman olduğunu zanneden müslü­man muhacirler, Nübüvvetin 5. yılı Şevval'inde Habeşistan'dan yurtlarına hareket ettiler. İbn Sa'd'ın ifadesine göre muhacirlerin hepsi yurda döndü. İbni İshâk'a göre muhacirlerin bazısı döndü, bazısı da Habeşistan'da kaldı. Belazuri ise bütün muhacirlerin döndüğünü belirtmekte yetinmemiş, ayrıca onların kimlerin himayesine girdiğini de belirtmiştir. Bu muhacirler Mekke yakınlarına gelince Beni Kinâne'nin bir ferdiyle karşılaştılar ve ondan Kureyş'in durumunu öğrenmek istediler. O adam dedi ki: "Muham­med, Kureyş'in mabudları hakkında hayırlı sözler söyleyince herkes on­dan yana çıktı. Fakat o (Muhammed) mabudlarını tekrar kötülemeye baş­layınca, onlar (Kureyş) kendisine eskisinden daha sert davranmaya başla­dılar. Ve onu şimdi kendi haline bırakmış bulunuyoruz." Bunun üzerine muhacirler arasında bir istişare yapıldı. Acaba Habeşistan'a tekrar dönül­meli miydi, yoksa gelmişken Mekke'ye girilmeli miydi? Herkes Mekke'ye dönme lehine karar verdi. Bunlardan her biri bir kabile reisinin himayesi­ne Tâlib oldu. Sadece Hz. İbni Mes'ud kimsenin himayesine giremedi ve bir müddet bekledikten sonra Habeşistan'a döndü. İbn Mes'ûd ile ilgili bu bilgiler İbni Sa'd, Belazuri ve bazı diğer yazarlar tarafından verilmiştir. Ama İbn'ul-Kayyım, "Zad-ul Me'âd" adlı eserinde İbni Mes'ûd'un Mek­ke'de kaldığını ifade etmiştir. Daha önce belirtiğimiz gibi İbni İshâk, ilk hicrete Hz. İbni Mes'ûd'un katılmadığını beyan etmiştir.

Belâzuri'nin ifadesine göre Mekke'ye dönen müslüman muhacirler aşağıda belirlenen şekilde çeşitli eşraf ve kabile reisinin himayesine girdi­ler:

1. Hz. Osman bin Affân'ı, Ebû Uhayha Sa'id bin el-As bin el-As hi­mayesi altına aldı.

2. Hz. Ebû Huzeyfe bin Utbe bin Rebia'yı, Ümeyye bin Halef hima­yesi altına aldı.

3. Hz. Zübeyr bin el-Avvâm'ı, Zeme'a bin el-Esved himayesi altına aldı.

4. Hz. Mus'ab bin Umeyr'i, Nadr bin el-Hâris bin Kelede himayesi al­tına aldı.

5. Hz. Abdurrahman bin Avfı, Esved bin Abd-i Yeğûs himayesi altı­na aldı.

6. Hz. Amir bin Rebi'a'yı, As bin Vâil Sehmi himayesi altına aldı.

7. Hz. Ebû Sabre bin Ebi Ruhm'u, Ahnes bin Şerik himayesi altına al­dı.

8. Hz. Hâtıb bin Amr'ı, Huveytib bin Abdul-Uzza himayesi altına al­dı.

9. Hz. Süheyl bin Beydâ'yı, kabilesinden bir kişi himayesi altına aldı. Ama bazı rivayetlere göre kendisi bir süre Mekke'de saklandı daha sonra Habeşistan'a döndü.

Belazuri, Vakıdi'ye dayanarak ve İbni Hişâm, İbni İshâk'a dayanarak Hz. Osman bin Ma'zûn'un Velid bin Muğire'nin himayesine girdiğini, an­cak diğer müslümanların büyük zulüm ve işkenceye tabi olduklarını gö­rünce kendisinden utandığını, bir müşrikin himayesinde olmaktan üzüntü duyduğunu, sonra Velid bin Muğire'ye gidip şunları söylediğini yazmış­lardır: "Sizin himayenize hacetim yoktur. Bunu kaldırmanızı istiyorum." Velid dedi ki: "Evlâdım, himayem sırasında iyilikten başka bir şey mi gördün? Kimse sana kötü muamelede mi bulunmuştur?" Hz. Osman bu soruya karşılık gerçek sebebi söylemedi ve bunları söylemekle yetindi: "Hayır, ben sadece Allah’ın himayesini istiyorum. O'nun dışında başka bi­rinin himayesine hacetim yoktur." Velid bin Muğire dedi ki: "O halde Harem'e gidip, benim seni himayem allına aldığımı ilân ettiğim gibi sen de benim himayemden beraatını istediğini açıklayacaksın" dedi. Hz. Osman bunu memnuniyetle kabul etti. Sonra ikisi Harem'e gittiler. Orada Velid dedi ki: "Şu Osman benim himayemi iade etmeye gelmiştir". Hz. Osman bin Ma'zun dedi ki: "Evet doğrudur. Velid'in himâyesi benim için dürüst ve vefalı bir insanın himayesi gibiydi. Ama bundan böyle Allah'tan başka kimsenin himayesini istemiyorum. Bu sebepten dolayı da onun (Velid'in) himayesini iade ediyorum."

Tam o sıralarda Arabistan'ın önde gelen şairlerinden Lebîd bin Rebi'a Mekke'ye geldi ve şiirlerini okurken şöyle bir mısra okudu:

"Dikkat edin Allah'tan başka her şey batıldır." Hz. Osman "çok doğru söyledin" dedi. Bunun üzerine ikinci mısrası­nı okudu:

"Ve her nimet er geç kaybolacaktır."

Hz. Osman "işte bu yanlıştır. Cennet gibi bir nimet hiçbir zaman yok olmaz" dedi. Lebid bu sözler üzerine sinirlendi ve Kureyşlilere dedi ki: "Pes doğrusu, sizlerle sohbet etmek ve sizlerle konuşmak şimdiye kadar böylesine rahatsız edici değildi." Bunu duyan Beni Muğireli bir şahıs Hz. Osman'a bir tokat attı. Tokadın darbesiyle Hz. Osman'ın bir yüzü morardı. Velid bin Muğire alaylı bir edâ ile "Oğlum, bununla ne kazandın?" diye sordu. "Benim ikinci gözüm de böyle bir darbe istiyor" diye cevap verdi Hz. Osman. Velid dedi ki: "Halbuki sen iyi bir himaye altında idin." Hz. Osman da cevap verdi: "Allah'a yemin ederim, bundan sonra Allah'tan başka kimsenin himayesine girmeyeceğim." Bu konuşma devam ederken Hz. Abdullah bin Ebi Ümeyye bin Muğire, Hz. Osman'a elini kaldırmış olan şahsın burnunu kırdı.

İbni Hişâm'ın İbni İshâk'a istinaden belirttiği gibi, Hz. Ebu Seleme (r.a.) dayısı Ebu Tâlib'in himayesine girmişti. Hz. Ebu Seleme, Ebu Tâlib'in kız kardeşi Berre binti Abdulmuttalib'in oğluydu. Bu konuyla ilgili olarak Beni Mahzumlular Ebu Tâlib'e dediler ki: "Siz kendi yeğeninizi hi­maye ediyorsunuz, buna bir şey demiyoruz. Ama bizim adamımızla ne il­giniz var? Onu da himayeniz altına almışsınız." Ebu Tâlib kendilerine şu cevabı verdi: "Evet (Hz.) Muhammed benim yeğenimdir. Ama Ebu Sele­me de kız kardeşimin oğludur. Yeğenimi koruyabiliyorsam kardeşimin oğlunu neden korumayayım?" Beni Mahzumlular meseleyi uzatmak iste­diler ve epeyce tartıştılar. Bunun üzerine Ebu Leheb dedi ki: "Ey Kureyş­liler, şeyh ile yeterince tartıştınız. Siz onun himayesine giren adamları, hi­mayesinden çıkarmak için kendisine olanca baskıyı uyguluyorsunuz. Val­lahi onu rahatsız etmeyi bırakın, yoksa onunla beraber ben de sizi kovaca­ğım." Beni Mahzumlular Ebu Leheb'in bu sözlerini dinleyince şaşırıp kal­dılar ve "Ebu Utbe, biz seni kızdırmak istemiyoruz" diyerek oradan ayrıl­dılar.

Taberî'nin ifadesine göre Habeşistan'dan dönenlerden Hz. Osman bin Affân ile zevcesi Hz. Rukayye (r.a.), Hz. Ebu Huzeyfe ve zevcesi Sehle binti Süheyl bin Amr Mekke'de kaldılar ve Medine'ye yapılan hicrete ka­dar başka bir yere gitmediler. Ama, bu ifade pek güvenilir değildir. Zira İbn İshâk, Habeşistan'a giden muhacirlerin ikinci kafilesinde de bu zevâtın bulunduğunu yazmıştır. Ayrıca, Medine'ye hicretten önce Habe­şistan'dan Mekke'ye dönen 33 erkek ve 8 kadından müteşekkil grupta da yine bunların ismi geçiyor. Tarihi kayıtlara göre bu muhacirlerden ikisi vefât etmiş, 7'si hapse atılmış ve 24'ü Bedir savaşına katılmışlardı.

29.1.5. Habeşistan'a Yapılan İkinci Hicret

Mekke'de müslümanlara yapılan baskı ve zulüm giderek artıyordu. Diğer taraftan Habeşistan'ın müslümanlar için emin bir yer olduğu ortaya çıkmıştı. Bu durumda Hz. Peygamber (a.s.) mazlum müslümanların Habe­şistan'a hicret etmelerinin doğru olacağını tekrar belirtti. Bunun üzerine, Nübüvvet'ten sonra 6. yılda ve 615 Miladi yılının başında Habeşistan'a ikinci hicret yapıldı. Kureyşliler bu hicrete mani olmak için ellerinden ge­leni yaptılar, hicrete çıkanları tehdit etmeye çalıştılar ve yolda çeşitli güç­lükler çıkarmaktan geri kalmadılar; ama her şeye rağmen 80'den fazla er­kek ve 18-19 kadın Habeşistan yolunu tuttular ve oraya salimen vardılar. İbni Sa'd erkeklerin sayısının 83 olduğunu, kadınlardan 11'inin Kureyşli diğer 7'sinin ise Kureyş'in dışından olduğunu kaydetmiştir. Bu 83 erkek­ten birinin Ammar bin Yasir olduğu ifade olunmuştur. Ancak İbni İshâk, Ammâr'ın kafilede olduğundan şüphe etmiştir. Vakıdi ile İbni Ukbe ise onun kafilede kesinlikle yer almadığını yazmışlardır. Bunun aksine İbn Abd-il-Berr ile Cezm, Hz. Ammar'ın Habeşistan'a gittiğini beyan etmiş­lerdir. Aynı şekilde bu muhacirler arasında Hz. Ebu Musa el-Eş'ari'nin de bulunduğu rivayet olunmuştur. Fakat kendisinin Mekke'yi terk etmediği sabittir. Kendisi elbette ki Mekke'ye gelip müslüman olmuştu, ama daha sonra memleketi olan Yemen'e dönmüştü ve orada İslâm'ı tebliğ ediyordu. Bundan sonra Hz. Ebu Musa kendi kavminden 52-53 kişiyle birlikte bir tekneye binip Yemen'den ayrıldı; ama rüzgârın etkisiyle Habeş sahillerine ulaştı. İşte o zaman Habeşistan'da bulunan muhacirlerle karşılaştı. Sahih hadislerde Hz. Ebû Mûsa Eşari bizzat şu ifadelerde bulunmuştur: "Biz Yemen'de iken Rasûlullah (a.s.)'ın peygamberlik makamına yükseldiğini duyduk. Bir gemiye bindik; ama gemimiz bizi Habeşistan'a götürdü. Ora­da Ca'fer bin Ebi Tâlib ile buluştuk. Daha sonra Hayber'in fethi sırasında onlarla beraber Hayber'e gittik." İbni Sa'd da Ebu Musa el-Eş'arî'nin şu sözlerini nakletmiştir: "Biz Yemen'den kendi kavmimizden 50'dcn fazla kişiyle birlikte yola çıktık ve tekne bizi Necâşî'nin memleketine götürdü. Orada Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib ile buluştuk."

29.1.5.1. Habeşistan'a İkinci Hicret İçin Giden Kafile

Bu hicretin önemi, İbn Hişâm'ın kendi siyer kitabında İbni İshâk'a da­yanarak verdiği muhacirlerin listesiyle belli oluyor. Liste şöyledir:

Beni Hâşim'den:

1. Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib (r.a.)

2. Hz. Ca'fer'in zevcesi Esma binti 'Umeys Has'amiyye Beni Ümeyye'den:

3. Hz. Osmân bin Affân (r.a.)

4. Hz. Osman'ın zevcesi; Hz. Rukayye binti Rasûlullah (a.s.)

5. Amr bin Sa'id bin el-As (Ebu Uhayha'nın oğlu).

6. Hz. Amr'ın karısı Hz. Fatma binti Safvân (Beni Kinâne'den)

7. Hz. Hâlid bin Sa'id bin el-As (Hz. Amr'ın kardeşi)

8. Hz. Hâlid'in karısı, Hz. Ümeyye binti Halef (Humeyne olarak da okunur).

Beni Ümeyye'nin Müttefikleri:

9. Hz. Abdullah bin Cahş (Beni Dûdân'dan olup Hz. Zeyneb'in kardeşiydi).

10. Abdullah'ın kardeşi Ubeydullah bin Cahş (bu adam daha sonra Habeşistan'da Hıristiyan olarak öldü).

11. Hz. Abdullah'ın karısı Hz. Ümm-ü Habibe (Ebû Sufyân'ın kızı olup, Habeşistan'da iken imparator Necâşî'nin vasıtasıyla

Hz. Peygamber (a.s.)'in zevcesi olmuştu).

12.  Hz. Kays bin Abdullah (Beni Esed bin Huzeyme'den)

13. Hz. Kays'ın karısı Hz. Bereke binti Yesâr (Ebû Sufyân'ın serbest bıraktığı hizmetçisi)

14. Hz. Mu'aykib bin Ebi Fâtıma (Devs kabilesinden) Beni Abd-i Şems bin Abd-i Menaf tan:

15. Ebû Huzeyfe bin Utbe bin Rebia

Beni Nevfel bin Abd-i Menâfin Müttefiklerinden:

16. Hz. 'Utbe bin Gazvan (Beni Kays bin Aylân'dan) Beni Esed bin Abdul-Uzza bin Kusayy'dan:

17. Hz. Zübeyr bin el-Avvam bin Huveylid (Hz. Hatice'nin yeğeni)

18. Hz. Esved bin Nevfel bin Huveylid (Hz. Hatice'nin yeğeni)

19. Hz. Yezid bin Zeme'a bin Esved bin Muttalib

20. Hz. Amr bin Ümeyye bin Hâris bin Esed Beni Abd-i bin Kusayy'dan:

21. Hz. Tuleby bin Umeyr bin Vehb Beni Abdü'd-Dâr'dan:

22. Hz. Mus'ab bin Umeyr bin Hâşim

23. Hz. Süveybit bin Sa'd

24. Hz. Cehm bin Kays

25. Hz. Cehm'in zevcesi, Umm-u Harmele binti Abdü'l-Esved

26. Hz. Amr bin Cehm (Cehm'in oğlu)

27. Hz. Huzeyme bin Cehm (ikinci oğlu)

28. Hz. Ebû er-Rûm bin Umeyr bin Hâşim (Hz. Mus'ab'ın kardeşi)

29. Hz. Firaş bin Nadr bin Hâris bin Kelede

Beni Zühre'den:

30. Hz. Abdurrahman bin Avf

31. Hz. Amir bin Ebi Vakkas (Hz. Sa'd'in kardeşi)

32. Hz. Muttalib bin Ezher

33. Hz. Muttalib'in zevcesi, Ramle binti Ebi Avf

Beni Zühre'nin Müttefikleri:

34. Hz. Abdullah bin Mes'ud (Huzeyl kabilesinden)

35. Hz. Utbe bin Mes'ûd (Abdullah'ın kardeşi)

36. Hz. Mikdad bin Amr (Esved'in evlâtlığı)

Beni Teym'den:

37. Hz. Hâris bin Hâlid (Hz. Ebû Bekr'in dayı oğlu)

38. Hz. Haris'in karısı Rayt bint ul-Hâris

39. Hz. Amr bin Osman (Hz. Talha'nın amcası)

Beni Mahzûm'dan:

40. Hz. Ebû Seleme bin Abdul-Esed (Hz. Peygamber (a.s.)'in süt kardeşi ve teyze oğlu)

41. Hz. Ebu Seleme'nin zevcesi Hz. Ümm-ü Seleme (Daha sonra Rasûlullah (a.s.)'ın zevcesi oldu)

42. Hz. Şemmas bin Osman (Utbe bin Rebi'a'nın yeğeni)

43. Hz. Hebbâr bin Süfyân

44. Hz. Abdullah bin Süfyân; (Hz. Hebbâr'ın kardeşi. Bazı tarihçiler adını Ubeydullah yazmıştır).

45. Hz. Hişâm bin Ebi Huzeyfe bin Muğire (Bazı yazarlar adını Hâşim olarak yazmıştır).

46. Hz. Seleme bin Hişâm bin Muğire (Ebû Cehl'in kardeşi)

47. Hz. Ayyaş bin Ebî Rebi'a (Ebû Cehl'in kardeşi)

Beni Mahzûm'un Muttefikleri:

48. Hz. Mu'attib bin Avf (Beni Huzâ'a'dan)

49. Hz. Osman bin Ma'zun (Hz. Ömer'in eniştesi)

50. Hz. Saib bin Osman (Hz. Osman'ın oğlu)

51. Hz. Kudâme bin Ma'zun (Hz. Osman'ın kardeşi)

52. Hz. Abdullah bin Ma'zun (Hz. Osman'ın kardeşi)

53. Hz. Hâtib bin el-Hâris

54. Hz. Hatib'in karısı Hz. Fâtıma binti Mücellil Amiriyye

55. Hz. Muhammed bin Hâtib (Hz. Hatib'in oğlu)

56. Hz. Hâris bin Hâtib (Hz. Hatib'in oğlu)

57. Hz. Hattâb bin el-Hâris (Hz. Hatib'in kardeşi)

58. Hz. Hattâb'ın karısı Fukeyhe binti Yesâr

59. Hz. Süfyân bin Ma'mer

60. Hz. Câbir bin Süfyân (Sufyân'ın oğlu)

61. Hz. Cünade bin Süfyân (Sufyân'ın oğlu)

62. Hz. Hasene (Hz. Sufyân'ın karısı)

63. Hz. Şurahbil bin Hasene (Hz. Hasene'nin ikinci kocasından doğan oğlu)

64. Hz. Osman bin Rebi'a bin Ühbân

Beni Sehm'den:

65. Hz. Huneys bin Huzâfe (Hz. Ömer'in damadı)

66. Hz. Abdullah bin Hâris

67. Hz. Hişâm bin As bin Vâil (Amr'ın kardeşi)

68. Hz. Kays bin Huzâfe

69. Hz. Ebû Kays bin Hâris

70. Hz. Abdullah bin Huzâfe

71. Hz. Hâris bin Hâris bin Kays

72. Hz. Ma'mer bin Hâris bin Kays

73. Hz. Bişr bin Hâris bin Kays

74. Hz. Sa'id bin Amr (Benî Temim'den)

75. Hz. Sa'id bin Haris bin Kays

76. Hz. Saib bin Haris bin Kays

77. Hz. Umeyr bin Ri'âb

Beni Sehm'in Müttefikleri:

78. Mahmiyye bin el-Cez' (Beni Zübeyd'den) Beni Adiyy'den:

79. Hz. Ma'mer bin Abdullah bin Nadle

80. Hz. Urve bin Abdul-Uzza (Bazıları Urve bin Ebi Üsase bin Abdul-Uzza yazmıştır)

81. Hz. Adiyy bin Nadle

82. Hz. Adiyy'in oğlu Nu'mân bin Adiyy

Beni Adiyy'in Müttefikleri:

83. Hz. Amir bin Rebi'at ul-'Anzi

84. Hz. Amir'in karısı, Hz. Leylâ binti Ebi Hasme

Beni Amir bin Lueyy'den:

85. Ebu Sebre bin Ebi Ruhm

86. Hz. Ebû Sebre'nin zevcesi Ümm-ü Külsum binti Süheyl bin Amr

87. Hz. Abdullah bin Mahreme

88. Hz. Abdullah bin Süheyl bin Amr

89. Hz. Salit bin Amr (Süheyl bin Amr'ın kardeşi)

90. Hz. Sekrân bin Amr (Süheyl bin Amr'ın kardeşi)

91. Hz. Sevde binti Zemc'a (Daha sonra Hz. Peygamber (a.s.)'in zevcesi oldu)

92. Hz. Mâlik bin Zemc'a (Hz. Sevde'nin kardeşi)

93. Hz. Mâlik'in karısı 'Amre bint üs-Sa'dî (bazı yazarlar adını 'Umeyre yazmışlardır).

94. Hz. Hâtıb (ya da Ebû Hâtıb) bin Amr.

Beni Amir'in Müttefikleri:

95. Hz. Sa'd bin Havle veya Havele (Yemenli idi)

Beni el-Hâris bin Fihr'den:

96. Hz. Ebû 'Ubeyde bin el-Cerrâh

97. Hz. Süheyl bin Beyda

98. Hz. Amr bin Ebi Sert

99. Hz. 'İyâd bin Züheyr (bazı yazarlar bu zâtın yerine Rebi'a bin Hilal'in adını yazmışlardır)

100. Hz. Amr bin el-Hâris bin Bâheyr

101. Hz. Osman bin Abdi Ğanem bin Züheyr

102. Sa'd (ya da Sa'id) bin Abd-i Kays

103. Hâris bin Abd-i Kays.

29.1.5.2. Habeşistan'a İkinci Hicret'in Mekke'de Yarattığı Tepkiler

Bu hicret, sert tepki ile karşılandı ve Mekke'de adeta her evde bir ma­tem başladı. Zira Kureyş'ten küçük, büyük hiçbir aile yoktu ki, bunun fert­leri Habeşistan'a giden ikinci kafilede yer almış olmasın. Birinin oğlu git­mişse, öbürünün de kızı veya damadı hicret etmişti. Birinin karısı gitmişse öbürünün kardeşi veya babası. Ebu Cehl'in öz kardeşi Seleme bin Hişâm, onun amcazadesi Hişâm bin Ebi Huzeyfe ve 'Ayyaş bin Ebi Rebia ve am­ca kızı Hz. Ümmü Seleme, Ebû Sufyân'ın kızı Ümm-ü Habibe, "Utbe bin Rebi'a'nın oğulları, Hind'in öz kardeşi Ebû Huzeyfe, Süheyl bin Amr'ın kardeşi, oğulları, kızları ve damadı ve bunun gibi Kureyş'in ileri gelen bü­tün kabile reislerinin ve İslâm düşmanı liderlerin öz evlâtları İslâm dini için evlerini, barklarını, ailelerini ve yurtlarını terk edip yabancı bir ülkeye sığınmışlardı. Bu sebeple, Mekke'de bu hicretten etkilenmeyen tek bir ev veya aile yoktu. Bu olay ise İslam düşmanlarını daha da sertleştirdi ve on­lar eskisine oranla daha gaddarca hareket etmeye başladılar. Bazıları ise Hak dininin artan gücüne karşı yenik düştüklerini kabul ettiler ve müslü­man oldular.

29.1.6. Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in Hicret'e Niyetlenmesi

Kureyş, bu ağır darbe ve yaradan henüz kurtulmamışken başka bir yara aldı: Hz. Ebû Bekr gibi nüfuzlu ve üstün zekâlı bir şahsiyet de Haz­reti Peygamber (a.s.)'den izin alarak diğer muhacirlerle birleşmek üzere Mekke'den ayrıldı. Buhârî'de yer alan Hz. Ayşe'nin rivâyetine göre Hz. Ebû Bekr, Berk'ul-Ğimâd'a[3] varınca Kare kabilesinin reisi İbn üd-Düğunne (ya da İbnü'd-Dağine) ile karşılaştı. İbni İshâk'ın Hz. Ayşe, 'Urve ve Zührî'ye dayanarak kaydettiği rivâyete göre Hz. Ebû Bekr henüz Mek­ke'den bir-iki günlük mesafede iken bu zât ile karşı karşıya geldi. Bu ka­bile reisi, Hz. Ebû Bekr'e "hayır ola, Ebû Bekr nereye böyle?" diye sordu. Ebû Bekr de "halkım beni memleketimden çıkarmıştır. Bana çok eziyet vermiş, hayatımı çekilmez hale getirmiştir" dedi. İbn üd-Düğunne dedi ki: "Olur

mu Ebû Bekr, senin gibi bir adam kovulur mu? Vallahi, sen toplu­mumuzun ziynetisin. Fakir ve zavallı insanlara sadaka ve ihsanda bulu­nursun, herkese merhamet gösterirsin, kimsesiz ve çaresiz insanların yü­künü taşırsın. Konukseversin, iyi ve hayırlı işlerde yardım edersin. Haydi dön, ben seni kendi himayemin altına alıyorum. Sen kendi şehrinde Al­lah'ına ibadet etmeye devam et." Velhasıl, bu kabile reisi Hz. Ebu Bekr'i Mekke'ye geri getirdi ve Mekkeli eşrafın yanına giderek onlara dedi ki: "Ebu Bekr gibi muhterem bir zât buradan çıkmaz ve çıkarılamaz. Siz bun­ca meziyetlere sahip olan bir kişiyi mi kovuyorsunuz?" İbni İshâk'ın rivâyetine göre İbn üd-Düğunne Mekke'de şu duyuruyu yaptı: "Ben Ebû Kuhafe'nin oğluna emân verdim. Bundan sonra kimse ona iyilikten başka bir muamele yapmasın." Kureyşliler İbn üd-Düğunne'nin himaye ve emânını reddetmedi, ama şu şartı ileri sürdüler: "Ebû Bekr (r.a.) evinde nasıl isterse Rabbine ibadet etsin, ne isterse yapsın. Ama ibadetini yüksek sesle yapıp bizi rahatsız etmesin. Evinin dışında da dua filan etmesin. Çünkü bu şekilde kadın ve çocuklarımızın kendilerini fitneye kaptıracak­larından endişe ediyoruz." (Hâfız İbni Hacer, Hz. Ebû Bekr'in bu şekilde ne kadar zaman kaldığının tesbit edilemediğini yazmıştır). Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr evinin içinde bir mescid yapıp orada namaz kılmaya ve Kur'an okumaya başladı. Sesi öylesine güzel ve okuyuşu öylesine cazibeli idi ki, ibadet ettiği ve Kur'an-ı Kerim okuduğu sırada evinin etrafını kadın ve çocuklar sarıp kendisini can kulağıyla dinlerlerdi. Rivayetlere göre Hz. Ebu Bekr (r.a.) Kur'an-ı Kerim'i tilâvet ederken umumiyetle hüngür hün­gür ağlamaya başlardı ve dinleyenler daha da fena olurlardı. Bu durumu gören Kureyşli kabile reisleri hayli endişelendiler ve derhal İbn üd-Düğunne'yi çağırıp kendisine şöyle dediler: "Biz senin hatırın için kendisine emân vermiştik, şu şartla ki, kendi evinde sessizce Rabbine ibadet etsin. Fakat o evinin avlusunda bir cami yapıp alenen namaz kılmaya ve yüksek sesle Kur'an okumaya başlamıştır. Bu tavrı yüzünden kadın ve çocukları­mıza fitnenin bulaşacağından korkuyoruz. Lütfen onu böyle yapmaktan alıkoy. Ya evinde sakin sakin Rabbine ibadet etsin, ya da bu işi alenen yapmakta ısrar ediyorsa ondan himayeni geri al; zira senin himayen de­vam ettiği müddetçe biz uygunsuz bir şey yapmak istemiyoruz." İbn üd-Düğunne Hazreti Ebû Bekr (r.a.)'e gitti ve dedi ki: "Bir kişiye eman ver­dim; ama bu emân'ın ihlâl edildiğini Arabistan'da herkesin söylemesini is­temiyorum." Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr (r.a.) dedi ki: "Pekiyi ben senin himayeni iade ediyorum ve Allah'ımın himayesine girmeyi kabul ediyo­rum." İbn üd-Düğunne bundan sonra Kureyşlilere geldi ve Hz. Ebû Bekr'in himayesini kendisine geri verdiğini, artık aralarındaki ihtilâfı ken­dilerinin halletmelerinin gerektiğini söyleyip çekip gitti.

29.1.7. Muhacirleri Geri Getirmek İçin Kureyş'in Necâşî'ye Heyet Göndermesi

Habeşistan'a müslümanların ikinci hicretinden sonra Kureyşli kabile reisleri kafa kafaya verdiler ve bu durumun içinden çıkmayı plânladılar. Varılan karara göre; Abdullah bin Ebi Rebi'a (Ebû Cehl'in üvey kardeşi) ve Amr bin As kıymetli hediyelerle Habeşistan'a gidecekler ve Habeş İmparatoru Necâşî'yi, Mekkeli müslüman muhacirleri geri göndermesi konu­sunda ikna etmeye çalışacaklardı.

Konuyla ilgili rivayetler şöyledir:

a- Hazreti Ümm-ü Seleme (r.a.)'nin Rivâyeti:

Kendisi de Habeşistan'a giden muhacirlerden biri olan Ümmül-Mü'minin, Hz. Ümm-ü Seleme bu hususta ayrıntılı bir rivayet anlatmıştır. Bu rivayet, İbni İshâk ve İmam Ahmed tarafından naklolunmuştur. Ken­disinin ifadesine göre, "Kureyş'in bu iki ünlü diplomasi uzmanı ve elçisi (Abdullah ile Amr) peşinden Habeşistan'a geldiler. Bunlar önce Necâşî'nin sarayındaki ileri gelenlere bolca hediye ve ikramda bulunarak onla­rın imparator ile konuşup muhacirleri Mekke'ye geri göndermesi konu­sunda ikna etmeye çalışmalarını söylediler. Daha sonra Necâşî ile görüş­tüler ve kendisine kıymetli armağanlar verdikten sonra dediler ki: "Şehri­mizden bazı başı boş gençler size gelip sığınmışlardır. Milletimizin eşrafı, onları iade etmenizi istememiz için bizi size göndermişlerdir. Bu gençler hem bizim dinimizden çıkmış, hem de sizin dininize girmemişlerdir ve kendilerine başka bir din icat etmişlerdir." Elçilerin bu sözleri biter bitmez saraydakiler hemen söze karıştılar ve koro halinde "evet majesteleri, bu adamlar iade edilmelidir. Bunların ne biçim adamlar olduğunu milletleri daha iyi bilir. Onları burada barındırmak iyi olmaz" demeye başladılar. Fakat Necâşî öfkelendi ve dedi ki: "Ben onları bu şekilde iade edemem. Kendi memleketlerini terk edip benim memleketime itimad etmiş ve bura­ya sığınmış olanlara vefasızlık edemem. Önce ben onları yanıma çağırıp durumu tahkik edeceğim ve bu elçilerin söylediklerinin ne kadar doğru ol­duğuna bakacağım." Bundan sonra sahabeler, Necâşî'nin sarayına çağrıl­dılar.

"Necâşî'nin mesajı geldikten sonra muhacirler bir araya gelerek bir durum muhakemesi yaptılar ve Kral'a ne diyeceklerini tesbit etmeye çalış­tılar. Daha sonra hepsi, Necâşî kendilerine ister sığınma hakkı versin, ister vermesin Rasûlullah (a.s.)'ın kendilerine yaptığı vaaz ve telkinin aynısını açıklamaya oybirliğiyle karar verdiler. Sonra Necâşî'nin sarayına vardılar. Necâşî kendilerine dedi ki, "siz ne yaptınız? Kendi ulusal dininizi terk ettiniz ve bizim de dinimize girmediniz. Dünyanın başka herhangi bir dinini de kabul etmediniz. Sizin bu yeni dininiz nedir, Allah aşkına?" Bunun üzerine muhacirler adına Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib yerinden kalkıp irtica­len bir konuşma yaptı. Hz. Ca'fer konuşmasında, ilk önce Cahiliyye döne­minde Arapların dini, ahlâki ve içtimai bozukluklarından bahsetti; daha sonra sözü Hazreti Peygamber (a.s.)'in bi'setine getirdi, onun öğretilerini anlattı. Hz. Peygamber (a.s.)'e tabi olanlara yapılan mezâlimi dile getirdi ve dedi ki: "Biz sizin memleketinize geldik, memleketinizde bize zulüm yapılmayacağını umut ediyorduk"[4]. Necâşî bu konuşmayı dinledikten sonra dedi ki: "Allah tarafından Peygamberinize geldiğini söylediğiniz kelam'dan bir parça bana da okur musunuz? Hazreti Ca'fer bunun üzerine Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.) ile ilgili olan Meryem sûresinin ilk bölümünü okudu. Necâşî bunu dinliyor ve ağlıyordu; o kadar ki, sakalı göz yaşlarıy­la ıslandı. Sadece o değil, onun din adamları, rahipleri ve saraydaki bütün herkes gözyaşları döktü. Hazreti Ca'fer bin Ebi Tâlib, Kur'an-ı Kerim'in tilâvetini bitirince Kral Necâşî şöyle dedi: "Şüphesiz, bu kelâm ve Hz. Îsa'nın getirdiği kelâm aynı kaynaktan çıkmıştır. Vallahi, ben sizi onlara (Kureyş'e) teslim etmeyeceğim." Sonra Kureyşli elçilere şöyle dedi: "Siz geri gidebilirsiniz. Vallahi, ben bunları size teslim edemem. Asla ede­mem."

"Abdullah bin Ebî Rebî'a hakkımızda (müslümanlar hakkında) yumu­şak bir tavır içinde idi ve bizim kurtulmamızı istiyordu. Fakat Amr bin el-As dedi ki, "vallahi ben yarın kendilerine öyle deliller sunacağım ki, bun­lar (müslümanlar) burada barınamazlar. Ben Necâşî'ye diyeceğim ki, bun­lar İsâ bin Meryem'in sadece bir kul olduğuna inanırlar." Abdullah dedi ki: "Boş ver, böyle yapma. Bunlar bizim muhaliflerimiz olabilirler, ama ne de olsa bizdendirler ve biz aynı millete bağlıyız. Bunların üzerimizde bir takım hakları vardır." Amr bin el-As ise söylediklerine hiç kulak as­madı. Ertesi gün Necâşî'nin huzuruna çıkıp şöyle dedi: "Majesteleri, lüt­fen bunları çağırıp kendilerine sorar mısınız; Îsa bin Meryem hakkında ne düşünüyorlar? Bunlar Hz. Îsa (a.s.) hakkında kötü şeyler söylerler." Bu­nun üzerine Necâşî müslümanları tekrar huzuruna çağırdı. Müslümanlar Amr bin el-As'ın nasıl bir oyun tezgahlamakta olduğunu gayet iyi biliyor­lardı. Onun için, onlar bir araya gelerek, Necâşî'ye Hz. Îsa (a.s.) hakkında neler söylenmesi gerektiğini tesbit ettiler. Durum çok kritikti ve herkes te­dirgindi. Ama bu defa da müslümanlar, her ne olursa olsun, kendilerine Hz. Peygamber (a.s.)'in öğrettiklerini dile getireceklerine karar verdiler. Velhasıl, bunlar Necâşî'nin sarayına gittiler ve Necâşî kendilerine Amr bin el-As'ın sorusunu tekrarlayınca, Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib hiç çekinme­den dedi ki: "O (Hz. Îsa) Allah'ım kulu ve peygamberidir. O Allah'ın baki­re Meryem'e ilkâ etmiş (indirmiş) olduğu bir kelime ve rûh'tur." Bunu duyduktan sonra Necâşî yerden bir kürdanlık (ya da bir odun parçası) kal­dırıp dedi ki: "Vallahi, senin dediklerinden, Hazreti Îsa bu kürdanlık kadar daha fazla değildi." Bunu der demez saraydaki nedimleri ve diğer görevli­leri kıyameti kopardılar ve böyle bir şeye tahammül edemeyeceklerini söylediler. Fakat Necâşî dedi ki: "Siz ne derseniz deyin, gerçek budur." Sonra biz (müslüman muhacirlere) dedi ki: "Gidin, siz memleketimde hu­zur ve mutluluk içinde yaşayabilirsiniz. Size kötü sözler söyleyen veya kötü muamele yapan cezalandırılacaktır. İnanın, bana altından bir dağ da verilse onun karşılığında sizi rahatsız etmek istemiyorum." Daha sonra, "benim bunlara ihtiyacım yoktur" diyerek Arap elçilerine hediyelerini geri verdirdi ve şunları ekledi: "Cenab-ı Allah memleketi bana geri verdiği za­man benden rüşvet almamıştı. Ben şimdi O'ndan O'nun işiyle ilgili rüşvet mi alayım?"

b- Hz. Abdullah bin Mes'ud'un Rivâyeti

Bu olayın görgü tanıklarından biri de bu toplantıya ve tartışmalara katılan, Hz. Abdullah bin Mes'ud'du. Müsned-i Ahmed ve Taberânî'de yer alan rivâyetine göre; Kral Necâşî, müslüman muhacirleri yanına çağırdığı ve Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib (r.a.) Rasûlullah (a.s.)'ın öğretilerini kendisine anlattığı sırada kendileri için şöyle dedi: "Vallahi, bunlar bizim Hz. Îsa (a.s.) hakkında söylediklerimizden daha fazlasını (değişiğini) söylemiyor­lar. Bravo size ve size gelen şahsiyete (Rasûlullah'a). Ben onun Allah'ın rasûlü olduğuna şehâdet ediyorum. Adı İncil'de geçen peygamber odur ve Hz. Îsa bin Meryem'in müjdelediği resûl de odur."

Hz. Abdullah bin Mes'ud'un rivâyetinde şunlara da yer verilmiştir: "Kureyş'in iki elçisi Necâşî'nin huzuruna çıkıp önce secde ettiler ve daha sonra sağında ve solunda oturdular. Daha sonra dediler ki, "Bizim kabile ve milletimizden bazı kimseler size gelmişlerdir. Bunlar bizden ve dini­mizden ayrılmışlardır." Bunun üzerine Necâşî müslümanları çağırdı. Haz­reti Ca'fer bin Ebi Tâlib bize dedi ki, "ben bugün hepiniz adına konuşaca­ğım." Bu yüzden hepimiz onun arkasından Necâşî'nin divanına çıktık. Hz. Ca'fer (r.a.) divana girdikten sonra herkese selâm verdi. Nedimler dedi ki, "niye secde etmiyorsun?" Hz. Ca'fer dedi ki: "Biz Allah'tan başka kimse­ye secde etmeyiz." Bundan sonra Hz. Ca'fer konuşmasını yaptı ve Hazreti Peygamber (a.s.) ile talimatından söz etti ve daha sonra lafı, Hz. Îsa bin Meryem'e getirdi. Hz. Abdullah'ın rivâyetinde Necâşî'nin Hz. Peygamber (a.s.)'in peygamberliğini tasdik ettikten sonra şöyle dediği de kaydedil­miştir: "Allah'a yemin ederim, eğer krallık işleriyle uğraşmamış olsaydım, ben O'nun (Rasûlullah) huzuruna çıkıp pabuçlarını çıkartıp O'na abdest aldırırdım."

c- Hz. Ebû Mûsâ el-Eş'ari'nin Rivâyeti

Buna benzer bir rivâyet Hâfız Ebû Nuaym ve Beyhakî'nin naklettiği, Hz. Ebû Mûsa el-Eş'ari'ninkidir. Bu rivayette şu ilâve bilgiler yer almıştır: "Müslüman muhacirlerin Habeşistan Kralı Necâşî'ye varmasından önce Kureyşlilerin heyeti kendisini kandırmak ve yanıltmak için şunları söyle­di: "Göreceksiniz bunlar (müslümanlar) size secde etmeyeceklerdir". Biz (müslümanlar) Necâşî'nin divanına vardığımızda rahipler ve din adamları dediler ki, "Krala secde edin." Hz. Ca'fer "Biz Allahu azze ve celâl'den başka kimseye secde etmeyiz" dedi. Biz daha sonra Necâşî'nin huzuruna çıkınca kendisi Hazreti Ca'fer'e dedi ki: "Senin bana secde etmene ne en­gel var?" Hz. Ca'fer yine kendilerinin "Allah'tan başka kimseye secde et­mediklerini" bildirdi. Bundan sonra Hz. Abdullah bin Mes'ûd'un beyan et­tiği rivayet vardır. Sonunda da şu cümle eklenmiştir: "Necâşî bize; 'mem­leketimde ne kadar kalmak isterseniz kalın' dedi ve bizim için yiyecek ve giyecekler verdi."

d- Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib'in Rivâyeti:

Hâfız bin Asâkir ile Taberânî, bizzat Hazreti Ca'fer bin Ebi Tâlib'in rivâyetini oğlu Abdullah'a dayanarak nakletmişlerdir. Bu rivâyette yer alan ilâve bilgiler şunlardır: "Kureyş'in heyetinin şikâyetine cevap verir­ken, biz, onlarla bizim aramızdaki dinî ihtilâftan söz ettik. Necâşî bunun üzerine elçilerine şunu sordu: "Bunlar köleleriniz midir?" Onlar "hayır" dediler. Onlara tekrar sordu, "onlar size borçlu mudur?" Onlar yine "ha­yır" dediler. Sonra dedi ki, "o halde bıraksanıza onları." Daha sona Hz. Ca'fer de diğer râviler gibi; Amr bin el-As'ın, haklarında Necâşî'ye şikâyet ettiğini, Hz. Îsa bin Meryem hakkındaki akidelerimizin ne olduğunu sor­masını istediğini ve kendisinin bu akideyi açıklamasından sonra Necâşî'nin bunları tasdik ettiğini belirtmiştir. Rivâyetin sonunda şu cüm­lelere yer verilmiştir: "Necâşî, 'umarım burada sizi kimse rahatsız etmi­yordur" diye bize sordu. Biz "evet" dedik. Bunun üzerine kraliyet emri çı­karıldı; "kim bu muhacirleri rahatsız ederse dört dirhem para cezasına çarptırılacaktır". Necâşî, "bu sizin için yeter mi?" diye sordu. Biz "hayır" dedik. Bunun üzerine Necâşî, para cezasını iki misline çıkardı."

29.1.8. Muhâcirlerin Örnek Davranışı

Böylelikle, Habeşistan'a hicret eden müslümanlar, sadece iman ettik­leri dinin ve kendi dini inançlarının kuvvetli ve sağlam olduğunu ispatla­madılar; ayrıca imanları için evlerini, ailelerini, akrabalarını ve işlerini, mallarını, şehirlerini ve vatanlarını terk edip her türlü eziyeti çekmeye hazır olduklarını ispatladılar. Sadece bu değil, sürgün ve muhacerette hiç­bir destek ve dayanakları yokken bile Hak konusundan en ufak bir taviz vermeye hazır olmadıklarını gösterdiler. Muhacirlerin, özellikle, Kral Necâşî'nin bütün nedim ve görevlilerinin, düşmanlarından rüşvet alıp on­ları teslim etme hazırlığında iken, herkesin önünde Hz. Îsa ile ilgili İs­lâm'ın gerçek akide ve inancını açıklamaktan çekinmediler. Böyle bir nâ­zik anda Hıristiyanlığın temel inançlarını oluşturan felsefe ve kurallarla il­gili İslâm'ın gerçek talimatının açıklanması, Kral Necâşî'nin sinirlenip mazlum müslümanları Kureyşli elçilere teslim etmesi ihtimâlini kuvvet­lendirebilirdi. Fakat buna rağmen müslümanlar Hak sözünü söylemekten geri kalmadılar ve hiçbir şeyden korkmadılar. Bu davranış da, İslâmî da­veti ne kadar sağlam ve temiz karakterli insanların kabul ettiğini ortaya koydu.

29.1.9. Habeşistan'dan Bir Hıristiyan Heyetinin Mekke'ye Gelmesi

Habeşistan'a giden ve orada bir müddet kalan müslüman muhacirlerin güzel ahlâk ve temiz karakterlerinin Habeşlileri nasıl etkilediği, Habeşis­tan'dan 20 Hıristiyan’dan oluşan bir heyetin Mekke'ye gelip Hazreti Pey­gamber efendimiz (a.s.) ile görüşmesiyle anlaşılmış oluyor.

İbni Hişâm ile Beyhâki ve diğer yazarlar bu vak'ayı Hazreti Muham­med bin İshâk'a dayanarak nakletmişlerdir ki şöyledir: Müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerinden sonra, Hz. Muhammed (a.s.)'in nübüvve­ti ve İslâmî daveti ile ilgili haberler Habeşistan'ın dört yanına yayıldı. Bu­nun üzerine 20 Hıristiyan’dan müteşekkil bir heyet durumu bizzat yerinde incelemek üzere Mekke'ye geldi ve Hz. Muhammed (a.s.) ile Mescid-i Haram'da görüştü. (Bir rivayete göre, heyet Hz. Peygamber (a.s.) ile Top­lantıda görüştü). Heyetin gelmesi üzerine Kureyşliler de orada toplandılar. Heyetin üyeleri Hazreti Peygamber (a.s.)'e bazı sorular sordular ve Rasûlullah (a.s.) da bunlara gereken cevabı verdi. Hazreti Peygamber (a.s.) da­ha sonra heyettekileri İslam'a davet etti ve onlara Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetler okudu. Kur'an-ı Kerim'in etkileyici sözlerini dinleyince, heyetteki­lerin gözleri yaşardı ve onlar bunun Allah'ın kelâmı olduğunu tasdik etti­ler ve Rasûlullah (a.s.)'a iman ettiler. Toplantı bitince Ebu Cehl ve adam­ları heyetin yolunu keserek onları azarladılar ve şöyle dediler: "Yahu, siz ne biçim adamlarsınız? Sizin dindaşlarınız sizi, bu adamın (Hz. Muham­med) nasıl olduğunu ve ne yaptığını araştırmak üzere buraya gönderdiler. Fakat siz yanına oturur oturmaz kendi dininizi terk edip ona iman ettiniz. Sizin gibi aptal ve enayileri hayatımızda görmedik." Bunun üzerine Ha­beşliler şu karşılığı verdiler: "Bize eyvallah arkadaşlar. Biz sizin gibi cehalete dalamayız. Siz kendi yolunuzdan gidin ve bize kendi yolumuz­dan gitmeye izin verin. Biz bile bile kendimizi iyilik ve hayırdan mahrum edemeyiz." Bu vak'a Kasas sûresinde şöyle anlatılmıştır:

"Kur'ân'dan evvel kendilerine Kitab verilenler ona iman ediyorlar. Onlara Kur'ân okunduğu zaman, 'Diz buna iman ettik. O Rabbimiz tara­fından gelen hak bir sözdür. Doğrusu biz ondan evvel de İslam'ı kabul et­miş kimselerdik' derler." (Ayet; 52-53)

"Onlar çirkin söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve, 'Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olabilirsiniz, size sövmeyiz. Biz cahillerle mücadeleyi istemeyiz' derler." (Ayet; 55)

29.1.10. Habeşistan'dan Dönen Muhacirlerin İlk Kafilesi

Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki, Habeşistan'a giden müslü­manların ikinci kafilesinden başta Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib olmak üzere bazıları orada kaldılar ve Hayber savaşı sırasında ülkeye döndüler; ama İbni İshâk'ın rivâyetine göre bazıları muhtelif zamanlarda, müslümanların Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye döndüler. Memlekete dönenlerin ilk kafilesinden şu zevat yer alıyorlardı: Hz. Osman bin Affân (r.a.) ve zevcesi Hz. Rukayye binti Rasûlullah (a.s.), Hz. Ebû Huzeyfe bin 'Utbe bin Rebî'a ve zevcesi Sehle binti Süheyl bin Amr, Hz. Abdullah bin Cahş, Hz. Utbe bin Gazvan, Hz. Zübeyr bin el-Avvam, Hz. Mus'ab bin Umeyr, Hz. Süveybit bin Sa'd bin Harmele, Hz. Tuleyb bin Umeyr, Hz. Abdullah bin Avf Hz. Mikdad bin Amr, Hz. Abdullah bin Mes'ûd, Hz. Ebû Seleme ve zevcesi, Hz. Ümm-ü Seleme, Hz. Şemmas bin Osman, Hz. Seleme bin Hişâm (Mekke'de hapsedildi), Hz. Ayyas bin Rebî'a (Medine'ye doğru hicret için yola çıktı, ama üvey kardeşi Ebû Cehl ve Hâris bin Hişâm'ın al­datması üzerine yakayı ele verdi ve Mekke'de hapsedildi), Hz. Mu'attib bin Avf, Hz. Osman bin Ma'zun ve oğlu Hz. Saib ve iki kardeşi Kudâme ve Abdullah, Hz. Huneys bin Huzâfe, Hz. Hişâm bin As bin Vâil (bu da Mekke'de hapsedildi), Hz. Amir bin Rebî'a ve karısı Leylâ binti Ebi Has­me, Hz. Abdullah bin Mahzeme, Hz. Abdullah bin Süheyl bin Amr (ken­disi Mekke'de hapsedildi ve babası kendisine o kadar zulüm etti ki, görü­nüşte küfre döndü, ama kalben müslüman kaldı. Nitekim, Bedir savaşı sırasında Mekkeli kâfirlerle muharebe meydanına gitti ve tam orada müslü­manlara katıldı), Hz. Ebû Sebre bin Ebî Ruhm ve karısı Ümm-ü Külsum binti Süheyl bin Amr, Hz. Sekrân bin Amr (İbni İshâk ve Vâkıdî'nin ifadesine göre kendisi Mekke'de vefat etti. Fakat Mûsâ bin Ukbe ile Ebû Ma'şer'in ifadelerine göre kendisi daha önce Habeşistan'da vefat etmişti), Hz. Sevde binti Zeme'a, Hz. Sa'd bin Havle, Hz. Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh, Hz. Amr bin el-Hâris, Hz. Süheyl bin Beyda, Hz. Amr bin Ebi Serh.

29.1.11. Rûm Sûresinde Yer Alan Haber

Habeşistan'a hicret sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) ile Kur'an-ı Ke­rim'in hak olduklarını kesin ve inkâr edilmez bir şekilde ortaya koyan önemli bir tarihi olay meydana geldi. Bu olay, Kur'an-ı Kerim'in gerçek­ten Allah'ın kelâmı olduğunu ve vahiy yoluyla Rasûlullah (a.s.)'a indiğini ispatlamış oldu. Bu olay, Rûm sûresinin ilk ayetlerinin inişiydi. Bu ayet­lerde şöyle denilmişti:

"Rumlar mağlup oldu. Size yakın bir yerde. Halbuki onlar mağlubi­yetten sonra muhakkak galib geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde. Bundan evvel ve bundan sonra emir Allah'tandır. O gün, mü'minler ferahla­nacaklar." (Ayet; 2-4)

Hz. Muhammed (a.s.)'in nübüvvetinden sekiz yıl önce idi. Bizans im­paratoru Maurice'e karşı bir isyan vuku buldu ve Phocas adında bir kişi tahtı ele geçirdi. Bu adam ilk önce imparatorun gözlerinin önünde beş oğ­lunu katletti; sonra imparatorun kafasını da uçurdu ve baba-oğul maktül­lerin başlarını İstanbul (Constaninople) da halka teşhir etti. Birkaç gün sonra imparatorun karısı ve üç kızını da öldürttü. Bu kan dökümünden sonra İran (Pers) İmparatoru Hüsrev Perviz'in Bizans İmparatorluğuna saldırma fırsatı doğdu. İmparator Maurice, Hüsrev'in iyi bir dostuydu ve ona bazı ihsan ve lütuflarda bulunmuştu. Aslında Hüsrev Perviz Bizans imparatorunun yardımıyla İran tahtına oturmuştu ve bu sebeple ona "ba­ba" derdi. Hüsrev Perviz manevî babasına ve kardeşlerine yapılan zulüm­den dolayı Phocas'tan intikam almak istediğini ilân ederek M.S. 603'te Bi­zanslılara karşı savaş açtı. Bir kaç sene içinde Phocas'ın kuvvetlerini üst üste yenerek bir koldan Anadolu'nun Urfa'ya ve diğer koldan Suriye'nin Halep ve Anadolu'nun Antakya kentine kadar ilerledi. Bizanslı vezir ve devlet adamları baktılar ki, Phocas kendilerini savunamayacak. Bunun için Afrika valisinden yardım talep ettiler. Afrika valisi, oğlu Heraclius'u büyük bir ordu ile birlikte İstanbul'a gönderdi. Heraclius İstanbul'a geldik­ten sonra Phocas'ı azlettirdi ve "kaiser" (imparator) lakabıyla tahta oturdu. Daha sonra Phocas'a, düşmanına yaptığı muameleyi yaptı. Bu tarihi olay­lar M.S. 610 yılında meydana geldi. Aynı yıl Hz. Muhammed (a.s.) pey­gamberlik makamına tayin olundu.

Aslına bakılırsa Hüsrev Perviz için artık savaş sebebi ortadan kalk­mıştı. Zira, Phocas'ın azli ve katlinden sonra intikam alınacak kimse kal­mamıştı ve artık yeni imparator Heraclius ile ateşkes ve barış anlaşması imzalayabilirdi. Fakat Hüsrev savaşa devam etti ve bunu Hıristiyanlık ile Mecusilik arasındaki savaşa dönüştürdü. Bizans İmparatorluğunda Kili­se'nin dinden ihraç ettiği ve baskıya tabi tuttuğu mezhepler, meselâ Nasturî ve Ya'kubi'ye bağlı olanlar, Mecusi istilâcılarla birleştiler. Yahudiler de Mecusiler'den yana çıktılar. Rivayetlere göre, böylece Hüsrev Perviz'in ordusuna katılanlardan sadece Yahudilerin sayısı 28 bini bulu­yordu.

Yeni İmparator Heraclius bu İran ve Mecusi saldırısına karşı fazla dayanamadı. İlk önce Antakya'nın düştüğünü öğrendi. Daha sonra M.S.613'te Şam elden gitti ve 614'de Kudüs de İranlıların eline geçti. İranlılar Kudüs'de büyük bir katliam ve yağma harekâtına giriştiler. 90 bin Hıristiyan katledildi. En mukaddes kiliseleri yerle bir edildi. Hıristiyanların, Hz. Îsa (a.s.)'nın çarmıha gerildiğini söyledikleri kutsal haç İranlılar tarafından o zamanki İran'ın başkenti olan Medâyin'e götürüldü. Baş rahip Zekeriyyâ da İran'a götürüldü. Kudüs'ün küçük büyük bütün kiliseleri tahrip edildi. Hüsrev Perviz'in bu yağma hareketinden ne kadar gururlandığı ve zafer sarhoşluğunda olduğu, Kudüs'ten Heraclius'e gönderdiği mektubun şu ilk cümleleriyle belli oluyor:

"Bütün tanrılardan büyük ve bütün yeryüzünün sahibi olan Hüsrev tarafından O'nun alçak ve şuursuz kulu Heraclius adına. Sen Rabbine gü­vendiğini söylüyorsun. O halde niçin senin Rabbin Kudüs'ü elimden kur­taramadı?"

Kudüs'ün fethinden sonra kısa bir süre içinde İran Ordusu Ürdün, Fi­listin ve Sina yarımadasının tümüne hakim olarak Mısır kapılarına dayan­dılar. Aynı sıralarda Mekke'de Hak ile Batıl arasında belki bundan sonra küçük ama, tarihin akışını değiştirecek ve ilerde muazzam neticeler doğu­racak bir çekişme ve mücadele devam ediyordu. Hakk'ın bayraktarlığını efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) yapıyordu ve Batıl'ın başın­da müşrik Kureyş kabile reisleri vardı. Bu çatışma öylesine çetin bir saf­haya gelmişti ki, M.S. 615 (Bi'setten sonra 5. yılda) Mekkeli müslümanla­rın büyük bir grubu, Bizanslıların müttefiki olan Habeşistan krallığına sı­ğındı. O sıralarda Bizanslılara İranlıların galip gelmesiyle ilgili dedikodu her yerde duyuluyordu, diyorlardı ki: "Bakın, İran'ın ateşperestleri zafer üstüne zafer kazanıyorlar ve vahiy ile risâlete inanan Hıristiyanlar durma­dan mağlup oluyorlar. Aynı şekilde biz Arap putperestleri de sizin dinini­zi yeryüzünden sileceğiz."

İşte bu şartlar altında Kur'an-ı Kerim'in Rûm suresi indi ve bunda şöyle dendi:

"Rumlar mağlup oldu. Size yakın bir yerde. Halbuki onlar mağlubi­yetten sonra muhakkak galip geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde. Bun­dan evvel ve bundan sonra emir Allah'ındır. O gün mü'minler ferahlana­caklar." (Ayet; 2-4)

Burada istikbale ait iki haber vardı. Birincisi, Rumlar tekrar galip ge­lecekler; ikincisi, müslümanlar da aynı şekilde zafer kazanacaklardır. Bu haberlerin verildiği sırada ikisinin de gerçekleşmesine hiç imkân bulunmuyordu. Bir yandan bir avuç müslüman Mekke'de her taraftan baskı al­tında tutuluyordu ve kovuluyorlardı ve haberin verilmesinden 8 yıl sonra bile müslümanların galip gelebileceği kimsenin aklına gelmiyordu. Diğer tarafta Rumlar veya Bizanslılar üst üste hezimete uğruyorlardı. M.S. 619'a kadar bütün Mısır da İranlıların eline geçti ve Mecusi askerleri Trablus­garb'a kadar uzandılar. Küçük Asya'da, yani Anadolu'da İran ordusu Bi­zanslıları Boğaziçi'ne kadar sürüklemişti. M.S. 617'de ise İstanbul'un ci­var mahallesi olan Kadıköy'ü ele geçirdiler. İmparator Heraclius, Hüsrev Perviz'e elçi göndererek ne şartlarla olursa olsun sulh yapmaya hazır oldu­ğunu bildirdi; ama Hüsrev bu isteği hakaretlerle reddetti. Heraclius öylesi­ne ümitsizlenmişti ki İstanbul'u terk edip Kartaca (Tunus)'ya kaçmayı dü­şündü.

Kısacası, Rûm sûresi indiğinde Mekkeli kâfirler çok güldüler ve bunu alay konusu yaptılar. Übey bin Halef, Hazreti Ebu Bekr ile bahse girdi ve dedi ki: "Eğer Bizanslılar üç yıl içinde galip gelirlerse ben sana 10 deve vereceğim; yoksa sen 10 deve bana vereceksin." Rasûlullah (a.s.) bu bahis konusunu haber alınca Kur'an-ı Kerim'in ifadelerine göre bahsin 10 yıl için yapılabileceğini ve develerin sayısının da 100'e çıkarılabileceğini be­lirtti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, Übey ile tekrar görüştü ve yeniden bahse girdi. Yeni bahse göre 10 yıl içinde kim kaybederse, o karşı tarafa 100 deve verecekti.

M.S. 622'de Rasûlullah (a.s.) Medine'ye hicret ederken Bizans İmpa­ratoru Heraclius'un da iyi günleri geri geliyordu. Heraclius hazırladığı bir savaş taktiğine göre İstanbul'dan çıktı ve Karadeniz'den Trabzon'a vardı. Oradan da İran ordusuna arkadan saldırmak istedi. Karşı saldırı için Kili­seden para istedi. Başpiskopos Sergius kendisine büyük para yardımında bulundu. Heraclius karşı saldırısına M.S. 623'de Ermenistan'dan başladı ve ertesi yıl M.S. 624'de Azerbeycan'dan İran topraklarına girerek Zer­düşt'ün doğum yeri olan Urmiye (Ohromoia)'yi yerle bir etti, İranlıların en büyük ateş yerini tahrip etti. Allah'ın hikmetine bakın ki, aynı yıl müslü­manlar Bedir savaşında Kureyşli kâfirleri hezimete uğrattılar. Bu şekilde Rûm sûresinde yer alan her iki haber de aradan 10 yıl geçmeden gerçek­leşmiş oldu.

Bundan sonra Bizanslılar İranlıları sürekli olarak yenilgiye uğrattılar. Ninova'da yapılan (M.S. 627) büyük meydan muharebesinde İranlıların beli kırıldı ve İranlı imparatorların yazlık yeri Destgerd tamamıyla yağma edildi. Bizans Ordusu Taysefûn (Cthesipon) yani Medâyin'i kuşattılar. Bu arada M.S. 628'de bizzat Hüsrev Perviz'in ailesinde kavga çıktı; kendisi zindana atıldı ve gözlerinin önünde 18 oğlu kılıçtan geçirildi. Daha sonra oğlu Sirveye onu öldürerek tahta çıktı. Aynı yıl Hudeybiye Anlaşması im­zalandı; ki buna Kur'an-ı Kerim "Büyük Zafer" adını vermiştir. Ve aynı yıl İran Şahı bütün Bizans topraklarından geri çekildi ve Bizanslılara Ku­düs'ten alınan kutsal haçı geri verdi. Bizans İmparatoru bu kutsal haçı ye­rine koymak için 629'da şahsen Kudüs'e gitti. Aynı yıl Hudeybiye Anlaş­ması uyarınca Hz. Muhammed (a.s.) umre edâ etmek üzere hicretten sonra ilk defa Mekke'ye girdi.

Bundan sonra, Kur'an-ı Kerim'in istikbale ait haberlerinin doğru ol­duğu konusunda kimsenin şüphesi kalmadı. Arabistan'ın birçok önde ge­len simaları İslam'ı kabul ettiler. Übey bin Halefin varisleri bahsi kaybet­tikleri için Hz. Ebu Bekr'e 100 deve vermek zorunda kaldılar. Bu develer daha sonra Hz. Peygamber (a.s.)'in emriyle sadaka olarak verildi.


 

[1] Batılı bir Doğubilimci son derece küstahlıkla şunları yazabilmiştir: "Şeytanî ayetler iptal edilip Necm'in 21 -23. ayetleri indirildi." Bu mesnetsiz iddia için bu oryantalist hiçbir dayanak gös­termemiştir. Zâten gösteremez de.

[2] Yakut, "Mu'cemül-Buldan'da "Uzza" kelimesini tarif ederken, Kureyşlilerin Kâ'be'yi tavaf ederken "vel-Lât vel-Uzzâ ve Menât-üs-Sâlisel-ul Uhrâ..." dediklerini belirtmiştir. Bununla şu ihtimal ortaya çıkıyor: Rasûlullah (a.s.)'ın ağzından Lât ve Uzzâ'nın ismini duyan bir kişi bu sözleri yüksek sesle söylemiş ve toplantıda hazır bulunanlar bunların Hz. Peygamber (a.s.)'in söz­leri olduğunu sanmışlardır.

[3] Mekke'den Yemen'e giderken beş günlük mesafededir. Bu yerin isminin yazılışında ihtilâf vardır. Bizim yazdığımız isim "Feth-ul Bâri" de yer almıştır. "Mu'cem-ul Buldân'da bu isim "Birk-ul Ğimâd" yazılmıştır. Bir başka yazılışı da Birk ul Ğumâddır.

[4] Hazreti Ca'fer bin Ebî Tâlib'in konuşmasının, metni Hz. Ümm-ü Seleme'nin rivâyetine dayanılarak İbni İshâk tarafından nakledilmiştir. Konuşma şöyledir: "Ey Kral, biz cehâlet içinde bocalayan bir millettik. Putlara tapar, ölüleri yer ve fuhuş yapardık. Merhamet ile hiçbir ilgimiz yoklu. Komşuluk hakkı nedir bilmezdik. Verdiğimiz sözde durmazdık. Bizde güçlü olan zayıf ola­nı ezerdi. Biz böylesine perişan bir durumda iken Cenâb-ı Allah bize yine bizden birini Peygam­ber olarak gönderdi. Biz bu peygamberin soyluluğunu, sadakatini, emânetini ve dürüstlüğünü bilir­dik. O bizi Allah’a çağırdı, ki Tevhid'ini kabul edelim O'na ibadet edelim ve gerek bizim gerekse atalarımızın taptığı taşları ve putları bırakalım. O doğru söz söylemimiz, emanete riayet etmemizi, merhamet göstermemizi, komşuluk hakkını ve verdiğimiz sözleri yerine getirmemizi ve haram fiil­ler ile kan dökmekten kaçınmamızı emretti. Bizi fuhuştan, yalandan, yetimlerin mallarını yemek­ten ve temiz kadınlara iftira atmaktan kurtardı. Bizim tek Allah'a inanmamızı ve ona ortak koşma­mamızı isledi. Bizim namaz kılmamızı, oruç tutmamızı ve zekât vermemizi istedi. Biz de bu dave­ti kabul ettik. Bu şekilde Allah'tan gelen her emre boyun eğdik. Biz sadece Allah'a ibadet ettik ve O'na ortak koşmadık. Hangi şeyleri haram ilan ettiyse biz de haram saydık ve hangi şeyleri helâl etmişse onları helâl saydık. Bunları böyle yapınca milletimiz bize hücum etti ve bize inanılmaz zu­lüm ve eziyetler yaptı. Din konusunda bize zulüm elti ki, biz bunalarak putlara dönelim ve bizim için haram edilen şeyleri helâl edelim. Nihayet, onlar bize akıl almaz zulümler yaptı ve hayatları­mızı çekilmez hale gelirdiler. Kısacası, din yolumuzu tıkadılar. Bunun üzerine biz çareyi sizin memleketinize gelmekte bulduk: Biz başka memleketlere gitmektense sizin memleketinize gelme­yi tercih ettik ve sizden emân istedik; şu ümitle majesteleri, ki memleketinizde zulüm olmayacak­tır."