Ruhlar Kadîm Midir, Yoksa Hadîs Mahluk Mudur?
Ruhlar Mı Cesetlerden Önce Yaratılmış Yoksa Cesetler Mi Ruhlardan Önce Yaratılmıştır?
Ruh Ve Nefis Aynı Şeyler Mi, Yoksa Birbirinden Farklı Şeyler Mi?
Ruh Bir Tane Mi, Yoksa Üç Tane Midir?
Ruhlar, Allah'ın (cc) emrinde olmakla yaratılmış, hadis olunca, Allah'ın emri, nasıl yaratılmış, hadis olabilir? Yüce Allah, Âdemoğluna kendi ruhundan üflediğini bildirmiştir. İnsan ruhunun, Allah'ın ruhuna izafe edilmesi onun kadîmliğine delalet eder mi yoksa delalet etmez mi? Allah'ın ruhuyla kulun ruhu arasındaki izafet nedir? Yüce Allah (cc) Hz. Adem'i kendi eliyle yarattığını,ona kendi ruhundan üflediğini bildirerek yaratan elini ve kulun ruhunu bir yönüyle kendisine izafe etmiştir.Bu mesele, bilgi sahiplerinin hataya düştüğü, birçok insanın sapıttığı bir meseledir. Rasûlü'ne uyanları Yüce Allah, hidayete erdirerek apaçık gerçeğe, belirmiş doğrulara erdirmiştir. Rasûllerin hepsi ruhların, hadis, yaratılmış, düzene konmuş, terbiye altına alınmış olduğu konusunda icmâ etmişlerdir. Rasûllerin getirdikleri dinlerden, zorunlu olarak bu anlaşılır. Yine Onların dinleri, alemin hadis olduğunu, bedenlere girişlerinin zorunluluğunu da bildirmiştir. Tek başına Yüce Allah, yaratandır. O'nun dışında kalanlar ise O'nun yarattıklarıdır. En hayırlı neslin üç halkasını oluşturan Sahabe, Tabın ve Tebe'ü Tabîn nesli, aralarında ihtilaf olmaksızın ruhun hadis ve yaratılmış olduğunda birleşmişlerken Kur'ân ve sünneti yeterince anlayamayan bir grup insan çıkmış, Allah'ın emrinin, yaratılmış olamayacağı deliliyle ruhun da yaratılmamış, kadîm olduğunu ileri sürmüştür. İddiaya göre Allah (cc) ruhu, ilmini, Kitab'mı kudretini, işitmesini, görmesini ve elini kendisine nisbet ettiği gibi onu da kendisine nisbet etmiştir. Bazıları da konuyla ilgili hiçbir görüş belirtmeyerek: "Ruha, yaratılmış da, yaratılmamış da diyemeyiz" demişlerdir.Bu soru, Isbahan hafızı Ebû Abdillah b. Mendeh'e soruldu da o şöyle dedi: "Adamın biri, Allah tarafından yaratıklara, bedenlere güç kaynağı olarak verilen ruhtan sordu. Bu adamın anlattığına göre bir kısım insanlar, ruhun yaratılmamış olduğuna kanî imişler. Bazıları da, sadece kûdsî ruhların yaratılmadığına, onların Allah'ın zatından geldiğine kanî imişler. Simde ben mütekaddimin ulemânın farklı görüşlerini zikredip bunlardan Kur'ân'a, sünnete Sahabenin Tabın ve ilim ehlinin görüşlerine uygun olanları belirteceğim. Daha sonra da Kur'ân ve sünnette zikredilen ruhun kısımlarını anlatıp bilgisizce ruhta konuşanların n hatalarını ve bu görüşlerin cehm[1] ve taraftarlarının görüşlerine uygun olduğunu belirteceğim. Başarı Allah'tandır, Ruhların bilinmesi ve nefisteki yeri hususunda da farklı görüşleri ileri sürülmüştür.Birinci Görüş: Ruhların tamamı yaratılmıştır. Ehli sünnetin görüşü budur. Delilleri de Rasûlullah'tan gelen şu hadistir: "Ruhlar, toplanmış ordulardır. Tanışanlar birbirlerine yaklaşırlar. Tanışmayanlar ise birbirinden ayrılırlar"[2]Ruhların toplanmış ordular olması, yaratılmış olduklarına delildir.İkinci Görüş: Ruhlar Allah'ın emrindedir, Yüce Allah ruhun hakikat ve ilmini insanlardan gizli tutmuştur. "De ki, ruh Rabbimin emrindedir[3] âyeti bunu gösterir.Üçüncü Görüş: Ruhlar, Allah'ın nurlarından bir nur, hayatından bir hayattır. Rasûlullah bir hadiste: "Allah, ruhu karanlıkta yarattı sonra onların üzerlerine nurunu indirdi.[4] Bu üç görüşten sonra, Abdullah b. Mendeh ruhlarla ilgili diğer farklı görüşleri zikreder: Ruhlar ölür mü ölmez mi? Beden-lerdeki ruhlar Berzah'ta ve Ölümden sonra da kalacağı yerde azap görürler mi? Ruh nefis midir yoksa nefisten ayrı bir şey midir?Muhammed b. Nasr el-Mervezî de kitabının bir yerinde der ki: "Zındık ve Rafîzilerden bir grup, Hıristiyanlar nasıl Hz. isa'nın ruhunu yorumlamışlar bazıları da nasıl ruhun, Allah'ın zatından ayrılarak mü'min olduğunu söyle-mişlerse aynı şekilde bunlar da Hz. Âdem'in ruhunu öyle yorumlamışlardır. Bazı Hıristiyanlar hem îsâ'ya hem de Meryem'e tapar. Çünkü onlara göre îsâ, Allah'ın Meryem'de bulunan ruhudur
EKSİK
zannetmişlerdir. Şu yorum da buna benzer: "Nur, Rabb'den gelir yaratılmamıştır" iddialarını şöyle sürdürüyorlar: "Hz. Âdem'den sonra insanlar O'nun vâsisi oldular. Her bir peygamberin bir vasîsi bulunur. Nihayet bu vasilik Hz. Ali'ye, sonra Hasan ve Hüseyn'e geçerek bunlara bağlı
imam ve vâsilere geçer. Bu bakımdan Şii imamlar her şeyi bilirler, kimseden birşey öğrenmeye ihtiyaç duymazlar."Hz. Âdem'in ruhuyla Hz. îsâ'nın ve diğer insanoğlunun ruhları arasında fark olmadığında; hepsinin yaratılmış olduğunda; Yüce Allah yarattıktan, meydana getirip şekil verdikten sonra diğer ruhlar gibi bunların ruhunu da kendisine izafe ettiği konusunda müslümanlar arasında ihtilaf yoktur. Çünkü âyeti celîlede: "Yerde ve gökte ne varsa hepsini bir lütuf olarak size boyun eğdirdi[5]Duyurulmaktadır.Şeyhülislâm İbni Teymiyye der ki: "Selef âlimleri ve ehli sünnet imamları, ruhun yaratılmış olduğunda ittifak etmişlerdir." Alimlerin, ruhun yaratıldığı konusunda icma ettiklerini birçokları haber vermiştir. Çağının icma ve ihtilaflarını en iyi bilen meşhur âlim Muhammed b. Nasr el-Mervezî ve Ebû Muhammed b. Kuteybe bunlardandır. İbni Kuteybe Kitabu'l-Lafız'da ruhtan bahsederken der ki: "Nesim, ruh demektir. Alimler, Yüce Allah'ın deneyi başağından çıkaran ve nesemeyi de yani ruhu da yaratan olduğunda icma etmişlerdir." Ebû Ishâk b. Şakilâ'da ruhla ilgili görüşlerini açıklarken: "Allah sana rahmet etsin. Ruh yaratıldı mı yoksa yaratılmadı mı?" diye soruyorsun? Şüphesiz gerçeğe en uygun olam, ruhun yaratılmış varlıklardan olmasıdır. Ruh meselesinde, kudretli büyük âlimler görüşlerini açıklamışlar; ruhun mahluk olmadığına inananların görüşlerini reddetmişlerdir" demektedir. Hafız Ebû Abdullah b. Mendeh, ruhla ilgili hacimli bir eser yazmış; daha önceleri ise Muhammed b. Nasr el-Mervezî, Şeyh Ebû Saîd el-Harrâz, Ebû Yakup en-Nehrücevrî ve Kadı Ebû Ya'lâ gibi birçokları bu konuyu işlemişlerdir. Seçkin âlimler, îsâ b. Meryem'in ruhunu, diğer ruhlardan farklı görenlere şiddetle karşı gelmişlerdir. Bunu zındıklara ve Cehmiyyeye reddiye yazan İmam Ahmed haber vermektedir. Cehmiyye'nin bir iddiası da şudur: "Yüce Allah'ın "Meryem oğlu îsâ Mesih, Allah'ın elçisi, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur[6] âyetinden, Kur'ân'm mahluk olduğunu anlıyoruz. Çünkü İsâ mahluktur." Onlara şöyle karşılık veririz: "Allah'ın Kur'ân'ını anlayamamışsın. Çünkü Hz. îsâ hakkında söyledikleri Kur'ân'da yoktur. O, doğrulmuştur, çocuktur, oğlandır; yemek yer, su içer; buyruk ve yasağa muhataptır; müjde ve korku O'nun için de geçerlidir. Sonra O Hz. Nuh'un, Hz. İbrahim'in zürriyetindendir, O halde Kur'ân'm söylemediğini bizim Hz. îsâ hakkında söylememiz helal olmaz. Onların Hz.b îsâ hakkında söylediklerini acaba Kur'ân da söylemiş mi? "Meryem oğlu îsâ Mesih, Allah'ın Rasûlüdür. O'nun Meryem'e attığı kelimedir ve O'ndan da bir ruhtur" âyetinde sözü edilen kelime, Hz. îsâ'ya "ol" demesi sonucu onun olmasıdır. Yoksa îsâ "ol" yani kendi kendine olan değildir, "ol" emriyle olmuştur. "Ol" hitabı, Allah'ın sözüdür, yaratıkların "ol" demesi değildir. îsâ'nın yaratılması hususunda Hıristiyanlar ve Cehmiyye Allah'a yalan isnat etmektedirler. Cehmiyye diyor ki: "O, Allah'ın ruhu ve kelimesidir, fakat Allah'ın kelimesi mahluktur." Hıristiyanlar ise: "îsâ, Allah'ın ruhu ve zatının kelimesidir" demektedirler. Bunlara göre "bu bez şu elbisenindir" sözüyle "Allah'ın kelimesi" aynı manayadır. Biz de diyoruz ki: "îsâ'nın Allah'ın kelimesi olması, yaratılışı itibariyledir. Yoksa O, kelimenin kendisi değildir. Asıl kelime, "ol" buyruğudur. "Allah'tan da bir ruhtur" âyetinde ruh, emri manasınadır. Aynı mana "şu âyette de vardır." O, gökte ve yerde ne varsa hepsini, kendisinden bir lütuf olarak size boyun eğdirdi.[7] Kendisinden lütuf olması demek, emriyle manasınadır. "Allah'ın ruhu" ifadesinin tefsiri, Allah (cc) yaratırken yalnızca emretme sîgasıdır. Buna benzer bir kullanılış da: "Allah'ın kulu, Allah'ın semâsı, Allah'ın arzı" ifadeleridir. Yüce Allah, Mesih'teki ruhun mahluk olduğunu bildirince diğer ruhlar niye mahluk olmasın? Kulu ve Rasûlü olan isa'nın ruhunu, kendine nisbet eden Yüce Allah'ın o ruhu Meryem'e göndermesi, O'nun kadîm olduğuna, mahluk olmadığına delil olmaz. Yüce Allah buyuruyor ki: "Biz de ruhumuzu O'na gönderdik. O, ona düzgün bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: "Ben senden, çok esirgeyen Rah-man'a sığınırım. Ruh dedi ki: "Ben, sadece Rabb'ının elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuğu hediye edeyim diye geldim."[8] İşte burada sözü edilen ruh, Allah'ın kulu ve elçisi olan Allah'ın ruhudur.[9]inşallah ileride Allah'a nispet edilen şeylerin kısımlarını; izafe edilen şeylerin Allah'ın kadîm sıfatı olmadığını ve Allah'ın sıfatlarının da yaratılmamış olduğunu açıklayacağız.
FASIL
Ruhun yaratılmış olduğunun delilleri:
Birincisi: "Allah, herşeyin yaratıcısıdır"[10]âyetidir. Yaratma lafzı, umumdur, hiçbir surette tahsis yoktur. Sıfatları ismiyle müsemmasma ait olduğundan dolayı bu lafzın içine girmez. Allah (cc) kemal sıfatlarıyla mutta-sıftır; ilmi, kudreti, hayatı, iradesi, işitmesi duyması ve diğer sıfatları isminin müsemmasma ait olup hiçbir surette zatı yaratılmış şeylerden olmadığı gibi sıfatlan da yaratılmış şeylerden değildir. Allah (cc) hem zatıyla hem de sıfatlarıyla yaratandır, O'nun dışındakiler mahluktur.Buna göre ruh, ne Allah'ın zatıdır ne de sıfatlanndan biridir. Allah'ın yarattığı şeylerdendir. Meleklerin, cin ve insanların yaratılması nasılsa ruhun yaratılması da öyledir.
ikincisi: Hz. Zekeriyya hakkında Yüce Allah'ın: "Daha önce sen hiçbir şey değilken Ben seni yarattım[11] âyeti. Bu hitap, Hz. Zekeriyya'nın hem ruhuna hem bedenine yöneliktir, sadece bedenine yönelik değildir. Çünkü be-
den, tek başına ne bu sözü muhatap olabilir, ne bunu anlayabilir ne de düşünebilir. Öyleyse bu, anlayan, düşünen ve söze muhatap olan ruhtur.
Üçüncüsü: "Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah (cc) yaratmıştır[12] âyeti.
Dördüncüsü: "Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: Âdem'e secde edin dedik"[13] âyeti. Cumhur âlimlerin de dediği gibi bu haber, ya ruhlarla beraber bedenleredir ya da henüz bedenler yaratılmadan önce sadece ruhlaradır. Her iki durumda da ruhlann yaratıldığı burada açıklanmaktadır.
Beşincisi: Nasslardan, Allah'ın hem bizim, hem bizden önceki atalarımızın hem de herşeyin Rabbi olduğunu anlamaktayız. Allah'ın bu Rabbliği bedenlerimizle birlikte ruhlarımıza da şamildir. Bedenlerin O'nun Rabbliği-nin terbiyesinde, idaresinde olması gibi ruhlar da terbiyesindedir; idaresin-dedir. Bu takdirde terbiye altında, idare altında bulunan herşey yaratılmıştır, mahluktur.
Altıncısı: Kur'ân'm ilk sûresi olan Fatiha sûresi de ruhların yaratıldığını belirtmektedir. "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun"[14] Ruhlar, âlemdendir ve Allah, ruhların da Rabbidir. Fatiha sûresinin ilk âyeti bu. İkinci âyet: "Yalnız Sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz"[15] âyetidir. Demek ki ruhlar da ibadet etmekte, yardım dilemekte. Ruhlar yaratılmamış olsalardı ne ibadet ederlerdi ne de yardım dilerlerdi.
Yine bu sûrede ruhların, yaratıcısına, Rabbine muhtaç olduğu, Allah'tan kendilerini doğru yola götürmesini istedikleri belirtilmektedir.Yine bu sûrede, rahmetiyle ruhlara nimet verdiği, sapıtarak, bedbaht yaparak da ruhlara gadap ettiği belirtilmektedir. Nimet görmek veya sapmak sahip olunan, terbiye edilen şeyin özelliğidir; kadîm olanın değil.
Yedincisi: Nasslardan, insanın yalnızca kul olduğunu; kulluğunun ise ruh olmadan sadece bedene mahsus olmadığım anlamaktayız. Kullukta ruh asıldır. Beden ise diğer hükümlerde olduğu gibi ruha bağlıdır. Bedeni hareket ettiren, kullanan ruh olunca, kullukta da bedenin ruha uyması gerekir.
Sekizincisi: "İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?"[16] âyetidir. İnsan ruhu kadîmse, onun da önceden anılan bir şeyinin olması gerekir. Şairin de dediği gibi insan, ruhla insandır, bedenle değil. Şair der ki:"Ey hizmetçi beden. Ruha hizmette ne kadar da çok hata ettin. Senin insanlığın bedenle olmaz, ruhla olur."
Dokuzuncusu: Nasslardan, Allah (cc) varken hiçbir şeyin olmadığını anlıyoruz. Sahîh-i Buharî'de İmran b. Husayn'dan gelen bir rivayette Yemenliler Rasûlullah'a dediler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, dinî senden öğrenmek, müslüman olmak için ne gerektiğini sormak için geldik." Rasûlullah onlara: "Allah vardır. Başkası yoktur. Arşı, suyun üzerindedir. O, olacak herşeyi levh-i mahfuza yazmıştır" karşılığım verdi.[17] Bundan anlıyoruz ki var oluşta Allah kadar ezelî ruhlar yoktur. O, bundan yücedir. O, tek başına ilktir. Öncelikte hiçbir şekilde başkaları O'na ortak değildir.
Onuncusu: Yine nasslar meleklerin de yaratıldığını belirtmektedir. Melekler var olmak için bedene muhtaç değildirler. İnsan bedeni ve ruhu yaratılmadan önce melekler yaratılmıştı. Âdemoğlunun bedenine ruhu üfleyen melek hadis olunca, üfürülme ile hadis ruh nasıl kadim olabilir? Bu mugalatacılar zannediyorlar ki, elçinin giyinmek için insana elbise göndermesi gibi
EKSİK
sebebi olmaktadır. Nitekim cimada meni akıtmak insan bedeninin oluşmasının sebebi, gıda almak da bu bedenin gelişmesinin nedenidir. Öyleyse ruhun maddesi, meleğin üfurmesidir; bedenin maddesi ise rahme atılan sudur. Maddelerden biri semâdan diğeri ise yerden gelmektedir. Bazı insanların semâdan gelen maddesi çok olur; böylece ruhları da meleklerinki gibi yüce ve şerefli olur. Bazılarının maddesi ise yerden daha çok gelir, böylece alçak ruhlannki gibi bu ruhlar alçak, toprak cinsinden ve değersiz olur. Yani melek, ruhun babasıdır, toprak ise bedenin, cismin...
Onbirincisi: Sahih-i Buharî ve değerlerinde Ebû Hureyre'den gelen şu hadis. Rasûlullah buyuruyor ki: "Ruhlar, toplanmış ordulardır. Tanışanlar birbirine yaklaşır. Tanış amayanl ar ise birbirinden uzaklaşır.[18] Toplanan ordular ancak yaratılmış olur. Bu hadisi Rasûlulah'tan, Ebû Hureyre, mü'minlerin annesi Âişe, Selmanî el-Farîsî, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ûd, Abdullah b. Anır, Ali b. Ebî Talib ve Amr b. Abese rivayet etmişlerdir.
Onikincisi: Ruhun vefat etme, kabzedilme, tutulma ve salıverilme gibi özellikleri vardır. Bu özellikler ise yaratılmış, hadis ve terbiye altındaki varlıklara aittir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: "Allah ölmekte olan canları alır; ölmeyenleri de uykularında alır. Sonra Ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini ise belli bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.[19] Âyeti celîlede geçen can, kesinlikle ruhtur. es-Sahîhayn da Abdullah b. Ebî Katâde el-Ensari'nin babasından şu rivayeti nakledilir: "Bir gece Rasûlullah 'la beraber sefere çıktık. "Ey Allah'ın Rasûlü, dinlenmemiz için biraz bize mola versen" dedik. Dedi ki: "İyi ama uyumanızdan korkuyorum." Dedi ki: "Bizi namaza kim kaldıracak?"Habeşi Bilal: «Ben kaldırmm" deyince Rasûlullah, onlara istirahat verdx. insanlar uyumaya-başladilar. Bilal, bir ara bineğine yaslandı, o da uykuya daldı. Güneş yeni çıkmıştı ki Rasûlullah uyandı ve: "Bilal nerede bize verdiğin söz ne oldu?" diye Bilal'e sordu. Bilal de: "Seni hak üzere gönderen Allah a yemin olsun ki hayatımda böyle uyku basmamıştı" karşılığını verdi. Bunun Üzerine de Rasûlullah: "Allah dilediği zaman ruhunuzu alır, dilediği zaman da verir" buyurmuştur.[20] Allah, kişinin ölmesini isteyince bu ruhu tutar, Ölümünü istemediğini ise uykuda ölüm meleği tutar. Ölüm meleği, insanları öldürmekle görevli Allah'ın elçileridir. Önce ölecek kimsenin başına varır, ruhu bedenden zorla çıkarır, cennet veya cehennem kefeniyle kefenlendikten sonra onu semâya zorla çıkarır. Semâda melekler ona salat okurlar veya lanet ederler. Oradan Rabbinin huzuruna götürürler. Allah, hakkında hüküm verdikten sonra da yeniden arza indirilerek ölülerin arasına, bedenine konur. Burada sorguya çekilir, denenir. Duruma göre ya azap görür ya da nimet. Salih ruh, yeşil renkli kuşların karınlarına konur, böylece o cennet nimetlerinden yer, içer. Âsi ruh ise sabah akşam ateşe atılır. Demek ki iman eden, küfreden, itaat eden, isyan eden ruhtur. Kötülüğü emreden ruhtur. Kendini kınayan ruhtur. Rabbiyle, buyruğu ve zikriyle sükun bulan da ruhtur. Azap çeken, nimet gören; mutlu olan, mutsuz olan; tutulan, salıverilen; sıhhatli olan, hasta olan; tadan, acı çeken; korkan, hüzünlenen de ruhtur ki bütün bu sıfatlar yaratılmış, sonradan olmuş şeylerin isimleridir, yaratılan şeylerin özellikleri ve Barî'sinin, yaratıcısının meydana getiricisinin iradesi altında, idare edilen, yönlendirilen, terbiyeye tâbi tutulan varlıkların hususiyetleridir. Rasûlullah uyuyacağı zaman şöyle duâ ederdi: "Allahım, ruhumu yaratan da, alan da sensin. Onu öldürmek, yaşatmak senin elindedir. Eğer onu tutarsan ona merhamet et. Eğer onu salıverirsen salih kullarının ruhlarım koruduğun gibi onu da koru.[21] Yani, bedenleri yaratan nasıl Allah ise ruhları yaratan da O'dur. Âyeti celîle de şöyle buyurulmaktadır: "Ne yerde ne de canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, yazılmış ezelî bilgimizde sabit olmuş olmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır.[22] Âyetin yorumlanmasında şu görüşleri ileri sürüldü, a) Yani musibeti yaratmadan önce yazmıştık, b) Yeryüzünü yaratmadan Önce c) Ruhları yaratmadan önce. Bu üçüncüsü daha doğrudur. Her üçüncü de yani musibeti, yeryüzünü ve ruhları yaratmadan önce yazılmıştır diye de denilseydi daha iyi olurdu.Ruh, nasıl yaratıcıya muhdise muhtaç olmadan kadîm olabilmekte. Ruhların muhtaçlığı, gereksinmesi ve zorunluluğu, onların yaratılmış ve terbiye altında olduğuna; zat, sıfat ve fiillerinin varlığı Rabbine, yaratıcısına bağlı olduğuna; tek başlarına ise hiçbir şey olmadıklarına güzel bir delildir. Ruh, bizzat kendine ne zarar verebilir ne de fayda; ne ölüm, ne hayat ne de yeniden kendi kendine dirilebilir. Allah'ın dilediği dışında hayra ulaşamaz. Allah'ın koruması ölçüsü dışında kötülükten uzak duramaz. O'nun hidayeti olmadan kendini düzeltemez. Öğrettiğinin dışındakileri bilemez. Kalbine ilham ettiği dışındakilere muttali olamaz. Ruhu yaratan, düzelten, ona isyanı da korunmayı[23] da ilham eden Allah'tır. Yüce Allah, ruhu, iyi ve kötü fiilleriyle beraber yarattığını belirtmiştir.[24] Bu şu görüşlerin karşısındadır. "Ruhlar yaratılmış değillerdir" ve "ruhlar her ne kadar yaratılmış olsalar da Allah, ruhların fiillerini yaratan değildir. Ruhlar fiillerini kendileri yaratırlar." Bu görüşler sapıklara aittir.[25]Şu da bilinmektedir ki eğer ki ruh kadım olup yaratılmamış olsaydı, varlığında sıfatlarında ve kemalinde kendine yeterli olurdu. Ruhun kadîmliğini söylemek bu itibarla çok yanlıştır. Çünkü ruhun Yüce Allah'a var oluşta, kemâlde ve ıslahta muhtaç olması zatının gereğidir; bir illetle muallel değildir. Çünkü bu iş zatî bir iştir. Yaratıcısına, meydana getiricisine nasıl muh-taçsa bu da zatının gereklerinden olarak O'na muhtaçtır; bir illetle illetlen-miş değildir. Müstağni olan bizzat Allah'tır, O'na muhtaç olan da bizzat ruhtur. Ezelî olmada, rububiyette ve tam hakimiyette Allah'ın ortağı bulunmadığı gibi müstağni olmada da ortağı yoktur. Öyleyse ruhların yaratıldığına sonradan olduğuna delalet eden deliller aynı zamanda bedenlerin yaratıldığını, sonradan olduğuna da delalet etmektedir.Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise zengin ve hamde layıktır.[26] Bu âyet Allah'a yalnızca bedenlerin muhtaç olmadığını hem bedenlerin hem de ruhların muhtaç olduğunu belirtmektedir. Allah, mutlak zengindir, başkaları O'na ortak olamaz. Kulların kendisine muhtaç olacağını şu âyeti celîlelerde güzelce açıklamaktadır: "Ya can boğaza dayandığı zaman, siz can çekişen kimseye bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz. Eğer öldükton sonra cezalandırılmayacak iseniz, sözünüzde doğru iseniz bu ölen canı geri döndürün.[27] Yani siz, mülk terbiye altında olmayıp amellerinizin karşılığını görmeyecek iseniz, can boğaza gelince ruhları bedenlere haydi geri dönderin. Yahutta siz ruhların cezalandırılacağını, yaptıklarından sorguya çekileceğini bilmiyorsunuz.Yukarıda da belirtildiği gibi bu cevapta, ruhların hükümleri, durumları ve öldükten sonraki yerleri belirtilmektedir. Bu, aynı zamanda ruhun yaratıldığına, terbiye altında olduğuna ve kadîm olmadığına da delildir.Bazı tasavvufçıların, bi'dat ehlinîn ve Allah'ın Kitabı'm, Rasûlullah'm sünnetini anlayamayıp delilsiz olarak konuşanların sapıtmaları olmasaydı, bu konu delil göstermek gerekmeyecek kadar açıktı. Ama bunlar, nefisleri ve ruhlanyla ilgili konuşmalarında, insanların en cahilleri olduklarını gösterdiler. Aklın kolayca kavrayabileceği bir konuyu, insanın nefsi, sıfatları, fiilleri, uzuvları da şahitken nasıl inkâr edebilir. Bırakın bunları, yerde ve gökte bulunan bütün yaratıklar, ruhun da yaratıldığını, göstermektedir. Kısaca, Allah'ın dışında bulunan bütün varlıklar, ruhun yaratılmış olduğuna, Allah'ın da onun yaratıcısı, Rabbi, Barîsi ve Maliki olduğuna delildir. Kim bunu inkâr ederse görüşünü delillendirmesi gerekir.
Sözü edilen fırkaların Kur'ân'ın muhkem âyetlerini bir kenara bırakıp da müteşabih âyetler getirerek deliller getirmelerine gelince, bu her çeşit dalaletin ve bid'atın temelidir.Kur'ân'ın başından sonuna kadar içerisinde bulunan bütün muhkem âyetler, Allah'ın ruhların da yaratıcısı olduğuna delalet etmektedir.Yüce Allah'ın şu sözüne gelince: "De ki, ruh Rabbimm emrindedir.[28] Burada emirden maksat kesinlikle konuşma kısımlarından olan talep, istek manasına değildir. Eğer emir, kelam manasına gelseydi ruhun, Allah tarafından emredilen kelâm olması gerekirdi. Emirden maksat emredilen şeydir. Gerek arap dilinde, gerekse Kur'ân'da böyle kullanılışlar çoktur. Mesela, "Allah'ın emri geldi[29] âyetindeki emir, kaderi, kazası ve ruha "ol" deyip ruhun olmasıdır. Diğer bir âyette de: "Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'tan başka yalvardıkları tanrıları kendilerine hiçbirşey savamadı"[30] bu-yurulmuştur. Burada geçen emir de onların helak olmasına yönelik emirdir, yani emredilen şeydir. Yine "O kıyametin emri (işi), bir göz açıp
EKSİK
yoktur. Bu nedenle seleften bazıları bu âyeti şöyle yorumlamıştır: "Allah'ın emri, yaratıkların bedenlerine varır, O'nun kudretiyle bedende yer bulur."Âyette geçen ruhu, insan ruhu olarak alırsak durum bu. Ayette geçen ruhun anlaşılmasında selefle Halefin anlayış farkı vardır. Çoğu selefe hatta hepsine[31] göre âyette geçen ruh, Âdemoğlunun ruhları olmayıp, ruhlardan sorumlu olan ruhtur. Yani Allah'ın Kitabı'nda haber verdiği, kıyamet günü meleklerle birlikte kalkacak ruhtur, büyük melektir.[32] Bu, es-Sahih'te Ameş'in İbrahim'den onun da Alkame yoluyla Abdullah'tan rivayet ettiği hadiste sajait olmuştur. Abdullah anlatıyor: "Sıcak bir günde Rasûlullah'la beraber yürüyordum. Bir ara O, hurma dalına yorgunluktan yaslanmıştı. Biz otururken bir grup yahudi yanımızdan geçti. Birbirleri arasında "O'na ruhtan sorun" diye konuşuyorlardı. Bazıları: "Aman O'na ruhtan sormayın. Belk ki sevmediğiniz bir şeyden haber verir" dedilerse de "yine soracağız" dediler. Aralarından biri öne atılarak: "Ey Ebû Kasım, ruh nedir?" diye sordu. Rasûlullah susup cevap vermeyince kendisine vahiy geldiğini anladım, biraz yanından öteye çekildim. Vahyedilen âyet şudur: "Sana ruhtan sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.[33]Ayrıca ruhlar, vahiysiz bilinemeyecek bir emirden sorgulanacaklardır. Bu ise Allah katındaki insanlara öğretilmeyen ruhtur.Âdemoğullarımn ruhlarına gelince, bu gaybdan değildir. Çeşitli milletlerden birçok insan bu konuda görüş açıklamıştır. Bu ruhların durumlarını bilmek de nübüvvetin özelliklerinden değildir.[34]Eğer denirse ki: "Ebü'ş-Şeyh der ki: Bize Hüseyin b. Muhammed b. İbrahim İbrahim b. Hakem'den, o da babasından, o da Seddiî'den, o da Ebû Malik yoluyla İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakleder: "Kureyş, Ukbe b. Ebî Mu-ayt'la Abdullah" b. Ebî Ümeyye b. Muğire'yi Rasûlullah'm peygamberliği hakkında bilgi almak için Medine yahudilerine gönderir. Yahudilere vardıklarında derler ki: "Kendinin peygamber olduğunu söyleyen bir adam çıktı aramızdan. O, ne bizim dinimiz üzeredir, ne de sizin dininiz üzere." Yahudiler dediler ki: "Ona uyanlar kimler?" Ukbe ve Muğîre: "Güçsüzlerimiz, zayıflarımız, kölelerimiz ve hali vakti yerinde olmayanlardır. Kavminin eşrafi ise O'na uymamaktadırlar" karşılığını verdiklerinde Yahudiler dediler ki: "Bu zaman peygamber beklenen bir zamandır. Dediğinize göre bu kişi o adam olmalıdır. Gidin, O'na üç şeyden sorun. Eğer cevaplarını verirse bilin ki O, doğru bir peygamberdir. Eğer cevaplarını vermezse yalancılardandır. Allah'ın Hz. Âdem'e üflediği ruhtan sorun. Eğer "Allah'tandır" derse "kendisinden olan bir şeyi Allah nasıl cezalandırır?" diye sorun. Rasûlullah Cebrail'den Allah'tan bu konularda bilgi getirmesini isteyince şu âyeti celîle indi. "Senden ruhu sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin emrindedir[35]Ruh, Allah'ın bir yaratığıdır. Allah'tan değildir" buyurdu Rasûlullah...
Böyle bir senetle gelen hadisle hüccet olunmaz denmiştir. Çünkü bu Seddî'nin Ebû Malik'ten naklettiği bir yorumdur. İçerisinde münker şeyler vardır. Sahihlerde müsnetlerde sözkonusu bilgi istemekle ilgili rivayetlerin hepsi Seddî'den, gelen rivayetlere muhaliftir. Hadisi A'meş'le[36] Muğîre b. Muksim İbrahim'den o da Alkame'den, o da Abdullah'dan da rivayet etmişlerdir. Abdullah der ki: "Rasûlullah'la birlikte yürürken Yahudi bir topluluğa rasgeldik. Rasûlullah'a ruhtan sordular." Abdullah anlatıyor: "Rasûlullah, bir miktar sustu. Bu esnada O'na vahiy geldiğim sandım. Bu âyet-i celîle indi: "Sana ruhtan sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin emrindedir. Size ilimden çok azı verilmiştir.[37]Aynı şey Abdullah'ın kıraatında da vardır. Yahudiler dediler ki: "Ruhun Allah'ın (cc) emrinde olduğunu aynı şekilde Tevrat'ta da bulmaktayız." Cevr b. Abdülhamid ve başkaları Müğîre'den rivayet etmişlerdir.Yahya b. Zekeriyya b. Ebû Zaide Davud b. Ebû Hind'den, o da İkrime yoluyla İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakleder: 'Tahudiler Rasûlullah'a geldiler ve ruhtan sordular. Rasûlullah onlara hiç karşılık vermeyince, Yüce Allah şu âyeti indirdi: "Sana ruhtan sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin emrindedir. Size ilimden çok azı verilmiştir.[38]Bu hadis, Seddî'den gelen Yahudilerin Mekke'de Rasûlullah'a ruhtan sual sornıasıyla ilgili olan hadisin zayıflığını gösterir. Gerek bu hadis, gerekse Abdullah-b. Me'sûd'dan gelen hadis, Medine'de Yahudilerin doğrudan Rasûlullah'a sual sorduklarını ifade etmektedir. Yahudiler ayni şeyi Mekke'de de sormuş olsalardı, Rasûlullah susmaz, Allah'ın kendine vahyettiği şeyi hemen onlara bildirirdi.Ayetin yorumunda İbni Abbas'tan gelen rivayetler oldukça muzdariptir. Bu zayıflık, ya ravîlerden kaynaklanmakta ya da İbni Abbas'm sözlerinden. Bunu yukarıda zikrettik. Seddî'nin Ebû Malik'ten rivayeti, Davud b. Ebû Hind'den yaptığ rivayete muhaliftir. Davud b. Ebû Hind'in rivayetinde zayıflık vardır. Mesrûk b. Merzibân ile İbrahim b. Ebû Talib'in Yahya b. Zekeriy-ya'dan rivayet ettikleri hadiste ise: "Yahudiler Rasûlullah'a geldiler..." şeklinde geçmektedir.Muhammed b. Nasr el-Mervezî İshâk'tan, o da Yahya b. Zekeriyyâ'dan, o da Davud b. Ebû Hind'den, o da İkrime yoluyla İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakleder: "Kureyş, Yahudilere dedi ki: Birşey söyleyin de onu şu adamdan soralım." Yahudiler de: "O'na ruhtan sorun" deyince, "sana ruhtan sorarlar" âyeti indi.Bu, hem İbni Abbas'tan gelen diğer rivayete hem de İbni Mes'ûd'un hadisine aykırıdır.ibni Abbas'tan üçüncü bir rivayet daha gelmiştir. Heşîm anlatıyor. Bana Ebû Bişr, Mücahid yoluyla İbni Abbas'm şöyle dediğini söyledi: "De ki, ruh Allah'ın (cc) emrindedir. O, Allah'ın yarattığı şeylerdendir. Âdemoğluntın suretine benzer sureti vardır. Semâdan bir melek indi mi muhakkak yanında bir ruh olur.[39] Bu hadis, âyette geçen ruhun, Âdemoğlunda bulunan ruhtan ayrı olduğuna delildir.İbni Abbas'tan gelen dördüncü rivayette de: "İbni Mendeh anlatıyor: Abdullah b. Selam b. Harb Hasîf ten, o da Mücahid yoluyla îbni Abbas'tan şöyle nakleder: "Sana ruhtan sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin emrindedir." Sonra Hasîfin, İkrime yoluyla İbni Abbas'tan gelen rivayeti nakleder. İbni Abbas dört şey hakkında yorum yapmazdı. Bunlar ashab-rakim (Kehf ashabının isimlerinin bulunduğu kitabe ya da yanlarındaki köpeklerin adı), gıslîn (cehennemliklerin vücudundan akan cerahat), ruh ve "kendisinden bir lütuf olarak yerde ve gökte bulunan herşeyi size boyun eğdirdi"[40] âyeti.Cuveybir'in, Dahhâk yoluyla İbni Abbas'tan rivayet ettikleri şu hadis de beşincisidir: "Yahudiler, Rasûlullah'a ruhtan sordular. O zaman şu âyet indi: "De ki: Ruh, Rabbimin emrindedir." Yani yarattıklarımdan biridir. "Size ilimden pek azı verilmiştir." Yani nefislerinizin yaratılışından, yiyecek ve içeceğin alınıp sonra vücuttan atılmasında sorsanız bile bunları size tam açıklayamam, gerçek özelliklerini gösteremem.İbni Abbas'tan gelen altıncı rivayet ise şöyledir: Abdül-Ganı b. Saıd, Mûsâ b Abdurrahman'dan, o da İbni Cüreyc'den, o da Atâ yoluyla Ibnı Abbas'tan; ayrıca Mukatil de Dahhak yoluyla Ibnı Abbas'tan: "Sana ruhtan sorarlar" âyeti hakkında şu sözünü naklederler: "Kureyş bir gün bir araya gelince kendi kendilerine: "Allah'a yemin olsun ki Muhammed asla yalan söylemez. Doğruluğu ve emanete riayeti ile bilinen bir kişidir" dediler. Sonra Muhammed hakkında bilgi almak için Yahudilere bir grup adam gönderdiler. Bu zamanda Kureyşliler ise peygamberin geleceği ile müjdelenmişler, gelecek peygamberden çokça bahsediyorlar; Onun nübüvvetinden konuşuyorlardı. Ayrıca, gelecek peyambere yardım etmeyi umuyorlardı. Böylece peygamber kendilerine hicret eder de O'nun yardımcılarından olurlardı. Bu amaçla Yahudilerden bilgi istediler. Yahudiler dediler ki: Ona üç şeyden sorun. O'na ruhtan sorun. Şöyle ki, Tevrat'ta ruh isminden başka ne kıssası ne de yorumu vardır. Bunun üzerine: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindedir" âyeti indi. Yani, onu Rabbim yarattı demek istemektedir.Kur'ân-ı Kerim'de ruh, çeşitli manalarda kullanılmıştır.Birincisi: Vahiymanasına. Mesela:"İşte Sana da böyle emrimizden bir ruh (bir kitap) vahyettik[41] veYani "Allah, emrinde olan ruhu (kitabı) kullarından dilediğine indirir.[42] Yüce Allah vahye ruh ismini vermiştir. Çünkü böylece kalp ve ruhların canlılığı sağlanır.İkincisi: Kuvvet, sebat ve yardım manasınadır ki Allah, mü'min ku-larından dilediğini böyle destekler. Mesela:Yani "Allah, onların kalplerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile (kuvvet ve sebatla) desteklemiştir.[43] Üçüncüsü: Cebrail manasına. Mesela:Yani "Onu, güvenilir ruh (Cebrail) kalbine indirmiştir.[44] Diğer bir âyette,Yani "Kim, Allah'ın izniyle Kur'an'ı kalbine indiren ruha (Cebrail'e) düşman olursa"[45] ve "De ki; onu, Ruhü'l-Kudüs (Cebrail) indirmiştir[46] âyetlerinde olduğu gibi.Dördüncüsü: Yahudilerin Rasûluüah'tan sordukları Rasûlullah'ın da: "O, Allah'ın emrindedir" dediği ruh, şu âyette de vardır:Yani "O gün ruh ve melekler sıra sıra dururlar[47] veYani "Rabblerinin izniyle o gece melekler ve ruh inerler.[48] Beşincisi: "Meryem oğlu Mesih manasına:Yani "Meryem'in oğlu îsâ Mesih, sadece Allah'ın elçisi, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur.[49] İnsanoğlunun ruhu ise Kur'ân'da nefis olarak bildirilmiştir. Bununla ilgili âyetler şunlardır:"Ey sükuna ermiş nefis (ruh)[50]'Tfok, daima kendini kınayan nefse (ruha) and içerim"[51]"Muhakkak ki nefis (ruh) kötülüğü emredendir[52] "Nefislerinizi çıkarın[53]Nefse (ruha) ve onu şekillendirene, onun bozulduğunu ve korunmasını ilham edene yemin olsun ki[54] ve"Her nefis (can) Ölümü tadacaktır.[55]Sünnette ise insan ruhu, nefis ve ruh lafızlarıyla gelmiştir.Bunları anlatmaktaki gaye, ruhun Allah'ın emrinde olması ve bunun kadîm olmadığını göstererek, mahlûk olduğunu belirtmektir.[56]
Ruhun, "Ona ruhumdan üfledim[57] âyetiyle Allah'a izafe edilmesine gelince; bilinmelidir ki Allah'a izafe edilenler iki kısımdır.
Birincisi: Sıfatlardır. Sıfatlar tek başlarına bulunamazlar. İlim, kudret, kelam, işitme ve görme gibi. Bunlar, mevsûfa sıfatların izafesidir. Allah'ın ilmi, kelâmı, iradesi, kudreti ve hayatı O'nun sıfatlarındandır; mahluk değillerdir. Allah'ın eli ve yüzü de böyledir.
İkincisi: Allah'a ilişmeyen bir takım eşyaların izafe edilmesi. Ev, deve, kul, rasûl ve ruh izafeleri böyledir. Bu izafeler haliki tarafından yaratılmış, mucidi tarafından icad edilmiştir, ama bunlar izafetle benzerlerinden şereflenme ve özelleştirilme ile ayrılmıştır. Mesela, bütün evler Allah'ın mülkü olmakla beraber Beytullah (Allah'ın evi) bu konumdadır. Yine bütün develer Allah'ın mülküdür, ama nâkatüllah (Allah'ın devesi) bir başkadır. Fakat bu gibi izafelerin Allah'ın ulûhiyyetine yapılması O'nun bunları yarattığını, icat ettiğini gerektirir. Umûmî izafetler yaratmayı, husûsi izafetler ise seçmeyi ifade eder. Allah dilediğini yaratır, yarattıklarından dilediğini de seçer. Nitekim âyeti celîle de: "Rabbin dilediğini yaratır, dilediğini de seçer[58] Duyurulmaktadır. Ruhun Allah'a izafe edilmesi de husûsî izafetlerdendir, umumî, izafetlerden ve sıfatların kendine izafe edilmesi babından değildir. Bu hususu iyi anla da Allah'ın birçok insanı koruduğu sapıklıklardan seni de korusun. Denirse ki: Peki "Ona ruhumdan üfledim" âyeti hakkında ne dersiniz? Burada Allah, üfürmeyi kendi nefsine izafe etmiştir. Bu ise: "Onu elimle yarattım[59] âyetinde olduğu gibi Allah'la doğrudan buluşmayı gerektirmektedir. Bu nedenle sahih bir hadiste bunların arası Hz. Âdem'e gelirler ve: "Sen beşeriyetin babası Âdem'sin. Allah seni eliyle yarattı, Sana ruhundan üfledi, meleklerini sana secde ettirdi ve herşeyin ismini sana öğretti[60] şeklinde açılmıştır. Burada melekler, sadece Hz. Âdem'e mahsus dört özelliği saymışlardır. Hz. Âdem'deki ruh eğer meleğin üflediği ruhsa Hz. Mesih menzilesinde belki de O'nun nesli menzilesinde olacak, Hz. Âdem'in hiçbir özelliği olmayacaktı. Çünkü insanların ruhu, meleğin üfürmesiyle meydana gelmiştir. Halbuki Allah Teâlâ: "Ona şekil verip, ona ruhumdan üflediğimde[61] buyurmuştur. Öyleyse Allah, eliyle inşam düzelten ve ona ruhundan üfleyendeğil mi? Cevabımız şudur: "Bu görüşte' olanların, bunları söylemeleri ruhun kadîm olduğuna inanmalarmdandır. Bu konuda susup, Kur'ân'ın gayesini anlayamayanlar da vardır. Yukarıda da açıkladığımız gibi Allah'a izafe edilen ruh, mahluktur, Allah'ın bunu kendine izafe etmesiyle ruh şeref ve ayrıcalık kazanmıştır. Üfürmeye gelince, Hz. Meryem hakkında şöyle buyurmuştur: Yüce Allah: "O ırzını korumuş olanı (Meryem'i de) an, ona ruhumuzdan bir çocuk üfledik"[62]. Başka bir yerde de Meryem'e meleği gönderdiği ve meleğin onun fercine üfürdüğünü belirtmektedir.[63] O halde Allah'a izafe edilen üfürme bir emir, bir izindir, Rasûle olan ise doğrudandır. Burada iki şey geriye kalıyor.
Birincisi: Şöyle demek. Hz. Meryem'e üfürülme melek tarafından oluyorsa, diğer İnsanların ruhlarına üfüren de melek oluyor. Bu takdirde Mesih'e Ruhullah denmesinin nedeni ne? Eğer diğer insanların ruhu bu ruhtan oluşmuşsa bu durumda ise Hz. Mesih'in özelliği ne?
İkincisi: Şöyle demek. Hz. Âdem'de bulunan ruh, bu ruha üfürülme vasıtasıyla mı ilgilidir. Yani ruh buna, Allah'ın izniyle meleğin Hz. Meryem'e üfürdüğü gibi mi üfürülmüş, yoksa Âdem'i eliyle yaratığı gibi O'na kendi ruhundan mı üflemiş? Soruların cevapları şöyle: Allah'a yemin olsun, gerçekten her iki soru da önemlidir! Birincinin cevabı şu: Hz. Meryem'e üflenen ruh, Allah'ın kendine izafe ettiği, kendine seçtiği ruhtur. Diğer ruhlardan bu, farklıdır. Gerek mü'minlerden, gerekse kâfirlerden hamile kadınların karınlarına üflemekle görevli meleğin üfürmesi değildir bu. Çünkü Yüce Allah cenîn halindeki çocuğa ruh üflemek için bir melek görevlendirmiştir. Melek ruhu üflemenin yanında çocuğun rızkını, ecelim, amelini, mutluluğunu veya mutsuzluğunu da yazmakla da görevlidir.Hz. Meryem'e gönderilen ruh ise, Allah'ın kendi seçtiği ruhullahtır. Bir bakıma Hz. îsâ'ya göre baba gibidir. Çünkü Allah'ın üflemesi, Meryem'in fercine girmekte, bu ise cima olmaksızın erkeğin kadınla birleşmesi gibidir. Hz. Âdem için seçtiği ruh ise başkadır. Çünkü îsâ'yı anneden yarattığı gib O'nu da anneden yaratmamıştır. Yine Allah'ın Ona üflediği ruh da meleğin diğer insanlara üflediği ruh değildir. Eğer aynı ruh üflenmiş olsaydı Hz. Âdem'in bir Özelliği kalmazdı. Hz. Âdem'e mahsus özellikler bir hadiste dört tane olarak belirtilmiştir. Bunlar; Allah, Onu eliyle yaratmıştır. O'na kendi ruhundan üflemiştir. O'na meleklerini secde ettirmiştir. Ve herşeyin ismini O'na Öğretmiştir. Ona kendi ruhundan üflemesi, üfürenin, üfürülmenin ve kendi ruhundan üfürülenin olmasını gerektirir. Kendi ruhundan üfürülen Allah'a izafe edilen ruhtur. Hz. Âdem'in çamuruna, üfürmenin geçmesi de böyledir. Allah, Âdem'in yaratıldığı çamura sözkonusu ruhtan üfürendir. Buna nass da delalet eder. Üfleme işinin Âdem'i eliyle yarattığı gibi doğrudan olması-ya da Meryem'de olduğu gibi emriyle olması hususları delile muhtaçtır. Allah'm Hz. Âdem'i eliyle yaratmasıyla Ona ruhundan üflemesi arasındaki fark, el mahluk değilken ruhun mahluk olmasıdır. Yaratmak, Allah'ın fiille-rindendir. Üfürmeye gelince: Bu, zatıyla kaim olan fiilerinden midir yoksa zatından ayrı, başkalarıyla kaim mef ûlâtından mıdır? Bu husus, delile gereksinim duymaz. Çünkü bu, Meryem'in fercine üfürmekten ayrı bir şeydir. Yani Allah'ın yaptırdığı ve onu kendisine izafe ettiği menlilerdendir. Her ne-kadar burada yapan başkası ise de bu O'nun izniyle, emriyle olmaktadır. Bundan başka Hz. Âdem'e üfürmesi kendi fiili midir yoksa başkasına yaptırdığı fiil midir? Şurası gerçek ki, Hz. Âdem'e üflenen ruh, mahluktur, kadîm değildir. Bu, Hz. Âdem'in ruhunun maddesidir. Hz. Âdem'in ruhunun sonradan olması, yaratılmış olması evladır. Kastedilen mana işte budur.
Şeyhü'l-İslâm ve diğerleri bu mesele ile ilgili bilinen iki görüş nakletmiş-lerdir. Ruhun bedenden önce yaratıldığına kail olanlar Muhammed b. Nass el-Mervezî ve Muhammed b. Hazm'dır. İbni Hazm bu konuda icmâ olduğunu da nakleder- Şimdi her iki fırkanın delillerini zikredip hangisinin doğruya daha yakın olduğunu belirteceğiz.Ruhun bedenden önce yaratıldığını söyleyenlerin delilleri: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi yarattık, sonra size şekil verdik sonra da meleklere: "Âdem'e secde edin" dedik de onlar da secde ettiler[64] Diyorlar ki: "Bu âyetten sonra, sırasıyla zaman zaman diğer uzuvlar yaratılmıştır. Âyeti celîle, ruhların Allah meleklere Âdem'e secde edin emrinden daha önce yaratıldıklarım belirtmektedir. Şu kesindir ki bedenlerimiz bu emirden sonra yaratılmıştır. Dolayısıyla âyette sözkonusu olan şey ruhlardır. Şu âyet de buna delildir. "Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye onları kendilerine şahit tutmuştu. Onlar da: "Evet, buna şahitiz" demişlerdi[65] Diyorlar ki: "Bu zamanda henüz bedenler olmadığından dolayı Allah'la konuşturulanlar, O'nun Rabb-liğine şahit olanlar ruhlardır. el-Muvatta'da şöyle bir hadis vardır. İmam Malik Zeyd b. Ebî Enîse'den, o da Abdulhamid b. Abdurrahman b. Zeyd b. Hattab'dan, o da Müslim b. Yesâr el-Cühenî'den naklettiğine göre, Ömer b. Hattab'a: "Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış" âyetinden sorulmuş da o şöyle demiştir: "Aynı şey Rasûlullah'a da soruldu da O, şöyle cevapladı: "Allah, Âdem'i yarattı. Sonra sırtım sağ eliyle sıvazladı da sırtından Âdem'in zürriyetini çıkardı ve: "Bunları cehennemliklerden, cehennem ehlinin amellerini işlerler olarak yarattım" dedi. Adamın biri: "Ey Allah'ın Rasûlü, hangi amelden bahsediyorsunuz?" deyince Rasûlul-lah şöyle karşılık verdi: "Allah bir kimseyi cennetliklerden yaratınca ona cennet ehlinin amelini işletir, ölene kadar da cennet ehlinin amelini işler, böylece Allah, onu cennete sokar. Bir kulu cehennemliklerden yaratınca da ona cehennem ehlinin fillerini işletir; ölene kadar cehennem ehlinin ameli üzerinde olan bu kulu, böylece cehenneme atar.[66] Hakim der ki: "Bu, Müslim'in şartına uygun bir hadistir. Yine Hakim Hişam b. Saîd yoluyla Zeyd b. Eslem'den, o da Ebû Salih'ten, o da Ebû Hureyre'den merfû olarak şu hadisi rivayet etmiştir.[67]"Allah, Âdem'i yaratınca sırtını sıvazladı böylece sırtından kıyâme-te kadar yaratacağı küçük karınca büyüklüğünde ruhlar düştü. Sonra her insanın iki gözü arasına nurdan bir yaldız koydu. Sonra bunları Âdem'e gösterdi. Hz. Âdem bunları görünce: "Bunlar kimlerdir ey Rabbim?" diye sordu. Yüce Allah da: "Bunlar senin zürriyetindir" karşılığını verdi. Hz. Âdem baktı ki birinin gözleri arasında parlak bir yaldız var. Hayretle: "Bu kim ey Rabbim?" dedi. Yüce Allah da: "O, sonraki milletlere gelecek oğlun Davud'dur" der. Hz. Âdem: "Ona ne kadar Ömür verdin?" diye sorar. Yüce Allah: "Altmışsene" der. O zaman Hz. Âdem: "Ey Rabbim ömrünü kırk sene daha uzat" Bunun üzerine Yüce Allah: "Birşey yazılıp mühürlendi mi bir daha değişmez" karşılığını verir. Hz. Âdem'in ömrü bitince ölüm meleği gelir. Ölüm meleğine der ki: "Daha ömrümden kırk sene yok mu?" Melek: "Sen kırk seneyi oğlun Davud'a istememiş miydin?" der. Allah: "O, bunu inkâr etti, ben de zürriyetini inkâr ettim. O, bunu unuttu, ben de zürriyetini unuttum. O, hata etti, ben de zürriyetine karşı hata ettim" demiştir. Hakim der ki: "Bu, Müslim'in şartına uygundur." Tirmizi de hadisi rivayet ettikten sonra: "Bu, hasen ve sahih bir hadistir" demiştir. İmam Ahmed ise İbni Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Borç âyeti inince Rasûlullah şöyle demiştir: "Bunu ilk inkâr eden Âdem'-dir.[68] Muhammed b. Sa'd şunu ilave eder: "Sonra Allah, Âdem'e bin sene, Davud'a da yüz sene daha ilave etmiştir."Hakim'ines-Sahih'inde Sbû Ca'fer er-Razî'den şöyle bir hadis nakleder: Rebî b. Enes Ebü'I-Âliye'den, o da Ubey b. KaVdan: "Allah, Ademoğull-arınm bellerinden zürriyetlerini almış[69] âyeti hakkında şöyle dediğini nakleder.[70] Kıyamete kadar geleceklerin tamamını O'nun için toplamış; onları ruhlar kıldıktan sonra şekillendirmiş; onları konuşturarak onlardan ahd ve misakı "Ben sizin Rabbinizin değil miyim?" diye onları kendilerine şahit tutmuştu. Onlar da: "Evet buna şahitiz" dediler. Kıyamet günü: "Biz bundan habersizdik" diyemezsiniz" şeklinde almıştı. Allah Teâlâ: "Burada size yedi kat semayı ve yedi kat arzı şahit tuttuk; ayrıca babanız Âdem'i de şahit getirdik, kıyamet günü, *biz bundan habersizdik' diyemezsiniz. Bana hiçbir şeyi ortak koşmayın. Çünkü ben elçilerimi, ahdimi ve misakımı size hatırlatmak için gönderdim. Size kitaplarımı indirdim." Bunun üzerine ruhlar: "Şehadet ederiz ki Sen bizim Rabbimizsin. Bizim Sen'den başka Rabbimiz yoktur" dediler. Size kitaplarımı indirdim. Bunun üzerine ruhlar: "Şehadet ederiz ki Sen bizim Rabbimizsin. Bizim Sen'den başka Rabbimiz yoktur" dediler. Babaları Âdem biraz yükseklerine çıkartıldı, O aralarında zengin, fakir, güzel yüzlü ve başkalarını gördü. Bunun üzerine: "Ey Rabbim, kullarını eşit halde yapsaydın" ve: "Sana şükretmeyi arzularım" dedi. Sonra Yüce Allah, risaletten ve nübüvvetten de özel misak aldı. "Peygamberlerden misaklarını almıştık. Sen'den de Nuh'tan da[71] buyurulmuştur. Sonra Yüce Allah: "Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa dön ki O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez"[72]Bu da ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır''[73]ve "Onların çocuklarını yoldan çıkmış bulduk, ama çoklarında sözde durma diye birşey bulmadık"[74] buyurmuştur. İşte Hz. İsa'nın ruhu, kendilerinden misak alınan ruhlardandır. Hz. Meryem, ehlinden uzaklaşıp doğu tarafına çekilince bu ruhu, Allah Ona gönderdi." Hadisin senedi sahihtir.İshâk b. Rahûye[75] anlatıyor. Buğye b. Velîd Muhammed b. Velîd ez-Zebîdî'den, o da Râşid b. Sa'd'dan, o da Abdurrahman b. Katâde el-Basrî'den, o da babasından, o da Hişam b. Hakîm b. Hüzzam'dan[76] naklettiğine göre: bir adam şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Rasûlü, insanların işleyecekleri ameller Önceden başladı mı yoksa hüküm
verdi: "Yüce Allah, Âdem'in belinden zürriyetini çıkarınca onları kendilerine şahit tuttu. Sonra iki eli arasında onlara şöyle hükmetti. Bunlar cennetliklerdendir. Şunlar ise cehennemliklerdendir. Cennetlikler, cennet ehlinin amellerini işlerler. Cehennemlikler ise cehennem ehlinin amelini işler.[77]İshâk anlatıyor: Bize Nadr ve Ebû Ma'şer Saîd el-Makberî ve Zübeyr'in mevlâsı Nâfî yoluyla Ebû Hureyre'den şu hadisi nakleder: "Allah, Âdem'i yaratmak isteyince —Hz. Âdem'in yaratılışını anlattı— ve: "Ey Âdem, hangi elim sana daha sevimlidir? Bunu bilirsen sana zürriyetini gösteririm" der. Hz. Âdem de: "Sağ elin, Rabbimin her iki eli de sağdır" deyince Yüce Allah, iki elini açtı. Baktı ki kendi zürriyeti orada. Kıyamete kadar yaratacağı her şey orada. Sıhhatliler, orada da sıhhatli. Hastalar, orada da hasta. Peygamberler de, orada da peygamber. Hz. Allah dedi ki: "Onların hepsine afiyet vereyim mi? Bunun üzerine Hz. Âdem: "Rabbim, Sana şükretmeyi arzulardım[78] dedi. Hadis böyle devam ediyor.Muhammed b. Nasr anlatıyor: Muhammed b. Yahya Saîd b. Ebî Meryem'den, o da Leys b. Sa'd'dan, o da İbni Aclân'dan, o da Sa'd b. Ebî Saîd el-Makberî'den, o da babasından, o da Abdullah b. Selam'dan şu hadisi nakleder: "Yüce Allah, Âdem'i yarattı... Sonra Âdem, Allah'ın ellerinden tuttu. Yüce Allah: "Haydi, ikisinden birini seç" dedi. Hz. Âdem de: "Sağ elini seçtim. Rabbimin her iki eli de sağdır" deyince Yüce Allah ellerini açtı. Hz. Âdem zürriyetini orada görünce: "Rabbim, bunlar kimlerdir?" dedi. Yüce Allah da: "Zürriyetinden kıyamete kadar cennetliklerden yazdığım kimselerdir"[79] dedi.Ishâk Ca'fer b. Avn'dan, o da Hişam b. Sa'd'dan, o da Zeyd b. Eslem'den, o da Ebû Hureyre'den şu hadisi nakleder: Rasûlullah şöyle buyurur: "Allah, Âdem'i yaratınca sırtını sıvazladı. Âdem'in sırtından, kıyamete kadar zürriyetinden yaratacağı bütün ruhlar düştü.[80]Ishâk ve Amr b. Zürâre İsmail'den, o da Gülsüm b. Cebr'den, o da Saîd b. Cübeyr yoluyla İbni Abbas'tan: "Rabbin, Âdemoğlunun belinden zürriyetle-rini almıştır[81] âyeti hakkında şöyle dediğini nakleder: "Rabbin, Âdem'in sırtını sıvazlayınca, sırtından kıyamete kadar Allah'ın yaratacağı bütün ruhlar çıkmıştır." Bu kısmı Numân yoluyla Arfe rivayet etmiştir" ve onlardan: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Onlar da: "Evet, Sen bizim Rabbimizsin, buna şahitiz"[82][83]âyetiyle mîsaklarını almıştır.Bunlardan başka bu hadisi Ebû Cemre ez-Zab% Mücahit, Habîb b. Ebî
ahr.[84]Haccâc İbni Cüreyc, Zübeyr b. Musa'dan, o da Sâid b. Cübeyr yoluyla îb-ni Abbas'tan nakleder: "Allah Âdem'in sağ omuzuna vurdu da cennet için yaratılmış ak ve temiz bütün nefisler omuzundan çıktı ve "bunlar cennetliklerdir" buyurdu. Sonra sol omuzuna vurdu. Buradan da cehennem için yaratılmış siyah bütün nefisler çıktı ve "bunlar da cehennemlikler" buyurdu. Sonra bütün Âdemoğullarından, kendisine iman edilmesi, tanınması, emrine uyulması hususunda söz aldı; onlara kendilerin şahit tuttu. Böylece onlar iman ettiler tasdik ettiler, Allah'ı bilip O'nun Rabbliğini ikrar ettiler.[85]Muhammed b. Nasr, Seddî'nin tefsirinde Ebû Malik ve Ebû Salih'ten, onların da îbni Abbas'tan onun da Mürre el-Hemedânî'den, onun da İbni Mes'ûd'dan, onun da Rasûlulah'ın bir kısım ashabının: "Rabbin Âdemoğlun-dan aldı" âyeti hakkındaki sözlerim nakletmiştir. 'Yüce Allah, semadan indirilmeden Önce Âdem'i cennetten çıkarınca Âdem'in sağ sırt tarafının sıvazladı da oradan inci gibi paklak karıncalara benzeyen zürriyetler çıkardı ve onlara: "Rahmetimle cennete girin" dedi. Sonra Âdem'in sırtının sol tarafım sıvazladı da oradan karıncalara benzeyen siyah zürriyetler çıkardı ve onlara: "Cehenneme girin. Buna aldırmam" dedi. İşte bu Allah'ın şu sözleriyle olmuştur: "Sağ tarafta olanlar[86] ve sol tarafta olanlar.[87]Sonra onlardan "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dedi. Onlar da: "Evet, Sen bizim Rabbimizsin" dediler" âyetiyle söz aldı. Bazıları bu suale isteyerek karşılık vermişken bazıları da kendilerini temize çıkarmak amacıyla istemeyerek karşılık vermişler. Bu ve melekler: "kıyamet günü 'biz bundan habersizdik1 diyemezsiniz. Yahut 'ne yapalım, daha önce babalarımız da Allah'a ortak koştu. Biz de onlardan sonra gelen nesiliz' demelerine şahit tuttuk" buyurulmuştur. Hz. Âdem'in hiçbir çocuğu Allah'ı Rabb tanımaktan başkasını yapamaz. "Babalarımızı bir din üzere bulduk" diyerek de Ona şirk koşamaz. Bu âyetler ve yerde olanların hepsi, ister istemez O'na teslim olmuştur[88] ve "Allah için hüccetul baliga (üstün delil) vardır. Allah dileseydi, hepinizi hidayete erdirirdi"[89]yani onlardan söz aldığı gün, dileseydi hepsini hidayete erdirirdi.Ishâk anlatıyor: "Ravh b. Ubâde Mûsâ b. Ubeyde er-Rebzi'den nakleder. Muhammed b. Ka*b el-Karzi'nin: "Rabbin Âdemoğullanndan aldı" âyeti ha-kinda şöyle dediğini duydum: "Onlar Allah'a iman edip, O'nu ikrar etmişlerdir. Ruhlar, henüz bedenler yaratılmadan önce buna muhatap olmuşlardır."Fadl b. Mûsâ da Abdulmelik yoluyla Atâ'nın âyet hakkındaki şu görüşünü nakleder: "Allah, onlardan Misakı alınca Âdem'in sulbünden çıkardı, sonra anları Adem'in sulbüne tekrar gönderdi."Ishak der ki: "Ali b. Echal, Dahhak'tan şunu nakleder: "Allah, Âdem'i yarattığı gün O'nun sırtından kıyamete kadar gelecek bütün nesilleri zerreler misali çıkardı ve "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dedi. Onlar da: "Evet, Sen bizim Rabbimizsin" dediler. Melekler ise: "Kıyamet günü biz bundan habersizdik diyemezsiniz, buna biz şahitiz" dediler. Sonra sağ elini tuttu: "Bunlar cennetliklerdir" dedi. Sonra sol elini tuttu: "Bunlar cehennemliklerdir" dedi.Ishak anlatıyor: "Ebû Amir el-Akdi ve Ebû Naîm el-Melcei, Hişam b. Sa'd'dan, o da Yahya'dan —Saîd'in oğlu Yahya değil— naklederler: Yahya der ki: "İbni Hişam'a sordum. Azil hakkında ne dersin? İbni Müseyyeb şöyle karşılık verdi: "Dilersen sana sahih bir hadis nakledeyim. Allah, Adem'i yaratınca O'na öyle bir keramet göstermiştir ki, mahlûkattan kimseye o gösterilmemiştir. O, kıyamete kadar zürriyetinden yarattığı kimseleri göstermesidir. Kim bundan fazlasını ya da azım naklederse bil ki o yalancıdır. Velev ki bunda yetmiş tane hatâm olsun."İbni Üyeyne'nin Tefsiri1 nde Rebî b. Enes yoluyla Ebû Aliye'nin: "Göklerde ve yerde ne varsa ister istemez O'na teslim olmuştur"[90] âyeti hakkında: "Bu Allah'ın mîsak aldığı gündür" dediği nakledilir.Ishak diyor ki: "Bu zamanda onlar Allah'ı ikrar etmişlerdir. Bu şöyle olmuştur. Yüce Allah: "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" dedi. Onlar da : "Evet, Sen bizim Rabbimizsin dediler"[91] buyurmuştur. Yüce Allah, hitabım anlayamayacak kişiye hitap etmez, ancak sualin anlaşılmasıyla buna cevap verir. Allah'a sözleriyle icabet etmeleri, onları suali anladıklarına ve kendilerini Allah'a şahit tutmalarına delildir. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna ağlayarak düşünerek: "Evet, Sen bizim Rabbimizsin" karşılığını vererek, O'nun Rabbhğını ikrar ettiler.[92]
Ebû Abdullah b. Mendeh'in rivayet ettiği şöyle bir hadisle de hüccet getirmişlerdir. Bize Muhammed b. Sabır el-Buharî o da Münzir b. Sa'd elHürevî'den, o da Ca'fer b. Muhammed b. Harun el-Masîsî'den, o da Utbe b. Sükn'den, o da Ertât b. Münzir'den, o da Atâ b. Aclân'dan, o da Yunus b. Hal-bes'ten, o da Amr b. Abese'den şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah'ın şöyle dediğini işittim: "Allah kullarını yaratmadan bin sene önce onların ruhlarını yaratmıştır. Onlardan tanışanlar birbirlerine yaklaşır. Tanışamayanlar ise birbirinden ayrılır.[93] îleri sürdükleri hadisin bir bölümü budur.Diğerleri de şöyle demişlerdir: Sizinle konuşmak iki makamdadır. Birincisi ruhların, bedenlerin yaratıldığından sonra yaratıldığına delil getirmek, ikincisi ise ileri sürdüğünüz delili cevaplamak.Birinci makam: Şu âyetler: "Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık.[94]"Ey insanlar, sizi bir candan yaratan Rabbinizden korkun ki O, tek candan zevceni yaratmış, o ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar çıkarmıştır. Allah'tan korkun"[95] Bu âyet, insan nevinin yaratılmasının, insan aslının yaratılmasından sonra olduğunu belirtmektedir.Eğer denirse ki: "Sözkonusu delilerden, her ne kadar cesetlerin Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra yaratıldığını çıkarsak da bu âyet, ruhların bedenlerden önce yaratıldığına aykırı değildir."
Şöyle denir: "Sözkonusu haberlerin, ruhların cesetlerden önce yaratıldığını açıkça ifade ettiğini inşaallah açıklayacağız. Nihayetinde sahih ve sabit haberler, Yüce Allah'ın ruhu şekillendirdiğine, onun yaratılışını, ecel ve amellerini takdir ettiğine delalet etmektedir. Bu, suretleri maddesinden çıkarttığına sonra onu yeniden oraya gönderdiğine, her bir yaratılan ruhun tayin edilen vakite çıkacağına da delalet etmektedir. Ancak bu, Ebû Muhammed b. Hazm'm dediği gibi ruhların devamlı yaratıldığına sonra bilen, konuşan olarak sürekli bir yerde canlı bir şekilde var olduklarına ve sonra ruhların grup grup bedenlere gönderildiğine delalet etmemektedir. Bize ulaşan haberleri böyle seviyemez üstündeki manalara hamledebilir miyiz? Evet. Yüce Allah, ruhları önce takdire uygun olarak grup grup yaratır sonra da ilk takdire uygun olarak, dış yaratmayı gerçekleştirir. Aynı şeyi Allah'ın bütün yaratıkları için söyleyebiliriz. Çünkü önce onların kaderlerini ecellerini, özelliklerini ve durumlarını takdir etmiş, sonra da bu ilk takdire uygun olarak bunları, varlık âlemine getirmiştir. Varlık âlemine gelirken ilk takdirden eksiklik, fazlalık olmaz.Öyleyse yukarıda sözünü ettiğimiz deliller sadece ilk kaderin varlığına delildir. Bir kısmı da Allah'ın onların benzerlerini yarattığına onlara suret verip saadete ereceklerle şaki olacakları birbirinden ayırdığına delalet eder. Ruhları Allah'ın karşısına alıp onlarla konuşup kendi rubûbiyyetini ikrar ettirmesi ve onları kendilerine rubûbiyyetinde şahit tutmasına gelince; —Seleften bazıları bu görüştedir— bu, ruhların âyeti anlamalarına göredir. Ancak âyet buna delalet etmez; belki tam aksine delalet eder.Malik'ten gelen hadise gelince. Ebû Anır der ki: "Munkatî bir hadistir. Müslim b. Yesâr, Ömer b. Hattab'a yetişememiştir, ikisinin arasında Naîm b. Rebîa vardır. Bundan başka hadis bu senetle hüccet olmaz. Müslim b. Yesâr bilinmemektedir. Medineli Müslim olup Basralı Müslim olmadığı söylenmiştir. İbni Ebî Haysem şöyle demiştir: "Yahya b. Maîn'e Zeyd b. Ebî Enîse'den İmam Malik'in rivayet ettiği hadisi okudum da "Müslim b. Yesar hakkında eliyle 'bilinmeyen biridir' ibaresini yazdığını gördüm."Sonra Ebû Ömer, Nesâî yoluyla şu senetle gelen hadisi zikreder. Bize Muhammed b. Vehb, o da Muhammed b. Seleme'den, o da Ebû Abdurra-him'den, o da Zeyd b. Enîse'den, o da Abdulhamid b. Abdurrahman'dan, o da Müslim b. Yesâr yoluyla Naîm b. Rebîa'dan rivayet etmiştir.Sonra Sahbara yoluyla da rivayet eder. Bize Ahmed b. Abdulmelik b. Vâkid, o da Muhamed b. Seleme'den, o da Ebû Abdurrahîm'den, o da Zeyd b. Enîse'den, o da Abdulhamid'den, o da Müslim yoluyla Naîm'den rivayet etmiştir. Ebû Amr der ki: "Bu senede Naîm b. Rebîa'nın getirilmesi hüccet değildir. Naim'i senette zikretmeyenler daha hafızdır, ziyade edenler ise sağlam hafızdır."Bilcümle, hadisin senedine dayanmak imkânsızdır. Çünkü Müslim b. Yesâr ve Naîm b. Rebîa gibi raviler ilim taşımakla bilinen kişiler değillerdir. Ancak hadisin manası Ömer b. Hattab ve diğerlerinden uzunca, birçok şekillerde gelmiştir.Ebû Ömer'den amacı, ilk kaderle ilgili hadislerdir. Çünkü bu hadisleri, daha sonra zikretmiş arkasından da kaderle ilgili Abdulah b. Ömer hadisini zikretmiştir. Hadisin sonunda der ki: "Müzeyne ya da Cüheyne kabilesine mensub bir adam geldi ve "ey Allah'ın Rasûlü, hangi amellerde?" diye sordu. Rasûlullah da: "Cennet ehli, cennet ehlinin amellerini; cehennem ehli de cehennem ehlinin amellerini hazırlar"[96]karşılığını verdi.Kaderle ilgili bu manada Rasûlullah'tan Ali b. Ebî Tâlib, Ubey b. Ka'b, Abdullah b. Abbas, İbni Ömer, Ebû Hureyre, Ebû Saîd, Ebû Serîha eî-Gaffârî, Abdullah b. Mes'ûd Abdullah b. Amr, Imrân b. Husayn, Âişe, Enes b. Malik Süraka b. Ca'şem, Ebû Mûsâ el-Eş'arî ve Ubâde b. Samit rivayet etmişlerdir. Çoğu rivayetlerinde farklı yollan vardır. Ebû Ömer çoğu bu hadisleri senetleriyle beraber zikreder.[97]Ebû Salih'in Ebû Hureyre'den yaptığı rivayete gelince[98] bu, sadece zür-riyetin çıkacağına ve bunların zerre suretlerine benzeyeceğine delalet eder. Bu ruhların arasında aydınlatıcı, karartıcı ruhlar vardı. Yüce Allah da bedenlerden önce ruhları yaratıp bir yerde onları toplayıp, bunlardan her bir ruhu ait olduğu bedene göndermemiştir. Bu bedene ait ruhu yaratmasına, yarattıktan sonra onu bedenden uzak-âtıl bir yere koymasına; bedeni yarada rühü buradan alıp bedene göndermesine bu hadislerden hiçbiri asla delalet etmez. Bu hususu iyi düşün.Ubey b. Ka'b hadisine gelince;[99] Bu, Rasûlullah'ın sözlerinden değildir. jster sahih olsun isterse sahih olmasın bu, Ubey*in sözüdür. Bu senetle, gerek merfû gerekse mevkuf münker birçok hadisler rivayet edilmiştir. Ebû Ca'fer er-Razî bir yönüyle güvenlidir bir yönüyle zayıftır. Ali b. Medînî onun hakkında "sika biridir" de demiştir, "hadisleri karıştırır" da demiştir. Yahya b Maîn: "sika biridir" de "hadisini hatalı yazar" da demiştir. İmam Ahmed der ki: "Hadisinde sağlam biri değildir." Yine "o, düzgün hadis rivayet eder" de demiştir. Fellâs: "Bozuk hafızalı"; Ebû Zûr'a "çok vehmeder"; İbni Hibban da* "Meşhurlardan, münker hadisler rivayet etmektedir" demişlerdir.[100]Bu hadiste kabul edilmeyen hususlardan biri de İsa'nın rsıhunu, kendisinden söz alman ruhlardan olduğunu; Hz. Meryem doğuda bıf köşeye çekildiğinde bu ruhu O'na göndermesi ve ruhun Meryem'in ağzından girmesini söylemesidir. Mesih'in ruhunun Meryem'e gönderilen ruh olmadığı aksine üfürülmek suretiyle Mesih'i Meryem'in taşıdığı bilinmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz de ruhumuzu O'na gönderdik, O'na düzgün bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: "Ben Senden çok esirgeyen Allah'a sığınının. Eğer Allah'tan korkuyorsan bana dokunma." Ruh da: "Ben sadece Rab-binin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye geldim" dedi.[101] Mesih'in kendi ruhuyla bu şekilde kesinlikle muhatap olamayacağı açıktır. Ebû Ca'fer hadisinin bazı yollarında Mesih'in ruhu kendisiyle muhatap ve Meryem'e kendisini gönderen olarak da gelmiştir.Burada dört nokta vardır:Birinci Nokta: Yüce Allah, onların suretlerini ve benzerlerini çıkardıktan sonra şakilerini mutlularından, sağlıklılarını da hastalarından ayırmıştır.İkinci Nokta: Bu anda, Yüce Allah, onlara hüccet getirdi, Rabblığına kendilerine şahit tuttu, melekler de buna şahit oldular.Üçüncü Nokta: Bu, şu âyetin yorumudur: "Allah, Âdemoğullannın bellerinden zürriyetlerini almıştır.[102]Dördüncü Nokta: Yüce Allah, bellerden alınan bütün bu ruhları bir yere yerleştirdi, yaratma işini bitirdi. Ancak her vakit grup grup bu ruhları, ait oldukları bedenlere gönderdi.Birinci nokta gerek merfû gerekse mevkuf haberlerde açıklanmıştır.İkinci nokta, müfessirlerin âyetten anladıklarıdır. Zannlarına göre âyetin yorumu da bu. Hadis kolundan olun çoğu tefsircilerin görüşü budur. Ebû Ishâk der ki: "Allah Teâlâ'nın zerreler kadar çıkardığı zürriyetlere düşünebilecek bir anlayış vermesi mümkündür. Nitekim âyeti celîlede: "Karınca; ey karıncalar, yuvalarınıza girin dedi"[103]buyurulmuştur. Yani Allah, Davud'a o kadar güç vermiştir ki dağlar ve kuşlar onurda beraber Allah'ı teşbih etmişlerdir.İbnül-Enbârî der M: Bu âyetle ilgili hadisçilerin ve ilim ehlinden ileri gelenlerin görüşü, Yüce Allah'ın Adem'in sulbünden neslini ve zerre şeklinde olan çocuklarını da çıkardığıdır. Kendilerini yaratanın Allah olduğuna onların yaratılmış olduğuna Allah söz aldı, onlar da bunu itiraf ederek, bunu kabul ettiler. Bu, kendilerine sunulan şeyleri anlayacak akıl verildikten sonra olmuştur. Nitekim Allah'a muhatap olması için dağa da akıl vermişti, secde eden yük devesine ve çağrıldığında duyması, boyun eğmesi için hurmaya da akıl verilmişti.Cürcanî der ki; Rasûlullah'm: "Allah, Adem'in sırtını sıvazladı da sırtından züriyetini çıkardı" sözüyle âyet arasında Allah'a hamd olsun bir çelişki yok. Çünkü Yüce Allah, onları Adem'in belinden çıkardığında zürriyetinin bellerinden de kendilerini çıkarmış olmaktadır. Şöyle ki Hz. Adem'in zürri-yeti sonra gelen zürriyetinin zürriyeti olmakta, birbirlerinin zürriyeti sayılmaktadır. "Kıyamet günü; "biz bundan habersizdik" diyemezsiniz" yani kendilerinden alınmış sözden dönemezsiniz, demektir. Böyle deseler bile, melekler verdikleri söze şahittirler. Durum böyle olunca Allah'ın meleklere: "Şahit olun" demesi, onların da: "Şahit olduk" demeleriyle ilgili âyetin yorumunda getirilen rivayete delil vardır. Bir kısım ilim adamları, sözün ruhlardan alınıp bedenlerden alınmadığını zannetmişlerdir. İddiaya göre düşünen, anlayan, sevap veya azap karşısında olan ruhlardır. Bedenler ise ölüdürler, düşünmezler, anlamazlar. Ishâk b. Râhûye de bu manaya meyletmiş olduğunu ayrıca Ebû Hureyre'nin görüşünün de bu olduğunu zikretmiştir. Ishâk der ki: "İlim ehli, sözkonusu hitabın, konuşturma ve şahit tutmanın bedenler yaratılmadan önce ruhlara olduğunda icmâ etmişlerdir." Cürcanî de der ki; şu âyetle delil getirmişler: "Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma, onlar diridirler.[104] Bedenler toprağın altında çürümüştür, dağılmıştır. Ruhlar ise rızıklanır, ferahlanır. Tadan, acı duyan, sevinen, hüzünle-nen, tanıyan, reddeden de ruhtur. Ruhun bu Özelliğini diğer şeylerde de görebiliriz. Meselâ bir insan, sabahladığında, sevinç mutluluğunun veya hüzün acısının izini, ruhuna gelen —bedenine değil— bir şeyden dolayı duyar. Demek ki Yüce Allah, kendilerinden söz alınan ruhlara ister ulaşsın isterse ulaşmasın her nefse bir hüccet getirmiştir, Ruhlar alemindeki söze katılanlara fazladan olarak âyetlerini, zatında ve alemde diktiği delillerini, müjde-leyici ve korkutucu olarak kendilerine gönderilen Rasûlullerini ve haberleri kendilerine ulaşan geçmiş milletlerin Öğütlerini hüccet olarak getirmiştir. Şu kadar var ki, hiç kimseden, kendisine gösterilen hüccetin gereğinden fazla itaat istememiştir. Onlara kudret vermiş; bir takım deliller göstermiştir. Ayrıca, buyruk ve yasak yaşma ulaşmış kişilerin kimler olduğunu açıklamış; amel etme yaşma ulaşmamışların bilgisini bizden gizlemiştir. Buna rağmen bildiğimiz birşey vardır; o da hükmünde Allah'ın hiçbir zaman adaletten ayrılmayacağıdır. O hikmet sahibidir, yapacaklarını atlamaz. Herşe-ye kadirdir, yaratıklardan kimse O'nun yaptığından soramaz. Alemlerin Rabbi olan Allah, her şeyden yücedir.
Bunlar ve başkaları, âyetin böyle yorumlanmasında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Diyorlar ki: "Hani Rabbin Ademoğlunun belinden zürriyetle-rini almıştı"[105]âyetinin manası budur. Yani, onlar babalarının bellerinde, nutfe halinde iken, varlık sırasına göre onları dünyaya çıkarmıştır. Ve onları, Rabbleri olduğuna, yaratıcıları olduğunu bilmelerini gerektiren âyetleriyle, burhanlarıyla şahit tutmuştur. Kimse yoktur ki o sadece Rabbi-m'n bir sanatı, yaratığı, hakkında yegane hüküm veren O'dur. İşte onlar bunu bildiklerinde, gördükleri her şeye onları çağırarak onları kendisini doğrulamada şahit tuttuğunda onlar kendilerine karşı şahitler ve şahit gösterilenler olmaktadırlar. Nitekim başka bir âyette: "Nefislerinin küfrünü göre göre"[106] şeklinde belirtilmiştir. Her ne kadar biz kâfirleriz demeseler de Allah onları şahitler konumuna getirmiştir. Aynı durum, bildiğin bir şeyi anlatırken: "Uzuvlarım da buna şahittir" sözünde vardır. Sanki burada uzuvlarım şahit olsaydı, konuşarak şehadet ederdi demektesin. Bu şekil itiraf, tenbih şu âyette de vardır: "Allah şahittir ki kendisinden başka hiçbir ilah yoktur"[107] Yani, bil, anla demek istiyor. Buna benzer bir durum da hakimlerin önünde, şehadet edenin şahitliğinde de vardır. İbnü'l-Enbari'nin sözü buraya kadardır.Cürcanî, ilim adamlarından nakillerde bulunarak sözü şöyle açar: "Yüce Allah, mahlûkâtı yarattı; olmuş ve ileride olacaklarla ilgili bilgisini uygulamıştır. Henüz olmamışlar olmuş gibidir. İlminin hemen bunun olmasına engel oluşu, varoluştan ayrı bir şeydir. Arapların mecazî kullanışlarında henüz olmadığı halde olması beklenenleri, önceden olacağını bildiği için olmuş gibi göstermek yaygındır. Aynı şey Allah Teâlâ'nın şu âyetlerinde de vardır: "Cehennem ashabı nida etti"[108]Cennet ashabı nida etti"[109] ve "A'râf sahipleri nida etti.[110] Bu durumda "Rabbin aldı"[111] âyeti, "Rabbin alacaktır" manasına, "Onları kendilerine şahit tuttu"[112] da onlara yüklenen akla, bunun sayesinde de anlayışlarına; sevabı ve azabı gerektirenlere, doğacaklara şahit olacaklar; Allah'ın iyiyi ve kötüyü bildireceğine; va'd ve vaîdi; sevap ve azabı anlatacağına, böylece onlara verdiği akıl, gönderdiği âyetler ve insanın yaratıldığına deliller ile Zât'ının bir olduğuna dair onları kendilerine şahit tutacaktır demektir. Allah'ın kendi zatım yaratmış obası cajz oimaz. Eğer böyle olsaydı, hâşâ O'nu da yaratan biri olması gerekiri. Oysa ki O'nun dengi hiç birşey yoktur. Bu seviyeye ulaşabilecek hiçbir yaıtık bulunmaz. Bu anlayışa hiç birşey menfî bir tesir etmez. Ancak Allah'ta sakındıracak birşey başım semaya kaldırdığında ona yardım eder, yaracısı olan Allah'ın, fevkinde bulunduğuna, Allah'tan bir ilim olarak prmaklarıyla işaret ederse bu müstesnadır. Allah'ın verdiği anlama ve an.yış onu, sözünü ettiğimiz şeyleri bilmeye götürür ve buna da kılavuz olun, bu seviyeye ulaşan herkesten ahit ve mîsâk alınmıştır demektir. Yüce Aih'ın da: "Göklerde ve yerde ne varsa, ister istemez Allah'a secde eder"[113] btnrduğu gibi bu kimse için ikrar etti, boyun eğdi, müslüman oldu demek cadir.İleri sürdükleri delillerden biri de şuiîasûlullah şöyle buyurur: "Üç kimseden kalem kaldırılmıştır: İhtilam olaa kadar çocuktan, akıllanana kadar deliden ve uyanana kadar uyuyanda"[114]. Bir âyette de: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklemekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular" buyurulmuş, hemenırkasından "onu, insan yüklenmiştir"[115]denmiştir. Burada emanetten makat, ahit ve mîsâktır. Göklerin, yerin ve dağların bu emaneti yüklenmekte kaçınmaları, anlayışı gerektiren akıldan yoksun olduklarından dır. İnşam yüklenmesi ise aklı nedeniyledir. Bu manada araplann birçok şiirleri v£dır. Bunlardan bazıları şunlardır:[116]Böyle söyleyen kişi Allah Teâlâ'nm şusavlinde: "Kıyamet günü; 'biz bundan habersizdik' veya 'bizden Önce bab^arımız Allah'a şirk koşmuştu. Biz de onların zürriyetleriyiz' diyemezsiniz[117]Sözkonusu te'vîlin doğruluğuna delil vardır. Allah en iyi bilir ya, onlarda söz almak, kıyamet günü, biz bundan habersizdik, diyememeleri içindir. labersiz olmak, burada iki manayadır. Ya kıyamet gününden habersiz olmk, ya da söz alındığından habersiz olmak. Kıyamet gününde diriliş ve hsap bilgisi ile ilgili Allah Teâlâ'nm onlardan söz aldığı Yüce Kitabında bertilmemiştir. Sadece bunların bilinmesi Kur'ân'da sözedilir. Alınan sözden kbersiz olmaya gelince, muhaliflerin de dediği gibi eğer çocuklardan hastalardan da söz alınmış ise, kendilerinden söz alındıktan sonra onlara bir tebliğci ulaşmamış olacağından, dolayısıyla da verilen sözden habersiz olacaklarından dolayı, bunu inkâr ederler, reddederler. Bunlar, ne zaman verdikleri sözü unutmuşlar. Yüce Allah, hiçbirini olmayan birşey'le yargılamaz. O halde caiz olmayanı, meydana gelmeyeni zikretmek muhal değil mi? "Bizden önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı. Biz de onların zürriyyetiyiz, diyemezsiniz" âyeti ise, yargılanmaları nedeni olan şirkin, kendilerinden yahut da babalarından kaynaklandığını belirtmektedir. Eğer bu şirk kendilerinden ise ki bu mümkün değildir. Çünkü şirk buluğ çağına ulaştıktan ve kendilerine hüccet geldikten sonra olabilir. Bazıların şirk koşması mümkünken, özellikle çocukların şirke düşmesi asla mümkün olamaz. İslâm ümmeti: "Kimse bir başkasının günahını yüklenmez" âyetinin gereğinde icmâ etmiştir.[118]Ancak bu Rasûlullah'tan rivayet edilen: "Allah, Adem'in sırtını sıvazlayınca, sırtından zürriyetini çıkardı ve onlardan söz aldı"[119] hadisine de aykırı değildir. Çünkü Rasûlullah, Allah'ın âyetini anlatmakta, âyete benzer bir şekilde geçmiş zaman sîgasını, gelecek zaman sîgası yerinde kullanmaktadır. Rasûlullah'ın bu anlatımı, şu âyete benzer: "Allah, peygamberlerden şöyle söz almıştı; bakın, size Kitap ve hikmet verdim. Şimdi yanınızda bulunanları doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde mutlaka O'na inanacaksınız.[120] Yüce Allah, bu âyet-i celîlede, peygamberlere gönderilen Kitap ve hikmeti, sonraki gelen milletler için bir söz olarak belirtmiştir. Şu âyetler de buna işaret eder: "Sonra size, yanınızda olan Kitapları doğrulayıcı bir Rasûl gelmiştir. Ona inanın ve Ona yardım edin[121] insanlara hitaben de: "Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı? demişti. Onlar da: "Kabul ettik" dediler. O halde şahit olun, Ben de sizinle beraber şahit olanlardanım" dedi.[122] Bu âyette ise, peygamberlere inen Kitabı bilmelerini de, ikrarları saymıştır.Ben derim ki; şu âyetler de buna benzer: "Allah'ın size olan nimetim ve O'na verdiğiniz sözü hatırlayın. Hani siz: "İşittik, itaat ettik" demiştiniz.[123] Bu söz, Rasûllerini onlara iman ve tasdik için gönderdikten sonra onlardan aldığı sözdür. Bir başka âyette: "Allah'a verdikleri sözde durup, sözden cay-mayanlar.[124] ve: "Ey Ademoğulları, şeytana tapmayın. O sizin için apaçık düşmandır. Bana tapın. Doğru olan yol budur" diye sizden söz almamış mıydı?[125] Bu âyette ise; Rasûllerinin diliyle onlardan söz alındığı belirtilmektedir. İsrailoğularma hitap eden şu ayetler de böyledir: "Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım[126]"Hani, Allah, Ehli Kitaptan; "O'nu insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz[127] diye söz almıştık" ve "Biz peygamberlerden, ahitlerini almıştık; Sen'den, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da sapasağlam söz almıştık.[128] Nasıl ki insanlardan sözü, peygamberlerin onları Allah'ın azabıyla korkutmalarından sonra almışsa, peygamberlerden de, gönderildiklerinden sonra söz almıştır. İşte Yüce Allah, verilen bu sözü bozanlara lanet etmekte, onları şu âyetle cezalandıracağını belirtmektedir: "Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalblerini katılaştırdık.[129] Yani, Rasûllerinin diliyle onlardan söz aldıktan sonra, bu sözlerini bozanları cezalandıracaktır. Bu, şu âyette de belirtilmektedir: "Bir zaman da sizin sözünüzü almış, üzerinize dağı kaldırmıştık. Size verdiğimizi kuvvetle tutun, içinde olanı hatırlayın ki azaptan konmasınız demiştik.[130] Bu ve benzerî âyetler Medine'de nazil olmuş bir sûrededir. Bu sözle,Ehli Kitabın da içinde bulunduğu insanlara hatırlatma vardır. Ayrıca bu, Allah'ın mbûbiyyetini, vahdaniyyetini ve O'na şirk koşmayı kötü olarak ikrar eden bütün mükelleflere şamildir. Böyle bir mîsakla, şahit tutma ile onlara hüccet gösterilmiş olmakta, özür kapısı kapanmış olmakta, artık ceza vermek mümkün olup, karşı çıkanları helak etmek hak olmaktadır. Öyleyse bu durumda olan insanların, verdikleri sözü hatırlamaları, bilmeleri gerekir. Aynca bu, Allah'ın Rabblığını İkrar etmede, onlann fitratlanna da uygundur, Allah onlann Rabbledir, yaratıcısıdır. Onlar ise mahluk ve terbiye altındadırlar. Bundan başka, fıtrat ve akıllarına uygun olan şeyleri insanlara hatırlatmak Allah'ın onlar üzerindeki hakkını, buyruğunu, yasağını, azap ve mükâfatını öğretmek için Allah, onlara Rasûller de göndermiştir.Ayeti celîle, bu yönüyle birkaç manaya işaret eder:Birincisi: Yüce Allah şöyle, buyurur: "Hani Rabbin Âdemoğullanndan almıştı." Adem'den aldı, dememiştir. Çünkü Âdemoğullan, Âdem'den daha şümullüdür.İkincisi: "Bellerinden" buyurmuştur. "Belinden" dememiştir. Bu, azı kullanarak çoğu kasdetmek ya da geniş manalı kullanımdır.Üçüncüsü: "Zürriyetlerinden" dedi, "zürriyetinden" demedi.Dördüncüsü: "Onlan kendilerine şahit tuttu." Yani, onlan, kendilerine şahit yaptı. Kişi bir şeye şahit olunca, şahiti olduğu hususu hatırlamalıdır. İnsan ise, sadece bu dünyaya geldikten sonraki şehadetini hatırlamakta, önceki şahitliğini hatırlamamaktadır.Beşincisi: Yüce Allah, şahit tutmaktaki hikmetin, kıyamet günü, biz bundan habersizdik, demelerine karşı bir hüccet olduğunu belirtmiştir. Hüccet ise, onlarla Rasûller göndermekle ve fitratlanna uygun şeyleri sunmakla olur. Nitekim âyet-i celîlede bu: "Bunlan, müjdeleyici ve uyancı elçiler olarak gönderdik ki, elçiler geldikten sonra, insanlann Allah'a karşı bahaneleri kalmasın[131] şeklinde açıklanmaktadır.Altıncısı: Böyle hatırlatıîmalanndaki amaç, kıyamet günü: "Biz bundan habersizdik" diyememeleri içindir. Şu da bilinmektedir ki, Hz. Âdem'in belinden çıkartılmakla, hepsi verdikleri sözü ve yaptıklan şahitliği unutmakta ve kimse bundan birşey hatırlayamamaktadır.Yedincisi: "Yahutta, önceden babalanmız Allah'a ortak koşmuşlardı. Biz de onlann zürriyetleriyiz, dememeleri için" âyetinde ise göstermek ve şahit tutmak şeklinde iki hikmet zikredilmiştir. Bunlardan biri onlann gaflete düşmemeleri, ikincisi ise taklide düşmemeleri. Gafil kimsede bilinç olmaz. Taklitçi ise, taklit ederek başkalanna uymaktadır.Sekizincisi: "Bizi aramızdaki bozgunculann yaptıklanndan dolayı mı helak edeceksin?[132]Yani, eğer Allah, onlan inkâr ve şirklerinden dolayı ce-zalandırırsa böyle diyecekler. Allah Teâlâ ise onlan, sadece elçilerine karşı gelip yalanlamalarından dolayı helak edecektir, Rasûllerle, onlara hüccet getirilmeden, babalarının Allah'a şirk koşmalarına katıldiklan için onlan helak edecek olsa, aralanndaki bozgunculann yaptıklanndan dolayı ya da babalarının yaptıklan şeyin yanlış olduğu ile ilgili bilgiden gafil olduklan için onlan helak ederdi. Halbuki Yüce Allah, gerçeklerden habersiz olan köy sakinlerini, haksız olarak helak etmeyeceğini, ancak uyarma ve tebliğden sonra helak edeceğini belirtmektedir.Dokuzuncusu: Yüce Allah, herşeye, kendisinin Rabbi olduğuna dair Kur'ân'dan birçok hüccetler göstermiştir. Mesela: "Onlara, gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan, Allah derler. O halde haktan nasıl yüz çeviriyorlar.[133] Yani Allah Teâlâ'yı Rabbleri, yaratıcısı olarak ikrar ettikten sonra tevhîdden nasıl yüz çeviriyorlar? Böyle misaller Kur'ân'da çoktur. İşte bu âyetler, Yüce Allah'ın, insanlan kendi nefislerine şahit tuttuğu hüccetlerdir. Rasûlleri vasıtasıyla bunları: "Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah'tan şüphe mi ediyorsunuz?[134] şeklinde insanlara hatırlatmışlar. Yani, Rasûllerinin diliyle, ikrar ve marifeti onlara hatırlatmıştır. Yoksa onlara, yaratıldıklannda yaptıklan ikran hatırlatıp, bu hususta onlara hüccetler getirmemişlerdir.Onuncusu: Yüce Allah bu konuda medlulünü zorunlu kılacak açık âyetler indirmiştir. Şöyle ki: Âyetler, daima muayyen medlulleri manasınadır. Allah'ın âyetleri, hep böyledir. Yani zorunlu ilmî gerektirecek biçimde, belirli bir isteğe karşı getirilmiş belirli delillerdir. Allah Teâlâ: "Böyleceâyetlerimizi açıklarız[135] buyurmakta, yani âyetlerimizi bu kadar açık belirgin olarak açıklarız ki belki onlar şirkten tevhide, küfürden de imana dönerler. Kur'ân'da açıklanan bu âyetler, yaratılışın çeşitli yönlerine yöneliktir. Bu âyetler, hissî, zihnî âyetlerdir, kendilerine, zatlarına ve yaratılışlarına alamettir. Çeşitli iklim ve bölgelerde yarattığı şeyler de O'nun varlığına, birliğine, Rasûllerinin doğruluğuna, meâd ve kıyametin gerçekliğine delalet etmektedir. Yaratıklardan herbiri için getirdiği en açık delil, hiç şüphesiz onların Rabbi, yaratıcısı ve icatçısı olması; onların da hiçbir şey değilken varedil-meleri, yaratılıp terbiye edilmesidir. Birşeyin mühdisi olmadan hadis olması, yahut bizzat kendinin muhdisi olması muhaldir. Bu takdirde, hiçbir şeye benzemeyen bir yaratıcının olması zorunludur. Sözü edilen âyetlerdeki bu ikrar ve şahit tutmalar, Allah'ın nefse verdiği bir fırsattır, kazanılmış değildir. Meselâ "Rabbin Âdemoğullarının bellerinden nesillerini almıştı[136] âyeti, "her doğan, fıtrat üzere doğar[137] hadisine ve "sen, yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir, Allah'ın fıtratına dön ki, insanları o fıtrat üzere yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru olan din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmez"[138]âyetine de uygundur.Zemahşerî gibi bazı müfessirler sadece bu görüşe meyletmişlerken bazıları da sadece birinci görüşü seçmişlerdir. İbni Cevzî, Vahitîve Maverdîgibi kendilerinden her iki görüş de rivayet edilenler vardır.Hasen b. Yahya el-Cürcânî der ki; biri çıkıp da "Allah, Adem'in sırtını sıvazladı da, onun belinden neslini çıkarttı; onlardan söz aldıktan sonra yeniden beline gönderdi" hadisini ileri sürerek: "Adem'in belinden çıkarılan zür-riyetin, yeniden beline döndürülmesinin mümtenî oluşu, sözkonusu tevilinizi boşa çıkarır. Çünkü Allah, onlardan sözü, buluğ çağına vardıklarında, akıllan olgunlaştığında almıştır" derlerse deriz ki: "Sonra onları Âdem'in beline gönderdi ve onları Adem'in beline gönderecek demek, yukarıda da açıkladığımız gibi Allah'ın nesli olacağı manasına olan nesli olması gibi ölümleriyle onları, Adem'in beline yeniden döndürüleceği manasınadır. Çünkü ölen insanlar defnedilmek üzere yere gönderilir. Yer ise Adem'in hem kendinden yaratıldığı, sonra yine ona döndürüleceği şeydir. Adem'in beline döndürülmesi ise Âdem'e döndürülmesi demektir. Belden maksat Âdem olunca, zürri-yeti ondan yaratılacak sonra yine ona döndürülecektir.Yahutta nesil, Hz. Âdem'in bir parçasıdır. Bu açıdan meseleye bakıiırsa, hadisle ilgili zahirî yorumunuz, Kur'ân'da belirtilen ifadeye aykırıdır. Hadisin, bizim yorumumuz dışında yorumlanması olmaz. Çünkü âyette: "Hani, Rabbin Âdemoğullarıum bellerinden zürriyetlerini çıkarmıştı" buyurulmuşken, yalnızca Âdem'den dememiştir. Yani, sözkonusu zürriyetin Hz. Adem'in nesli çocukları olduğunu belirtmek için'zürriyeti, Hz. Âdem'e izafe etmiştir. Hadiste ise sadece Âdem'in sırtının sıvazlanması bahsedilmektedir. Öyleyse Kur'ân ve Sünnette açıklanan hükmü, bizim yorumumuz dışında tesadüfe bırakmak doğru olmaz.Cürcanî der ki: "Ben de derim ki: "Bizim görüşümüz de âyeti celîlede Rasûlullah'tan rivayet edilen hükme ve Selef-i Salih'ten olan ehli ilmin kabul ettiği, kendilerine yakın görüp meylettiği şeye yöneliktir. Başarıya ulaşmak Allah'tandır. O, en güzel dost ve doğru yola götürendir. Ehli Sünetten bazı âlimler, sözkonusu nazımda zorlama ve itme olmaksızın kolayca anlaşılacak arap mecazında caiz ve muhtemel olan manaya dayanarak bu görüşü redde yeltenmişlerdir. Şöyle ki, "Hani Rabbin Âdemoğlundan almıştı" âyeti mübtedadır. Allah'ın onlardan almış olduğu sözden haber vermesidir. Bu durumda cevap; dediler ki: "Evet, sen bizim Rabbinıizsin" âyeti olmakta, vak'amn bütünlüğü içinde haber, mübtedâdan kesilmektedir. Sonra Allah Teâlâ, müşriklerin kıyamet günü diyecekleri: "Dediler ki; "siz buna şahit olduk" sözünü haber vererek başlamıştır ki bu; "biz buna şahitiz" demeleri gibidir. Nitekim Şair Hatîe de:Yani, Hatîe Rabbine kavuşurken kölenin özre daha layık olduğuna şahit olmuştur" demektedir. Yani Hatîe şahit olacaktır demektir. Yani Allah Teâlâ: "Kıyamet günü biz bundan habersizdik diyeceksiniz" demektedir. Yani, sorgulanmaktan, nankörlükle muaheze olmaktan habersizdik diyeceksiniz. Sonra Allah Teâlâ, kendine başka bir haberi izafe etmekte "yahutta diyeceksiniz" buyurmaktadır. Buradaki kelimesi, çünkü ya da vav-ı nesak manasınadır. Mesela bir âyette de: "Onlardan günahkâr ve nankör olana itaat etme.[139] Bunun izahı şudur: Kıyamet günü: "Babalarımız bizden önce Allah'a ortak koştular, biz ise onların nesilleriyiz[140] diyeceğinize şahitiz. Yani: "Onlar Allah'a ortak koştular. Henüz bizler çocuklar iken bizleri de şirklerine kattılar. Biz de onların yollarından gidip onlara uyduk. Onlara uyduğumuz için bizim hiçbir suçumuz yoktur. Şirk konusunda suç onlarındır" diyeceksiniz. Bu husus şöyle açıklanır: "Babalarımızı bir din üzerine bulduk. Biz de onların yollarından gittik[141] Yine: "Aramızdaki bozguncuların yaptıklarından ötürü bizi helak mi edeceksin?[142] Yani, "bizleri şirke iten onlardır." Bu durumda birinci kıssa, bütün yaratıklardan söz olmakla ilgilidir. İkincisi ise müşriklerin kıyamet günü özür beyan etmeleriyle ilgilidir.Cürcânî devam ediyor: "Böyle bir iddia Kitap ile Sünnet arasında bir tefâvüttür. Çünkü bunların lafızları farklıdır. Kabul edilmesi benzerlerine bakarak, karşıtlarını destekleyen sözlere kıyasla mümkündür. Rasûlullah'"Allah Âdem'in sırtını sıvazladı" sözü, Kur'ân'da Allah'ın belirttiği habere kısmen ziyadedir. Rasûlullah, Kur'ân'da belirtilen bilginin tamamını zikret-memiştir. Allah'ın bildirdiği ölçüde bu ziyadeyi Rasûlullah haber vermiş olsaydı, bunun, söz alındığı zamanda olma ihtimalini de beraberinde getirirdi ki, bu durum Kur'ân'da sözedilmemiştir. Ayrıca Kur'ân ve Sünnet ifadelerinde farklılık olsa da ayrılık yoktur, bilakis bu ziyade faydalıdır. Lafızlar da böyledir. Bizzat lafızlar da farklılık olduğu zaman işin temeline inilir. Bu farklılık çelişki olmayı gerektirmez. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Adem'in yaratılmasından bahsederken bir yerde O'nu topraktan yarattığını belirtirken diğer yerlerde ise değişken çamurdan, sıkışmış çamurdan ve kiremit gibi piş. miş kupkuru çamurdan yarattığını belirtmiştir. Görüldüğü gibi insanın yaratıldığı şeylerle ilgili lanzlar farklıdır, hatta ifade etti manaları da farklıdır. Pişmiş kupkuru çamur, değişken çamurdan; değişken çamur da topraktan ayrı şeydir. Ancak bütün bu maddelerin tek kaynağı vardır ki o da toprak cevheridir. İşte topraktan tedricen bu maddeler çıkmaktadır.Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin Âdemoğullarınm bellerinden nesillerini almıştı" âyeti ile Rasûlullah'ın: "Allah, Âdem'in sırtım sıvazladı da oradan neslini çıkardı" sözü aslında aynı manadadır. Şu kadar farkla ki Rasûlullah'ın sözünde: "Allah, Âdem'in sırtım sıvazladı" fazlalığı vardır ki bu, Allah'ın bildirdiği hususa ziyadedir. Allah'ın Âdem'in sırtım sıvazlayıp oradan neslini çıkarması, Allah'ın bildirdiği gibi, Âdemoğlunun sırtının sıvazlanması ve oradan nesillerinin çıkarılmasıyla aynı şeylerdir. Çünkü, Âdem'in bütün neslinin, O'nun belinden çıkarılmadığını bilmekteyiz. Yani Önce Âdem, O'nun belinden ikincisi; ikincisinin belinden üçüncüsü çıkmak suretiyle bütün nesillerin Hz. Âdem'e bağlanması mümkündür. Çünkü nesiller furû'dur. Hz. Âdem ise onların aslıdır, atasıdır.Bundan başka, Allah Teâlâ'nın, Hz. Âdem'in sulbü yoluyla, Âdem neslinin sulblerinden insanı çıkarması mümkünse Rasûlullah'ın bildirdiği, Âdem'in nesli yoluyla insanı Âdem'in sulbünden çıkarması da caizdir. Çünkü asıl ile fe'rî aynı şeylerdir. Aym şekilde Allah Teâlâ'nın, nesli, Hz. Âdem'e nisbet etmesi hakkındaki haberi, hem Âdem'den hem de nesilden haber vermek manasına olması da muhtemeldir. Nitekim Yüce Allah: boyunları ona eğilir[143] buyurmaktadır. Yani, Allah Teâlâ, isimlerden kinaye olan sıfattan, boyunlardan bahsetmektedir ki bu,[144] ait oldukları insanlar demektir. Burada Hz. Âdem, kendisine nisbet edilmektedir. Zahirde hadiste kastedilenler sadece Hz. Âdem'in sulbünden gelenler değildir. Aynı şekilde: "Boyunları eğilir" âyeti de böyle bir manaya gelmez. Çünkü gerçekte bütün boyunlar eğilmiştir. Şairin şu sözü de böyledir:Yani, "Mızrağın ucu kanla parladığı gibi sarfattiğin sözler de öylece parlamıştır," Şiirde geçen "sadr" kelimesi müzekker olduğu halde "şarrakat" fiili, "sadrwın lafzının "kanat"a izafesinden dolayı müennes gelmiştir.
Selef ve halef ulumasının bazı görüşleri bunlardır. Her halükârda bu, ruhların bedenlerden önce istikrarlı bir şekilde yaratıldığına delil olamaz. Belki bu konudaki hadisler doğru ise, ruhların zerreler misalinde suretinde çıkarıldığına, konuşturulduktan sonra da sulblerine gönderildiğine delalet eder. Sahih haberler, ilk kaderin varlığım; insanların mutlu ve şakı kısımlarına ayrılacaklarını belirtir. İbni Hazm'm: "Sizi yarattık, sonra sizi şekillendirdik sonra da meleklere: "Âdem'e secde edin" dedik[145] âyetiyle istidlal etmesine gelince, âyette yaratılma, şekil verilme ve secde ile emredilme sırasına bakarak böyle bir istidlal yapmak doğru olmaz. Âyetteki hitap, ruh ve bedenden mürekkep olan insanadır. Ruhların yaratılması ise Hz. Âdem'in yaratılışından sonra gelir. Bu nedenle İbni Abbas der ki: "Sizi yarattık"tan maksat, Âdem'i yarattık; "sonra sizi şekillendirdikten murad ise O'nun neslini yaratıldığı manasınadır. Mücâhid'in yorumu da böyledir. "Sizi yarattık" yani Âdem'i; "sizi şekillendirdik" yani Âdem'in belinde, demektir. "Sizi yarattık" âyeti, çoğuldur. Âdem kastedilmektedir. Mesela: "Sizi dövdük"ten maksat da yalnızca efendilerinin dövüldüğü manasınadır.Bu âyetin yorumunda Ebû Ubeyd Mücâhid'in görüşünü tercih etmektedir. Çünkü Yüce Allah en sonunda: "Sonra meleklere; secde edin, dedik"[146] buyurmaktadır. Allah'ın(cc) meleklere secde edin demesi Hz. Âdem neslinin yaratılması ve rahimlerde şekillenmesinden öncedir. "Sümme" ise yani, "sonra" hem tertibi, hem de zaman içinde oluşumu ifade eder. Âyette geçen yaratma ve şekilendirmeyi Âdem neslinin rahimlerde yaratılması, şekillenmesi manasına alanlar "sümme" lafzının tertîb için olduğuna hükmetmiş olmaktalar. Ancak burada Ahfeş'in[147] sözüne uyulmalıdır. Çünkü O diyor ki: Âyette geçen "Sümme" lafzı "vav" manasınadır. Zeccâc[148] da "bu, Halîl,[149] Sibeveyh[150] ve ilmine güvenilen nahivcilerin cevaz vermediği bir hatadır" demektedir. Ebû Ubeyd ise der ki: Mücâhid: "Allah, Âdemoğlunu yarattı,Adem'in belinde onlara şekil verdi sonra meleklere secde ile emretti" hadisini naklettikten sonra "bu hadis, Allah Teâlâ'nın, Hz. Âdem neslini, zerrelere benzer bir şekilde Âdem'in belinden çıkarılacağını belirtmektedir.Ben derim ki; Kur'ân âyetleri birbirin açıklar. Mesela, buna benzer bir âyet de şudur: "Ey insanlar, öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz biliniz ki biz sizi önce topraktan sonra nutfeden... yarattık.[151] Yani, onların yaratılışı topraktan olmuştur. Topraktan yaratılan ise ataları Hz. Âdem'dir Yüce Allah'ın hitabı bütün varlıklaradır, ama maksat şu âyette de olduğu gibi insanların atalarınadır. Âyeti celîle de: "Hani siz: Ey Mûsâ, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız demiştiniz de derhal sizi yıldırım yakalamıştı; siz de bunu görüyordunuz[152] Duyurulmaktadır, Diğer âyetlerde de: "Hani siz: "Ey Mûsâ, biz bir yemeğe dayanamayacağız"[153] yine: "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de, onun katili hakmda birbirinizle atışmıştınız[154] ve: "Hani sizin sözünüzü almıştık da dağı üzerinize kaldırmıştık.[155] Buna benzer âyetler Kur'ân'da çoktur. Hepsinde muhatap olan kişiler insanların atalarıdır. "Sizi yarattık, sonra size şekil verdik[156] âyetinde de hitap aynen insanların atalarınadır.Yüce Allah, bazan da tek bir şahsı zikrederek insan nevini kastetmiştir. Mesela: "İnsanı biz çamurdan bir süzmeden yarattık. Sonra onu, bir nutfe olarak sağlam bir karar yerine koyduk.[157] Çamurdan bir süzmeden yaratılan Hz. Âdem'dir. Sağlam bir karar yerine konan nütfe ise Âdem'in neslidir.Ruhların cesetlerden iki bin sene önce yaratıldığına dair olan hadise gelince, bunun senedi sahih değildir. Ravîlerden Utbe b. Sekn hakkında Dârâkutnî: "Metruktür"; Ertâet b. Münzir hakkında İbni Adiy ise: "Bir kısım hadislerinde galat vardır" demektedir.
Ruhların bedenlerden sonra yaratıldığı ile ilgili deliller birkaç tanedir.
Birinci delil: İnsanlığın atası Hz. Âdem'in yaratılması böyledir. Şöyle ki; Yüce Allah Cebrail'i arza gönderdi. Yerden bir avuç toprak aldı. Onu yoğurarak hamur haline getirdi. Sonra ona şekil vererek ruhuna üfledi. Ruh, çamura girince, çamur et oldu, kan oldu, hayat bularak konuştu." Ebû Malik ve Ebû Salih'in İbni Abbas, Mürre İbni Mes'ûd ve bir kısım ashab yoluyla Rasûlullah'tan gelen: "Yüce Allah, yaratma işini bitirince arşa istiva etmeyi istedi. İblisi, dünya semâsının meleği yaptı. Bundan önce İblis, cin denilen bekçi meleklerdendi. Cin denmesinin nedeni, cennetliklerin bekçileri olmaIarmdandır. İblis, bekçiliği yanında melekti de. Aklına şu düştü: "Allah, bana bundan (meleklik) başka —diğer bir rivayette ise meleklerden üstün olan— bir meziyyet vermedi." İblisteki bu büyüklenmeyi Allah görünce meleklerine: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım[158] dedi. Melekler de: "Ey Rabbimiz, yaratacağın halifenin durumu nedir, onlar yeryüzünde ne yapacaklar?" dediler. Yüce Allah da: 'Taratacağım halifenin yeryüzünde bozgunculuk yapan, birbirleriyle çekişip, birbirlerini öldüren nesli olacak" deyince melekler: "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek teşbih ediyor, seni takdis ediyoruz" dediler. Rabbin da: "Ben sizin bilmediklerini bilirim" karşılığını verdi.[159] Yani, İblis'in durumunu ben bilirim. Bir miktar çamur getirmesi için Cebrail'i yere gönderdi. Yer, Cebrail'e dedi ki: "Benden toprak alman hususunda Allah'a sığınırım." Bunun üzerine Cebrail toprağı alamadan geri döndü ve: 'Toprak sana sığındı, ben de bıraktım" dedi. Sonra Mikail'i gönderdi. Arz yine toprak götürmesinden Allah'a sığındı. Sonra ölüm meleğini gönderdi. Bundan da Allah'a sığınınca ölüm meleği: "Ben de emrini yerine getirmeden O'na dönmekten Allah'a sığınırım" -dedi. Yerin çeşitli yerlerinden kırmızı, beyaz ve siyah topraklar alarak bunları karıştırdı. Böylece Âdemoğlu yaratıldı. Sonra karıştırdığı bu toprağı Allah katma çıkardı. Dönüşünde birbirine tutuşmuş çamur olmuştu. Bunun üzerine Yüce Allah meleklere karşı: "Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın"[160] demiştir. İblis'in büyüklenmesi ve ona: "Kendi elimle yarattığım şeye karşı büyükleniyorsun. Elimle yarattığım halde ben büyüklen-medim" demesi için Âdem'i Yüce Allah kendi eliyle yaratmıştır. Allah, onu beşer olarak yarattı. Kırk sene çamur ceset halinde kaldı. Meleklere gösteri-lince başta İblis olmak üzere bütün melekler korktular. Âdem'in cesedi böyle gösterildikçe kiremitin çıkardığı gibi pişmiş çamurdan ses çıkıyordu. Bu âyette: "Kiremit gibi pişmiş çamur"[161] ifadesiyle belirtilmektedir. Sonra: "Seni bir sebepten ötürü yarattım" dedi. Ağzından girdi, dübüründen çıktı. Sonra meleklere: "Bundan korkmayın. Çünkü Rabbiniz Samet'dir[162] (yani ihtiyaçlarda kendine başvurulandır) dedi. "Şimdi bunun içi boştur. İstesem bunu bozarım." Yüce Allah, Âdem'in bedenine ruhu üfleyeceği zaman meleklere hitaben: "Ona ruhumdan üfleyince derhal secdeye kapanın" dedi. Cesede üflenen ruh kafadan beden girince aksırmaya başladı. Bunun üzerine melekler: "Elhamdülillah de" dediler. Ruh: "Elhamdülillah" deyince Yüce Allah da: "Yerhamüke Rabbeke" (Rabbin sana rahmet etsin) dedi. Bedene giren
ruh gözlere varınca cennet meyvelerini gÖrdü; Karına girince, henüz ayaklara varmadan yemek yemeyi arzuladı. Ayaklara girer-girmez de derhal cennet meyvelerine uzandı. İşte "insan aceleden yaratılmıştır"[163]âyetinin manası budur. Hadis böyle sürmektedir.Yunus b. Abdü'1-A'lâ der ki: "İbni Vehb, İbni Zeyd yoluyla bize şunu nakletti: "Allah, cehennemi yaratınca melekler son derece korktular. Ve: "Rabbi-miz, bu cehennemi niçin yarattın? Kim için yarattın?" dediler. Yüce Allah da: "Yarattıklarımdan bana âsî olanlar için yarattım" karşılığını verdi.[164]Bu zamanda melekler ise boş arzın dışında Allah henüz birşey yaratmamıştı. Bunlardan sonra ise Âdem'i yarattı. Sonra şu âyeti okur: "İnsana, zamandan henüz sözü edilmeyen bir an geldi mi?[165] Ömer b. Hattab der ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, keşke bu zaman olsaydı." Hadis şöyle devam eder: "Melekler dediler ki: Artık sana âsî olacağımız zaman mı geldi? Allah'ın bunlardan başka yarattığı birşey yoktu. Allah Teâlâ da: "Hayır, yeryüzünde birini yaratacağım. Onu orada halife kılacağım" karşılığını verdi..." İbni Ishak der ki: "Allah bilir ya, şöyle denebilir; Allah, Âdem'i yaratınca henüz ruhunu üfleyip kiremit gibi kurumuş bir çamur olup ateş ona vurmadan önce ona bakmak için kırk sene bıraktı. Allah bilir ya, ruhunu başından üfleyince Hz. Âdem aksırdı ve "elhamdülillah" dedi..." v.d.Kur'ân, Hadis ve eserler, Allah Teâlâ'nın bedenini yarattıktan sonra Âdem'e kendi ruhundan üflediğine işaret etmektedir. İşte üfürülen bu nef-hadan ruh oluşmuştur. Âdem ve neslinin ruhları, bedenlerinden önce yaratılmış olsalardı, melekler, Âdem'in yaratılışına şaşırmazdı; cehennemin yaratılması karşısında şaşkına dönüp: "Niçin bunu yarattın?" demezlerdi. Bundan başka meleklerAdemoğullarının ruhları arasında mü'min, kâfir; temiz ve kirli ruhların olduğunu görmüşlerdir.Bu açıdan kâfirlerin bütün ruhları îblis'e tabîdir; ayrıca kâfir ruhların yaratılması, küfürlerinin yaratılmasından öncedir. Çünkü Yüce Allah, Âdem ve ruhunu yarattıktan sonra kâfir insana küfürle hükmetmiştir. Halbuki İblis'ten önce hiç kâfir yoktu. Bu zamanda İblis'ten başka hiç kâfir yokken, ruhlar nasıl kâfir ve mü'min kısımlarına ayrılabilir? Ruhların nankörlüğü, onlara küfür güzel gösterilip sapmaları nedeniyle değil midir? O halde kâfir ruhların oluşu, küfreden insanların oluşundan sonradır. Öyleyse şöyle denebilir: "Önce, bütün ruhlar mü'mindi sonra kendi nedeniyle inancını ter-ketmiştir." Ruhların bedenlerden önce yaratıldığı iddiasına bu hadis aykırıdır.Ebû Hureyre[166] hadisinde ise âlemin yaratılmasından bahsedilirken,âlemdeki unsurların, cuma günü yaratılan Âdem'den sonra yaratıldığı belirtilmektedir. Ruhların yaratılması bedenlerden önce ise, bütün âlemlerin altı gün içerisinde yaratılmış olması gerekir. Sözkonusu bu günlerde âlemlerin yaratıldığından bahsedilmemesi, bunların Hz. Âdem'in neslinin yaratılmasından sonra yaratıldığını gösterir. Hz. Âdem'in tek başına yaratılması işte bu altı gün içerisindedir. O'nun neslinin yaratılması ise şimdi müşahede edip bildiğimiz gibidir.Eğer ki ruhun diri, bilgili ve konuşur olarak varlığı bedenden önce ise, ruhun bu âlemi hatırlaması, bir yönüyle olsun bunu bilmesi gerekirdi.Ruhlar âleminde iken diri, bilgili, konuşan ve Rabbini bilen bir ruhun bedene girdikten sonra bundan hiçbir şeyi hatırlayanıaması mümtenîdir.Ayrıca, bedenden ayrılan ruhun bedendeki durumunu bilmesi —ki, bedendeki ruh birçok şeyi anlamaktan mahrumdur— mümkün olunca birinci metodla bu ruhun ilk halini durumunu da bilmesi mümkündür. Çünkü beden gibi ruhu, anlayıştan alıkoyan birşey yoktur. Ancak şöyle denirse: "Ruhun bedenle olan ilişkisi bedeni düzenlemekle uğraşması, onun ilk halini anlamasına manidir" şöyle karşılık verilir: "Düşün ki bedenle olan ilişki, ruhun ilk halini tam anlamasına engeldir. Peki, henüz bedene girmeden önceki halini hiç mi hatırlayamaz? Ruhun bedenle olan ilişkisinin ruhu, bedende iken ilk halini anlamasına engel olmadığı bilindiğine göre bedenden önceki durumunu hatırlamasına nasıl mani olabilir?Yine ruh, bedenden önce var ise bilgili, diri, konuşan ve alim olması da gerekir. Ruh bedene girince bütün bu özellikleri bir tarafa iter. Sonra zaman içerisinde şuur, akıl ve ilim verilir. Eğer bu böyle ise ruhun önce kâmil ve akılh olup sonra nâkis, güçsüz ve bilgisiz olması; daha sonra da yeniden aklını ve gücünü kazanması gibi faaliyetleri çok tuhaf olur ki akıl, nakil ve fıtrattan hangi şey bu manaya işaret eder? Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah, sizi biç bir şey bilmezlerken annelerinizin karınlarından çıkardı ve size şükredersiniz diye kulak, gözler ve kalbler verdi. Görülüyor ki ilk yaratılışımız bu durumdadır. İlim, akıl, marifet ve güç ise yok iken sonradan bize verilmiştir ki bundan önce hiçbir şeyi bilmiyorduk; bilecek, akledecek bir varlığımız yoktu.Yine ruhlar bedenlerden önce yaratılmış olsalardı —yani şimdiki iyilik-kötülük, iman-küfür ve hayır-şer— gibi durumlarında amel işlenmeden kazanılmadan sabit olmaları gerekirdi. Halbuki ruh bu ameleri iradesiyle, bedenden yardım isteyerek işlemiştir. Dolayısıyla henüz bedenlere gelmemiş ruhlara bu amelleri izafe etmek, böyle nitelemek asla doğru olmaz.Ruhlar yaratılmadan ve dünyaya gönderilmeden kader altına alınıyorsa ki bu durumda Kitab'ı ve Allah'tan gelen ilk kaderi inkâr ediyoruz demektir. Önce ruhların bütün olarak yaratıldığı sonra diri, bilgili ve konuşur konumuna gelmesi; zaman içerisinde de bedenlere girmesi düşüncesi bizim düşüncemizdir. Allah, herşeye kadirdir. Fakat Yüce Allah'ın Rasûlü lisanı dışında bize bildirdiklerinden başka bir yaratmadan, işten konuşamayız. Rasûlullah'm sahih bir hadisteki şeyler dışında bu husustan hiç bahsetmediği bilinmektedir. Sözkonusu hadis şudur: "Allah, Âdemoğlunu yaratırken önce onu annesinin karnında nutfe olarak toplar. Sonra alakaya dönüşür sonra bir çiğnem et olur. En sonunda da bir melek gönderir, ona ruhundan üf-ler[167]. Görüldüğü gibi melek tek başına yaratılan insana gidip, ona ruhundan üfleyendir. Ona üflemesi, kişide ruhun oluşması sebebidir. Hadiste: "Allah Teâlâ insanın bedenine sokması için melekle beraber ruh da gönderdi" denmemiştir. Yani Allah Teâlâ Ona melek göndermekte, melek de kendi ruhundan ona ruh üflemektedir. Yoksa melekle beraber uzun zaman var olan ruhu ona göndermemiştir. O halde ruh üflemesi için melek göndermekle, meleğin yanında bizçat kâim olan ruhu göndermesi birbirinden ayrı şeylerdir. Her iki açıdan, nasslann delalet ettiği manaları iyi düşün. Başarı Allah'tandır.
Nefsin gerçeği nedir? Bedenin cüzlerinden bir cüz mü, yoksa arazlardan bîr araz mı,[168] yoksa bir yere oturtulmuş
Sakin cisim mî, yoksa mücerred (soyut) cevher mi?[169] nefis, ruh mudur yoksa başka şey midir? Emmare, levvame veMutmainne tek bir nefis olup bütün bu özellikler nefiste var mıdır, yoksa bunlar ayrı ayrı üç nefis midir?Çeşitli görüşlere mensup birçok insan bu konuda konuşmuş, görüşleri haktan uzaklaşarak hataları çoğalmıştır. Ancak Rasûlullah'a uyan ehli sünnet alimlerini Yüce Allah doğru yolda kılarak tartışmalarını sağlamıştır. Allah (cc) dilediğini doğru yola iletir. Şimdi konuyla ilgili aleyhte ve leyhte olan görüşleri ve doğru olanlarını açıklamaya başlıyoruz.Ebû'l-Hasen el-Eş'arî Makâlât'ında der ki: "İnsanlar ruh, nefis ve hayat konusunda tartışmışlardır. Ruh hayat mı, yoksa başka bir şey mi; ruh cisim mi yoksa başka şey mi? Nazzâm[170]der ki: "Ruh, cisimdir. O nefistir." Nazzâm bizzat ruhun diri olduğunu sanarak, hayat ve güç manalarının diri ve güçlü olma manasından ayrı olduğunu inkâr etmiştir. Bazıları da: "Ruh, bir arazdır" demiştir.Ca'fer b. Harb ve bazıları: "Ruhun cevher ya da araz olduğunu bilmiyo-ruz"[171]diyerek şu âyetle delil getirmişlerdir: "Sana ruhtan sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin emrindedir.[172] Görüldüğü gibi bu âyette ruhun cevher ya da araz olması ile ilgili hiçbir işaret yoktur. O halde zannıma göre Ca'fer, hayatı ruhtan farklı görerek, hayatın araz olduğunu belirtmiştir."Cûbbafnin[173]görüşü de ruhun cisim olduğu yöndedir. Ruh hayattan ayrıdır. Çünkü hayat arazdır. İleri sürdüğü delil şudur. Dilciler: "İnsanın ruhu çıktı" derler. Cübbai hayatın arazlarından sayılamayacağını zannetmiştir.Bir başka görüş: "Ruh, dört tabi unsurun birbirleriyle olan dengesi kadar dengeli değildir." Her nedense bunlar dengeli[174] ifadesi yerine hiç "dengeleyen" ifadesini kullanmamışlardır. Dünyadaki bütün varlıklar şu dört unsurdan oluşur: Sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk.Diğer bir görüş: Ruhun, dört unsur dışında beşinci bir manası vardır. Dünyada dört unsur ve ruhtan başka hiç birşey yoktur. Bu görüş sahipleri ruhun fiilleri konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bu filleri tabî, adî sayarken bazıları ise ihtiyarî saymıştır.Bazıları da: "Ruh, kokma ve çürümeden uzak safkandır" demişlerdir. Kuvveti de böyle açıklarlar.Bir başka görüş: "Ruh tabî sıcaklıktır." Şimdiye kadar ruh hakkında görüşlerini naklettiğimiz kişiler, ruhu hayattan ibaret sayan tabi atçılardır.Esam, ceset olmadan hayat ve ruh için bir varlık tanımayarak: "Uzun, enli ve derin olan şu gördüğümüz, müşahede ettiğimiz cesetten daha akıllı birşey yoktur. Nefis, bizzat bu bedendir, başkası değildir" demektedir. Meselenin gerçeğini açıklamak ve desteklemek açısından böyle bir konuşma cereyan etmiştir, bedenin dışında[175]bir mana ile ilgili değildir.Ayrıca Aristo'nun:[176]Nefis; dairevî olmayan, tedbir, neş'et ve musibet altında meydana gelen oluşumun yükselmesi manasınadır.[177] Ruh, alemde bütün hayvanlardan ameller ve tedbir yoluyla çıkan basit (bölünmez) cevherdir. Ruh için azlık çokluk olmaz. Ruh, alemdeki bu bölünmez özeliği de hem zat hem de bünye açısından da bölünmezdir. Bu manada alemde bulunan her hayvanda bulunur.Bazıları da: "Aksine nefis, sınırları, rükünleri, boyu, eni ve derinliği olan mevcut bir manadır. Bu alemden uzunluk, genişlik ve derinlik sözkonusu olan başka bir aleme geçmezler. Bunlardan herbiri, kendilerini, sınır ve nihayetinin özelliği kılmaktadır. (Mesaniye denen bir kısım seneviyye (dua-list) yani iki tanrıya inananların görüşü budur.)Bazıları da: ''Nefis, sözünü ettiğimiz ilim adamlarının saymış oldukları sınırlar ve sanlar özelliğine sahip olan şeydir. Bir farkla ki, nefsin, canlılık özelliği bulunmayan bir şeye geçmesi imkânsızdır. (Bu görüş de Deysâniy-yeye aittir.)[178] Harîrî, Ca'ferb. Mübeşşir'den şöyle dediğini nakleder: "Nefis cevherdir. Ancak o ne bu cisimdir ve ne de cisimdir. Cevher ile cisim arasında karşıt bir mana vardır.Bazıları da: "Nefis, ruhtan ayrı şeylerdir. Ruh, hayat değildir. Buna göre (Ebû'l-Hûzeyle) hayat ise arazdır. Bu, uykusu halinde insanın, nefsiyle ruhu çıkarken hayatının kaldığını sanmıştır. Delil olarak da: "Allah nefisleri ölümü anında vefat ettirir. Uykusunda ölmeyenler ise.[179]Ca'fer b. Harb de: "Nefis, bu cisimde bulunan arazlardan bir arazdır. Sıhhat ve selamet gibi fiil durumundaki insanın kendisinden faydalandığı şeydir. Cevher ve cisimlerin hiçbir özelliği ile alakalı değildir. Eş'arî'den hikâye edilenler bu kadar.Bazıları da: "Nefis, teneffüs yapmakla vücuda girip çıkan nesîm (ruh) dir" demektedirler. Ruh hakkındaki görüşleri ise: "Ruh bir arazdır, yani hayattır. Nefisten ayrı şeydir" şeklindedir. Kadı Ebû Bekr el-Bâkıllânî ve diğer Eş'arîlerin görüşü de budur.Bazıları da: "Nefis ne cisimdir ne de azardır. Nefsin bir yeri yoktur. Onun için ne boyluluk ne enlilik, ne derinlik, ne renk, ne bir parça vardır. Ayrıca o ne alemin içindedir ne de dışındadır. Ona yakın da değildir, ona aykırı da değildir." Meşşâîlerin[180] görüşü budur. Eş'arî bunu Aristo'dan hikâye etmiştir. Ruhun bedenle olan ilişkisinin, ruhun bedene girmesi, ona yakın olması, beraber bulunması, ona yapışık olması ya da karşıt olması şeklinde bulunmadığını zannetmişlerdir. Ruh sadece bedeni tedbir edendir. Bu, Besencî'nin, Müfîd lakabıyla bilinen Muhamed b. Nu'mân'm, Ma'mer b. Ubad el-Gazzalî'nin, İbni Sina ve tabîlerinin görüşüdür. Görüşlerin en değersizi, en batılı ve doğrudan en uzak olanı budur.Muhammed b. Hazm der ki: "Diğer ehli sünnet alimleriyle, meâda inanan milletler nefsin; boyu, eni, derinliği ve bir mekâm olan cisim olduğunu; ceset üzerinde tasarrufta bulunan mütehayyız bir cüsseden ibaret olduğunu belirtmişlerdir. Meseleye bu açıdan bakınca şöyle deriz: "Nefis ve ruh müteradif isimlerdir. Her ikisi de bir manayı ifade eder."Ebû Abdullah b. Hatîb, insanların nefisle ilgili görüşlerini toplamıştır. Ebû Abdullah der ki: "Her insanın kendini göstererek "ben" demesi, ya cisim olduğundan ya da cisimde bulunan araz olmasındandır. Yahutta "ben"in ne cisim ne de cisimde bulunan araz olmasındandır. Birinci kısımda cisim olmasına gelince; bu cisimden maksat ya şu bedendir ya bu bedene göre müşterek cisimdir ya da bedenden ayrı bir şeydir. İkinci kısma göre ise insan nefsi, bu bedenden ayrı bir cisimdir ki bu görüşte olan kimse yoktur. Birinci kısma göre ise insan bu bedenden, muayyen bu iskeletten ibarettir. Çoğu kelamcıla-rın kabul ettiği görüş budur. Cumhûr-u ulemânın tercihi de bu yöndedir.Ben derim ki; Bu, Cumhûr-u ulemânın görüşüdür. Kazı, bunların sözlerini bid'at ehlinin sözlerinden; diğerlerini ise sapıtmışların görüşlerinden saymıştır. Sahabe, Tabiîn ve hadis ehlinin görüşlerine gelince Razî'nin asla buna diyeceği yoktur. Prensipleri itibariyle bunların mesele hakkında batıl mezheplerin görüşlerini hikâye edeceklerine inanmam. O halde hak olan görüş Razî'nin bilmediği, dolayısıyla sözünü etmediği Kur'ân, sünnet ve ashabın sözleridir. Razî'nin Cumhuru ulemâya nisbet ettiği —insan muayyen bu bedenden ibarettir; bunun ötesinde hiçbir şey yoktur— görüşü konuyla ilgili ileri sürülebilecek en sakat görüştür. İbni Sina ve tabîlerinin görüşlerinden de sakattır. O halde Cumhurun görüşü şudur: İnsan, bedenle beraber ruhtan ibarettir. Dehl olması halinde bazan insan ismi bunlardan birine de verilebilir.İnsan kelimesiyle ilgili dört görüş vardır; O sadece ruh mudur? Sadece beden midir? Yoksa hem ruh hem de beden midir? Ya da bunlardan herbiri midir? Dört görüşün temelinde insan lafzının kullanılışı yatmaktadır. İnsan sadece laiizdan mı ibarettir? Sadece manadan mı ibarettir? Hem lafızdan hem de manadan mı ibarettir? Yoksa bunların herbirinden mi ibarettir? Farklı bu dört görüş, insan lafzının kullanılmasından kaynaklanmıştır.Razı der ki: "İkinci kısma göre insan, bedende bulunan muayyen bir cisimden ibarettir." Bu görüşte olanlar sözkonusu cismin nasıl bir cisim olduğunda da ihtilaf etmişlerdir.Birincisi; Bu cisim, bedenin teşekkül ettiği dört unsurun karışmasından ibarettir.İkincisi: Bu, kandır.Üçüncüsü: Kalbin sol tarafından doğan latîf bir ruhtur ki sirayet yoluyla diğer uzuvlara da geçer.Dördüncüsü: Kalpten dimağa doğru çıkan, hafıza, düşünme ve hatırlama kuvvetlerini kabule müsait bir keyfiyyeti bulunan ruhtur.Beşincisi: Kalpte, bölünmez olarak bulunan bir parçadır.Altıncısı: Hissedilen bu cismin, mahiyetine muhalif bir cisimdir. Nûranî, ulvî, hafif, canlı ve hareketli bir cinstir ki uzuvlara geçer; onun bu geçişi suyun buza, yağın zeytine, ateşin de kömüre geçmesi gibidir. Uzuvlar, latîf bu cisimden taşan özellikleri kabul etmeye müsait olduğu müddetçe, bu latîf cisim uzuvlara karışmış olarak kalır. Latîf cismin uzuvlardaki tesirleri, onların hissetmeleri ve iradeyle hareket etmeleridir.Sert karışımların baskısı nedeniyle bu uzuvlar bozulur; sözkonusu tesirleri kabul edemez olunca, ruh bedenden ayrılarak ruhlar alemine gider.Konumuzla ilgili en doğru görüş budur. Bunu değiştirmek doğru olmaz. Bunun dışındaki bütün görüşler batıldır. Buna Kitap, sünnet, sahabenin icmâı, akıl ve fitrat deliller delalet eder. Şimdi bir yandan bu delilleri zikredeceğiz.
Birinci Delil: Allah Teâlâ'nın şu kavli: Allah, ölmekte olan canlan alır, ölmeyenleri de bedenlerinden alır. Ölümüne hükmettiğim yanında tutar, diğerini ise belli bir süreye kadar salıverir.[181]Bu âyette üç delil vardır: Nefisleri Öldüreceğinden haber vermek. Ölümüne hükmedilen nefisleri tutmak, diğerlerini ise salıvermek.
ikinci Delil: Şu âyettir: "O zalimler ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış; haydi canlarınızı çıkarın, bugün, Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız"[182] derken "onların halini bir görsen" kısmından "sizi ilk kez yarattığımız gibi, yine tek olarak bize geldiniz"[183] kısmına kadar olan yer.Bu âyetlerde ise dört delil vardır:Birincisi: Canları almak için meleklerin ellerini uzatmaları. İkincisi: Canları, çıkan ve çıkarılan diye ifade edilmesi. Üçüncüsü: Bugün onlara verilecek azaptan haber verme. Dördüncüsü: Canların Rabblanna geleceğinden haber verme. Bunlarla beraber deliller yedi oldu.[184]Sekizincisi: Şu âyettir: "O Allah ki, geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzleri ne işlediğinizi bilir; sonra belirlenmiş süre geçilip tamamlansın diye sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O'nadır"[185]kısmından "nihayet birinize ölüm gelince, elçilerimiz onun canını alırlar; bu hussuta onlar geri kalmazlar"[186] kısmına kadar olan yer. Üç delil de burada var:Birincisi: Canların geceleri öldürüleceğini bildirmek.İkincisi; Gündüzleri canların, bedenlere gönderileceği.Üçüncüsü: Ölüm anında canı meleklerin alacağı. Bunlarla deliller ona çıktı.Onhirincisi: Şu âyettir: "Ey mutmain olan nefis. Sen Rabbindan O da senden razı olarak O'na dön. Kullarım arasına katıl ve cennetime gir"[187] üç delil de burada var:Birincisi: Nefsin dönücü olduğunu belirtmek.İkincisi: Cennete gireceğini belirtmek.Üçüncüsü: Nefisten razı olunacağım belirtmek.Selef ulemâsı sözkonusu hitabın nefse, Ölüm anında mı, diriliş anında mı yoksa her iki yerde de yapılacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir? Konuyla ilgili üç görüş vardır. Merfû bir hadiste rivayet edildiğine göre Rasûlullah Ebû Bekir'e şöyle demiştir: "Melek bunu sana ölüm anında diyecektir.[188] Zeyd b. Eşlem de: "Ölüm anında, toplanma gününde ve dirilirken cennetle müjdele-necek." Ebû Salih ise: "Sen Rabbinden O da senden razı olarak O'na dön hitabı ölüm anında: "Kullarını arasına katıl ve cennetime gir" hitabı da kıyamet günü yapılır" demiştir. Bununla beraber ondört delil oldu.
Onbeşinci Delil: Rasûlullah'm şu sözüdür: "Ruh alınacağı zaman göz ona uyar[189] iki delil de burada var. Birincisi: Ruhun alınacağı. İkincisi: Alman ruhu gözün görmesi. Deliller onaltı oldu.
Onyedinci Delil: Nesâî'nin rivayet ettiği hadistir. Ebû Davud Affân'dan O da Hammâd'dan, o da Ebû Ca'fer'den, o da Ammare b.Huzeyme yoluyla babasından şöyle dediğini nakleder: "Rüyamda kendimi, Rasûlul-lah'm alnına secde eder gibi gördüm. Bunu Rasûlullah'a anlatınca başını şöyle eğerek: "Ruhlar birbirine kavuşurlar" dedi. Affân der ki: O, başını boğazına yaklaştırarak alnını Rasûlullah'm alnına koyunca Rasûlullah, ruhların rüyada buluşabileceklerini belirtti. Ayrıca İbni Abbas'ın: "Rüyada ölülerin ruhlanyla, dirilerin ruhları buluşurlar; birbirlerinden bilgi alırlar. Sonra Allah, ölülerin ruhlarını tutar"[190] sözü de yukarıda geçti.
Onsekizinci delil :Hz. BillaTin rivayet ettiği şu hadistir: "Allahû Teâlâ dileyince ruhlarınızı alır, sonra tekrar size gönderir.[191] Almak ve yeniden göndermek ifadesi de birer delildir. İki delil de burada var.
Yirminci Delil: Rasûlullah'm şu sözüdür: Mü'min kişinin ruhu, cennet ağacından yiyen bir kuştur.[192] İki delil de burada vardır:Birincisi: Mü'min kişinin ruhunun kuş olması.İkincisi: Farklı yorumlar olsa da cennet ağacından yemesi. Böylece deliller yirmi bir olmakta.
Yirmiikinci Delil: Şu hadisi şeriftir: "Şehîdlerin ruhları yeşil renkli kuşların karınlarında, cennetle diledikleri gibi dolaşırlar, arşa asılı kandillere sığınırlar. Bu durumlarını gören Rabbin: "Ne istiyorsunuz?" diye onlara sorar.[193] Bu hadiste altı delli var:Birincisi: Ruhların, kuşun karnında olmaları.İkincisi: Cennete dolaşmaları.
Üçüncüsü: Cennet meyvelerinden yiyip, nehirlerinden su içmeleri.Dördüncüsü: Ruhların bu kandillere varıp orada oturmaları.Beşincisi: Yüce Allah'ın onlara hitap etmesi, onları konuşturması, onların isteklerini yerine getirmesi.Altıncısı: Ruhların dünyaya dönmek istemeleri ki bu isteğin kabul edilmeyeceği bilinmektedir. Eğer denirse ki; bütün ruhlar, orada ruh görünümünde değil de kuş görünümünde" cevabımız şudur: Maksat, kuşun karnına girmiş ruhtur. Hatta Ebû Ömer'in tercih ettiği bir rivayette şehîdlerin ruhları kuşlar gibidir denmektedir ki bu şüpheyi tamamen ortadan kaldırır. Böylece deliller yirrnisekiz oldu.
Yirmidokuzuncusu: Talha b. Ubeydullah'tan rivayet edilen şu hadis: Talha der ki: "Kabristan'da yatan ölümüzü ziyarete gittim. Karanlık bastı. Abdullah b. Amr b. Huzâm'm kabri yanma uzandım. Kabirden Kur'ân sesi geliyordu. Hayatımda ondan daha güzelini duymadım. Bunu Rasûlullah'a anlattım. Rasûlullah dedi ki: "O Kur'ân sesi Abdullah'ındır. Bilmez misin Yüce Allah onların ruhunu, zümrüt ve yakuttan yapılmış kandillerin altına kor; sonra onu cennetin ortasına asar. Gece olunca onlara ruhlarını verir. Fecir doğana kadar ruhları kendilerinde kalır. Sonra yeniden geldikleri yere giderler.[194] Bu hadiste ise yukarıdakiler dışında delil vardır:Birincisi: Ruhları, kandillerin altına alması.ikincisi: Bir yerden bir yere göndermesi.Üçüncüsü: Ruhların konuşması, kabirde Kur'ân okumaları.Dördüncüsü: Ruhların bir yerde bulunduğunu bildirmesi. Deliller otu-ziki oldu.
Otuz Üçüncüsü: Yukarı da geçen Berâ b. Âzib hadisi.[195] Bu hadiste ise yirmi delil vardır:Birincisi: Ölüm meleğinin ona: "Ey Mutmain olan nefis. Sen Rabbinden O da senden razı olarak O'na don[196]demesi. Şüphesiz böyle bir söz, anlayan düşünen varlığa söylenir.ikincisi: Ruhun: "Beni, Allah'ın mağfiretine, rızasına çıkarın" demesi.Üçüncüsü: Ruhun, dolu kaptan su damlalarının aktığı gibi akması.Dördüncüsü: "Onu, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa elinde bırakmayın, derhal alın" demesi.Beşincisi: "Taki onu, bu kefene sarıp, bu kokulan üzerine saçana kadar." Yani burada ölünün kefenlenip üzerine koku saçılacağı belirtilmektedir.
Altıncısı: Sonra ruhu semaya çıkarılır" sözü.Yedincisi: Ruhtan, bilinen en güzel misk kokusunun yayılması.
Sekizincisi: "Ona sema kapıları açılır" sözü.Dokuzuncusu: Allah'ın katma varıncaya kadar, onu her sema katı görevlilerinin uğurlaması.Onuncusu: Yüce Allah'ın: "Kulumu yere götürün" demesi.Onbirincisi: Ruhun, cesede gönderilmesi.Onikincisi: Kâfir kişinin ruhunun bedenden ayrılmasından sonra bedenin onu çekmesi ve bu esnada bedenin ter ve sinire boğulması.Onüçüncüsü: Kâfir kişinin ruhunda, yeryüzünde bilinen en kötü koku. nun belirmesi.Ondördüncüsü: Kâfir kişinin semadan koğulması, atılması ve onun yere düşmesi.Onbeşincisi: Ruhlar, meleklerin yanından geçirildiklerinde onların:Bu ruh ne güzeldir" veya "Bu ruh ne kötüdür" demeleri.Onaltıneısı: İki melek onu oturttuktan sonra: "Şu adam hakkında ne diyorsun?" diye ruha sormaları. Bu sualin ruha olduğu açıktır. Bedene karsı olan sual ise ruhun semadan bedene dönüşünden sonradır.Onyedincisi: Ruhu semaya çıkarılınca "Ey adam, hangi Rabbe kulluk ettin?" denmesi.Onsekizincisi: Onu götürün ve ona hazırladığım ikramı ona gösterin. Bunun üzerine cennetteki ya da cehennemdeki yeri gösterilir.Ondokuzuncusu: Bir hadiste de: "Mü'min kişinin ruhu bedenden çıkınca, gök ve yer arasındaki bütün melekler ona dua ederler. Melekler ruhuna karşı namaz kılarlarken, insanlar bedenine karşı namaz kılarlar" buyurul-ması.Yirmincisi: Kıyamete kadar cennetteki ya da cehennemdeki kalacağı yere bakar. Bedenin çürüyüp dağılacağı malumdur. O halde makamlarını gören ruhtur. /
Ellidördüncüsü: Ebû Musa'dan gelen şu hadis: "Mü'min kişinin ruhundan, misk kokusundan daha güzel kokan bir koku çıkar. Ruhu olan melekler onu dünya semâsı altındaki meleklere ulaştırırlar ve "bu falancanın oğlu falancadır." En güzel amellerini sayarak "şu şu ameli işlemiştir" derler. Semâdaki melekler de: "Size de ona da merhaba" derler ve ruhu onlardan alarak, yaptığı güzel amellerinin çıktığı ve güneş gibi gökleri aydınlattığı kapıdan arşa varana kadar götürürler. Kâfire gelince, ruhu alınınca dünya Semâsına çıkarılır. Oradaki melekler: "Bu kim?" derler. Ölüm melekleri de yaptığın en kötü amelleri sayarak "falancanın oğlu falancadır" karşılığını verirler. O zaman melekler: "Merhaba değil, merhaba değil. Onu geri götürün" derler. Böylece onu yerin altına, dibine indirirler. On delil de bunda vardır:Birincisi: Ruhun bulunması.İkincisi: Ruhun güzel kokması.Üçüncüsü: Meleklerin ruhu götürmesi.Dördüncüsü: Meleklerin ona selam vermesi.Beşincisi: Ruhu, ölüm meleklerinin elinden semâ meleklerinin alması.Altıncısı: Ve onu semâlara çıkarmaları.Yedincisi: Ruhtan yayılan ışığın gökleri aydınlatması.Sekizincisi: Ruhu arşa kadar götürmeleri.Dokuzuncusu: Meleklerin: "Bu kimdir?" demeleri. Bu soru, bizzat nef-siyle kaim bir zata, bir kişiye sorulur.Onuncusu: Meleklerin "bu kimdir?" demeleri. Bu soru, bizzat nefsiyle bir zata, bir kişiye sorulur.
Altmışdördüncüsü: Ebû Hureyre'den gelen şu hadis: "Mü'min kişinin ruhu çıkınca, iki melek onu alır, semâya çıkarırlar, semâdakiler: "Yeryüzünden gelmiş güzel ruh. Allah'ın selamı sana ve idare ettiğin bedene olsun" derler." Ruhtan yayılan hoş kokudan bahsedilir. Sonra, Rabbin bulunduğu kata çıkarılır. Yüce Allah meleklere: Onu iki sürenin (ecelin) sonuna götürün" der.[197] Burada altı delil var:Birincisi: Ruhu iki meleğin alması.İkincisi: Semâya çıkarmaları.Üçüncüsü: Meleklerin: "Yeryüzünden gelmiş hoş ruh" diye karşılamaları.Dördüncüsü: Ruha dua etmeleri.Beşincisi: Ruhtan yayılan güzel koku.Altıncısı: Allah Teâlâ'nın huzuruna çıkarılması. Deliller yetmiş oldu.
Yetmişbirincisi: Ebû Hureyre'den rivayet edilen şu hadis:[198] "Mü'min kişi öleceği zaman melekler gelirler. Eğer bu kimse salih biri ise: "Ey güzel bedende bulunan güzel nefis çık. Allah'ı överek, rahatlık, güzel rızık ve kızgın olmayan Rabbi müjdeleyerek çık" derler. Ruh bedenden ayrılana kadar böyle derler. Ruh bedenden ayrılınca onu semâya kadar çıkartırlar. Semâ kapısının açılması istendiğinde: "O kim?" derler. "Fülancanın oğlu fülanca-dır" karşılığı verilince: "Güzel bedende bulunan güzel nefis, merhaba sana, överek, rahatlık, güzel rızık ve kızgın olmayan Rabbe müjdeleyerek buyur gir" derler. Allah'ın katma varıncaya kadar, her katta böyle karşılanır. Eğer bu kimse kötü biri ise: "Ey pis bedende bulunan pis nefis çık. Yerilerek; kızgın terle, cehennem iriniyle ve kendi gibi eşleri müjdeleyerek çık" derler. Ruh bedenden ayrılana kadar böyle söylerler. Ruh bedenden ayrılınca, semâya çıkarılır, semâ görevlileri: "O kimdir?" diye sorarlar. "Fülancanın oğlu falancadır" karşılığını verilince: "Ey kötü bedende bulunan kötü ruh. Yerilerek geri dön" derler. Çünkü buna semâ kapılan açılmaz. Böylece o, arza indirilir, kabrine götürülür." Bu hadis sahihtir. On tane de bunda delil vardır:Birincisi: Güzel bedende ya da kötü bedende bulunması. Burası ruhun yeridir.ikincisi: "Övülerek çık" denmesi.Üçüncüsü: "Rahatlığı, güzel rızkı müjdele" denmesi. Bu, bedenden ayrılan ruhun karşılacağı şeylerle müjdelenmesidir.Dördüncüsü: Semâya çıkarılana kadar devamlı böyle denmesi. Beşincisi: Ruhun girmesi için, semâ kapısının açılmasını istemek. Yedincisi: Allah'ın bulunduğu kata kadar çıkartılması. Sekizincisi: Günahkâr ruha: "Yerilerek geri dön" denmesi. Dokuzuncusu: Semâ kapılarının buna açılmaması. Onuncusu: Yere indirilip, kabrine konması.
Seksenbirincisi: Rasûlullah'm şu kavli: "Ruhlar, toplanmış ordulardır. Tanışanlar, birbirlerine yakınlaşır. Tanışmayanlar ise birbirinden uzaklaşır.[199] Rasûlullah, ruhları, toplanmış ordular olarak vasıflandırmış-tır. Ordular, nefsiyle kaim ordulardır. Tanışma ve tanışmama özellikleri vardır. Bu orduların araz olması, alemin ne içinde ne de dışında olmaması ve bütün ve parça olmaması muhaldir.
Seksenikincisi: İbni Mes'ûd hadisinde Rasûlullah'm ruhlar hakkında: "Onlar birbirine kavuşur; kısrakların tepiştiği gibi tepişirler"[200]demesi.
Seksenüçüncüsü: Abdullah b. Anır hadisinde Rasûlullah'm: "Mü'min-lerin ruhları, iki günlük yaya yolunda buluşurlar. Biri diğerini hiç görmemiş olsa bile tanışırlar."
SeksendÖrdüncüsü: Hz. Adem'in yaratılmasıyla ilgili haberler. Ruh Hz. Âdem'in tepesinden girince Hz. Âdem aksırır ve: "Elhamdülillah" der. Ruh, iki gözüne ulaşınca, cennet meyvelerine bakar. Karnına varınca, yemek yemeyi arzular Henüz ruh, ayaklarına ulaşmadan ayağa kalkar. Ruh bedene girerken de bedenden çıkarken de yadırganır.
Seksenbeşincisi: Allah Teâlâ'nm ruhu çıkarması; mutlu ruhları şakî ruhlardan ayırması; o zaman parlaklık ve sönüklükte ruhların farklı olması ve ruhlar arasında peygamberlerin ruhlarının kandiller gibi olmasıyla ilgili yukarıda geçen haberler.[201]
Seksenaltıncısı: Temîm ed-Dârî'nin yukarıda geçen: "Mü'min kişinin ruhu, Allah'ın huzuruna çıkarılınca huzurunda secdeye kapanır. Melekler ruha müjdeler verirler. Yüce Allah Ölüm meleğine: "Kulumun ruhunu götür, şu şu yere koy" der" hadisi de deliller arasındadır.
Seksenyedincisi: Ölümden sonra ruhların yeri ve insanların bu konudaki ihtilaflarıyla ilgili haberler. Bu ihtilafların altında selefin; her ne kadar yeri konusunda ihtilaflar olsa da ölümden sonra, ruhun yeri olduğu konusunda icmaı vardır.
Seksensekizincisi: Yukarıdaki haberlerden zorunlu olarak, Rasûlul-lah'ın[202] bunları getirdiği bilinmektedir. Rasûlullah ümmetine, bedenlerin bitkiselleştiğini; Sûr'a Üflenince de her ruhun ait olduğu bedene döndüğünü; yer de yarılarak, bedenin kabrinden çıktığını belirtmiştir.Sûr hadisinde şöyle anlatılır: "İsrafil (AS) ruhları çağırır. Müslümanla-nn ruhları nur olarak diğerlerinin ruhları ise karanlık olarak İsrafil'e gelirler. İsrafil onları toplayınca Sûr'a asar. Sonra ona üfürür. Bu zaman Yüce Allah der ki: "İzzetim hakkı için, her ruh, bedenine dönecektir." Bunun üzerine gök ve yer etrafında toplanmış ruhlar, arıların kovanlarından dağıldığı gibi ruhlar da Sûr'dan dağılırlar. Her ruh ait olduğu bedene gelerek ona girer. Yüce Allah, yere emreder. Yer yarılır. Ruhlar, yakın bir yerden çağıran kişinin sesine koşuştukları gibi Rabblerine doğru koşuşurlar.[203] Rabblerinin huzuruna varıp, bekleşirler.[204]Rasûlullah, kesinlikle bunları belirtmiştir. Yüce Allah da insanlara, dünyadaki ruhları dışında başka ruhlar vermez. Ayrıca hayır ve şerri işleyen ruhlar bu ruhlardır. Allah (cc) bedenlerini yeniden yaratarak, ruhları bedenlere gönderir.
Seksendokuzuneusu: Kıyamet günü ruh ve beden, Allah'ın huzurunda çekişecektir. Ali b. Abdülaziz[205] anlatıyor. Bize Ahmed b Yunus, o da Ebû Bekir b. Ayyâş'tan, o da Ebû Sa'd el-Bakkâl'dan, o da ilerime yoluyla İbni Ab-bas'tan nakleder. İbni Abbas der ki: Kıyamet günü insanlar arasında çekişme sürüp gider. Öyle ki ruhla beden bile çekişir. Ruh der ki: "Ey Rabbim. Ben, ancak senin şu beden için yarattığın bir ruhum. Bunda benim hiç günahım yok." O zaman Allah tarafından şöyle denir. Aranızda ben hükmedeceğim. Kör bir adamla oturak bir adam üzüm tarlasına girerler. Oturak, kör adama der ki: "Şurada bir meyve görüyorum. Ayaklarım olsaydı onu alırdım." Buna karşılık kör de: "Ben seni omuzuma alayım" der. Ve meyvenin yanına kadar taşır. Oturak, meyveyi yolar, beraber yerler. Burada suç kimin? Bu sual karşısında ruh ve beden: "Suç her ikisinin" derler. Yüce Allah da-"Hakkınızdaki hükmü kendiniz verdiniz" karşılığını verir.
Doksanıncısı: Diriliş gününe kadar kabirde azap ya da mükâfat görmekle ilgili hadislerden, eserlerden, cesedin dağılıp bozulacağı; kabir azabının ya da nimetinin devam edeceği anlaşılmaktadır. Öyleyse bunlara ruh için sözkonusudur.
Doksanbirincisi: Şehîdler hakkında sahih olarak gelen doğrulanmış haberler.[206] Şehîdlere "ne istiyorsunuz?" diye sorulduğunda: "Ruhlarımızın bedenlerimize ve gönderilmesini ve tekrar senin yolunda öldürülmeyi istiyoruz" demişlerdir. Görüldüğü gibi sual cevap akıllı, konuşan, dünyaya gönderilmeyi ve çıktıkları cesetlere girmeyi isteyen zata yöneltilmiştir. Arzulan sorulanlar, cennettte dolaşan ruhlardır. Bedenleri ise toprak dağıtmıştır, parçalamıştır.
Doksanikincisi: Selmanî Farisî ve diğer sahabilerden sabit olan şeyler: "Mü'minlerin ruhları, Berzah'tadır. Diledikleri gibi dolaşırlar. Kâfirlerin ruhları ise Siccîn'dedir."
Doksanüçüncüsü: İsrâ gecesi, Rasûlullah'ın insanların ruhlarını, Hz. Adem'in sağında ve solunda görmesi. Onları muayyen bir yerde bulunur görmüştür.[207]
Doksandördüncüsü: Belirtildiği üzere, peygamberlerin, ruhlarını, semâlarda görmesi, onlara selam ve rahatlık dilemesi. Peygamberlerin cesetleri, bilindiği gibi yerdedir.
Doksanbeşincisi: Çocukların ruhlarını, Hz. İbrahim'in etrafında görmesi.
Doksanaltıncısı: Buharî'nin es-Sahîh'inde Semra'dan rivayet ettiği hadiste, Rasûlullah'ın azaba layık ruhların, Berzah'ta çeşitli azaplar çektiğini görmesi. Cesetleri ise parçalanarak, dağılmıştır. Azap çektiklerini gördüğü, sadece onların ruhlarıdır.
Doksanyedincisi: Yüce Allah'ın, kendi yolunda öldürülenlerin diri olarak Rabbleri katında rızıklandıklarından, sevinip, kardeşlerini müjdelediklerinden haber vermesi de bir delildir. Rabbleri katında olanlar, kesinlikle ruhlardır. Çünkü bedenler toprakta, diriliş günü ruhların kendilerine gönderilmesini beklemektedirler.
Doksansekizincisi; İbni Abbas hadisinde[208] geçen husus. Şimdi biz, ruhla ilgili mülhid ve bid'atçıların görüşlerindeki sakat noktaları açıklayacağız. Hadisin senedi yukarıda geçti. Hadis şu: "Birgün Rasûlullah'la beraber otururken, şu âyeti okudu: "Zalimleri ölüm dalgaları içinde boğuşurlarken bir görsen[209]. Âyeti okuduktan sonra: "Muhammed'in nefsi yedinde olanAllah'a yemin olsun ki, dünyadan ayrılan her nefis, cennetteki ya da cehennemdeki yerini görecektir. O an gelince yüzleri güneş gibi parlak iki saf melek dizilir. Ölüm halindeki kişi onlara bakar, başkalarını göremez. Her ne kadar onun size baktığım zannetseniz de. Her meleğin yanında kefen ve koku bulunur. Kişi mü'min biriyse onu cennetle müjdelerler: "Ey mutmain olan nefis. Allah'ın rızasına ve cennetine doğru çık. Dünya ve dünyadakilerden daha hayırlı birçok ikram hazırlamıştır sana Yüce Allah. Annenin çocuğuna taltif edip onu okşadığı gibi devamlı melekler de onu taltif ederler. Sonra ruhu, bütün tırnak kemikleri ve eklemlerden çekip alır. Ruhu alınan her kısmı teker teker Ölür. Her uzuv teker teker soğuyarak, size ağır gelen ceset, meleklere hafif gelir. Ruhun çeneden çıkması, çocuğun anne rahminden çıkması kadar zordur. Her melek, ruhu çeneden almak için çalışır. Sonunda alma işini bir melek yüklenir. Daha sonra Rasûlullah: "De ki; sizin canınızı almakla görevli ölüm meleği sizi öldürür. Sonra Rabbinize dönceksiniz[210] âyetini okudu. Sonra beyaz kefenlere sarar. Kadının, çocuğunu bağrına bastığı gibi onu bağrına basar. Sonra üzerine miskten daha güzel kokan, kokular serper. Güzel bir koku koldanız1. Bu kokuyu melekler hissedince: "Ey güzel koku, güzel ruh, merhaba sana. Allahım, bu ruha ve bu ruhun çıktığını bedene salât olsun" derler. Ruh, semâlara doğru çıkartılır. Geçtiği yerlere, miskten daha güzel kokan kokular saçılır. Melekler buna salât getirerek onu karşılarlar. Semâ kapılan açılır. Cebbar olan Allah'ın huzuruna varıncaya kadar uğradığı bütün melekler ona salât getirirler. Yüce Allah der ki: "Hoş geldin ey en güzel nefis. Bunu cennete götürün. Cennetteki yerini gösterin. Ona hazırladığım nimetleri, ikramı sunun. Sonra onu tekrar yere götürün. Çünkü ben, insanı ondan yarattım. Tekrar oraya göndereceğim. Tekrar oradan çıkartacağım." Muhammed'in nefsi, yedinde olan Allah'a yemin olsun ki ruhun ikinci defa bedenden çıkması, ilk bedenden çıkışından daha zordur. Bu durumdaki ruh: "Beni nereye götürüyorunuz? Ait olduğum bedene mi?" der. Melekler de: "Biz bununla emrolunduk. Böyle yapmamız gerekir" karşılığını verirler. İnsanlar henüz ölünün yıkanma işini yeni bitirdiklerinde ruhu semâdan indirerek bedene, kefeni arasına korlar." Hadisi iyi düşün de ruhla ilgili saçma sapan konuşanların sakatlığını anla.
Doksandokuzuncusu: Abdü'r-Rezzak'm Ma'mer'den, onun da Zeyd b. Estem'den, onun da Abdurrahman b. Beylemânî[211]yoluyla Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiği hadis. Rasûlullah şöyle buyurur: "Mü'min kişi öleceği zaman, yanlarında cennet kokuları ve ruhun alınacağı bez olan iki melek gönderilir. Kişinin hayatında asla koklayamayacağı kokular çıkar üzerinden. Bedenden alınan ruh, Rahmân'ın huzuruna getirilir. Önünde ve arkasında, melekler ona secde ederler. Sonra Mikâil (AS) çağrılır. O'na denir ki:"Al şu nefsi, mü'minlerin nefisleri yanma koy. Kıyamet günü sorgulanana kadar orada dursun."Sahabeden gelen eserlerde de, mü'min kişinin ruhuna, gerek ölüm anında gerekse uyku halinde arşta bulunanların secde ettiği belirtilmiştir. Ruh Allah'ın huzuruna çıkınca O'na en güzel selamı vererek: "Ey Allahim, selam sanadır. Selam sendendir. Celâl ve ikram sahibi olan Allahım, Sen ne mübareksin" der.[212]Kadı Nûreddin b. Sâiğ anlatıyor, Âbitlerden, salihlerden bir teyzem vardı. Ölümüne sebep olan hastalığında onu ziyaret ettim. Bana dedi ki: "Ruh Allah'ın huzuruna varıp önünde durunca, Allah'a nasıl selam verir, O'na ne der?" Nûreddin der ki: Teyzemin bu sorusu bana çok ağır geldi. Biraz düşündükten sonra dedim ki: "Allah'ın huzuruna varınca; Allahümme ente's-selâm-û ve minkes-selâm-û, Tebârekte yâ ze'1-Celâl-i ve'1-ikram dersin. Teyzem ölünce onu, rüyamda gördüm. Bana dedi ki: "Allah sana hayırla karşılık versin. Ne diyeceğimi bilemediğimden önce şaşırıp kaldım. Sonra bana söylediğin söz aklıma geldi de onu söyledim."
Yüzüncüsü: Yeryüzünde yaşayan bütün insanlar, ölülerin ruhlarına kavuşabileceğine; onlara soru sorabileceğine; ölülerin, kendilerinin bilmediği birşeyi haber verebileceklerine ve onları görebileceklerine dair bilginin doğru olduğundan birleşmişlerdir. Bununla ilgili misaller o kadar çoktur ki, inkârla bitirilemez.
Yüzbirincisi: Uyuyan kişi rüyasında bazı şeyler elde eder. Uyanınca da onu vücudunda bulur. İşte bu bir ruhun diğer bir ruha etki etmesidir. Kayrûvânî Kitâbu*I-Büstân'da Seleften şunları nakleder:Seleften biri anlatıyor. Ebû Bekir ve Ömer'e söven bir komşum vardı. Günün birinde sövmede ileri gitti. Karşılıklı atıştık. Baktım olmayacak, canım sıkkın bir halde evime geldim. Yatsı namazını kılmadan uyudum. Rüyamda Rasûlullah'ı gördüm. Dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, fülanca senin ashabına sövüyor." O da: "Hangilerine?" dedi. "Ebû Bekir'le Ömer'e" deyince; "al şu bıçağı, o adamı boğazla" dedi. Bıçağı aldım. Adamı yatırıp, boğazladım. Elime kanı bulaşmıştı. Bıçağı bıraktım. Kanı silmek için elimi toprağa sürdüm. Uyandığımda komşumun evinden çığlık geliyordu. Bu çığlık nedendir diye sordum. "Fülanca ansızın Öldü" dediler. Sabah olunca gittim. Baktım ki boğazında bıçak izi var.Ibni Ebî Dünyâ'mn Kitâbu'l-Menâmât'ında Kureyşli bir yaşlının şöyle dediği nakledilir: "Şam'da yüzünün yarısı kararmış, eliyle siyahlığı örten bir adam gördüm. Nedenini adam sordum. Dedi ki: "Kimsenin, bunun nedenini sormaması için Allah'a dua ettim. Sorduğuna göre sana anlatayım. Ali b. Ebû Talib aleyhinde çok aşırı giderdim. Bir gece uyurken rüyamda biri geldi ve "benim hakkımda çok aşın giden sen misin?" dedi, arkasından şu yanağıma vurdu. Daha sonra gördüğün gibi bu yüzüm simsiyah oldu" dedi.Mes'ade anlatıyor: Hişam b. Hibbân Ebû Uyeyne'nin mevlası Vâsıl'dan, o da Mûsâ b. Ubeyde yoluyla Safıyye b. Şeybe'den şöyle dediğini nakleder:«Ben Hz. Âişe ile beraberken elinde kadınların çok düşkün olduğu bir şeyi saklayarak bir kadın geldi ve: "Buraya gelmemin amacı elimdekılerdır. Babam oldukça cömert bir adamdı. Rüyamda su havuzlanılın içinde kendilerine verilen suyu içen erkekler gördüm. Aralannda babamı da gördüm. Ona sordum: "Annem nerede?" Dedi ki: "İşte bak orada." Baktım ki annemin üzerinde küçük bir bez parçası vardı. Babam dedi ki: "Kızım, annen yağlı inekler Kestiği halde şu bez parçası dışında hiçbir şey tasadduk etmemiştir. Yediği ineklerin yağı vücudunda eridikçe hararetini artırmış o da "su verin" diye su istemişti. Bir kap dolusu su aldım, onu anneme içilince tepemden bir ses geldi* "Ona su verenin elini Allah kurutsun." Ondan bu zamana, elim gördüğün gibi kaldı[213] dedi.Haris, b Esed el-Muhâsibî, Esbağ, Halef b. Kasım ve bir grup Saîd b. Mesleme'den şöyle naklederler: "Hz. Âişe'nin yanında bir kadın O'na şöyle demişti: "Allah'a hiç birşeyi şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, çocuğumu öldürmemek, ellerimin ve ayaklarımın iftirasına kapılarak kimseye bühtan etmemek, yapılan bir iyiliğe karşı isyan etmemek üzere Rasûlullah'a biat ettim. Bu konularda Rabbim bana nasıl söz vermişse ben de ona Öylece söz verdim. Allah'a yemin olsun ki, Allah beni azaplandırmayacaktır." Bu kadına uykusunda bir melek gelir ve ona: "Hayır. Sen süsleniyorsun. Zinetini açığa çıkanyorsun. Sana yapılan iyiliğe karşı nankörlük yapıyorsun. Komşulan-na eziyet ederek, kocana karşı geliyorsun" der. Sonra melek beş parmağını kadının yüzüne kor ve: "İşte beşe karşılık beş. Eğer Rasûlullah'a yaptığın biat konulannı artınrsan, biz de senin suçlarını artırınz" der. Sabah olunca kadın, meleğin parmak izlerini yüzünde bulur.[214]Malik'in arkadaşlanndan Abdurrahman b. Kasım der ki: "Malik'in şöyle dediğini duydum: "Yakûb b. Abdullah b. Eşec, bu ümmetin hayırlı kişilerin-dendir. Şehîd düştüğü gün uykusunda bir rüya görür. Dostlanna der ki: "Bugün birşey gördüm. Onu size anlatayım. Sanki cennete girip orada süt içirili-yormuşum gibi gördüm kendimi." Vücudunda süt birikintisinden oluşan is-tiska hastalığına yakalandı. Bunun üzerine şehîd düştü. Ebû Kasım anlatıyor: "Bu, bir yerde yapılan deniz savaşında olmuştur, orada süt yoktu." Bunu, Malik'ten başkalarından da duymuştum: "Cennete girdiğimi ve bana süt içirildiğini görmüş gibiyim." Biri ona der ki: "Senin adına yemin edebilirim ki sen, sert sütten dolayı kusmadın. Çünkü gemide ne süt vardı ne de koyun." İbni Kûteybe der ki: "Bu vak'ada geçen "salade" fiili parlamak manasınadır. Yani parlak süt, İbni Ömer hadisinde mesele böyle geçer: "Doktor ona süt içirdi de, yaradan beyaz parlak irin çıktı."Kıraat imamlanndan Nâfî, konuşurken ağzından etrafa misk kokusu yayılırdı. Ona denildi ki: "Niye oturup konuşurken ağzından güzel kokular yayılıyor." Şöyle karşılık verdi: "Ne koku sürünürüm ne de kokuya yaklaşırım. Ama Rasûlullah'ı rüyamda ağzımda Kur'ân okur olarak gördüm. O zamandan bu zamana ağzımdan güzel kokular yayılır."Mes'ade rüya ile ilgili yazdığı eserde Rebî b. Rakkâşî'den şöyle dediğini nakleder: "İki adam geldi, yanıma oturdu. Birinin gıybetini yapmaya başladılar. Ben de onları gıybetten menettim. Gıybet edenlerden biri daha sonra bana geldi ve "rüyamda kendimi simsiyah gördüm. İçerisinde domuz eti bulunan bir tabak getirildi. Onun gibi yağlı et hiç görmemiştim. Bana dediler ki: "Haydi ye." Ben de: "Domuz etini mi yiyeyim?" dedimse de yapılan tehdit karşısında yedim. Sabah olunca baktım ki, ağzımın tadı değişmiş. Ağzımdan iki ay kokusu gitmedi.Âlâ b. Ziyad'ın gece ibadeti için kalktığı zamanlar olurdu. Bir gece ehline dedi ki: "Şu vakit olunca beni uyandırın." O vakit olduğu halde ehli onu uyandırmadı. Alâ anlatıyor: Rüyamda biri bana doğru geldi ve "haydi kalk ey Alâ b. Ziyâd. Allah'ı an" dedi. Başımın ön tarafından birkaç kılı eline aldı. Artık başımın, ön kısmındaki saçlar dik durmaya başladı. Ölene kadar da bu saçlarım hiç yatmadı, hep dik durdu." Yahya b. Bistam der ki: "Ölümünden sonra Alâ'yı yıkayan bizdik. O saçları daha başında dik duruyordu."îbni Ebî Dünyâ Ebû Hatim er-Râzî yoluyla Muhammed b. Ali'den şöyle dediğini nakleder: Mekke'de Mescid-i Haram'da oturuyorduk. Yüzünün yarısı siyah, yarısı da beyaz olan bir adam kalktı ve "ey insanlar, benden ibret alın. Ben Şeyhayn'a (Ebû Bekir ve Ömer) saldırır, onlara söverdim. Bir gece rüyamda, birinin elini kaldırıp yüzüme şamar attığını gördüm. Bana dedi ki: "Ey Allah'ın düşmanı, ey fasık, Ebû Bekir'le Ömer'e söven sen misin?" Sabah uyandığımda yüzümü işte böyle gördüm.Muhammed b. Abdullah el-Melhebî anlatıyor: "Rüyamda kendimi fü-lancanm arazisinde gördüm. Rasûlullah, hurma kapçıkları üzerinde oturuyordu. Hemen önünde de Ebû Bekir oturuyordu. Ömer dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, fülanca adam bana da Ebû Bekir'e de sövüyor." Rasûlullah: "Ey Ebû Hafs, onu bana getir"dedi. Ebû Bekir'le Ömer'e sövmesiyle meşhur olmuş Amman'lı bir adam getirildi. Rasûlullah dedi ki: "Yatır onu." Ben de hemen onu yatırdım. Sonra: "Onu boğazla" dedi. Ömer de onu boğazladı. Abdullah el-Melhebî anlatıyor: Çığlık sesiyle uyandım. Kendi kendime: "Ne oluyor bana da gördüğümü adama anlatmıyorum. Belki tevbe eder. Ammanlı adamın evine yaklaştığımda içeriden şiddetli ağıtlar geliyordu. Bu ağıt nedir? diye sordum. Ammanh'nın, dün gece yatağında boğazlandığını söylediler. Ölen adamın yanına vardım. Boynuna doğru yaklaştım. Baktım ki bir kulağından diğer kulağına kadar pıhtılaşmış kan görünümünde bir yarık var.Kayrûvânî anlatıyor: Fazilet ehlinden bir yaşlı bana anlattı: Mescid-i Nebevî'ni imamı Ebü'l-Hasen el-Muttalibî bana şunu anlattı: "Medine'de acaip birşey gördüm. Adamın biri, Ebû Bekir'le Ömer'e sövüyordu. Günlerden birgün sabah namazından sonra, gözleri dışarı çıkmış yanağına doğru sallanmış bir adam çıkageldi. Başından ne geçtiğini sorduk. Adam şöyle anlattı: Dün gece rüyamda Rasûlullah'ı, Ali, Ömer ve Ebû Bekirle beraber gördüm. Ebû Bekir'le Ömer dediler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, şu adam bize eziyet ediyor; bize sövüyor" deyince Rasûlullah bana yöneldi ve: "Ey Ebû Kays sana ne oluyor da bunlara sövüyorsun?" dedi. Ben de Ali'ye işaret ederek: "Bunun yüzünden" dedim. Bunun üzerine Ali, tekme tokat bana girişti. Orta parmağının, küçük parmağının izi yüzümde kaldı; gözümü çıkarmaya yeltenince ona dedim ki: Eğer yalan söyleyen sen isen Allah iki gözünü çıkarsın" dedim. İki parmağım gözüme soktu. Korkudan uyandığımda gözlerimi böyle buldum." Bu adam devamlı ağlıyor, insanlara başından geçen bu olayı anlatıp, aşikâre tevbe ediyordu.Yine Kayrûvânî anlatıyor: Fazilet ehlinden bir yaşlı, fakîhin birinden şunu nakleder: 'Tanımızda bir adam vardı. Peşipeşine çokça, oruç tutardı. Fakat iftarım ise geç yapardı. Rüyasında siyah yüzlü iki kimsenin pazısı ile koltuk altlarına kadar olan kısımlarından ve üzerindeki elbisesinden kızgın bir tandıra atmak için tuttuklarını görür. Onlara der ki: "Niye böyle yapıyorsunuz?" Onlar da: "Rasûlullah'm sünnetine aykırı davrandığın için. Çünkü o, iftarın hemen yapılmasını emrettiği halde sen geciktiriyorsun" karşılığını verirler. Kızgın ateşin alevinden adamın yüzü kararmıştı. İnsanlar arasında kapalı yüzle dolaşırdı.Görülebilecek daha garip olaylardan biri de şu: İnsan rüyasında açlık, susuzluk ya da acı hissediyor. Bir başkası da ona su içiriyor, yemek yediriyor ya da tedavi ediyor. Adam uyandığında bütün bu ihtiyaçlarının giderildiğine şahid oluyor. Böyle acaip olayları, birçok insan görmüştür.İmam Mâlik, Ebü'r-Rical'den, o da Amra yoluyla Âişe'den rivayet ettiğine göre: Hz. Âişe'nin cariyesi Âişe'ye sihir yapar. Bu arada Sindî (Pakistanlı) hasta biri yarana gelir ve "sana sihir yapıldı" der. Hz. Âişe de "kim yaptı?" diye sorar. Sindî der ki: "Odasında bulunan çocuğun üzerine bevlettiği cariye," Bunun üzerine Hz. Âişe cariyeyi çağırır. Elbisesinde bulunan ıslaklığı yıkayınca geleceğini söyler. Cariye gelince ona: "Bana sihir yaptın mı?" diye sorar. Cariye: "Evet" cevabını verir. "Bana sihir yapmanı gerektiren şey ne idi?" diye sorar. Cariye ise: "Bir an Önce hürriyetime kavuşmak için" karşılığım verir. Bunun üzerine Hz. Âişe, "kısa zamanda bu cariyeyi, bakımsız, cariyeyi hoşnut etmeyecek bir arabiye sat" diye erkek kardeşine emreder. Cariye böylece satılır. Sonra Hz. Âişe, rüyasında suları birbirine akan üç kuyuda kendisine yıkanması emredildiği sulara dalarak sihrin etkisinden kurtulduğunu görmüştür.[215]"Gözü kör olmuş İsmail b. Dilal el-Hadremî'ye rüyasında biri gelir şöyle de der: Ey duaları işiten, isteklere karşılık verip dilediğini yapan Allahım. Gözümü bana bağışla" demesini söyler. Leys b. Sa'd der ki: "Gözünün kör olduğunu sonra tekrar görmeye başladığını gördüm."Ubeydullah b. Ebû Ca'fer de şöyle der: "Başıma gelen bir dertten dolayı durmadan şikâyetleniyor; derdin altından kalkmak için âyet-i kursî okuyordum. Bu esnada uyumuşum. Rüyamda iki adamın ayakta, yanımda durduklarını; birinin diğerine, içerisinde altmış dört rahmet bulunan âyeti bana okumasını ve "belki rahmetlerden biri bu zavallıya ulaşır" dediklerini gördüm. Uyandığımda kendimde rahatlık hissettim.Seramak b. Harb'in gözleri görmez olunca rüyasında Hz. İbrahim el-Ha-lil'i görür. Hz. İbrahim, gözlerini sıvazlar: "Fırat nehrine git. Üç defa suya dal" der. Semmâk da Fırat nehrine gider. Suya dalınca gözleri açılır.İbni Ebî Dünyâ anlatıyor? Hayır ve salah ehlinden bir kadın mide ağrısına tutulur. Rüyasında birinin ona şöyle dediğini duyar: "Lâ ilahe illallah. Kaynatılmış gül suyu." Bu kadın rüyasında gördüğü gibi kaynatılmış gül suyunu içince mide ağrısından tamamen kurtulur.
Câlinûs der ki: "Kanı çıkarmak için atar damarları yarmamın nedeni rüyamda iki defa bununla emredilmemdir. Ben küçükken, gördüğü bir rüya ile atar damarım yardıran bir insana, Allah Teâlâ'nın şifa verdiğini gördüm."
İbn Harrâz da şöyle der: "Midesinden rahatsız bir adamı muayene ediyordum. Bir ara adam bana uğramaz oldu. Sonra yolda karşılaşınca hastalığından sordum. Dedi ki: "Rüyamda abid görünüşlü bir adam asasına dayanmış bana şöyle diyordu: "Sen rahatsız mısın?" Ben de "evet" karşılığım verdim. Bunun üzerine "bükâ ve celencebin kullanmalısın" dedi. Sabah olunca bükânm buhurdanlık, celencebinin ise balla karışmış gül olduğunu öğrendim. Günlerce böyle yapıp içtim. Böylece mide ağrısından kurtuldum. Bükâ ve celencebinin ne olduklarını söyleyen Câlinûs idi.Meseleyi ilgilendiren olaylar bitmeyecek kadar çoktur. Hatta biri: "Tıb ilminin temeli rüyalardır" demiştir. Şüphe yoktur ki tıb kurallarından bazıları tecrübeye, bazıları kıyasa, bazıları ilhama dayandığı gibi çoğu tıb kuralları da rüyaya dayanmaktadır. Daha geniş malumat sahibi olmak isteyenler şu eserleri incelesinler: Târihu'1-Etıbba ve Kayrûvânî, Kitâbu'l-Büstân. vd.
Yüzikind Delil: Şu âyettir: "Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı bü-yüklenenlere semâ kapıları açılmaz.[216] Âyet-i celîle, mü'minlere semâ kapılarının açılacağına işaret etmektedir. Bu açılış, yukarıda da belirtildiği gibi ölüm anında ruhlara yöneliktir. Nitekim, semâ kapısının mü'min kişinin ruhuna açılacağı, böylece ruhun Allah'ın katma kadar çıkacağı belirtilmiştir.Kâfirin ruhuna gelince, ona ne semâ kapıları açılır, ne de bedenine cennet kapılan açılır.
Yüzüçüncü Delil: Rasûlullah'ın şu hadisi: Ya Bilal, cennete girince, yanımda senin ses çıkardığını duydum. Bu ne sesiydi? Bilal: "Gece olsun gündüz olsun her abdest aldığımda iki rekat namaz kılardım. Ses çıkaranlar bunlar olmalılar" karşılığını verdi.[217] Rasûlullah'ın duyduğu ses, hiç şüphesiz Hz. Bilal'ın ruhudur. Henüz bedeni cennete girmemişti.
yüzdördüncü Delil: Kabirleri ziyaret etmek, onlara selam vermek, onlara hitap ederek, ölülerin ziyaretlerinden haberdar olmalan ve kendilerine verilen selamı reddetmeleriyle ilgili hadisler ve eserler. Bu deliller yukarda geçti.
Yüzbeşinci Delil: Çoğu ölülerin ruhlarının yakınlarına, kendilerini rahatsız eden şeylerden şikayet etmeleri, hayatta olanlann da o eziyeti bulup onu yok ettikleri bilinmektedir.
Yüzaltıncı Delil: Eğer ki, ruh bedenin arazlanndan bir araz yahutta cisim olmayan, değişime maruz kalmayan mücerret bir cevher olsaydı, çıktım, gittim, kalktım, geldim, oturdum, sallandım, girdim, döndüm vb. diyen kimsenin bu sözleri batıl olmalıydı. Çünkü bu sıfatların arazlarda, mücerred varlıklarda subûtu mümtenîdir. Aklı olan herkes bu ifadelerin doğruluğunu bilir, kabul eder. Böyle bir konuda inkâr, safsata[218] babından birçok açık konulan inkârdır. Velhasıl delil, insanlann bu lafizlan nasıl kullandıklanna bakmaktır ki bu durumda lafizlann hakikat-mecaz olması muhtemeldir, denilemez. Böyle diyen kimse onların amaçlan "bedenim girdi ve çıktı" demek olsa gerek. Çünkü akıl ve fıtrat delilleriyle bu lafizlann manalanna bakacak olursak, akıl ve histen herbirinin, giren ve çıkanın, yer değiştirenin sadece beden olmadığını anlamış oluruz. Sözkonusu lafizlann manalarını, akıl ve hissin ruha nisbet etmeleri temel izafettir, asıl manadır; bedene nisbet edilmesi ise en doğru şehadetlere uyarak verilen talî manadır. Şurası unutulmamalıdır ki beden manasına olan ruh, kullanılış açısından yani ıtlakî, vazî değildir.
Yüzyedincisi: Beden merkeptir, nefsin tasarrufu için bir mahaldir. Do-layısıyle bedenin girmesi, çıkması, yer değiştirmesi atın yahut herhangi bir hayvanın iskeletlerinin herhangi bir yere girmesinden farksızdır. Nefsin, girme-çıkma, yer değiştirme, hareket sükûn gibi özellikleri olmasaydı bu, insan iskeletinin eve girmesi ve çıkması gibi olurdu. Yani nefis olmadan, girmek ve çıkmak gibi olurdu. Ruhsuz olarak bunun mümkün olmadığı zorunlu olarak bilinmektedir. Herkes bilir ki giren çıkan ve yer değiştiren kişinin ruhudur, nefsidir; bu ruh, bedeni kullanarak girme ve çıkmada bedeni kendine uydurmuştur. Bir farkla ki bedenin faaliyetleri görülebilir; ruhunki ise akıl ve ilimle bilinebilir.
Yüzsekizincisi: Eğer ki nefis bazılannın dediği gibi bedenin bir arazı olsaydı insan bir anda bin yada daha fazla ruh değiştirmiş olurdu. İnsan, ancak ruhuyla, nefsiyle insandır; bedeniyle değil. İnsan, bir zaman önceki insandan da bir zaman sonraki insandanda farklı bir insandır. Bu bir nevi deliliktir. Eğer ruh mücerret bir varlık ve bedenle olan ilişkisi birbirine girmek yoluyla değil de, ruhun bedeni idare etmesi şeklinde olsaydı, ruhun bu bedenle olan ilişkisini kesip başkalarına geçmesi mümkün olurdu. Yani ev ya da şehir mimarı, nasıl o anki işini bırakıp başka işlerle uğraşabiliyorsa, ruhun da ait olduğu bedenini bırakıp başka bedenlere girmesi mümkün olurdu. Ruhun bedeni idaresi açısından şüpheye düşüyoruz. Yani Zeyd'e ait olan bu nefis önceki nefsi mi yoksa baka bir nefis mi? Ayrıca Zeyd bu adam mı yoksa bundan başka biri mi? Aklı olan kişi buna asla cevap veremez. Ruhun mücer-red, yahut araz olması bu şüpheyi beraberinde getirir.
Yüzdokuzuncusu: Her ruh kendisinden ilim, fikir, sevgi, kin, rıza vb nefsi özelliklerin bulunduğunu kesinlikle bilir. Ayrıca bu özelliklerin bedeninin arazlarından bir araz ya da bedene uzak, ondan yarı mücerred bir varlık olmadığını da bilir. Nasıl ki görmek, duymak, koklamak, tatmak, dokunmak, hareket etmek, sakin olmak gibi özellikler kesinlikle nefsine izafe edilerek binefsihî ka'im olduğu biliniyorsa, sözkonusu idraklarmda bedende bulunan bir emirden kaynaklandığını kesinlikle bilir. Bedeni ayakta tutan şey nefis cevheridir. Ancak bu, mücerred ya da araz bir ruhtan kaynaklanmamakta; bel ki alemde yer tutmuş, bir yerden başka yere giden, hareket eden, sakin olan, çıkan ve giren bir ruhtan kaynaklanmaktadır. O halde sözkonusu beden ve cisme, ruh sirayet etmektedir. Sirayet olmasaydı beden cemâddan (cansız varlık) olurdu.
Yüzonuncu Delil: Yine ruh mücerred bir varlık ve bedenle olan ilişkisi gemicilerin gemiyle, devecilerin deveyle olan ilişkileri gibi sadece idarî bir ilişki olsaydı, gemicilerin ve devecilerin ellerindeki gemileri, develeri bırakıp başka gemi ve develerle uğraştığı gibi ruhun da bu bedeni bırakıp başka bir bedeni de idare etmesi mümkün olurdu. Bu durumda ise, ruhların bedenlerden bedenlere geçmesinden (tenasühten) bahsedilirdi. Şöyle denemez: "Nefis bedeniyle birlik olmuştur. Bu nedenle bedenden ayrılamaz. Ya da nefsin bedene karşı tabî bir aşkı, onu yönetmek için zatî bir arzusu vardır. İşte bu nedenle bedenden ayrılamaz." Biz de diyoruz ki: "Mekân tutmaz bir şeyle birlik kurmak imkânsızdır. Çünkü böyle bir birlik düşünülse bile birinin sakatlığı diğerini de sakatlar. Yani birleşmeden sonra ayrı ayrı ruh ve beden kalması —ruh ve beden tekşey olmadan— ya da ikisinin birleşmede kaybolup üçüncü birşeyin çıkması birşeyde birleşme anlamına gelmez. Yine birleşmede biri kalıyor, diğeri yok oluyorsa yine bir anlam kalmaz. Tabî nefsin bedene aşık olmasına gelince; aşık olunan şey nefis olmalıdır. Çünkü lezzetler nefis vasıtasıyla alınmaktadır. İstekleri elde etmekte, bedenlere ruhlarla aynı seviyede iseler, ruhun bedene nisbeti de musâvî demektir. "Muayyen nefis, muayyen bedene aşıktır" sözünüz sakattır. Bunun misali şöyledir: Susuz bir kimse ihtiyacını karşılayacak aynı seviyede —meselâ on tane— içerisi su dolu kap bulsa, diğerlerini bırakıp bunlardan sadece bir tanesine aşık olması düşünülemez.
Yüzohbirinci Delil: İnsan nefsi ne âlemin içinde ne de âlemin dışında, ne âleme bitişik ne de âlemden ayrı, ne ona uygun ne de ona uygun olmayıp mücerret bir cevher sayılsa idi, zorunlu olarak bu özelliği ile varlığın bilinmesi gerekirdi. Çünkü insanın nefsini ve sıfatlarını bilmesi, bütün malumların bilinmesinden daha kolaydır. Kendiyle ilgili bilgiler dışındaki ilimler,dokuzuncu İtendi nefsinin bilinmesine bağlıdır. Bu durumun batıllığı kesinlikle bilinmektedir. Çünkü yeryüzünde yaşayan çoğu insanlar, akıllarda gerek zahir olarak gereksa gaib olarak nefsin varlık ispatının muhal olduğunu bilmektedir. Kim ki gerek kendi nefsi için gerekse Rabbi için böyle söylüyorsa nefsini de Rabbini de bilmiyor demektir.
Yüzonikinci Delil: Müşahede edilen bu beden, nefsin küllî ve cüzî bütün idraklarının, sıfatlarının yeridir. İradî hareketlerinin yeri de yine bedendir. Bu takdirde sözkonusu idrak ve sıfatların taşıyıcısı bu beden olmalıdır. Âlemin içinde de dışında da olmayan mücerred cevherin, nefse yer, mahal olması, zorunlu bir şekilde batıldır.
Yüzonüçüncü Delil: Nefis, cisimlik ve mahalde bulunmaktan soyutlanmış ise, nefse ait fiillerin, fiil mahalline teması ile oluşması da mümtenî olurdu. Şöyle ki, bir mahalde bulunmayan birşeyin, mahalle bağlı olarak var olan şeye irtibatlı olması imkânsızdır. İş böyle olsa bile kişinin fiili, kendisiyle fiil mahalli arasında bir bağa, irtibata gereksinme duymaksızın yaratma yoluyla oluyor demektir. Mesela aramızdan biri cisimlere dokunmadan veya cisme dokunanlara da dokunmadan onu hareket ettirebilir. Çünkü size göre nefis, cisim misalinde olduğu gibi bedene veya beden bitişik birşeye dokunmadan bedeni hareket ettirebilir. Bu görüş zorunlu olarak batıldır. Nefiste, hareket mahalline yahut bu mahalle bitişen şeye dokunma şartı dışında hareket ettirme gücü yoktur. O halde cisme temas eden yahut cismin kendisine temas ettiği herşey de cisim olmalıdır. Eğer denirse ki: "Nefsin, kendi bedenini hareket ettirmedeki tesiri dokunma şartına bağlı değildir. Ama bedeni dışındaki varlıkları hareket ettirmesi ise bedeniyle o cisim arasındaki dokunma şartına bağlıdır." Cevabımız şudur: Nefsin tasarruflarım bedenin kabul etmesi, bedenle nefis arasındaki temasa bağlı olmaması, aynı şeyin diğer cisimler için de sözkonusu olmasını gerektirir. Çünkü hareketi kabulde bütün cisimler birdir. Bütün cisimlere nefsinin izafe edilmesi de aynı orandadır. Yani nefis, cisim ve cisimle ilgili bağlardan soyutlandığında, zatının bütün bunlara olan münasebeti eşit demektir. Fail olan kişinin zatının bütün bunlara nisbeti eşit olunca, faille cisim arasındaki nisbeti kabul ettiren şeylerin de fail olan kimseye eşit olması gerekir. Bu durumda da gerek bedene gerekse başka cisimlere nefsin tesiri eşit olmalıdır. Bazı şeylerde fail olan kimse fiil mahalline dokunma gereksinimi duymuyorsa, tamamında da bu gereksinim olmamalıdır. Bazı şaylerde fiil mahalline dokunmak zorunda olan kimse hepsinde dokunmak zorunda demektir. Denirse ki: "Nefis sadece bu bedeni arzulamaktadır. Dolayısıyla bedenine olan tesiri diğerlerinden daha güçlüdür." Şöyle cevap veririz: Şiddetli bir arzu, bedenle olan ilişkisinin ve bedendeki tasarruflarının daha güçlü olmasını gerektirir. Ama bedene böyle iken sözü edilen cisimlere nisbetle, zâtının gereği bozuluyorsa bu muhal olmalıdır. İşte bu son derece güçlü bir delildir.
Yüzondördüncüsü: Aklı olan herkes insanın diri, konuşan, beslenen, gelişen, duyarlı, iradesiyle hareket eden bir varlık olduğunda ittifak etmiştir. İnsana ait bu özellikler iki kısımdır. Bir kısmı bedenine ait, bir kısmı da ruhuna, nâtık nefsine aittir. Ruh, âlemin ne içinde ne de dışında, âleme ne bitişik ne de ondan yan ise insanın da aynı şekilde âlemin içinde de dışında da, âleme bitişik ve âlemden ayrı değil olması gerekir. Yahutta bir kısmı âlemdedir, bir kısmı ise ne âlemdedir ne de âlemde değildir. Aklı olan kişi bunun batıllığmi derhal anlar. "İnsan bedeniyle ruhuyla âlemin içerisindedir" görüşü ise şöyle diyen kimsenin görüşünden daha bozuktur. "İnsan nefsi, mahluk olmayan kadîmdir." Buna göre insanın yarısını mahlûk, yansıra ise gayr-i mahlûk sayıyorlar. Eğer denirse ki: "İnsanın, sizin söylediğiniz gibi bir varlık olduğunu kabul ediyoruz. Ancak biz bunu, sözkonusu sıfatlarla insanı düzenleyen raücerred bir cevher olarak biliyoruz."Şöyle cevaplarız: Sözünü ettiğiniz cevher, insana yahut insan gerçeğine ters bir şeydir. Şu ikisinden birine karar vermelisiniz. Cevhere, insandan başka birşey diyorsanız, bu sözünüz insanı idare eden nefistir sözünüze döner. Biz diyoruz ki nefis, insan hakikatıyla ilgilidir; insanın idaresiyle değil. Çünkü insanı da bütün âlemi de düzene koyup idare eden tek olan Allah'tır.
Yüzonbeşincisi: Aklı olan birine "insan nedir?" diye sorarsanız, şu bünyeyi, beden aksamını gösterir. Aklına, bunun bedene mugayir olduğu, âlemin ne içinde ne de dışında olmadığı hususu gelmez bile. Bu, zarurî bilgilerdendir. Şüpheye, şüpheye düşürmeye müsait değildir.
Yüzonaltıncısı: Aklı olan insanlar, Allah Teâlâ'nın hitabının, bu bünyeye ve uzuvlarına ait olduğuna hükmeder. Övülmek-yerilmek, sevap-azap, müjdeleme ve korkutma da yine bu bünye ile ilgilidir. Biri çıkıp da: "Emredilen, yasaklanan, övülen, yerilen, emre ve nehye muhatap olan ve akıllı, mü-cerred cevherdir; âlemin ne içindedir ne de dışındadır, âleme bitişik de değil, ondan ayrı da değil" dese aklı olanlar, bu kimsenin aklına gülerler, onu yalanlarlar. Akıl ve aklî izahlar tarafından batıllığı ortaya konmuş bir şeyin varlığına, sabitliğine istidlal etmek, muhal olan bir şeyin varlığının sıhhatine istidlal etmektir. Basan Allah'tandır.
Eğer denirse ki: Ruhun cisim ve bir mekânda bulunuşu ile ilgili delillerinizi getirdiniz. Peki muhaliflerinizin ileri sürdükleri delillere ne diyeceksiniz? Onların delilleri de şunlardır:Birincisi: Akıllı varlıklar: "Ruh, cisim, nefis ve cisim" diyerek nefsi ruhtan ayrı birşey saymaktalar. Nefis ruh olsaydı, böyle demenin bir anlamı olmazdı.İkincisi: Birincisinden daha güçlü bir delil. Şöyle ki: Bazı varlıkların bölünmeye müsait olmadıkları bilinmektedir —Nokta, basit cevher ve hatta Vâcibü'l-Vucûd'un[219] Zâtı gibi.— İlim, bunların bölünmeye kabil olmadıklarını göstermektedir. Aynı şekilde bu ilimle mevsûf mahallin de —yani nefsin— bölünmeye müsait olmadığını gösterir. Nefis cisimse bölünebilir demektir. Bir başka delil de şu. Küllî ilimlerin mahalli, eğer cisimse ya da cismânî ise, bu ilimlerin de bölünmesi gerekir. Çünkü bölende bölünme muhaldir. Bu ilimlerin bölünmesi ise müstahildir.Üçüncüsü: Küllî aklî suretler, şüphesiz mücerrettirler. Onların bu soyutlanması ya kendisinden alınan şey sebebiyledir ya da alma sebebiyledir. Birincisi bâtıldır. Çünkü bu, miktarları farklı, muayyen yapı özelliği olan şahıslardan alınmıştır. O halde suret, alma ve nefis denen aklî kuvve sebebiyle mücerrettir.Dördüncüsü: Akile kuvvesi sonsuz fiillere güç yetirir. Bunun yanında, sonsuz idraklere de ulaşır. Cismânî kuvve ise sonsuz fîilere güç yetiremez. Çünkü cismânî kuvveler, mahallinin bölünmesiyle bölünürler. Bu durumda bir kısmına güç yetiren şeyin, tamamına güç yetiren şeyden daha az olması gerekir. Dolayısıyla, tamamına güç getiren şeyin, bir kısmına güç yeti-rene göre kat kat daha fazla sonluya güç getirmesi gerekir. Sonluya eklenen sonlu da sonludur.Beşincisi: Âkile kuvvesi cismânî bir âlet halinde olsa idi, âkile kuvvesinin daima bu âleti idrak etmesi ya da küllî olarak onu hiç idrak etmemesi gerekirdi ki her iki durum da bâtıldır. Çünkü, âkile kuvvesinin bu âleti idrak etmesi, kendi varlığının aymsı ise ki bu muhaldir. Yok eğer kendi varlığına mûsavî bir suret ise bu, âkile kuvvesinin âlet halinde olmasıdır ki birbirine benzer iki suret bir araya geleceğinden bu da muhaldir. Bunun da batıllığı ortaya çıkınca, âkile kuvvesi bu âleti idrak ettiğinde, bu idrakin, âkile kuvvesinde bu âletin meydana çıktığı bir nefisten ibaret olduğu sabitleşir. O halde, idrakin yeterliliği ölçüsünde, idrakin daima bulunması gerekir. Yok eğer idrak oluşumu yetersizse, hiçbir vakitte idrakin oluşması mümkün değildir. Kısacası bir zaman idrak oluşup başka bir zaman oluşmuyorsa, mücerredin dışında âletin suretini getiren başka bir sebep vardır demektir.Altıncısı: Her insan kendini idrak eder. İdrak, bilinen birşeyin mahiyetim bilen kişiye getirmekten ibarettir. Bizim kendimizi bilmemiz, ya zatlarımıza zatlarımızın gelmesi nedeniyledir yahutta zatlarımızla zatlarımızın eşit suretlerinin gelmesi nedeniyledir. İkinci kısım bâtıldır. Çünkü bu durumda birbirine benzer iki suret bir araya gelmektedir. Öyleyse kendimizi bilmemiz sadece zatlarımızın, zatlarımıza gelmesidir. Bu ise ancak nefisle bulunmuş olsaydı, sözkonusu mahalde hazır olması gerekirdi. Demek ki bu mana, zat ancak nefisle kâim olup bir mahalle girmekten müstağnî olduğu zaman çıkar.Yedincisi: Ebül-Berekât el-Bağdâdî'nin ileri sürdüğü delil. Yukarıdaki delillerden daha bozuktur bu. Ebül-Berekât der ki: İçimizden birinin cıva ile dolu deniz, yakuttan dağ, birçok güneş ve ay tehayyül etmesinin mümkünlü-ğünden şüphe etmeyiz. Hayalî bu suretler ma'dûm, yok değillerdir. Hayal eden kişinin kuvvesi, bu suretlere işaret eder; herbir sureti diğerlerinden ayırır. Bu tahayyül zaman içinde görülen, hissedilen bir oluşuma doğru akar. Mahza yokluğun, salt nefyin olmadığı bilinmektedir. Zorunlu olarak biliyoruz ki bu suretler ayn olarak (mesela, birden fazla güneş) yoktur. Ama zihinlerde vardır. Buna göre diyoruz ki: "Bu suretlerin mahalli, ya cisimdir ya cisimde bir yerdir; ya cisim değildir ya da cisimde bir yer değildir. İlk ikisi bâtıldır. Çünkü deniz ve dağın suretleri, büyük suretlerdir; buna karşı dimağ ve kalp küçük cisimlerdir. Büyük olan birşeyin küçük bir şeyde bulunması muhaldir. O halde hayâlı bu suretlerin mahalli cisim de değildir cismânî de değildir.Sekizincisi: Aklî kuvve cesede bağlı olmuş olsaydı, insan yaşlandıkça aklî kuvvelerin zayıflaması gerekirdi. Ama bu böyle değil.
Dokuzuncusu: Aklî kuvve, fîilerinde cisme gereksinim duymaz. Fiillerinde cisme muhtaç olmayan şeyin, zatında da cisme muhtaç olmaması gerekir. Birinci kısmın izahı şu. Aklî kuvve kendini idrak eder. Aklî kuvve ile kendi arasında bir âletin vasıta olması muhaldir. Bizzat kendi idrakini de idrak eder. Ama bu idrak yine bir vasıta ile olmaz. Ayrıca kendi âleti olan cismi idrâk ederken de kendiyle âleti olan cismin arasında başka bir âlet bulunmaz. İkinci kısmın izahı ise iki şekildedir:Birincisi: Cismânî kuvveler, bakan, işiten, hayal eden ve vehmeden kuvveler gibidir. Aklî kuvveler cismânî olmadığından dolayı zatlarını idrak edebilmektedir. Onun bu idraki, zatlarını idrak eder olmasındandır. Zatlarını İdrak edici olması ise bu zatları taşıyan cisimlerin idrak edilmesi nedeniyledir. Akile kuvvesi cismânî olsaydı bu üç özelliği taşıyamazdı.İkincisi: Fiilin kaynağı nefistir. Eğer ki nefis, güçlerinde ve varlığında cisme bağlı olsaydı, sözkonusu fiiller cismin katılımı olmaksızın gerçekleşmezdi. Cismin katılımı olmadan da aklî kuvveler tasarruflarını yapıyorlar olunca, cisme muhtaç olmadıkları ortaya çıkar.Onuncusu: Cismânî kuvvetler, işlerinin çokluğu nedeniyle zamanla yorulurlar. Güçlerini kaybettikten sonra, eski hallerine dönemezler. Bunun sebebi açıktır. Çünkü cismânî kuvvetler, yoğun çalışmaları sebebiyle zamanla güçsüzlüğe, bitkinliğe maruz kalırlar ki bu zayıflığı gerektirir. Aklî kuvvetler ise yoğun çalışmaları nedeniyle asla zayıf düşmez. Zayıf düştükten sonra ise gücüne güç katar. Demek ki aklî kuvveler cismânî değildir.Onbirincisi: Siyah, beyazın zıddıdır dediğimizde zihinde siyah ve beyazın mahiyetlerinin oluşması gerekir. Bedîhî olarak siyah ve beyazın; sıcaklık ve soğukluğun bir anda cisimlerde birleşmesinin muhalliği bilinmektedir. Ancak bu aklî kuvvelerde oluştuğuna göre, cismânî kuvvetler olmamaları gerekir.Onikincisi: İdrakların mahalli bir cisim olsaydı —şüphesiz her cisim bölünebilir— cismin bazı kısımlarının bilinmesine, bazı kısımlarının ise bilinmemesine mâni olmazdı. Bu duruma göre insan, birinci halde birşeyi hem bilmekte hem de bilmemektedir.Onüçüncüsü: Cismânî maddelerde muayyen izlerin bulunması, diğer izlerin bulunmasına engeldir. Aklî izler ise bunun tam tersinedir. İlimlerin, idraklerin tamamından uzak olan nefisler, aklî kuvveleri ilim öğrenmeye sevkeder. Akıl birşeyi öğrenince bu, diğer bilgilerin öğrenilmesine yardımcı olur. Cismânî izler birbirinden ayrı ve farklı iken aklî izler birbirinin yardımcısı ve destekçisidir.Ondördüncüsü: Eğer ki nefis cisim olsaydı, kişinin ayağım oynatmak istemesiyle ayağını oynatması arasında cismin hareketliliğine, ağırlığına go-re bir zaman olması gerekirdi. Cesedi hareket ettiren, harekete hazırlayan bu duruma göre nefistir. Hareket ettiren şey eğer cisim ises bu cismin ya uzuvlarda önceden bulunması, ya da dışarıdan gelmesi gerekir. Dışarıdan gelmesi, zaman, müddet ister. Yok eğer bu uzuvlar da önceden var ise, bu durumda mesela o uzvu hareket ettiren kası kestiğimizde uzvu da hareket ettiren şey kalmaz. Hareket ettiren şey eğer nefiste var kabul edilirse, uzuv kesilse de hareketin bir miktarı uzuvda kalır.Onbeşincisi: Eğer ki nefis cisim olsaydı, bölünür olmalıydı ve de tamamının bilindiği gibi bir kısmının bilinmesi gerekirdi. Dolayısıyla insan, nefsinin bir kısmını bilecekti; bir kısmını ise bilemeyecekti ki bu muhaldir.Onaltıncısı: Eğer ki nefis cisim olmuş olsaydı, nefsin bedene girmesiyle bedenin ağırlaşması gerekirdi. Çünkü, içerisi doldurulan boş cismin ağırlaşması onun özelliğindendir. Meselâ, tulumun suyla doldurulması halinde ağırlaşması gibi. Bu durum nefis için geçerli değildir. Bedenin en hafif olduğu an içerisinde nefsin olduğu andır. En ağır olduğu an ise nefsin bedenden ayrıldığı andır.Onyedincisi: Eğer ki nefis cisim olsaydı, cisimlere mahsus hafiflik-ağır-lık, sıcaklık-s oğulduk, yumuş aklık-sertlik ve siyahlık-beyazlık gibi özelliklerden keyfiyetlerden hâlî olmazdı. Nefisle ilgili keyfiyetler bilindiği gibi nefsin erdemleri ve alçaklıklarıdır; cismânî keyfiyetler değildir. Bu da gösteriyor ki nefis, cisim değildir.Onsekizincisi: Nefis eğer cisim olsaydı bütün duyularla veya bir duyuyla veya iki duyuyla yahutta daha fazla duyuyla algılanabilirdi. Çünkü, cisimleri, duyular yoluyla görürüz. Bazı cisimler bütün duyularla algılanabilirken, bazıları da bir duyuyla ya da iki duyuyla yahutta daha fazla duyuyla al-gılanabilmektedir. Nefis ise algılama duyularından uzaktır. Bu delili, Cehm b. Safvân Allah Teâlâ'yı: "Eğer O var olsaydı, duyulardan biriyle olsun algılanabilirdi" diyerek inkâr eden mülhidlere karşı kullanmış; onlara nefsin durumuyla karşılık vermiştir. Nefsin cisim olması, tartışmaya son vermez. Çünkü cisim olması halinde, bazı duyularla algılanması sözkonusu olabilirdi.Ondokuzuncusu: Nefis cisim olsaydı, boyu, eni, derinliği, yüzeyi ve şekli olurdu. Bu ölçüler, uzaklıklar sadece bir madde için mahal için sözkonusu-dur. Nefsin maddesi yine nefisse, iki nefis biraraya gelmektedir, Eğer nefis maddesi nefisten ayrı birşey ise nefsin, beden ve suretten mürekkep bir cesette beden ve suretten mürekkep bir nefis olurdu. Bu takdirde ise bir insan iki insan olurdu.Yirmincisi: Bölünmeye müsait olmak cismin Özelliklerindendir. Cismin küçük parçası, büyük parçası gibi değildir. Nefis de cisim gibi bölünmeyi kabul etse, bunlardan her bir cüzün de yine nefis olması gerekirdi ki bu durumda insanda bir nefis olmayıp, birçok nefisler olurdu. Nefsin bölünmesinden oluşan parçalar, nefis olmazsa bu durumda tamamı da nefis olmamış olur. Suna misal şudur: Suyun parçalan da su değilse, bu parçalardan oluşan bütün de su değildir.Yirmibirincisi: Cisim, korunmasında, bekasında, kıvamından nefse muhtaçtır. Bundan dolayı nefsin ayrılmasıyla beden bozulur, çürür. Nefis de beden gibi cisimse, başka bir nefse ihtiyaç vardır demektir. O da cisimse daha başka bir cisme ihtiyaç vardır diyerek teselsül oluşur. Bu ise muhaldir. Çünkü bu, nefsin cisim olmasını gerektirir.Yirmiikincisi: Nefis eğer cisimse, cisme olan alakası eğer birbirine tedahül yoluyla ise cisimlerin tedahülü gerekir. Yok eğer yapışmak, kaynaşmak yoluyla ise bir insan biri görünen diğeri de görünmeyen kaynaşmış iki cisimden teşekkül etmiş olması gerekir.İşte bunlar, dalaletle boğularak alçaklığa düşmüş, insanların vehimle-, ridir. Allah'ın yardımıyla, verdiği güçle bunlara genişçe cevaplar vereceğiz.
Birinci şüpheye cevap: Diyorlar ki: Akıl sahipleri ruh, cisim, nefis ve bedenin ayrı ayrı şeyler olduğunda ittifak etmişlerdir. Cevap: Cisim kelimesi, felsefeci ve kelamcıların ıstılahında, arap dilindekinden ve insanların kullanımlarından daha umumdur. Şöyle ki, cisim lafzını felsefeciler ağır, yahut hafif yahutta görünen veya görünmeyen cinsinden olan üç şeye kullanmışlardır. Bu nedenle havaya, ateşe, suya hatta dumana, buluta ve yıldıza bile cisim demişlerdir. Arap dilinde bunlara cisim dendiği bilinmemektedir. Felsefecilerin dilleri, anlayışları İşte budur. Lügat kitaplarında onlardan nakledilenler budur. Cevheri der ki: Ebû Zeyd şöyle demiştir: "cisim cesettir. Cismân ve cüsmân da aynı manaya gelir". Esmaî de: "Cisim ve cüsmân, ceset demektir. Peltek "se" ile cüsmân ise şahıs, kişi demektir yani, büyüdü, cüsseli oldu, manasınadır.Biz de nefse cisim diyorsak onların ıstılahlarına, lugatlarına göre diyoruz. Aksi takdirde dil itibariyle nefis, cisim değildir. Nefsin cisim olmasından maksadımız, şeriatın, akim ve hissin işaret ettiği hareket, intikâl, yükselme, inme; nimete, azaba, lezzet ve eleme doğrudan muhatap olma gibi Özelliklerinin, fiil ve hükümlerinin olmasıdır. Bundan başka tutulması, salıverilmesi, alınması, bedene girip çıkma özelliklerinin varlığıdır. İşte nefiste bu manaları göstermek için her ne kadar dilciler cisim demese de biz cisim demekteyiz. Bâtıl bu fırkayla (Mutezile ile) olan tartışmamız, lafız itibariyle değildir; mana bakımındandır. Dilcilerin ruh ve cisim demeleri işte bu manadadır.
İkinci Şüpheye Cevap: Bu şüpheleri, dayandıkları delillerin en güçlüsü-dür. Burada dört öncül vardır:
Birincisi: Hiçbir şekilde bölünme kabul etmeyen varlık.[220] İkincisi: Onu bilmek mümkün olurdu. Üçüncüsü: Onunla ilgili bilgi de bölünmez bilgidir.Dördüncüsü: Aynı şekilde bilginin mahalli de orası olmalıdır. Nefis ci-
olsaydı, bölünürdü.Akıl sahipleri buna karşı çıkarak: "Varlıkta, gerek hissi gerekse vehmi tünmenin olduğuna dair bir delil göstermediniz. Delil diye elinizde bulundurduklarınız temelsiz iddialardır. Vacibü'I-Vucûd hakkında söyledikleriniz ise birçoklarınca bilinen bâtıl anlayışlarınızdan kaynaklanmaktadır. Siz Allah Teâlâ'nın mâhiyet ve sıfatlarını inkâr ederek, sıfat ve mâhiyeti olmayan bir varlık olarak görüyorsunuz. Bu görüsünüz akla, gökten indirilen kitaplara, Rasûllerin icmâ'ına terstir. Böyle söylemekle Allah'ın ilmini, kudretini iradesini, işitmesini, görmesini, yaratıklarına olan üstünlüğünü, gökleri ve yeri altı günde yarattığını inkâr edip buna da tevhid inancı diyorsunuz. Ta'tîlin[221] (yani Allah'ın kudsî sıfatlarının selbetme, soyma) temeli işte budur.Akıl sahipleri diyorlar ki: "Delil olarak kullandığınız nokta delili de, sizin dayanaklarınıza karşıdır. Çünkü nokta, bölünmez olmakla beraber o, bölünebilir bir cisimde mahaldir; bölünmez şey bölünen birşeye girmiştir. Sonra çoğu kelamcıların basit cevher görüşleri de ileri sürdüğünüz bu temele aylandır. Kelamcılar diyorlar ki: "Cevher, cisimde bir mahaldir. Ayrıca o, cisimden mürekkeptir. Bölünmez şey, bölünen şeye girmiştir." Anlaşılan basit cevheri inkâr etmedikçe, deliliniz yerine oturmayacak. Nokta, düz çizginin sonunda, ucunda, yokluğunda olan şeydir, diyorsanız o zaman nokta da yoktur. Deliliniz böylece de çürümüş olur. Yok noktanın durumunu bölünen düz çizgiye girmiş bir varlık olarak görüyorsanız, heriki takdire göre deliliniz yine boşa çıkar.Akıl sahipleri yine diyorlar ki: "Bir tür olarak, bir akış olarak olmaksızın ilmin mahallinde bir hal olması niye mümkün olmasın? Çünkü, herşeyin mahalline girişi kendine göredir; hayvanın eve girmesi, bir giriş türüdür. Arazın cisme girmesi, bir giriş türüdür. Cismin araza girmesi, bir giriş türüdür. Ruhun bedene girmesi, bir giriş türüdür. İlimlerin, marifetlerin nefse girmesi de daha başka bir giriş türüdür.Yine diyorlar ki: Mesela "tek" vardır. Eğer bu, cevher ise, basit bir cevherdir ki sizin delilinizi çürütür. Çünkü basit cevheri yok saymadıkça deliliniz yerini bulmaz. Yok eğer "tek"den maksadınız araz ise, onun bir mahalli olmalıdır. Eğer mahalli, bölünen şey ise, bölünmeyen şeyin bölünen şeyde bulunması caizdir demektir ki bu da cevherdir. Yine deliliniz sakatlanır. "Tek" dışta varlığı olmayan bir şeydir diyorsanız, bu durumda bölünmez birşeyin varlığını kabul ediyorsunuz demektir. Bütün bunlar, dışta varlığı olmayan şeylerdir. Bu takdirde varlığı olmayan şey diye gördüğünüz Vâcibu'l-Vucûd belki mustahîlü'l-vucûd (var olması muhal) olmalıdır.[222]Yine diyorlar ki: Nisbetler, arızî izafetlerdir. Üstlük, altlık, sahiplik, sahip olunan gibi kısımları yoktur. Mahallin bölünmesiyle hâl de bölünseydi sözkonusu nisbetlerin de bölünmesi gerekirdi. Bu durumda ise üstte bulunmak, altta bulunmak gibi nisbetlerin dörde, sekize bölünmesi gerçek olurdu Akıl bunu, asla kabul etmez.Yine diyorlar ki: Vehmî ve fikrî kuvveler, hocanız İbni Sina'ya göre cismânî kuvvelerdir. Bunların cüzleri, parçaları olmalıdır. Bu muhaldir. Çünkü, kuvveler bölünürse, parçalarından herbirinin kuvveye benzemesi gerekir. Bu durumda da parça bütüne eşit olur. Yok eğer bölünenler, bütüne eşit olmazsa, bu durumda ise parçalar bütünden ayrı şeyler olur.Yine, şu kimsenin dost, şu kimsenin de düşman olması dışında vehmin hiçbir anlamı yoktur. Dostluk ve düşmanlık da bölünmeyi kabul etmez.Yine diyorlar ki: Size göre varlık mahiyetlere eklenmiş bir ziyadedir. Mahallin bölünmesiyle hâlin de bölünmesi gerekseydi, mahallin bölünmesiyle de bu var oluşun da bozulması gerekirdi. Bu izah, birşeyin varlığını, mahiyetinden ayrı kılmaz.Yine diyorlar ki: "Sayıların tabiatı, farklı mahiyetlerdir. On sayısının on olarak anlaşılması, bir sayısının ve mahiyetinin anlaşılmasıdır. Bu mahiyet, on sayısını oluşturan bütün tek sayılar için ya arazîdir —ki bu muhaldir— ya da mahiyet bu tek sayıların bölünmesiyle bölünmektedir —ki bu da muhaldir. Çünkü on sayısının varlığının on olarak anlaşılması, bölünmeyi kabul ettirmez. Evet, sayının on olması değil de on sayısı bölünebilir. Diyorlar ki: "Görüldüğü gibi bölünemeyenler, bölünenlerden önce gelmiştir."Yine diyorlar ki: "Daire, iz gibi kemiyetlere mahsus keyfiyetler, felsefecilere göre dairenin benzerinde var olan arazlardır. Eğer bu araz ise, ya tamamıyla kâim olmalıdır ya da parçalarından herbiriyle kâim olmalıdır —ki bu muhaldir—yahutta bu araz, parçaların bölünmesiyle bölünmeli, daire çizgisini oluşturan parçalardan her birinin bu arazın da parçalarından olmalıdır —ki bu da muhaldir— çünkü, daireyi oluşturan parça yine dairevî ise, dairenin parçası da daire olmalıdır. Yoksa bu parça dairevî değilse, parçaların birleşmesi halinde yeni bir şekil oluşmayacak dolayısıyla daire elde edilemeyecektir. Eğer parçaların birleşmesinden yeni birşey elde ediliyorsa, elde edilen yeni şeyin bölünebilir olmasıyla o şey yeniden bölünecektir. Elde edilen şey bölünmez şekilde ise bu durumda da hal bölünebilirken mahal bölünemez olacaktır.Ben derim ki; bu, onları bağlamaz. Çünkü şöyle demeleri daha doğru olur. Mahalline uyarak hâl bölünür. Nitekim siyah ve beyaz gibi arazlar mahalliyle beraber kâim olan arazlardır. Boy gibi bölünmez arazların bölünmesi ise cüzlerinin birleşmesi şartına bağlı olarak bölünürler. O halde şarta bağlı olarak bölünenler, şartın yok olmasıyla yok olurlar.Yine diyorlar ki: Bu cisimler, zatları İtibariyle mümkün varlıklardır. Mahiyetinden ayrı bir şekilde cismin ârizî bir özelliğidir bu. Madem ki mahallin bölünmesi bunların da bölünmesini gerektirmiyor, ileri sürülen delil bâtıldır demektir. Yok eğer mahal bölünebiliyorsa cüzlerin, bütüne eşitliği ve teselsül gibi sakıncalar aynen kalıyor demektir.Ben derim ki; bu da onları bağlamaz. Çünkü mümkünlük, varlığı ve yokluğu kabul eden bir mümküne delalet etmemektedir. Bu kabul, cismin zatının lazımlanndandır; onun arızî bir özelliği değildir. Ancak zihin, bu kabulü, kişinin aklından soyutlar; böylece de cismin mahiyete yönelik arazları zihnin soyutlaması yoluyla var olur. Cüz'ün, bütüne eşit olması iddiasında ise diğer basit[223] mahiyetlerde olduğu gibi bir muhallik yoktur. Çünkü, gerek tanımda gerekse gerçeklikte cüz bütüne müsavidir. —Su, toprak, hava misallerinde olduğu gibi.— öyleyse cüz'ün bütüne mûsavî olamaması, kemmiyet itibariyledir, yoksa hakikatin kendisi açısından değildir.Bu şüpheyi ortadan kaldırmak şöyle olur. İlim, nefiste yer edinmiş hal suretinde değildir. Yalnızca o görme misalinde de söylediğimiz gibi ilimle malûm arasında bir nisbettir, izafettir. Görmek, bâsira kuvvesinde kişinin gözüne eşit bir suretin uyuşmasından ibaret değildir. Gören kişi ile bâsira kuvvesi arasında bir nisbetin, İzafetin oluşması görmenin nedenidir. Konuyla ilgili çoğu endişeleri, âlime kuvvesinde, malumun suretinin uyuşmasına mebnîdir. Bir de buna bölünemezin, bölünürde bölüneceğim söyleyerek muhale gitmişlerdir.Küllî bigilerin mahalli, cisim yahut cismânî olsaydı, sözkonusu bilgilerin de bölünmesi gerekirdi. Çünkü, bölünen birşeyde bulunan da bölünendir. Bir farkla ki bunun cisim olduğunu zikretmiyorlar. Şüphesiz bu öncülün delil olarak kullanılması gariptir. Çünkü ellerinde sadece bir iddia vardır. İddiaları bedîhî de değil ki delile ihtiyaç duyulmasın. Bu, ilim, bilen kişinin nefsinde malûmun mahiyetine müsavî bir suretin oluşmasından ibaret birşey-dir, anlayışına mebnidir ki sözünü ettiğimiz açıklamaların en sakatı budur.Bu iddianızı kabul etsek bile, zahir diğer deliller sizin görüşünüzü çürütmeye kâfidir. Çünkü, suret natıka nefsin cevherinde bir hâl ise, bu, sözkonusu cüz'î nefiste yer edinmiş diğer arazlara yakın, cüzi nefiste yer edinmiş cüz'î bir surettir demektir. Diğer bütün unsurlarla beraber bu sureti kabul edersek bu durumda bu, mücerret bir suret olmaz. Belki arazlara, diğer unsurlara yakın bir suret olur ki bütün durumlarda bu mümtenîdir.Eğer derseniz, suretin küllî olmasından maksat, bundan diğer unsurları çıkarıp ona ne ise o odur şekliyle küllidir dememizdir. Cevabımız şudur: Böyle bir soyutlama caizse şöyle demek niçin caiz olmasın; bu suret, cismânî bir maddede, muayyen bir miktarda, muayyen bir bütünlükte yer edinmesidir. Ancak suretten diğer unsurları soyup o ne ise o odur şeklinde kabul ettiğimizde bu, yaptığımız sözkonusu suret menzilesinde olur. O halde muayyenin karşısındaki muayyen, o ne ise o odurdan çıkartılmış mutlakın karşısında mutlaktır. Bu ise sağlam akılların, doğru terazisinin işaret ettiği normalde yapılan şeylerin kendisidir. Demek ki bu, endişelerin en sakatıdır. Küllileri delil göstermelerinin nedeni, çağlarının bozulması, akıllarının ve bakış açılarının da karışmasıdır. Önce hariçte varlığı olmayan küllî şeyleri soyutluyorlar, sonra da onlara varlıklarla ilgili hükümleri vererek bu varlığın temeli, ölçüsü kılıyorlar.Eğer onlar, malumların suretlerini soyutlayarak onları küllî sayıyorlarsa biz de bu suretlerin mahallerini soyutlayarak onları küllî sayarız. Muayyen cüziyi alırlarsa, onların mahalli de böyledir. Anlaşılan o ki, küllinin karşıtı küllî, cüz'înin karşıtı da cüz'îdir.Diyoruz ki; zihinde küllî varlık yoktur. Zihinde olun küllinin diğer cüzlerine uygun muayyen, müşahhas suretlerdir. Bu itibarla bunu küllî diyorsanız lafızlara dalmanın bir anlamı yoktur. Her iki açıdan da bunlar küllî ve cüzidirler.
Üçüncü Şüpheye Cevap: "Küllî aklî suretler mücerrettirler. Tecerrüd sebebi ise sadece küllileri çıkaran şeydir. Yani aklî kuvvedir." Bunun cevabı şudur: "Aklî külli suretlerden kastınız nedir? Bununla malumun, bilen kişinin zatında oluşmasını mı kastediyorsunuz, yoksa ilmin, bilen kişinin zatında oluştuğunu mu? Birinci şeklin muhal olduğu açıktır. İkinci şekil ise haktır; ancak bu size bir mana kazandırmaz. Çünkü insan şahıslan arasında ortak olan küllî şeyler insanla ilgilidir; insanî bilgiyle ilgili değildir. İnsanlığın, hariçte bir varlığı yoktur. Hariçte varlık, yalnızca muayyen şeylere mahsustur. İlim maluma tâbidir. Yani malum muayyen olduğu gibi ilim de muayyendir; ama ilim malumun birçok fertleri arasında uygun bir surettir. Gerek zihinde, gerekse zihin dışında bölünmez bir suret asla bulunmaz. Akılcılardan birçokları burada nice hatalara düşmüşlerdir. Hatalarının sayısını Allah'tan başkası bilmez. Nefiste var olduğunu zannettikleri küllî suret, şahsi arazlarla donanmış şahsi surettir. Aklî bu suretin cisim ve cismânî olmayan bir cevherde yer edindiğini farzet. Hiçbir zaman bu cevher arazlardan soyutlanmış olamaz. "Suretin mücerred olmasından maksadımız arazlara bakmaksızın o ne ise o odur şeklinde sadece zihinde düşünmektir" diyorsanız deriz ki: O halde niçin cismânî bir mahalde bulunan suretin bölünmesi caiz olmasın? Suretin mücerret olması yalnızca arazlarına bakmaksızın o nasılsa o öyledir diye düşünmekle olur.
Dördüncü Şüpheye Cevap: "Aklî kuvveler, sınırsız birçok fiillere güç getirebilirken cismânî kuvvetlerden hiçbiri bunu başaramaz" şüphenizi kabul edemeyiz. Çünkü aslî kuvveler de sınırsız fiillere güç getiremez.Aklî kuvveler, sınırsız idrakler yapabilirler. İdrakler ise fiillerdir" iddianız, yanlış iki öncülden oluşmaktadır. Çünkü aklî kuvveler, fiilleri son derece idrak etse de neticede bu sınırlıdır. Bir nefsin isterse bir milyon idraki ol9un, idrak hacmi sınırlıdır. Kesinlikle bilinmektedir ki idrakler bilgiler sırlıdır. Bu sının aşmak imkânsızdır. Nitekim Yüce Allah: -Her bilenin uze-finde daha iyi bilen vardır[224] buyurarak, bilginin sonunda Yüce Allah'ta, kendisinde bittiğini belirtmiştir. O Allah ki ondan başka bir ilah yoktur. O tektir. Sınırsız bilgi Yüce Allah'ın özelliklerindendir. Başkaları O'na ortak olamaz.Aklî kuvvelerin idraki bir sınırda bitiyorsa bilgiyi arttırmak mümkün olmaz; bu durumda birşeyin zatî imkân sınırlarından çıkması, değişmesi gerekir" derseniz deriz ki: Aynen öyle. Bu doğru kabul ediliyorsa, cismânî kuvvelerin de sınırsız fiillere güç getirebildiği de kabul ediliyor demektir. Böylece şüphe ortadan kalkarak, sakatlığı meydana çıkıyor.Yine görüşünüze göre cismânî kuvvetler olarak kabullendiğiniz hayal, düşünme, hatırlama kuvveleri de, sınırsız hayallerin, hatırlamaların gerçekleşmesine güç getirebilmektir.Aklî kuvvelerin, sınırsız fiillere güç getireceğini kabul etmiyoruz diyorsanız deriz ki: Muhalifleriniz, aynı şeyi âkile kuvvesi için de söylemektedirler.İkinci öncülün yanlışlığına gelince; idrak etmek bir fiil değildir. Dolayısıyla fiillerin sınırsız olması bu fiillerin sınırsız bir şeklide idrak edileceğini gerektirmez. Demiştiniz ki aklî cevher, malumun suretini kabul edebilir; o suretin oluşturucusu değildir. Görünüşüze göre bir şey hem yapan, hem de sureti kabul eden olamaz. Yine demiştiniz ki, cisimler için sınırsız fiillerin olması mümtenîdir. Sınırsız bilinmeyenlerin işlemlerin cisimde bulunması ise mümtenî değildir. îbni Sina konuyla ilgili şüphesini şu sualle ortaya kor: "Hernekadar felekle ilgili hareketler sınırsız da olsa doğrudan doğruya feleği harekete geçiren felekî nefis[225] cismânî bir kuvvet değil midir? İbni Sina buna şöyle cevap verir: "Her ne kadar felekî nefis, cismânî bir nefis olsa da bu kuvvetin kemâle ulaşması müfank akla[226] bağlıdır. İşte bu nedenle felekî nefis, sınırsız fiiller yapabilmektedir.Diyoruz ki: Görüşünüz bu olunca şöyle demek niye caiz olmasın. "Natıka nefis, kemale ulaşır. Onun kuvvesi ise bütün güçleri elinde bulunduran yaratıcısından, meydana getiricisinden (Allah'tan) olamaz mı? Bu durumda ise cismânî olmakla beraber sınırsız fiiillere güç yetirmesi mümkün değil mi? Eğer senin görüşün de bu ise Rasullerin ve aklın bildirdiğine uymuş olup müslümanlar arasına katılmış olup, sapıtmış, tutuculardan ayrılmış olursun.
Beşinci Şüpheye Cevap; "Âkile kuvvesi, cismânî bir alette bulunuyorsa daima bu aleti idrak etmiş olmalı ya da onu asla idrak edememeli." Bu görü-şünüzün yanlışlığı idrak, müdrike kuvvesinde, idrak eden kimseye müsavî bir suretin oluşmasından ibarettir görüşünüzdür. Bu iddianızı kabul etsek bile, bir mana çıkarmış olamazsınız. Çünkü idrakin oluşması, surete bağlıdır. O halde şöyle denmeli veya demeli: "Bu suretin oluşmasıyla, idrak aynı şeylerdir." Aklı olan kimse de böyle dememiştir. Öyleyse âkile kuvvesi, mu-ayyen bir cisimde bulunmaktadır. Sonra natıka kuvvesi, şuur ve idrâk denen bir nisbetle âkile kuvvesini açığa çıkarmakta; bu durumda ise âkile kuvvesi sözkonusu aleti idrak etmektedir. Bazan natıka kuvvesi ile âkile kuvvesi arasında bir nisbet bulunmaz. Bu durumda ise âkile kuvvesi aletten habersiz olur demek niye mümkün olmasın. Eğer bu mümkün görülüyorsa, şüphe temelden kalkmış olur. Sonra diyoruz ki: "Birşeyi aklettiğimizde akılda bulunan suretin, her yönüyle, bütün şekilleriyle sözkonusu ma'kûle müsavidir yahutta aralarında hiçbir şekilde mûsavîlik yoktur diyebiliyor musunuz? Aklı olan kimse, birinci şekli söyleyemez. Batıl olduğu ortada. O halde hiçbir şekilde akıl ile makûl arasında mûsâviliğin olmaması, kalpte yahut dimağda yeni ayrı bir suret oluşarak iki benzer suretin yahut dimağ gelmesini gerektirmez.Yine âkile kuvvesi, kalp yahut dimağ cevherinde bulunmaktadır. Yeni suret de âkile kuvvesinde bulunmaktadır. Dolayısıyla iki suretten birinin mahalli âkile kuvvesidir. Yine, mesela uzun bir mesafe, oldukça uzak bir yeri görsek, bu görüş, görülen şeyin suretini bakan kimsenin gözünde nıürtesim olur mu olmaz mı? Eğer mürtesim olursa, iki benzer şey biraraya geliyor demektir. Görüşünüze göre de, bâsira kuvvesi cismânîdir; bulunduğu bir yer vardır. Hacmi, miktarı vardır. Görülen şeyin hacmi ve miktarı gözde oluşuyorsa, birbirine benzer iki şey biraraya geliyor demektir. Siz bunu mümkün görüyorsanız, aynı şey, bizim meselemiz için de niçin sözkonusu olmasın? Yok eğer, o şeyin idrak edilmesi, kişinin gözünde görülen şeyin oluşmasına bağlı değilse, o zaman görüşünüz batıl olmaktadır. Velhasıl, kalp ve dimağın idraki, kalp ve dimağ suretinin âkile kuvvesinde oluşmasından kaynaklanmaktadır.Yine: Aklî kuvve, cisimde bulunmuş olsaydı, sözkonusu cismi daima idrak etmesi gerekirdi. "Fakat kalp ve dimağımızı idrak etmemiz sürekli değildir" görüşünüz de böyledir. Bu, "aklî kuvve kalpte ve dimağda bulunmaktadır" diyen kimseyi bağlar. "Akile kuvvesi, muayyen bir cisimde bulunmaktadır. O da bedenle ortak olan nefistir" diyeni bağlamaz. Çünkü ikinci görüşün manası ayrıdır. Yani şöyle demek istemektedir; "Nefis, muayyen bir cisimdir. İnsan, daima kendinin muayyen bir cisim olduğunu bilir. Gaflete düşmedikten sonra bu aklından hiç çıkmaz." Görüldüğü gibi ileri sürülen şüphe, her yönüyle boşa çıkmaktadır.
Altıncı Şüpheye Cevap: "Her insan kendi nefsini idrâk eder. İdrâk, malumun mahiyetinin, bilen kişide belirmesinden ibarettir. Bu, yalnızca nefis bir mahalden uzak olduğu zaman sözkonusu dur... vd."Cevabımız şudur: Bu şüphe, "İlim, malûma eşit olan suretin, bilen kişinin nefsinde oluşmasından ibarettir" görüşünden kaynaklanmaktadır. İlim meselesini tartışırken belirttiğimiz gibi bu, birçok yönlerden batıldır. Bu kabul edilse bile sözkonusu suretin, ilmin oluşmasında şart olması gerekir. Çünkü suret, ilmin bizzat kendisi olmaktadır.Ortaya atılan bu şüplere, öncülleri bozuk da olsa, lafızları yerli yerinde olması da gerektiği şekilde reddedilmişlerdir. Çünkü, elimize bir taş ya da bir odun parçası alıp —"Bu, nefsiyle kâim bir cevhedir. Zâtı, zâtında bulunmaktadır" dediğimizde, bu cansız varlıkların da kendi zatlarını bilmiş olmaları gerekir, demiş oluruz.Aynı şekilde bütün canlılar, kendi zatlarını idrak ederler. Birşeyin kendi zatını idrâk etmesi, zatının, mücerret bir cevher olmasını gerektirir. Bu durumda ise hayvanlara ait bütün nefislerin, mücerret cevherler olmaları gerekir. Fakat siz, böyle de demiyorsunuz.
Yedinci şüpheye cevap: "Bir insan içerisi cıva dolu bir deniz ya da yakuttan bir dağ düşünebilir." Bu şüphe Ebü'l-Berekat el-Bağdâdî'ye aittir. Bu şüphenin gerçekte gevşek bir görüş olduğu bilinmektedir. Şöyle ki, bu şekil hayâller, olması mümkün işlerdir ve de nefsin mahalline uyacağı biçimde bunlar da nâtık nefse uygundurlar. Şu da gerçektir ki bu tür hayaller bizzat gerçek hayaller değildir. Yalnızca zihin bunları farzetmekte ve nefse bu uymamaktadır. Çünkü haricî bilgilerin suretleri nefse uygun olmazken gerçekte yok olan hayaller nasıl uygun olsun? Bu saçma şüpheler yoklukla, izafî yokluğun birbirinden ayırd edilmesine manî olmaz. Çünkü akıl, duymamayı, görmemeyi ve koklamamayı bilir, ama bu sözkonusu yokların varlığını gerektirmez. Belki imkânsız birtakım yokluk türlerini farkeder. Sonra deriz ki: "Her yönüyle cisimlik ve miktar Ölçülerinden uzak bir hususta mesela, bir kimse şekil ve miktarı ölçülerinin hululünü düşünebiliyorsa, küçük bir cisme büyük miktar, büyük şekil giydirerek onda ilmin husulünü düşünemez mi? Yine bütün yönlerden bu düşüncelerin nefse uygunsuzluğu, mücerred cevhere şekil ve suretin girmesine engel olmuyorsa, küçük cisim için büyük şekillerin nefis mahalline uymaması ve küçük mahalle büyük suretin girmesine engel olmaması daha normaldir.Yine, sizden Öncekiler, mücerred cevhere girmiş suretin, nefse uygun olmasının muhal olduğuna deliller getirerek, bir takım iddialar ortaya atmışlardır.
Sekizinci şüpheye cevap: "Aklî kuvvet, cismanî olsaydı, yaşlandıkça zayıflaması gerekirdi. Ama durum böyle değil." Buna verilebilecek cevabımız birkaç yönlüdür.Birincisi: Şu söz niçin doğrudur? Aklî kuvvelerin kemâli için, bir miktar beden sağlığına ihtiyaç vardır. Sağlıklı bedenin olgunlaşması hali aklî kuvvelerin olgunlaşmasında bir mana ifade etmez. Beden sağlığının, aklî kuvvelerin kemâline tesir ettiği düşünülürse: "İhtiyaç duyulan bu beden sağlığı yaşlılığın sonuna kadar devam eder. Akıl da böylece kalır* demek de mümkündür.İkincisi: Yaşlı kimsenin sıhhat anında aklî idraklerinin devam etmesi-aklının, en son âtıl kalan bazı uzuvlarına girerek bakî kalması; bu son uzuvlar da bozulunca, hem aklının hem de idrakinin büzülmüş olması belki müm* kündür.Üçüncüsü: Birtakım mizaçların bazı kuvvelere daha uygun olması mümkündür. Belki de yaşlılık durumu aklî kuvvelere daha uygundur. Bu nedenle aklî kuvveler yaşlılık anında kuvvetlenir.Dördüncüsü: Mizaç, son derece kuvvetli ve şiddetli olunca, buna bağlı olarak diğer kuvveler de kuvvetlidir. Dolayısıyla şehvanî ve gadabî kuvveler oldukça kuvvetlidir. Bu tür kuvvelerin gücü, aklın olgunlaşmasına engeldir. Yaşlılık ve güçsüzlük basınca da aklın olgunlaşmasına engel olan bu kuvvelerde de bir güçsüzlük başgösterir. Buna bağlı olarak akıl da zayıflar. Ancak akılda oluşan bu güçsüzlük, kendi gibi olan diğer kuvvelere de geçerek her iki tarafta görülen kusur, zamanla itidali oluşturur.Beşincisi: Yaşlı bir kimse, çeşitli ilimleri öğrenerek, birçok şeyleri tecrübe edip onlarla uğraşarak, gözden geçirerek tecrübesini artırır. Düşünce ve fikrinin çeşitli şekillerinde bu hallerin oluşması, bedeninde ve kuvvelerinde (yaşlanmakla) oluşacak güçsüzlük nedeniyle, zamanla noksanlaşmak şeklinde görülecektir.Altıncısı: Kazanılmış melekelerle oluşacak birçok fiillerde görülen artış, bedenin güçsüzleşmesiyle beraber, sözkonusu noksanlığı gerektirecektir.Yedincisi: Sahihül-Buharî'de Rasûlullah'tan şöyle bir hadis rivayet edilir: "Âdemoğlu iki şeyle yaşlanır, onlarla gençleşir. Onlar: Hırs ve tûl-i emeldir.[227] Hırs ve emel cismânî kuvvetler, hayalî özellikler olmakla beraber kaiste belirtilen husus gerçektir, müşahede edilmiştir. Sonra bedendeki güçsüzlük hadiste belirtilen iki sıfatında güçsüzleştirmesini gerektirmez, pemek ki bedenin bozulup zayıflaması, bedenî sıfatların, özelliklerin de zayıflamasını gerektirmez.Sekizincisi: Çoğu yaşlıları, ömürlerinin sonuna yaklaştıklarında buna-dıklannı ve akıllarının işleyemez hale geldiğini görüyoruz. Bu durumu Yüce Allah (cc) şöyle belirtir: "Biraz bilgiden sonra hiçbirşey bilemez hale gelsin diye, bazılarınız en kötü ömre itilir (yani ihtiyarlığa).[228] Ömrünün en kötü zamanında yaşlı çocuk gibi ya da kötü halde bulunur. Bunama hali görülmeyen «aslılarda ise kötü ömür anı yok demektir.Dokuzuncusu: Bedenî kuvvetle nefis kuvvesi arasında, bedenî güçsüzlük ile nefsi güçsüzlük arasında bir bağlantı yoktur. Bazı insanlar vardır ki bedenleri güçlü, nefisleri zayıf olduğu halde korkak ve zayıf olurlar. Bazıları ise bünyeleri zayıf, nefisleri güçlü olur. Bünyelerinin zayıflığına rağmen cesur ve atılımcı olurlar.Onuncusu: Bütün söyledikleriniz kabul edilse bile bu, nefsin mücerred bir cevher olup âlemin ne dışında, ne de içinde, ne bedende ne de bedenin dışında olmadığına delalet eder. Çünkü eğer ki nefis, arzda bulunan cisimlerden farklı olarak semavi, parlak saf bir cisim ise, yerde bulunan cisimlerin bozulup dağıldığı gibi nefsin bozulmaması, değişip solmaması gerekir. Dolayısıyla bedende görülen solma ve dağılma bunların nefis cevheri için de geçerli olduğunu gerektirmez.
Dokuzuncu şüpheye cevap: "Aklî kuvve, fiillerinde cisme muhtaç değildir. Fiilerinde cisme muhtaç olmayan şey, zatında da ona muhtaç değildir demektir." Cevabımız şudur: "Bir hükmün cismânî kuvvette bulunması buna benzer hükmün bütün cismânî kuvvetlerde de olmasını gerektirmez." Sizin yaptığınız mücerred iddia, fasit kıyastır.Suretler ve arazlar, mahallerine muhtaçtırlar. Mahalle olan bu gereksinim sırf zatları açısından değildir. Sözü edilen hükmü müstakil olarak alması, zatlarının da mahalden müstağni olmasını gerektirmez. Herhangi bir hükmü birşeyin tek başına alıyor olması, zatı için de mahalden müstağni olmasını zorunlu kılmaz. Allah en iyisini bilir.
Onuncu şüpheye cevap: Cismânî kuvvetler inlerinin çokluğu karşısında yorulur, güçsüzleşirken sonra yeniden gücünü kazanamaz." Cevap şudur Hayalî kuvveler cismânîdir. Hayalî kuvveler, küçük şeyleri hayal edebildiği gibi büyük şeyleri de hayal edebilir. Mesela, güneşi ve ayı hayal ettiğinde küçük bir meş'aleyi de hayal eder.
Yine büyük şeyleri görmek basit şeyleri görmeye engeldir. Şöyle deriz-"Yüce büyük akıllar, küçük basit makulaü akledemez. Çünkü yer ve göklerin Rabbi'ni, isimlerini ve sıfatlarını derinlemesine kavramaya çalışan kimse tefekkürü anında basit (bölünemez) cevherin ve hakikatinin varlığı aklına bile gelmez.
Onbirinci şüpheye cevap: "Siyah, beyazın zıddıdır dediğimizde, siyah ve beyaz kavramlarının ikisinin birden zihinde hazır olması gerekir. İki zıddm bir arada bulunmasının muhal olduğu ise bedihîdir."Şöyle cevap veririz: "Mesela bir kimse bir şeyi idrak ettiğinde, idrak edenin zatında, idrak edilenin suretinde mûsavî bir suret oluşur, düşüncesine dayanmaktadır bu şüphe. Bu ve aynada görülen suretin bir benzerinin de bakanın zatında oluşmasıyla ilgili delilleriniz batıldır. Çoğu felsefecilerin, akılcıların dediği gibi hiçbir zaman ayna, eşyanın kalıbını almamaktadır. Birçok yönden aynanın, eşya kalıbını alması iddiası batıldır. Diyoriz ki: "Siyah ve beyaz algılandığında nefiste beliren şey, onların resimleridir, misalleridir, gerçekleri değildir diyorsanız, bu eşyalara ait resimler, niçin cismânî maddelerde de oluşmamaktadır?
Onikinci şüpheye cevap: "İdrak mahalleri cisim ve her cisim de bölünür olsaydı, cisme ait bazı uzuvlar birşeyi bilirken diğer bazısının bilmemesi mümkün olurdu; ve de bir anda kişi birşeyi hem biliyor hem de bilmiyor olurdu." Cevabımız şöyledir: "Bu şüphe, prensiplerinize aykırıdır. Size göre şehvet, gadap ve hayal etme, cismânî hallerdir, mahalleri de bölünebilmektedir. Buna göre nefsin bir tarafinda şehvet ve gadabın, diğer tarafında ise bunların zıtlannın bulunmasını kabul etmeniz gerekmektedir. Yani nefis, birşeyi aynı anda hem arzulamalı, hem de ondan nefret etmeli, aynı anda ona hem gadaplanmah hem de gadaplanmamalı.
Önüçüncü şüpheye cevap: "Cismânî maddede birtakım işler oluştuğu zaman, benzer izlerin de yine orada oluşması imkânsızdır. Beşerî ruhlar ise böyle değildir.Cevabımız şudur- "Kapsamlı olmayan seçkin bir kıyas bile buna cevap olabilir. Bu düşünce yakîni bırak zannî bir bilgi bile vermez. Çünkü aklî izler denen şey, ilimler ve İdraklerdir. Cismânî izler ise şekiller ve suretlerdir. İlimlerin gerçeğinin, suret ve şekillere aykırı olacağında şüphe yok. Herhangi bir mahiyette bir hükmün bulunması, aynı hükmün farklı bir mahiyet türünde de olmasını gerektirmez.
Öndördüncü şüpheye cevap: "Nefis cisim olmuş olsaydı, kişinin ayağını oynatmasıyla, ayağını oynatma iradesi arasında bir miktar zaman olurdu..Cevabımız şudur: Cesetle birlikte nefsin üç durumu vardır. Nefis ya elbise gibi dıştan bedeni tamamen sarmıştır; ya kalp ve dimağ gibi bedenin bir tarafindadır ya da bedenin bütün uzuvlarında dolaşmaktadır. Bu üç takdire göre de insanın birşeyi oynatmayı murad etmesiyle, o şeyi oynatması arasında zaman farkı yoktur. Meselâ göz, gördüğü şeyi hemen algılar. Kulak, burun ve dil de böyledir. Bir uzvun kesilmesiyle, o uzuvda bulunan nefis, gerek bedenin içinde olsun gerekse dışında olsun uzuvla beraber kesilmez. Özelliği kaybolan uzuvdan derhal çıkar, o uzvu terkeder. Nefsin, kesilen uzuvdan ayrılması, içerisine su doldurulan kaptan havanın ayrılması gibidir. Nefis, bedenin herhangi bir yerinde duruyorsa bu, kesilen uzuvla beraber nefsin de çıkacağını gerektirmez. Yok eğer nefis, bedeni dıştan sarmış ise, o şeyi oynatma iradesi ile oynatma fiili arasında bir miktar zaman olması gerekmez. Tam aksine, demire temas etmeyen mıknatısın yaptığı gibi derhal o şeyi oynatır, hareket ettirir.Diyoruz ki: "Hareket iradesiyle, hareket arasındaki zaman gerekliliği saçmalığınız biaynihi sizin için vakîdir. Çünkü size göre nefis ne bedene bitişiktir ne bedenden ayrıdır; ne bedenin içindedir ne de bedenden ayrıdır. İşte düşüncenizin neticesi.
Onbeşinci şüpheye cevap: "Nefis cisim olmuş olsaydı, bölünür olması ve kısımlarından biri bilinirken, diğerinin bilinmemesi gerekirdi ki bu durumda insan bir kısım nefsini bilirken diğer kısmım bilemezdi.Cevap şu: Bu şüphe, istisnaî ve telazümî iki öncülden oluşmaktadır. Her iki öncülde ya da birinde bir engel vardır. Nefis cisimse, bir kısmım bilmesi, diğer kısmını ise bilmemesi mümkün olurdu hükmünü kabul edemeyiz. Çünkü nefis basit bölünmez varlıktır; ne sözkonusu unsurlardan ne de farklı parçalardan oluşmuştur ki kendini anladığında kendinden habersiz olsun. Telazümî bu öncül netice vermez.İstisnaî öncüle gelince; nefsin bir kısmından habersizken diğer kısmım bilmesi mümkün değildir, görüşünü de kabul etmeyiz. Delil getirmek şöyle dursun, bu görüşün tutarsızlığına dair bir şüphe bile zikretmemişlerdir. İnsanın, bazen çeşitli yönlerden nefsini tanırken birçok yönlerden tanımadığı olur. Nefsi tanıma, insanlarda farklıdır. Bazıları nefsini başkalarına oranla çok daha fazla tanıyabilir. Yüce Allah (cc) şöyle buyuruyor: "Allah'ı unutanlar gibi olmayın. Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onlara nefislerini unutturdu.[229] Her yönüyle değil de bazı yönlerden özellikle nefsin olgunlaşması mashalatı ve saadeti konusunda onlar nefislerini unuttular. Şehvet, haz ve irade yönüyle nefislerini unutmamış olsalar bile, Allah (cc), yapmaları, elde etmeleri gereken nefislerinin maslahatlarını; sakınması, uzak durması gereken ayıpları, kusurları; Allah'ı tamması, bilmesi için yaratılan olgunluğu onlara unutturmuştur. Bu yönlerden onlar, her ne kadar nefisle ilgili bazı hususları bilseler de nefislerinin gerçeklerinden habersizdirler.
Onaltıncı şüpheye cevap: "Nefis cisim olsaydı, bedene girdiğinde bedenin ağırlaşması gerekirdi. Bedene birşey girdiğinde yahut yüklendiğinde ağırlaşması onun tabiatmdandır.Bu, oldukça ağır bir şüphedir. Gerekçesi ise daha ağırdır. Üzerine konan şeyle ağırlaşmak bütün cisimlere ait bir özellik değildir. Odunu ele alalım. Üzerine ateş atılınca hafifler. Mesela, bir kap içerisine hava girince hafifler. Öyleyse sözü edilen özellik, tabiatında merkezi, ortası bulunan ağır cisimlere mahsustur. Hareketi dokunmaya mahsustur. Yükseğe tabî olarak cisimler için bu sözkonusu değildir. Belki ağır bu cisimler için durum tüm aksinedir. Hatta bu tür cisimlere birşey ilave edilince hafifler. Bu manada şairin biri der ki Boş olarak gelen cam şişeler oldukça ağırdı. İçerisine hava dolunca ha-fifleşti. Öyle ki içindeki havaile uçacaktı. Aynı şekilde cisimler de ruhların girmesiyle hafifler."
Onyedinci şüpheye cevap; "Nefis cisim olsaydı, diğer cisimlerde bulunan hafiflik-ağırlık, sıcaklık-soğukluk, yaşlılık-kuruluk, yumuşaklık-sertlik gibi özelliklerin nefiste de bulunması gerekirdi." Bu, fasit bir şüphe, saçma bir delildir. Çünkü, cisimlerde bulunan bütün keyfiyyet ve özelliklerin nefiste de bulunması icap etmez. Yüce Allah (cc) cisimlere ayrı ayrı özellikler, keyfiyetler, tabiatlar vermiştir. Bazıları gözle görülür, elle hissedilir. Bazıları ne görülür ne de elle hissedilir. Bazıları renklidir; bazıları renksizdir. Bazıları sıcaklığı, soğukluğu çeker; bazıları çekmez. Nefsin de kendine mahsus, bedende de bulunmayan birtakım özellikleri vardır. Kendine göre nefsin de hafifliği, ağırlığı, sıcaklığı, soğukluğu, yaşlığı ve yumuşaklığı vardır. Zayıf bünyeli, oldukça ağır insanlar; bünyesi kaba oldukça hafif insanlar ve rahat yunuşak nefisle, sert tabiatlı yaş nefisler görebilirsin. Bazılarında selîm bir his bulunur. Kokmuş leş gibi bazı nefislerin kokusunu alır. Bazılarının kokusu ise miskten daha hoş olur. Rasulullah (SAV) bir yoldan geçtiği zaman, o yolda Rasulullah'm (SAV) kokusu hissedilir; yoldan geçtiği bilinirdi.[230] Yolda hissedilen koku, Rasulullah'm nefsinin kalbinin kokusudur. Teri ise herşey-den daha güzel kokardı. Tükrükteki koku, nefsindeki, bedenindeki güzel kokuya bağlıdır.[231] Beşeriyyetin en hayırlısı Rasulullah (SAV), bedenden ayrılırken ruhtan ya yeryüzünde bulunan misk gibi en güzel kokunun çıktığını ya da yeryüzünde bulunan leş gibi kokan en kötü kokunun çıktığını haber vermiştir." Bu kokulan bastıran nezle hastalığı olmasaydı çoğu insan bu kokuları alırdı. Birçokları buna dikkat çekmiştir. Ancak, doğru ve doğrulanmış birinin (Rasulullah'm (SAV) haberi, bu konuda yeterlidir. Yine Rasulullah (SAV), Mü'minlerin ruhlarının beyaz, kâfirlerin ruhlarının ise siyah olduğunu belirtmiştir. Bilcümle, nefislere ait keyfiyetler, cahillerden başkasının inkâr edemeyeceği ölçüde açıktadır, ortadadır.
Onsekizinci şüpheye cevap; "Nefis cisim olsaydı, bütün hislerin ya da birkaç hissin altında olması gerekirdi..."
Bunun cevabı şudur: Böyle bir luzumluluk yoktur. Çündü delil getirmek bir tarafa, bu şüphe bile değildir. Ayrıca lazımı nefyeden şeyi de yok etmelidir. Çünkü ruh hislerle algılanır, görülür; ruhtan yayılan güzel ya da kötü koku koklamr. Feyezan halindeki ruhlar da böyledir, ama biz onu göremeyiz.Rasulullah'ı doğrulayan bir kimsenin bu delille hüccet getirmesi mümkün değildir. Çünkü melek, cin ve şeytanlar da latîf cisimlerdir, his organlarınca algılanamaz. Algılanmada, cisimler arasında çok fark vardır. Bazı cisimler birçok hislerle algılanır. Bazıları, birkaç hisle, bazıları ise yalnızca bir hisle algılanır. Bazılarını da muayyen durumlarda algılanmaya müsait bir şekilde yaratılmadığından yahut algılamayı engelleyen birşeyden dolayı yahutta algılama nişlerimizde o şey latif olarak bulunduğundan dolayı —bazan algı-layabilsek bile— çoğu kez algılayamayız. Hava ve ateş gibi gözle algılanama-yan cisimlerin unsurunda renk yoktur; ateş, taş parçası ve cam gibi burnumuzla koklayamadığımız cisimlerde koku yoktur; sakin hava gibi dokunmakla algılayamadığınız cisimlerde de algılanacak şey yoktur, diyemeyiz.Aynı şekilde ruh da aletleri vasıtası ile his organları tarafından algılanabilir. Nefis, hissedilen olmayıp hisseden algılayandır. Cisimler ve arazlar hissedilen varlıklardır. Bunları hissedense nefistir. Cisimler, peşinden gelen kendine ait arazları kabul ettiği gibi nefis de iyilik ve kötülük gibi peşinden gelen arazları kabul eder. Nefis, bedeni iradesine bağlı hareketiyle zorla hareket ettirir. Bedene etki eder. Bu sayede beden acı çeker-haz duyar, sevi-nir-üzülür, razı olur-kızar, nimet görür-mahrum olur, sever-kötü görür, ha-tırlar-unutur, yukarı çıkar-aşağı iner ve tanır-tanımaz. Allah'ın (cc) fiilleri, varlığına, kemaline delalet ettiği gibi nefsin bu filleri de kendi varlığına dela-te eder. Çünkü eserin, müessire delaleti zorunludur.Nefislerin özellikle bedeni ilişki ve münasebetlerden uzak olduğunda birbirlerine olan tesirini, doğru his sahibi, sağlam akıllı kimse inkâr edemez. Çünkü nefsânî kuvveler, başta bedene karşı çıkıp iffet, şecaat, adalet ve cömertlik gibi erdemleri taşıdığında sürekli artar çoğalır. Kötü ahlaktan, nezîletlerden ve alçaklıklardan uzaklaşarak artışını devam ettirir. Çünkü nefsin âlemdeki etkisi, bedenin ve bedene bağlı arazların yapamayacağı ölçüde kuvvetlidir. Büyük taşa nefis baktığında onu ikiye ayırır. Cüsseli bir hayvana baktığında onu telef eder; bir nimete nazar ettiğinde ise onu yok eder. Farklı milletlere, dinlere mensup birçok insan bunu müşahede etmiştir. İsabetul'1-ayn diye buna denir. Meydana gelen bu tesiri göze nisbet etmektedirler. Oysa ki gerçekte bu tesir, alçaklık ve yücelik keyfiyetine sahip nefisten kaynaklanmaktadır. Nazar değmesi bazan bir vasıta olur; bazan da vasıtasız olur. Uzaktan bir keyfiyyet ona gösterilir, nefis de keyfiyyeti üzerine alarak o şeyi ifsad eder.Nefsin, karşısına aldığı cisimlerde gücünü uygulayarak sarılık, kırmızılık ve parıldamak gibi özellikler oluşturduğu bilinmektedir. Bu gibi nefsanî etkiler, beden ve arazlarından ayrı tesirlerdir. Çünkü beden karşısına aldığı ve dokunduğu cisimlerden başkasına tesir edemez. Ettiği ise muayyen ölçülerdedir. Çoğu milletler, âlemde faal güçlerin tesirini görmekte; nefisten yardım umarak bu tesirlerin etkisinden korunmaktadır. Rasulullah (SAV) gözü değen kimsenin, uyluk altlarını ve orada bulunan pisliklerini yıkamasını,[232] kullanılan bu suyu isabetülayna maruz kalan şeye dökmesini emretmiştir. Dökülen bu su, tesirin yok olmasına sebeptir. Dökülen suyla sözü edilen tesirin yok olması Allah'ın (cc) hikmeti gereğidir. Çünkü emmare nefsin, bu gibi yerlerle ilişkisi, dostluğu vardır. Bedenden ayrılan kötü ruhlar, birbiriyle münasebet kurmak için çoğu kez bu gibi yerlerde buluşarak yardımlaşırlar. Etki altındaki eşyaya su dökülünce, kızgın demiri suyun söndürdüğü gibi bu eşyadaki ateşlilik de söner. Bu su, nazar değen insana dökülünce de, gözü değen kimsenin bu kimsedeki ateşliliği söner. Ta-bibler, elemler ve acılan yok etmek için demirin söndürüldüğü bu suyun bilindiğini belirtmişlerdir. İnsanlar, uyku anında bedenden soyutlanan ruhların birbirinden acaip haller meydana getirdiklerini müşahede etmişlerdir. Yukarıda bu rüyalardan bazılarına işare etmiştik. Ruhlar âlemi, bedenler âleminden, hükümlerinden oldukça büyük farklı bir âlemdir. Etkileri de yine bedenlerin tesirlerinden daha güçlüdür. Denebilir ki âlemde görülen isnâni bütün etkiler, beden vasıtasıyla yalnızca nefislerin etkileridir. Fiilde nefis ve beden ortak davrandıkları gibi tesir etmede, etkide de birbiriyle yardımlaşırlar. Bedenin katkısı olmaksızın nefse mahsus tesirler varken, nefsin katkısı olmayan, bedene ait tesirler yoktur.
Ondokuzuncu şüpheye cevap: "Nefis cisim olsaydı, boyu, eni, derinliği, şekli ve tabanı olmalıydı. Bu özellikler sadece maddelere mahsustur..."Şöyle cevap veririz: Bu özelliklerin ancak cisimlere mahsus oluşunu kabul ediyoruz. Diyoruz ki: Nefsin maddesi varken, muayyen bir şekilde surette ondan yaratılmışken sonra maddesine ne oldu?Diyorsunuz ki: Nefsin maddesi yine nefis ise, iki nefis bir araya gelmiş demektir. Yok, maddesi nefisten ayrı bir şey ise beden ve suretten mürekkeptir, demektir.Biz de diyoruz ki: Nefsin maddesi, nefis olamaz. Nitekim, insanın maddesi insan, cinnin maddesi cin ve hayvanın maddesi de hayvan değildir.Bu durumda nefsin, beden ve suretten oluşması gerekirdi, görüşünüz yanlış bir öncüldür. Tam aksine bu, muayyen bir sureti bulunan maddeden, nefsin yaratıldığını gösterir. Yani nefsin durumu herhalükârda aynıdır. Zanni ya da kesin delil getirmek ötesinde, şüphelerinin batıllığmdan hiç söz etmemişlerdir.
Yirminci şüpheye cevap: "Bölünmek, cismin bir özelliğidir. Bölünen küçük parça, büyük parça gibi değildir. Nefis, bölünebiliyorsa, bölünen her bir parça ya yine nefis olmalıdır —ki bu durumda bir insanda birçok nefislerin bulunması gerekirdi— ya da bölünen bu parçalar nefis değildir ki bu durum, da parçaların oluşturduğu bütün de nefis değildir."Cevabımız şudur: Bundan maksadınız, hariçte bütün cisimlerin bölüne-bileceği ise bu açıkça yalandır. Çünkü güneş, ay ve yıldızlar sözü edilen bölünmeye müsait değildir. Dolayısıyla her cismin hariçte bölünebileceği, parçalanabileceği söylenemez. Ancak basit cevheri inkâr edenler için nefis bölü-nebilmektedir. Basit cevheri kabul edenler, nefsi, mütehayyız saydıklarından dolayı onda bölünme yoktur. Nefsin bölünmesini varsaysak bile bunu gerektiren şey nedir?"Nefisten ayrılan bütün cüzler, yine nefis olsaydı bir insanda çokça nefislerin birleşmesi gerekirdi" görüşünüze cevabımız şudur: "Bu, nefsin bilfiil cüzlere ayrılması halinde sözkonusudur. Bu ise muhaldir."Nefsin herbir cüz'ü, nefis değilse, nefislerin toplamı da nefis olmaz" görüşünüz, yalan ve uyumsuz bir Öncüldür. Nice mahiyetler vardır ki, cüzlerinin birleşmesi halinde bir hükme maruz kalır. Ev, insan ve on sayılarının mahiyetleri, cüzlerin toplanması neticesinde oluşmuştur.
Yirmibirinci şüpheye cevap: "Cisim, varlığında, bekasında ve korunmasında başka bir cisme muhtaçtır. İhtiyaç, zincirleme sürüp gider.Cevabımız şudur: Bedenin, kendini koruyacak nefse muhtaç olması, nefsin de kendisini koruyacak başka bir nefse muhtaç olmasını gerektirir. Ancak bu, sakatlığı ortada, değersiz basit bir kıyasa dayanılarak mı elde edilmiştir? Çünkü her cisim, kendisini koruyacak nefse muhtaç değildir. Madenler, hava, su, ateş, toprak ve diğer cansız cisimler böyledir. Ancak bunlar, nefsin aksine nâtık canlı varlıklar değillerdir. Nefis ise nâtık ve canlıdır, derseniz, deriz ki: "O halde delil aynı halde durmakta. Yani, canlı, nâtık her cisim, kıyamında ve korunmasında diğer bir nefse muhtaçtır. Ancak bunlar, mücerred davalardır ve sakattır.Aynı şekilde cin ve melekler, canlı ve nâtık olmalarına rağmen, var oluşlarında diğer nefislere muhtaç değillerdirler.Cin ve melekler konusundaki tartışmamıza gelince, onlar mütehayyız cisimler değildirler, derseniz, deriz ki: "Biz, Allah'a, Rasulüne, Kitaplarına ve meleklerine inanan insanlarla tartışır, konuşuruz. Bunlara inanmayanlarla nefis konusunda tartışmak boşunadır. Çünkü böyle bir kimse, nefsi yaratana, icat edene küfretmekte; meleklere ve RasuUerin getirdiklerine karşı çıkmaktadır. Ayrıca iman delili ile ortada olan şeyi, terketmektedir. Çünkü, âlemde görülen cin ve meleklerin tesirleri, Allah'ın izniyle olmaktadır. Bizzat bu tesirler mevcuttur. Beşeri kuvvetler, bu tür tesirlere güç yetiremezler.
Yirmiikinci şüpheye cevap: "Nefis cisim ise, nefsin bedene ittisali ya kar-gjjklı birbirine girmek şeklindedir —ki bu durumda cisimlerin birbirine girmesi sozkonudur— ya da ona yakınlaşmak, yapışmak şeklindedir ki, bir insanın, yapışık iki cismi bulunmakta, bunlardan biri görünürken diğeri görünmemektedir.Birkaç yönden cevaplarız:Birincisi: Cisimlerin birbirine girmesi. Aynı yerde bulunan iki yoğun cismin, birbirine girmesi muhaldir. Ancak latif bir cismin, yoğun olan bir cisme girmesi muhal görülmez.İkincisi: Birçok yönlerden bu görüş batıldır. Mesela suyun ud ve buluta girmesi; ateşin demire, alman besinin vücudun her tarafına dağılması, sara-h birine cirmin musallat olması gibi. Ruh, latif bir varlık olduğundan bedenle kenetlenip, bütün uzuvlara dağılması zor değildir.Üçüncüsü: Nefsin yeri bedendir. Bedenin yeri ise, ayrıldığı mekandır. Bu ise imkansız bir girme değildir. Nefis, bedeni boşlayınca, yeri, başka bir yer olur. Bu durumda nefis ve beden birbirine girişmez. Tam aksine her biri için muayyen yerler olur. Bilcümle ruhun bedene girmesi, suyun toprağa, yağın da bedene girmesinden daha latiftir. Sakat bu gibi şüpheler, vahiy ve aklî delillerin açıkladığı şeylere karşı duramaz. Başarı Allah'tandır.
Çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.Cumhur alimlere göre ruh ve nefis aynı şeylerdir.Bazılarına göre ise birbirinden farklı şeylerdir. Allah (cc) izin verirse, bu konuyu iyice açalım. Nefis ismi, şu şeylere verilir.Nefis, ruha denir. Cevheri der ki: "Ruh, nefistir. Arap dilinde ölen biri için "haracet nefsühû" yani canı çıktı denir. Bu manada Ebû Harraş:Nefis avurdunda iken sağ salim kurtuldu. Kılıç kını ve örtüsünden başkası kurtulmadı." Kılıcın kını ve örtüsü, nefis ve kandır. Arap dilinde "sâlet nefsühû" (nefsi, canı aktı) denir. Bir hadiste de "Akıcı nefsi olmayan bir hayvan, suda ölürse, suyu pis etmez." (Hadiste geçen nefis, cesettir.) Şâir de: Temimoğullannın çocuklarını gözü değen kimsenin kanına bulaştırdıklarını hay kırıyorum." Şiirde geçen "tâmûr" lafzı kan; "nefs" lafzı ise göz manasına gelir.Ben derim ki: Şiirde geçen "nefs" kelimesi gerçekte ruh manasınadır. "Nefis" lafzının göze izafe edilmesi manayı zenginleştirmek içindir. Çünkü nefis, gözü değen kimsenin bakışı vasıtasıyla oluşmaktadır. Kişiye değen şey ise gözü değen kimsenin nefsidir.Ben derim ki: "Kur'an-ı Kerim'de nefs, tamamen zat manasına kullanılmıştır. Mesela: "(Eve girdiğiniz zaman) nefislerinize (sizden olan ev halkına selam verin[233]O gün her nefis, kende nefsiyle mücadele ederek gelir[234] ve: "Her nefis, kazandığı ile rehin alınmıştır[235]. Bazı âyetlerde ise yalnızca ruh manasınadır. Mesela: "Ey mutmain olan nefis (ruh)"[236]Nefislerinizi (ruhlarınızı) çıkarın[237]Allah, nefse (ruha), hevasma uymayı yasakladı"[238] ve: "Şüphesiz nefis (ruh) kötülüğü emreder.[239]Ruh lafzı ise ne tek başına bedene, ne de nefisle beraber bedene isim olarak verilebilir. Allah'ın (cc) Rasulüne vahyettiği şeye ruh da denir. Mesela; "Aynı şekilde, emrimizle sana ruh (Kur'ân, âyetler) vahyettik1[240] buyurul-maktadır.Diğer peygamber ve rasullere gönderilen vahye de ruh denir. Mesela-"Yüce Allah, emrinden olan ruhu (vahyi) kullarından dilediğine indirir ki buluşma gününe karşı onunla insanları uyarsın[241] ve: "Melekleri, kullarından dilediğine, emrinden olan ruh (vahiy) ile indirir. İnsanları, benden başka ilah yoktur, benden korkun diye uyarırım.[242] Güzel hayat bununla (vahiyle) sağlandığından dolayı, buna ruh denmiştir. Vahiy gelmeden, hayatın insana hiçbir faydası olmaz. Belki behîmî hayvanın hayatı bu durumda daha hayırlı, neticesi daha güvenli olur.Bedene hayat vermesi, ruh diye anılmasına neden olmuştur. Tabiatta canlılığı oluşturan rüzgâra da ruh denir. Ruh kelimesinin ikinci harfi "vay" iledir. Çoğulu "ervâh"tır. Şâir der ki:Ruhlar (rüzgârlar) vatanınızdan uzaklaşınca, ciğerlerimde soğuk akıntıları hissederim."Ayrıca ruh, rahatlık ve istirahat lafızları da vardır. Canlılığın kaynağı olan nefse de ruh denmiştir. Nefs lafzı ise birşeyin ya şerefinden, nefisliğin-den dolayı kullanılır, yahutta vücuda alınıp verilen teneffüs manasından dolayı kullanılır. Nefs ise uyku halinde bedenden çıkan, uyanınca bedene giren şeydir. Ölüm anında ise nefes bedenden tamamen ayrılır. Toprağa gömüldüğünde bedene tekrar döner. Sorgulandıktan sonra tekrar çıkar. Diriliş gününde ise bedene tekrar döner.Nefis ile ruh arasındaki fark, zatla ilgili olmayıp yalnızca sıfatlar açısındandır. Kana da nefis denir. Çünkü,bedenden kan çıkması sonucu Ölüm meydana gelir. Yani kanın çıkması nefsin çıkmasını gerektirir. Hayat ancak kan sayesinde vardır. Nitekim nefis olmadan hayat düşünülemez. Bundan dolayı şair:"Nefislerimiz (kanlarımız) mızrakların ucundan akar. Mızrakların ucu dışında akacak kanımız yoktur."Arap dilinde "fâzat nefsütû, haracet nefsuhû, fârakat nefsühû" yani, "Nefsi alındı, nefsi çıktı, nefsi ayrıldı" denir. Buna benzer bir kullanım da "harecat ruhuhû ve fârakaf yani "ruhu çıktı, ayrıldı" şeklinde görülmektedir. Feyz, süratli bir şekilde bir anda almaktır. "Efâza" ise ihtiyariyle, isteği ile vermek manasınadır. "Faza" lafzı ise zorla almak demektir. Ölüm anında nefsi alan Allah (cc)dır. Biz de O'na nefsimizi seve seve veririz.
Bir kısım hadisçiler, fikıhçılar ve tasavvufçılar da diyorlar ki: "Ruh, nefis değildir." Mükâtil b. Süleyman da: "Bir insanın hayatı, ruhu ve nefsi vardır, {üşi uyuduğu zaman, kendisiyle eşyayı kavradığı nefsi çıkar, ama bedenden tamamen kopmaz. Bedenden çıkışı, bedene bağlı ışık saçan bir ipin çıkması gibidir. Rüyayı bedeninden ayrılan nefsiyle görür. Bu anda cesette ruh ve hayat bulunmaktadır. Bedeninde bulunan ruhuyla, hayatıyla nefes alıp verir. Vücudunu oynattığı an, derhal nefesi bedenine döner. Yüce Allah (cc) o kimsenin ölümünü istemişse, bedenden ayrılan bu nefisi tutar. Mukâtil b. Süleyman devamında diyor ki: "Kişi uyuyunca, nefsi yükseklere çıkar. Rüya görürken bedenine döner. Ruhla bilgi alış-verişinde bulunurlar. Kişinin rüyasında gördükleri şeyleri bilmesi, hatırlaması bu durumda mümkündür.Ebû Abdullah b. Mendeh: "Sonra alimler, ruh ve nefsin ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları nefsin ateşli çamurdan; ruhun ise ruhanî nurdan ibaret olduğunu belirtmiştir."Bazıları da: "Ruh, ilahî bir varlıktır. Nefis ise insanî bir varlıktır. İnsanlar nefisleriyle denenirler.[243]Nakilciler ise: "Ruh nefis, nefis de ruh değildir. Nefsin kıyamı ruha bağlıdır. Nefis, kulun suretidir. Nefis hamuruna, heva, şehvet ve kötülüğe meyil karışmıştır. Âdemoğluna nefsinden daha düşman birşey yoktur. Nefis dünyadan başkasını istemez. Dünya da yalnızca nefsi arzular. Ruh ise ahireti ister, onu tercih eder. Heva nefse tabidir. Şeytan ise nefse ve hevaya tâbidir. Melek, akıl ve ruhla birliktedir. Yüce Allah ilhamla, tevfikle akıl ve ruhu korur" demişlerdir.Bazıları da: "Allah'ın (cc) enirinde olan ruhların gerçeği ve bilgisi, insanlara gizlidir" der.Bazıları ise: "Ruhlar, Allah'ın (cc) nurundan bir nur hayatından bir hayattır" derler.[244]Beden ve nefislerin ölümüyle, ruhların da ölüp ölmeyeceği konusunda da farklı görüşler vardır. Bunlar:
Ruhlar ölmezler, denenmezler.Ruhlar, insanlara benzer. Elleri, ayakları, gözleri, kulakları, gözleri ve dilleri vardır.Mü'minde üç ruh bulunur. Münafık ve kâfirde ise tek ruh bulunur. Peygamberler ve sıddîkların beşer ruhu vardır.Ruhlar, meleklerden yaratılmış ruhanî varlıklardır. Bedenden ayrılınca tekrar melekûta döner.Ben derim ki: "Öldürülen, Allah'ın (cc) yanında tutulan ruh tek bir ruhtur, yani nefistir."Yüce Allah'ın (cc) velî kullarını desteklemek için verdiği ruh ise, ayrı bir ruhtur. Bu hususta: "İşte onlar var ya, kalblerine imanı yazmış; kendinden bir ruh ile onları te'yîd etmiştir[245] buyurulmaktadır. Hz. isa'nın (AS) te'yîd edilen ruhu da başka bir ruhtur. Nitekim: "Hani Allah: "Ey Meryemoğlu İsâ sana ve annene verdiğim nimetimi hatırla. Hani seni R.ûhü'1-Kudüsle (Cebrail'le) desteklemiştim.[246] Yine, AUahû Teâlâ'nın dilediği bazı kullarına verdiği ruh da, bedende bulunan ruhtan farklıdır.Bundan başka bedende bulunan kuvvetlere de ruh ismi verilir. Mesela: "Bakanın ruhu, dünyanın ruhu, koklayanın ruhu." Bu tür ruhlar, bedene emanettirler. Bedenin Ölmesiyle Ölürler. Bu, bedenin ölmesiyle ölmeyen, bedenin yıpranmasıyla yıpranmayan ruh değildir. Ruhun daha özel manası Allah'ı (cc) bulmaya yöneltmek kuvvesidir. Ruhun bu şekilde ruha nisbet edilmesi, ruhun bedene nisbet edilmesi gibidir. Sözkonusu ruh, bu ruhu kaybedince, ruhunu yitiren bedene döner. Allah'ın (cc) veli ve itaatkâr kullarını desteklediği ruh bu ruhtur. Bundan dolayı insanlar arasında: "Fülancada ruh vardır, fülancada ruh yoktur" denir. Yani, o ahmaktır,[247] o içi boş kalmıştır.İlmin ruhu vardır. İhsanın ruhu vardır. İhlasın ruhu vardır. Sevginin,
tevbenin ruhu vardır. Tevekkülün, doğrulusun ruhu vardır. İnsanlar bu hususlarda birbirinden oldukça farklıdırlar. Bazılarında bu tür ruhlar ağır basar, kişi ruhanî olur. Bazıları ise, sözkonusu ruhları tamamen veya çoğunlukla kaybeder, arza bağlı hayvanlar seviyesine düşerler. Yardım ancak Allah'tandır.
Âdemoğlunun üç tane nefsi olduğuna dair çokça söz edilmiştir. Bunlar, mutmain nefis, levvâme nefis ve emmare nefistir. Bazı insanlarda bu tür nefisler ağır basarken, diğer bazılarında daha başka nefisler hakimdir. Üç tane nefis bulunduğuna şu âyetlerle hüccet getirmişlerdir: "Ey mutmain olan nefis.[248] Kıyamet gününe yemin ederim, levvâme nefse de yemin ederim[249] ve: "Şüphesiz nefis, kötülüğü emreder.[250] Gerçekte bir tane nefis vardır. Sıfatlarına göre ayrı ayrı isimler verilmiştir. Rabbine kullukta, sevgide, tevbede, tevekkülde, rıza ve O'nda sükun bulmada rahatlığa eren nefse mutmain nefis denir. Çünkü Allah korkusu, ümidi, diğer korku ve ümitleri geride bırakır. Allah sevgisi, diğer sevgileri, Allah'a aşık olmak, O'na kavuşma tutkusu diğer sevgi ve tutkulardan insanı müstağni kılar. Kalbini Allah'a bağlayan kimse Allah'la beraber oturuyor. Onu duyuyor, işitiyor, O'na can atıp O'na sımsıkı tutunuyor gibi olur.[251] Nefsinde, kalbinde, uzuvlarında, iç ve dış kuvvetlerinde sürekli akan mütmainlik, ruhunu Allah'a çeker; cildini yumuşatarak kalb ve uzuvlarını O'na yaklaşmak uğrunda kullanır. Gerçek mütmainlik, Allah'la ve zikriyle ancak mümkündür. Allah'ın zikri, Rasulüne indirdiği kelamıdır. Yüce Allah: "İman edip kalbleri Allah'ı zikirle mutmain olanlar... biliniz ki kalbler, Allah'ı zikirle mutmain olur[252] buyurmuştur. Kalbin mutmainliği, üzüntü, rahatsızlık ve ıstırabının gitmesiyle sükuna ermesi, oturmasıdır. Allah (cc) ve zikrullah olmadan kalbe mütmainlik gelmeyeceği bilinmektedir. Allah'ın dışındakilerde mütmainlik aramak boşuna; bulduğuna dayanması acizliktir. Zira Yüce Allah, kendinden başkasıyla mütmainlik arayanlara, üzüntünün, ıstırabın ve sıkıntının geleceğini sabit bir kaza ile hükmetmiştir. Fakat kul, bu halde iken kendi ilmine, ameline ve halinedayanırsa Allah'ı kalbinden atar. Kendi dışında biriyle mutmainlik arayanların nefislerine velî ve salih kullarını bulmak için musibet okları saplar saplanan okların verdiği acıyı kendi dışında çözenleri bir kenara bırakır maslahat ve amaçlarında kendinden başkasıyla mutmain olanları ise kovar' yaklaşmasını engeller.Nefsi mutmain kılan mutmainliğin gerçeği, nefsinin ve rasuİlerin bildirdiği ölçüde Allah'ın isimlerini, sıfatlarını, kemâl sıfatlarını bilmek babında mutmain olarak kalbini buna teslimedip kabul etmesi, boyun eğmesi, göğsünü O'na açarak kalbini O'nunla sevindirmesidir. Çünkü bu, rasulünün lisanıyla kuluna bildirdiği hakikatlardan biridir. Bu manada, sıkıntı ve ıstıraba boğulmuş kalb, Allah'ın isimlerine, sıfatlarına, birliğine iman ederek, arşına çıkar; kalbinin nurundan fışkıran vahiyle Allah'a kavuşur, Mutmainlik kalbine, susuzluktan kavrulan birinin kalbine suyun akıtılması gibi girer. İt-mi'nanın girmesiyle, huzur bulur, sevinir, rasuİlerin bildirdiği ölçüde emre muttali olmuş gibi kalbini ve uzuvlarını yumuşatır. Bu durumda kalbi, öğle sıcağında güneşi çıplak gözüyle görmesi gibidir. Mutmainlikte, doğuda ve batıda olan herkes onun karşısında olsa, bunlara hiç iltifat etmez. Ayrılık acısı kalbine binince de: "Büyük Siddîk da tek başına iman da mutmain olmuştu. Bu zamanda bütün insanların O'na karşı çıkması imanî tatminliğin-den hiçbirşey eksiltmemiştir" der. Mutmainlik derecesinin ilk safhası budur. Sonra, Rabbinin sıfatlarını anlatan bir âyet duyunca imanı sonsuz derecede kuvvet bulur. İmanın temellerinden sayılan şey, bu şekil mutmainlik-tir. Sonra, ölümden sonra Berzahta ve kıyamet gününde yapılacak uygulamaları, sanki dünya gözüyle görüyormuş gibi kabul eder, kalbini sükûnete erdirir. Yüce Allah'ın gerçek yakın olarak tanıttığı iman ehli işte bunlardır. Âyeti celîlede: "Onlar, kıyamet gününe kesinlikle inanırlar.[253] Allah'ın bildirdiği hakikatlara şüphe ve boşluk hissetmeden inanmadan, kıyamet gününe iman etmek oldukça zordur. Harise hadisinde belirtilen gerçek mü'min, ahi-ret gününe inanan mü'mindir. Harise der ki: "Mü'min oldum." Bunun üzerine Rasulullah: "Her hakkın bir hakikati vardır. İmanının hakikati nedir? Harise: "Nefsim, dünya ve ehlinden artık vazgeçmiştir. Şimdi Rabbimin arşına açıkça bakıyor; cennet ehlinin birbiriyle muhabbetleştiklerini, cehennemliklerin ise, ateşte azaplandıklarım görüyor gibiyim" karşılığını verdi. Rasulullah da: "İşte, Allah'ın kalbini nurlandırdığı kul.[254] buyurmuştur.
Allah'ın isim ve sıfatlarında mutmain olmak iki kısımdır. Allah'a, varlığına inanarak mutmain olmak, kulluğun gerektirdiği, zorunlu kıldığı hususlarda mutmain olmak. Bunun misali, kadere, kaderin varlığına mutmain olarak iman etmek, kulun başından atmayı düşünmediği ve atmaya da muktedir olmadığı konularda kaderin gereklerine mutmain bir şekilde iman et-jneyi; kaderine razı olup, buna kızmamayı, şikayette bulunmamayı, imanında sıkıntıya düçâr olup yapamadığı şeye üzülmeyip, elde ettiği şeye sevinme-nıeyi gerektirir. Çünkü musibetler, henüz kişinin başına gelmeden ve kişi yaratılmadan takdir edilmiştir. Nitekim Yüce Allah (cc): "Yeryüzünde ve nefislerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, daha önce bir kitapta takdir edilmiş olmasın. Bu Allah için kolaydır. Bir kitapta takdir edilmesi yapamadıklarınızdan Ötürü üzülmemeniz, yaptıklarınızdan dolayı da sevinmemeniz içindir.[255] ve: "Hiçbir musibet Allah'ın izni olmadan gelmez. Kim Allah'a inanırsa, kalbini hidayete götürür[256] buyurulmaktadır. Birçok selef âlimleri: "Kula bir bela gelince, Allah'tan geldiğini bilir, razı olur, kabul eder. Âlim kimsenin Allah'ın sıfatlarıyla ilgili hükümlere ve kullarına bildirdiği şeylerin gereklerine inanması, bir mütmainliktir. Sözü edilen bilgi, inanç ve tatminkârlığını artırır. Diğer sıfat ve tesirler de böyledir —kulak, göz, ilim, rıza, gadab ve sevgi— gibi. İman bunlarla mutmain olur.İhsanda mutmainlik ise, Allah'ın emirlerine ihlasla severek bağlanmak suretiyle oluşan mütmainliktir. Allah'ın emrine, kendi iradesini, nevasını, teassubunu tercih etmez; Allah'ın bildirdiği şeye aykırı şüphe üzerinde durmaz, emrine karşı olan şeyi arzulamaz. Karşısına böyle şüpheler çıkarsa, şeytanın vesveseleri olarak görür. İhsanda mutmain kişinin, semâdan yere düşmesi, Allah'ın kanunlarını çiğnemekten daha sevimlidir. Nitekim Rasulullah buna: "İmanın en açığı, belirgini[257] demiştir. Bu tür mutmainliğe, günahlara karşı üzülmek, kalb huzuru ile tevbe edip sızlanmak, tevbenin rahatlığını tadını almaktır. Tevbede, başarıya ulaşılırsa, kişi lezzetin, tad ve sevincin değerini hemen kavrar. Günah ve karşılığında tevbe halini tatmayan, her ikisi ile ilişkisi olmayan bunun tadını alamaz. Günahta sıkıntı, üzüntü olduğu gibi tevbede de tam aksine mutmainlik vardır. Asî kişi, kalbini bir yoklasa, orayı korkuların, sıkıntı, ıstırap ve elemlerin dolduğunu derhal görür. Ama, bu sıkıntıyı gizleyen bir şey vardır: Gaflet ve şehvet sarhoşluğu. Bütün şehvetlerde sarhoşluk vardır ki, alkol sarhoşluğundan daha fazladır. Ayrıca öfkede de öyle bir sarhoşluk vardır ki, şarabın verdiği sarhoşluktan daha fazladır. Bundan dolayı içki içen kimsenin yapamayacağı şeyleri, aşık ve öfkeli insanlar yapar. Aynı şekilde gaflet üzüntüsü, Allah'a varıp O'nda sükun bulmaya engel korkusu ve Allah'ı tatlılıkla anıp ruhunu O'nun sevgisiyle, bilgisiyle doldurması da böyledir. Bunlar olmaksızın ruh asla mutmainliği tadamaz. Nefsini bu tatminden soyup, kalb huzurunu yitirirse son derece üzülür, ıstırap çeker, sarsılır; ama sarhoşluk bu acılan perdeler! Perde kalkınca, içinde bulunduğu halin bütün gerçeklerini görür.
Gözden kaçmaması gereken bir latife var burada: Başarının temel unsurları Allah'ın (cc) yedindedir. Yüce Allah (cc) insan uzuvlarının herbirine çeşitli özellikler vermiştir. İnsan, mükemmel bu uzvunu koruyamadığında üzüntüye, ıstıraba, acıya boğulur. Azalarmdaki kemâli kaybeden insanın duruma budur. Mesela, görmek için göz sağlığı, işitmek için kulak sağlığı, konuşmak için de dil sağlığı gerekmektedir. Sözkonusu azalan tamamlayan kuvvetlerin zayıflaması acı ve ıstırabı çeker. Kalbin olgunlaşması, sevinci, nimeti, hazzı ve güzelliği Allah'ı, iradesini, sevgisini bilip, O'na iltica edip arzuyla O'nunla ünsiyet kurmaktadır. Kalbteki bu özellikler kaybolunca, göz, görme duyusunu ve nurunu kaybettiğinde, dil de konuşma ve tatma hassala-nnı yitirdiğinde üzüldüğü gibi büyük bir üzüntüye boğulur. Kalb hiçbir şekilde bunun dışındaki şeylerle mutmain, olmaz. Dünyayı veya dünya ilimlerini elde etse bile Allah'ı birleyip O'nu sevmedikçe, ilahı ve ma'budu olduğunu itiraf edip bütün gayretiyle O'nu aramadıkça, mutmainîiği elde etmede başvurulacak tek yer olarak bilmedikçe kalb tatmin olmaz. "Ancak Sana ibadet eder, ancak Senden yardım dileriz"[258] hükmü gerçekleşmedikçe, hakiki tatmine ulaşılamaz. Kalb tatminliği ile ilgili müfessirlerin görüşleri şöyledir. İbni Abbas (ra) der ki: "Mutmain olmak, doğrulamaktır." Katâde: "Allah'ın vadettiği şeylerde gönlü mutmain olan kişi mü'mindir" der. Hasen: "Allah'ın bildirdiklerini doğrulamaktır"; Mücahid: "Allah'ın Rabb'i olduğuna nefsin kesinlikle inanması; yapmasını emrettiği şeyleri gerçekleştirmesidir" der. Mansûr'un da şöyle dediği nakledilir: "Allah'ı yakînen Rabb bilen, enirine, itaati uğrunda şiddetle hüzünlenen nefistir" der. İbni Ebî Nacîh de: "Mutmain nefis, Allah korkusundan huzur bulan nefistir" der. Bir başka sözü de: "Allah'a kavuşacağını kesinlile bilen nefis" demektir. Selefin mutma-inlikle ilgili görüşleri iki esas üzerindedir: İim ve amel tatmini, irade ve amel tatmini.
Nefis, şüpheden yakîne, bilgisizlikten ilme, gafletten zikre, hainlikten tevbeye, gösterişten ihlasa, yalancılıktan doğruluğa, düşüncesizlikten akıllılığa, sivrilditken düzlüğe, kibirden tevâzua ve füturdan amele sarılıncadoğrudan mutmain ruhla buluşur. Bütün bunlann temelini uyanıklılık oluşturmaktadır. Hayır kapılarının ilki budur. Rabbi ile görüşmeye, ebedî yolculuğa hazırlanmaktan gafil kimse uyuyan kimse gibi belki de daha kötü durumdadır. Akıllı kimse ise Allah'ın (cc) va'd ve valdini, emirlerinin nehiyleri-nin, hakkına yönelik hükümlerini bilir, ancak, kalbindeki gaflet uykusu, gerçekleri anlamasına manî olur, düşünmekten alıkor. Kalbin gaflette olması, nefsi uzun zaman uyuşturur. Önü alınmaz şehvetlerinin yolunda, sükûnet buldurur, zamanla şehvetleri içinde kalması devamlı artar. Şehvet bulutlanna dalar, basit şeyler, batıl yolda bulunan insanlann saçmalamaları üzerine biner. Vakitlerini boşa harcayanlara benzemektan hoşnut olur. Uyuşukluğu içinde bu, uyuyanlar gibi olur. Sarhoşluğunda ise içip de bayılanlar gibidir. Ne zaman ki kalbine hakkın girmesini engelleyen gaflet uykusundan uyanırsa, mü'min kulunun kalbinde Allah'ı öğütleyen kimsenin sözü yer bulur. Yahutta müsait bir mahalde, etkisi fikri donukluğa sebep olan şeye karşı Yüce Allah himmet eder de bu sayede kul fikrî donukluğunu çözerek çokça Rabbine tekbir getirir. Böylece üzerinden cinnet noksanlığını yok eder. Şair der ki:Yani: "Ey nefsim! Yazıklar olsun sana. Gecelerin karanlığında gayretinle bana yardım et. Umulur ki kıyamet gününde bunca yükseklere çıkarak tatlı bir hayat elde edersin."İşte bu düşünce, ölümünden karar yurduna kadar başından geçecekleri, kendisi için yaratılmış şeyleri aydınlığında göreceği bir nur yayar. Böylece dünyanın geçici olduğunu, imar edene de bozana da, aşıklanna da vefakar olmadığını ve kendileri için oyun aletlerinden başka hiçbir şeyin kalmadığını derhal anlar. Bu aydınlık içinde, azim ayaklan üzerine: "Allah'ın yanında kusur edişimden dolayı vah bana"[259] diyerek basıp kalkar. Geri kalan az ömrünü, yapamadığı saldırganlıktan vazgeçer. Elde edemediği durumda, bütün hayırlannın boşa çıkartacak imkânı, fırsatı kollar.Sonra bu uyanıklık aydınlığı altında, rahmete gark oluşundan o zamana kadar Rabbinin kendine olan nimetinin tamamlanmasını gözetir. Açıktan, gizlice, gece gündüz, uykuda, uyanıkken ve içten dıştan sürekli bu aydınlık içinde hareket eder. Allah'ın (cc) kendine olan nimetlerini saymaya çalışsa, bunu başaramaz. Nimetlerin en küçüğü nefis nimetidir. Allah Teâlâ'nın her-gün için yüzyirmidört bin nimeti vardır. Diğer nimetleri hakkında ne düşünürsün?Sonra bu nur altında, Allah'ın nimetlerini sayıp sınırlamakta yetersiz olduğunu, bu nimetlerin hakkım Ödemekten aciz olduğunu görür. Nimeti veren, verdiği nimetin karşılığım istese, tek bir nimet bütün amellerini alır götürür. Bunu gören kul, Allah'ın afvı, rahmeti ve fazlı olmadan kurtulmamn imkânsız olduğunu kavrar.Daha sonra bu uyanıklığın aydınlığında, insan ve cinlerin[260] yaptıklan amel kadar güzel amel işlese, Allah'ın büyüklüğü, vechinin celâli ve saltanatının azamete karşısında kendi amellerini küçük görür. Tabî bu, amelleri kendi gücüyle yaptığı zaman böyledir. Mücerred Allah'ın fazlı olarak kula minnet etmesi, onu sevindirecek ihsanda bulunması, işleyeceği amelde yardım etmesi, amele kulu hazırlayıp o ameli ondan dileyerek yaratması durumunda bu ameller nasıl kulun olabilir? Allah Teâlâ bu imkânları kula tanı-masa idi, kul amele gidecek yol bulamazdı. Bu durumda ise kul amelsiz olurdu. Yüce Allah, kulun yaptığı ameli, Allah'ın kendine tevfîki, fazlı, minneti olarak görmedikçe ve amellerin kendinden değil de Allah'dan olduğuna, nefsinin ise şer ve şer sebeplerine sahip olduğuna inanmadıkça, kendi ameli olarak görürse asla kabul etmez. Kulda görülen bütün nimetler, Allah'ın kuluna verdiği bir bağıştır; hakedeceği bir sebep olmaksızın kuluna fazlı ve nedeni olmaksızın nimete ehil kılmasıdır. Böylece kul, Rabbini, dostunu, maTjudu-nu her türlü hayra ehil görürken kendi nefsini bütün serlere ehil görür. Zahir ve batın tüm güzel amellerinin esası işte budur. Kulu yüceltip, kitabı sağdan verilecekler divanına yazan da O'dur.Bunun arkasında, uyanıklık nuru içinde başka bir şimşek çakar. Şimşeğin parıltısında kusurlarını, amellerini boyutlarını, işlediği cinayetleri, kötülükleri, çiğnediği yasakları, birçok görev ve vecîbelerinde aksattığı hususları görür. Bir de buna kendisine verilen nimetler, Allah'ın katından gelen yardımlar eklenince bakar ki kul, nimet sahibinin nimetleri, buyrukları karşısında kendisine güvenip başını kaldıracağı, kalbini ferahlatacağı hiçbir güzel ameli kalmıyor, canı parçalanır, azaları titrer. Bir tarafta Allah'ın nimetleri diğer tarafta ise yaptığı kötülükler, nefsinin kusurları, amelinin bozuklukları olduğu halde başını Öne eğip: "Ya Rabbi, bana olan nimetinle sana dönüyorum. Sana, günahlarımla geliyorum. Beni affet. Çünkü senden baka günahları bağışlayacak kimse yoktur" der.[261] Bakar ki hiçbir güzel ameli yok. Kendini hiçbir hayra ehil göremez. Bu durumda o kişiye iki büyük iş düşer:Birincisi: Allah'ın verdiği nimeti çok görmek.İkincisi: Verilen nimeti, yaptığı ameller karşısında az bulmak.Sonra bir şimşek daha çakar. Aydınlığında bulunduğu anın, hatır ve şerefinin aziz olduğunu, itaatim, mutluluğunun sermayesi olarak görür. Rab-bine ulaştırma^ un amellere itaatini karıştırmamak için hassas, cimri davranır. Çünkü amellerin kaybedilmesi, hüsrandır, acıdır, pişmanlıktır. Korunması, imar edilmesi ise kâr ve mutluluk olacağından ebedî yolculukta faydası olmayan amellere onu katmamak için çaba sarfeder.
Levvâme nefse gelince; Kur'ân-ı Kerim'de Allahû Teâla buna yemin etmiştir: "Yoo, levvâme nefse de yemin ederim.[262] Levvâme nefsin ne olduğu hususu tartışmalıdır. Birinci görüş: "Levvâme nefis, sabit bir halde bulunmaz." Bu görüşte olanlar levvâme lafzının televvumden alındığını savunurlar. Tereddüt etmek manasına gelir. Değişimi ve renkleşmesi çok olan şey. Levvâme, Allah'ın büyük âyetlerindendir. Çünkü yaratıcısı Allah'tır, mahlûkâttandır. Ömürde, senede, ayda ve günde değişmesi bir tarafa bir anda değişerek renklileşir. Bunun neticesinde bir anda Allah'ı zikreder, O'ndan gafil olur; yönelir, vazgeçer; latîf olur; yoğun olur, Allah'a sığınır; sığınmaktan vazgeçer, sever, kızar, sevinir, üzülür, razı olur-karşı kor, itaat eder, korkar, günah işler. Kısacası her an birçok renklere girerek, çeşitli hallerde bulunur. Birinci görüş bu.İkinci görüş: Levvâme lafzı "levm"den alınmıştır. Lafzın "levm'den alındığını söyleyenler, lafzın manasında anlaşamamışlar. Bir kısmı der ki: "Mü'min kişinin nefsidir. Mücerred sıfatlarmdandır." Hasan el-Basri de: "Mü'min kişinin sürekli nefsini kınadığını görürsün. Bunu yapmak istemiyordum? Bunu niçin yaptım? Diğerlerini yapmak veya şöyle söylemek daha iyi olurdu" diyerek kendini kınar.Üçüncü görüş: Günaha düşen, sonra işlediği günahtan ötürü nefsini kınayan mü'min kişinin nefsidir. Nefsin bu şekil kınanması, şakı kimsenin kınamasından farklı olarak imandan gelir. Çünkü şakî kimse günahtan dolayı nefsini kınamaz. Bel ki günah işleyemediği için nefsini kınar.Dördüncü görüş: Buradaki kınamanın iki şekli vardır. İyi olsun kötü olsun her insanda nefsini kınamak vardır. Mutlu kişi Allah'a itaati bırakıp günah işlediği için nefsini kınar. Şakî kimse ise zevk ve hevasma uyamadığı için nefsini kınar.Beşinci görüş: Bu tür kınama, kıyamet günü olacaktır. Orada her insan nefsini kınayacaktır. Günahkâr suçlarından ötürü, salih kimse ise kusurlarından ötürü nefsini kınar.Bu görüşlerin hepsi de gerçektir. Aralarında çelişki yoktur. Nefiste bütün bu özellikler bulunduğu için levvâme ismi verilmiştir. Ancak levvâmenin iki çeşidi vardır: Hem kınayan hem de kınanan, sadece kınayan, kınanmayan.Sadece kınayan nefis, olanca gayretim sarfetmek suretiyle Allah'a itaatte kusur ettiği için sahibini kınar. Ancak kınanmaz. Nefislerin en şereflisi Allah'a itaatle kendini kınayan nefistir. Şerefli bu nefis, Allah'ın rızasına çağıran kınayıcılann kınamasını üzerine alır; bu hususta hiçbir kişinin kınamasına aldırmaz. İşte böyle nefisler, Allah'ın kınamasından kurtulmuşlardır. Yaptığı amellerden razı olup kendim kınamayan, Allah yolunda kınayanların kınamalarına aldırmayan nefsi ise Yüce Allah kınar.
Emmâre nefis ise her türlü kötülüğü tabiatından kaynaklanan nedenle emrettiği için —Allah'ın koruyup, nefse sebat ve yardım ettiği durumlar hariç— kötülenmiş nefistir. Allah'ın yardımı olmaksızın kimse nefsinin şerrinden kurtulamaz. Nitekim Yüce Allah bir kadından hikaye ederek: "Ben nefsimi temiz çıkaramam. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Rabbimin esirgediği nefis ise bu müstesna. Şüphesiz Rabbim, bağışlayan ve acıyandır[263]Allah'ın üzerinize fazlı ve rahmeti olmasaydı sizden hiç kimse ebediy-yen temize çıkamazdı[264] buyurmaktadır. Yaratıkları arasında en sevimli kulu için de: "Eğer biz seni sağlamlaştırmaimş olsaydık, onlara bir parça yaklaşacaktın"[265] buyurmuştur. Bu manada Rasulullah, ümmetine Allah'tan ihtiyaçların nasıl isteneceğini şöyle öğretmiştir: "Ey Allah'ım, Sana hamd. eder, Senden yardım diler, affını isteriz. Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden Allah'a sığınırız. Allah kime hidayet vermişse kimse onu sapıtamaz. Kimi de sapıtmışsa kimse onu hidayete götüremez.[266] Kötülük nefiste gizlidir. Kötü ameller işlemek ister. Allah kulu nefsiyle başbaşa bırakırsa nefsin-deki şer ve bu şerre olan kötü ameller onu helak eder. Yok eğer onu mücadelede başarılı kılar; yardım ederse, her türlü serden kurtulur. Yüce Allah'tan, nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden bizleri korumasını isteriz.Yüce Allah insanoğlunu, bu iki nefisle yani emmare ve levvâme nefisle sınamıştır. Seçkin nefis mütmainneye ise ikramda bulunmuştur. Nefis Önce emmâre, sonra levvame ve mutmainliğe dönüşerek kemâle, salaha doğru gider. Mutmain nefsi, birçok ordularla desteklemiş; meleğini, nefse ve nefsi taşıyan kişiye göndermiştir. Gönderilen melek, nefse kılavuzluk yapar, hakkı önererek ona teşvik eder; hakkın güzel görüntüsünü açıklayarak batıldan alıkor; batıla karşı onu korur. Batılın çirkin suratını nefse arzeder. Kur'ân'dan, zikirlerden ve güzel amellerden öğrendiği şeyleri uygulamasında nefse yardımcı olur. Hayır elçilerini kullanarak her taraftan başarı yollarını ona açar. Meleğin bu çalışmalarına karşı nefis, hoşnut kalır, şükreder. Allah'a hamd edip herşeyde ilk halini görürse, meleğin ona olan yardımı artar. Emmâre nefisle muharebede ona destek olur. Emmâre nefisle muharebe eden ruha ait askerlerin komutanı, melek olur; meliki ise iman ve yakîn olur. İslâmî bütün ordular, sancağı altında toplanır, ondan gelecek emirleri bekler. Muharebeye devam ettikçe bu ordular da yanında olur. Nefis hezimete uğrayınca hepsi geri doğru kaçar. Bu ordunun eminleri, askerî komutanları,çeşitli türlerde bulunan, amelle ilgili imanî merkezlerdir. Yani, namaz, zekât,oruç, hac, cihad, iyilikle emretmek, kötülükten sakındırmak, güzel ahlâkı öğütlemek, çeşitli şekillerde insanlara ihsanlarda bulunmak, melek ordusunun komutanlarıdır. Melek ordusunun batım merkezlerini ise ihlas, tevekkül, inâbe, tevbe, nefis kontrolü, sabır, hilm, tevazu', kalb huzuru, kalbi Allah ve Rasulü sevgiyle doldurmak; Allah'ın emirlerine ve haklarına saygı gösterip diğerlerini Allah için O'nun yolunda atmak; şecaat, iffet, doğruluk, şefkat ve rahmet gibi kısımlar oluşturur. Samimiyet ve doğruluk meliklik mertebesindedir. Sözünde doğru samimi kimse, sırat üzerinden uyurken geçirilir. İhlas ve doğruluğunun mahrumiyelerinden dolayı yorulmaz. Dünya hayatı, şeytanlarca yolunun kesildiği, çeşitli sapkınlıklara sevkedildiği yerdir. Oldukça zor bu şartlarda dilerse sıdk ve samimiyetine sarılsın, dilerse bunları terketsin. Terketmesı halinde, yaptığı ameller Allah'a olan yolunu uzaklaştırır. Bilcümle Allah için ve O'nunla beraber olan kişi, mutmain nefsin askerlerinden sayılır.Emmâre nefse gelince, şeytan bu nefsin ve takipçisi kişinin yanma gelir; ona vaadlerde bulunur; okşar, batılı ona telkin edip kötülüğü süsleyerek ona kötülüğü emreder. Tûl-u emel sahibi yapar. Batılı, seveceği, kabul edeceği bir şekilde gösterir. Birtakım asılsız emanlarla, helak edici şehvetlerle birçok batıllara düşmesine destek olur. İradesinde ve hevasında nefse yardım eder. Her türle kötülüğü nefsin kabul etmesi bu cümledendir. İnsî şeytanların da bildiği gibi, şeytanın nefse yaptığı en büyük yardımlar, iradesi ve he-vası yönünde olanlardır. Nitekim insî şeytanlar da nefislere yaptıkları desteklerde, nefsin heva ve iradesini ön planda tutarlar. Şeytanın arzuladığı, sevdiği bir vaziyeti, insanlar kendi gayretleriyle arayacak hale gelince, arzularıyla onun peşinden giderler, bu vaziyetin içine düşerler. Nefis, heva kapışım şeytanlara açarsa, içeri gidip bütün değerleri talan ederler. Kötülük yaparlar, bozgunculuk çıkarırlar; içeriyi parçalarlar, manevî değerlere söverler. Memleketlerinde idareyi ellerine almış düşmanın yapmadığını yaparlar. İman öğretilerini, Kur'ân'ı, zikri namazı yıkarlar. Mescidleri yıkıp, yerlerine küçük büyük kiliseler, şarap satan dükkânları ve zina yurdları yaparlar. Sonra ülke yöneticisinin sarayını kuşatırlar. Onu esir alarak yönetimden uzaklaştırırlar. Rahman'a kulluk yapmaktan alıkorlar, tağut ve putperestlere kulluk yaptırırlar. Allah'a ibadet etmenin izzeti, artık günah işleme zilletine dönüşür. Rahman'a kulak asarken şeytana kulak asmaya; âlemlerin Rabbi'ne kavuşmaya hazırlanırken, şeytan kardeşleriyle kavuşmaya hazırlanır. Yani, Allah'ın haklarına ve emirlerine riayet eden kişi kendini hınzırların başında çoban bulur. Azız ve Rahîm olan Allah'ın kapısında hizmetçi olarak beklerken, kendini kovulmuş şeytanların kapısında hizmetçi bulur.Kısacası, mutmain nefsin dostu melektir; emmâre nefsin dostu ise şeytandır. Ebul-Ahves'in Atâ b. Sâib'den O'nun da Mürre yoluyla Abullah'tan rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (SAV) şöyle buyurmuştur: "Âdemoğluna Şeytanın verdiği bir vesvese vardır. Meleğin verdiği bir eğilim vardır. Şeytanın verdiği vesvese, kötülüğe düşürmek, hakkı yalanlamak. Meleğinki ise iyiliğe düşmek, hakkı doğrulamaktır. Kalbinde iyiliğe eğilim bulunan kişi bilsin ki o Allah'tandır. Allah'a sığınsın" dedi ve arkasından "Şeytan size fakrı va'deder, size kötülükleri emreder"[267] âyetini okudu." Bu hadisi Amr da Atâ b. Sâib'den rivayet etmiştir. Amr'ın hadisinde şu ziyade vardır: "Bu hadiste Rasulullahın şöyle dediğini duyduk: "Sizden biri (kalbinde) meleğin bıraktığı birşey bulursa Allah'a hamd etsin. Allah'tan bu şeyin artırılmasını istesin Kim de (kalbinde) şeytanın bıraktığı birşey bulursa Allah'a istiğfar etsin Şeytandan Allah'a sığınsın.[268]
Mutmain nefis, melek ve onun iman orduları, mutmain nefiste tevhid ihsan, iyilik, takva, sabır, tevekkül, tevbe, inâbe, Allah'a yönelme, az emel ölüme hazırlık vb. şeylerin oluşmasına çalışırlar. Şeytan ve küfür orduları ise bunun tam asine emmâre nefis için çalışırlar. Yüce Allah, kendisine yö-nelmeyen, yüzünü kendisine çevirip itaat etmeyen herkese şeytanı musallat etmiştir. Şeytanın tasallutundan kurtuluşu, meleğe bağlamıştır. Melek, emmâre nefsi yaptıklarından dolayı ayıplar, ona mutmain nefsin amellerini tavsiye eder. Güzel ameller, mutmain nefsin güçleridir. Mutmain nefsin bütün işi, amellerini ihlasla yapıp, hazzına, tadına ulaşmaktır. Mutmain nefse en zor gelen şey, Allah için, amellerini şeytandan ve emmâre nefisten korumaktır. Yaptığı amellerden birtanesi yerini bulsun, kul onunla kurtulur. Lakin, emmâre[269] nefisle şeytan, tek bir amelinin olsun Allah'a ulaşmaması için uğraşırlar. Nitekim ariflerden biri: "Allah'a yemin olsun ki, tek bir amelimin Allah'a ulaştığını bilsem, ailesine dönen bir gurbetçinin sevinmesinden daha çok ölümü arzularım" demiştir. Abdullah b. Amr da: "Allah'ın, bir tek secdemi kabul ettiğini bilseydim, ailesine dönen gurbetçinin sevgisi, benim ölüme olan sevgimden daha fazla olamazdı" demiştir. Allah, ancak muttakilerden (amellerini) kabul eder.[270]
Mutmain nefsin karşısında emmâre nefis vardır. Mutmain nefis güzel bir amel işleyince, emmâre nefis buna mukabil derhal o güzel ameli bozacak kötü bir amel işler. Mutmain nefiste, iman ve tevhid yer bulunca derhal emmâre nefis imana şüpheyi, nifakı katmaya çalışır; tevhide ise şirki, Allah'tan başkasına karşı sevgi, korku ve ümidi katar. Başkalarına olan sevgi, korku ve ümit, Allah'a karşıolan sevgi korku ve ümitten önce gelmedikçe emmâre nefis yerinde durmaz. Böylece Allah'a karşı olanlar arkada, başkalarına karşı olanlar ise önde olur. Çoğu insanların durumu budur. Rasulullah'a tamamen uymaya karar veren mutmain nefis, karşısında vahye muhalif insanların görüşlerini, düşüncelerini getiren emmâre nefsi bulur. Rasulullah'a tam uymayı, sünnetini yaşayıp insanların görüşlerini kabul etmeme ile ilgili engelleyici birçok sapık şüpheler atar. Böylece her iki nefis arasında harp başlar. Zafer, Allah'ın yardımı kendine ulaşan nefsindir.[271]Mutmain nefis ihlasla, sıdkla, tevekkülle inâbe ve murakabe ile gelince, emmâre nefis de bunların karşıtlarıyla gelir; düzenbazlıklar yaparak gayesinin ancak iyilik ve başarı olduğuna dair Allah'a yemin eder. Oysa ki Allah, emmâre nefsin yalancı olduğunu; amacının ise sadece arzu ve nevasına uymak, RasuPe uymak sıkıntısından kurtulmak, isteği, arzusu ve hevasıyla sünnete karşı gelmek olduğunu bilir. Allah'a yemin olsun ki, emmâre nefse uyan; nevasına, iradesine, zulmetine, vahşetine ve darlığına katlanandan başkası ondan kurtulamaz. Bu durumdaki nefis, âlemde böyle tutsaktır. Berzah'taki tutsaklığı, dünyadakinden de sıkıntılıdır. Kıyamet tutsaklığı ise, her ikisinden de sıkıntılıdır.İşin daha tuhaf olan tarafi şu: Emmâre nefis, aklı ve kalbi aldatır. En değerli, en güzel şeyleri akla kötü gösterir. İnsanların çoğu, çocuk akıllı, çocuk duşludur. Sütten yeni kesilmiş çocukların iyilikleri, alışkanlıkları[272] kadar bile tutkuları yoktur. Çocuklar gibi olamayınca, iki iyiyi seçip en güzelini tercih edecek, iki kötüyü birbirinden ayırdedip onlardan sakınacak akıllı ve baliğ kimsenin buluğuna ulaşamayacakları ortadadır. İşte bu nefis, güneş ve ay kadar belirgin olan tevhide soyunmayı insana alçalmak, noksanlaşmak; kendi mertebelerine birtakım büyükler dikmek ve oradan kulluk mertebesine inmek şeklinde gösterir. Nefsin tanımladığı bu kulluk, mahza miskin, zelil, kendi başına hiçbir mülkiyeti olmayan fakirlik ve Allah'ın izni olmaksızın irade ve şefaat hakkı bulunmayan bir kulluktur. İşte aldatıcı nefisleri, sürekli onlara noksanlıklarını, alçaklıklarım, derecelerinin düşüklüğünü ve miskinlerle fakirleri birbirinden ayırd edemediklerini telkin eder, böylece onlar tevhide soyunmaktan son derece sıkılarak: Tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Bu gerçekten tuhaf bir şeydir"[273] derler. Rasulullah'a, getirdiklerine uyarak bunu insanların düşüncelerine tercih etmeyi, alimlere, görüşlerine; Allah ve Rasulünden anladıkları şeye uymanın kötü bir sonucu olarak gösterir. Haddi zatında nefsin yaptığı bu şey, âlimlere karşı yapılan kötü bir edep, onların yanında aşırılıktır. Bu, onlar hakkında kötü zanna götürür. Nefsin bu arzularına uyanlar, doğruluğu görememişlerdir. Âlimleri reddedecek gücü kendimizde nasıl bulur, onlar olmaksızın hakka nasıl nüfuz eder, nail olabiliriz? İşte emmâre nefis bu tür şeylerden oldukça sıkılır. Kendi sözlerini uyulması gereken sağlam bir söz görürken, Rasulullah'm sözünü kendi görüşlerine karşı müteşabih söz şeklinde görür. Biz ise âlimlerin sözlerden Ra-sulullah'mkine uyanları kabul eder, uymayanları ise ya reddederiz ya tevil ederiz ya da Allah'a havale ederiz.[274] Aldatıcı nefis "Biz ancak iyilik ve basan istiyoruz" diyerek Allah'a yemin etmekte. Böyle diyenlerin kalblerini Allah bilir.
Aldatıcı nefis, ihlası, sakınılması gereken şey diye gösterir. Yani ihlas, hayatın, idarenin, kişinin kendisiyle aldatılıp insanlar arasında dolaşmasına neden olan aklın hükmünden çıkmaktır. Kişi, ne zaman amellerini ihlas-la yapar, ihlasına kimseyi katmazsa, insanlar ondan o da insanlardan kaçar. İnsanlar ona o da insanlara öfkelenir. Birbirlerine düşman olurlar. Yolda yürürken, insanlar ondan son derece nefret ederler. Bu durumdan kurtulmak, insanlarla ilgili olmayan birkaç amelinde ihlash olmak, diğer amellerinde ise Allah'ın dışındakilere karşı ihlash olmakla mümkündür.
Aldatıcı nefis insana Allah'ı doğrulamayı, dinine ve emrine karşı gelenlerle cihad etmeyi, insanlara olan düşmanlıktan dolayı onlara ezâ etmek, onlarla harp etmek için çalışmak şeklinde gösterir. Böylece kişi, gücünü aşan birçok musibetlere maruz kalır. İnsanların attıkları okların hedefi olur. Bu ve benzerleri, aldatıcı nefsin hileleri ve hayalleridir. Aldatıcı nefis, gerçek cihadı, kişinin öldürülmesi,[275] hanımının başkalarıyla evlenmesi, çocuklarının yetim kalması ve mallarının bölünmesi şeklinde gösterir. Zekât ve sadakayı da, malın ayrılması, azalması, zekât ve sadaka verenin elinde mal kalmaması, başkalarına muhtaç olması ve hâli düzelen fakirin, kendi yerine gelmesi şeklinde gösterir. Hem kendi hem de başkaları bu sıfatları kabul etmez. Bunun yanında Allah'ı birtakım sıfatlarından sayarak ilhada düşmeyi de Allah'ı tenzih etmek O'na tazimde bulunmak şeklinde gösterir.[276]İşin daha tuhaf olan tarafı, aldatıcı nefsin, Allah ve Rasulünün sevdiği özellikleri, ahlâk ve fiilleri sevmediklerine benzeterek bunlardan birini kula giydirip diğerini çıkarmasıdır. Bu tür aldatmacalardan ancak basiret sahipleri kurtulur. Çünkü fiiller, iradelere bağlı olarak çıkarlar. Emmâre ve mut-mainne olan her iki nefsin vaziyetlerinde ise zahir olurlar. Dolayısıyla batıl şeylerde her iki fiil de birbirine aykırı gibi görünse de zahirde birbirine benzerler. Misalleri çoğaltmak mümkündür. Mesela, idare etmek, aldatmak. İdare mutmain nefisten, aldatma ise emnıâreden gelir. Bu zıt durumlara diğer misaller: İmanda huşu bulmak-nifakta huşu[277] bulmak, şerefli nefis-gu-rurlu nefis, hamiyyet-cefa, tevazû-küçümsemek, Allah'ın emirlerinde kuvvetli olup yeryüzünde yüce olmak-Allah'ı kızdırmak, öfkelendirmek, nefsin namiyyeti-gadabı, cömertlik-israf, küçümseme-kibir, korunma-kibir, şeca-at-cüret, ihtiyatlılık-korkaklılık, iktisat-cimrilik, sakınmak-kötün zan, fera-set-zan, nasîhat-gıybet, hediye-rüşvet, sabır-katılık, affetmek-zillet, kalbin selameti-rahaveti-gafleti, uyanıkhk-rica-temenni, Allah'ın nimetlerini an-mak-onunla övünmek, nefsin sevinci-kalbin sevinci, kalb inceliği-kalb titremesi, şikayet etmek-kin gütmek, yarışmak-haset etmek, başkanlık sevgisi-inıamlık ve Allah'a davet etmek sevgisi, tevekkül-acizlik, ihtiyad-vesvese, şeytan ilhamı-melek ilhamı, sabır temkin, iktisat-taksir, içtihat-aşırılık, nasîhat-şerzenişte bulunmak, zamanında yapmak-acele etmek ve ihtiyaç ve şikayet anında durumu bildirmek.Herhangi birşey, suret itibariyle tek olduğu halde Övülen ve yerilen iki kısma ayırabilir. Mesela, sevinç-hüzün, darılmak-öfkelenmek, başkalık-yal-nız, arzu-süslenmek, haset-gıbta, cüret, tahassür ve hırs, yarışmak-nimeti açığa vurmak, yemin etmek-miskin olmak, susmak zühd, verâ-yalnız kalmak, uzlet-izzet ve hamiyyet-gıybet gibi. Bir hadisi şerifte: "Allah, sakınmanın, uzak durmanın birini severken diğerini sevmez. Allah'ın sevdiği uzaklaşma, şüphelerden kaçınmaktır. Sevmediği ise şüpheli olmayan şeylerden kaçınmaktır. Allah, bazı yalnızlıkları sever. Bazılarını sevmez. Sevdiği yalnızlık tek başına kalsa da kişinin savaşmasıdır[278] buyurulmuştur. Yine es-Sahîh'te: "İki kimseden başkasına haset olunmaz. Bunlar, Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolunda kullanan[279] ve Allah'ın hikmet verdiği, verilen bu hikmetle yaşayan ve onu başkalarına öğretendir"[280] hadisi vardır. Yine es-Sahîh'te: "Allah yumuşaktır, yumuşaklığı sever. Yumuşak huylu kimseye
verdiğini sert huylu kimseye vermez"[281] ve: "Hazzı yumuşaklıktan verilen kimsenin hazzı, hayırdan verilmiştir"[282] buyurulrnuştur. Hadislerden, yumuşaklıkla, ağır davranmak ve tembelliğin başka şeyler olduğu anlaşılıyor. Mütedânî, maslahatına uygun imkânı bulunca ağır davranan, ondan uzak duran, demektir. Yumuşak huylu kimse ise, imkânı ölçüsünde arzulayarak maslahatını bulmaya nazikçe teşebbüs eder. Aynı şekilde, geçimlilik güzel bir özellik iken geçimsizlik, aldatıcılık kötü bir özelliktir. Aralarındaki fark geçimli kişinin arkadaşına hakkı anlatmak yahut onu kötülemekten alıkoymak maksadıyla nazik davranması, geçimsiz aldatıcı kişinin ise, dostunu hatasıyla destekleyip, onu hevasıyla başbaşa bırakması dikkat çeker. Denetim, iman ehline, aldatma ise münafıklara ait birer özelliktir. Şöyle güzel bir misal anlatılır. Vücudundaki yaranın durumunu anlayan doktor, orayı yumuşatmaya başlar. Yara olgunlaşınca, kolayca incitmeden yarayı sıkar,[283] içindekileri boşaltır. Sonra mikrop kapıp etini bozmaması İçin yaranın üzerine ilaçlar, merhemler sürer. Yara merkezi et kaplayıncaya kadar merhem sürmeye c evam eder.Yara kapanınca, üzerine nemini alacak bir bez sarar; iple onu t ağlar. Yara tamamen iyi oluncaya kadar, doktor sürekli yarayı sarar. Yağcılık yapan kimse dostuna der ki: "Bundan sana bir zarar gelir ez. Kusurlarını bir bez parçasıyla kap af üzeri kapatılan kusurların, zaman içerisinde yerine oturup sürekli nefsin durumlarını oldukça güzel Örnekle ıdi-rir. İyi düşün. Bu yara nohut kadar büyümüş ise, şehvetlerin kaynağı, her türlü fasıklığın nedeni olan kötülüğü emreden nefisten yarayı koru lak mümkün mü? Şeytan nefse yaklaşmış, hileyle, yalanla ona va'dlerde bı un-makta, onu sınayarak çeşitli yönlerden aldatmaktadır. Öyle ki, nefse faydalı şey zararlı, zararlıyı faydalı, güzeli kötü, kötüyü de iyi gösterecek kadar ileri gider. Allah'a yemin olsun ki bu, nefsin aldatıldığı (büyülendiği) en büyük aldatma türlerindendir. Bundan dolayı Yüce Allah: "O halde nasıl büyüleniyorsunuz"[284] buyurmaktadır. Elçileri, büyülenmiş olmaları cihetiyle nisbet ettikleri kişi, büyülenmeyi haketmişlere, gözü isabet eden kişidir. Yoksa bu elçiler, salat ve selam üzerlerine olsun, Allah'ın elçileri değillerdir. Nitekim kâfirler Allah'ın elçilerini daha önce sapıklıkla, bozgunculukla, delilik ve se-fihlikle de suçlamışlardı. Rasullerin, nebilerin ve ümmet emirlerinin emmâ-re nefisten ve dostu ve yakım olan şeytanın şerrinden sığınmaları, her kötülüğün başı, temeli ve kaynağı olmalarındandır. Şer konusunda nefisle şeytan birbirinin yardımcısıdır. Şairin biri:Yani: "Süt emen iki çocuğum, iki göğsümün sütçüleridir. Ya da karanlık basınca, kendilerine sunulan göğüsleri bölüşürler. Biz de onlara farklı davranmayız" demiştir.Yüce Allah (cc) şöyle buyurur: "Kur'ân okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın"[285]Her ne zaman şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtüklerse, Allah'a sığın. Çünkü Allah, işiten ve bilendir[286]"Ve de ki: *Rabbim, şeytanın dürtüklemelerinden Sana sığınırım. Ve Rabbim, onların bana uğramalarından da Sana sığınırım.[287] De ki: "Karardığı yarıp sabahı çıkaran Rabb'e, yarattığı şerrinden, karanlık çökünce gecenin şerrinden, düğümlere üfleyip tüküren kadınların şerrinden ve haset ettiği zaman hasetçi-nin şerrinden sığınırım[288] buyurulmuştur. Bu âyetlerde nefsin şerrinden Allah'a sığınılmaktadır. Yine: "De ki: "insanların Rabbine, insanların melikine ve insanların ilahına, insanların göğüslerine kötü düşünceler fısıldayan o sinsî vesvesecinin şerrinden ve gerek cinlerden, gerekse insanlardan olan vesvese çilerin şerrinden sığınırım. Bu âyetlerde ise nefsin dostu, yakını şeytandan Allah'a sığınılmaktadır. Gerçekte bu ne kötü dost, ne kötü yakındır. Yüce Allah, peygamberine ve onu uyanlara, bozucu ve şerli bu iki yaratığın şerlerinden, kâmil Rabb'liğine sığınmalarını emretmiştir. Kalb, bu iki düşman arasındadır. Serleri, sürekli, kalbe açılır, kalbi zor durumda bırakır. Emmâre nefisten kalbe geçen ilk hastalık şehvettir. Şehvetin peşinden sevgi, istek ve öfke geçer. Bunların peşinden de kibir, haset, zulüm ve tutku geçer. Kalbte rahatsızlık oluşturan bu hastalıkları bilen hain, aldatıcı doktor, hasta kişiyi ziyaret eder. Ona zehir ve acı veren her türlü ilacı anlatır. Gözünü büyülemesiyle, kurtuluşunun zehir ve acı veren şeylere bağlı olduğuna ikna eder. Kalbi ve nefis kuvvetini bu hastalıklarla güçsüz bırakmak için emmâre nefis ve şeytan birlikte çalışırlar. Peşi-peşine hastalığın üzerine gelirler. Nefis ve şeytanın böyle bir hastaya yardımları, hazır nakit, hemen elde edilen lezzettir. Kalbi, her taraftan biri kendine çağırır. Heva bu çağrının gereğini yapar. Şehvet, hevaya yardım eder. Onlara özenti duymak, onların başına gelenlerin kendi başına da gelmesine razı olmak, maruz kaldıkları belâların kendi başına gelmesine de neden olur. Kalb bunca yükler altında bunca engellere göğüs gererek iman davetçisine, cennete çağırana nasıl icabet etsin? Ancak, nefis ve şeytana karşı Allah'ın kendisine yardım ettiği kalb, rahmetiyle desteklediği, koruma ve himayesini üzerine aldığı, kalb gözünü açıp bu sayede, dünyanın geçici olduğunu gören, ehliyle fiilleriyle beraber dünyanın değişeceğini kavrayan ve daimi hayatta bunların, kendine nis-betle, bir parmağı denize sokmak gibi olacağını bilen kalb, iman davetçisine icabet edebilir.
İmanda huşu ile nifakta huşu arasındaki fark: İmanda, huşu, Allah'a ta'zimden, celîl kılmaktan, vakar, korku ve hayadan dolayı kalbin huşûya ermesidir. Huşûya eren kalb, korkudan, mahcupluktan, sevgiden utancından ve Allah'ın nimetleri karşısında, onların hakkını verememek nedeniyle kendisine çeki-düzen verecek şekilde kırılır. Kalbte huşu meydana gelince hemen arkasından kalbe bağlı azalarda da huşu görülür. Nifakta huşu ise, kalb huşu içinde olmadığı halde, azalarda yapmacık bir şekilde yüksünerek görülen huşudur. Sahabeden bir zat: "Nifakta huşu sahibi olmaktan Allah'a sığınırım" deyince, "nifakta huşu nasıl olur?" denmiş. O da: "Cesed huşu içinde görülürken, kalbin huşu içinde görülmemesidir" karşılığını vermiştir. Allah'tan korkan kul, kalbinin şehvet ateşlerini söndürmüş, göğsünden çıkan dumanı durmuş; temizlenen göğse azamet nuru dolmuş böylece korku ve vakar karşısında nefsin şehvetleri ölmüştür. Azalarda görülen etkileri kalkmış, vakar içindeki kalb, Rabb'inden kendisine gönderilen huzurla, Allah ve O'nun zikriyle mutmain, mütevazi biri olmuştur. Mütevar zî, mutmain kimsedir. Herhangi bir yerin mütevazı olması, içinde su tutabilecek ölçüde çukur olmasıdır. İçerisine akan suyu tutan çukur yer gibi, mütevazı kalb de Allah'tan korkarak, mutmain olur. Tevazû'un belirtisi, Allah'a tazimle, halinin perişanlığım göstererek kulun secde etmesi, Allah'a kavuşana dek, secdeye eğdiği başını kaldırmamasıdır. Kibirli kalb ise kibirden titrer, başını kaldırır. Bu, içerisinde su tutmayan tümsek yere benzer. İmanda huşu dediğimiz şey işte budur.Nifakta huşu ve dünyadan alakayı kesmiş gibi görünmek ise, zoraki, göstermelik olarak azaları sakinleştirmek; içte de genç, taze şehvet ve arzularla sürekli nefsin çekmesidir. Bu kimse zahirde husulüdür. Batında ise vadî yılanı, orman aslanı her iki yanını sarmış, kişiyi parçalama anını gözetlemektedirler.
Nefsin şerefi ise, insanları boyunlarını kesen düşük şeylerden, rezîlet-lerden ve tamahkârlıklardan nefsin korunmasıdır. Kişi nefsini, bunlara yaklaşmaktan men eder. Kibir, nefsin şerefinden ayrıdır. Kendini beğenmekle başkalarını küçük görmekten kaynaklanan bir huydur. Kibir bu iki şeyden doğar. Nefsin şerefi ise iki güzel huydan doğar; Nefsini aziz kılarak ona ikram etmek ve düşük, değersiz ve basit kulu olmakla sahibine, efendisine tazim etmek. Bu iki şeyden de nefsin şerefi ve korunması sağlanır. Bütün bunların temelinde nefsin hazırlanması, toparlanması, mevlâsınm, velîsinin de ona yardım etmesi yatmaktadır. Hazırlanmayan ve yardımı kaybeden nefis, her türlü hayrı kaybetmiştir.
Himye ile cefâ arasındaki fark. Himye, nefsin, pisliklerin, rezîletle-rin ve düşük şeylerin döküldüğü memeden kınanma sütlerini içmekten vazgeçmesidir. Göğüsten gelen bu tür sütler çoğalsa, insanlar da ona hücum etseler, ciğerleri yaralayan bu sütlere, himye (perhiz) sahihlerinin bakmaması iltifat etmemesi gerekir. Himye sahibi olmakta dilersen acele davran. Övülürsün, teşekkür alırsın. Dilersen ağırdan al. Bu durumda sevap alamazsın. Cefâ bundan farklıdır. Cefâ, nefiste katılığın, kalbte sertliğin, tabiatında ise yoğunluğun bulunmasıdır. Cefâ, bütün bunların neticesidir.
Tevazu ile muhânet arasındaki fark. Tevazu, Allah'ı, isimlerini, celal sıfatlarını ve diğer sıfatlarını bilmek; azametini anlamak, O'nu sevmek ve O'nun büyüklüğü karşısında eğilmekle kişinin kendi nefsini, özelliklerini, amellerinin kusurlarını ve afetlerini bilmekten doğar. İşte bütün bunlardan doğan şey tevazûdur. Tevazu, Allah için kalbin kırılması, kullarına karşı rahmet ve zayıf kanatların gerilmesi kendini kimseden üstün görmemesi, kimsede hakkını olduğuna meyletmemesidir. Bel ki insanları kendinden üstün görmek, onların kendisi üzerinde hakları olduğuna inanmak gerçek tevazûdur. Tevazu ahlâkım Yüce Allah, ancak sevdiği, ikram ettiği ve kendisine yaklaştırmayı arzuladığı kimseye verir.Muhanet ise, arzu ve hazlarm elde etme yolunda, nefsin kendini ortaya koymasıdır. Alçaklık, basitliktir. Ayak takımının, arzularına ulaşmak için yaptıkları tevazu, kendisine (iyilik) yapana karşı tevazu göstermek ve her türlü arzusuna ulaşmak için, arzusuna götüreceğini umduğu kişiye karşı tevazu yapmak böyledir. Aslında bunlar tevazu değil alçaklıktır. Yüce Allah, tevazû'u sever, alçaklığa, muhanete öfkelenir. es-Sahîh'te Rasulullah'tan şöyle hadis rivayet edilmiştir: "Yüce Allah, birbirinize karşı övünmemeniz ye birbirinize karşı zulmetmemeniz için mütevazı olmanızı bana vahyetti.[289] İki çeşit güzel tevazu vardır.Birincisi: Allah'ın emrine sarılarak, yasağından da kaçınarak kulun tevazu yapması. Çünkü rahatlığı arayan nefis, emrine karşı ağır davranır. Bundan da bir çeşit kulluktan kaçma, uzaklaşma, yüz çevirme ortaya çıkar. Yasaklanan şeye karşı da bir istek doğar. Allah'ın emir ve nehyine nefsini koyan kul, kullukta mütevazı bir kuldur.İkincisi: Allah'ın büyüklüğü azameti karşısında küçülerek, izzeti ve büyüklüğüne boyun eğmektir. Kendinde büyüklenme bulan kul, Allah'ın büyüklüğünü, O'ndan başka büyük şey olmadığını; emrine karşı çıkanlara olan şiddetli öfkesini hatırlar, böylece nefsinde tevazu oluşur. Allah'ın büyüklüğü karşısında nefsi kırılır. O'nun korkusundan mutmain olarak, sultanlığına boyun eğer. Tevazû'un son noktası işte budur. Bu ikinci kısım tevazu da birinci kısım olması gerekir. Mütevazı kimse, her iki çeşit tevazu ile Allah'ın kendisini rızıklandırdığı kimsedir. Yardım Allah'tandır.
Fasıl
Allah'ın emrine uyma kuvveti de böyledir. Yani Allah'a tazim etmek, emir ve haklarına Allah onları ikame edene kadar saygı göstermek. Yeryüzünde yüce olmak, kendini büyük görmek, yönetimde tek kişi olmayı, Allah'ın emrine saygı olsun yahut ihanet olsun kendi sözünün tutulmasını arzulamaktır. Yeryüzünde yüce olmak arzusu eğer Allah'ın emrine, haklarına ve rızasına uymazsa bu durumdaki kişi, yüceliği uğruna Allah'ı ilgilendiren şeylere bakmaz, hepsini heder eder.İzzet-i nefisle, Allah'la izzet bulmak da böyledir. Allah'la izzet bulmak, hem emre hem de emredene saygıya götürür. İzzeti nefis ise, kendini büyük görerek elde edemediği hazlarma karşı öfkelenmeye sürükler. Allah için ha-miyyet, Allah'ın haklarına saygıdan ötürü kulun kalbinin yanmasıdır. Allah'ın sultanlık nuru, kalbini aydınlatan ve bu nurla kalbini dolduran kulun durumu budur. Kul öfkelendiği zaman ancak Allah tarafindan kalbine atılan nurdan dolayı öfkelenir. Hadiste belirtildiğine göre: "Rasulullah öfkelenince yanakları kıpkırmızı olur; gözlerinde, öfkenin arttırdığı ter belirirdi. Allah adına intikam almadıkça öfkesini hiç birşey durduramazdı.[290] Zeyd b. Eşlem de babası yoluyla Mûsâ b. İmrân'dan şunu nakleder: "Rasulullah öfkelenince, sarığını ateş tutardı." Görülüyor ki bu, izzeti nefisten farklıdır. Nefisten çıkan hararet, nefsin hazzını elde edememesi yahut onu araması nedeniyle yükselen hararettir. Çünkü fitne nefistedir. Yani nefisteki alevlenmedir. Nefis, şehvet ve öfke ateşiyle tutuşur. Kısacası, gerek Allah için gerekse nefis için alevlenme, uzuvlarda kendini gösterir. Mutmain nefisteki tutuşma belirtileri, Allah'ın haklarına saygı göstermektir. Emmâre nefis için tutuşmanın belirtileri ise hazzını elde edememesinden dolayı alevlenmektir.
Cömertlikle israf arasındaki fark: Cömert kimse, hediyeyi yerli yerince dağıtan akıllı kimsedir. İsrafçı ise savurandır. İsrafçının tasarrufları, bazan yerini bulsa da çoğu kez yerini bulmaz. Bunun izahı şu: Yüce Allah hikmeti gereği malda bir takım vecibeler koymuştur. Haklar iki kısımdır: Vazife hakları, fazilet haklan. Vazife haklarına zekât ve bakmakla yükümlü olduğu kişilere verilen vacib nafakaları misal olabilir.Fazilet hakları ise, misafirin hakkı, aldığı hediyenin karşılığını vermemek ve ırzından emin olunmayan kişilere vb. karşı haklar. Cömert kimse gönül rızasıyla, hoşnutluğuyla, dünyada bedelini, ahirette ise sevabını umarak, malına düşen bu vecibeleri yerine getirmeye çalışan kimsedir. Dağıtılan mal, kalbini zorlamadan, nefsindeki genişlikle, göğsünün açıklıkla gerekli yerleri bulur. İsrafçı ise böyle değildir. İsrafçı kimse, hevasıyla şehvetiyle, maslahatı gözetmeden, sınırsız olarak ölçüsüz bir şekilde malına el atar. Malı üzerindeki tasarrufu çok az yerini bulur. Cömert kimse, münbit araziye buğday tanesi atan; attığı tohumların verimli ve münbit yerler olmasma dikkat eden kimse gibidir. Bu haliyle o, israfçı ve sefih sayılmaz. İsrafçı ise, elindeki tohumu çorak ve sert yerlere atan; uygun yerlere attığını da üst üste, dağınık bir şekilde saçan kimseye benzer. Çorak ve sert yerlere atılan tohum, zayi olur. Verimli yerlere atılan ise üst üste yığılmıştır. Üst üste atılan tohumların bazı ürünlerini, kalanlarım korumak ve yerin terbiye gücünü azaltmamak için kesraelidir. Yüce Allah, son derece cömerttir. Yani, Allah'ın cömertliği yanında, ulvî ve süflî âlemde bulunan bütün cömertler, dünya denizinde bir damla kadardırlar. Ayrıca diğer cömertler de O'nun cömertliği eseridir. Bununla beraber, Allah'ın takdiri, cömertliği dilediği kimseye iner, bu hikmetiyle çekişmez. Her ne kadar çoğu insan muttali olamasa da Allah atiyyelerini gerekli yerlere verir. Şüphesiz Allah, fazlını kime vereceğini ve hangi mahallin buna layık olacağını en iyi bilendir.
Korku ile kibir arasındaki fark: Korku, Allah'ın azametiyle, sevgisiyle, iclaliyle kalbin dalmasının belirtisidir. Bunlarla kalb dolunca içeri nur girer, kalbe sekînet iner. Heybet nidasını çıkarır. Yüzünü halavet ve korku sarar. Kalbte toplanan bu şeylerle sevgi, korku oluşur. Dolayısıyla kalbler ona karşı süslenir, gözler ona yönelir, kalbler onunla ünsiyet kurar. Artık konuşması nur, girişi nur, çıkışı nur ve ameli nur olur. Susunca, vakar onu yüceltir. Konuşunca da kalbler kulaklar ona yönelir.Kibir ise cehalet ve zulümle dolmuş; kalbte, kendini beğenmenin, asiliğin görülmesidir. Kulluk, ondan ayrılır. Gadabı hak eder. İnsanlara hakir gözle bakar. Toplum içinde yalnız yürür. Onlarla olan ilişkisi, başkalarını kendisine tercih etmesi yerine, kendini onlardan üstün görmek şeklindedir. Onda insaf yoktur. İçinde büyüklük duyar. Karşılaştığı kimseye ilk selam veren kişi olmaz. Verilen selamı aldığında da, karşısındaki şahsa çok inamda bulunduğu in&:ılıdadır- Onlara yüzünü döndermez. Ahlakı, insanlara hoş gelmez. KimsLİn kendinde hakkı olduğunu bilmez. İnsanlar üzerinde hakları olduğu g&Çündedir. İnsanların kendinden üstün olduğu görüşünde değildir. Kendi onlardan üstün olduğuna inanır. Bu haliyle cimri, Allah'tan ancak dalda uzaklaşır; insanlar karşısında küçülerek öfkelerini çeker.
Korunma ü^ibirlenme arasındaki fark: Kendini koruyan kimse, pahalı, bembeyaz2^ bir elbise giyen kimseye benzer. Bu kişi, elbisesiyle kralların sarayın,^ daha başka yerlere gidebilir. Lekeden, tozdan, kirden ve beyazlığını tenliğini bozacak her türlü pisliklerden onu korur. İzzet sahibi kimselerin, e^se^erinin kirlenmemesine, leke ve pisliklerin üzerine bulaşmamasına oldıÇa itina gösterdiklerini görmek mümkündür. Elbisesine leke bulaşınca deal onu temizler, yok eder, leke izini kaybettirir. Kalbini ve dinini koruyarÂmse de aynen böyledir. Elbisesini, kir ve lekelerden koruduğu gibi kalbide korur. Kalbte bulunan lekeler beyaz temiz elbisede bulunan çirkin lelere nazaran daha çok olmasına karşın, kalb lekeleri üzerinde örtü olduğuan farkedilmez. Kirli sandığı şeylerden kaçar. İnsanlardan korunur. Derlerin, kasapların ve aşçıların elbiselerine bulaşan şeylerin kalbinde leke takmaması için insanlara karışmamaya çalışır.Kendini büyigören bundan biraz farklıdır. Sakınma ve uzak durma hususunda her madar sıyane sahibine benzese de bu, kibriyle insanların omuzlarına çıkıp Jan ayaklan altına almayı arzular. İşte sıyanet rengi işte kibir rengi.
Şecaatla arasındaki fark: Şecaat kalbten gelir. Korkulara karşı kalbin direnm[291] istikrarıdır. Sabırla güzel zanndan doğan bir huydur. Kişi ne zaman ba*ı zannına kapılır, sabır da ona destek olursa şecaat gerçekleşir. Nitekim »rkaklık da kötü zanla sabırsızlıktan doğmakta, zan güzeli yakalayamazdan sabır tarafından desteklenmektedir. Korkaklığın aslı, kötü zan ve isin kötülükle vesveseye düşmesidir. Korkaklığın kaynağı ciğerdir. Zan kc olur, nefis de kötülükle vesveseye düşerse ciğer bozulur, kalb yerinde sıkışyerinden koparacak derecede kalbi sıkar. Ciğerin bozulması ve kalbi darması nedeniyle sıkıntılar, zelleler başgösterir. Bu husus İmam Ahmed'in . Âs'tan rivayet ettiği şu hadiste belirtilmiştir: Rasu-lullah şöyle buyur "Kişide bulunan en kötü şey, boş yere korkmak ve hırslı cimriliktir. hadiste (hâlî) olarak belirtilmiştir. Çünkü büyünün bozulmasıyla kalb yerini terketmektedir. Nitekim Ebu Cehil Utbe b. Rebîa'ya: "Sihrin bozuldu" demiştir. Kalb yerinde durmayınca aklın idaresi kalkar, azalarda bozulma başlar. Artık işler yerli yerince yapılmaz. Şecaat ise kalbin harareti, öfkesi, kıyamı, dikilmesi ve sebatıdır. Azalar kalbin bu durumunu görünce ona yardım ederler. Çünkü azalar, kalbin hizmetçileridir. Kalb geri dönünce diğer orduları da yerlerini alır.Cüret ise, dikkatsizce, işin sonunu düşünmeden ileri atılmaktır. Yahut-ta atılım yapılmaması gereken yerde, nefsin başına gelecek şeyleri düşünmeden ileri çıkmasıdır. Atılımı, ya faydasına olur ya da zararına.
Fasıl
İhtiyatlı davranmakla korkaklık arasındaki fark: İhtiyatlı kişi, birşey üzerinde iradesini, beceri ve aklını yoğunlaştıran, durumları teker teker ölçen ve bu işlerden herbirine karşı uygun şeyler hazırlayan kimsedir. Hazm (ihtiyat) kelimesi, kuvvet ve toplamak manalarına gelir. Arap dilinde (hazmetü'l-hatab) denir. Yani odun toplamak. Hâzimürrey ise çeşitli görüşleri toplamış; bunlardan iki hayırdan en hayırlısını, iki şerliden de en şerlisini öğrenmiş; geri durulması gereken yerde de korkaklığından güçsüzlüğünden değil de aklı ve görüşü nedeniyle geri durmuş kimsedir. Şair de:Kararında yetersiz kişi eline geçen firsatı kaçırmıştır. Öyle ki yapamadığı bir iş olunca kaderden yakınır" demiştir.
İktisat ile cimrilik arasındaki fark: İktisatlı olmak, iki huydan doğmuş güzel bir ahlâktır. Bunlar adalet ve hikmettir. Adaletle harcama ve elinde tutma dengelenir. Hikmetle de bunlardan her biri layık olduğu yere konur. İki kötülenmiş uç arasından iktisad doğar. Âyeti celîlede: "Ellerini boynuna bağlanmış yapma, tamamen de açma. Sonra kınanır, hasret içinde kalırsın"[292]Ve harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik yaparlar. Harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur"[293] ve: "Yiyiniz, içiniz; israf etmeyiniz[294] buyurulmuştur.Cimrilik ise güçsüz nefisle kötü zandan doğmuş kötü bir huydur. Kişi şeytanın va'dine kanarak hırssahibi olur. Helû' birşeye karşı şiddetli hırslı olmak, onun şerrine katlanmaktır. Malı bitirme tüketme korkusu, cimriliğe götürür. Nitekim Yüce Allah: "Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır. Kendine kötülük dokununca sızlanır. Kendisine hayır dokununca da onu sıkı sıkı tutar[295]buyurmuştur.
Fasıl
Sakınmakla kötü zan arasındaki fark: Sakınan kimse, malıyla bine-ğiyle yolculuğa çıkmış; kendi gayretiyle yol eşkiyasmdan ve şerli bölgelerden, sakınan kimseye benzer. Ayrıca, hazırhğını yapar, tedbirini alıp kötülükten kurtaracak sebeplere de sarılır. Sakınan kişi, silahını kuşanmış, karşılaşacağı düşmana karşı zırhını giyinmiş hazırlıklı kimsedir. Bu kişinin amacı kurtulma sebeplerini hazırlamak, düşmanla harbe müsait bulunmaktır* Kötü zan onu meşgul ederse, kötü zanna karşı çeşitli hazırlıklara, düzenlemelere başlar..Kötü zan ise, kalbinin, insanlara beslediği kötü zanlarla dolmasıdır. Öyle ki dili ve azaları kötü zanla dolup taşmaktadır. Sürekli insanlar hakkında gammazlık yapar, yüzlerine kusurlarını vurur, onlara ta'n eder, ayıp şeyler söyler, öfkelenir. Bu, insanlara insanlar da buna öfkelenip dururlar. Birbirlerine lanet yağdırırlar. Birbirlerinden kaçışırlar. Sakınan kişi, aralarına karışsa da onlardan korunur. Kötü zanlı ise, onlar uzak dursa da, eziyetlerinde kurtulamaz. Sakınan kimse, onlara öğütle, ihsanla yaklaşır. Kötü zanlı ise sahtekarlıkla, kinle, öfkeyle onlardan uzak durur.
Fasıl
Ferasetle zan arasındaki fark: Zanda hata da vardır isabet de. Zan, kalbin karartısıyla —nuruyla, temizliğiyle— kirliliğiyle olabilir. Bundan dolayı Yüce Allah, zatının çoğundan sakınmayı emrederek, bir kısım zannıtı günah olduğunu belirtmiştir.[296]Ferasete gelince, Yüce Allah, feraset sahiplerinden Övgüyle şu şekilde bahsetmiştir: "Şüphesiz bunda, işaretten anlayanlara nice ibretler vardır.[297] İbni Abbas ve diğerleri: "İşaretten anlayanlar, feraset sahipleridir" demişlerdir. Diğer bir âyette: "Onları tanımayan, utangaçlıklarından dolayı onları zengin sanır. Onları simalarından tanırsın[298] buyrulmuştur. Bir başka âyette de: "Biz dileseydik, onları sana gösterirdik. Sen onları simalarından tanırdın ve onları sözlerinin üslûbundan tanırsın"[299] buyurulmuştur. Feraset, kalbi doğrular. Temiz ve saf olur. Pisliklerden uzak bulunur. Allah'a yakın olur. Ferasetli kimse, Allah'ın kalbine attığı nurla bakar. Tirmîzî ve diğerlerinde Ebû Saîd'den şöyle bir hadis nakledilir; Rasulullah buyuruyor: "Mü'minin ferasetinden sakının. O, Allah'ın nuruyla bakar.[300] Bu feraset, Allah'a yakınlıktan kaynaklanmıştır. Kul Allah'a yaklaşınca, hakkı bilmesinc, anlamasına engel olan kötü engeller ortadan kalkar, Allah'a yakınlığı ölçüsünde, Allah'a yalan bir fener ışığı, kula ulaşır. Yakınlığına göre bu ışık onu aydınlatır. Bu nurla, Allah'tan uzak kimsenin, mahcubun göremediği şeyleri görür. es-Sahîh'te, Ebû Hureyre'den naklen, Rasullah'ın Allah'tan rivayet ettiği kudsî bir hadiste Yüce Allah şöyle der: "Kulum bana, üzerine farz kıldığım ibadetlerle yaklaştığı gibi hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaştıkça da onu severim. Kulumu sevince, duyduğu kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum. Böylece o, benimle duyar, benimle görür, benimle tutar ve benimle yürür.[301] Yüce Allah hu kudsî hadiste, kendisine yaklaşan kuluna olan sevgisinin, faydalı olacağını belirtmiştir. Allah kulunu sevince kulağına, gözüne, eline ve ayaklarına yaklaşır. Artık gözü Allah'la görür. Kulağı O'nunla duyar. O'nunla tutar. O'nunla yürür. Kalbi, eşyaların gerçeklerinin belirdiği saf ayna gibi olur. Ferasetinde oldukça az yanılır. Çünkü kul, Allah'la varlığa bakınca onu olduğu gibi görür. Allah'la işitince onu olduğu gibi işitir. Ancak bu, gayb bilgisinden gayılamaz. Yüce Allah'ın, hakikatlerin suretlerini görmeye mani olan vesvese, hayal ve batıl izlerden uzak, nurla kaplı, kendine yakın kulunun kalbine attığı hak ile hakikatların suretlerini görür, bilir. Nur kalbte çoğalınca, derhal kalbten uzuvlara, göze geçer; nur ölçüsünde görme gözüyle hakikatları olduğu gibi keşfeder. Rasulullah (SAV) namaz kılarken —sair zamanda Önünde bulunan ashabını gördüğü gibi[302] arkasında namaz kılanları görürdü. Mekke'de iken gözü ile Beyt-i Makdis'i görmüştür.[303] Şam saraylarım, San'a kapılarını ve Kisrâ'nın şehirlerini hendek kazarken, Medine'de görmüştür.[304] Medine'de iken Mûte'de yaralanmış komutanları görmüş; yine Medine'de iken[305] Necâşî'nin Ölüsünü görmüş, Musallâ'ya giderek, gıyabındacenaze namazı kılmıştır.[306] Hz. Ömer, İran'ın Nihavend bölgesinde düşmanlarla savaşan İslâm askerlerini ve askerlerden Sariye'yi görmüş, O'na: "Sari-ye! Dağa, dağa[307] diye nida etmiştir. Yine Hz. Ömer'in huzuruna içlerinde Ester en-Nehaî'nin de bulunduğu Mezheç[308] kabilesine mensup bir grup in. san girmiş, Hz. Ömer başını kaldırarak Eşter'i görmüş. Onlara: "Bu adam kim?" diye sormuştur. Onlar da: "Malik b. Haris" karşılığını verince Hz Ömer: "Ne oluyor ona. Aşkolsun ona. Bugün müslümanlann korkunç bir gün yaşadıklarını görüyorum" demiştir.[309]Amr b. Ubeyd, Hasan'ın yanına varır. Hasan ona işaret ederek: "Eğer başına birşey gelmediyse bu gençlerin efendisidir" demiştir. Anlatıldığına göre Safî ile Muhammed b. Hasen Mescidi Haram'da otururlarken, Mescide bir adam girer. Muhammed b. Hasen: "Tahminime göre bu, marangozdur" der. Adama mesleğini sorarlar. Adam şu karşılığı verir: "Önce demirci idim, şimdi ise marangozlukla uğraşıyorum."Ebu'l-Hasen el-Bûşencî ile demirci Hasen Ebû'l-Kâsım el-Münâvî'nin ziyaretine giderler. Hediye olarak da yoldan yarım dirhem karşılığında veresiye[310] elma satın alırlar. Evine girer girmez Ebûl-Kâsım: "Bu zulmet neder. Hemen çıkarlar ve: "Niçin böyle dedi anlamıyoruz. Belki elmanın parasıyla ilgili olabilir" derler, borçlarını elmacıya verip geri dönerler. Ebû'l-Kâsım onlara şöyle bir bakar ve: "İnsanın, zulmetten bu kadar kısa zamanda çıkması mümkün mü? Başınıza geleni anlatın?" der. Onlar da olayı anlatınca: "Evet, ikiniz de elmanın parasını vermek için birbirinize bakıyordunuz. Satıcı da parasını istemekten utandı" der.
Ebû Zekeriyya en-Nahaşi henüz tevbe etmeden, bir kadınla aralarında mesele vardı. Birgün Ebû Osman el-Hirf nin başına dikildi, kadını düşünüyordu. Ebû Osman başını kaldırdı ve: "Utanmıyor musun?" dedi. Oldukça ferasetli Şah Rirmânî diyor ki: "Kim gözünü haramlara bakmaktan alıkor; nefsini şehvetlerinden korur; sürekli murakebe ile içini, sünnete uyarak dışını tamir eder ve helal rızık yemeğe gayret gösterirse, ferasetinde isabetli olur."Cüneyd'in dostlarından bir genç, anılardan konuşurken: Cüneyd gence; "Hakkında bana anlatılan şey nedir, biliyor musun? Şu anda aklımda bir hatıran var" der. Genç de: "Onu biliyorum" der. O zaman genç: "Bildiğin şey şudur o halde" der. Cüneyd: "Hayır, o değil" diyerek, gencin anlattığı hatıra olmadığını söyler. Genç: "İkinci birşey aklından geçir" der. Cüneyd: "Tamam geçirdim" der. Genç: "Şunu şunu düşünüyordun" deyince Cüneyd: "Hayır, onu düşünmüyordum" karşılığını verir. Genç der ki: "Üçüncü bir şey daha düşün, bunu bileceğim" der. Cüneyd de: "Tamam, düşündüm" deyince genç: "O düşündüğün şey şudur" diye anlatır. Cüneyd buna da "Hayır" deyince genç: "Bu tuhaf birşey. Sen doğru bir kimsesin. Ben kalbimi biliyorum" der. Bunun üzerine Cüneyd: "Birincisinde de, ikincisinde de, üçüncüsünde doğruyu bildin. Ama ben, kalbinde değişme olacak mı diye seni sınamak istedim" der.[311]Ebû Saîd el-Harrâz anlatıyor: "Mescid-i Haram'a girdim. Arkamdan da üzerinde iki hırka bulunan bir adam girdi, birşeyler istiyordu. Kendi kendime: "Bunun gibileri insanları usandırıyor" dedim. Adam bana baktı ve şu âyeti okudu: "Biliniz ki Allah, içinizde olanı bilir. O'ndan sakının.[312] Âyeti duyunca içimden tevbe getirdim. Adam bana yöneldi, derhal şu âyeti okudu: "O Allah ki, kullarının tevbesini kabul eder."[313]İbrahim b. Havvâs anlatıyor: "Toplanma yerinde iken, üzerinden güzel koku yayılan , güzel yüzlü ve saygılı bir genç içeri girdi. Yanımda bulunanlara: "Bu genç, yahudî olmalı" dedim. Tabii arkadaşlar bu sözümü yadırgadılar. Toplantı yerinden ben çıktım, arkamdan da o genç çıktı. Sonra içeri girer, bizim arkadaşlara sorar: "Şu yaşlı benim hakkımda ne söyledi?" Bunun üzerine utançlarından bir şey diyemezler. Genç ısrar edince: "Senin yahûdi olduğunu söyledi" derler. Hemen yanıma geldi, ellerime kapandı, tnüslüman oldu. Gence dedim ki: "Müslüman olmanın sebebi nedir?" Genç: "Bizim kitabımızda sıddîkların ferasetinde kusur olmayacağı yazılıdır" karşılığını verdi. Dedim ki: "Müslümanları bir dene." Genç, onların halini düşündüğünü söyler. Dedim ki: "Eğer aralarında özellikle şu grubun içerisinde sıddîk birisi varsa ben de size katılırım." Bu yaşlı zat, beni anlayıp ferasetiyle beni bilince, sıddîk olduğuna kani oldum.İşte Osman b. Affan! Hz. Osman'ın yanına gelirken yolda bir kadın görmüş, onun güzelliklerini düşünmüş bir sahabe huzura girer. Hz. Osman ona der ki: "Gözlerinde zina belirtisi olan sizden bir zat yanıma geldi." Bunu duyan sahabe: "Rasulullah'tan sonra vahiy mi?" diyerek Hz. Osman'ın haline muttali olmasına şaşırır. O sahabeye Hz. Osman: "Hayır. Bu, basiret, burhan ve doğru ferasetle bilinir" karşılığını verir.İşte feraset budur. O, Allah'ın kalbe attığı bir nurdur. Bu sayede bir şey, nasıl ise o şekilde hatıra gelir. Feraset göze geçerek başkasının göremeyeceği şeyleri görür.
Fasıl
Nasihatle gıybet arasındaki fark: Nasihat, müslüman bir kimseyi bid'attan, fitnelerden, karışıklıklardan korumayı amaçlar. Konuşmalarında, muamele ve ilişkilerinde sana danışırsa ona bildiğin şeyleri söylemen nasihattir. Kendisine dünürcü gelen Muaviye ve Ebû Cehm hakkında Rasûluüah'la müşavere yapan Fatıma bnt. Kays'a Rasûllullah: "Muaviye'ye gelince, o seni doyuramaz. Ebû Cehm'in de omuzundan deynek düşmez"[314] demiştir. Bir sahabe Rasûlullah'la sefere çıkan ashab'tan birine; "Kavminin yurdlanndan uzaklaşınca, onu koru" demiştir.Gıybet, Allah, Rasûlü ve müslüman kulları için nasihat edasıyla yapılırsa, herçeşit güzellikleriyle Allah'a yaklaştıran şey olur. Yok eğer, kardeşini kötülemek kişiliğini bozmak, etiyle eğlenmek ve insanların gözünden düşürmek için onu ayıplamak şeklinde olursa bu, müşkil bir dert olur. Ateşin odunu yediği gibi, güzel amelleri yiyen ateş olur.
Fasıl
Hediyye ile rüşvet arasındaki fark: Yapı itibariyle her ne kadar birbirine benzese de amaç bunda güdülen gayedir. Rüşvetçinin amacı, bir hakkı düşürmeye ya da bir batılı hak hale getirmeye yeltenmektir. Rüşvetçi kimse, Rasûlullah'ın lisanıyla lanetlenen kimsedir.[315] Ancak, maruz kaldığ zulümden kurtulmak için rüşvet verirse, bu durumda lanet sadece rüşveti alana olur. .. ._
Fasıl
Sabırla katılık arasındaki fark: Sabır, kulun kazandığı kesbî bir huydur. Korku, hırs ve şikayetlenmeye karşı nefsi hapsetmektir. Nefis öfkelenmekten, dil şikayetlenmekten uzuvlar ise yapılması gerekmeyen şeyleri yapmaktan engellenir. Sabır, kader ve dinle ilgili hükümlerde kalbin sebat etmesidir.Katılık ise, etkilenme karşısında kalbte bulunan kuruluk, musibetlerden tesirinden koruyan katılıktır. Tabîi, musibetlerden etkilenmesi katılığından, sertliğindendir; sabır ve tahammülünden değildir.Üç çeşit kalb vardır. Birincisi katı kalb. Kuru el kadar serttir. İkincisi maî (sıvı) kalb. İnce kalbtir. Birinci kalb taş gibi olduğundan etkilenmez. İkincisi ise suya benzer. Her iki kalb de kusurludur. En makbul kalb ince, saf ve sert kalbtir. Saflığı ile batıldan hakkı ayırır; hakkın tesirinde kalır; inceliği ile hakkın peşinden akarak hakkı korur.[316] Sertliği ile de düşmanıyîa har-beder. Bir hadiste: "Kalbler, Allah'ın yeryüzünde kaplarıdır. Allah'a karşı en sevimli kalb en ince, en sert ve en saf olan kalbur" denmiştir. Her üç özellik camda bulunduğundan en güzel kalb camcının kalbidir. Allah kafanda en kötü kalb ise katı kalbtir. Yüce Allah bazı âyetlerde: "Allah'ı anmaya karşı yürekleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun"[317]Sonra bunun ardından kalble-riniz yine katılaştı. Şimdi onlar taş gibi, hatta daha da katıdır[318] ve: "Şeytanın attığını, kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri kafalaşanlar için bir imtihan yapsın (diye Allah böyle yapar)[319] buyurmuştur. Yüce Allah âyet-i celîlede dengesini kaybetmiş iki kalbten bahsetmiştir. Biri hastalığından, diğeri ise katılığından. Şeytanın attığım da dengesini kaybeden bu iki kalb için imtihan yaparken, şeytanın attığı ile meleğin attığım birbirinden ayırabilecek saflıkta olan kalb sahiplerine ise bunu rahmet kılmıştır. Rahmeti hak eden kalb, tevazuu ile hakkı kabul eder; sertliği ile de şaşkın nefislerle harbeder. Yüce Allah bunun sonunda: "Ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da O Kur'ân'ın Rabb'inden gelen gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar. Şüphesiz Allah, inananları mutlaka doğru yola götürür[320] buyurmuştur.
Af ile zillet arasındaki fark: Afv, cömertlik, kerem ve ihsanla intikam almaya gücün yettiği halde hakkından vazgeçmendir. İntikam hissinden vazgeçmek kişiyi ihsana ve güzel ahlaka götürür. Zillet iae böyle değildir Çünkü zelil kimse, acizliğinden, korkusundan ve nefsinin rezaletinden dolayı intikam almaktan vazgeçer. Zillet, güzel bir huy değildir, Hak ile intikam alan kimsenin durumu, zelil kimseninkinden daha iyi olmalıdır. Bu hususta Yüce Allah: "Bir zulüm ya da saldırıya uğradıkları zaman, kendilerini savunurlar[321] buyurmuştur.Yüce Allah, bu âyeti celîlede kendilerini savunmak için yardımlaşan mü'minlerin gücünden övgüylebahsetmiştir. Öyle ki, kendilerine haksızlık edenlerin üstesinden gelip, mallarına aldıklarında, düşmanlarını affetmeye, bağışlamaya onları teşvik etmiştir. Âyette bu bu şöyle açıklanır: "Kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, bağışlarsa onun mükafatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.[322] Bu âyette üç durum vardır: Adaletli olmak. Allahû Teâlâ bunu mubah kılmıştır. Faziletli davranmak. Buna da teşvik etmiştir. Haksızlığa karşı haksızlık yapmak ki bunu ise yasaklamıştır.Haksızlık yapana karşı yardımlaşmakla onları affetmek birbirine zıt şeyler olduğu halde Allah (cc) onları nasıl medhedebilir? denirse, deriz ki: "Allah, intikam almalarını, onlara ağır basmalarını Övmemektedir ki. Övdüğü şey, haklarını almada güç ve kuvvette yardımlaşmalarıdır. Haksızlık yapanlara güç getirecek ölçüye gelince, onları afva teşvik etmiştir. Seleften biri âyetin yorumunda der ki: "Mü'minler zillete düşmeyi sevmez. Düşmanlarından daha ağır bastıklarında, onları afvederler. Allah'ın mü'minleri övmesi, güç olduktan sonra afvetmeleridir. Yoksa acizliklerinden, güçsüzlükten dolayı affetmeleri değildir. Mü'minlerdeki bu durumu, Yüce Allah, kendisini medhederken de kullanmıştır. Meselâ: "Allah, afvedicidir, kudret sahibidir[323] ve: "Allah, bağışlayan ve acıyandır[324] âyetini buna misal gösterilebilir. Bilinen bir eserde de: "Arşı taşıyanlar dörttür. Bunlardan ikisi şöyle der: "Rabbimiz Seni tenzih ederiz. İlminden sonra hilminden dolayı Sana çokça hamd ederiz." Diğer ikisi ise: "Ey Rabbimiz, Seni tenzih eder. Kudretinden sonra afvından dolayı Sana çokça hamd ederiz" derler. Yine bu nedenle Hz. îsâ da şöyle demişti: "Eğer onlara azâb edersen, onlar Senin kullarındır. Yok eğer onları bağışlarsan şüphesiz Sen, aziz ve hikmet sahibisin.[325]Yani, onları afvetmen izzetinden, kudretinin kemâlinden; hikmetinden, ilminin kemâlindendir. Onların bildiklerini bildikten sonra afvettin ve kudretin onları kuşattı. Zira kul, bazan intikam alamadığı için ve suçlunun kalbinden geçeni bilemediği için afveder. Kulun afvetmesinin dışı, zulüm ve zillettir; içi jse izzet ve korkaklıktır. Aldığı intikamın dışı izzet iken içi zillettir. Allah, af-veden kimsenin izzetini artırır. Kendi nefsi adına intikam alanın ise zilletini artırır. İntikam almak, afvetme izzetinden mahrum kılar. Bu nedenle Rasûlullah, nefsi adına hiç intikam almamıştır.[326] Allah'ın şu âyetini bir düşün: "Onlar, birbirlerine yardım ederek, kendilerini savunurlar.[327] Bu âyetten, onların öyle güçleri vardır ki kendilerini savunamazlar ve düşmanları böylece onlara galip gelir manası nasıl anlaşılabilir. Adaletli bir şekilde, yardımlaşmak çoğu kez savunmada yetersiz kalıyorsa bu durumda Yüce Allah'ın emrini geçmeksizin tam karşılığını vermek gerekmektedir. Haksızlığa fazlasıyla karşılık vermek yasaklanmış, ayrıca afvetmek de, teşvik edilmiştir.Kısacası, afvetmek mutmain nefsin huylanndandır. Zillet ise emraâre nefsin huylanndandır. Meselenin özü şudur: İntikam almakla yardımlaşmak ayrı ayrı şeylerdir. Yardımlaşmak, Allah'ın hakkı için, Allah için olur. Hevâsının tutsaklığından, hazzmm zilletinden kurtulamayan kimse, yardımlaşmada bulunamaz. Çünkü yardımlaşmakta, Allah'ın mü'min kullarına verdiği izzetin tadına varmak vardır. İzzet sahibi kişiye haksızlık yapılınca, Allah'ın kendisine verdiği ve başkasına vermediği izzetten dolayı haksıza karşı savunur. Allah'ın izzetlendiği kişi, haksızlık ve baskı göremez. Aziz ve övgüye layık olan Allah'ın kuluna, zillet yakışmaz. İzzet sahibi mü'min, kendisine haksızlık yapana der ki: "Ben, kulunu zillete düşürmeyen ve kimsenin onu zillete düşürmesine müsaade etmeyen bir zâtın kuluyum." Bu kimsenin nefsi, emmâre olsaydı, tepesine çıkar, intikam almaktan ve haksızlık yapan kimseye karşı koyup onu zelîl yapmaktan başka hiçbirşey düşünmezdi. Ama, hevasmm tutsaklığından, hazzımn verdiği zilletten kurtulmayı başaran nefis, tek olan Allah'ın izzetine dayanırdı. Haksızlığa uğrayınca da izze-tiyle ve Allah'ın kendine olan yardımıyla savunmaya başlardı. Yani bir kimse gerçekte, Rabb'i için, Mevlâsı için izzetini korumaktadır. Bununla ilgili, toprağa bağlı iki ziraatçi köleden misal verirler. Anlatıldığına göre bu kölelerden biri, diğerini döver. Dayak yiyen köle, efendisi adına diğer köleye öğüt verir. Efendisinin, dayak atan köleyi cezalandırmasını istemez. Daha doğrusu, kendisinin yediği dayağa karşı, o kölenin efendisi tarafından cezalandırılmasını, döverek huzurunun kaçırılmasını arzulamaz. Afvetme olgunluğu ile derecesini artırır. Diğer köle ise, efendisinin yamna gelir. Efendisi, ona güzel, temiz elbiseler giydirir. Onu süsler. Kölenin üzerindeki güzel elbiseleri gören bir hayvan bakıcısı (seyis), kalbinin darlığından elbisesine pislik sürer ya da bulaştırır. Şimdi bu köle, üzerine pislik bulaştıran bu adamı afvet-se, efendisi onun bu bağışını hoş karşılamaz. Öyleyse seyise karşı yardımlaşmak, efendisinin rızasını almak gerekir. Köle kendi kendine: "O bunu bana, efendimi küçük gördüğünden, bana cüret ettiğinden dolayı yaptı" der. Eğer onu cezalandırabilirse, rezil etmiş, kahretmiş olur. Onu eline alarak zillete düşürür, kalbini kırar. Çünkü, efendisi, onu hiç cezalandırmayı arzulamaz ondan efendisinin hakkını almak ister. Bu durumda, kölenin savunması' kendi adına değil de sadece efendisinin hakkı adına olmuş olur.Buna benzer bir olay da Hz. Ali'den nakledilir. Rivayete göre o, yolda giderken biri: "Şu adam hakkımı engelliyor. Onu bana vermiyor" diyerek ondan yardım ister. Hz. Ali, hakkını vermeyen adama: "Haydi, hakkını ver" der. Hz. Ali biraz uzaklaşınca, haksızlık yapan, adamın üzerine atılır, hak sahibini tokatlar. Hak sahibi, çığlık atarak Hz. Ali'den yardım diler. Hz. Ali hemen geri döner: "İşte yardım geldi. O seni nasıl tokatladı ise sen de onu öyle tokatla" der. Hak sahibi: "Tamam ey mü'minlerin emiri, ben onu bağışlıyorum" der. Bunun üzerine Hz. Ali haksızlık yapana dokuz kırbaç vurdurur ve: "Tokatladığın kişi, hakkından vazgeçti. Bu kırbaçlar ise, sultanın hakkıdır" der. Demek ki Hz. Ali'nin haksızlık yapan adamı cezalandırması, Allah'ın sultanına karşı gelmesindendir.Buna benzer bir olay da şu: Adamın biri Ebû Bekir'e gelerek: "Beni taşı. Allah'a yemin olsun ki ben hem senden hem de oğlundan daha ferasetliyim." Orada bulunan Muğire b. ŞuT^e elbesisenin kollarını dirseklerine kadar toplar, adamın burnuna yumruk atar. Burnundan kanlar akar. Bu adamın kabilesi daha sonra Hz. Ebu Bekir'e gelerek: "Muğire'den hakkımızı al" derler. Ebû Bekir onlara: "Allah'ın koyduğu yasakların çiğnenilmemesi için çalışanlardan mı hakkınızı alacağım. Hayır, ona birşey yapamam" karşılığını verir. Hz. Ebû Bekir bu davranışını, Muğire'yi desteklemek, Allah'ın ve Allah Rasûlüne bağlı halifenin izzetini korumak şeklinde yorumlamış; bu sayede güzel halifeliği ve dini uygulamak mümkün olmuştur. İşte Muğire'yi cezalandırmaması, Allah ve kendisiyle Rasûlünü, dinini ve halifesini şereflendirdiği hakimiyyetini, Muğire'nin savunmasına bağlıdır. Görülüyor ki bunun mahiyeti başka, emmâre nefsin izzeti için dövmenin mahiyeti başka.
Fasıl
Kalb selameti, ahmaklık ve duyarsızlık arasındaki fark: Kalb selameti, kötülüğü tanıdıktan sonra onu istememekle mümkündür. Yani kalbin selameti, kötülüğü bilmek, tanımak değil de onu yapmamak istememektir. Ahmaklık ve duyarsızlık ise böyle değildir. Çünkü bunlar cehalet ya da az bilginin neticeleridirler. Dolayısıyla bunlar kusurdurlar, Övgüye layık görülmezler. İnsanların övdüğü kişi, cehaletten uzak olan kişilerdir. Kalbin olgunlaşması ise kişinin, her çeşit şerri bilmesi ve artmasından emin olmasıdır. Hz. Ömer (ra) der ki: "Ben başkalarını aldatan kimse değilim. Dolayısıyla beni hiçbir düzenbaz aldatamaz." Hz. Ömer, aldatılmayacak ölçüde akıllı, başkalarını adlatmayacak ölçüde de takva sahibidir. Yüce Allah: "O gün Allah'a temiz kalb getirenden başka ne mal ne de oğullar fayda verir" buyurmuştur.[328] Âyette geçen temiz kalb, kalbleri bozan âfetlerden, zanna uymayı zorunlu kılacak şüphe hastalığından ve nefislerin nevasına uymayı zorunlu lalacak şehvet hastalığından emin olan kalbtir. Yani, selim kalb herçeşit hastalıklardan emindir.
Fasıl
Güven ile gurur arasındaki fark: Güven, kalbi sakin kılan emarelere, delillere dayanmaktır. Emareler ne ölçüde güçlü ise güven de o ölçüde güçlüdür, sağlamdır. Özellikle tecrübe ve doğru ferasetle desteklenirse daha da güçlüdür. Allah en iyisini bilir ya güvenmek, bağ manasına gelen vesâktan gelmiştir. Kalb, güvendiği bir kimseye tevekkül ederek, güzel zan besleyerek bağlanırsa, onun sevgisi, muamelesi yolunda olur; ona istinad ederek ona dayanır. Bu bağlanış, kalb, ruh ve bedenle birlikte olur. Kalb Allah'a varır, O'na olan sevgisini sürekli yaparsa kulluk bağı onu Allah'a bağlamış olur; artık o hiçbir felaketten korkmaz; tek sığınağı O olur. Felaket anında şiddeti, azığı ve hazırlığı ona karşı olur; musibet anların da O'na sığınır. İhtiyaçlarını ise O'ndan ister.Gururlu kimse ise nefsi, şeytanı, hevası, Rabbini yalanlayan emeli ile gururlanan, nefsine uyarak Allah'tan eraan dileyen kimsedir. Gurur, güvenilmeyecek şeye güvenmek, huzur bulunamayacak yerden huzur aramak ve fayda gelmeyecek yerden —gördüğü sevabı su zannedip peşine koşan kimse gibi— fayda ummaktır. Bu hususta Yüce Allah: "Küfredenlerin amelleri, düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su sanır, fakat yanma gelince hiçbir şey olmadığını anlar ve yanında Allah'ı bulur. Allah, onun hesabını görür. O, hesabı çabuk görendir[329] buyurmaktadır. Gururlu insanları da: "De ki: "Size yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayacakları söyleyeyim mi? Onlar, dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendilerini de iyi iş yapmış sananlardır[330] şeklinde anlatmıştır. Tabii, Örtü kalkar, gerçek işler ortaya çıkınca, hiçbir şey üzere olmadıklarını anlarlar. "Hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır.[331]Bilinen bir eserde de: "Günah işlediğin halde, Allah'ın sana olan nimetini artırdığını görürsen O'ndan sakın. Çünkü o, sana tanınan sadece bir mühlet ve azaba yaklaştırmadır.[332] Bu hadisi destekler bir de şu âyet vardır: "Kendilerin yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açtık; kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada, ansızın onları yakaladık, onlar tüm umutlarını yitirdiler.[333] Allah'ın hoş görmediği şeylere devam ettiğin halde nimetlerin peşine peşine gelmesi, en büyük gururdur. Şeytan gururla görevlendirilmiştir. Zaten emmâre nefsin tabiatı da gururlanmaya müsaittir. Rey ve haksızlık bir araya gelince rey ihtiyaca düşer.[334] Gururlu şeytanla, gururlanan nefis arasında anlaşmazlık yoktur. Şeytanlar, Allah'a karşı gururlanmak isteyenleri gururlandırır; Allah'ı afv ve tasarrufunda Öfkelendirecek, kızdıracak şeyleri yapmayı onlara teşvik eder. Kalb sükuneti için tevbe etmek istediklerinde ise, şeytan sonra tevbe etmelerini önerecekti. Ecel gelince de, onları en kötü hallerinde Ölüm yakalayacaktır. Allahû Teâlâ buyuruyor ki: "Allah'ın emri gelinceye kadar (şeytanın verdiği) kuruntular sizi aldattı. O çok aldatıcı şeytan, sizi Allah'ın (afvı) ile aldattı,[335] Bir başka âyette: "Ey insanlar, Allah'ın va'di gerçektir. Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı şeytan, Allah'ın (yumuşak davranıp mühlet vermesine güvendirerek) sizi aldatmasın[336]buyurulmuştur, Allah'a karşı en gururlu insan, Allah'tan kendine hayr, ikram gelince: "Bu benimdir.[337] Ben buna layık, bunu haketmişim" diyen kimsedir. Sonra âyette: Kıyametin kopacağını da sanmıyorum[338]diyeceği belirtilmiştir. Yani, Allah'a küfrettiği halde verilen nimete layık ve ehil olduğunu sanmakta: "O'nun yanma götürülmüş olsam bile (yani kıyamet günü Allah'ın yanına), muhakkak O'nun yanında daha güzel şeyler vardır[339] diyerek de daha fazla gururlanmakta. Âyette geçen güzel şeylerden maksat, cennet ve ikramdır. Allah'a karşı gururlanmak işte böyle olur. Şeytanın gururlandırdığı kimse onun va'dine ve kuruntusuna inanan kimsedir. Dünyası ve nefsi de, gururlarını da artırır ki bu kimse kendini azap kuyularının dibinde bulur.
Fasıl
Recâ (ümit) ile temennî arasındaki fark: Recâ, gayret sarfederek, gücünü kullanarak, zafer ve başarı sebeplerine sarılmaktır. Temenni ise, arzulanan şeye götüren sebebiere bakmaksızın nefiste oluşan bir istektir. Recâ hakkında Yüce Allah: "İman edenler ve Allah yolunda hicret edip cihad edenler (bunlarla) Allah'ın rahmetim ummaktadırlar[340] buyurmuştur. Görüldüğü gibi Yüce Allah, geniş ümitleri sözü edilenlerden başkasına kapamıştır. Gurur sahipleri âyetle ilgili olarak diyorlar ki: "Allah'ın rahmetini umanlar,emirlerine uymayanlar, yasaklarından kaçmayanlar, Allah'ı öfkelendirecek şeylerin peşinden koşup rızasına uygun olanları yapmayanlardır. Oysa ki rahmet umanlar, nefislerinin gururlarından, şeytanın da onları gururlandırmasından dolayı rahmet ummamaktadırlar. Kulun ümidi, kalbinin Al-lahla, ahiret gününe imanla dolması, Allah'ın kendisine olan va'di ikramı ve cenneti gözlerinde canlanması dolayısıyla hırsla, aşkla kalbin onlara mey-letrnesidir. Bu, arzuladığı bir şeyi elde eden kimsenin o şeye boynunu uzatmasına benzer. Gerçek ümidin alameti şudur. Ümit sahibi, cennete girememekten korkan, kendisiyle cennete girmek arasında engel olmasından korkulan şeyi terketmekle cennetle ilgili hazzının yok olmasından korkan kimsedir.Bu şuna benzer. Adamın biri, eşraftan, durumu yerinde bir ailenin kızına talip olur. Evlilik akdinin yapılacağı meclise geleceği günün akşamında cegırini giyer. Uzun saçlarını keser, vücudunu yıkar, hoş kokular sürünür. En güzel elbiselerini giyerek akid yapılacak meclise yönelir. Yolda giderken elbisesini çamurdan, pisliklerden hatta tozdan dumandan korur. Akid meclisine varınca, ev sahibine selam verir. Kendisi için evin en güzel yerinde hazırlanmış yere, herkes tarafından görülebilecek yatak ve yastıkların üzerine çıkar. Çevreden hediyeler yağmaya başlar. Meselâ bu evlenme adayı kişi, bunca süslenmeden sonra, kötü yerlere oturup, üzerine pislik, çer-çöp bulaş-tırsa; saçı, cildi ve elbiseleri iyice batsa, bu haliyle akit yapılacak eve yönelse, kapıda bekleyenler onu döverler, kovarlar, bağırıp çağınrak onu derhal kapıdan uzaklaştırırlar. Bu durum karşısında evlenecek genç, şaşkın ve zelil olarak geri döner. İlk misal, ümitli kişinin durumu, bu ise, temennî eden kişinin durumudur. İstersen Melikle iki adam risalesini de anlatayım sana.Bir Melik varmış. Farklı bir kişiliği, emanete hassasiyeti ve güzel muameleleri ile tanmırmış. Öyle ki kimsenin hakkı, onun yanında zayi olmazmış. İnsanlarla olan ilişkilerini, kimsenin göremeyeceği perde arkasından yaparmış. Ancak ticari ve diğer malları, ticaretleri, köleleri ve cariyeleri herkesin göreceği şekilde ortada olurmuş. Melik'in huzuruna iki adam girer. Bunlardan biri, işlerinde doğru, emanete düşkün ve*övgü sahibi. Aklından hiç aldatmak, hainlik yapıp hileli davranmak geçmeyen adam. Bu Melik, bütün mallarını o adama satar. Adam da Melik'e ait köle ve cariyelerden güvenebileceği kişilere mallarını güvenir. Bir mal yanına getirilince onlardan en güzelini en değerlisini seçer. Birşey yapmak isteyince güzelliğine, süsüne oldukça dikkat eder. Yaptığı şeyin görünmeyen iç kısmını dışından daha güzel yapar. Melik'in yardımcı olmasını istediği kişilerin yardımından faydalanır;yapacağı şeyin miktarında, özelliğinde, durumunda, şeklinde, incelik ve diğer vasıflarında, kendisi ile Melik arasında elçilik yapan kimsenin uyarılarını dikkate alır. Diğer adam ise, kendisine gönderilen malların en kötüsünü seçer. İşinde hileli davranır, uyarıları dikkate almaz. Melik'in isteklerini götüren mütercime ve Melikle zanaatkarlar, tüccarlar arasındaki elçiye itibar etmez. Yaptığı şeyleri, kendi kafasına nevasına göre yapar. Bundan başka, gözüyle göremediği Melik'e, onun evinde hiyanet yapar. Melik'in bütün isteklerine karşı koyar. Melik'e saygı göstermez. Gözü Melik'in evindedir. Bütün arzusu, Melik'in evini bozmaktır. Melik'i öfkelendirecek şeyleri yapabilirse yapar. Her iki adam da böyle hayat sürerken şu ilan yapılır: "Bu gün Melik, işçilerini kontrol edecek, onların hesabını görüp herkese hakkını verecek." Bu adamlardan ikisi de Melik'in huzuruna varır, her biri hak ettiği karşılığı alır. Bu iki misali iyi düşün. İkisi de, layık olduğu şeyi almıştır. Ümit sahibi gerçekte, gözlerini cennete dikip onu uman, kalbiyle, gayretiyle onu elde etmek için çalışan kimsedir. Çünkü ümit, kalbin meded umması ve güzele meyletmesidir. Ümidi gerçekleştiren şey buna göre, tam hazırlık, mükafatın kaybından korkmak ve ihtiyatlı olmaktır. Ümit, meyletmek anlamına gelir. Arap dilinde (recâ'1-bi'r); kuyunun kenarı, (erca's-semâ) ise uzay boşluğu anlamına gelir. Kalbin, engelleri aşarak sevgiliye ulaşması, emmâ-re nefsi, sebeplerini ve ona götüren şeyleri terketmesidir. İşte bu tür, bağlanma, yöneliş ve korku mutmain nefsin işidir. Çünkü basireti açılan kalb, Allah'ın ahirette itaatkâr ve asî kullarına hazırladığı şeyleri görür, azaptan korkarak Allah ve ahiret gününe yönelir. Tabî bundan önce kalb, nefisle mutmain olmuştur. Nefis ise şehvetlerle dünya ile mutmain olmakta. Kalbin üzerinden nefis perdesi kalkınca kalb hafifler, naîm cennetlerinde Azîz ve Rahîm olan Allah'ı arayarak çevresini terkeder. İşte bu anda her korku sahibi, ümitli; her ümitli ve korkulu olur. Yani birine verilen isim diğerine de verilir. Çünkü ümitli kişinin kalbi, korkulu kimsenin kalbine oldukça yakındır. Bu ümitli kişi, kalbini nefsin ve şeytanın komşuluğundan uzaklaştırarak Allah'a yönelir. Cennette adına bir alamet dikilir. Cennete hazırlanmaya başlar. Kalbini tamamen Allah'a ve cennete yöneltir. Korkulu kimse de aynı şekilde dünya hayatında nefis ve şeytan arasında tutsak kalmaktan, bu tutsaklığın ölümden sonra ve kıyamet günü de devam etmesinden korkarak Allah'a iltica eder. Çünkü kişi, dünyada ve ahirette dostuyla beraberdir. Allah'ın azabını duyunca, her iki yurtta da kötülüklerden uzaklaşması nedeniyle bu kişiye korkan kimse denir. Ümitli denmesi ise, va'di duyunca elde etme arzusuyla, şevkle o işe yönelmesindendir. Gerek ümitlilik gerekse kor-kululuk birbirinden ayrılmaz yakın durumlardır. Her ümitli, umduğu şeyi kaybetmekten korkan kimsedir. Her korkan da korktuğu şeyden emin olmayı ümit eden kimsedir. Bu nedenle, her iki isim de birbirlerine verilir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Size ne oluyor da saygının yalnız Allah'a olacağını ummuyorsunuz.[341] Bu âyetin yorumunda müfessirler: "Yani, Allah'ın büyüklüğünden korkmuyorlar" demişlerdir. Yukarıda da geçtiği şekliyle ümit etinek, sadece iman edenlere, Allah yolunda hicret edip cihad edenlere mahsustur. Rasûlullah, imam çeşitli kısımlarıyla[342] tarif etmiş, amelleri de zahir ve batın diye ikiye ayırmıştır. Hicreti, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçmak; cihadı ise, Allah'ın zatı adına nefisle cihad etmek şeklinde belirttikten sonra: "Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçan kimsedir;[343] Mücâhid ise Allah'ın zâta adına nefsiyle cihad eden kimsedir[344] buyurmuştur. Kısacası, Yüce Allah, ümit sahiplerini iman eden, hicret edip cihat edenlerden seçmiş, bunların dışında kalan diğer ümmetleri bunlardan ayırdetmiştir.Arzulara gelince, onlar ümit görünümünde çıkartılan iflas mallarının başıdır. Onların arzulan da budur. Emanî yani arzu, nefse ait vesveselerin baskın bir şekilde kalbte belirmesi; dumanının ise kalbi karartmasıdır. Bu haldeki kişi kalbini şehvetleri doğrultusunda kullanır. Güzel akıbet ve kurtuluş arzusu, kalbim kararttığı gibi afva, mağfiret ve fazilete de engel olur. Ona göre iyi insan hakkını yerine getirmez, günahlar ona zarar vermez ve de mağfiret onu noksanlaştırmaz. Buna ümit diyorlar. Oysaki bu, nefisten câhil kalbe atılan, kalbin kendisiyle rahatladığı vesveselerdir, boş kuruntulardır. Yüce Allah bir âyette: "İş, ne sizin kuruntularınıza göre, ne de Ehl-i Kitabın kuruntularına göre olur. Kötülük yapan karşılığını görür ve kendisine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir[345] buyurmuştur. Kul Allah'ın dostluğunu, yardımını bir kenara atınca, Allah da ona olan dostluğunu yardımını keser, o kimse kendisine Allah'tan başka dost ve yardımcı bulamaz. Allah'ın dost ve yardımını bir kenara atanca nefis ve şeytan araya girer, o kimsenin dostları olurlar. Nefsine vekaletini verir. Nefsin yardımı, Allah ve Rasûlünün yardımına bedel olur. Bu kimse Allah'ın dostluğunu nefsinin ve şeytanın dostluğu ile, Allah'ın yardımını da nefsinin ve hevasmın yardımıyla değiştirmiş olur. Dolayısıyla ümit bağlanacak birşey kalmaz. Nefis sana dese ki: "Ben ümit makâmındayım. Beni burhanla ara." Ona şöyle karşılık ver: "Bunlar kuruntulardır. Eğer sözünüzde doğru iseniz haydin burhanlarınızı getirin." Akıllı kimse, güzel amelleri isteyerek, sevabım ümit ederek yapar. Zavallı ahmak ise güzel ameller karşısında tembelce durur, ümit diye nitelediği bir takım kuruntuların peşine düşer. Başarıya ulaştıran Allah'tır.
Allah'ın (cc) nimetlerinden konuşmak ile nimetlerle Övünmek arasındaki fark: Allah'ın (cc) nimetlerini anan kimse, O'nun sıfatlarından cömertliğinden ihsanından bahsediyor demektir. Bu kimse, nimetleri ortaya çıkararak Allah'a senada bulunuyordu. Şükrederek kendisine verilen nimetlerden bahsediyor; bu nimetle, gayesine en uygun olan Allah'ın (cc) sıfatları, O'nu övmek, O'na senada bulunmak ve sevgisiyle, ümidiyle başkalarından önce kendi nefsini Allah'ı bulmaya meyletmek özelliklerini ortaya koyuyor demektir. Böylece o kimse, Allah'ın nimetlerini açığa vurarak, yayarak ve ondan bahsederek Allah'a yönelmiş olmaktadır.Nimetlerle övünmek ise, nimetle insanların üzerine uzanmak, kendisinin onlardan daha üstün daha büyük olduğunu göstermektir. Nimetle övünen kişi insanların boyunlarına biner, kalblerini çeler ve de onların kendisine saygıda, hürmette bulunmalarım ister. Nu'mân b. Beşîr[346] der ki: "Şeytanın birtakım tuzakları, ağları vardır. Allah'ın nimetlerini alıp, onunla Allah'ın kullarına karşı büyüklenmek ve Allah'ın kendisine verdiği ihsanlarla övünüp, Allah'ın dışındaki bir amaçla başkalarını küçümsemek, şeytanın tuzak ve ağlarından birkaçıdır."
Kalb ferahlığı ile nefis ferahlığı arasındaki fark belirgindir: Allah'la, bilgisiyle, sevgi ve kelamıyla ferahlanmak kalbte olur. Yüce Allah: "Kendilerine kitap verdiklerimiz sana indirilenle seviniyorlar[347] buyurmuştur. Vahyin gelmesi, Ehl-i Kitabı sevindiriyorsa, Allah dostlarım, Rasûlüne uyanları şüphesiz daha çok sevindirecektir. Diğer bir âyette: "Bir sûre indiği vakit onlardan biri: "Bu, hanginizin imanını artırmıştır? Onlar bununla sevinirler[348] Duyurulmuştur. Bir başka âyette de: "De ki, Allah'ın fazlıyla rahmetiyle sevinin. Bu sizin toplayıp biriktirdiğinizden daha hayırlıdır[349] buyurulmuştur. Ebû Saîd el-Hudrî der ki: "Allah'ın fazlı, Kur'ân'dir. Rahmeti ise Kur'ân ehlinden olmanızdır.[350] Hilâl b. Yesâf da: "Allah'ın fazlı ve rahmeti, hidayet bulduğunuz İslâm ve toplayıp biriktirdiğiniz altın ve gümüşten daha kıymetli size öğretilen Kur'ân'dır" der. Bunlardan başka İbni Abbâs, Hasen, Katâde ve çoğu müfessirler de: "Allah'ın fazlı İslâm, rahmeti jse Kur'ân'dır" demişlerdir. İşte, kalb sevinci budur. Bu sevinç imandan gelir, kul bununla sevinir. Kulun bununla sevinmesi, ona razı olduğunu belki de rızasından da üstün olduğuna işaret eder. Sevinmek, Allah'ı sevmek ölçü-sündedir. Çünkü sevinç, sadece sevileni kazanmak ve onu sevmek ölçüsünde olur ki, sevdiğine ulaşınca sevinmeye başlar. Allah'ı, isimlerini, sıfatlarım, Rasûlünü, Onun sünnetlerini ve kelamını sevmek mahza imandır, imanın halisliği ve temizliğidir. Sevgi sahibi kimsede mükemmel bir kulluk ve kalbinde ise anlatılamaz bir iman belirtisi vardır. Kalbin, Allah'a, isimlerine, sıfatlarına, kelamına ve O'nun Rasûlüne sevgi besleyerek O'na kavuşma arzusuyla coşması, Allah'ın kula verdiği nimetten hatta en büyük nimetlerden bile daha hayırlıdır. Ahiret gününde Allah ve O'na kavuşma sevgisi, dünyadaki sevgisi, yakınlığı ölçüsündedir. Dolayısıyla sevgiliye ulaşma arzusu, sevginin çokluğuna ve azlığına göredir. Kalbin sevinmesi işte böyledir. Kalbe ait bir sevgi daha vardır ki o da muamelesinde, itilasında Allah'a tevekkülde, O'na güvenip O'ndan korkmasında kendisine yapılan yardımdır. Bu hususlarda kalb güçlendikçe ferahlığı, rahatı artar. Kalbe ait tuhaf bir başka özellik daha vardır ki isyan rahatlığı ile aralarında münasebet yoktur. Şöyle ki, asî kul, tevbe etme lezzetinin ve rahatlığının günah işleme lezzet ve rahatlığından kat kat daha fazla olduğunu bilmiş olsaydı, günaha yaklaşmasından daha hızlı bir şekilde tevbeye koşardı.Bu sevincin sırrına, kulun yaptığı tevbeyle oldukça sevinen Allah'ın sevincini bilen insanlar ulaşabilir. Rasûlullah, Allah'ın sevinmesiyle ilgili olarak şu misali verir:[351] Yeryüzünde en büyük sevinç şu kimsenin sevincidir: Bir adam bineğine, yiyeceğini içeceğini kor, yolculuğa çıkar. Tehlikeli çöle gelince, bineğini kaybeder. Aramaya koyulur, ama bulamaz. Bineğinden ümidini keser, oturup ölümünü beklemeye başlar. Hava kararıp ay doğunca, ay ışığında bineğinin yularının bir ağaca takıldığım görür. O kadar çok sevinir ki sevincinden: "Ey Allah'ım, Sen benim kulumsun, Ben de Senin Rabbi-nim" diye dili sürçer. İşte Yüce Allah, kulunun tevbe etmesi halinde, bineğini bulan insan kadar sevinir.Tevbe eden kimsenin, tam sevinçten nasibini alacağı inkâr edilemez. Fakat burada açıklanması gereken bir husus var. O da şudur: Bir insan günahından ötürü üzülmemiş, musibetlere, acılara göğüs gerip vücudu bunlara dayanamaz ölçüde yıpranmamiş ise bu sevgiye ulaşamaz. Bunlara sabre-derse, sevinç tadını alır. Yok eğer taşıyamaz hale gelir, bunlara sabretmezse hiçbir şey etmiş olmaz. Ayrıca günah işleme fırsatın ve onun sevincini tercih etmekle de diğer imkânı da ortadan kalkar böylece her iki imkânı birden kaybetmiş olur. Dolayısıyla sevgiliyi kaybetmek ve eza veren şeyin varlığından kaynaklanan, lezzetin aksine elemi, acıyı yüklenmiş olur. Herşeyden önce hüküm, Yüce Allah'ındır.
Burada, hepsinden daha büyük bir ferahlık daha vardır. Bu, Yüce Allah melekleri insana gönderip, onu Allah'a kavuşmayla müjdeledikleri an olan, dünyadan ayrıldığı, Allah'a yöneldiği andaki ferahlıktır. İnsana yaklaşan ölüm meleği der ki: "Ey güzel bedende bulunan güzeh ruh, çık. Seni rahatlıkla, rahmetle ve öfkesiz bir Rab ile müjdelerim. O senden, sen de O'ndan razı[352] olarak çık. Ey mutmain olan nefis, Sen Rabb'inden, Rabb'in de senden razı olarak O'na dön. Kullarım arasına katıl, cennetime gir[353] der. Tevbe eden kişi sadece bu ferahlığı elde edecek olsa bile, akü ona bunu elde etmeyi söyler. Halbuki tevbekârm birçok ferahlanacağı yerler vardır. Mesela, yerde ve gökte bulunan meleklerin tevbe eden kimsenin ruhuna yaklaşmaları, semâ kapılarının tevbekâr ruha açılması, semâ meleklerinin kendisine dua etmeleri, dünya semâsı görevlilerinin onu ikinci semâya kadar uğurlamaları, ikinci semâ kapısının açılması ve semâdakilerin bu kişi hakkında duaları ve yedinci kata çıkana kadar bütün katlarda uğurlanması ve hakkında dua edilmesi, nefsin ferahlanacağı birkaç yerdir. Rabbinin, dostunun habibinin, huzuruna çıkmasına müsaade edilip huzurunda durması ve O'na secde etmesine müsaade edilip secde etmesi varken böyle bir nefsin ferahlığı nasıl daraltılabilir? Sonra, nefsin sesini Yüce Allah duyar ve: "Onun kitabına, illiyyûn ehlindendir" diye yazın der. Sonra oradan uzaklaştırılır, ona, cennet, cennetteki kalacağı yer ve Allah'ın kuluna hazırladığı şeyler gösterilir. Dostlarına, ailesine kavuşur. Durumunu gören dostları buna sevinirler, ferahlanırlar. Dostlarının haline de tevbekâr nefis ferahlanır. Onun bu sevinci, ailesine döndüğünde onları en iyi şekilde bulan ve onlara misafir kimsenin ikram edebileceği bir hayırla gelen, gurbetçinin sevinmesi gibidir. Bütün bu ferahlıklar, bedenlerin dirilişi günü, arşın altında oturmak, havuz suyundan içmek, kitabını sağ tarafından almak, terazisinin hayır tarafından ağır basması, yüzünün ağarması, insanlar karanlıkta iken saf nura gark olmak, engelsiz olarak sırat köprüsünden geçmek, cennetin kapısına varmak, Allah'a yakın bir yerde bulunmak, müjdeyle, selamla servetlerine kavuşmak ve evlerine, köşklerine, hanım ve cariyelerine varmadan önce duyulan ferahlıklardır.Bu safhanın peşinden öyle bir ferahlık daha yaşanır ki diğer ferahlıkların yanında sözü bile edilemez. Bu ferahlık, Allahû Teâlâ'nın üst taraflarından görülebileceğine, kendilerine selam vereceğine, kendileriyle konuşacağına ve karşılıklı Allah'la konuşacaklarına inanan ehli sünnete mensup olan insanlara mahsustur.Yani, bu ferahlıklar ancak ayıplamalar yurdunda üzüntü sahiplerine aittir. Gücün yettiği kadar uymaya çalış gayret et. Umulur ki bu sayede İhsanları almayı başarabilirsin. Musibet dolmasından korktuğun lezzeti bırak da musibetlerden uzak lezzetlere bak. Elde edemeyeceğin arzuların peşine düşme. Aksi takdirde incinir yahut ölüme gidersin. Alemlerin Rabbi'nden hakkı getiren elçinin va'dine uymada gecikme. Çünkü bu va'd bekler durursan dünkü geçen nimetten sana daha yakındır.
Kalb inceliği ile endişe arasındaki fark: Endişe, nefiste görülen güçsüzlük, kalbteki korkudur. Kişiye hırs, tamahkarlık verir. Kadere iman zayıflayınca endişe ortaya çıkar. Yoksa, takdir edilen şey başa gelecek olunca, endişelenmek sadece sıkıntıya düşüp ikinci bir musibete katlanmak olmaktadır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurur: "Ne yerde ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta tesbit edilmiş olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır. Önceden bir kitapta tesbit ettik ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği ile de sevinip şımarmayasmız.[354] Kul kadere inanır, musibetin görünür görünmez mukadder olduğunu bilirse ne endişelenir ne de sevinir.Fakat bu kalb inceliği ile çelişmez. Çünkü kalb inceliği, olgunluğun kendisi olan rahmet sıfatından doğmuştur. Yüce Allah, kullarından ancak merhamet sahiplerine rahmet eder. Rasûlullah, insanlar arasında en ince kalbli ve endişeden en uzak biriydi. Kalb inceliği, şefkat ve merhamettir. Endişesi ise hastalık ve zayıflıktır. Dolayısıyla endişe, emmâre nefsin dumanla üzerine örttüğü, nefes borusundan tutup ahiret yollarını kendine kapadığı böylece ümitsizliklerin karanlık yolların hapishanesi olan hevâ ve nefis zindanında nıahbus olan dünya ile hastalanmış kalbin durumudur. Haliyle, kalb daralır, küçülürse tahammül edemeyeceği en küçük musibet karşısında endişelenir, üzülür. Ama kalbte iman nuru parlar, Allah'ın va'dine bilyakin inanır, Allah'ın sevgisiyle büyüklüğü ile kalbini doldurursa, kalb incelir, şefkat ve merhametli olmaya başlar; böylece de bütün yakınlarına, müslümanlara karşı merhametli ve yumuşak kalbli olur. Öyle ki, kendisi gibilere merhamet etmek bir tarafa yuvasmdaki karıncalara ve kuşlara bile merhametli olur.Allah'a en yakın olan kalb işte bu kalbtir. Hz. Enes anlatıyor. Fakirlere karşı insanların en merhametlisi, Rasûlullahtır.[355] Yüce Allah bir kuluna merhamet etmek isteyince, onun kalbini şefkat ve rahmetle doldurur. Azab etmek istediğinde ise şefkat ve merhameti kalbinden yolup alır, onların yerine duyarsızlık ve katılığı kor. Bir hadiste: "Şaki kimse dışında kimseden rahmet alınmaz"[356]buyurulmuştur. Yine çeşitli hadislerde: "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz"[357]Yeryüzünde bulunanlara merhamet edin ki gökte bulunan da size merhamet etsin[358] ve: "Üç kimse cennet ehlindendir: Adaletli, sadaka veren hükümdar, bütün yakın ve müslümanlara karşı yumuşak kalbli, merhametli kimse ve iffetli, iffetli olmaya çalışan muhtaç kimseler.[359] Hz. Ebû Bekir'in bu ümmetin en faziletlisi olması, sıddîkhğının yanında kalbinde herkese karşı merhamet duygusunun olmasındandır. Kalbindeki bu merhametin belirtisi, bütün davranışlarında Bedir günü müşriklerden alınan esirler konusunda bile görülmüş, esirlere[360] yapılan muamele, onun görüşünün neticesi olmuştur. Peygamberimiz onu, Hz. Isâ ve Hz, İbrahim'de[361] temsil etmiştir. Yüce Allah, şefkat ve merhamet sahibidir. Allah'a en yakın olan kişi, en şefkatli en merhametli olan kişidir. Ondan en uzak kişi de Allah'ın sıfatlarıyla vasıflanmış olmayan kişidir. Bu konuya dalanlar, âlemde yalnızca seçkin insanlardır.
Vecd ile kin arasındaki fark: Vecd, acı veren şeyi hissetmek, bilmek ve nefsin onu yok etmeye çalışmasıdır. Bu, olgunluktur. Kin ise, kötülüğü gizlemek, kötülük sahiplerini görünce derhal onların arasına katılmaktır ki kalb bunun belirtisini yok edemez.Bir başka fark da şudur: Vecd, ondan sana gelen şeydir. Kin ise senden ona giden şeydir. Vecd, onun sana eziyet etmesi, kin ise gördüğü eziyetin karşılığını derhal vermesidir. Vecd, derhal yok olurken kin yavaş yavaş yok olur. Kin, kalbin daralması ve nefis karanlığının kalbi kaplaması, dumanının onu örtmesi iken vecd, tam tersine kalbin kuvveti, dayanıklılığı nur ve duyarlılığının kuvvetidir.
Hayırda yarışmakla haset arasındaki fark: Hayırda yarışan kimse başkasında gördüğü olgunluğa derhal koşan, yetişene kadar veya geçene kadar onunla yarış yapan kimsedir. Hayırda yarış nefsin şerefinden, yüksek hedef ve kişinin değerinin yüksekliğin dendir. Yüce Allah bu hususta: "Bu hususta, hayırda yarışanlar yarışsın"[362] buyurmuştur. Hayırda yarışma manasına gelen tenâfüs, arzulanan, istenen manasınadır. Hayrı bulmada, her iki hayırdan birinde yarış yapılır. Hayır yolunda ortaklar bulan nefis, Rasûlullah'ın ashabı hayırda yarışıp, aralarına katılanları gördüklerinde sevindikleri gibi sevinir. Hayırda yarışmanın yamnda başkalarını da yarışlarına teşvik ederler. Yani bir bakıma müsabaka yaparlar. Yüce Allah: "Hayır işlerde yarışın[363] ve: "O halde siz, Rabbinizden bir mağfirete ve genişliğe, gökle yerin genişliği gibi olup Allah'a ve elçilerine inananlar için hazırlanmış bulunan bir cennete koşuşun"[364] buyurmuştur. Hz. Ömer (ra), Hz. Ebû Bekir'le sürekli yarışırdı, ama onu bir türlü geçemezdi. Nihayet Hz. Ebû Bekir halife de olunca: "Allah'a yemin olsun ki artık seninle hiçbir şekilde yarışmayacağım" ve: "Allah'a yemin olsun ki ne zaman ki onunla bir hayırda yarıştım, muhakkak o beni hayırda geçmiştir"[365] demiştir. Yanşan kimseler, efendisinin sevgisini, rızasını kazanmak için efendileri huzurunda birbirleriyle yarışan iki köle gibidir. Kölelerinin bu davranışı efendinin hoşuna gider, onları bu tür yarışlara teşvik eder. Dolayısıyla kölelerden herbiri diğerini sever ve efendisinin rızasını almaya yöneltir.Haset ise yerilmiş, alçak, kötü bir huydur. Hasette hayra yönelik hiçbir arzu bulunmaz. Acizliğinden, gevşekliğinden dolayı hayır ve güzel fiilleri işleyerek başkalarını geçenlere haset eder, hayır işleyenin amelini almasını, amelsizlikte kendisi gibi olmasını temenni eder. Nitekim Yüce Allah: "Sizinde kendileri gibi küfretmenizi istediler ki, onlarla bir olasınız"[366]Kitap ehlinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıs-kançlıktan ötürü, sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler"[367] buyurmuştur. Demek ki hasetçi nimet düşmanı, nimetin kendisinden gittiği gibi haset ettiği kimseden de gitmesini isteyen kimsedir. Hayırda yarışan ise nimetin tamamını hem kendine hem de yarıştığı rakibe arzulayan kişidir' Bu şu demektir. Başkasını geçmek için yarışan, ona yetişmeyi arzulayan ve fazilette onu geride bırakmayı isteyen kimsedir hayırda yanşan hasetçi ise kusurda aynı olmak için başkasının kendi seviyesine düşmesini ister. Erdemli, seçkin çoğu nefisler, hayırda yansın faydasını görür. Bir kimse, faziletçe üstün, ileri birini kafasına kor; onunla yanşa tutuşursa, bunun çok faydasını görür. Çünkü bu kimse, faziletli kimseye benzemekte, ona yetişmeyi hatta geçmeyi ummaktadır ki biz bunu kötü göremeyiz. Haset kelimesi ba-zan iyi şeylerde yarışma için de kullanılabilir. es-Sahîh'te Rasûlullah'ın şu hadisi zikredilir: "İki kimseden başkasına haset edilmez. Birincisi, Allah'ın kendisine verdiği Kur'ân'la gece ortalannda, gündüzün çeşitli vakitlerinde meşgul olan kimsedir. Diğeri ise Allah'ın verdiği malı hak yolunda kullanan kimsedir,[368] Hadiste zikredilen hased, kişinin üstün gayretini, nefsinin yüceliğini ve fazilet sahiplerine benzeme arzusunu gösteren yanş ve gıptadır.
Başkanlık sevdasıyla Allah'a davet için emirlik sevgisi arasındaki fark: İkisi arasındaki fark, Allah'ın emrine saygı gösterip; ihlasla ona sarılmakla, nefse saygı gösterip nefsin arzusuna uymaktır. Allah'ı seven, O'na saygı gösterip işinde samimi olan kimse Allah'a itaat edilmesini, karşı gelinmemesini; Allah isminin en yüce isim olmasını, dinin tamamen Allah'a ait olmasını, kulların emirlerine uymalarını, yasaklanndan da kaçmasını ister. Bu kimsenin kulluğunu Allah samimi yapar. Allah'a davet yolundaki bu ahlakını da samimi kılar. Bu özellikteki kişi, dinde önder olmayı arzular. Bundan başka o, Yüce Allah'tan kendisinin muttakilere uyduğu gibi muttakile-rin de kendisine uyduğu bir imam yapmasını ister. Allah'a çağıran bu kul, in-sanlann gözünde büyümeyi, kalblerinde heybetli olup onlarla dost olmayı, ayrıca insanların uyacaklan imam olmayı ve Rasûlullah'ın izinden kendi sayesinde gitmeleri arzulamışsa bu ona zarar vermez; belki Allah'a çağırdığı, O'na itaati arzuladığı ve O'nu birlemeye uğraştığı için övgüye layık görülür. Çünkü bu kimse, bu güzelliklerin gerçekleşmesine katkısı olacak şeylere yardım etmeyi ve Allah'a ulaşmayı arzulamaktadır. Bu nedenle aşağıdaki âyette Yüce Allah, kendisine seçtiği, Kitab'ında haklarında övgüyle bahsettiği, kavuşma gününde en güzel- karşılık görecek kullarını, en güzel halleriyle, özellikleriyle şöylece anlatmıştır: "Ve, Rabbimiz, bize gözler sevinci, gönüller açan eşler ve çocuklar lutfeyle ve bizi müttakiîere önder kıl, derler.[369]Bu âyette mü'minler, Yüce Allah'tan gözlerinin nuru kan ve çocuklarının kendilerine uymalarını; Allah'a itaat ve kullukta muttakîleri kendilerine uydurarak kalblerini sevindirmesini istemektedirler. Çünkü imam ve cemaat itaat konusunda birbirinin yardımcısıdır. Yani Allah'tan tek istedikleri, Allah'a davet yolunda, aslı sabır ve yakîn olan dindeki emirlikle, muttakile-rin O'na itaat ve rızasını almak için kendilerini desteklemeleridir. Nitekim Yüce Allah bu hususta: "Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler yetiştirmiştik[370] buyurmuştur. Mü'minlerin, muttakîlere önder olmayı Allah'tan istemeleri, kendilerini doğru yola iletmesini, başanlı kılmasını ve imametin ancak kendisiyle tamamlandığı, gizli açık salih amellerde ve faydalı ilimlerde kendilerine yardım etmesini istemektir. İyi düşün. Yüce Allah onları nasıl Yüce Rahman ismine nisbet etmekte. Bununla da insanlara, onlann bunu Allah'ın fazlıyla, cömertliği ve yardımıyla elde etiklerini öğretmiştir. Yine iyi düşün. Sözkonusu âyette, onlara karşılık olarak, cennette en yüksek evler olan köşkleri, dinde en yüksek rütbelerden olan imamlığa karşı olarak vereceğini belirtmiştir. Belki de bu rütbe, Allah'ın kuluna dinde verdiği en yüce rütbedir ki, bunun karşılığı cennette en yüksek köşkler olacaktır.Fakat bu, başkan olma arzusundan farklıdır. Çünkü başkanlığı elde etmek için çalışanların amacı, yeryüzünde yüksek bir mertebe kazanmak, insanların kalblerini kendilerine bağlamak, onlann meylini çekmek ve insanların üstünde olarak onlara baskı uygulayarak her türlü amaçlannın gerçekleşmesinde onlann yardımlannı almaktır. İş böyle olunca bu isteğin peşinden Allah'tan başkasını bilemeyeceği haksızlık haset, azgınlık, kin, zulüm, fitne, Allah'ın hakkını bir tarafa atıp izzeti nefis; Allah'ın hakir gördüğü şeye saygı, Allah'ın güzel gördüğü şeyi hakir görmek gibi birçok bozukluklar gelir. Bunlar olmaksızın dünyevî başkanlığın tamamlanmayacağı; bunlar-sız hatta daha nice rezillikler bulunmadan başkanlığı elde etmenin imkânsız olduğu bilinmektedir. Başkanlık sevdasında olanlann gözü, bu bozuk-luklan göremez. Gözlerinden perde kalkınca içinde bulundukları bozukluğu görürler. Onların gözü, özellikle ikinci sura üfürülüp dirildiklerinde, kıyamet ehlinin —dünya hayatında başkanlık sevdasında olanların Allah'ın emirlerini küçük görüp kullarını hakir gördükleri gibi— onları alçaltarak, küçülterek onlara ihanet ederek ayaklanyla teptikleri zaman açılır.
Allah için sevmekle, Allah'la beraber başka şeyleri sevmek arasındaki fark: Bilinmesi gereken en önemli fark budur. İkisi arasındaki farkı her insan muhakkak bilmelidir. Allah için sevmek imanın kemâlinden olur. Allah yanında başka şeyleri de sevmekse şirkin kendisidir. Aralannda-ki fark şudur: Allah için seven kişi, sevgisinde Allah sevgisine uymaktadır. Allah sevgisi kulun kalbinde yerleşince, bu sevgi Allah'ın sevdiği şeyleri sevmeyi de zorunlu kılar. Dolayısıyla kişi Rabbinin dostunun sevdiğini sevince bu sevgisi Allah için olmuş olur. Allah'ın Rasûllerini, meleklerini, dostlarını Allah sevdiği için sevmek böyledir. Yine Allah'ın öfkelendiği şeylere öfkelenmek de böyledir. Allah için sevmenin ve öfkelenmenin alâmeti Allah'ın Öfkelendiği şeye olan öfkesi, kendisine ihsanından, hizmetinden ve ihtiyaçlarını gidermesinden dolayı sevgiye dönüşmemeğidir. Ayrıca Allah'ın sevdiği şeye karşı olan sevgisi de, o kimseden hoşuna gitmeyen bir karşılık gördüğünde bilerek veya bilmeyerek, Allah'a itaat kastıyla veya tevil ederek, içtihat ederek, haksızlık yaparak kendisine kötülüğü geldiğinde, Öfkeye dönüşmemesi de Allah için öfkelenmenin alâmetidir. O halde din şu dört esas etrafında dönmektedir: Sevmek, öfkelenmek. Sevmek ameli, öfkelenmek ise terki gerektirir. Bu anlamda, sevgisi öfkesi, ameli ve terki Allah için olan kimsenin imanı olgunlaşmıştır. Öyle ki bu kul sevince Allah da sever, öfkelenince Allah da öfkelenir. Amel işleyince Allah için işler, bir şeyden uzaklaşınca da Allah için ondan uzaklaşır.[371] Bu dört esas ne ölçüde noksanlaşırsa o ölçüde iman ve dini de noksanlaşır. Bu anlattıklarımız Allah'ın yamnda başka şeyleri sevmekten farklıdır. Bunun iki kısmı vardır. Ya tevhidin aslına yönelik olur ki bu şirktir. Yahutta İhlasın kemaline, Allah sevgisine yönelik olur ki bu kişiyi dinden çıkarmaz.Birinci kısım sevgi, müşrikleri putlarından, ilahlarından dolayı sevmektir. 3u hususta Yüce Allah: "İnsanlardan kimi Allah'tan başka eşler tutar, Allaiı'ı sever gibi onları severler"[372] buyurmuştur. Ayette anlatılan müşrikler, Allah'ı sevdikleri gibi Allah'la beraber kendi putlarını, ilahlarını da sevmektedirler. Bu tür sevgiler tanrıları edinmek ve peşinden korku, ümit, kulluk ve dua gelen dostluktur. Yine bu tür sevgiler Allah'ın asla affetmeyeceği sırf şirktir. Allah'a ortak koşulan bu eşlere düşmanlık besleyip, hem bunlara hem de Allah'a eşler koşanlara öfkelenip onlarla harbetmedikçe kı-zışmadıkça iman asla tamamlanmaz. Yüce Allah bütün Rasûllerini, bütün kitaplarını bu müşrikler için göndermiş; şirk sevgisinde olanlara cehennemi, bunlarla harbedenlere, Allah'ın rızası için bu konuda onlara düşmanlık besleyen mü'minlere ise cenneti yaratmıştır. O halde arştan başlayarak yere kadar ikisi arasında herhangi bir şeye ibadet eden herkes, Allah'ın dışında bir ilah, bir dost edinmiş olmakta, bütün bunları ma'bud edinerek Allah'a şirk koşmuş bulunmaktadır. Bu tür ma'budlardan en kısa zamanda kurtulmak gerekir.İkinci kısım sevgi, Allah'ın nefislere hoş gösterdiği kadınları, çocukları,altını, gümüşü, cevâd atları, hayvanları ve tarlaları sevmektir ki, bu sevgi, karnı aç kimsenin, yemeği, susuz kimsenin de suyu sevmesi gibi arzulama cinsinden bir sevgidir. Bu sevgi üç kısmıdır. Eğer kul bununla, Allah'a ulaşmayı, rıza ve taatmda destek olup mükâfatım almayı arzulayarak seviyorsa bu, Allah'a olan sevgi kısmmdadır. Bununla Allah'a ulaşır, bunlardan faydalanma hazzını duyar. Dünyada kadınlardan ve güzel kokulardan[373] insana sevdirilen en güzel sevgiler böyle sevgilerdir. İnsanın bu iki şeye sevgi göstermesi, Allah'ı sevmesine, vahyi tebliğ etmesine ve emrine uymasına yardımcıdır.Yok eğer bu sevgi, tabiatına, heva ve isteğine uygun olarak gerçekleşiyor, ayrıca bunları Allah'ın sevdiği ve razı olduğu şeylere tercih etmeden sırf tabî meyi suretiyle seviyorsa bu mubahlar kısmındandır. Sevgisinden dolayı cezalandırılmaz, ama Allah'a ve O'nun sevdiği şeylere olan sevgisi noksanlaşır.Yok eğer sevdiği şey, onun amacım, muradını oluşturuyor, elde etmek, kazanmak için gayretini sarfediyor ve bunu da, Allah'ın sevdiği, razı olduğu şeye tercih ediyorsa, bu kimse, nefsine haksızlık etmiş, hevasına uymuştur. O halde birinci kısım sevgi, imanda ileri olanların sevgisi, ikinci kısım sevgi, imanda orta yolu takibedenlerin sevgisi; üçüncü kısım sevgi ise zâlimlerin sevgisidir.Allah için sevmekle, Allah ile beraber başka şeyleri sevmek arasındaki ortak ve farklı noktaları iyi düşün. Çünkü emmâre nefisle mutmain nefsin birbirleriyle harbettiği yer burasıdır. Hidayete eren, ancak Allah'ın hidayet verdiği kimsedir.
Tevekkül ile acizlik arasındaki fark: Tevekkül, kalbin fiilidir. Allah'a dayanarak O'na kulluktur, güvendir, iltica ve işlerini O'na havale etmektir. Ayrıca Allah'ın kendine yeter olduğunu, sebeplere sarılıp, aradığı şeyi bulmaya çalışmakla birlikte Allah'a havale edilen şeyde O'nun kulu için iyiyi, güzeli seçeceğini bildiği için O'nun hükmüne razı olmak da tevekküldür. Rasûlullah, oldukça tevekkül sahibi biridir: Ümmeti için, zırhını giyinip kuşanırdı.[374] Hatta Uhud günü üzerinde iki zırh vardı.[375]Üç gün Sevr mağrasmda gizlendi.[376] Kısacası O, sebebe bağlanır; sebebe bağlılıktan kaçmazdı.Acizlik ise iki şeyde veya bunlardan birinde çaresiz kalmaktır. Acizlik ya güçsüzlüğünden dolayı sebebe bağlanmayıp bunu tevekkül sanmaktır ki bu Allah'a yemin olsun ki acizlik ve alçaklıktır. Yahutta sebebe bakıp ona dayandığı halde, müsebbibden yüz çevirdiği için ondan habersiz olmaktan dolayı olur. Müsebbib aklına gelse bile, kalbini Allah'a, bedenini de sebebe bağlayacak şekilde, aklına geldiği şey üzerinde durup kalbini ona bağlamaz. İşte bu kimsenin tevekkülü acizlik, acizliği de tevekküldür.Bu hususta üç görüş vardır: Bunlardan ikisi, iki uçta, diğeri ise ortadadır. İki uçta olanlardan biri tevekkülü korumak açısından sebepleri önemsiz saymıştır. Diğeri ise tam aksine sebebi korumak için tevekkülü hiçe saymıştır.
Vasat olan görüş ise şudur: Tevekkül, ancak sebebe bağlanmakla tamamlanır. Yani bizzat sebeb hususunda Allah'a tevekkül olur. Sebebi hiçe sayıp kendinin tevekkül sahibi olduğunu söyleyene gelince o, gururlu, aldatılmış ve temennî sahibi kimsedir. Onun temennisi evlenmeden çocuk sahibi olmak isteyen kimseye; tarlasına tohum ekmeyip boş bırakan ve ürün alması için de tevekkül edene; birşey yemeden, içmeden doymak ve kanmak isteyen kimseye benzer. Tevekkül, ümide benzer; acizlik ise temenniye benzer. Gerçek tevekkül, kulun Allah'ı kendisine vekil edinmesi, mütevekkilin, durumunu, gücünü, samimiyetim, emanetini, tecrübesini ve güzeli tercih ettiğini bildiği bir vekile her şeyini havale ettiği gibi, her işi Allah'a havale etmektir. Yüce Allah kuluna çarelere başvurmasını ve başvurduğu çarelerden kendine en uygun olanının gelmesi için kendisine tevekkül etmesini emretmiştir. Buna bağlı olarak tarlasını sürüp ekmesini; Allah'ın takdirine ve hikmetine göre rızkını bulmak için çaba sarfetmesini; bu uğurda kalbini kendisinden başkasına takmayıp kendisinden ümit etmesini; kendisinden korkmasını, kendisine güvenip tevekkül etmesini emretmiştir. Şüphesiz O, en yeterli vekil, en sağlam kefildir. İşte acizlik içinde bulunan kimse, bütün bu hususları arkasında atıp rahatlığı arayarak, bolluğu umarak miskin miskin oturan kimsedir. Aciz kimsenin sözü şudur: "Ecel sahibini bulduğu gibi rızık da sahibini bulur. Zayıf olmama rağmen kaderimde olan şeyler muhakkak bana gelecektir. Gücümün üstünde olan şeylere de zaten ulaşamam. Ölümden kaçtığım gibi rızıktan da kaçsam, ölüm gibi muhakkak o da beni bulur." Aciz kimsenin bu görüşlerine karşılık olarak denir ki: "Evet, dediklerinin hepsi doğru. Biliyorsun ki senin rızkın önceden takdir edilmiştir. Ama bu rızkın sana nasıl takdir edildiğini bilmiyorsun. Kendi elinle mi yoksa başkasının eliyle mi. Kendi elinle kazanacaksan hangi sebeple ne şekilde kazanacaksın. Bütün bunlardan haberin olmadığına göre, rızkının sana doğrudan yahut gayretle, peşinden koşmakla geleceğini nereden biliyorsun? Nice şeyleri elde et-
mek için çalışıyorsun ki o başkalarına nasib oluyor. Nice başkalarının gayretleri de vardır M o nzık olarak sana geliyor! Bu hususları açıkça görebildiy-sen rızkının tamamen başkasının gayretiyle geldiğini nereden biliyorsun? Yine verdiğim nefis misalinde, mesela o bütün sebepleri müsebbibleri ile beraber bir kenara itmeyi istiyor. Öyle ki cennete girme, ateşten korunma sebeplerine bile bakmamanı söylüyor. Nefis gibi sen de tevekkül ederek bunları bir kenara mı atarsın yoksa bu sebeplere tevekkül ederek mi sarılırsın? Yeryüzünde sürekli tevekkül eden, sabırlı, nefsini Allah'a adamış; kalbini O'na güvenle ümitle, güzel zanla doldurmuş insanlar vardır. Böyle olmakla birlikte birtakım sebeplere doğrudan sarılmakla kalbi daralmış insanlar, kalbini Allah'a bağlayarak, O'na güvenip O'nunla mutmain olarak rızıkları-nı elde etmede en güçlü olan sebepleri elde etmişlerdir. Hiçbir sebebi bir kenara atmamışlar, bir sebepten daha güçlü olan sebebe yönelmişlerdir. Böyle bir kulun tevekkülü, kendine göre en güçlü sebeblere bağlanmaktır. Demek ki kulun kalbini Allah'la meşgul etmesi, O'nunla sükun bulup O'na tazarru etmesi, bu güzelliklere ulaşmaya veya bunları tam elde etmeye mani olan sebeplere tutunmasından daha sevimlidir. Mü'min kişinin kalbi, Allah'a yaklaşma sebebi ile O'ndan uzaklaşma sebebini bir arada bulundurmaz, birinden diğerine geçer. Şüphesiz kulun kendisiyle kalbini doldurup meşgul ettiği en güzel hal, Rabbiyle meşgul ettiği haldir. Her iki güzel hali üzerlerinde toplamış olanlar Rasûller ve Ashâb-ı Kirâm'dır. Meselâ Zekeriyyâ (AS) marangozdu. Hz. Nuh (AS) gemi yapardı. Sahabe arasında tevekkül ederek sebebi bir kenara atan kimse yoktu. Sebebi bir tarafa atmak şöyle dursun tevekkül ile sebebe aynı anda bağlanırlardı. Görmüyor musun ki onlar, din yolunda elleriyle dilleriyle düşmanlarla harp etmişler; gerçek tevekkülle bu uğurda çalışmışlar; ellerinde bulunan mallarını Allah yolunda en güzel şekilde kullanmışlar, salat ve selam O'nun ve âlinin üzerine olsun, tevekkül edenlerin efendisine uyarak mallarını ihtiyaç sahiplerine gerektiği kadar vermişler, dağıtmışlardır.
ihtiyat ile vesvese arasındaki fark: İhtiyat, sünnete, Rasûlullah'ın ve ashabının üzerinde olduğu şeye aşırılığa kaçmadan, hadde tecavüz etmeden, ihmal ve tefrite düşmeden gerektiği şekilde uymaktır. Allah ve Rasûlünün razı olduğu ihtiyat işte bu tür ihtiyattır. Vesvese ise, sünnette açıklanmamış ne Rasûlullah'ın ne de ashabının yapmadığı bir şeye uymaktır. Ki bu durumdaki kişi meşru şeyi elde edip koruduğuna inanmaktadır. Abdeste, uzuvlarını üçer defadan fazla yıkamak, böylece abdest ve gusül suyunda israf etmek böyle bir ihtiyata örnektir. Yine birkaç defa yahut bir defa namaza niyetini açıktan söylemek, pisliği kesin bilinmeyen bir necasetten dolayı ihtiyaten elbisesini yıkamak, ihtiyaten namazını ayakkabısı ile kılmak gibi vesveseler de bu kısma girer, İhtiyat, Rasûlullah'ın yoluna ve O'nun getirdiklerine uymaktır. Rasûlullah'ın sünnetine yönelik ihtiyat sınırından çıkan kimse, ihtiyatı bırakmış en kötü yola girmiş kimsedir. Yeryüzünde bulunan çoğu insana hatta herkese karşı olsan da, sünnete karşı gelmemek için ihtiyatlı davranman ihtiyatın tâ kendisidir.
Meleğin ilhamı ile şeytanın bırakması arasındaki fark: Bunların birkaç kısmı vardır. Birincisi Allah'ın rızasına, Rasûlullah'ın getirdiklerine uygun olanlar meleğin ilhamıdır. Allah'ın rızasına uygun olmayan diğer şeyler ise şeytanın bırakmasıdır. İkincisi: Allah'a yönelişi, O'ndan yardımı, O'nu anmayı ve O'na ulaşmak için yüksek hedef meleğin ilhamıdır. Bunların dışmdakilerse şeytanın bırakmasıdır. Üçüncüsü: Kalbe ünsiyet ve nur veren, göğüste genişlik oluşturan şeyler melekten; bunun aksine olanlar ise şeytandandır. Dördüncüsü: Kalbe sükûnet, mutmainlik verenler melekten; kalbe üzüntü, ıztırap ve rahatsızlık verenler ise şeytandandır. Melekî ilhamlar, Allah'ın nuruyla aydınlanmış temiz, saf kalblerde çokça görülür. Kalb temiz olunca, ilham veren melekle kalb arasında bir münasebet bulunur. Çünkü melek temiz, hoş kokulu varlık olduğundan ancak kendine uygun kalble dostluk kurar. Böylece, meleğin kalbe bırakması şeytanmkinden daha çok olur.[377] Şehvetler ye şüpheler dumanıyla kararmış karanlık kalbe gelince, bu kalbe ise şeytanın bırakması meleğinkinden daha çok olur.
İktisat ile cimrilik arasındaki fark: İktisat, ifrat ve tefrite kaçmadan orta yolu takip etmektir. İktisat, birbirine zıt iki uçtan oluşur. Bunlar cimrilik ve savurganlıktır. Muktesit ise orta yolu takip eden aşırı iki uçtan kaçınan kimse demektir. Bu hususta Yüce Allah âyetlerinde şöyle buyurur: "Ve harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur[378]Ellerini boynuna bağlanmış yapma, tamamen de açma"[379] ve: "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.[380] Yani yeme ve içmelerinde bu iki aşırı kutbun arasında olun. İslâm, diğer dinler arasında bir dindir. Sünnet, bid'atlar arasında dengedir. Allah'ın dini de aşırı yükseklikle aşırı alçaklık arasında orta bir yerdedir. Aynı şekilde ictihad da, emre uymada gayret sarfetmektir. İçtihatta aşırılık ise haddi aşmaktır. Yüce Allah bir şeyi emretti mi şeytanın muhakkak onda iki dürtüsü vardır. Ya aşırılığa kaçar, haddi aşar. Yahutta ihmal eder, tefrite düşer. İtikatta, amelde ve yönelişte bu iki afetten kurtulanlar sadece Rasûlullah'ın peşinden gidenler; Rasûlullah'ın getirdiklerini alıp bunun karşılığında insanların görüşlerini sözlerini terkedenlerdir. İnsanların görüşlerini sözlerini alıp Rasûlullah'ın getirdiği şeyleri terkedenler ise bu iki afetten kurtulamazlar. Tehlikeli bu iki hastalığa çoğu insan mübtelâ olmuştur. Bu nedenle selef, bu iki hastalıktan son derece sakınmış; bunlardan birine mübtelâ olanları da helak olma korkusuyla korkutmuşlardır. Bir insanda bu iki hastalık bazen birden bulunur —ki çoğu insanların durumu budur— dininin bir kısım hükümlerinde hem ifrat hem de tefrite düşerler, bir kısmında ise haddi aşarlar. Hidayete eren, Allah'ın hidayete erdirdiği kimsedir.
Nasihat ile serzenişte bulunmak arasındaki fark: Nasihat, öğüt verdiğin kimseye, merhamet ederek, acıyarak ve ona farklı davranarak ihsanda bulunmandır. Yani nasihat, merhamet ve naziklikten doğan mahza ihsandır. Nasihat eden kişinin amacı, Allah'ın rızasını, rahmetini çekmek; Allah'ın kullarına ihsanda bulunmaktır. Bu amaçta olan kişi, son derece lütufkâr olur. Öğüt verdiği kimsenin ezasına, kınamasına tahammül eder. Ona olan muamelesi, maharetli, şefkatli doktorun hastasına olan muamelesi gibidir. Doktor, hastasının kötü ahlakına, geçimsizliğine ve nefretine tahammül eder; ilacı ona içirmek için bütün yolları dener. Nasihat veren kişinin durumu da böyledir.Serzenişte bulunan kimse ise, içindeki kinini kusan, ihanet eden ve onu nasihat suretiyle kınayıp, ona serzenişte bulunana: "Ey şunu şunu yapmış adam. Ey ihaneti, kötülüğü hak etmiş adam" diyerek şefkatli ve öğüt veren konumunda bulunan kimsedir. Serzenişte bulunan kimsenin özelliği şudur: Kendisini seven, kendisinin yaptığı gibi yapan yahut kendisi gibi kötülük işleyen bir adam gördüğünde ona karşı çıkmaz, hiçbir şey demez. Birçok mazeretlerle arkaya çıkar. Üzerine biraz varılınca da: "O, nasıl oluyor da günahsız oluyor? İnsan hata işleyebilir. Ama güzel amelleri, kötü amellerinden daha çoktur. Ayrıca Allah, çok bağışlayandır, acıyandır da.,." der. Bu ne tuhaf şey ki, öfkelendiği kimseye karşı değil de, sevdiği kimseye karşı böyle diyebiliyor?! Öğüt vermek suretiyle serzenişte bulunmanın hazzıyla afv ve mağfiret ummanın hazzı nasıl bir oluyor ve de çeşit çeşit mazeretler ileri sürmek nasıl mümkün olabiliyor?Nasihat verenle serzenişte bulunan kimse arasındaki farktan biri de şudur: Nasihat veren, nasihatim kabul etmediğinde sana düşman olmaz. "İster kabul et ister kabul etme, Allah katında ben mükâfatımı aldım" der, o kimsenin arkasından dua eder ve de insanlar arasında nasihatte bulunduğu kişinin hiç kusurlarından bahsetmez. Serzenişte bulunan kimse ise bunun tam tersidir.
Mubâdere ile (zaman gözetlemek) acele arasındaki fark:Mubâdere, zamanında elde ettiği fırsatı ganimet bilip onu elinden kaçırmamak; eğer kaçırmış ise peşine düşmektir. Bu özellikteki insan, işlerini ne vaktinden önce yapar ne de vaktinden sonra. Vakti gelince aslanın, avına saldırdığı gibi bu kimsede hemen işini görmeye başlar. Bu kimse, olgunlaşmış, yetişmiş meyveleri derhal toplamaya koğulan insana benzer.Acele ise bir şeyi zamanından Önce istemektir. Aşırı hırsından dolayı bu kimse henüz olgunlaşmamış meyveleri toplamaya çalışan insana fcenzer. O halde mübâdere, birisi tefrit ve zayî etmek diğeri ise zamanından Önce bir işe yönelmek olan kötü iki huyun ortasında bulunmaktadır. Bu nedenle acele, şeytandan sayılır. Çünkü acele, kulu sebattan, vakardan ve hilimden engelleyip işlerini yerli yerince yapmamaya mecbur eden, kulun üzerine birçok kötülükleri çekerek çeşitli güzelliklerden alıkoyan hafiflik ve sersemliktir. Tembellik, kaybetmenin elden kaçırmanın dostu olduğu gibi acele de pişmanlığın dostudur. Acele edipte pişman olmayan insan oldukça azdır.
İçinde bulunduğu durumu belirtmekle şikayet etmek arasıdaki fark: Yapı itibarile birbirlerine benzerlerse de aralarında fark vardır. İçinde bulunduğu durum bildiren kimse, karşısındaki dostuna yanma gelmesinin sebebini samimî olarak bildirmek yahut dostunun kendisinden istediği bir şeyi yapamadığı için özür dilemek yahutta kendinin düştüğü duruma kardeşinin de düşmesinden sakındırmak amacını gütmektedir ki, durumunu bildirerek dostuna öğüt vermiş veya ona sabır ve teselli vermiş oluyor. Anlatıldığına göre Ahnef, kendisine şikâyette bulunan adama: "Ey kardeşimin oğlu. Şu kadar sene önce gözümün parlaklığı gitti, ama bunu daha kimseye söylemiş değilim" demiştir. Ahnef, kendisinin de başına gelen musibeti anlatarak şikayete gelen kimseye sabır ve sükûneti tavsiye ediyor. Ancak, her ikisinin şikayetlerini anlatmalarındaki maksatları farklıdır. Daha güzel misal de Hz. Aişe: "Vay başım!" dediğinde Rasûlullah'm da: "Vay benim de başım!" diye karşılık vermesidir.[381]Yani, benim başım seninkinden daha çok ağrıyor. Üzülüp, şikayette bulunma. Aklıma bir yorum daha geldi. Hz. Aişe, Rasûlullah'm dostu ve kesinlikle hanımları arasında en sevdiği hanımıdır.[382] Hz. Aişe Rasûlullah'a başından şikayette bulununca, Rasûlullah, ona olan sevgisinden dolayı kendi başının ağrıdığını da söylemiştir. Kişinin, dostuna vereceği en iyi karşılık budur. Kişi, dostunun acısına acınır, sevgisine de sevinir. Öyle ki dostunun bir uzvu incinince, bilfiil kişinin kendi uzvu da, ona olan gerçek sevgisinden, saf dostluğundan dolayı, incinir. Birinci manadan şu anlaşılır: Şikâyette bulunma, sabret. Bak, benim de senin gibi derdim var. Sabırla, şikâyet etmeden benim halime üzül. İkinci manaya göre gerçek sevgisini azhar ederek: "Sana olan derin sevgime bak. Senin elemine nasıl üzülüp de benim de başım ağrıyor. Ben de rahatsızlık yokken sen bana acımı anlatmıyorsun. Seni ise sevindiren şey beni de sevindirdiği gibi, seni üzen şey beni de üzmektedir" demiş olmaktadır. Şairin biri de:Yani, "Hüzünlü anında, seni üzen sevince üzülenler insanların en hayır-lısıdır" demektedir.Şikâyette ise böyle güzel bir amaç bulunmaz. Şikâyetin kaynağı, öfke ve başındaki belayı başkalarına şikâyet etmektir. Kişi, bu şikâyetini Allah'a yaparsa bu şikâyet sayılmaz; Allah'tan şefkat, merhamet ve yardım dilemek olur. Bu konudaki misaller şunlardır: "Hz. Eyyûb (AS) diyor ki: "Bu dert bana dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.[383] Hz. Ya'kub: "Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a arzederim"[384]demiştir. Hz. Mûsâ da: "EyAl-lahım, hamd sanadır. Şikâyetler sana bildirilir, yardım senden istenir, me-ded senden umulur ve işler sana havale edilir. Senin gücünden başka güç ve kuvvet yoktur" demiştir. Âdemoğullarının efendisi Rasûlullah da şöyle demiştir: "Ey Allahım, kuvvetimin azaldığını, çaremin tükendiğini ve insanlar karşısında zayıf düştüğümü Sana arzederim. Sen şüphesiz güçsüzlerin Rab-bisin. Sen ki Rabbim! Beni kime bırakıyorsun? Saldırıya uğramayacağım uzak yerlere mi, yoksa işimi kendisine verdiğin düşmana mı bırakıyorsun. Eğer senin bana karşı herhangi bir gadabın yoksa bunlara ben aldırmam. Fakat Senin afiyetin beni kuşatmıştır. Karanlıkların aydınlandığı, dünya ve ahiret işlerinin düzenlendiği vechiyin nuruyla, üzerime gadabınm veya öfkenin bana gelmesinden Sana sığınırım. Razı oluncaya dek hoşnutluk Sana olsun. Hiçbir güç ve kuvvet yoktur ki muhakkak o, Seninledir.[385]Demek ki Allah'a yapılan şikâyet hiçbir şekilde sabra münafî olmaz. Çünkü Yüce Allah: "Bu dert bana dokundu" diyerek kendisine şikâyette bulunan Hz. Eyyûb hakkında: "Gerçekten biz onu sabreden bir kul olarak bulduk. O ne güzel kuldu. Daima bize başvururdu"[386]buyurmuştur. Hz. Ya'kub da, kendi kendine güzel sabır sahibi olmaya söz vermiş, Rasûlullah da O'nun hakkında: "O sözünde durmuştur" demiştir. Hz. Ya'kub diyor ki: "Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a arzederim." Yüce Allah, onun bu sözünü sabrında kusur olarak görmemiştir. Durum böyle olunca insanların batıl sözlerine iltifat etmemeli. Bazıları diyor ki: "Hz, Ya'kub: "Bu dert bana dokundu" deyince Allahû Teâlâ: "Biz onu sabreden bir kul bulduk" buyurmuştur. Hz. Ya'kub, bu dert bana dokundu demesine karşı Yüce Allah da, biz onu sabreden bir kul yani "sabir" bir kul bulduk buyurmuş, çok sabreden manasına "sahur" bir kul bulduk dememiştir. Bazıları da: Hz. Ya'kub: "Bana merhamet et" dememiştir. Sadece: "Sen merhametlilerin en raerhametlisisin" demiştir; içinde bulunduğu diğer halleri Allah'a arzetmemiştir demektedir. Bazıları da: Hz. Ya'kub dili tutulup Allah'ı zikredemez olunca, zikir yapamamaktan, şikâyetçi olmuştur. Şikâyeti kesinlikle hastalıkla, elemle ilgili değildir" demiştir. Bazıları ise: "Bu ümmetin güçsüzlerine örnek olması açısından, Hz. Ya'kub'un bu sözü alınmıştır" demiştir. Tabîi, bu görüşte olanlar Allah'a şikâyette bulunmanın sabra aykırı olacağını söylemiş olmaktadırlar ki bu galatın en kötüsüdür. Sabra münafî olan şey, Allah'a değil de başkalarına yapılan şikâyettir. Bu nedenle kulunun yalvarmasını, duasını ve şikâyetini duymak için Yüce Allah kuluna birtakım belalar verir. Allah, şiddete sabretmeyi arzulamaz. En çok sevdiği şey kulunun kalbinin, huzurunda kırılması, kendini zelil görerek, güçsüzlüğünü, muhtaçlığını, acizliğim ve sabrının azlığını izhar etmesidir. Zorluğa sabredebileceğim Allah'a göstermekten şiddetle sakın. Sana düşen yalvarmak, sükun bulmak, acizliği, muhtaçlığı, zillet ve güçsüzlüğü açığa vurmaktır. Allah'ın böyle bir kalbe rahmeti, elin ağza yakınlığından daha yakındır.
Bu babta, anlatılması gereken farklar çoktur. Kader yardım ederse müstakil bir eser yazarız. Burada anlattıklarımız, temel farklardır. Akıllı kimse bu kadarıyla yetinir. Dinin tamamı farklardan oluşur. Allah'ın Kitab'ı el-Furkân'dır.[387] Muhammed (SAV) insanlar arasında farklı bir kimsedir.[388] Kim Allah'tan korkarsa Allah o kimseye furkan kılar. Yüce Allah: "Ey iman edenler, Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü birbirinden ayırıcı (furkân) anlayış verir"[389]buyurmuştur. Allah'ın dostlarının, düşmanlarından ayrıldığı gün olan Bedir gününe furkân denir.[390]Hidayetin tamamı furkândır. Dalaletin aslı ise birleştirmektir. Nitekim müşrikler Allah'a kulluklâ putlara kulluğu, Allah sevgisiyle, putların sevgisini; Allah'ın sevdiği razı olduğu şey ile takdir ettiği hükmettiği şeyler arasını birleştirmişlerdir. Dolayısıyla buyruğu tek saymışlar, kaza ve kaderiyle rızasına, sevgisine deliller bulmuşlar: "Şüphesiz abş-veriş riba gibidir"[391] diyerek alış-verişle ri-baya; temiz etle, ölü hayvan etini bir saymışlar arkasından da: "Elimizle Öldürdüğümüzü yerken Allah'ın öldürdüğünü niçin yemeyelim" demişlerdir. Dinlerdeki helal ve haramları kaldıranlar da: "Şu kadını da yaratan Allah'tır, bu kadını da. Şu hayvanı da yaratan O'dur bu hayvanı da. Birisi helal olup diğeri nasıl haram olabilir" diyerek Allah'ın dostlarıyla, şeytanın dostlarını bir saymışlardır.İttihadi bir fırka da çıkıp vadiyi köylere çevirmiş, hepsini tek bir zatta birleştirince "İşte tek Allah budur" Bu fırkanın prensiplerini koyan birisi de "Bil ki, iş birleştirmektir, furkan değildir" diyerek şu şiiri söylemiştir.Şiirin manası; "Emir sadece bir düzendir. Onda ne övgü ne de yergi vardır. Gelenekler bu emri tahsis ederken akıl ve Şarî' bu emirle hükmeder".Kısacası, basiretli kişiler furkân sahipleridirler. Şüphelere karşı insanların en furkânlısı (anlayışlısı), en basiretli olandır. Benzeşme, sözlerde, fîil--lerde, amellerde, durumlarda, mallarda ve insanlarda olur. Bütün bu saydıklarım benzer şeylere çoğu ilim sahipleri gelir ama, Allah'ın dilediği kullarının kalbine attığı nur olmaksızın bu benzer şeyler birbirinden ayrılmaz. Bu nur sayesinde, işlerin gerçek yönleri görülür, doğrusu yanlışından, sağlamı da sakatından ayrılır: "Allah, bir kimseye nur vermedikten sonra onun nuru olmaz" buyurulmuştur.[392] Bu konuyu fazla uzatmamalı, belki kitabın en faydalı bölümü olur. Bu açıklamalara, çok ihtiyaç vardır. Eğer Yüce Allah bu izahlardan seni rızıklandırırsa, anlayışın seni rızıklandırırsa, anlayışın (furkânın) artar. İşte Rasûllerin tevhidi ile muattılının tevhidi arasındaki fark budur. Rasûlleri hatalardan uzak görmekle muattalları hatalardan uzak görmek arasındaki fark; Allah'ın sıfatlarının, yüceliğinin, konuşma ve konuşturmasının var oluş gerçeği ile teşbih ile temsil arasındaki fark; amel ve iradeyle mücerred tevhid inancıyla Allah'ın kendilerine dereceler verdiği derece sahiplerine saldırmak arasındaki fark; mücerred olarak masum kişiye uymakla âlimlerin görüşlerini bir kenara atmak, onlara itibar ve iltifat etmemek arasındaki fark; bilen kişiyi taklid etmekle onun ilmi ışığı altında anlayışından faydalanarak aydınlanmak arasındaki fark; Rahman dostlarıyla şeytan dostları arasındaki fark; Rahmanı iman halinde bulunmakla şeytanî ve nefsanî küfür arasındaki fark ve Allah tarafından indirilmiş herkesin uyması gereken hükümle yalnızca zaruret anında uyulabilecek, karşı çıkana fazla zararı olmayan müevvel hükme uymak arasındaki fark da anlayış, basiret farkıdır.
Sözünü ettiğimiz farklara kısa kısa işaret ederek kitabımıza son vereceğiz. Kısa kısa işaret etmemiz, bu farklardan her birinin, büyükçe bir kitabı dolduracak kadar geniş olması nedeniyledir. Rasûllerin tevhidi ile muattıl-larm tevhidi arasındaki fark: Rasûllerin tevhidinde, Allah'ın kemâl sıfatları ortak koşmaksızm yalnızca O'na ibadet etmek genişçe yer tutar. Yönelişte, sevgide, korkuda, ümitte, sözde, yerinde ve adakta O'na bir eş tutulmaz. Kul Allah'a eşler koşmayı kalbinden, niyetinde, dilinden ve ibadetlerinden atar. Allah'ın gerçekte eşleri olmadığı için, kulun kalbinde ve dilinde hiç olmaması gerekir.Muattılların tevhidi ise, Allah'a ait isim ve sıfatların gerçeğini kabul etmez, bunları Allah'tan soyar. Allah'a ait sıfatları dilinden atabilenler derhal dillerinden bu sıfatları atarlar. Bunu yaparken de ne sıfatları anarlar, ne bu sıfatları içeren ayetleri ağızlarına alırlar, ne de Allah'a ait sıfatları açıklayan bir hadise bakarlar. Allah'ın sıfatlarını dillerinden atamayanlar ise, sıfatlara silip süpürerek yaklaşırlar, sıfatların gerçek manalarını reddederek manası olmayan veya olsa bile bilmece-bulmaca cinsinden bir manası olan içi boş isimler yaparlar. Bir kimse Allah'ı sıfatlarından soymak istiyorsa, nass tarafından sıfatın değiştirilen manası aynı ölçüde kendisinden sakındığı manaya eşit olması gerekir. Bu durumda eğer temsil, teşbih ya da gerçekte bir hudûs (sonradan olma) sözkonusu ise nassm işaret ettiği manaya sarılması, bu hususta kendi anlayışını bırakması gerekir ki gerçekte böyle bir ilzamın olmaması daha evladır. Böyle bir ilzamın mümkün olmadığı bilinince bütün sıfatlan soymak geriye kalıyor. Bu, sıfatlardan soyma esasına yönelik bir uğraştır. Aralarındaki fark yakındır, ama batılı hüküm saymak olacağından dolayı çelişkilidir. Şöyle ki, kendi kabul ettiği birtakım sıfatlan Allah'a vermek, geri kalanını ise kenara atmak çelişkinin kendisidir. Her ikisinde bulunan sakat lüzumluluk tektir. Gerçek lüzum ise bunların arasını açmaz.
Kısacası onlar, bu çeşit sıfat soymaya tevhid diyorlar. Bunları yaptığı sadece Allah'ın isimlerinde sıfatlarında ilhad ve bunların gerçeklerini ta'tîl etmektir.[393]
Allah Teâlâ'yı Rasûllerin tenzih etmesiyle dinsizlerin tenzih etmesi arasındaki fark: Rasûller, Allah'ın, kendisinden münezzeh olduğunu belirttiği kusurlardan, ayıplardan O'nu tenzih etmişlerdir. Bu kusur ve ayıplar Allah'ın kemâliyle, rubûbiyet ve azametinin kemâline münâfidir. Bu kusurları şöyle sıralayabiliriz: Uyuklamak, uyumak, gaflet, ölüm, yorulmak, haksızlık yapmak, kandırmak, rakip edinmek, ortağı, hanımı, çocuğu olmak, izni olmadan şefaat edebilmek, kullarını ihmal edip başı boş bırakmak, insanları amaçsız yaratmak, göklerin yerin ve aralarında bulunanlan batıl olarak yaratmak, mükafat, azab, emir ve yasak bulunmamak, Allah'ın dostlanyla düşmanlarını, iyiler ile fâcirleri, kâfirler ile mü'minleri eşit görmek, mülkün de dilemediği şeylerin olması, birçok yönlerden başkalarına muhtaç olması, bir şeye hüküm verirken başkalarının O'na ortak olması, kendisine gaflet, sehv ve unutma arız olması; va'dinden dönmesi, hükümlerinin değişmesi yahut Allah'a hem isim olarak hem vasıf olarak hem de fiil olarak kötülük nisbet edilmesi vb. Gerçekte Allah'ın bütün isimleri güzeldir; bütün sıfatları kemâl derecesindedir ve bütün fiilleri de hayır, hikmet ve maslahattır. Rasûller Rabblerini işte böyle tenzih ederler.Dinsizlere gelince bunlar ise Allah Teâlâ'mn kendisini vasfettiği kemal sıfatlardan O'nu tenzih ediyorlar. Allah'ı tenzih ettikleri noktalar şunlardır: Allah, ne kendisi ne de başkasıyla konuşabilir. Arşa istiva etmez. Dua anında eller O'na kalkmaz. Güzel sözler O'na ulaşmaz. Katından hiçbir şey inmez. Melekler ve Cebrail katına çıkmaz. Bütün kullarının ve yaratıklarının üzerindedir. Gökleri bir eliyle, yeri de diğer eliyle tutamaz. Gökleri bir parmağıyla, yeri bir parmağıyla, dağlan bir parmağıyla ve ağacı bir parmağıyla tutamaz. O'nu vechi yoktur. Cennette mü'minler O'nu, gözleriyle göremezler; O, mü'minlerle konuşmaz; onlara selam vermez ve gülerek onlara tecelli etmez. Her gece dünya semasına inip: "Kim benden bağışlanmak diliyor? Onu bağışlayayım. Kim benden bir şey istiyor? Onu ona vereyim" demez. Ne semaya iner ne de birşeyler der. Yaptığı şeyi amaçlı yapmaz. Bütün fiilleri, hikmetten ve bilinen gayeden uzaktır. Dilemesi tam, iradesi de geçerli değildir. Allah birşey diler, kullan da başka bir şey dilerse Allah'ın dilediği olmaz, kulun dilediği olur. Birşeyi dilemez, dilemediği şey olur. Dilediği şey ise olmaz. Dinsizler, Allah'ın dileği ile ilgili bu tersliklere adalet ismini vermektedirler. Yukarıda anlattıklarımıza da tevhid dediklerini söylemiştik. Yine bunlara göre Allah ne sever ne de sevilir. Şefkati, rahmeti, öfke ve nzası yoktur. Dinsizlerden bir grup da Allah'ın duyup işitemiyeceğini, bir başkalan da, O'nun var olamayacağını savunarak diyorlar ki: "Yukandakiler, Allah'ı teşbih ve temsilden tenzih edince, bizim de O'nun varlığını tenzih etmemiz yani var olmadığını söylememiz gerekmektedir: "Bu son saydıklanmız dinsizlerin Allah'ı tenzih etmeleri, en başta saydıklarımız ise Rasûllerin O'nu tenzih etmeleridir.
Allah'a ait isim ve sıfatların gerçekliklerini kabul etmekle teşbih ve temsile kayma arasındaki fark: Ahmed b. Hanbel ve aynı görüşte olan hidayet önderleri diyorlar ki: "Şöyle demen teşbih ve temsildir: Allah'ın eli benim elim gibi. O'nun kulağı benim kulağım gibi. O'nun gözü benim gözüm gibi... vs. Ama şöyle dersen: "Allah'ın kulağı, gözü, eli, yüzü ve arş'a istivası vardır, ama bunlardan hiçbirisi insanlardaki gibi değildir, vasıflanan-lar arasında (Allah'la kul arasında) fark olduğu gibi sıfatlar arasında da fark vardır. Burada nasıl temsilden teşbih bahsedilebilir. Keşke mülhidlerin (dinsizlerin) ortalığı karıştırmalan olmasa! O halde Rasûllerin ittifakla bildirdikleri gerçek, bozmak, âtıl bırakmak, temsil ve teşbih yapmaksızın Allah'ın kendisini ve Rasûllah'm bildirdiği sıfatlarla anlatmaktır. Yani O'na ait sıfatları doğrulamak, insanlara benzemesini reddetmek. Kim Allah'ı kuluna benzetirse küfretmiş olur. Kim, Allah'ın kendisini anlattığı sıfatların gerçekleri inkar ederse bu kimse de küfretmiş olur. Ama kim de sıfat ve isimlerinin gerçeklerini kabul eder, Allah'ı insanlara benzetmezse dosdoğru yolu bulmuş olur.
Saf tevhidle, çeşitli mertebeleri olan insanlara haksızlık etmek arasındaki fark: Tevhid'in saf olması, Allah'a ait hak ve özelliklerden hiçbirini, kula vermemektir. Meselâ, kula ibadet edilmez, onun için namaz kılınmaz, ona secde edilmez, adıyla yemin edilmez, adak yapılmaz, onu tevekkül edilmez; ona kulluk yapılmaz, Allah'a onun adıyla yemin edilmez, Allah'a yaklaşmak için ona ibadet edilmez ve şöyle söyleyerek Allah'la bir tutulmaz: "Allah ve sen dilersen; bu senden ve Allah'tandır; ben, Allah ve seninleyim; ben, Allah'a ve sana tevekkül ediyorum; benim için gökte Allah yerde ise sen varsın; bu, senin ve Allah'ın ihsanlarıdır. Allah'a ve sana tevbe ediyorum. Allah ve sen bana yetersin." Bu inançta olan insan, daha sonra müşriklerin büyüklerine secde ettikleri gibi o da Allah'a eş koştuğu kimseye secde ediyor. Onun için başını tıraş ediyor. Adına yemin ediyor, adakta bulunuyor. Ölümünden sonra kabrine secde ediyor. Mühim şeylerinde ihtiyaçlarında ondan yardım umuyor. Allah'ın Öfkesine rağmen ondan hoşnut olurken, Allah'ın razı olduğu hususlarda ona öfkelenmiyor. Allah'tan daha fazla ona yaklaşıyor. Ayrıca ona olan sevgisi, korkusu ve ümidi, Allah'a olan sevgisinden, korku ve ümidinden daha fazla veya ona denk oluyor. Bir kimse, Allah'a ait Rabblik özelliklerini O'ndan gasbedip Allah'ı, başkalarından fazla olarak kendi adına zararı-faydası, ölümü hayatı ve dirilişi olmayan kul seviyesine indirirse, müşriklere rağmen bu, Allah'ın ne noksanlaşması olur ne de değerinden düşmesi olur. Nitekim Âdemoğullarının Efendisi şöyle der: "Hıristiyanların, Meryem oğlunda aşırıya kaçtıkları gibi siz de bana karşı aşırıya kaçmayın. Ben ancak bir kulum. Bana, Allah'ın kulu ve Rasûlü deyin"[394]Ey insanlar, beni, mertebemden daha yükseklere çıkarmanızı arzulamanı[395]Kabrimi, ziyaretgâh edinmeyin[396]"Ey Allahım, kabrimi ibadet edilen put kılma[397]Allah ve Muhammed dilerse... demeyin.[398] Bir adam Rasûlullah'a: "Allah ve sen dilersen..." deyince Rasûlullah: "Yoksa beni Allah'a eş mi koşuyorsun?[399]demiştir. Günah işleyen bir adam da: "Ey Allahım, Sana tevbe ediyorum. Muhammed'e etmiyorum" deyince Rasûlullah: "Hakkı ehline bil" karşılığını vermiştir.[400] Yüce Allah da bazı âyetlerinde şöyle buyurur: "Senin için emirden birşey yoktur"[401]De ki: Emrin tamamı Allalrtndır"[402] De ki: Ben kendime dahi, Allah'ın dilediğinden başka ne bir zsrar, ne de bir yarar verme gücüne sahibim"[403] ve: "De ki: Ben size, ne zarar ne de akıl verme, gücüna sahibim. De ki: "Allah bana bir kötülük dilerse, Allah'tan başka kimse kurtaramaz ve O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.[404] Yani, O'ndan başka sığınacağım, dayanacağım kimse yoktur. Bir keresinde Rasûlullah kızı Fatıma'ya, amcası Abbas ve halası Safiyye şöyle demiştir: "Allah katında, sizin için hiçbir salahiyetim yoktur.[405]es-Sahîh'te ise: "Allah'tan size hiçbir fayda veremem" şeklinde geçer. "Fakat müşriklerin yaşlılarına ve ilahlarına karşı bu tür istekte bulunmaları çokça görülmüştür. Allah'tan istemeyi bırakarak kendi ilahlarına yaşlılarına yönelmişler; kendi ilahlarının böyle tasarrufları olmadığını söylemekle, kişinin onları mertebelerinden düşüreceğini, noks ani aştıracağını zannetmişlerdir. Yani, ilahî özelliklere son derece haksızlık etmişler şu âyette belirtilen nasiplerini almışlardır: "Onların tanrılarından ayrı olarak Allah tek başına anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbleri ürker. Ama O'ndan başka tanrılar da anılınca, hemen sevinirler.[406]
Günahlardan ma'sum Rasûlullah'a gerektiği şekilde uymakla âlimlerin görüşlerin reddetmek, boş çıkarmak arasındaki fark:Rasûlullah'a gerektiği şekilde uymak hiçbir kimsenin sözünü, görüşünü O'nun getirdikleri Önüne almamandır. Ya, önce hadisin şahinliğine bakarsın. Hadis sahihse ikinci olarak manasını incelersin. Her ikisi de doğru olunca, doğu ile batı arasında bulunan herkes sana karşı olsa da hadisten vazgeçmezsin. Kasûlullah'ın Allah'tan getirdiği şeyin tam karşısında olan bir hususta ümmetin ittifak etmesinden Allah'a sığınırız. Fakat, âlimler arasında Rasûlullah'ınkine uymayan bazı görüşler ileri sürenler olabilir. Eğer sen böyle bir kimseyi tanımıyorsan, bilgisizliğin nedeniyle o kimsenin sözünü Allah ve Rasûlüne karşı hüccet edinme. Doğrudan naslara git. Nassı küçük görme. Bilmelisin ki nassa uygun olan şeyi muhakkak biri söylemiştir, ama o sana ulaşmamıştır. Naslan bilmek, dinin korunmasında, zabtında âlimlerin mertebelerini korumak, onlarla dost olup onlara saygı ve emanet ve ictihad-lanna inanmakla mümkündür. Çünkü onlar bir ecir iki ecir ve bağışlanma dairesi etrafından dönmektedirler.[407] Ancak bu, o senden daha iyi biliyor endişesiyle nassları bir kenara atmayı ve herhangi bir âlimin görüşünü nassla-ra tercih etmeyi gerektirmez. Senden daha iyi biliyor endişesiyle nasslan bırakır, âlimin görüşünü alırsan nassları senden daha iyi bilen âlimin çıkardığı hükümler senin bulduklarına uygun olmamalı mıydı? Her nedense âlimlerin görüşlerini nasslara vuran, nasslarla görüşlerin durumunu ölçen, nassa karşı çıkan görüş bulunca da o görüşten vazgeçmeyen yani âlimin görüşünü heder edeceğine nassı heder eden insanlar olmuştur. Bunlara göre insanlar âlimlerin görüşlerine uymakla emrolunmuştur. Âlimlerin gerçek takipçisi de onlara tamamen uyan hiç karşı gelmeyendir. Kısacası, elde muhalif bir nass bulunduğunda onların görüşlerine karşı çıkmak, nassların kendi görüşlerine tercih edileceğini ifade ettikleri küllî kaidelerde, onlara karşı çıkmaktan daha kolaydır. Burada, âlimin her dediğini taklid edenle, âlimin anlayışından ve ilminin ziyasından yardım eden kişi arasındaki fakt ortaya çıkıyor. Taklitçi kimse, âlimin görüşünü araştırmada, Katap'tan ve sünnetten deliline bakmadan alıp, boynuna geçirilen bir iple âlimi takip eden, onun her dediğine uyan kimse gibidir. Mukallid denmesinin nedeni işte budur. Fakat —salat ve selam üzerine olsun— Rasûlullah'a ulaşmak için âlimi anlayış ve ilim nuruyla aydınlanarak ondan faydalanmak böyle değildir. *ünkü bu kimse, âlimlerin delillerini ilk delile götüren bir vasıta olarak bilirlik delile ulaşınca da, başka delillerle istidlal yapmaz. Bu, kıbleyi bul-makçjn yıldıza bakan kişiye benzer. Kıblesini kesinlikle bilince, yıldıza bakmanı bir anlamı kalmaz. İmam Safî derki: "Rasûlullah'ın sünnetini bulan kim&nin herhangi bir kimsenin görüşünden dolayı onu bırakamayacağından, nsanlar icma etmişlerdir.[408]
Fasıl
lahman'ın dostlarıyla şeytanın dostları arasındaki fark: Rahman n dostları için: "Ne bir korku vardır ne de onlar hüzünlenirler.[409]Onlar: "man edip korunurlardı.[410]Rahman'm dostları Bakara suresinin ba-şmdfn; "Onlar felaha ermişlerdir[411] kısmına kadar olan yerde anlatılmaktadır Bakara suresinin orta yerlerinde ise: "Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki Allara, ahiret gününe inandı.[412] İşte doğru olanlar onlardır. Allah'ın azabındın korunanlar da onlardır[413] buyurulmaktadır.el-Enfal sûresinin ba-şındaı:onlara Rabblerinin katından[414]dereceler, bağışlanma ve tükenmez ızık vardır[415] buyurulur. Müminûn sûresinin başından: onlar orada devamlı kalırlar[416] kısmına kadar olan yerde de Rahnıan'ın dostları an-latılü Yine el-Furkân sûresinin sonunda: "Şüphesiz nıü'min erkekler ve kadınla[417]"İyi bil ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeye-cekle'dir. Onlar ki, inandılar ve azabdan korunurlardı"[418]Kim ki Allah ve Rasûüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'nun azabından korunursa, işte kurtıluşa erenler onlardır"[419]Onlar ki namazlarını aksatmadan sürekli kılarar.[420] işte onlar cennetlerde ağırlanırlar[421]ve: "Tevbe eden, ibadet eden.hamdeden[422]gibi âyetlerde Rahman dostları anlatılmıştır.Bu âyetler, Rahman dostlarının ihlasla Allah'a varanlar ve haram ve helal konusunda sünneti bulunca başkalarını bir kenara atıp, başkalarını alıp sünneti bir kenara atmayanlar olduğu belirtilmiştir. Bu kimseler, bid'atçılık yapmazlar, bid'ata düşmezler. Allah, Rasûlü ve O'nun ashabı dışında hiçbir topluluğa üye olmazlar. Dinlerini oyun ve eğlence yapmazlar. Kur'an'ı dinlemek varken şeytanı dinlemeyi arzulamazlar. Azgınlarla konuşmayı Rah-man'm hoşnut olduğu kimselerle konuşmaya; çalgı aletleri ile mesnevileri (veya tambur sazını) Seb'i mesâniye (âyet sayısı yüzden fazla olan ve hârnîm, elif lâm ve tâsinle başlayan yedi büyük sûreye) tercih etmezler. Şair de:Rahman'm dostları şeytanın dostlarına benzemez. Şeytanın dostları basiret ve imanı kaybetmiş kimselerdir. Allah'ın Kitabı'na,[423] doğru yoluna, Rasûlüne, başka şeylere muhalif olan sünnetine ve dostlarına karşı gelenler, karşı gelmeye nasıl cüret gösterip elçisinin doğru yolundan, izinde ayrılıyorlar anlamıyoruz. "Onlar, Allah'ın dostları olamazlar. Allah'ın dostları, ancak O'nun azabından korunanlardır. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.[424]
Rahman'm dostları, kendisine çağıran dostlarının sevgisine bürünmüş ve dostlarının yolunda çıkanlarla harbeden kimselerdir. Şeytanın dostları ise, dostlarının sevdiği iş ve söze sarılan, dostlarını arayan ve kendilerini dostlarından ayırmaya çalışanlarla harbeden insanlardır. Şeytanî şeyleri dinlemeyi, şeytana çağıranları ve şeytanın kardeşlerini seven ve insanları Şirk, bi'dat ve günah gibi şeytanın seveceği şeylere çağıran bir insan görürsen bü ki o, şeytanın dostudur. Bunu anlamak için bir kimsenin şu üç yönüne bak: Namazına, sünneti ve ehli sünneti sevip sevmediğine ve Allah ve Rasûlü yoluna çağırmasına, tevhide sarılıp, sünnete uymasına. Bir insanı anlamak istersen muhakkak bu yönlerine bak. Haline, keşfine harika işlerine hatta suda yürüyüp havada uçmasına bile bakma.[425]
Fasıl
Yukarıda saydığımız üç şeyle imanı hal ve şeytanî hal arasındaki fark bilinir. İmanı hal, Rasûlullah'a uymanın, amelde samîmi olmanın ve tam tevhide inanmanın bir meyvesidir. Neticesi ise, din ve dünyalarında müslü-manlara faydalı olmaktır. Bunun, ancak dosdoğru sünnete uymakla, buyruk ve yasakları bilmekle olacağı aşikârdır.Scizkonusu mana için bkz. îbni Teymiyye, el-Furlcânbeyne evliyâî'r-Rahmân ve evliyâi'ş-şeytân ve İbni Kayyım el-CevziyJe, İğâsetul-lehfân.Şeytanî hal ise, ya şirke ya da günaha uymaktır. Şeytanlara yakın olmaktan, onlarla birleşip onlara benzemekten doğar. Putçuların, hıristiyan-larm, ateşperest ve şeytanların durumu böyledir. Şeytanî halde bulunan kişi şeytana ibadet edince, imanı ve aklı zayıf olan insanları avladığı çengelini o adama atar, Allah'tan başka ilah yoktur, neticede nice insanlar böyle helak olur gider. hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı.[426] O halde kişiyi Kitab'ın ve Rasûlün getirdiği şeyin hükmünden çıkaran hal, ne olursa olsun şeytanî haldir. Sihirbazların, ateşperestlerin, hristiyanlann ve zahiren İslama girmiş birçok müslümanların halini, işittim gördüm ki bunlar gerçekte İsîâmdan uzak kimselermiş. Şeytana yakınlığı ve Rahman'a düşmanlığı ölçüsünde böyle bir kimsenin muhakkak şeytanî halden nasibi vardır. Kişi, bazan doğru olur, ama bilgisizliğinden dolayı karıştırılır ve bozulur. Bu durumda ise zühdüne, ibadet ve ihlasına rağmen hali şeytanî olur. Fakat şeytanların meleklerin işlerini tam bilememesi ve iman gerçeklerinden habersiz olması nedeniyle karışmasına gelince, bu durumda olmayan nice insanlar çok şeyler anlatmışlardır. Belki de bu kimse kendisini başkasına benzeten hayalleri, aeaip işleri olan bir kimsedir. Onlarla bunların arasını açamadıklarından dolayı insanlar belaya düşmüş öyle ki her siyahın hurma ve her beyazın da yağ olduğunu sanmışlar. Furkân (anlayış) âlemde bulunan en değerli şeydir. Bunu, kulunun kalbine Allah, hak ile batılı ayırması, iyi, kötü, batıl ve fâsık işleri bununla ölçmesi için atmıştır. O halde furkâm (anlayışı) olmayan kimse, şeytanın ortakları arasına düşmüştür. Yardım Allah'tan umulur. İşler O'na havale edilir.
Fasıl
Allah tarafından indirilmiş uyulması vacip olan hüküm ile nihayetinde uyulması caiz olan müevvel hüküm arasındaki fark: Münzel hüküm, Allah'ın Rasûlüne indirdiği ve kulları arasında kendisiyle hükmettiği hükümdür. Bu, Allah'ın hükmüdür, başkalarının Rasûlullah'a indirdiği bir hüküm yoktur.Müvvel hüküm ise uyulması vacip olmayan, karşı çıkanların fasık olmadığı, küfre düşmediği müctehidlerin farklı görüşleridir. Çünkü müctehitler görüşleri için: "Bu, Allah ve Rasûlünün hükmüdür" dememişler, tam aksine: "Reyimizle ictihad ettik. Dileyen kabul eder, dileyen kabul etmez" diyerek ümmeti kendi görüşlerine bağlamamışlardır. Hatta Ebû Hanîfe: "Bu, benim reyimdir. Kim daha iyisini getirirse onu kabul ederiz" demiştir. Ebû Hanıfe'nin ictihadları bizzat Allah'ın hükmü olmuş olsaydı, bu konularda Ebû Yusuf ve Muhammed'in O'na karşı gelmemeleri gerekirdi. İmam Malik de böyle. Harun Reşid, ümmete Muvatta'da bulunan şeylerle hükmetmeyi teklif edince İmam Malik O'nu bundan menederek: "Rasûlullah'm ashabı çeşitli ülkelere dağılmıştı. Öyle ki bir kavmin yanında bulunan bilgi diğer kaviralerde yoktu" demiştir. İşte Safî, Öğrencilerine kendisini taklid etmelerini yasaklamış, içtihadına karşı bir hadis bulduklarında kendi görüşünü bırakmalarını tavsiye etmiştir.[427] İşte İmam Ahmed! Fetvalarını yazıp tedvin eden kişiye karşı çıkar ve: "Ne beni, ne falancayı ne de falancayı taklid et. Onlar nerelerden almışlarsa sen de oradan al" demiştir.[428]Bu müctehitler, kendi görüşlerini uyulması gerekir görüşler olarak bilselerdi, Öğrencilerinin kendilerine karşı çıkmalarını yasaklarlar, herhangi bir konuda kendi icti-hadlarma uymayan fetvalar vermelerine müsaade etmezlerdi. Bu mücte-bidlerden biri bir görüş açıklıyor, sonra açıkladığı görüşün aksine fetva veriyor. Dolayısıyla bir meselede bir müctehitten bir iki ve daha fazla görüş geliyor. Rey ve içtihada uymak uyulabilecek en güzel şeylerdir. İndirilmiş hüküm ise böyle değildir. Böyle bir hükme karşı gelmek ve bu hükümden çıkmak hiçbir müslümana helâl olmaz.Değiştirilmiş hüküm ise, Allah'ın kendisiyle hükmetmediği hükümdür ki bunu uygulamak, bununla amel etmek ve buna uymak asla helal olmaz. Buna uyan kimse küfür, fisk ve zulüm arasındadır.Vurgulamak istediğimiz konu mutmain, levvâme ve emmâre nefsin bazı durumlarını bildirmektir. Her üç nefiste ortak olarak bulunan şeyler, bir nefsi diğerinden ayıran özellikler, herbir nefsin fiilleri, farklılıkları, amaçları ve niyetleri nelerdir gibi hususlar. Şuna da işaret etmemiz gerekiyor. Bu üç nefis aslında tek bir nefistir. Bazan emmâre olur. Bazan levvâme olur. Ba-zan da mutmainne olur. Çoğu insanlarda bulunan nefis, emmâre nefistir. Mutmainne nefis ise beşerî nefislerde sayıca oldukça azdır. Derecesi ise Allah katında en yüksektir. Mutmain nefis için Yüce Allah: "Sen Rabbinden, O da senden razı olarak O'na dön. Kullarım arasına katıl ve cennetime gir"[429] buyurmuştur.Yüce Allah'tan istediğimiz, ümidimiz, O'na bağlanarak, O'ndan korkarak, katında olanı arzulayarak nefislerimizi kendisine mutmain kılması; nefislerimizin şerlerinden, kötü amelerimizden bizleri koruması; kalbleri Allah'ı zikirden gafil olmuş, hevasına uymuş ve işi de haddini aşmak olmuş olanlardan kılmaması ve: "Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimselerdir"[430]âyetinde belirtilenlerden kılmam asıdır. Muhakkak ki O, duaları ve ümid ehlini işitendir. O bize yeter. O ne güzel dosttur.
[1] Yani Cehm b. SafVân Bidatçılardan olan Mücessime ve Müşebbihe fırkalarının bü-yüklerindendir. Cehmiyye ise bu adama nisbet edilir. Ben derim ki; "Yukarıda da belirtildiği gibi Cehm b. Safvan Müşebiheden olmayıp muattüadandır. (Allah'ın sıfatlarını selbedenlerden).
[2] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[3] İsrâ sûresi, (17/85).
[4] Tirmizî, İman (18); İmam ahmed, Müsned (2/176) rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: "Hâkim ve İbni Hibban da İbni Ömer'den rivayet etmişlerdir. Hadisin tamamı şöyledir. "Allah, onlara kendi nurundan ulaştırdı. İşte o gün,
nur kime isabet etmişse hidayet bulmuştur. Nurdan nasibini alamayanlar ise sapmıştır. Hadisin burası da sahihtir, bkz. Sahîhü'1-câmî (1760).
[5] Câsiye sûresi, (45/13).
[6] Nisa sûresi, (4/171).
[7] Câsiye sûresi, (45/13).
[8] Meryem sûresi, (19/17-19).
[9] Ibni Teymiyye'nin sözü buraya kadar. Nakil yaparken mana dışında bazı lafızlarda değişiklik yapmak İbni
Kayyım'ın adetlerindendir. Sözkonusu fetva, daha da uzundur. Daha geniş bilgi için bkz. Mecmûü'l-fetâvâ, c. 4, s. 216-231.
[10] Ra'd sûresi,( 13/16); Zümer sûresi, (39/26).
[11] Meryem sûresi, (19/9).
[12] Saffât sûresi, (37/96).
[13] A'râf sûresi, (7/11).
[14] Fatiha sûresi, (1/2).
[15] Fatiha sûresi, (L/5).
[16] İnşân sûresi, (76/1).
[17] Hadisin ravisi Buhârî'dir. c. 8, s. 175. Buhâri'de geçen diğer hadisler, bunun tamamlayıcısı niteliğindedir.
[18] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[19] Zümer sûresi',(39/42).
[20] Buhârî Mevâkît (35); et-Tevhîd (31) Ebû Davûd, es-Salât (11); Nesâî, el-îmâme (47); Ahmed, el-Müsned (5/307) de rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: "Şahit göstermeksizin hadisi, Müslim de rivayet etmiştir, c. 5, s. 181-188."
[21] Buhârî, Tevhid; ed-Dârimî, el-İstizan (51); Ahmed, el-Müsned (2/246)'da rivayet etmişlerdir. Ben derim ki "Bu hadis iki hadisten oluşmuştur. Hadisin "ve onu yaşatan" kısmına kadar olan bölümü, Müslim İbni Ömer'den rivayet etmiştir. Geri kalan kısım ise Buharî ve Müslim'in ortak rivayetleridir. Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Dârimî de Ebû Hureyre'den rivayet etmişlerdir. Sonuncuların rivayetinde......Yani, eğer onu yanında tutarsan ona merhamet et" kısmı Yani, "eğer nefsimi yanında tutarsan ona merhamet et" şeklinde geçmektedir, bkz. Sahîhü'1-camî (400). (1281); Sahîhü'1-kelimi't-tayyib, s...
[22] Hadîd sûresi, (57/22).
[23] Yani Allah, nefiste hayra ve şerre meyletme kabiliyeti yarattı.
[24] Çünkü Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Hayrı yarattı; hayra uymamızı emretti. Şerri yarattı; ondan sakınmamızı emretti.
[25] Yani Kaderiyye ve Mutezile gibi bid'atçı fırkalar.
[26] Fâtir sûresi, (35/15).
[27] Vakı'a sûresi, (56/83-85).
[28] İsrâ sûresi, (17/85).
[29] Nahl sûresi, (16/1).
[30] Hûd sûresi, (11/101).
[31] Ben derim ki: "Allah Teâlâ'nm Nebe' sûresinde sözünü ettiği ruhun, manası üzerinde ittifak yoktur. Nafiz Ibni Kesir Tefsirinde <c. 4, s. 465) sözkonusu ruhla ilgili altı görüş nakletmiştir. Görüşlerden dördü, âyette geçen ruhun Cebrail olduğudur. Bu görüşler, Şabî, Saîd b. Cübeyr ve Dahhâka aittir. Âyette geçen ruhun Cebrail oldu-ğunu "Emin ruhu indirdi" âyetiyle istidlal etmişlerdir. İbni Kayyım'ın Selefin tamamına nisbet ettiği görüşü ise İbni Kesir iki yerde zikreder. Birincisi Nebe sûresinde ikinci yer ise İsrâ sûresinde (c. 3, s. 61) İbni Kesir, her iki yerde de bu görüşün sadece bir kaç sahabeden nakledildiğini söyler. Bunun yanında, her iki yerde de bu görüşün zayıf olduğunu; îbni Abbas'tan sahih olarak gelmediyse bu görüşü İsrâiliyattan sayar. Bu durumda İbni Kayyım'ın "bu çoğu hatta bütün selefin görüşüdür" demesinin anlamı ne oluyor? İsrâ sûresinde geçen ruhla ilgili, İbni Kesir çeşitli görüşler rivayet etmiştir, ilki: "O, Adem oğullarının ruhlarıdır". İmam Şevkânî tefsirinde (c. 3, s. 254) der ki: "Kıyamet günü sorgulanacak ruh konusunda insanlar ihtilaf etmişlerdir. Denildi ki: "Bu, bedeni idare ederek ona canlılık veren ruhtur." Çoğu müfessirlerin görüşü de budur.
Ben derim ki: Ayet-i celîleyi okuduğumuzda zihne ilk gelen mana da budur. Sözkonusu âyetin sebebi nuzûîü, kitapta geçmektedir. Allah (cc) en iyisini bilir.
[32] "O gün ruh ve melekler saf saf dururlar. Rahman'ın izin verdiğinden başkası konuşamaz. Konuşmasına izin verilen ise doğruyu söyler" (Nebe' sûresi,78/38) âyetine işaret etmektedir.
[33] İsrâ sûresi, (17/85). Ben derim ki: "Konuyla ilgili hadise gelince; Buharı, Müslim, Tirmizî (bkz. Camiü'1-usûl, c.
2, s. 216-217) ve İmam Ahmed rivayet etmişlerdir, bkz. Tefsîr-i İbni Kesir, c. 3, s. 60-61; İbni Ebî Asım, es-Sünne, c. 1, s. 263-265,
[34] Ben derim ki: "Ruhun özellikleri, ilgili hükümleri bilinmektedir. Zatı ve künhü ise Yüce Allah bildirmediği için bilinmemektedir. Ayrıca ilk bilgi temelini oluşturan hadis ilmi de bundan hiç bahsetmemektedir. Çünkü Rasûlullah'a ait hadisler deAllah'ın denetimin dedir. Bize göre insan ölünce ruhu bedeninden ayrılır. Elimizdeki bilimsel en ince ilmi cihazlarla ölen insanı incelersek, ruhuyla ilgili hiçbir şeyi öğ-renemeyiz. Ruh ayrıldıktan sonra bedeni tartsak bile, bedenin hiç hafiflemediğini görürüz! O halde, sorguya çekilecek ruh, vücut canlılığının sırrıdır. Ruhla ilgili bilgiyi Yüce Allah sadece kendine tahsis etmiştir.
[35] İsrâ sûresi, (17/85).
[36] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[37] şeklindeki kıraat Abdullah b. Mesûd'a aittir. Bu büyük sahabi ile ilgili
Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı dört kişiden Öğrenin. Bunlar, Abdullah b. Mes'ûd, Salim, Mûaz b. Cebel ve Übey b. Ka'b'dır." (Hadis müttefekun aleyhtir.)
[38] İbni Ebî Âsim rivayet etmiştir, (c. 1, s. 264). Bu hadisi zikrettikten sonra Şeyh
Elbânî der ki: "Hadis sahihtir." Elbânf nin daha geniş açıklaması için oraya bakınız.
[39] Bu rivayet zayıftır. ŞuTae, Ebû Bişr Ca'fer b. Evvâm'm Mücâhid'den rivayetini zayıf saymaktadır, bkz. et-Tehzîb.
[40] Câsiye sûresi, (45/13).
[41] Şûra sûresi, (42/52).
[42] Mü'min sûresi, (40/15).
[43] Mücâdele sûresi, (58/22).
[44] Şu'arâ sûresi, (26/193).
[45] Bakara sûresi, (2/97).
[46] Nahl sûresi, (16/102).
[47] Nebe' sûresi, (78/38).
[48] Kadir sûresi, (97/4).
[49] Nisa sûresi, (4/171).
[50] Fecr sûresi, (89/27).
[51] Kıyamet sûresi, (75/2).
[52] Yûsuf sûresi, (12/53).
[53] En'ânı sûresi, (6/93).
[54] Şems sûresi, (91/7).
[55] Âl-iîmrân sûresi, (3/185).
[56] Ben derim ki: "Senden ruhtan sorarlar..." âyetinde geçen ruhun, ölüm anında bedenden ayrılan ruh olduğu bilinmektedir. Bu ruhun, beden canlılığının sırrı olması, Ibni Kayyım'm mahluk olması ile ilgili İleri sürdüğü manaya aykırı değildir.
[57] Hicr sûresi, (15/29); es-Sâd (38/72).
[58] Kasas sûresi, (28/68).
[59] Sâd sûresi, (38/75).
[60] Buhârî, et-Tevhid (37); Müslim, el-îmân (327) Tirmizî, el-Kıyâmet (10); İmam Ah-med, Müsned (1/4) rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: "Nesâî, îbni Mâce, İbni Ebî Âsim, İbni Hüzeyme ve Ebû Avâne Enes'ten rivayet etmişlerdir, bkz. Sahîhü'l-câmî (7882). Ben derim ki: "Tirmizî'nin rivayeti ise Enes'ten rivayet edilenden biraz farklıdır. Ebû Hüreyre hadisinde "her şeyin ismini sana Öğretti" ifadesini, Tirmi2î almamıştır. Hadisin sonunda Tirmizî der ki: "Hadis hasen ve sahihtir."
[61] Hicr sûresi, (15/29).
[62] Enbiyâ sûresi, (21/91).
[63] "Biz de ruhumuzu ona gönderdik. O, ona düzgün bir insan şeklinde göründü" (Meryem sûresi, 19/17) âyetine işaret etmektedir. Ruhla ilgili diğer âyetler için aynı sûrenin 23. âyetine kadar bakınız.
[64] A'râf sûresi, C7/11).
[65] A'râf sûresi, (7/172).
[66] İbni Abdulberr, et-Temhîd'de hadisi zikrettikten sonra der ki: "Hadis, bu senetle munkatı'dır. Çünkü ravî, Müslim b. Yesâr Ömer b. Hattab'a yetişmemiştir. Müslim b. Yesârla Ömer b. Hattab arasında Nuaym b. Rebia vardır. Rebîa'mn bulunduğu senetle de hadis hüccet olmaz. Ayrıca Müslim b. Yesâr meçhul râvîdir. Medine1i Müslim b. Yesar olup Basralı Müslim b. Yesâr olmadığı söylenmiştir. "Daha geniş bilgi için bkz. et-Temhîd, c. 6, s. 1-14; ŞerhüVsünne, c, 1, s. 88-89. Ben derim ki: "İbni Abdulberr ve diğerlerine ait sözleri îbni Kayyım anlatacaktır."
[67] Hadis sahihtir. Hâvilerden Hişam b. Sa'd hakkında et-Takrîb'de: "Doğru birisidir, ama vehimleri vardır" dense de Ebû Davûd hakkında şöyle söylemiştir: "Zeyd b. Eslem'den gelen hadislerde insanların en sağlamlanndandır". Hadisi Tirmizî rivayet etmiştir. Tühfe, c. 9, s. 304-306. Tirmizi der ki: "Bu senetle hadis hasen de garib-dir." Câmîü'l-usûl'de (c. 4, s. 33). Muhakkik der ki: "Hâkim hadisi sahih kabul etmektedir. Zehebî'nin görüşü de budur." Gerçekten hadis onların dediği gibi sahihtir. Ben derim ki: "Sahîhü'1-câmî 'de (5084) hadise sahih denmektedir. Ayrıca îbni Hibban ve İbni Ebî Âsim râvîlerinden sayılmıştır. Fakat İbni Ebî Âsim hadisi bu tamlıkta rivayet etmemiştir.
[68] Ahmed'in İbni Abbas'tan yaptığı rivayette ziyade vardır, c. 1, s. 251, 299, 377. İbni Kesir hadisteki fazlalıkları tefsirinde <c. 1, s. 334) zikrettikten sonra: "Hadis gerçekten garibdir. Ali b. Zeyd b. Cüdan'ın hadislerinde, münkerlik vardır" demiştir. Ben derim ki: "Ancak diğer hadisler bu rivayetin sahihliğini gösterir. Fazlalık ise zayıf olarak kalır" bkz. îbni Ebî Asım, es-Sünne, c. 1, s. 88-91.
[69] A'râf sûresi, (7/172).
[70] Hadis zayıftır. Râvîlerden Ebû Cafer er-Râzî doğru biri olmakla birlikte hafızası yetersizdir. Rebî ise doğrudur ama vehimleri vardır. îbni Kesir tefsirinde der ki: "Hadisi, Abdullah b. İmam Ahmed, İbni Ebî Hatim, İbni Hadîd, İbni Merdûye İbni Cafer er-Razî yoluyla tefsirlerinde rivayet etmişlerdir. Her nedense İbni Cafer er-Razî burada Ebû Cafer er-Razî şeklinde gelmiştir. Doğrusu Ebû Caferdir. Ama hadisin siyakında buna değinmemiştir. bkz. Tefsîr-i İbni Kesir, c. 2, s. 263-264.
[71] Ahzâb sûresi, (33/7).
[72] Rûm sûresi, (30/30).
[73] yerini mi buldu?" Rasûlullah şöyle karşılık
Necm sûresi, (53/56)
[74] A'râf sûresi, (7/102).
[75] Buhârî'nin hocalarından büyük bir zattır.
[76] Sahabenin erdemli, değerli bir zatıdır, bkz. el-İsâbe, c. 3, s. 603.
[77] Hadisin senedi zayıftır. Abdurrahman b. Katâde ve babası el-Cerh ve't fa'diFde sözkonusu edilmiş, ama haklarında cerh ve ta'dil yapılmamıştır. Dolayısıyla her ikisi de meçhul râvîlerdendir.
[78] Zayıftır. Hâvilerden Ebû Ma'şer Nucayh b. Abdurrahman hakkında et-Takrîb'de (altıncı kuşaktan zayıf râvîdir. Hafızası sonraları bozulmuştur" denmektedir.
[79] Zayıftır. Saîd b. Ebû Saîd el-Makberî hakkında et-Takrîb sahibi "gevşek hadisli-dir" demektedir.
[80] Bu sened hasendif.
[81] A'râf sûresi, (7/172).
[82] A'râf sûresi, (7/172).
[83] Bu hadis mevkuf olarak sahihtir. Merfû olarak da sahih olmuştur. Hadisi, Ahmed, İbni Cerir, İbni Ebi Asım, Hâkim ve Beyhakî rivayet etmişlerdir. Hâkim der ki:
"Hadisin senedi sahihtir" Zehebî ve Şeyh Elbânî de (el-Ehâdîsü's-sahiha, 1623) aynı görüştedirler. Şeyh Elbânî hadisi rivayet ederken,sözü oldukça azaltmakta, manasının doğruluğunu ortaya koyup İbni Kayyım'ın yorumlarını reddetmektedir. Ve: "Anlaşılacağı üzere hadis sahihtir. Belki de manası yukarıda da geçtiği gibi mütevâtirdir..." demektedir, bkz. el-Ehâdîsü's-sahiha.
[84] İbni Amr'dan rivayet sahihtir, bkz. İbni Kesîr, c. 2, s. 262.
[85] Râvî Haccac, İbni Muhammed el-Masîsî'dir. Sıkı ve sağlamdır. Ancak son zamanlarında hafızası karışmıştır. îbni Cüreyc hakkında et-Takrîb sahibi "müdlistir" demektedir. Ancak bu eserde Haccac'ın İbni Cüreyc'den hadis duyduğu belirtilmemiştir. Fakat daha önceki rivayetler hadis duymuş olduğunu gösterir.
[86] Vâkı'a sûresi, (56/27).
[87] Vâkı'a sûresi, (56/41).
[88] Âl-i İmrân sûresi, (3/83).
[89] En'âm sûresi, (6/149).
[90] Âl-i İmrân sûresi, (3/83).
[91] A'râfaûresi, (7/172).
[92] Ben derim ki: "Sözü edilen sahih hadisler ve bu eserler aynı manayı ifade etmektedir. Aynı manada olan hadisler için de bkz. Sahîhü'I-camî (1698-1754-1755-1756: numaralı hadis maddeleri.
[93] Hadis gerçekten zayıftır. Râvî Atâ b. Aclan hakkında et-Takrîb sahibi "metruktür" demektedir. İbni Maîn ve Ferrâs da yalancı olduğunu söylemiştir. İbni Kayyım sözü açacaktır.
[94] Hucurât sûresi, (49/13).
[95] Nisa sûresi, (4/1).
[96] Hadis sahihdir. Ebû Dâvûd sahih senetle rivayet eder. Avn, c. 13. s. 464. Râvîleri sikadır. Müslim'in râvîleridir. Nevevî, c. 1, s. 161. Ebû Davud'un hadis aldığı râvîler Buhârî'de de vardır, bkz, Sahîhü'l-câmî(2024)
[97] bkz. et-Temhîdc. 6, s. 7-14; Cftmiül-ıuûl, c. 10, s. 107-113
[98] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[99] Müellifin de dediği gibi zayıftır.
[100] Diğer görüşler için bkz. el-Mizân.
[101] Meryem sûresi, (19/17-18).
[102] A'râf sûresi, (7/172).
[103] Nemi sûresi, (27/18).
[104] Âl-i İmrân sûresi, (3/169).
[105] A'râf sûresi, (7/172).
[106] Tevbe sûresi, (9/17).
[107] Âl-i İmrân sûresi, (3/18).
[108] A'râf sûresi, (7/50).
[109] A'râf sûresi, (7/44).
[110] A'râf sûresi, (7/48).
[111] A'râf sûresi, (7/172).
[112] A'râf sûresi, (7/172).
[113] Ra'd sûresi, (13/157.
[114] Hadis, Sahihü'l-câmî'de (3506-3507-3508) ura araları ile ayrı ayrı üç defa rivayet edilmiştir. Ancak hadislerin hiçbirinde uyaana kadar uyuyandan ifadesi bulunmamaktadır. Ancak her üç hadisin incelenlerinde manayı bozmayan bu ziyade getirilmiştir. Sözün uzaması endişesi oimaaydi, rivayet eden sahabenin ismini, hadisin diğer râvîlerini teker teker zikredelim. Daha geniş bilgi isteyenler bkz. Sahîhü'1-câmî, 3506-3507 ve 3508 nolu hislere.
[115] Ahzâb sûresi, (33/72).
[116] Bu beyit, Nâbiğa'nm Divan'ında ve Lisanü-arab'da vardır.
"Rabbini kaybeden Haris-u cevlan ağladı, lavrân ise itaat edip boyun eğmiştir. Yâkût el-Hamevî el-Mu'cemül-büldân'da.er ki: "Haris, Dimeşk civarında bulunan bir kasabadır. Harisü'l-Cevlan diye biliir.
[117] A'râf sûresi, (7/172-173).
[118] Necm sûresi, (53/38).
[119] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[120] Âl-İİmrân sûresi, (3/81).
[121] ÂI-i İmrân sûresi, (3/81).
[122] Âl-i İmrân sûresi, (3/81).
[123] Mâide sûresi, (5/7).
[124] Ra'd sûresi, (13/20).
[125] Yâsîn sûresi, (36/60).
[126] Bakara sûresi, (2/40).
[127] Âl-i îmrân sûresi, (3/187).
[128] Ahzâb sûresi, (33/7).
[129] Mâide sûresi, (5/13).
[130] Bakara sûresi, (2/63).
[131] Nisa sûresi, (4/165).
[132] A'râf sûresi, (7/173).
[133] İbarede tercemesini sunduğumuz âyeti edilenin metni böyle değildir: Müellif mü-teşabih âyetleri birbirine karıştırmış. Konuyla ilgili âyetler şöyledir:
(43/87) (31/25) (39/38)
[134] İbrahim sûresi, (14/10).
[135] En'âm sûresi, (6/55); el-A'râf, (7/174).
[136] A'râf sûresi, (7/172). .
[137] Hadis sahihtir. Ebû Ya'Iâ ve Taberânî bu lafızla Esved b. Serî'den rivayet etmişier-dir. Aynı lafızla rivayet edenlerden biri de Cabiv'den Ahmed'dir. bkz. Tefsîr-i ibni Kesir, c. 3, s. 433; Sahihül-câmi (4435). Yine ifadesiyle haşlayan ibaresinin de içerisinde bulunduğu hadisi Esved b. Serfden Ahmed, Nesâî ve Hâldin rivayet etmişlerdirifadesiyle başlayan hadisi ise Buharı, Müslim ve Ebû Dâvûd Ebû Hureyre'den rivayet etmişlerdir, bkz. Sahîhö'1-cânû (5660).
[138] Rûm sûresi, (30/30).
[139] İnşân sûresi, (76/24).
[140] A'râf sûresi, (7/172).
[141] Zuhruf sûresi, (43/23).
[142] A'râf sûresi, (7/173).
[143] Şu'arâ sûresi, (26/4).
[144] Yani sıfat
[145] A'râf sûresi, (7/11).
[146] A'râf sûresi, (7/11).
[147] Büyük Ahfeş. Ebûl-Hattâb, Abdülhamîd b. abdülmecid'dir. Arap dilinde önderdir. Arapçayi, fasih araplardan öğrenmiştir. Ebû Amr b. Alâ hocalarından dır. Sibeveyh, Kisâî, Yunus ve Ebû Ubeyde öğrencileri arasındadır. (V, 177 h.)
[148] Zeccâc: Ebû İshâk İbrahim b. Muhammed b. Sera ez-Zeccâc, Müberred'in kıraat talim ettiği ileri öğrencilerindendir. (s. 310 h.) Tefsîru Kitabi câmi'i'n-nutk; Şer-hü ebyât-ı Sîbeveyh, Me'âni'l-Kur'ân ve Fa'altü ef altü, eserleri arasındadır.
[149] Halîl: Halîl b. Ahmed el-Feraheydî'dir. Arap ilimlerinde çağın en ileri bilginidir. Aruz ilmini geliştirerek uzun zaman badiyede kalmıştır. Arap dilini, fasih araplardan öğrenmiştir. Küfe ve Basra medreselerinin büyük üstadlan ondan ders almışlardır. Arapçada ilk lügat kabul edilen Mu'cemü'1-ayn ona nisbet edilir. (V. 175 h.)
[150] Sîbeveyh: Amr b. Osman b. Kanber'dir. Tartışmasız büyük nahiv bilginidir. Halil'den ders okumuştur. İlmi oldukça genişlemiştir. Sibeveyh'in kitabını okumak isteyenlere Müberred, tazim olsun diye "hiç denizde yüzdün
mü? diye sorarmış. (v. 180 h.)
[151] Hac sûresi, (22/5).
[152] Bakara sûresi, (2/55).
[153] Bakara sûresi, (2/61).
[154] Bakara sûresi, (2/72).
[155] Bakara sûresi, (2/63).
[156] A'râf sûresi, (7/11).
[157] Mü'minûn sûresi, (23/12-13).
[158] Bakara sûresi, (2/30).
[159] Bakara sûresi, (2/31-32).
[160] Sâd sûresi, (38/71-72).
[161] Rahman sûresi, (55/14).
[162] "Samede" lafzından türemiştir. Sabit olmak, devam etmek manasınadır. Yani yönelmek demektir. Yüksekçe yer. Ayrıca Samed Allab'ın esmâ-ı hüsnâsmdandır. Âyet-i celîlede "De ki Allah tektir. O Samed'dir..." buyurulmaktadır. (112/1-2) Yani ihtiyaçların giderilmesinde kendisine yönelinen demektir. İçi boş şeye denir.
[163] Enbiyâ sûresi, (21/37).
[164] İbni Zeyd'e ulaşan Sened sahihtir. Söz ona ait olsa da hüccet olamaz. Her ne kadar Rasûlullah'a hadis ref edilse de gerçekte hadis münkati'dir. Yani her halükarda hüccet değildir. "Ömer b. Hattâb dedi ki" sözü bile münkati'dir.
[165] İnşân sûresi, (76/1).
[166] Müslim ve diğerleri rivayet etmişlerdir, bkz. Müslim şerhi Nevevî, c. 17., s. 133-134. Bazı âlimler hadisin zayıf olduğunu söyleseler de hadis sahihtir. Hadis içinbkz. el-Ehâdisu's-sahîha(1833); Muhtasarül-uluvvi, s. lll-112;Umdetü't-tefsîr, c, İ, s. 128 ve Câmiü'I-usûl, c. 4, s. 2576. 104. Nahl sûresi, (16/78).
[167] Buhâri, el-Enbiyâ'da (1), Bed'ül-halk'ta (6), Kademde (1) ve et-Tevhid'de (28); Müslim, Kitabül-Kader'de (1); Ebû Davûd, es-Sünne'de (16); Tirmizî el-Kader'de (4) ve İbni Mâce de mukaddime de (16) rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: "İbni Mes'ûd'dan rivayet edien hadis İbni Mâce'de (c. 1, s. 29) bulunmaktadır. Ayrıca Suyûtî, bu hadisin Nesâî'de de olduğunu söylemektedir. Ama ben bulamadım, el-Kübrâ'da olabilir.
[168] Araz: Felsefe ve Kelâm ıstılahında kendi başına kaim olamayan şey demektir. Renk, koku ve uzunluk gibi.
[169] Cevher: Felsefe ve Kelâm ıstılahında kendi başına kaim olabilen manasınadır. Arazın zıddıdır.
[170] Nazzam: Mûtezile'nin ileri gelen adamlarındandır.
[171] Bu söz İbni Kayyım'e aittir. Cafer b. Haib'in sözü değildir.
[172] İsrâ sûresi, (17/85).
[173] Cübbâî: Mutezilenin mühim bilginlerindendir.
[174] Bu ilaveler Ebû'l-Hasen el-Eş'arî'nin Mâkâlât'ından alınmıştır.
[175] Cisimlerle ilgili özellikler sayılamayacak kadar çoktur. Bu dört özellikle sınırlandırmanın bir anlamı yoktur,
[176] Büyük Yunan felsefecisidir. Eflatun'un Öğrencisi, Makedonyalı Büyük İskender'in ise hocasıdır. Muallim-i Evvel diye bilinir. Avrupa felsefecilerine tesiri olduğu gibi Pârâbî, İbni Sînâ ve îbni Rüşd başta olmak üzere İslam felsefecilerini de etkilemiştir.
[177] Makâlât'tan alınmıştır.
[178] Bu ilave yine Eş'arî'nin Makâlât'mdan alınmıştır.
[179] Zümer sûresi, (39/42)
[180] Geceleri dolaştıkları yerde felsefi meseleleri müzakere eden Yunan felsefecilerinden bir grup. Aristo bu grubun hocasıdır.
[181] Zümer sûresi, (39/42).
[182] En'âm sûresi, (6/93).
[183] En'âm sûresi, (6/94).
[184] Yani ilk âyette üç delil vardır. İkinci ve üçüncü âyette ise dört delil vardır. İkisinin toplamı yedi delil yapar. Arkasından gelen âyetteki üç delille ise toplam ona çıkar. Bu böyle sürüp gider.
[185] En'am sûresi, (6/60).
[186] En'âm sûresi, (6/61).
[187] Fecr sûresi, (89/27).
[188] Hafız İbni Kesir bu hadisi İbni Ebî Hatim ve îbni Cerîr'in rivayet ettiklerini söyledikten sonra: "Hadis, mürsel ve hasendir" der bkz. İbni Kesir, c. 4, s. 510-511
[189] Hadisi, İmam Ahmed, Müslim ve îbni Mâce Rasûlullah'm hanımı Ümmü Sele-me'den rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: Aynı hadisi Beyhaki ve diğerleri de rivayet etmiştir, bkz. Sahîhu'l-câmî(1620).
[190] tbni Adiy der ki: Affan'ın iki Hammad ve diğerlerinden muttasıl bir senetle mürsel-lerinden başka rivayet ettiği hiçbir hadisi bilmiyorum. Mevkuf hadisleri; merfu' olarak rivayet etmiştir. Sika ravi bazan hata edebilir. Affan'da ise bir kusur yoktur. Doğru birisidir" bkz. et-Tehzîb Râvî Hammad b. Seleme, hadisin sonunu değiştirmiştir. Ahmed b. Hanbel ise bu hadisi Sekn b. Rafı Ebû'l-Hasen el-Bahiîî'den o da Salih'ten yani İbni Ebil-Ahdar'dan o da Zührî yoluyla Ammare b. Hüzeyme'den rivayet etmiştir, bkz. Müsned, c. 5, s. 216.
[191] Buhârî, el-Mevâkit (35), et-Tevhîd (31); Nesâî, el-İmame (47), Ahmed ise el-Müs-ned, 5/3.7'de rivayet etmişlerdir. Ayrıca Suyutî el-Fethüi-kebîr'de Ebû Davud'un Ebû Hureyre'den rivayet ettiğini de söyler. Ben
derim ki: "Ebû Davud'un rivayeti Ebû Katâde'dendir. bkz. Sahîhul-câmî (1779) ve Ebû Davud'un Avn şerhi, c. 2, s. 112-113. Ebû Davud'un Ebû Hureyre'den rivayet ise muhakkik kardeşimizin bu hadisi de içine aldığına dair bir vehmidir. Sadece hadisteki kıssa Ebû Dâvûd'da söze-dilmektedir. Böyle bir hadis yoktur, bkz. a.g.e., s. 103-
[192] Nesâî el-Cenâiz (117)de; Malik, Muvatta'nın Bâbul-Cenâiz'inde (49), İbni Mâce, ez-Zühd (22)de ve İmam Ahmed Müsned 3/455'de rivayet etmişlerdir. Hadis sahihtir.
[193] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[194] Hadis gerçekten zayıftır. Yukarıda geçti.
[195] Hadis sahihtir. Defalarca geçti.
[196] Fecr sûresi, (89/27).
[197] Hadis sahihtir. Müslim rivayet etmiştir, bkz. Nevevi Şerhi, c. 17, s. 205.
[198] Hadis sahihtir. İmam Ahmed rivayet eder, bkz. Tefsîr-i İbni Kesir, c.2, s. 138. İbni Kesir, "bu garib bir hadistir" der. Ayrıca İbni Mâce daha iyi bir şekilde (c. 2, s. 1426-1427) rivayet etmiştir. ez-Zevâitfde "senedi sahihtir" denmektedir. Şeyh Elbânî de hadisi sahih sayar. bkz. Sahîhu'1-câmî (1964). Hadislerin her biri de Ebû Hureyre'den gelmiştir.
[199] Yani Rasûlullah, kıyamet günü insanların otun topraktan çıktığı gibi çıkacağını: "Ölen insanın kuyruk sokumu dışında bütün uzuvları çürür gider. Kıyamet günü bedeni, kuyruk sokumuna biner" şeklinde belirtmiştir, bkz. Buhâri, c. 6, s. 79; Müslim, Nevevî Şerhi, c. 18, a. 91-94.
[200] Hadis mevkuf ve zayıftır. Yukarıda geçti.
[201] Bu manada birçok sahih hadis gelmiştir. Uhey b. Ka'b'dan "mü'minlerin ruhları..." diye şeklinde gelen hadîs ise zayıftır.
[202] Yani Rasûlullah, kıyamet günü insanların otun topraktan çıktığı gibi çıkacağını: "Ölen insanın kuyruk sokumu dışında bütün uzuvları çürür gider. Kıyamet günü bedeni, kuyruk sokumuna biner" şeklinde belirtmiştir, bkz. Buhâri, c. 6, s. 79; Müslim, Nevevî Şerhi, c. 18, a. 91-94.
[203] Yani boyunlarını çağırana doğru uzatırlar. Âyette ise şöyle geçer: "Boyunlarını çağırana doğru uzatıp
koşarlarken, kâfirler: 'Bu, çetin bir gündür' derler." {el-Kamer, 54/8).
[204] Hadisin çeşitli rivayetleri oldukça uzundur. Ebû Ya'la Müsned'inde rivayet ettikten sonra Hafız İbni Kesîr
yoluyla hadisi işlemiştir, bkz. en-Nihâye, c. 1, s. 213-224. îbni Kayyım'ın sözünü ettiği kısmı da aynı eserde bulabilirsin, (s. 217). tbni Kesir der ki: "Bu hadis, meşhurdur. Birçok muhaddis kitaplarında rivayet etmişlerdir. İbni Cerir tefsirinde, Taberânî el-Mutavvelât'ta ve diğerlerinde; Hafız Beyhakî Kitâbu'1-Ba's ve'n-nuşûr'da; Hafız İbni Mûsâ el-Medinî yine el-Mutavvelât'ta Medine kadısı İsmail b. Râfi yoluyla rivayet etmişlerdir. îbni Mûsâ el-Medînî, İsmail b. Râfî hakkında biraz sözetmiş; hadisin bazı yerlerinde münker ve farklılıklar bulmuştur. Hafız Ebû Mûsâ bunları anlattıktan sonra: "Hadisin çoğu kısımları sabit senetlere dayanılarak yapılmıştır" der. İbni Kesir devamında: "Bu hususa teker teker değineceğiz" demiştir. Ben derim ki: "Kitapta hadisin sözünü ettiJimİTikısım (s. 240-242)'de işlenmiş; ama hiç bir delil, destek getirilmemiştir.
[205] Hadis zayıftır. Ebû Sa'd el-Bakkâl ve Saîd b. el-Merzebân hakkında el-Takrib'de zayıf ve müdlis" denmektedir.
[206] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[207] Sahihtir. Bu ve bundan sonraki yukarıda geçti.
[208] Zayıftır, Tartışması yapıldı.
[209] En'âm sûresi, (6/93).
[210] Secde sûresi, (32/11).
[211] Hadis zayıftır. Râvî Abdurrahman b. el-Beylemânî'yi Dârakutnî zayıf saydıktan sonra "bu hadis, hüccet olmaz"
demiştir. Ezdî de "hadisi münkerdir. İbni Ömer'den münker hadisler rivayet eder" derken Ebû Hatim "hadiste gerçek bir râvîdir" demiştir. Tercemesi için bkz. et-Tehzîb ve'-takrîb'de ise "zayıftır" denmektedir.
[212] Bunun doğruluğuna deli] nedir ve kim rivayet etmiş?
[213] et-Tehzib'de belirtildiğine göre râvî Mûsâ b. Ubeyde'yi birçokları zayıf gördükleri için hadis zayıftır. et-Takrîb'de "zayıf bir râvîdir" denmektedir.
[214] Bu olay zayıftır. Râvîlerinden Said b. Mesleme hakkında Buhârî "zayıftır"; îbni Maîn "sika biri değildir" demişlerdir. Dârakutnî, Nesâî ve et-Takrîb'de Hâfiz Saîd'i zayıf görmüşlerdir. Tercümesi için bkz. et-Tehzîb
[215] Senedi sahihtir. Hâvileri de sikadır.
[216] A'râf sûresi, (7/40).
[217] Sahabilerden birçokları bu hadisi Rasûhıllah'dan rivayet etmişlerdir. Bu hadisin lafızları Tirmizî'nin (c. 10, s. 174-176) Büreyde'den rivayet ettiği hadisin lafızlarına yakındır. Suyûtî'nin dediğine göre İmam Ahmed, İbni Hibbân ve Hakim'de Büreyde'den rivayet etmişlerdir, bkz. Sahîhü'1-câmî (7771). Buhârî ve Müslim ise Ebû Hüreyre'den rivayet etmişlerdir, bkz. Camiu'1-usûl, c. 9, s. 70.
[218] Safsata: Eski Yunan felsefe ekolüdür. Bir anda, bir şeyin hem varlığının hem de yokluğunun mümkün olacağını söylerler. Yani, şu şeyin var olduğuna delil olduğu gibi aynı şeyin bizzat olmadığına dair de delil vardır, derler.
[219] Felsefe ve kelâmcıların ıstılahında Vacibü'l-Vücûd, Allah'tır. Temel görüşleri budur. Ayeti celîlede: "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bu isimlerle duâ edin. İsimleri hakında eğriliğe sapanları bırakın" buyurulmaktadir. (7/180).
[220] Bu görüşler, bir takım Yunan felsefecilerinden alınmıştır. Ancak günümüzde atom ve atom nüvelerinin yayılması, süratli hareketi anlayışıyla bu görüşler çürütülmüştür. Müellif İbni Kayyım da ilim ve ilmî gerçeğe dayanarak onların "varlıkta bölünmez bir kısıra vardır" görüşünü kabul etmemiştir.
[221] Ta'tîl, muathle; Yüz, el, göz, parmak, ayak ve konuşma gibi Allah'ın kudsî sıfatlarını Allah'tan selbeden; bunları tevil ederek Allah'ı cisimlik ve teşbihten korumaya çalışmak ve çalışanlar. Bunlara göre Allah'ın yüzünden maksat zâtı, elinden maksat kudreti, gözünden maksat ise yaratıklarını idare etmesidir. Ama gerçekte onlar, kaçtıkları şeye düşmüşlerdir. Çünkü insan da zat, kudret ve idare sahibidir. Eğer derlerse ki: "Ama O'nun zatı bizim zatımız gibi değil, kudreti bizim kudretimiz gibi değil, idaresi de bizim idaremiz gibi değil" deriz ki: "O halde O'nun yüzü vardır, ama bizimki gibi değil. O'nun eli vardır; ama bizimki gibi değil..." Yüce Allah buyuruyor ki: "Onun misli hiç birşey yoktur. O, işiten ve görendir" (Şûra sûresi, 42/11).
[222] Yani, mutlak yokluk. Gerçekte varlığı yoktur. Muattıle fırkasının nihâî görüşü budur.
[223] Basit, mürekkebin aksidir. Yani bölünmez en küçük parçadır.
[224] Yûsuf sûresi, (12/76).
[225] Felekî nefis: Bir takım felsefecilere göre felekten doğan nefis. Yeni Eflatunculuğun feyezanla ilgili görüşü budur. Farabî, İbni Sina gibi daha sonraki felsefeciler bu anlayışla, aklın da vahiy gibi yanılmayacağım; çünkü her ikisinin de aynı kaynaktan nurlandığını söylemektedirler. Böylece kendileri sapıklığa düştüğü gibi başkalarını da sapıtmaktadırlar.
[226] Aklı müfarik ve akl-i faal- Eflâtun'un sudur nazariyesinde ikinci tabakayı oluşturur. Bunun zikre değer tarafı şudur ki hiristiyanlar, Hıristiyanlıktaki teslis inancının yorumunda putperest Eflâtun'un nazariyesine dayanarak teslisi tevhide bağlayarak safsataya düşmüşlerdir.
[227] Bu hadisi Müslim (c. 7, s. 138) rivayet eder. Enea'ten rivayet edilen bu hadiste RasûluHah: "Âdemoğlunu iki şey hem yaşlandırır, hem de gençleştirir. Bunlar, aşın mal hırsı, fazla yaşama hırsı" buyurmuştur. Tirmizî'nin rivayetinde ise gençleştirir ifadesi gençleşir şeklindedir. "Gençleşerek yaşamı mala tercih eder..)1 Tuhfe, c. 6, s. 632. Müslim'in lafzıyla îbni Mâce rivayet eder. Burada da (teşübbü) fiili (yeşübbü) şeklindedir. Buhârî de: "Âdemoğlu yaşlandıkça, yaşıyla beraber, mal ve uzun yaşam sevgisi artar" şeklinde rivayet etmiştir. Bunlardan başka Ahmed ve Ebû Yalâ'nın rivayetleri de vardır. Enes'in rivayetinde bulunan son kısım, Müslim, Ah-
med ve diğerlerinin Ebû Hüreyre'den yaptıkları rivayette de mevcuttur, bkz. el-Ehâdisü's-sahîha (1906). Kitabımızda geçen hadisi ise Suyûtî Sahîhü'l-camî'de: "Ademoğlu yaşlansa bile iki şey ondan ayrılmaz. Bunlar, hırs ve emeldir" şeklinde rivayet eder. Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî'nin rivayeti Hz, Enes'ten gelmiştir. Ancak, bu lafızla hadisi, Buhârî ve Müslim'de bulamadım. İbnül-Esir Camîü'l-usûTde (c. 3, s. 637) Buhârî, Müslim ve Nesâî'nin rivayetleri olduğunu belirtmemiştir. Hadisin Kubrâ'da olması muhtemeldir. Hülâsa, kitabımızda geçen hadisin lafzı, birçok rivayetlerle müttefekun aleyhtir. Allah (cc) en iyisini bilir..
[228] Nahl sûresi, (16/70).
[229] Haşr sûresi, (59/19).
[230] Bezzar, Muhammed b. Hişam Yoluyla Mûsâ b. Abdullah'tan o da Ömer b. Saîd'den o da Saîd'den o da Katâde yoluyla Hz. Enes'ten rivayet etmiştir. Hadisi rivayet ettikten sonra: "Senedi zayıftır" der. Ömer b. Saîd, Ebû Hafs İbni Süleyman ed-Dimeşkî'dir. Müslim bu zatı zayıf râvî sayar. Nesâî ise "bunda bir güç yoktur" der. Hâkim Ebû Ahmed "güçlü biri değildir" derken Saci, yalancı râvflerden kabul eder. İbni Adiy ise, "Saîd'den (İbni Ebî Arübe'den) sağlam olmayan hadisler rivayet etmiştir" der. Tercemeyi hali için bkz. et-Tehzîb Ancak Bezzar, bu hadisi Muaz b. Hişam yoluyla (yani Düstüvâî) babasından o da Katâde yoluyla Hz. Enes'ten "Rasulullah, güzel kokuyu tanırdı..." şeklinde de rivayet etmiştir. Muaz b. Hişamla ilgili olarak et-Takrîb'de "doğru birisidir, ama bazan vehme düşer" denilmektedir. Hafız İbni Kesîr el-Bidâye'de (c. 6, s. 25-26) ve Cemü'l-fevâid'de her iki senedi de zikretmiştir. Bunlardan başka Ebû Ya'lâ ve Taberânî el-Evsat'ta rivayet etmiş; muhakkiki, Beyhakî'nin senetlerin cemî ile ilgili sözünü ve Ebû Yalâ'mn rivayetin-deki râvîlerin sika olduğunu da belirtmiştir. Ben derim ki: "Rasûlullah'ın terinin güzel kokmasıyla ilgili, sahih birçok şahidlerle desteklenen bu yolla rivayet edilen hadisin, inşallah sahih olmasıdır. Allah en iyisini bilir."
[231] Buhârî, Müslim ve Tirmizî, Hz. Enes'ten rivayet etmişlerdir. Rasûlullah'ın (SAV) yel ve terinin güzel koktuğu; terinin inci gibi alnından aktığı belirtilmiştir. Şeyhân ve Nesâî'nin rivayetinde: "Enes b. Mâlik'in annesi, sürünmek ve çocuklara ikram etmek için Rasûlullahın terini, bir şişeye toplamıştı. Rasulullah (SAV) kadının bu davranışını takrir buyurdular." bkz. Camiû'1-usûl, c. 11, s. 233-234-245-247; el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 6, s. 23-26.
[232] Bu lafızla rivayet edilen hadise rastlamadım. Ancak, İmam Ahmed ve Müslim İbni Abbas'tan şöyle rivayet
ederler: "Yıkanmanız istenince yıkanın". Yani, gözü değen
kimse yıkanma teklif edince yıkansın, bkz. Sahîhü'1-câmî (4023). Ben derim ki: Hadisi, Tirmizî de rivayet etmiştir. (Tuhfe, c. 6, s. 223-224) Fakat Tirmizî'nin rivayetinde nasıl yıkanılacağı belirtilmemiştir. Nesâî'nin, İmam Ahmed'in ve İbni Hib-ban'ın rivayetlerinde, yıkanmanın keyfiyyeti belirtilmiş; İbni Hibban ve Şeyh Elbanî Sahîhü'l-camî'de Nesâî'nin de rivayetleri bulunduğu belirtilmektedir, bkz. Mevâridû'z-zam'ân, s. 344-345. Ebû Davûd ise, Hz. Âişe'den yaptığı rivayette (Avnû*l-ma'bûd, c. 10, s. 363) nazar sahibinin abdest alması ve nazar olan kişiye su dökmesi belirtilmiştir.
[233] en-Nûr, (24/61).
[234] en-Nahl, (16/111).
[235] el-Müddesir, (74/38).
[236] el-Fecr, (89/27).
[237] el-En'âm, (6/93).
[238] en-Nâziât, (79/40).
[239] el-YÛsuf, (12/53).
[240] eş-Şûrâ, (42/52).
[241] el-Gâfir, (40/15)
[242] en-Nahl, (16/2).
[243] Lâhutî, Lâhûta nisbet edilmektedir. Bu lafız, hıristiyan ıstılahından alınmıştır. İlahiyat ilmi demektir. İslam'da kelam ilmini karşılar. Nâsût ise insana nisbet edilmiştir.
[244] Bu ibare, açık şirke, bozuk inanca götürebilir. Çünkü, Allah'ın bölünüp parçalanabileceğim ifade etmektedir. Böyle bir manası yoksa kevn ve kâinat kim oluyor?
[245] . el-Mücâdele, (58/22).
[246] el-Mâide, (5/110).
[247] : İçi boş kamışa verilen isimdir. Ayrıca kül ve deve yavrusu derisine de bu isim verilir. Bu derinin içerisine saman doldurulur. Anne devenin süt vermesi için Önüne yem olarak konur. Ben derim kî: Burada geçen deri, inek derişidir. Bilgi için bkz. el-Kamus.
[248] Fecr sûresi, (89/27).
[249] Kıyamet sûresi, (75/2).
[250] Yûsuf sûresi, (12/53).
[251] Müellif, Buhârî ve diğerlerinin Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri şu hadise işaret etmektedir. Rasûlullah (SAV) buyuruyor ki: "Kim bana dost olarak gelirse..." senedi açısından hadis hakkında sözler edilmiştir. Ama Şeyh Elbânî hadisi inceleyip diğer rivayetlerine de baktıktan sonra sahih hadislerden olduğunu açıklamıştır, bkz. el-Ehâdisü's-sahiha (1640). Bu kaynağa göz at. Önemli açıklamalar bulursun.
[252] Ra'd sûresi, (13/28).
[253] Bakara sûresi, (2/4).
[254] Hadis zayıftır. îbni EM Şeybe, Malik b. Meğûl yoluyla Zebîb'den rivayet etmiştir. (îman, s. 38). Hadisin senedi mudaldir. Çünkü Zebîd sahabeden kimseyi görmemiştir. et-Takrîb'de: "Sika, sağlam râvîdir" denmektedir. Âbid bir kimsedir. Zebîd, altıncı tabakadandır. Hafız, Mukaddime, s. 6'da açıkladığı şekliyle bu tabakadan kimse sahabeyi görmemiştir. Şeyh Elbânî'nin görüşleri için sözkonusu kaynağa bakınız. Ayrıca Haris b. Mâlik için de Üsdü'l-ğâbe'ye (c. 1, s. 414) bakınız.
[255] Hadîd sûresi, (57/22).
[256] Teğâbûn sûresi, (64/11).
[257] Rasulullah bunu, kalblerinde buldukları şeyden korunmak amacıyla Rasûlullah'a başvuran bir grup sahabe için söylemiştir. Hadisi Müslim, Nevevî Şerhi, c. 2, s. 153; Ebû Davud, Avn şerhi, c. 14, s. 14'de Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir. Munzirî, Nesâî'nin de rivayeti bulunduğunu söyler. Nesâî'nin rivayeti el-Kubrâ'da olabilir. İbni Hibban, Mevârid şerhinde, s. 41 ve Ahmed, c. 2, s. 441'de rivayet etmişlerdir.
[258] Fatiha sûresi, (1/5).
[259] Zümer sûresi, (39/36).
[260] Sakaleyn, insan ve cinler anlamınadır.
[261] Başlangıcı: "Tevbenin başı, Allahlimme ente Rabbi..." şeklinde olan hadise işaret etmektedir. Buhârî, (c. 7, s. 145), Nesâî, Şeddad b. Evs yoluyla (c. 8, s. 279), Ahmed ve Hakim rivayet etmişlerdir, bkz. Sahîhü'l-caınî (3568). Ayrıca İbni Mâce de Abdullah b. Berîde'nin babasından rivayet ettiği "Allahümme ente Rabbî ..." diye başlayan hadisi rivayet etmiştir. Ibni Mâce, c. 2, s. 1274.
[262] Kıyamet sûresi, (75/2).
[263] Yûsuf sûresi, (12/53).
[264] Nûr sûresi, (24/21).
[265] îsrâ sûresi, (17/74).
[266] Rasulullah hac hutbesini bu sözlerle açmıştır. Bu nedenle, İbni Teymiyye, İbni Kayyım ve Şeyh Elbânî gibi bazı âlimler eserlerine bu sözlerle başlamayı adet edinmişlerdir. Öyle ki Elbânî bu konuda Hutbetu'1-hace adlı müstakil bir risale yazmış; sözkonusu hitabın altı sahabe tarafından rivayet edildiğini belirterek her bir sahabenin rivayet ettiği hadisin ravîlerini incelemiştir. Daha geniş bilgi için matbu' bu esere bakabilirsiniz.
[267] Bakara sûresi, {2/268}.
[268] Tirmizî bu hadisi İbni Mes'ûd'dan rivayet ettikten sonra (Tuhfe şerhi, c. 8, s. 332-333) der ki: "Bu garib bir hadistir. Ebul-Ahvas hadisi dışında merfû' olarak başka bir rivayetini bulamazsın." ibni Hibban, Mevârid şerhinde rivayet ederken Suyûtî ve Mubârekfûrî, Nesâî'nin de rivayeti olduğunu belirtmişlerdir. el-Kubrâ'da olması muhtemeldir. İbni Ebî Hatim'in de rivayeti vardır, bkz. Zaîfu'I câmî, Elbânî (1961). Elbânî hadisi zayıf sayar.
[269] Ben derim ki: "Kul, şeytanlardan kaçındığı gibi amellerin de şeytan vesveselerinden de kaçınmalıdır."
[270] Mâide sûresi, (5/27).
[271] Mezheb imamlarının görüşlerini, Rasûlullah'ın sözüne tercih edecek kadar mutaassıp olan mezhep tabilerinin durumu budur. Durum böyle olunca ne tabî oldukları peygamber ne de taklit ettikleri imam kalıyor.
[272] Katı mezhepçilik, cahillik ve kör taklidin neticesidir. İslamî naslar ve bu nasslarm ruhu bu duruma karşıdır.
[273] Sâd sûresi, (38/5).
[274] Ümmetin mubtelâ olduğu en tehlikeli hastalıklardan biri de budur. Çünkü bu, düşünceyi, ictihad ve tenkidi boşa çıkarmaktadır. Mezhep imamının görüşünü almak için Allah'ın sözünü, Rasûlullah'ın sözünü bir kenara atmak aklî düşünceleri gayesiz kılmaktır. Onların bu tavırlarını tevil etmesek gayet açık onların şirke yaklaştıklarını söyleyebiliriz. Onların zannettikleri şey doğru olsaydı büyük imamlar büyük ihtilaflar etmezlerdi.
[275] Ben derim ki: "Bu, İbni Kayyım'm çağında söylediği sözdür. Keşke çağımızda yaşasaydı da bu ümmetin cihadı tamamen terkedip insanların şeytanlarından olan yahûdîlerin eline esir düştüklerini bir görseydi. Güç ve kuvvet Allah'ındır.
[276] Bu da diğeri gibi bu ümmetin mübtelâ olduğu inanç hastalığıdır. Bir müslüman Allah'ın zatının bizim zatımıza karşı, kulağının bizim kulağımıza karşı, gözünün bi-
zim gözümüze karşı olduğuna nasıl inanıp da nasıl olur da yedinin bizim elimize; yüzünün de bizim yüzümüze karşı olduğuna nasıl inanmaz? Çünkü bu husus nass-ta açıkça belirtilmiştir. "O'nun misli birşey yoktur. O işitendir görendir." (eş-Şûrâ, 42/11).
[277] Münafığın huşû'u, kalbte tesiri görülmeyen yapmacık huşudur.
[278] Ebû Dâvûd, Cihad (114); Nesâi, Zekat (66) ve Ahmed, Müsned (5/63)te rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: İbni Hibban da Mevârid şerhinde, (s. 401) rivayet etmiştir. Bütün rivayetler Cabir b. Atık yoluyla gelmiştir. Dârimî'de (c. 2, s. 149) muhtasar olarak rivayet etmiştir. Şeyh Elbânî de İrvâü'1-gaIU de hasen olarak rivayet eder. c. 7, s
[279] Allah'ın rızasına uygun olarak malın tamamını infak etmek.
[280] Bu hadisi Buhâri, Tevhid (45) ve Ahmed, Müsned (2/9)da rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: "Müslim ve İbni Mâce de olmak üzere hepsi İbni Mes'ûd'dan rivayet etmişlerdir, bkz. Sahîhü'l-câmi,(7365).
[281] Hadis sahihtir. Buhârî, el-Edebu'1-müfred (204); Ebû Dâvûd, Avn şerhi (c, 13, s. 163); Dârimî, c. 2, s. 323'de Abdullah b. Mağfel'den; İbni Mace, c. 2, s. 1216; İbni Hibban da (s. 473) Ebû Hüreyre'den rivayet etmişlerdir. Hz. Ali, Ebû Umâme ve Enes'ten de rivayet edilmiştir. Hadisin diğer rivayetleri için bkz. Sahîhü'1-Camî (1767).
[282] Tirmizî, el-Birr'de (68) ve Ahmed, Müsned (6/159)da rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: "Bu rivayetler Ebu'd-Derdâ'dan gelmiştir. el-Ehâdîsüs-sahîha'da (519-876) Şeyh Elbânî hadisi sahih saymıştır.
[283] İbarede geçen yarmak, deşmek anlammadır,
[284] Mü'minûn sûresi, (23/89).
[285] Nahl sûresi, (16/98).
[288] Nâs sûresi, (114)
[289] Müslim, Nevevi Şerhi, c. 17, s. 200; Ebû Davûd, Avn Şerhi c, 13, s. 238 ve İbni Mâce Ebû Hureyre'den (c. 2, s. 35) rivayet etmişlerdir. İbni Mâce'nin rivayetinde "kimse kimseye zulmetmesin" kısmı yoktur. Daha geniş bilgi için bk el-Ehâdîsü's-sahîha(570).
[290] Buhârî, İlim (27); Müslim, Lukata (2) Tirmizî, Kader (1); Nesâî, Mesâcid (35); İbni Mâce, Mesâcid (10) ve Ahmed, Müsned, 4/116 ve 1/207'de rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: "Sözkonusu kaynaklarda bulunan hadislerde Rasûlullah'ın öfkelendiği, bir kısmı ise öfkesinden yüzünün kıpkırmızı olduğu belirtilmektedir. Daha başka rivayetlerde ise her iki yanağının kızardığı belirtiKr. Bunları bir rivayette cemet-mek mümkündür. Taberânî ve Ebû'ş-Şeyh İbni Mes'ûd ve Ümmü Seleme'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (SAV) Öfkelenince her iki yanağı da kızarırdı." bkz. Sahîhu'1-camî (4636), ''Öfkesinden iki gözü arasından çıkan ter belirdi" sözü ise, Hz. Ali'nin Rasûlullah'ı anlatırken kullandığı ifadedir. Tirmizî Şemâil'de rivayet etmiştir. Ayrıca Hafız Mizzî de Tehzîbu'l-kemâl'de (c. 1, s. 213-217)'de rivayet etmiştir. Ancak o hadisi zayıf sayar. Çünkü râvî Şuayb zayıftır.
[291] Ahmed (ts- 302-320); Ebû Dâvûd, Avn şerhi (c. 7, s. 187) ve îbni Hibban, Mevârid şerhi, s. i de Ebû Hüreyre'den rivayet etmişler; Şeyh Elbânî de el-Ehâdîsü's-sahîha'c560) hadisi sahih saymıştır. Amr b. Âs'tan gelen rivayeti kaynaklarda bulamad Allah iyisini bilir ya Amr b. Âs'tan rivayet edilmesi îbni Kayyım'ın yazım hatası olabilir.
[292] İsrâ sûresi, (17/29).
[293] Furkân sûresi, (25/67).
[294] A'râf sûresi, (7/31),
[295] Me'âric sûresi, (70/19-20-21).
[296] "Ey iman edenler, çoğu zandan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır" (Hucurât sûresi, 12) âyetine işaret etmektedir.
[297] Hicr sûresi, (15/75).
[298] Bakara sûresi, (2/273).
[299] Muhammed sûresi, (47/30).
[300] Hadis zayıftır. Tirmizî ve Buhârf, et-Tarîh'inde Ebû Saîd'den; Hakîm Semûye ve Taberânî Kebîr'de; Ibni Adiy Kâmin'de Ebû Ümâme'den, İbni Cerîr ise İbni Ömer'den rivayet etmişlerdir, bkz. Zaîfü'1-camî (127).
[301] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[302] Hadisin metni şöyledir: "Saflarınızı düzgün yapın. Arkamda sizi görüyorum." Buharî, Ezan (71) ve İman'da (3); Nesâî, Tatbîk'te (60); Mâlik, el-Muvatta, Seferde (70) ve Ahmed Müsned (3/2)de rivayet etmişlerdir.
[303] Buharî (c. 5, s. 224), Müslim, Nevevî şerhî (c. 2, s. 227), Tirmizî, Tuhfe şerhi (c. 8, s. 566), Nesâî ve Ahmed rivayet etmişlerdir, bkz. Sah îhu'l-cami (5091). Bütün rivayetler Cabir b. Abdillah'tan şu şekilde gelmiştir: "Kureyş beni yalanlayınca bir kenara çekildim. Bu esnada Allah Beyt-i Makdis-i bana gösterdi. Ona baka baka, özelliklerini Kureyşe anlatmaya başladım" Bu anlatım Buhârî'nin anlatımıdır.
[304] Hafız İbni Hacer el-Feth, c. 7, s. 397'de der ki: "Ahmed ve Nesâî'nin rivayetlerinde -bu rivayet el-Kübrâ'da olabilir. Hendek günü Rasûlullah'ın büyük kayaya balyoz vurma kıssasına Berâ hadisinden hasen olarak gelen bir ziyade vardır." Ibni Kesir hem bu fazlalığı hem de İbni Kayyım'ın burada belirtiklerini ele alır. Hadisi Nevevî rivayet etmiştir, bkz. er-Ravzu'1-Ünüij c. 6, s. 309; İbni Ishak münkatı senedle Selman'dan, bkz. es-Siret, c. 2, s. 130; Beyhakî ve başkaları da rivayet etmişlerdir. Sözkonusu kıssanın değişik rivayetleri için bkz. es-Bidaye, İbni Kesir, c. 4, s. 102. Bu rivayetler en azından hasen derecesindedir. Ibni Kesir der ki: "Sözkonusu bütün rivayetler hadisi sahih derecesine çıkarmadığında hadisin durumu budur". Allah <cc) en iyisini bilir.
[305] Enes'ten gelen rivayette: "Rasûlullah henüz ölüm haberleri ulaşmadan Zeyd, Ca'fer ve İbni Ravâha'nın öldüğünü insanlara anlatırken "sancağı Zeyd aldı, şehid
oldu. Sonra Ca'fer aldı o da şehid oldu. Sonra İbni Ravâha aldı o da şehid oldu bu esnada gözlerinden yaş akıyordu. Sonra sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç -yani Halid b. Velid- alınca Allah onlara fethi müyesser kıldı" buyurdu. Bu rivayet Buhârî'nindir. Ben derim ki: "Ahmed ve Nesâî'de rivayet etmiştir, bkz. Sahîhu'I-camî, (221).
[306] Necâşî, Habeşistan kiralıdır, önceleri hristiyan idi. Rasûlullah, Küreydin eziyet ettiği insanları gönderdiği ilk Habeşistan hicretinde, ashabın okuduğu Kur'ân'i duyunca Necâşî müslüman olmuştur. Ben derim ki: "Rasûlullah'm musallaya gidip Necâşî'nin cenaze namazını kılması, Ebû Hureyre'den gelen birçok rivayetlerde sabittir. Kütüb-ü Sitte sahipleri, Ahmed, Beyhakî ve Teyâlisî rivayet etmişlerdir. Şeyh Elbânî bu rivayetleri toplayıp tek rivayet haline getirmiş. Daha sonra da Ebû Hureyre'nin dışından gelen rivayetleri de incelemiştir, bkz. Ahkamü'I-cenâiz, s. 89-91. Ancak ne bu rivayette ne de öncekilerde Rasûlullah'm Necâşî'yi gördüğü belirtilmemiştir. Ölüm haberini bilmek için görmek, güya şart değildir. Vahiyle de bilinebilir. Allah (cc) en iyisini bilir.
[307] Bu kıssa birçok şekillerde rivayet edilmiştir. Sahih olan rivayete göre: "Hz. Ömer hutbe okurken bir ara üç defa: "Seriyye, dağ tarafına" diye nida etmiştir. Rasûlullah cihaddan dönünce Hz. Ömer'in yanına gelir, o gün Hz. Ömer'in nidasını duyduklarını haber verir. Ayrıca Hz. Ömer'e uyarak dağa çekilerek zafer kazandıklarını belirtir. Hz. Ömer'e denir ki: "Seriyye dağ tarafına" diye bağıran sen miydin? Bu manada gelen hadis sahihtir. İbni Kesir, el-Bidâye de (c.7, s. 131); "İs-nad, hasen ve ceyyiddir" demektedir? Şeyh Elbânî ise el-Ehâdîsü's-sahîha'da (1110) hadisin mevkuf olduğunu söyler. Hz. Ömer'in orduyu görmüş olduğu hususu kaynaklarda belirtilmemiştir. Bu olayın keşifle olduğunu iddia eden tasavvuf-çulann görüşü böylece boşa çıkmaktadır. Reşid Rıza, el-Fetâvâ'sında buna benzer görüşler açıklamıştır.
[308] Mezheç, bir kabile ismidir.
[309] Ben derim ki: Eğer bu kıssa Hz. Ömer'den sahih olarak gelmişse doğru olup olmadığı için bkz. el-Avasım mine'l-kavasım, s. 116-119).
[310] Nesie: Sonradan ödenecek borç.
[311] Bu kıssa tuhaftır. İki münker husus var. Birincisi, gencin kalbten geçen şeyleri bildiğini iddia etmesi. Oysa ki kalbten geçenleri ancak Allah bilir, ferasetle bilinmez, ikincisi ise Cüneyd'e yalan söylemeyi mubah kılacak neden nedir? Kıssanın devamının doğruluğunu Allah bilir. Müellifimiz İbni Kayyım daha önce rüyalarla delil getirdiği gibi burada da hataya düşmüştür. Hatadan uzak olan Allah'ı bütün noksanlıklardan tenzih ederim.
[312] Bakara sûresi, (2/238).
[313] Şûra sûresi, (42/25).
[314] Müslim, Nevevî şerhi, c. 10, s. 97; Ebû Dâvûd, Avn şerhi, c. 6, s. 379 ve Tirmizî, Tuh-fe şerhi, c. 4, s. 217 de rivayet etmişlerdir. Neaâî (c. 6, s. 75), Malik, Tennurul-Havâlik, c, 2, s. 99 ve Ahmed birçok yerde (c. 6, s. 411-416) hadisi sahih sayarlar-
[315] Rüşvet verenin de alanın da lanetlenmesi hadisi sahihtir. Ebû Dâvûd, Avn şerhi, c. 9, s. 495'te; Tirmizî ise Tuhfe şerhi, c. 4, s. 567'de rivayet ettikten sonra der ki: "Bu
hadis, hasendir, sahihtir." İbni Mâce, c. 2, s. 775'te; Ahmed, c. 2, s. 164,190,194, 212'de Abdullah b. Amr'dan; Tirmizî, Tuhfe şerhi, c. 4, s. 565'te; İbni Hibbân Mevârid şerhi, s. 290'da; yine Ahmed, c. 2, s. 387-388'de (Gayetü'l merâm'da bildirildiğine göre Hakim (c. 4, s. 103) Ebû Hureyre'den rivayet etmişlerdir.Yine Ahmed Sevbân hadisini rivayet eder, c. 5, s. 279; İbni Raslân ise Ebû Hureyre hadisini Ceyyid hadis sayar. İbni Amr hadisini bunlardan başka Taberânî ve Dârakutnî de rivayet etmiştir. Avn şerhi, c. 9, s. 496. Şeyh Elbânî de Gayetü'I-merâm'da (263) hadisi hasen sayar.
[316] Yani hakkı tercih ederek kabul eder.
[317] Zümer sûresi, (39/22).
[318] Bakara sûresi, (2/74).
[319] Hac sûresi, (22/53).
[320] Hac sûresi, (22/54).
[321] Şûra sûresi, (42/39).
[322] Şûra sûresi, (42/40).
[323] Nisa sûresi, (4/99).
[324] Bakara sûresi, (2/218).
[325] Mâide sûresi, (5/118).
[326] Buhâri, c. 4, s. 166-167, c. 7, s. 101 ve c. 8, s. 16'da; Müslim, Nevevî şerhi, c. 15, s. 83'te; Ebû Dâvûd, Avn şerhi, c. 13, s. 142'de; İmam Mâlik, Tennurul-Havalik şerhi, c. 3, s. 95'te, İmam Ahmed ise birçok yerlerde {Meselâ, c. 6, s. 32,114, 116'da) rivayet etmişlerdir. Hadislerin tamamı Ebû Hureyre'den gelmiştir.
[327] Şûra sûresi, (42/39).
[328] Şu'arâ sûresi, (26/88-89).
[329] Nûr sûresi, (24/39).
[330] Kehf sûresi, (18/103-104).
[331] Zümer sûresi, (39/47).
[332] Ben derim ki: "Bu manada, Ahmed b. Hanbel sahih bir hadis rivayet etmiştir, (c. 4, s. 145). Hadisin ravisi Akbe b. Amir'dir. Rasûlüllah şöyle buyurur: "İşlediği günahlara rağmen Yüce Allah'ın kulun arzuladığı şeyleri ona verdiğini görürsen bil ki o istidraçtır, dedikten sonra İbni Kayyim'ın zikrettiği âyeti okudu." Ayrıca Taberânî ve eş-Şuab'da Beyhakî de rivayet etmişlerdir, bkz. Sahîhu'I-camî (575) ve el-Ehâdîsü's-sahîha (414).
[333] En'âm sûresi, (6/44).
[334] Burada noksanlık olabilir.
[335] Hadîd sûresi, (57/14).
[336] Lokman sûresi, (31/33).
[337] Bu, Karun'un Kur'ân'da zikredilen şu sözüne benzer: "Bu servet bana ancak bende olan bir ilimle verilmiştir." (el-Kasas, 28/78). Allah, onu ve yurdunu gururlanmasından dolayı yere batırmıştır. Batmaya da devam etmektedir.
[338] Kehf sûresi, (18/36).
[339] Fussilet sûresi, (41/50).
[340] Bakara sûresi, (2/218).
[341] Nûh sûresi, (71/13).
[342] Rasûlullah'm "iman, yetmiş küsur şubedir..." diye başlayan hadisini Kütüb-ü Sit-te sahipleri Ebû Hureyre'den rivayet etmişlerdir. Ancak Buhârî'de "altmış küsur" şeklinde geçmektedir, bkz. Sahihül camî, (2797).
[343] Bu hadis "müslüman, müslümanın elinden, dilinden..." hadisinin ikinci bölümüdür. Buharı, Ebû Dâvûd ve Nesâî îbni Amr'dan rivayet etmişlerdir. Taberânî es-Sağftr'de, Teyâlisî, Ahmed ve Dârimî de rivayet etmişlerdir, bkz. Sahîhü'1-camî (6587).
[344] Hadîs sahihtir. Tirmizî ve İbni Hibban Fudale b. Abîd'den rivayet etmişlerdir, bkz. Sahihu'i-camî (6555). Fakat bu rivayette "zat" ifadesi geçmemektedir. İmam Ahmed, Fudalle'den daha tam rivayet etmiştir. Önceki hadis de bunda vardır, c. 6, s. 21. Birtakım lafız değişiklikleri olsa da, Şeyh Elbânî hadisi el-Ehâdîsu's-sahîha'da rivayet etmiştir.
[345] Nisa sûresi, (4/123).
[346] Hadis zayıftır. Suyûtfnin dediğine göre îbni Asâkir Numan'dan rivayet ederek et-Tarih'inde hadisi zikretmiştir. Munavî, İbni Asâkir'den başkasına hadisi atfetmediği için Suyûtî'ye kızmıştır. Çünkü Beyhakî de eş-Şuab'da rivayet etmiştir. Ravîlerden İsmail b. Ayyaş'ı Zehebî zayıflardan saymıştır. Bu konuda ihtilaf vardır, bkz. Feyzu'l-kadîr, c. 2, s. 499 Şeyh Elbânî hadisi zayıf sayar. bkz. Zaifu'I-camî (1962).
[347] Ra'd sûresi, (13/36).
[348] Tevbe sûresi, (9/124).
[349] Yûnus sûresi, (10/58).
[350] Ebû Saîd'den mevkuf olarak rivayet etmiştir. Ayrıca Saîd b. Mansûr, İbni Ebî Şey-be, İbni Cerîr, îbni Münzir, İbni Ebî Hatim, Ebû'ş-Şeyh ve Beyhakî eş-Şuab'da rivayet etmişlerdir. Enes'ten de Ebû'ş-Şeyh ve İbni Merdûye rivayet etmişlerdir, c. 3, s. 454. Reşid Rıza tefsirinde der ki -İbni Kayyım sözü gecen âyetle ilgili hadisi
zikretmiştir-: "Bütün bu manalar rivayetleri itibariyle değil de bizzat manaları açısından doğrudur."
[351] Buna benzer rivayet, tevbe eden kimse hakkında da gelmiştir. Şeyhayn ve Tirmizî, Haris b. Suveyd'den yine Şeyhayn Enes'ten, Müslim ise Numan b. Beşîr'den rivayet etmişlerdir. Sözkonusu şu hadisin başı: "Allah kulunun tevbesinden ötürü oldukça sevinir" şeklindedir. Müslim, Berâ b. Âzib'den "Bir kimsenin sevinmesi hakkında ne dersiniz..." şeklinde rivayet etmiştir. Bilgi için bkz. Camiu'1-usûl, c. 2, s. 508-511.
[352] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[353] Fecr sûresi, (89/27).
[354] Hadid sûresi, (57/22).
[355] İbni Asâkîr Enes'ten şu lafızla rivayet eder: "Rasûlullah, çocuk ve muhtaçlara karşı insanların en merhametlisi idi." Şeyh Elbânî, Müslim ve Ebu'a-Şeyh'in hadisine ziyade yapmıştır. Teyâlisî ise şu lafızla zikreder: "Rasûlullah, muhtaçlara karşı merhametli idi.", c. 2, s. 120. Her iki hadisi de Şeyh Elbanî sahih saymıştır, bkz. Sahîhu'1-camî (4673), (4690).
[356] Buhâri, Edeb (18), Müslim, Kitabul-Pedâil (65); Ebû Dâvûd Bâbu'1-Edeb (145), Tirmizî, Birr (12) ve Ahmed, Müsned (2/228) de rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: "Sözkonusu hadis Ebû Hureyre'den gelmiştir. Buhârî ve Müslim'in rivayetleri ise Cerîr'den gelmiştir, bkz. Sahîhu'1-camî (6474).
[357] Tirmizî, Birr 16da, İmam Ahmed ise Müsned 2/308'de rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: Ebû Dâvûd, İbni Hibban ve Hâkim de Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir. Şeyh Elbânî hadisi hasen sayar. bkz. Sahîhu'1-camî (7344).
[358] Ebû Dâvûd, Edeb (58) ve Tirmizî, Birr (16) da rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: "Tirmizî, bu hadis, hasen ve sahihtir, demiştir." îmam Ahmed ve Hâkim îbni Amr'dan rivayet etmişlerdir. Şeyh Elbânî de bunu sahih saymaktadır, bkz. Sahîhu'1-camî (3516).
[359] Bu hadisi Müslim, Iyad b. Hammar'dan gelen uzunca hadisin içinde rivayet etmiştir. Nevevî şerhi, c. 17, s. 197-199; İmam Ahmed, c. 4, s. 162.
[360] îsrâ olayı için Müslim'in İbni Abbas yoluyla Ömer b. Hattab'dan rivayet ettiği hadise bakınız. Müslim, şerhi Nevevî, c. 12, s. 84-87.
[361] Misal olarak verilen bu kısmı İmam Ahmed, İbni Mes'ûd'dan rivayet etmiştir, c. 4, s. 383. Ayrıca Hakim'in de rivayeti vardır. îbni Kesîr, tefsirinde hadisi sahih sayar, c. 2, s. 325. ibni Kesîr, kitabında Tirmizî'nin de rivayeti olduğunu söyler ama hadise şahid olacak yeri göstermez. Orada aynı senedle yani Ahmed b. Hanbel'in senedi ile rivayet eder; hadisin ilk kısmını zikreder. "Rasûlullah'a (SAV) İsrâ'dan sual olundu". Bu kısmı rivayet ettikten sonra: "bu, hasen bir hadistir" der. Râvîlerden Ebû Uheyde, babasından hadis işitmemiştir. Tühfe'de: "hadisin şahidlsrine bakarak hasen zannedersin. Yok eğer şahidlerini incelemezsen hadis munkati'dir" denmektedir, c. 5, s. 273-275. Ayrıca Taberânî'de aynı senedle şahid hadisin yerini ve diğer illetleri göstererek rivayet etmiştir, bkz. Cem'u's-savâid, c. 2, s. ?4.
[362] Mutaffîfîn sûresi, (83/26).
[363] Bakara sûresi, (2/148).
[364] Hadîd sûresi, (57/21).
[365] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[366] Nisa sûresi, (4/89).
[367] Bakara sûresi, (2/109).
[368] Hadis sahihtir. Yukarıda geçti.
[369] Furkân sûresi, (25/74).
[370] Secde sûresi, (32/24).
[371] Müellif burada, Ebû Davud'un Ebî Umârae'den rivayet ettiği sahih şu hadise işaret etmektedir: "Kim Allah için sever, Allah için öfkelenir, Allah için malını infâk eder ve Allah için malını başkalarına vermezse onun imanı kemâle ermiştir." Ebû Dâvûd, Avn şerhi, c. 12, s. 438. Ancak, her ne kadar Munzirî: "Hadisin senedinde Kasım b. Abdurrahman vardır. Birçokları onun aleyhinde konuşmuştur" dese de et-Takrîb sahibi: "Ebû Umâme'nin arkadaşı doğru ve birçok mürselleri olan kişidir" demiştir. Bu durum, hadisi hasen mertebesinden düşürmez. Hadisi, Ibni Asâkir rivayet etmiştir. Tirmizî ve Ahmed'den şahidleri de vardır, bkz. el-Ehâdîsu's-sahîha (380).
[372] Bakara sûresi, (2/165).
[373] Bu söz, Rasûlullah'tan sabit olmuştur. Nesâî, İmam Ahmed, Hâkim, Beyhakî ve Taberânî es-Sağîr de Enes'ten rivayet etmişlerdir, bkz. Sahîhu'l-camî{3119).
[374] İbni Hişâm ve Ahmed Câbir*den; Beyhakî ise İbni Abbas'tan Raaûlullah'a ait şu sözü rivayet etmişlerdir: "Bir peygamber üzerine zırhını giydi mi, Allah O'nunla düşmanı arasında hükmedene kadar onu çıkarması gerekmez". Hadis sahihtir. Şeyh Elbânî, Gazâlî'nin Fıkhu's-sire'sinde bulunan hadislerin tahricini yaparken bu hadise sahih demiştir, bkz. Tahrîcu'l-hadîs fî'z-zâd, c. 3, s. 193. en-Nihaye'de (el-emctü) kelimesinin zırh manasına geldiği belirtilmiştir. Silah manasına geldiği de söylenmiştir. Bu kelime birçok hadiste geçmektedir.
[375] Ebû Davud'a göre bu hadisi Sâib b. Yezîd sahabenin birinden rivayet etmiştir. Avn şerhi, c. 7, s. 253; İbni Mâce, c. 2, s. 938. ez-Zevâid'de: "Buhârî'nin şartına göre hadis
sahihtir" denmektedir. İmam Ahmed de rivayet etmiştir, c. 3, s. 449. Câmiu'1-usûl muhakkiki hadisin isnadını sahih sayar. c. 8, s. 251.
[376] Bu olay, Rasûlullah'ın hicreti esnasında Sevr mağarasında geçmiştir. Buhâri, Hz. Âişe'den gelen uzunca hadiste rivayet etmiştir, c. 4, s. 254. Şahid hadis de 256'dadır.
[377] Müellif burada, Tirmizî, Nesâi ve İbni Hibban'ın İbni Mes'ûd'dan rivayet ettikleri şöyle başlayan hadise işaret etmektedir: "Şeytanın, Ademoğlundan oluşan bir tayfası vardır." Hadis zayıftır, bkz. Zaîfü'1-camî (1961)
[378] Furkân sûresi, (25/67).
[379] İsrâ sûresi, (17/39).
[380] A'râf sûresi, (7/31).
[381] Buhârî, Merdâ (16)'da, İbni Mâce ise Cenâiz (9)da rivayet etmişlerdir.
[382] îmam Buhârî rivayet etmiştir, c. 4, s. 192. Meğâzî'de [(63) c. 5, s. 113)] Amr b. Âs'tan şöyle bir rivayet zikredilir. Amr b. As Rasûlullah'a sorar: "insanlardan en çok sevdiğin kimdir? Rasûlullah: "Âişe'dir" der. Sonra Amr b. Âs: "Erkeklerden kim?" diye sorar. Rasûlullah: "Âişe'nin babası" der. Sonra kim deyince: "Ömer'dir" der. Amr der ki: Rasûluİlah bir çok ashabı saydı. En sonuncuları olurum korkusuyla sormaktan vazgeçtim". Hadisi Müslim, Nevevî şerhi, Fedâilü Ebî Bekr, c. 15, s, 153; Tirmizî, Menâkıb-ı Aişe, c. 10, s. 383'te rivayet etmişlerdir. Tirmizî'nin rivayeti Hz. Ebû Bekir'de son bulmaktadır. Tirmizî hadis hakkında: "bu rivayetle hadis, hasen ve garibtir" demiştir. Ben derim ki: "Camiul-usûl'de sadece Tirmizî'nin rivayetine yer verilmiştir. Gerek Camiu'1-usûl müellifi gerekse muhakkiki, Şey-hayn'm da rivayetleri olduğunu belirtmemiştir, bkz. Camîu'1-usûl, c. 9, s. 153."
[383] Enbiyâ sûresi, (21/83).
[384] Yûsuf sûresi, (12/86).
[385] Taberânî el-Kebîr'de Abdullah b. Ca'fer'den İbni îshak ise senetsiz olarak rivayet etmişlerdir, c. 2, s. 48 Şeyh Elbânî ise, Tahrîc-ü fıkhı's-sîre'de (s. 132) hadisi zayıf saymıştır.
[386] Sâd sûresi, (38/44).
[387] Nitekim âyet-i celîlede de: "Furkânı âlemlerin bir korkutucusu olsun diye indiren Allah'ın şanı ne yücedir" buyurulmaktadır. (el-Furkân, 25/1).
[388] İmam Buhârî Câbir b. Abdillah'tan Kitabul-Ftisâm'da rivayet etmiştir, c. 8, 3.139-140. Sözkonusu yerde "Melekler, Rasûlullah uyurken geldiler" kısmından "Muhammed, insanları ayırdı" kısmına kadar olan yer anlatılmaktadır. Muhammed (SAV), hak ehliyle batıl ehlini birbirinden ayırdı, demektir. Hadiste birçok faideli hususlar anlatılmaktadır. Daha geniş bilgi isteyenler Sahîhü'l-Buhârî'ye bakabilirler.
[389] Enfâl sûresi, (8/29).
[390] Nitekim âyet-i celîlede; 'İki ordunun birbirine kavuştuğu gün, hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün kulumuz Muhammed'e inanmışsanız..." (Enfâl sûresi, 8/41) buyurulmaktadır.
[391] Bakara sûresi, (2/275).
[392] Nûr sûresi, (24/40).
[393] Daha geniş bilgi için bkz. İbni Teymiyye, er-Risaletü-tirmiziyye ve'1-hameviyye.
[394] Buhâri, el-Enbiyâ (48); Dârimî, Rikâk (68); İmam Ahmed ise Müsned <l/23)'te rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: "Hadisin rivayetleri Hz. Ömer'den gelmiştir, el-Camî'de Suyûtî, Buhârî'nin de rivayeti olduğunu söylerken, Şeyh Elbânî birşey dememiştir.
[395] İmam Ahmed, Hz. Enes'ten (c. 3, s. 153, 24) ve Buhâri et-Tarîhu's-sağîr'de rivayet etmişlerdir. Şeyh Elbânî der ki: Bu sened Müslim'in şartlarına uygundur, bkz. el-Ehâdîsu's-sahîha (1572).
[396] Ebû Dâvûd, el-Menâsık (96) ve İmam Ahmed, Müsned (2/367) rivayet etmişlerdir, Ben derim ki: "Hadis Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir. Avnu'I-ma'bud'da belirtildiğine göre İbni Teymiyye hadisi sahih saymıştır. Ayrıca Elbânî de aynı görüştedir, bkz. Sahîhu'l-camî(7103).
[397] Mâlik, el-Muvatta, Bâbu's-Sefer (85) ve İmam Ahmed, Müsned (2/246) rivayet etmişlerdir. Ben derim ki: Mâlik'in rivayeti Atâ b. Yesâr'dan mürsel olarak rivayet edilmişken İmam Ahmed'inki Ebû Hureyre'dendir ve sahihtir, bkz. Tahzîru's-sacid, s. 25-26.
[398] Hadis sahihtir. İmam Ahmed Tufeyl b. Sahbere'den rivayet etmiştir, (c. 5, s. 72) Hadis "Tufeyl bir rüya görür... Allah dilerse, Muhammed dilerse demeyin" şeklinde sürmektedir. Hadisin doğruluğunu Ebû Dâvâd'un Huzeyfe'den, Ahmed, Tahavî ve Beyhaki'in rivayetleri şahidtir. bkz. el-Ehâdîsu's-sahîha (137-138).
[399] Buhârî, el-Edebu'1-müfred'de (s. 344) İbni Abbas'tan şu hadisi nakleder: Adam'm biri Rasûlullah'a gelerek: "Allah ve Sen dilersen" demişti de Rasûlullah: "Allah'a ortak mı kılıyorsun? Doğrusu yalnızca Allah dilersedir" karşılığını vermiştir. İmam Ahmed, İbni Mâce, Nesâî el-Kübrâ'da, Tahavî, Dârimî ve Taberâni rivayet etmişlerdir. Şeyh Elbânî hadisi sahih sayar, bkz, el-Ehadisu's-sahiha (139).
[400] Hadis zayıftır. İmam Ahmed ve Hakim el-Esved b. Serî'den rivayet etmişlerdir. Zaîfu'1-camî (3707). bkz. el-Beyan ve't-ta'rif, c. 3, s. 8.
[401] Âl-i îmrân sûresi, (3/128).
[402] Âl-i İmrân sûresi, (3/154).
[403] Yûnus sûresi, (10/49).
[404] Cin sûresi, (72/21-22).
[405] İmam Müslim "en yakın akrabalarını, Allah'ın âyetleriyle korkut" (eş-Şuarâ (42/214) âyeti münasebetiyle hadisi hem iki lafzıyla beraber el-İman'da rivayet etmiştir. (Nevevî Şerhi, c. 3, s. 79-81). Ayrıca Nesâî, er-Rasâyâ'da (c. 6, s. 248-249); İmam Tirmizî itk lafızla et-Tefsîr'de (Tuhfe Şerhi, c. 9, s. 41-42); İmam Ahmed, Buhârî'nin rivayetinin ilk lafzıyla el-Vasâyâ'da (c. 3, s. 190-191), Dârimî, er-Rekâik'te (c. 2, s. 305) rivayet etmişlerdir. Yine Müslim Hz. Âişe'den ilk lafızla (Nevevî Şerhi, c. 3, s. 80-81); Tirmizî (Tuhfe şerhi, c. 9, s. 41) ve Nesâî, Hz. Âişe'den gelen ikinci lafızla (c. 6, s. 250) rivayet etmişlerdir.
[406] Zümer sûresi, (39/45
[407] Rasûlullah'ın şu kavline işaret etmektedir: "Hüküm sahibi biri ictihad ederek hükmedip doğruya isabet ederse iki sevap; içtihadıyla yaptığı hükümde hata ederse bir sevap alır". Buharı, Müslim, Tirmizî'nİn dışında diğer sünen sahipleri Amr b. Âs'tan rivayet etmişlerdir. Ebû Hureyre'den ise Kütub-ü Sitte sahipleri ve İmam Ahmed rivayet etmişlerdir, bkz. Sahîhu'1-camî (507)
[408] Buna benzer bir görüş için İmam Safinin Risalesinin ikinci fıkrasına bakınız. (Şa-kire matbaası, s. 539-541-598-599 ve 667). Aynı görüşü Şeyh Elbanî İbni Kayyun'm el-Flâm'nıdan, Fellanî'nin de İkâzul-himem'inden nakletmî.ştir. Ayrıca üç İmamdan da buna benzer oldukça güzel görüşler nakletm iştir. Sözltonusu yere bakınız.
[409] Yûnus sûresi, (10/62).
[410] Yûnus sûresi, (10/63).
[411] Bakara sûresi, (2/5).
[412] Bakara sûresi, (2/177).
[413] Bakara sûresi, (2/177).
[414] Ayette geçen xj- lafzı, orjinal metinde J^> şeklindedir.
[415] Enfâl sûresi, (8/4).
[416] Mü'nıiııûn sûresi, (23/11).
[417] Ahzâb sûresi, (33/35).
[418] Yûnus sûresi, (10/62-63).
[419] Nûr sûresi, (24/52).
[420] Me'âric sûresi, (70/23).
[421] Me'âric sûresi, (70/35).
[422] Tevbc sûresi, (9/112).
[423] İbni Kayyım'ın sözünü ettiği şiirin bazı lafızları İgâsetü'l-lekfân'da (c. 1, s. 226) biraz farklıdır.
[424] Eufâl sûresi, (8/34).
[425] Eufâl sûresi, (8/34).
[426] En'âm sûresi, (6/137).
[427] Misal olarak İbni AshakıYe (15/173) el-Herevî'ye (3/47/1) ve Nevevî'ye (el-m ecmı 1/63) bakınız.
[428] bkz. İbnu'l-Cevzî, el-Mesâkib(192), el-Fellânî (113) ve İbni Kayyım, el-I la 302) Ben derim ki; "Ayrıca Elbânî'nin Evâilü sıfatî's-salât'ına da bakınız.
[429] Fecr sûresi. (89/29).
[430] Kehf süresi ,(18/104).