15- MİSAFİRİN (= YOLCUNUN) NAMAZI
Gemide Ve Hayvan Üzerinde Kılınan
Namazlarla İlgili Hükümler
Hayvan Üzerinde Kılınan Namaz :
Cuma Namazının Vücubunun Şartları
:
Teşrik Günlerinde Alınan
Tekbirler
Teşrik Tekbirlerinin Adedi Ve
Mahiyeti :
Teşrik Tekbirlerinin Şartları :
Kabir, Defin Ve Ölünün Kabirden
Başka Bir Yere Nakledilmesi
Bu Konu İle İlgili Bazı Meseleler
:
Şehidlik Ve Şehidlerle İlgili
Hükümler
Hasta olan bir kimse,
ayakta durmaya gücü yetmediği zaman, —rükû' ve secdelerini yaparak— namazını
oturarak kıllar. HH-daye'de de böyledir.
«Gücü yetmeme» nin
açıklanmasında, en sahih görüş: Ayakta durulunca, bir zarara uğranması halidir.
Fetva da bunun üzerinedir. Mi'râcü'd - Dirâye'de de böyledir.
Keza, bir kimse,
hastalığının artmasından korktuğu; iyileşmesinin gerileyeceği veya başının
döndüğü zamanlarda da namazını oturarak kılar, Tebyîn'de de böyledir.
Ayakta durma yüzümden,
ağrı veya acı duyan kimse de nar mazını oturarak kılabilir.
Ayakta durmaktan
dolayı meşakket nev'inden bir şeyle karşılaşan kimsenin, —sırf bu yüzden—
ayakta durmayı terk etmesi, caiz olmaz. Kâfi*de de böyledir.
Bir kimse, namazın
tamamında ayakta duramaz; fakat bir müddet ayakta durmaya gücü yeterse, o
kimseye, gücü yettiği1 kadar ayakta durması emredilir.
Meselâ : Bir kimsenin
ayakta tekbir almaya gücü yetse dex Kur-'ân okumak için ayakta durmaya gücü
yetmese,. veya kıyamın bir kısmına gücü yetse; bu kimseye, tekbiri ayakta
alması ve gücü yettiği kadar ayakta durması emredilir. Ve bu kimse, gücü
yettiği kadar ayakta durur; âciz kalınca da oturur.
Şemsü'l - Eimme
Halvânî : »Bu yol sahihtir. Bir kimse, şayet bunu terk ederse; ben onun
namazının caiz olmayacağından korkarım.» demiştir. Hulâsa'da da böyledir.
Bir şeye veya bir yere
dayanarak ayakta durmaya gücü yeten kimsenin, namazı bu şekilde kılması
gerekir. Sahih olan budur. Bu durumdaki bir kimse için, bundan başkası cai'z
olmaz.
Keza, bir kimsenin
bastonuna veya hizmetçisine dayanarak namaz kılmaya gücü yeterse, bu kimse,
namazını bunlara dayanarak kılar. Tebyîn'de de böyledir.
Evinde, ayakta namaz
kılmaya gücü yeten bir hastanın, dışarı çıktığı zaman buna gücü yetmiyeceği
olursa, bu durumda âlimler arasında görüş ayrılığı vardır. Beğenilen görüş
ise, bu hastanın, namazını, evinde ve ayakta, kılmasıdır. Fetva da bu kavil
üzere verilir. Muzmarât'ta da böyledir.
0 Hasta olan şahıs,
oturarak namaz kıldığı zaman, nasıl oturmak kolayına geliyorsa, öyle oturur.
Esahh olan budur. Sirâcül -Vehhâc'da da böyledir. Sahih olan da budur. Aynî'nin
Hidâye Şer-hi'nde de böyledir.
Doğruca oturmaya gücü
yetmeyen kimse, ya duvara veya bir adama dayanıp yaslanarak namazım kılar.
Sahih olan budur. Bu kimsenin, namazı böyle kuması vacip olur. Zehiyre'de de
böyiedir.
Muhtar olan kavle
göre, yatarak namaz kılmak caiz olmaz. Tebyîn'de de böyledir.
Ayakta durmaktan,
rükû'a eğilmekten ve secdeye varmaktan âciz olan kimsenin, namazı oturarak
kılmaya gücü yetiyorsa oturarak îmâ ile kılar. Secdelerini, rükû'Ianndan daha
faz]a eğilmek sureti ile yapar. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Eğer, her ikisi (rükû'
ve secde) müsavi bir şekilde yapılırsa, namaz caiz olmaz. Bahrü'r - Râik'ta da
böyledir.
Keza, rükû' ve
secdeden aciz olduğu halde, ayakta durmaya gücü yeten kimsenin de namazını
oturarak ve îmâ ile kılması müstehap olur. Bu kimse, şayet îma ile ayakta
kılmış olsa, bize göre yine namazı caizdir, Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
îmâ ile namaz kılan
kimse, sehiv secdelerini de imâ ile yapar. Muhıyt'te de böyledir.
İmâ ile namaz kılan
kimsenin, bir tahtayı veya bir yastığı, kendisine doğru kaldırıp, onun üzerine
secde etmesi mekruhtur. Böyle yapan kimsenin durumuna bakılır : Eğer, bu
kimsenin başı rükû' için eğiliyorsa ve sonra da secdeler için daha fazla
eğiliyorsa, namazı caiz olur. Hulâsa'da da böyledir.
Fakat, böyle yapmakla,
o kimse, kötü bir iş yapmış olur. Muzmarât'ta da böyledir.
Hasta olan kimsenin,
başı eğilmiyor da, tahtayı veya yastığı alnının, üzerine koyuyorsa, —namazı—
caiz olmaz, Esahh olan görüş buidur. Fakat, yastık yere konmuş ise ve hasta
olan şahıs bunun üzerine secde ediyorsa, namazı caiz olur. Hulâsa'da da
böyledir.
Alnında yara
olmasından dolayı, alnını yere koymaya gücü yetmiyen kimsenin, imâ ile namaz
kılması caiz olmaz. Bu kimse, burnu üzerine secde eder. Şayet, burnu üzerine
secde etmeyip, imâ ile namaz kılarsa, namazı caiz olmaz. Zehiyre'de de
böyledir.
Namaz kılacak
kimsenin, oturmaya da gücü yetmezse, sırtının üzerine yatar ve ayaklarını
kıbleye doğru uzatır. Oturan kimseye benzemek için de başının altına bir
yastık koyar. Böylece rük'û' ve secdeyi, imâ ile yapma ihtimali güçlenmiş olur.
Bu »durumdaki bir
kimse, yanı üzeri yatıp da yüzünü kıbleye çevirirse, yine imâ ile kılması caiz
olur. Fakat, birinci şekil daha evladır. Kâfî'de de böyledir
Bu durumda, bir
kimsenin, sağ; tarafına yatmaya gücü yetmezse, sol yanı üzerine yatabilir.
Sirâcü'l - Vehhâc'da da böyledir.
Bu durumda da yüzü
kıbleye dönük olur, Gunye'de de böyledir.
Bir kimse, sağlam bir
halde namaza başlar, fakat sonradan, kendisinin ayakta durmasına mani olacak
bir hastalık gelirse, bu kimse, namazını, oturarak rükû' ve secdelerle kılar.
Eğer buna da gücü yetmezse, namazını, oturduğu yerden imâ ile kılar. Buna da
gücü yetmiyen kimse ise, namazını, yattığı yerden imâ ile kılar. Tebyîn'de de
böyledir.
İmâmeyn'e göre :
Oturduğu yerden, rükû' ve sücûd ile namaz kılmakta oları kimse, namaz İçinde
sıhhata kavuşursa, kalan kısmım ayakta bina eder. Hidâye-'de de böyledir.
Namazın bir kısmını
imâ ile kılıp,, sonradan rükû' ve sucuda gücü yeten kimse, bütün âlimlere
göre, namazını yeniden kılar Hidâye'de de böyledir.
Bu, rükû ve secdelere
gücünün yetmesinden sonradır. Fakat bir kimse, namaza başladıktan sonra ve
namaz bitmeden önce güç kazanırsa, kalan kısmı bina etmesi sahih olur. CevheretÜ'n-Neyyire'de de böyledir.
îmâ ile namaz kumaya
da gücü yetmiyen kimseden, namazın farziyyeti düşer. Zâhirü'r-rivâye de
böyledir. Gözlerle ve kaş-larîa, imâ etmeye de itibar edilmez.
Bu kimsenin hastalığı
sonradan hafiflerse, kılamadığı namazları kaza edip etmiyeceği hususunda da
ihtilaf edilmiştir: Bazıları: «Eğer bu kimsenin aczi, bir gün bir geceden fazla
olursa, namazlarını kaza etmesi gerekmez. Fakat, bundan az olursa, kaza lazım
olur.» demişlerdir. Bayılma gibi... Sahih olan görüş budur. Fetâvâyi Kâdîhânda
da böyledir. Fetva da bunun üzerinedir. Zâîiiriyye'de de böyledir.
Bu hastalıktan dolayı
ölen kimsenin üzerine, bir şey lazım . gelmez; fidye de gerekmez. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimse, oturarak
dört rek'at namaz kılsa, dördüncü rek'-atte de otursa, teşehhüdden Önce
kiraaltte bulunsa, ve rükû' eylese; bu davranışı, ayakta durma yerindedir.
Yani, fazla rek'ate kalkan kimse ne yaparsa, bu kimse de öyle yapacaktır.
Fetâvâyi Kâdîhânî da da böyledir.
Hâvî'de : «Bu kimse,
sehvinden dolayı secde eder.» denilmiştir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimse, ikinci
rek'atin ikinci secdesinden başını kaldırırken, kıyama niyyet etse ve okumasa;
sonra da yanıldığını anlasa, döner; teşehhüdü okur ve sehiv secdesi yapar.
Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Oturarak namaz kılan
hasta, dördüncü rek'atin son oturuşunun secdesinden, üçüncü rek'at zannı ile
başını kaldırsa, kıraatte bulunsa ve imâ ile rükû' yapsa ve secde etse, namazı
fesada gider.
Şayet, bu kimse,
üçüncü rek'ati, ikinci rek'at zannederek okumaya başlasa, sonra da yanıldığını
anlasa, teşehhüde dönmez; namazına devam eder. Namazın sonunda da sehvi için
secde eder. Mu-hıyt'te de böyledir.
Tecrîd'de : «Hasta
olan kimse, namaz kılarken, kıraat, tes-bihat ve teşe.hhüd gibi, sağlam
kimselerin yaptıklarının hepsini yapar. Fakat, bunlardan aciz olursa, hepsini
de terk eder.» denilmiştir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Hastanın, sağlamdan
ayrıldığı noktalar, gücünün yetmediği şeylerdir. Hasta, gücünün yettiği
hususlarda sağlam gibidir.
Hasta bir kimse, kıble
istikametini bilir, fakat oraya dönmeye gücü yetmez ve kendisini kıbleye
döndürecek bir kimse de bulamazsa, zahirür- rivâyede bulunduğu durumda namazım
kılar. Ve o namazı iade etmez. Fakat, kendisini kıbleye çevirerek birini bulursa,
münasip olan, o kimseden, kendisini kıbleye çevirmesini istemesidir. Bu
durumda, böyle yapmaz da, kıble yönünden başka bir istikamete yönelmiş olarak
namazını kılarse, bu namaz caiz olmaz.
Keza, hasla olan bir
şahıs, pis bir döşekte veya yaygıda oturduğu halde, temiz bir yaygı bulamaz
veya temiz bir yaygı bulabildiği hailde, kendisini onun üzerine götürecek bîr
kimse bulamazsa; bu şahıs, o pis döşek üzerinde namazını kı'ar. Eğer, döşeğini
değiştirecek bir kimse bulunursa, bunu yapmasını o kimseden ister. Şayet, bunu
talep etmeden, pis döşek üzerinde namaz kılarsa, bu namazı caiz o'maz.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir hastanın altında,
pis bir örtü, pis bir çamaşır bulunur ve onun üzerine sereceği temiz bir örtü
ayın anda kirlenecek olursa, bu hasta, bulunduğu hal üzere namazını kılar.
Keza, ikinci örtü (~
elbise) kirlenmiyecek olmasına rağmen, eğer onu değiştirmek çok zor olacaksa,
yine namazını bulunduğu hal üzere kılar. Fetâvâyi Kâdînân'da da böyledir.
Bayılan kimsenin
üzerinde, beş vakit namaz, kazaya kalmış olursa, ayılıncn onları kı'ar.
Fakat, bayılan kimse,
baygınlık halinde, daha fazla namaz geçirmiş olursa, onları kaza etmez.
Delilik de, baygınlık
gibidir. Sahih olan görüş budur. İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, burada, geçen
vakitlerin çokluğuna rtibar olunur. Sahih olan görüş de budur. Ve bu, baygınlık
kesintisiz bir müddet devam ettiği zaman böyledir .
Fakat, baygın Kimse,
ifakat bulup ayrıldığı zaman, bakılır : Bu kimsenin iyileşip ayılması, bilinen
bir vakitte ise, meselâ : Sabah vakti hastalığı hafiflese, biraz İyileşip sonra
yine baygınlık gelse, bu iyileşme haline itibar edilir. Daha önceki vakitlerin
baygınlık hükmü baygınlıkta geçen vakit
bîr gün bir geceden az ise bozulur.
Fakat, bu şahsın iyileşmesi, bilinen bir vakitte olmaz, aniden iyileşir ve
sağlıklı olan kimseler gibi konuşur sonra da, üzerine yine baygınlık gelirse,
bu şekildeki iyileşmeye itibar olunmaz. Teb-yîn'de de böyledir.
Bir kimse, yırtıcı
hayvanlardan veya insanlardan korktuğu için bayılır ve bu baygınlığı, bir gün
bir gece devam ederse, bü-ic-mâ' bu kimseden kaza düşer.
Fakat, içki içen bir
kimsenin, bir günden (azla bir müddette bile aklı b.'işma gelmezse, ondan kaza
düşmez.
Bir kimse, her hangi
bir ot kökünün suyunu ve}'a bir ilacı içerek bayılır veya aklı başından gider
ve bu hâ! de bir günden faz'a devam ederse, İmâmeyn'e göre, yine bu
kimseden-kaza düşmez.* Hu-lâsa'da da böyledir.
Bir gün bir guceden
fazla uyuyan kimse, —uykudan geçen— namazların tamamını kaza eder.
Bir kimse, ramazanda
oruç tutacak olursa, namazı oturarak kılabilecek; oruç tutmadığı takdirde ise,
namazı ayakta kılabilecek olsa; bu kimse, oruç tutar ve namazını oturarak
kılar. Serahsî'nin Muhiyt'inde de böyledir.
Hasta bir kimse,
hastalığının, namazını geri bırakacağı korkusu ile, bilerek veya bilmeyerek,
namazını vaktinden Önce kılmış olsa, bu caiz olmaz.
Keza, kıraat etmeden
veya abdestsiz olarak, bu düşünce ile namaz kılan hastanın, namazı da caiz
olmaz.
Fakat, bu kimsenin
kıraate gücü yetmezse, okumaksızın imâ ile namazını kılar.
Hasta olmasından
dolayı, bir adamın kölesinin abdest almaya gücü yetmese-, o köleye efendisi
abdest aldırır. Şayet, hasta olan kölenin bir de hasta karısı o'sa, kölenin efendisi, o kadına abdest aldıramaz.
Mııhıyt'te de böyledir.
Her hangi bir rüknü
abdestli olarak kılmaya gücü yetmiyen kimseden, o rüknü —eda elmek vazifesi—
düşer. Fetâvâyi Kâdîhân-tia da böyledir.
Meselâ : Secde etmeye
gücü yetnıiyecek kadar, alnında ve burnunda yarası olan bir kimsenin, secde
etmesi halinde, yarası ka-nayacak, secde etmezse yarası kanamıyacak olursa; bu
durumda, o şahıs namazını, oturduğu yerde ve imâ ile kılar. Şayet, ayakta, kıraat
ederek kılar, rükû' yapar ve sadece secdeyi terk ederse, bu şekilde kıldığı
namaz da caiz olur. Fakat, önceki şekilde kılmak daha efrîaldir. Muhryt'te de
böyledir.
Keza, bir kimsenin,
namazı ayakta kılması halinde, kıraat cdemiyecek, idrarı akacak veya yarası
kanayacak olur ve oturduğu zaman da bunlardan hiç biri olmayacak olursa, bu
kimse, ayakta durmaz; namazını oturarak kılar. Sirâciyye'de de böyledir.
Düşman korkusundan
dolayı veya dışarısı tamamen çamur olduğu veya yağmur yağarken, sahradaki küçük
çadırının içinde doğrulmaya imkânı olmadığı zaman ayakta namaz kılmayı terk
eden kimsenin oturarak namaz kılması caiz olur.
Hastalık halinde
namazı kazaya kalmış olan kimse, bu namazı, iyi olunca kaza ederse, sağlam
kimselerin kıldığı gibi kılarak kaza etmesi gerekir. Eğer, bu namazı Hastalar
gibi kılarsa, caiz olmaz. Meselâ : Hasta iken imâ ile veya oturarak
kılabileceği namazı, iyileşince bu şekilde kaza etmesi caiz olmaz. Serahsî'nin
Muhıyt'-inde de böyledir.
Sağlam iken kılamadığı
namazları, hasta halinde kaza etmek isteyen kimse, bunları hasta halinde
kılmakta olduğu namazlar gibi, ya oturduğu yerde veya imâ ile kaza eder.
Sirâc'yye'de de böyledir.
Namaz kılan kimsenin,
başka bir imkanı olmadığı zaman: yanma bir adamın oturup, rükû', secde ve
benzeri şeylerde, yanıldığı /aman kendisine haber vermesini istemesi caiz olur.
Gun-ye'de de böyledir.
Hasta olan bir
kimsenin, cuma günü, öğle namazını .imam cum'ayı kılana kadar te'hir etmesi
müstehaptır. Eğer, te'hir eUnezse, mekruh olur. Sahih olan budur. Mıızmarat'ta
da böyledir. [1]
Kendisinde, hükümlerin
değiştiği mesafenin en azı, üç günlük yolculuktur. Tebyîn'de de böyledir.
Sahih olan budur. Cevâhirü'I -Ahlatî'de de böyledir. [2]
Seferle değişen
hükümler şunlardır :
1- Namazın
kısa kılınması,
2- Orucu
yemenin mubah olması,
3- Mesh
müddetinin üç güne uzaması,
4- Cum'a ve
bayram namazlarının düşmesi,
5- Kurban kesmenin
düşmesi,
6- Hür olan
kadınların, mahremsin yola çıkamamaları, Itâbiy-ye'de de böyledir.
Sefer müddetinde, orta
halli yolculuğa itibar edilir. O da, deve yolculuğu ve senenin en kısa gününde
yaya yolculuğudur. Tebyîn'de de böyledir.
Her gün, geceye kadar
yo' yürümenin şart olup olmadığı hususunda görüş ayrılığına düşülmüştür. Sahih
olan ise, bunun şart olmamasıdır.
Meselâ : Bir kimse,
sabahın erken saatinden Öğleye kadar yürüyüp, merhalesine varsa ve oraya
konaklasa; orada yatsa ve gece-Jese; sonra ikinci ve üçüncü günlerde de böyle
yapsa, bu kimse misafir (= yolcu) olur. Sirâcü'I - Vehhâc'da da böyledir.
Sefer müddetince,
gidilen vola itibar edilir. Bahrü'r -Râık'ta da böyledir.
Gidilmek istenilen
yere ulaşmak için iki yol bulunsa, bu yollardan biri, geceli gündüzlü üç
günlük, diğeri de bundan daha aşağı olsa, bize göre, uzak olan üç günlük yoldan
giden kimse misafir (seferi, yo3cu)
olur. Fetâvâyî Kâdîhân'da da böyledir.
Fakat, bu kfmse kısa
yoldan giderse, namazlarını tam kılar. Bahrü'r - Râık'ta da böyledir.
Bir yerin, hem sudan
(denizden, ırmaktan), hem de karadan olmak üzere iki yolu bulunsa ve buraya,
su yolu ile giden üç günde, kara yolu ile giden ise iki günde-varacak olsa; su
yolu ile giden şahıs, namazlarını kasreder. (Dört rek'atli farzları ikişer
rek'at kılar.) Karayolu ile giden ise kasretmez. (Tam kılar.)
Şayet, kara yolundan
giden üç günde, su yolundan giden işe iki günde varsa; bu durumda da kara
yolundan giden namazlarını kasreder; su yolundan giden ise kasretmez.
Su yolunda da üç güne
itibar edilir. Rüzgarın hızlı esmesi,, ya- • vaş esmesi veya tamamen durması
halleri de müsavidir.
Dağda da durum
aynıdır. Yani dağ yollarında da üç güne itibar edilir. Aynı mesafeye,
kayalıklardan gidilip üç günden, önce varılsa j bile, üç güne itibar edilir.
Adet olan, yolculukla
üç günlük mesafede bulunan bir yere-süratli yürüyen bir at Üe iki günde ve
hatta daha az bir zamanda varılmış olsa bile, yine namazlar kısaltılırlar.
Cevheretü'n - Neyyi-re'de de böyledir.
Misafire farz olan,
dört rek'atli namazları ikişer rek'at kıl-
' maktır. Hidâye'de de böyledir.
Bize göre, namazı
kısaltmak farzdır.
Bir kimse eğer seferde
dört rek'at kılar ve ikinci rek'atten sonra teşehhüd miktarı oturmuş olursa,
—son iki rek'at nafile olmak üzere namazı caiz olur. Bu durumda, bu kimse,
selamı te'hir ettiği için günahkâr olur.
Şayet, iki rek'at
kıldıktan sonra oturmaz ise, namazı batıl olur. (Caiz olmaz.) Hidâye'de de böyledir.
Keza, bir kimse, bu
durumda, iik iki rek'atte veya bunların birinde, kıraati terk ettiği zaman,
bize göre namazı bozulur. Tatar-hâniyye'de de böyledir.
Kasr (= Dört rek'atli
farzları iki rek'at olarak kılmak), bütün misafirler (= yolcular) için
sabittir. Yolculuk, ister ibadet yolculuğu olsun, ister kabahat yolculuğu
olsunJ bu mes'elede müsavidir. Muhıyt'te de böyledir.
Keza, yolculuğun at
ile veya yaya yapılması da müsavidir Sünnetlerde kısaltma yoktur.
Bazıları :
«Misafir, sünnetleri terk eder.» demişlerdir. Muhtar olan görüş ise :
Sünnetlerin korku zamanlarında terkedilebilece&i emniyet ve istikrar
zamanlarında ise kılınmalarının uygun olacağıdır, Vecîzü'l - Kerderi'de de
böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.) :
Bir yolcu, şehrinden ve şehrinin evlerinden çıktığı zaman namazını kısaltır.»
demiştir. Gıyâsiyye'de de : «Beğenilen ve seçilen görüş budur; fetva da buna
göredir.» denilmiştir. Tatarhânîyye'de de böyledir.
Bu hususta sahili
olan, şu kavildir : Gerçekten, ancak şehrin ma'mur olan yerlerini geçip
çıkmaya itibar olunur.
Ancak, şehrin
etrafında bulunan bir köy veya müteaddit köyler şehre bitişini şlerse, bu
takdirde, o köylerin geçilmesine İtibar olunur. Şehre bitişmeyen köy ise, bunun
hilaf madır. Ve, bu durumdaki köy, geçilmeden de kasr-i salât yapılır. (=
namaz kısaltılır.)
Keza, bir kimse,
şehrine döndüğü zaman, şehrin ma'mur yerlerine ge-meden, namazlarını tam
kılamaz.
Bir kimse, şehrinden
çıkmadıkça, sadece —sefere— niyyet etmekle misafir olamaz. Fakat, sadece
niyyet etmekUe mukîm olur. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
Seferin başlamasında,
kişinin çıktığı tarafın ma'mur yerlerini geçmesine itibar olunur.
Bir kimse, şehrin,
kendisinin çıktığı tarafının ma'mur yerlerini geçmiş olsa fakat bu durumda,
şehrin baksa bir tarafının evlerinin hizasında bulunmakta olsa, yine namazını
kısaltarak kılar. Teî>-yîn'de de böyledir.
Bir kimsenin çıktığı
tarafta, önceden şehre bitişik iken daha sonra ayrılmış bulunan bir mahalle var
ise, bu kimse, mahalleyi geçene kadar, namazını kisaltamaz. Hulâsa'da da
böyledir.
Sefere çıkan bir
kimseye, misafire tanınan ruhsatın tanınması için, o kimsenin üç günlük
yolculuğa kasdetmesi gerekir. Böyle olmazsa, ;bu ruhsat, kendisine katiyyen
tanınmaz. Niyyeii olmadan dünyayı dolaşmış olsa bile, durum yine aynıdır.
Niyyet etmeden, yi-
tiğini arayan veya
alacağını toplayan kimselerin yo-culuklan da böyledir.
Kasıtta, zamanın
galebesi kâfidir. Kişinin zanm, misafir olacağına, yani üç günlük yola
gideceğine galebe çalarsa, bu şahıs misa-fir olur. Bu hususta, kişinin kesin
bilgi sahibi olması şart kılınmamıştır. Tebyîn'de de böyledir.
Yolculukta, bir
kimsenin niyyet ehli olması da şart kılınmıştır. Meselâ ; Bir çocuk veya bir
hırisıtiyan yola çıksalar; iki gün yol yürürseler; sonra çocuk bulûğa erse;
hıristiyan da raüslüman olsa, bu durumda, çocuk namazı tamam kılar; müslüman
olan kimse ise kısaltır. Zâhidî'de de böyledir.
Bir beldede, on beşgün
veya daha fazla ikamete niyyet edilmedikçe, seferin hükmü kaybolmaz. Hidâye'de
de böyledir.
Bu hüküm, üç gün yol
yürünmüş olduğu zaman geçerlidir. Fakat, üç günlük yol yürümemiş o5an bir
kimse, geri dönmeye az~ metse veya ikamete niyyet etse, —kişi sahrada olsa
bile— mukîm olur.
1- Yolculuğu
terk etmek. Meselâ : Bir kimse, yolculuğu devam ettiği halde, ikamete niyyet
etmiş olsa bu sahih olmaz.
2 - Yer
Selahiyeti, Meselâ : Bir kimse, bir yere yerleşmeden —karada veya denizde veya
çölde— ikamete niyyet etse, bu sahih olmaz.
3- Yerin bir
olması,
4 - Müddetin
bir olması,
5- Kişinin
re'yinde hür olması. Mi'râcü'd - Dirâye'de de böyledir.
Şemsü'l - Eimme
Halvâni: «Müslüman askerler, bir yerde kalmaya kasdetseler de yanlarında taşımakta
oldukları haymalarını Cçadırlanm), inmiş bulundukları sahraya kursalar ve orada
onbeş gün kalmaya azmetseler; yine de bu durumda mükîrn olamazlar. Çünkü :
Taşınabildikleri için, o çadırlar, mesken hükmünde değildirler. Muhıyt'te de
böyledir.
Müteahhirin âlimleri,
çadırlarda yaşryan a'rabîler, türk-menler ve göçebeler hakkında; onların
niyyetleri sebebi ile mukim olup olamıyacakları konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir.
Bu hususta, İmâm Ebû
Yûsuf (R.AJ'tan iki rivayet vardır; İkinci rivayette değil de, birinci
rivayette : «Onlar mukim olurlar.» demiştir. Fetva da bunun üzerinedir.
Şayet, on beş günden
az ikamet etmeye niyyet ederlerse, namazlarını noksan kılarlar. (Yâni, mukim
sayılmazlar.) Hidâye de de böyledir.
Bir kimse, bir işini
görmek için geldiği Mr şehirde, on beş gün kalmaya azmi ve niyyeti oimadan ve
İşinin bitmemesi yüzünden, senelerce kalmış oİsa bile namazlarını kısaltarak
kılar. Tehrib'-de de böyledir.
Haccetmek için yola
çıkmış bulunan kimseler, Bağdad'a vardıkları zaman ikamete niyyet etmeden,
arkadan gelecek kafileyi beklemek ve onlar gelene kadar yola çıkmamak azminde
olsalar; . o kafilenin gelip, kendileri ile Bağdat'ta birleşerek yola çıkmaları
Üe, kendilerinin buraya gelmeleri arasında da on beş gün veya daha fazla vakit
olduğunu da bilseler, bu kimseler namazlarım tam kılarlar.
Bu kimseler, eğer
Mekke ve Mina veya Küfe ve Hıyre gibi her biri kendi başına bir yer olan, iki
ayrı yerde onbeş gün kalmaya niyyet etmiş olsalar, bu kimseler mukim
sayılmazlar. Ancak, bu iki yerden biri, ıdiğerine bağlı ve orada oturanlara
cum'a kılmak vacip ise, bu kimseler, bu durumda mukim sayılırlar.
Bu kimseler, on beş
gün ikamete niyyet etseler ve bu müddeti de, —önbeş gündüzü bir köyde, onbes
geceyi de diğer köyde olmak üzere— iki ayrı köyde geçirecek olsalar, mukim
sayılırlar. Gecelemek niyyeti ile girilmiş olunan köyde —ikinci köye Önce
girilmiş olması sebebi ile mukim olunmaz. Hulâsa'da da böyledir.
Menâsik isimli kitapta
: «Ayın başında Mekke'ye giren ve ayın ortasına kadar orada ikamete niyyet etmiş
olan hacıların bu niyyeti, —Arafat'a muhakkak çıkacak olmalarından dolayı
sahih olmaz. Çünkü şart tahakkuk etmez.
«Bu mesele, İsâ bin
Ebân'ın fıkıhla uğraşıp, bu ilimde derinleşmesine sebep olmuştur.»
denilmiştir.
Aslında îsâ bin Ebân,
hadîs ilmi ile iştigal'ediyordu. Fıkıh ilmine geçişini şöyle anlatıyor :
Ben Zil~hicce'nin
başında Mekke'ye girdim. Yanımda bir de/ arkadaşım vardı. Bir ay ikamete
azmeyledim ve namazımı tamam kılmaya başladım Ebû Hanîfe (R.A.) 'ıûn
arkadaşlarından bazdan bana mülâki oldular ve : «Hatâ ettin; çünkü sen Mina ve
Arafat1» çıkacaksın.» dediler. Arafat'tan döndüğüm zaman, arkadaşını çıkma
hazırlığına başladı. Ben de ona arkadaşlık etmeye azmeyledim ve namazımı
kısaltmaya başladım. Yine, Ebû Hanîfe (R.A.)'nin arkadaşı bana : «Hata ettin,
çünkü sen Mekke'de mukimsin. Buradan çıkmadığın müddetçe misafir olamazsın.»
deldi. Ben de : «Bir meselede iki yerde hata ettim.» dedim. Ve İmâm Muhammed
(RA.) 'İn meclisine giderek fıkıhla meşgul olmaya başladım. Bu mesele Bah-rü'r
- Kâık'ta zikredilmiştir.
Dâr-ı harbte bir şehri
kuşatan veya İslâm diyarında eş kıyaları, isyankârları kuşatmış oîan kimseler,
orada on beş gün kalmaya niyyet etseler bile, namazlarını kısaltmazlar. Çünkü
durumları, kaçmakla durmak arasında mütereddittir. Bu kimseler, karşı
taraftaki kimselerin evlerinde oturuyor olsalar bile, durum yine aynıdır.
Ti-muriâşî'de de böyledir.
Bundan dolayı,
bilginlerimiz : «Bir tüccar ihtiyaç için bir şehre gitse ve gerekli şeyleri
alabilmek için orada on beş gün kalmaya niyyet etse, bu kimse de mukim
sayıhnaz. Çünkü, tereddütlü* dür ve niyyetinde karar yoktur. îşi bitip gidecek
rru\ yoksa işi bitme-yip orada kalacak mı, belli değildir.
Yukarıda söylenilen
şeyler, bir yere gitmek ve yolculuğun ruh-. satında faydalanmak isteyip de, asıl gideceği yere değil de daha uzak bir yere
niyyet eden kimsenin sözüne karşı bir hüccettir. Bu kimsenin böyle yapması
galattır ve niyyeti boş bir niyyettir. Mi'râ-cü'd - Ddrâye'de de böydedir,
Küffâr memleketine,
emniyyet (= güvenlik) içinde giren bir kimse, orada ikamete niyyet eylemiş
olsa, bu niyyeti sahih ölür. Hulâsa'da da böyledir.
Bir kimse, küffâr
memleketinde müslüman olsa ve kendisine islâmiyet öğretilmiş bulunulsa; bu
arada kâfirler onu öldürmek için arasalar, o da üç günlük yol gitmek üzere
firar etse, bu durumda o kimse —muhtelif yerlerde bir ay veya daha fazla
kalmış olsa bile misafir olur. Çünkü bu şahıs, kâfirler için muharip olmuştur.
Keza, müste'men olan
bir kimse 15= dar-ı harbde kendisin» emân verilmiş olan kişi) de gadre uğradığı
veya ölmümü istendiği zaman durum yine böyledir. Bu durumda olan bir kimse, bir
küffâr şehrinde yaşarken, kendisini yakalayıp öldürmek isteseler, o da bir yere
gizlenmiş olsa, namazlarını tamam kılar. Çünkü, bu kimse o memleketten çıkmadan
misafir sayılmaz, orada mukimdir.
Keza, küffar
şehirlerinden bir toplum, müslüman olsa ve ehl-i küfür de onlara harb açsa,
müslüman olan kimseler orada bulundukları müddetçe namazlarını tamam kılarlar.
Keza, kâfirler galip gelseler de, müslümanlan bir günlük mesafedeki bir yere
sürseler, müslümanlar yine namazlarını tamam kılarlar. Ancak, bu durumda üç
günlük mesafede olan bir yere gitmeyi murad ederlerse, namazlarını
kısaltırlar. Şayet, kendi şehirlerine geri gelirlerse, yine namazlarını tamam
kılarlar.
Müşrikler, müslümanlan
yenseler ve şehirlerinde kalsalar; sonra müslümanlar oraya geri dönseler ve o
şehir müşriklerden boşal-sa; müslümanlar o şehri yurt veya menzil edinseler ve
orada bir baskı ve zahmet kalmasa, bu şehir, dârü'l - İslâm olur. Ve,
müslü-manlar, orada namazlarını tamam kılarlar.
Ancak, müslümanlar, bu
şehri yurt edinmek istemezler ve eğer bir ay kalıp, İslâm diyarına gitmek üzere
oradan çıkacaklarsa, bu durumda, bu şehirde namazlarını kısaltarak kılarlar.
Muhıyt'te de
böyledir.
Küffâr memleketinde
esir olan bir kimse, esaretten kurtulsa ve bir mağara veya benzeri bir yeri on
beş günlük vatan edin-se, bu kimse, orada mukim sayılmaz. Huiâsa'da da
böyledir.
Tecnîs'de : «İslâm
askerleri, kâfirlerin elinden, bir şehri alsalar, eğer orayı yurt edinirlerse,
orada namazlarım tamam kılarlar. Fakat, orayı yurt edinmeyeceklerse, bir ay
veya daha fazla orada kalmak isteseler bile, namazlarını misafir olarak
kılarlar. Bahrü'r -Râık'ta da böyledir.
Başkasına tabi olan
her şahsın, tabi olduğu kimseye itaat etmesi gerekir. O ikamet edince mukim; o
sefere çıkınca da misafir olur. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
Asker, şehirde olan
komu'tanımn ikamet niyyeti sebebi ile, sahrada bilemukim olur. Kâfi'de de
böyledir.
Aslolan : İkameti,
kendi arzusu ile mümkün olan kimsenin, ile mukim olmasıdır. Kendi arzusu ile
ikameti mümkün olmayan bir kimse, niyyeti ebebi ile mukim olamaz.
Meselâ : Yolculukta,
kocası ile beraber olan bir kadın, efendisi île beraber olan bir köle, hocası
ile beraber olan bir talebe, iş vereni ile beraber olan bir işçi, komutanı ile
beraber olan bir asker, İçendi niyyeti ile mukim olamaz. Zâhirü'r-rivâye budur.
Muhıyt'te de böyledir.
Kendisine, mehr-i
muaccele ödenmiş olsa bile, kadın, kocasına tabi olur. Fakat, mehr-i muacceli
verilmemiş ise, duhulden önce kocasına tabi değildir.
Asker, emiri (=
komutanı) tarafından yidirilip içiriliyorsa, ona tabidir. Tebyîn'de de
böyledir. Fakat, asker, rızkını kendi malarından temin ediyorsa, onun
niyyetine itibar olunur. Zahîriyye'de de böyledir.
Borcundan dolayı
hapsolunan kimse, eğer fakirse alacaklısının niyyetine itibar olunur. Fakat,
borcunu ödemesi istenilen kimse zenginse,
borçlunun niyyetine itibar
olunur. Fakat, bu kimse, borcunu
ödemeye azmetmemiş olursa, o zaman, bu kimse de fakir gibi olur. Muzmarât'ta da
böyledir.
«Yolculuk esnasında,
iki' efendisi bulunan kölenin, efendilerinden birisi ikamete, diğeri de sefere
niyyet etse, köle, ikamet niyyet eden efendisine hizmet ettiği gün, namazını
tam kılar; diğerine hizmet ettiği gün ise, namazını kısaltır.
Köle, bu durumda,
günlük hizmeti müşterek yapıyorsa, aslına itibar ederek, namazını tam kılması
münasip olur.» denilmiştir.
Köle, bu durumda,
ihtiyaten ve şüpheye mahal kalmaması için, her iki rek*a*t başında oturur.
Gıyâsiyye'de de böyledir.
Metbû ( = tabi olan
kimse), tabi olduğu kimsenin ikamete niyyet ettiğini bilmezse, bu durumda
aslolan, onun mukîm olmasıdır. «Mukim olmaz» deyinlerde vardır. Esahh olan da
budur. Çünkü, bir şeye, bilmeden önce hükmetmekte, zorluk ve zarar vardır. Bu
ise şer'an yasaktır.
Efendisi ile birlikte
sefere çıkan bir köîe, efendisine sorar, =o da —niyyetinin ne olduğunu—
bildirmezse, köle, namazmı tamam kılar.
Eğer bu köle, iki
rek'at başında oturmadan bir gün namaz kılar, sonra da efendisi ona, yolculuğa
çîktığı andan itibaren sefere niyyet etmiş olduğunu haber verirse; asloîan, bu
durumda bu kölenin, o namazları iade etmemesidir. Serahsî'nin Muhıyt'inde de
böyledir.
Köle, efendisine ve
bir cemaate imam olduğu zaman, iki rek'ati kılınca, efendisi ikamete niyyet
etse> bu niyyeti, hem kendisi hakkında hem de köfesi hakkında samlı olur. Bu
hususta cemaatin durumu ise açıklanmamıştır.
İmâm Mubammed (R.A.)
'e göre, köle, iki rek'at kılar ve selam veımesi için, misafirlerden birim
ileri geçirir." Sonra, köle üe efendisi kalkıp namazlarını tamamlarlar.
Köle, efendisinin
niyyetini nasıl bilebilir?
Bu konuda bazıları:
«Efendi, kölenin hizasına kalkar; önce iki parmağını kaldırıp onlarla işaret
yapar; sonra da dört parmağını kaldırıp onlarla işaret yapar.» demişlerdir.
Muhiyt'te de böyledir.
Seferi bir imâmın
arkasında, seferi olarak namaz kılmaya başlamış olan bir misafir, namaz içinde
ikamete niyyet etmiş olsa, bu kimse o namazı yalnız başına tamamlar. Bu kimse,
mesbûk bir muktedî olsa bile durum aynıdır.
Bu kimse, lâhık olur
ve imâm namazı bitirdikten sonra, niyyet ederse, namazını —dört rek'ate—
tamamlamaz. Fakat, imâm namazını bitirmeden önce, niyyet etmiş olan kimse,
bunun hilâfmadır. (Yani o namazını tamamlayabilir.)
Lâhık, —vaktin içinde—
ikamete niyyet ettikten sonra konuşursa, namazı dört rek'at kılar; vaktin
dışında ise iki rek'at kıllar. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
"Bir kimse,
seferî olarak namaz kılarken vakit çıkmış olsa ve bu kimse, vakit çıktıktan
sonra —namaz içinde— ikamete niyyet etse, bu namaz dört rek'ate çevrilmez.
Hulâsa'da da böyledir.
Misafir olan bir
kimse, selamdan sonra ve sehiv secdesinden Önce, —imâma uymaya— niyyet etse, o
kimsenin, bu namazla ilgili aiyyeti sahih olmaz. Çünkü, imânı namazdan
çıktıktan sonra, o kimse ndyyet etmiş olur. Ve bu kimseden sehiv secdeleri de
sakıt olur. Bu, İmâm Ebû Haffiife (R.A.T ve İmâm Efcû Yûsuf (R-AVilın
görüşleridir.
Bu kimse, eğer sehiv
Isecdeüerine dönerse, ikamete niyyeti sahih ve namazı da dört rek'at olur.
Secdesi namazın içinde olmuş olur," Ve bu sebepten dolayı namazı bata!
olur.
Bu kimse, eğer sehiv
secdesini yaptıktan sonra, ikamete niyyet ederse, bu niyyeti sahih olur. Namazı
da dört rek'at olur. Bu durumda, T-^sehiv için— iki secde yapmış olması ile
bir secde yapmış <A-ması arasında da bir fark yoktur.
Bu kimsenin, sehiv
secdesinde ikamete niyyet etmesi de sahih olur. Çünkü o, sehvi için secdeye
döndüğü vakit, namazın hürmeti geri döner ve o kimse, namaz içinde niyyet etmiş
gibi ölür.
Misafir olan kimse,
namazını vaktin başında kılmış ve sonra da mukim olmuş bulunsa, namazı
değişmez. Fakat, bu kimse, na-mazını kılmamış oîur ve vaktin sonuna kadar
ikamete niyyet eder-' se, namazı tamam kıllar. Şayet, bu durumda, namazın
tamamını d ğil de, bir kısmını kılacak kadar vakit kalmış olur ve niyyetini de
o zaman yaparsa, namazım iki rek'at kılar. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, öğe
namazını kılar ve vakit çıkmadan da yolculuğa çıkarsa; sonra da vaktinde
ikindiyi kılar ve güneş batmadan da yolculuktan vaz geçerse; bundan sonra da
öğle ve ikindiyi afo-destiz kıldığını hatırlarsa, öğleyi iki, ikindiyi dört
rek'at kılar.
Bir kimse, mukim iken,
öğle ve ikindiyi kılmış olsa, sonra da yolculuğa çıksa, güneş batmadan önce de
bu namazları abdestsû kıldığım hatırlasa; öğleyi dört, ikindiyi ise iki rek'at
olarak kılar. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
Misafir olan bir imâm,
misafirlerden meydana gelen bir cemaate namaz kıldırırken, abdesti bozulsa ve
cemaatten birini yerine geçirse, bu kimse de ikamete niyyet etse, arkasında
bulunan cemaatin, farzlarında bir değişiklik olmaz.
Fakat, -ilk imâm,
abdesti bozulmadan veya abdestî bozulduktan sonra fakat camiden çıkmadan önce
ikamete niyyet etse, kendisinin de, cemaatın da farzı dört rek'at olur.
Zâhîriyye'de d* böyledir.
Bir misafir, diğer bir
misafire uysa ve imâm olan kimsenin abdesti bozulsa, yerine de mukîm bir imâm
geçirse, misafir oîan kimsenin namazını dört rek'ate tamamlaması lazım gelmez.
Serâh sî'nin Muhıyt'inde de böyledir,
Mukim bir imâma uyan
misafir, namazını tamam kılar. Şayet, bu namazı bozulursa, —tek başına— iki
rek'at kılar. İmâmın arkasında, nafile kılan seferinin, namazının bozulması
halinde, onu dört rek'at kılması gerekir. Tebyîn'de de böyledir.
Misafir olan bir
imâmın, cemaate : «Ben misafir imamım, siz namazınızı tamamlayın» demesi
müstehap olur. Hidâye'de de böyledir.
Halîfe, misafir olduğu
zaman, namazını seferi olarak kılar. Zehıyre'çfe de böyledir.
Cum'a günü, zevalden önce veya sonra yolculuğa çıkmak mekruh değildir. Namaz
vakti çıkmadan, şehirden çıkamıyaca-ğuıı bilen bir kimsenin, Cum'ayı kılması
gerekir. Bu durumdaki bir kimsenin Cum'ayi kılmadan gitmesi mekruh olur.
Serahsî'nin Mu-hiyt'inde de böyledir,
Kadın, mahremsiz
olarak, üç günlük veya daha fazla mesafedeki bir yolculuğa çıkamaz. Aldı
yetmeyen çocuk mahrem olmaz. Deli de mahrem olmaz. Aklî muvazenesi yerinde olan
yaşlı kimse mahrem olur. Muhıy'te de böyledir.
Misafir (= yolcu),
kendi şehrine girdiği zaman, ikamete niyyet etmese bile, namazlarını tam kılar.
Yolcunun kendi şehrine, isteği ile veya bir ihtiyacından dolayı girmiş olması
halleride müsavidir. Cevheretü'n - Neyyîre'de de böyledir.
Bütün âlimlerin
görüşüne göre, vatan üç nev'idir :
1- Vatan-ı
Aslî (= Asıl vatan) : Bu, bir kimsenin
doğduğu veya evlendiği yerdir.
2- Vatan-i
Sefer (= Yolculuk vatanı) : Buna, vatanı
ikâme de denir. Seferi bir kimsenin on beş gün veya daha fazla kalmaya
niyyet ettiği yer,
demektir.
3- Vatan*
Süknâ : Bir kimsenin, içinde on beş günden daha az kalmaya niyyet ettiği yerdir.
Âlimlerimizden, tahkik
ehli olanlara göre ise :
Vatan iki nev'idir :
1- Vatan-ı
Aslî,
2 - Vatan-ı
ikâme, Vatan-ı süknâ, vatan itibar edilmez. Sahih olan budur. Ktfâye'de de
böyledir.
Bir kimse, aile -
fertleri ile vatan-ı aslîsinden ayrılıp, ikinci bir vatan-ı asli edinirse,
birinci vatan-ı asli, vatan-ı aslî olmak-tan çıkar.
Fakat, bir kimse,
vatan-ı aslisinden ailesi Üe birlikte ayrılmaz; ancak ikinci bir yerde yeniden
aile edinirse; önceki vatan-ı aslisi, vatan-ı asliHkten çıkmadığı gibi, bu
şahıs, her iki asli vatanında da namazını tamam kılar.
Vatan-ı asli, yolculuk
yapmakla veya vatan-ı ikamet üe, vatan-ı
asillikten çıkmaz.
Vatan-ı ikame ise, yolculuk
yapmakla veya ikinci bir vatan-ı ikame
ile, vatan-ı ikame olmaktan çıkar. Vatan-ı ikame, vatan-ı asli ile de, elbette
vatan-ı ikame olmaktan çıkar. Tebyîn'de de böyledir. 0 «Ailesi ve eşyası ile birlikte başka yere
göçen kimseler için, geride bıraktıkları vatan-ı asli sayılır.» denilmiştir.
Buna İmâm Muhammed (R.A.), Kitab'mda
işaret etmiştir. Zahidi'de de böyledir.
Vatan-ı asli'nin sabit
olması için, bil-icmâ, oraya yapılan yolculuğun eski olması şart değildir,
Muhıyt'te de böylödir.
Yolculuğun önce
olmasının vatan-ı ikame'nin şartlarından olup olmadığı hususunda da iki rivayet
vardır :
1- Vatan-ı
ikame, ancak yolculuktan üç gün sonra olur.
2- Sefer
tekaddüm etmez; bir kimsenin kendisi ile ailesi arasında üç günlük mesafe
yoksa, vatan-ı ikame de olmaz. Sirâcü'l -Vehhac'da da böyledir. Bu,
Zahiru r - rivâyedir. Bahra'r - Râık ta ve Şerhü'l-Münye'de de böyledir.
Misafir t = yolcu)
hırsızlardan veya yol kesicilerden kor-karsa, arkadaşlarını beklememesi ve
namazını tehir etmesi de caiz olur. Çünkü, bu durum, kendisi için mazerettir.
FetâvâyiJl - Garâib'-de de böyledir. [3]
Şehir haricinde,
hayvan üstünde, nafile bir namazı, —hayvan, hangi tarafa giderse gitsin,
kiîmak caizdir. Serahsî'nin Muhıyt'-inde de böyledir.
Bu kimse, bu nafile
namazı, hayvanın gittiği yöne doğru kılmazsa, namazı caiz oîmaz, Sarâcül -
Vehhâc'da da böyledir.
EbûHanife (R.AJ'ye
göre, şehirde, hayvan üzerinde namaz kılmak caiz olmaz. Serahsî'nîn Muhıyt'inde
de böyledir,
Şehir haricinde,
hayvan üzerinde namaz kılmak hususunda misafir olanlarla, mukim bulunanlar
müsavidir. Sahih olan budur.
Meselâ : Bir kimse,
yiğitini aramak için şehir haricine çıksa da, hayvanı üzerinde nafile namaz
kılsa, bu şahıs misafir olmasa bile, namazı caiz olur. Muhiyt'te de böyledir.
Hayvan üzerinde, namaz
imâ ile kılınır. Hulâsa'da da böyledir.
Huccet'de : «—Hayvan
üzerinde namaz kılan kimse— eğerin veya semerin üzerine oturur. Kıraat ederek,
rükû1 ve secdeleri yaparak, teşehhüdü okuyarak namaz kılar ve selam verir.»
denilmiştir. Tatarhânİyye'de de böyledir.
Bu kimse, secdelerini
rükû'dan daha aşağı —eğilerek— yapar. Yürümekte olan hayvanın üzerinde bulunan
bir şeyin üstüne başını koymaksızm imâ üe namazını kılar veya hayvanını durdurarak
kılar. Hulasada da böyledir.
Hayvanın üzerine
konulmuş olan bir şeyin üzerine veya eğer üzerine secde etmek caiz olmaz.
Bahrü'r - Râıkta da böyledir.
Hangi hayvan olursa
olsun, üzerinde namaz kılan kimse, imâ ile kılar. Sirâcü'I - Vehhâc'da da
böyledir.
Hayvan üzerinde nafile
namaz kılmakta olan kimsenin, namaza başlarken, kıble istikâmetine dönüp
dönmemesi müsavidir. Muhıyt'te de böyüedir.
Hayvan üzerinde namaz
kılan kimseler, namazlarını. tek başlarına kılarlar; cemaatle kılacak olsalar,
sadece imâm olan şahsın namazı caiz olur; diğerlerinin namazları caiz olmaz.
Şehir haricinde,
hayvan üzerinde —nafile— namaz kılan kimse, hayvanını sürebilir mi?
Şeyhü'l - İslâm,
Şerhü'l - Siyer'inde : «Meselenin tafsilâtı şudur : Eğer hayvan kendi basma
yürüyorsa, onu sürüp sevketmek doğru olmaz. Fakat, hayvan kendiliğinden
yürümüyor da sahibi sürüyorsa, onun namazı fasid olur mu? Bu kimse eğer
yanında bulunan kamçı ile vurarak sürüyorsa, namazı fasid olmaz. Çünkü bu,
amel-i kalîMir.» demiştir. Zehiyre'de de böyledir.
Bir kimse, şehir
dışında hayvan üzerinde namaz kılmaya başlasa da, namaz bitmeden şehre girmiş
olsa, âlimlerin çoğuna göre, bu kimse, hayvanından iner ve namazını yeride
tamamlar. Alınıp kabul edilen görüş budur. Gıyâsiyye'de de böyledir.
Yerde başlanılan bir
nafile namazı, bir hayvana binerek tamamlamak caiz olmaz.
Fakat, bir hayvan
üzerinde başlanılmış olan nafile namazın, ondan inilerek tamamlanması caizdir,
Mütûn'da da böyledir.
Aynı hayvan üzerinde
bulunan iki kişiden biri, diğerine uymuş olsa, kıldıkları nafile bir namaz
ise, caiz olur. Sirâciyye'de de böyledir.
Bu kimselerin,
ikisinin de bir mahmil (= devenin üzerine konulup, içine oturulan sandık veya
sepet gibi şeyler) de olması ile mahmilin ayrı ayrı taraflarında bulunması
arasında bir fark yoktur. Çünkü, bu durumda, aralarında ikamete mani bir hal
yoktur. Ve bu durumda cemaatle namaz kılmaları caizdir. Eğer, başka başka hayvanların
üzerinde bulunurlarsa, o zaman cemaat olmaları caiz olmaz. Çünkü, iki hayvan
arasında yol vardır. Ve bu yol, iktidânm sıhhatine manidir. Serahsî'nin
Muhıyt'inde de böyledir.
Özürsüz olarak, hayvan
üzerinde farz namaz kılmak caiz değildir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Keza, vitir namazları,
nezredilmiş (= adanmış) namazlar ile cenaze namazları da mazeretsiz olarak,-
hayvan üzerinde kılınmazlar. Mazeretsiz olarak, hayvan üzerinde tilâvet
secdesi de yapılmaz. Aynî'de de böyledir .
Bu namazları, hayvan
üzerinde kılmayı meşru kılan mazeretler şunlardır :
Hayvanından inmesi
halinde hayatından korkması, Elbisesini veya hayvanını, hırsızın çalmasından
korkması, Vahşi hayvanın kendisini yemesinden korkması, Düşmandan korkmak,
Hayvanın serkeş olup,
onun, yardımcı olmadan bindirmemesinden korkmak,
Kişinin, inince geri
binmeye gücü yetmiyecek kadar yaşlı olup, bindirecek başka bir kimsenin
bulunmaması,
Her tarafın çamur
olup, inecek kuru bir yerin bulunmaması, gibi şeylerdir. Muhıyt'te de böyledir.
Yerin çamur
olmasındaki ölçü, bu çamurun çok cıvık olup, üzerine düşen şeyi veya basılınca
ayağı, içinde kaydedecek şekilde olmasıdır.
Fakat, böyle olmaz da,
yer sadece çamurla ıslanmış olursa, bu durumda, hayvan üzerindeki kimse, inerek
namazını yerde kılar.
Bir kimse, hayvan
üzerinde kıînıış olduğu bir namazı, inme imkanı bulduğu zaman iade eylemez.
Slrâcü'l - Vehhâc'da da böyledir.
Ma'zur olan bir kimse;
eğer hayvanını durdurma imkanı bulursa, durdurur ve namazım imâ ile kılar.
Eğer, bu durumda, hayvanını durdurmadan kılarsa, namazı caiz olmaz.
Muzmarât'ta da böyledir.
Araba üzerinde kılman
namaz, eğer arabanın bir tarafı hayvanın üzerinde ise (yâni, hayvan arabada
koşulu ise), hayvan yürüsün veya yürümesin— hayvan üzerinde namaz kılma hükmündedir.
Ki, bu hükümler yukarıda geçmiştir.
Eğer, arabada hayvan
koşulu değilse, bu şerir hükmündedir.
Ke/â, mahmilin altına
bir odun konularak, mahmil yere konulmuş olsa, yani yerde dursa ve hayvan
üzerinde olmasa, bu durumda, mahmil de yer hükmündedir. Tebyîn'de de böyledir.
Hayvanın üzerinde
pislik bulunması, namaza zarar vermez. «Pislik eğer üzengide ve eğerde olursa,
namaza mani olur» denilmiştir. «Üzengilerde olursa namaza mani olmaz.»
diyenlerde olmuşsa da, esahh olan bunun asla mani olmamasıdır. Aynî'de de böyledir. [4]
Gemide namaz kılan
kimse, gücü yettiği kadar namazını ayakta kılar.
Müstehap olan, güç
yetmesi halinde farzları gemiden çıkıp —karada— kılmaktır. (Gemi rıhtımda
olduğu zaman.) Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir
Bir kimse, gemi
giderken, ayakta kılmaya gücü yettiği halde, namazını oturarak kilsa, bu namaz
—mekruh olmakla beraber— caiz olur. Bu imâm Ebû Hanîfe Hazretleri'ne göredir.
Diğer iki imamımıza göre ise, bu namaz caiz olmaz. Şayet, gemi gitmiyor yani
demirlemişse, bu durumda oturarak namaz kılmak —bil-iemâ— caiz olmaz. Tezhîb'de
de böyledir.
Gemide namaz kılan
kimse, şaye£ gemi nehrin kenarında bağlanmış bir şekilde iken, ayakıta durarak
namazını kılmış ise, bu namazı caiz olur.
Eğer gemi durmuyor ve
ondan çıkmak mümkünse, o geminin içinde namaz kılmak caiz olmaz. Serahsî'nin
Muhıyt'inde de boylerdir.
Denizin ortalarında
demirlemiş olan gemi sallanıyorsa, —esahh olan kavle göre, rüzgâr gemiyi
şiddetle sallıyorsa— bu durumdaki gemi, yürüyen gemi gibidir. Timurtâşî'de de
böyledir.
Gemi sallanırken, bir
kimse ayakta namaz kusa, eğer başı dönerse, bu kimsemin oturarak namaz kılması
caiz olur. Hutâsa'da da böyledir.
Bir kimse, gemide
namaz kılmaya başlarken yönünü kıbleye dönmesi lazımdır. Kâfî'de de böyledir.
Gemide namaz kılan
kimse, gemi döndükçe yönünü kıbleye doğru çevirir. Bu kimse, gücü yettiği
halde, yönünü kıbleye çevirmezse, namazı caiz olmaz.
Gemide namaz kılan
kimse, rükû' ve secdelere gücü yettiği halde, imâ ile namaz kılarsa, bu namazı
caiz olmaz. Âlimlerin ammesinin kavli budur. Muzmarât'ta da böyledir.
Bir kimse gemide ikâmete niyet etmekle mukim olmaz.
Keza, geminin sahibi ve
gemide çalışan kimseler, ancak gemi bir şehre veya köye yakın olursa, o
takdirde, aslî ikametleri sebebi ile mukim olurlar. Muhıytte de böyledir.
Velvâliciyye'de ; «Bir
kimse, denizin kenarında ikâmet halinde iken namaza başlamış olsa da, rüzgâr
onu yürütüp götürse, bu. kimse de sefere niyyet etse, yine namazını mukim gibi
kılar.» denilmiştir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) 'a göredir. Huccet'de : «Fetva,
Ebû Yûsuf (R.A.) 'un kavli üzeredir, ihtiyata uygun olan budur.» de-niümiştir.
Itâbiyye'de : «Bir misafir
( = yolcu) şehrin haricinde gemide namaza başlamış olsa da, gemi şehre girene
kadar, devam etse, bu kimse namazını tamam kılar.» denilmiştir. Tatarhânİyye'de
de böyledir.
Bir gemide bullunan
cemaat, diğer bir gemide bulunan imâma ikamet edemezler; Boneleri halinde
namazları caiz olmaz. Fakat gemiler, yan yana iseler bu durumdaki -iktidalan
caiz olur. Hu-lâsa'da da böyledir
Nevâzil'de :
«Gemilerin birbirine yakın olmasındaki ölçü : Hiç zahmetsiz, geminin birinden
inip, diğerine binilmesi halidir. Bu durumda, iki ayn gemideki cemaatin, bir
imâma uyarak namaz kılmaları caiz olur.» denilmiştir. Tatarhânîyye'de de
böyledir.
Nehrin kenarında
bulunan bir kimse, nehrin kenarında duran geminin imânıma, veya aksi olur,
yani gemide bulunanlar, nehrin kenarındaki imâma, uyarsa, bakılır : Eğer>
aralarında yol varsa veya .nehirde insanlar bulunuyorsa, iktida caiz olmaz.
Fakat, bunlar bulunmamakta ise, iktida caiz olur.
Bir kimse, rıhtımda
durarak, gemideki imâma uyarsa, bu kimseninüctidası caiz olur. Fakat bu şâhıs
imâmın ön tarafında bulunmakta olursa, iktidası caiz olmaz. Muhiyt'te de
böyledir.
Bir kimse, namaz
kılmakta iken, gemiyi —bir yere veya bir şeye— bağlarsa, namazını yeniden
kılar. Çünkü, yaptığı bu iş, amel-i kesir'dir. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir. [5]
Cum'a namazı, farz-ı
ayındır. Tehzîb'de de böyledir. [6]
Bir kimseye, cum'a
namazının farz olması için şu şartlar vardır :
Hür olmak,
Erkek olmak,
Mukim olmak»
Sıhhatli olmak,
Bu dört şart, Kâfî'de
zikredilmiştir.
Yürümeye gücü yetmek.
Bu şart, Bahrü'r - Râık'ta zikredilmiştir.
Cum'a namazı, köleye,
kadınlara, yolculara, hasta olanlara farz değildir. Serahsî'nin Muhıyt'inde de
böyledir. .
Cum'a namazı, bil-icmâ
sürekli oturan t=: kalkmaya gücü yetmiyen felçli) kimselere de farz değildir.
Muhıyl'te de böyledir.
Bu şekilde kötürüm
olan bir kimseyi, mescide götürecek.
bir kimse bulunsa bile, kendisine cum'a namazı farz değildir. Zâhi-ûî'de de
böyledir.
Kör olan kimseye de,
cum'a namazı farz değildir. Kör olan kimseyi, elinden tutup camiye götürecek
bir kimse olsa bile, bu kimseye cum'a farz olmaz.
Şiddetli yağmur ve
zalim hükümdardan gizlenmek de, bir kimseden cuma'nın farziyetini düşürür.
Fethül - Kadîr'de de böyledir.
Bir köleyi, efendisi
cum'a namazından, cemaatten ve bayram namazından men edebilir. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Mescidin kapısında,
efendisinin hayvanını beklemekte olan kölenin durumu hakkında ihtilâf vardır.
Esahh olan, o kölenin bu hayvanın muhafazasını temin ettiği zaman, cum'a
namazını kılmasıdır. Aynî'nin Hidâye Şerhin'de de böyledir.
Müste'cirin (=
icarlayanın, ücretle adam tutup çalıştıran kimsenin, iş verenin), icarladığı i~
ücretle tuttuğu, çalıştırdığı, işçi) kimseyi, cum'a namazını kılmaktan
men etmeye hakkı vardır. Bu, İmâm Ebü'l
- Hafs'ın kavlidir.
Ebû Ali ed-Dekfcâk ise
: «iş verenin, işçiyi cum'a namazını kılmaktan men etmeye hakkı yoktur. Ancak,
ücretle tutulmuş olan kimsenin, namazla uğraşmak ve —mescit uzaksa— gidip
gelmek için kaj'bettiği zaman kadar, ücretinden kesebilir. Ücretle çalışan bu
kimsenin de, namazla meşgul olduğu zaman karşılığı olan ücreti istemeye hakkı
olmaz.» denilmiştir. Muhiyt'te de böyledir. Metinlerin zahirine göre,
Dekkâk'ın kavli daha kuvvetli ve daha doğrudur. Bahrü'r - Râık'ta da böyledir.
Kendisine, cum'a
namazı kılmak farz olmayan bir kimse, şayet cum'ayı kilmiş olsa, bu, vakit
namazının yerine geçer ve caiz olur. Kenz'de de böyledir. [7]
Bu şartlar, namaz
kılan şahsın dışında olan şartlardır:
1- Cuma kılınan yerin şehir olması :
Zahirü'r- rivâyede
Şehir : KendisindeMüftî (= fetva veren), kadı (*= hâkim — hüküm veren) bulunup,
hadlerin ikame edildiği (= verilen cezaların yerine getirildiği) ve binalarının
da Mina binaları kadar olduğu yerdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Hulâsa'-da ise : İtimat bu kavü üzeredir.» denilmiştir. Tatarhâniyye'de de
böyledir.
Hadleri ikamenin =
verilen cezalan infaz etmenin) manası :Bunu yapmaya gücün yetmesi, yetki ve
seîahiyet bulunmasıdır. Gryâsiyye'de de böyledir.
Cum'a namazı, .şehirde
caiz olduğu gibi, finâ-i mısr'da da a: izdir.
Finâ-i mısr : Şehrin
mühim işlerini yürütmek için hazırlanmış, şehre bitişik yer, meydan, demektir.
Bir kimsenin, ikamet
ettiği oturup durduğu) yer ile şehir
arasında, ekin tarlaları veya hayvan otlakları gibi aralıklar bulunursa, bu
durumda olan kimselere, cum'a namazı farz olmaz. Buhâ-ra'da Kal' denilen mevki
böyledir.
Bu gibi yerlerde
bulunanlara -^ezan sesini işitmekte olsalar bile cum'a namazı farz değildir,
Bftr ok atımı mesafe,
bir veya birkaç mil mesafe bir şey değildir, Mâfâsa'da da böyledir.
Bu kavli, Fakih Ebû
Ca'fer, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf (R.A.) 'tan
rivayet etmiştir. Şerosül - Eimme
Halvânî'nin ihtiyarı da budur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Cum'a günü şehre
gidip, orada kalmaya niyyet eden köylülerin de cum'a namazım kılmaları
lazımdır. Çünkü, o kimse, o gün şehir halkından birisi gibi olmuştur.
Fakat, bu kimse, o gün
şehirden çıkmak niyyetinde olursa, cum'a vaktinden önce de çıksa, sonra da
çıksa, o kimsenin cum'a namazı kılması lazım gelmez.
Ancak, bu kimse, buna
rağmen cum'a namazım kılarsa, sevap . kazanır, Fetâvâyi Kâdîhân'da, Tecnfe'de
ve Muhıyt'te de böyledir.
Üzerlerine cum'a farz
olmayan köylüler ve bâdiyeliler, cum'a günü öğle namazını, ezan okuyup, kamet
getirerek, cemaatle kılarlar.
Misafir (= yolca)
olanlar ise, cum'a günü öğle namazlarını şehirde tek tek kılarlar.
Şehirde —mukim—
oldukları halde, cum'a namazını kılmamış bulunanlar da, öğle namazlarını tek
tek kılarlar.
Hapiste olanlar ve hastalar
da, cum'a günü öğle namazım cemaatle kılamazlar. Şayet kılarlarsa mekruh olur.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Halife veya Hicaz
Emîri'nin, hacc mevsiminde, Mina'da cum'a kıldırmaları caiz olur. Ancak, Hacc
Emîri'nin burada, cum'a kılması Cai/ olmaz. Hacc Emiri'nin mukîm veya misafir
olması da müsavidir. Ancak, Hacc Emîri, cuma hususunda, Irak Emîrindön veya
Mekke Emîrinden izin almış bulunuyorsa, bu durumda cum'a kıldırması caiz olur.
«Hacc Emiri mukim ise caiz olur.» diyenler olduğu gibi «Misafir ise —asla—
caiz olmaz.» diyenler de olmuştur. Sahih olan ise, önceki görüştür. Bedâî'de de
böyledir.
Hacc mevsiminin
dışında ise bu caiz olmaz._ Serahsî'nin
Muhıyt'inde de böyledir.
Arafat'ta cum'a namazı
kılınmaz.'Bu hususta ittifak vardır. Kâ-ff.de de
böyledir.
Bir şehirde, bir çok
yerde cum'a namazı kılınabilir. Bu, İmâm-ı A'zam (R.AJ ve İmâm Muhammed (R.A.)
'in kavlidir. Bu kavil, esahhtır. İmâm Serahsî: «Gerçekten sahih olan kavli
budur.» demiştir. İmâm-ı A'zam (R.A.)'m yolu da budur. Bizim ihtiyarımız da
budur. Balırü'r - Râık'ta da böyledir.
Cum'a günü, şiddetli
yağmur yağması halinde, insanlar, cum'aya gidip gitmeme hususunda, bir genişlik
ve serbestlik içindedirler.
Her hangi bir yerde,
cuma'nm caiz olup olmadığı hususunda bir tjereddüt meydana gelirse, (bulunulan
yerin şehir olup olmadığı hakkında veya başka bir durumda) mukim olan, cum'a
ehlinin, cum'a namazından sonra, öğle namazı niyyeti ile dört rek'at namaz
kılmaları münasip olur. Bir kimse, böyle yapmakla, —eğer cum'a yerini bulmamış olursa—,
kesin olarak vaktin farzı uhtesinden düşmüş olur. Kâfî'de de, Muhıyt'te de
böyledir.
Kılınan bu dört rek'at
namaza nasıl niyyet edileceği, hususunda görüş aynîığı vardır. «Bu namazı
kılan kimse, üzerinde olan son öğle namazı kılan, kimse, üzerinde olan son öğle
namazı niyyeti ile kılar.» denilmiştir. En güzeli budur. îhtiya'ta uygun olan
ise : «Niyyet ettim, vaktine erişip de —henüz— kılmadığım son öğle namazına»
demektir. Gımye'de de böyledir,
Fetâvâyi Âhu'da :
«Cum'a namazından sonra kılınan dört rek'atıte, bizim memleketimizde uygun
olan, dört rek'atin hepsinde de Fatiha ve zamm-ı sûre okumaktır, denilmiştir.
Tatarhâniyye'de
2- Cum'amn edasının şartlarından bM de sultandır.
Cum'a namazını, ister
âdil olsun, ister zâlim bulunsun, hükümdar f — veUyyü'1-emr) küdırır.
Nisâb'dan naklen Tatarhânlyye'-de de böyledir.
Cum'a namazını,
veliyyü'l-emr'in emrettiği, em'r, kadı veya hatipler de kıldırabilir. Aynî'nin
Hidâye Şerhi'rade de böyledir.
Sultanın veya
vekilinin emri ve izni olmadan, cum'ayı kıldırmak caiz olmaz. Serahsî'nin
Muhıyt'inde de böyledir.
Cum'a günü, bir
kimsenin, imâm hazır iken, ondan izin almadan hutbe okuması caiz olmaz. Ancak,
imâm izin verirse, o kimsenin hutbe okuması caiz olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Emir hasta olursa,
emniyet işleri ile görevli kimsenin, ondan izin almadan cum'a namazını
kıldırması caiz olmaz; bu izni almışsa caiz olur. Câmhı'l - Cevânû'den naklen Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir beldeye kadı
olarak tayin edilmiş bulunan kölenin, cum'a namazı kıldırması caizdir.
Hulâsa'da da böyledir.
İdaresi altındaki
insanları, emirler gibi idare etmekte olan ve huyca da emirlere benziyen ve
devlet başkanından berat almamış .bulunan bir mütegalibenin arkasında, cum'a
namazı kılmak caiz olmaz.
Bir kadın devlet başkanı
olduğu zaman, onun emri ile cum'a namazı kıldırmak caiz olur. Fakat, kendisi
cum'a namazı k.ıl-dıramaz. FethU'l - Kadîr'de de böyledir.
Zamanımızda [8] tam
yetkisi bulunmayan, buna izinli oldukları, beratlarında veya ahidlerinde
yazılı olmayan valiler ve emniyet amirleri, cum'a namazını kıldıramazlar.
Ancak, bu izne sahip oldukları zaman küdırabilirler. Giyâsiyye'de de böyledir.
Bir şehrin valisi
Ölürse, cenaze namazını yakîni kıldırır. Fakat, cenaze namazını emniyet amiri
veya kadı kıldınrsa, bu da caiz olur. Şayet, bunlardan hiç biri orada hazır
bulunmazsa, insanların seçtiği birisinin bu cenaze namazını kıldırması da
caizdir. Sirâciyye'de de böyledir.
Cuma kıldırmaya izni
bulunan bir imâm olmadığı zaman, cemaatin üzerinde görüş birliği ettiği bir kimsenin
imâm olup, cuma namazını kıldırması sahih olur. Tehzîb'de de böyledir.
Bir devlet başkanı
vefat ettiği zaman, onun tâyin etmiş olduğu valilerin ve müslüman'arın işlerini yürüten — âmirlerin,
azledilmedilderi müddetçe, cum'a namazı kıldırmaları caizdir. Se-rahsl nin
Muhıyt'inde de böyledir.
Emrin, hutbe okumak
için yerdiği izin, cum'a kıldırmak için de geçerli bir izindir. Cum'ayı
kıldırmak için verdiği izin ise, hutbe okumak için de geçerlidir. Hatta, emîr
bir kimseye: «Hutbe oku, fakat namazı kıldırma.» demiş olsa bile, bu emirle,
yine de namaz kıldırması caiz olur. Zahidi'de de böyledir.
Bir çocuk veya bir
nasrânî (=hıristiyan), bir şehre vali tayin edilmiş olsa, daha sonra da, çocuk
bulûğa erişse veya hıristi-yan müslüman olsa, yeniden izin almayınca, cum'a
kıldiramazlar. Ancak, devlet başkanı onlara: «Büüûğa erince veya müslüman olunca
hutbe okuyun.» demişse, bunlar cum'a kıldırabilirîer. Tehzib'de de böyledir.
Bir hükümdar,
yolculuğa çıktığı zaman, köylerde insanları toplayıp, cum'a namazı kıldıramaz.
Fakat, hükümdar kendi şehirlerinden bir şehre varırsa,— misafir olduğu halde —
kıldırdığı Cum'a namazı caiz olur. Çünkü, kendisinin emri ile, başka birinin
cum'a kıldırması caiz olunca, kendisinin kıldırması —_elbette — daha evlâ olur.
Bir şehrin imâmı,
başka bir şehre tayin edilse, o şehrin insanları bu imânını kendilerine düşman
olması sebebi ile veya buna benzer bir halden dolayı şehirden kaçsalar; sonra
da geri toplanmak isteseler, bu durumda onlar, imâmı tayın etme yetkisinde
olan idareciden (devlet başkanından)
izin almadıkça toplanmazlar. Faldh Ebû Ca'fer: «Bu hüküm, o
imâmın, insanlar herhangi bir — meşru' — sebeple men ettiği ve o yerin
şehiiüikten çıkmasını uygun görüp, istediği zaman — geçerli — olur. Fakat, imâm, inadından
dolayı veya o insanlara zarar vermek maksadı ile men ediyorsa, bu durumda o
insanlar, toplanırlar ve bir imâmın arkasında cum'a namazlarını da kılarlar.
Zahiriyye'de de böyledir.
Azledilen bir imâm,
azil yazısı gelene kadar veya önüne ikinci bâr emirin geçmesine kadar, cemaate
cum'a namazı kıldıra-bilir.
Azil yazısı geldikten
veya yerine diğer bir emirin geldiğini bildikten sonra, cum'a namazı kıldırmış
olsa, bu namaz batıl olur. Fe-tâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Cum'a imâmı namaza
başladıktan sonra, yeni bir vali gelmiş olsa, bu imâm devam edip namazını
tamamlar. Hıuâsa'da da böyledir.
Küffârm idaresi
altında bulunan bir memlekette, rhüslü-manlarm cum'a namazı kılmaları caizdir.
Buradaki müsîümanlarm
rızası ile, bir hakim de hüküm vere bilir.
Fakat, böyle bir
beldede yaşayan müslüman] arın, kendilerine, müslüman bir vali aramaları
lazımdır. Mi'râcü'd - Dirâ'ye'de de böyledir.
3- Cum'anın
edasının şartlarından: birisi de öğle vaktinin girmiş olmasıdır :
İmâm-ı Azam (RA.)'a
göre, cum'a namazı.kılınırken, teşehhüt miktarı oturacak kadar bir vakit
geçtikten sonra, öğlenin vakti çıkmış olsa, cum'a namazı fesada gider.
Bu durumda, iki
namazın arasında bulunan ayrılık ve farklılıktan dolayı da, cunı'anm üzerine,
öğle namazı bina edilemez. Teb-yîn'de de böyledir.
İmâma uyan bir kimse,
cum'a namazında uyuduğu zaman, vakit çıkacak olsa, bu muktedî'nin cum'ası
fesada gider. Fakat, vakit çıkmadan, imâmın namazı bitmiş olsa ve muktedî bu
sırada uyan-sa, cum'a namazını tamamlar. Muhıyt'teıde böyledir.
4- Cum'aınn
edasının şartlarından birisi de namazdan önce hutbe okumaktır.
0 Cum'a namazı
hutbesiz kılınsa veya vakit girmeden Önce, hutbe okunmuş olsa, caiz olmaz.
Kâfî'de de böyledir.
Hutbenin farzları ve
sünne-Çleri vardır.
Hutbenin ilki fara
vardır :
1- Vakit.
2- Afllahû
Teâlâyı zikretmek. [9]
Hutbenin vakti,
zevalden sonra ve namazdan öncedir. Hutbenin, zevalden Önce ve namazdan sonra
okunması caiz olmaz, Aynî'-de de böyledir. [10]
Hutbede hamd (= Allahu
Teâlâ'ya hamdetmek, «elhamdü lillah» demek) veya ,tehlîll (= Milâhe illallah
demek) veya teşbih (== sübhânallah demek) kifayet eder. Mütûn'da da böyledir.
Bunların kifayet
ötmesi, hutbe kastı ile söylenmeleri- halindedir. Fakat, bir hatip, aksiran
bir kimse için : «elhamdülillah» dese veya mücib-i hayret bir şey için :
«sübhanalîah» veya «lâilâhe il-tallah» demiş olsa, bunlarm hutbe yerine
geçmiyeceği hususunda iema' vardır. Cevheretü'n - Neyyire'de de böyledir.
Bir hatibin, yalnız
başına hutbe okuması veya —sadece— kadınlara karşı huflbe okuması caiz olmaz.
Mi'râcü'd - Dirâye'de de böyledir.
Hutbe, bir veya iki
kişiye karşı okunur; namaz da, üç İdşi ile kılmırsa, bu durum caiz olur.
Hulâsada da böyledir.
Uyuyanlara veya
sağırlara karşı okunan hutbe caiz olur. Ay-nl'de de böyledir. [11]
Hutbenin on beş
sünneti vardır :
1- Temizlik.
Cünüp ve abdestsiz
olan kimselerin hutbe okumaları mekruhtur.
2- Ayakta
durmak.
Fakat, bir kimsenin
oturarak veya yan yatarak hutbe okuması da caiz olur. Fetâvâyi Kadîhân'da da
böyledir.
3- Hatibin,
yönünü cemaate çevirmesi,
4- Hatibin,
hutbeden önce: «Euzü billahi mine'ş - şeytânİ'n»-cim» demişi.
5- Hatibin,
hutbesini cemaate duyurması,
6- Hatibin
hutbeye, Allahu Teâlâ'ya hamd-ü sena ile başlaması,
7 - Allahu
Teâlâ'ya, sânına lâyık bir şekilde övgüde bulunmak,
8- Şehadet
kelimelerini okumak,
9- Peygamber
(S.A.V.) Efendimize, salat-ü selâm getirmek.
10- Cemaate
öğüt ve nasihatta bulunmak.
11 Bir
miktar Kur'an okumak.
Hutbede Kur'an okumayı
terk etmek, kötülüktür. Hutbede okunacak Kur'ân'm miktarı ise, ya kısa üç âyet
veya uzun: bir âyettir. '
12- Hamd-ü
senayı ve salât-ü selâmı, ikinci hutbede, tekrar okumak.
13- Müslümanlara,
bolca duâ etmek.
14- Her iki
hutbeyi de hafif (kısa) okumak. Hutbe, uzunca bir sûre okuyacak miktar ve
müddette olmalıdır. Hutbeyi uzatmak mekruhtur.
15- İki
huitbe arasında drurmak.
Zâhirii'r - rivâyede,
iki hutbe arasında üç âyet okuyacak miktarda okumak sünnettir. Sirâcü'l -
Vehhâe'da da böyledir.
Şemsü'l - Eimme
Serahsi : «İki hutbe arasında oturma miktarı, her uzvun yerli yerine oturup,
karar bulması ve yerleşmesi halidir.» demiştir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Muhtar olan kavil,
Şemsül - Eimme Serahsî'nin kavlidir. İki hutbe arasında oturmayı terk etmek
kötülüktür. Esahh olan budur. Gunye'de de böyledir.
Hutbe'den önce oturmak
sünnettir. Aynî'de de böyledir.
Hatipde aranılan şart,
cum'a namazını kıldırmaya ehil olmasıdır. Zâhidi'de de böyledir.
Peygamber
(S.A.V.) Efendimize iktidâen, hatibin
minber üzerinde bulunması da sünnettir.
Hatibin, hutbe okurken
sesini yükseltmesi ve birinci hutbeyi, ikinciden daha açık ve yüksek sesle
okuması müstehabtır. Bah rü'r - Râık'ta da böyledir.
Münasip olan, ikinci
hutbeye: «el-hamdü lillahi nahmedühû veneste'inüh» diyerek başlamak ve Hülefâ-i
Râşldin'i ve diğer sahabeleri anmak ve «Allah cümlesinden razı olsun»
demektir. Güzel olan budur ve Tecnîs'de de böyledir.
Hatibin hutbe
esnasında hutbe harici bir sözle konuşması mekruhtur. Ancak, emr-i bil-ma'ruf
maksadı ile konuşması müstesnadır; bu mekruh olmaz. Fethü'l - Kadîr'de de
böyledir.
Cum'a namazını
hatibten başka bir şahsın kıldırması münasip olmaz. Hutbeden sonra, imâmın
abdesti bozulmuş oüsa, eğer halife var ise, yerine birini geçirmesi caiz olur;
aksi takdirde caiz olmaz. Fakat, imâmın abdesti, namaza başladıktan sonra
bozulmuş olursa, dilediği gibi yapar. Tehzib'de de böyledir,
İmâm hutbeye çıktığı
zaman, namaz kılınmaz vç konuşul-
maz.
İmâmeyn'in kavillerine
göre, imâm minbere çıktığı zaman ve hutbeye başlamadan önce, namaz kılmakta bir
beis yoktur. Ayrıca, imâm hutbeyi bitirip, de namazla meşgul olmaya başlamadan
önce namaz kılmakta da bir beis yoktur. Kâfi'de de böyledir.
Bu esnada, insanların
konuşmaları, teşbih okumaları, ak-
sırıp ,da «el-hamdü
lillah» diyene «yerhamü kal lalı» demeleri, selam almaları mekruh olur. Sirâcüİ
- Vehhâc'da da böyledir.
Fakat, bu sırada fıkıh
öğrenmekte, fıkıh kitablarına bakmakta ve onları yazmak da, bizim
âlimlerimizin bazılarına göre bir beis yoktur. Fakat, bunları dili ile
söylemedikleri zamandır. Bunları ancak'eliyle, başiyle veya gözü ile işaret
edebilir. Bir kimsenin fena bir iş yaptığını görünce, onu eli ile nehyetmesi
veya başı ile işaret edip, durumu haber vermesi gibi... Sahih olan kavle göre,
bunda bir beis yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
Hutbe okunurken,
Peygamber (S.A.V.) EfendimÜze selâvat getirmek mekruhtur. Tatarhâniyye'de de
böyledir.
Hutbeyi dinleme
hususunda, imâmdan uzak olanlar da imâma yakın olanlar gibidirler ve her ikisi
de susarlar. Muhtar olan görüş budur. Cevâhirül - Ahi ât i1 de de böyledir.
Ehvat olan da budur. Tebylr'de de böyledir
«Hutbe esnasında
Kur'ân okunabilir.» diyenler de olmuştur; fakat sahih olan susmaktır.
Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
Namazda haram olan
şeyler, hutbede de haramdır. Meselâ: îmâm hutbe okurken yemek, içmek uygun
değildir. Hulâsa'da da böyledir.
Erkekler için müstehab
olan, yüzünü hutbe okuyana çevirmektir. Bu hüküm, imâmın önünde onlar içindir.
îmânım sağ ve solunda bulunan kimseler de, imâma yakın olurlarsa, hutbeyi dinlemeye
hazır olmak için, imâma doğru dönerler. Hulâsa'da da böyledir.
Âlimlerimizin âmmesi,
cemaatın hutbeyi, baştan sona kadar dinlemesinin uygun olacağını
söylemişlerdir.
İmâma yakın olmak,
uzak olmaktan daha efdaldir. Bilginlerimizin sahih kavli budur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimsenin, imâma
yaklaşmak için, insanların omuzlarından atlayarak ileri geçmesi mekruhtur.
Fakih Ebû Ca'fer,
âlimlerimizden şöyle nakletmiştir: İmâm huttbe okumaya başlamışsa, ona yaklaşmak
için insanların omuzlarından atlayarak gitmek mekruhtur.
Ancak, imâm hutbeye
başlamamışsa, böyle yapmak mekruh olmaz. Çünkü: Sonradan geleceklere yer
genişletmek için ve imâma yakın olmanın faziletinden dolayı, daha öncekilerin
varmadığı boş yerlere gitmekte bir beis yoktur.
İmâm hutbeye başladığı
zaman, camiye gelen kimsenin, boş oiari bir yere hemen oturması gerekir. Çünkü,
bu durumda, o kimsenin yürümesi ve ileri gitmeye çalışması, hutbe okunurken bir
iş, bir amel yapması demektir. Fetâvâyi Kâdiban'da da böyledir.
Fakat, bir soru sormak
için, omuzlardan atlayarak, ileri gitmek, her hal-Ü kârda, bil-i'cmâ"
mekruhtur. Bahrü'r - Râık'ta da böyledir.
Mescidde, birden bir
şey isteyecek olan kimsenin, insanların Önünden yürüyerek geçmeden ve omuzlarından
atlamadan ve kimseyi sıkıntıya düşürmeden, istenilmesi gerek şeyi istemesinde
bir 5eis yoktur. Ve bu şeyin verilmesinde de bir beis yoktur. Ancak, durum
böyle değilse, mesçid içinde bir şey vermek hela! olmaz. Ve-cîzül Kerderi de de
böyledir.
Hutfbe okanurken hazır
bulunan bir kimse, isterse diz çöker isterse bağdaş kurar veya nasıl kolayına
geliyor öyle oturur. Çünkü hutbe, hakikate amel yönünden namaz değildir.
Muzmarât'ta da böyledir.
Fakat, müstehab olan,
hutbe esnasında namazda oturulduğu gibi
oturmaktır. Ml'râcü'd - Dİraye'de de böyledir.
Nafile namaz kılmakta
olan kimse, hutbe okunmaya başlanınca, bu namazı iki, rek'atte keser. Eğer ilk
rek'atte bulunuyorsa, secdeye varmadan namazını keser. Gunye'de de böyledir.
Bir kimse, cuma
namazını kılarken, üzerinde sabah nama' zının kaldığım hatırlasa, eğer cum'anın
zayi olacağından korkmaz ise, cum'a namazını keser ve sabah namazını kılmaya
başlar. Bu durumda, vaktin dar olması sebebi ile tertip düşer. Fakat, vakit
zayi olacaksa, cum'a namazını tamamlar.
Ancak, vaktin değil
de, cum'anın zayi olacağından korkarsa, Ebû Hanife IRA.) ile Ebû Yûsuf (R.A.)'a
göre, sabah namazım kılmaya başlar. İmâm Muhammet! (R.A.) 'e göre ise, cum'ayı ttamam- • lar. Mâ'râcü'd -
0irâye'de de böyledir.
Bir yay'a veya bir bastona
dayanarak hutbe okumak mekruhtur. Hulâsa'd a da böyledir,
Kılıçla fethedilen her
belde de, hatip hutbe okurken, kıhn-ca dayanır. Tehâvi Şerhi'nde de böyledir.
5 - Cumanın edasının şartlarından birisi de
cemaattir.
Cemaatin en az
miktarı, imâmdan başka üç kişidir. Teb-yîn'de de böyledir.
Bu cemaatin hutbe
esnasında hazır bulunmaları şart değildir. Fethü'l - Kadir de ide böyledir.
îmâm, tek bir
k&şiye kaşı hutbe okusa ve sonra da cemaat gelse ve cum'ayı kılsalar, bu
caiz olur: Serasi'nih Mutoyt'inde de böyledir.
Bu cemaatin, imamlık
için elverişli olması da şarttn-. Yani bunların çocuk ve kadın olmaları
gerekir. Sadece kadın ve çocuklarla kılınan cum'a sahih ollmaz. Cevheretü'n -
Neyyire'de de böyte-dir.
Cemaatin köleler,
hastalar ve misafirlerle tamamlanması ile cum'a tamam olur. Ümmi ve ahraslarla
tamamlanması halinde de durum böyledir. Serahsi'nin Muhıyt'tnde de böyledir.
İmâm, cum'a için
tekbir, alsa fakat cemaat, imama uyup cum'ayı kılmaya başlamazsa, Asıl'da
zikrolunduğuna göre, imâm rükû'dan başını kaldırmadan önce, cemaat kendisine
uyarsa, cum'a sahih olur; uymazlarsa, namazı yeniden kılmak gerekir. Bunun aksine
bir kavil yoktur. Gıyâsîye'de de
böyledir.
Cemaat, imamla
birldlkte tekbir alır, sonra ondan ayrılıp mescidden çıkar ve daha sonra da
geri gelip, imâm başını rükûdan kaldırmadan önce, tekrar tekbir alırsa, cum'a
namazı sahih olur. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir.
İmâm tekbir alırken,
yanında bulunan vcabdestli olan cemaat, kendisi ile birlikte tekbir almasalar,
sonra da abdestleri bo-zulsa; bundan sonra başka bir cemaat gelse ve öncekiler
çıkıp gitse, cum'a namazı istihsânen caiz olur.
Bu durumda, eğer
öncekiler tekbir almış olsalar ve sonra da başkaları gelmiş olsaydı, onla-r
tekbirlerini yenilerlerdi- Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Eğer cemat, iftüıat
tekbirinden sonra fakat secdeden önce namazdan ayrılmış olursa, İmâm-ı A'zam'a
(R.A.) göre, cuma sahih olmaz; diğer iki imamımıza göre ise, sahih olur.
Thnurtaşî'de de böyledir.
Bu cemaat, rek'aıi
secde ile kayıtladıktan sonra ayrılmış olursa, imamlarımızın üçüne göre de
cum'a caiz olur. Muzmarat ta da böyledir.
6- Cum'anm
edasının şartlarından birisi de izn-i ânıdır.
0 İzn-i ânı ; Umumî
izin; cum'a kılınacak yerin herkese açık olması, Cum'a kılanan caminin
kapısının açık olması; insanların oraya girmesi için umûmî izin bulunması ve bu
camide ezan okunması, demektir.
Cemaat, camiye
toplanmış ve caminin kapılarını üzerlerine kapatarak cum'a namazı kılmış
olsalar, bu cum'a caiz olmaz.
Keza, hükümdar,.
hizmetkârlarını toplayıp evinde (sarayında) cuma kılmak istese; eğer evin
kapısını açar ve herkesin girmesine izin verirse, —cemaat gelsin, gelmesin— bu
cum'a caiz olur. Fakat, hükümdar evin kapısını açmaz ve kapıya bir kapıcı
oturtursa, onların cum'aları caiz olmaz. Muhiyt'te de böyledir.
Misafirin, kölenin ve
hastanm, imâm olup cum'a namazını kıldırmaları caiz olur. Kudurî'de de
böyledir.
Öğle namazını, özürsüz
olarak cum'adan önce kılmak mekruhtur. Kenz'de de böyledir
Hastanm, misafirin ve
hapis olan kimsenin, öğle namazını, imâm cum'ayı kılana kadar te'hir etmeleri
müstehaptir; te'hir etmezlerse mekruh olur. Kerdeii'nin Vecîz'inde de
böyledir.
Bir kimse, öğle
namazını kılar, sonra da gidip cum'a namazına yetişirse, —misafir, hasta veya
kölb olmak gibi— bir özrü olsun veya olmasın, daha önce kılmış olduğu Öğle
namazı batıl olur. Fakat, imâma yetişemez veya evinden, imâm cum'ayı
bitirdikten sonra çıkmışsa, kıldığı öğle namazı, bil-icmâ bâtıl olmaz.
Bu kimse, imâm namazda
iken evinden çıkar fakat imâmın cum'a kıldırdığı yere varana kadar, imâm
namazım bitirmiş olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) 'ye göre, bu kimsenin kılmış
bulunduğu öğle namazı bâtıl olur. Diğer iki imamımıza göre ise, bâtıl olmaz.
Fakat, bu kimse,
evindencum'a kılmayı murad etmeden çıkmış, olursa, namazı bil-icmâ* batıl
olmaz. Kâfî'de de böyledir.
Bu kimse, eğer imâma
yetişmeye gayret gösterir fakat, ancak imâmın cum'ayı bitirmesinden hemen
sonra, ona kavuşursa, yine namazı batıl oJmaz. Tebyîn'de de böyledir.
Öğle namazını evinde
kılmış olan bir kimse, sonra da; imâma yönciip gitse, imâm da namazı henüz
kılmamış olsa, ancak bu şahıs, mesafenin uzaklığından dolayı imâma
uyabileceğini ümid etmese, Belh'li âlimlere göre, bu kimsenin namazı batıl
olur. Sahih olan budur.
Fakat, bu kimse, bir
özründen dolayı veya özürsüz olarak, imâma yöneldiği halde, onunla namaz
kılmazsa, namazının bâtıl olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. Fakat, bu
hususta sahih olan kavi!, namazın batıl olmamasıdır.
Bu kimse imâma
yöneldiği zaman, orada insanlar olsa fakat bu insanlar, imâm namazı.tamamlamadan
çıkmış bulunsalar; bu durumda da görüş ayrılığı vardır. Sahih olan, bu
durumda, bu kimsenin öğle namazının batıl olmasıdır. Kifâye'de de böyledir.
İmâma yetişmek için
sa'yde (gayrette, sür'at göstermede), o kimsenin evinden ayrılmasına itibar
edilir. Muhtar alan kavle göre, bu kimse, evinden ayrılmadan imâm namazı
bitirmişse, bu şahsın knmış bulunduğu Öğle namazı batıl olmaz. Fethü'l -
Kadîr'de de böyledir.
Bu kimse, öğle namazım
kıldıktan sonra mescidde otursa, bil-ittifak, imâmla beraber namaza başlayana
kadar namazı bâtıl olmaz. Bahrü'r - Râık'ta da böyledir.
Hasta olan bir kimse,
evinde öğle namazını kıldıktan sonra, kendisinde bir hafiflik bulup mescide
gitse ve cum'ayı kıîsa, önce kılmış bulunduğu Öğle namazı nafileye döner.
Nihâye'de de böy ledir.
Cum'aya, teşehhüdde
veya sehiv secdesinden yetişmiş olan kimse, İmâmı A-'zam (R.A.) ile İmâm Yûsuf
(R.A.)'a göre, cum'asını tamam lar.
Bir şehirde Özürsüz
olarak —cum'a günü— öğle namazı kılmak mekruhtur.
Özürlü kimselerin de,
cum'a günü öğle vaktinde, —ister imâmın namazından önce olsun, ister sonra
olsun— cemaatle namaz kılmaları mekruhtur.
Cum'a kılmaya mani bir
hâl olduğu zamanlarda da, cemaatle öğle namazı kılmak mekruhtur. Fakat,
köylüler, kerâhetsiz olarak, ezanla ve kametle, —cum'a günü— öğle namazını
cemaatle kılabilirler. Kâdihân ve diğerleri böyle zikretmişlerdir. Şerhü
Muhtasaru'I -Vlkâyc'de de böyledir.
Cum'a günü, ilk ezan
okunduğu zaman, alış verişi terk etmek ve camiye yönelip gitmek icabeder.
Tahâvî : «—îlk ezan
okununca— camiye gitmek vaciptir. Minber ezanı vaktinde de alış veriş
mekruhtur.» demiştir.
Hasan bun Ziyâd ise :
«Muteber olan, minarede okunan ezandır;» demiştir. Esahh olan, zevalden önce
okunan ezanların hiç birine itibar olunmayacağıdır. Burada mu'teber olan da,
zevalden sonra okunan ilk ezandır. Bu ezan, ister minareden okunsun, isterse
içeriden okunsun, müsavidir. Kâfî'de de böyledir.
Bize ve f akihlerin
ammesine göre, mescide giderken, sür'at-li yürümek ve koşmak vacip değildir.
Bunun, müstehap olup olma-" dığmda da görüş ayrılığı vardır. Esahh olan
ise, camiye sakinlik ve vakar üzi*e yürüyüp gitmektir. Gunye'de de böyledir.
Hatip minbere oturduğu
zaman, önünde ezan okunur. Hutbe tamam olunca da kamet getirilir. Adet böyle
cereyan edegelmiş-tir. Bahrü'r - Râık'ta da böyledir.
Cum'a namazı iki
rek'attir. Her iki rek'atinde de Fâtihâ ve sûre açıktan okunur. Serahsî'nin
Muhıyf ilnide de böyledir.
Bir kimse, cum'a
namazında tekbir aldığı halde, izdihamdan dolayı secde etmeye gücü yetmezse,
bu şahıs, insanlar kalkana kadar bekler; şaye.t, bir aralık boş yer bulursa
secde eder. Bu durumda, bir başka şahsın sırtına secde etmek de caizdir. Ancak,
secde edilebilecek boş yer var iken, başkasının sırtına secde etmek caiz olmaz.
Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Kalabalık ve izdiham
fazla olur ve secde edilecek yer bulunmazsa; bu durumda secde etmeye gücü
yetmeyen kimse, imâm selam verene kadar durun Bu durumda bu kimse Iâhik ölür.
Namazını okuınaksızin tamamlar. Bahrü'r - Râık'ta da böyledir.
Cum'a günü, cum'a
namazını kılarken abdesti bozulan, kimse, —namazının kalan kısmını— kaza
ederken serbesttir; dilerse gizli okur. Bu durumdaki şahıs, sabah namazının
farzını münferiden (— yalnız başına) kılan şahıs gibidir. Hulâsa'da da
böyledir.
Cum'a namazına
hazırlanan kimsenin, güzel koku sürünmesi, varsa en güzel elbisesini gitmesi
müstehaptır.
Cum'a günü, beyaz
elbise giymek ve ön safta oturmak da müs-tehaptir. Mi'râcü'd - Dîrâye'de de
böyledir. [12]
Esahh olan kavle göre,
bayram namazları vaciptir, Serahr sî'nin Muhiyt'inde de böyledir.
Ramazan bayramında,
erkeklerin gusletmeleri, misvak kuV-lanmaîarı ve güzel elbise giymeleri
müstehabtır. Gunye'de de böyledir.
Bu elbise taze
olabileceği gibi, temizce yıkanmış bir elbise de olabilir. Serahsî'nin Muhıyt'inde
de böyledir.
Keza, gümüş yüzük
takınmak, güzel koku sürünmek, erkenden uyanıp kalkmak, saıdaka-i fıtri sabah
namazından Önce vermek, mahalle mescidine yaya olarak gitmek ve dönüşte başka
yoldan gelmek müstehaptır. Gunye'de de böyledir.
Cum'aya ve bayram
namazlarına —gücü yeten kimsenin-— binekle gitmesinde de bir sakınca yoktur.
Bununla beraber yürüyerek gitmek daha efdaidır, Zahîriyye'de de böyledir. .
Ramazan bayramında,
namazgaha çıkmadan önce; üç, beş, yedi veya daha çok veya daha az hurma yemek
müstehabtır. Hurması bulunmayan kimse, tatlı olan şeylerden dilediğini
yiyebilir. Kenz'-de de böyledir.
Bayram namazından
önce, hiç-bir şey yememek de günah değildir. Fakat, bir kimse, bayram
namazından sonra, akşama kadar hiç bir şey yemezse mes'ul olur ve cezalanır.
Kurban bayramı da
Ramazan bayramı gibidir. Ancak, Kurban bayramında, bayram namazı kılmana kadar,
bir şey yemek terk edilir. Gunye'de de böyledir.
Kübrâ'da : «Kurban
bayramında, namazdan önce, bir şey yemenin mekruh olup olmadığı hakkında iki
rivayet vardır. Aslında, bu mekruh değildir. Ancak, bir şey yememek
müstehaptır.» denilmiştir. TatarHâniyye'de de böyledir.
Bir kimsenin, Kurban
bayramında, ilk yediği şeyin kurban eti olması müstehabtır. Bu. Allah'ın bir
ziyafetidir. Hidâyc Şerhi' Ayni'de de böyledir.
Mescit ne kadar geniş
olursa olsun, namazgaha çıkmak sünnettir. Âlimlerin ekserisinin görüşü budur.
Sahih olan da bu görüştür. Muzmarât'ta da böyledir.
Bayram namazım iki
ayrı yerde kılmak caizdir. İmâm Mu-hamiTicd (R.A.) 'e göre ise, bayram
namazlarının üç yerde kılınması da caizdir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) göre ise, bu
caiz değildir. Mu-hiyt'te de böyledir.
Bayramlarda, namazgaha
minber çıkarmak, bazı âlimlere göre mekruhtur; bazılarına göre ise mekruh
değildir. Fetâvâyi Kâdî-hân'da da böyledir.
Sahih olan ise,
namazgaha minber koymanın, mekruh olmamasıdır. Garâib'de de böyledir.
Namazgaha, sakin bir
edâ ile, vakarla ve yürüyerek gitmek ve gözleri bakılması uygun olmayan
şeylerden çevirmek münasip olur.
Kurban bayramında,
yolda giderken, mescide veya namazgaha varıncaya kadar, açıktan tekbir almak
güzeldir. Muhtar olan kavil de budur.
Ramazan bayramında
ise, tekbirler açıktan alınmaz. Muhtar olan ve kabuü edilen görüş de budur.
Giyâslye'de de böyledir.
Müstehap olan da, bu
tekbirlerin gizli olmasıdır. Cevhere-tü'n - Neyyire'de de böyledir.
Kendisine, cum'a
namazını kılmak, farz olan herkese, bayram namazlarını kılmak vaciptir.
Hidâye'de de böyledir.
Hutbe hariç olmak
üzere, cum ada şart olanlar,, bayram namazlarında da şarttır. Hutbe, bayram
namazlarında farz değil, sünnettir.
Hutbe okunmasa bile,
bayram namazları caiz olur. Hutbenin, bayram namazlarında, namazdan önce
okunması da caizdir. Fakat, bu mekruh olur. Serhsî'nin Muhıyl'inde de böyledir.
Bayram hutbesi/
namazdan önce okunmuş ise, namazdan. sonra tekrar iade edilmez. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bayram hutbesi,
namazdan önce okunmuş ise, namazdan sonra tekrar iade edilmez. Fetâvâyi
Kâdihânda da böyledir.
Bayram namazından eve
dönünce, dört rek'at namaz kılmak müstehaptır. Zâd'da da böyledir.
Sabah namazım, bayram
namazından önce kaza etmekte bir beis yoktur. Bir kimsenin, sabah namazım
kılmamış olması, bayram namazının caiz olmasına mani olmaz.
Keza, bir kimsenin,
kazaya kalmış olan bir namazını, bayram namazlarından önce kaza etmesi de
caizdir. Ancak, bu namazı, bayram namazından sonra kılması daha uygun ve daha
güzel olur. Ta-tarhâniyye'de de
böyliedir.
Bayram namazlarının
vakti, güneşin tam beyazlaşmasından itibaren, zeval vaktine kadardır.
Sirâeiyye'de de böyledir.
Kurban bayramını,
erken saatlerde; ramazan bayramım ise, biraz tehirli kılmak efdaldir. Hulâsa'da
da böyledir.
İmâm, bayram namazım
iki rek'at kıldırır, imâm önce If-titâh tekbirüra alır. Sonra, sübhaneke*yi
okur. Sonra üç defa tekbir alır. Sonra aşikar olarak Fâtîhâ ve Sûreyi okur.
Sonra da, rükû a varmak için tekbir alir.
İkinci rek'ate
kalkınca : Fâtdnâ ve sûre okuduktan sonra, üç defa tekbir alır. Dördüncü
teldbirle de rükû'a varır.
Böylece, fazla tekbir
sayısı altı olmuş olur. Bunlardan üçü birinci rek'atte, üçü de ikinci
rek'atîedir. Bayram namazlarında, üç de asîî tekbir vardır. Bunlardan biri
iflitâh tekbiri, ikisi de rükû' tekbirleridir. Bu durumda, iki rek'atte dokuz
tekbir alınmış olmaktadır. Bu, İbn-i Mes'ûd (R.A.)'un rivayetidir. Âlimlerimizin
alıp kabul ettiği de budur. Tebyîn'de de böyledir.
Âlimlerimiz tde
bununla fetva vermişlerdir. Giyâsiye'de de böyledir.
Ziyâdetekbirler
arasında, eller bağlanmaz, salıverilir. Zahîriyye'de de böyledir.
İmâm, bayram
namazından sonra iki hutbe okur. îki hutbe arasında, az bir miktar oturur.
Bize göre, yeni çıktığı zaman, İmâm minberde oturmaz, Hidâye'de de böyledir.
İmâm, Ramazan
bayramında hutbeyi, tekbir, teşbih, tehlil tahmid ve Peygamfber (5-A.V.)
Efendimize salat-u selâm getirerek okur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Hutbenin başında
tekbir almak, ikinci hutbede ise yedi defa tekbir almak müstehaptır. Zâhidî'de
de böyledir.
İmâm, Ramazan bayramı
hutbesinde, cemaate fıtır sadakasını ve fil ir sadakasının : a) Kime vacip
olduğu, b) Kime vermenin vacip olduğu, cî Ne zaman vacip olduğu, d) Ne kadar
vacip olduğu ve, e) Neden vacip olduğu gibi beş hükmünden bahseder.
Cevhere-tü'n - Neyyire'de de böyledir.
Kurban bayramında ise,
hatip, tekbir alır ve teşbih okur. Sonra da insanlara nasihatta bulunur. Kurban
nasıl kesilir? Kurban nedir? Nahr nedir? Bunlar ve bunların hükümlerini
anlatıp, öğretir. Tatarhânivye'de de böyledir,
İmâm, Kurban bayramı
hutbesinde teşrik tekbirlerini de anlatıp öğretir. Zâd'da da böyledir.
İmâm hutbede tekbir
aldığı zaman, cemaatte bunu beraber söyler.
İmâm, Peygamber
(S.A.VJ Efendimiz'e salat-ü selam getirince, cemaat bunu, emre imtisal, ve
susmanın sünnet olmasından dolayı, içinden okur. Zahirü'r- rivâyede, cemaat,
tekbirleri de içinden okur. Çünkü «bunlarda susmak vaciptir.» denilmiştir.
Burada «susmak
sünnettir.» denildiği gibi; «vaciptir.» ve «farzdır» da denilmiştir. Bu üç
kavilden meşhur olan ise, «hutbe okunurken susmanın vacip olması» dır.
Huccet'ten naklen Tatarhâniy-ye'de de böyledir.
Göremedikleri bir
imâma uymuş olan kimseler de, bayram tekbirlerinde ellerini kaldırırlar. Çünkü
bu, muhalefetin en azıdır ve mütâbaattan hali olmamaktır. Giyâsiye'de de
böyledir.
İmânı Muhammed (R.AJ,
Cami1 isimli eserinde : «İmâmla birlikte bayram namazına başlayan ve İbn-i
Mes'ud (R.A.) Hazretlerinin rivayet ettiği tekbirleri bilen bir kimse, imâmın,
bunlardan başka tekbir aldığını görürse, o imâma uyar. Fakat, imâm, fukahâ'-dan
hiç kimsenin almadığı tekbirleri alırsa, bu kimse ona uymaz.» demiştir.
Muhıyt'te de böyledir.
Bu hüküm, imâma yakın
bulunup, onun aldığı tekbirleri işiten kimseler içindir.
Fakat, bir kimse,
imâmdan uzakta bulunur ve tekbirleri bizzat imâmdan değil de, tekbir getiren
diğer kimselerden işitirse duyduklarının hepsini —sahabenin söylediğinden fazla
bile-olsa söyler. Çünkü, bu tekbir getirenlerin galatları caizdir. Şayet, bir
kimse, bu tekbirlerden birini terk ederse, ve terkettıği o tekbiri de imâm
getirmiş olursa, bu caiz olur. Bedâi'de de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.),
«Kebîr» isimli kitabında ; «İmâmla birlikte birinci rek'ate başlamış olan bir
kimse, imâm, İbn-i Abbâs (R.A.)'m altı tekbirini almış olsa, imam kıraate başladıktan
sonra namaza girmiş, olan bu kimse İbn-i Mes'ud (R-A.)'un tekbirlerini
biliyorsa birinci rek'atte kendi görüşüne uygun olan tekbirleri alır-. İkinci
rek'atte ise imâmm görüşüne uyar.» demiştir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
İmâma, bayram
namazlarının rükû'unda yetişen kimse ayakta iken tekbirini alır. Eğer, hem
—ziyâde— tekbirleri almaya hem de rükû'a yetişmeye imkan varsa, bu tekbirleri
de ayakta alır; bu mümkün değilse, rükû'a varır ve orada ellerini kafcurmaksızm
tekbirlerle meşgul olur. Bu kavil lmânı-i -A'zam (R.A.) ile İmâm Muhammed (R.A.)'in kavlidir. Sirâciil - Vehhâc'da da
böyledir.
Bu durumda rükû'da
tekbir getirenler, elieririi kaldırmazlar. Kâfi'de de böyledir.
İmâm, muktedî
tekbirlerini tamamlamadan, rükû'dan başını kaldırırsa, muktedî imâma tabi
olarak başını kaldırır ve kalan tekbirleri de düşer. Sirâcü'I-Vehhâc'da da
böyledir.
Eğer muktedî, imâma
kavmede yetişirse, orada tekbirleri getirmez. Çünkü, o kimse, birinci rek'alî
kaza ederken, orada bu tekbirleri de kaza eder. Bu kimse lâhık ise,
tekbirlerini imâmın görüşüne göre alır, Uyuyup uyanan bir kimse ise,
tekbirleri imâm gibi alır. Çünkü, o kimse, mesbûkun aksine, imâmın arkasında
gibidir. x Kâfî'de de böyledir.
İmâma, bayram
namazının son oturuşunda, teşehhüdden sonra ve selamdan önce veya —ilk—selamdan
sonra yetişen kimse ayağa kalkar ve namazını kaza eder. Âlimlerimiz : »Bu kavil
imâm Ebû Hanife (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavlidir.» demişlerdir.
Fakat, İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, bu kimse, —cuma namazında olduğu gibi
bayram namazına da yetişmiş oımaz. Bazı Mimler : «Bu kavil hilafsızdır ve
sahihtir.» demişlerdir. Zahîriyye'-de de böyledir.
Enfâ'da : «Bayram namazlarının
ikinci rek'atierinin tekbirleri, vacip olan tekbirlerdendir. Çünkü bu, bayram
namazı tekbir-lerindendir. Ve bayram namazı tekbirleri de vaciptir.»
denilmiştir. Nâfî'de de bunun gibidir.
Keza, bu tekbirlerin
lafızlarına riayet etmek de. vaciptir. İftitâh tekbirinde olduğu gibi... Hatta
bir kimse, bayram namazlarında Allahû Ekber yerine Allahû A zam veya Allahû
Eceli demiş olsa, sehiv secdesi yapması gerekir.
Bayram namazının
tekbirlerini unutmuş olan imâm, kıraate bulunmuşsa, artık bundan sonra veya
rükû'da başmı kaldırmadan, bu tekbirleri alır. TatarhânÜyye'de de böyledir.
Ramazan bayramı
namazı, ayın görülmemesi, imâmın zevalden sonra hazır olması veya zevalden
önce imâmın hazır olmasına rağmen, cemaatin gelmemesi, bulutlu bir günde kılman
bayram namazının zevalden sonra kılındığının açığa çıkması gibi bir özürle,
ilk gün edâ edilememişse, bir sonraki günden, daha sonraya tehir edilemez.
îmâm, bayram namazını
cemaate kıldırmış olsa ve cemaatten bir kısmı bu namSzı zayi etmiş olsalar,
bunlar, vakit çıkmış olsa da olmasa da, onu kaza edemezler. Tebyîn'de de
böyledir.
Kurban bayramı namazı,
ilk gün, kılmaya mani bir özür bulunduğu zaman, imâm ve cemaat tarafından
ikinci veya "üçüncü günde de kthnabilir. Bundan sonra kılamazlar.
Cevheretü'n - Ney-yire'de de böyledir.
Buradaki özür,
kerahatı nefydir (mekruhluğu ortadan kaldırmaktır.) Yoksa, Kurban bayramı
namazı Özürsüz olarak üçüncü güne, bırakılmış olsa, namaz yine caiz olur.
Fakat, bu kötü bir iş olur.
Ramazan bayramı
namazını, özürsüz olarak, ikinci güne tehir etmek caiz değildir. Tebyîn'de de
böyledir.
Bayramın ikinci
gününde de, bayram namazının vakti, aynen birinci gündeki vakti gibidir.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir imâm, Ramazan
bayramını namazını cemaate küdırsa zevalden önce de, bu namazı abdestsiz olduğu
halde kıldırdığını an lasa, namazı yeniden kıldırır. Bu durumu zevalden sonra
anlamış olsa, bayram namazını bir gün sonra kıldırır. İkinci günde de, durumu
zeval vakti çıkana kadar anlamamış olsa* bundan sonra bu namazı yeniden kıldırmaz.
Bu durum. Kurban
bayramı namazında meydana gelmiş ve zevalden sonra da anlaşılmış olsa, cemaat
de kurbanlarını kesmiş bulunsalar, bunların kesmiş oldukları kurbanlar caiz
olur. îmâm ve cemaat bir gün sonrayı beklerler ve bayram namazını kılarlar.
Keza, durum ikinci gün
anlaşılmış olsa, imâmla cemaat bayram namazlarını, ikinci gün kılarlar. Bu gün
de çıktıktan sonra, du-: rum anlaşılmış olsa, bayram, namazlarını üçüncü gün
zevalden önce kılarlar. Üçüncü günden sonra anlaşılırsa, artık bayram namazını
kılmazlar.
tmâm, bu durumu,
bayramın birinci günü, zevalden önce anlamış olursa, cemaati namaza çağırır.
İmâmın durumu anlamasından önce, kurban kesmiş olanların kurbanları caiz olur.
İmâmın durumu bilmesinden sonra fakat yeniden bayram namazım kıldırmasından
Önce, kurban kesmiş olanların kurbanları ise, —güneş zeval noktasına varıncaya
kadar— caiz olmaz. Fetâvâyi Kadîhâıi'da da böyledir.
Bayram namazı ile
cenaze namazı, bir araya gelmiş olsa önce bayram namazı, sonra da cenaze namazı
kılınır; daha sonra ise hutbe okunur. Gunye'de de böyledir.
Arefe günü, insanların
Arafat'taki vakfelerine benzemek için, bazı kimselerin bir yere .toplanıp
durmaları hiç bir şey döğü-dir. Tebyîn'ıde de böyledir. [13]
Teşrik tekbirlerinin
1- Sıfatı,
2- Adedi ve
mahiyeti,
3- Şartlan,
4- Vakti,
hakkında söylenmiş
bulunan kelâm vardır ; [14]
Gerçekten, teşrik
tekbirleri vaciptir. [15]
Teşrik tekbirinin
lafzı şudur :
«Allahü Ekber, Allahü
Ekber, Lâ ilahe illallahü vallâhü Ekber, Allahü Ekber ve lÜIahil-hamd.»
Meali : «Alllah en
büyük. Allah en büyük. Allah'tan başka ilâh yok. Allah en büyük. Allah en
büyük. Ve hamd Allah'a mahsustur.» Teşrik tekbiri bir defa söylenir. [16]
a) Bu
tekbirleri söylemek,
b) Teşrik
tekbirlerinin söylendiği yerin şehir olması,
e) Teşrik
tekbirlerinin, farz namazların arkasında söylenmesi... Bunlar, Teşrik
tekbirlerinin şartlandır.
Teşrik tekbirlerini
cemaatle hep birden söylemek
inüste-haptıf.
İmâm-i A'zam (R A.)'a
göre, teşrik tekbirlerini söylemek için, hür olmak ve saltanat şart değildir.
Sahili olan da budur. Mi'râcü'd -Dlr&ye'de de böyledir. [17]
Teşrik tekbirlerinin
vaktinin başlangıcı, arefe gününün sabah namazının sonrasıdır. Sonu ise, İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.) 'e göre, teşrik .günlerinin
sonuncusunun ikindi namazının sonudur.
Tebyîn'de de böyledir.
Bu hususta, fetfya ve
tatbikat (amel) bütün şehirlerde ve bütün zamanlarda, bu iki imamımızın
kavillerine göredir. Zâhidî'de de böyledir.
Münasip olan, teşrik
tekbirini selamın hemen arkasından, söylemektir. Meselâ : Bir kimse selamdan
sonra konuşmuş olsa veya abdesti bozulsa, bu kimsenin üzerinden teşrik
tekbirleri düşer. Tehzîb'de de böyledir.
Teşrik tekbirleri,
vitir ve beyram namazlarının arkasından söylenmezler. «Bayram namazından sonra
söylenmez.» kavli, Mtic-tebâ'dari naklen Bahir'de zikredilmiştir Belh'Bfer ise,
bayram namazının arkasından teşrik tekbirini söylüyorlar. Çünkü o tekbirler,
cemaatle söyleniyor; bayram namazları da, —cum'a namazları gibi— cemaatle
kılmıyor.
Teşrik günlerinde, bir
namazı unutan bir kimse, bu namazı aynı senenin teşrik günlerinde kaza etse,
teşrik tekbirlerini de söyler.
Teşrik günlerinden
önce kılamadığı bir namazı, teşrik günlerinde kaza eden kimse ise, teşrik
tekbirlerini getirmez.:
Keza, bir kimse,
teşrik günlerinde geçirmiş bulunduğu bir namazı, teşrik günlerinin halicinde
veya bir sonraki senenin teşrik günlerinin içinde kaza edecek olsa, yine teşrik
tekbirlerini söylemez,
Kadınlar ve
misafirler, teşrik günlerinde bir imâma uymuş olsalar, bu sebeple teşrik
tekbirleri onlara da vacip olur. Kadınlar, teşrik tekbirlerini gizlice
söylerler.
Keza, mesbuk olan bir
kimseye de, kazaya kalan rek'atlerini tamamladıktan sonra, teşrik tekbirlerini
söylemek vacip olur.
Bir imâm, teşrik
tekbirlerini terk edecek olsa, muktedî bundan söyler ve imâma bakar; eğer imâm
bir şey yapacak olursa, tekbiri keser. Çünkü, bu tekbir de, binayı kesen şeylerdendir.
Mescitten çıkmak, kasden konuşmak ve abdesti bozmak gibi... Tebyîn'-de de
böyledir.
İmâm, namazdan sonra
ve tekbirden önce abdestini bozduğu zaman, esahh olan bu tekbiri getirir.
Abdest almak için çıkmaz. Hufitâsa'da da böyledir. [18]
Küsûf Namazı Güneş tutulduğu zaman kılman namaz)
sünnettir. Zehıyre'de de böyledir.
Küsûf namazının
cemaatle kılınacağı hususunda görüş birliği vardır.
Küsüf namazının nasıl
kılınacağı hususunda ise ihtilaf vardır Bizim âlimlerimiz : «Küsûf namazı iki
rek'attir. fler iki rek'atinde de, diğer namazlarda olduğu gibi bir rükû' iki
secde vardır. Küsûf namazını kılan kimse, bu namazda dilediğini okuyabilir.»
demişlerdir. Muhıyt'te de böyledir.
Küsûf namazının her
iki rek'atinde de, kıraati uzunca okumak efdaldir. Kâfî'de de böyledir.
Küsûf namazında sonra,
güneş tamamen açılana kadar dua etmek de efdaldir. Sirâcü'l - Vehhâc'da
da.böyledir.
Kıraati uzatıp, duayı
kısa yapmak veya duayı uzatıp, namazı kısa kılmak da caizdir. Bunlardan biri
uzatılırsa, diğeri kısa tutulur. Cevheretü'n - Neyyire'de de böylbdir.
tt Küsûf namazını,
cemaatle, ancak cum'a namazını kıldıran imânı kıldırabilir; başkası
kıldıranıaz.
Şemsü'l - Binime
Halvânî : «Cum'a ve bayram namazını kıldıran imâm bulunmaz ise, bu durumda
cemaat, tek tek, mescitlerinde bu namazı kılarlar. Ancak, cum'a ve bayram
namazlarını kıldıran büyük bir imâm bulunur ve bu kimselere izin verip
emrederse, bu durumda bu kimseler, kendi mescitlerinde ve kendi İmamları ile
birlikte bu namazı cemaatle kılabilirler.» demiştir.
Küsûf namazında, İmâm
Ebû Hanîfe'nin (R.A) kavline göre, açıktan okunmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Sahih olan da O'nun kavlidir. Muzmarât'ta da böyledir.
Bizim görüşümüze
(mezhebimize) göre, Küsûf namazında hutbe yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
Namazgahlarda ve
camilerde küsûf namazı kılınabilir. Başka bir yerde kılınması da caizdir.
Fakat, efdal olan birinci kavildir.
Bu namazı, insanlar
evlerinde teker teker kılmış olsalar, bu da caiz olur. Bir araya toplanıp,
namaz kılmaksızm dua etmeleri de caizdir. Hızânetü'l - Müftîn'dc de böyledir.
Küsûf namazında, imâm
dua için minbere çıkmaz. Tatar-hâniyye'de de böyledir.
İmâm, bu duada
muhayyerdir. Dilerse oturur; yönünü kıbleye çevirir ve böyle dua eder; dilerse
ayağa kalkıp yönünü kıbleye döner ve böyle dua eder; dilerse de, yönünü cemaate
dönerek dua eder
Cemaat ise, imâmın
ettiği duaya «âmin» der.
Şemsü'l - Eimme
Halvânî : «... Bu güzeldir. Fakat, imâm kalkıp, bastonuna veya yayını dayanarak
dua ederse, önceki gibi, bu da gU-zel oîur.» demiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Küsûf namazı, güneş
açılana kadar kıhnmamışsa, güneş açıldıktan sonra kılınmaz.
Şayet güneşin bir
kısmı açılmışsa, namaza başlanır. Eğer, bulut veya başka bir hâl, güneşi
gizlerse namaza devam edilir.
Güneş, tutulmuş olduğu
halde batarsa, dua bırakılır ve akşam namazı ile iştigal edilir.
Küsûf namazı ile
cenaze namazı bir araya gdirse, önce cenaze namazı kılınır.
Şayet güneş, namaz
kılmanın mekruh olduğu bir vakitte tutulursa, küsûf namazı kılınmaz.
Cevheretü'n - Neyyire'de de böyledir. [19]
Husuf (= ay tutulması)
namazı da, iki rek'at olarak kılınır. Serahsî'nin Muhryt'inde de böyledir.
Keza, korkular
şiddetlendiği; çok kuvvetli rüzgar estîiği; şiddetüi kar ve yağmur yağdığı;
güneşin kızarıp, gecenin çok karanlık olduğu; yaygın bir hastalık zuhur
ettiği; zelzele olduğu; yıldıranların düşmeye başladığı; yıldızların söndüğü
ve düşman korkusunun arttığrzamanlar da da iki rek'at namaz kılınır. Tebyîn'de
de böyledir.
Bedâi'de : «Bu
namazları, herkes kendi evinde kılar.» denilmiştir. [20]
İmâmı Azam Ebû Hanîfe
(R.A.) : «İsüskâ'da (=yağmur duasında) cemaatle kılınacak, sünnet bir namaz
yoktur.» demiştir. Hidâye'de de böyledir.
İstiska'da hutbe
okumak da yoktur. İstiska, ancak dua ve istiğfardır. Fakat, istiska'da namaz
kılmakta da bir beis yoktur. Ze-hıyre'de de böyledir.
İmâmı A'zam Ebû Hanife
(R.A.)'ye göre, istiska namazında, cübbeyi ters çevirmek de yoktur. Tebyîn'de
de böyledir.
Ebû Yûsuf ve İmâm
Muhanuned (R.A.) : «îstiska'da, cemaat,
imâmla birlikte çıkar ve iki rek'at namazı
imam, cemaatlf beraber, açıktan okumak suretiyle kılar.» denıişüerdir.
Muzmarât' ta da böyledir.
Bu namazda, birinci
rek'atte «Sebbihisme Rabbt kel - a'Iâ» sûresini, ikinci rek'atte de «Hel etâke
hadlsü'l - ğâsiyeh» suresini okumak
daha fedaidir. Aynî'de de böyledir.
îstiska namazından
sonra, ayakta olarak iki hutbe okunur. Hatip yönünü cemaate çevirir. Yerde
durur; minbere çıkmaz.
Hatip, iki hutbe
arasında biraz oturur. Fakat, hatip dilerse, tek bir hutbe de okuyabilir.
Cenâb-ı Hakka dua eder; teşbihte bulunur ve mü'min erkekler mü'min kadınlar
için istiğfarda bulunur. lîâ-tip- yayına dayanır; hutbe okumak için ileri
geçince, cubbesini ters çevirir. Bu, İmâm Muhanuned (R.A.) 'in kavlidir, fetva
da bu kavle göredir. Muzmarât'ta da böyledir.
Imâm'ın, cubbesini
ters çevirmesinin şekli : Eğer, imâmın üzerinde ridâ varsa ve bu ridâ dört
köşeli ise, imâm bunun altını üstüne, üstünü altına çevirir. Eğer ridâ,
nıüdevver t = yuvarlak) ise, imâm, bunun sağını soluna, solunu sağma çevirir.
Fakat, bu durumda cemaat, ridâlarım çevirmezler. Muhıyt'te, Kâfî'de, Sirâcü'l
Vehhâc'da ve Tuhfe'de de böyledir.
İmâm hutbeyi
bitirince, arkasını cemaate ve yönünü kıbleye döner. Hutbe'de de, duada da,
imâm, ayakta olarak; cemaat de oturdukları yerde dua ve istiğfarda bulunurlar.
Tekrar istiğfar ve tev-be ederler.
Dua esnasında,
ellerini semaya doğru kaldırırlar. Güzel olan budur. Fakat, ellerini bu duada
semaya doğru kaldırmasalar da olur. Şahadet parmaklan ile işaret etmek ve
böylece cemaatin ellerini kaldırmış olmaları da güzeldir. Çünkü, duada, sünnet
olan, elleri açmaktır. İMuzmarât'ta da böyeldir.
İstiskâ hutbesi
okunurken, cemaat susar ve hutbeyi din- * ler. Muhıyt'te de böyledir.
îstiska'da, imâmın
cemaatle birlikte, üst üate üç gün duaya çıkmaları müstehaptır. Zâd'da da
böyledir.
Ekseriyet, bu «üç gün
üst üste çıkma» yi nakletmemiştir.
İmâm, istiska duası
için, minbere çıkmaz.
Yağmur duasına çıkan
cemaat,.yaya olarak ve eski elbisalerini giyerek çıkarlar. Veya yıkanmış
elbiselerini veya yamalı elbiselerini giyerler. Bunları, Aziz ve Celil olan
AUahû Teâlâ'ya karşı tevazu', huşu ve tezellül maksadı ile yaparlar. Yağmur
duasına, boyunları büyük bir vaziyette çıkarlar. Ve, yağmur duasına çıkmadan
önce, sadaka dağıtılır. Zahîriyye'de de böyledir.
Tecrîd'de : «Cemaat,
yağmur duasına çıkmayacak olursa, imâm, onlara, çıkmalarım emreder. Cemaatın,
yağmur duasına, imâmdan izin almadan çıkmaları da caizdir.
Zimmîler,
müslümanÜarla birlikte, yağmur duasına çıkamazlar. 0 Şayet,, zimmîler kendi başlarına,
klişelerinde veya havraların da yağmur
duası yaparlar veya bu maksatla sahraya çıkarlarsa, bun mani olunmaz. Aynî'de de
böyledir.
Yağmur duası, ancak
derelerin bulunmadığı, nehirlerin olmadığı, kuyuların yok olduğu yerlerde
yapılır. Bunlar bulunur fakat ihtiyaca kafi gelmezse, yine yağmur duasına
çıkılabilir.
Fakat, dereleri,
nehirleri ve kuyuları bulunup, bunların ihtiyaca kafi geldiği yerlerde, yağmur
duasına çıkılmaz. Çünkü, yağmur duası, ancak şiddetli ihtiyaç ve zaruret
zamanlarında yapılır. Muhıyt'te de böyledir. [21]
Şüphesiz ki, Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz zamanında, korku namazı meşru' idi. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
(R.A.) ile İmâm Muhammet! (R.A.)'e göre, korku namazının meşruiyeti, Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz'den sonra da bakidir. Sahih olan da budur. Zâd'da da
böyledir.
Korku ziyadeleştiği
zaman, komutan cemaati ikiye böler. Bir kısmını düşmana karşı gönderir; bir
kısmını da arkasına alarak, namazı kıldırır. Kudûrî'de de böyledir.
Korkunun şiddetlenmesi
: Hep birlikte namaz kılmak istedikleri ve namazla iştigal ettikleri zaman,
düşmanın durumu görüp, birden hücum etmesinden korkulması halidir. Cevheretü'n
- Neyyi-re'de de böyledir.
Bir topluluk, bir
karartı görür ve onu düşman zannederek korku namazı kılarsa, sonra da bu
zamları doğru çıkarsa, namazları caiz olur. Fakat, zanlannın aksisi çıkarsa,
namazları caiz olmaz.
Ancak, birinci taife
nöbetten döndükten sonra ve henüz diğerleri namaz kılmakla iken ve gelenler
safları geçmedn durum açıklık kazanmış olursa, namaz kılmakta oLanîar,
namazlarını bina ederler. Müstahsen olan budur. Fethüİ - Kadîr'de de böyledir.
Bu hükümlerin tamamı,
cemaat hakkındadır. İmâma gelince, onun namazı her halinde caizdir. Çünkü,
onun namazım ifsad edecek bir şey bulunmamaktadır. Bahrü'r - Râık'ta da
böyledir. [22]
Eğer, imâm ve cemaat
seferi olur ve cemaat de imâmın arkasında namaz kılmak hususunda münazaa
etmezlerse, imâm, onları iki kısma böler. Bunlardan bir kısmına, düşmana karşı
çıkmalarını emreder. Diğer kısımla da, namazı tam olarak kılar.
Sonra, düşman
karşısında bulunanlardan birine, imâm olmasını emreder; o şahıs imâm olur ve
diğerleri ona uyarak namazlarını ^marnlarlar.
Eğer, cemaat «biz
seninle namaz kılacağız» diye münazaa ederlerse, yine, imâm cemaati ikiye
böler;, bir kısmını düşman karşısına gönderir ve kalan kısmı ile bir rek'af
namaz kılar. Sonra, o bölük düşman karşısına gider; diğerleri gelerek imâma uyarlar. Bunlar gelene kadar, imâm
oturup onları bekler. Ve onlarla da bir rek'at kılar. Teşehhüdü .okur ve selam
verir. Arkasında bulunanlar ise, selam vermezler. Ve kalkıp düşmana karşı
giderler. Sonra ilk gidenler gelirler, namazı kıldıkları yerde kıraatte
bulunmadan bir rek'at daha kılarlar ve oturup teşehhüdü okuyarak selam
verirler. Sonra da kalkıp düşmana karşı giderler Daha sonra, ikinci taife namazgaha gelir ve
okumadan ikinci rek'ati kaza ederler.
Eğer, hem imâm hem de
cemaat, mukîm ve namazda dört rek'- atli bir namazda, bu iki grubtan biri,
düşmana karşı gider; imâm da diğer grubla namaza başlar. Bu cemaat, imâmla
birlikte iki rek'at namaz kılar ve teşehhüdü okurlar. Sonra bu grub düşmanın
karşısına gider; düşmanın karşısındaki diğer topluluk gelir. İmâm, oturup,
onların gelmesini bekler. Bu gelen cemaatle de iki rek'at namaz kılar. Sonra
oturur, teşehhüdü okur ve selam verir.
Bu ikinci cemaat, selam vermeden kalkar ve düşmanın karşısına gider.
Sonra, ilk topluluk
gelir; kıraatsiz olarak iki rek'at namaz kılar; oturup teşehhüdü okur ve selam
verir. Sonra da düşmanın karşısına giderler.
Sonra da, ikinci
cemaat gelerek, kıraatle birlikte iki rek'at namaz kılarlar.
Eğer, imâm mukîm,
cemaatin de, bir kısmı mukim, bir kısmı misafir ise; bu durumda, misafir
olanlar da mukim gibidirler.
Eğer, imâm misafir,
cemaat ise mukîm olursa; bu iki topluluktan birincisi, imâmla birlikte bir
rek'at kıldıktan sonra düşman karşısına gider; ikinci topluluk gelir, onlar da
imâmla birlikte .bir rek'at kılarlar. Bu durumda imâm oturup selam verir. Sonra, birinci topluluk, namaz
kılınan yere gelir ve üç rek'ati kıraatsiz olarak kılar. Çünkü onlar
müdriktirler. Birinci topluluğun namazı tamam olunca, bunlar düşman karşısına
giderler ve ikinci topluluk, namaz kılman yere gelir Bunlar, kılacakları ilk rek"atte Fâtîhâ
ve sûre okurlar; diğer iki rek'atte ise, sadece Fâtihâ okurlar. Çünkü, bunlar
ınesbûkturlai*.
Eğer imâm misafir,
cemaatin de bir kısmı misafir, bir kısmı mukim olursa; imâm birinci grubîa bir
rek'at kılar. Bunlar ıdüş-mana karşı giderler. İkinci taife gelir. îmâm bir
rek'at de onlarla kılar. Misafir olanların, namazlarını tamamlamaları için,
birer rek'-aeleri kılar. Mukim olanların ise, namazlarını tamamlamaları için,
üçer rek'atleri kalır.
Sonra, bunlar düşman
karşısına giderler. Birinci topluluk namaz kılman yere geri gelir.
Bunların içinde
misafir olanlar, kıraatsiz olarak birer rekat daha kılarlar. Çünkü onlar
namazın başında müdrik idiler.
Mukim olanlar ise;
zahirü'r - rivayede, kıraatsiz olarak üç. rek'at kılarlar.
Birinci topluluk,
namazların tamamlayınca düşman karşısına gider. İkinci topluluk namaz kılınan
yere gelir. Bunlardan da misafir olanlar kıraatsiz olarak birer rek'at
kılarlar. Çünkü bunlar, namazın başlangıcında müdriktirler.
Mukim olanlar ise,
zahirü'r - rivayede kıraatsiz olarak, üç rek'at kılarlar.
Birinci topluluk
namazlarını tamamlayınca düşmanın karşısına
döner.
İkinci topluluk, namaz
kılınan yere gelir. Bunlardan misafir olanlar, birer rek'at kıraatle kılarlar.
Çünkü bunlar mesbukturlar.
Bunlardan mukim
olanlar da, üçer rek'at kılarlar. Bu durumda ilk kıldıkları rek'atte Fâtihâ ve
sûre okurlar. Çünkü bunlar mes-buk idiler. Diğer iki rek'ati ise, bütün
rivayetlere göre sadece Fâtihâ okuyarak kılarlar.
Bu durumda, düşmanın
kıbleye karşı yönelmiş olması ile kıbleye arkasını dönmüş bulunması müsavidir.
Muhıyt'te de böyledir.
Mukim olan bir imâm,
dört rek'atli bir farzı kıldırırken birinci topluluk imâmla bir rek'at kılsa ve
düşman karşısına gitse; sonra ikinci topluluk gelip, imâmla bir rek'at kılsa ve
düşman karşısına gitse; sonra birinci topluluk tekrar gelse ve imâmla bir
rek'at daha kılıp düşman karşısına gitse; sonra da ikinci topluluk tekrar
gelip, imâmla birlikte
bir rek'at daha kıisa ve yine düşman karşısına gitse; burtlann hepsinin de
namazları fesade gider.
Bunun aslı : Düşman
karşısına dönüşler, yerinde olmadığı zaman, namazı bozarlar. Düşmanın
karşısına, yerinde çıkılması ise, namazı bozmaz. Buna göre, komutan, şayet
onları dört kısma bölmüş olur ve her toplulukla bir rek'at kılarsa; birinci
topluluğun ve ikinci topluluğun namazları tasid olur. Üçüncü ve dördüncü toplulukların
namazları ise sahih olur.
Eğer, ikinci topluluk
döner, üçüncü ve dördüncü rek'atleri kı-raaısiz kılar; ilk rek'atı kıraatle
kılar ve oturup selam verirse, namazı sahih olur.
Keza, dördüncü kafile
döner de, üç rek'atı da kıraatle kılar, 'bir rek'ati Fatiha ve sûre ile kılıp
oturur; sonra kalkar, bir rek'ati daha Fâtihâ ve sûre ile kılar oturmaz; sonra
da üçüncü rek'ati sadece Fatiha okuyarak kılıp, oturur ve selam verirse namazı
sahih olur. Sirâcü'l - Vehhâc'da da böyledir.
Bu durumda, kendi
takımının haricindeki bir takıma dahil olmuş olan kimse hakkındaki hüküm,
sonradan girmiş bulunduğu takımın hükmü
gibidir. Ancak, bu kimsenin, kendisinin dahil olduğu topluluktan ayrıldıktan
sonra, bu yeni topluluğa girmiş olması gerekir.
Bir kimse, Öğle
namazını birinci toplulukla iki rek'at kılar ve bu topluluk düşman karşısına
döndüğü halde o şahıs, üçüncü rek'atı kuana kadar geride kalır ve sonra
düşmanın karşısına dönerse, aamazi, sahih olur. Çünkü o, her ne kadar ikinci
kısma dahil olmuşsa da, kendi topluluğundan ayrılmış olduğu için— onlardan
sayılmaz. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
Akşam namazında, imâm,
birinci topluluk ile iki rek'at kılar. İkinci taife ile ise bir rek'at kılar.
Hata etse de birinci
topluluk ile bir rek'at kıisa ve onlar dönse; ikinci taife ile de bir rek'at
kıisa, onlarda dönseler, sonra birinci taife ile bir rek'at daha kıisa, birinci
taifenin namazı fasid olur; ikinci taifenin namazı ise caiz olur.
Bunlar iki rek'at daha
kaza ederler. Bu rek'atlerin birinde kıraatte bulunurlar, diğerinde ise
okumazlar.
Şayet akşam namazında,
imam, cemaatı üç bölük yapmış olsa da her birine bis?er rek'at kıldırsa,
birinci topluluğun namazı fasid ölür. İkinci ve üçüncü taifelerin namazları ise
caiz olur.
Bu durumda ikinci
topluluk, iki rek'at kaza eder ve ikinci rek'ati kıraatsiz olarak kılar.
Üçüncü topluluk da,
iki rek'at kaza eder ve ikisinde de kıraatte bulunur. Cevheretü'n - Neyyire'de
de böyledir.
Korku, (düşmandan
olsun, vahşî hayvanlardan olsun müsavidir.
Korku, namazı
kısaltmayı gerektirmez. Korku, ancak o namazda yürümeyi mubah kılar.
Muzmarât'ta da böyledir.
Namaz halinde kıtal yapılmaz.
Namaz içinde kıtal yapan kimsenin namazı batıl olur. Çünkü kıtal, namaz
amelinden değildir.
Keza, korku namazı
kılan bir kimse, düşman karşısından dönerken, hayvanına binmiş olsa, namazı
batıl olur. Cevheretü'n - Neyyî-re'de de böyledir.
Bu kimsenin, düşman
karşısından dönüşünün, kıbleden düşman tarafına olması ile, düşmandan kıble
istikametine olması müsavidir.
Yürüyerek veya denizde
yüzerek namaz kılınmaz. Muzmarât'ta da böyledir.
Eğer, yaya olarak
düşmandan, kaçarken, namaz vakti girer ve namaz kılmak için, durma imkanı
olmazsa, bize göre, bu durumdaki bir kimse namaz kılamaz; namazını te'hir
eder.
Korku naraazmda
yanılan kimse, sehiv secdelerini yapar. Mu-hiyt'te de böyledir.
Şayet harp şiddetlenir
ve korku artarsa, müslümanlar, namazlarını, bineklerinin üzerinde tek tek imâ
ile kılarlar. Kıbleye dönme imkanı olmazsa, istedikleri cihete yönelerek imâ
ile, rükû' ve .secde yaparlar. HSdâye'de de böyledir.
Bu durumda, harb çok
şiddetlenir; düşmanlar hayvanlarından inerek, ınüsiümanları namaz kılmaya
bırakmazlarsa, onlar da savaşa devam edip, düşmana hücum ederler. Cevheretü'n -
Neyyire'-de de böyledir.
Binüi olarak cemaatla
namaz kılınmaz, ancak, imâm ve muktedî
ayni hayvanda olurlarsa, imâma uymak sahih olur.
İmâ ile kılınan namaz,
vaktinin içinde olsun, dışında olsun, özür zail olup gidince yeniden kılınmaz.
Yürüyen kimse, rükû ve
secde etmeye güç yetiremez ise, imâ ile namaz kılar.
Binili olan kimse,
eğer düşmanı arıyorsa, hayvan üzerinde namaz kılamaz. Şayet düşman tarafından
aranmakta ise, hayvan üzerinde namaz kılmasında bir beis yoktur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bize göre, yerde kılma
imkânı olan her durumda, binilî oîarak namaz kılmak, namazı ifsad eder.
Muzmarât'ta da böyledir.
Korku namazı
kılınırken, düşmanın çekilip gitmesi gibi bir sebepten dolayı emniyet hali
hasıl olsa, bu, korku namazının, tamamlanması caiz olmaz. Bu namazı kılmakta
olanlar, kalan kısmını emniyet üzere tamamlarlar.
Düşman dönüp gittikten
sonra, —namaz kılanlardan— yönünü kıbleden çevirenlerin namazları fasid olur.
Düşman dönüp gitmeden
Önce, yönünü kıbleden —korku namazından dolayı ve namaz esnasında— döndüren
kimseler, düşman gittikten sonra da, namazlarının kalan kısımlarını, Önce
kıldıklarının üzerine bina ederler. Tatarhâniyye'de de böyledir.
İmâm Mtıhammed (R.A.).
Ziyâdât isimli kitabında : «imâm, ve cemaat, mukim oldukları halde, öğle
namazını, korku namazı olarak kılarlarsa, imâm, cemaatten bir topluluğa iki
rekîat kıldırsa ve bunlar düşman karşısına gitseler, ancak içlerinden biri,
gitmeyip imâmın arkasında kaİsa, bu şahsın namazı fasid olmaz. Lâkin, bu
müstehap değildir.
Bu kimse, şayet imâmla
birlikte üçüncü rek'ati kıldıktan sun-ra, yaptığı işin kötülüğünü anlasa ve
üçüncü rek'atte veya dördüncü rek'atin ka'desinden önce kalkıp cepheye gitse,
namazı sahih olur.» demiştir.
Keza bu kimse, İmâmla
birlikte teşehhüd miktarı oturmadan, selamdan Önce, ayrılıp cepheye gitse,
yine namazı sahihtir.
Mukim olan bir imâmla,
öğle namazı kılmaya başlayan cemaat, seferi olmuş bulunsa; bunlar, bir rek'at
kılınca karşılarına düşman çıksa, namaz kılanlardan bir topluluk, ayrılıp
düşmanın karşısına çıkar. Diğer topluluk ise, imâmla beraber kalıp, namazlarına
devam ederler ve tamamlarlar.
Bu durumda, imâmla
birlikte namaz kılan topluluğun, namazlarının sahih olduğu ortadadır. İmâmdan
ayrılmış bulunan topluluğa gelince, şüphesiz ki bunlar, bir zaruretten dolayı
imâmdan ayrılmışlardır.
İmâm, mukim olan bir
cemaatle Öğle namazı kılmaya başladıktan sonra, karşılarına düşman çıksa, iki
rek'at kıldıktan sonra cemaatten bir topluluk ayrılıp, düşmana karşı çıkarsa,
bunların namazları bozulmaz. Fakat, bir rek'at "kılınca ayrılmış
olurlarsa, namazları bozulur.
Şayet, cemaat üç
rek'at kıldıktan sonra düşman karşılarına çıkarsa, cemaatten bir topluluk
düşmana karşı çıkmak için ayrılır. Bu fasıl kitap'ta zikrolunmamıştır. Ve
âlimlerin burada görüş ayrılıkları vardır. Bazıları : «Bu kimselerin,
namazları bozulmaz.» demişlerdir. Çünkü, bu durumda, imamla birlikte iki
rek'at kıldıktan sonra, imâm namazı bitirinceye kadar, onlar-da namazda
gibidirler. Bu sebeple, o topluluğun ayrılması daha evladır. Muhıyt'te de böyledir.
Korku namazı, cum'a ve
bayramlarda da caizdir. Sirâciy-ye'de de böyledir.
Bayram günü bir
şehirde, bir komutanın karşısına düşman çıksa, komutanda, bayram namazını, cemaatle
birlikte korku namazı olarak kılmayı murad etse, cemaati iki topluluğa ayırır.
Her topluluk ile bayram namazının bir rek'atini kılar. Eğer imâm (komutan),
İbn-i Mes'üd'un görüşünü biliyorsa, her iki topluluğun görüşü de, imâma
muhalif olsa bile, birinci topluluk, ona birinci rek'atte, ikinci topluluk
ise, ikinci rek'atte tabi olur,
Ancak, bunlar, imâmın,
sahabelerden hiç birinin kavlinde olmayan bir şeyi yapmakta olduğunu ve
dolayısı ile hata ettiğini kesin olarak bilirlerse, imâm namazı bitirdikten
sonra ikinci topluluk ayrılıp, düşman karşısına gider. Birinci topluluk
gelerek, ikinci rek'-atlerinî kıraatsiz olarak kaza ederler, imâmın okuyacağı
miktarda veyahut da ondan biraz az veya biraz fazla ayakta dururlar. Sonra,
ziyade tekbirleri alıp, imâmın yaptığı gibi yaparak, namazlarını tamamlarlar.
Ve düşman karşısına giderler.
ikinci topluluk gelir.
Ve birinci rek'ati okuyarak kaza ederler. Sonra da tekbirleri alırlar. Rivâyetü'z
Ziyâdât, Cami', Siyerü'I Kebîr, Vahidî, Rivayettin - Nevâdir'de de böyle
zikredilmiştir. Müstah-sen olan da budur.Muhît'te de böyledir. [23]
Ölüme yaklaşan bir
kimse, sağ yanı üzerine kıbleye karşı çevrilir. Bu bir sünnetttir. Hidâye'de de
böyledir.
Bu, ölmek üzere olan
kimseye, bir zahmet olmayacağı zamandadır. Eğer zahmet olacaksa, o şahıs hali
üzere terkedilir. Zâhİ-dî'de de böyledir.
Ölümün yaklaşmasının
alameti : Ölmek üzere olan kimsenin ayaklarım salıvermesi, onları dikememesi,
burnunun eğilmesi; gözle kulak arasının kararıp çökmesi; husyelerinin derisinin
çekilmesidir. Tebyîn'de de böyledir.
Yüzünün derisinin
çekilip toplanması, yüzünde teattufün görülmemesi de, ölümün yaklaşmasının
alamederindendir. Sİrâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Ölmek üzere olan
kimseye, şehadet kelimeleri telkin edilir.
Bu telkin şöyle
yapılır : Gargara halinden Ccan boğaza gelmeden) önce, halet-i nezi'de, o
kimsenin yanında, açıktan ve ona işittirecefc bir şekilde ; «Eşhedü enlâ ilahe
illallah ve eşhedü enne Mu-hammeden Resûlullâh» denilir.
Şehadet kelimesi, bu
kimsenin yanında tekrar edilir ve fakat: «Sen de söyle» denilmez. Söylemesi
için de İsrar edilmez. Çünkü, reddetme korkusu vardır. Bu kimse, keMme-i
şehadeti, bir defa söylerse, teükin .tekrarlanmaz; ancak başka bir söz
söylenebilir. Cevhe-retü'n - Neyyire'de de böyledir.
Bu telkin, bü-icmâ'
sünnettir. Fakat, bize göre, Zâhirii'r-rivayede, bir kimseye öldükten sonra
telkin yapılmaz. Aynî'de de böyledir.
Biz bu telkini,
ölürken ve defnedilirken söyleriz. Muzma-rât'ta da böyledir.
Telkin verene müstehap
olan, ölenin meserreti ile suçlu duruma düşmemesi ve önün iyiliğine
inananlardan olmasıdır. Sİrâ-cül - Vehhâc'da da böyledir.
«Ölümü- yaklaşan
kimseden, küfrü icabettiren sözler sadır olursa, o kimsenin küfrüne
hükmedilmez. Ve ona, müslüman muamelesi yapılır.» demişlerdir. Fethül -
Kadirde de böyledir,
Ifayırh ve salîh olan
kimselerin, ölmek üzere olan kimsenin yanında bulunmaları, rağbet edilen ve
güzel görülen bir şeydir, ölmek üzere olan kimsenin yanında, Ya-Sîn Sûresini
okumak müstehapür. îbn-i Emİrü'I - Hacc'm
Münyetü'I - Musallî Şerhİ'nde de böyledir.
ölüme hazır bulunan
kimsenin yanında, güzel koku bulundurulur. Zâhidî'de de böyledir.
ölüme yakın olan bir
kimsenin yanında, hayızlı ve cünüp kimselerin bulunmasında bir beis yoktur.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse öldüğü
zaman, çeneleri bağlanır ve gözleri kapa-tiüır. Bu işi ailesi içinden en
merhametlisi, en suhûletli bir şekilde ve gücünün yettiği kadar mülayim bir
hareketle yapar. Ve, enliee bir bez parçası ile alt çenenin altından, başın
üstüne doğru, çenelerini bağlar. Cevheretü'n - Neyyire'de de böyledir.
Bu kimse, ölen şahsın
gözlerini kapatırken : «Bismillah. 'Alâmillet-i ResûİHlâh (S.Â.VJ » der. Ve :
«Allahümme yesslr aleyhi emrehû ve sehhffl aleyhi mâ ba'dehû ve esıdhü bi -
likâike ve'c'al mâ haraca Ueyhi hayran mirama haraca anhü» der. Tebyîn'de de
böyledir.
Bunların manası :
«Allah'ın adıyla. Resûlullâh'm milleti (— dini) üzere.» ve : «Allah'ım bunun
işini kolaylaştır. Bundan sonra da, buna kolaylık göster. Bunu, sana kavuşması sebebi
ile saîd eyle. Çıkıp vardığı o yeri, çıkıp gittiği bu yerden daha hayırlı
eyle.»
Bu kimse, ölen
kimsenin masfallarım ovalar, yumuşatır. Kollarını yanlarına uzatır.
Parmaklarını avuçlarına koyarak, ölünün parmaklarım açar ve uzatır. Uyluklarını
ve bacaklarını güzelce uzatır. Cevheretü'n - Neyyire'de de böyledir.
Ölen kimsenin üzerinde
olan elbiseleri çıkarmak, müste-haptır. Ve, bütün vücudunu kapatacak şekilde,
üzerine bir Örtü örtülür. Başındaki şahıs, ölen kimseyi, yüksekçe bir tahta
veya sedir üzerine uzatır. Yerin rutubetinin, ölen şahsa isabet etmemesi için
böyle yapılır. Odanın kokusu değiştirilir.
Ölünün başındaki
şahıs, ölen kimse şişmesin diye, karnının üzerine ya bir demir parçası veya
yaş toprak, çamur gibi bir şey koyar. Sirâcü'İ - Vehhâc'da da böyledir.
Ölen kimsenin,
akrabalarına ve komşularına ölmünü haber vermek müstehaptir. Böylece, onlar o
kimsenin, cenaze namazım kı-îanak ve ona dua ederek, hakkını eda etmiş olsunlar
diye... Cevheretü'n - Neyyire'de de böyledir.
Bazı âlimler, bir şahsın
ölümünü ilan için, sokakta bağırmayı kerîh görmüşler; bazıları ise, bunda bir
beis görmemişlerdir. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
Ölünün borcunu ödemeye
ve onu borçtan kurtarmaya gayret göstermek müstehaptır.
Ölünün .teçhizine
hemen başlanır; bu te'hir edilmez. Eğer, bir kimse aniden Ölürse, ölümü iyice
anlaşılsın diye, bir müddet bekletilir. Cevheretü'n - Neyyire'de de böyledir.
Yıkanmcaya kadar,
ölünün yanında Kur'ân okumak mek-r'uhtur. Tebyîn'de de böyledir.
îmânı Muhammed CR.A.)
: «Ölen bir kadının karnındaki çocuk hareket ederse, o kadının karnı yarılır;
çocuk çıkartılır. Buna müsaade vardır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [24]
Ölüyü yıkamak,
dirilerin üzerine vacip olan bir haktır. Bu, sünnet ve icma-i ümmetle böyledir.
Nihâye'de de böyledir.
Fakat, bunu
insanlardan bir kısmı yaptığı zaman, diğerlerinden mes'ûlîyet düşer. Kâfî'de de
böyledir.
Vacip olan, ölüyü bir
defa yıkamaktır. Tekrar tekrar yıkanması ise sünnettir. Ölüyü bir defa
yıkamakla iktifa edilse veya ölü bir akar suya daldınlsa, bu da caiz olur.
Bedâi'de de böyledir.
Bize göre, ölü
yıkanmak istendiği zaman, iyice soyulur. Zâ-hîriyye'de de böyledir.
Üzerine ölü konulmadan
önce, teneşir tahtası buhurlanır. Teneşir tahtasının etrafı, bir veya üç
veyahut da beş defa tütsülenir; fazla tütsülenmez. Tebyîn'de ve Kenz Şerhi'nde
de böyledir.
Bilginlerimizin
bazılarına göre, ölüyü teneşir hatasına koymanın şekli şudur : Ölü, bu tahtaya
hastalık halinde olduğu gibi uzunlamasına konur. Sanki imâ ile namaz kılıyormuş
gibi uzatılır. Bazı âlimlerimiz ise : «Ölü, teneşir tahtasına kabre konuyormuş
gibi konur.» demişlerdir. Esahh oîan ise, hangi şekilde konması kolay oluyorsa,
o şekilde konmasıdır. Zahîrfyye'de de böyledir.
Ölüyü yıkayan
kimsenin, elini —bir bezle— örtmesi, müs-tehap olur. Böylece, bu el,
yıkayıcının yardımcılarından başka kimse tarafından görülmemiş olur. Sirâcü'l
- Vehhâc'da da böyledir.
Ölünün, göbeğinden
dizkapağma kadar olan yeri, bir bez ile örtülür. Serahsî'nin Muhıyt'inde de
böyledir.
Bu görüş sahihtir.
Mezhebin zahiri : Uyluklarından başka, galiz yerlerinin kapanmasıdır ve bu
sahihtir. Hidâye'de de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A)
ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) e göre : Ölüye istincâ yapılır. (Ön ve arka, avret
yerleri temizlenir.) Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
İstincâ'nın şekli :
Ölüyü yıkayan kimse, eline bir bez sarıp, onun. Önünü ve arkasını yıkar. Çünkü,
avret mahalline el sürmek, ona bakmak gibi haramdır. Cevheretü'n - Neyyire'de
de böyledir.
Ölüyü yıkayan kimse,
onun uyluklarına bakmaz. Keza, ölü bir kadını yıkamakta oüan bir kadın da, o
kadının uyluklarına ba-kamaz. Tatarhâniyye'de de böyledir.
bulunursa, o Ölüyü
yıkayan kimse, sonra ona namaz abdesti gibi abdest aldırır. Ancak, Ölü sabi
olur ve namaz kılmamakta çocuğa abdest aldırılmaz. Fetâvâyî Kâdihân'da da
böyledir.
Ölüyü yıkayan kimse,
onu ellerinden değil, yüzünden yıkamaya başlar. Muhıyt'te de böyledir.
Yıkamaya, ölüye göre,
onun sağ tarafından başlanır. Nitekim o sağlığında, sağ tarafından yıkamaya
başlardı. Ölüyü yıkayan, ona mazmaza ve istinşak yapmaz. (Ağzına, burnuna su
vermez.) Fe-tâvâyi Kâdîhân'da'da da böyledir.
Bazı âlimler : «Ölüyü
yıkayan kimse, parmağına ince bir bez sarar. Ve parmağanı ölünün ağzına
sokarak, onunla dişlerini, dudaklarını, dilini ve diş etlerini temizler, mesh
eder. Burun deliklerini de, öylece parmağını sokarak temizler. Zâhîriyye'de de
böyle-dh'.
Şemsu 1 - Binime
Halvânî : «Bu gün de, insanların yaptığı budur.» demiştir. Muhıyt'te de
böyledir.
Ölünün, başımn
nıeshedÜmesi hususunda görüş ayrılığı var ise de, sahih olan görüş, onun
başının da meshedilmesidir.
Ölüyü yıkayan kimse,
ayaklarını yıkamayı te'hir etmez. Teb-yîn'de de böyledir.
Bize göre, Ölüyü sıcak
su ile yıkamak efdaldir. Muhıyt'te de
böyledir.
Ölü yıkanacak su, sidr
(= bir nevi buhur) ile, çöğen ile kaynatılır. Şayet, bunlar yoksa, saf su
kaynatılır. Hidâye'de de böyledir.
Ölüyü yıkayan kimse,
onun başım ve sakalım hatmi (= güzel kokulu bir ot) ile yıkar. Bu yoksa, sabun
ve benzeri şeylerle yıkar. Çünkü, onJar da hatminin yaptığını yaparlar. Saçını
da, o kimsenin hayatta iken yıkadığı gibi yıkar. Tebyîn'de de böyledir.
Şayet, bunlar yoksa,
safi su kâfi gelir. Tahâvî Şerhi'nde'de boyledir.
Ölüyü yıkayan kimse,
sonra onu sol tarafına yatırır. Onu, su ve sidr ile, suyun her taraf ma
ulaştığım görene kadar yıkar.
Sonra sağ tarafına
yatırır; sol tarafında olduğu gibi, iyice yıkar. Çünkü sünnet olan, sağ
.taraftan başlamaktır.
Sonra, ölüyü
oturtarak, kendisine yaslar; yavaş yavaş karnını mesheder. Kefenini
pislendirmekten kaçınır. Şayet bir şey çıkarsa, onu temizler. Tekrar yıkamaz ve
tekrar abdest aldırmaz. Sonra da, kefenini ıslatmaması için, ölüyü bir havlu
ile kurular.
Ölünün saçı, sakalı
taranmaz; tırnağı kesilmez; etek ve koltuk tıraşı yapılmaz. Bıyığı
kısaltılmaz. Öldüğü zaman üzerinde ne varsa, öylece defnedilir. Serahsî'nin
Muhıyfînde de böyledir.
Şayet, ölünün kırık
tırnağı varsa, onun kopartılmasında bir beis yoktm*. Muhıyt'te de böyledir.
Akıntı olursa; ölünün
ağzının, yüzünün üzerine, önüne ve arkasına ve kulaklarına pamuk koymakta bir
beis yoktur. Tebyîn'de de böyledir.
Ölü, suyun içinde
bulunmuş, olsa bile, yine de yıkanır. Çünkü, yıkama emri, insana
yöneltilmiştir. Ancak, ölü sudan çıkarılırken, yıkama niyyeti ile, ileri? geri
hareket ettirilirse, yıkanmış sayılır, îlk durumda, bir insan fiili
bulunmuyordu; böyle hareket ettirilince mes'ele halledilmiş oldu. Tecnîs'de ve
Serahsî'nin Muhiyt'in-de de böyledir.
Ölü tefessüh edip,
bozulmuş olduğu için, el sürülmek imkanı olmazsa, üzerine su dökmek kafidir.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Hüküm itibariyle,
kadın da erkek gibi yıkanır. Saçı ise, sağlığında olduğu gibi arkasına
salıverilmez. Tatarhânîyye'de böyledir.
Doğumdan sonra sesi
duyulan çocuğa isim verilir; yıkanır ve cenaze, namazı kılmir. Şayet çocuğun
sesi duyulmaz, onda birhayat alameti olmazsa, bir beze sarılır ve cenaze namazı
kılınmaz. Zahir olmayan rivayette : «Bu durumda ki de yıkanır.» denilmiştir.
Beğenilen de budur. Hidâye'de de böyledir.
İstihlâl : «Çocuğun,
sesi veya hareketi ile bilinen haldir. Şayet, ebe veya anne, çocuğun canlı
olduğuna şehâdet ederlerse, bu ikisinin şahidliği, o çocuğun cenaze namazının
kılınması hususunda makbuldür. Muzmerfit'ta da böyledir.
A'zası tam olmayan
düşük için, bil-iltifak, cenaze namazı kılınmaz. Muhtar olan rivayetlere göre
yıkanır; bir beze sarılarak defnedilir Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bedenin çoğu veya
yarısı ile beraber başı bulunursa yıkanır; kefenlenir ve üzerine cenaze namazı
kılınır. Muzmarâtta da böyledir.
Çok kısmının üzerine,
namaz kılınmış olan bedenin, geride kalan az kısmı da bulunsa, onun üzerine
namaz kılınmaz. İzah'da da böyledir.
Başsız olarak, yarısı
bulunan veya tam ortadan uzunlamasına parçalanmış olarak yansı bulunan bir
ceset yıkanmaz ve üzerine namaz kılınmaz. Bir beze sarılıp, öylece defnedilir.
Muzmerât'-t'a da böyledir.
Bulunan cesedin,
müslüman mı, kâfir mi olduğu bilinmese; eğer, üzerinde müslüman sıması olur
veya islâm toprağında bulunursa yıkanır; aksi takdirde yıkanmaz. Mi'râcü'd -
DSrâye'de de böyledir.
Müslüman ölüleri,
kâfir ölüleri ile karışırsa,"eğer müslümafı ölülerin sünnet olmak, siyah
giyinmek gibi bir alametleri olur ve onunla tanınabilip, kafirden
ayıdediliyorlârsa, cenaze namazları kılınır. Böyle bir alamet olmadığı halde
ölülerin ekserisi müslüman-sa, hep birlikte üzerlerine cenaze namazı kılınır.
Namazda ve duada, müslüman niyyeti ile niyyet edilir ve müslümanlara ait
mezarlığa defnedilirler.
Şayet, çoğunluk kafir
ise, hiçbirinin cenaze namazı kılınmaz. Ancak yıkanırlar ve defnedilirler.
Ancak, müslümanlar gibi yıkanmazlar ve kefenlenmezler. Müşriklere ait
kabristana gömülürler.
Eğer, müslüman ve
kafir ölülerin sayıları eşitse, yine üzerlerine cenaze namazı kılınmaz.
Definleri hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Bazıları : «Küffâr
mezarlığına», bazıları da : Müslümanlara ait kabristana defnedilir.» dediler.
Bazıları ise : «Yeni ve müstakil bir mezarlığa gömülürler.» dediler. Muzmarât
ta da böyledir.
Ebeveyninden biri ile
esir alınmış olan çocuk, ölmüş olur ve kendisi v%ya ebeveyninden birisi,
müslüman olduğunu itiraf etmişlerse, yıkanır. Büyük ana veya büyük baba ile
beraber esir alınmış bulunan esir çocuğun durumu hakkında ise ihtilaf vardır.
Fakat, çocuk tek
başına esir alınmış ve sonra da ölmüş bulunursa; bu çocuk yıkanır ve cenaze
namazı kılınır. Zâhidî'de de böyledir.
Gemide öimüş bulunan
bir kimse de, yıkanır, kefenlenir ve ağırlaş tırıl arak denize bırakılır.
Mİ'racü'd - Dirâye'de de böyledir.
Muharebe halinde iken,
öİdürüldükleri zaman, bağî'nin (= âdil hükümdaar karşı gelen kimsenin) ve yol
kesen kimsenin, ölüsü yıkanmaz ve cenaze namazı küınma*z.
Hükümdar veya komutan,
muharebeden el çektikten, kıtal bırakıldıktan sonra, bu kimselerden biri
öldürülmüş olursa, yıkanırlar ve cenaze namazları kılınır. Güzel olan ve büyük
âlimlerimizin.kabul etmiş bulundukları görüş budur.
Şehirlerde, geceleri
silahlan ile eşkiyalık yapanlar da yol kesiciler gibidirler. Zehıyre'de de
böyledir.
Münasip olan, cenazeyi
yıkayan kimsenin temiz olmasıdır. Fetâvâyi Kâdîhân'cla da böyledir.
Cenazeyi yıkayan
kimsenin, cünüp, hayızlı veya kâfir olması da caizdir. Fakat bti, mekruh olur.
MVrâcü'd - Dirâye'de de böyledir.
Ölüyü yıkayan
kimsenin, abdestsiz olması, ittifakla mekruh değildir.
Cenazeyi, insanlar
içinde ölüye akrabalık yönünden en yakın olan kimsenin yıkaması müstehaptır.
Şayet bu kimse, ölü
yıkamayı bilmezse, onu, emîn ve verâ sahibi bir kimse yıkamalıdır. Zâhidî'de
de böyledir,
Ölüyü yıkayan
kimsenin, doğru sözlü, yıkama işini iyi bilen, —ölüde— gördüğü körü halleri
gizleyen ve iyi halleri açıklayan bir kimse olması müstehaptır.
Ölüyü yıkayan kimse,
şayet onda yüzünün nurlanması, güzel bir koku hasıl olması ve benzerleri gibi,
mûcib-i hayret bir şey görürse; bunları diğer insanlara söylemesi müstehaptır.
Fakat, onda, yüzünün kararması, kötü koku hasıl olması, suretinin bozulması,
âzalarının değişmesi ve benzerleri gibi kötü haller görürse; bunları hiç bir
kimseye haber vermesi caiz olmaz. Cevheretü'n - Neyyire'de de böyledir.
Ancak, Ölü, hem bid'at
ehli hem de bid'ati açıktan yapan bir kimse ise, yıkayan kimsenin, onda gördüğü
hoşa gitmeyecek halleri, insanların, o bid'atten uzaklaşması niyyeti ile,
söylemesinde bir beis yoktur. Sirâcü'l - Vehhâc'da da böyledir.
Ölüden çıkan fena
kokuyu, onu yıkayan kimsenin ve yardımcısının duymaması için, onların yanma
buhardanlık veya güzel koku konulması müstehaptır. Cevheretü'n - Neyyire'de de
böyledir.
En efdal olan,
cenazeyi ücretsiz yıkamaktır.
Şayet, ölüyü yıkayan
gimsenin ücret istediğinde, ölüyü yıkayacak başka kimseler de bulunursa, ona
ücret vermek caiz olur. Yıkayacak başka kimse bulunmadığı zaman, ölüyü yıkayan
kimsenin ücret alması caiz olmaz. Zahîriyye'de de. böyledir
Erkek cenazeleri
erkekler, kadınları da kadınlar yıkarlar. Bunlardan biri diğerini yıkayamaz.
Ölü &üçük olur da,
henüz iştah ehlinden olmazsa, onu kadın yıkayabilir.
Keza, Ölü aynı durumda
küçük bir kız çocuğu ise, onu da erkeğin yıkaması caiz olur.
Zekeri kesilmiş ve
hayaları burulmuş olanlar da, erkek gibidirler.
Bir kadının, kendi
kocasını yıkaması caiz olur. Ancak, kocasının oğiu veya babası, kadını öpmek
suretiyle, aralarında beynûneti gerektiren bir hadise, kocasının ölümünden
sonra meydana geldiği zaman, bu kadının kocasını yıkaması caiz olmaz.
Bize göre; bir koca,
karısını yıkayamaz. Strâcü'I - Vehhâc'da tfo böyledir.
Bir koca, karışım
talâk-ı rlc'i üe boşadaktan sonra ölürse, kadın, iddetüi olduğu için kocasını
yıkayabilir. Serahsî'nin Muhryt'-İnde de böyledir
Eğer koca, kadının,
iddetinin sonuna doğru ölür ve öldükten sonra da kadının iddeti biterse, bu
durumda da, kadın kocasını yıkayabilir. Tahavî'de de böyledir.
Bu hususta asıl kaide
şudur : Sağ olmuş olsaydı, nikahı sebebi ile karısı ile cima' etmesi helâl
olan bir erkek öldüğü zaman, karısının bu kimseyi yıkaması helâldir.
Itâbîyye'den naklen Tatarhâ-niyye'de de böyledir.
Yahudi veya nasrânî
olan bir kadın da, müslüroauı kadın gibi, müslüman kocasını yıkayabilir. Ancak
bu, çok çirkin bir iş olur. Zâhîdî'de de böyledir.
Ölen bir kadım,
zaruret halinde, mahremi olan erkek teyemmüm eder. Fakat, erkek yabancı
olursa, eline bir bez sarar. Kollarına teyemmüm yaparken gözlerini kapar.
Keza, bir koca,
karısına teyemmüm yaptırırken gözlerini kapamaz. Kadının genç veya yaşlı
olması arasında bir fark yoktur. Fetâ-vâyî Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimsenin ümm-i
veledi, müdebbiresi, mükâtebesi veya cariyesi ölse, o kimse, bunlardan hiç
birisini yıkayamaz. Bunun ak-sî de böyledir.
Bir erkek, kadınlar
arasında öldüğünde, onu, rahm sahibi karışı veya cariyesi, eline bir bez
parçası sarmadan teyemmüm eder. Bunlardan biri de bulunmazsa, diğer kadınlardan
biri, eline bez sa rarak teyemmüm eder. Mi'râcü'd - Dirâye'de de böyledir.
Bir kimse, yolculuk
esnasında, kadınlar arasında ölse ve orada, bir de kafir erkek bulunsa;
kadınlar, bu kâfire, ölünün nasıl yıkanacağını öğretirler ve ölüyü yıkaymcaya
kadar, ölü ile onu baş başa bırakırlar.
Ancak, böyle bir kimse
bulunmaz fakat dokuz yaşından aşağı olmasına rağmen, ölü yıkamaya gücü yetecek
bir kız çocuğu bulunursa, ona, ölü yıkamayı öğretirler ve ölüyü yıkayana
kadar, ölü ile baş başa bırakırlar.
Yolculuk esnasında,
bir müslüman kadın, kafir kadınlar arasında ölse, aralarında bulunan dokuz
yaşından küçük bir erkek çocuğu, erkek hakkında söylediğimiz şekilde, bu kadını
yıkar. Muz-marât'ta da böyledir.
Bulûğ çağına yaklaşmış
olan bir hünsâ-i müşkül, hiç bir er-, keği veya hiç bir kadım yıkayamaz. Hiç
bir erkak veya hiç bir kadın da, hünsâ-i müşkil'i yıkayamaz. Hünsâ-i müşkîl,
ancak elbisesinin dışından teyemmüm edilir. Zâhidî'de de böyledir.
Velîsi müslüman olan
bir kafir ölürse, bu müslüman, onu yıkar, kefenler ve gömer. Ancak, onu pis bir
çamaşırı yıkadığı gibi yıkar ve onu bir beze sarar. Bir çukur kazar; sünnete
uygun olmayan şekilde kefenler. Lahdi olmayan o çukura koyar; atar. Hİdâye'-de
de böyledir.
Kâfir olan bir babaya,
müslüman oğlunun ölüsünü yıkamaması, başında durmaması ve o müslümanı,
müslümanlann yıkaması münasip olur. Nihâye'de de böyledir.
Yolculukta ölen bir
kimseye, yıkayacak su bulunmazsa, teyemmüm yapılır ve o kimsenin cenaze namazı
kılınır. Muhıyt'te deböyledir.
Bir kimse öldüğünde,
su bulunmadığı için, ona teyemmüm yapılsa ve cenaze namazı kılınsa; sonra da su
bulunsa, bu kimse tekrar yıkanır ve cenaze namazı tekrar kılınır. Bu, Ebû
Yûsuf (R.A.) 'un kavlidir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [25]
Ölüyü kefenlemek farz-3 kifâyedir. Fethü'l - Kadîr'de de
böyledir.
Erkek için kefenin
sünnet olan miktarı : İzâr, kamıys ve li-fâfedir. Zaruret halinde, —kamıys
bulunmadığı zaman izâr ve li-fâfe kafi gelir. Kenz'de de böyledir.
İzâr : Ölüyü, baştan
ayağa kadar örten bez parçasıdır. Lifâ-fe de izâr gibidir. Kamıys ise, boyundan
itibaren, ayağa kadar olan bez parçasıdır. Hidâye'de de böyledir.
Kamıys, yakasız,
telaşız ve kolsuzdur. Kâfi'de de böyledir.
Kefende imame (=
sarık) yoktur. Zahirü'r - rivâye budur. Fatva da buna göredir. Mütehhirîn, âlim
olan zatların kefenlenme-sinde, sarığı da güzel görmüşlerdir. «Bu âlimin
sarığının ucu, hayatında yaptığının aksine, yüzünün üzerine konur.» dediler.
Cevheretü'n - Neyyîre'de de böyledir.
Kadın için, kefenin
sünnet olan miktarı ise : Dır'izâr, hı-mâr, lifâfe ve hırkadır.
Hırka, göğüslerin
bağlandığı bez parçasına denir,
Zaruret halinde— kadın
için kafi gelen miktar ise : izâr, li-fafe ve himar'dır. Kenz'de de böyledir.
Hırkanın genişliği,
göğüsten göbeğe kadar olan yer kadardır. Aynî Kenz Şerhî'nde ve Tebyîn'de
böyledir.
Evla olan, hırkanın
göğüsten kalçaya kadar olmasıdır. Cev-heretü^n - Neyyire'de de böyledir.
Zaruret olmadıkça,
kadının kefenini iki parçaya, erkeğin kefenini de tek parçaya indirmek
mekruhtur. Aynî Kenz Şerfıi'nde de böyledir.
Murahik sabi (= bulûğ
çağına yaklaşmış erkek çocuk) kelen hususunda, büyük erkek gibidir.
Mürahika kız (= bulûğ
çağına yaklaşmış olan kız) ise, bâliğa kadın gibidir.
Bu durumda olmayan
erkek çocuğun, kefeninin en az miktarı, bir parça bez; kızın ki ise, iki parça
bezdir.- Tebyîn'de de böyledir.
Hunsâ olan şahıs ise,
ihtiyaten kadın gibi kefenlenir. Kefeninin ipekten olmasından, san boya ile
veya zâ'feranla boyanmasından kaçınılması icap eder. Cevheretü'n - Neyyire'de
de böyledir.
Erkeğin
kefenlenmesinde, sağlığında bayramlarda giydiği elbiseye bakılır. Yanî,
—değerce— onun misli ile kefenlenir..
Kadınların ise,
sağlığında, ana ve babasını ziyarete gittiği elbise nazar-ı itibare alınır.
Yani, — değerce— onun misli ile kefenienmesi evla olur. Zâhidî'de de böyledir.
Kefenin, çubuklu bir
kumaştan olmasında veya kitan ve kasb denilen kumaşlardan yapılmasında bir beis
yoktur. Kasb, yumuşak bir kumaştır.
Kadınların kefenleri
ipekten olabilir ve bir boya ile veya za'-feranla boyanabilir. Erkekler için
bunlar mekruhtur. Kefenin, en uygun olanı, beyaz olanıdır. Nihâye*de de
böyledir.
Kefenin, eski veya
yeni olması müsavidir. Cevheretü'n -
Neyyire'de de
böyledir.
Erkek için, sağlığında
giymesi mubah olan her şey, kefeninde de mubah olur. Hayatında mubah
olmayanlar ise, ölümden sonra, kefenlenmesinde de mubah değildir. Tahavî
Şerhi'nde de böyledir.
Ölen kimsenin, mali
çok ve veresesi az ise, onun, sünnet olan kefenle kefenienmesi daha evla olur.
Eğer, durum bunun aksi ise, kifayet miktarı bir kefenle kefenienmesi daha
evladır. Zahîriy-
ye'de de böyledir.
Kefen hakkında,
vereseler arasında ihtilaf çıktığı zaman; .yani vereselerden bazıları: «İki
kefen olsun», bazıları ise : «üç kefen olsun.» derse; sünnet oliduğu için, bu
cenaze üç kefenle kefenlenir. Cevheretü'n - Neyyire'de de böyledir.
Erkeğin kefenlenme
şekli : Önce lifafe serilir; üşürüne de izâr serilir. Sonra ölü, izânn üzerine
konur ve kamıys (gömlek) giydirilir. Başına, sakalına ve vücudunun diğer
yerlerine, hanut (denilen güzel bir koku) sürülür, Muhiyt'te de böyledir.
Erkeklerin kefenine,
zaferan ve vers (= güzel kokulu sarı bir ot) hariç, diğer güzel kokuların
sürülmesinde bir beis yoktur.
Öien erkeğin alnına;
burnunun, ellerinin, dizlerinin ve ayaklarının üzerine kâfur konur.
Sonra, izârm sol
tarafı, ölünün üzerine konur. Sonra da sağ tarafı ölünün üzerine atılır.
Lifâfe de" böyle
yapılır. Muhıyt'te de böyledir.
Eğer, kefenin
açılacağından korkulursa, o, bir şeyle bağlanır. Serahsî'nin Muhiyt'finde de
böyîedir.
Kadının kefenlenmesine
gelince : Erkeklerde olduğu gibi, lifafe ve izâr serilir. Sonra, cenaze izâr
üzerine konur. Ve dır'ı (= gömleği) giydirilir. Saçı iki bölük yapılarak,
gömleğin üstünden göğsünün üzerine konur. Sonra da hımâr (= baş örtüsü)
örtülür.
Daha sonrada,
erkeklerde anlattığımız gibi, izâr ve lifâfe kapatılır. Daha sonra da, hırka
göğüslerinin üzerine, kefenin üstünden bağlanır. Muhiyt'te de böyledir. .
Kefenler, ölüye
sarılmadan önce, bir veya üç, veya beş, veyahut da yedi defa buhurlanır. Yedi
defadan fazla buhurlanmaz. Ve tek sayı ile buhurlanır.'Aynî'de de böyledir.
Ölü üç defa buhurlanır
:
1- Ruhu
çıktığı zaman, kerîh kokuyu gidermek için;
2- Yıkanırken;
3- Kefenlenirken.
Ölünün arkasından buhurlama yapılmaz. Tebyîn'de de böyledir.
Ölüyü buhurlama da,
mahrem olanlarla, olmayanlar müsavidirler. Ancak, yüzlerini ve başlarım
örterler. Cariye de, hür kadın gibi buhurlama yapabilir. Muhıyt'te de böyledir.
Kefen, varsa—ölünün
şahsî malından yapılır. Ve kefen, borçlarından önce gelir. Kefen, Ölünün
vasiyyetınden ve veresenin malım taksim etmesinden de önce gelir. Ve bu
hallerde, sünnet miktarı kefen esas ahmr.
Ancak, bu kimse de;
rehin gibi, teslim etmemiş fakat satmış bulunduğu mal gibi, cinayet işleyen
köîe gibi, başkalarının hakkı olan bir şey varsa; bunlar biaynihi malmın
üzerine tealluk etmez, (Onun mali sayılmaz.) Tebyîn'de de böyledir.
Malı olmayan bir
kimsenin kefeni, nafakasının üzerine vacip olduğu kimseye aittir. Bu, îmânı
Muhammed (R.A.)fm kavlidir. İmâm Yûsuf (R.A.)'a göre ise, kefen, eğer kadın,
kendisine mal bi-rakmışsa, koca üzerine de vaciptir. Fetva'da bunun üzerinedir.
Fetâ-vâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir koca, geride mal
bırakmadan ölür ve karısı da fakir-se, bil-icmâ', onun kefenini ,temin etmek,
kadına lazım gelmez. Muhıyt'te de böyledir.
Nafakası üzerine vacip
olan bir kimsesi bulunmayan, fakir bir kimse öldüğü zaman, kefeni, beytü'l -
mâl'den temin edilîr. Bey-cü'I - mâl'de de yoksa, o kimseyi müslümanlar
kefenler. Eğer bunlar da kefen almaktan aciz olurlarsa yani kefen almaya
güçleri yetmezse, bunu halktan isterler. Zâhîdî'tde de böyledir.
İtâbiyye'de : «... Bu
yolla da kefen bulunamazsa, bu cenaze yıkanıp üzeri otla Örtülüp defnedilir ve
cenaze namazı, mezarının üstünde kılınır.» denilmiştir. Tatarhâniyye'de de
böyledir.
Bir kimse, topluma ait.
bir mescidde Ölse, cemaatten birisi ayağa kalkar ve para toplar. Yapılan
harcamadan sonra, artan miktar olur ve bu paranın da küme ait olduğu
bilinmezse, o para ile de başka bir muhtaç kefenlenir. Paranın sahibi
bilinirse, iade edilir.
Kalan para ile kefen
alma imkânı olmaz ise, fakirlere tasadduk edilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Eğer, bir ölünün
kefeni çalınırsa, malından ikinci bir kefen daha ahmr. Bu kimsenin malı taksim
edilmişse —vasiyyetinin verildiği kimselerle, alacaklıları hariç— vârisleri bu
kefeni alırlar.
Bu kimsenin terekesi,
(= bıraktığı mal) borcundan fazla değilse, alacaklıları da, henüz alacaklarını
almamış olurlarsa, önce kefen alınır. Fakat, alacaklılar alacaklarını
almışlarsa, onlardan hiç bir şey geri alınmaz. Eğer bu cenaze, kokmaya
başlarsa, bir tek kefene
sarılır.
Bir ölüyü, şahsî
hayvan yer de, kefeni kalmış olursa, bu kefen terekesine geri verilir. Bu
kefeni, bir başkası almış olursa veya bir yakını kendi öz malından bu şahsı
kefenlemiş bulunursa, bu kefen, kefenleyen kimseye geri verilir. Mirâcü'd -
Dirâye'de de böyledir. [26]
Cenazeyi, dönt erkeğin
taşıması sünnettir. EM'l - Mekârim'-in Nikâye Şerkâ'nde de böyledir.
Cenaze tabuta konduğu
zaman, dört tarafından, birerden dört kişinin tutarak taşımaları sünnettir.
Cevheretün - Neyyire'de de böyledir.
Cenaze taşımada,
birisi bizzat sünnet, diğeri de kemâl-i sünnet olmak üzere iki türlü sünnet
vardır.
Bizzat sünnet: Dört
kişinin, tabutu .dört tarafından tutup, her tarafından, birbirini takip ederek,
onar adım taşımasıdır. Bu sünnet, cemaatin tamamı hakkında tahakkuk eder.
Kemâl-i sünnef e
gelince, bu sünnet, ancak bir kişi hakkında tahakkuk eder. Bu kimse, cenazeyi
sağ ön taraftan başlayarak sağ omuzunun
üzerine ahr. Tatarhâfliyye'de de böyledir. Sonra, arka sağ taraftan, sağ
omuzunaahr; sonra sol ön taraftan sol omuzuna alır; daha sonra da arka sol
tarfatan, sol omuz üzerine alarak
cenazeyi —böylece-- taşır, Tebyîh'de de böyledir.
Yerin darlığı veya
buna benzer zaruretlerin dışında, cenazeyi biri önde biri arkada olmak üzere,
iki direğin arasında taşımak mekruhtur.
Tabutu el ile tutmada
veya omuz basma koymada bir beis yoktur. Tabut tahtasının yansını omuz başına,
yarısını da boyun köküne koymak mekruhtur. Tahâvî Şerhi'de de böyledir.
İstîcâbî : «Meme emen
veya sütten kesilmiş olan veyaljut da daha büyük bulunan bir çocuk öldüğü
zaman, onu, bir kişinin eîleri üzerinde taşımasında bir beis yoktur. Bu çocuğun
cenazesini, insanlar böylece sıra ile taşırlar. Bir vasıtaya binip, çocuğun
cenazesini elleri üzerine almalarında da bir beis yoktur. Fakat, çocuk büyük
olursa, cenazesi büyük adam gibi taşınır. Bahrü'r - Râik'ta da böyledir.
Cenazeyi taşırken,
koşar gibi olmamakla beraber sür'atli yürümek lazımdır. Bu sür'atte ölçü,
cenaze saîianmıyacak şekilde yürümektir. Tebyîn'de de böyledir.
Cenaze içinde
yürüyenler arasında en ef dal olanlar, cenazenin arkasında yürüyenlerdir.
Cenazenin önünde yürümek de caizdir. Ancak, herkesten iteri gitmek ve
cenazeden uzakta yürümek mekruhtur. Cenazenin sağından ve solundan yürümek de
iyi değildir. Fethü'I - Kadîr'de de böyledir.
Cenaze götürülürken,
ölünün başı ön tarafta oiur. Mırana-rât'ta ta böyledir.
Ölen kimse, komşu,
akraba veya iyiliği şöhret bulmuş bir kimse ise, onun cenazesinin arkasından
gitmek, nafile ibadetten daha efdaldir. Bahrü'r - Râik'ta da böyledir.
Cenazeye, bir şeye
binmiş olarak gitmekte bir beis yoktur. Fakat, yaya gitmek daha efdaîdlr.
Bir şeye binilıi
olarak, cenazenin peşinde giden kimsenm, onu geçmesi mekruhtur. Fetâvâyî Kâdîhân'da da böyledir,
Cenazede feryat-
etmek, bağırmak, yaka-bağır yırtmak mekruhtur. Cenazede, ses çıkarmadan
ağlamakta bir sakınca olmamakla beraber, sabretmek daha efdaldir.
Tatarhâırfyye'de de böyledir.
Cenazenin ardından
ateş veya mum yakmak da doğru değildir. Bahrü'r Râik'ta da böyledir.
Kadınların, cenazeyi
takip etmek üzere çıkıp, onun peşinden gitmeleri uygun olmaz.
Cenazenin yanında
feryad-ü figan edilirse, bunu yapanlar azarlanır. Azarlanmasalar bile, bu hal
her hangi bir kimsenin cenazenin peşinden gitmesine mani olmaz. Bu cenazenin
peşinde gitmekte bir beis yoktur. Çünkü, cenazenin peşinden gitmek, sünnettir.
Başkasının bid'ati sebebi ile, sünnet terkedihnez.
Cenazede hazır
bulunup, onun peşinden gidecek olan kimseler den başka, hiçbir kimse, cenaze için
ayağa kalkmaz. îzâh'ta da böyledir.
Keza, cenaze, namaz
kılınan yere getirildiği zaman, orada cemaat bulunmakta ise, bazılarına göre,
burada oturanlar, cenaze, omuzlardan indirilip, musalla taşına konana kadar,
oturmazlar. Sahih plan kavil de budur. Fetâvâyi Kâdihân:da da böyledir.
Cenazenin arkasında
gidenlerin, üzerine düşen vazife susmaktır. Bunların, yüksek sesle Kur'ân
okumaları ve zikretmeleri mekruhtur. Tahâvî Şerhİ'nde de böyledir.
Cenazenin peşinden
giden bir kimse, Alalhû Teââ'yı zikretmek isterse, gizli ve sessiz olarak
zikreder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da bövledir.
böyledir.
Cenaze, kabre konmak
üzere yere konduğu zaman, cemaatin oturmasında beis yoktur. Ancak, cenaze
omuzlardan yere konmadan oturmak mekruhtur. Hulâsa'da da böyledir,
Bu durumda, en efdal
olan davranış, mezar toprakla dolana kadar oturmanıaktadır. Serahsî'nin
Muhıyt'inde de böyledir.
Cenaze, namazı
kıldırılmak üzere indirildiği! zaman, başı batıya, ayaklan doğuya doğru
gelecek- şekilde, kıbleye enlemesine konulur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Cenazeyi taşıtmak
için, ücretle adam tutmak caizdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [27]
Cenaze üzerine namaz
kılmak farz-ı hikâyedir. Erkek olsun, kadın olsun, insanlardan bir kısmı veya
sadece biri, cenaze namazını kılarsa, diğer insanlardan mesuliyet kalkar.
Şayet, hiç bir kimse bu cenazenin namazını kılmazsa, hepsi de günahkâr ölür. Tatarhâniyye'de
de böyledir.
Cenaze namazını, imâm,
yalnız başına da kılabilir. Çünkü, cenaze namazında cemaat şart değildir.
Nihâye'de de böyledir.
Cenaze namazının şartı
: Ölünün müslüman olması ve yıkanması mümkün olduğu müddetçe, temiz (=
yıkanmış) olmasıdır.
Ölü yıkanmadan
defnedilmiş olur ve bu sçbeple yıkanma imkânı olmazsa, cenaze namazı kabri
üzerine kılınır.
Bir cenaze için, yıkanmadan
önce namaz kılınmış sonradan da defnedilmiş bulunsa, birinci namaz fasid olduğu
için, bu cenazenin namazı yeniden kılınır. Tebyîn'de de böyledir.
Cenaze namazının
kılınması- için, Ölünün bulunduğu yerin, temiz olması şart değildir.
Muzmarât'ta da böyledir.
Büyük, küçük, erkek,
kadın, hür veya köle olsun, her müs-lümanın üzerine cenaze namazı kılınır.
Ancak, âdil hükümete karşı gelen kimselerle, yol kesen kimselerin ve bunlara
benzeyenlerin, cenaze namazları kılınmaz.
Doğum esnasında Ölen
çocuğun, eğer vücûdunun çoğu çıkmış ise, onun cenaze namazı kılınır. Eğer,
vücudunun azı çıkmışken ölürse, onun cenaze namazı kılınmaz. Tam yarısı çıkmış
olduğu zaman ölmüş olursa, ne yapılacağı hakkında kitapta bir şey söylenmemiştir.
Bunun da kıyas üzre olması gerekir ki, biz onu, yarısı mevcut olan bir Ölünün
cenaze namazının kılınması gerektiğine kıyas eder ve onun da cenaze namazı
kılınır, deriz. Bedfti'de de böyledir.
Küçük bir çocuk,
küffar memleketinde, bir müsliiman askerin eline geçse ve bu askerin yanında
ölse; elinde bulunduğu müs-lüman askere tabî olarak, onun cenaze namazı da
kılınır. Muhıyt'te de böyledir.
İmâm Ebû Yusuf (R.A.)
: «Bir şey çalarken öldürülen, hiç bir kimsenin, cenaze namazı kılınmaz.»
demiştir. İzahta da böyledir.
Hataen kendisini
öldüren bir kimsenin, cenazesi yıkanır ve namazı kılınır. Bunda ihtilaf yoktur.
Hataen kendisini öldürme : Bir kimsenin, düşmanı öldürmek için vurmak istediği
kılıcın, hataen kendisine değip, ölümüne sebep olması gibi bir haldir.
Zehıyre'-de de böyledir.
İmâmı Azam (R.A.) ve
İmâm Muhammed (R.A.) göre, kendisini, bile bile, kasden öldürmüş olan (=
intihar eden) kimselerin de cenaze namazları kılınır. Esahh olan görüş de
budur. Tebyîn'de de böyledir.
Kısas veya recm gibi.
bir hak sebebi ile silahla veya başka bir şeyle Öldürülen kimseler de
yıkanırlar ve cenaze namazları kı-Imir, Normal' ölülere yapılan muameleler ona
da yapılır. Zehıyre'de
de böyledir.
İmâmın (= deylet
başkanının) astığı kimseler hakkında, İmâm Ebu Hanife (R.A.)'den iki rivayet
vardır. Ebû Süleyman, İmâm-ı Azam {R.A.)'m : «O kimsenin cenaze namazı
kılınmaz.» dediğini rivayet etmiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
İnsanlar içinde,
cenaze namazını kıldırmaya en evla olan, eğer-orada hazır ise devlet
başkanıdır. Şayet devlet başkanı hazır değilse, kadı'nin, o da yoksa emniyet
amirinin; o da bulunmazsa, mescidin imamının ve o da yoksa, ölünün en yakın
arkabasınm, ölünün cenaze namazını kıldırması evlâdır. Ekseni'I - Mütün'da da
böyledir.
Hasan'm rivayet
ettiğine göre, İmâm-ı A'zam Öbû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur : «îmâm (~
devlet reisi) = halife) orada bulunuyorsa, en evlası, cenaze namazım onun
kıkhrmasidir. Şayet, o yoksa, sırası ile şehrin imâmı vali - kaymakam), o da yoksa kadı, emniyet
âmiri, mescidin imâmı, ölünün en yakın, akrabası cenaze namazını kıldırır.»
Âlimlerimizin çoğu bu kavli almışlardır. Ktfâye'de, Nihâye'de, MTrâcü'd -
Dirâye'de de İnftye'de de böyledir.
Yakınlık, asabelik
sırasına göredir. Baba ise, bu sıralamadan müstesnadır. Çünkü bir kimsenin
babası, —bu hususta oğlundan önce gelir. Hızânetü'l - Müftm'de de böyledir.
«Bu kavil, İmâm
Muhammed (R.A.)'in kavlidir.» denilmiştir. Ve, diğer iki imâmıza göre, «—Bu
hususta da— oğul, babadan daha evladır.» denilmiştir. Gerçekten, hepsinin de
kavilleri sahihtir. Tebyîn'de de böyledir.
Kadınlar ve küçük
çocuklar, cenaze namazı kıldıramazlar. Cenaze namazı kıldırma hususunda yakın
akrabalar, uzak olan akrabalardan önde gelir.
Fakat, yakın akraba
hazır bulunmaz ve onun gelmesinin beklenmesi halinde vakit geçecekse, bu
durumda, uzak olan akrabanın, cenaze namazını kıldırması evlâ olur. Bu durumda,
bir kimse, ölünün yakın akrabasına bir yazı yazıp onu çağırmaya kalkarsa, uzak
olan akraba o şahsa mani olabilir.
Şehirde bulunan bir
hasta, hasta olmayan kimse gibidir. Dilerse cenaze namazını kıldırmak için öne
geçer. Uzak akraba hasta olan o yakın akrabaya mâni olamaz.
Akrabaların yakınlık
dereceleri müsavi olursa, cenazeyi yaşça büyük olanların kıldırması daha evlâ
ve daha uygundur.
Her yönden aynı
derecede bulunan, iki akrabadan biri, diğerinin izni olmadan, bir başka kimseyi
—cenaze namazını kıldırması için— öne geçiremez. Eğer, her ikiside, öne birer
adam geçirmiş olurlarsa, öne geçirilen kimselerden hangisi yaşli ise, cenazeyi
onun kıldırması evlâdır. Cevheretü'n - NeyySre'de de böyledir.
Kübrâ'da : «Ölü,
sağlığında bir şahsın, cenaze namazını kıldırmasını vasiyyet etmiş oüsa; bu
vasiyyeti batıldır, geçersizdir.» denilmiştir. Fetva da bunun üzerinedir.
Muzmarât'ta da böyledir.
Bir köle ölse de,
cenaze namazım kıldırmak hususunda, bu kölenin efendisi, babası ve oğlu
arasında ihtilâf çıksa; kölenin baba-s> ve oğlu hür olsalar bile, cenaze
namazını kıldırmakta efendisi hak sahibidir. Namazı, o kıldırır. Fetva bunun
üzerinedir. Muzmarât'ta da böyledir.
Bize göre, ölümle vuslat
sona ermiş olduğu için, kocanın vekalet hakkı yoktur. Câmiu's - Sağtr'de de
böyledir.
Şayet ölen bir
kadının, başka bir yakını yoksa, onun cenazesini, kocasının kaldırması
evlâdır. Sonra komşusunun, sonra da yabancıların, bu kadının cenazesini kaldırma
haklan vardır. Teb-yîn'de de böyledir.
0 Bir kadın ölmüş olsa
ve o kadının kocası ve âkil bir oğlu bulunsa; velayet hakkı, kocasının değil,
oğlunundur. Fakat, bu durumda, oğlanın, babasının önüne geçmesi mekruh olur.
Münasip olan, babasını Öne geçirmesidir. Şayet, bu kadının oğlu, başka kocasından
ise, onun öne geçip, cenaze namazım kıldırmasında bir beis yoktur. Çünkü, bu
durumda onun kıldırması, daha uygundur. Ve bu çocuğun, anasının kocasına ta'zim
etmesi lazım gelmez, Bedai'de de böyledir.
Bir ölü üzerine, bir
defadan başka cenaze namazı kılınmaz. Çünkü, cenaze namazında nafile meşru*
değildir. îzâh'da da böyledir.
Bir Ölünün cenaze
namazını, devlet reisi, vali, kadı veya mescidin imâmı kıldirmışsa, ölünün
yakını yeniden cenaze namazı kılamaz, kıMıramaz. Çünkü, bunlar, bu cenaze
namazını kıldırmaya, kendisinden daha lâyıktırlar. Fakat, bunlardan başka bir
kimse bu cenazenin namazını kıldirmışsa, ölünün yakını bu namazı iade edebilir.
Hulâsa da da böyledir.
Bir cenazenin
namazını, ölen kimsenin yakını küdırmışsa, bundan sonra başka birinin de* bu
ölü için cenaze namazı kıldırması caiz olmaz. Ancak, devlet başkanı bu kimsenin
cenaze namazını kıldırmayı nıurad ederse, küdırabilir. Çünkü o, hak yönünden,
velfden öncedir.
Bir Ölünün cenaze
namazını, bir yakını kıldırmış olsa, aynı derecede olan diğer yakınlarının,
yeniden cenaze namazı kıldırma hakları yoktur. Cevheretü'n - Keyyîre'de de
böyledir.
Şayet cenaze namazını,
cenazenin velisinden başka bir kimse veya devlet başkanı kıldırmış olsa, velî
dilerse bu namazı yenicen kıldırır. Hîidâye'de de böyledir,
Bir kimse, cenaze
namazım kıldırsa, ölünün velisi de, bu imâmın arkasında olsa; fakat bu kimsenin
namazı kıldırmasına gönlü olmasa; eğer imâma uyup, onunla beraber bu namazı
kılarsa, kılınan bu namaz caiz olur. Ve, velî bu namazı iade ermez.Şayet,
cenaze namazım kıldıran imâm, abdes.tsiz olsa, bu cenaze namazım iade eder.
Eğer, imâm abdestli,
fakat cemaat âbdestsiz ise, imâmın namazı sahih olur; cenaze namazı iade
edilmez. Hulâsa'da da böyledir.
Ölünün hasta olan
akrabası, oturduğu yerde, cemaat ise ayakta olduğu halde namaz kıldırmış olsa,
bu namaz caiz olur.
Bir kimse, başka bir
yerde ölse, sonra da ehli gelip, onu kendi beldelerine götürseler; eğer daha
önce hükümdarın veya kadı'nın emri ile, bu cenazenin namazı kıhnmişsa, yeniden
kılınmaz. Fetâvâ-yi Kâdîhân'da da böyledir.
Cenaze, akşam vakti
hazırlanmış olsa, önce akşam namazının farzı kılınır. Ancak, cenaze namazı,
akşam namazının sünnetine takdim edilir. Yani, cenaze namazı, akşam namazının
sünnetinden önce kılınır. Gtmye'de de böyledir.
Bir şeye- binili bir
durumda cenaze namazı kılınmaz. Mu-hıyt'te de böyledir.
Hakikî ve hükmî
temizlik, kıbleye yönelmek, avret yerlerini örtmek ve niyyet etmek gibi, diğer
namazlarda olan şartlacenaze namazında da vardır.
Diğer namazların
sıhhati için gerekli olan şartlar, cenaze namazı için de gereklidir. Bedai'de
de böyledir.
Cenaze namazında imâm
ye cemaat niyyet ederler. Cemaat: «Kıbleye dönülü olduğum halde, imâma uydum ve
Allah'a ibâdet kasdi ile bu farzı edâ ötmeye niyyet ettim.» der. İmâmın, kalbi
ile cenaze namazını kılmayı kasdetmiş olması da niyyet olarak sahih olur.
Muktedî'nin, sadece «imâma uydum» demesi de caiz olur. Muz-marât'ta da
böyledir.
Cenazenin hazır olması
ve imâmın önüne konmuş bulunması da, cenaze namazının şartlarmdandır. Hazırda
olmayan veya bir hayvan üzerinde bulunan cenazeye namaz kılmak sahih oÜmaz.
Nehrü'l - Fâık'ta da böyledir.
Kadınlarla aynı hizada
bulunma hali* hariç, diğer namazları bozan şevler, cenaze namazını da bozarlar.
Zâhidî'de de böyledir.
Cenaze namazında,
cemaat, yedi kişi olduğu zaman üç saf olurlar : Bunlardan biri, imâm olarak öne
geçer; üçü onun arkasına, ikisi de bunların arkasına, diğer biri ise, en arkaya
dururlar. Tatar-hâniyye'de de böyledir.
Cenaze, ister kadın,
ister erkek olsun; imâm, namazını kıldırırken, o Ölünün göksü hizasına durur.
En güzeli budur. Ancak, başka.bir hizaya durmuş olsa bile, kıldırdığı namaz,
caiz olur. [28]
Cenaze namazı, dört
tekbirle kılınır. Bu tekbirlerden birisi terk edilmiş olsa, namaz caiz olmaz.
Kâfî'de de böyledir.
Cenaze namazı kılacak
kimse, iftitâh tekbirini alır ve süb-haneke'yi okur. Sonra bir tekbir daha
alır. Peygamber fS.A.VJ Efendimize salat okur; sonra bir tekbir daha alır. Ölü
için ve bütün müs-lümanlar İçin dua eder.
Cenaze namazında
okunması mecburi olan bir dua yoktur. Pey-yamber (S.A.V.) Efendimiz'in, cenaze
namazında şöyle dua buyurduğu rivayet olunmuştur. (= Ey Allah'ım!... Şağ
olanlarımızı/ölü bulunanlarımızı; hazır olanlarımızı, gaib bulunanımızı;
küçüğümüzü, büyüğümüzü, erkeğimizi, kadınımızı bağışla.
Ey Allah'ım!... Bizden
kimi yaşatırsan, müslüman olarak yaşat. Ve bizden kimi de öldürürsen, onu da
imân üzere öMür.)
Ölen küçük bir çocuk
ise, İmâmı A zam (R.A.) 'in, onun cenazesini kılarken, şöyle dua ettiği
rivayet olunmuştur:
(= Ey Alah'im!... Bunu, bizim için önde
gönderilmiş bir hayır kıl.
Ey Allah'ım!.1.. Bunu,
bizim için, ebedî bir azık, bir menfaat kıl.
Ey Allah'ım!... Bunu,
bizim için, şefaati kabul edilen bir şefaatçi kıl.)
Bu duaları güzelce
bilen kimseler, bunları okur. Şayet bunları iyice bilmiyorsa» bildiği başka
duaları okur ve sonra dördüncü tekbiri alır. Sonra da iki tarafına selam
verir.
Dördüncü tekbirden
sonra ve selamdan Önce, hiç bir dua okunmaz. Cami' Şerbi'nde de böyledir.
Mezhebin zahiri de budur, Kâfî'de de böyledir.
Cenaze namazı kıldıran
kimse, tekbirler hariç, diğerlerini içinden okur. Tebyîn'de de böyledir.
Cenaze namazında
Kur'an okunmaz. Ancak, Fâtiha'nm dua niyyeti ile okunmasında bir beis yoktur. Fakat,
Fâtiha'nın da Kur'an rayyeti ile —cenaze namazında— okunması caiz olmaz.
Çünkü, cenaze namazı dua yeridir; kıraat mahalli değildir. Serahsî'nin
Mu-hıyt'inde de böyledir.
Cenaze namazında,
iftitah tekbirinden başka tekbirlerde, el kaldırılmaz. Aynî'de de böyledir.
Bu hususlarda, imâm ile cemaat arasında bir
fark yoktur. Kâfî'de de böyledir.
îki tarafa selam
verirken, —selamda— cenazeye riiyyet edilmez. Ancak, sağ tarafa selam
verilirken, sağ tarafta bulunan cemaate, sol tarafa selam verilirken de, so]
tarafta bulunanlara -—selam vermeye— niyyet edilir. Sirâcü'l - VeJıhacMa da
böyledir.
Şayet, imâm, —cenaze
namazında— beş defa 'tekbir alsa, muktedî ona tabi olmaz. O halde, ne
yapar İmâm Ebû Hanîfe (R. A.) 'den
rivayet edildiğine göre, o kimse, bekler ve imâmla birlikte selam verir. Sahih
olan budur. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
Cenaze namazında, imâm
birinci tekbiri aldıktan sonra bir şahıs gelse; bu şâhıs, imâm1 ikinci tekbiri
alana kadar bekler ve onunla birlikte tekbir alır. tmâm cenaze -namazını
bitirince de, mes-buk, yedşememis bulunduğu tekbiri, cenaze kaldırılmadan önce
alır. Bu, İmâmı A'zam Ebû Hanîfe CR.A.) ve İmâm Mıihammed (RA.)'in kavlidir.
tmâma; iki veya üç
tekbir aldıktan sonra yetişmiş olan kimse de, keza böyle yapar. Sirâcü'l -
Vehhâc'da da böyledir.
Cenaze namazına, imâm
dördüncü tekbiri alırken yetişen kimse, eğer imâm selâm vermemişse, Ebû Hanîfe
(R.A.)'den gelen bir rivayete göre, bu tekbirle namaza girmez. Esahh olan ise,
o kimse bu tekbirle, cenaze namazına girer. Fetva da buna göredir.
Muz-marât'ta da böyledir.
Bu şahıs, sonra,
cenaze kaldırılmadan önce, arka arkaya ûç defa tekbir alır; dua okumaz.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Cenaze namazında,
eller kaldırılmış olsa bilet omuzlara konmaz. Zahirü'r - rivâyede böyle
zikredilmiştir. Zâhîrîyye'de ise, «böyle' bir rivayet gelmemiştir.»
denilmiştir.
Bir kimse, imâmla
beraber bulunmasına rağmen, gaflet edip tekbir almaöuş olsa veya bu tekbirleri
sonradan almaya niyyet etse; bu kimse hemen tekbir alır. İmâmın ikinci tekbiri
almasını beklemez. Çünkü, âlimlerimizin kavillerine göre, o kimse gücü yettiği
müddetçe, imâma iştirak etmiş durumdadır. Kâdîhân'ın Camîmâmla birlikte iftitah
tekbirini almış olan kimse, ikinci ve üçüncü tekbirleri almamış bulunsa; onları
alır ve sonra da, imâmla birlikte dördüncü tekbiri ahr. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Sehven, üçüncü
tekbirden sonra selam vermiş bulunan bir imâm, dördüncü tekbiri alır ve yeniden
selam verir. TatarhânJyye'-de de böyledir.
Çok sayıda cenazenin
toplanmış olması halinde, imâm muhayyerdir, isterse, bunların namazlarını ayrı
ayrı kıldırır; isterse de, hepsine birden niyyet ederek bir cenaze namazı
kıldırır. Mî'râcü'd-Dirâye'de de böyledir.
Cenazelerin ne şekilde
konulacağı hususunda da, imâm serbesttir : İsterse onları, yan yana tek hizaya
kor ve kendisi de, onların en ef dal olanının önüne durur; isterse,
cenazeleri, kıble cihetine, bir biri arkasına kor ve bu durumda onları hayatta
iken imâmın arkasında nasıl durur idi iseler, o şekilde sıraya dizer. Yani, en
efdal-leri, imâma en yakın olur.
Cenazeler karışık
olursa, imâmın önüne erkekler konur. Onların arkasına erkek çocuklar, onların
arkasına da hünsalar ve onlar arkasına ise kadınlar konur. Kadınlardan sonra
da, mürâhik kızlar di zilir.
Cenazelerin hepsi de erkek
olursa, Hasan'ın Ebû Hanîfe XR.A.) '-den rivayet ettiğine göre, en ef dalleri
ve en yaşlıları öne konur.
Şayet, hür ve köle
cenazeleri bir araya gelmiş olursa, meşhur olan kavle göre, hürlerin cenazeleri
ön tarafa konulur. Fethül - Ka-dîr'de de böyledir.
İmâm, bir cenazenin
namazını kumaya başladıktan sonra, başka bir cenaze gelmiş olsa, imâm, ilk
cenazenin namazına devam eder. İkinci cenaze için ise, yeniden cenaze namazı
kıldırmaya başlar.
Ve, ikinci cenaze
imamının önüne konduğu zaman, ikinci defa tekbir alıp da, cenazelerin ikisine
birden niyyet etse, bu durumda alınmış bulunan bu tekbir de, birinci cenaze
için alınmış olur. An-; cak imâm, bu ikinci tekbiri alırken ikinci cenazeye
niyyet 'etmiş olursa, işte bu durumda, o ikinci tekbir, ikinci cenaze için
alınmış olur. Ve bu durumda imâm, birinci cenazenin namazından ayrılmış olur.
Sonradan başlamış bulunduğu, ikinci cenazenin namazını bitirdikten sonra,
birinci cenazenin namazımı yeniden kılar; Sîrâcü'l -Vehhâc'da da böyledir.
Cenaze namazı kıldırmakta
olan bir imâmın, abdesti bozulmuş olsa, yerine başkasmı geçirmesi caiz olur.
Sahih olan kavil budur. Zahîrîyye'de de böyledir.
Yıkanmadan veya cenaze
namazı kılınmadan defnedilmiş olan ölünün, kabri üzerine üç güne kadar cenaze
namazı kılmabiîir. Sahih olan kavle göre, bu zarurî olan bir takdir —sınırlama—
değildir. O cenazenin parçalandığı bilinmediği müddetçe» cenaze namazı
kılınır. Sirâdyye'de de böyledir.
Cenaze namazının,
namazgahta, açık bir yerde veya evde kılınması müsavidir. Muhıyt'te de böyledir.
İçinde, cemaatin namaz
kıldığı mescitlerde, cenaze namazı kılmak mekruhtur.
Ölünün de, cemaatin de
beraberce mescidde bulunması; cenazenin dışarda ve cemaatin mescidin içinde
olması; imâmın, cemaatin bir kısmı ile mescidin dışında, cemaatin kalan
kısmının mescidin içinde olması; cenazenin, mescidin içinde, imâmla cemaatin
de, mescidin dışında olması hallerinin hepside müsavidir. Muhtar olan görüş
budur. Hulâsa da da böyledir.
Ancak, bu haller,
yağmur ve benzerî gibi bir öziir sebebi ile olursa, mekruh olmaz. Kâfî'de de
böyledir.
Yolda veya bir insana
ait olan arazide cenaze namazı kılmak mekruhtur. Muzmarât'ta da
böyledir,Cenaze namazı kılmak için Özel olarak yapılan bir mescîd-de cenaze
namazı kılmak mekruh olmaz. Tebym'de de böyledir.
Cenazenin peşinden
gidenlerin, namazı kılınmadan geri dönmeleri münasip olmaz. Namaz, kılındıktan
sonra da, ancak cenaze sahibinden izin alındıktan sonra dönülebilir. Fakat,
definden Önce veya sonra, cenaze sahibinden izin almadan dönmeye ruhsat vardır.
Muhiyt'te de böyledir. [29]
Ölüyü defnetmek,
farz-ı kifayedir. Sirâcüİ - Vehhâc'da da böyledir.
Sünnet olan mezar
şekli, lahiddir. Serahsî'nin Muhayt'inde de böyledir.
Lahdin şefcli : Mezar
kazılıp bittikten sonra, mezarın kıble cihetini biraz daha kazıp, ölüyü oraya
koymaktır. Muhıyt'te de böyledir.
Lahid, sanki tavanı
olan bir ev gibi yapılır. Babrü'r-Râık-
ta da böyledir.
Yeıyumuşak olduğu
zaman, şak yolu ile mezar yapmakta da bir beis yoktur. Fetâvâyî Kâdîhan'da da
böyledir.
Şıkkın şekli şudur :
Kabrin ortası, bir nehir gibi kazılır. îki tarafı kerpiç veya benzeri bir şeyle
Örülür. Cenaze oraya konularak, üzeri tavan gibi kapatılır. Mirâcü'd -
Dirâye'de de böyledir.
Kabrin derinliğinin,
erkeğin göğsüne kadar veya yaran boy kadar olması münasiptir. Aslında, kabir
ne kadar derin olursa, o kadar efdal olur. Cevheretü'n - Neyyire'de de
böyledir.
Hasan bin Ziyâd, İmâm
Ebû Hanîîe (R.A.) 'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir : «Kabrin uzunluğu,
—gömülecek— adamın uzunluğu kadardır; genişliği ise, yarım boydur.» Muzmarât'ta
da böyledir.
Şeyhü'İ - İmâm Ebû
Bekir Muhammed bin Fazl: «Yerin yumuşak olmasından dolayı, bizim beldemizde
tabut edinmek caizdir... Demirden tabut yapılmasında da bir beis yoktur. Ancak,
demir tabut içine toprak döşemek, cenazeye yalan yerleri çamurlamak ve lahid
yerini tutsun diye ölünün sağma ve soluna birer kerpiç koymak uygun olur.
Cenazeye dokunması halinde, lahde kiremit koymak mekruhtur.» demiştir.
Fetâvâyi Kâdîhân'-da da böyledir.
Cenazeyi, fâsıklann
yerine defnetmek mekruhtur. Fethü'I - Ka-dîr'de de böyledir
Cenazeyi mezara
indiren kimselerin, kuvvetli, güvenilir ve iyi kimseler olması müstehaptir.
Tatarhânİyye'de de böyledir.
Bir kadının
cenazesini, rahm sahibi olan bir akrabasının indirmesi, diğer akrabaların
indirmesinden daha evladır. Uygun oîan budur. Ceyheretü'n - Neyyire'de de
böyledir.
Keza, mahrem olmayan
akrabanin (rahm sahibi), kadını kabre indirmesi de, yabancıların indirmesinden
daha evlâdır. Ancak, akrabasından kimse yoksa, kadını yabancıların kabre
indirmesinde de bir beis yoktur. Bahrü'r - Râık'ta da böyledir.
Cenazeyi indirmek
için, hiç bir kadın kabre inmez. Serahsî-'nin Muhıyt'inde de böyledir.
Cenaze, mezarın
kenarına indirilir ve mezarın kıblfe tarafına konur. Buradan da alınarak Lehda
konur. Mezara inip, yerine koymak üzere cenazeyi alan kimselerin yönleri
kıbleye doğru olur. Fethü'I - Kadîr'de de böyledir.
Cenazeyi lahda koyan
kimseler, bu esnada : «Bismillah ve alâ milleti Resûliîlah». (= Allah'ın adı
ile ve Allah Resûlü'nün milleti üzere —koyuyoruz.—0»derler. Mutunda da
böyledir.
Cenaze, sağ yanı
üzerine, kıbleye karşı konur. Kefenin bağlı yerleri çözülür. Mezar, kerpiç ve
kamışla tesfiye edilir; mezara kiremit konulmaz.
fCadm defnedilirken,
kabri kapatılır. Erkeğin kabri kapatılmaz; toprak dökülür. Toprağı elfe
dökmekte bir beis yoktur. Kabir, bütün imkanlar kullanılarak, toprak atihr ve
örtülür. Cevheretii'n - NeyyS-re'de de böyledir.
Kabre, bu kabir
kazılırken çıkmış olan topraktan daha fazla toj5rak atmak mekruhtur. Aynî'de
de böyledir.
Cenaze defnolunurken
hazır bulunan kimsenin, bu ölünün kabrine, avucunun dolusu ile, üç avuç
toprak atması müstehaptır. Toprak atan
kimsenin, ölünün baş ucunda durması ve birinci defa toprak atarken : «Minhâ
halaknâküm (^ Sizi topraktan yarattık)»; ' ikinci defa toprak atarken : «Ve
fihâ nü'ıydükum (= sizi toprağa
döndürürüz) » ve
üçüncü defa toprak atarken de : «ve minhâ nüh-ricüküm .târeten uhrâ (= Sizi
topraktan ikinci defa çıkarırız.) » lafızlarını okumak da müstehap olur.
Cenazeyi geceleyin
defnetmekte bir beis yoktur. Fakat imkan nisbetinde, cenaze gündüz
defnedîlmelidir. Sirâcül Vehhâc'da da böyledir.
Kabir, yerden bir
karış kadar, yukarı kaldırılır. DÖrtkÖşe yapılmaz. Çamurla sıvanmaz. Kireçle
badana edilmez. Kabrin üzerine su dökmekte bir beis yoktur. Kabrin üzerine ev
yapmak mekruhtur.
Kabrin üzerine
oturmak, uyumak, üzerinde cim'a etmek, üzerine abdest bozmak, bevletmek, mezar
üzerine yazı ile işaret etmek ve benzeri şeyler yapmak mekruhtur. Tebyîn'de de
böyledir.
0 Kabiiüer yıkıldığı
zaman, onları çamurla sıvamak veya yapmakta da bîr beis yoktur.
Tatarhâniyye'de de böyledir. Esahh olan budur. Fetva da buna göredir.
Cevâhirü'İ - Ahlâtî'de de böyledir.
Bir kimsenin,
sağlığında kendisi için kabir kazdırmasında bir beis yoktur. Bununla sevap
kazanır. Tatarhânİyye'de de böyledir.
Bir kimsenin kendisi
için kazmış olduğu mezara, bir başkasını gömmek isteseler, eğer mezar genişse,
bu kimseyi defn etmek mekruh olur. Fakat, mezar dar isef defnetmek caiz olur.
Ancak, önceki adama, mezarı kazma masrafım borçlanırlar ve Öderler.
Muz-marât'ta da böyledir.
îçinde iyi kimselerin
bulunduğu, kabristana defnedilmek en efdal olandır.
Ölü defnedildikten
sonra, kabrin başında, bir deve kesilip eti dağıtılacak kadar bir müddet oturup
Kur'an okumak ve ölü için dua etmek müstehap olur. Cevheretü'n - Neyyire'de de
böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.Ve
göre, kabrin yanında Kurban okumak mekruh değildir. Âlimlerimiz bu görüşü alıp,
kabul etmişlerdir.
Okunan Kur'an ölüye
fayda verir. Muhtar olan kavil budur. Muz-marât'ta da böyledir.
Kabrin üzerine mescit
veya başka bir bina yapmak mekruhtur. Sfcrâcül - Vehhâc'da da böyledir.
Kabrin yanında sünnete
uygun olmayan bir şey yapmak; va-siyyet edilmemiş bir iş yapmak mekruhtur.
Ancak, kabir ziyareti
ve kabrin yanında ayakta durup dua etmek caizdir; mekruh değildir. Bahru'r -
RMkta da böyledir.
Zaruret olmadıkça, bir
kabre, iki veya üç cenaze koymak mekruhtur.
Zaruret halinde ise,
ihtiyaçtan dolayı kabrin kıble tarafına erkek, onun gerisine erkek çocuk, onun
gerisine hunsâ ve onun gerisine de kadın konur; araları da toprakla aynlır.
Serâhsî'nin Muhıyt'-inde de böyledir.
Eğer iki erkek bir
kabre konacaksa —zaruretten dolayı—, bunlardan efdal olan hangisi ise, o,
lahdin ön tarafına konur, Mu-hiyt'te de böyledir.
Keza, iki kadın bir
kabre defnolunacağı zaman da, bunlardan efdal olan, kabrin ön tarafına konur.
Tatarhaniyye'de de böyledir.
Bir cenaze tamamen
çürümüş, toprak olmuş ise, o kabre başka birini defnetmek, Jcabrin üzerine bir
şey ekmek ve bina yapmak caiz olur. Tebytu'de de böyledir.
Ölen veya öldürülen
kimseleri, Öldükleri yerin kabristanına defnetmek müstehaptır. Ancak, defin'den
Önce, cenazeyi bir veya iki mil mesafede bîr yere nakletmekte bir beis yoktur.
Hulâsa'da da böyledir.
Keza, bir kimse başka
bir memlekette Ölürse, onu öldüğü yerde defnetmek müstehaptır. Başka bir şehre
nakletmekte de bir beis yoktur. Ancak, defnedüdikten sonra, bir cenazeyi
çıkarmak münasip olmaz. Fakat, defnedilmiş olduğu yer zorla veya şuf'a yolu
ile alınmış olursa, bu cenaze kabirden çıkarılır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bir cenaze, başka bir kimsenin yerine ve yerin
sahibinin izni olmadan defnedilmiş olursa; bu durumda mal sahibi muhayyerdir
: isterse emreder ve cenazeyi çıkarttırır; dilerse o kabri düzleyip üzerinde
ziraat yapar. Tecnîş'de de böyledir.
Cenaze kıble tarafına
konmamış olsa; sol tarafı ürerine veya başı ayağının konacağı tarafa konmuş
bulunsa, eğer üzerine toprak atılıp mezar kapatılmışsa, geri açılmaz. Şayet
ölü lahde konmuş, kerpiçler örülmüş ve fakat kabir Örtülmemişse, kerpiçler
kaldırılır ve ölü sünnet olan şekilde konulıar. Tebyîn'de de böyledir.
Eğer kabre bir şey
düşer de, bundan kabir örtüldükten sonra haberdar olunursa; kabir açılıp,
düşen şey çıkartılır. Fetâvâyi Kâ-dîhân'da da böyledir.
«Kabre düşen şey, bir
dirhem miktarında bile olsa, —kabir acılır. —» demişlerdir. Bahrü'r - Râık'ta
da böyledir.
Kabristanın otunu
koparmak, odununu kesmek mekruhtur. Fakat bunlar kurumuş olursa, kesmekte,
koparmakta bir beis yoktur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bize göre, kabristanda
ayakkabı ile yürümek mekruh değildir. Sirâcü'l - Vehhâc'da da böyledir.
[30]
Ölü sahibine
ta'ziyette bulunmak güzeldir. Zahîrlyye'de de böyledir.
Hasan hin Ziyâd'ın şöyle
dediği rivayet olunmuştur : «Cenaze sahiplerine, bir defa ta2İyette bulunmak
kâfidir. İkinci defa ta-ziyette bulunmak münasip olmaz.» Muzmarât'ta da
böyledir.
Taziyenin vakti :
Ölümden itibaren üç gündür. Üç günden sonra taziyede bulunmak mekruhtur. Yalnız,
taziyede bulunan veya taziye edilen kimse gaib iseler; taziyenin üç günden
sonra olmasında da bir beis yoktur.
Taziyeyi definden önce
yapmak —şayet cenaze sahiplerinde, fer-yad-u figan yoksa— definden sonra
yapmaktan efdaldir. Yani, bir kimse cenaze sahipüerini sakin görürse, definden
Önce taziyede bulunur.
Ölünün bütün
akrabalarına taziyede bulunmak müstehaptır. Büyük olsun, küçük olsun; erkek
olsun, kadın olsun... Ancak, ölünün akrabası olan genç kadınlara, mahremi
olmayan kimseler tazi-yette bulunmazlar. Sîrâcü'l - Vehhâc'da da böyledir.
Taziyede bulunurken
şöyle demek müstehap olur
Ğaferallehü Teâlâ li
meyyitike ve tecâvez anhu. Ve teğmidehû bi rahmetilıî. Ve rezagake's-sabre alâ
musıybetihî. Ve âcereke alâ mevtihî.
Allahû Teâlâ, ölünüzü
bağışlasın; günahlarını affetsin. Ve ona rahmeti ile muamele etsin. Allahû
Teâlâ, onun ölümünden dolayı sana sabır versin. Ve, onun Ölümüne sabretmenden
dolayı, mükafatını artırsın.)
Taziyelerin en güzeli
Peygamber (S.A.VJ EfendibnKzin ta-zi-yesidir. Resûlullah (S.A.V.) şöyle derdi :
İnne lillahi mâ ehaze
ve lehü mâ a'tâ ve külle şey'in 'indehû
bi eceli'm-müsemmâ.
Şübhesiz, aldığı da
verdiği de Allah'ındır. Ecel'i müsemmâ
da onun yanındadır. —kimin ne zaman öleceğini, ancak O bilir.—)
Müslüman bir kinişe,
bir kâfire taziyede bulunurken :
'zamellâhü ecreke ve
ahsene 'azâeke
Allah, ameHiiıin
karşılığını büyük kılsın. Ve sana sabır versin.) der.
Bir kâfir de,
müslümana taziyede bulunurken :
Allah, sana sabır
versin ve ölünü bağışlasın.) der. Kafir : «A'zamellâhü ecreke» demez.
Bir kafir, diğer bir
kafire taziyede bulunurken :
(= Allah sana
sabır versin ve Ölünü
bağışlasın) der. Kafir : «A'zajneBahû ecreke» demez.
Bir kâfir, diğer bir
kâfire taziyede bulunurken :
Ahlefe'llaheu leyke ve
lâ nekasa 'adedeke. C= Allah, sana halef versin ve adedini eksiltmesin) der. Sirâ-cü'l - Vehhâc'da da
böyledir.
Ölüsü olan kimselerin,
insanların gelip taziyede bulunmaları için, bir evde veya bir mescidde
oturmalarında bir beis yoktur. Evin kapısında oturmak ise mekruhtur.
Acem memleketlerinde
olduğu gibi, bir sergi serip başına dikilerek Kur'an okumak ve para toplamak
kötülüğün en kötüsüdür. Zâhİrıyye'de de böyledir.
Hızânetü'l-Fetâvâ'da :
«Musibetten (bir yalanın ölmesinden) olayı, oturup üç gün bekleme hususunda
ruhsat vardır. Ancak, bunun terkedilmesi de daha evladır.» denilmiştir.
Ölünün ardından sesli
olarak ağlamak caiz değildir. Kalbin incelmiş, hassaslaşmış olmasından dolayı,
sessiz bir şekilde ağlamakta bir beis yoktur.
Bir yakını Ölmüş olan
erkeklerin, siyah elbise giymeleri ve onu .
taziye için yırtıp parçalamaları mekruhtur.
Kadınların ise, siyah
elbise giymelerinde bir beis yoktur. Ancak, bunların da, yüzlerini
karalamaları, yakalarını sırt maları, yüzlerini çizmeleri, saçlarını
yolmaları, başlarına toprak saçmaları, dizlerine ve bağırlanna vurarak
dövünmeleri, kabirlerin üzerine ateş yakmaları batıldır; cahüiyye
adetlerindendir ve boş bir,aldanmadır. Muzmarât'ta da böyledir.
Ölü sahipleri için,
komşularının yemek yapmalarında bir
beis yoktur. Tebyîn'de de böyledir.
Ölümü takip eden ilk
üç günde, ölü evinin yemek yedirmesi, ziyafet vermesi mubah değilidir.
Tatarhâniyye'de. de böyledir. [31]
Şehîd : Harbîler veya
bağîîer (= âdil devlet başkanına isyan edenler) veyahut da yol kesiciler
tarafından öldürülen kimse demektir.
Muharebe meydanında
yaralı olarak bulunan, gözlerinden veya kulaklarından kan gelen, içinden kan
gelen, vücudunda, yanma eseri bulunan, yaya veya binili olduğu halde düşman
hayvanları tarafından tepelenen, veya bunlar tarafından ışınlan veyahut da bu
hayvanların ön veya arka ayakları ile tepilen, yani saydığımız bu sebeplerden
dolayı veya hayvanına vurulmasından dolayı onun kaçması sebebi ile veya ona
mani olmak isterken düşüp ölen kimselerle, vurulup suya veya ateşe atılan,
surdan aşağı atılan, üzerine duvar yıkılarak öldürülen; düşmanlar tarafından,
başına ateş atılarak veya odun vurularak öldürülen veya suda boğularak
Öldürülen kimseler ,şehid$rler.
Bir müslümanın da suda
boğarak veya zulmen öldürdüğü fakat ölümü sebebi ile diyet vacip olmayan
kimseler de şehiddirler. Şehidin şer'î tarifi budur.
Keza, zımnî veya islâm
ülkesinde, eman'Ia bulunan bir kimsenin de, —yukardaki gibi— öldürdüğü
kimseler de şehirdirler. Ht-dâye Şerlü Aynîde de böyledir.
Sulh ve bir babanın
oğlunu öldürmesi sebebi ile, ölen kimseye diyet vacip olmuş olsa büe; o
kimsenin şehidliği düşmez. Çünkü, kısas vacip olmuş olmasına rağmen, sulh ve
şüphe sebebi ile bu kısas düşmüş olmaktadır. Kenz Şerht Aynî'de de böyledir.
Bir kimse, nefsini
veya malım kurtarmak veyahut da müs-lümanlan veya zımmîieri müdafaa etmek için
savaşırken, —demir, taş veya ağaçtan olan hangi âletle olursa olsun—
öldüriilürse, o kimse şehiddir. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
Düşman, ateş açarak
bir gemide bulunan müslümanlan yakmış olsa, ve bu ateş başka bir müslüman
gemisine sıçrayıp o gemide bulunanları da yaksa, bu gemilerde bulunup, yanarak
ölenlerin hepsi de şehiddir. Hulâsa'd a da böyledir. [32]
Şehidler yıkanmazlar
ve üzerlerine, bu durumda, cenaze namazı kılınır. Serahsî'nin Muhıyt'inde de
böyledir.
Şehid, kam ve elbisesi
ile defnedilir. Kâfi'de de böyledir.
Şayet, şehidin
elbisesinde necaset bulunursa, bu yıkanır. Itâbiyye'de de böyledir.
Şehidin üzerinde
bulunan şeylerden, kefen hükmünde olmayan silah, 'vükan, deriden yapılmış
eşya, mestler ve giydiği başlık gibi şeyler çıkarılır. Şalvar, pantalon ve
benzeri gibi şeyler de çıkarılır. İmâm Muhammed (R.A.) ise bunu, Siyer'hıden
başka bir eserinde zikretmemiştir.
Şeyh Ebû Ca'fer el -
Hînduvânî : »Şalvar ve benzerini çıkarmak daha münasip ve daha uygundur.»
demiştir. Âlimlerimizin ekserisi de bunu uygun bulmuşlardır. Muhıyt'te de
böyledir.
Şehidin üzerinde
bulunan fazla elbiseler çıkarılış1; şayet noksan ise, fazlalaştırüarak kef ünnet
üzere tamamlanır. Kâfi'de de böyledir.
Ölü için yapıldığı
gibi, ^enid için de hanut (= bir nevî güzel koku) yapılır. Bahrü'r - Râık'
ta da böyledir.
Şehid, cünûp olarak
Ölmüşse; çocuk veya deli ise İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ye göre yıkanır. Tebyîn'de
de böyledir.
Keza, hayızlı veya
nifash iken öldürülen kadınlar da yıkanırlar. Kâfî'de de böyledir.
Ancak, kadın bir veya
iki gün kan gördükten sonra öldürülmüş olursa, bil-iemâ ' yıkanılmaz. Hidâye
Şerhi Aynî'de de böyledir.
Yaralandıktan sonra
yemek, içmek, uyumak, tedâvî olmak veya harp meydanından sağ olarak ayrılmak
gibi bir takım şeylerle, bir müddet vakit geçiren kimseler, bu müddet içinde hayatta
kalmış oldukları için— şehid hükmünde olmalarına rağmen, cenazeleri yıkanılır.
Bu durumdaki kimselere mürtes denir.
Savaş alanında
yaralanıp da, hayvanlar tepelemesin diye şehre taşman veya orada bulunan bir
çadır veya haymeye kaldırılan veya-hud da bir namaz vakti geçinceye kadar sağ
kalıp aklı başında yaşayan kimse de mürte&tir. Bu gibi kimselerin de cenazeleri
yıkanır. Hidâye'de de böyledir.
Harpde yaralanan bir
kimse, harbin sonunda alış veriş yapar veya çokça konuşursa, nıürtes sayılır.
Harp sona ermeden, bu kimseler mürtes sayılmazlar. Tebyîn'de de böyledir.
Savaşta yaralanan bir
kimse, dünyevî şeylerden biri ile va-siyyet ettikten sonra, şehid olursa, bu
şehidin cenazesi yıkanır.
Bir kimse, şehirde
öldürülür de, zulmen ölidürürüp öldürülmediği bilinmezse, cenazesi yıkanır ve
namazı kılınır. Kenz Şerhli Ay-nfde de böyledir.
Keza, yaralandıktan
sonra, yerinden kalkan veya başka tarafa dönen ve sonra şehid olan kimsenin de
cenazesi yıkanır. Hulâ-sa'da da böyledir.
Üzerlerinde kimse
bulunmadığı hatde, müşriklerin atUn ürküp, bir müslümam çiğnerse veya bir
müslünıamn kafire attığı bir şey diğer bir müslümana değerse, veya bir
müslümamn bindiği müşriklere ait bir hayvan kaçıp, müslümam üzerinden atarsa;
veya müslümanlar kaçar ve kafirler onları ateşe veya hendeğe düşmeye
zorlarlarsa; veya müslümanlar etraflarına çekilen tel Örgü üzerinde
"yürürlerse bu hallerin her biri sonucu ölen kimseler yıkanırlar. Buna,
İmâm Ebû Yusuf (R.A.) muhalefet etmiştir. Serahsî'nin Muhitinde de
böyledir.İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) 'ye göre, harbte, müslümanın bindiği at m
ayağı kayar da, o müslümam üzerinden atar ve Öldürürse, bu şahsm cenazesi
yıkanır.
Müslümanların
hayvanları,—müşrikler kasden ürkütmemelerine rağmen—, müşriklerin
bayraklarından ürküp kaçarlar ve sahiplerini üzerlerinden atarak öldürürlerse,
İmâmı A'zam (R.A.) ile İmâm Muhammed (R.A.) 'e göre, bunların cenazeleri
yıkanır.
Keza, müşriklerin
şehirlerinin etrafına çevirmiş oldukları surların üzerine çıkmış olan
müslümanlardan birinin ayağı kayıp, o surun üzerinden düşse ve ölse, yine
İnıâm-i A'zam (R.A.) ile İmâm Muhammed CR.A.) 'e göre bu şahsm cenazesi yıkanır.
Müslümanlar bozguna
uğrasa, sahibi üzerinde bulunan ve bir müslümana ait olan bir hayvan, başka bir
hayvanı süren veya çekmekte olan bir şahsı çiğnerek öldürse, o kimsenin de
cenazesi yıkanır.
Keza, harpte bir
duvarı delmekte iken, üzerlerine duvar yıkıhp ölen kimselerin de cenazeleri
yıkanır, imâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, bunlar da yıkamazlar. Mulıryt'te de
böyledir.
İki topluluk bir
birlerini görseler ye fakat savaşmasalar, burada ölü olarak bulunmuş olan
müslüman, zulmen öldürüldüğü ve demirle öldürüldüğü bilinse dahi yıkanır.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Muharebe meydanında,
ölü olarak bulunan fakat kendisinde yara gibi, boğulmak gibi, vurma gibi, kan
çıkması gibi bir öldürme eseri bulunmayan kimse de şehid olmaz. Keza, harici
bir tesir olmadan, kendisinden burun kanı gibi. Ön ve arkadan çıkan kan gibi,
başından inerek ağzından çıkan kan gibi kan çıkmış plan kimseler de şehid
sayılmazlar Bedâî'de de böyledir.
Bu meselede aslolan
şudur : Bir kimse, harbîlerle, bağî-lerle veya yol kesenlerle savaşttiğı zaman,
düşman tarafından öldürülünce, Ölüm ister bil-fiil olsun, ister bir sebebe
bağlı bulunsun, bu kimse şehiddir. Ölümü düşmana izafe edilmeyen kimse ise, şehid
değildir. Mumyt'te de böyledir. [33]
Secdelerle ilgili
meseleler, şu asıllar üzerine bina edilmiştir:
Yerinde eda edilen
secde, niyyetsiz sahih olur.
Yerinde eda
edilemeyip, geçirilen secde ise niyystsiz sahih olmaz.
Yerinde eda edilmeyen
secde, kendisi ile arasında tam bir rek'-at boşluk bulunan secdedir.
Bir kimse, rek'atin veya
secdenin terkinde şüpheye düştüğü zaman, o kimse secde ile rek'atin arasını
cem'eder. Böylece, kesin bilgisi sebebi ile üzerinde bulunduğundan çıkmış olur.
Bu durumda, secdeyi rek'ate takdim eder; eğer rek'ati secdemin Önüne geçirirse,
o kimsenin namazı fasid olur.
Bir kimse, vacip iie
bid'at arasında tereddüt ederse, ihtiyaten secdeyi yapar. Bu kimse, bidatle
sünnet arasında tereddüt ederse, secdeyi terk eder.
Bir kimse, terk ettiği
secdelerle, eda ettiği secdelere ba-Jcar; hangisi az ise, ona itibar eder.
Çünkü, az olana itibar etmek daha kolaydır. Serahsi'nin Muhiyt'inde de
böyledir.
Sabah namazım kılan
bir kimse, namazın sonunda secdenin birini yapmadığını hatırlasa, bu kimsenin
secdeyi yapması, sonra teşehhüdü okuyup, selam vermesi ve sehvi için de secde
etmesi lazımdır.
Şayet, unuttuğu
secdenin, birinci rek'ate ait bir secde olduğunu bilirse, böyle olduğuna
rey'ide varsa, —bu secdeyi— kaza etmeye niyyet eder.
Şayet, bu secdenin
birinci rek'ate mi, ikinci rek'ate mi ait olduğunu bilemez ve bu husustaki
taharrisi (=araştırması) da bir netice vermezse veya ikinci rek'ate ait
olduğunu bilirse, kazaya niy eylemez.
Bu kimse, her
rek'attan birer secde olmak üzere, iki secde ter-ketmiş olduğunu hatırlasa veya
bu^ iki secdeyi de ikinci rek"atta terketmiş olduğunu bilse, bu kimse iki
secde yapar, teşehhüd okur ve sonra da sehivden dolayı secde eder.
Fakat, bu kimse, iki
secdeyi de birinci rek'attan terk etmiş olduğunu bilirse, bir rek'at daha
namaz kılar.
Bu kimse, terk etmiş
bulunduğu bu iki secdenin hangi rek'ate ait olduğunu bilmezse, birinci rek'atin
secdeleri diye niyyet eidip, iki secde yapar ve sonra bir rek'at daha namaz
kılar.
îmâma ikinci secdede
vetişmiş olan kimse, birinci rek'ata yeti-şememiş sayılır. Çünkü iki secde,
birinci rek'ati zımmına almış olur. Bu rivayetlerden biridir. Diğer bir
rivayette ise, ikinci rükû'u içine alır. Buna göre ise, o kimse birinci rek'ate
yetişmiş olur.
Bir kimse, bu
secdeleri hangi rek'atten terk ettiğini bilemezse, bu durumda iki secde yapar;
teşehhüdü okur; selam verir ve sonra kalkıp bir rek'at daha kılar; teşehhüdü
okur ve selam verir; sehvinden dolayı da secde eder.
Bir kimse, şayet üç
secde terk ettiğini hatırlarsa, bir secde edip kalkar; bir rek'at daha kılar;
sonra teşehhüdü okur; yapmış bulunduğu bu secdede kazaya niyyet etmez.
Bu kimse, dört secdeyi
terk ettiğini hatırlarsa, bu durumda iki secde yapar ve bir rivayete göre,
buna, önceki rükû'u da ilave eder. Diğer bir rivayete göre ise, hem ikinci
rükû'u iiave eder ve hem de ikinci rek'atı kılar. Hulâsa'da da böyledir.
Akşam namazını
kılmakta olan bir kimse, secdelerden birisini terk etmiş olsa, üzerinde olan
secdeye niyyet ederek bir secde yapar. Sonra teşehhüdü okur ve selam verir.
Daha sonra da sehiv secdesi yapar.
Akşam namazında iki
secdeyi terketmiş olan kimse, bunların, bir rek'atin secdesi mi, yoksa iki
rek'atin secdesi mi olduğunu bilemez ve araştırması da bir netice vermezse,
üzerinde bulunana ve kazaya kalmış olana niyyet ederek, iki secde yapar. Sonra
teşehhüdü okur ve bir rek'at daha kılar. Sonra, yine teşehhüdü okuyup, selam
verir ve sehiv secdelerini yapar. Bundan sonra da, teşehhüdü okuyarak selam
verip, namazını tamamlar.
Bu kimse, üç secde
terk etmiş olursa, yukarıda açıkladığımız gibi taharride bulunur (araştırır),
araştırmasından bir netice hasıl olmazsa, her secdenin arkasından müstahafckı
kadar oturarak, üç secde yapar. (Şayet, oturmazsa namazı bozulur.) Sonra kalkıp
bir rek'at namaz kılar ve oturup teşehhüdü okuduktan sonra selam verir.
Sehivden dolayı .da secde eder.
Akşam namazım kılmakta
olan kimse, şayet dört şedde terk etmiş olsa ve bunları iki -rek'atte mi yoksa
üç rek'atte mi terk ettiğini bilemese, her secde arasında müstahakkı kadar
oturarak iki secde eder. Sonra kalkıp bir rek'at namaz kılar ve oturup
teşehhüdü okuduktan sonra yine kalkarak bir rek'at daha kılar. Daha sonra
oturup, teşehhüdü okur; selam verir ve sehiv secdesi yapar.
Bu kimse, beş secde
terk etmiş olursa, bir secde eder ve ona bir secde daha katar. Sonra bir rek'at
namaz kılar; teşehhüdü okur ve sonra da üçüncü rek'ati kılar; teşehhüdü okur ve daha sonrada
sehiv secdesi yapar.
Şeyhü'l - İslâm
Hâzerzâde: «Bu, tek secde ile kayıtladığı rek'-aita niyyet edip, o rek'atin
rükû'una varana kadar olan zamandadır. Fakat, bir kimse secde ettiği halde
niyyet etmez ise, namazı fasid olur.» demiştir.
Dört rek'atli
namazların hükmü, iki rek'atli namazların hükmü gibidir. Bir secde, iki secde
veya üç secde terk edildiği zaman, üç rek'atli namazların hükmü gibi de olur.
ZâMttfyye'de de böyledir.
Bir kimse, dört secde
terk eder ve bunları nasıl! terk ettiğini bilmez ise, dört defa.secde eder. Her
secde arasında da farz miktarı oturur. (Şayet bunlardan birisini terk ederse, o
kimsenin namazı fasid olur.) Sonra, bu kimse, bir rek'at kılıp oturur;
teşehhüdü okur; sonra kalkıp bîr rek'at daha kılar. Oturup teşehhüdü okur;
selâm verir ve sehiv secdesi yapar.
Bir kimse, beş secde
terk etmiş olursa, üç secde yapar ve oturmaz. Sonra iki rek'at namaz kılar ve
her rek'atte ihtiyaten oturur.Bir kimse, eğer altı secde terk etmiş olursa,
iki secde yapar; oturmaz. İki rek'at daha kıldıktan sonra oturur. Sonra, bir
rek'at daha- kılar.
Yedi secde terk etmiş
olan kimse, bîr secde yapar ve sonra üç rek'at daha kılar. Bu, secde ile
kayıtlamış bulunduğu rek'ate niy yet etmiş olduğu zamandır. Eğer, nryyetsiz
olarak, unutarak secde eder ve sonra hatırlarsa, iki secde yapar. Bunlardan
birine, —birinci rek'ati katana kadar— üzerinde olan secdeye diye niyyet eder. İkinci secde ile de,
ikinci rek'ati niyyet eder. Böylece iki rek'at kılmış olur. Sonra üçüncü
rek'ati kılıp ve teşehhüdü okur ve daha sonra da dördüncü rek'ati kılarsa,
namazı caiz olur.
Bir kimse, sekiz
secdeyi de terk etmiş olsa, iki secde yapar ve kalkıp üç rek'at daha kılar.
Sabah namazını üç
rek'at kılan ve ikinci rek'atte oturma mış olan veya oturduğu, halde secdeyi
terk etmiş bulunan ve nasıl terk ettiğini de bilmeyen kimsenin kılmış olduğu bu
namaz fesada gider.
Şayet bu kimse, iki
secdeyi terk etmiş olursa, durumu hakkında iki kavil vardır. Bu kavilerden
esahh olanı ise, o kimsenin namazının fesada gitmiş olduğudur. Üç secdeyi terk
etmiş olan kimsenin durumu da böyledir.
Fakat, bu kimse, dört
secdeyi de terk etmiş olursa, namazı fesada gitmez, iki secde yapıp oturur ve
bir rek'at daha namaz ki-ar.
Öğle namazını beş
rek'at kılıp, secdelerden birini terk etmiş olan kimsenin namazı fasada gider.
Keza, bu kimse, iki, üç, dört veya beş secde terk etmiş olsa, yine namazı
fesada gider.
Bu kimse, şayet altı
secde terk: etmiş olsa, namazı fesada gitmez. Bu durumda, bu şahıs, öğle namazını
dört rek'at olarak kılıp, secdelerin dördünü terk etmiş olan kimse gibidir. —Ki
bu mevzu yukarıda geçmişti.
Bu kimse yedi secde
terk etmiş olursa, yine namazı bozulmaz. Bu kimse, üç secde yapar ve iki rek'at
daha namaz kılar.
Bu kimse, sekiz
secdeyi de terk etmiş olursa, iki secde yapar ve üç rek'at daha kılar.
Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.
Öğle namazım beş
rek'at kılan bu kimse eğer dokuz secdeyi terk etmiş olursa, bir secde yapar ve
bir rek'at namaz kılıp oturur. Bu oturuş sünnettir. Sonra iki rek'at daha kılar
ve müstahık-ki Kadar oturur.
Bu kimse, on seode
terk etmiş olsa, iki secde yapar ve sonra üç rek'at daha kılar. Sehvinden
dolayı da secde eder. Zahîriyye'dc de
böyledir.
Akşam namazını dört
rek'at kılmış olan kimsenin namazı fasid oJur. Bir kimsenin bu namazda; iki, üç
veya dört secdeyi ter-ketmiş olması halinde, iki kavil vardır.
Şayet, bir kimse, beş
secde terk etmiş olursa, namazı bozulmuş olmaz. Bu kimse, üç secde yapar ve bir
rek'at kılar.
Bu kimse, altı secdeyi
terk etmiş olursa, iki seode yapar ve sonra iki rek'at daha namaz kılar. Bu
hâl, akşam namazını üç rek'at kı-iıp iki secdeyi terk etmiş olan şahsın durumu
gibidir. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir. [34]
[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/457-463.
[2] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/464.
[3] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/464-475.
[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/476-479.
[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/479-480.
[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/481.
[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/481-482.
[8] Buradaki zamandan kasıt,
eserin teiif-edildiği hicri 10 asırdır.
[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/482-488.
[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/488.
[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/488.
[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/488-496.
[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/497-504.
[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/504.
[15] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/504.
[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/504.
[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/504-505.
[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/505-506.
[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/507-508.
[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/508.
[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/509-510.
[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/511.
[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/511-518.
[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/519-521.
[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/522-529.
[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/530-533.
[27] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/534-536.
[28] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/537-542.
[29] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/542.546.
[30] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/547-551.
[31] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/551-553.
[32] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/554-555.
[33] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/555-557.
[34] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 1/558-562.