İSLAM İNANCININ TEMELLERİ. 5

Sunuş. 5

Onaltıncı Baskı İçin. 5

Eserin İlk Baskısı İçin Takdim.. 5

Bismîllahirrahmanırrahîm.. 6

Giriş. 6

ESERİN NEŞİR SEBEBİ. 6

İslâmı Tanımak Bir İhtiyaçtır 7

Akîde'nin Ehemmiyeti 7

Yabancı Kültür Etkileri Karşısında İslâm Akaidi 7

AKAİD İLMİNİN İLK MÜMESSİLLERİNDEN BAZILARI. 8

İmam Azam Ebu Hanîfe. 8

Ebu Mansur Matürıdî 9

Ömer Nesefî 9

BİRİNCİ  BÖLÜM... 9

İSLAMIN VARLIK TELÂKKİSİ. 10

İslâm'da Kainat Gerçeği 10

Kâinat Ve Tâbi Olduğu Nizam.. 10

Kainat Hakkinda Yanlış Telâkkiler 10

İslâm'da Alem Telakkisi 12

İKİNCİ   BÖLÜM... 12

İSLÂM'IN BİLGİ TELAKKİSİ. 12

İslam'da Bilgi Kaynakları 12

Akıl Nedir?. 13

Aklın Mahalli Nedir?. 13

Akıl, Güzeli Ve Çirkini Bilebilir Mi?. 14

1 — Mûtezile'nin Görüşü : 14

2 — Eş'arîler'in Görüşü. 15

3 — Mâtüridîlerin Görüşü. 15

Netice. 15

Îlham, İlim Kaynaklarından Mıdır?. 17

ÜÇÜNCÜ  BÖLÜM... 17

İMAN VE İMANIN ŞARTLARI. 17

Birinci  Kısım.. 17

İman. 17

İman Nedir?. 17

İmanın Çeşitleri 18

İcmali İman. 18

Tafsili İman. 18

Taklidi İman Sahih Midir?. 18

Kalp İle Tasdik, Dil İle İkrar 18

Kerrâmiyenin Görüşü. 18

Haricîlerin Ve Mutezilenin Görüşleri 19

Selef-İ Salibinin Görüşü. 19

Bazı Ehli Sünnet Âlimlerinin Görüşü: 20

Ekseri Muhakkikunun Görüşü. 20

Amel İmandan Bir Parça Mıdır?. 20

Îman Artar Ve Eksilir Mi?. 21

İmanın Sahih Ve Makbul Olmasının Şartları 21

Tasdik Ve İnkâr Bakımından İnsanlar 21

İnanan Kimse, İmanı Hakkında Ne  Demelidir?. 21

Dinî Hükümler Kendisine Ulaşmamış Kimsenin Durumu. 22

İman Ve İslâm.. 22

Büyük Günahlar Ve İman. 23

Saadet Ve Şekavet 23

İKİNCİ  KISIM... 23

ALLAH'A İMAN.. 23

Allah  (C.C.)  İn Sıfatları 23

Allah'ı Görmek Mümkün Müdür?. 24

Mûtezile'nin Görüşü. 24

Kerramîye Ve Müşebbihe'nln Görüşleri 24

Ehl-İ Sünnetin Görüşü. 24

1. Aklî Delil: 24

2. Nakli Delil: 25

Ahirette Allah'ı Görmek. 25

Ahirette Allah'ı Görmenin Naklî Delilleri 25

Allah'ı (C.C.) Rüyada Görmek. 26

Dünyada Allah'ı Görmek. 26

Peygamberimiz Miraçta Allah'ı Nasıl Gördü?. 26

Baş Gözüyle Rü'yet Hakkında İhtilâf. 27

Rü'yet Hakkındaki Hadîsler 27

Allah (C.C), Ve Kulların Fiilleri 28

Ef'al-İ Îbâd (Kulların Fiilleri) 28

1. Ccbriye'nin Görüşü: 28

2. Esprilerin Görüşü: 29

3. Mûtezile'nin Görüşü: 29

4. Filozofların Ve İmamü'l-Haremeyn'in Görüşü: 29

5. Ebu İshak İsferaînî'nin Görüşü: 29

6. Kadı Ebu BekriI-Bakıllânî'nin Görüşü: 29

Eş'arî Ve Mâtüridî'nin İttifak Noktaları : 30

Eş'arî Ve Mâtürîdî'nin İhtilâf Noktaları: 30

Îstitâat 30

(Fiîllerin Yapılımasında Gerekli Güç) 30

Ehl-İ Sünnct'in Görüşü : 31

Mütezile'nin Görüşü : 31

Dalalet Ve Hidayet 31

Günahlar, Ve Allah'ın Affı 31

Rızık Meselesi 32

ÜÇÜNCÜ KISIM... 32

MELEKLERE İMAN.. 32

DÖRDÜNCÜ  KISIM... 32

KİTAPLARA ÎMAN.. 32

BEŞİNCİ KISIM... 33

PEYGAMBERLERE İMAN.. 33

Şefaat 34

Kul Ve Vazifeleri 34

Mahlûkların Fazilet Dereceleri 34

İnsanların En Faziletlileri 34

Sahabeye Karşı Nasıl Bir His Duyulur?. 34

Aşere-İ Mübeşşere. 35

ALTINCI  KISIM... 35

AHİRETE İMAN.. 35

Kıyamet Alâmetleri 35

Ölüm Ve Ecel 35

Kabir Azabı Kabirde Nimetlenmk Kabir Suali 35

Öldükten Sonra Dirilme. 36

Kevser Havuzu. 36

Sırat Köprüsü. 36

Cennet Ve Cehennem.. 36

Günahkâr Mümin Cehennemde Ebedî Kalmaz. 37

Dualarımız Ve Kabulü. 37

YEDİNCİ KISIM... 37

KADERE İMAN.. 37

Kaza Ve Kader Nedîr?. 37

Kaza Ve Kaderin Kuranda Kullanılışı 38

Matüridilere Göre Kaza Ve Kaderin İstılah Manaları 38

Kaza Ve Kader Hakkında Ehli Sünnetin Görüşü. 38

Kaza Ve Kader Değişir Mi?. 39

İmam Âzamın Görüşü 40

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 40

VELAYET VE KERAMET. 40

Velayet Ve Keramet Nedir?. 40

Velayetin Sübutu. 41

Velî Kimdir?. 41

Kur'an-I Kerime Göre Velilik. 41

1. Sıhhatli Bir İtikat (Tahkiki İman) : 41

2. Allah'ın Kulları İle Güzel Geçinmek: 42

3. Nefsi Tezkiye Etmek: 42

Hadisi Şerife Göre Velilik. 42

Sahabe Sözlerine Göre Velilik. 43

Aklî Delillere Göre Velilik. 43

Kerametin Sübutu. 43

Kur'an'a Göre Keramet 43

Sünnete Göre Keramet 44

Sahabe Sözlerine Göre Keramet 45

Aklî Delillere Göre Keramet 45

Harikuladelikler 46

Mucize. 46

Mucizenin Şartlan. 46

Mucize Nasıl Meydana Gelir?. 47

İrhasat 48

Meunet 48

İhanet 48

İstidrac. 48

Mucize İle Harikalar Arasındaki Umumi Farklar 49

Mucize İle Keramet Arasındaki Fark. 49

Keramet İle İstidrac Arasındaki Fark. 50

Velî, Kendisinin Velî Olduğunu Bilebilir Mi?. 50

Evliyanın, İslâm Prensiplerine Bağlı Kalması Şarttır 51

BEŞİNCİ  BÖLÜM... 53

HİLÂFET VE ÎMAMET. 53

Hilâfet Ve İmamet Nedir?. 53

Bir İmam Seçme Mecburiyeti 53

İmama İtaat Şarttır 54

İmam Nasıl Seçilir?. 54

İmamete Ehil Olmanın  Şartları 55

İmamın Kureyşten Olması 56

İmamın Vazifeleri 56

İmamın Azledilmesi 57

Hislerin Noksanlığı 57

Organların Noksanlığı 57

ALTINCI  BÖLÜM... 58

İNSANI KÜFRE GÖTÜREN HALLER.. 58

İnsanı Küfre Götüren Haller 58

YEDİNCİ  BÖLÜM... 58

Mİ'RAÇ.. 58

Miraç Nedir?. 58

Miraç Ne Şekilde Vuku Bulmuştur?. 59

Miraç Hadisesinin Mekke'deki Akisleri 60

Resulüllah'ın Mi'raçdaki Binitleri 61

Peygamberimize Miraçda Verilen İhsanlar 61

Miracın Hikmeti 61

Mi'raç Ruh İle Mi, Beden İle Mi Olmuştur?. 62

Miracın Sübut Delilleri 62

SEKİZİNCİ  BÖLÜM... 63

İÇTİHAT VE TAKLİT. 63

İçtihad. 63

İçtihadın Şartları 63

İçtihadın Hükmü. 63

Taklid. 64

Amelde Taklid. 64

Mezhep Değiştirmek. 65

İtikadda Taklid. 65

DOKUZUNCU BÖLÜM... 66

LÜGATÇE.. 66

«Akaid» Metninin Tercümesi 73

İstifade Edilen Kaynaklar 75


İSLAM İNANCININ TEMELLERİ

 

Sunuş

 

Bu kitap, İmam Ömer Nesefi hazretlerinin akaid kita­bı esas alınmak suretiyle, yayınevimiz taralından hazırlan­mıştır. Kitabın metni bayın Keyid Ahsen"e tercüme ettiril­miş, bu tercüme, gözden geçirilmiş, dili lashılı cemmiş, me­tinde, bugünün muslümamnın anlamakta güçlük çekeceği ve derinleştirilmesi gerekli bölümler, işaret edilerek, metin şerh ettirilmiştir.

Kitabın daha iyi anlaşılması ve ihtiyaca cevap vermesi için kitabın pfanı metin aynen kalmak kaydıyla, ilaveler sureliyle geliştirilmiştir. Metnin ayrıca verilmesiyle, kitap metni İle, yapılan ilaveler, düzenlemeler ve yorumların kaşnıamasına itina edilmiştir.

Akaid, İslam inançlarının temeli olarak, kesinlikle an­laşılmalı ve İslama inancı sağlamaya vesile olmalıydı. Bu maksatla akaidin önemini açıklamalı îslâmm zuhurundan bu güne ehli sünnet inancının tarihi seyri gösterilmeli, in­sanın kurtuluşu için Allahın Resulü ve ashabı ile büyük imamlarımız vasıtasıyla bugünlere intikâl eden kurtuluş kaynağına yönelen ve hala zihinleri meşgul eden saldırıla­rın mahiyeti ve kaynağı gösterilmeli, mukayeseler yoluyla, insanlığın ve insanlarımızın kurtuluşu için İslama temiz bir inançla bağlanmaları için, bir davet olmalıydı. Bunu yap­maya çalıştık.

Dileriz ki, bu hizmetimizde başarılı olalım ve İslama susamış insanlarımıza, İslâm ilimlerinin bu hazinesinden istifade etme imkânını sağlayabilelim. Gönüllerde ve fikir­lerde îslâm için sevgi tohumlan ekebildiyse, Îslâmm ha­yati Önemini kavratabiîdîyse, inanç hatalarından sakındırıp, Al'ahın razı olduğu inanç ve düşünceye götürebildiyse mut­luyuz.

IHI tün dikkatimizle çabaladık, titizlikle en ince teferru­ata kadar daldık ve hata etmemeye çalıştık. Ama kim ha-tndan snlim olduğunu iddia edebilir.

Kitaba emeği geçenleri zikrederken, kardeşimiz Meh-nıet vetin'e rahmet vesilesi otur umuduyla, onun isteğimiz özere sözlük kısmını hazırladığım ve kitabı İtina ile dakti­lo ettiğini belirtiyoruz.

Sayısız hamd ve sena Allah'a, salât ve selâm Resulûnedîr.  Bayrak Yayınları[1]

 

Onaltıncı Baskı İçin

 

Bilindiği gibi, Âkaid, îslâm dininin temelidir. Mutlu­luğa giriş, kurtuluşa ermek için zaruri şart, diliyle şahadet kelimesini söylemek, kalbiyle de söylediklerini doğrulamak­tır. Fakir, zengin, genç-ihtiyar, âlim, ümmi, sağlıkh-hasta bütün akıl sahipleri için, dünyada İslâm dairesine girme, nin, âhirette cehennem azabından kurtuluşun ilk ve vazge­çilmez şartı bu mübarek hakikati dil ile söylemek, kalb ile ikrar etmek demektir. Bu ilk temel hakikat üzerine, bu hakikatten çıkan îman konusunun ayrıntıları da îman edil­mesi gerekli hakikatleri bir silsile, bir bütün haline getirir.

îslâm bizi îman etmeğe, güzel amellerde bulunmağa ve güzel ahlâka çağırıyor. Güzel ameller —ameli saliha— gü­zel ahlâk, hakikatçı düşünce, mutlu bir yaşayış ancak sa-lih bir îmana dayanır. Çünkü böyle bir îmana dayanmayan eylemin, ahlâkın, düşünce veya düzenin kıymeti ve faydası bulunmaz.

Zamanımızda dikkatli bir araştırma, ülkemizi ve İslâm âlemini etkisi altına alan moda düşünce tarzlarının, ah­lâk sistemlerinin, ekonomi ve sosyal sistemlerinin v.b. da­yandığı temellerin gayri insanî, gayri ahlâkî oldukları gibi, îsîâm îmanı ve bakış tarzı ile de kavga halinde olduğunu ortaya çıkarır.

Ülkenin bir buçuk asırdan beri yaşadığı kimlik buna­lımı, medeniyetler kavgası, medeniyetimizin kendi kültür kökleri ile kopan, unutulan bağlan tesis etmek son derece hayati hale getiriyor. Bu yüzden itikadda mezhebimiz İmam Maturudi Hazretlerinin talebesi Ömer Nesefi'nin İslâm imanım özet halinde veren bu kitabı yayınlayarak çok önemli bir görevi yerine getirdiğimiz inancındayız. Ay­rıca eser Teftazani'nin şerhleriyle zenginleştirilmiş, çoğu problemlerine, Akaid ilmi açısından cevaplar verilmiştir. Akaîd alanında, İslâm Kültürii'nün diğer alanlarında öz klasiklerimizin Türk Kültürü'ne kazandırılma çalışmaların­da ilklerden olmuş ve benzeri yayınların müjdecisi olmuş­tur. Eseri, müslüman Türk halkına, millî rönesansın oluş­masında katkıda bulunması dileğiyle sunuyoruz.[2]

 

Eserin İlk Baskısı İçin Takdim

 

İnsanları şahsiyet halinde birleştiren sosyal realiteler­den bilisi, millet gerçeğidir. Millet ise biyolojik bir realite oluşundan ötede, bir. ideolojik birliktir. Millet realitesinin maddî bünyesi ve ideolojik yapısı, millet vakıasının iki gö­rünüşünden ibarettir. Bir milleıin. tarihin karanlığına gö­mülmesi ve hayat sahnesinden çekilmesi, ideolojik yapının tahribi ile başlar ve tedbirleri alınmazsa, kat'î bir yokokış-İa sonuçlanır. Tarihin klasik tasnifi kabul edilecek olursa; ilk çağlarda yaşamış kavimlerden hemen hiç biri —bîri müs­tesna—, zamanımıza kadar gelebilmiş değildir. Ltile­rin, bir devirler yaşadığını, sadece tarih kitaplarından ve bı­raktıkları eserlerden anlıyoruz. Bu milletler ise. önce İn­sanları millî şahsiyetleri etrafında toplayan, gözle görül­mez ve fakat akıt için zaruri hayat temcilerini terketmiş ve yok oluşa giden karanlık yula yönelmişlerdir. İşle, insanla­rı bir şahsiyet haline getiren ideallerin fışkı rdığı hayat pı­narı kurursa; millet hayatı yavaş yavaş kaybolur, yerin­de başka biçimde bir cemiyet ortaya çıkar.

Şu halde, millellcrin hayat özü, mi IH kültürdür. Ve düş­manların uzun vadeli çalışmalarla yıkmağa uğraşacağı te­mel, bu temcidir, yani kültürdür. Zira, insanlar hareketle­rinde, münâsebetlerinde, şuurlarının ve şuur ötesinin tesiri altındadırlar. însnn sınırlımı tesiri altında tutan deflerler ise ferdin bağlı bulunduğu cemiyetin tarihi, an'ancsi. dııyıuısu ve inançlarının tümünden ibarettir insanları ve cemiyetleri bîr yok oluşa sürüklemenin müessir yolu. milletlerin hayat Özü olan ideolojinin fışkirdığı millî kültür pınarını kurut­maktan İbarettir,

Millî varlığımızı yok etmek İsteyen düşman güçlerin bu sinsi savaşına; milli kültürü yüceltmek, yaşatmak ve zen­ginleştirmekle cevap verebiliriz, işte bu maksatla, milletimizin kültürünü korumak, zenginleştirmek ve yüceltmek ha­reketine, «islâm înanctnin Temelleri» diyebileceğimiz, mil­lî kültürün ana kaynaklarından birisi iie başlıyoruz.  Bu, Akaiddir.

Milletimizin siyasî, ahlâkî, iktisadî ve askerî bütün prob­lemlerini iyice bilmek; milletimizin ve milletlerin inanç, düşünce, hareket temelleri hakkında açık bir fikir edinmek­le mümkündür.

Asrımızda bir münevverin, Japon san'ahndan, Hint fel­sefesinden bahis açma mecburiyeti (!) yanında, kendi öz kültürüyle pek alakadar olmayışı, ne derin bir kültür buh­ranına düştüğümüzü göstermez mi?

Millî kültür serisine; Türk milletinin, uğrunda dereler gibi kanını akıttığı mukaddes dinimizin temeli olan «Akaid» ile başlıyoruz. Millî kültürün ana mefhumları, «Milli Kültür Serisi» adı altında nakledilecektir. Otağ Yayınevi 1971[3]

 

Bismîllahirrahmanırrahîm

 

«Alemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, Din Günü'nün sa­hibi ve mutasarrıfı olan Allah'a hamd olsun. (Ey Rabbimiz) Yalnız Sana ibadet ederiz, yalnız Senden yardım isteriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlannkine, sapıklannkine değil.»

Yaratılmışların en hayırlısı. Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)e, âline, ashabına, zevcelerine, zürriyeti-ne ve bütün ehl-i beytine de salât ve selâm olsun.[4]

 

Giriş

 

ESERİN NEŞİR SEBEBİ

 

Muhterem okuyucumuz, size sunulan bu ki­tapla, yayınevimiz sadece îslâmî bir hizmet yap­mış olmuyor. Aynı zamanda sosyal ve ferdî bir faydayı da sağlıyor.

İslâm dininin inanç temellerini bütün açıklı­ğı ile ortaya koyan bu İslâm klasiğinin dinî, ilmî ve tarihî kıymeti üzerinde durmağa blla gerek yok. Hemen hemen İslâm tedris ocaklarında oku­nan en muteber, en uzun ömürlü İslâm klasikleri arasında yer almıştır, elinizdeki kitap.

Diğer taraftan Akaid, bir insanın neye inan­ması gerektiğini bildiriyor. Düşüncenin ışığı zihni­ni aydınlatan her insanın mukadder sonucu, «Ben neyim?», «Ben nereden geliyorum?», «Nereye gi­deceğim?» sorusudur. Bu soruları bir tek konu altında toplamak kabildir, herhalde. Zaman ve dünya İçinde insanın yerini araması... Bu insanın tok hayatî sorusu ve konusu...

İslâm'ın asırlar ötesinden gelen ve bütün in­sanlığa sunulan saadet verici daveti, dünya ve âhiret saadetini bir kelimede özetlemiştir; Müslü­man ol!

İşte bu kitabın ifâ etmeğe çalıştığı görsv bu­dur. Ayrıca kitabın konusu olan Akaid bize sade­ce ferdî-şahsî bir fayda çağlamaz. Kültür sosyolo­jisinin bugün ortaya koyduğu gerçek, her toplu­mun dayandığı kültür temellerinin nihaî tahlilde, büyük çapta, benimsenmiş dinî değerlerden iba­ret olduğudur.

Küçük bir örnek verelim. Batı medeniyeti ve toplumunun temellerini teşkil eden «Kitab-ı Mu­kaddes», Roma Hukuk anlayışı, va Yunan Felsefe­si üçlüsünden, birini kaldıracak olursak, ne Batı medeniyeti, ne de Batı toplumunun varlığından bahsetmek imkânı kalmaz.

Müslüman milletler için de aynı kaide cari­dir. İslâm inancını, kültür değerlerini ve mües­seselerini toplum dışı hale getirdiğimiz zaman; hedefsiz, nizamsız, bütünlükten uzak bir yığın ka­lacaktır.

Bir toplumda, dinî değerlerin itibar kazan­ması, unutulması, dejenerasyonu veya hakim bir değer haline gelmesi toplum İçi ve toplum dışı etkileşmelerin sonucu olarak ortaya çıkar.

Ancak, bugün asla inkâr edilemeyecek bir gerçek vardır. O da, toplumumuzdaki kriz belirti­lerinin başında gelen dinî değerlerin dejenerasyo­nu ve çürütülmesi olayında bir kaç asırdan beri sosyal ve kültürel baskısını hissettiğimiz Batı top­lumlarının menfi etkisinin başlıca sebep duru­munda bulunduğudur.

Denilebilir ki, şu bir kaç asır boyunca, zaman zaman şiddetlenerek esen Batı kültür fırtınası, toplumumuzda hakikaten büyük yaralar açmıştır. Belki de kültür planındaki zayiatımız, askerî, si­yasî, ekonomik ve teknik alandaki zayiatımızdan fazla olmuştur...

Şu günlerde, Türkiye kendisini kurtarma ça­basındadır. Zihinlerde, gönüllerde meydana gelen sarsıntıya son vermek, millî kültür hamlemizin İlk hedefi olmaktadır. İşte bu kültür uyanış ve hamlesinde, «Aknid» gibi klasiklerimiz, bizlerî şaş­maz ölçüleri, doğruları ve gerçekleri gösterecektir. [5]

 

İslâmı Tanımak Bir İhtiyaçtır

 

Türkler, tarih boyunca, İslâm'ın gücü olmuş­lardır. İslâmiyet, Türklerin kabiliyetlerini en yük­sek seviysye çıkartmıştır. İslâmiyet, Türklerin kurtuluşları için daima bir hayat ideolojisi olmuş­tur.

Bu ideolojiden mahrum olan Türk boyları, Türklüklerini kaybetmişlerdir. Bulgarların, Macar­ların ve Finlerİn bugünkü durumu, bu hükmün doğruluğuna şahadet eder.

Gerçek bir milletsever için İslâmiyet, millet hayatının vazgsçilmez temelidir.

1400 seneden beri, milyonlarca insanın gaye­si olmuş, ve zamanımızda dünyanın dörtte birini tesir sahasında tutmakta olan İslâm'ı bilmekten, kimse müstağni kalamaz.

Bugün, İslâm'ı tetkik ve bilmek, milletini se­ven herkes için bir mecburiyet olmuştur. [6]

 

Akîde'nin Ehemmiyeti

 

«Akîde»; insanın inanması Icabeden şeylerin tümüdür. İslâm kültür .ve medeniyetinin temelle­ri, işte bu akideye dayanır.

Akîde, kâinat Ve hayat hakkındaki bilginin temelidir. İslâm kültürü ve hayat şekilleri İslâm akidesinin mahsuîleridir.

Yıkılmak İstenen İslâm medeniyetinin, önce akidesi sarsılmış ve buna bağlı olarak da hayat te­lâkkisi ve medeniyeti tahribe uğratıîmstır.

«Akaitf» İse; kelime olarak, akidenin çoğulu olup «Akideler» martânna gelir. Fakat İslâm ıstı­lahında, ttfftmî bir ilmin özel temi olarak kullanı­lır, ve «İslâm Akaidi» veya «Akald İlmin denilir. [7]

 

Yabancı Kültür Etkileri Karşısında İslâm Akaidi

 

İslâm'da, İlk defa sapık «Kadcriyye Mezhebi'» ni Mabed îbnü Haİidi'l-Cühsnî başlatmıştır. Mak-rlzî'ye göre; bu sapık mezhebi Mabed'e telkin eden, tranlı Ebu Yunus Sensuye'dir.

Allah (C.C.)'in sıfatlarını inkâr eden ilk şahıs da, Ca'd İbnü Dirhem'dir. İlk defa, «Kur'an mah­lûktur» iddiasını ortaya atan, «Kelâm sıfatı, Allah (C.C.) ile kaim değildir, ve Allah (C.C.), bir vech İle görülmez» diyen, Miracı inkâr eden şahıs da budur

Ca'd son Emevî Halifesi Mervan'm hoçasısır. tbnü Asakir'e göre; Ca'd, bu sapık akideleri. Beyari tbnü Sem'an'dan almıştır. Beyan, Gulat-ı Şia (Müfrit Şiiler) dandır. Hulûl'e vs İbahiye'ye ina­nır. Bilâhare peygamberlik iddia etmiştir. Fikirle­rini, damadı Taalût'dan; Taalût da bu akideleri, Peygamber (S.A.V.)'e sihir yapan Yemenli bir Ya­hudi  (Lebid)'den almıştır.[8]

îstitâat (kula verilen güç) ve insanın hürri­yeti meselelerinde Geylân-ı Dımeşkî, Şam'da faali­yette bulundu. Bu da, Ma'bed'in sapık mezhebi Kaderiyyeciliğî ilerletti. «Kader, hayır ve şer, hep­si kulun eseridir» derdi.

Allah'a (C.C.) gerek zatî, gerek fiilî sıfatlar İs­nadının tevhid akidesini ihlâl edeceği iddiasını ge­nişletip «her şeyin faili Allah (C.C.)'tır, ve fiiller zatının eseridir» diyerek İnsan iradesini inkâr ile «Cebr» Mezhebi'nİ ilk tesis eden de Cchm İbnü Saîvan'dır.

İbnü Kesîr, «Cchm'in Tirmizli, Scmerkanth, hatta Hazerli olduğunu kaydedenler    varda» der.[9]

İbnü'n-Nedîm ise, Hazarların İbranice yazı kullandıklarını söyler. [10]Bizans'da, VIII. asırda yapılan tazyikler dolayısıyle Yahudiler, Hazar ül­kesine sığınmışlar ve böyleca Hakan ile etrafı, Mu­sevîliği kabul etmiştir. Ve Hazarlar, Müslümanla­ra karşı Yahudileri himaye etmişlerdir.

Cehm'in, muhtemelen Hazarlı olması ve yuka­rıda zikredildiği gibi, Hazarların, Yahudi kültürü­nün tesirinde kalmaları ve Cebriyye'nin esasları­nın gayri İslâmî oluşu hususları üzerinde ibretle düşünülmeğe değer.

Mücessime ve Kerramiyye'nin esaslarını ha­zırlayan ise, Cehm ile dsvamlı mubahase eden Mukatil İbnü Süleyman'dır.

Vâsıl İbnü Ata ile eniştesi Amr İbnü Ubeyd, Hasan Basrî'den ayrılıp; «küfür ile îman ve Cen­net ile Cehennem arasında bîr menzile bulunüu-ğ'unnû ileri sürerek Mutezile Mezhebini meydana getirmişlerdir.

Vâsıl İbnü Ata, Medine'de doğup Basra'da yerleşmiş ve itizal kelimesi, ilk defa bunun hak­kında kullanılmıştır.

Amr İbnü Ubeyd'in dedesi Rebap ise, Hind büyüklorindendi. Bir rivayets göre; dedesinin adı Sübân; diğer rivayete göre Keysan'dır. Sahabeye şovenlerdendir. Tebbet Sûresini inkâr eder.[11]

Mûtezile'nin faaliyeti,   devlet   tarafından himaye görmüş ve Abbasi Halifesi Me'mun zamanın­da, her taraftan insanlar ve kitaplar getirtilerek «Beytü'l - Hikme» (Bilgi Okulu) kurulmuştur. Bu kuruluş, Mutezile fikriyatını daha da geliştirmiş ve sistemleştirmiştir.

Bu okulun menşsi tetkik edilince görülür ki;

Meşhur Katolik Rahibi Timotheos, Hıristiyan misyonerlerinin faaliyeti esnasında Çin'e kadar gitmiş, sonra kendi ması ile Abbasi Halifelerinin yanında kalmış, ondan sonra da, çok canlı felsefî tetkiklere, kendini vermiştir.

Sskizinci asrın,ikinci yarısında isa, eski İran Tıp Mektebi olan uĞonde Şapur» okulu büyük bir şöhret kazandı.

Bu medrese, beşinci asırda Hükümdar Hüsrev Enuşirevan zamanında, Pîıristiyan âlimlerinin hü­cumu ile ilk defa canlı bir devir yaşamıştı.

Bu sefer, bu ilim muhitine Süryanî, İranlı ve Yunanlı âlimler gşliyor ve bu vasıta ile Hindis­tan'la temas ediyorlardı.

Emevî Halifeleri zamanında «Gönde Şapur» yüksek medresesinin, o kadar kuvvetli bir faaliye­ti vardı ki; başka hiç bir tıp medresesinin meyda­na çıkmasına imkân ve lüzum kalmamış ve yal­nız oradan bazı hekimi ar tek başlarına Arabistan ve Suriye'ye kadar gitmişlerdi.

İlk defa, birinci Abbasi Halifeleri devrinde on­lar, merkezlerini Bağdad'a naklettikleri zaman bu mektep, bütün İslâm âleminde çok fazla alâka uyandırdı.

II. Halife El-Mansur, 765 .«nesinde Gönde Şa­pur hastahanesinin başhekimi olan Gewargis bar Bohtişo (Corces bar Bahtişu) ile müşavere etti, onu Bağdad'a davet etti. Bahtişu ailesi, Bağdad'-da üç asır kadar kaldı. Halifeler, kendi hekimlik­lerini ve hususî kâtipliklerini bunlara tevdi ettiler.

Gönde Şapur mektebinde bu aileden başka, tıp ve felsefe ile meşgul olan ve tercümanlık ya­pan, daha pek çok aile vardır. Bunlardan iyi tanı­dığımız, dokuzuncu asır başlarında Bağdad'a mu-hacsret etmiş olan Johana bar Masavih olup ora­da bir Jıastahane tesis etmiş ve Halife Me'mun'un emriyle bir de, mütercimler mektebi olan «Bey-tü'l-Hikme»yİ kurmuştur.

Halife Mütevekkil, bu mektebi ıslah etmiş, ye-nileştirmiş ve Huneyn'i onun reisliğine tayin et­miştir.

İşte bu mektep, o devirde, yabancı kültür İsti­lâsının da merkezi oldu. Yunanca, Hintçe; ve tb-ranica'den, itikadı yıpratıcı ne kadar eser varsa tercüme edildi. Bunların tesiriyle de Mutezile, Mürcie, Kaderiyye, İbrahiyye, Batıniyye gibi sapık telakkiler kuvvetlendi ve yayıldı.

İşte, bu yabancı kültürlerin İslâm'ı yıkma gayretleri karşısında, İslâm'ın tertemiz inanç te­mellerini ortaya koymak lüzumu hissedilmiş, ve Akaid İlmi doğmuştur. [12]

 

AKAİD İLMİNİN İLK MÜMESSİLLERİNDEN BAZILARI

 

İmam Azam Ebu Hanîfe

 

Ebu Hanîfe Nu'man İbnü Sabit, H. 80 (m. 699) senesinde Küfe'de doğmuş; tahsilini Medine, Basra ve Kûfe'da Ebu Amr Âmir eş-Şa'bî (720) ve sonra Hammad İbnü Süleyman'ın (737) yanla­rında yapmıştır.

Fıkıh ilminden evvel kendini Akaid bahisleri­ne ve kelâm mücadelelerine vermiş, mübehaselerda temayüz etmişti.

Kendi ifadesine göre, yirmi defadan fazla Bas­ra'ya gidip gelmiş, orada Haricîlerin İbadiyye, Sufriyye ve diğer şubelerine mensup sapıklarla ve Haşeviyye mümessilleriyle münakaşalarda bulun­muştur.[13]

Ebu Hanîfe, Fıkıh'da; ibadet, muamelât, hu­kuk ve ceza sistemlerinde Hanefîlerin imamıdır. Amelde mezhep sahibi dört büyük imamdan birin­cisidir ve bu yüzden «İmam Azam» unvanını al­mıştır.

Ebu Hanîfs Akaid'de de Ehl-i Sünnetin ilk İmamıdır. Sonraki Akaid âlimlerinden pek çoğu, Akaid'de mezhep sahibi olan İmam Mütûrîdî ve İmam Tahavî dahi onun yolunu takip etmişlerdir.

Mâveraünnehİr uleması ve bunlardan bilhassa Ebu Mansur Mâtüridî, onun Akaİd'dekİ yolunu da­ha ilerletmiş ve yaymışlardır. Mâtürîdî, onun koy­duğu esasları ve müdafaa usulünü sistemi eştirmiş olduğu İçin Hanefîlere, itikadda «Mâtürîdî» denil­mektedir.

imam Azam, bütün içtihatlarında çok dikkat­li ve keskin görüş sahibidir. Delillerinde, ekseriya kitab'a (Kur'an)  dayanır.

îslâm âleminde, yukarıda temas edibn, sapık fikirlerin ileri sürüldüğü sıradadır ki; Ebu Hanî­fe, bütün bu muhtelif mezhep erbabına karşı Ehl-i Sünnet'i müdafaa ve bilhassa Kadenyye ve Ceh-miyye'i red ve İslâm Akaidi'nln esaslarını ilân ve izah İçin «El-Fıkhu'1-Ekber» adh eserini yazmış­tır. Onun, Akaid bahsinde güttüğü yolu en iyi gös­teren eseri, bu Fıkh-ı Ekber risalesidir.

Yine; «istitâat (insan gücü), insanın fiili ile beraberdir» fikrini savunmak ,hayır ve şer, kaza vs kader meselelerini açıklamak için «El-Fikhu'l-Ebsat» risalesini; İman ve küfür, irca' ve vaîd me­selelerini izah için «Osman-ı Bııstîye» risalesini; Akaid ve feraizi hudutlarıyla beyan için «Vasiyet-İ Nükirrfi» risalesini; ve halk arasında çıkan muh­telif meseleler hakkında Ehl-i Sünnst akidesini göstermek için de, soru cevap şeklinde «El-Alim ve'1-Mtiteallim» risalesini yazmıştır.

Ebu Hanîfe, İslâm esaslarına sımsıkı bağlı rey ve kanaatleri dolayısıyla îslâm düşmanlarının hü­cumuna uğramıştır. Bu hücumlar karşısında o, sa-decs İslâm'ın esaslarına sadık kalmış ve din düş­manlarıyla Allah (C.C.)'m rızasına uygun bir mücadele vapmıstır.

İnsanları Hakka davet eden büyük mücahit-, ler, önce  çevrelerinin anlayışsızlığına, sonra  Hak ve din düşmanlarının fikrî ve fiilî tecavüzlerine maruz kalırlar. Hakkı ikame etmek vazifesi olan devletin de Hak düşmanları tarafından ele geçi­rildiği hallerde, devlet, zulmün bir âleti olur. Ta­rihte bunun sayısız misalleri mevcuttur.

İmam Azam Ebu Hanife de, dini uğrunda, eziyetlerin en şiddetlisine maruz kalmıştır.

Allah  (C,C.)  ondan razı olsun. [14]

 

Ebu Mansur Matürıdî

 

Muhteşem İslâm binasının temelbrine her türlü taarruzun yapıldığı bir devirde İslâm'ı Al­lah' (C.C,) m emrettiği şekilde ilân ve izah eden müstesna ve mücahid âlimlerdendir.

îmam Mâtürîdînin çalışmaları, İslâm'a ya­bancı, kâfirâne telâkkilerin dina sokulmak isten­diği bir devirde olmuştur. İslâm'a karşı kâfirlerin taarruzları çeşitli şekillerde olmuştur. İslâm ha­yat düzeninin ve telâkkilerinin temelini teşkil eden İslâm Akidesi, har devirde kâfirlerin taarru­zuna uğramıştır. Bu ^taarruzlar, kendilerini ilmî, ahlâkî, felsefî ve mistik perdeler arkasına sakla­mışlardır. Fakat, tarih boyunca bu taarruzların gayesi, sadece, İslâmiyeti yok etmek olmuştur. Müslümanlar arasında ayrılmalara sebep olan iti-kad fırkaları da, kâfirlerin psikolojik vs kültürel tecavüzlerinin bir şekildir.

İmam Mâtürîdî'nin çalışmaları ve eserleri, bu tecavüzlerin tam bir cevabıdır.

İmam Mâtürîdî, Semerkant'da Mâ^ürîd deni­len bir mahallede dünyaya gelmiş, H. 333 (M. 944) tarihinde yine Semerkant'da vefat etmiştir.

Hocaları; Ebu Bekr Ahmed el-Cürcanî, Ebu Nasr el-İyaz'dır.

İlmindeki genişlik ve kudretle, İlm-İ Tevhid'-deki dirayet ve faziletiyle temayüz etmiş, bütün Ehl-i Sünnet'in itimadını kazanmış Ve «Imanıü'l-Mütckcllimîn» (Kelâmcılârm İmamı) unvanını hakkıyla almıştır.

Allah  (C.C.)  ondan razı olsun. [15]

 

Ömer Nesefî

 

Akaid'de, İmam Mâtürîdî'nin yolunu takip edenlerin en meşhurlarından birisi, İbnü Muham-med Ebu Haf.s Ncemüddin Ömer En-Nesefî'dir. Ömer Nesefî, Hicrî 461 tarihinde Nessfde doğmuş, 537 tarihimle Somerkant'da vefat etmiştir.

Ömer Nesefî, çok meşhur bir Hanefi fakîhidir. Tefsir, Hadis, Kelâm, Fıkıh» Usulü Fıkıh, Belagat ve Tarih ilimîerinds büyük bir ihtisası vardı. Fı­kıh ilmini Ebıı'l Yiter Muhammed Pezdevî'den oku­muştur. Malûmatının çokluğundan ve ilminin her tarafa yayılmacından dolayı, Ömer Nesefî'ye, KMüftî'r.-S'Jtalcyn» (İns ve Cİnnin müftisi) unva­nı verilmiştir.

Rivayete göre, yüze yakın eseri vardır. Eser-Urinden bazıları şunlardır: «Et-Tcysîr fi't-Tcfsir», «ICI-Miımzîiınc»; hadise ve fıkıha dairdir. «Kitabü'l-McvAkît», «Tılbctü't-Talo.bc»; fıkıh ıstılahlarına dairdir. «Tarih-u Buhara», «Kitabu'1-Kand fî ule-nıâi .Sctnerknnd» ve yirmi ciltlik «El-îş'âr bi'l-Muhtari mine'l-Eş'âr».

Eserlerinin en meşhurlanndan birisi de «Aka-!d» risalesidir. Bu eser, İslâm kültür müesseselerinin müstesna bir metni olmuştur. Osmanlı med­reselerinde ve İslâm âleminin muhtelif yerlerinde d rs kitabı olarak okutulmuş, gerçek bir İslâm kla­siğidir. Halen El-Ezher üniversitesinde «Ilmü Ke­lâm» kitabı olarak okutulmaktadır.

incelememizin esasım, Ömer Nesefi'nin bu «Akaid» risalesi teşkil etmektedir. Risale, yeni bir tertibe konulmuş, Nesefî'nin risalesinden alınan kısımlar «italik» harflerle yazılarak diğer şerh ve İzahlardan ayrılmıştır. Teftazânî'nin şerhinden de kısmen istifade edilmekle beraber, çoğu şerh ve izahlar, İslâm kültürünün diğer muteber kaynak­larına müracaat edilerek yeniden yapılmıştır. [16]

 

BİRİNCİ  BÖLÜM

 

İSLAMIN VARLIK TELÂKKİSİ

 

İslâm'da Kainat Gerçeği

 

«İslâm'a göre, eşyanın varhğı bîr realitedir. Ve ilim, bu eşya reali­tesine nüfuz eder.»

Bu hüküm, beşer aklım daima msşgul eden şu iki ana meseleyi hallediyor:

A) İçinde yaşadığımız şu dünya ve eşya, ger­çekten var mıdır? Kâinatın varlığı, bir hakikat mı­dır? Dînin temel akidesi olan, «Allah'ın varlığı» prensibi, gaybe inanış demektir. İnancımız; «gözü­müzle görmediğimiz gerçeklerin varlığını kabul» esasına dayanmaktadır. Allah, Melek, Ahiret inançları, gözle görülmeyen gerçeklerin kabulü de­mektir. Bu inanç; maddeyi, kâinatı ve hayatı nor­mal olarak tetkik eden insanın kabulüdür. Kur'-an'da bunun misallerini görürüz. Hz. İbrahim'in; güneşin, ayın vs yıldızların hareketlerine bakıp, her birinin gözden kaybolduğunu görünce; rol an, kaybolan ve Fonu olan şeylerin yaratıcı olmayıp, yaradık olduklarını idrak etmesi ve. ezelî, ebedî, kâinatın yaratıcısı olan Allah'a iman etmesi, kâi­nat gerçeğinden îmana vasıl oluşun açık örnnîtidîr. İslâm'ın tavpiy? ettiği iman: kâinat varlığının tet­kiki ve müşahedesi neticesinde fertte hasıl olan imandır.

«Şüphesiz, pöklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıtıp taşıy)an o gemilerde Allahın yukarıdan indirip onunla yer yüzünü, ölümünden sonra-dirilıtiği suda, deprenen her hayvanı orada üretip yaymasında, gökle yer arasında (Hakkın emrine) bo­yun eğmiş olan rüzgârları ve buluüarı evirip çevirme­sinde, aklı ile düşünen bir kavm için nice âyet (ve alâ­met) ler vardır.»  [17]

«De ki: «Göklerde ve yerde neler var, bakın.» t Fa­kat) bunca âyetler (ibretler), inzarfar, iman etmeye­cekler güruhuna fayda vermez.»[18]

 

Kâinat Ve Tâbi Olduğu Nizam

 

Müşahede edilen ve edilmeyen kısımları ile, kâinatın varlığı, bir nizam içinde devam eder. İn­san, ilk bakışta, etrafını çevreleyen canlı varlık ve madde dünyasında bazı tesbitlerde bulunur. Gü­neş, güneş sisteminin kuruluşundan beri aynı ha­reketi tekrar etmektedir. Daima gündüzleri gece­ler takip etmekte ve bu hal aksamadan devam etmektedir. Mevsimler, aynı intizam içinde birbir­lerini kovalamaktadır. Her mevsim, kendine marb sus. şartlan da beraberinde getirmektedir.

Kâinat ve insan, değişmeyen bir kanuna ta­bidirler ki, bu kanun; «yaratılma, devam etme ve yokolm;}» kanunudur.

Canlı varlıklardan insan; ideolojik bir yapıya da sahip olduğu için, biyolojik hayatının bitmesi­ne rağmen yeni bir hayatın namzedidir. Bu ha­yat, biyolojik hayatın devamı esnasında yapılan davranışların tam bir muhakemesinin yapılmasın­dan sonra kat'î şeklini alır.

Şu hald?, madde ve canlı varlık — insan biyolojik yapısı dahil— yaratılma, devam etme ve yok edilme geçitlerinden geçer. Maddenin ve canlı varlığın uyduğu iik kanun budur.

Ayrıca insan, canlı varlık ve madde âleminde de bir intizam görür. Gece, gündüzü takip etmek­tedir. Mevsimler birbirini kovalamaktadır. Dünya ve güneşin kendilerine mahsus hareketleri, dur­maksızın devam etmektedir. Canlı varlık için ha­yat bitince, canlının organizmasını teşkil eden var­tan cansız varlık doğmaktadır. Madde ise, ilmin izah edemediği bir şekilde, canlı varlığın dokusu­nu teşkil etmektedir. Böylece, canlı varlıktan mad­deye, maddeden canlı varlığa gidiş ve dönüşlsr, tam bir intizam içinde tekrarlantp durmaktadır.

Madde ve canlı varlık, hareketlerinde tam bir intizam göstermektedir. Gündüz ve gece, dünya­nın, kendi etrafında dönüşünün neticeleri olarak vücut bulmaktadır. Mevsimler, dünyanın, güneş etrafında dönmesinin sonucu olmaktadır. Dünya, binlerce seneden beri güneşe, intizamlı bir şekilde yaklaşıyor ve uzaklaşıyor; güneş sistemini meyda­na getiren diğer gezegenler de aynı hareketleri yapıyorlar. Kendilerinin ve sistemlerinin merkezi etrafında dönüyorlar. Bu dönüşler, bazı küreler üzerinde yaşayan canlılarda hayatî tesirler mey­dana getiriyor.

Hülâsa; kâinatta seyyarelerin haraketi, canlı varlığın maddeye; maddenin canlı varlığa dönüş­mesi, kâinatın büyük bir İntizam içinde hareket ettiğini gösterir.[19]

 

Kainat Hakkinda Yanlış Telâkkiler

 

İmana vasıl oluş, hayat ve kâinat gerçeğini tetkik etmeğe bağlıdır. Eğer «kâinat bir gerçek değildir» denirse; imana vasıl oluşun birinci ve te­mel basamağı kaybolur. Görünen realiteyi kabul etmeyen düşünüş, müşahede edilemeyen gerçeği kabul edemez. İlmin mevzuu olan eşya inkâr edi­lirse, ilim inkâr edilir; ilim inkâr edilince de iman yıkılır.

Eşya realitesinin inkârı, Yunan Felssfesinds temellerini bulur:

Heraklit, eşyanın varlık şeklindeki tasavvuru­nu yanlış addeder. Zenon'a göre ise, hiç bir şey yoktur. Eşya gerçeğinin inkârı, eski Yunan'dan zamanımıza kadar intikal etmiştir.

Birinci mesele ise, eşya gerçeğinin insan ta­rafından bilinip bilinemeyeceğidir.

«Eşyanın var olduğunu veya mevcut olmadı­ğını anlayamayız» diyenler, Septiklerdir. Bunlar, eşyanın mevcudiyetinin, insan tarafından idrak edilemiyeceğini iddia ederler. Bir kısmı, «eşyanın varlığı, insanın tasavvuruna bağlıdır» derken; di­ğer kısmı, eşya realitesini ne tasdik, ne .de inkâr ederler.

Dünya tarihinin başlangıcından beri, insan­lar, kâinatı izaha teşebbüs etmişlerdir.

Kâinatı rasyonel izahın ilk denemeleri, Yü-nan'da başlar. Hind, İran ve Mısır telâkkileri, Yunan felsefî düşüncesine değişik nisbette tesir eder ve Yunan'da kâinatı izah denemesi başlar. Yunan felsefesi, kâinatın izahında, bir «İlk Sebep» ara­maya koyulur. Böylece, kâinatın ilk sebebi olarak «îde», «Madde», «İrade» gibi mefhumlar gösteri­lir. Bu durum, bütün felsefî münakaşaların teme­lini teşkil eder. Felsefe, kâinattan ayrı bir varlığa malik, kadir ve fail olan Allah telâkkisini redde­derek, kâinatı bir ilk prensiple izaha çalışır. Bu izah, monist bir karakter alınca, kâinatı fikir ve­ya madde ile izahın garipliklerine düşülür.

Felsefe sahasındaki bütün kavgalar, bu nok­tada düğümlenir. Kâinatı birusebebe irca temayü­lü, materyalistler ve ruhçular arasında kavga ha­line gelir.

Ruhçu görüş, kâinatın maddî varlığını bir ha­yal olarak kabul eder. Görülsn ve var olan kâina­tı, İde'nin gölgesi diye vehmeder. Ruhçu görüş, realiteyi hayal olarak vasıflandırır.

Sistemli İfadesini Platon'da bulan bu görüş, orta çağlarda «Yeni Eflatunculuk» şeklinde yaşar. Onsekizinci asırdan zamanımıza kadar bazı filo­zoflarda, bu görüşü ihya gayreti görülür.

Aynı görüş, îslâm âleminde de ihtilâflara yol açan bir şskil alır. Ruhçu Panteizm, Batınî telâk­kilerin kâinat görüşü şeklinde belirir. Yeni Eflâtuncu görüşler Farabî, îbn Sîna, îbn Rüşd ka-naliyle, Aristo'nun şerhleri ve Kabbala'mn tesir­lerini muhtevi olarak etkilerini artırır.

Bu telâkkiler, başka bir kanaldan da müessir olmakta devam edsrler. Bu saha, mistisizmedir. Bazı mistiklere izafe edilen eserlerde, İdealist ve­ya Materyalist Panteizm, en sarih şeklini alır. Böy-

lece, İslâmi bir maske altında saklanan falsefe te­lâkkileri, tahribatlarına devam ederler.

Bu tahribata karşı, İslâm âleminin muhtelif yerlerinde, devir devir reaksiyonlar zuhur eder. is­lâm'ın bulandırılmadan yaşanmasını temin gaye­sini güdsn bu cereyanlar, «Ehl-i Sünnet» reaksi­yonlarıdır.

Kâinatın «İde» ile izahının karşısında, felse­fe sahasında, materyalizm boy gösterir. Materya­lizm, kâinatı vücuda getiren ilk sebebin, madde olduğu kanaatindedir. «Madde, kendi kendine vü­cut vermektedir» derler. Bu hal ise açık bir hata­dır.

Akıl, bir eserin, kendi dışında bir sebep neti­cesinde doğduğunu kabul eder. Bir netice, kendini doğuran bir sebebin mahsulü olabilir. Bir sebe­bin, kendi kendini doğurması mümkün değildir. Yani yağmur, kendiliğinden yağmaz. Güneş, ken­diliğinden ışık vermez. Organizma kendiliğinden hareket etmez. Cisim, kendiliğinden harekete geç­mez.

Fiziğin ilk prensiplerinden biri, bir cismin ha­rekete geçmesi için, bu cisme dıştan bir kuvvetin tatbik edilmesi gerektiğidir. Kâinat ise, çok kü­çük ve çok büyük parçacıkları ile, tam ahenkli bir hareket içindedir. Bu duruma göre; bir canlı varlığın veya maddenin hayatını temin eden ha­reket, kâinat manzumesinin dışında bir kuvvete zarurî olarak muhtaçtır. Bu kuvvet, madde veya onun türevleri olamaz. Zira madde, hareket için, kendi dışında bir kuvvete muhtaçtır. Kuvvet mev-zuunun, kuvvetin ilk kaynağı olması muhaldir.

Şu hale göre; hareket için kendi dışında bir kuvvete muhtaç olan madde, kâinatın ilk prensibi olamaz. Kâinat, kuvvetin tatbik edildiği ve tahrik edildiği muazzam bir makineye benzer. Kâinatı harekete geçiren ve onu bir arada tutan dışında bir kuvvete muhtaçtır.

Madde, ne kendini yaratmaya, ne de yok et­meye muktedir değildir. Maddenin, tahayyül öte­si küçük parçacıklarını bir arada tutan ve hare­ketlendiren kudrete, madde boyun eğmiştir.

Materyalistler, maddeyi tam bir tahlile tâbi tutmadıklarından, onu kâinatın ilk sebebi zan­nettiler. Materyalizmin tarihi, şunu isbat!ar: Materyalizm, ilmin değil; vehmin eseridir. Mad­de hakkında tam bir bilginin hasıl olmasına im­kân olmayan devirlerden beri materyalizm var­dır. En basit müşahede ve deney usullerinin bili­nebildiği ilk çağlarda materyalizm, hiç bir ilmî temele dayanmıyordu. Materyalizm, sadece, ma­teryalist filozofların zihin çarpıklıklarının va in­san zaafının bir mticesi olarak mevcut olabildi.

Avrupa'da, Hıristiyanlığın kurduğu ve da­yandığı ruhçuluk yıkılınca; rnhçuluğun ikiz ve negatif kardeşi olan materyalizm hortladı. Ve bir ilim kılığına girmeyi becerebildi.

İlimlerin metodu olan,, kâinat ve hayat ka­nunları hakkında toplu ve sistemli bir fikir de­mek olan felsefede ruhçuluk yıkılınca; Avrupa'da başka bîr sistem bulunmadığından, materyalizm liderliğe geçti. Böylece, ilimlerin metodu, hayat ve kâinatın izahı materyalistleşti.

îslâm dünyasında ise; saadet zamanının îslâm düşünce ve hayatı, uzun darbslerin sonunda kuvvetten düşmüştü. Hıristiyan, Yahudi ve müş­rik kuvvetlerin,    asırlardan beri yaptıkları    dinî, fikrî ve askerî hücumların aracılığı İle çökmeye başlayan İslâm düşüncesi; ilimlere metod, kâinat ve Imyafcı izah, insanlığa fikrî ve manevî lidsrlik vasıflarında durgunluk ve hareketsizlik çağına gelmişti. Bu sebepten, ne kendisini ne Avrupa'yı, ne de dünyayı kurtarmak hizmetini deruhte ede­meyecek halde bulunuyordu.

Hulhukf, elde tahriften âzâde bir kitap bulu­nuyordu. İnsanlığın kurtuluş yolunun tek orijini dlan bu kitabın, yeniden hayatı yorumlaması bek­leniyordu. Ne yazık ki, Osmanlı Devlet Teşkilâtı ile b^ıabor bütün küitür müesseseleri, bunu başarabilecek takatten düşmüşlerdi.

Gaye yönünden vuzuhunu kaybeden tefekkü­rümüz, vasıtaları bakımından da eksikti. Kâinat ve hayatı iznha, kâinatın kuvvetlerini ulvî gayesi­ne vn.sıtn yapmaya-yönelmesi gereken düşünce, he­defini  kaybetmişti.

Ayrıca, mücerret akılcılık, diğer ilim kaynak ve mo'oîllnrını tasfiye etmişti.

Bu şartlar altında, Osmanlı İdeoîojisPnin, Av­rupa'ya ve dünyaya rehherlik etmek imkânı kalmiyordu. Burum neticeni olarak; kâinat ve hayatı innh v? nnu zaptetmek ihtirası ila dolu Avrupa kuvvetleri tarafından yutulması  mukadderdi. Çünkü. Osmanlı İdeolojisi çökmüştü.

Felsefenin kıskacı altında, ruhçuluk ve maddecilik ifratları arasında, diînva bocalamaktadır. Bu iki fikrin ortak hatası, kâinatı ilk sebebe irca etmek gafletidir. Kâinatı Yoktan var Men, onu dsvam ettiren ve yok edecek oînn kudretin Allah olduğunu İdrak etmemekMr. Bütün bir dünvayı zindan haline getiren, iste bu iki sakat akîdedir. İşte, bu sapık telâkkiler karşısında İslâm bilgi esası eşyanın var ve onun mevcudiyetinin in­sanlar İçin bedahet dereessinde bilinen bir husus olduğunu ifade ediyor. [20]

 

İslâm'da Alem Telakkisi

 

«Âlem, bütün ktsımlarıyla son­radan yaratılmıştır. Âlem, yoktan varedilmiştir ve zamanı gelince yok olacaktır.,»

Kâinatın, kendi kendine var olduğuna inan­mak, yani maddenin öncesiz ve sonrasız olarak var olduğuna inanmak, küfürdür- Bu telâkki, maddeyî Allahlık sıfatlarını yakıştırmaktır. Eski Yunan ve zamanımız materyalistleri bu kanaat­tedirler.

Kâinatın ezelî ve ebedî bir varlık olduğunu iddia eden bu materyalist görüşler, hakikatle ça­tışma halindedir ve gerçek ilim tarafında n yalan­lanmaktadır.

islâm'a göre; kâinat, ne sübjektif ide (yani ferdin hayali); ne de objektif İde (yani İsandan önce mevcut olan ideler âlemi) değildir. Kâinat, objektif olarak varolan, sınırlı bir varlıktır. İnsan beyninin icat ettiği bir varlık değildir. İnsandan evvel ve İnsandan müstakil olarak vardır.

Kâinatta görülsn sonsuz intizam ve ahenk, ancak, sonsuz bir iradenin kudretiyle mümkün­dür. Kâinatın devamı için gerekli olan bu kud­ret, bir an verilmezse kâinat binası yıkılır. Aza­metle duran dağlar, taşlar, atılmış pamuk gibi olur. Güneş, ılığını    veremez olur. Sema,    kâğıt parçası gibi dürülür. Bu, kâinatın sonudur. Bu akıbet, bizim bilemediğimiz bir zamanda kâinatın yaratıcısı olan Allah'ın kudratiyle gerçekleşecek­tir.

Şu halde; kâinat, Allah (C.C.) tarafından ve yoktan varedilmiştir. Yine, Allah (C.C. ) tarafın­dan tayin edilmiş bir vakte kadar devam edecek­tir. Zamanı gelince kâinat binası yıkılacaktır.

«O halde âlem ayan ve arazdır.

Ayan; zatıyla kaim olan şeydir. Ya mürekkep olur ki, cisimdir. Ya­hut, cevher gibi, gayri mürekkep olur ki, bölünmez en küçük parçadır.

Araz; renkler, (kımıldama, dur­ma, birleşme ve ayrılmadan ibaret olan) kevnler, tadlar, kokular gibi kendi zatıyla kaim olmayan; cisim­lerde ve cevherlerde sonradan olan şeydir. [21]

 

İKİNCİ   BÖLÜM

 

İSLÂM'IN BİLGİ TELAKKİSİ

 

İslam'da Bilgi Kaynakları

 

«Yaratıklar için ilim kaynakla­rı üçtür :

1 — Selim Hisler (Beş duyu): Bunlar; işitmek, görmek, koklamak, tatmak dokunmaktır. Bu beş duyu, fonksiyonlarının icabettirdiğl hissi duyarlar.»

Hiss-i selim, bilginin kaynaklarından biri olarak zikredilmiştir. Bu husus, «islâm Bilgi Eşan­lamının, tecrübe ve müşahedeyi bir metod olarak kabul ettiğini gösterir. Bütün ilim dallarında, beş duyu vasıtasıyla kavranan gerçek, ilmin mevzuu­dur.

İnsanın ilk bilgi vasıtası, elbette duygu va-hayatı bu vasıtalarla bilebiliriz. Ancak, duygu va­sıtalarımızın duyarlığı, kâinatta normal yaşama­mızı temin edecek şekilde ayarlanmıştır.

Gözlerimiz, muayyen dalga boyundaki ışık demetini alabilmekte ve dünya, bize berrak ha­liyle görülmektedir. Eğer bu ayar bozulmuş ol­saydı, meselâ enfraruj ışınlarını alabilseydik, dün­ya acaîp bir bombelik İçinde gözükecekti.

Kulağımız da, muayyen frekanstaki sesleri alabilir. Bu hududun alt ve üstündeki sesleri du-yamayız.

Duygu vasıtalarımızdan olan cildimiz için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Beyaz ışığı vücudumuz hissedebilmekte, fakat kozmik şualar vücudu baş­tan başa geçtikleri halde onlan hissedememekte-yiz.

Misâlleri çoğaltmak mümkündür. Şu halde, duygu organlarımızın duyarlık derecesi mahdut­tur. Tıpkı bir makinenin taşıyabileceği yükün, bir telin geçirebileceği elektrik yükünün mahdut olduğu gibi.

Buna göre, duygu organlarımızla alınabile­cek bilgiler de mahdut, ciacaktır. [22]

 

Akıl Nedir?

 

2 — Akıl: Akıl ile ilk bakışta hasıl elan bügi zarurî bilgidir. Bir şeyin tamamının, parçasından bü­yük olduğunu bilmek gibi. İstidlâlen sabit olan ilim ise, Iktisabîdir.

Akıl, insanı öteki canlı varlıklardan ayıran özellikbrin en Önemlilerinden birisidir. Akim ma­hiyetini bilemsyiz. Ancak, onun yaşayışımızdaki tesirlerini bilebiliriz. Bu bakımdan, aklın tarifi konusunda ihtilâflar vardır:

Filozoflara göre, «akıl latif bir cevherdir. Bil­gilerimizin doğru veya yanlış clduklan, bu cev­herle ayirdedilir.» Fakat, bu tarif doğru değildir. Çünkü; eğer akıl cevher olsa idi, onun kendi ba­şına ve akim sahibi olan insan mevcut olmadan da, var olması gerekirdi. Böylece bir durum ise, ba­tıldır.

Bazıları da; «Akim mânâsı ilimdir. Araların­da fark yoktur. Meselâ; V.u şey biliniyor' demekle,

şu şey akla uygundur demek aynıdır» demişler­dir.

Hakikatte, bu fikir de yanlıştır. Zira Allah (C.C.), ilim ile vasıflanabilir, ama Allah'a akıl sı­fatı verilemez. Yani, Allah'a, âlim denilebilir; fa­kat âkil denilemez. Bazı kereler aklın ilim mânâ­sında kullanılması umuma teşmil edilemez.

Bazı alimler de,  aklı şöyle tarif etmişlerdir:

«Akıl, insanda bulunması gerekli olan bir kuv­vettir, însan bu kudretle eşyayı idrak eder. Kendi­sinde bu kuvvet mevcut olduğu için de, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmek, insan üzerine bir va­zife olur.»

Şeyh Pezdevî, îmam Bakıllanî, Şemsü'1-Eim-mc ve bilumum Eş'arî âlimlerinin, akıl hakkında­ki görüşleri İse şudur:

Akıl bir nurdur. Bu nur İle, hakikate varma­nın yolu, din ve dünya meseleleri aydınlığa kavu­şur. Göz, nasıl, görülen şeyleri ışık sayesinde id­rak edebiliyorsa; insanın kalbi de, aklın nuru ile idrak eder.

Bir insanda aklın mevcut olup olmadığı, iyi ve kötü olan şeylerden birini seçmesi ile belli olur. Şöyle ki: İnsan neticesi iyi olacak bir işi yapar; sonu kötüye varacak bir işi de terkeder. Bir işi yn-pmak veya terketmek ise, iki maksatla olur. Cînyc. ya hayır, menfaat ve iyi netice elde etmek­tir; yahut da, hayvanlarda olduğu gibi, herhangi haklı bir sebep yoktur. Akıl ise, hayrı, faydalı ola­nı ve iyi akıbeti seçer. Buradan çıkaracağımız ne­tice şudur ki; yapılan işin hayır ve iyi netic? üze­rine bina edilmiş olması, bu işi yapan kimsede ak­lın mevcut olduğunu gösterir.

Akıl, insanın yaratılışında  bilfiil mevcut değildir. Yeni doğan çocuk, mutlak mânâda akla sa­hip olmadığı gibi, akıllı hareketlerde de bulun­maz. Nitekim şu âyet-i kerims bu hükmü doğru­lamaktadır:

«Allah, sizi analarınızın karnından, kendiniz hiç bir şey bilmiyorken çıkardı. Size şükredesiniz diye kulaklar, gözler, gönüller verdi. Tâ ki şükredesi­niz.»[23]

Fakat, çocukta aklın mevcudiyetine istidat vardır. Bu istidada «lîilkııvve akıl», veya «tabiî akıl» denir. Akıl insanda azar azar ve yavaş yavaş ortaya çıkarak mükemmel hale gelir. Buna da «müstefâd», yani «kâmil akıl» adı verilir. İnsan­daki akıl, kemal derecesin çıkmazdan evvel, ek­siktir. Nitekim, çocuklardaki akıl böyledir. Akıl, zamanla gelişir ve meydana çıkar. Akıl, herkeste eşit seviyede olmayıp, kiminde az, kiminde İse bi­raz daha fazla olarak yaratılmıştır. Zamanla ge-îiş:n bu aklın bölümlerinin, nasıl ve ne zaman mükemmel hale geldiğini bilebilmek zordur. İn­sanoğlunun bilgisi, bunu anlamaya kâfi gelmez. Aklın hakikatini ve kemal derecesini ancak Allah (C.C.) bilir. Cenâb-i Hak, bizim bu husustaki bil­gimizi kolaylaştırmak için, akim zahirî sebebi olan bulûğ çağına gelmeyi, aklın mükemmel hale geldiğinin İşareti olarak bildirmiştir. Dinin emir ve yasaklarına uyma mecburiyeti de, âkıl-bâllğ olanlar için konulmuştur. Gerçekten de, ak­lın gelişmesi bulûğ çağında olmaktadır. Çünkü, nefsin kuvvetleri ve bu arada akıl, insan bünye-r.inin olgunlaşması ile beraber mükemmel hale gelirler. [24]

 

Aklın Mahalli Nedir?

 

Aktın nerede bulunduğu meselesinde de çe­şitli fikirler ortaya atılmıştır:

Âlimlerden bazılarına göre; akıl, dimağda; aklın nuru ise kalptedir. Gözle görülemeyen şey­leri idrak eden, işte bu aklın nurudur. Kamil akıt, sahibini, dünyada buhran ve rezillikten, ahirette ise pişmanlıktan kurtarır.

Bir kısım bilginler de; «Akıl, ruhların; ruh­lar da bedenlerin hayatıdır» derler.

Hz. Ali (R.A.), kendisine akim mahalli so­rulduğunda, filozofların tslakkilerinin tam aksine olarak şöyle demiştir: «Akim yeri kalptir. Ziyası İse dimağdadır.» İslâm âlimlerine göre, doğru olan da budur.

Şu da bilinmelidir ki; Allahü Teâlâ, melek­lere yalnızca akıl vermiş, şehvet vermemiştir. Hayvanlara da şehvet vermiş, akıl vermemiştir. İnsanlara ise hem akıl, hem de şehvet vermiş­tir. Bu sebeple, aklı şehvetine hâkim olan kim­se,- meleklerden daha üstündür. Şehveti aklına hâ­kim olan İnsan ise, hayvanlar mertebesinde, hat­ta onlardan daha aşağıdır. [25]

 

Akıl, Güzeli Ve Çirkini Bilebilir Mi?

 

Dinin emrsttlğl şeylerde bir güzellik; yasak ettiği şeylerde de bir çirkinlik sıfatının bulunma­sı gerekir. Aksini düşünmek, Allah'ın sıfatlarına aykırıdır. Zira, dinî hükümlerde emredici ve ya­saklayıcı olan, bizzat Allahü Tîâlâdır. Allah'ın, çirkini emretmesi, güzeli de yasak etmesi gibi bir durum düşünülemez.

Bir şeyin güzel veya çirkin olduğu hükmü, üç sebepten dolayı verilebilir:

1. Bir şey, insanın yaratılışına uygun ve hoş gelir., yahut insana nefret verir. Sevinç ve keder, acı ve tatlı, böyledirler.

2. Bir şey, ya mükemmeldir; veya noksandır, îlim ve cehalet gibi.

3. Bir şey, ya dünyada takdir    ile karşılanır ve ahirette sevap kazandırır, yahut da    dünyada kö'ü görülür ve ahirette de azaba sebep olur. îba-det etmek ve günah işlemek, böyledir.

Birinci» ve ikinci bölümlerde zikredilen güzel ve çirkin olan şeyler, aklî olup hilâfsız akıl İle bi-Hn:bilirler. Üçüncü kısmın akıl tarafından bili­nip bilinemeyeceği konusu ise akaid mezhepleri arasında tartışma sebebi olmuştur. Bu hususta­ki görüşler şunlardır: [26]

 

1 — Mûtezile'nin Görüşü :

 

Mutezileye göre, iyilik ve    kötülüğe,   hâkim olan, akıldır. Bir şeyin iyi mi, yoksa kötü mü ol­duğu, akıl ila bilinir. Bunun için nakle, yani ki­tap ve sünnet gibi dinî delillere lüzum yoktur. Al­lah'ın, iyiliği yaratması, aklen şarttır. Aklın yap­tığı şey güzel;    terkettiği şey de kötü    demektir. Akhn güzel gördüğü şeyler farz; çirkin    gördüğü şeyler ise haramdır.    Meselâ akıl;  Allah   (C.C.)'ı İlâh, nefsini de kul olarak bilmeyi; ihsanda bulu­nan kimseye teşekkür etmeyi; suda    boğulmakta veya ateşte  yanmakta    olan bir kimseyi kurtar­mayı güzel gördüğü için bütün bu fiiller farzdır. Bunların zıddı ise, aklen kötü   oldukları için ha­ramdırlar.

Bu raszhebe göre, dinî delillerin, bir şeyi farz kılma veya haram etme kudreti yoktur. Farz veya haram olma meselesinde, dinî deliller sadece bi­rer emaredirler. Çünkü, dinî delillere nesh (hükümden kaldırma) ve tebdil (hükmünü değiştir­me) arız olabilir. Akıl ise, bizzat ve her şeyi farz veya haranı kılar. Aklın koyduğu hükümlerde nech vs tebdil olamaz. Binaenaleyh, dinî deliller, farz ve haram olan şeyleri bildirmemiş olsalar bi­le akıl, noterin farz ve nelerin de haram olacağı­na hükmederdi. Bir şeyin farz veya haram olma keyfiyeti, dinî delillers dayanmaz. Farz kılma ve haram etme hususunda akıl, şerl delillerden üs­tündür.

Yine Mutezile; akhn idrak edemediği, hak­kında iyi veya kötü hükmü veremediği konularda biİ3 dinî delillerin hüküm vermesini kabul et­mezler. Bu sebepten, ahirette Allahü Teâlâ'nm görüleceği meselesini inkâr ederler. Halbuki, ahi­rette Allah'ın görüleceği hususunda âyst ve na­dirler vardır. Fakat akıl, Allahü Teâlâ'yı görme­yi kabul etmediği iğin Mutezile de, «Allah görülemez» demektedir. Bu hususta ileri sürdükleri aklî delil ds şudur:

«Görülen bir şeyin bir yönde ve bir mekânda, bîr cisim ve şekil olarak gö/ükmcsİ lâzımdır. Bunlar ise. Aliah'm vasıflarına aykırıdır. Dolayisiyle akıl, Allah'ın görüleceği meselesini kabul etmez.»

Mutezile, «günah» ve «küfür» gibi şevlerin. Allah'ın iradesi İle olacağını da kabul etmez. Bu gibi çirkinlikleri Allah'm İradesine izafe etmenin akıllı kimselerce kötü görülecsğini; dolayısı ile her şeyin Allah'ın .iradesi ile olacağı hakkında âyet, hadis ve dinî hüküm bulunmayacağını iddia ederler.

Aynı zamanda bunlar; bir İnsanın iman et­meye ve dinin hükümlerine uymaya mecbur olabilmesi İçin, -sadece akıllı olmasını şart koşarlar. Yani: «Fertle bu vazifeleri yükleyen, yalnız başı-na, fertte bulunan akılda-. Akıl, şer'î delillerden üstündür: İman ve teklif, akıl sahibi olanlara te­veccüh eder. Buna göre; bir kimse, büyük olsun, küçük olsun, eğer akıllı ise İman etmesi lâzım­dır. Bu hususta hiç bir mazeret kahul edilmez. Akıllı olan çocuğun da iman etmesi farzdır. Bir dağın başında yetişmiş, kendisine davet ulaşama­mış ve dinin sesini duymamış olan bir kimse, ak-'ı olduğu halde, iman etmeden Ölürse cehenneme gider. Çünkü bu kimsede, iman etmesini zorunlu kılacak olan akıl mevcuttur.» derler.

Aklı başlı başına bir delil, emir ve yasakların mucip sebebi olarak kabul srîen Mutezile, iddiala­rına delil olarak, Hz. İbrahim'in, babasına ve kav­mine karşı söylediklerini belirten şu âyet-i keri­meyi gösterir:

«Bir zaman İbrahim, atası Azere 'Sen putları Tan­rı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bîr sapıkhk içinde görüyorum' demişti.»[27]

Bu söz henüz Hz. İbrahim'e vahiy gelmeden söylenmişti. Akıl bir delil olmasa idi; İnsanlar Al­lah'ı bllmrmekte mazur sayılırlar ve sapık olmaz­lardı. Nitekim, yine Hz. İbrahim (A.S.), daha kendisine vahiy gelmeden Rabbmı buldu ve bildi.

Bir başka, âyette de; «Onlar, Allah'ın gökler­de ve yerdeki o muazzam mülkü saltanatına, Al­lah'ın yarattığı herhangi bîr şeye, belki ecelleri­nin yaklaşmış olduğuna da hiç    bakmadılar mı?»[28]

diye kâfirler azarlanmaktadır. Halbuki onlar, Allah'ı bilme meselesinde mazur olsalardı; Allah'ın mülkü saltanatına dikkat etmediklerinden dolayı azarlatımazlardı, tarzında fikir tayan ederler. [29]

 

2 — Eş'arîler'in Görüşü

 

Eşyanın güzel ve kötü olduğu, dinin delille­ri ile bilinir. Bir şey, emredildiğl için güzel; ve yasak edildiği için- çirkindir. Bu meselede, aklın hiç bir müdahalesi ve itibarı yoktur. Yani güzel­liği Ve çirkinliği bilmede, dinîn delilleri olmadan, akıl hiç bir işe yaramaz. Eşyanın farz veya haram kılınmasının mucip sebebi sadece şer'î delillerdir, akıl değil.

Eş'arüere göre; kentlisine dinin daveti ulaş­mayan bir kimse, iman etmeden öisî mazurdur. Yalnız, şirke inanmış olan, mazur olmaz. Esarîlerin, bu hususta delil olarak İleri sürdükleri âyet, şudur:

«...Biz. bîr resmi gonderinceye kadar (hiç bîr kim­seye ve kavme)  aznp ediciler deliliz.» [30]

Bu âyette, bir kavme    peygamber    gönderil­meden azap edilmeyeceği bildiriliyor. Üzerlerinden azap kalkan insanlardan, küfrün   hükmü de kal­kar. O irrnnlar, fıtratları olan İslam    üzere baki kalırlar. Kâfir değildirler.

Başka bir âyette ise,   Allahü Teâlâ şöyle bu­yurmaktadır:

Biz peygamberleri rahmet müjdeciler! ve azap habercileri olarak gönderdik. Tâ ki. peygamberlerden. sonra, insanların Allah'a karşı   (özür diye ileri süre­bilecekleri) bir bahaneleri olmasın.»[31]

Bu âyette de, insanların, resuller gelmazden önce, iman etmedikleri takdirde mazur sayılabi­lecekleri haber veriliyor. Eğer, Allah'a imanın mucip sebebi akıl olsaydı, peygamb2rler gönderil­meden önce de inanmayan insanları, Allah, mesut tutardı. [32]

 

3 — Mâtüridîlerin Görüşü

 

Mâtürîdîlere göre; akıl, dinin emir ve yasak­larına muhatap olma ehliyetini isbat için, mute­berdir. Zira, akıl olmadan dinin hükümleri an­laşılamaz. Dinin emir ve yasakları akla hitap eder.

Akıl, insana Verilmiş olan nimetlerin en bü­yüğüdür. İnsan, bu özelliği sebebiyle hayvanlar­dan ayrılır. Akıl, bütün mükevvenatın yaratıcısı Allahü Teâlâ'yı, din ve dünya meselelerini bilmek için bir vasıtadır. Allah'ı bilmak ise, bir mü'min için nimetlerin en büyüğüdür.

İnsanların akılları, Mûtezile'nin dediği gibi, herkese eşit olarak değil de, muhtelif olarak ve­rilmiştir.

Eşyanın bir kısmının güzel, bir kısmının çir­kin olması, ve fiillerin bir kırmimn fara, bir kıs­mının da haram olması, akıi vasıtasıyla bilinir. Mutezilenin iddia ettiği gibi, bunların farz v?ya haram olmasını icabettiren şey, akü değiidir. Akıl ancak, iyi-kötü, haram-helâli bilmek için bir va­sıtadır. Eşyayı güzel ve çirkin, fiilleri farz ve ha­ram kılan, Allah'dır.

Akıl, insanda başlı    başına hâkim    değildir. Bu sebeple, akıllı ve küçük bir çocuk, iman etmek-mükellcf olamaz.    B'akat, iman edecek olursa, imam muteberdir.

Akıl, ne tamamen muteberdir ve ne de ta­mamen itibarsızdır. Nitekim, akıllı fakat küçük olan bir çocuk, sadece aklı sebebiyle dinin emir ve yasaklarına uymak zorunda değildir. Ama aynı çocuk, İslâm'a veya küfre inansa, bu inancı sahih ve muteber olur.

İmam Azam Ebu Hanîfe ile İmam Mâtûrîdî, Allah'ı bilme hususunda   aklı delil kabul ederler:

«Hiç bir kimce,yaratanını bilmemede mazur sayı­lanın?. Zira yerler, gükler, diğer yaratıklar ve insanın yaratılışı gibi deliller; yaratıcı, kadir ve âlim bir var-Imm vücuduna delâlet etmekledir. Fakat bu kimse, dinî meseleleri bilmemekle mazurdur. Çünkü, dînî meseleleri bilmek, Allahu Teâlâ'nm bildirmesine bağlıdır.»

«Akıl ile nakil karşılaştığında akıl tercih ctlî-lir ve nakil tc'vîl edilir» sözü, nakil, müteşâbi-hat-ı zanniyeden olduğu zamandir. Aksi haleb akıl, nakil üzerine tercih edilemez. [33]

 

Netice

 

Dünya ve ahiret işlerinin selâmetle yürüme­di, cemiyetin nizam ve intizamının en güzel şe­kilde muhafaza-edilebilmesi için, şu bsş şeye dik­kat edilmelidir:

1 — Nefsi muhafaza.

2 — Nesli muhafaza.

3 — Malı muhafaza.

4 — Dîni  muhafaza.

5 — Aklı muhafaza.

Îmâm nazarında akıl, dinin temeli, yaratılış hikmetinin aslıdır. İslâm Dini, akl-ı selimin ne­ticesinden başka bir şey değildir. Bu hususta Hazreti _Ali,  (R.A.), şöyle buyurmuştur:

«Din akıldır; akıl da dindir. Eğer, akıl, dini anlamaktan âciz kalırsa; akıl değildir. Eger din, aki-ı selim dairesinden uzakliişırsa; din değildir.»

İdeolojik yapımızın esaslarından olan aklımız, hakikati bulmak ve değerlendirmeler yapmak için mükemmel bir vasıtadır. Ancak, sadece akıl ile, kâinatı ve hayatı tam izah imkânı mevcut de­ğildir.

Akıl, ideolojik yapının en mühim unsurların­dandır. Binlerce yıldan beri gelişen ilim ve felse­fe, kâinatı izahta tamamca çaresiz kalmışlardır.

İlim, eşya ve insansı fenomenlerini formüle etmeğe gayret eder. Her ilim, kendi sahasındaki muazzam ilerlemelerine rağmen, kâinatı izah va­zifesini felsefeye bırakmıştır. İlim şimdi, eşya ve hayatm uyduğu kanunları    bulmağa çalışmakta­dır.

Felsefe ise, hayat ve eşyanın izahını uzun za­mandan beri yapma gayretindedir. Fakat felsefe çalışmaları, kâinatı ve eşyayı izah hususunda, b'rhîrlnl nakzeden binlerce nazariye arasında bo­calamaktadır.

Müşahede vo muhakemenin en verimli çalişmaları, İnsan aklının bu uğurda harcanması, kâi­nat ve hnyatı izah hususunda insana hiç ümit vermemiştir.

Eger, felsefe ekolleri, kâinatın izahında birleşebilselerdi bu, akim da eksikliğinin bir işareti olurdu.    İnsan muhakemesinin    yüksek vs fakat zayıf şekilleri olan felsefî kanaatler, birbirini ya­lanlamakta yıkmaktadır. Bu hal ise; akim, tıp­kı duygularımız gibi, mahdut kabiliyetleri oldu­ğunu ortaya çıkarmaktadır. Akıl, bilgi kaynağı ol­mak bakımından müşahede vasıtalarımıza naza­ran büyük «kâinat ve hayatın doğru izahı» mese­lesi önünde ise küçük kalmaktadır.

Eğer, ideolojik yapımız, duygularımız ve aklı­mızda iktifa ederse, vehimlerden kurtulamaz. Zi­ra ideolojik yapının en mühim unsuru olan iman, kâinat ve hayatın tam izahı demektir. Bu izah ise, sadece duygularımız ve akılla yapılmaya çalı­şılırsa; vehim vehmi takip eder, vs ideolojik yapı karanlıklar içinde kalır,

İnsan, bütün ideolojik ve tabiî yapısını kur­taracak bir aydınlığa muhtaçtır. Beş duyumuzun ve aklımızın eksiklikleri karşısında bunalan var­lığımız, Allah'ın göndereceği habere muhtaçtır. Bu haber ise; insanlar arasından seçilmiş, insan ta­biatında ve fakat, Allah'ın haberini almaya isti­datlı olarak yaratılmış bir insan vasıtasıyla veri­lir. Bu ferdin, insanlığa tebliğ ettiği emirler, ya­saklar ve hayat düsturları, mutlak hakkın ifade­leridir.

3 — İlim kaynaklarının üçün­cüsü, Doğru Habefdir. Bu da iki çe­şittir :

A. Mütevatir Haber : Mütevatir haber; yalan üzerine ittifakları düşünülmeyen bir teplumun naklet­tiği haberdir. Bu haber çeşidi de, za­rurî olarak, bilgiyi icabettirir. Eski zamanlarda yaşamış   hükümdarlar ve uzak memleketler hakkındaki bu gibi.»

Tevatürün şartlan üçtür:

a) Sağlam bir hisse dayanmak: Haberi nak­ledenler, bu haberi beş duyudan biri vasıtasıyla kavramış olmalıdırlar. Bir efsanenin nakli, bir bil­gi nakli sayılmaz.

b) Nakledenler    arasında ittifak    bulunmak: Hz. İsa'nın katli haberi, bir tevatür olamaz. Zira, tam bir görüşe müstenit değildir, ve nakledenler arasında ihtilâf vardır.

c) Kat'î naslara aykırı olmamak:    Yahudile­rin dinlerinin ebedî kalacağı, ve Hz. İsa'nın kat­ledilmiş olduğuna dair  haberler, âyetlere  aykırı­dır:

«Hak din, Allah indinde İslâm'dır (müslümanhk-lır.) Kitap verilenler (başka suretle değil), ancak ken­dilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihîirasdnn dolayı, ihtilâfa düştü. Kim, Allah'ın âyetlerini İnkur ederse; şüphesiz ki, Allah, hesabı pek çabuk gören­dir.»[34]

«Ve: 'Biz, Allah'ın peygamberi, Meryem oğlu Me­sih İsa'yı öldürdük' demeleri sebebiyle (tlir ki, ken­dilerini rahmetimizden koğduk.) Halbuki onlar onu öldürmediler; onu asmadılar da. Fakat, (Öîdiuü'cn ve asılan adam) kendilerine (tsa) gibi gösterildi. Ha­kikaten (Isa ve onun katli) hakkında kendileri de ili-tiiâfa düştüler. (Bu noktada) kat'î bir şek ve şüphe içindedirler. Onların buna ait hiç bir bilgileri de yok­tur. Ancak, (kupkuru bir) zanna uymak (ladırlar). Onu yakinen öldürmemişlerdir.»[35]

Tevatürün şartlarını taşıyan bir haber de il­min kaynaklanndandır.

«B. Mucize ile rfsaleti sabit olan Resulün Haberi: Bu da, istidla­li ilmi meydana getirir. Resulün Ha­beri ile hasıl olan bilgi, kat'iyyet ve gerçeklik konusunda, tevatürle sabit olan bilgi gibidir.»

İslâm bilgi esaslarına göre bilgi kaynaklan, yukarıda zikredilenlerden ibarettir. İnsan duyu­larının tesbit ettiği vakalar üzerine, Resulün Ha-beri'ni kendine prensip etmiş aklın teksifi, ilmi meydana getirsn ve kuran üç kaynaktır.

Akıl, hasselerimizin tesbitlerini düşüncesinin mevzuu yapar ve Resulün Habsri'nin direktiflerine göre ilmini kurar.

Akıl, hissedilen âlemi beş duyu vasıtasıyla kavrar, tesbit edsr. Akü, bu tesbiti, Resulün Ha­beri ile mânâlandınr, değerlendirir.

İslâm bilgi esaslarının bu şekli, diğer bilgi nazariyelerinde kat'iyyen görülmez. Bilgi kaynağı olarak muhtelif esaslar sayılmıştır. Bazıları, mü­şahedeyi bilginin kaynağı olarak göstermişler; «müşahede edilmeyen hiç bir şey, gerçek değildir» demişlerdir. Bunlar, kaynak olarak, sadece mü­şahedeyi ve tecrübeyi kabul ettikleri gibi, İlim metodu olarak da yine müşahedeyi kabul etmiş­lerdir. Buna, «Tecrübî Metod» denir. On-dokuzun-cu yüzyılda hakim olan ve materyalisti ere e kabul edilen metod, budur.

Bazıları sa, sadsce aklı, bilginin kaynağı ola­rak kabul ederler. Bunlar, rasyonalistlerdir. Bunların ilim metodu, «Mantıkî Muhakeme»dir.

Dikkat edilirse; rasyonalizm de, pozitivizmde, ilim menbaını, ya akıl veya müşahede olarak ka­bul ederler. Halbuki, bu iki kaynak, tek başlarına gerçîği bulamazlar.

Ancak, beş duyunun kavradığı şeyleri tesbit eden ve bu tesbitleri Resulün Haberi ile değerlen­diren akıl, gerçeği bulabilir. [36]

 

Îlham, İlim Kaynaklarından Mıdır?

 

Bazıları, «Sadık haber, akıl ve beş duyu vası­tasıyla meydana gelen ilim, gerçek ilim değildir. Gerçek bilgi; ancak, ferdin, kendini, muayyen zahidâne hareketlerle aşması anında sezinlediği gerçektir. Bu yolun haricinde bilgi öğrenme im­kânı yoktur» derler. Eski Yunan'dan zamanımıza kadar, bu telâkki, ısrarla ileri sürülmüştür.

«islâm'a göre ilham; bir şeyin sıhhatini bilme sebeplerinden değil­dir.»

îlham, feyiz yoluyla kalbe bir mânanın ko­nulmasıdır. Mutasavvıflar ve Rafizîler, ilhamı bir ilim kaynağı olarak kabul ederler. Bu iddialarına delil olarak: «Sonra da, oba hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene M...» [37]âyeti­ni gösterirler.

Aslında, buradaki İlham, umumî mânada kul­lanılmış olup, «resuller ve kitaplar vasıtasıyla bil­dirme» demektir. [38]

 

ÜÇÜNCÜ  BÖLÜM

 

İMAN VE İMANIN ŞARTLARI

 

Birinci  Kısım

 

İman

 

İman Nedir?

 

«îman; Allah indinden gelen şeyleri kalp ile tasdik ve dil ile ik­rardır.»

İman, lügatta; «mutlak tasdik» mânâsmdadır. Habercinin haberine, veya hüküm verenin hükmü­ne, yani herhangi bir şeye hiç tereddüt etmeden, içten ve kssin olarak inanmak, onun doğru oldu­ğunu kabul etmektir.

İslâm ıstılahında ise iman; Allah'a, Hz. Mu-lıammed (S.A.V.)in Allah'ın kulu ve resulü oldu­ğuna, ve Onun, Allahü Teâlâ'dan alıp insanlara bildirdiği, kat'î delillerle bilinen şeylerin gerçek olduğuna yürekten vs kesin olarak inanmak, bun­ların hak ve gerçek olduklarını kalp ile kabul ve tasdik etmektir.

Her iki tariften de anlaşılacağı üzere, «ma'ri-fet», yani bir şeyi sadece bilmek, iman için kâfi değildir. Bilgi ils yetinmeyerek, onu kalben tas­dik etmek şarttır. Çünkü, «bilmek», herhangi bir şeyin, fert tarafından fiil haline getirilmeksizin, kişinin kalbinde bir anda belirivermesidir. Mese­lâ; aya bakar bakmaz, onun ay olduğunu billver-nıek; peygamberin mu'cizesini görünce o anda kalpte onun peygamberliğinin bilgisinin beliriver-mesi böyledir. «Tasdik» İse bir şeyi tercih edip yapmak neticesinde meydana gelir. İnanılması ge-rsken şeylere kesin olarak inanmak, onları İtiraf etmek, kabul etmek ve tam bir teslimiyetle bağ­lanmaktan ibarettir.

Bu -izahlardan anlaşılacağı üzere, «bilmek» ile «tasdik» arasında umumilik ve hususilik mü­nasebeti, vardır. Ma'rifet, tasdik'e nazaran daha şümullü ve daha gensldir. Tasdik ise daha özel-dir. Zira nice kâfirler vardır ki, Peygamberimizin doğruluğunu bildikleri halde mü'min sayılmazlar çünkü kalplerinde tasdik yoktur. Tasdik olmayın­ca itmi'nan olmaz; o da olmayınca insan mü'min sayılmaz. Bu ifadeleri, Kur'an-ı Kerim'in âyetleri de te'yit etmektedir:

«Kendilerine kitap verdiklerimiz, o peygamberi, öz oğullan gibi tanırlar. Öyle İken içlerinden bir gü­ruh, kendileri bilip durdukları halde, yine mutlaka hakkı gizlerler.»[39]

«Vaktâ ki, âyetlerimiz böyle parlak olarak onla-geldi: 'Bu, apaçık bir büyüdür' dediler. Vicdanları da bunlara tam bir kanaat hasıl ettiği halde, zulüm ve kibir ile yine bunları inkâr ettiler. Fesatçıların enca­mı, bak nice oldu.»[40]

îmanın lügat vs ıstılah mânâlarım dikkatle incelersek, aralarında, «tasdik» bakımından bir farkın olmadığını görürüz. Fakat, kapsadığı mev­zular ve imanın hakikati bakımından, aralarında genellik ve özellik farkı vardır. Meselâ; «Küfür ve zulüm iyidir» diye bir hüküm verilse ve bunu din­leyen bir kimse tasdik etss; dilcilere göre bu şa­hıs, küfür ve zulmün iyiliğine iman etmiş olur. Istılahta ise bu sözler, küfürdür. Çünkü, İslâm ıs­tılahına göre iman; Resulü Ekrem'in, Allahü Teâ-lâ'dan getirdiği kat'î olarak bilinen şeyleri tasdik etmektir. [41]

 

İmanın Çeşitleri

 

İslâm âlimlerim göre iman, «icmali» vo «taf­sili» olmak üzere iki kısma ayrılır. [42]

 

İcmali İman

 

İnanılması gereken şeylerin tümüne birden ve kısaca inanmaya «icmali İman» denir. Bu da «Kclimc-i Tcvhid» de ifadesini bulmaktadır. «Al-lalı (C.C.) tan başka ilâh olmadığına ve Ilazrcti Muhammcd (S.A.V.)iu Allah'ın Resulü okluğuna» tam bir teslimiyetle inanmaktan ibarettir. Nite­kim, İslâm'a yeni girmek isteğinde bulunan kim­seye, Peygamberimizin zamanından günümüze ka­dar, İslâm dini böyle telkin edilmiştir. Zaten, İs­lâm Dini'nde, mü'min sayılabilmsk için bankaca bir merasim de yoktur. [43]

 

Tafsili İman

 

İnanılması lâzım gelen şeylerin hepsine, çok açık ve tafsilâtlı bir şekilde inanmaya, «Taİsifî İman» adı verilir. İmanın geniş şekli olan tafsili iman, üç dereceye ayrılır:

Birinci Mertebe :

Hasreti Allah'a, Resulüne, bir de ahiret  gü­nüne iman etmektir. Burada icmali imana, «ahi-t   iman» da eklenmiş olduğu için, ondan daha  olmaktadır.

İkinci Mertebe:

«Amentü» de ifadesini bulan; «Allah'a, meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahi ret gü­nüne, Kadere, yani hayır ve şenin Allah'tan ol­duğuna, Öldükten sonra tekrar diriltilip Mahşere gönderilmeye» iman etmek ve beraberinde «Kelime-i Şahadet getirmekten ibarettir. Bu, birinci mertebeye nazaran daha mufassaldır. Bunlara «İmanın Şartlan» adı verilir. Peygamber Efendi­miz de, «İman nedir?» sualine, bu şekilde cevap vermiştir.[44]

Üçüncü Mertebe :

Kur'an-ı Kerim ve Hadis-î Şeriflerle, Resulü Ekrem Efendimizin Aliah'dan alıp tebliğ ettijn tevatürle sabit olan şeylerin hepsine, ayrı ayrı, Allah ve Resulünün istediği tarzda ve genişçe iman etmektir. Meselâ; namaz, oruç, zekât, hac, benzeri diğer emir ve yasaklan, helâli ,haramı; dinimizde ne varsa hepsini teferruatlı bir şekilde bilmek Ve tasdik etmektir. İmanın en geniş şekli budur. Bu tarz inanan bir kimse, Allah'ın çok sev­diği bir kuldur.[45]

 

Taklidi İman Sahih Midir?

 

Delil istemeden ve araştırma yapmadan inan­maya «Taklidi İman» denir. Bu şekilde inanan kimseye de, «Mukallid» adı verilir. Mukallid, ana­sından, babasından veya herhangi bir kimseden, iman edilmek şeyleri duyar ve inanır. Bu imanı ebebiyle sevap alır ve cennete gider. Fakat kâinata göklere ve yer yüzüne bakıp, onları tetkik dip   aklını kullanarak inanmayı    terkettıgınden dolayı günahkâr olur. Şayet, bu şekilde inanmaya gücü yetmiyorsa; o zaman, nazar ve istidlali terkettiği için günahkâr da olmaz. [46]

 

Kalp İle Tasdik, Dil İle İkrar

 

İmanı tarif ederken, kalp ile tasdik etmenin şart olduğunu belirtmiştik. Bir kimsenin mü'min olup olmadığını bilebilmemiz için de, onun, ina­nıp inanmadığını dili ile ikrar etmesi gerekir. Bir kimss, kalbinde tasdik olduğu halde, dili ile İkrar etmiyorsa, Allah indinde mü'mindir. Fakat, bile­medikleri için Müslümanlar nazarında kâfirdir. Ona, Müslümanlara yapılan muamele yapılmaz, îşte bu konuda mezhepler, çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Bu görüşlerin en mühimleri şunlar­dır: [47]

 

Kerrâmiyenin Görüşü

 

Korramiye mezhebine göre; iman, sadece dil ile ikrardan ibarettir, imanın rüknü bir tanedir, o da sadece dil ile ikrardır.

Halbuki; dili ile ikrar eden bir kimse kalp ile tasdik etmezse; insanlar arasında mü'mîn sa­yılır ve kendisine, dinin dünyaya ait hükümleri tatbik edilir. Mü'min olma haklarından istifade eder. Ölünce, Müslümanlar gibi namazı kılınır ve Müslüman mezarlığına gömülür. Fakat, bu kim­senin kalbinde tasdik olmadığı için, Allah indinde kâfirdir ve cennete    giremez.    Aslında bu münafıktır.

İddialarını ispat için Kerramiye, şunu ileri sürmektedir:

Resulü Ekrem Efendimizin, Onun ashabının ve daha sonrakilarin zamanında, bir kimse, Keli-me-i Şahadet'i dili ile söyleyince, onun Müslü­man olduğuna hükmedilir ve kalp ile tasdik edip etmediği araştırılmazdı.

Bu iddiaya şöyle cevap verilir:

Eğer bu iddia doğru olsa, münafıkların da Müslüman sayılmaları lâzım gelirdi. Çünkü on­lar da dil ile ikrar etmekt3dirler. Halbuki, müna­fıkların Müslüman olmadıkları bir gerçektir. Zi­ra kalplerinde tasdik yoktur. Nitekim, şu âyet-i kerime de buna işaret etmektedir:

«Onlardan ölen hiç bir kimseye ebediyyen dua etme. Kabrinin başında da durma. Çünkü onlar, Al­lah'ı ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular. Onlar fasık-lar olarak öldüler.»[48]

Gerçi, Resulü Ekrem ve Ondan sonrakiler, di­li ile ikrar edenlere mü'min demişlerdir. Fakat, aynı zamanda münafıklara da, dilleri ile ikrar et­tikleri halde, münafık demişler, yani onları Müs­lüman saymamışlardır. Demek ki, sadece dil ile ikrar imanın tek rüknü olamaz. Nitekim, müna­fıklar hakkında şöyle buyurulmuştur:

«İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman elmiş olmadıkları halde, 'Allah'a ve ahiret gü­nüne inandık' derler. Halbuki, onlar inanıcılar değil­dir.»[49]                                                        

Burada bahis konusu olan, Allah (C.C.) ile kulları arasındaki gerçek iman meselesidir. Yoksa bir kimse, dili ile ikrar etse, ona, Müslümanlara tatbik edilen hükümler tatbik edilir. [50]

 

Haricîlerin Ve Mutezilenin Görüşleri

 

Havariç ve Mutezile Mezheplerine göre ise, iman; kalp ile tasdik, dil ile ikrar, ve azaiar ile amelden ibarettir. Demek ki, bu iki mezhebe gö­re imanın rükünleri üç tanedir. Ancak, bu iki mezhebin, birbirinden ayrıldıkları noktalar da vardır:

1. Her iki mezhebe göre de; bir kimse, kalbi ile tasdik dili Us ikrar ettiği halde, ilâhî emirleri yapıp yasaklardan kaçınmazsa, yani amel etmez­se, Müslüman sayılmaz. Bu kimse, haricilere göre kâfir; Mûtezile'ye göre ise ne kâfir ne de Müslü-mandır; fâsıktır.

2. Mutezile, «İmanın bir rüknü olarak kabul edilen amelden maksat farz ve vacip durumun­daki dinî vazifelerdir.» derken Hariciler, daha ile­ri giderek nailleri de imanın bir rüknü olarak kabul ederler. Buna göre de. bir kimse farz ve va­cipler gibi, nafile vazifeleri de terkedince iman­dan çıkmış olur.

Bu görüşe göre, hiç kimsenin Müslüman sa­yılmaması lâzım gelir. Çünkü nafilelerin hepsini bellemek ve yapmak zor ve hatta İmkânsızdır. Böyle olunca da, herkesin kâfir olması lâzım gelir ki bu, dinde bir zorlamadır.

Mûtezils Mezhebi, yukarıda izah edilen gö­müşlerini bâzı âyet-i kerime ve Hadîs-i Şeriflerle ispata  çalışır. 

Birinci delilleri:

'... Allah, imanınızı zayi edecek değildir.»[51]

ayet-i kerimesindeki «İmaneküm» tabirindanmak sat «salâteküm» demektir, ve âyetin mânâsı şu­dur: «Allah, Kudüs'e yönelerek kıldığınız namaz-lann mükafatını zayi etmiyecektir.» Öyle ise, na­maz kılmak, imandan bir cüzdür, diyorlar.

Bunun cevabı şudur: «İmaneküm» tabirinden maksat, «namazın farz olduğunu kabul ve tasdik etmek» keyfiyetidir. Böylece, amelin imandan bir cüz olmadığı ortaya çıkar.

İkinci delilleri:

«Mü1 m in olan bir kimse zina etmez.» [52]hadîs-i şerifidir. Mutezile; «Amel imandan bir cüz olduğu için, bu kimse, amel edemeyince yani, zi­na edince mü'minlikten çıkar» diyorlar.

Halbuki bu hadîsin gerçek mânâsı şudur: «Bir kimse mü'mîn-i kâmil olduğu halde zina et­mez. Yani kâmil mü'mine zina yaraşmaz» Bizi, böyle mânâ vermeye sevkeden âmil, imanın kalp Us tasdikten ibaret olduğunu bildiren âyet-i keri­melerdir. Bunları ilerde göreceğiz. [53]

 

Selef-İ Salibinin Görüşü

 

Selef-i Salîhîn âlimleri bazı hadisciler, imam Şafiî, İmam Malik ve benzeri değerli âlimler de; imanın    kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla tatbik etmekten ibaret olduğunu söylemişlerse de, bundan maksatları Haricîler ve Mutezile gibi de-frldir Onlar, böyle demekle İman-ı kâmili kasdetmislerdir. Yoksa, amel etmeyen bir kimsenin kâfir olacağı görüşünde değildirler. [54]

 

Bazı Ehli Sünnet Âlimlerinin Görüşü:

 

Ehl-i Sünnetten bazılarına göre; İmanın rü­künleri iki tanedir. Bunlar da, kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır. Bu âlimlere göre, bir kimse ölüm tehdidi altında, kalbinde tasdik olduğu halde, dil ile ikrar edilmesi lâzım gelen bir şeyi inkâr ede­cek olursa imandan çıkmaz. Çünkü, samimidir. Fakat, bir kimsenin kalbinde tasdik olmazsa, o zaman kâfir olur. Fakat o kimse, bir mazeret ol­madığı, bir tehdit karşısında bulunmadığı halde, İmanını sadece kalbinde tutar, yani kalben tas­dik eder de, Müslüman olduğunu ömründe hiç kimseye söylemezse, yani dil ile ikrar etmezse, hem Allah ve hem de Müslümanlar nazarında kâ­firdir. Çünkü imanını ilân etmesine hiç bir engel

yoktur.

Bu görüşte olanlar, bazı Ehl-i Sünnet kelam-cıları ile Hanefî Mezhebi'nden olan Şemsü'1-Eİm-metrs-Serahsî ve Fahrü'l-İslâm Aliyyü'l-Pezdevî'dir.

Bu âlimler, görüşlerini bazı âyet-İ kerime ve hadîs-l şeriflerle te'yid ederler:

«Kalbi iman üzere mutmain olduğu halde ikraha uğratılanlar müstesna olmak üzere, kim imanından sonra Allah'ı tanımaz, fakat küfre sine açarsa; işte, Allah'ın gazabı o gibilerin basmadır. Onların hakkı en büyük bir azaptır.»[55]

«Allah'tan başka Hah olmadığını sölyeyinceye kadar insanlarla mukatele etmekle emrolundum.»[56]

imam Azam hazretleri de imam, «kalp ile tas­dik ve dil ile ikrar» olarak tarif etmiş ise da; imam Azamın dil ile ikrardan maksadı, o kimseye dün­ya hükümlerini tatbik edebilmek içindir. [57]

 

Ekseri Muhakkikunun Görüşü

 

Bu âlimlere «Muhakkikim» denmesinin sebe­bi, meseleleri etraflıca tetkik edip derinlemesine inceledikleri içindir. Bunlar da; meşhur imam Mâtürîdî, İmam Hasanü'l-Eş'arî, Imamü'1-Hare-meyn Yusuf el-Cüveynî ve imam Fahrüddin Râzî gibi büyük zatlardır. Bunlara göre, imanın asıl rüknü, inanılması lâzım gelen şeyleri kalben tas­dik etmekten ibarettir. Dil ile ikrar, şart değildir. İkrar, sadece, o şahsa dünya hükümlerini tatbik edebilmek için lâzımdır. Ancak bir kimse, hiç bir mazeret yokken ikrarda bulunmazsa, imanını giz­lediği için günahkâr olur. Kâfir olmaz.

Bu mevzuda, en isabetli olan ve beğenilen görüz budur. Âyet-1 kerimeler ve hadis-i şerifler de, bu görüşü ıte'yid etmektedir.

«... Onlar, o kimselerdir ki, Allah, imanı kalpleri ne yazmış, bunları kendinden bir ruh ile desteklemiş-tir...»[58]

«... İman henüz sizin kalplerinize gİrmemiştİr...»[59]

Allahım Kalbimi dininde ve sana itaatte sabit kıl-»[60]

Usame b. Zeyd, bir adamı, ölürkon kelimei şahadet getirmesine rağmen öldürünce, Peygam­berimiz bu hareketi kınadı. Bunun üzerine Usame hazretleri, «Ya Resulallah, dili ile söyledi ama kal­bi üe tasdik etmedi» deyince, Peygamber Efendi­mi «Ya Üsame, sen onun kalbini yardın mı?» bu­yurdu.[61]

Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, İmanın hakiki rüknü, sadece kalp ile tasdikten ibarettir. Dil ile ikrar, ö kimseye İslımın hükümlerini tat­bik edebilmek için lâzımdır. [62]

 

Amel İmandan Bir Parça Mıdır?

 

Ehl-i Sünnet inancına göre, ameller imanın cüz'ü değildirir.    Bunu  gösteren deliller şunlar-

dır:

1. Amel, imana dahil olamaz; çünkü, imanın hakikati tasdik; amelinki ise tatbiktir. Bu bakım­dan, aralarında kül  ve cüz münasebeti buluna­maz.

2. Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, amel­ler daima iman üzerine atfolunmuştur.    Gramor kaidesine göre ise, atfolan başka; kendisine bir şey atfedilen de başka olmak zorundadır. «...Ellezîne âmcnû ve amilü's-sâlihâti...» [63]   şeklindeki ibareler Kur'an-ı Kerim'de sık sık geçer. Burada amel, imana atfedilmiştir. Amel,    imandan ayrı dır.

3. Amellerin    kabule şayan olabilmesi İman şarttır. Nitekim, şu ayet-i kerime bunu ifa^ de edsr.

«Kim, iyt iyi amellerde, bir mü'min olarak bulu. nursa...»[64]

4. Bazı ameller terk edildiği halde iman yi­ne sabit kalmaktadır.   Şu âyet-i kerime buna de­lildir:

«Eğer  mü'minlerden  iki  zümre  birbiriyle     dö-ğüşürlerse aralarını düzeltin...» [65]

Bütün bunlar, amel ile imanın ayrı şeyler ol­duklarına delildir.

O halde, amel imandan bir parça değildir. [66]

 

Îman Artar Ve Eksilir Mi?

 

«Ameller artar ama (inanılma­sı lâzım gelen şeyler bakımından) İman, ne artar ne de eksilir.»

İman, ziya'dslik ve noksanlık kabul etmez. Çünkü iman, tam bir teslimiyet ile tasdik etmek­ten ibarettir. Bu ise, ziyadelik ve noksanlık kabul etmez. Bir kimsede tasdik varsa, mü'mindir; yok­sa, kâfirdir.

Şu âyct-i kerime ise, imanın artmasından bahsetmektadir:

«Mü'minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı za­man yürekleri titrer. Karşılarında Allah'ın    âyetleri okununca bu, onların imanını arttırır. Onlar, ancak Rablerine dayanıp güvenirler.»  [67]Bu ve benzeri âyetler,    imanın nurunun ar­tacağına işarettir.    Aynı şekilde, kötü ameller de kalbi karartır ve imanın nurunu azaltır.

İman, artıp eksilmez. Ancak iman, kuvvetli veya zayıf olabilir. Meselâ, Peygamber Efendimi­zin imanı ile diğer bütün insanların imanı bir de­ğildir. Aynı şekilde; Hz. Ebû Bekir'in imanı ile di­ğer insanların İmanı bir değildir. Bunun için ima­nımızı amellerimizle takviye etmemiz lâzımdır.

Mü'minler, imanda ve Allah'ı tek tanımada eşittirler. Amellerde ise, birbirinden farklı du­rumdadırlar. [68]

 

İmanın Sahih Ve Makbul Olmasının Şartları

 

İmanın sahih ve kabule şayan olabilmesi için üç şart vardır:

1. İman, ümitsizlik halinde olmamalıdır. Me­selâ, bir kimse, son nefesinde, çekeceği azabı görür ve korkusundan iman ederse; bu kimsenin imanı makbul değildir.

2. Mü'min inkâr ve tekzip alâmeti olan şey-lerdfn birini yapmamalıdır. Meselâ, bir kimse, Al­lah'a ve bütün peygamberlere inandığı halele; Hz. Muhammed'e inanmazsa veya namaz, oruç gibi ibadetleri inkâr ederse, mü'min sayılmaz.

3. Bir mü'min, dinî hükümlerin, yani emir ve yasakların, Allah'ın hikmeti icabı olduğunu kabul etmelidir. Meselâ, bir kimse herhangi bir ibadeti beğenmezse; diyelim ki, «Hac da ne imiş canım» derse; bu kimse doğrudan doğruya İslâm'dan çı­kar. Onun için bu gibi şeylerden sakınmak lâzım­dır. [69]

 

Tasdik Ve İnkâr Bakımından İnsanlar

 

Allah'ın gönderdiği ve Hz. Muhammed'in ge­tirip bizlere bildirdiği, inanılması gereken esasla­ra inanıp inanmama yönünden, insanlar üç gruba ayrılırlar:

1. Mü'mîn: İnanılması gereken esasları kal­ben tasdik eden ve bu inancını dili ils ikrar eden kimselere  «mü'mln» denir.

2. Kafir: İmanın esaslarını    kalbi ile inkâr eden ve bu inkârını dili ile de ifade eden insanlara «kâfir» denir.

3. Münafık: İnanılman  gersken    prensiple­re kalbi ile inanmayan ve tasdik etmeyen fakat, sırf mü'minleri kandırmak için, dili ile inandığını söyleyenlere de «münafık» adı verilir. [70]

 

İnanan Kimse, İmanı Hakkında Ne  Demelidir?

 

Dili ile ikrar ve kalbi ile tasdik etmiş olan kulun, '(Ben muhakkak müminim» elemesi doğrudur. Onun, ' <(Ben inşallah mü'tninim» demesi' doğru değildir.»

Eğer, bunu şek ve imanından şüphelendiği için .söylüyorsa; o kimss kâfir olur. Yoksa, bunu edebinden, yahut işi Allah'a bıraktığından, yahut da geçmiş ve şu anki durumunu değil de geleceği­ni kastederek, veya kendini öğmemek ve kendi ha­linden gururlanmamak maksadından dolayı söy­lüyorsa, küfre girmez. Fakat yine de en doğru yo!, bu sözü terketmektir. Çünkü bu söz, insana şüp­he vermektedir.

Bu hususta Cenab-ı Allah şöyle buyurur:

«İşte onlar, gerçek mü'minlerin ta kendileridir...»[71]

«Mü'minl.er, ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resulüne iman ettikten sonra şüpheye sapmazlar..,»[72]

 

Dinî Hükümler Kendisine Ulaşmamış Kimsenin Durumu

 

Dağ başında ömrünü geçirmiş, peygamberden, kitaptan ve hiç bir şeyden haberi olmamış bir ada-mm durumu konusunda çeşitli görüşler vardır. Şöyle ki:

Ebu'l Haseni'l-Eş'arî ve ona tabî olanlara gö­re; bu kimsî Allah'ı aklı ile bulmasa bile yine de mü'mindir. Çünkü, güzel ile çirkini ve iyi ile kö­tüyü ayırabilecek kapasitede değildir. O halde bu kimse mazurdur.

Eş'arîler, bu fikirlerine şu âyet-i kerimeyi de­lil olarak gösteriyorlar:

«... Biz, bir resul göndcrinceye kadar, hîç bir kim­seye ve kavme azap ediciler değiliz.»[73]

İmam Ebu Mansur Mâtürîdî iss, İmam Azam'-dan naklen şöyle diyor:

«O kimse, kâinatı müşahede ettikten sonra Allah'a İnanmış ise, mü'mindir; yoksa değildir.»

Mâtürîdîler, Eş'arîlerin delil olarak gösterdik­leri âyeti şöyle mânâlandınyorlar:

«Ayetteki azap, akıl İle idrak edilemeyen, usû! ve fürûa ait şeyler içindir. Mesela, namaz, oruç, hac böy­ledir. Bunları, akıl kendi kendine bulamaz. Onun için Allah, peygamber göndermedikçe, bu ibadetleri yap­madığı için kimseye azap etmez.

imam Mâtüridî, Hz. İbrahim'in yıldızlara, aya, güneşe bakıp Allah'ın varlığına inanmasını, fikri­ne delil olarak göstermektedir:

«İşte İbrahim, üstünü gecebürüyüp örtünce, bir yıldız görmüş; 'Bu mu benim Rabbim?' demiş; o sö­nüp gidince ise şöyle demişti: 'Ben, böyle sönüp ba­tanları sevmem.

«Sonra ay'ı doğar halde görünce de, 'Bu mu be­nim Rabbim?' demiş; fakat o da batıp gidince; 'An-dolsun, eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaymış, muhakkak sapıklar güruhundan olacakmışim' demiş­ti.

Sonra, güneşi doğar vaziyette görünce «Bu, mu İmiş benim Rabbim? Bu, hepsinden de büyük1 demiş, batınca da; 'Ey kavmim, ben sizin eş koşa geldiğin iz bütün nesnelerden kat'iyyen uzağım, demişti...»[74]

 

İman Ve İslâm

 

«İman ile İslâm birdir.»

İman; Peygamber Efendimizin, Allah tarafın­dan tebliğ buyurduğu kat'î surette bilinen emirler ve nehiylerin hepsini, kat'iyyetle tasdik etmektir.

islâm ise, Peygamber Efendimizin tebliğ bu­yurduğu şeylerin zahiren ve batınen kabul edip güzel görmekle, Cenab-ı Hak'ka itaat edip emir­lerine boyun eğmektir.

Lügat mânâları birbirinden farklı olmakla be­raber, bu iki mefhum, İslâm ıstılahında aynı mâ­nâya gelir.

Akla şöyls bir soru gelebilir:

«İman ve İslâm birbirinden ayrı mefhumlar­dır. İslâm'ın şartlarının, yapılması gereken şeyler; imanın şartlarının ise, inanılması gereken şeyler olması, bu iki terimin birbirinden ayrı olduğunu göstermez mi?»

Bu sorunun cevabı şudur:

Namaz, oruç, zekât vs hac İslâm'ın şartları değil, onun meyveleri ve alâmetleridir. Bu durum, İslâm'ın, kalp ile tasdik etmek demek olmasına aykırı değildir. Nitekim Peygamberimiz, ashabına «îman nedir?» diye sorduklarında onlar da: «Al­lah ve Resulü daha iyi bilir» dedikleri zaman şöy­le buyuruyor: «Allah'a, ve Muhamnıed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek ve ga­nimet malından beşte bîrini beytü'1-malc vermek­tir.» [75]Görülüyor ki .Peygamberimiz, imanı ta­rif ederken de amele yer veriyor. Peygamberimiz, başka bir tarifinde İse İmanı «amentıi» deki gibi anlatıyor.[76]

Hülâsa, en doğru Ehl-i Sünnet inancına göre; İman ile İslâm arasında bir fark yoktur.

Netice olarak denilebilir ki:

îman ferdin tereddütsüz kabul ettiği ve mut­lak hak olduğuna inandığı akideye ideolojik yapı­nın bağlanışıdır. İman, tereddüt ve şüphe taşıma­yan bir bağlanıştır. İdeolojik ve tabiî varlığımız, imanın prensiplerinin değişik ölçülerle tesirleri al­tındadırlar.

Başka bir deyişle iman, ideolojik varlığımı­zın akideyi, yani doktrini tasdikidir. Bu tasdik nok­tasına varabilmek için, bütün idsolojik yapı ve ta­biî varlığımız müştereken çalışırlar. İnsanın ideo­lojik yapısının en yüksek tezahürü olan iman, ta­bii ve ideolojik yapının müşterek çalışması neti­cesinde doğar.

İdeolojik yap'inm baş muhtevası olan iman, kâinat ve hayat hakkında bir fikir verir. Bu dü­şünce, yani akîds, ferdin bütün düşüncelerinin kaynağı olur. Değerlendirmeler, akidenin mahsulü olan fikre göre yapılır.

îman, akla, hislere, ve hareketlerimize .tesir eder ve onları ksndi istikametinde çalıştırır. Doğ­ruluğu tasdik edilen her inanç, fertte ve cemiyette düşünce, ilim, kültür, ahlâk, âdet, hareket ve ni­zam şekline İnkılâb edsr.

İman, insan ile doktrin arasındaki rabıtadır. înanç, akide ile fert arasındaki parçalanmaz bağ­lılıktır. Akîde ise, mü'min İçin en yüksek haki­kattir. Ferdin, kâinat ve hayat hakkındaki ilk dü­şünüşü demek olan akîde, insan hayatını baştan başa tesir altında tutar.

Farklı ideolojiler, İnsanın tabiî varlığını te-£İr altına almak için savaşırlar. Bir ideoloji, insa­nin tabiî varlığı üzerinde, mutlak'a yakın bir te­sir gösterirse; ideoloji yüksek bir iman haline gelmiş demektir. Bu durum, ferdin inanç, ekil, his ve hareketinin tamamen yeni ideoloji ile dolması de-ktir

inanç, bir kelime tasdikinden ibaret kalmış şuur ve hareketler ideolojinin muhtevası ile dol­mamış ise, ideolojiye iman teşekkül etmemiş de­mektir. Boyla bir iman, eksiktir. Fertte inkılâbı­nı tamamlamamıştır. Zira, ideolojik inkilâp, fert­te hiç bir farklı ideolojinin kalıntısını bırakmaz. Eğer fertte, farklı ideolojinin kalıntıları varsa; o insanda ideolojik inkilâp gerçekleşmemiştir.

Fertte akidesine bağlılık, yani iman varsa; bu akîde, fertta düşünce, his, hareket şeklinde yaşar ve ferdin hayatını tamamen kontrolü altına alır. Bu safhadan sonra fert, farklı ideolojilerin düş­manı haline gelir. Farklı ideolojileri inanç, kültür ve hareket sahasından atıp yok etmeye başlar.

Her ideoloji, mü'minds bu inkilâbı tamam­lar ve onu ideoloji savaşçısı haline getirir. Artık, İdeoloji, ferdin hayatını tamamen kontrolü altına almıştır. Fert, ideolojisine inanır, onu düşünür ve onu yaşar. Böylece, yaşayan bir İdeoloji doğar. Bu durumdaki inanca «Iman-ı Kâmil» denildiği gibi; bu inanca sahip olana da «Mü'min-İ Kâmil» adı verilir.[77]

 

Büyük Günahlar Ve İman

 

«Büyük günah, mü'min olan insanı imandan çıkarmaz ve küfre sokmaz.

İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre; büyük günahlar şunlardır:

1 — Haksız yere adam öldürmek.

2 — Namuslu kadına iftira etmek.

3 — Zina etmek.

4 — Harpten kaçmak.

5 — Sihir yapmak.

6 — Yetim malı yemek.

7 — Müslüman olan ana babaya asi olmak.

8 — Haramda ileri gitmek.

9 — Faiz yemek. (Ebû Hursyre'nin ilâvesi)

10 — Hırsızlık yapmak.

11 — İçki içmek. (Hz. Ali'nin ilâveleri)[78]

 

Saadet Ve Şekavet

 

«Bir kimse, saîd (günahsız) İken şakî (günahkâr); şakı iken de, saîd olabilir. Bu, fertte saadet ve şekaveti yaratma, Allah'ın sıfatlarındandır. Allah ve sıfatlarında ise değişme olmaz.» [79]

 

İKİNCİ  KISIM

 

ALLAH'A İMAN

 

"Âlemi yoktan yaratan, Alîahü Teâlâ'dır. O Allah ki, Öncesiz, diri, kadir, âlim, işiten, gören, dileyen, muradedendir. Allah, araz değildir, cisim değildir, cevher değildir, suret ve şekil değildir, mahdut değildir, bir şeyin parçası veya cüz'ü değildir, bileşik değildir, sınırlı değildir. Cins ve keyfiyet ile vasıflanmaz, mekân­dan münezzehtir, üzerinden zaman cereyan etvıez. O'na hiç bir şey ben­zemez. İlminden, kudretinden hiç bir şey hariç değildir.» [80]

 

Allah  (C.C.)  İn Sıfatları

 

"Allah'ın (C.C.) ezelî, ve zatıyla kaim, sıfatları vardır. Bu sıfatlar, zatının aynı da değildir, gayrı da de­ğildir.»

Ehl-i Sünnetin bu inancı, bu sıfatlara malik birden fazla vücudun varlığı telâkkisini reddeder.

«Allah'ın ezelî sıfatlan; ilim, kudret, hayat, kuvvet, işitmek, gör­mek, irade, meşiyyet, fiil, halket-rnek, nzıklandırmak ve kelâmdır.

"Allah, kelâm sıfatı ile konuşur. Kelâm, harf ve sesler cinsinden ol­mayıp Allah'ın ezelî bir sıfatıdır. Allahü Teâlâ, bu kelâm sıfatıyla, ke-lâmedid, emredici, nehyedici ve ha­ber vericidir"

Allahü Teâlâ'nın kelâmı olan Kutan, mahlûk değildir.»

Allah'ın kelâmı, mahlûk değildir; ancak harf ve seslerden ibaret olan Kur'an (Kitap), mahlûk­tur.

aAllahü Teâlâ'nın kelâmı olan Kur'an, mushaf lavımızda (harfler ve kitabet şekliyle) yazılıdır. Kalpleri-mizde (hayal edilen lafızlarla) mah­fuzdur. Dillerimizde okunur. Kulak­larımızda duyulur. Fakat bunlara (mushaf, k:a'p dil ve kulaklara) hu­lul etmez.

Tehvın, Allahü Teâlâ'nın ezelî sıfatıdır. Tckvîn; AJlahii Teâlâ'nın âlemi ve âlemin parçalarından her birini, tayin ettiği vakitte, icat et-mesûHr. Tekvin sıfatı, bize göre, ya­ratman şeylerden ayrıdır.

İrade, Allahü teâlanın zatıyla, kaim olan ezeli bir sıfatıdır.»

Fiil ve tahlîk (halketmi) sıfatları da, Allah'ın ezelî sıfatlarındandır. Fiil, iş demektir. Tahlîk sı­fatı ise, yaratmak mânâsına gelir.

Terzîk sıfatı da aynı durumda olup, rıziklandırma demektir. Bu sıfatlar, tekvin sıfatına râci-dirler.

irade sıfatı da, Allah'ın zatıyla kaim ezelî sı­fatlarından biridir.

İrade, birbirine zıt İki oluştan (meselâ; var veya yok olmadan) birinin, muayyen bir anda, vukuunu tercih demektir.

Allahü Teâlâ, kendi iradesi hususunda Kur'-an'da şöyle buyuruyor:

«Onun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona ancak 'ol' demesinden ibarettir, O da oluverir.»[81]

«Sizi de, (elinizle) yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır.»[82]

Hülâsa; Allah, hayrı da şerri de irade eder. Fakat; «Allah, kullarının küfrüne razı olmaz.»[83]

âyet-i kerimesine göre, küfre ve şsrre rızası yok­tur. [84]

 

Allah'ı Görmek Mümkün Müdür?

 

«Allahü Teâlâ'yı görmek, aklen caiz, naklen vaciptir. Allahü teâlâ, görülür. Fakat bu görülme, bir me­kânda, b'r yönde, bir ışık yardımıy­la değildir. Görenle Allah (C.C.) arasında bir mesafe de bahis konu­su değildir.»

Yani, bu görünüşte yön, yer, mesafe, cephe, bahis konusu değildir.

Mezheplerin bu husustaki görüşleri şudur: [85]

 

Mûtezile'nin Görüşü

 

Dünya ve ahirette Allah'ı görmek mümkün değildir, ve Allah'ı kimse göremiyecektir.» [86]

 

Kerramîye Ve Müşebbihe'nln Görüşleri

 

Bunlar, ahirette Allah'ın, bir cihet ve mekân­da, cisim olarak görüleceğini vehm ederler. Aslın-da bunlar, Allah'ın cismanî olduğuna inanırlar.[87]

Bu mezhepler, Peygamber Efendimizin haber vermiş olduğu sapık fırkalardan oldukları için, bunların Ehl-i Sünnete uymayan görüşleri kabul edilmez. [88]

 

Ehl-İ Sünnetin Görüşü

 

Allah'ı görmenin mümkün olduğu hususunda Ehl-i Sünnet âlimleri, iki çaşıt delil getirirler: [89]

 

1. Aklî Delil:

 

Biz, gözümüzü açıp baktığımızda, kendi zatı ile kaim olan boy, en gibi cevherleri; başkası ile kaim olan renk ve ışık gibi arazları görüyor ve birbirlerinden ayırt edebiliyoruz. Cevherlerda araz­ları görmemizi temin eden sebep, ikisinin de müş­tereken sahip oldukları «vücut» keyfiyetidir. Yani ikisini de, mevcut oldukları için görebiliyoruz. Eğer mevcut olmasalardı, görmemiz mümkün ol­mazdı.

Netice olarak, «vücut» yani «var olma» key­fiyetinde Allah (C.C.) da cevher ve araz müşte­rektir. Yani, Allah vardır. O halde, görmeyi müm­kün kılan «vücut» sıfatı, Allah (C.C.) hakkında da tahakkuk etmiş olduğundan Allah'ı görmak mümkündür. [90]

 

2. Nakli Delil:

 

Bu meseledeki delil, Kur'an-ı Kerlm'In şu ayet-i kerimesidir:

«(Musa dedi ki) 'Ey Rabbim, bana (zatını) göster de, seni göreyim' Rabbi; 'sen, beni elbette göremezsin/ Fakat dağa bak; eğer yerinde durabîlirse ondan son­ra beni görebilirsin1 dedi.»[91]

Bu âyette, iki yönden, Allah'ı görmenin müm­kün olduğunu Isbatlamaktadır.[92]

a — Musa (A.S.), Rabbhıden, O'nu görmek istedi. Eğer, Allah'ı (C.C.) görmek imkânsız olsa İdi, böyls bir istekte bulunmazdı. Zira, Hz. Musa'­nın, imkânsız olduğunu bilerek, Allah'ı görmek istemesi muhaldir. Çünkü bu, mümkün olmayan birşeyi istemek olur ki, bir peygamber için abes­tir. Eğer, Hz. Musa, Allah'ı görmenin imkânsızlı­ğım bilmeyerek istemiş ise, cahillik olur ki, Allah. (C.C.) hakkında caiz olan ve olmayan şeyleri bil­memek de peygamberliğe aykırı olur. O halde, Al­lah'ı görmek caizdir ki, Hz. Musa, Rabbini gör­meyi istemiştir.

b — Allah (C.C), kendisinin görülmesini da­ğın yerinde durabilmesine bağlamıştır. Dağın ye­rinde kalabilmesi ise mümkündür. Mümküne bağ­lanan şey de mümkündür. O halde, Allah'ı görmek mümkündür.

«Allah'ı görme» meselesini, Ehl-i Sünnet üç yönden incelemektedir:

1 — Allah'ı ahirette görmek,

2 — Allah'ı rüyada görmek,

3 — Allah'ı dünyada görmek. [93]

 

Ahirette Allah'ı Görmek

 

Ehl-i Sünnet, ahirette mü'minlerin Allah'ı (C.C.) karşılıktan, mekândan ve cismaniyetten münezzeh olarak göreceklerinde müttefiktirler.

Fatih'in hocası Hızır Bey, şöyle der:

«Mü'minlerin, baş gözleriyle, Allah'ı görmeleri vu­ku bulacaktır. Fakat, kör olanlar (kâfirler) O'nu gö­remezler.»[94]

Yine bu meselede, Allame Ebu'l-Hasen Sira-cüddin Aliyyi-bni Osman da şunları kaydeder:

«Mü'minler, Allah'ı keyfiyetsiz, mahiyetini idrak etmeden ve misalsiz olarak görürler. Allah'ı görünce bütün cennet nimetlerini unuturlar. Siz, Mutezilenin bu husustaki batıl inancından sakının.»[95]

Aliyyülkari, bu beyitleri şerhederken ulema­nın şu görüşlerini nakleder:[96]

1. İbnü Ebî Semre der ki:  «Allah'ı görme meselesinde bu ümmetle diğer    ümmetlerin mü'-minleri müsavidir.»

2. «Ahkâmü'l-Mercan» kitabı, İbnü    Abdi's-Selâm'm' «Kavaidü's-Suğra»  kitabından    naklen şunları kaydeder: «Allah'ı görmek İnsanlara mah­sustur. Melekler ve cinler, Allah'ı göremiyeccklcr-dir.»

3. Ebu'l-Haseni'l-Eş'arî, «İbâne» kitabında; «Melekler de ahirette Allah'ı görürler.» demekte­dir. Beyhakî, İbnü'l-Kayyim, Celâlüddin Belkaynî, Celâlüddin Süyûtî de ayni görüşe sahiptirler.

Hatta Belkaynî, cinlerin mü'minlerinin de Al­lah'ı görecekleri kanaatindedir.

Şeyhülislâm İbrahim Bsycûrî ise bu hususta şöyle der:

«Cinlerin mü'minleri de, diğer mü'minlerîe bera­ber «Mevkıf» ta Allah'ı görürler. Bu, kesindir. Cen­nette görmeleri ise kuvvetle muhtemeldir. Allah'ı akıl sahiplerinden başkası, meselâ hayvanlar göremezler. Cennet ehli. Cuma ve bayram günleri görürler. Mü'­minlerin havassi ise, her sabah ve akşam Rablerinî göreceklerdir.»[97]

İmam Âzam Ebû Hanîfe ise, El-Fıkhu'1-Ekber kitabında; «Cennette mü'minler Rablerini baş göz­leriyle görürler. Fakat aralarında mesafe, teşbih ve keyfiyet olmayacaktır.» demektedir. [98]

 

Ahirette Allah'ı Görmenin Naklî Delilleri

 

Kitaptan:

«Yüzler vardır; o gün terü tazedir. Rab'erini gö­receklerdir.»[99]

Sünnetten:

Cerirü'bnü Abdillah (R.A.) dan rivayet edil­diğine göre; Nebî (S.A.V.) bir gece, ayın ondör-dünde aya bakarak; «Muhakkak siz hepiniz, ahircttc Rabbinîzl şu kameri görüp de şüphe etmedi­ğiniz gîbî göreceksiniz.» buyurdular.[100]

Bu «rü'yet» hadisini Hulefa-i Erbaa, Abdullah lbnü Abbas, Abdullah İbnü Mes'ud, Süheyb ve Enes gibi, ashabın büyüklerinden yirmi zat riva­yet etmişlerdir.

İcmadan:

Muhalifler zuhur etmezden evvel, bütün üm­met; sahabe, tabiin, tebe'ut tabiîn, hepsi ahirette Allah'ın görüleceği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu husuşdaki âyet ve hadislere de zahirleri üzeri­ne mânâ vermişlerdir. Onların bu ittifakı, icrna delili olmuştur.[101]

 

Allah'ı (C.C.) Rüyada Görmek

 

Şerhü Mevâkıf, İmam Âmidî'den şunları nak­lediyor:

«Rüyada Allah'ı (C.C.) görmek caiz midir, değil midir, meselesinde; bir kısım âlimler, caizdir; bit kısmı da caiz değildir kanaatindedirler. Bu meselede doğru olan: rüyada Allah'ı görmeye mâni bir şey yok­tur. Fakat bu görme, hakikî bir görüş değildir.»[102]

Saadeddin Tsftazanî ise, Şerhü Akaid'de der ki:

«Rüyada Allah'ı (C.C.) görmek. Selefin bir çok­larından hikâye edilmiştir. Rüyada Allah'ı görüş, bir çeşit müşahededir ki, kalp ile olur, göz ile değil.»

Bu kitaba haşiye yazan Ramazan Efendi, Se­lefin bir kısmım şöyle anlatır:

«İmam Azam, Ebû Yezid, Hamzatü'l-Karî, Saha­benin büyüklerinden Hz. Ömer (R.A.), Rablerİni rüya­da gördüklerini nakletmîşlerdir.»[103]

Abdüllatİf el-Harputî ise, «Tenkihu'l-Kelâm fi Akaidi ehli'I-Isam» kitabında ulemanın bu husus­taki görüşlerini şöyle açıklar:

Uykuda Allah'ı (C.C.) görmek meşalesinde Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ihtilâf varsa da, «Rabbimi en güzel surette gördüm», «Rüyanın en hayırlısı, kulun Rabbmi görmesi, veya Peygambe­rini görmesi, yahut Müslüman olan ana - baba­sını görmesidir.» hadis-i şeriflerine; sahabe, tabi-ûn ve din imamlarından nakledilenlere binaen ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden îmam Aml-dî, rüyada Allah'ın (C.C.) görülebileceğine hük­metmiştir.

İmam Âzam'm (R.A.), doksan dokuz kere, rü­yasında Rabbini görüpp, yüzüncü kere, «Ya Rab-bi, kulların azapdan nasıl kurtulacak?» diye sor­duğu hikâyesi meşhurdur.

İmam Ahmed b. Hanbel ds Rabbini rüyada görmüş, Rabbine yaklaşmanın yolunu sormuş, «Kıır'nn okumalı» olduğu cevabını almıştır.

Kurra-İ Seb'adan Hamza, ve Muhammed b. AH Tirmizİ gibi daha birçok zevattan, rüyada Al­lah'ı (C.C.) gördükleri rivayet olunmuştur.

Rüya tabircilerinin imamı Muhammed İbnü Sırın de,  «Rüyada Rabbini gören kimsenin rüyası, onun cennete gireceği   şeklinde tabir olunur.» demiştir. [104]

Yine aynı hususta, fıkıh kitaplarından olan Bezzaziye'de şu açıklama vardır: Küyada Allah'ı (C.C.) görmeyi, Rüknü'I-Islâm ve ekseri muta­savvıflar caiz görürler. Ekseri meşayih ile Semar-kant ve Buhara'nın ekseri muhakkik (tahkikçi) âlimleri ise caiz görmezler. Hatta imam Mâtüri-dî, «Rüyada Allah'ı (C.C.) gördüğü iddiasında bu­lunan, puta tapandan daha şerlidir. Zira, rüyada görülenler hayal ve misallerdir. Allahü Teâİâ ise bunlardan münezzehtir.» der.[105]

Tarikatü Muhammediye şerhi «Berika»' da büyük bilgin Hadimi, ihtilâfları beyan ettikten sonra, İmara Mâtürîdi'nin kavlini, bazı âlimlerin te'vil ettiğini yazmakta, aynı kitabın sarihi Recep Efendi ise, «Bu hususta susmak en güzeldir.» de­mektedir. [106]

 

Dünyada Allah'ı Görmek

 

Bu hususta Seyyid Şerif Cürcanî, İmam Âmi-dî'nin şu açıklamasını naklederler: [107]

«Bizim devrimizdeki bütün imamlar, dünyada ve ahirette Allah'ın görülmesinin aklen caiz olduğunda müttefiktirler. Fakat, dünyada Allah'ın görülmesinin senı'an (yani âyet ve hadislere göre) caiz olup olma­masında ihtilâf ettiler. Bir kısmı bunun caiz olacağı, bir kısmı da caiz olimyacağı Kanaatine vardılar.»[108]

 

Peygamberimiz Miraçta Allah'ı Nasıl Gördü?

 

Bu meselede Saadeddin Teftazanî şöyle der: Bazı selef, Mi'raç'ta Hz. Peygamberin, Rabbini baş gözüyle gördüğünü söylemişlerse de cumhur bu­na muhaliftir. Sahih olan; Psygamberimizin, Rab­bini baş gözüyle değil, kalp gözüyle görmüş olma­sıdır. Kendisine, «Rabbini gördün mü?» diye so­rulunca; «Kalbimle gördüm» buyurmuştur.[109]

Allâme İbrahim Lekkanî «Cevheretü't - Tev-hid» kitabında, Peygamberimizin, Rabbini baş gö­züyle gördüğünü şu beytiyle ifade eder:

«Allah'ı   görmek  caizdir.  Nebî   (S.A.S.)   ise,  dün­yada Rabbini görmüştür.»

Bu kitaba haşiye yazan İbrahim Beycurî ise, şu bilgiyi verir:

«Ekseri ulemaya göre; Muhammed (S.A.S.), Mi'-raçta Rabbini baş gözüyle görmüştür. Her ne kadar Hz, Ayşe (R.A.) bunu reddiyorsa da, İbnü Abbas (R.A.)'ın hadisi bu hususu doğrulamaktadır. İbnü Ab-bas'ın hadisi, Hz. Ayşeninkinden Önce gelir. Zİra «Müsbit» delili ile «Nâfb delili tearuz edince; Müs-bit tercih edilir. Bu, bir Usûlü Hadis kaidesidir. Aynı meselede, Ma'mer İbnü Raşid, «Ayşe, İbnü Abbas'dan daha bilgili değildir.» demektedir. Dünyada, baş gö­züyle Allah'ı görmek, yalnız Resûlullah (S.A.S.)' için mümkün olmuştur. Bunun dışında, uyanık olarak, kim Allah'ı gördüğünü iddia ederse sapıktır -ve sözü batıldır. Hatta bazı âlimler, böyle bir iddiada bulu­nan kimsenin kâfir olacağına kail olmuşlardır.»[110]

 

Baş Gözüyle Rü'yet Hakkında İhtilâf

 

Bu meseledeki ihtilâfın sebebi; Müslim'in Ebû Zer (R.A.)'den rivayet ettiği şu hadistir:

Resûluİlah (S.A.V.)'tan «Miraç gecesinde Hab-bini gördün mü?» diye soruldu. Resûlullah (S.A.V.) şu cevabı verdiler: «Nurun ennâ arâhu». Hadiste­ki «ennâ» kelimesi, «elif» ve «nûn» harflerinin fet-hiyle de rivayet edildi, kesriyls de... Bu iki riva­yet şekline göre ise, mânâ değişmektedir. Birinciye göre, (yani «ennâ» okunursa) mânâ, «O bir nur­dur, nasıl görebilirim?» şeklindedir, ve «Resuîül-lab, Allah'ı baş gözüyle görmedi» diyenlerin delili olmaktadır. İkinciye göre, (yani «innî» okunur­sa) mânâ, «O bîr nurdur, elbette gördüm» demek olur ki bu da, «Resûlullah, Allah'ı baş gözüyle gördü» diyenlerin delili olur. [111]

Ramazan Efendi, Şerhü Akaid Haşiyesi'nin 289. sayfasında «Allah'ı kalp ile görmeyi» şöyle izah eder:

«Allah (C.C.l, Muhnmmed (S.A.S.)'in baş gözünü kalbinde kıldı. Kalbi için göz yarattı. O da Rabbini, baş gözüyle gördüğü gibi gördü.»[112]

 

Rü'yet Hakkındaki Hadîsler

 

1. Ata tarikiyle    İbnü     Abbas     (R.A.)'dan: «Onu kalbiyle gördü.»[113]

2. Mesruk'tan şöyle rivayet edilmiştir:

«Hz. Ayşe'nin  (R.A.)   yanındaydım. «Ey müminlerin annesi! Üç şeyi kim söylerse, Allah'a (C.C.) karşı büyük iftira etmiş olurmuş!.. Nedir onlar?» diye sorduğumuzda Hz. Ayşe, şöyle cevap verdi:

a) «Kim ki,    Muhammed   (S.A.V.)     Rabbinl gördü, diye iddia ederse, Allah'a karşı büyük ifti­ra etmiş olur.» Bunun üzerine ben;   «Ey mü'min-lerin annesi, bana müsaade et, konuşayım: 'Andol-sun  ki, O, onu apaçık    ufukta  görmüştü.[114] Âyetine ne dersin?» diye sorunca Hz. Ayşe, şu ce­vabı verdi: «Bu meseleyi ResûluIIahtan (S.A.V.) İlk Önce soran benim...    Resûlullah bana dedi ki; O Cebraiidir...     Hem işitmedin mi,     Allahü Teâlâ; «Ona gözler erişemez. O ise bütün    gözleri ihata eder.» [115]buyurmadı mı? Ve hem sen işitmedin mi ki, Allah (C.C.) şöyle buyurdu: «(Ya) birvahy ile, ya bir perde arkasından, yahut   bîr elçi gön­derip de kendi izniyle dileyeceğini vahyetnıes! ol­madıkça, Aİlah'ın hiçbir    beşere kelâm söylemesi (vaki) olmamıştır.»[116]

b) «Her kim ki; Resûlullah (S.A.V.), Allah'­ın (C.C.) kitabından bir şeyi gizledi derse; Allah'-a büyük iftira etmiş olur.»

c) «Her kim ki Muhammed   (S.A.V.)     gaybı bilir iddiasında bulunursa,    Allah'a  (C.C.)  büyük İftira etmiş olur.»[117]

3. Abdullah İbnü Şakîk    tarikiyle Ebû  Zer (R.A.)'den rivayet edilmiştir:

Resûluliah'a  (S.A.V.), «Rabbİnî gördün mü?» diye sordum. Buyurdu ki, «Bir nur, onu nasıl gö­rürüm?» Aynı tarikle, ikinci bir rivayette ise, «Bir nur gördüm.» buyurdu.[118]

Kadı îyaz, Şifa isimli kitabında şöyle der:

«Bir grup âlimin fikri, Hz. Ayşe'nin kavlincedir. İbnü Mes'ud'dan ve Ebû Hüreyre'den, meşhur olarak nakledilen de budur. Bunun üzerine, hadisciler ve fa-kihlerden bir kısmı, dünyada rüyetin mümkün olma­yacağına kail olmuşlardır, ibnü Abbas'tan meşhur olan rivayet ise, Peygamber (S.A.S.)in, Rabbİni gözle­riyle görmüş olmasıdır. Hatta İbnü Abbas, Hâkim, Nesâî ve Tabaranî, rivayetlerinde; 'AHahü Tcalâ, Mu­sa'ya (A.S.) Kelâm; ibrahim'e (A.S.) hullet (dostluk); Muhammed'e (S.A.S.) ise rü'yet ile ihtisas buyurdu' demiştir. İmam Eş'ari ile ashabından bir grup da Peygamberin (S.A.S.), Allah'ı (C.C.) baş gözüyle gör­düğüne kaildirler. Bazı meşayih de, Allah'ı baş gözüy­le görme meselesinde tevakkuf eylemiştir. Şüphesiz, bu meselede hak olan da, tevakkuf, yani kat'î bir kanaat izharında bulunmayıp bu meseleyi Allah'a (C. C.) havale etmektir.

Şifa şerhinde Aliyyülkarî ise şunları zikreder:

«Resûlulîah (S.A.S.). Mi'raç gecesi Allahü Teâîâ'y' görmedi. Fakat Nevevî, «Fetâvâ^da rü'yetin vaki ol­duğunu doğrulamış ve bunu muhakkikun'dan nakletmistir.»[119]

 

Allah (C.C), Ve Kulların Fiilleri

 

«Allahü teâlâ, kullarının iman, küfür, isyan ve İbadet (tâat) olan bütün fiillerinin yaratıcısıdır.»

MûtezİIe'nin ve rasyonalistlerin     dediği gibi, kul; fiillerinin, harekatierinin    yaratıcısı değildir.

Bu iddia sakattır. Zira, insan, fiillerinin neticeleni tafsilatıyla bilemez. Bilemediğine göre, fiille­rin halikı olamaz.

Ayrıca, bu konuda nakli deliller şunlardır:

«Allah, her şeyi yaratandır...» [120]«Sizi de, (elinizle) ynpageldiğiniz şeyleri de Allah .     yaratmıştır.»[121]

Cebriye'nin, zamanımızda fatalistlerin, «Allah her şeyin halikı olduğuna göre; kul, fiilleri yap­mağa mecburdur, dolayısıyla ceza görmemelidir.»

demeleri de yanlıştır. Zira, fiillerin yaratılması, kulun talep ve kisbine tâbidir. Allah, kulun hangi liili yapacağını bilir, fert, iyi veya kötü işi ihtiyar eder ve Allah onu, o fiili, halkedar.

«Kulların bu fiillerinin hepsi r Allah'ın iradesi, dilemesi, hükmü, kazası ve takdiri iledir. Ancak, kul­lar için, ihtiyarı filler vardır. Bu fi­iller dolayısıyla sevap alırlar veya cezalanırlar.

Cebriye ve zamanımız fatalistleri, insanın ih­tiyarî fiillerini reddediyorlar. Ve «Kulun hareketi,, cansız varlıkların hareketi gibidir.» diyorlar.

Şurası açıktır ki; insanın hareketi ihtiyarî; cansızların hareketi isa mecburidir. İnsan, ihti­yar ettiğinin karşılığım görecektir. İnsanı irade­siz bir mahlûk, suç işlemeye veya istememeye mecbur bir yaratık olarak görmek ve göstermek tamamen yanlıştır. 

Her fert İçin,    ihtiyarî  fiillerinin bir karşılı­ğı vardır.

«işledikleri iyi amellere bir mükâfat olarak..» [122]«Dileyen iman etsin;   dileyen  kâfir olsun..»[123]

âyet-i kerimeleri bunun delilidir.

«Kulların yaptığı iyi ve güzel olan fiillere Allah'ın rızan vardır. Fena olan fiillere ise, rızası yoktur.»

Zira; bir âyet-i kelimeye göre:

«Allah    kullarının    küfrüne razı olmaz.»[124]

«Kulların fiillerin meselesini iyice anlayabil­mek için; meşhur âlim Hadimî'nin bu husustaki «Ef'âl-i ibâd» risalesini inceleyelim.[125]

 

Ef'al-İ Îbâd (Kulların Fiilleri)

 

Bu meselede mezheplerin görüşleri şöyledir:[126]

 

1. Ccbriye'nin Görüşü:

 

Kulların fiillerinde sadece Allah'ın kudreti müessirdir. Kullar, kendi fiillerinde, asla kudret sahibi değillerdir. Kulun herhangi bir işte dahli ve tesiri yoktur. Kul, cansız varlık durumunda­dır. [127]

 

2. Esprilerin Görüşü:

 

Fiilde hem Allah'ın, hem de kulun kudreti vardır. Fakat kulun kudretinin tesiri yoktur. [128]

 

3. Mûtezile'nin Görüşü:

 

Kulun kudreti, fiilde, bilâ icap velâ ızdırar müessirdir. Kulun kudretini Allah yaratır. Kul da, kendi isteği ve kendi kudreti ile, kendi fiillerini yaratır. [129]

 

4. Filozofların Ve İmamü'l-Haremeyn'in Gö­rüşü:

 

Fiilde kulun kudreti bil-îcap müessirdir. Fiil, kudrete muhalif olamaz. Yani, kudretin sarfedil-müsi ile beraber fiilin meydana gelmesi icabeder.

Filozoflara göre; kul, kendi fiilini yaratma­ya mecburdur. Bu hususta muhtar değildir. Tef-tazanî, bu durumu «Şerhü Mekasıd»'da şöyle ifa­de eder: Allah'ın kul için, bir kudret ve irade yaratması vaciptir. Kuldaki bu irade ve kudret de, fiiün meydana gelmesini gerektirir. îşte «Kul, fiilinin bil-îcap halikıdır» demenin anlamı budur. [130]

 

5. Ebu İshak İsferaînî'nin Görüşü:

 

Kulun fiilinde hem Allah'ın, hem de kulun kudreti bir arada bulunur. İki kudretin ikisi de, asıl fiilde müessirdirler. [131]

 

6. Kadı Ebu BekriI-Bakıllânî'nin Görüşü:

 

Allah'ın kudreti asıl fiilde; kulun kudreti de fiilin vasfında müessirdir. Fiil ise,.inat ve ma'sîyet» olarak vasıflanır. Meselâ; bir yetime atılan dayak fiilinin aslı, Allah'ın kadîm kudreti ile; bu daya­ğın adalet veya zulüm, tâat veya mahiyet olma vakıfları ise, kulun sonradan olan kudreti ile hasıl olur.[132]

Bu görüşlerden asıl olan, Üstad Ebu tshak'ın görüşüdür. Mâtüridîlerin itikadı da budur.[133]

Kulun fiilinde iki kudretin de beraberce mü­essir olması, Allah'ın âdetinin böyle cereyan etme-slndendir. Şöyle ki, Allah (C.C.), kulun, bir fiili yapmak istemesinin hemen akabinde o fiili yara­tır. Kul bir fiili kasd ve irade etmeden ve Allah'ın kendisine verdiği kudreti sarfetmeden, Allah, o fii­li yaratmaz. Fakat, kulun iradesi olmadan da, Al­lah o fiili yaratmaya kadirdir. Lâkin cebr olma­ması ve kulun, yaptığı fiilden dolayı ceza veya mükâfata lâyık olması sebebiyle âdet-i ilâhî böyle cereyan eder.

Meseleyi biraz  daha   derinleştirirsek, Allah (C.C.), başlangıçta, kulda bir kudret yaratmıştır. Kuldaki bu kudret ızdiraridir. Kul, bu kudreti, «bir işi yapmak veya yapmamak» isteğinden birisi­ne satfetmede hürdür.    İşte, kulun bu ihtiyarına nîradc-i Külliye» [134]denir ki, bu irade ve kud­ret, mahlûktur. Kul, bu kudretini bir işi yapmak veya terketmeKten birisine sarîederek bu iki şık­tan birini diğerine tercih eder. işte, kulun bu sar­fı, hariçts mevcut değildir. Ne var, ne de yok ka­bilinden olan şeylerdendir. Buna, «İrade-i Cüziy-ye», «Kisb», veya «Kasıt» denir.

Netice şudur ki; kul, kudretini bir fiile kat'iy-yctle sarîedince Allah (C.C), âdeti icabı, o fiili yaratır. Eğer, bu fiilin meydana gelmsslnde Al­lah'ın yaratmasının yanında kulun da dahil bu­lunmamış olsa idi; kulun infiradı da sahih olmazdi. O halde, kulun fiili, iki kudretin içtimai ile hasıl olmaktadır. Allah'ın kudreti İle hasıl olması, Allah'ın halkı (yaratması) dır. Kulun kudreti ile hasıl olması ise, kulun kisbi (seçip tercih etmesi) dir. Fiilin, makdur (takdir edilen), hüsün (güael) ve kubuh (çirkin) olarak vasıflanmasını gerekti­ren şey ise, kisb'dir.

Fiilin, Allah'ın kudreti ile olduğu inancı, ce­birdir. Kulun kudreti ile olduğu İnancı ise, tefviz, yani fiili kula bırakmaktır. Böylece, seleften nak-ledilegeten «Cebrü Mutavassıt» görüşü ortaya çı­kar ki, Mâtüridîlerin kabul ettikleri görüş de bu­dur.

Eş'arî Mezhebi'ne göre İse: Allah (C.C), kul­da bir kudret icat eder. Kul da, bu kudrete uy­gun olarak, kendi fiilini icat eder Burada mües­sir, yalnız Allah'ın kudretidir. Kulun kudreti mü­essir değildir. O, sadece fiilin mahallidir. Kullar, fiillerinde muhtar; ihtiyarlarında ise muzdardır-lar. Yani hür değil, mecburdurlar. Çünkü Eş'arî-ler, «İrade-i Cüz'iyye» nin mahlûk olduğuna kail­dirler. Onlara göre, fiilin vukuu, ızdırarîdir. Ku­lun, fiili yapmak veya terketmek hususlarından birisini tercih etmeye kudreti yoktur. Bunun için, her ne kadar Eş'ari, kendisinin «Cebrü Mutavas­sıt» olduğunu iddia etmişse de, Eş'arîl-sre «Cebrü Mahz» denilmiştir.

Tekrar edecek olursak, Eş'arî Mezhebi'nin gö­rüşünün özeti şudur: Allah (C.C), âdeti üzere, kulların fiillerini kudretlerine yakın olarak yarat­tı. Bu halde, kulun fiili, Allah'ın kudretinin t3Sİri ve Allah'ın icadı İle olduğundan, Allah'ın mahlû­kudur. Kulun kudretine yakın olduğu için de ku­lun kisbidir. [135]

 

Eş'arî Ve Mâtüridî'nin İttifak Noktaları :

 

1. İki kudretin isbatında,

2. Allah'ın kudretinin,   kulun kudretine mu-vaffık olmasında,

3. Fiilin, kul için «kisb» ve Allah için «halk»

olmasında,

4. «Cebrü Mutavassıt» olduklarını iddiada. [136]

 

Eş'arî Ve Mâtürîdî'nin İhtilâf Noktaları:

 

1. Mâtürîdîlere göre; kulun kudreti, Allah'ın âdetine muvafık olarak, fiilde müessirdir.

Eşarîlere göre ise; kulun, kendi fiilinde tesiri

yoktur.

2. Mâtürîdîlere göre;  fiil, kuldan bil-ihtiyar (kulun  ihtiyarı   ile)  sudur eder.    Eş'ârîlere göre ise, fiil  kuldan bil-ızdırar (mecburen) sudur eder.

3. Mâtürîdilere göre; kulda    irade-i cüz'iyye vardır.    Fakat hariçte    mevcut değildir.    îrade-i cüz'iyye, mahlûk da değildir.

Eş'ârîlere göre ise, irade-İ cüz'iyye da, kulda­ki kudret vs. gibi, mahlûktur. [137]

 

Îstitâat

 

(Fiîllerin Yapılımasında Gerekli Güç)

 

İstitâat (kulun gücü), ferdîn fiilî ile başlar ve fiilin bitmesi ile so­na erer. Kula verilen bu güç, fiili ya­pan kudretin kendisidir.»

Ferdin herhangi bir İşi yapması, ancak Al­lah'ın, o işin yapılmasını temin edecek güçte o fer­de vermesiyle mümkün olur.

Fert, iradî vs gayri iradî bütün fiilleri yap­mak için, bu kudrete muhtaçtır. Muayyen bir ha­reketi yaptıran kudret, her şeye kadir olan Allah'­ın, o fiilin yapılmasına mahsus olarak ferde ver­diği kudrettir.

Mutezile, kulun, fiillerine kadir olduğu inan­cındadır. Zamanımız felsefacilerinden bir çoğu da aynı kanaattedir. Mûtezile'nin başka bir kolu olan Dialektik - Materyalizm; maddenin ve vücu­dun, kudretin esası olduğunu ileri sürer. Halbuki madde ve insan, âcizdir. Her, fiilinde, Allah'ın kendisine kudret vermesine muhtaçtır. Allah, ise Kadir-i Mutlak'tır.

«İstitâat (ferdin, bir şeye gücü­nün yetmesi); sebeplerin, âletlerin ve azaların salim olmasıyla müm­kündür.»

«Sebepler», ferdin dışındaki şartlardır.

Meselâ; namaz için vakit; zekât için nisap miktarı mal, bir fiilin yapılması için gereken gü­cün verilmesinde sebeplerdir.

«Aletlrr ve azaların sağlam olması» İse; fer-din şahsında olan şartlardır. El, ayak veya zihnin normal çalışması gibi.

«Allah, kulun çücüniin yetme­yeceği şeyi teklif etmez.»

Cenâb-ı Hak buyurur:

«Allah, hiç  kimseye,  gücünün yeteceğinden baş­kasını yüklemez.»[138]

«insanın darbelenmesinin men akabinde; döğülende meydana gelen acı ve elem; insanın vurması­nın hemen akabinde camın kuruma­sı ve buna benzer şeylerin hepsi, Al~ lahû Teâlâ'nın yarattıktandır. Bu neticeleri meydana, getirmekte, ku­lun bîr yaratma kudreti yoktur.»

Meseleyi biraz daha derinleştirebilmek için, mezheplerin bu husustaki görüşlerini tetkik edelim.

Ehl-i Sünnet İtikadına göre, kulların fiilleri­ni Allah yaratır. Mutezile Mezhebi'ne göre İse, kul, fiillerini kendisi yaratır.

Fiillerin meydana gelmesinde, kulun da kud­reti vardır. Ehl-i Sünnet İnancına göre, fiili mey­dana getirmede, kulun kudreti müstakil değildir. Mûtezile'ye göre isa, müstakildir. Her iki mezhe­be göre de, fiili meydana getiren kulun kudretini Allah yaratmıştır.

Bu meselede, üzerinde çok münakaşa edilmiş olan husus şudur: «Fiili meydana getiren ve Al­lah'ın yaratmış olduğu kulun kudreti, fiil ile be­raber midir? Fiilden sonra mıdır? Yoksa fiilden evvel midir?» [139]

 

Ehl-İ Sünnct'in Görüşü :

 

Kudret, kuvvet, güç ve takat mânâlarına ge­len «istitâat», bir sıfattır ki; Allah (C.C.) bu sıfa­tı, inran bir işi yapmayı kasdettiği anda — bu işi yapmak için gereken âbtler ve sebepler de salim ve tam olunca— yaratır. İnsan, «hayır» fiilini yapmayı kasdedince; Allah da hayır kudretini yaratır; «şer» fiilini kasdedince de; Allah şer kudre­tini yaratır.

İşte bu kudret, fiil İle beraberdir. Allah (C.C.) tarafından, kul için, fiil İle beraber olarak yaratı­lır. Fiilden evvel olamaz. Zira, fiilden evvel olsa idi; bir şey yapmak istediğinde, kulun Allah'a ih­tiyacı olmaması gerekirdi. Bu halde ise, Mûtezllenin dediği gibi, kul, fiilinin halikı olurdu. Bu kud­ret, fiilden sonra da olamaz. Zira, kudrst olmadan fiilin hasıl olması gerekir. Bu ise, muhaldir. Ceb­riye Mezhebi, bu görüşü savunur.

Netice olarak; istitâat, kul için bir sıfattır ve bu kudret; kul, irade-i cüz'iyyesini sarfettiğl anda hasıl olur. Bu ise, dört kademede meydana gelir:

1. İrade-i külliye ki; bu iradenin kendisinde, takdir edilmiş şeylerin her birisine   taalluk etm3 salâhiyeti vardır.

2. Bundan sonra, fiilin mevcudiyeti için şart olan bütün sebeplerin selâmeti gerekir.

3. Daha fonra kul; irade-i külliyesini belirli bir fiile sarfsder ki; bu sarf, irade-i cüzMyyedir.

4. Bundan sonra da, kulun, irade-i cüz'iyyesi­ni fiile sarfı ânında Allah  (C.C), fiil ile beraber, kulda kudret yaratır. Bu son sarf, Allah'ın, kulda kudreti yaratmasına sebeptir.

Kudretin aslını isbat, Cebriyye'yi; kudretin fiil ile beraber olduğunu isbat ise Mûtezib'yİ yı­kar. [140]

 

Mütezile'nin Görüşü :

 

Bunlara göre; kula kudret, fiilden evvel ve-rilir. İnsan, bîr işe teşebbüs etmeden evvel do, o işi yapacak kudret kendisinde mevcuttur. Kul, bütün işlerini   kendisinde mevcut olan bu kudret ile yapar ve yaratır. Kulun, iş ânında, Allah'ın kudretine ihtiyacı yoktur. Allah'ın da, o işte dahi yoktur.

Bunların en kuvvetli delili şudur: Teklif, ya­ni emir ve yasaklar, fiillerden evvel hasıl olur. Meselâ; kâfir, iman etmekle mükelleftir. Namazı terkeden bir kimse de, vakit girdikten sonra na­maz kılmakla mükellaftir. Eğer kudret, fiilden ev­vel olmasa idi, âcize, kudret ve takati olmayan şey teklif edilmiş olurdu. Bu ise, batıldır. Bu hale göre; namaz fiilinden evvel, namaz kılma kudreti olmazsa; «namaz kıl» teklifi doğru olmaz.

Ehl-i Sünnüt'in, bu görüşe cevabı şudur: İs-titâat iki mânâda kullanılır:

1. Yukarıda boyan edildiği gibi, fiil ile bera­ber olan kudret mânâsında. Bu istitâat, fiilden ne önce, ne de sonradır. Fiil île beraberdir ve fiilin müessiridir. İhtiyarî fiiller, bu istitâat ile meyda^ na gelirler.

2. İstitâat; hisler ve azalar gibi sebeplerin, âletlerin ve insan uzuvlarının selâmeti mânâsında da kullanılır. Emir ve nehiylerle Allah'ın teklifi, bu mânâya gelen istitâat üzerinedir. Bu hakte acizlik de gerekmez. Şu âyet-i kerime de, buna işaret etmektedir:

«Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Bey­ti hncc (ve ziyaret) etmesi. Allah'ın İnsanlar üzerin­de bir hakkıdır...»[141]

Netice şudur ki, âdet ve sebeplerin salim ol­ması mânâsına gelen ve önceden kulda mevcut olan istitâat, teklifin, yani emir ve nehiylerin verilmesinin sıhhati içindir. Fiil ile beraber olan İs­titâat isa, kulun sevaba veya azaba müstehak olmasının sebebidir. [142]

 

Dalalet Ve Hidayet

 

Allahü Teâlâ, dilediği kimseyi sapıklıkta; dilediği kimseyi hidayet­te kılar.»

Allah hidayet ve sapıklığı halkeder, insan da kazanır. Kul, kurtuluşu veya sapıklığı seçer. Al­lah da onu halkeder.

«Allah kul için, sadece hayırlı olanı yaratmalıydı denemez.» [143]

 

Günahlar, Ve Allah'ın Affı

 

«Allahü Teâlâ, kendisine koşanı afetnıez.»

Bugün, türlü maskeler altında, insanlar Al­lah'a şirk koşmağa teşvik -odiliyor. Materyalistler maddeyi, rasyonalistler aklı; natüralistler (tabiiy-yûn) tabiatı; şehvetperestler şehveti (seksi) ve ne­fislerini; sapık mistik telâkkiler insanı; bazı siya­sî görüşler, bir milletin tamamını veya bir sınıfı yahut da bir azınlığı, hâkimiyetin menşei sayarak ilâhlaştmyorlar. Ve Allah'a, zaMnda, sıfatlarında ve fiillerinde ortaklar koşuyorlar. Allah, hangi şe­kilde'olursa olfun, kendisinden başka Allah kabul edeni, yani müsriği affetmez.

Şirkten başka, dilediği kimsele­rin, büyük veya küçük günahlarını affeder.

Helâl olarak kabul edilmediği takidrde, Allah dilerse, büyük güna­hı da affeder.»

Büyük günahı helâl kabul etmek ise küfürdür. Küçük günahları helâl sayan da kâfir olur. [144]

 

Rızık Meselesi

 

«Haram edilmiş şeyler de nzıktır.»

Rızık Cenâb-ı Allah'ın canlılara yemeleri için, verdiği her şeydir.

Bir şeyin nzık olması, onun haramlık vasfını kaldırmaz. «Allah, insanı rızıklandırdığına göre, Allah'ın insana nzık olarak verdiği bizatihi haram olan (şarap veya domuz eti gibi) şeyler, haram değildir» demek küfürdür.

«Helâl olsun, haram olsun; her­kes kendi rızkını yer. Bir insanın kendi rızkım yememesi, veya baş­kasının onun rızkını yemesi tasav­vur edilemez.

Allah'ın, bir mahlûk için, tayin ettiği şeyi, başkasının yemesi imkânsızdır. [145]

 

ÜÇÜNCÜ KISIM

 

MELEKLERE İMAN

 

Melekler, Allah'ın kullan olup, Allah'ın emri ile hareket ederler.»

«...Bunlar  (Melekler)  Allah'ın  emri ile hareket ederler.»[146]

«Onların, erkeklik ve dişilik va­sıflan yoktur.»

Meleklerin kesin sayılan yakkmda kat'î bir bilgimiz yoktur. Onu, aniak, Allah biiir. Kur'an-ı Kerim'de ve Peygamberimizin hadîs-i şeriflerinde İsimleri zikredilen melekler şunlardır:   

Meleklerin Peygamberi durumunda olan dört büyük melek:

1. Cebrail: Vazifesi, Allah ile   Peygamberler arasında elçiliktir.

2. Mikâil: Görevi, tabiat olaylarını idare et­mektir.

3. İsrafil: Vazifesi, Sûr  denilen bir vasıta ile, kıyametin ve öldükten sonra bütün canlı var­lıkların dirilecekleri zamanın geldiğini haber ver­mektir.

4. Azrail: Bunun da vazifesi»    canlıların ru­hunu almaktır.

Bu dört büyük melekten başka; Cennetin bek­çisi Rıdvan, Cehennemin bekçisi Mâlik, İnsanların sevaplanm ve günâhlarını tesbit eden Hafaza Me­lekleri, kabirds sual soran Münker ve Nekir, isim­lerini bildiğimiz meleklerdir.[147]

 

DÖRDÜNCÜ  KISIM

 

KİTAPLARA ÎMAN

 

«Allah'ın peygamberlerine inzal etmiş olduğu kitaplar vardır. Bu hi­tanlarda emrini, nehvini, mükâfatı­nı ve azabını beyan edip açıklarım-tır.»

Allahü Teâlâ, Cebrail vasıtasıyla, bütün pey­gamberlere emir ve yasaklarını bildirmiştir. Bun­ların bazıları kitap haline gelmiş ve zamanımıza kadar ulaşmış, büyük bir kısmı ise günümüze ula­şamamıştır. Allahü Teâlâ'nın bazı peygamberlere gönderdiklerine «Suhuf» (sayfalar) denir. Bir ri­vayete göre bunlar;

1. Âdem Peygambere 10 sayfa,

2. Şît Peygambere 50 sayfa.

3. İdris Peygambere 30 sayfa,

4. İbrahim Peygamber 10 sayfa olmak üze­re cem'an 100 sayfadır.

«Mukaddes Kitaplar» olarak bildiğimiz dört büyük kitap ise, «Kütübü Erbaa» diye isimlendi­rilir. Bu kitaplar da, şu peygamberlere gönderil­miştir:

1. Tevrat, Hz. Musa'ya,

2. Zebur, Hz. Davud'a,

3. İncil, Hz. İsa'ya,

4. Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed'e.

Tevrat, Zebur ve İncil, peygamberler tarafın­dan getirildikleri, yani Allah'ın gönderdiği şeklini muhafaza edememiş, insanlar tarafından tahrif edilmişlerdir. Bu husus hem tarihî, hem aklî hem de nakli delillerle sabittir.

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim, kendisinden önceki kitap ve dinleri neshetmiş, yani hükümlerini yü­rürlükten kaldırmıştır.

Kur'an-ı Kerim, Peygamber Efendimizin en büyük mucizesi, tahriften ve taklitten uzak yegâ­ne hak kitap olarak, günümüze kadar, bir harfi dahi değişmeden gelmiştir.

Kur'an-ı Kerim'İn Peygamberimize gönderil­mesi 23 senede tamamlanmış, Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ebu Bekir zamanında bir araya toplanmış, Hz. Osman zamanında nüshalar halinde çoğaltılarak, İsl&m'ın o zamanki merkez­lerine gönderilmiştir.

Kur'an-ı Kerim, çsşitli zaman ve çeşitli yer­lerde inzal edilen 114 sûre ve 6666 ayetten müte­şekkildir. [148]

 

BEŞİNCİ KISIM

 

PEYGAMBERLERE İMAN

 

«Resullerin gönderilmesinde hikmet vardır. Allahü Teâlâ, beşer İçinden bazılarını, beşeriyete müjdeleyici ve korkutucu resuller olarak göndermiştir. Bu resuller; insanlara, din ve dünya işlerinden, muhtaç ol­dukları her şeyi açıklamışlardır.»

Resuller, insanların ezelden ebede kadar ihti­yaç duyacakları her şsyi bildirmişlerdir. İnsanın, kendisine, başkalarına, din vazifelerini ve takip edeceği hareket şeklini gösteren ebedî kanunlar getirmişlerdir. Bunlar imana, kültüre, hayat niza­mına ve amsllere dair olan ölümsüz kaidelerdir. Dini kabul, onun muhtevası olan imanı, kültürü, hayat nizamını ve amelleri de kabul demektir.

«Cenâb-ı Allah, peygamberleri, tabiat kanunlarını yırtan mucizeler­le te'yid etmiştir.

Mucize; peygamberden, Allah'ın izni ile sadır olan fevkalâde haldir.

«Peyqamberlerin ilki, lîz. Adem ve sonuncusu, Hz. Muhammed (S.A.V)dir.

Âdem (A.S.) in ilk insan ve ilk peygamber ol­duğu hususunda kitap, sünnet vs İcma'da deliller vardır. Bunu inkâr eden, (Darwinistler ve aynı düşüncede olanlar) kâfir olur.

Hz. Muhammed (S.A.V.) in son peygamber olduğunu inkâr eden de kâfir olur.

«îsa (A.S.)'nm yer yüzüne ineceği hadis-i şe­rifte zikredildiğine göre; son peygamber, Hz. İsa olmaz mı?» şeklindeki sual yanlıştır. Zira, Hz. İsa, yer yüzüne, Hz. Muhammed'e tâbi olarak gelecek­tir. Çünkü, onun şeriati neshedilmiştir. Onun İçin vahy ve hüküm koymak yoktur.

«Peygamberlerin sayılarının ne olduğu konusunda münâkaşa etme­melidir. Zira, Altahü Teâlâ buyur­muştur ki; «Andölsun ki, senden ev­vel de peygamberler gönderdik. On­ların içinden, sana kıssalarını bildir­diğimiz kimseler de var; sana bildir­mediğimiz kimseler de var.» [149]Eğer adet zikredilirse; zikredilen adet­ten fazla peygamber gelmiş geçmiş­se onlar inkâr edilmiş; zikredilen adetten as peygavıber gelmişse pey­gamber olmayanlara peygamberlik izafe edîkniş olur.

Peygamberlerin hepsi, Allah'­tan aldıklarım tebliğ etmişler ve ha­ber vermişlerdir.»

Peygamberler, insanlığın kurtuluş yolunu; bü­tün insanlara, her türlü eziyetlere rağmen bildir­mişlerdir. Onlar tebliği gerekli her şeyi açıklamış­lardır. İşte, bu tebliğ edilenler, kurtuluşun tek yo­ludur.

Bazıları, «Peygamberler kurtuluşu muzun esas­larım herkese değil, sadece bazı insanlara bildirdi­ler. Biz de, o kendisine sır tevdi edilen kimselerden öğrenerek kurtulabiliriz.» derler. Bunlar, pey­gamberleri, tebliğ vazifesini yapmamış olmakla it­ham stmiş oluyorlar. Bu da tam bir küfürdür.

«Peygamberler sadıktırlar ve na­sihat edicidirler.

Peygamberlerin en efdali, Hz. Muhammed (SA.S.)'dir.n

Allah (C.C.), Kur'an-ı Hakiminde, İslâm Ümmeti'ni en hayırlı ümmet olarak bildirir. Ümme­tin hayırlı oluşu, dinlerinin yüksekliği sebebiyle­dir. Dinin yüksekliği ise, o dinin peygamberinin yüceliğine işarettir.

Peygamberler de bizim gibi birer insandır­lar. Fakat, Allah tarafından seçilmiş kimseler ol­dukları için, diğer insanlardan ayrı, bazı vasıfla­rı vardır. Peygamberlerin bu sıfatlarını şöyle özet­leyebiliriz:

1. «Sıdk» (Doğru olmak): Peygamberler, as­la yalan söylemezler. Onlar, dürüst insanlardır.

2. «Emanet» (Güvenilir olmak): Peygamber­ler, güvenilir kimselerdir.    Asla emanete hiyanet etmezler.

3. «İsmet» (Günah işlememek): Peygamber­ler, günah işlemezler. İnsanlık iaabı oîan ufak te­fek hataları da, Allah tarafından düzeltilir.

4. «Fetanet»  (Zeki olmak):  Peygamberlerin hepsi de, İnsanların mutlaka en zekileridiriler.

5. «Tebliğ»  (açıklamak): Peygamberler, Al­lah'tan almış oldukları emirleri insanlara mutla­ka ulaştırmışlardır. Hiç  bir şey gizlememişler ve hiç bir şey de ilâve etmemişlsrdir.

Peygamberlerin kesin sayılarını ve İsimlerini bilmiyoruz. Bunlardan, Kur'an-ı Kerimde ismi ge­çen peygamberler şunlardır:

1. Hz. Adem

14. Hz. Harun,

2. Hz. İdris,

15. Hz. Davut,

3. Hz Nuh,

16. Hz. Süleyman

4. Hz. Hud,

17. Hz. Eyyub,

5. Hz. Salih,

18. Hz. Zülkifl,

C. Hz. Lût,

19. Hz. Yunus,

7. Hz. İbrahim,

20. Hz. İlyas,

8. Hz. İsmail,

21. Hz. El-Yesa,

9. Hz. İshak,

22. Hz. Zekeriya,

10. Hz. Yakup,

23. Hz. Yahya,

11. Hz. Yusuf,

24. Hz. İsa,

12. Hz. Şuayb,

25. Hz. Muhammed

13. Hz. Musa,

 

Bunlardan başka, peygamber veya velî olduk­ları hususunda, İslâm âlimlerinin ihtilâf ettikleri Hz. Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn'in isimleri de, Kur'an-ı Kerim'de zikredilmektedir. [150]

 

Şefaat

 

«Peygamberlerin ve hayırlı kim­selerin büyük günah işlemiş olanla­ra da şefaat edecekleri (âyet ve ha­dislerle) sabittir.»

«Hem   kendinin,  hem erkek  mii'minîerlc  kadın mü'minlerin günahının yarhğanmasını.iste.»[151]

»Artık şefaat edici (melekler, peygamberler ve salihler)in hiç bir şefaati onîara fayda veremeyecek.»[152]

Câbir (R.A.) den:

«ümmetimden büyük günah işlemiş olanlar için de şefaatim vardır.»[153]

 

Kul Ve Vazifeleri

 

«Kul, kendisinden emir ve ya-saklamalann kalkacağı bir duruma ulaşamaz.»

Bazı sapıklar; «kul aşırı sevgiye (aşka ulaşın­ca ve kalbi temizlenince, artık onun ibadet etme­sine, dinîn emirlerini tutup yasaklarından sakın­masına lüzum yoktur» derler. Bu, kâfirce bir inançtır. İnsanların en temiz kalbine malik olan Peygamber (S.A.V.) ibadstten, taatten vaz geçmiş midir?

Bazı sapık kimseler de, «tnsan muayyen bîr mertebeye (fena îilîah'a) vardıktan sonra; Terdin ibadetine, taatına lüzum kalmaz» derler. Bunun te'vlle gelen bir tarafı yoktur. Buna İnanan kâ­firdir.[154]

 

Mahlûkların Fazilet Dereceleri

 

Beşerin resulleri, meleklerin re­sullerinden daha faziletlidir. Meleklerin resulleri de, (Peygamberler ha­riç) bütün beşerden daha efdaldir. Mü'minterin umumu ise, meleklerin umumundan faziletlidir.» [155]

 

İnsanların En Faziletlileri

 

«İnsanların en efdali, peygamberimizden sonra, Ebu Bekir Sıddik (R.A.)'tır. Ebu Bekir'den sonra, Omerü'l-Faruk' (R.A.)tur. Sonra Os­man zü'n-Nureyn' (R.A.) dir. Sonra da, Aliyyül'Murtaza (R.A.) dır. Hu-lefa-i Raşidın'in hilâfetleri de, bu sı­raya göre olmuştur.» [156]

 

Sahabeye Karşı Nasıl Bir His Duyulur?

 

«Sahabe, ancak hayırla yadedilir.»

Bu konuda Peygamberimin şöyle buyurur:

«Ashabıma kötü söz söylemeyiniz. Sizden biriniz, Uhııt Dngı kadar altını sadaka olnrnk verse; gene do ashabından birisinin (ulaşmış olduğu yüce derecenin) boyuna, hatta yan boyuna ulaşamaz.»[157]

«Allah!.. Allah!.. Ashabım hakkında (fena konuş­mayınız) Allah'tan korkunuz. Benden sonra onlara garazla, haklarında kötü lâf etmeyiniz. Kim onları severse, benî sevdiğinden dolayı sevmiştir. Kim onlara eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet ede­ne ise, Allah'ın azap etmesi yakındır.»[158]

Sahabeye ta'n etmek eğer kat'i delillere- ay­kırı ise, küfürdür. Kafi delillere aykırı değilse; bid'at ve fısktır. [159]

 

Aşere-İ Mübeşşere

 

«Peygamber (S.A.S.yin cennetle müjdelediği aşere-i mübeşşere'nin, cennete gideceklerine şehadet edilir.»

Tİrmizî ve Ahmet b. Hanbel'in tahric ettik-lsri bir hadîs-i şerife göre, Aşere-i Mübeşşere şun­lardır.

1 — Uz. Ebu Bekir.

2 — Hz. Ömer.

3 — Hz. Osman.

4 — Hz. Ali.

5 — Hz. Talha.

6 — Hz. Zübeyr

7 — Hz. Abdurrahman îbnü Avf.

8 — Hz. Sad îbnü Ebî Vakkas.

9 — Hz. Sa'd îbnü Zeyd.

10 — Hz. Ubeyde îbnü Cerrah.

(Allah, cümlesinden razı olsun) [160]

 

ALTINCI  KISIM

 

AHİRETE İMAN

 

Kıyamet Alâmetleri

 

«Hz. Muhammed (S.Â.S.)'in kı­yamet alâmetlerinden olarak; Deccâl'tn, Dâbbe-i Arz'ın, Ye'cüc ve Me'ciic'ün çıkması; Hz. İsa'nın gökten inmesi ve güneşin batıdan doğması hakkında verdiği haberler   haktır.» [161]

 

Ölüm Ve Ecel

 

«Öldürülen bir kimse, eceli İle ölmüştür. Ölüm de, (hayat gibi) bir varlıktır.                                     

Ölüm, tıpkı hayat gibi Allah'ın bir yaratığı­dır. Beşeriyet İçin, ölümü yaratmak, veya yok et­mek İmkânsızdır.

Zira, Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır.

«O (Allah! Ölümü de, dirimi de yaratandır:.,»[162]

Öldürülen bir adam için, «daha fazla yaşaya­caktı» denemez. Ölümün eceli (vakti), değişmez. Çünkü:

«O ecelleri gelince; ne bir saat geri bırakabilirler, ne öne alabilirler.» [163]

 

Kabir Azabı Kabirde Nimetlenmk Kabir Suali

 

«Kâfirlere ve müminlerden bazt günahkâr olanlara kabir azabı; itaat edenleri kabirde nimetlendirmek; ve Nekifin suali [164], kitap ve sün­net ile sabittir (gerçektir).»

«(Kabir azabından biri de) ateştir ki, onlar sabah, nkşam arzolunacaklar. Kıyametin kopacağı gün de, "Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun' deni­lecek.»[165]

İbnü Abbas (R.A.) tan: Nebî (S.A.V.), iki kab­rin yanından geçerken buyurdu ki:

«Muhakkak, bu ikisi de azap görüyorlar. Gördük­leri azap da, çok büyük olan bir iş için değil. Onlar-dnn birisi, idrardan sakınmaz ve temizlenmezdi. Di­ğeri ise, lâf getirip götürerek halkın arasını ifsat ederdi...»[166]

Âyet ve hadislerle sabittir ki, kabir azabı, haktır. Fakat, azabın keyfiyeti bize bildirilmemiş­tir.

«Ölü, idrak edemez; dolayısıyla azap müm­kün değildir» diyenler kâfirlerdir. Zira, Allah'ın, cansız telâkki ettikleri maddeye, bu azabı hisse­decek bir hayatiyst vermesi, kâinatı yoktan var eden Allah'ın kudreti yanında, hiç    mesabesinde bir iştir.[167]

 

Öldükten Sonra Dirilme

 

«Öldükten sonra dirilmek, hak­tır.»

Allah buyuruyor:

«Sonra siz, kıyamet gününde tekrar düİtilip kal­dırılacaksınız...»[168]

Şüphesiz ki; kâinatı yoktan var eden, kuru tanelerden hayat dolu bitkiler çıkartan, birer damla sudan canlılar meydana getiren Allah; öl­dükten sonra, kulları yeniden tsrkip etmeğe ka­dirdir.

«Amellerin ölçülmesi, haktır.

Cenâb-ı Allah buyurmaktadır:

«Herkesin dünyada yapıp ettiğini tartmak da, o gün haktır.»[169]

«Ahîrette kula verilecek olan ki­tap, haktır.»

Bu kitapta kulların tâat (hayır) lan ve hata­ları bildirilir:

«...Kıyamet günü onun için bir kitap çıkaracağız ki, neşredilmiş olarak kendisine kavuşacak.»[170]

«Artık kitabı sng eline verilmiş olana gelince; der ki: 'Alın okuyun kitabımı. Çünkü ben hakikaten he­sabıma   kavuşacağımı   zannetmiştim   (bitmiştim)',

«Kitabı sol eline verilmiş olana gelince; o da der ki: 'Ah keşke benim kitabım verilmescydi'.»[171]

«(Kitabı sağ eline verilen kimse) kolayca bir he­sap ile muhasebe edilecek o.

«Ama kitabı arkasından (solundan) verilen kim­se; derhal helakini temenni edecek, o şiddetli ateşe girecek.»[172]

«Ahirette, Allah'ın kullarına su­al sorması, haktır.» [173]

 

Kevser Havuzu

 

«Kevser havuzu haktır.

Cenâb-ı Hak buyurur:

«(Habibim) Biz sana, hakikaten, kevseri verdik.»[174]

Resulü Ekrem ise; şöyle buyurmuşlardır;

«Benim havzım, bir aylık yoldur. Onun suyu, süt­ten daha beyazdır. Onun kokusu, miskten dîılıa güzel­dir. Bardakları, semanın yıldızları pibidir. Ondan içen kimse arttk ebediyyen susamaz.»[175]

 

Sırat Köprüsü

 

«Sırat köprüsü, haktır»

Bu, Cehennem üstüne kurulmuş bir köprü­dür. Cennetlikler geçer; cehennemliklerin ayağı kayar.

Peygamberimizin bildirdiğine göre:

«...Mü'minler sıratı göz açıp yumuncaya kadar (kısa bir zamanda): şimşek gibi, rüzgâr gibi, kuş gibi, ata veya (diğer) binitlere binmiş gibi geçerler...»[176]

 

Cennet Ve Cehennem

 

«Cennet ve Cehennem, haktır. Cennet ve Cehennem, yaratılmıştır ve şu anda da mevcutturlar.»[177]

«Ey Âdem, sen eşinle beraber Cennette yerleş...»

Ayrıca, Cennet ve Cehennemin hazırlandığını bildiren âyetler vardır:

«O (Cennet), takva sahipleri için hazırlanmıştır.»

«O (Cennet), takva sahipleri için hay.ırîammşhr.»[178]

«O (Cennet), Allah'a ve Peygamberine iman eden­ler için hazırlanmıştır..»[179]

«O (Cehennem ateşi) kâfirler için hazırlanmış­tır.. [180]

«Cennet ve Cehennem sonsuz­dur. Hiç bir zaman yok olmazlar ve içindekiler de yok olmayacaklardır.»

Cenâb-ı Allah buyuruyor:

«Onlar (iman edip de iyi işler yapanlar), orada (Cennetlerde) ebedî kalıcıdırlar.»[181]

«Onlar (o inkâr edip kâfir olanlar ve zulmeden­ler), orada (Cehennemde) ebedî kalıcıdırlar.»[182]

 

Günahkâr Mümin Cehennemde Ebedî Kalmaz

 

«Büyük günah işlemiş olan mü'minler (tevbe etmeden ölseler dahi), Cehennemde ebedî kalmayacaklar­dır.»

Allah buyuruyor:

«Allah, mü'min erkeklerle mü'mîn kadınlara da -kendileri içlerinde ebedî kalıcılar olmak üzere- alt­larından ırmaklar akan A.dn Cennetlerini ve çok gü­zel meskenler vaadetti.»[183]

 

Dualarımız Ve Kabulü

 

Dirilerin ölülere dun etmelerin­de ve onlar için sadaka vermelerin­de ölülere fayda vardır.»

Peygamberimiz  (S.A.V.)  buyurur:

«Müslümanlardan bir gnıp, bir ölünün namazını kılınca ona şefaat etmiş olurlar.» [184]

«Allah (C.C.), dualara  icabet eder ve hacetleri bitirir.»

«Rabbiniz buyurdu:  Bana dua edin;  size icabet (ve duanızı kabul) edeyim.»[185]

Duada esas;  niyetih sadık,    halis olması ve kalbin huzurudur.

Resulüllah buyurur:

«Allah'a dua ediniz. Kabul edeceğine inanınız. Bi­liniz ki; Allah, gafil ve  (dünyaya iyice)  dalmış kalp-, ten dua kabul etmez.» [186]

 

YEDİNCİ KISIM

 

KADERE İMAN

 

Kaza Ve Kader Nedîr?

 

Kaza ve kader kelimelerinin İslâm ıstılahın­da ifade ettikleri m&nk şudur:

«Kader», ezelden ebede kadar olmuş ve ola­cak şeylerin hepsinin zamanının, yerinin ve na­sıl olacaklarının Allah tarafından ezelde bilinme­si ve bu bilgiye uygun olarak takdir ve irade edil­mesidir. Kader, Allah'ın «ilim» ve «irade» sıfatla­rı île ilgilidir. Allah, ilim sıfatı ile, olacak şeyleri bütün teferruatı ile bilir, irade sıfatı ite şöyle ve­ya böyle olmasını tercih ve takdir eder. işte bir şsyin, ezelde Allah tarafından bilinmesine ve öy­lece tercih ve takdir edilmesine  «kader» denir.

«Kaza» ezelde, Allah tarafından bilinen ve takdir edilen şeylerin, zamanı ve yeri girdiğinde, ezeldeki bilgi ve takdire uygun olarak, Allah tara­fından yaratılmasıdır. Kaza, Allah'ın «Kudret» ve «Tekvin» sıfatları ile ilgilidir. Allah, kadere uy­gun olarak, her şeyi kudret vs tekvin sıfatları ile yaratır.

Kâinatta her şey, kaza ve kadere bağlıdır. Allah'ın takdir ve iradesinin dışında hiç bir şey olmaz.

«Kadere îman»; iyi-kötü, hayır-şer ne varsa hepsinin Allah tarafından ezelde takdir edilip za­manı g:Iince de yine Aîlah tarafından bu takdire göre yaratıldığına inanmak demektir.

Kaza ye Kadere iman, İslâm'ın inanç esasla­rının en mühimlerinden biridir. İslâm mütefekkirleri ve kelâm âlimleri, Kaza ve Kader mesele­sinde çeşitli görüşlere sahip olmuşlar, bu konuda birçokları yanılmış ve temel inançtan sapmışlar­dır.

Kaza ve Kader meselesindeki ihtilâf; «kulla-rm krndi fiillerini halk (yaratma)» meselesinde­ki ihtilâftan doğmuştur.

Kaza ve Kader kelimeleri, umumiyetle, ikisi de bir arada kullanılır. Bu kelimelerden; biri di­ğerinin lâzım'ı olmakla beraber; mezhepler ara­sında kullanılışlarında ihtilâf vardır. Meselâ, bi­zim (Matüridîlerin) Kaza diye tarif ettiğimizi, Eş'arîler Kader diya tarif ederler.

Rağıp'a göre: Kader, takdir; Kaza da, tahsil etmek ve kesin olarak hükmetmektir.

Başka bir deyimle Kader, ölçmek için hazır­lanan şey; Kaza ise, fiilen ölçmekten ibarettir.

Kader, bir şeyin esası; Kaza da onun tafsilâ­tıdır. Meselâ; Kader, bir devletin divan'mdaki İc­mal defteri; Kaza da o deftere göre, vazife sahip­lerine Boytü'İ-mal'in tevzi ve taksimidir.

İbnü'1-Esîr, «El-Bİdaye Ve'n-Nîhaye» İsimli eserinde şöyle demektedir:

«Kader, takdir; Kaza ise, halk (yaratma) manası­nadır. Bunlar, birbirinin mütelâzımıdır. Yani, bunlar birbirlerinden ayrılmayan iki emirdir. Kader, esas (te­mel); Kaza ise bina mesabesindedir. Kim ki, birbirin­den ayırmak isterse Kaza ve Knder binasını yıkmış otur.»

Yani, İbnül-Esîr'e göre; Kaza ve Kader aynı mânâya geliyor.[187]

 

Kaza Ve Kaderin Kuranda Kullanılışı

 

Kaza ve Kader, Kur'an-ı    Kerim'de    birkaç mânâda kullanılmıştır.[188]

1) Kaza ve Kader, «halk» (yaratmak)    mâ­nâsına gelir. Şu âyetlerde olduğu gibi:

«Bu suretle onları, yedi gök olmak üzere, 2 günde vücuda getirdi (yarattı)»[189]

«(Allah) onda (arzda), arayanlar İçin dört günde müsavî gıdalar takdir etti (yarattı).»[190]

2) Kaza ve Kader, «Emir ve hüküm» mânâ­sına gelir. Şu âyetlsrde böyledir:

«Rabbin, kendin başkasına kulluk etmeyin, ana ve babaya iyi muamele edin diye hükmetti...»[191]

«Aranızda ölümün keyfiyetini, zamanım, mekânım ve ecellerin miktarını biz (tayin, hüküm ve) takdir ettik.» [192]

3) Kaza ve Kader,  «İlân ve Beyan»  mânâ­larına da gelir. Şu âyetlerde olduğu gibi:

«Biz. Kitapta İsrail Oğullarına şu haberi verdik (beyan ettik); 'Siz, arzda muhakkak iki defa fesat çı­karacak ve muhakkak (bana karşı) büyük bir serkeş­lik yapıp kabaracaksınız.»[193]

«(Lut'un) karısı başka. Biz ocun mutlaka geride kalan (helak olan) kimselerden olmasını takdir (ve ilân) ettik.»[194]

 

Matüridilere Göre Kaza Ve Kaderin İstılah Manaları

 

Kader: Allahü Teâlâ'nın, ezelden ebede ka­dar olmuş ve olacak şeylerin zamanını, mekânını, vasıflarını, şekillerini ve her türlü özelliklerini ezelde bilip ve bilgisi üzerine tahdid ve takdir et­mesidir.

Kaza: Allahü Teâlâ'nın ezelds, ilmi üzerine takdir ve tesbit etmiş olduğu şeyleri, zamanı ge­lince, ezeldeki ilim ve iradesine uygun olarak icat etmesi ve yaratmasıdır.

Kader, Allahü Tsâlâ'nın ezelî olan İlim ve İrade sıfatına; Kaza da Tekvin sıfatına racidir.[195]

 

Kaza Ve Kader Hakkında Ehli Sünnetin Görüşü

 

Kaza ve Kader kelimelerinin lügat ve ıstılah mânâları beyan edildikten sonra Ehl-i Sünnet Mezhebinin Kaza ve Kader hakkındaki tezi şöyle hülâsa olunabilir:

Cenâb-i Hak, eşyayı yaratmazdan Önce, eşya­nın -miktarlarını, ahvalini, halkın amellerini, ken­di iradeleriyle yapacakları hayır ve serleri Ilm-i ezelîsiyle bilip, ezelî iradesiyle levh'i mahfuz'da, ilk yarattığı kalemle yazmıştır. Ezelde İlim ve İradeye muvafık olarak takdir edilen şeyler de, zamanı gelince, harfiyen kaza olarak meydana gelmektedir.

«Herşcy ezelde takdir edilip, Lcvh-i Mahfuz'-da yazılmış    olduğuna, zamanı    gelince de   kaza olarak icat edileceğine, takdir ve kazada hata olmıyacağına göre; insan, yapmış olduğu işlerden nasıl sorumlu tutulur?» şeklindeki soruya cevap vermeden önce, insanların fiillerini kısaca tetkik edelim.

İnsanların fiil ve hareketleri ikiye ayrılır:

a) İhtiyarî fiiller.

b) Gayri ihtiyari fiiller.

İnsanların gayri ihityarî olan fiil ve hareket­leri, kendi ihtiyar ve iradeleri olmaksızın, sadece Allah'ın yaratması ile olduğu için, insan bunlar­dan sorumlu tutulmaz. İnsanın açlık hissetmesi, vücudundaki kanın dolaşımı, organların çalışması vs. gibi işler, bu kabildendir. Bunlardan ne sevap, ne de günah hasıl olmaz.

İhtiyarî fiiller ise; insanların ihtiyar ve İra­desi vasıtası ile yaratılır. İnsanlar, bu hususta bir kisb2, bir irade-i cüz-iyyeye ve bir kudrete sa­hiptirler. İnsanlar, kendi iradelerini ve kudretle­rini sarf eder, akabinde Allah (C.C.) da o fiilleri yaratır. Yoksa, insan kendi fiillerini yaratmaz. Binaenaleyh, insanların bu kabil hareket ve fiil­leri, kendi irads ve ihityarlarma müstenit oldu­ğundan, cebir lâzım gelmez. Bu fiillerin yaratıcı­sı Allah olup, kul olmadığından tefviz (yani ku­lun, fiillerini yaratmış olması)  de lâzım gelmez.

Yalnız, Allah (C.C), her hususta, olan ve olacak olan her şeyi sebeplere bağlamıştır. Kul, bu sebeplere tevessül edince, Allah (C.C.) da o şe­yi yaratır ve vücuda getirir. İlâhî sünnet ve tarz­da cereyan eder.

Şimdi, asıl sorunun cevabına gelelim: «Fiil ve hareketlerimiz ezelde takdir edilmiş ve Levh'a yazılmış olduğuna göre;  bu İşleri yapmak zorun­da kalmıyor muyuz? Öyleyse niçin sorumluyuz?»

Evet, herşey ezsîde Allah'ın irade  ve ilmiyle takdir edilmiş ve yazılmıştır. Fakat ehemmiyetle bilmemiz gereken husus şudur:    «İlim Maluma Tâbidir.» Bilgi, ancak   hadiselere ve eşyaya uy­gun olursa, ona ilim denir.   Uygun olmazsa cshil denir. «İlim Malûma Tâbidir.» Yani, ilim (bilmek)  malûma (bilinen şeylere ve hadiselere) tâbidir. İlmin, hadiselerde tesiri yoktur. Meselâ biz güneşin neredsn ve ne zaman doğacağını bi­liriz. Güneşin ise söylediğimiz zamanda doğması, bizim bilgimizden dolayı değildir. Veyahut, meteo­roloji istasyonlarının,     âletleri ve tecrübeleri ile, bugün rüzgârın hangi yönden eseceğini bilmeleri­nin ve bunu daha önceden tesbit etmelerinin, rüz­gârın aynı yönden esmesinde tesiri yoktur. Yani, onlar bildi ve yazdı diye rüzgâr o yönden esmiş, veya yağmur yağmış değildir. Zatsn yağmur ya­ğacağı ve rüzgâr o yönden eseceği için onlar bil­miş ve yazmıştır.

«İlim malûma tâbidir» genel kaidesinin izahı, budur. Hak Teâlâ da, he şeyi kaplayan    ilmi ile, dünyaya gelen ve gelecek olan bütün İnsanların; irads ve kudretlerini nasıl kullanacaklarını, iyiyi mi, fenayı mı seçeceklerini, irade ve kudretlerini kullanmalarının sonunda neticelerin ne olacağım eksiksiz bir ilimle bilir ve bu bilgisi üzerine, ezel­de, insanın her fiilini takdir eder ve Levhi Mahfuz'a yazdırır. Netice; ezeldeki takdiri ilâhî ve ya­zı, ilm-İ İlâhî'ye tâbidir. Yani, Allah nasıl olacağı­nı ve geleceğini bildiği için öylsce takdir edilmiş­tir. İlm-İ ilâhî ise, malûma tâbidir.

Cenâb-ı Hak, nasıl olacak ise öylece bilmiş, bildiği gibi hüküm ve takdir etmiştir. Hülâsa; Al-lahü Teâlâ, insanların ne şekil hareket edecekle­rini bildiği ve takdir ettiği için insanlar hareket etmiş değillerdir. Ancak, Allah (C.C.), insanları kendi irade-i cüz'iyyelerini nasıl kullanacaklarını ve dolayısıyla nasıl hareket edeceklerini tamamen bildiği için, öylece takdir edip yazmıştır.

Başka bir deyimle; İnsan, hayır ve şerri, ezel­de yazıldığı ve takdir edildiği için işlemiyor. İnsa­nın, kendi iradesi ile hayır veya şer işleyaceği, Al­lah tarafından bilindiği için, ezelde öylece yazılıp takdir ediliyor. Bunun için de insan, işlediği ha­yırlarından sevap, ve mahiyetlerinden günah ka­zanıyor ve sorumlu tutuluyor.

Bu hususu iyics aydınlatmak için, Hz. Ali (R.A.)'nin «Kaza ve Kader» hakkındaki görüşle­rini inceleyelim [196]:

Hz. Âli  (R.A.)  Sıffin    savaşından    dönünce, bir ihtiyar kalkıp,  «Ya Ali! Bize haber ver- Şam seferine gitmemiz Allah'ın kaza ve kaderi ile mi­dir?» diye sordu. İmam Ali: «Evet, tohumu yarıp canlandıran,   insanı yaratan Allah'a yemin olsun ki, altığımız. İndiğimiz lıcr vadi, çıktığı­mız her yokuş, Allnh'ın kaza ve kaderi iledir.» bu-yutunca; ihtiyar adam,    «Bu halde, ben Allah'ın hiç sevap vereceğini ümit etmiyorum.» dedi.

Bunun üzerine Hz. Ali, şöyle buyurdu: «Dur, ey ihtiyar! Allah sizin yürümenize de, geri dönüşünüz halinde, dönmenize de büyük ecir verir. Siz, hiç bir harekete zorlanmazsınız. Hiç bir şeyi yap­maya da mecbur değilsiniz.» Bu sözleri işiten ih­tiyarın, «O halde, kaza ve kader bizi nasıl sevke-diyor?» demesi üzerine Hz. Ali (R.A.) kızdı ve şun­ları söyledi: «Yazıklar olsun sana! Sen, kaza ve kaderi, kendi ümitlerini ve hareketlerini ilzam eden bir kaza onları gerekli kılan bir kader mi zannettin? Hayır, öyle değildir. Eğer böyle olsay­dı (yani, insan, kaza ve kaderin icabı olarak bir şeyi yapmak zorunda olsaydı); sevap, azap, va'd, vaîd, emir, nehiy, günahkârı kınamak ve iyilik yapanı övmek gibi hususlar batıl olurdu. Bu gö­rüş ise; puta tapanların, şeytan ordularının söz­leridir. Bunlar, bu ümmetin kadercileri ve mecu-sileridir. Şüphesiz ki Allah (C.C.), hayır olan şeyleri emreder, fenalıkları yasak eder, kolay ola­nı teklif eder, zorla itaat ve zorla isyan ettirmez. Peygamberleri, halka, abes olarak göndermedi. Yerleri, gökleri ve ikisi arasındakilerini bâtıl ola­rak yaratmadı.» İhtiyar adam «Buna göre, bizi yürüten kaza ve kader nedir?» diye sorunca, Hz. Ali, «Allah'ın emir ve hükmüdür. Bu ise, kulun kisb ve ihtiyarına bağlıdır.» buyurdu.[197]

 

Kaza Ve Kader Değişir Mi?

 

Resulü Ekrem (S.A.V.), bir gün, yıkılmaya yüz tutmuş olan bir binanın yanından geçerken aür'atle yürüyünce, kendilerine sorulan «Ya Re-sulallah, Allah'ın kazasından mı kaçıyorsun?» sualine, «Allah'ın kazasından, Allah'ın kaderine iltica ediyorum» diyerek cevap vermişlerdir.

Hz. Ömer (R.A.), Şam'a gittiğinde, orada ve­ba hastalığı bulunduğunu İşitince, geri dönmüş­tü. Bunun üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrah; «Ya Ömer, Allah'ın kazasından mı kaçıyorsun?» deyin-C3; Hz. Ömer, «Evet Allah'ın kazasından yine Al­lah'ın kaderine kaçıyor ve iltica ediyorum.» ceva­bını vermiştir.

Bunlardan anlaşılıyor ki; kader, kaza haline gelmedikçe, Allah tarafından değiştirilmesi umu­lur.

Kur'an'ı Kerim'de; «Allah ne dilerse (onu yapar, bazısını) mahveder, (vücuda getirmez. Ba­zısını da) vücuda getirtir. Ana kitap (Levh-i Mah­fuz), O'nun nezdindedir.» [198] buyrulmuştur.

Bu âyet-i kerimede «değişmez» denilen şey; Levh-i Mahfuz, kader ve ezelî olan İlm-1 ilâhîdir. Değişen ve tağyire uğrayan ise, kazadır.

Peygamber Efendimiz, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurmuşlardır:

«Allah bir kavmi aziz, bir kavmi zelil kılar. Biri­sinin menfaatini kaldırır, öbürününkini arttırır.»[199]

Hz. Ömer ise, imhası mümkün olan kazalar­dan dolayı şöyle dua ederdi:

«Allahim!... Eğer ismimi şakı divanına yazmışsan ismimi oradan sil!... Eğer saidler divanına yazmışsan onu orada sabit kıl!... Zira sen; 'Allah ne dilerse mah­veder veya vücuda getirir. Ana kitap, O'nun nezdin­dedir.' buyurdun. Senin bu sözün haktır.»[200]

Bir gün, bir kimse Hz. Ömer'e (R.A.); Ya Kba Alniurrahniiiti! Bir kavini şarap içiyor, zina ediyor, hırsızlık ediyor ve bir de; 'Bizim yaptıkla­rımızı Allah biliyor. Bizim için kurtuluş yoktur diyorlar ne dersiniz?» diye .sorunca Hz. Ömer, kızarak şu cevabı verdi: «Sühhanallahî.. Evet on-lamı yapacaklarım ve yaptıklarım Allah (C.C.) bilir. Fakat Allah'ın bilmesi onîan, o işlere zorla­maz ki.» 

Allah'ın İlmi, haberi ve iradesi, bir şeyin ol­masını veya olmamasını gerektirerek failin kud­retini kaldırmaz. Allah'ın bir şeyi haber vErmesî, o şey üzerine haberin mânâsının hükmüdür. Hü­küm, hâkimin iradesine bağlıdır. İrade de, ilme tâbidir. İlim ise, malûma tâbidir. Malûm da, ya­pılan ve failden çıkan fiillerdir. Bu fiiller, failden, ihtiyarı ile çıkmaktadır. Şu halde sevabı ve veba­lı faile râcidir.

Bu mesele ile ilgili olarak; «Bütün kötülük­ler ve bunlardan biri olan küfür de Allah'ın irade­siyle olduğuna göre aynı zamanda, Allah'ın kaza­sı ile tlc olması İnzınv.lir. Küfür ile Allah'ın kaza­sı Ho olmuş oîtır. K nza ya nz:\ iso. vaciptir. Bu hal­de, küfre do ifi.zı ohmmalı mitlır? Halbuki küfre rızatım küfür olduğu husufumla ittifak vardır.» sökündeki bir düşünceye verilecek eevap şudur:

Vacip olan, kazaya rızadır; kaza olunan şeye değil. Burada  iki hal vardır:

1. Küfrün faili ve mucidi.

2. Küfrün mahalli.

Küfrün faili, mucidi ve yaratıcısı Allah'tır. Küfrü Allah yarattığı için kazadır ve bu kazaya rıza gerekir. «Allah niçin küfrü yarattı?» diye iti­raz edilarnez. «Şeytanı, domuzu neye yarattı?» diye itiraz edilemez. Bunların hepsinde hikmet vardır.

Küfre mahal olmak, yani küfrü ihtiyarımızla kesbederek küfre girmek ise; kula racidir. Küfre mahal, yani kâfir olmaya rıza ise, küfürdür.

Şu halde; küfre rıza ile, küfrü Allah'ın yarat­mış olduğuna rıza arasında fark vardır. [201]

 

İmam Âzamın Görüşü [202]

 

Dünya v-s ahiretteki her şey, Allah'ın dileme­si, ilmi, kazası, kaderi ve Levh-i Mahfuz'a yazma­sıyla, olur. Fakat, Levh-i Mahfuz'a yazılan, vasfe-dilerek yazılmıştır; hükümle değil. Yani Levh-i Mahfuz'a hayırlar, mahiyetler, itaatler, fiiller, ira­deler, hasılı her şey vasıflarıyla yazılmıştır. Mü­cerret, sebepsiz ve vasıfsız hüküm verilerek yazıl­mamıştır.

Meselâ; «Ahmet, mü'min olsun ve hayır işle­sin; Avram ise kâfir olsun ve şer işlesin» şeklinde, hükümlü olarak yazılmamıştır. Eğer böyle olsay­dı; Ahmet mü'min olup hayır işlemeğe; Avram da kâfir olup şer istemeğe mecbur olurdu. O za­man, ilâhî emir ve yasaklara lüzurı kalmazdı. Fakat, Levh-i Mahfuz'a yazılan yazı; vasıflıdır. Çünkü, Ahmet kendi irade ve ihtiya/ı ile kendi kudretini sarfederek mü'min    olmadı ister. Allah Ahmet için imanı yaratır o da mü'mîn olur. Avram İse yine, kendi İrada ve İhtiyarı İle kâfir olmayı is­ter, kudretini küfre sarfeder; Allah da, onun için küfrü yaratır. Levh-i Mahfuz'a da öyle yazılır. Böylece, kul üzerine bir zorlama olmaz.

Allah, hiç kimseyi küfür-lman, hayır-şer üze­re cebretmez. Yani onların kalbinde İman veya küfrü, amellerinde de hayır veya şerri zorla yarat­maz. Ancak kulun, ihtiyarını, rızasını, muhabbe­tini ve kudretini sarfetmesi ile yaratır. [203]

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

VELAYET VE KERAMET

 

Velayet Ve Keramet Nedir?

 

«Haberiniz olsun ki, Allah'ın velî kullan için hiç bir korku yüKtur. Onlar mahzun da olacak değiuer-dir.

«Onlar, iman edip takvaya ermiş olanlardır.

«Dünya hayalında da, aJıirette de onlar için müj­deler vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. Bu, en büyük saadetin la kendisidir.»[204]

Velî; lügatte, «yakın, yâr, dost, arkadaş, yar­dımcı, muhabbet besleyen» mânâlarına gelir.

«Feîl» vezninden olan velî, «îsm-i fail» mânâ­sında kullanılırsa, kula izafe edilir. Bu halde; ku­lun, günah işlemeden Allah'a taatı ve Allah'a mu­habbetinin devam etmesi anlamına gelir. «Evüya-ııllali)) (Allah'ın Valileri) unvanı, bu cümleden olup, «Allah'a dost olanlar» demektir.

«Feîl» vezninden olan velî, «ism-i mef û!» mânâsında kullanılırsa, Allah'a nisbet edilir. Bu halde; «kulun velisi «dostu, yardımcısı, sahibi ve koruyucusu) Allah'tır»» anlamına gelir. Nitekim, aşağıdaki âyet-i kerimelerde vslî, Allah'a izafe edilmektedir[205] :

«Allah, iman edenlerin cvelîsi (yardımcısı) dır. On­ları karanlıklardan (kurtarıp) nura çıkarır...»[206]

«Çünkü benim velîm (sahibim), o kitabı indiren Allah'dır ve O, bütün salihlcre de velilik ediyor (sa­hip oluyor).»[207]

«Sizin velîniz (yârınız, dostunuz, yardımcmız) an­cak Allah'tır...»[208]

İslâm ıstılahına göre; velînin tarifi şöyledir:

«Allahü Teâlâyı ve Allah'ın bilinmesi gereken bü­tün sıfatlarını biien bütün ibadet ve taata üevara eden bütün günahlardan kaçman ve şehvete dalmaktan sa­kınan, kâmil kimsedir.»[209]

«Allahü Teâlâ ve sıfatlarını gerektiği gibi bilen, bütün kalbi ile Cenâb-ı Hak'ka yönelen mümin ve takva sahibi olan kimsedir.»[210]

Keramet ise; lügatte, «izzet, şeref, iyilik ve güzellik» mânâlarına gelir.

İslâm ıstılahına göre; «Allah'ın velî kulların­da zuhur eden ve âdetin hilâfına olan harikulade şeyler» dir. [211]

 

Velayetin Sübutu

 

Bu hususta, ehl-i sünnet olarak inancımız şudur ki; geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, Mu-hammed (S.A.V.) ümmetinde de Allah'ın (C.C.) velî kullan vardır. Valilere inanmak, haktır. Ev-liyaullahı kabul etmemek, Kur'an'm âyetlerini inkâr olur. Bu ise, küfürdür. [212]

 

Velî Kimdir?

 

Velîlerin varlığını ve kimliklerini açıklayan deliller dörttür:

A — Kur’an,            C — Sahabe sözleri,

B — Sünnet,            D — Akıl. [213]

 

Kur'an-I Kerime Göre Velilik

 

«Haberiniz olsun ki, Allah'ın velî kulları için hiç

bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.

«Onlar, iman edip takvaya ermiş olanlardır.»[214]

Birinci âyette, Allah'ın velî kullan olduğu vş onlar için korku ve kederin olamıyacağı beyan ediliyor, ikinci âyette de, velîlerin kimler olduğu açıklanıyor ki, burada velîlerin iki büyük ve şü­mullü özelliklen zifediliyor: a) iman ederler, b) takva sahibidirler.

Allahü Teâiâ, takva sahiplerini, şu âyet-i kerimesiyle ayrıca açıklamaktadır:

«(Namazda) yüzlerini doğu ve batı yönüne dön­dürmeniz, birr (tâat) değildir. Fakat birr; Allah'a ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere İman eden; mah (m Allah) sevgisiyle (yahut, mala olan sevgisine1 rağmen) akrabaya, yetimlere, yoksul­lara, yol oğluna (yolda kalmış misafirlere), dilenen­lere ve köle ve esir (i kurtarma) e veren; namazını dosdoğru kılan; zekâtı (m) veren (kimselerin); ahit-leştikleri zaman sözlerini yerine getirenler (İn); sıkın­tıda, hastalıkta ve muharebenin kızıştığı zamanlarda sabır ve metanet gösterenler (in bîrridir). Onlar (yok mu?), sadık olanlar onlardır ve onlar, takvaya eren­lerin de ta kendileridir.[215]

Bu âyet-i kerimede, kâmil takva sahiplerinin vasıflan üç esasta toplanıyor: [216]

 

1. Sıhhatli Bir İtikat (Tahkiki İman) :

 

Bunu şöyle özetleyebiliriz:

a) Allah'a İnanmak. Allah'ın zatî, sübutî vs fiilî sıfatlarını bilmek ve inanmak. Allah hakkında vacip «lan, muhal olan ve mümkün olan bü­tün sıfatlan tam bilmek ve inanmak.

b) Peygamberlere    inanmak. Peygamberler hakkında vacip, caiz ve muhal olan bütün sıfat­lan bilmek ve öylece inanmak.

c) Meleklere  inanmak.  Melekler hakkında vacip ve muhal olan sıfatları bilmek.

d) Kitaplara inanmak.    Kitapların    kimden kime ve kimin vasıtası ile geldiğini bilmek.

e) Ahirete inanmak. Kitap ve sünnete geç­tiği ve ehl-i sünnetin akaid kitaplarında izah edildiği gibi ahireti bilmek. Yanlış ve batıl inanç­lardan sakınmak. [217]

 

2. Allah'ın Kulları İle Güzel Geçinmek:

 

Fakirlere, bîçarelere, yolda kalmışlara, zaru­retinden dolayı dileneni sre ve esirlere, seve seve malından vermek. Komşusu aç iken kendisi tok olarak uyumamak. Mü'minlerin acılarına İştirak etmek. Bir de, ahltleştiği zaman sözünü yerine getirmek. Bu ve benzeri beşerî münasebetleri en güzel şekilde devam ettirmek. [218]

 

3. Nefsi Tezkiye Etmek:

 

Dinin direği olan namazı, İslâm'ın köprüsü olan zekâtı ve diğer bütün ibadetleri, ehl-İ sünnet alimlerinin açıkladıkları gibi bilmek ve eksiksiz yerine getirmek. Ayrıca; sıkıntı ve şiddet anların­da, harp ve ıstıraplı günlerde sabır ve cebat gös-termsk ve mücadele etmek. Allah'a karşı olan ahdini yerine getirmek.

Aslında, Îslâm'm ana unsurları ve Kur'an'ın hedefi de bu üç şeydir, inranın mükemmel hale gelmesi de, bu vasıfları    üzerinde    toplaması İle mümkündür. Nitekim, Peygamberimiz  (8.A.V.) bu âyetin tefsirinde şöyle buyurmuşlardır:

«Her kim, bu âyet ile amel ederse, imanım kemâ­le erdirmiş olur.»[219]

Hülâsa, Kur'an-ı Kerim'de, takva sahiplerinin vasıflan böylece belirtilmiştir. îman ve takva, veliliğin vasıflan olduğuna göre; yukarıda beyan edilen vasıfları kendinde toplayan ve bu vasıfları dsvam ettiren kimseler, Allah'ın (C.C.) yeryüzün­deki velî kullarıdır.[220]

 

Hadisi Şerife Göre Velilik

 

Said İbnü Cübeyr'den (R.A.) rivayet edildiği­ne göre; Resulüllah (S.A.V.), kendilerine «Allah'ın velî kullan kimlerdir,» diye sorulduğunda şu ceva­bı vermişlerdir:

«Onlar; öyle kimselerdir ki; görüldükleri zaman Allah (C.C.) hatıra gelir.»[221]

Peygambsrimizin, bu hadisi ile anlatmak is­tediğine göre; velîlerin sadece görülüvermeleri, Allah'ı hatırlatır. Yani onlann siyretlerl ve halle­ri derhal Allah'ı akla getirir.

Müdekkik îslâm âlimlerins göre de;    «Velîleri görmek, derhal ahirct İşlerini hatıra getirir. Zira. bu zatlarda huşu ve sonsuz tevazu alâmetleri var dır.» Bu husus, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle ifade edil mistir:

Secde izinden (meydana gelen) nişanlan yüzlerindedir...» [222]

Ömer Ibnü'I-Hattab'ın (R.A.) rivayetine göre, Peygamberimiz göyle buyurmuşlardır:

«Allah'ın kullarından birtakım insanlar vardır ki onlar, ne şehid ne de peygamberdirler. Fakat kıyamet gününde, onların Allah indindeki makamlarına pey­gamberler ve şehîdler gıpta edeceklerdir.» Sahabe, «Bunlar kimlerdir ve ameleri nelerdir? Bize haber ver de, onları biz de sevelim ve sayalım ey Allah'ın Resulü» dediklerinde peygamberimiz, devamla şöyle buyurdular:

«Bunlar bir zümredir ki; aralarında ne akrabahk, ne de birbirine verecekleri mal ve dünyalık menfaat­leri olmaksızın sırf Allah rızası için ve Allah yolun­da birbirlerini severler. Allah'a yemin ederi mki, on­ların yüzleri bir nur gibidir ve onlar, nurdan bir min­ber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman, bun­lar korkmazlar, fnsanlar mahzun oldukları zaman, bunlar mahzun olmazlar.» [223]

Rasulullah (S.A.V.)  devamla şu âyeti okudu-

«Haberiniz olsun kî, Allah'ın velî kulları İçin hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değildir­ler. Onlar, iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dün­ya hayatında da, ahirette de onlar için müjdeler var­dır. Allah'ın sözlerinde asla değişme (imkânı) yoktur-Bu, en büyük saadetin ta kendisidir.»[224]

 

Sahabe Sözlerine Göre Velilik

 

Ashabdan Ebu Bekr'il-A'sam (R.A.) der ki:

«Allah'ın velîleri Öyle kimselerdir ki. AHahü Teâ-lâ onlara, delilleri göstererek ve hidayetin! vererek, teveccüh eder. Velîler de Allahü Teâlâya bihakkın, kul­luk ve ibadet yaparak Allah'a teveccüh ederler.»

Başka bir deyimle, «evliyaullah o kimselerdir ki, ibadet ve taatla Allah'a yönelirler. Allahü Te-âlâ da onlara kerametle teveccüh eder.

Velîler hakkındaki, «Onlar (Allah'ın velî kul­lan), iman edip takvaya ermiş olanlardır.» [225]âyeti, velîlerin ibadet ve taatla Allah'a (C.C.) te­veccüh ettiklerinin işaretidir. «Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjdeler vardır...» [226]âyeti de, Allahü Teâlâ'mn, velîlere keramst ile teveccüh ettiğinin açıklamasıdır.[227]

 

Aklî Delillere Göre Velilik

 

Velayet, «yakınlık» mânâsına gelir. Bir şeyin velîsi, o şeyin yakını demektir. Mekân ve cihet İtibariyle Allah'a yakınlık elbette düşünülemez. Kur'an, sünnet ve sahabe sözlerinde ise, Allah'ın velîleri (yakınları) olduğu zikradllmektedir. Şu halde; kulun kalbi, iman ve takva sayesinde, Al­lahü feâlâ'nın mağfiret nurlarına garkolunca; bu kul, gördüğü zaman, Allah'ın kudret delilleri­ni görür. İşittiği zaman, Allah'ın âyetlerini İşitir. Konuştuğumda, Allah'ı-zikrederek konuşur. Hareket ettiğinde, Allah yolunda hareket eder. Cehd ve gayret e Ünce, Allah'a taat ve ibadet için ğayret eder. Bu haller neticesinde kul; son derece manevî olarak, Allah'a yaklaşmış vb Allah'ın velî­si olmuş olur. Kul, Allah'ın velisi olma mertebesi­ne erince Allah ta kul'un velisi (sahibi, hamisi ve yardımcısı) olur. Nitekim, şu âyet-i celîle bunu ifade etmektedir:

«Allah, iman edenlerin velîsidir. Onları, karanlık­lardan nura çıkarır...»[228]

 

Kerametin Sübutu

 

«Velilerin kerameti, haktır.»

Velîlsr; Allah'dan en çok korkan, O'nun emirlerini yapıp, nehiylerinden kaçan mü'minlerdir.

Keramet; tabiat kanunlarının işlemesinin, muayyen bir an ve mekânda kesilmesi ile hasıl olan fevkalâde haldir.

Bir insanda meydana gelen fevkalâde haller, onun velî oiduğunu göstermez. Deccal, hariku­ladeliklerin en göz alıcılarını gösterecektir. Fa­kat o, en büyük kâfirdir. Bir insan vasıtasıyla meydana gelen fevkalâde haller, ne kadar acaîp olursa olsun, o insanın akidesi islâm akîdi de­ğilse, amelleri Allah'ın emirlerine uygun değilse, Allah'ın yasaklarından kaçınmıyorsa; o harikula­de hal, istidractır. Asırlardan beri müfsitlerin, za­vallıları kandırmak için icra ettikleri, sanat neti­cesi meydana gelen fevkalâdeliktir. .İnançları, dü­şünüşü ve hareketi îslâmî olmayan adamdan ne kadar harika doğarsa doğsun; bunu yapan fasıktır, zındıktır. Böyle mel'unların harikuladeliklerine bakıp onlara tâbi olanlar da, bu küfrün yol göstericilerine tâbi olan sapıklardır.

Müslümanların ekserisi ve shl-i sünnet âlim­lerinin çoğunluğu, evliyanın kerametinin vukuu­nu ve caiz olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak sa­pık Mutezile Mezhebi'nin ileri gelenlerinden ço­ğu üs, ehl-i sünnet'ten Ebu îshak, kerameti kabul etmemişlerdir.

Bunlar, velîde hasıl placak kerametin, nebi­nin mucizesine benzeyeceği mülâhazası ile, muci­zeyle kerametin birbirinden ayırt edilemiyeceği vehminde bulunmuşlardır.

Halbuki, nebinin mucizesinde, «nebîlik dâva­sı» vardır. Velînin kerametinde ise, nebîlik iddia­sı yoktur ve olamaz da. Zira, bir velî, kerameti ile nebîlik iddiasında bulunurra, o kimse kerame­te lâyık değildir. Hatta bu iddian sebebiyle kâfir olur. Keramet ile mucize aracında buna benzer, daha birçok farklar vardır. Bunlardan ileride bah­sedilecektir.

Kerametin sübutunu gösteren deliller şunlar­dır:

1. Kur'an,               3. Sahabe sözleri,

2. Sünnet,               4. Akıl.[229]

 

Kur'an'a Göre Keramet

 

Kur'an-ı Kerim'de, ovliy inin gösterdiği kera­metler şöyle haber verilir :

a) «— Zekcrîyya ne zaman (Meryem'in bulundu­ğu) Mihraba (Mescide) girdiyse, onun yanınd.ı bir yi­yecek buldu; 'Meryem, bu sana nereden (geliyor)?' dedi. O da: 'Bu, Allah tarafından. Şüphe yoktur ki, Allah kime dilerse ona sayısız rızk verir, dedi»[230]

Müfessîrlerİn açıklamasına göre, Meryem'in yanında kışın yaz meyveleri; yazın da kış meyve-İari bulunurdu, Meryem, peygamber değildi ki, bu harika onun için mucize olsun. Ancak Meryem; saliha; zahide ve takva mertebesine ermiş bir ve­lî hatundur. Bu harikulade rızıklar da, Meryem için, keramettir.

b) «(Habibim)   sen,   bizim   âyetlerimiz  içinde (yalnız)  Kehf ve Rakıym yaranının ibrete şayan ol­duklarını mı sandın? (öyle değil).

«O zaman, o genç yiğitler mağaraya sığınmışlar­dı da: «Ey Rabbimiz bize tarafından bir rahmet ver ve işimizde bizim için bir muvaffakiyet hazırla, de­mişlerdi.»[231]

Bu âyet-i kerimelerde «Ashab-i Kehf» (Mağa­ra Dostları)'nın 309 sene gibi uzun bir müddet, diri olarak uyku halinde kalmış olmaları, güne­şin hararetinden korunmaları, köpeklerinin ken­dilerinden ayrılmayıp mağarada beraber kalması ve köpeğin bunlarla konuşması anlatılmaktadır. Bütün bu halbr, bu salih kişiler için, Allah (C.C.) in ihsan etmiş olduğu kerametlerdir.

c) «(Hz. Süleyman) dedi:  «Ey ileri gelenler, o-nun tahtını, kendilerinin bana Müslüman olarak gel­melerinden evvel, hanginiz bana getirir?'

«Cinden bir İfrit 'Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Ben buna karşı herhalde güvenilecek bir kuvvete malikim.1 dedi.

«Nczdİnde Kitap'tan bir ilim olan (zat): «Ben gözün sana dönmeden (gözünü yumup açmadan) ev­vel onu sana getiririm' dedi. Vaktaki (Hz. Süleyman), onu (tahtı) yanında durur bir halde gördü; «Bu, Rab­bimiz fazlmdadir. Şükür mü edeceğim, yoksa nankör­lük mü edeceğim, beni imtihan ettiği içindir (bu) Kim şükrederse kendi faydasınadır. Kim de nankörlük ederse, şüphe yok kî, Rabbim (onun şükründen) ta­mamen müstağnidir, (hem o) bakıyla kerem sahibidir' dedi.»[232]

Müfessirlerin çoğunun beyanına göre bu âyet-I kerimedeki zat, Hz. Süleyman'ın kâtibi ve veziri Asaf İbnü Berhiya'dır. İsmü Âzam duasını bilen, salih ve muttaki bir velîdir. Bu harika da, onun için, bir keramsttir.[233]

 

Sünnete Göre Keramet

 

Zührfnin, Salim tarikiyle, İbnü Ömer (R.A.) den rivayetine göre; Resulüllah (S.A.V.), şöyle buyurmuşlardır:

«Sizden evvelki kavimlerden üç kişi yola çık­mış, giderlerken yolda yağmura tutulmuşlardı da bir mağaraya sığınmışlardı. Bunlar orada iken, bir taş düşüp mağaranın kapısını kapamışt. Birbirine: «Ne duruyoruz? Hayatımız boyunca işlediğimiz en iyi ve hayırlı işleri anarak Allah'a dua edelim. Cenâb-ı Hak umulur ki kapıyı açar» demişlerdi. Bunun üzerine iç­lerinden birisi :

«Ey Allah'ım. Bilirsin ki; benim ihtiyar anam, ba­bam, bir de küçük kız çocuğum vardı. Her gün koyun­larımı otlatır, sonra onları sağar, sütü getirir, Önce ihtiyar ana-babama, sonra sırasıyla çocuğuma ve aile efradıma içirirdim. Yalnte bir gece geç kalmıştım. Geldiğimde annemi ve babamı uyumuş buldum. Üzün­tü î!c baş uçlarına oturdum. Oniarı uyandırmak iste­medim. Ayak ucumda, çocuğum durmadan ağlıyordu. Fakat ben, sütü anneme ve babama içirmeden çocu­ğuma içirmeyi doğru bulmuyordum. İşte o gece an­nem ve babam uyuyarak ben ise başlarında bekliyerek sabahladık. Allah'ım. Sen çok iyi bilirsin ki. ben annemin ve babamın üzerinde yalnız senin   rızan için titredim. Lütfen, şu taşı biraz arala da gökyüzü­nü görelim.' diye dua etti. bunun üzerine taş oıraz oy-nıyarak mağaranın ağzı biraz açıldı.    Humardan bir tügeri de:

«Allah'ım!... Sen yakînen biliyorsun ki, ben, am­camın kızlarından birine şiddetli sevgi besi iy ordum-Bu muhabbetimi ihsas edince, bana; «100 dmar ver­meden beımeiı Karşılık bekleme,» demişti. Ben de,, çalıştım, istediği parayı kazanarak amcamın kızına getirdim. Kız, başka hiç bir mâni bulamayınca ba­na; «Ey Allah'ın kulul Allah'tan kork. Allanın kudre­ti ile yaratılan bekâret mührü, yalnız nikâh hakkı ile cçılır,» demişti. Ben de hemen kalktım ve çekilip git­tim. Ey Rabbim! Sen çok iyi bilirsin ki, benim bu sa­kınmam yalnız senin rızam ve muhabbetini kazan­mak içindi. Lutfu inayetinle bizi buradan kurtar.' de­di. Kapının üçte ikisi açıldı. Üçüncüsü ise

'Allah'ım!... Sen bilirsin ki, ben bir Ölçek darı kar­şılığı bir işçi tutmuştum. Diğer İşçiler ücretlerini al­dıkları halde, bu adam almadan bırakıp gitmişti. Ben de, zamanı gelince, bunun darısını ektim. Mahsulünü, satıp, parası ile bir sığır, bir de çoban satın aldım. Bir müddet sonra, bu işçi gelip ücretini İstedi. Ben. de; senin hakkın şu çoban ve sığırlardır, al götür» dedim. îşçi bana «"Benimle alay mı ediyorsun? Be­nim hakkım bir Ölçek dandir.» dedi. Ben de: «Hayır, seninle alay etmiyorum. Hakikaten bunlar senindir» dedim. O da, onları ahp götürdü. Ya Rab!. Sen. gizil aşikâr her şeyi bilirsin. Ben o malı, İşçiye, ancak se­nin rızan için verdim. Lutfunla bizi buradan kurtar.'' diye dua etti. Mağaranın l-apısı tamamıyla açıldı, ve-üç arkadaş mağaradan çıktılar.»[234]

Peygamber Efendimizin haber vermiş olduğu bu eaih kişiler için taşın açılmış olması, Allah'ın onlara ikram etmiş olduğu keramettir. Bu konu­da daha buna benzer sıhhatli hadis-i şarifler var­dır.[235]

 

Sahabe Sözlerine Göre Keramet

 

Hulefa-i Raşidin'de, Sahabe-i Kiram'da ve da­ha bir çok salih kimselerde keramet vuku bulmuş­tur. Fatih'in hocası Hızır Bey, «Aka i d» manzume­sinde bu zatların kerametlerini şöyle ifade eder:

«Velîlerin kerametleri haktır. Nitekim; Asaf'tan, Ebu'd-Derda ve Sclman'dan nakledilenler böyledir.

«Ömerü'l-Faruk (R.A.)'un, Sâriye (R.A.)'yi dağa , çağırması   da böyledir. Halbuki, Hz. Ömer ile Sâriye arasındaki uzaklık, iki aylık mesafe kadardı.»

Asaf İbnü Berhiya (daha önce de zikredildiği gibi, Hz. Süleyman'ın veziridir) Ledün ilmine sa-hipMr. Saba Melikesi Belkıs'm tahtını Yemen'dsn Kudüs'e, göz açıp yumuncaya kadar getirmiştir. Bu vaka, Kur'am Kerim'in âyetleri ile sabittir.

Selmani Farisî (R.A.) ile Ebu'd-Derda (R.A.) da, yemek yedikleri kabın, Allah (C.C.)'ı zikretti­ğini gitmişlerdir.

Hz. Ömer (R.A.) İS2; Sâriye (R.A.) kumanda­sında, askerini Nihavend'e göndermişti; Medine ile Nihavend'in uzaklığı iki aylık mesafe idi. Hz. Ömer, uzun zamandır ordudan haber alamamış, ve endişe etmişti. Bir cuma günü minberde hutbe okurken; «Ya Sâriye, dağa çık, dağa» diye bağır­mıştı. Rivayete göre Hz. AH (R.A.), bu konuşma­nın tarihini kaydetmişti. Bir müddet sonra Me­dine'ye gelen ordunun öncüsüne Medineliîer bu­nu sormuş, o da şu esvabı vermişti: «Cuma günü savaşa başlamıştık. Düşman da arkamızdaki da­ğa tırmanmaya ve bizi arkadan vurmaya teşeb­büs etmiş. Bu esnada; «Ya Sâriye, dağa çık, da­ğa» diye bir ses işittik, ve hemen dağa çıktık. Böylece düşmanları mağlûp ettik. Bu ses sayesinde çok büyük ganimetlere kavuştuk.» İşte bu vaka, Hz. Ömer ve Hz. Sariye için bir keramettir.[236]

tshak Zencanî de, bu tarihî hadiseyi Türkçe Akaid» manzumesinde şöyle ifade etmiştir:

«Ömer, 'Ya Sâriye' diye çağırdı, Medine'den Nihavend'e duyurdu.»

Sahabeden, tâbiundan ve    nics salih kişiler­den birçok   kerametin zuhur ettiği,   rivayetlerle sabittir. Biz, misal olarak, bu kadarla iktifa yoruz.[237]

 

Aklî Delillere Göre Keramet

 

a) Kul, Allah (C.C)'m velîsidlr. Nitekim Al­lah (C.C), şöyle buyurmuştur:

«Allah'ın velî kulları için hiç bir korku yoktur.»[238]

Allah (C.C) da kulun velîsidir. Bu hususta da Allah (C.C) şöyle buyurmuştur.

cAllah mü'minlerin velîsidir...»[239]

Bu gerçeklerden anlaşılır ki, Allah (C.C), kulun; kul da Allah (C.C.)'m velisidir. Yani kul, Allah (C.C.)'a itaatla, O'na (C.C.) yakın olunca; Allah (C.C.) da yardımı ile kula yakın olur. Aynı şekilde kul, Allah'ı severse; Allah (C.C.) da kulu sever. Nitekim, bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur:

«...Allah onları sever; onlar da Allah'ı severler...»[240]

Bu hususta daha pek çok âyet vardır:

«...İman  edenlerin  Allah'a sevgisi (her  şeyden) sağlamdır...»[241]

«...Muhakkak ki Allah' hemh çok tevbe edenleri sever, hem de çok temizlenenleri sever.»[242]

Kul İle Allah (C.C.) arasındaki bu karşılıklı muhabbetler, âyetlerle sabit olunca, denilebilir ki; bir kul, Allah (C.C.)'in emrettiği ve razı oldu­ğu şeylerin hepsini ihlâsla yaparak taatm en yükssk derecesine erişince, Allah (C.C.)'in yasak kıldığı küçük ve büyük şeylerin hepsini terkedince, Rahîm ve Kerîm olan Allah (C.C.)'in kuluna istediği bir şeyi vermesi, imkânsız değildir.

b) Bir hadis-i kutside Allah (C.C), şöyle bu­yurmuştur:

«Bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden da­ha sevimli bir amel ve ibadetle bana yaklaşamaz. Ku­lum bana, yaptığı nafile ibadetlerle de yaklaşır. Niha­yet, onu severim. Bir kere de onu sevdim mi; artık ben, o kulumun işttiği kulağı, göreceği gözü, şiddetle kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey dilerse, onu verir: bana sığınırsa, mu­hakkak onu himaye ederim.» [243]

Bu haber gösteriyor ki, böyle kulların kulak­larında, gözlerinde, dillerinde ve diğer azalarında Allah  (C.C.)'dan gayrisi  İçin nasip yoktur.    Her şeyi Allah için dinler, Allah için görür, Allah için yürür ve Allah İçin tutar.

Bu kutsî hadisin te'vilinde Şeyhülislâm Ah-med İbnü Yahya İbni Muhanımed şöyle der:

«Kul, bütün varlığıyla Allah (C.C.)'a yönelir. Ku­lun kulakları, ancak Allah'ın razı olacağı şeyleri din­ler. Gözü, ancak Allah'ın emrettiği şeyleri görür. Hü­lâsa kulunb ütün azalan ancak Allah'ın yolunda ve ' Allah rızası için hareket eder. Kulun bütün azalan Hak için ve Hak ile amel eder.» [244]

İşte bu makam, bir yılanın veya bir aslanın, bir insana boyun eğmesinden yahut bir insana hiç yoktan çeşitli nimetlerin verilmesinden daha şe­reflidir. Allah (C.C.), bir kulunu, rahmetiyle böy­le yüksek bir dereceye ulaştırınca, hangi şey, bu kula Allah (C.C.) tarafından harikulade keramet­lerin ihsan edilmesine mâni olabilir?

c) Şüphe yok ki, bütün fiillerde hâkim olan kuvvet, ruhtur; beden değildir. Allah (C.C.)'ı bil­mek de ruh iledir. Bunun içindir ki, gayp âlemini (Allah'ın bildirdiği kadarıyla) bilenlerin kalbi kuv­vetli olur. Bu sebepten, pekçok insanın beraberce kaldıramıyacaklan Hayber kalesinin kapısını tsk başına kaldırıp kâfirlerin suratına fırlatan Hz. Ali (R.A.); «Hayber'in kapısını bedenî kuvvetimle de­ğil, ancak, Rabbani kuvvetle söküp attım.» demiş­tir.

Müfessirlerin izahlarına göre; o anda Hz. Âli­nin nazarı ceset âleminden ayrılmış, kibriya âle­minin nurlarıyla mslekler panldamış, Hz. Ali kuv­vet kazanmış, ve başkalarının güç yetiremiyeceği şeye gücü yetmiştir.

Bunun gibi bir kul, Allah'a ibadet ve tâat süzere devam edince, Allahü Teâlâ'nm, «onun işiten kulağı gören gözü olurum» buyurarak taltif ettiği makamlara çıkar. Allah (C.C.)'in cMâl nur­ları onun için kulak olunca; o kul, yakını da uza­ğı da işitir. Bu nur, kul için göz olunca; yakını da uzağı da görür. El olunca; zor ve kolay olan şey­lerde tasarruf yapabilir.[245]

 

Harikuladelikler

 

Harikalar; âdetlere ve tabiat kanunlarma muhalif, tabiat ve bsşer gücünün üstünde mey­dana gelen hallerdir.

Harikalar altı kısımdır :

1. Mucize,

2. Keramet,

3. İrhasat,

4. Meunet,

5. İhanet,

6. İctidrac.[246]

 

Mucize

 

Mucize, îügatte, «âciz» ve «kudretsiz kılmak» mânâlarına gelir.

İslâm ıstılahında ise; Allahü Teâlâ'nın, pey­gamberliğini ilân eden peygamberlerine, onları dâvalarında doğru çıkarmak için göstermiş oldu­ğu tabiat üstü hallerdir.

Peygamberlerin mucizeleri, geçerli olan âdet­lere ve tabiat kanunlarına muhalif olmakla bera­ber, aslında, olması mümkün olan şeylerdir. Peygamberlerın gönderilmesi, ilahi hikmet İcabı olduğu gibi, bu zatların mucizelerle te'yidi de ilâhî bir hlkmat neticesidir. [247]

 

Mucizenin Şartlan

 

1. Mucize, Allah'ın (C.C.) fiilidir. Yani, bir peygamberin, nebîliğini isbat hususunda göster­miş olduğu harika, o peygamberin kendisinin icadı değildir. O harikayı, peygamberini tasdik için, Al­lah (C.C.) yaratmış ve peygamberinin elinde gös­termiştir.

2. Mucize, harikuladedir. Yani, tabiat kanun­larının vs insan gücünün üstündedir. Başkaları, onun benzerini meydana getirmekten âcizdirler. Meselâ; Kur'an-ı Kerim gibi,. Çünkü, onun benze­rini meydana getirme hususunda ins ve cin, âciz kalmışlardır. Nitekim Aüahü Teâlâ, bu hususu şöyle beyan eder:

«Eğer kulumuz (Muhammccl)in üzerine parça parça (sûre sûre, âyet âyet) indirdiğimiz (Kur'an'm Allah katından geldiğin) den şüphe ediyorsanız, hay­di onan benzerinden siz de (meydana) bir sûre geti­rin. Allah'tan başka şahitleriniz (taptığınız putları ve bilginlerinizi) de (yardıma) çağırın, eğer (iddianız-da) doğru (insan)lar iseniz.

«Fakat bunu yapamazsanız -kî hiç bir zaman yapacnyacaksmız- artık, sakının o ateşten ki, onun tu­tarağı, insanla o taştır. O (ateş), kâfirler için hazır­lanmıştır.»[248]

3. Mucizenin benzerinin meydana getirilebil­mesi imkânsız olmalıdır. Meselâ; Hz. Musa'nın asasının yılan olması ve peygamberimizin Kıır'an-ı Kerim  mucizeleri, karşısında kimsenin    duramacîığı ve benzorini meydana getiremediği    mucize­lerdir.

4. Mucize, peygamber    olduğunu ileri süren zatın bizzat kendisinden    zuhur etmelidir ki, bu mucize onun dâvasını doğrulamış olsun.

5. Mucize, peygamberin ileri sürdüğü dâva­ya uygun olmalıdır. Meselâ; Hz. İsâ, «Ben ölüleri diriltirim, körleri ve kötürümleri   iyi ederim. Al­lah'ın izniyle benim mucizem budur» demiş ve Al­lah'ın izniyle bazı ölüleri   diriltmiş, kör ve kötü­rümleri İyi etmişti.

6. Peygamber olduğunu İlân eden kimsenin iddiası ve gösterdiği mucize, kendisini   tekzip et­memelidir.     Meselâ;  Müseylemetü'l-Kezzap,  pey­gamberlik iddiasında bulundu.    Kendisinden mucize göstermesi İstendi. Bunun üzerine Müseyleme, tek gözü kör olan bir adamın gözünün açılmasını istedi. Fakat isteğinin aksine o kimsenin diğer gö­zü de kör oldu.

7. Mucize,  Peygamber    olduğunu    söyleyen kimsenin dâvası ile beraber olup, dâvadan    daha önce meydana gelmiş olmamalıdır.    Zira mucize, peygamber olduğunu iddia eden kimseyi    tasdik İçindir.    Tasdik ise, dâvadan    önce düşünülemez. «Benim mucizem daha önce zuhur etmişti.» deni­lirse; bu hal o kimsenin doğruluğuna delil olmaz, Ancak, aynı vsya başka bir harikayı, peygamber­lik dâvasından sonra, talep edilince gösterebilirse o zatın doğruluğu sabit olur. Âciz kalırsa, o kim­se yalancıdır. [249]

 

Mucize Nasıl Meydana Gelir?

 

Mucize, bütün İşlerde mutlak irade ve ihtivar sahibi olan Cenâb-ı Hak'ın fiilidir.    Cenâb-ı Hak dünya ve ahirette insanları kurtuluşa dâvst etme­leri için resuller gönderir. Bu resullerin peygam­berlik iddialarını tasdik için de, peygamberleri­nin elinden mucizeler izhar eder.

Nasıl ki, peygamberlik kisbî değil vehbî ise, yani bir kimsenin peygamber oluşu, herhangi bir şarta ve çalışmaya tâbi olmayıp, Allah'ın, dilediği kimselerden seçmssi ile olursa; mucizenin izharı için de, daha önceden çalışmak ve hazırlanmak gibi şartlar yoktur. Mucize, istendiği veya lâzım olduğu an, Allahü Teâlâ, peygamberinin elinden mucizeyi izhar eder. Mucizenin akabinda de, ne-bîlik iddiastnda bulunan kimsenin doğruluğu hak­kındaki bilgiyi yaratır. Böylece, herkes, bu kimse­nin elinde zuhur eden mucizenin, onun psygam-borliğine delâlet ettiğini anlar ve bilir.[250]

Peygamberlerin en büyük mucizeleri; kendi zamanlarında geçerli olan, kuvvetli ve azametli görünen hadiseler cinsinden vuku bulmuş, bu ha-disalerin azametini kırmış ve mucizenin insan gü­cüyle olmadığını, ancak Allah'tan olduğunu ve mucizeyi İzhar edenin de Allah'ın elçisi olduğunu İspatlamıştır.

Hz. Musa zamanında sihir çok meşhurdu. İn­sanlar, sihirle birbirini mağlûp ediyorlar ve bu­nunla aşın derecede öğünüyorlardı. Hz. Musa'nın en büyük mucizesi olan asa, yılan oldu. Bütün si­hirbazların yılan şeklinde gösterdikleri bütün ip­leri yutup meydanda hiç bir şey bırakmadı. Hz. Mira eline alınca tekrar asa oldu. Bunu gören bütün sihirbazlar, Musa'nın asasının sihirle alâ­kası olmadığına hükmettiler. Zira kendileri, sihir.ilmini bütün İnceliklerine kadar biliyorlardı. Hz. Musa'nın yaptığı, ancak bir mucize olabilirdi. Çünkü insan işi değildi. O hak, Musa'nın dedik­leri doğruydu. Bu mucize, o günün sihirle meş­gul o!an âlimlerine, hakkı kabul ettirdi. Hepsi bir­den secdeye kapandılar. Firavun'un ölüm tehdit­lerine ve sehpaya çektirmesine rağmen bu âlim­ler:

«Âlemlerin Rabbına, Musa ve Harun'un Rabbına iman ettik» dediler.[251]

Hz. İsa zamanında ise tıp ilmi meşhurdu. Al­lah (C.C.) da, Hz. İsa'ya körleri iyi etmek ve ölü­leri diriltmek gibi mucizeler verdi. Böyle olunca, bütün doktorlar, bunun bir harika olup, insan gü­cünün dışında olduğunu kabul ettiİer. Hz. İsa'nın peygamber olduğunun haklılığına bu mucizeleri delil saydılar.

Hz. Davud zamanında musikî ve Hz. Muham-med zamanında da fesahat ve belagat çok ileri gitmişti. Arap şairleri, birbirleriyle şiirle yarış eder ve birbirİ3rine karşı üstünlük taslarlardı. Ga­lip gelenlerin şiirleri Kâba duvarlarına asılır; bu . hal kendileri ve kabileleri için iftihar vesilesi olur­du. Fesahat ve belagat, Arap dünyasının en büyük ilmi idi.

Allah (C.C.) Muhammed (S.A.V.)'i Kur.an-ı Kerim ile gönderdi. Kur'anın fesahat ve belagatı karşısında bütün edipler sustu. Şairlerin dili tu­tuldu. Kabe'ye asılan bütün kasideleri, sahipleri, utançlarından alıp götürdüler. Kur'an'ın beşer gü­cünün üstünde olduğunu herkes kabul etti. İnsaf sahipleri, bununla, peygamberin doğruluğuna de-lü getiriyor Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna ina­nıyor ve Müslüman oluyorlardı, inat edenlerle ha­set edenler ise; öfkelerinden, Firavun gibi, küfr üzere geberip gidiyorlardı. Kur'an-ı Kerim, bun­ların hepsine meydan okuyordu.

«(Habibim) de M: 'Andolsun, İns ve cin, şu Kur'a-mn benzerini (meydana) getirmek için bir araya top-lansa, yekdiğerine yardıma da olsalar, yine onun ben­zerini getiremezler.'»[252]

Bu çağrı karşısında kudretsiz kalan ve fikrî münazaradan kaçınan kâfirler ve hâsidler, işi zor­balığa döküyorlar, iftira atıyorlar ve kılıca sarılı­yorlardı.

Hülâsa; bütün peygamberlere, Allah (C.C.), çeşitli mucizeler vermiş ve bu mucizelerle pey­gamberlerinin nübüvvetlerini ve doğruluklarını tasdik etmiştir. [253]

 

Keramet [254]

 

Ksramet; peygamberlik iddiasında bulunma­yan, fakat dinin bütün hükümleriyle tamamiyle amel eden salih kimselerden zuhur eden harika­lardır. Bu harikalar, o salih mü'minlerin velilik mertebesine ermiş olduklarını gösterir. [255]

 

İrhasat

 

İrhasat; peygamber olacak kimselerde pey­gamberlik gelmezden önce görülen ve nübüvvetin temellerini kuvvetlendiren harikalardır. Hz. İsa'­nın beşikte iken konuşması, ve Hz. Muhammedi daima bir bulut takip etmesi bu kabildendir. [256]

 

Meunet                  

 

Meunet; amelleri ve ahlâkı güzel olan bazı mü'minlerde, bir iddiaya dayanmadan zuhur eden harikalardır. Bazı mü'minlerin büyük -sıkıntı ve musibetlerden kurtulmaları, kolaylıkla maişet te­darik etmelari, büyük bir tehlikeyi kolayca atlata-bilmeleri gibi haller; Allah'ın (C.C.), bu kulları­na bir lütfü ve yardımıdır. lisanımızdaki, «Kul bunalmaymca, Hızır yetişmez» sözü, meuneti ha­tır latir. [257]

 

İhanet

 

İhanet; küfrü ve isyanı açık olan kimsenin elinden, kendi isteğinin aksine zuhur eden hari­kadır. Müseylemetü'l-Kezzap gibi. Bu adam, pey­gamberlik İddiasında bulunmuştu. Mucize olsun diye, suyu a2 olan bir Kuyuya suyunun çoğalması için tükürmüş; fakat kuyunun mevcut suyu da kurumuştu. Allalı (C.C.), bu kimseyi İddiasında yalancı çıkartmak ve alçaltmak için onun arzusu­nun aksine bu harikayı yaratmıştır. Bu hale, aynı zamanda, «Hızlan» da denir. [258]

 

İstidrac

 

Istidrac; küfrü ve isyanı açık olan kimselerin elinden, kendi arzularına muvafık olarak zuhur eden harikalardır. Şeytanın, kıyamete kadar ken­disine müsaade edilmesi için yaptığı duanın kabul edilmesi; Firavun'un, 400 sene gibi uzun yıllar yaşayıp baş ağrısı bib görmemesi; Nemrut ve ben­zerlerinin uzun seneler yeryüzünde saltanat sü­rüp arzu ve emeilerine erişmeleri ve bütün dünya nimetlerine kaynaşmaları, hep bu kimseler için bi­rer istidractır. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöy­le buyurulmaktadır:

«Ayetlerimizi yalan sayanları, biz, bilemeyecekle­ri nokta (lar) dan (istidrac ile) derece derece (yavaş yavaş)  helake yaklaştırınız.

«Ben onlara mühlet veririm, (Onların İplerini uzativeririm!) Benim, lütuf yüzünden kahrım (taham­mül edilmeyecek kadar) çetindir.»

îstidrac, lügatte, bir şeyi derece derece çıkar­mak veya indirmek demektir. İslâm ıstılahında, isa; bir insanın, günahını artırdıkça ve azgınlığım devam ettirdikçe Allah'ın (C.C.) ona, nimet kapı­larını açması ve onu dünyada nice izzet, ikbal ve makamlara çıkarmasıdır. Bu kimse, bütün bu ni­met ve ikballeri kendi kahramanlığına ve çalışma­cına bağlar. Allah'a şükredip tovbe etmeyi ve te­vazuu unutur. Gurur ve kibrini artırır, kötülük* lere daldıkça dalar. Günahları derecs derece ço­ğalır. Çoğaldıkça da, derece derec2 Allah'ın gaza­bına yaklaşır. Nihayet Allah (C.C.) ansızın onu yakalar ve şiddetli azaba duçar eder.[259]

Birçok nimet ve hayırların, İnsanı azdırdığı ve o insan için, istidrac yoluyla azabın çoğalması­na vesile olduğundan Hz. Ömer (R.A.), İran Kis-ra'sının hazineleri Medine'ye ganimet olarak getirilince Allah'a şöyle iltica etmiştir: «AHahim!.. Bu hazinelerin istidrac olmasından sana sığını­rım.» Bu hususta Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:

«Onun için bunlar (azgınlar), kendilerine ne ha­tırlatıldı, öğüt verildiyse; onları unutunca üzerlerine herşeyin (her zevkin ve her nimetin) kapılarını aç­tık. Kihayet kendilerine verilen o şeyler (o genişlik ve serbestlik) yüzünden (tam şımarıp) ferahladıkları vakit de onları ansızın, tutup yakalayıverdik, ve ar­tık o anda onlar bütün ümitlerinden mahrum kaldı­lar.»[260]

 

Mucize İle Harikalar Arasındaki Umumi Farklar

 

Mucize İle diğer harikuladelikler arasındaki farkları, umumî olarak dört gurupta toplamak mümkündür:

1. Mucize, ancak,   nübüvvet ve rical  mazhar olan zat tarafından izhar olunur.

Yalan yere nübüvvet iddiasında bulunan kim­se, ya arzusuna uygun hiç bir harika gösteremez, yahut onun izhar edeceği harikanın bir benzerini başkaları da gösterebilir, ve böylece o kimsanin yalancı olduğu anlaşılır,

2. Mucize, nübüvvet iddiasında    bulunan za-tm dâvasına ve maksadına    uygun olarak zuhur eder. Mucize, teknik, fennî ve sair hiç bir sebebe bağlı olmaz.

3. Mucize, ekseriya, halkın istskleri üzerine izhar olunur, ve «Bunun bir mislini de siz getirin» denildiği halde, hiç kimsenin buna gücü yetmez.

4. Mucizeyi izhar eden zat, her türlü üstün ahlâk ve yüce sıfatlarla muttasıf olur. Asla, ken­di şahsî menfaatlerini gözatmez. İnsanlığı uyan­dırmağa çalışır. Herkese hidayet ve saadet yolla­rını gösterir. Kendisi de, söylediklerine tamamen uygun hareket eder. Kendi vücudu da, âdsta, bir harika ve ilahî mucize halinde tecelli eder.

Kısacası; peygamberlerin elinde zuhur eden her mucize, bir harikadır. Fakat, peygamber ol­mayan kimselerin gösterdikleri harikalar, mucize olamaz.

Belli sebepler ve teknik birtakım vasıtalarla yapılabilen ve insanların büyük çoğunluğu tara­fından garip karşılanan bazı şeyler böyledir. Gök­te uçan dev tayyareler, denizlerde yüzen dev ge­miler, aya çıkan füzeler, çok uzak mesafedeki in­sanların birbirleriyle telefon vs. aracılığı ile ko-nuşabilmeleri ve günümüzde görülen pek. çok İcat vs keşiflerin hiç birisi harika ve mucize sayılmak Zira, bunların tahakkuku belli birtakım sebeplere dayanır; insanların karşılıkh yardımlaşarak ça­lışmasına ve maddeye muhtaçtır. Başka insanlar da, aynı sebepleri temin eder ve aynı şartlar altın­da çalışırsa, onlar da bu şeyleri yapabilirler.

Mucizeîerds ise, mucizenin meydana gelmesi için herhangi bir sebep ve şart düşünülemez. Baş­kalarının yardımı ve herhangi bir masraf ve ham­madde lüzumlu değildir. Mucize, Allah'ın (C.C.), sadece peygamberlerine ihsan buyurduğu harika ve tabiat üstü olaylardır.

Mesela; Hz. Muhammed'in (S.A.V.), çok kısa bir zaman içerisinde, yardımsız ve masrafsız, gök­lere ve Arş'a kadar miracı ile; milyarlarca lira masraf edilerek, aylarca emek sarfe-dilerek ve dün­ya kadar malzemo kullanılarak, feza ölçülerine gö­re, en kısa mesafede olan aya çıkmak arasında, kıyas kabul etmez büyük farklar vardır.[261]

 

Mucize İle Keramet Arasındaki Fark

 

Ümmetinden biri için zahir olan keramet, o ümmetin peygam­berinin mucizesi sayılır. Bu kera­metle, o mü'minin velî olduğu mey­dana çıkar.»

Şurası kat'î olarak bilinmelidir ki; keramet, ancak, Allah'ın kitabına ve ResuTünün sünnetine sımsıkı sarılan, Allah'ın dinine uyan mü'minler-de, Allah'ın lütfü ile meydana gslen harikuladelik­lerdir. Veliliğin ölçüsü, mü'minin dine bağlılığı­dır. Bunun tezahürü ise, yukarıda anlatılan kera­mettir. Kendisinden keramet zahir olmayan mü'-min de velî olabilir, fakat biz bilmeyiz.

Mucize ile keramet arasındaki fark, velînin velayet iddiasında bulunup bulunamıyacağı husu­sunda İslâm âlimlerinin ileri sürmüş oldukları kanaatlere göre değişir. Şöyle ki; Velînin, Velayet iddiasında bulunması caiz midir, değil midir?»

İslâm bilginlerinden, «muhakkikim» denilen tahkik ehlinden bir kısmı: «Velînin, velayet iddia­sında bulunması, yani, «ben velîyim» demesi, caiz değildir. Bu iddia câîz olmamakla kalmaz, bu id­diada bulunan kimse velayet    mertebesinden düşer» derler. Dolayisiyle bu âlimlere göre, mucize İİ3 keramet arasındaki fark şudur:

Mucizede peygamberlik dâvası bulunmalı­dır. Keramette ise, velilik iddiası bulunmaz. Bunun sebebi de; Peygamberler, insanları küfürden ima­na, ma'siyetten taate çağırmak için gönderilmiş­lerdir. Eğer Peygamberler, peygamberlik iddiasın­da bulun mas a lar di kendilerine inanılmazdı. İnsan­lar da, Peygamberlere inanmadıkları müddetçe, kâ­fir olarak kalırlardı. Peygamberler, peygamberlik­lerini ilân edip bunu te'yit eden mucizebr göster­dikçe halk onlara iman etti. Peygamberlerin nebî-lik iddiaları; kendilerini yüceltmek, şan ve şöhre­te r.ahip olmak için değil; halka karşı olan şefkat­lerini göstermek ve onların küfürden imana dön­melerini temin etmek içindir. Bir velî için velaye­tin sabit olduğunu bilmek, Imnnın şartı olmadığı gibi; bir velînin velayete sahip olduğunu bilme­mek de küfür değildir. Şu halde, bir kimsenin ve­layet iddiasında bulunması, nefsinin arzusunu tat­min içindir.

Hülâsa; mucize sahibine, nübüvvet iddiasın­da bulunmak vacip olduğu halde; velînin, velayet İddiasında bulunması caiz değildir.

Bir kısım âlimbre göre ire; velînin, velayet iddiasında bulunması, yani, «ben velîyim» demesi caizdir. Bu sebeple de, mucize ile keramet arasın­daki farklar şunlardır:

1. Mucizeyi kabul  etmek vaciptir. Kerameti kabul ise, vacip olmaz.

2. Kerameti  zahir olan valinîn. nnca, kendi peygamberinin dinine bn£lı oldu İhımı ikrar etme­siyle, velayet ve keramete sahip olduğuna hükmedillr. Hal böyle olunca, velinin bu kerameti, bağ­lı bulunduğu peygambsrin bir mucizesi sayılır.

3. Peygamberler mucizeleri, bizzat kendileri veya halk İstediği zaman, Allah'ın (C.C.) izniyle göstermeye muktedirdirler. Çünkü, mucizelerin gösterilmesi vaciptir. Valinin ise, her istediği an, keramet göstermeye gücü yetmez. Zira, kerametin gösterilmesi vacip değildir. Hatta, mucizenin açık olması ne kadar mühim ise, kerametin de gizli kalması o kadar mühimdir. [262]

 

Keramet İle İstidrac Arasındaki Fark

 

Keramet sahibi olan kimse, bu keramet ile gu­rurlanmaz, ve kerametini iftihar vesilesi yapmaz. Aksine, kalbindeki Allah korkusu, tevazuu ve şük­rü artar. Bu keramete lâyık olduğu iddiasında ol­madığı gibi; keramete, yapmış olduğu ameller sa­yesinde eriştiği inancında da bulunmaz. Bu kera­metin, Allah'ın (CİC.) bir lütfü olduğunu bilir ve istidrac olması ihtimalinden korkarak, daima Al­lah'a dua eder.

İstidrac sahibi İse, kendisine izhar edilen ha­rika İle gurur duyar. Bunu İftihar vesilesi yapar ve bu harikaya müstehak olduğuna inanır. Başka­larına tepeden bakar, kendisinin çok büyük insan olduğuna hükmeder. Kibri artar, kendisini Al­lah'ın gazabından emin bilir. Akıbetinin kötü ola­cağından korkmaz. Kalbinde Allah korkusu kal­maz. Allah'a karşı tevazuu olmaz. Nimetlere şük­retmez. İslâm'a uymayan bütün bu haller, bu kimsede zuhur eden harikanın İstidrac olduğunu gös­terir: [263]

Camiu's-Sağîr'in, Buharî ve Müslim tarikiy­le Ukbetü'bnü Amr'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz, istidracı şöyle beyan etmiş­lerdir:

«Allah'ın (C.C.), kendisine, dünyadan sevdiği şey­leri verdiğini gördünüz kul, günahlarına devam edi­yorsa; şüphe yok ki ona verilen şeyler, o kuİ için, istidractır.»[264]

 

Velî, Kendisinin Velî Olduğunu Bilebilir Mi?

 

«Allah'ın (C.C.) velî kullan, kendilerinin ve­lî olduğunu bilebilirler mi, bilemezler mi?» mese­lesi hakkında, İslâm    bilginleri    arasında ihtilâf vardır.

Ebu Bekr, b. Fevrek, «Velîler, kendilerinin velî olduğunu bilemezler.» der.

Ebu Aliyyi'd-Dekkâk ve talebesi Ebu'l-Ka-sım'l-Kuşeyrî ise, «Velîler, kendilerinin velî olduk­larım bilirlen» der.

Her iki fikre sahip olan gurupların da, çeşitli

delilleri vardır.

Birinci gurubun delilleri şunlardır:

1. Eğer bir kimso, kendisinin velî olduğunu bilirse; o kimsenin, Allah'ın (C.C.) azabından emin olması gerekir. Zira, Kur'an-ı Kerim'de şöy­le Duyurulmuştur:

«Allah'ın velî kullan için hiç bîr korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.» [265]

İslâm'ın tavsiye ettiği İman ise, ye'is ile emn arasında olmalıdır. Yani, bir mü'min, ne Allah'ın (C.C.) rahmetinden ümidini keser, vs ne de aza­bından emin olur. Allah'ın (C.C.) rahmetinden ümit kesmek küfür olduğu gibi; azabından emin olmak da küfürdür:

«...Hakikat şudur ki, kâfirler güruhundan başka­sı Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.»[266]

«...Büyük zararı göze alanlar güruhundan başka­sı, Allah'ın İmhalinden emin olmaz.»[267]

2. Velînin velî olması, Allah'ın (C.C.) o kim­seye muhabbeti sayesindedir.   Allah'ın (C.C.) mu­habbeti ve adavsti İse, birer sırdır. Hiç kimse, Al­lah'ın (C.C.) bu sıfatlarına muttali olamaz. Nite­kim, Cenâb-ı Hak, Hz. İsa'nın lisanından şöyle bu­yurmuştur:

«.. .Benim içimde olan (her) şeyi Sen bilirsin, Ben ise. Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz ki, gayblan  hakkıyla bilen.  Sensin,  Sen.»[268]

Velayet, Allah'ın (C.C.) muhabbetinin bir ne­ticesi olduğuna ve Allah'ın muhabbeti de bir sır olup büinemiyeceğine göre, velî, kendisinin velî olduğunu bilemez.

3. Velayet, adavet, sevap, cennet veya cehen­nem ehlinden olmak, ferdin ölüm anındaki duru­muna bağlıdır. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöy­le buyurulmaktadır.

«Kim Allah'a) bir iyilikle, güzellikle gelirse, İş­te ona, bunun on katı var...»[269]

Ayette, «bir İyilik işlerse» buyuruîmuyor da; «bîr İyilikle gelirse» buyuruluyor ki, bu durum, sevaba müstehak olmanın, ferdin ölüm anındaki durumuna (hatime'ye) bağlı bulunduğunu gös-termektsdir. Diğer bir âyet-i kerimede ise şöyle buyurulmaktadır:

«(Habİbim), o küfredenlere söyle ki, eğer (kü­fürden) vaz geçerlerse geçmiş (günahları) yarlığanacaktır...[270]

Şu hale göre, cehennemlik olmak da, hatime­ye (ferdin ölüm anındaki durumuna)  bağlıdır.

Bunları misallendirecek olursak; Önceleri müş­rik olan Hz. Ömer, daha sonra velîlerin en büyük­lerinden olmuştur. Evvelce Tevrat'a bağlı bir Mu­sevî olan Abdullah İbnü's-Selâm da, sahabenin mümtazları arasına girmiştir. Kur'an-ı Kerim, birçok kimselerin zühd ve takva üzere, ibadet ve taatla uzun müddet yaşamış olmalarından sonra irtidat ettiklerini beyan eder. Kısacası; velayet, adavet, sevap ve azap, hatimeye bağlıdır. Hatime ise, kimse tarafından bilinemez. Kimin ne olarak öleceğini ancak Allah (C.C.) bilir. O halde, velî de, kendisinin velî olduğunu bilemez.

«Velî, kendisinin velî   olduğunu bilebilir»   di­yen ikinci gurubun delilleri:

«velâ"etin İki rüknü vardır :

a) Velî, dış görünüşüyle, İslâm'a tamamen uymaktadır.

b) Batında ise, hakikat nuruna garkolmaîıdır. «Bir kimse, kendisinde bu iki rüknün mevcut ol­duğunu bildiğinde, kendisinin velî olduğunu da bilir.»

Kişinin, zahirde İslâm'a bağlılığı açıktır. Bu hal, o kimsenin, bütün hayatının, hareketinin ve düşüncesinin islâm'a uygun olması demektir.

Ferdin, hakikat nuruna garkolması ise şöyle izah edilir: Bir kimsenin bütün ferahı ve sevinci, Allah'a (C.C.) taatle olur. Dünya nimetleri va ziy­netleri o kimseyi sevindirmez. Bu kimselerin kalp­leri ve gönülleri, ancak, Allah'ı (C.C.) zikırderek sükûnet bulur. Bunlar, dünyanın malına, serveti-ns ve zenginliğine gönül vermezler. Dünya meş­galesi, kendilerini ahiretten alıkoymaz.

Bü'ün bunlara rağmen, bu hususta yanılma çok olur ve hüküm vermek zordur. Hem, veliliğe kesin şekilde hüküm vermek gururdur; hem de bütün sırların hakikatini, ancak Aîîah (C.C.) bi­lir.[271]

İslâm büyüklsrinden meşhur âlim İmam Rab­bani, «Mektubat» isimli eserinde bu hususta şun­ları kaydeder:

«Bir velînin, kendisinin velî olduğunu bilmesi as-1 la şart değildir. EvliyauIIahtan birçoklarının, kendile­rinin velayetlerinden haberi yoktur. Kendileri, velî ol­duklarım bilmediklerini göre; başkalarının da, bu zatların velî olduklarını bilmeleri şart değildir.

Keramet ve harikanın gösterilmesi de, velilik için şart değildir. Velîler, keramet göstermekle mükellef değillerdir. Velayet, Allahh'a (C.C.) yakınlıktır ki, Al­lah (C.C), bu yakınlığı velî kullarına ikram eder. Kul­larından bir kısmına hem yakınlık verir, ve hem de o kullarım bir kısım hâdiselere muttali k t. Bir kısım kulianna da yakınlık verir; fakat, hadiselere muttali ornıa gibi harikalar vermez, bazılarına da. yakınlık vermez; yalnız harikalar verir ve bazı şeyleri keş­fettirir. Bu üçüncü şahıs, İstidrac ehlindendir. Birinci ve îKincı kısuımüaKi zaıiur ise; Ai.an m IC.C.) velî kulları olarak, yakınlık devletiyle müşerref olmuş­lardır. Bunların, Allah'ın izni ile, bazı şeyleri keş­fetmeleri ve keramet göstermeleri, velayetlerinden ne bir şey fazlalaştırır, ne de bir şey eksiktir. Bu yön­den aralarında fark yoktur. Bu zatların aralarındaki fark, Allah'a (C.C.) yakınlık dereceleri iledir. Çoğu zaman, keşfi ve kerameti zuhur etmiyen Velîler, bu haller kendilerinden zuhur edenlerden daha üstün­dürler. Kendilerinden keramet zuhur eden bir kısım velîler, son zamanlarda, bu kerametlerin zuhuruna nedamet göstermişlerdir.

«Peygamberler için ise, harikaların zuhuru şart­tır. Nebî olan zatın, peygamber olmayandan ayırt edilebilmesi için, bu şarttır. Zira, Peygamberin, pey­gamber olduğunu bilmesi vaciptir. Velî, eğer kendi peygamberinin dinine davet .ediyorsa, onun için, o pey­gamberin mucizesi yeterlidir. Dinden gayri bir şeye davet ediyorsa; onun için harika lâzım olmaz.

«Halkın umumu, bir kimseyi büyük bir zat ola­rak tanımak için, onun kerametine hnkar. Halbuki, kerameti çok olanın bu haîi, velayetinin daha mü­kemmel olduğunu göstermez. Hatta, çoğu kere, kera­meti az olanın velâycii daha mükemmel olur.

«vu gerçek bilinmelidir ki; velayetin-hası! olu­şunda, velayet sahibinin, kendi valililiğini büffesi şart değildir. Meşhur olan görüş budur. Bu sebeple, çoğu zaman, ilfm ve keşif sahibi olan velîlerin, ken­dilerinden zuhur eden harikalardan da haberleri ol­maz.»[272]

 

Evliyanın, İslâm Prensiplerine Bağlı Kalması Şarttır

 

«Velî, ancak resulün risaletini tasdik eden, tam inanan ve dinin emirlerini harfiyen tatbik eden kimr sedir,»

Bir takım harikalar izhar ederek, cahillerin gözlerini boyayıp, dini yıkmağa kastedenler, hiç bir zaman velî olamaz.

Bütün nebilerin, tebliğ ettikbri dine bağlı olup o dine uygun amel ettikleri gibi; velîlerin, ariflerin, sıddîkların, salihlerin ve diğer insanla­rın da İslâm'ın bütün prensiplerine uygun hare­ket etmeleri şarttır. İslâm'ın hükümlerine aykırı amel ve söz edenler, vasıfları ve kişilikleri ne olur­sa olsun; hatalıdır, sapıktır.

Bu hususta, Maruf Kerhî'nin talebesi, Cü-neyd-i Eağdadî'nin dayısı vs hocası Seriyyü's-Sa-katİ (Rh. A.)  şöyle der.

«Gerçek mutasavvıf, üç ismi ihtiva etmelidir :

a) Marifet nurlan, vera nurunu söndürmemelidir.[273]

b) Kuran'ın zahirine muhalif olan batın ilmi­ni konuşmamalıdır.[274]

c) Kendisinden zuhur eden kerametler, onu lah'ın yasaklarım ihlâl etmeye sevketmemelidir » [275]Yine bu zat buyurur ki:.

«Bir arif, bahçeye girse; bahçedeki bütün ağaçla ağaçlardaki bütün kuşlar, açık bir lisanla 'Esselânn aleyke ya veliyyellah' diye kendisine selâm verseler velî üzerine vacip olan, Allah'tan korkusunun daha da da artmasıdır. Eğer korkusu çoğalmaz, sürür ve rura kapılırsa; bu hal onun için  istidrac ve felûket olur.[276]

Bayezid-i Bistamî'nin arkadaşları anlatıyor:

«Muhitimizde velayet ve keramet sahibi bir kim­senin ismi duyulmaya oaştamıştı, ünden ciue bu kim­senin zahitliği dolaşıyordu. Bir gün Bayeaid, bize 'kal­kın gidelim; şu velayet ve zühtle meşhurlaşmiş olan zatı birlikte görelim" dedi. Kalktık ve bu kimsenin bulunduğu yere vardık. Aradığımız zat da, evinden çıkmış mescide girmişti. Mescide girerken kıbleye doğru tükürerek o mübarek makama saygısızlıkta bulunmuştu. Bunun üzerine Bayezid, o şeyhe selâm vermeden ve konuşmadan geri döndü. Biz, bu durum­dan bir şey anlayamamıştık. Bize dönerek dedi ki:

'Bu adam ki, Resuiüllah'ın (SAS.) âdaplarından birisini muhafaza etmede emin olamıyor. Nasıl olur da, iddia ettiği velayet ve kerametlerde emin olabilir ve kendisine güvenebilir. Siz, kendisine harikalar ve­rilmiş bir kimseyi gördüğünüz zaman, velevki bu kimse, havaya bağdaş kurup oturmuş olsun; o kimse­nin bu harikasına aldanmayın. Velayetine ve Allah'a yakınlığına itikad etmeyin. Zira, bu bir istidrac da olabilir. Ancak, siz, onun emir ve nehiylere karşı na­şı! davrandığına; Allah'ın kulları için çimiş olduğu hudutları nasü muhafaza ettiğine; İslam'la nasıl amel ettiğine bakın, ve o kimseye buna göre itibar edin. Kıbleye, mescide karşı tükürmek yasaktır. Bu yasağa riayet ise, İslâm'ın âdaplanndandir. İslâm'ın herhan­gi bir edebine riayetsizlik ise keramet ve velayete ma­nidir.'»

Ebu Süleyman ed-Daranî der ki:

«Çoğu zaman, feyiz yoluyla kalbime birtakım su­lar ve tecelliler vaki olurdu. Fakat ben bunları kitap ve sünnetten iki âdil  şahit olmadan  kabul etmez­dim.» [277]Cüneyd-i Bağdadî der ki:

«Allah'a ulaştıran yolların hepsi kapalıdır. Ancak Rasulallah'ın yoluna uyanlara yollar açıktır.

İtikatta, amelde, bütün hareket ve konuşma­larda Resulüllahm yolu ve sünnetleri üz3rinde olanlar ancak Allah'ın rızasını kazanabilirler.

Evliyanın, îslâmî prensiplere bağlı olmasının gerekliliği hususunda İmam Rabbani (Rh. A.)t Mektubat'ında şöyle demektedir:

«İslâm'ın hükümlerini işbatta muteber olan, kitap ve sünnettir. Müctehitlerin kıyası ve ümmetin icmaı da, ahkâmı isbat ederler. Bu dört şer'î delilden başka hiç bir şey, dinî ahkâmı isbat edemez. Ne ilham, ne de keşif ve velayet sahibi kimseler, haram-heiâl, farz ve sünnetten hiç bir hüküm koyamazlar. Velayet sa­hipleri de, müetehitleri taklitte diğer mü'minler gibi­dirler. Bunların ilhamları ve keşifleri. müctchirîİ tak­litte, bunların başkaları üzerine daha meziyetli olma­larını gerckthmez. Bu büyük zevatın meziyetleri baş­ka hususlardadır. Zira bunlar, keşif ve müşahede sa­hibidirler. Yaşayınca Allah için yaşarlar, ölünce Allah için ölürler.

«İslâm'ın hükümleri bir ağaçtır. Marifet de bu ağacın meyveleridir. Ağaç, yaşadığı ve iyi bakıldığı müddetçe meyve beklenir ve güzel olur. Ağacı kesip de meyve bekleyen kimseden daha ahmak kim ola­bilir? Ağacın kökünde hastalıklar, sakatlıklar olun­ca meyveler de yok olur.

«Bu halde islâm'a bağlı olan kimse, marifet sa­hibidir,  islâm'a  bağlı  ve  müdavim  olmayan  kimse­nin marifetten nasibi yoktur. Eğer bu kimseden her­hangi bir keşif olursa; istidractır. islâm'ın reddettiği her şey zındıklıktır, küfürdür.» [278]Seyyid Ahmed Rufaî  (Ah. A.) de, «EI-Bürha-nü'1-Müeyyed» isimli kitabında şöyle der.

«Tarikat, şeriatın aynıdır. Aralarındaki fark, lâfız-, dadır. Maddeten ve manen netice birdir. Şeriatın red­dettiği her şey zındıklıktır. Efendiler!. 'Ebu Yezid böyle dedi', 'Haris şöyle söyledi1, 'Hallaç bu sözlerde bulundu" deniliyor. Bu nasıl sözdür? Bu lâkırdılar­dan önce îmam Numan, imam Şafiî, İmam Malik, !iham Ahmet, bunlar ne dedi? Bunlara bakmalısınız. Kulluk işlerinizi bunlarin sözleriyle tashih etmelisi­niz. Bundan sonra, fazla sözlerle menfaatlenebilirsiniz. Ebu Yezid'in, Ebu Haris'in sözleriyle bir şey çoğa­lıp azalmaz. Ama Şafiî, Malik, Numan ve Ahrned'in sözleri en güzel yollardır. îlim ve amel ile şeriatın te­mellerini muhkem kıldıktan sonra; îlim ve amelin ka­palı olanlarına himmetinizi yürütünüz.» [279]Peygamberlerin, Allah tarafından verilmiş, üstün tıfatian vardır.

İslâm'ı bilmeyen sapıklardan bazıları, velilik mertebesinin, peygamberlik mertebesinden efdal olduğunu iddia edsrler. Böyle bir iddia, kim ve ne­reden gelirse gelsin; buna inanan kâfirdir.

Yukarıda da dediğimiz gibi; İtikatta, amelde, bütün hareket ve konuşmalarda Resuluîlahm yo­lu ve sünneti üzerinde olanlar ancak Allah'ın rı­zasını kazanabilecek, vs onlar ilâhî lûtuflara eri­şeceklerdir.[280]

 

BEŞİNCİ  BÖLÜM

 

HİLÂFET VE ÎMAMET

 

Hilâfet Ve İmamet Nedir?

 

Hilâfet; lügatte, «birinin yerini alma ve ona vekillik etme» mânâlarına gelir. İslâm ıstılahında ise; «Hz. Muhammed'e (S.A.V.) vekil olarak, Müs­lümanları ve İslâm'ı koruma ödevini yerine getir­me» demektir. Bu vazifeyi üzerine alan kimseye de «Halife» adı verilir. Halifelere aynı zamanda «İmam» ve «Emîr» de denilmsktedir. Bu son ta­birler, daha çok «Hulafa-i Raşidîn» (Dört Halife) devrinden sonraki İslâm reisleri için kullanılmış­tır. Bu hususta bir hadis-i şerifte şöyl ebuyurul-mak tadır:

«Hilâfet otuz senedir. Ondan sonra melik ve emîrlcr gelir.»[281]

İslâm âlimlerine göre, hilâfet veya imamet;

«Muhammed'e (S.A.S.) vekil olarak umuma riya­set edip din ve dünya siyasetini korumaktır.»[282] 

Seyyid Şerif Cürcanî'ye göre ise;imamet bah­si,, dinin ve akaidin asıl meselelerinden değil, tâli dsrecedekl meselelerindendir.[283]

Saadeddin Teltazanî'ye göre de, imamet, İtikadî değil; amelî hükümlerdendir.[284]

 

Bir İmam Seçme Mecburiyeti

 

«Müslümanların bir imam (re­is) seçmeleri şarttır.»

«İmam seçme», bir kısım İslâm bilginlerine göre aklen, bazılarına göre de şer'an vaciptir.[285]

İmam Teftazanrye göre ise; belirtilen vasıf­lara sahip bir imam seçmek, farz-ı kifayedir.[286]

Müslümanların, başlarına bir imam seçme mecburiyetleri hususunda, ehl-i sünnet âlimleri­nin ileri sürdükleri deliller şunlardır:

1 — Kur'an-ı Kerim'den:

«Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambe­re ve sizden olan ülü'1-emre (emir sahiplerine) de ita­at edin...» [287]

2 — Sünnet'ten:                  

«Bir kimse, bîat etmeden Ölürse, cahiliyyet Ölü­mü ile ölmüş demektir.»[288]

Cahiliyye devrinin insanları, hiç bir psygam-bsr ye imam tanımadan, kendi neva vs hevesleri­ne göre yaşarlar ve öylece ölürlerdi. Zamanlarının imamını tanıyıp bîat etmeyenler de, bu insanlara benzetiliyor ki; bu ağır tehdit, zamanın imamına bîat etmenin dinsn vacip olduğunu bayan etmek­tedir.

3 — İcma'dan :

Tevatüren sabittir ki, Hz. Muhammed'in (S.A.V.) vefatından sonra imamsız bir vaktin geç­mediği hususunda bütün şahaba ittifak etmişler­dir. Sahabenin İttifakı ise, dört aslî delilden icma olur.

Hatta Resulüllah'ın (S.A.V.) vefatı üzerine, Hz. Ebu B;kir, meşhur hutbesinde zöyle demişti.

«Dikkat edin; ey mü'minler!.. Şüphesi/; ki, Mu-Iıammed (S.A.S.) öldü. Bu dini ayakta tuîacak bîr kirnse mutlaka lâzımdır.»[289]

Sahabenin hepsi, bn sözü hemen kabul etti. Hiç birisi «imama ihtiyaç yoktur» demedi. Resu­lüllah'ın defni meselesini bile tehir ederek, Benî Sajde'nin sofasında toplandı ve bir halîfe seçti.[290]

4 — Kıyas'tan:

Yapılması gereken pek çok dinî ve dünyevî İşler, imamın mevcudiyetine bağlıdır. Cenab-ı Hak'ın muamelât, mücâzât, münâkehat, cihat vs. hakkındaki hükümleri, kulların dünya ve ahiret menfaatleri içindir. Bütün bunları yürütmak ise bir imam İle mümkündür. Yukarıda sayılan hü­kümlerin yerine getirilmesi vaciptir. İslâm fık-hındaki umumî kaideye göre, «Vaciplere vesile olan şey de vaciptir.» Bu sebeptsn, mü'mtnlerin bir imam seçmeleri, kendi selâmetleri ve dinin de­vamı İçin şarttır.

Bir kimse halîfe olarak seçildiğinde, bütün mü'minlere düşsn vazife ise; imametin lâyık olan bir kimseye verildiğini bilmek ve kısaca halifeliğin vasıflarını öğrenmektedir. Bu konuda Peygambe­rimiz şöyle buyurmuşlardır:

«Zamanının İmamını bilmeden Üten kimse, cahi-liyyct ölümü ile ölmüş gibidir.»[291]

Bütün müîrninlerin imam hakkında çok taf­silâtlı bilgiye sahip olmaları şart değildir. Tafsi­lâtlı bilgiyi, imamı seçeesk olanlar bileceklerdir. Müslümanlar ise, hiç değilse, başlarındaki imamın kim olduğunu bileceklerdir. Hatta Süleyman b. Cerîr'e göre:

«Halkın, Allah'ın (C.C.)  ve Resulünü (S.A.S.) bil­meleri nasıl vacip İse, imamı da bilmeleri vaciptir.»[292]

 

İmama İtaat Şarttır

 

Mü'minlerin, kendi aralarından, liyakatli gö­rerek seçmiş oldukları reise itaat etmeleri vacip­tir. Bu hususta, şu âyeti kerime açık emirdir:

Peygamberimizin, «İmama itaat» hususunda söylemiş olduğu hadis-i şeriflerden bazıları şun­lardır:

«Üzerinize imam olarak tayin edilen kimse, başı kuru üzüm tanesine benzeyen Habeşli bir köle dahi olsa, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.»[293]

«Kim bana itaat ederse; Allah'a itat etmiş de­mektir. Kim, bana isyan cdorse; Allah'a isyan etmiş olur. Kİm, benim cmîrime itaat ederse; bana itat etmiş demektir. Kim de benim emirlerime isyan eder­se bana isyan etmiş olur.»[294]

Mavsrdî'ye göre; halîfe, vazifelerini yapıp Müslümanların haklarını yerine getirince, Allah'ın hakkını da eda etmiş olur. Bunun üzerine, Müs­lümanların şu iki vazifeyi yerine getirmeleri, üzer­lerine vacip olur.

a) İmama itaat etmek, b) İmama yardımcı olmak. Meğer ki, imamın hali değişsin. [295]

Şu halde; imama itaat, imam dinin kesin hü­kümlerine uygun hareket ettiği müddetçe şarttır. Çünkü, Allah'ın emirlerini çiğnemek pahasına bir şahsa tâbi olmak, İslâm dininde yasaktır. Bu­nun için Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlar­dır:

«üzerinize imam seçilen kimse, size, dinin kötü ve, haram saydığı şeyleri emretmedikçe, ona itaat et­mek vaciptir.» [296]

«Benden sonra sizi velîler takip edecek. İyiler iyiligiyle, kötüler de kötülüğüyle size dost olur. Hakka uygun olan yerde onları dinleyin ve itaat edin. Eğer onlar iyilik ederlerse, hem sizin hem de kendilerinin menfaatinedir. Kötülük ederlerse, sizin lehinize; kendilerinin ise aleyhferinedir.»[297]

İmâm Tsftazanî de bu hususta şöyle demek­tedir:

Dinin hükümlerine aykırı olmadıkça, imama İtaat vaciptir.»[298]

İmamın emri, ancak İslâm'a uygun olursa ye­rine getirilir; aksi halde bu emre uyulmaz.[299]

 

İmam Nasıl Seçilir?

 

Ehl-i Sünnet inancına göre bir zatın, imame­tin bütün şartlarına sahip ve yetkili olması, onun İmam olması için kâfi sebep değildir. îmam olabil­me şartlarma sahip olan zatın, aynı zamanda bu vazifeye ssçilmesi gerekir. Bir kimsenin imam ta­yin edilmesi ise, üç şekilde olur:

1 — Bizzat Resulüllah (S.A.V.) tarafından se­çilmekle. Hz. Ebu Bekir'in imameti,    bir bakıma böyle olmuştur.

2 — Bir önceki imamın tayin etmesiyle. Hz. Ebu Bekir'in, kmdi yerine Hz. Ömer'i tayin etme­si böyledir. Bu tarz imam tayin etmenin    meşru olduğu hususunda icma-ı ümmet vardır. Zira; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'i imam olarak tayin ettiğin­de, ve Hz.   Ömer de kendisinden   sonra seçilecek İrnam meselesini şûra'ya havale ettiğinde, Müslü­manların bunları itirazsız kabul etmeleri icmadır.

3 — Mü'minîerin tasvibini ve güvenini kaza­nan ve imam seçebilmeye ehil olan kimselerin seç-mesiyle.

İmam seçmaye herkesin iştirak etmesi doğru değildir. İslâm âlimleri, imam seçecek olan MüsIümanlarda bulunması gereken vasıflan üç gurup­ta toplamışlardır. O vasıflar şunlardır: [300]

a) Adaletin bütün    şartlarına sahip olmak. Bu şartlar şöyle sıralanabilir:

I. Büyük günahlardan sakınmak.

II. Küçük günahlarda ısrardan kaçınmak.

III. Hırsızlık vs. gibi, insanı    küçük düşüren fiillerden sakınmak.

IV. İnsan vakan ile mütenasip olmayan şey­lerden kaçınmak.

b) İmamete ehil olmanın şartlannı ve kimin bu işe daha müstehak olduğunu    ayırdedebiîecek kadar bilgi sahibi olmak.

c) Millet ve din işlerini düzenleyip idare et­mede kimin daha salahiyetli olduğu hakkında gö­rüş ve bilgiye sahip olmak.

îmamı seçecek kimselerin kaç kişi olması ge­rektiği hususunda İslâm bilginleri İhtilâf etmiş­lerdir. Bu hususta İki görüş vardır:

Bir kısım âlimler, imamı seçecek olanların her beldede çoğunluğu bulmasının şart olduğunu İleri "sürerler. Fakat Hz. Ebu Bekir'in İmam seçil­mesi, sadsce Benî Saide'nin sofasında bulunanlar tarafından yapılmıştır.

Bir kısım âlimlere göre de; imamın seçilmiş olabilmesi için; en az dört veya beş kişinin nzası ile bir kişinin seçimi yapması yeterlidir. Bu fikir­de ölanlann delili şudur. Hz. Ebu Bekir'e Önce Hz. Ömer, Hz. Ebu Ubeyde, Hz. Üseyd, Hz. Bişr b. Sa'd ve Hz. Sâlİm bîat etmiştir. Bu beş kişinin bîatı İle Hz. Ebu Bekir halîfe seçilmiş, sonra da ashabın hepsi bîat etmişlerdir. Hz. Osman'ı ise, dört kişinin rızası ile Hz. Abdurrahman b. Avf seçmiştir. Bundan sonra da diğer Müslümanlar bîat etmişlerdir.

İmamı seçecek kimselerin sayısı meselesinde fıkıh âlimlerinin ekserisi bu ikinci görüşü kabul ederler.[301]

İmam seçme ehliyetine sahip olanlar, bir İmam seçmek için toplandıkları zaman, imam ola­bilecek vasıftaki insanların hallerini va özellikle­rini tetkik ederler. Bunlardan en faziletlisi ve va­sıfları en mükemmel olanı hangisi ise; ona bîat ederler.

Meselâ; imamete ehil olanlardan birisi daha âlim, diğeri de daha cesur olsa; zamanın icapla­rına göre seçim yapılır. Eğer fitneyi, asileri ve düş­manları önlemeye ihtiyaç varsa; şecaat ve cesa­ret sahibi olanı seçmsk lâzımdır. Memlekette sü­kûnetin devam ettiği bir zaman İse; âlim olanı seçmek daha münasiptir.[302]

Bir görüşe göre; imamı seçecek kimselerin İmama bîatlan, adalet sahibi bir cemaatin huzu­runda ve açık olmalıdır ki; başka birisi kalkıp kendisins bîat edildiği iddiasında bulunmasın. Çünkü böyle bir hal, fitne sebebidir. îmam seçen­lerin bîatlan kesinleşip, bunun haberi İslam ül­kelerine ulaştıktan sonra imamlık iddiasında bu­lunan kimse asi olur. Böyle kimselerle, onları Al­lah'ın (C.C.) emrine döndürünceye   kadar muka-

tele etmek vaciptir. [303] Çünkü bu konuda Pey­gamber Efendimiz (S.A.V.), şöyle buyurmuşlar­dır:

«Eğer iki halifeye biat edilmişse onlardan birini katlediniz.»[304]

 

İmamete Ehil Olmanın  Şartları

 

Ömer Nesefî (Rh. A.),    İmametin    şartlarını şöyle sıralamıştır.

1. İmamın zahir (açık) olması gerekir.,» Korku sebebiyle de olsa, imam gizli olamaz.

2. Muntazar (gelmesi bekle­nilen) bir imam da kabul edilemez.»

Bazı sapık yoldaki gurupların, bir imamın ge­leceğini beklemeleri yanlıştır.

3. İmam, Kureyş'ten olmalı-lıdır. Ancak imamlık, Hâşîm ve Ali oğullarına mahsus değildir.

4. İmamın, zamanının en fa­ziletlisi olması şart değildir.

5. İmam, kâmil ve tam bir ida­reci olmalıdır.

6. İmam, siyasî (siyaset   İlim ve sanatım bilir) olmalıdır,

7. Ahkâmı tenffze (İslâm niza­mının yürürlükte kalmasını   temi­ne), İslâm memleketlerinin huduttarım muhafazaya ve mazlumun hakkını zalimden almaya kadir ol­malıdır.»

İslâm âleminin muteber ve kaynak kitapla­rında, imamete ehil olmanın bu şartlan birbirine yakın farklarla zikredilmiştir. [305]

İmam Âmidî'nin beyanma göre, islâm âlim­leri, bu meselede sekiz şart üzerinde ittifak, dört şartta da ihtilâf etmişlerdir.[306]

ittifak edilen şartlar şunlardır:

1 — Müctehid olmak.

2 — Harpte ve askeri mesafelerde basîret sa­hibi olmak.

3 — Cezalan tatbike, suçlara  cezalarını ver­meye ve mazlumun hakkını zalimden   almaya gü»; yetirebilmek.

4 — Âdil olmak.

5 — Mükellef (âkil ve baliğ) olmak.

6 — Erkek olmak.

7 — Hür olmak.

8 — Hükmünü  geçirmeye ve omnnden çıka­nı yenmsye gücü yetmek.

İhtilâf edilen şartlar ise, şunlardır.

a) Kureyşten olmak.

b) Hâşimî olmak.

c) Masum olmak.

d) Zamanın en faziletlisi olmak. Bunlardan başka,   İmam Ma verdi; şu şartlan da ilâve etmiştir: [307]

I. Göz, kulak, dil gibi hislerinin sağlam ol­ması.

II. Vücut sakatlığı    veya akıl    hastalığı ile ma'îûl olmaması.

III. Milleti idare etmekte ve   tedbir almakta mahir olması.[308]

 

İmamın Kureyşten Olması

 

«İmamın Kurcyş'tcn olması» meselesi üzerin­de İslâm âlimleri ayrıca durmuşlardır. Çünkü bu meselede, Kütübü Sitte'de mevcut olmayan bir hadis-i şerif rivayet edilmektedir. Buna göre Pey­gamberimiz (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır: «İmam Kureyş'tendir.»[309]

Zamanla şartların değişmesi bu imkânı orta­dan kaldırınca, İslâm âlimleri şöyle içtihadda bu­lunmuşlardır:

«Münasip olan, İmamın Kureyş'tcn olmasıdır. Fa­kat bulunmazsa âdil, emîn ve hâkimliğin şartlarım bi­len bir kimseyi seçmek daha evlâdır.[310]

«Eğer Kurcyş'tcn, muteber şartlan üzerinde top­layan bir kimse bulunmazsa. Kenânî'Ierden birisi imam olur. Bu da olmazsa, ismail evlâdından birisi tayin edilir. Bu dahi mümkün olmazsa, başka ırktan birisi  imamete tayin  edilir.»[311]

Bu meselede, İmam Teftazanî, ayrıca, şu İza­hatı verniktedir:[312]

Gerçekte hilâfetin Allah'a  (C.C.) duğu, şu âyet-i kerimelerle sabittir:

«Hani Rabbİn meleklere: 'Muhakkak ben yer yü­zünde (benim emirlerimi tebliğ ve infaza memur) bir halife yaratacağım' demişti...»[313]

«Ve hatırlayın o zamanı ki, Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince: 'Seni insanlara imam yapaca­ğım' buyurmuş, (ibrahim): 'Zürriyeümden de' demiş. Allah ise: 'Zalimler ahdime (rahmetime, imametime ve tâatıma) eremez' demişti.» [314]

«Hakikat, sana bîat edenler, ancak Allah'a bîat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir. Şu halde kim (bu bağı) çözerse kendi aleyhine çöz­müş olur. Kim de Allah İle sözleştiği şeye vefa eder­se, o da ona büyük bir ecir verecektir.»[315]

Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şeriflerin­de; «Allah'ın (kudret ve yardım) eli cemaat ile beraberdir.»[316] buyurmuşlardır. Şu halde Al­lah'ın kudret ve yardım eli, Müslümanlardan rey ve tedbir sahibi olan bir cemaatle beraberdir. Ya­ni bu cemaatin bir imam seçip ona biat etmsleri, Alîah (C.C.) ile biat mesabesindedir. Böyle cema­atlerin bîatları ile İmamlar, ilahî hükümleri tebliğ ve İnfazda Allah'ın ve Resulü'nün halîfesi olurlar.[317]

 

İmamın Vazifeleri

 

Ömer Nessfî'ye göre; imamın vazifeleri şun­lardır:

1. Ahkâmı tenfiz.» İslâm nizâmının emirlerin! tatbik etmek.

2. Hadleri ikame.»

Allah'ın hududunu (bir mü'minin dinden çık­ması, içki İçmesi, zina etmesi, birisine zina isnat etmesi, İnsanların haklarını gasbetmesi, kati ve yaralama suçlan) ve İslâm Hükümetinin emirle­rini çiğneyenleri cezalandırmak.

3. Askerî teçhiz.» Topyekun millî müdafaa vazifeleri.

4. Sadakaları toplamak.-»

İslâm devletinde mü'minlerden ve gayri müs-ümlerden alman vergi! sri toplamak.

5. Mütegallibeyi, hırsızlan ve yol kesenleri kahretmek.

6. Cuma ve bayram namazlarını kıldırmak.

7. İnsanlar arasında vuku bu­lan ihtilâfları halletmek.

8. Hakların  İsbatına vesile o-lan şahadetleri (ve sair isbat rasi-tatarını tetkik ve)  kabul etmek.

9. Velîsi    olmayan    küçükleri evlendirmek.

Bu ve benzeri vazifelerle sosyal emniyeti ve huzuru temin etmek.

10. Ganimetleri (haro neti­cesinde husule gelen kazançları, a-dalete uygun olarak) taksim etmek.

Ve bunlara benzer diğer vazife­ler.» [318]

 

İmamın Azledilmesi

 

İmamın değiştirilmesini gerektirsn bir hal or­taya çıkarsa, Müslümanların imamı azletmeleri lâzımdır. [319]

İmamın, fasıklığı sebebiyle azledilip edilmi-yeceği meselesinde İslâm âlimleri İhtilâf etmiş­lerse de; Hanefî ve Şafiî Mezheplerinde muhtar olan kavle göre, imam fasıklığı sebebiyle azledilemez. [320]

İmamın azledilmesi meselesinde, Maverdî'nin İzahlarını ehemmiyetine   binaen aşağıya alıyoruz.

İmamın, halinin değişmesi ile, imamlıktan çıkarılmasını gerektiren iki husus vardır.

1 — İmamın bedenîne    noksanlık arız olması.

İmamın adaleti bırakması    fıska girmesi de­mektir. Bu ise iki şekilde olur:

a) Şehvete dalmak.

b) İtikadında şüphelerin doğması. İmamın şehvsti, azalarının    fiillerine taalluk

ediyorsa, yani imam haram olan şeyleri yapmak, şehvetini artırmak ve kötü arzularına teslim ol­mak gibi dinin yasak ettiği şeylere devam ediyor­sa; bu hal, o kimsenin imam seçilebilmesine de ve imamlığının devamına da mânidir. Bu kimse derhal, imamlıktan çıkarılır.

Bu sebeple imamlıktan azledilen kimse, tek­rar adalete dönse bile artık imamete dönemez. An­cak yeniden seçilirse, o zaman tekrar imam ola­bilir. Kelâm âlimlerinden bir kısmı ise; «böyle bir durumda, imam, adalete dönünce imamete de dönebilir, yeniden seçime ve biate lüzum yoktum

derler.

İtikadında meydana gelen şüphe sebebiyle adaletten ayrılmış olan imamın bu şüphesi te'vil edilebilir ise; bu imamın, imamlıktan çıkarılıp çıkanlamıyacağı hususunda ihtilâf edilmiştir. Bir kısım âlimler; «îmanı seçilmeye de, imamete de­vam etmeye de bu şüphe mânidir. Bu kimse, he­men imametten çıkarılır. Zira, te'vil edilebilen ve te'vil edilemeyen küfrün hükmü nasıl birbiri­ne müsavi ise; fışkın da te'vili ve te'vilsiz hali eşittir» derlsr. Basra âlimlerinin çoğu da; «Te'vil edilebilen şüphe, imam seçilebilmeye mâni olma­dığı gibi bu kimse imametten de çıkarılamaz.» der­ler.

Bedenindeki noksanlıktan dolayı bir kimse­nin imametten çıkarılmasını gerektiren haller ise üçtür:

a) Hislerin noksanlığı,

b) Uzuvların noksanlığı,

c) Tasarrufta noksanlık. [321]

 

Hislerin Noksanlığı

 

Akıl zail olmuş ise ve aklın zevali devamlı tse, veya delilik arız olmuş da dsvam ediyorsa, ya­hut deli olduğu zamanlar, ayık ve akıllı olduğu zamanlardan daha çoksa, bu kimse hemen ima­metten çıkarılır.

Gözleri tamamen görmeyen kimse de İma­metten çıkarılır. Eğer gözlerde zayıflık var da gündüzleri görüp geceleri görmüyorsa bu hal imam seçilmeye ve İmamete devama mani değildir!

Burnun koku almaması ve dilin lezzet duyma­ması, hem imam seçilmeye, hem de imamete de­vama mâni haller değildir. Zira, bu noksanlıklar karar vermeye ve harekete tesir etmezler.

Sağırlık ve dilsizlik gibi noksanlıklar, başlan­gıçta imam seçilmeye mâni hallerdir. Fakat imam ssçildikten sonra arız olurlarsa; bir kısım âlimle­re göre bu kimse imametten çıkarılır. Âlimler­den bir kısmı ise; «Bu kimse İmametten çıkarıl­maz. Zira işaretle muameleleri yürütebilir» der­ler. Diğer bir kısmı ise, bu hale düşen imamın, güzel yası bildiği halde imametten çıkarılmayaca­ğı, yazı bilmezse çıkarılacağı kanaatindedirler. Bu meselede sahih olan, birinci gurubun görüşü­dür. [322]

 

Organların Noksanlığı

 

Bu noksanlıklar, karar vermeye ve harekete tesir etmez, görünüşte de çirkin olmazsa ve ta­mamen ayıp görünmezse imam seçilmeye ve ima-mste devama mâni değildir. İğdiş olmak, kulak­ların kesik olması gibi.

İki elin veya iki ayağın noksan olması hare­kete ve iş yapmaya mâni olacağı için hem imam seçilmeye hem de imametin devamına mânidir. Bir elin veya bir ayağın yok olması, başlangıçta imam seçilmeye mâni İse de, bu hal sonradan anz olmuş ise, imametin devamına mâni olup olma­yacağı hususunda ihtilâf edilmiştir.

Tasarrufta meydana gelen güllüdür: noksanlık ise iki

1. Hıcr: İmamın yardımcılarından birisinin,  İşleri müstebidce yürüterek imama tama-

 hâkim olması halidir. Eğer, imamı tesiri altına alan bu kimse, dinin hükümlerine göre ha­reket ediyorsa ve adaletle iş görüyorsa, bu kimse­nin valiliğini ikrar ile verdiği hükümleri imza et-rriek caiz olur. İmamı tesiri aitına alan bu kimse, dinin hükümlerinden çıkmış ve adaleti birakmış-sa, İmamın yardımcılarını toplayıp, bu kimssnin hâkimiyetini izale etmesi lâzımdır.

Hıcr hali, imametin devamına mâni değildir.

2. Kahr: İmamın,    düşmanlar    veya asiler elinde esir olmasıdır. Eğer esir olan imamın kur­tulma ümitleri     mevcutsa, imamet    devam eder. Kurtuluş  ümidi  kesilmişse, seçim ehli,    yeni  bir imam    seçer. Yeni İmam   seçildikten sonra, eski imam esaretten   kurtulmuş olsa,  imamte tekrar dönemez. [323]

 

ALTINCI  BÖLÜM

 

İNSANI KÜFRE GÖTÜREN HALLER

 

İnsanı Küfre Götüren Haller

 

Meşhur alim Ömer Nesefî (Rh. A.), «Akaîd» risalesinde insanı küfre götüren hallerden yedi tanesini zikretmiştir:

1 — Naslar (Kitap ve Sünnet'-in hükümleri), zahirleri üzerine hamlolunurlar. Bunların zahirlerin­den vazgeçip, batın ehlinin İddia et­tiği mânâlara sapmak, İslâm'dan çıkıp küfürle vasıflanmak demek­tir.»

«Knr'an ve Sünnet'İn mânâsı gizlidir. Bu giz­li mânâyı ancak Üstad bilir» demek yanlıştır, sapıklıktır.

2 — Nasları reddetmek, küfürdûr.

Yani kitap ve sünnetin hükümlerini yalanla­mak küfürdür.

3 — İster büyük, ister küçük olsun; (haram ve) günahı helâl say­mak, küfürdür.

4 — Şeriat İle alay etmek, kü­fürdür.

Çünkü bu hal tekzip alâmstidlr.

5 — Allahü Teâlâ'nın Tahinetinden ümit kesmek, küfürdür.»

Çünkü Cenâb-ı Hak, bu hususta, şöyle buyu­rur:

«...Hakikat şudur ki, kâfirler güruhundan başkası Al­lah'ın rahmetinden ümidini kesmez.»[324]

6 — Allah'ın azabından emin olmak küfürdür.

Zira, Allahü Teâlâ buyurmaktadır ki:

«...Büyük zararı göze alantkâfirllar güruhundan başkası, Allah'ın (kullan hakkındaki azabını) imha! (ve tehir)in-den emin olmaz.»[325]

7 — Gaybdan haber verdiği (iddia edilen adamın) haberini kabul) ile o kâhini tasdik etmek, kü­fürdür.»

Bu hususta Peygamberimiz şöyle   buyurmuş­lardır:

«Kim, bir kâhine gelir ve onun söylediklerini tasdik ederse; Allah'ın (C.C.), Hz. Muhammed'e (S.A.S.) indirmiş olduklarım inkâr İle küfre girmiş olur.»[326]

 

YEDİNCİ  BÖLÜM

 

Mİ'RAÇ

 

Miraç Nedir?

 

«Allah'ın elçisi Muhammed (S. A.S.)'in, uyanıkken, şahsı ile sema­ya ve sonra yüce makamlardan AU lah'ın dilediği yere miraca (çıkma­sı) haktır.

Mi'raç; lügatte, yükseğa çıkmak ve merdiven mânâlarındadır. İslâm ıstılahında ise,. Peygamber Efendimizin yüce makamlara çıkartılmasının vası­tasıdır. Sonraları, bu vakıanın özel ismi olarak kul­lanılır olmuştur. Mi'raç, Hicret'ten bir buçuk sene evvel Recep ayınm 27. gecesi vuku bulmuştur.

Konunun daha iyi anlaşılması için; Mi'raçla ilgili bazı terimlerin üzerinde duralım:

İsrâ : Yürümek demektir. Geçişli fiil olduğu için «geceleyin yürüttü» mânâsına gelir.

Mescid-i Haram: Kâbeyi çevreleyen ve Ha-rem-i Şerif denilen mesciddir. Yer yüzünde ilk de­fa inşa edilen mabet buâur.

Mcscid-i Aksa: Kudüs'deki Beytü'l-Makdis'tir. Kabe'den sonra yar yüzünde yapılan ikinci mabet­tir. «Aksa» denilmesi, Kabe'ye bir aylık mesafede bulunmasındandır. Mescid-i Aksa, Peygamberle­rin toplandığı, ilâhi vahiylerin indiği mübarek bir yer olduğu için, Mi'raçta Peygamberimizin yol uğ­rağı olmuştur.

Beytü'I-Ma'mur: 7. kat gökteki melekler tara­fından tavaf edilen mabettir.

Sidretü'l-Münteha: Arşın sağında bir ağaçtır ki, ne melek, ne saire, ondan ötesine asla geçe­mezler.

Refref: Mahiyetini aklımızın kavrayamayacağı bir vasıtadır.

Kabe Kavseyn: îkİ yay miktarı kadar bir me­safedir.[327]

 

Miraç Ne Şekilde Vuku Bulmuştur?

 

Mi'raç hakkında Cenâb-ı Hnk. Kur'an-ı Ke­riminde şöyle buyurmaktadır:

«Kulunu (Muhammed (S.A.S) bîr gece, Mescİd-i Haram'dan (alıp) Mcscid-i Aksu'ya kadar götüren (Zat-ı ecelîe ve a'lâ her türlü noksan sıfatlardan) münezehtir. (O Mescid-i Aksa ki) biz onun etrafına (feyz ve) bereket verdik (ve bu gece yolculuğunu) ona (o peygambere) âyetlerimizden bazısını gösterelim diye (yaptırdık). Şüphesiz ki O, (her şeyi) hakkıyla işiten, Ihcr şeyi) kemaliyle görendir.[328]

Mi'raç vakıasını Ebu Hüreyre, Ebu Zer, Ebu Said-i Hudrî, Enes b. Malik, Maîik b. Sa'saa, bizzat Rcisulüllah (S.A.V.)'den rivayet etmişlerdir. Bu ri-vayetbr Buharı, Müslim ve Nesai gibi Kütübü Sitte'nin meşhur kitaplarında mevcuttur. Biz, bu değişik rivayetleri birleştirerek nakledeceğiz.

Peygamberimiz (S.A.V.), şöyle buyurmuşlar­dır,

«Bir gece, balam Ümmühûnî'nin evinde (bir rivavete göre Kabe'de) iken Cebrail (A.S.t geldi. Ey muh­terem nebi! Yatlığayıcı olan Rab bin huzuruna var­mak için kalk, melekler seni bekliyor' dedi. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Kalbimi çıkarıp, iman dolu bir altın tasta yıkadı. Tekrar yerine koydu. Bundan son­ra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz renk­te Burak isminde bir hayvana bindirildim. Bu hay­van, her adımını, gözün görebildiği son noktaya atıyordu. Bir anda Mescid-i Aksa'ya geldik Cebrail, Burak'ı, bütün peygamberlerin, hayvanlarını bağla­dıkları bir halkaya bağladı. Mescidde diğer peygamber­lerin ruhları temessül etti. Bize selâm verdiler. Ben de selâmlarına karşılık verdim. Cebrail bana, 'Öne geç ve nebilere iki rekât namaz kıldır' dedi. Ben de imam olup namazı kıldırdım. Cebrail bana biri süt, biri şarap dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince, 'Ya­ratılışına uygun olanı seçtin1 dedi.»

Ebu Said-i Hudrî'nin rivayetine göre. Peygam­ber  Efendimiz  şöyle devam  ettiler :

«Bundan sonra bir Mi'raç (merdiven) getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. O Mi'raç, ölüle­rinizin, ölürken gözlerini dikdikleri şeydir. Ölülerin ruhları bu merdivenden yukarı çıkar. Cebrail, beni bu merdivenden Hafaza kapısına kadar çıkardı. Yani dünya semasına kadar bir anda geldik. Burada Ceb­rail, semanın açılmasını istedi ve orada şöyle bir muhavere geçti. İçerden soruldu:

  Sen kimsin?

  Ben Cebrailim.

   Yanındaki  kim?

  Muhammed (S.A.S.)

  Ya! O, Resul olarak gönderildi mi?

  Evet,

Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. Bir de ne göreyim. Semayı muhafaza eden İsmail İs­minde müvekkel büyük bir meiek, yanında yetmiş bin melek ve o meleklerden her birinin yanında da yüz bin melek var.

«Bunlardan ayrılınca; bünyesi, yaratılışından beri hiç değişmemiş bir adamın yanma geldim. Kendi­sine zürriyctinin ruhları arzcdilince; mü'min ruhu ise 'Ne güzel, ne hoştur!.. Bunun kitabım illîyyin'de ktltn! diyor; kâfir ruhu ise, 'Ne kötü ruh, ne fena ra. ytha!.. Butum kitabım Siccil'dc kılın' diyor.

«...Ya Cebrail, bu kimdir?' diye sorduğumda, 'Baban Adem'dir' diye cevap verdi. O. bana selam verdi ve 'Hoş geldin ey salih nebi, ey salih evlat' diye kar­şıladı.

«Burada bana cehennem gösterildi. Orada, çeşitli şekillerde azap gören kavimler gürdü.m. Dudakları de­ve dudağı gibi bir kavim gördüm ki, başlarına bir takım memurlar konmuş, dudaklarını kesiyorlar. Bun­ların kim olduklarını sorunca Cebrail, yetim malı yi­yenler olduklarını söyledi. Yine orada cife (pislik) yiyen zînakârlar, kendi etlerini yiyen gıybetçiler, yer­lerde ve Firavun hanedanının ayakları altında çiğne­nen faizciler, baş aşağı ayaklarından asılmış, zina eden ve çocuklarını Öldüren kadınlar gördüm.

«Sonra, ikinci semaya çıktık. Orada Yusuf (AS.) ile buluştuk. Yanında, ümmetinden kendisine tâbi olanlar da vardı. Yüzü ondördüncü gecedeki ay gibi idi. Onunla da selâmlaştık.

Peygamber Efendimiz, üçüncü semada iki tey­zezade Yahya ve İsa (A.S.) ile; dördüncü semada îdris (A.S.) ile, beşinci semada Harun (A.S.) İle ve altıncı semada Hz. Musa ile görüştü. Onların da hepsi, «Hoş geldin ey salîh kardeş, salih nebî» dediler.

Rosulü Ekrem, anlatmaya devam ediyor:

«Daha sonra yedinci semaya geçtik. Orada İbra­him (A.S.) He buluştum. Sırtını Beytü'l-Ma'mûr'a da­yamış; beni selâmladı. 'Hoş geldin ey salih nebi!.. Hoş geldin ey salih evlât', dedi. Burada bana denildi ki, 'fşte senin ve ümmetinin mekânı Sonra Beytü't-Ma'-mur'a girdim, içinde namaz kıldım. Bu beyti her gün yetmiş bin melek tavaf eder ve bir daha kıyamete ka­dar tavaf için bunlara sıra gelmez.»

Peygamber Efendimiz, burayı âyet-i Kerimeyi okudular:

«Rabbinin askerlerinin -(adedini) ancak Rabbîn bilir.»[329]

Peygamberimiz, yedinci semada gördüklerini anlatmaya devam ediyor:

«Burayı gezerken bir ağaç gördüm ki, bir yapra­ğı bu ümmeti bürür. Ağacın kökünden bir menba akı­yor ve ikiye ayrılıyordu. Cebraile bunu sorduğumda dedi ki: 'Şu rahmet nehri, şu da Allah (C.C.)'tn sana verdiği Kevser Havızıdır.' Rahmet nehrinde yıkan­dım. Geçmiş ve gelecek günahlanm affedildi. Sonra, Kevser yolunu tutarak cennete girdim. Orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşerin hayal ve hatırına gelemeyecek olan şeyler gördüm.

«Bundan sonra Sidretü'l-Münteha'ya kadar çıktık. Sidre'den yükselince Cebrail durakladı ve 'Ya JM«-hammed, yemin ederim ki, ben buradan bir kartş Me­riye geçersem yanarım. Benİtn buradan ileriye geçer­sem yanarım. Benim buradan ileriye geçmeye taka­tim yoktur' dedi.»

Resulü Ekrem, lâhut âleminin bu en yüksek yerinde refref denilen bir vasıtayla Allah'ın di­lediği yere geldi. Bir rivayette, Peygamberimiz şöyle buyururlar:

«Sidre'den sonra Öyle bir yere yükseldim ki, kaza ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesleri duy­dum. Arş'm altına geldiğimde. Arşın üstüne baktım; ne zarıan var. ne mekân, ne de cihet. Rabbimin şu lâ-hutî sesini işittim; «Yaklaş ey Muhammedi Ben de Kabe Kavseyn miktarı yaklaştım. Rabbimin ilhamı ile şunları okudum: 'Ettatıiyyatü liltahi, vessalavatü, vet-tayyibatü' (En güzel tahiyye Allah'a mahsustur. Bede­nî ve malî ibadetler de O'na lâyık ve mahsustur.) Bunun Özerine Allah (C.C.), şu mukabelede bulundu: «Es-selâmii aleyke eyyiihen-nebiyyii ve rahmetuHahi ve bcrekâtühiV (Ey nebî, selâm sana olsun. Allah'ın rahmeti ve bereketi de sana olsun.) Ben tekrar; 'Es-sclâmü aleynâ ve alâ ibadillahissalihîne. Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne muhammedetı abdühu ve resuluhu.' (Selâm bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun. Ben şehadet ederim kî, Allah birdir. Ondan başka ilâh yoktur. Yine şehadel ederim ki,. Muhammed. Allah'ın kulu ve elçisidir.) dedim.»

Resulüllah Efendimiz, Rabbinden birçok va­hiyler alarak, aynı yollardan geri döndü. Hz. Mu­sa'nın yanma gelince; Hz. Musa, «Allah sana neler emretti?» diye sordu. Peygamberimiz de, elli vakit namazla emrolunduğunu söyledi. Hz. Musa, «Ya Resulallah, elli vakit namaz, çoktur. Bu, senin üm­metine ağır gelir, yapamazlar. Rabbine iltica et de hafifletsin.» dedi. Bunun üzerine, Hz. Muhammed tskrar geri dönüp, namazın hafiflemesini diledi. Önce on vakit kaldırdı. Peygamberimiz, Hz. Mu­sa'nın yanma gelip durumu bildirince; Hz. Musa, bunun da çok olacağını söyledi. Bu minval üzere Peygamberimiz birkaç kere geri dönerek Rabbine-iltica etti. Böylece; namaz beş vakte kadar indi­rildi.[330]

 

Miraç Hadisesinin Mekke'deki Akisleri

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Mek­ke'ye döndüğünde, müşahedelerini anlatmaya baş­layınca, Kureyşliler fitne krizlerine tutulup deli. divane oldular. Kimi, Ebu Bekir'e (R.A.) koşuyor; kimi, ellerini çırpıyor; İmanı zayıf olanlardan irtidat edenler oluyor, bu tabiatüstü    mucizeyi bir türlü akıllarına sığdı ram ıyorlardı. Hz. Ebu Bekir gibi iman sahipleri ise, «Evet Mi'raç haktır. Eğer Muhammed (S.A.V.) bunları demişse, doğru söy­lüyor ve ben bundan daha büyüklerini de kabul ederim» diyorlardı. Hz. Ebu Bekir, Peygamberimi­zin yanına gelmiş, Mi'racı bizzat kendisinden din­lemiş; Allah'ın Resulü anlattıkça, «Doğru söylü­yorsun, ya Resulaliah» diyerek tasdik etmiştir. Peygamberimiz de, «Sen sıddıksm ya Ebâ Bekir» diyerek; ona «Sıddîk» unvanını vermiştir.

Cabir ve Ebu Hüreyra (R.A.) nin, Resulüllah (S.A.V.)'den rivayet ettiklerine göre Peygamberi­miz bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

«Ben, sabahleyin îsra ve Mi'racı anlatınca KureyşÜler beni tekzip etti. Bana, gidip geldiğim yerler­den ve Mcscid-î Aksa'dan sorular sordular. Halbuki ben Mescid-i Aksa'nm hiç bir özelliğini tesbit etme­miştim. Bu sebepten müşkil durumda kalıyordum. Allah (C.C.), bana Mcscid-i Aksa "yi gösterdi. Ben de, KureyşIHerİn bütün  sorularına cevap verdim.[331]

Sahih rivayetlere göre; Kureyşliler, Mescid-İ Aksa'nm kapı, pencere ve cihet gibi her özelliğini soruyorlar; Peygamberimiz de teker teker cevap veriyordu. Buna da inanmadılar. «Biz sana Şam'­dan gelmekte olan develerimizi soracağız; bize on­lardan haber ver» dsdiler. Peygamberimiz şöyle ce­vap verdi: «Evet, falan kimselerin kervanına rast­ladım. 'Revha' isimli mevkide idi. Bir deve yitir­mişler, onu arıyorlardı, yükleri arasında bir su ka­bı vardı. Susadım, o kabı alıp su içtim ve kabı ye­rine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım, suyu bulabilmişler mi?» O anda kervan, Peygamberimi­ze gösterildi. O da, kervanın kemiyet ve keyfiyeti­ne dair haber verdi ve şöyle buyurdu: «İçlerinden *Cemel-İ Evrak* (yani karamtırak beyaz bir deve) önde olarak, falan gün güneşin doğmasıyla bera­ber gelecekler.» Peygamberimizin haber vermiş ol­duğu o gün; müşrikler sabahın erken saatlerinde «Seniyye» tepesine doğru çıktılar. Güneş ne za­man doğacak da Muhammedi (S.A.V.) yalancı çı­karacağız diye, bekliyorlardı. Derken; içlerinden birisi, «güneş doğdu» diye haykırdı. Tam o sırada bir diğeri de, «İşte kervan geliyor, Önlerinde Ce-mel-i Evrak, tıpkı söylediği gibi» diye bağırdı. Bu ayn bir muciz3 daha olmuştu. Hal böyle iken, müşrikleı yine iman etmediler. «Bu açık bir sihir­din» dediler.[332]

 

Resulüllah'ın Mi'raçdaki Binitleri

 

Kütübü Sitte ve diğer hadis kitaplarında mi'-raç hadislerinin çeşitli rivayetleri vardır. Bu ha­dislerde Peygamberimizin mi'raç -esnasındaki bi­nitleri anlatılır. Âlâmî Tefsirinde Âİûsî'nin nakli­ne göre, Resulüllah'ın mi'raç gecesindeki binitle­ri beş tanedir.

1. Burak: Mescid-i Haram'dan, Mescld-i Aksa'ya kadar.

2. Mi'raç (Merdiven): Mescid-i Aksa'dan se­mayı dünyaya kadar.

3. Meleklerin Kanadı: Dünya semasın­dan yedinci semaya kadar.

4. Cibril: Yedinci semadan, Sidre-İ Münte-ha'ya kadar.

5. Refref: Sidre-İ Münteha'dan, Kabe Kav-seyn'e kadar.[333]

 

Peygamberimize Miraçda Verilen İhsanlar

 

Müslim'in rivayetine göre, mi'raçta Resulül-laha üç şey verildi:

a. Her gün, elli vakit sevabına denk, beş vakit namaz.

b. Bakara Sûresinin son âyetleri.

c. Ümmetinden,  hiç bir şeyi Allah'a eş  koş­mayanlara cennet.

Bunlardan başka mi'raç hâdisesini anlatan îsra Süresiyle itikad, ahlâk, iktisad gibi cemi­yet nizamının belkemiği olan, milletlari huzur içinde yaşatıp mihnet, zillet ve buhrandan kurta­ran şu esaslar vahiy ve tebliğ edilmiştir:

1 — «Allah ile beraber diğer bir Tanrı edinme. Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış olursun.»[334]

2 — «Rabbin kendinden başkasına kulluk etme­yin, ana-babaya İyi muamele edin, diye hükmetti.»[335]

3    «Hısıma, yoksula,   yolda  kalmışa   hakkını ver.»[336]

4 — «israf ile saçıp savurma! Çünkü, saçıp savu­ranlar, şeytanların biraderi olmuşlardır. Elini boynu­na bağlı olarak asma! Onu büsbütün de açıp saçma!

Sonra kınanmış, pişman bir halde oturup kalırsın.»[337]

5 — «Evlâtlarımızı, fakirlik korkusuyla öldürmeyin. Onları da, sizi de, biz rızıklandırırız. Hakikat un­ları öldürmek büyük bir suçtur.[338]

6 — «binaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz bir hayasızlıktır,  kütü   bir  yoldur.» [339]

7 — «Allah'ın  haram  kıldığı cana, haklı bir  se­bep olmadıkça kıymayın. Kim  mazlum olarak öldü-rtilürse, biz onun velisine (maktulün hakkını talep hu­susunda) bir salâhiyet vermişizdir. O da, katilde ileri gitmesin Çünkü o, cidden (ve zaten) yardıma mazhar edilmiştir.»[340]

8 — «Yetimin, erginlik çağına erîşînceye kadar, malına yaklaşmayın. Meğer ki bu, en iyi bir suretle ola.»[341]

9 — «Ölçtüğünüz vakit de, ölçeği tam yapın. Bu, hem daha  hayırlıdır. Akıbeti  İtibariyle  de  daha  gü­zeldir.»  [342]

10 — «Senin  İçin hakkında  bilgi hasıl  olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp;  bunla­rın her bîri bundan mesuldür.»[343]

11 — «Yerde  kibir   ve   azametle   yürüme.  Çün­kü arzı cidden yaramazsın, boyca da asla dağlara ere­mezsin.»[344]

 

Miracın Hikmeti

 

Allah  (C.C.), mekân ve zamandan münezzeh ve cismaniyetten beri olduğundan, Hz. Peygamberin (S.A.V.) semalara çıkarılması; (hâşâ) Allah ile bir makam-ı muallâda buluşup şereflenmesi değildir. Böyle bir inanç yanlıştır.

«Ancak, Resulü Ekrem'in böyle bir yüce maka­ma çıkarılması; mücerret niclekût-İ ilâhiyyeyi temâ-şâ etmek, birtakım hakikat ve sırlara muttali olmak ve kendisine has müstesna bir atıfct-i sübhaniyeye mazhar olmak hikmetine müstenittir.»[345]

Mi'raçla, Resulüllah (S.A.V.) Efendimize bir­çok şeyler gösterilmiştir. Bunlardan bazıları şun­lardır.

Burak'a bindirilmesi, Msscid-i Aksa'yı görme­si, burada enbiyanın temessül etmesi, nebilerin makamlarını görmesi, her biriyle konuşması, Cen­net ve Cehennem'in ahvaline muttali olması, Sid-re'yi geçip Melekût-i İlâhiye'den nice hayret veri­ci şeyleri müşahede etmesi. Ve bu mi'raç; hadise­si ile, imanı sağlam olanlarla imanı zayıf olanlar birbirinden ayırt edilmiştir.[346]

«... (Ve bu gece yolculuğunu) Ona (o pey­gambere), âyetlerimizden bazısını gösterelim diye (yaptırdık)...»[347] âyetini izah ederken Fahrüd-din Razi, Tefsîr-i Kebir'inde[348] şu hususları serdstmektedir:

1. Cennetin mükâfatları çok büyük, cehenne­min ateşi ise pek şiddetlidir. Allah (C.C.), dünya­da iken Resulüne (S.A.V.) bunları gösterdi ki, kı­yamet günü bunları ilk görüşü olmasın ve kıya­met günü kalbi cennetin rağbeti, cehennemin dehseti ile meşgul bulunmasın. Ancak kalbi şefaatle meşgul olsun.

2. Resulüllah'm   (S.A.V.),  mi'raç   gecesi pey­gamberleri ve melekleri müşahedesi, hem kendisi­nin, hem de onların yükselmelerinin sebebidir.

3. Peygamberimiz, semavatın, Arş ve Kürs'ün ahvalini müşahede    edincs, bu âlemin ahvali ve korkuları onun gözünde küçülür.   Bu İtibarla, Al­lah yoluna daveti ve İslâm   dâvasına    çalışması, kalbinde daha da kuvvetlenir. Allah'ın düşmanla­rına iltifatı kalmaz. Bütün zorluklara rağmen, ci-hadda sebatı sonsuz olur.

İbnü Atıyye gibi bazı müfessirler ise, bu âyet-İ kerimeyi şöyle tefsir etmişlerdir:

«Mİ'raç, sadece Peygambere âyet ve İbret gös­termekten ibaret değil; aynı zamanda, peygamberin kendini  kâinata bir delil olarak  göstermektir.» [349]

 

Mi'raç Ruh İle Mi, Beden İle Mi Olmuştur?

 

Mi'racın vukuu hakkında selef ve halef .itti­fak etmiş oldukları halde, mi'racm keyfiyeti, ya­ni ne şekilde olduğu hususunda aralarında bazı ihtilâflar mevcuttur.

Seleften Hz. Ayşs ve Hz. Muaviye, tâbiundan Hasanü'l-Basrî ve Muhammed ibnü İshak glhl zat­lar, mi'racın yalnız ruhanî olduğuna kail olmuş­lardır. Hz. Ayşe (R.A.), «Muhammed (S.Â.V.)'İn cesedi, mFraç gecesi ayrılır olmadı» diyor. Muavi­ye (R.A.) de kendisine mi'raç sorulunca, «Salih bir rüyadır» demiştir.

Selef ve halefin ekserisi İle eumhur-u ulema ise, mi'racm «ruh-maal cesed» olduğunu kabul et­mişler ve bu hususta kuvvetli deliller getirmişler­dir. Hz. Muaviye'nin sözünü, «Baş gözüyle görüş­tür»; Hz. Ayşe'nin sözünü de «Ceset ruhtan ayrıl­madı, beraber mi'raç etti» diye te'vil etmişlerdir.

Gerçi, mi'racm ruh ile olduğuna delâlet eden hadisler vardır. Cesetle olduğuna delâlet eden ha­disler de vardır ve ikinci şıkkı takviye eden vesi­kalar daha fazladır. Bu hadisler arasında çelişme (tearuz) bulunmadığını belirtmek için, Fatih Sul­tan Mehmed'in hocalarından Âlim Hızır Bey, Aka-id manzumesinde şöyle demektedir:

«Mi'raç, birkaç defa vuku bulmuştur. Alimlere göre, bu tekrar sebebiyle, hadisler arasındaki tearuz ortadan kalkar.» [350]

Yani Peygamberimizin mi'racı bir kere değil­dir. Ruhanî olarak, nice kereler vaki olmuştur. Cismanî olarak İse bir kere vuku bulmuştur ki, El-lsra Süresindeki âyetin delâlet ettiği mi'raç budur. Böylece hadislar arasındaki ihtilâf bertaraf olmuş olur.[351]

 

Miracın Sübut Delilleri

 

Mi'racın vukuunu gösteren deliller hususun­da Hızır Bey, şöyle demektedir:

«Peygamberin mi'racının. beden! İle ve uyanıkken okluğu keyfiyeti âyetle. Meşhur Hadis ve Haber-i Ahad ile sabittir.»[352]

Meşhur âlim Aliyyülkarî ise bu hususta şöy­le demektedir:

«Mİ'racm Mekke'den Mescid-i Aksa'ya kadarkİ kısmı kitapla sabittir. Bunu inkâr eden kâfir olur. Mescid-i Aksa'dan Sema'ya kadarki kısmı Meşhur Hadislerle sabittir. Bunu inkâr eden kimse bld'atçı olur. Semâ'dan Cennete, Arşa ve maverayı âleme çı­kış ise Haber-i Ahad İle sabittir. Bunu inkâr eden ise muhtî (hata etmişi olur.» [353]

Allâme-i Sâni Saadeddin Teftazanî isî,   şöyle demektedir:

«Resulüllahm mİ'racı, uyanık halinde ve bedeni ile olmuştur. Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar olan kısmı kitapla sabittir. Delili kesindir. Se­ma'ya kadar mi'raç ise. Meşhurdur. Semâ'dan Arş'a ve diğer yerlere gitmesi ise, Haber-i Ahad ile sabit­tir.»[354]

 

SEKİZİNCİ  BÖLÜM

 

İÇTİHAT VE TAKLİT

 

İçtihad

 

İçtihad, lügatte: «meşakkate tahammül ve bütün gayretini sarf ederek zahmete katlanmak» denektir. İslâm ıstılahında ise; «fer'î olan dinî bir hükmü, delilinden çıkarmak hususunda bütün gayretini sarfetmek» demektir.

Müçtehid de; fer'i olan dinî hükümleri delille­rinden çıkarmaya muktedir olabilecek dinî bilgi­lerle müeshhez, meleke sahibi ve âkıl-bâliğ olan Müslüman bir kimsedir. Müçtehid, kudretini öyle­sine sarfeder ki, daha fazla sarfetmeye gücü yet­mez.[355]

 

İçtihadın Şartları

 

Bir kimsenin, müçtehid derecesine vasıl ola-bilmssi için şu vasıflara sahip olması gerekir:

1. Kur'an'a ait bilgileri, Kur'an'm bütün mâ­nâlarım ve vecihlerini bilmelidir. Kur'an'm ahkâ­ma taallûk eden âyetlerinin lügat ve ıstılah mâ­nâlarını bilmelidir, Kitab'ın hâs-âmm mücmel-müfesser, nelsih-mensuh,  hakikat - mecaz,  sarih - ki­naye, zahir, nass ve muhkem gibi bütün kısımla­rını bilmelidir.

2. Hadis ilmini tamamen bilmek. Ahkâma ta­allûk eden hadislerin tevatür, meşhur ve âhad yol­larını; hadislerin metinlerini; bizlere ne suretle rivayet edildiğini; mânâlarının vecihlerini yani lügat ve ıstılah mânâlarını; Kitap'la müşterek elan har., âmra, mücmel, müteşabih; bütün kısım­ları lâyıkıyla bilmelidir.

3. Müçtehid, icmâ'ın varid olduğu yerleri bil­melidir ki, icmâa muhalif içtihadda bulunmasın.

4. Kıyas'm  şartlarıyla,  hükümleriyle  ve kısımlarıyla vecihlerini,    makbul veya merdut olan şekillerini, «Usûl» ilminde olduğu gibi bilmelidir.

İçtihadın şartları yukanda sayılanlardan iba­ret olmakla baraber, İslâm âleminde umum tara­fından kabul olunmuş ve yaşayan dört Ehl-i Sun- f net Mezhebi'nden başka mezhep tesis olunmamış­tır. İslâm âlimleri, yeni mezhepler kurmak yerine, yaşayan dört Ehî-i Sünnet Mezhebi'nden birin 2 il­tihak etmişler ve halkı da bunlardan birini tak­lide çağırmışlardır. Ayrıca mezhepleri birbirine eklemenin de yanlış olduğunu beyan ederek sa­kınmaya davat etmişlerdir.[356]

 

İçtihadın Hükmü

 

Müçtehid bazen hata, bazen isabet eder.»

Çünkü Allahü Teâlâ'nın içtihad meselelerin­de hükmü birdir ve tayin edilmiştir. Ve bu husus­ta zannî bir delil vardır.

Eğer müçtehid, bu zannî delili bulursa isabet etmiş; bulamazsa hata etmiş olur.

İçtihadın hükmü, zann-ı galiple isabettir. Müçtehid, bir meselede isabet edebileceği gibi ha­ta da edebilir. O meselede kat'î olarak isabet etti­ğini iddia edemez. Bilâkis, büyük bir ihtimalle İsabet ettiğine kani bulunur.

Mutezile Mezhsbi'ne göre; her müçtehid hak­ka isabet eder. Çünkü hukuk müteaddittir ve do-lasıyla her müçtehid hakkı bulur. Hüküm, Allah indinde, müçtehidin içtihadına, tâbidir. Müçtehid, hakkı bulmakla mükelleftir. Eğer hakka isabet edemeyecek olsa idi; içtihad, güç yetmeyecek şeyi teklif etmek olurdu ki, bu da muhaldir.

Ehl-i Sünnet'e göre ise; hak birdir. Verilecek hüküm, müçtehidin içtihadına tâbi değildir. Müç­tehid, hakka isabetle mükellef doğil, içtihad et­mekle mükelleftir. Bunun için müçtehide, muhali teklif gibi bir durum yoktur. Mûtezile'nin görüşü sakattır.

Allah indinde her hadisenin hükmü birdir. Ya­ni hak birdir. Her müçtehid hakka fcabtt etmiş ol­ca, bir hadisede verilen çeşitli hükümlerin hepsi­nin hak olması lâzım gelir. Bu ise, birleşmesi im­kânsız olan zıtlıkların bir arada bulunması de­mektir.

Meselâ; eşek vs tilki gibi hayvanların, bir kı­sım müçtehidlere göre etkilerinin yenmesinin he­lâl olması, bize göre ise haram olması böyledir. Bir şeyin aynı anda hem hslâl, hem de haram olması ise tenakuzdur. Dolayısıyla Mûtezile'nin görüşü yanlıştır.

Sahih olan kavle göre; her Müçtehid, bir me­seleyi araştınrken, bütün gücünü sarfettiği için başlangıçta İsabet eder. Eğer o meselede doğruyu bulursa, sonunda da İsabet etmiş olur. Hakka İsa­bet edebilmiş olduğu için de on sevap îazanır. Eğer müçtehid, o meselenin sonunda isabet kay-dedemszse, hata etmiş olur. Fakat, başlangıçta gayret göstermiş ve isabet etmiş olduğu için gü­nahkâr olmaz.  Bilâkis, bir sevap kazam:.     Yani

her müçtehid, başlangıçta haklıdır. Neticede ise haklı la olabilir, hatalı da. Bu hususta Resul üllah (S.A.V.), Amr İbnü'1-As (R.A.)'a şöyle buyurmuş­lardır:

«Sen hükmet. Eğer isabet edersen senin için   on sevap vardır. Hata edersen bir sevap vardır.»

Ancak, doğru yol ve bu yola ulaştıran deliller açık vs belli iken, müçtehid fazla gayret sarfetmez de kusur kendinden olursa, sorumludur.

İçtihad; itikadı, kat'î ve açık olan şeylerle sa­rih olan nass'larda cereyan etmez.

Sahih olaon kavle göre içtihad, tecezzi kabul etmez. Yani, bir müçtehidin, bir kısım meseleler hakkında, içtihadın şartları ile jçtihad edip de di­ğer bazı meseleler hakkında içtihad edememesi doğru değildir. Bu halde, onun önceki içtihadları-na da güvenilemez. Bir müçtehidin, bazı yerde müçtehid, bazı yerde mukallit olması yanlıştır. Bir müçtehid, kendisi içtihad edebilecekken, başka bir müçtehidi taklid edemez. [357]

 

Taklid

 

Taklid, lügatte; «bir kimsenin boynuna ger­danlık takmak» manasınadır. İslâm ıstılahında ise; «başkasının sözünü ve hükmünü, hüccet ve delile bakmaksızın, kabul etmek» demektir.[358]

îçtihad derecesinde olmayan; dinî hükümleri delillerinden çıkarmaya, bu hükümleri birbirin­den ayırmaya ve rivayetlerin bîr kısmını diğerine tercih etmeye muktedir olmayan fakihlere de «Mukallidn denir.

Taklid, iki çeşittir. Birincisi amelî meseleler-deki taklittir ki, mü'minin yapacağı işleri ilgili­dir. İkincisi de, itikad meselelerine ait takliddir. Bu da, mü'minin inanması gerekli hususlarla alâ­kalıdır. [359]

 

Amelde Taklid

 

İçtihad bölümünde izah edildiği gibi; «Bir müçtehid, başka bir müçtehidi taklid edemez.» Fa­kat, bir meselede sahabenin ittifak veya ihtilâf et­tiği bilinmiyorsa, bu meselede sahabenin sözünün veya fiilinin taklid edilip edilmeyeceği konusun­da müçtehidler ihtilâf etmişlerdir:

Müçtehidlerden îmam-ı Kerhî'ye göre eğer o mesele kıyas yolu ile biiinemiyorsa taklid va­ciptir. Aksi halde vacip değildir.

Ebu Sadî-i Berdeî'ye göre İse; sahabeyi mut­laka taklid vaciptir.

îmam-ı Şafiî'ye . göre de jsahabeyi mutlaka taklid etmek, vacip olmaz.

îmam-ı Azam, İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise; eğer o mesele kıyasla id­rak edilemeyen bir husus ise sahabeyi taklid va­cip olur. Eğer kıyas yolu ile mesele bil inebil iyorsa, bu durumda İmam-ı Azam, sahabeyi taklid etme­yi, imameyn ise kıyası tercih ederler.

Bir rivayette İmam-ı Azam der ki:

«Sahabe'den gelen, başımın üstündedir. Tahiûn'-dan gelene ise tâbi olmam. Çünkü, onlar da bizim gi­bidirler ve içtihad ederler. Bizim de onlardan farkı­mız yoktur ve biz de içtihad ederiz.»

Eğer sahabe, bir meselede ittifak etmişse, on­ları taklid etmek, bil-ittifak vaciptir. Şahaba bir meselede ihtilâf etmişse onları taklit caiz olmaz. Kişi, ihtilaflı taraflardan birini tercih ederek onunla amel eder. Te r.in mümkün değilse, kalbi­nin şahadetiyim amel    der.

Müçtehid derecesinde olmayan insanlar ise, bir müçtehidi taklid ederler. Çünkü, halkın vazi­fesi müçtehidlerin sözü ila amel etmektir; kitap, sünnet vs sahabenin sözleriyle değil. Zira ha!k, ki­tabın ve sünnetin delâlet ettikleri mânâları, hü­kümleri, nâsih ve mensuh gibi meseleleri anlaya­maz. Müçtehidler, bunları halktan daha güzel an­lar ve hüküm olarak çıkarırlar. Bu hususta «Müç­tehid, bu âyeti veya hadisi görmemiş olabilir» şek­linde bir söz de söylenemez. Çünkü bir kimse âyot ve hadisleri, sahabenin sözlerini bilmiyorsa, zaten müçtehid değildir.

Buradan çıkan netice şudur ki; bir mesebde, müçtehidin içtihadı ve fakihin fetvası; o hususta­ki bütün nass'ları bilmesine imkân olmayan halk için, nassa, yani âyet, hadis ve sahabe sözüne ter­cih edilir.

«Diyanet'ül - Mültekid» kitabından Hadimî'-nin nakline göre;

«Halk, geçmiş devrin âlimlerinden işittîk'erî söz­lerle değü. kendi zamanlarında bulunan güvenilir âlim­lerin sözleri ile amel etmeyi tercih etmelidir.»[360]

 

Mezhep Değiştirmek

 

Bir mukallidin, önceden taklid etmiş olduğu mezhebinden başka bir mezhebi; yahut, bir mese­lede bir müçtehidi diğer meselede de başka bir müçtehidi taklid edip edemeyeceği hususunda is­lâm âlimleri ihtilâf etmişlerdir:

Fakihlerin ekserisi: «Kişi, kendi mezhebinden başkasını taklid edemez. Kendi mezhebinde deva­mı vaciptir. Zira bu kimse, mezhebini seçmiş ve kendi mezhebinin haklılığına inanmıştır. Şu hal­de itikadının gereğini yerine getirmesi vaciptin» derler. Musannıfların ekserisine göre de, sahih olan  budur.

Fukahadan Îbnü'l-Hümam, «Usûl» kitabında ve «Hidaye» şerhi «Fethü'l - Kadirsin «Kadı» bahsinde der ki:

«Bîr kimsenin, her meselede kendisine kolay ge-len, ayn ayrı müçtehidlerin sözlerini almasında mah­zur yoktur. Ben, bir kimsenin her .mezhebden veya her müçtehidden kolay olan meseleleri almasına mâ­ni; ne aklî ve ne de nakli bir delil göremiyorum. Bîr insanın, herhangi müçtehidin içtihadından, kendisi için kolay olanı almasında ve o müçtehide uymasın­da bir mâni görmüyorum. Resulüllah (S.A.S.) de, üm­meti için kdlaylaştınlan şeyleri severdi.»[361]

İbnü'l-Hümam'ın talebesi olan İbnü'İ-Umirn-Hac da, «Bu görüş doğrudur» demektedir.

Bu meselede Hadimi ve Ibnü'l-Haeib de şu beyanda bulunuyorlar:

«İnsanların halk tabakasından birisi, bir mesele­de bîr müçtehidîn sözü ile emel etse, bu kimse verilen bu hükümden başka bir zamanda diğer bir müçtchidin sözüne dönemez. Bu hususta ittifak vardır. Fakat bu kimsenin, ayrı bir meselede başka bir müçtehidin sözüne tâbi olması, muhıar olan kavle göre, caizdir.»[362]

 Yine, Hadimi, mezhep değiştirme hususunda şöyle der:

«Bir mezhepten diğer bir mezhebe geçme şu şe­killerde olabilir:

«1. Bir kimse, diğer bir mezhebe de inanıyorsa, kuvvetli olanla amel eımcsi caizdir,

«2. Bir kimse, bir mezhebin, diğerine tercihini kabul etmiyorsa, mezhebini  değiştirmesi caizdir.

«3. Bir kimsenin, kendisine arız olan bir zaruret­ten veya bir ihtiyaçtan dolayı, ruhsatı kastederek, mezhep değiştirmesi caizdir.

«4. Kişi, zaruri bir ihtiyacı olmadan 'mezhep de­ğiştirmek caizmiş' diye mezhebini değiştirirse doğru olmaz. Çünkü, o kimse, dini için değil, de nefsi için mezhebinden dönmüş olur.

«5. İslâm'ın ruhsatlarına uymayı âdet haline ge­tirmek ve nefsine uydurmak İçin mezhep değiştirmek

de caiz olmaz.

«6. Birinci müçtehidin hükmü ile epeyce amel et­tikten sonra, aynı hükümdeki menfaati için, başka bir mezhebe geçmek de caiz değildir.» [363]

 

İtikadda Taklid            

 

İtikadda laklid mevzuunda da ihtilâf edilmiş­tir:

Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru; «Mukalli­din imam sahihtir. Ona dünya ve ahiret hükümle­ri uygulanır. Taklidi imam ile sevap    kazanır ve cennete girer.» derler. Bu hükmün delili şudur: Nebi (S.A.V.) sahabe ve tâbiun, Arapların cahille­rinin imanını kabul ettiler. Halbuki cahil olan bu Arapların Allah'ı bilme hususunda ilmî delilleri yoktu. Buna rağmen Resulüllah (S.A.V.), onlara delilleri öğretmekle meşgul olmadılar. Yalnız tas­dik ile onların Müslümanlığını kabul ettiler. Çün­kü iman, kalbin tasdikidir. Mukallidde de tasdik mevcuttur ve küfür icabed-sn bir hal yoktur. O halde, kalbinde kat'î bir inanış vardır. Bu da onun imanına yeter.

Yalnız, mukallid, Allah'ı bilmedeki yakîn delilleri ve bu delillerin Allah'ın varlığına delâlet key­fiyetini terkettiği için günahtan hâli olmaz. Zira, insan, başıboş yaratılmamıştır. Fakat, «Mukallid» dediğimiz kimse şu göklere, güneşe, aya, yıldızlara, dağlara, canlılara; hülâsa, kâinata bakar da «mu­hakkak bunların bir yaratanı ve sahibi vardır, o da Allah'tır» şeklinde düşünerek tasdik ederse, bu düşündüklerini dili ile ifade etmese dahi, bu kim-

ise taklitten kurtulmuş ve günahtan sıyrılmış olur. Bu hususu, Fatih'in hocası Hızır Bey, «Nûniye» İsmindeki akaid    manzumesinde    şöyle ifada eder:

«Mukallidin imanı vardır ve bu imanı ile sevap kazanır. Fakat, delilleri nramayı terkettİğİ İçin gü-naîıkSrdir.» .

Osman Üveysî de, «Emâii» manzumesinde şöyle der:

«Mukallidin imanı muteberdir. Kılıç gibi çeşitli delilleri vardır.»

Ehl-i Sünnet'ten Ebul-Haseni'1-Eş'arî, Kadı Ebu Bekri'1-BakiHânî ve İmamü'I-Haremeyn; uAkald-i diniyyede iaklid yoktur. O halde inukallidin imanı sahih olmaz» fikrindedirler. Bu hususta­ki delilleri de şudur:

«Tasdik, ilimsiz ve ma'rifctsiz olmaz. Tasdik İçin, ilim asıldır ve şarttır. Mukallid için ise ilim bahis ko­nusu değildir. O halde, tasdik de yoktur. Tasdik ol­mayınca da iman olmaz.»

Eu izahın cevabı şudur: Evet, ilimsiz tasdik olmaz. Fakat tasdik, yani1 kabul için geniş bir il­me de ihtiyaç yoktur. Kabul ve tasdiki bilecek ka­dar bir ilim kâfidir. Nitekim, cahil Arabın, Pey­gamberimizin Keİime-i Tevhid emrini yerine getir­mesiyle imanı kabul edilmiştir.

Ebu'1-Haseni'l-Eşarî, mukallidin kâfir oldu­ğunu söylemiş ise de, bu meselede Abdü'l-Kahir Eağdadî şöyle demektedir:

«Mukallid her ne kadar, mutlak olarak mü'min değilse de kâfir de değildir. Çünkü onda tasdik mev­cuttur. Fakat, delilleri araştırmayı terkettiği için âsi­dir. Allah onu ya affeder, yahut da günahı miktarınca cezalandırır. Sonunda yine cennete girer. İşte Eş'arî'-nin söylemek istediği budur.»[364]

Bu hale göre: Eş'arî, «mukallid, mü'mm-i Kâ­mil olamaz» demek istiyor. Nitekim, amal etmeyen kimssys de böyle diyordu. Bu durumda Eş'arî ile aramızda lafzı bir ayrılık vardır. Mânâda birleş­miş oluyoruz.

Mutezile Mezhebi'ndekiler ise; «Mukallid, ya-kînen delilleri bilmedikçe ve hasmını delillerle il­zam etmedikçe mü'min olamaz, cennete de gire­mez» demektedirler. Bu görüş, tamamen yanlıştır. Z;ra bu durumda kimse kolay kolay mü'min sayı­lamaz.[365]

 

DOKUZUNCU BÖLÜM

 

LÜGATÇE

 

ABDÜL-KAHİR BAĞDADİ : Abdü'I-Kahİr b, Tahir b. Muhammed. Bağdad'da doğmuş ve yetişmiş, hicrî 427'de îsfcrâyin'dc vefat etmiştir. «Nefyü Halkı'I-Kur'an», «El-Mİ-lcl vc'n-Nihal», «Fedaihu'l-Mu'tezüe» gibi eserleri vardır.

İMAM AHMED İBNÜ HANBEL : Dört büyük İmamın dördüncüsüdür. Bağdad'da yetişmiş, islâm âleminin önem­li merkezlerini dolaşmıştır, imam Şafiî, Süfyan Ibnü Uyey-ne, İbrahim Ibnü Sa'd, Cerîr İbnü Abdiîhamit, İmam Ebu Yusuf, Yahya'l-Kattan, El-Velid Ibnü Müslim, Veki', Yezid ibnü Harun; İsmail Ibnü Ulcyye ve Abdürrezzak gibi bü­yük âlimlerden hadis ve fıkıh okumuştur. Kendisinden de İmam Buharı, İmam Müslim, Ebu Davud, Ebu Hatim Râ-zİ, Hascn îbnü Musa, Bağavî, Ibnü Ebi'd-Dünya, Ebu Zür'-atc'r-Râzi, Osman îbnü Saîdi'd-Dârimî gibi meşhur zatlar ve kendi oğullan Salih ile Abdullah rivayette bulunmuş­lardır.

İmam Ahmed îbnü Hanbeİ, hem büyük bîr müfessir, hem de yüksek bir muhaddistir. Kendi zamanına kadar toplanmış olan bütün hadisleri tetkik etmiş, bunlardan binlercesini ezberlemiş ve «Müsncd» isimli kitabım yazmış­tır. Bu kitaba 700.000 hadis arasından seçtiği 30.000 hadis-i şerifi almıştır.

İmam Ahmcd b. Hanbeİ, fıkhî hükümlerde azimet yo­lunu seçmişti. İçtihatlarını Kur'an'a, sahih ve merfu ha­dislere, sahabenin fikirlerine istinat ettirmiştir. İmam Ah-nıcd b. Hanbeİ, dört büyük mezhepten «Hanbclî» mezhebi­nin kurucusudur. Onun ne kadar büyük ve kudretli bir miiçtchid olduğunu anlamak için, «El-Muğnî» İsimli esere bakmak kâfidir.

imam Ahmcd, abid, zahid. yüksek bir seciyeye ve çok temiz bir yaşayışa sahip idi. Hicrî 164 senesinde doğmuş ve 241 senesinde Bağdat'ta vefat etmiştir.

ALİYYÜ'L-KARİ  : Hanefî fakihlerinden, ilmî    kudreti

yüksek ve fazilet sahibi bir zattır. Ebuihaseni'l-Bekrî ve Ahmcd b. Haceri'l Mekkî gibi âlimlerden ders okumuştur, Hcratta doğmuş, Hicrî İU14 tarihinde Mekke'de vefat et­miştir. Mühim eserlerinden bazıları şunlardır: «Şerhü Miş-kât», «Şerhü'ş-Şifa», «Şerhü'ş-Şemail», «Şerhü'l-Ekber», «Şerhü Muvatta-i Muhammed», «Şerhü Emalî», «El-Masnû' fi Ma'rifctİ'I-Mevzû.»

ÂLÜSÎ : Ebu's-Sena Şihabü'd-Din Mahmud Efendi. Hic­rî 1217 senesinde Bağdad'da doğmuş ve 1270'de vefat et­miştir. Bir ilim ailesi olan.ÂIûsî ailesine mensuptur. Daha genç yaşta eser yazmaya başlamış, birçok medreselerde hocalık etmiştir. «Ruhu'l-Meânî» isimli tefsir kitabı pek meşhurdur. Bu tefsirinin ilk kısmım Osmanlı padişahı Sul­tan Mahmud'a, ikinci kısmını Sultan Mecid'e İthaf etmiş, son üç cildini ise bizzat İstanbul'a getirmiştir. Bu seyahati hakkında «Neşvetü'ş-Şümûl fi' s-Seferi ile'l-lslâmbol» isim­li bir de eser yazmıştır.

İMAM ÂMİDİ : Seyfüddin Ebu'l-Hasen Ali b. Ebi Befcr. Bağdad'da Ebu'1-Feth Naşr Hanbelî'den ders almış, daha sonra Şam'a giderek aklî ve nakli ilimlerle meşgul olmuş­tur. Hicrî 551 tarihinde doğup, 631 senesinde vefat eden imamın, «El-Ihkâm Fî-UsûIi'I-Ahkâm», «Müntehe's-Süûl» gi­bi eserleri vardır.

EBU BEKR MUHAMMED EL BAKILLANÎ: Vefat ta­rihi, milâdî 1013'tür. Kelâmcılar arasında «El-Kadî» unva­nı ile anılır. İslâm'ın çok zekî ve kabiliyetli bir kclâmcısı-dır. Tahsilini Basra Mektebi âlimlerinden tamamlanmış, bilhassa İmam Eş'arî'nin talebeleri ibnü Mücahid et-Taî, Ebu İshak îsfcrayînî'den ve Ebu Bekr b. Fevrek'ten deis okumuştur. Daha sonra Bağdad'a giderek meşhur muhad-dislerden ders almıştır. Bakıllânî'nin en şöhretli olduğu saha, Kelâm'dır. Bundan sonra şöhreti, bilhassa Usûl-i Fı-kıh'ta idi.

BATINİYYE : Mülhid (dinden çıkmış)lerden olan Ba-tmiyye; «Şeriat ve dinimizin her zahirinin bir batım var­dır, bu da başkalarına üstün olan kimselerce bilinir» der­ler. İleri sürdük!" her iddianın peşine şunu ilâve eder-ler: «Bu öyle bir ilimdir ki, ancak masum olan imam an­latabilir.»

Batınîlerce; zahirin batma nisbeti; bir meyvenin ka­buğunun, özüne nisbeti gibidir. Batmiyye fırkası, hakikat­te, gayr-i îslâmî unsurların tesiriyle vücut bulmuştur. Bat-nîliğin doğmasına sebep olan bu unsurlar arasında Mecû* sî, Sâbiî, Yeni Eflatuncu ve Pythagorculann rolü mühim­dir.

HAFIZÜDDİN BEZZAZİ : Muhammed b. Muhammedi'l-Kederî, Hanefî fakihlerinden, Harzemli muhterem bir âlimdir. Bir ara Kırım'a gidip orada iki sene kalmış, sonra vatanına dönmüş, daha sonra da Osmanlı ülkesine gelerek Molla Fenârî ile mübnhesede bulunmuştur. Hicrî 827'de vefat etmiştir. «Bezzazİyye» adındaki fetva kitabı, çok meşhurdur. Ayrıca «Menâkibü'1-îmam Ebu Hanîfe» adında bir eseri daha vardır.

ÎMAM BİRGİVÎ : Birgili Muhammed b. Pîr Ali. Şöh­reti halka kadar yayılmış bir Türk âlimi olup, milâdı 1522 tarihinde Balıkesir'de doğmuş ve !573 senesinde Bİrgİ'de vefat etmiştir. Babasının yanında tahsiline başlamış, bila­hare İstanbul'a gelerek önce Ahîzridc Mehmcd Efcndi'ye, daha sonra da Kazasker Abdurrahman Efcndi'ye intisap etmiştir. Tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul medrese­lerinde ders vermiştir.

Birgivî'nin ilmî kudretini takdir «den hemşerisi ve ay­nı zamanda II. Sclim'İn hocası Atâtıllah Efendi, Birgi'de yaptırdığı medresenin müderrisliğini Mehmet Efcndi'yc vermiş, o da Birgi'de tedris, te'lif ve va'z ile meşgul olmuştur. Birgivi, dini korumak İçin her bid'atin şiddetle aleyhinde bulunmuş, mevki hatırı için dine karşı olan hareketlere güz yummamış, hatta son zamanlarda, müşahede cttijti yolsuz­luktan ıslah maksadıyla, Birgi'tlcn istanbul'a kadar gele­rek Sadrazam Mehmet Faşa'ya nasihat etmiştir. Dinî me­selelerde son derece titiz ve dikatlî olnn Birgivi, İslâm'dan kıl kadar İnhirafa bile tahammül edemezdi.

Birgivî'nin eserleri arasında, bugüne katlar yaşayan şöhretini temin edeni «Vasiyetname» adı ile anılan, Türkçe llmühalidir. «îzhar» ve «Avamil» İsimli nahiv kitapları da Birgivî'nin olup, Arapça tahsilini, devrin usullerine nisbetle, hayli kolaylaştırmıştır. İmam Birgivî'nin va'z ve irşatla­rım ihtiva eden «Et-Tarikatü'1-Muhammedİye isimli  Arapça eseri, âlimler arasında büyük bir rağbete mazhar olmuş, Hadimü Muhammcd Efendi ile Abdülgani En-Nablusî ta­rafından da şerhedilmiştir. Meşhur âlim AHyyülkari, uzun bir kaside i!e Birgivî'nin İslâm âlimleri arasındaki mevki­ini belirtmiştir.

İMAM BUHARÎ : Ebu Abdillâh b. İsmail b. İbrahim tbni'l-Muğîrcti'l Cûfî. Muhaddİslcrin en büyüklerintlcndir. Küçük yaşta Kur'an-i Kerim-i ve İbnü'l-Mübarek'in eserlerinİ ezberlemiş, daha sonra îslâm âlemini gezerek pek çok âlimlerle görüşmüş ve istifade etmiştir. Hicrî 210 senesinden İtibaren, hadis bilgisini genişletmek ve hadıs-i şerif toplamak için binden fazla filimle tanışmış ve kendilerinden hadis öğrenmiştir. Bu arada sekiz defa Bağdad'a gidip gelmiş ve her defasında İmam Ahmed b. Hanbel ile konuşmuştur.

İmam Buharî, 100.000 sahih ve 200.000 sahih olmayan hadis ezberlemiştir. «El-CâmiüTs-Sahih» isimli hadis kita. bım, 600.000 hadis arasından seçtiği 7.275 hadis ile 16 sene­de vücuda getirmiştir. Bu hadislerdcki mükerrerler sayılmazsa Buharî'nin kitabındaki hadislerin sayısı 4.000'dir. Zevnüddîn Ahmed Zebîdî, bu 4.000 hadîsi şerifi alarak «Sahifıü Buharî Muhtasarı» olan «Tecridi Sarih» adındaki eseri yazmıştır. İmam Buharî'nin eseri, İslâm âleminde, Kur'an-ı Kerim'den sonra en muteber kaynak kitap kabul edilir. Meşhur hadis kitaplarının birincisidir.

îmam Buharî, hicrî 194 senesinde Buhara'da doğmuş, 256'da Semerkand'ın Hartcnk köyünde vefat etmiştir.

ABDÜLAZİZ BUHARÎ : Amcası Muhammed'den ve ay­rıca Muhammedü'l-Buharî'den fıkıh Öğrenmiştir. Kudretli Usül-i Fıkıh âlimlerinden olup, bu konuda «Gâyetü't-Tah-kîk» adında bir eseri vardır. «Keşfü'l-Esrar» adındaki ese-d, Usûl-i Pezdcvî'nin en kıymetli şerhler İndendir. Hicrî 730 tarihinde vefat etmiştir.

CEBRİYYE : Bunlara Mü.rcİe ve Neccariyye de denilir. İddialarının aslî şudur: Kulun fiili yoktur. Kula fiil izafe etmek, cansızlara izafe etmek, yani; 'duvar eğrildi, nehir aktı. rüzgâr esti1 demek gibidir. Bu, doğru yoldan sapmış­ların İddialarına göre; Allah (C.C.), bir kulu, yaptığı gü­nah sebebiyle cezai andı nrsa, Aîlah (C.C.) onu kendi fitlin­den dolayı cezalandırmış olur, çünkü kulun fiili yoktur. Sevap için de durura aynıdır. İnsanın, kendi yaptığı işlcrde hiç bir İradesi yoktur. Bu gayri Islâmî düşünceleri ilk defa ortaya atan şahıs Cehrn bin Safvan olduğu için; bu fırkaya «Celımîyye» de denilir.

CELÂLÜDDİN ÎBNÜ'L — BELKAYNİ : Abdurrahman b'. Ömer E!-Askalâni. Mısır'da yetişmiş büyük muhaddis-lcrdendir. Hicrî 763-824 tarihleri arasında yaşamıştır. «ı'it-Tefsir», «El-Fikıh», «Mecâlîsü'1-Va'z» ve «Eİ-îfham» gibi eser­leri vardır.

DAABBETÜ'L-ARZ: Ccnâb-ı Hak, en-Ncml Suresinin 82, âyet-i kerimesinde şöyle buyurur: «O söz kendilerinin aleyhinde vukua geldiği (ve kıyamet yaklaştığı) zaman, yerden bunlar için bir Daabbe çıkarız ki, bu, onlara, hamlamı âyetlerimize kat'î bir kanaat beslemezler idilini söyler.» Tirmizî, tbnü Mâce, A. b. Hanbel ve 'daha bir çok muhaddislerin Ebu Hürcyre (R.A.)'den tahric ettikleri bîr Ha. disde  Resulüllah (S.A.S.), buyurmuşlardır ki:

«Daabbetü'1-Arz, Musa'nın asası ve Süleyman'ın müîı-rü beraberinde olarak çıkacak. Mühür ile mü'minin yüzü­nü parlatacak; asa ile kâfirin burnunu kıracak; insanlar sofraya toplanacak, mü'min ve kâfir tanınacak.»

Bu hadis'e nazaran Daabbe, mnddî ve manevî hariku­lade bir kuvvet ve .saltanat ile zuhur edip, büyük bir İs-Inm devletî teşkil edecek hır insan olmuş oluyor. Ona Da­abbe ismi verilmesinin sebebi; Kâfirlere karşı haşin olaca­ğını ve Allahü Teâl;Vya nazaran, onun çıkarılmasının ?.or bir sey değil, yerden âdi bir yaratık çıkarmak gibi kolay oldu­ğunu nnlatmak  içindir.                    

İslâm alimlerinden birçokları, bu aroda îbnü Ömer (R.A.); «Dnabbc'nin çıknınsı, emrü hi!-ma'ruf ve neyhü anil-miinker terk olunduğu vakittir» demişlerdir.

DECCÂL : Hadislerde. kıyamet alâmetîerinlcrin olmak üzere iki mesih zikroluntır:        

1 - Mesih İsa, 2 - Mesih Deccâl.

Mesih Deccâl «Yaînncı Mesih» demektir. Vnrit olan ha­berlere göre Deccâl; bir yalancı, İnsanları aldatmakta ma­hir bir sahtekârdır ki: sahtekârlığı vüzünden belli olduğu halde, birtakım harikalar göstererek, (hasâ) Allahlık İddia edecek ve en büyük fitne olması da bundan olacaktır.

DAMAD ABDURRAHMAN : Kendisine Şeyhîzâde de denilir. Rumeli Kazaskerliğinde bulunmuştur. Hicrî 1078 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir. «Mecmaü'l-Enhür Şerhü Müitcka'l-Ebhür» adındaki meşhur eserini 1077 tari­hinde Edirne'de tamamlamıştır. Mâtürîdîlcrle Eş'arîler ara-sında ihtilaflı olan meselelere dair «Nazmü'I-Ferâid» adın­da bir eseri vardır.

DARWİNİSTLER: Charles Danvin'in ortaya attığı gayri İlmî nazariyyeye inananlar.

ömrünün son kırk yılını hasta olarak geçiren ve 1882'-de Londra'da ölen Darvîn, hayatı madde ile izah etmiş, ev­rimle bütün maddelerin canlı olabileceğini ileri sürmüş­tür. «Basit bir canlıdan, mükemmel bir canlı meydana ge­lebilir» diyerek, canlılar âleminde tekâmülü ileri sürmüş, insanın maymundan geldiğini İddia etmiştir. Danvinizm, bu gayri ilmî görüşüyle İslâm'la çatışma halindedir. Ve za­ten Darwinizmin, ilim bakımından tutar tarafı da kalma­mıştır.

DİALEKTİK MATERYALİZM : Her şeyin esasının madde olduğunu iddia eden materyalist inanca, dialektik metodun tatbikinden doğan düşünce sistemidir.

Materyalist tefekkür, bu sebeple ikiye ayrılır: a) Meka­nik Materyalizm, b) Dialcktîk Materyalizm.

Dialektik Materyalizm, maddenin ve cemiyetin hadise­lerini yaratan hususun madde olduğunu ileri sürer ve izah­larında zıddiyet (çelişme) kanunundan istifade eder. Bu metod, insan cemiyetlerine tatbik edilirse Tarihî Materya­lizm adım alır. Tarihî Materyalizm, beşerî hadiseleri (mad* denin) iktisadın gölgeleri olarak görür. İhtilâller, inkılaplar, din, aile, hukuk, ahlâk, devlet, vs... hepsi iktisadın gölge­leridir. Beşerî hadiseler, istihsal vasıtaları ile istihsalin da­ğılımı arasındaki zıddiyetle izah edilir. Dialektik düşünüş, maddenin değişikliklerine de tatbik edilir. Maddedeki keyfiyet değişiklikleri, kemiyet değişikliklerinin bir neticesi olarak izah edilir. Buna göre; nicelikçe birikmenin bir anında, yeni nitelikte bir nesne yaratılmış olur. Böylece, nicelik, niteliğe inkılâp eder.

Atomların birleşmesi ve ayrılması, pozitif.ve negatif elektrik maddenin izahında ele alman tezatlardır.

EBU DAVUDİ'S-SİCİSTANÎ : Süleyman lbnü'1-Eş Muhaduis fakihlerden, meşhur bir âlimdir. İslâm merkez. lerinde dolaşmış; Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Main ve Ebu Davud Tayâlisî gibi zatlardan hadis okumuştur. Kendisin' den de Nesih ve Tinnizi gibi meşhur muhaddisler hadis okumuşlardır. Ebu Dâvud, 500.000 hadis ezberlemiş, bun­lardan 4.ÖUU tanesi ile «Sünenü Ubî Davud» denilen meşhur eserini vücuda getirmiştir, bu kitap, bilhassa fıkıh ahkâ­mı için, pek muteber bir müracaat kaynağıdır ve «Kütü-bü Sıtte» denilen en meşhur ve muteber hadis kitaplarının üçüncüsü sayılmaktadır. Ebu Üavud, hicrî 2ü2'de doğmuş, 2/5 t anilinde Basra da vefat etmiştir.

İMAM EBUL HASENIL-EŞARI : Ali b. îsmaiIİ'1-Bas-rî, Ehl-İ sünnetin büyük imamlarından biridir. Büyük de­desi, aşhâb-ı kiramdan Ebu Musa'l-Eş'arî hazretleridir. İmam Eş'ari, İmam Matüridî gibi, selef mezhebini takrir ve tavzih edip kelâm ilmini geliştirmiştir. Fıkhen, Şafiî Mezhebi nde idi. Ebu İshak Mervezî'den fıkıh, üvey baba­sı Ebu Ali Cübâi'dcn de itizal mezhebine ait bilgi edinmiş­ti. Sonra Mutezile Mezhebine büyük bir darbe vurmuştur. Basra'da minbere çıkarak binlerce kişiye karşı Mutezile Mezhebi'nden ayrıldığını ve doğru itikadın nasıî olduğu­nu bildiriyor ve bu hususta yazmış olduklarını okuyordu. Vefatına islâm âleminde türemiş olan sapık mezheplere karşı mücadeleye girişmiş ve muvaffak da olmuştur.

İmam Eş'arî'nin yüzden fazla eseri vardır. Eserlerin­den bir kısmı şunlardır: «Tefsîru'I-Kur'an», «El-Esma ve'l-Ahkâm», «El-Mukaddime», «Makalâtü'l-Müslimîn», «Et-Tcb-yîn alâ Usûli'd-Dİn», «El-lnâbe fi Usûli'd-Dİyane», İmam Eş'arî hicrî 250 tarihinde Basra da doğmuş, takriben 324 senesinde Bağdad'da vefat etmiştir. _

EBU'S-SUUDt'L-İMADÎ : Muhammed b. Muhyİddin Mu-hammed. Osmanlı Devleti'nin en meşhur şeyhülislâmlann-dandır. Müeyyİtzade ve îbnü Kemal gibi büyük âlimlerden ders almış. Bursa ve İstanbul'da kadılık, yine İstanbul'da müderrislik yaprnış, 26 sene şeyhülislâmlık makamında bulunmuştur. «İrşadü'i-Akli's-Selîm» adındaki tefsiri çok meşhurdur. Hicri »928 - tarihinde vefat etmiş olup kabri Eyüp'tedir.

İMAM EBU YUSUF : Ya'kub b. İbrahim cl-Ensarî. İmam Azam'm birinci derecede talebesinden ve Hanefî fa-kilılcrîn en büyüklerindendir. Miladî 722 tarihinde Kûfe'-de doğmuş. 789'da Bağdad da vefat etmiştir.

Fıkıhta «İmameyn» denilince imam Ebu Yusuf ilo İmam Muhammcd anlaşılır. «Kadt'l-Kuzât» ünvânı, ilk de* fa bu z;Ua verilmiştir. Hanefî Mczhebi'ni islâm âleminin her tarafına yayan da, Ebu Yusuf hazretleridir. İmam Ebu Yusuf, Fıkıh İlmine olduğu gibi tefsir ve hadis ilimlerine de bihakkın vakıf bir müçtehid idî.

Eserlerinin en meşhurları şunlardır: «El-Mealî», En-Ne-vâdir», «Kitabü'l-Harac...»           

FAHRÜDDİN RAZÎ : Şafiî fakihlerinden meşhur bir âlimdir ve İmam Bağavî'nin tatcbclerindcndir. Tefsir, kc. lanı, fıkıh, ve usûl-i fıkıh gibi dinî ilimlerde otorite olduğu kadar edebiyat, matematik, kimya, tıp gibi ilimlerde do süz sahibi idi. Bid'atçilere ye felsefecilere karşı mücadele etmiştir. Hicri 543 tarihinde Rey şehrinde doğmuş, 606 se. nesinde Herat'ta vefat etmiştir. Kıymetli eserlerinden ba-zılart şunlardır: «Mefatihü'1-Gayb» «Mealimü Usûii'd-Dİn», «Kitabü'l-Erbaîn»,   *Menâkıbü   Îmami'ş-Şafiî*.

FATALİST : Fatalizme inanan.

Fatalizm: Maddî olaylar serisine insan iradesinin hiç bir şekilde müessir olamtyacağı nazariyesini ileri süren gayrî ilmî bir felsefî cereyan. Buna göre insan İradesi diye bir şey yoktur. Fikirleri, sapık Cebriyye ile aynıdır.

İMAM HADİMİ : Ebu Said Muhammcd d-Hadimi. Hic­vi 1113 senesinde Hadim'de doğmuş ve 1176 tarihinde vefat etmiştir. Babasından ve Tarsuslu Ahmet Efendi'den hadis okumuş, İstanbul'a gelerek Kazabâdî Ahmed Efendi'den icazet almıştır. Sultan tarafından yapılan davet üzerine, ikinci ikinci kere istanbul'a gelmiş, Ayasofya Camiİ'ndo Fatiha tefsirini   takrir etmiş ve herkesin takdirine- mazhar- olmuştur.

Eserlerinin en meşhurları şunlardır: «12 fenne tatbiken Besmele Şerhi», «Dürcr Haşiyesi», «Tarikattı Muhammcdiya Şerhi», «Mecâmiu'l-Hakaik...»

HARİCÎYYE : Sıffîn savaşından sonra Ati b. Talib'e karşı huruç edenlerdir. Ehl-İ sünnet'den ayrıldıkları nokta, lar; hakemlik, imamet, kime mü'min, kime kâfir deneceği gibi hususlardır.

İddialarına göre, Hz. Ali -luışa-, dinsizin biridir. Yino inançlarına göre, küçük bir günah işleyen, imandan çık­mış olur. Bu fikirleri dolayısıyle «Hariciyye» diye isimlen­dirildiler. Keza iddialarına göre, amelde kusur ve taatı İh* lal edenler de dinsizdir.

Bunların bir zümresi olan Meymımiyye, Yusuf Suresini Kur'an-ı Kerimden saymaz, yeni bir peygamber, yeni bir şeriat ve yeni bir kitabın gelmesini beklerler.

HAŞEVİYYE : Bunlara göre; şer'i hükümlerde kıyasın kullanılması caiz değildir. Çünkü, ilk kıyası yapan İblis'-tİr. Bundan bir hayır ve İyilik bulmamıştır. Kıyas yapan herkesin durumu Iblis'in durumu gibidir. Bu görüş, tabi-atıyle yanlıştır. Zira ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi, hakkın­da nass, sünnet ve icma olmayan olaylarda kiyas'm kul. lamlmasınm caiz olduğu  hususunda  müttefiktirler.

HIZIR BEY : Kadı Celâlüddin'in oğludur. Hicri 810 ta­rihinde Sivrihisar'da doğmuş, 863 senesinde İstanbul'da vefat etmiştir. Kabri, Zeyrek civarındadır, önce Bursa'da müderrislik yapmış, istanbul'un fethinden sonra İstan­bul'un ilk kadısı olmuştur. Molla Fenârî'den fıkıh okumuş, kendisinden de Hocazâde Muslİhuddin ve Hatipzâde Şem-süddin gibi meşhurlar ders almışlardır. Akaid'e dair «Ka-şîde-İ Nûniyye» denilen bir manzumesi vardır.

HULUL : Allah'ın —haça— bir mahlûka, bilhassa güzel yüz ve güzel şekle girmesi ve onda yayılması. Bu gayri îs-lûmî fikirde olanlara «HulûHyye» denir kî, bunlar, güzel ço­cuk ve erkekler arasında eğlenmeye ve raksa, hulul dolayı­sıyla, cevaz verirler ve rağbet ederler.

İBABİYYE : Abdullah b. tbad'a mensup olan. insanlar, dtr. İleri sürdükleri başlıca iddia ve görüşleri şudur: «Biz, hiç kimse için; o mü'mindir veya kâfirdir demeyiz. Zira, artık vahy gelmemektedir. Ebu Bekir ve Ömer, bu dünyadan ayrılmışlardır. Bugün, bize hakikatleri açıklayacak ve mü'mini kâfirden ayırdcdecek bir kimse kalmamıştır. Büyük günah işleyen insana mü'ınin de, müşrik de deme­yiz.» Bunlar, anne ve kız kardeşlerle evlenmece cevaz ve­rirler. Bunun içindir ki, ibadiyyeye «Bu ümmetin mecusileri denmiştir.

İBAHÎYYE : Her şeyi mubah ve helâl gören İnsanlar. Bunlar, şarap içmeyi, kız kardeşlerle cinsî münasebette bulunmayı helâl sayarlar. Kadınları bir yere toplarlar, sonra hep birden üzerlerine hücum ederler. Her erkek, kadınlar­dan birini yakalar ve bu yapılana «avlanma» adını vererek, «av helâldir» derler.

İBNÜ ABDİ'S-SELÂM: Abdü'IAziz b. Abdis-Selâm b. Ebi'l-Kasım es-Sülemî. Hicrî 577'dc dünyaya gelmiş. 660 ta­rihinde Kahire'de vefat etmiştir. Ibnü Asâkir ve İmam Amidî gibi meşhurlardan ders görmüş olup büyük bir Şa­fiî âlimi idi. Zamanın hükümdar ve devlet adamlarına kar­şı «Emrü bi'I-Ma'ruf, Neyhü ani'l-Münker» hususunda as­la müsamaha göstermezdi. Eserlerinden başhcaları şunlar­dır: «Tefsirü'l-Kur'an», «Mecazü'l-Kur'an», «Muhtasaru Sa­hihi Müslim», «El-lmam fî Edillctİ'l-Ahkâm».

İBNÜ HACİB : Cemalüddin Ebu Amar Osman b. Ömer. Maliki fakihlerinden meşhur bir âlimdir. Tahsilini Kahire'de yapmış, daha sonra Şam'a giderek Zavİyatü Ma-likiyye Medrescsi'nde hocalık etmiş, sonra tekrar Mısır'a dönmüştür. Hicri 570'te doğan Ibnü Hacib, 646'da İsken­deriye'de vefat elmiştir. «Muhtasarü'-Münteha», «Münte-ha'1-VusuI», «Safiye» gibi kitapları vardır.

İBNÜ HÜMAM : Hanefî fakihlerinden meşhur bir âlimdir. Bir müddet müftülük yapmış sonra sırasıyla Man-sftriyye, Eşrefiyye, Şcyhûniyye Medreselerinde fıkıh okut-muştur. Eserlerinden meşhurları : «Tahrir Fi'l-Usû!» ve «El-Müsayerc» isimlerini taşır. Ayrıca «Hidaye» kitabına, Fethü'l-Kadir adıyla çok kıymetli bir şerh yazmıştır. Hic­rî 788 tarihinde Sivas'ta doğmuş, 861 senesinde Kahire'de vefat etmiştir.

İBNÜ KAYYİM CEVZİYYE : Hanbelî fakihlerinden meşhur bir âlimdir. Ibnü Teymiyye'nin talebelerindendir. Hocasına çok bağlı olup onun eserlerini tehzip ve tevrice çalışmıştır. Ibnü Teymiyye ile beraber hapsedilmiş, hocasınm Ölümüyle hapisten kurtulmuştur. Ibnü Kayyım, fıkıh ve ahlaka dair birçok eser yazmıştır. Eserlerinin en mü­himleri şunlardır: «Tefsiıü'I-Fatiha», «Tehzîbü Süneni Ebî Davud», «t'Iamü'I-Muvakkîn», «Hidayetü'l-Hayarâ Fi'r-Red-di Ale'I-Yahudi ve'n-Nasara», Zâdü'1-Meâd.»

İBNÜ KESİR : Hafız Îmadü'd-Din Ebu'1 -Feda İsmail b. Ömer b. Kesîr. Hicrî 703 tarihinde Şam'da doğmuş, 774 senesinde yine orada vefat etmiştir.' Tefsir, hadis ve tarih ilimlerinde zamanın en kudretlisi idi. Ibnü Şihne ve îshak Âmidî'den hadis, Burhan Fezârî ve Ibnü Tcymiyye'den de fıkıh ve diğer ilimleri Öğrenmiştir. Kendisinden de Ibnü Haccri'I-Askalânî gibi meşhurlar ders almışlardır. Eserle­rinden bazıları şunlardır: «Tefsîrü İbni Kesîr», «Câmiu'I-Mesânîd», «Et-Tekmîl fî Ma'rifeti's-Sikati ve'd-Duafâi ve'I-Mecâhil», «El-Bidâye ve'n-Nihâye», «Şerhü Sahihi'1-Buharî.»

İBNÜ MACE : Mııhaddis ve fakihlerden meşhur bir âlimdir, lüm tahsili için uzun zaman İslâm âlemini gezmiş­tir. Leys, İbrahim b. Münzir ve İmam Mâlik'in yakınların­dan hadis rivayet etmiştir. «SünenÜ İbni Mace» denilen eseri 4.000 hadis-i şerifi ihtiva eder ve «Kütübü Sitte» deni­len büyük hadis kitaplarının altıncısıdır. Bu kitaptaki zayıf senetli hadislerin 30 kadar olduğu rivayet edilir.

İBNÜ ŞÎRÎN : Tâbiun'un büyüklerindendir. Babası Şî­rîn, Enes Ibnü Mâlik'in kölesiydi. Annesi Safİyye de. Hazreti Ebu Bekir'in azathsıydı. Sahabeden otuz zata yetişmiş, Hz. Ayşe, Ebu Hüreyre, İmran b. Husayn, îbnü Abbas ve Ibnü Ömer'den hadis rivayet etmiştir. Tefsir, hadis ve fı­kıhta otorite idi. Rüya tabiri hususunda da müdekkik bir âlimdi. Hicrî 32 senesinde doğmuş, 110 tarihinde Basra'da vefat etmiştir.

İMAMÜ'L-HAREMEYN : Abdülmelik Ibnü Abdillâh b. Yusufl-Cüveynî, Şafiî fakihlerinden meşhur bir âlimdir. İlk hocası, babası Muhammed Cüveynî'dir. Sonra, Ebu Kasım Isferayînî'den, Ebu Hasan Muhammed Müzekkâ'-dan, Ebu AbdiJlâh Habbâzî'den ders okumuştur. İmamü'l-Haremeyn, fıkıh, usûlü fıkıh ve kelâm ilminde kendisine mahsus bir yo! takip etmiştir. Henüz yirmi yaşındayken, babasının vefatıyla onun yerine müderris olmuş, bir taraf­tan yüzlerce talebeye ders verirken bir taraftan da Ebu Kasım'm derslerinde hazır bulunmuştur.

İma'mü't-Haremeyn'nin kıymetli eserlerinden bazıları şunlardır: «Tefsir», «Eş-Şamü Fî UsûÜ'd-Din», «El-Bürhan Fî Usûli'1-Fıkh», «Telhîsü't-Takrîb», «El-îrşad Fi'irşad Fi'I-Kelâm», «El-îrşad Fî Usûli'İ-Fıkhv, «El-Gıyasî», tmamü'1-Ha-remeyn, hicrî 419 tarihinde doğmuş, 478 senesinde Nişâbur'-da vefat etmiştir.

KADERİYYE: Bunların iddialarının aslı; «her kulun, kendi fiilînin yaratıcısı olduğu» gibi sapık bir görüşe da­yanır. Küfür ve isyanın Allah'ın, takdir, meşiyet ve irade­siyle olduğunu kabul etmezler. Allah'ın bütün sıfatlarını, ahirette Allah'ın görüleceğini, taat ve ma'sîyet işlemekle sevap ve cezaya nail olunacağını inkâr île, bunu muhal sa­yarlar. Katledilen bir kimsenin ecelinden önce öldüğünü söylerler. Bunların bu görüşleri saçmadır ve gayri Islâmî-dir. Buna rağmen kendilerini «Tevhid ve adi ehli» olarak isimlendirirler. Peygamberimizden, bunların «bu ümmetin mecusiieri» olduğuna dair bir hadis rivayet edilmektedir. Bunlara «Mutezile» de denir.

KADI IYAZ . Maliki fakihlerindendir. Hadis ve fıkıh ilimlerinde imam idi. Çeşitli ilimlere dair eserleri vardır. En meşhur eseri; «Kitabü'ş-Şifa bi Ta'rifi Hukuki'I-Mus-tafa»dır. Bu zat, bîr müddet kendi memleketi olan Endü­lüs'ün Sebte bölgesinde, daha sonra da Gırnata'da kadılık yapmıştır, Hicrî 496'da doğmuş, 544 senesinde Merakeş'to vefat etmiştir.

İMAM KERHİ : Hanefî fakihîerinin meşhurlarından-dır. «Müctehid Fi'1-Mesail» sayılmaktadır. Fıkhı, îmam Azam'ın torunu İsmail'in talebesi olan Ebu Said Berdeî'» den okumuştur. Kendisinden de Ebtt Bekir Cessas, Ebu Aliyyi'ş-Şâsî ve Ebu-1-Hascni'!-Kudûrî gibi zatlar ders al­mışlardır. «El-Muhtasar», «Şerhü'l-Camii's-Sağîr», «Şerhü'l-Camİi'l-Kebir» gibi eserleri vardır, Hicrî 260 senesinde Irak'ın nahiyelerinden olan Kerh'de doğmuş, 340 tarihîn­de vefat etmiştir.

KERRAMİYYE : Kurucusu, Sicistanlı Muhammed b. Kcrram'dtr. Bu adam, «İman, lisan iledir. Kişi kalben kâ. fir olsa bile Allah indinde mü'mîndir ve cennete girer» der.

Bunlar da, tıpkı Müşebbihe gibi, Allah'ı yaratıklarına benzetirler. O'nun cisimler gibi olmayan bir cisim olduğu­nu iddia; ve Q'na, inmek, çıkmak, oturmak, kalkmak gibi fiiller nisbet ederler.

İMAM MALİK İBNÜ ENES : Medine'de doğmuş ve yi­ne orada vefat etmiştir. Tebeü Tâbiin'den olan İmanı Ma­lik, Tabiun'dan birçok fakihe yetişmiş, gençliğinden itiba­ren ilim sahasına atılmış, üç yüzü Tabiun'dan, altı yüzü de Tebeü Tabiinden olmak üzere dokuz yüz âlimden ha-dis-i şerif okumuştur, imam Malik, ayni zamanda büyük bir müfessirdir. Kur'an-i Kerimin âyetlerinden binlerce di­nî hüküm çıkaran İmam Malik, tefsir hususunda da büyük bir otoritedir. Kendisinin «Tefsirü Garjbi'l-Kur'an» isim-lî bîr eseri vardır. İmam Malik, aynı zamanda yüksek bir 'muhaddistir. Yazmış olduğu «El-Muvatta» kitabı, hadis âle­minde pek muteber bir eserdir. Bin kadar hadisi şeriften ibaret olan bu kitap İmam Malik tarafından, kırk senedo vücuda getirilmiştir.

İmam Malik, hadis-i şerif rivayet edeceği zaman abdest alır, yıkanır, temiz elbise giyer, güzel kokular sürü­nür, saçma, sakalına intizam verir, vakar ve heybetle ye­rine oturur; başka hiç bir şeyle meşgul olmaksızın, bü­yük bir hürmetle hadis-i şerifleri  anlatırdı.

îmanı Malik, fikhî içtihatlarını Kur'an'a, sünnete, ic-mâ-ı ümmete, kıyas-ı fukahaya, Medine ahalisinin İttifak­larına ve maslahat-ı mürsele, sedd-i zerayî denilen diğer esaslara istinat ettirmiştir.

İmam Malik, çok büyük bir müçtehiddir. Ehl-İ Sün­net Mezheplerinden «Maliki»  Mezhebinin imamıdır.

îmam Malik, fetva vermekte acele etmeyi kerih gö­rür, çok kere «î.a edrî» (bilmiyorum) derdi. «İlmin siperi (kalkanı), bilmiyorum demektir» elerdi. İlmen bu kadar yüksek olan îmam Malik ahlâk, zühd, takva, fazi, kerem yönünden de o derece yüksekti. Doğum tarihi hicrî 93 veya 95 olup 179 senesinde vefat etmiş ve Medine'de «Cennctü'l-Bakî»  mezarlığına dcEnedilmiştir.

MANTIKİ MUHAKEME: Rasyonelistlcrin bilgi meto­du. Onlarca en büyük hâkim olan aklın koyduğu mantıkî kaidelerle düşünmenin hakikati bulmak için kâfi geldiğine inanmak. Deney ve müşahedeye istinat etmeyen düşünüş tarzı.

MATERYALİZM : Kâinatı ve hayatı maddenin eseri ve tezahürleri olarak gören hurafeci ve ilim dışı bîr nazariye. Bu sapık inanca güre, kâinat yaratılmıştır, kendi kendine vardır ve ebediyyen var olmakta devam edecektir. Madde, ezelî ve ebedîdir. Kendi kendine, herhangi bir yaratıcıya ve yardıma muhtaç olmaksızın, vardır.

Tabiatıyle bu telâkki, ahiret, öldükten sonra dirilme, melâike, Allah, kitap İnançlarım inkâr eden kâfirâne bir bir telâkkidir. Komünizmin, temelde dayandığı ve hayatın her alanında müesseseler olarak yaşatmaya çalıştığı ma­teryalizm, tarihin hiç bir devrinde Hak ve ilim tarafın­dan tasvip görmemiştir. Bu bakımdan İslâm'ın en eski ve bugün için en tehlikeli bir düşmanıdır.

İMAM MÂVERDÎ : Şafiî fakihlerindendir. Basra ve Bağdad'da senelerce tefsir, fıkıh, uslu fıkıh ve edebiyat okutmuştur. Hicri 364 tarihinde Basra'da doğmuş, 450 se­nesinde Bağdad'da vefat etmiştir, eserlerinin en mühimle­ri şunlardır: «Tefsir», «EI-Hâvi'l-Kebir», «El-lknâ», «Nasi-hatü'l-Mülûk», «Kanûnü'l Vezâre», «El-Ahkâmü's-Sultaniy-ye».

MOLLA HÜSREV : Büyük bir Türk âlimidir. Tokat ci­varındaki Türkmenlerden, «trsak» kabilesindendir. Zama­nın en büyük fakihi idi. Hocası, Burhanüddin Herevî'dir. Edirne'de müderrislik yapmıştır. Fatih Sultan Mehmed'in hürmetini kazanmış, İstanbul'un fethinden sonra Kadı Hı­zır Bey'i müteakip İstanbul kadılığına ve Ayasofya müder­risliğine tayin edilmiştir. Fatih, kendisi İle iftihar eder, ve­zirlerine hitaben «Bakınız bu zat, bu zamanın Ebu Hani-fesidir» derdi. Hanefî olan Molla Hüsrcv heybetli, vakarlı ve mütevazı bir zat idi. Birçok hizmetçileri olduğu halde, çalışma odasında kendi işlerini kendisi görürdü. Kıymetli eserlerinden bazıları : «Haşiye-i Beyzavî», «Haşiye-İ Tel-vih», «Dürer», «Mir'âtü'l-Usûl»dür.

İMAM MUHAMMED : Ebu Adillah b. Hasen eş-Şeyba-nî. İmam Azam'in talebelerinden müçtchid bir zattır. Ay­rıca İmam Mâlik, Evzai, Süfyan Scvrî ve Ebu Yusuf gibi âlimlerden de hadis ve fıkıh okumuştur. İmam Azam'm iç-tihadlarını tamamen zapt ve kaydetmiştir.

Doksandokuz kadar olduğu söylenen eserlerinden en mühimleri şunlardır: «Zahihru'r-Rivaye», «Cürcaniyyat», «Haruniyyat», «El-Asar», «En-Nevadir», «El-Muvatta», «Ki-tabu Usûü'I-Fıkıh»...

İmam Muhammed, hicrî 132 tarihinde Vasıt'ta doğmuş ve 189 senesinde Rey şehrinde vefat etmiştir.

MUTEZİLE : Vasıl b. Ata ve eniştesi Amr b. Ubeyd'in yolunda giden sapıklar. Başlıca görüşleri, şunlardır :

1 — Büyük günah işleyen ne kâfirdir, ne de mü'mindir.

2 — Allah'ın sıfatlan, zatının aynıdır. Allah'ın    Kıdem sıfatından gayri, ezelî  sıfatı yoktur. Allah'ı  gör-mek mümkün değildir.

3 — însan, kendi fiillerinin halikıdır.

4 — Fasıklarm cezalandırılması ve mü'min olup itaat üzere bulunanların mükâfatlandırılmasın Allah için vaciptir.

5 — Emrü bİl-ma'ruf ve nehyü aniî-münker, akıl yolu ile vaciptir.

İMAM MÜSLİM : Ebu'l-Hüscyn İbnü'l-Haccac b. Müs-limi'I-Kuşeyrî. Nişaburlu meşhur bir muhaddis ve fakihtir. Hadis toplamak için îslâm âlemini gezmiş; İmam Buha-rî Nişabur'a geldiğinde onunla da görüşmüştür. Binlerce hadisi şerif ezberlemiş; «Sahihi Müslim» denilen meşhur kitabını 300.000 hadis arasından seçtiği 4.000 hadisle mey­dana getirmiştir. Bu eser «Kütübü Sitte»nin ikincisidir. «Es-Sahihayn» denilince; Sahihi Buharı ile Sahihi Müslim kastedilir. İmam Müslim, hicrî 204 tarihinde Nişabur'da doğmuş, 261 senesinde vefat etmiştir.

MÜCESSİME : Allah'ı bîr cisim olarak düşünürler. «O, şeylere benzemeyen bir şeydir. Nefislere benzemeyen bir nefistir. Alimlere benzemeyen bir âlimdir. Cisimlere benze­meyen bir cisimdir» diyen mezhebin sâlikleridir. Tabiatıy­la bu inanç, îslâm dışı bir inançtır.

MÜRCİE : Bunlar, inanç bakımından; Haricîlerin kar­şı kutbunu teşkil ederler. Haricîler, büyük günah işleyen­leri kâfir sayarken; Mürcİe fırkası, «küfürle ibadetin fay­dası olmadığı gibi, İman olduktan sonra günahın da hiç bir zararı yoktur» derler. Bu gayri îslâmî fırkanın çıkışı hususunda çeşitli rivayetler vardır. Mürcie'nin    görüşleri, Hariciyye, Kaderiyye ve Cebriyye'nin görüşleriyle karışmış­tır.

NATÜRALİZM : Tabiatçüık, tabiatta rastlanan kuvvet ve varlıkların tannlaştırılması. Tabiî olay ve varlıklara tapma.

İMAM NESÂİ : Ebu Abdirrahman b. Ali. Şafiî fakih-lertnden olup aynı zamanda meşhur bir muhaddistîr. «Sü-heni Ncsâî» denilen hadis kitabı, «Kütübü Sitte» adı veri­len meşhur hadis kitaplarının beşincisi sayılır. İmam Ne-sâî, Horasan'ın Nesâ şehrinde hicri 225 tarihinde doğmuş, 303 tarihinde vefat etmiştir.

FAHRÜL-İSLAM EL-PEZDEVİ : Mâverâünnehir'deki Hanefi fakihlcrinin mcşhurlarındandır. Hicrî 400-482 tarih' leri arasında yaşamıştır. Tefsir, usûl ve fürûda büyük bir bilgindir. Hanefî Mezhebİ'ndeki yüksek kudreti, darbıme­sel olmuştur. «Keşfü'l Esrar» isimli tefsirinin 120 cilt ol­duğu söylenir. «Mebsut» isimli 11 ciltlik bir eseri ve usûlü fıkha dair meşhur kitabı vardır.

POZİTİVİZM : Hakikati bulma konusunda, sadece beş duyuya güvenilebileceğine inanan, yanlış ve ilim dışı bir düşünce tarzıdır. Görülmeyen ve beş duyu ile kavranama­yan şeyleri ilim ve imanı ti mevzua oîûfak kabul etmez. îs-lâm'ın temellerine saldın halinde bulunan bu kısır ve mahdut felsefî görüşün en büyük temsilcisi, meşhur Ya­hudi düşünürü Auguste Comte'dur.

RAFIZİLER : Bunlara imamiyyc, Gulât ve Zcytliyyc de denir. Dünyanın, hiç bir zaman, açık veya gizli bir imamdan mahrup bulunmayacağını iddia ederler. Hz. Ali'­den başkasının HAK İMAM ol madiğim söyler. Hz. Ali'ye bir taraftan ulûhihyyet bir taraftan nübüvvet ve bir taraf­tan da nübüvvette ortaklık nisbet etmektedirler. İddiaları­nın esası, Hz. Ebu Bekir ve Ömer'i tekfire dayanır. Onlar­dan uzaklaşmayı dinî bir vecibe bilirler. Onlar için. tevcl-li edilecek, yalnız ve yalnız Hz. Ali'dir.

RASYONALİZM : Akılcılık, Bilgiye sadece akıl yolu ile varılabileceğine inanmak. Aklı, hakikati bulma konusunda, tek vasıta kabul etmek. Dolayısıyla rasyonalizm, aklın dı­şındaki bütün bilgi vasıtalarını reddeder. Vahyi, tecrübe ve müşahadeyi kıymetsiz bulur.

ŞEMSÜL-EİMMETİ SERAHSİ : Hanefî fakihlerinin ileri gelenlerindendir. «Müçtehid Fi'l.MesaiI» sayılmaktadır. «Mebsut» adındaki otuz ciltlik ölümsüz fıkıh kitabını yaz­mıştır. Hakana verdiği bir nasihatten dolayı «Özcent» şehrinde mahpus İken, bu muazzam eseri, imlâ yoluyla hariçten dinleyen talebesine not ettirmiş, sonra Fergana'-ya gidip .Orada famamlamaya muvaffak olmuştur. Usûlü fıkha dair «EI-Usûl» isimli bir eserinden başka, «Abdü'l-Kazî», «Mutftasar-ı Tahâvî» ve «Sİyerü Kebîr» isimli eser­lere şerhleri vardır. Hicrî 483  tarihinde vefat etmiştir.

SEPTİSİZM : Şüphecilik. Tarihte Sofizmden sonra ve onun mahsulü olarak doğmuş bulunan, eşyayı ve eşya hakkındaki bilgiyi inkâr eden düşünüş sistemi.

Septikler; her yerde mutlak nıer'İyycte haiz bir bil­ginin imkânından şüphe içindedirler.

SEYVİD ŞERİF CÜRCANİ : Çuk meşhur bir hanefî âlimdir. Bütün hayatını ilme hasretmiş; tefsir, hadis, kelâm ve fıkha dair kıymetli eserler yazmıştır. Bir ara Anadolu'­ya gelmiş. Molla Fenarî İle görüşmüş, onunla beraber Mı­sır'a gitmîşlir. Daha sonra Şİraz'a dönmüştür. Timur, Şİ­raz'a geldiğinde Scyyid Şerifi alıp Scmerkand'a götürmüş­tür. Orada Tcftazanî ile yaptığı münazara meşhurdur. Eserlerinden bir kısmı şunlardır: «Şcrhü Mcvakıf», «Ha-şiyetü Htdaye», «Haşîyctü Muhtasarı Ibnİ Hacİb», Scyyid Şcrİf, hicri 740 tarihînde doğmuş, 816 senesinde Şİraz'da vefat etmiştir.

SUFRİYYE : Haricilerin, Ziyad Ibnü'l-Esfar'a bağlı olan kolu.

İMAM SUYÛTİ : Ebul-FazI Abdurrahman Celâlüdclin b. Kcmâlüddin el-Hudayrî. Bu meşhur ve büyük âlim, hic rî 849 senesinde Kahire'de doğmuş ve 911 tarihinde orada vefat etmiştir.

İMAM ŞAFİİ : Ebu Abdillâh Muhammed b. îdris. Dört büyük imamın üçüncüsüdür. Büyük dedesi Şafiî, gençliğin­de peygamberimizi görmüş, onun babası Saib de. Bedir muhaberesinde İslâm'ı kabul etmiş muhterem bir şahabıdir.

îmam Şafiî, daha dokuz yaşında iken Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş, genç yaşında Mekke müftüsü Ebu Halid Müs­lim b. Halid'den fıkıh okumuştur. Daha sonra İmam Ma-lik'ten fıkıh ve hadis okumuştur. Daha sonra Irak'a gide­rek îmam Muhammed'den yine fıkıh okumuştur. Süfyan îbnü Uyeyne, Abdülaziz Ibnü'l-Macişûn gibi meşhur âlim» lerden hadis okumuştur. Kendisinden de îmam Ahmed b. Hanbcl, Ebu Sevr tbrahim b. Halid, Ebu İbrahimi'l-Mü-zenı, Er-Rebî Ibnü Süleymani'l-Muradî gibi bir çok zat, ha­dis rivayet etmişlerdir.

İmam Şafii'nin, Kur'an-ı Kerîm'in âyetlerinden ne bü­yük bir itina ile hüküm çıkardığını anlamak için «Kita-bü'I-Ümm»   isimli  eserine  bakmak  kâfidir.

îmam Şafiî, içtihadlarında Kur'an'a, sünnete, İcmaa, ashabın ittifak ettikleri hususlara ve gerektiğinde kıyasa istinat etmiştir.

Ayrıca İmam Şafiî, tıp, şür, edebiyat, atıcılık gibi san'-atlarda da büyük bir üstad idi. Eserlerinden bazıları şun­lardır: «Ahkâmü'l-Kur'an», «Es-Sünen», «Ihtüâfü'l-Hadis», «Er-Risale Fi'1-Usûl», «El-Mevaiis», «Kitabü'İ-Ümm», «Müs-nedü'ş-Şafiî», «Edebü'1-Kadî», «El-Eşribe», «Fezaİlü Ku-reyş», «Es Sebku ve'r-Remy»,

İmam Şafiî hicrî 150 senesinde doğmuş, 204 tarihinde Mısır'da vefat etmiştir.

ŞEHVETPEREST : Hedonizme inanan.

Hedonizm, materyalizmin bir koludur, öldükten sonra dirilmek bahis konusu olmadığına (hâşâ) göre, yaşanılan hayattan zevk olmak gerekir. Bu felsefeye göre, zevklerin en yükseği maddî ihtiyaçların tatmininden ibarettir.

TABERÂNÎ : Ebu'l-Kasım Süleyman b. Ahmed, Meşhur bir hadîsei olup îslâm âlemini 32 sene dolaşmış pek çok hadis toplamıştır. «Mu'cemü Kebir» «Mu'cemü Evsat» «Mu'-cemü Sagir» İsimlerinde üç hadis kitabı vardır. Hicrî 260 senesinde Şam'ın taberiyye kasabasında doğmuş, 360'da ts-fahan'da vefat etmiştir.

İMAM TAHAVİ : Ebu Cafer Ahmet b. Muhammed. Meşhur bir hanefi fakihidir. «Müçtchid Fi'1-Mczhcp» dere­cesini haiz olduğu söylenmektedir. Mısır'da Hanefilerin li­derliğini yapmıştır. Hicri 229 tarihinde Mısır'ın Tahâ nahi­yesinde doğmuş, 321 senesinde vefat etmiştir.

Eserlerinden bazıları şunlardır: «Ahkâmü'İ-Kur'an» «Ihtilâfü'l-Ulema» «En-Nâsihu ve'1-Mensuh» «Tarihü Kebir» «Kitabü Sagir» «Menakıb-i Ebî Hanıfe» «Şerhü'1-Cami'İ-Ke-bir», «Şerhü'I-Camii's».

EBU DAVUDİ TAYALİSÎ : Süleyman îbni Dâvud. Fa-kih ve muhaddislerden. Horasanlı bir âlimdir. «Müsnedü Tayâlisi» denilen meşhur hadis kitabı, bu zattan Yusuf Ibnü Habîb'in rivayet ettiği lıadİs-İ şeriflerin toplanıp ya-zılmaşiyla vücuda gelmiştir. Rivayete göre, ilk te'lif edilen «Müsned» kitabı budur. Hicrî 204 tarihinde vefat etmiştir.

TECRÜBE VE MÜŞAHEDE : İlim metodlarından biri­sidir. Tecrübe; maddî veya beşeri bir hadisenin, şartları­nın insanlar tarafından tayin edilerek tekrarlanmasıdır. Müşahede ise; müşahitlerin herhangi bir müdahalesi ol­maksızın vakıayı müşahede etmcclrinden ibarettir.

SAADÜDDİN TEFTAZANÎ : İslâm'ın büyük âlimlerin-dendir. Serahs'ta ikamet ederdi. Bir aralık Timur ile bera­ber seferlere çıkmış, daha sonra Timur tarafından Semer. kand'a gönderilmişti. Türkiye'yi de ziyaret etmiş ve Osmani t âlimleriyle görüşüp mübahaselerde bulunmuşta Hicrî 727 tarihinde, Horasan'da Ncsâ yakınlarındaki Teftaran- köyünde doğmuş, 793'tc Semcrkand'da vefat etmiş­tir. Eserlerinin meşhurları şunlardır: «Kcşfü'l-Esrar», «Haşiyetü Keşşaf», «Şerhti Hadisi Erbain», «Şerhü Mcka-sıd», «Şerhü Aknteii'n-Ncsefî.»

İMAM TİRMİZİ : Ebu îsa Muhammed b. İsa. Çok meş­hur bir hadis ve fıkıh âlimidir. İslâm âlemini dolaşmış ns-rtmn yüksek âlimleri ile görüşmüştür. Kutcybc b. Saîd, Süfyan b. Vckî ve Muhammed Buharı gibi meşhurlardan hadîs rivayet etmiştir. «Sünenü Tirmi/î» adındaki kitabı, «Kütübü Sittc»nin dördüncüsüdür. Mezheplere,    hadislerin nevilerine ve İlletlerine dair ihtiva ettiği malûmat ile, fa-kihler nezdinde kıymetli bir kitaptır. Tirmizî'nin ayrıca, Eş-Şemailü'n-Ncbevİyye ve'1-Hassaİlü'I Mustafavİyye», «Ki-tabü'1-llel» adındaki eserleri de meşhurdur İmam Tirmizî, Meyhun nahiyelerinden olan Tirmiz'de hicrî 209 tarihinde doğmuş, yine orada 279 senesinde vefat etmiştir.

YE'CÜC VE ME'CÜC : Bu hususta Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır :

«... Hakıykat Ye'cüc ve Me'cüc, yer yüzünde fesat çı­karanlardır...» (El-Kehf Sûresi: 94). «Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc (ünseddİ) açılıp da her tepeden saldıracakları ve gerçek vaad olan (kıyamet) yaklaştığı vakit, işte o zaman küfredenlerin gözleri hemen belirip kalacak...* (El-Enbiya Sûresi: 96)

Ye'cüc ve Me'cüc, Arapçaya başka lisanlardan geçmiş, yabancı kelimelerdir. Bunların ne olduğu hususunda pek çok ve çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Fakat tslâm'a göre; aslı ve nesebi belirsiz, din ve millet tanımaz yaratıklardır, ki onların ortaya çıkışı kıyamet alâmeti erindendir. Ayet-i kerimede zîkredildiğine göre; yer yüzünü fesada verecek­lerdir.[366]

 

«Akaid» Metninin Tercümesi

 

İslâm'a göre, eşyanın varlığı bir realitedir. Ve ilim, bu eşya realitesine nüfuz eder.

Âlem, bütün kısımlartyla sonradan yaratılmış­tır. Alem, yoktan varedilmiştir, ve zamanı gelin-ce yok olacaktır.

O halde, âlem, ayan ve âraz'dır.

Ayan; zatıyla kaim olun şeydir. Ya mürekkep olur ki, cisimdir. Yahut, cevher gibi, gayri mürek­kep olur ki, bölünmez en küçük parçadır.

Araz; renkler, (kımıldama, durma, birleşme ve ayrılmadan ibaret olan) kevnler, tadlar, koku­lar gibi kendi zatıyla kaim olmayan, cisimlerde ve cevherlerde sonradan olan şeydir.

Yaratıklar için ilim kaynakları üçtür.

1 — Selim Hisler (Beş Duyu): Bunlar, işit­mek, görmek, koklamak, tutmak, dokunmaktır. Bu beş duyu, fonksiyonlarının icabettirdiği hissi du­yarlar.

2 — Akıl: Akü ile ilk bakışta hasıl olan bilgi, zarurî bily'dir. Bir şeyin tamamının,   parçasından büyük olduğunu bilmek gibi.

îstidlâlen sabit olan ilim ise, iktisabîdir.

3 — İlim kaynaklarının1 üçüncüsü, Doğru Ha-bertd''r. Bit da iki çeşittir,

A. Müicvatir Haber: Mütcvatir haber; yalan üzerine ittifakları   düşünülmeyen bir    top'umun naklettiği haberdir. Bu haber çeşidi de zarurî ola­rak, bilgiyi icabettirr. Eski zamanlarda    yaşamış hükümdarlar ve uzak memleketler hakkındaki bil­gi gibi.

B.  Mucize ile rtsaletl sabit olan Resulün Ha­beri: Bu da, istidlali ilmi meydana getirir. Resulün Haberi ile hasıl olan bilgi, kat'iyyet ve gerçeklik konusunda, tevatürle sabit olan bilgi gibidir.

İslâm'a göre ilham; bir şeyin sıhhatini bilme sebeplerinden değildir.

İman; Allah indinden gelen şeyleri kalp ile tas­dik ve dil ile ikrardır.

Ameller artar ama; (inanılması lâzım gelen şeyler bakımından) iman, ne artar ne de eksilir.

Dili ile İkrar ve kalbi ile tasdik etmiş olan ku­lun t «Ben muhakkak mü'minim» demesi doğrudur. Onun, «Ben inşallah mü'minim» demesi doğru de-ğüdir.

İman ve İslâm bîrdir.

Bir kimse, sald (günahsız) iken şakı (günah­kâr), ve şaki İken de, sald olabilir. Bu, fertte saa­det veya şekavet halinin değişmesidir. Yoksa fer­din saadet veya şekaveti yarattığı mânâsına gelmez. Çünkü, saadet ve şekaveti yaratma, Allah'ın sıfat-lartndandır. Allah ve sıfatlarmda ise değişme olmaz.

Âlemi yoktan yaratan, Allahü Teâlâdır. O Al­lah ki, öncesiz diri kadir, âlim, işiten, gören, di­leyen, muraddedendir. Allah, araz değildir, cisim değildir, cevher değildir, suret ve şekil değildir, mahdut değildir bir şeyin parçası veya cüz'ü de­ğildir birleşik değildir sinirli değildir. Cins ve key­fiyet ile vasıflanmaz, mekândan münezzehtir, üze­rinden zaman cereyan etmez. O'na hiç bir şey ben­zemez. İlminden, kudretinden hiç bir şey hariç de­ğildir.

Allah'ın (C.C.) ezeli ve zatıyla kaim sıfatlan vardır. Bu sıfatlar, zatının aynı da değildir, gayr da değildir.

Allah'ın ezeli sıfattan; ilim,    kudret,    hayat, kuvvet, işitmek, görmek, İrade, meşîyyet, fiü, halk-dtmek, rızıklandırmak ve kelâmdır.

Allah, kelâm sıfatı île konuşur. Kelâm, harf ve sesler cinsinden olmayıp Allah'ın ezelî bir sıfatıdır. Allahü Teâlâ, bu kelâm sıfatıyla, kelâmcdid, em­redici, nehyedici ve haber vericidir.

Altah'ü Teâlânın kelâmı olan Kufan, mahlûk değildir.

Allahü Teâlânın kelâmı olan Kutan, mushaf-kırımızda (harfler ve kitabet şekliyle) yazılır. Kalp­lerimizde (hayal edilen lafızlarıyla) mahfuzdur. Dil­lerimizle okunur. Kulaklarımızla duyulur. Fakat bunlara (mushaf, kalp dil ve kulaklara) hulul et­mez.

Tekvin, Allahü Teâlâ'nın ezelî bir sıfatıdır. Tekvin; Allahü Teâlânın, âlemi ve âlemin parça­larından her birini, tayin ettiği vakitte, icat etme­sidir. Tekvin sıfatı, bize göre, yaratılan şeylerden ayrıdır.

İrade, Allahü Teâlâ'mn zatıyla kaim olan eze­lî bir sıfatıdır.

Allahü Teâlâ'yı görmek, aklen caiz, naklen va­ciptir. Allahil Teâla, görülür. Fakat bu görülme, bir mekânda, bir yönde, bir ışık yardımıyla değildir. Görenle Allah (C.C.) arasında bîr mesafe de bahis konusu değildir.

Kulların bu fl'llerinin hepsi, Allah'ın İradesi, dilemesi, hükmü, kazası ve takdiri iledir. Ancak, kullar için, ihtiyarî fiiller vardır. Bu fiiller dolayı­sıyla sevap alırlar veya cezalanırlar.

Kulların yaptığı iyi ve rilzel olan fifVere Al­lah'ın rızası vardır. Fena olan fillere kc, mast yoktur.

İstitâat (kulun gücü), ferdin fiili ile başlar ve fiilin bitmesi ile sona erer. Kula verilen bu güç, fiili yapan kudretin kendisidir.

İstitâat (ferdin, bir şeye gücünün yetmesi); sebeplerin, âletlerin ve azaların salim olmasıyla vıümkündür.

Allah, kulun gücünün yetmiyeceği şeyi teklif etmez.

İmanın darbelenmesinin hemen akabinde; dö-gülende meydana gelen acı ve elem; insanın vur­masının hemen alcabinde camın kırilmast, ve bu­na benzer şeylerin hepsi, Allahü Teâlâ'nın yaratık­larıdır. Bu neticeleri meydana getirmekte, kulun bir yaratma kudreti yoktur.

Allahü Teâlâ, dilediği kimseyi sapıklıkta; di­lediği kimseyi hidayette kılar.

«Allah, kul için, sadece hayırlı olanı yaratma­lıydı» denemez.

Allahü Teâlâ, kendisine şirk koşam affetmez.

Şirkten başka, dilediği kimselerin, büyük veya küçük günahlarım affeder.

Helâl olarak kabul edilmediği takdirde, Allah dilerse, büyük günahı da affeder.

Haram edilmiş şeyler de mıhtır.

Helâl olsun, haram olsun; herkes kendi nzkını yer. Bir insanın kendi rızkını yememesi, veya başkasının, onun rızkını yemesi tasavvur edilemez.

Melekler, Allah'ın kullan olup, Allah'ın emri îe hareket ederler.

Onların, erkeklik ve dişilik vasıflan yoktur.

Allah'ın, peygamberlerine İnzal etmiş olduğu kitaplan vardır. Bu kitaplarda emrini, vehyini, mükâfatını ve azabım beyan edip açıklamıştır.

Resuller gönderilmesinde hikmet vardır. Allahu Teâlâ, beşer içinden bazılarını, beşeriyete mûjdeleyici ve korkutucu resuller olarak göndermiştir. Bu resuller; insanlara, din ve dünya işlerinden, vıuh-taç olduklan her şeyi açıklamışlardır.

Cenâb-ı Allah, peygamberleri, tabiat kanunla­rım yırtan mucizelerle te'yid etvıiştir.

Peygamberlerin ilki, Hz. Adem; ve sonuncusu Hz. Muhammed (S.A.S.) dir.

Peygamberlerin sayılarının ne olduğu konu­sunda münâkaşa etmemelidir. Zira, Allahü Teâlâ buyurmuştur ki; «Andolsun ki, senden evvel de peygamber gönderdik. Onların içinden, sana, kıs­salarını bildirdiğimiz kivıseler de var, sana bildir­mediğimiz kimseler de var.» [367]Eğer adet zikre-dilirse; zikredilen adetten fazla peygamber gelmiş geçmişse onlar inkâr edilmiş; zikredilen adetten az peygamber gelmişse peygamber olmayanlara pey­gamberlik izafe edilmiş olur.

Peygamberlerin hepti, Allah'tan aldıklarını tebliğ etmişler ve haber vermişlerdir.

Peygamberler sadıktırlar ve nasihat edicidirler.

Peygamberlerin en efdali, Hz. Muhammed (S.A.S.) dir.

Peygamberin ve hayırlı kimselerin büyük gü­nah işlemiş olanlara da şefaa-t edecekleri (âyet ve hadislerle) sabittir.

Kul, kendisinden emir ve yasaklamaların kal­kacağı bir duruma ulaşamaz.

Beşerin resulleri, meleklerin resullerinden da­ha faziletlidir. Meleklerin resulleri de (peygam­berler hariç) bütün beşerden daha e fâaldir. Mü'-m'nlerin umumu ise, meleklerin umumundan fa­ziletlidir.

İnsanların en efdali, peygamberimizden sonra, Ebu Bekri's-Sıddîk' (R.A.) tır. Ebu Bekir'den son­ra Ömcrü'l'Faruk' (R.A.) tur. Sonra Osman Zii'n-Nurcyn' (R.A.) dir. Sonra da, Aliyyül'-Murtaza (R.A.) dır. Hıüefa-i Râşidîn'in hilâfetleri de, bu st-raya göre olmuştur.

Sahabe, ancak hayırla yadedilir.

Peygamberin (S.A.S.), cennette müjdelediği aşvrei mübeşsere'nin, cennete gideceklerine şaha­det edilir.

Hz, Muhammenin (S.A.S.), kıyamet alâmetle­rinden o7arak; DeccâVin, Dâbbe-İ Arz'ın, Ye'cüc ve Me'diffün cifem/ısı; Hz. İsa'nın gökten inmesi ve güneşin batıdan doğması lıakkında verdiği haber­ler, haktır.

Öldürülen bir kimse, eceli ile ölmüştür. Ölüm de, (hayat gibi) b'r varlıktır.

Kâfirlere ve miVmmlerden bazı oünahkâr olan­lara kabir azabı; itaat edenleri kabirde nimetlen-dirmek; MûnVer ve Neklr'İn sttali [368], kitap ve sünnrt ifa sabittir (çerçektir):

Öldükten sonra dirVmnk haktır.

Amellerin ölçülmesi, haktır.

Ahirette kıûa verilerek olan k'tap, haktır.

Ahİrette, Allah'm kullarına sual sorması, hak­tır.

Kevser havuzu, haktır.

Sırat köprüsü, haktır.

Cennet ve Cehennem., haktır. Cennet ve Cehennem, yaratılmıştır ve mı r.m'n mevcutturlar.

Cennet ve Cehennem sonsuzdur. Hiç bir    zaman yok olmazlar ve içindekiler de yok olmayacak­lardır.

Dirilerin ölülere dua etmelerinde ve onlar İçin sadaka vermelerinde ölülere fayda vardır.

Allah (C.C.), dualara icabet eder ve hacetleri bitirir.

Ümmetinden biri için zahir olan keramet, o ümmetin peygamberinin mucizesi sayılır. Bu kera­metle, o mümin n velî olduğu meydana çıkar.

Velî, ancak, resulün risaletini tasdik eden, tam inanan ve dinin emirlerini harfiyyen tatbik eden kimsedir.

Hiçb'r veli, asla peygamber derecesine ulaşa­maz.

Müslümanların bir imam (reis) seçmeleri şart­tır.

(İmametin şartları şunlardır:)

1. İmamın zahir (açık) olması gerekir.

2. Muntazar (gelmesi beklenilen) bir   imam da kabul edilemez.

3. İmam kureyş'ten olmalıdır. Ancak imamlık, Hâşim ve Ali oğuUanna mahsus değildir.

4. İmamın, zamanının en faziletlisi    olması şart değildir.

5. İmam, kâmil ve tam bir idareci olmalıdır.

6. İmam, siyasî (siyaset ilim ve sanatını bttir) olmalıdır.

7. Ahkâmı tenfise (İslâm nizamının    yürür­lükte kalmasını temine), İslâm    memleketlerinin hudutlarını muhafazaya ve mazlumun hakkım za­limden almaya kadir olmalıdır. '

(İmamın vazifeleri şunlardır:)

1. Ahkâmı tenfiz.

2. Hadleri İkame.

3. Askeri teçhiz,

4. Sadakaları toplamak.

5. Mütegallibeyît hırsızları ve   yol   kesenleri kahretmek,

6. Cuma ve bayram namazlarını kıldırmak.

7. İnsanlar arasında vuku bulan    ihtilâfları halletmek.

8. Hakların isbatına vesile olan    şaîıadetleri (ve sair isbat vasıtalarını tetk k ve) kabul etmek.

9. Velîsi olmayan küçükleri evermek.

10. Ganimetleri (harp neticesinde husule   ge­len kazançları, adalete uygun olarak) taksim   et­mek.

Ve bunlara benzer diğer vazifeler.

imam, günahkâr oluşu ve zulmü sebebiyle azIcdilemez.

(İnsanı küfre götüren haller şunlardır:)

1— Naslar (Kitap ve sünnet'in hükümleri), zah'rlcrt üzerine kamtounurlar. Bunların zahirle­rinden vazgeçip, batın ehlinin İddia ettiği mânâla­ra sapmak, İslâm'dan çıkıj) küfürle vasıflanmak de­mektir.

2 — Naslan reddetmek küfürdür,

3 — İster büyük, ister küçük olsun; (haram ve) günahı helâl saymak küfürdür.

4 — Şeriat ile alay etmek küfürdür.

5 — Allahil Teâlâ'nın rahmetinden ümit kes-inek küfürdür.

6 — Allah'ın azabından emin olmak küfürdür,

7 — Gaybdan haber verdiği (iddia edilen ada-mm) haberi (nî kabul) ile o kâhini tasdik etmek küfürdür.

Allah'ın elçisi Muîmmmed (S.A.S.)'in uyanık­ken, şahsı ile semaya, ve sonra yüce makamlardan Allah'ın dilediği yere miracı (çıkması) haktır.

Müçtehid, bazen hata: bazen isabet eder.[369]

 

İstifade Edilen Kaynaklar

 

1. İrşâdü'l-Akli's-Selîm ala Mezâyâ't-Kur'ani'I-Azîm, Ebus-Suûdi'l İmâdî, istanbul, İ307.

2. Mefâtihu'1-Gayb. (Tefsîrü'l-Kebir) Fahrüddin Razı, İs­tanbul, 1307.

3. Tefsirü'1-Kur'ani'l-Azîm. Ibnü Kesir.

4. Kur'an-i Hakim ve Meâl-i Kerim. Hasan Basri Çantay.

5. Hak Dini Kur'an Dili. Hamdi Yazır.

6. Sahihu Buharî. İmam Muhammed Buharî.

7. Sahihu Müslim. İmam İbnü'l-Haccâc b. Müsümi'1-Ku-şeyrî.

8. Sünenü Ebî Davud. Ebu Davud Es-Sicistânî.

9. Sünenü Tirmizî. Muharnmed b. îsâ Tirmizî.

10. Sünenü Nesâî, Ebu Abdirrahman Ahmed b. Ali Nesâî.

11. Sünenü lbni Mâce, Ebu Abdillah Muhammed ibni Mâ-ce.

12. Müsned. İmanı Ahmed b. Hanbel.

13. Muvatta. İmam Malik b. Enes.

14. El-Camiu's-Sağİr. imam Suyûtî.

15. Mu'cemü Taberâni. Süleyman b. Ahmed Taberânî.

16. Müsnedü Tayâlisî. Ebu Davud Tayâlisî.

17. El-Camiu li'1-Usûl fî Ahâdisi'r-Rasûl. Eş-Şeyh    Mansur Ali Nâsıf. Kahire. 1381.

18. Sahihu Buharî Muhtasarı Tecrîdü Sarih    Tercemesi. Prof. Kâmil Miras. İstanbul, 1933,

19. Şerhü Makasıd. Saadeddin Teftazani,  istanbul,   1305.

20. Şerhü MevakıE. Seyyid Şerif Cürcanî, İstanbul, 13U.

21. Nûniyye. Hızır Beyr İstanbul, 1291.

22. Bed'ul-Emâli, Ebu'i-Hasen Sirâcüddin b. Osman, İstan­bul, 1010.

23. Şerhü Emâli. Aliyyü'1-Karî, İstanbul, 1010.

24. Cevheretü't-Tevhîd. İbranimü'1-Lckkânî, İstanbul, 1326.

25. Tuhfctü'l-Mürîd alâ Cevhereti't-Tevhid. tbrahimü'l-Bcy cûrî İstanbul, 1326.

26. EI-Fikhu'1-Ekber,  İmam Azam Ebu Hanîfe, İstanbul, 1307.

27. Şerhü'l-FıkhıVEkber. Ebu'l-Müntehâ, İstanbul, 1308.

28. Şerhü Akaid. Saadeddin TeEtazanî, İstanbul, 1297.

29. Şerhü Akaid Haşiyesi. Ramazan Efendi, İstanbul, 1308.

30. 'ienkıbul-Keiâm u Akaidi hmvi islam. Aoduılatıi Har. putu, istanbul, 1327.

31. Kıtabüs-Şıfa fî Hukukil-Mustata. Kadı îyaz b. Musa, İstanbul, 1307.

32. Şerhü'ş-Şifa. Aliyyül-Karî, İstanbul, 1307. 1310.

34. Fetâvâyı Hİndiyye. Şeyh Nizam başkanlığında bir he­yet, Mısır, 1310.

35. El-Berikatü'1-Mahmudiyye      Şerhi't-Tarîkati'l-Muham-mediyye. Ebu Saîdi'l Hadimi, İstanbul, 1326.

36. El-Vesüetü'1-Ahmediyye  ve'2-Zeriatü's-Sermediyye  fî Şerhi't-Tarikatil-Muhammediyye. El Hâcc.     Recep b. Ahmed, İstanbul, 1326.

37. Mecmuatül-Maarif Kesîretü'l-Menâfî.   Süleyman Vehbi Efendi, Konya, 1327.

38. El-Ahkâmü's-Sultaniyye   ve'1-Vilayetü'd-Diniyye.   Mâver-dî. Kahire, 1386.

39. Kitabü'l-Eşbah ve'n-Nezair alâ Mezhebi'1-tmami'l-Âzam Ebî Hanîfeti'n-Nûman. İbnü Nüceym, Kahire, 1322.

40. Mecmaül-Enhür   Şerhü  Mülteka'İ-Ebhur,  Abdullah  b. Muhammed b. Süleyman, İstanbul, 1317.

41. Muhtasarü'l-Münteha. İbnü'l-Hacib. Mısır, 1316.

42. Menafiu'd-Dekaik fî Şerhi Mecamii'l-Hakaik,   Ebu Saî-di'1-Hadimî, İstanbul, 1308.

43. Fethü'İ-Kadîr alâ Şerhi'l-Hidaye. İbnü Hümam, Mısır, 1306.

44. Muvazzah llmü Kelâm. Ömer Nasuhî Bilmen.[370]

 



[1] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 5.

[2] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 6.

[3] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 7-8.

[4] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 9.

[5] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 11-14.

[6] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 15.

[7] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 15.

[8] ibnü'İ-Kesir,   El-Bidaye   Ve'n-Nihaye.  C.   IX,  s.   350. 16.

[9] A.g.e, C. X, 27.

[10] İbnü'n-Nedim, Fihrist.

[11] Ibnü'I-Kesir, a.g.e., C. X, s. 78.

[12] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 16-19.

[13] Beyâdî, İşaretü'l-Meram. C. I, s. 59. 20.

[14] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 20-22.

[15] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 22-23.

[16] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 23-24.

[17] El-Bakara Sûresi, âyet.  146.

[18] Yunus Sûresi, âyet. 101.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 25-28.

[19] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 28-29.

[20] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 30-35.

[21] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 35-36.

[22] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 37-40.

[23] En-Nahl Sûresi, âyet, 73.

[24] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 40-42.

[25] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 43.

[26] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 43-44.

[27] El-En'am Sûresi, âyet. 74.

[28] El-A'raf Süresi ayet. 185.

[29] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 44-47.

[30] El-İsra süresi âyet. 15.

[31] En-Nisa Sûresi, âyet. 165.

[32] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 47-48.

[33] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 48-49.

[34] Al-i İmran Sûresi, âyet. 19.

[35] En-Nisa Sûresi, âyet.  157.

[36] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 49-54.

[37] Eş-Şems Sûresi, âyet. 8. 54.

[38] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 54.

[39] El-Bakara Sûresi, âyet. 146.

[40] En-Neml Sûresi, âyet. 13-14.

[41] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 55-60.

[42] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 61.

[43] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 61.

[44] Buharl, 2/37; Müslim, J/l; Ebu Davıtd, 39/15: Tirmizi 38/4; Nesât 5/1; İbnü Aİace. Mukaddime. /9; Mümed. J/27.

[45] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 61-62.

[46] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 62-63.

[47] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 63.

[48] Et-Tcvbe Sûresi, âyet. 84.

[49] El-Bakara Sûresi, âyet. 8.

[50] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 63-65.

[51] El-Bakara Sûresi, âyet. 143.

[52] Müslim. J/100; Buuhart 46/36; Ebu Davud. 39/15; Tir-mizl 38/11; Nesâl 45/48; İbnil Mace. 36/3; Müsned. 2/243.

[53] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 65-66.

[54] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 66-67.

[55] En-Nahi Sûresi, âyet. 106.

[56] Buharl. 2/17;  Müslim, 1/32; Ebu  Davud. 15/95; Tir-mizû 38/1; Nesâî. 25/1; lbnil Mace, Mukaddime; ned, 2/50.

[57] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 67-68.

[58] El-Mücadile Sûresi, ayet. 22.

[59] El-Hucurat Sûresi, âyet. 14.

[60] Ibnü Mace. 34/2.

[61] Buharı  24/1;  Müslim,  1/158; Ebu Davud. 9/1;   Tirmizi. 44/88; Ibnü Mace. 36/1

[62] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 68-69.

[63] Et-Bakara Sûresi, âyet. 277.

[64] Taha Sûresi, âyet. 112.

[65] El-Hucurat Sûresi, âyet. 9.

[66] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 69-70.

[67] El-Enfal Sûresi, âyet. 2.

[68] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 70-71.

[69] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 71-72.

[70] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 72.

[71] El-Enfal Sûresi, âyet. 4.

[72] El-Hucurat Sûresi,   âyet. 15.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 72-73.

[73] El-İsra Sûresi, âyet. 15.

[74] El-En'am Sûresi, âyet. 76-78.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 73-74.

[75] Ebu Davud. 39/15.

[76] Buharî. 2/37; Müslim. 1/1.

[77] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 74-77.

[78] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 77-78.

[79] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 78.

[80] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 79-81.

[81] Yasin Sûresi, âyet. 82.

[82] Es-Saffat Sûresi, âyet. 96.

[83] Ez-Zümer Sûresi, âyet. 7.

[84] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 81-83.

[85] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 83.

[86] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 83.

[87] Saadeddin Teftazanî. Şerhü'l-Mekasıd. C. II, îst. 1305. s. 111.

[88] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 84.

[89] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 84.

[90] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 84.

[91] El-A'raf Süresi, ayet. 143.

[92] Teftazanî. a.g.c,  C.   II,  s.  111-114;   Seyyid  Şerif  Cür-canî, Şerhü'LMevakıf. C. II, İst. 1331, s. 368, 370.

[93] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 85-86.

[94] Hızır Bey,Ntmiyye, İst., 1291, Beyit. 28.

[95] Ebu'l-Hasen Siracüddin b. Osman, Bed'u'UEmall. 1010, Beyit, 20-21.

[96] Aliyyülkarî, Şerhül-Eman. İst. 1010. s. 14.

[97] İbnü'ULekkanî,  Ccvhcrctü't  -  Tevhıd  Haşiyesi.  

[98] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 86-87.

[99] El-Kıyame Sûresi, âyet. 22-23.

[100] Buharî. 9/15;  Müslim. 5/37;  Ebû Davud. 34/20; Tİr-mizi, 36/15; İbnü Macc, Mukaddime.

[101] Teftazanî, a.g.c-, C. I., s.  116.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 87-88.

[102] Cürcanî, a.g.e., C. II, s. 368.

[103] Ramazan Efendi, a.g.e.. S. 179.

[104] Harputî. a.g.e., s. 280.

[105] îbnü-1-Bezzazi'I-Kerderî,  Fetevayt Bezzaziye. C.   III, Mısır, 1310, s. 356-357.

[106] EI-Hac    Recep b.  Ahmed     El-Vesiletü'LAhmedİyye Ve'z-Zeriatü's-Sermadiyyc     Fî Şerhit  Tarikati'UMu-hammediyye C. I, îst. 1326, s. 214-216.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 88-90.

[107] Cürcanî, a.g.e., C. II, s. 368.

[108] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 90.

[109] Taftazanî Şerhü'l-Akaid. îst., 1308, s. 120; Teftazanî. Çerhü'l-Mekastd. s.  123.

[110] Îbrahimü'l-Beycurî, Ttıhfetü'l-Mürid Alâ    Cevhereti't Tevhİd. îst, 1326, s. 61-62.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları:91.

[111] Ramazan  Efendi  Şerhü'UAkaid Haşiyesi,  îst.     1308. s.  178-179; Abdüliatif     Harputî, Tenkihu't-Kelâm Fi Akaidi Ehli'l-tslâm. İst., 1327. s. 279.

[112] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 92.

[113] Müslim. C. I, s. 158.

[114] Et-Tekvir Sûresi, âyet. 23.

[115] En'am Sûresi, ayet. 103.

[116] Eş-Şûra Süresi, âvet. 51.

[117] Müslim. C. II, s. 159.

[118] Buhari C. VI. s. 50; Müslim. C. I. s. 161.

[119] Aliyyülkarî, Şerhü'ş-Şİfa. C. 1, ist. 1307, s. 418.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 92-94.

[120] Ez-Zümer Sûresi, âyet. 62.

[121] Es-Saffat Sûresi âyet. 96.

[122] El-Vakıa Süresi, âyet. 24.

[123] Kehf  Sûresi  âyet.  29.

[124] Ez-Zümer Sûresi, âyet. 7.

[125] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 94-96.

[126] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 96.

[127] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 96.

[128] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 96.

[129] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 97.

[130] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 97.

[131] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 97.

[132] Harputî, a.g.e., s. 296.

[133] A.g.e., s. 296.

[134] Bunu, Allah'ın iradesi olan «Irade-İ Külliye» ile karıştırmamalıdır.

[135] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 97.

[136] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 100.

[137] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 100.

[138] El-Bakara Sûresi. Ayet. 286.

[139] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 100-102.

[140] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 102-103.

[141] Al-i İmran Sûresi, âyet. 97. 104.

[142] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 103-105.

[143] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 105.

[144] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 105-106.

[145] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 106.

[146] El-Enbiya Süresi, âyet. 27.

[147] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 107-110.

[148] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 111-114.

[149] El-Mü'mİn Sûresi, âyet. 78.

[150] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 115-120.

[151] Muhammed (SA.S.) Sûresi âyet. 19.

[152] El-Müddcssir Sûresi, âyet. 48.

[153] Ebu Davud. 34/23; Tirmiıl 35/11; îbnil Mace. 37/37.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 120-121.

[154] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 121.

[155] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 121-122.

[156] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 122.

[157] Buharl 62/6. Müslim. 44/54; Ebu Davud. 34/11;  Tirmizî. 46/58.

[158] Tirmizî. 46/58.

[159] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 122-123.

[160] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 123.

[161] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 125-127.

[162] El-Mülk Sûresi ayet. 2.

[163] El-A'raf Sûresi, âyet. 34.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 127.

[164] Kabirde Ölüye Rabbi, Dini ve Peygamberi    hakkında meleklerin sorduğu sorular.

[165] El-Mü'min Sûresi, âyet. 46.

[166] Buhari 4/55; Müslim. 2/34; Ebu Davtıd. 1/11;  Tirmizi 1/53; Nesâl 1/26; îbnü Mace. 1/26.

[167] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 128-129.

[168] El-Mü'min Sûresi, âyet. 16.

[169] El-A'raf Sûresi, âyet. 8.

[170] El-îsra Sûresi, âyet. 13.

[171] El-Haakka Sûresi, âyet. 19-20, 25.

[172] El-İnşikak Sûresi, âyet. 8, 10-12.

[173] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 129-130.

[174] El-Kevscr Sûresi, âyet. I.

[175] Buhari   81/52;  Müslim. 43/9;   Tirmizî  35/15; Mace, 37/36.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 130.

[176] Buhari 97/24; Müslim.  1/81;  Tirmizî 36/20.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 131.

[177] El- Bakara Sûresi, âyet. 35; Et-A'raf Sûresi. Ayet. 19.

[178] Ali İmran Sûresi âyet. 113.

[179] El-Hadid Sûresi, âyet, 21.

[180] El-Bakara Sûresi, âyet. 24.

[181] En-Nisa Sûresi, âyet. 122.

[182] En-Nisa Sûresi, âyet. 169.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 131-132.

[183] Et-Tevbe Sûresi, âyet. 72.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 132.

[184] Nesâî. 21/78.

[185] El-Müminun Sûresİ. âyet. 60.

[186] Tirmizî.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 132-133.

[187] Îbnü'l-F.sîr, a.g.e., (Ebu Abbas Zeynü'd-Din Ahmed b. Ahmcd b. Abdüllatif F.z-Zcbîdî, Ei-Tecridü's-Sarih Ter-cemesi. C. XII. s. 241-242'den naklen)

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 135-138.

[188] Cürcanî, a.g.e., C. III, s. 313.

[189] Fussilet Sûresi: âyet.  17.

[190] Fussilet Sûresi, âyet 10.

[191] El-İsra Süresi. âyet. 23.

[192] El-Vakıa Sûresi, âyet. 60.

[193] El-İsra Sûresi, âyet. 4.

[194] El-Hicr Sûresi, âyet. 60.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 139.

[195] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 140.

[196] Cürcanî, a.g.c.,  C. III,  s.  313; Tcftazant, a.g.c, C.II, s. 143; Harputî, a.g.e., s. 305.

[197] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 140-144.

[198] Er-Ra'd Süresi. âyet. 39.

[199] Zcbidî, a.g.e.f C. VI, s. 224-225.

[200] Süleyman  Vehbi  Efendi, Mecmialül-Maarif.  Konya, 1327, s. 123 .

[201] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 144-147.

[202] Ebu'l-Münteha, El-Fıkhü't-Ekber ve Şerhi. İst. 1308.

[203] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 147-148.

[204] Yunus Sûresi,  ayet. 62-64.

[205] Fahruddin Er-Razi, Tefsirü Kebir. C.V. s. 682; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili. C. IV, s. 2730.

[206] Et Bakara Sûresi, âyet. 257.

[207] El-A'raf Sûresi âyet. 196.

[208] El-Maide Sûresi, âyet. 55.

[209] Teftazanî, Şerhü'l-MekasuL C. II, s. 203.

[210] Harputî, ag.e.t s. 369.

[211] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 149-151-152.

[212] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 152.

[213] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 152.

[214] Yunus Sûresi, âyet. 62, 63.

[215] El- Bakara Sûresi, âyet. 177.

[216] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 153.

[217] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 153-154.

[218] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 154.

[219] Hamdı Yazır, a.g.e., C. I.s. 599.

[220] Er-Razl, a.g.e,, C. II, s. 145; Hamdi Yazır, a.g.e., C. 1 s. 598-599.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 154-155.

[221] Tabert (Hamdi Yazır, a.g.e., C. IV. s. 2731'den naklen).

[222] Et-Feth Sûresi, âyet. 29.

[223] Tâcü'l-Usûl fî Ahâdisi'r-Resul. C.V, s. 83.

[224] Er-Razi. a.g.c, C.V, s. 14; Hamdı Yazır, a.g.e.t C. IV, s. 2731; Tefsîrü îbni Kesir. C. II. s. 422.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 155-156.

[225] Yunus  Süresi. âyet. 63.

[226] Yunus Süresİ, âyet 64.

[227] Er, Razi  a.g.e., C.V, s. 14.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 156-157.

[228] El-Bakara Sûresi, âyet. 257; Er-Razi, a.g.e., C.V, 5. 14.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 157-158.

[229] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 158-159.

[230] Âli İmran Sûresi, âyet. 37.

[231] El-Kehf Sûresi, âyet. 9-10.

[232] En-Neml Sûresi, âyet. 38-40.

[233] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 159-161.

[234] Buhari C. II, s. 29; Müslim. C. IV, s. 2099.

[235] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 161-162.

[236] Teftazanî, a.g.e., C. II, s. 204; Er-Razİ» a.g.e., C. V. S 685; Davudü'l-Karşî, Şerhu Nûniye, s. 85-86.

[237] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 163-164.

[238] Yunus Sûresi, âyet. 62.

[239] El-Bakara Sûresi, âyet. 257.

[240] El-Mâide Sûresi, âyet. 54.

[241] El-Bakara Sûresi, âyet. 165.

[242] El-Bakara Sûresi, âyet. 222.

[243] Buhari Nevevl, (Hasan Hüsnü    Erdem, ttâhî Hadis-ter. Diyanet îşleri Bask. Yy. 31/4, 1963, s. 31'den nak­len).

[244] Dürrü'n-Nadîd min Mecmuati't-Hafid s. 78.

[245] Er-Razi,a.g.e., C. V, s. 687-688.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 164-167.

[246] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 167.

[247] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 167-168.

[248] El-Bakara Sûresi, âyet. 23-24. 168

[249] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 168-169.

[250] Cürcanî, a.g.e., C. II, s. 410-412. 170.

[251] El-A'raf Sûresi, âyet. 121-122.

[252] El-Îsra Sûresi, âyet, 88.

[253] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 169-172.

[254] Harikalar hakktnda daha geniş bilgi için bkz. Er-Razi. a.g.e., C. IV, s. 478-479; Teftazanî. a.g.e., C. Iî, s. 171; Cürcanî. a.g.e., C. II, s.    423-424;  El-Hüsnü'UHamlde li Muhafazalı Akaid'l-îsîâmiyyc, s. 80-87.

[255] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 172.

[256] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 173.

[257] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 173.

[258] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 173.

[259] Et-A'raf Sûresi âyet. 182-183.

[260] El-En'am Sûresi, âyet. 44.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 174-175.

[261] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 175-177.

[262] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 177-179.

[263] Er-Razl, a.g.e., C.V, s. 690-691; Tcftazanî, a.g.e., C. II. s. 204; Ramazan Efendi, a.g.e., s. 209.

[264] Cclâlüddin Es-Suyutî, Camiu's-Sağîr, C. I, s. 21.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 179-180.

[265] Yunus Sûresi, âyet. 62.

[266] Yusuf Sûresi, âyet. 87.

[267] El-A'raf Sûresi âyet. 99.

[268] El-Maide Sûresi, âyet. 116.

[269] El-En'am Sûresi, âyet 160.

[270] El-Enfât Sûresi, âyet. 38.

[271] Er-Razi, a.g.e., C.V, s. 694.

[272]İîmam Rabbanî, Mektubat, C. I, s. 138-139.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 180-184.

[273] Vera:   Şüpheli şeyleri dahi  terk  ederek     bütün  ha­ramlardan  sakınînsk ve bütün faziletleri yapmaklır. Kişide marifet nurlan parıldadıkça ve kendisinde ba­zı  fevkalâde  halîçr  zuhur ettikçe  Allah'tan     verasi (korkusu) daha da çoğalmahdır.

[274] İslâm Dininde nasiar (âyet, hadis), zahirleri üzerine hamledilir. Nasların zahirinden sapıp batın ehlinin id­dia ettikleri  mânâlara inanmak  zındıklıktır.  Bütün ehl-i sünnet âlimlerinin; bu hususta ittifakları vardır.

[275] Zira. bir kimse, İslâm'da haram olan şeyleri irtikap ederken, kendisinden zuhur eden harikalar keramet olmaz; aksine İstidrac olur.

[276] Muhammed Hadimi. Şerhti Berîka, C. 1, s. 146.

[277] A.g.e., C. I, s. 144-150.

[278] Rabbani, a.g.e., C. II, s. 96-96. (55. mektup)

[279] Ömer Nasuhİ Bilmen, Mtıvazzah İlmi Kelâm, s. 42.

[280] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 185-188.

[281] Suyutî, a.g.c.t C. II, s. 13. Tirmizi Müsned, İbnü Hibban ve Ebu Yala'dan naklen)

[282] Maverdî, El-Ahkâmii's-Sulıaniyye ve Vel-Vilâyetü'd Di-myye. Kahire, 1386. s. 5: Teftazanî, a.g.e, C. II, s. 271.

[283] Cürcanî, a.g.e., C. II. s. 261.

[284] Teftazam, a.g.e., C. II, s. 271.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 189-191.

[285] Maverdî, a.g.e., s. 5.

[286] Teftazanî, a.g.e., C. II, s, 271.

[287] En-Nisa Sûresi, âyet: 59.

[288] Müslim.

[289] Buhari 86/31; Müsned. 1/5; TabakatÜ İbnı Sa'd 3/129; Siretü îbni Hişam. 1019.

[290] Teftazanî, a.g.e., C. II. s. 272; Cürcanî, a.g.e., s. 263.

[291] Müsned ve Taberanl

[292] Maverdî, a.g.e., s. 17.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 192-194.

[293] Buhari 93/4.

[294] Buhari, 93/1; Müslim. 33/32; Nesâl 39/23.

[295] Maverdî, a.g.e., S. 17.

[296] Müslim. 33/49; Tirmizt. 31/30; Ebu Davud, 89/26.

[297] Buharî, 56/108; Müslim. 33/38; Ebu Davud.  15/87; Tirmizi 21/28; Nesâl 39/35; Ibnü Mace. 24/39.

[298] Harputî, a.g.e., s. 438

[299] İbnii Nüceym, Kitabü't-Eşbah ve'n-Nezahir Aîâ Mez-hebi'l-îmami't-Azam  Ebî Hanifeti'n-Nutnan.   Kahire, 1322, s. 157.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 194-196.

[300] Mavcrdl, a,g.e., s. 6.

[301] A.g.e.. s. 15.

[302] A.g.e., s. 16.

[303] Cürcanî, ag.e.. C.  III, s. 26.

[304] Müslim, 33/61.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 196-199.

[305] Teftazanî, a.g.e., C. II. s. 274; Cürcanî, a.g.e., s. 268.

[306] İbnü Nüceym. a.g.c, s. 151-156.

[307] Maverdî, a.g.c, s. 7.

[308] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 199-201.

[309] Ebu Davud Tayalisî, Müsned. s. 926.

[310] Şeyh Nizam v.d., Feteva-i Hindiyye. C. Hî, Mısır, 1310, s. 317.

[311] Teftazanî, a.g.e., C. II, s. 317.

[312] Harputî, a.g.e., s. 425-427.

[313] El-Bakara Sûresi, ayet. 30.

[314] El-Bakara Sûresi, âyet. 124

[315] El-Fetih Sûresi, âyet. 10.

[316] Suyutî, a.g.e., C. II, s. 205. (TirmizVden naklen)

[317] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 201-202.

[318] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 202-204.

[319] Curcanî a.g.e. C. III, s. 265.

[320] Harputî. a.g.e., s. 431.

[321] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 204-205.

[322] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 205-206.

[323] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 206-207.

[324] Yusuf Sûresi, 87.

[325] El-A'raf Süresi, âyet. 99.

[326] Müslim. 39/35; Ebu Davud. 22/21.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 209-212.

[327] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 213-216.

[328] İsra  Sûresi, ayet,  1.

[329] El-Müddessir Süresi, âyet. 31.

[330] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 216-220.

[331] Müslim. 21/278; Tacü'l-Usûl Fi Ahadisi'r-Restıt. C. III, s. 261.

[332] Hamdi Yazır,a.g.e.,  C. IV,  s. 3146;     Davudul-Karsî; a.g.e.. S. 73.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 220-222.

[333] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 222-223.

[334] El-İsra Sûresi, âyet. 22.

[335] El-Îsra Sûresi, âyet, 23.

[336] El-İsra Sûresi, âyet. 26.

[337] El-İsra Sûresi âyet. 27, 29.

[338] El-İsra Sûresi, ayet. 31.

[339] El-İsra Sûresi,  âyet. 32.

[340] El-İsra  Süresi, âyet. 33.

[341] El-İsra Sûresi, âyet. 34.

[342] El-İsra Sûresi, ayet. 35.

[343] El-İsra Süresi, âyet. 36.

[344] El-İsra  Sûresi,  âyet. 37.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 223-224.

[345] Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., s. 255.

[346] Tefsir-i Allâme Ebu's-Suud (Tefsir-i Kebir'in kenarın­da). C. V, s. 544.

[347] El-lsra Sûresi, âyet. 1.

[348] Fahrüddin Er-Razi, a.g.e., C.V. s. 545.

[349] Hamdi Yazir, a.g.e., C.V, s. 3152.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 224-226.

[350] Hızır Bey. a.g.c. Beyit. 56.

[351] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 226-227.

[352] A.g.e., Beyit. 55.

[353] Aliyyüikarî, Şcrhü'l-Etnali. s. 20.

[354] Teftzanî. Şerhü'l-Akaid, s. 174.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 227-228.

[355] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 228-231.

[356] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 231-232.

[357] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 232-234.

[358] lbnü'l-Hacib, Muhtasaru'l Münîchâ, C. II, s. 305.

[359] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 234-235.

[360] Ebu Saidi'l-Hadimî, Mecmaıt'l-Hakaik. s. 305.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 235-236.

[361] İbnul-Hümam, Fethu'l-Kadir Atâ Şerhi'l Hidaye, C. VI, s. 360.

[362] Ebu Saidil-Hadimî, (i.g.e., s. 304; İbnü'l-Hacib, a.g.e,f C. II, s. 309.

[363] Ebu Saidi'l Hadimî, El-Berika, C. I, s. 103.

Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 237-238.

[364] Teftazanî, Teftazanî, Şerhü'l-Mekasid. C. II, s. 365.

[365] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 238-240.

[366] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 241-275.

[367] El-Mü'min Sûresi, âyet. 78.

[368] Kabirde, ölüye Rabbi, Hini ve Peygamberi    hakkında meleklerin sorduğu sorular.

[369] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 275-282.

[370] Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri Akaid, Bayrak Yayınları: 287-288.