KİTÂBÜ'L-KERÂHİYYET. 8

(MEKRUH OLAN ŞEYLER) 8

1- HABERİ VAHIDLE AMEL ETMEK.. 8

Kerahat Nedir 8

1- Diyanetle İlgili Haberler 8

2- Muamelâtta Haberi Vâhidle Amel Edilip Edilmeyeceği 10

2- AMELDE ZANN-I GALİP. 13

3- BABASINI VEYA BİR YAKININI ÖLDÜREN BİR ŞAHSI GÖREN KİMSENİN NE YAPACAĞI 14

4- NAMAZ, TEŞBİH, KUR'AN OKUMAK, ZİKİR VE DUÂ İLE İLGİLİ MEKRUHLAR VE KUR'AN OKURKEN SESİ YÜKSELTMEK.. 15

Yüz Numara Bulunan Evde Namaz. 15

Resim.. 15

Tesbih-Tahmid. 15

İçki İçen Ve Haram Yiyen Kimsenin Elhamdülillah Demesi 15

Menfaat İçin Tekbir Getirmek. 16

Kur'an'ı Lahnile Okumak. 18

Kuran Dinlemek. 18

Dua. 19

Dua Çeşitleri 20

Tekbir Getirmek. 20

Vaizin Bir Şey İstemesi 20

Kâfirin Duası 20

Ölü İçin Cenaze Namazı Esnasında Dua. 21

Ölüye Ve Ölü Adına Sadaka. 21

5- MESCİD, KIBLE, MUSHAF, PARA VE KAĞIT ÜZERİNE KUR'AN'DAN BİR ŞEY VEYA ALLAHU TEÂLÂ'NIN İSİMLERİNDEN BİRİNİ YAZMANIN ÂDABI 21

Mescid. 21

Kıble Tarafı 21

Fazilet Yönünden Mescidlerin Sıralanması 23

Mescide Hürmet Bakımında Görevlerimiz. 23

Mescidde Konuşmak. 24

Minare. 24

Üzerinde "Allah" İsmi Yazılı Olan Kağıt 25

Üzerinde Fıkıh Ve Kelâm Yazılı Olan Kağıt 25

Kağıda El Silmek. 25

Kitabı Baş Altına Koymak. 25

Evde Bulunan Kur'an. 25

Kur'an'ın Taşınması 25

Kur'an'ın Bulunduğu Tarafa Ayak Uzatmak. 25

Paraların Üzerine Allah Adının Yazılması 26

Üzerinde Kitap Bulunan Şahsın Helaya Çıkması 26

Duvara Ve Bazı Eşyalar Üzerine Kur'an Yazmak. 26

Kuran Nasıl Yazılmalı?. 26

Kâfir Kur'an'a Dokunamaz. 27

Eskiyen, Yıpranan Kuranı Kerimler 27

6- MÜSABAKA.. 27

7- SELÂM VERMEK VE AKSIRANA TEŞMİT. 28

Kim, Kime Önce Selâm Verecek. 29

Çocuklara Selâm Vermek. 29

Zimmîlere Selam Vermek. 29

Ne, Zaman Ve Kime Selâm Verilmez. 29

Yabancı Bir Kadının Erkeğe Selâm Vermesi 30

Bir Erkeğin, Yabancı Bir Kadına Selâm Vermesi 30

Başka Birisine Selâm Göndermek. 30

Teşmit 31

8- BİR KİMSENİN BAKMASININ VE DOKUNMASININ HELÂL OLDUĞU VEYA HELÂL OLMADIĞI ŞEYLER.. 31

Erkeğin Erkeğe Bakması; 31

Erkeğin Avret Yeri 31

Kadının, Kadına Bakması; 32

Kadının, Erkeğe Bakması; 32

Erkeğin Kadına Bakması; 32

Bir Erkeğin Kendi Karısına Veya Cariyesine Bakması 32

Bir Erkeğin, Kendisine Nikâhı Düşmeyen Yakın Akrabalarına Bakması 33

Bir Kimsenin, Başka Birisinin Cariyesine Bakması 34

Bir Erkeğin, Hür Olan, Yabancı Bir Kadına Bakması: 34

Sünnetçi, Ebe Ve Doktorun Bakması 35

9- GİYİLMESİ MEKRUH OLAN VEYA MEKRUH OLMAYAN ELBİSELER.. 36

İpek Giymek. 36

10- ALTIN VE GÜMÜŞ KULLANMAK ALTIN VEYA GÜMÜŞ KAŞIK.. 40

Altın Veya Gümüş Kaşık Ve Diğer Âletler 40

11- YEMEK YEMEKLE İLGİLİ MEKRUHLAR.. 42

Yemekten Önce Ve Sonra Elleri Yıkamak. 43

Cünüp İken Yiyip İçmek. 43

Yemeğe Başlarken Besmele Çekmek. 43

Ölmüş Hayvan Eti Yemek. 44

Zaruret Hâlinde, Başkasının Yiyeceğini Yemek. 44

Bir Babanın, Oğlunun Bir Şeyini Yemesi 44

12- HEDİYELER VE ZİYAFETLER.. 48

Borçlu Şahsın Da'veti 49

Davete İcabet 49

Günah İşlenen Yere Da'vet 49

Fâsıkın Da'veti 49

Faiz Yiyen, Haram Kazanan Kimselerin Da'veti 49

Umumî Da'vetler 50

Çalgılı Yerdeki Da'vet 50

Salih Kimsenin, Kötülük Olması Muhtemel Bir Yemeğe Da'vet Edilmesi 50

Cenaze Evine Yemek Götürmek. 50

Misafirin Sofraya Başkasını Çağırması 51

Sofrada, İzinsiz Olarak, Başkasının Yiyeceğini Yemek. 51

Ekmek Kırıntıları 51

Misafirin Görevleri 51

Yemek Yerken Susmamak. 52

Sofrada Hizmet 52

Sofraya Oturuş. 52

13- BİR KİMSENİN ŞEKER, PARA VE BENZERİ ŞEYLERİ SAÇMASI VE ONLARI KAPIŞMAK.. 52

Saçılıp Kapıştırılan Şeyler: 52

Terkedilen Ölü Hayvanın Derisini Yüzmek. 53

Tarlada Kalan Başakların Toplanması 53

14- ZİMMET EHLİ VE ONLARA, YÖNELİK HÜKÜMLER HAKKINDADIR. 53

Hıristiyan Evlerinde Namaz. 54

Kitabî Câriye Ve Nikâhlı Kadın. 54

Putperestlerin Yemek Kapları 54

Ehli Kitabın Kestiği Hayvan Ve Onların Yemekleri 54

Mecûsîlerin Kestiği Hayvan. 55

Müşrikle Birlikte Yemek Yemek. 55

Kâfire Ziyafet 55

Kâfirin Ziyafeti 55

Kafir Akrabayı Ziyaret 55

Harbiye Bir Şey Göndermek. 55

Müşrikin Müslümana Bir Şey Göndermesi 55

Müslüman İle Zimmî Arasında Muamele. 56

Kâfir Ana-Babanın Nafakası Ve Onlara İyilik. 56

Zimmî Ve Hidayeti İçin Dua. 56

Yahudi Ve Hiristiyana Kâfir Demek. 56

Zimmiye Uzun Ömür İçin Duâ. 56

Yahudi Veya Hiristiyana Mektup. 56

Zımmî İle Müsâfaha. 56

Yahudi Ve Hıristiyan Hastaları Ziyaret 56

Fâsık Bir Kimseyi Ziyaret 57

Müslümanlığa Ve İrtidâd'a Şehâdet 57

Müslüman Olmak İstemeyen Ateşperest Köle. 57

Zimmînin Elindeki Müslüman Köle. 57

Yahudiye Hizmet 57

Müslüman Ve Diğer Kitaplar 57

15- ÇALIŞIP KAZANMAK KAZANÇ ÇEŞİTLERİ 57

1-) Farz Olan Kazanç: 57

2-) Müstehap Olan Kazanç: 58

3-) Mübah Olan Kazanç. 58

4-) Mekrûh Olan Kazanç. 58

Biz Mütevekkiliz Diyen Tembeller 58

Helâl Kazancın Güzelliği 58

Efdâl Olan Kazançlar 58

Mekruh Olan Kazançlar 58

16- KABİR ZİYARETİ VE MEZARLIKTA KUR'AN OKUMAK KABİR ZİYARETİ 59

Kabir Nasıl Ziyaret Edilir 59

Mezarlıkta Kur'an Okumak. 60

Mezarlık Ne Zaman Ziyaret Edilir 60

Kabir Ziyaretinde İhlas Okumak. 60

Kabrin Üzerine El Koymak. 60

Kabre El Sürmek Ve Öpmek. 60

Kabristanda Yürümek. 61

Kabrin Üzerine Çıkmak. 61

Ölünün Yüzünü Görmek. 61

Başkasının Yerine Defnedilen Ölü. 61

17- ŞARKI SÖYLEMEK, EĞLENMEK, DİĞER GÜNAHLARI İŞLEMEK VE EMRİ Bİ'L-MA'RUF. 62

Şarkı Söylemek. 62

Şiir 62

Raks Ve Sema. 62

Tef Çalmak. 62

Şakalaşmak. 62

Güreş. 63

Satranç, Tavla Ve Diğer Oyunlar 63

Yalan Söylemenin Mubah Olduğu Yerler 63

Emri Bil Maruf 63

Hangi Emri Bi'l-Mâ'ruf Kimin Vazifesidir. 64

Emr-i Bi'l Ma'ruf Nasıl Yapılır. 64

Hırsızlık Yapanı İhbar 64

Evinde Günah İşleyen Kimse. 64

İçki Kabı 64

Kâfire Karşı Çıkmak. 65

Fâsıkı Fışkından Vazgeçirmek. 65

Hayvanların Boynuna Çıngırak Takmak. 65

Yola Konan Pamuğun İmhası 65

18- TEDAVİ OLMAK, İLAÇ KULLANMAK, AZL VE ÇOCUK DÜŞÜRMEK TEDAVİ OLMAK   65

Kan Aldırmak. 66

Hamile Kadının Tedavi Olması Ve İlaç Kullanması 66

Hacamat 66

İlaç Kullanmayan Şahıs. 66

Haram İle Tedavi 66

Zararları Giderme Şekilleri; 66

Kadın Sütü İle Tedavi 67

İçki İle Tedavi 67

Sakız Çiğnemek. 67

Vücûdu Dağlatmak. 67

Hastaya Kur'an Okunması 68

Muhabbet Muskası 68

Nazar Değmesin Diye Kuru Kafa Asmak. 68

Haşaratın Girmemesi İçin Kapıya Muska Asmak. 68

Kokulu Bitki Yakmak. 68

Zamanın Kötülüğü Korkusu Dışarıya Azil 68

Çocuk Düşürmek. 68

Ananın Sütü Çocuğa Zararı Olursa. 68

19- SÜNNET OLMAK, ENEMEK, TIRNAKLARI KESMEK, BIYIĞI KISALTMAK, BAŞI TIRAŞ ETTİRMEK, KADININ BAŞINI TIRAŞ ETTİRMESİ, SAÇINI KESTİRMESİ VE PERUK TAKTIRMASI 69

Sünnet Olmak. 69

Kadınların Sünnet Edilmeleri 69

Müslüman Olan Yaşu Şahısların Sünnet Olması 69

Çocuğu Babasının Sünnet Etmesi 69

Küpe Takmak İçin Kulakların Delinmesi 70

Erkekleri Kısırlaştırmak. 70

Tıraş Olmak. 70

Tırnakları Kesmek. 70

Tırnak Kesme Veya Tıraş Olma Vakti 71

Tırnak Kesmede Usul 71

Kesilen Saç Ve Tırnak Ne Yapılır?. 71

Sakal 71

Boyun Ve Yüzdeki Diğer Kıllar 71

Tırnakları Dişlerle Koparmak. 72

Cünüp İken Tıraş Olmak, Tırnak Kesmek. 72

Kadının Tıraş Olması 72

Saç'a Saç İlâve Etmek. 72

20- SÜSLENMEK VE HİZMETÇİ EDİNMEK ERKEKLERİN SAÇ VE SAKAL BOYAMASI 72

Güzel Koku Sürmek. 72

Saç Ve Sakalın Beyaz Kıllarını Koparmak. 72

Boyanmak. 73

Boncuk Ve Bilezik Takmak. 73

Sürme Çekinmek. 73

Süslü Yatak. 73

İhtiyaçtan Fazla Bina. 73

Duvarları Süslemek. 73

Kibir Ve Gösteriş. 73

Eve Resim Asmak. 73

Sergi Ve Döşeme. 74

Hizmetçi Tutmak. 74

Köle Ve Cariyeye İstirahat Ve Namaz Vakti 74

Köle Ve Cariyeye Kur'an Öğretmek. 74

21- İNSAN VE HAYVANLARIN AMELİYAT EDİLMESİ VE HAYVANLARI ÖLDÜRMEK   74

Ameliyatla Doğum.. 74

Zararı Yayılacak Bir Uzvun Kesilmesi 74

Fazla Parmak. 75

Ur Ve Bez. 75

Ameliyat 75

Kuduz Köpek. 75

Zararlı Köpekler 75

Köpek Beslemek. 75

Kedi 76

Cima Edilen Hayvan. 76

Çekirge. 76

Karınca. 76

Bit, Akrep. 76

Darı Harpdekı Akrep. 76

İpek Böceği 76

Hasta Eşek. 77

Gemide Yangın. 77

İntiharın Günahı 77

Fetret Günlerinde Esirler Ve Zalimler 77

Fitne Zuhurunda Ne Yapılır 77

Şahini Terbiye Etmek. 77

22- ÇOCUKLARA İSİM KOYMA, LAKAP VERME VE AKİKA KURBANI 77

Çocuğa, Güzel İsim Koymak. 77

Çocuğa Muhammed İsmini Vermek. 77

Kadının Kocasına İsmi İle Hitap Etmesi 78

Akika Kurbanı 78

23- GIYBET, HASET, NEMİME VE BİR KİMSEYİ MENETMEK.. 78

Gıybet 78

Hased. 78

Bir Şahsı Övmek. 79

24- HAMAMA GİRMEK.. 79

Kadınların Hamama Gitmesi 79

Masaj Yaptırmak. 79

Hamamda Peştemalı Yıkamak. 79

25- BAŞKASININ İSTEĞİ ÜZERİNE ALIŞVERİŞ YAPMAK.. 80

Namaz Vaktinde Ticaret 80

26- YOLA ÇIKACAK BİR KİMSEYİ, ANA-BABASI VEYA BAŞKA BİR ŞAHIS MEN EDEBİLİR Mİ? VEYA BİR KÖLEYİ EFENDİSİ; BİR KADINI, KOCASI, YOLA ÇIKMAKTAN MEN EDEBİLİR Mİ?. 81

27- ÖDÜNÇ VERMEK VE BORÇ VERMEK.. 82

Soygun Anında Borç Ödemek. 83

Borcu Yüzünden Hapsedilen Ve Başkalarına Da Borcu Olan Kimse. 83

Şarap Satarak Borç Ödeyen Hrıstiyan. 83

Alacağını Alıp Tasadduk Eden Şahıs. 83

Alacaktan Vaz Geçmek. 83

Eski Bir Borcu Ödemek. 84

Borç Alınıp Alınamıyacak Şeyler 84

Borçlarda Müddet 84

28- HÜKÜMDRLARA GİTMEK, ONLARA TEVÂZUDA BULUNMAK, ELLERİNİ ÖPMEK, BAŞKALARININ ELLERİNİ ÖPMEK BİR ERKEĞİN, DİĞERİNİN YÜZÜNÜ ÖPMESİ 84

El Öpmek. 85

Yüz Öpmek. 85

29- ORTAK EŞYADAN FAYDALANMAK.. 86

Ortak Ev. 86

Ortak Hayvan. 86

Umumun Yoluna Gölgelik Yapmak. 86

30- ÇEŞİTLİ MES'ELELER.. 88

Kişinin, Günahkar Olan Karısını Boşaması Gerekmez. 88

Kıskanç Kadın. 88

Müfti Kendi Mezhebine Göre Fetva Verir 88

Ölüm Hastalığına Yakalanan Cariyeyi Azâd Etmek. 88

Kadının, Kocasının İzni Olmadan Çocuk Emzirmesi 88

Evde, Başkası İçin İçki Bulundurmak. 89

İçki Küpünü Kırmak. 89

Yatsıdan Sonra Konuşmak. 92

Haber Dinlemek. 92

Âlimin Kendinden Bahsetmesi 93

İlimler 93

Fıkıh: 93

Namaz Vakitleri Ve Kıble. 93

Kelam İlmi 93

İlmin Çeşitleri 94

İlmi Öğretmek Ve Yazmak. 94

İlim Öğrenen Şahsın Görevleri 94

Öğretene Saygı 95

İlim Kime Öğretilmeli?. 95

İlmin Fazileti 95

Öğretmenin Görevleri 95

Ayakta Bevletmek. 96

Ölümü Temenni Etmek. 96

Tehlikeden Kaçmak. 96

Bulaşıcı Hastalıklar 96

İnsanlarla İyi Geçinmek. 96

Bir Başkasının Evine Girmek. 96

Nişasta Yapmak. 97

Yaraya Ekmek Bağlamak. 97

Konuşmanın Mekruh Olduğu Haller 97

Bazı Zamanları Uğursuz Saymak. 97

Güzel Rüya. 97

Söylenmesi Güzel Olmayan Sözler 97

Hilâle İşaret 98

Gasbedilen Su İle Alınan Abdest 98

Şahitliği Terk. 98


KİTÂBÜ'L-KERÂHİYYET

 

(MEKRUH OLAN ŞEYLER)

 

1- HABERİ VAHIDLE AMEL ETMEK

 

Kerahat Nedir

 

Merveri,   İmâm   Muhammed   (R.A.)'in   şöyle   buyurduğunu nakletmîştir:

Hakkında nas bulunan her mekruh haramdır.

Ancak, bîr mekruh hakkında nas bulunmaz ve "haramdır."diye lafzıne ıtlak olunmazsa, o müstesnadır. Yâni, böyle bir mekruh, haram değildir.

İmâmı A'ztm Ebû Hsnîfe (R.A.) ve İmim Ebâ Yûsuf (R.A.): "Mek­ruh, harama yakın olan şeydir." buyurmuşlardır. Hidâye'de de böyledir.

Muhtar olan da budur. Ebû'l-Mekârim'in Serinınde de böyledir.

Bu, kerâhet-i tahrîmiyye'dir.

Kerâhet-i tenzîhiyye ise, helâle yakın olan kerahettir. Vikaye Şerhı'-nde de böyledir.

Kcrsfeet: (Lügatte) İğrenme, tiksinme; istemiyerek, baskı ile yap­ma demektir.

Istılahta ise, kerahet: Bir hâlin veya bir hareketin sarîh ve katî bir şekilde değil de, delâlet suretiyle men olunması demektir. Maa'l-kerâhe: "Mekrup olmakla birlikte" demektir.

Kerâhet-i tenzîhiyye ile kerâhet-i tahrîmiyye arasındaki farkı an­lamak için, o hâlin veya hareketin aslı ile ilgili hükme bakılacaktır. Eğer o şeyin aslı hakkında "haramhk hükmü" sabit olduğu hâlde, bir arıza­dan dolayı bu haramhk sakıt olmuşsa (= düşmüşse); bu durumda da, o arızaya bakılacak, şayet bu arıza umum belvâ ise ve bu hâl herkes hak­kında zaruret olursa, bu şekilde ki kerahet, keraheti tenzîhiyye'dir. Eğer böyle bir zaruret hâli yoksa, bu durumdaki kerahet ise, kerâhet-i tahrîmiyye olur.

Keza, asıl mübâh Olursa, yine arızaya bakılır: Şayet, haramlığın bu­lunmasına, zann-ı galip hâsil olursa; bu durumda da kerahet, kerâhet-i tahrîmiyye olur.

Durum bunun aksi ise, kerahet, kerâhet-i tenzîhiyye olur.

Bu durumlarla ilgili misaller,—yukarıdaki sıraya— şunlardır:

1-) Kedinin artığı olan su...

2-) Eşeğin sütü ve eti...

3-) Pislik yiyen ineğin artığı olan su...

4-) Yırtıcı kuşların artığı olan su... Hizânetü'J-Fetâvâ'da da böyledir. [1]

 

1- Diyanetle İlgili Haberler

 

Bu bölümde, suların pisliği, temizliği; mahallin helâlliği, haram-lığı; bu konularda, helâl ve haram gibi iki ayrı haberin bulunması; pı­narın haramlığı ve mübahlığı gibi haberler vardır.

Sadece diyanet hususunda, (Yani Allahu Teâlâ ile kulu arasın­daki bir ibâdet hususunda) âdil olan bir kimsenin haberi, —bu kimse, ister kadın, ister erkek olsun; ister, hür; ister, köle bulunsun; isterse ön­ceden had cezası almış olsun— kabul edilir.

Bu hususta, şehâdet ve adet şart koşulmamıştır. Kerderi'nin VedzP-nde de böyledir.

Bu hususlarda, fâsıkların ve gayr-i müsümlerin sözleri kabul edilmez.

Diyânât hususunda kâfirin sözü kabul edilmez. Muamelât hususunda olursa, kâfirin sözü kabul edilir.

Bu da diyâneten kabûlû tazammun eder. O takdirde diyânât mua­melâtın zımmına girmiş olur ve zaruret hâlinde kâfirin de sözü kabul edilir. TebyîiTde de böyledir.

Bir adam, hizmetçisini veya mecûsî olan şahsı icarla göndererek et satm aldırır. Ve o:"Ben, bu eti, yahûdi veya nasrani yahut müslü-mandan satın aldım," derse, o eti yemeye ruhsat vardır.

Eğer:"Başkasından aldım." derse, yemeye müsâade yoktur. Bu­nun ma'nası: Kitabî ve müslüman olmayan kimsenin kestiğidir. Çün­kü, satın aldığı etin haramlılığını, değil, helâlliğini kabul etmek daha evlâdır. Hidâye'de de böyledir.

Zâhirü'r-rivâyede, diyânâtta, örtülü (yani gözü görmeyen) kim­senin sözü kabul edilmez.

Sahih olan da budur. Kâfi'de de böyledir.

Hükümdarın münâdîsinin (= dellâlinin) haberi ister âdil, ister fâsık ölsün makbuldür. Cevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Namaz kılmak isteyen bir yolcu, su bulamaz, yalnız bir kapta su olur; bir adam da,"onun, hasta bir kimsenin yanında bulunan ve temiz olmayan bir su olduğunu" haber verirse, bu misafir, o su ile abdest alamaz.

Bu haberi veren şahıs köle, câriye, veya hür bir kadın olsa bile, âdil bir kimse olması hâlinde hüküm böyledir.

Eğer haber veren şahıs, fasık veya gözü kapalı biri olduğunda, bu misafirin re'yi, onun doğru sözlü bir kimse olduğu şeklinde olsa bile, teyemmüm eder, ve o su ile abdest almaz.

Şayet önce o su ile abdest alıp, sonra da teyemmüm ederse, bu da­ha ihtiyatlı olur. Eğer re'yi haber veren kimsenin yalancı olduğu husu­sunda ise, o su ile abdest alır ve onun sözüne itibar etmez. Bu caiz olur. Bu abdestin Üzerine teyemmüm yapmaz.

Bu, Hakem'ın cevabıdır, ihtiyata uygun ve efdâl olanı ise, abdest aldıktan sonra yine teyemmüm eylemektir. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet, suyun pis olduğunu söyleyen bir zimmî ise, onun sözüne güvenilip kabul edilmez.

Eğer, kalbinde onun doğru söylediğine dâir bir güven varsa; bu tak­dirde, ei-Asi'da: Bana sevimli olan, o su kullanılır; sonra da teyemmüm yapılır. Şayet, o su ile abdest alıp onunla da namaz kılarsa, namazı caiz olur", denilmiştir.

Eğer, suyun pis olduğunu söyleyen bir çocuk veya akıl erdiremiyen bir bunak ise, bunların sözü de zimmînin sözü gibidir. Çünkü bunlarda ehliyet yoktur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir adam et satın alıp, onu teslim aldıktan sonra, sözüne güvenilir bir müslüman, "onda domuz eti katışık olduğunu"ona haber verse ar­tık onu yemesine ruhsat yoktur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir müslüman satın aldığı bir eti teslim alır; diğer bir müslüman-da "onu, bir mecûsinin kestiği" haber verirse, bu müşterinin, o eti ye­memesi gerekir. Baş kasına da yediremez. Çünkü haber veren şahıs, onun, bizzat haram olduğunu" söylemiştir. Bu mülk bâtıl ve bizzat haramdır. Ve bu, Allah hakkıdır. Haber-i vâhidle sabit olmuştur.

Ancak mülkün butlanı sabit olmasaydı, haber-i vahid ile ( = bir ki­şinin söylemesi ile) haramlığı sabit olmazdı.

Burda mülkün batıl olmasıyla haramlığın sabit olmasında zaruret yoktur. Eğer mülkün sabit olmasına rağmen, haramlığı sabit olmuş ol­saydı, bu takdirde, o et, satıcısına geri verilmezdi.Bey (= satış) bâtıl oluncada, parası orada bırakılmazdı. Şayet eti eline almış olduğu hal­de, parasını verip satın almamış olsaydı ve bir müslüman da "onu kese­nin mecûsi olduğunu" söyleseydi, onu yemesi helâl olmazdı. Veya, bu şahıs o ete miras veya bağış gibi, başka bir sebeple sahip olsa ve sonra da güvenilir bir müslüman, "onun, aynen haram olduğunu" haber ver­seydi yine, onu yemek helâl olmazdı. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir adam, bir yiyecek veya bir câriye satın alır veya, bir miras isabet eder yahut kendine bir bağış yapılır veya sadaka verilir veyahut da kendine bir şey vasiyyet edilir ve güvenilir bir müslüman gelerek,' 'ger­çekten bu şahıs, senin aldığın şeyi filan oğlu filandan gasbeyledi." diye şahitlik ederse; bana en sevimli olanı, bunları yememek ve bunları al­mamaktır. Eğer bunlardan kaçınmaz ve alırsa, buna da ruhsat vardır.

Keza yiyecek ve içecek bir adamın elinde bulunur ve o, diğer bir şahsa, onu yiyip içmesi hususunda izin verir, güvenilir bir müslüman da:"Bu filanın elinden zoraki alınmıştır." der; onu elinde bulunduran şahıs da: "Yalan söylüyor." diyerek, onu yalancılıkla itham ederse, bana sevimli olan, yine ondan kaçınmaktır.

Eğer yer, içer veya abdest alırsa, bunada ruhsat vardır. Şayet başka su bulunmaz ve kendi de misafir olursa, o su ile ab­dest alır; teyemmüm eylemez. Hidâye Şerhi Aynî'de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), el-Asıl'da bu hususu zikretmemiştir. Bir adam, elinde olan bir şeyi, yemesi ve içmesi için başka birine

verir; güvenilir, adil bir kimse de "bu şeyin gasb olmadığını, bu ada­mın kendi malı olduğunu" haber verirse, âlimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir.

Fakıyh Ebû Cîer el-Hindüvânî: "Bundan kaçınılmaz. Çünkü iki haber­de taarruz yoktur. Ve bu durumda, —söyleyen fâsık olmadıkça— hi­lâfsız, aslının mubah olduğuna itibar edilir." buyurmuştur.

Bazı âlimler ise: "Kaçınılır." demişlerdir.

Sahih olan da budur.

Buna binâen; bir adam, et satın almak istediğinde, âdil olmayan birisi: "Satın alma; bunu mecûsî kesti." der; kasap da "Satın al ger­çekten, bunu müslüman kesti."der ve bu kasap güvenilir bir kimse olursa; onun sözüyle kerahet kalkar.Bu Ebû Cafer, Ali ve diğer âlimlerin kavli­dir. Mntayt'te de böyledir.

Bir kimse, bir şeyler yiyip içmekte olan, müslüman bir toplulu­ğun yanına vardığında, orada bulunan güvenilir bir müslüman: "Bu et mecûsî kesmesidir ve içilen şeye içki katılmıştır." der; başka birisi de sonradan gelip, da'vet edilen bu zata:"Hayır, helâldir; yiyip - içebilir­sin. derse; bu durumda onların haline bakılır: Eğer yiyip içenler, gü­venilir kimselerse, ikincinin sözüne itibar edilmez ve o sofraya yaklaşılmaz.

Bu haberi veren şahısların müslüman köle, erkek ve kadın obuası müsavidir.

Eğer bir tarafta iki kişi, diğer tarafta bir kişi varsa, haberi duyan şahıs kanaatinin kuvvetine göre amel eder.

Eğer, bu hususta bir kanaati yoksa, iki kişinin veya tek kişinin sö­züyle yiyip içmesine de ruhsat vardır.

Su ile abdest almak ta böyledir. Eğer re'yi, onun temiz olduğu şek­linde ise abdestini alır.

Şayet helâl olduğunu söyleyen iki köle; haram olduğunu söyleyen­de, bir hür ise; yine yiyip içmesinde bir beis yoktur.

Eğer, iki köle haram olduğunu sanıyor ve bir hür de helâl diyorsa; bu şahsın yememesi daha uygun olur. Eğer haber verenler, —hür ol­sun, köle olsun güvenilir kimseler değillerse; davet edilen şahıs kendi re'yinin ekserisine uyar.

Eğer, söyleyenler güvenilir iki köle ve iki hür iseler, hürlerin sözü­nü alır. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet iki taraftan biri, iki adil, hür; diğer taraf da Üç köle ise; üç kölenin sözüne uyulur.

Eğer iki taraftan birinde iki âdil ve hür var; diğer tarafta ise, dört köle varsa; dört kişinin sözü tercih edilir.

Hülâsa kölenin ve hür'ün diyânât hususundaki haberi müsavidir. Şayet iki taraf da âdil ise, çok olan taraf tercih edilir. İki taraf da âdil ve eşit ise ahkamdaki hüccetleri tercih edilir. Bunda da müsavi iseler, taharri tarafları tercih edilir.

Keza, bir tarafta iki erkek, diğer tarafta bir erkek iki kadın varsa, o taraf tercih edilir. Çünkü, onların sayılan çoktur. Zehyre'de de böyledir.

Müslüman bir adam, "diğer bir adamın yanında bulunan cariye­nin, başka bir adamın cariyesi olduğuna" şehâdette bulunur ve "câriye elinde bulunan zatın, onu gasbeylediğini" söyler adam da bunu inkâr eder ve kendisi de güvenilir bir kimse olmazsa; bana sevgili olan-î o cari­yeyi satın almamaktır. Eğer, bir kimse satın alıp ona cima yaparsa; bu­na da ruhsat vardır.

Şayet onun, aslen hür olduğunu veya elinde bulunanın cariyesi ol­duğunu haber verirse, onu azad eder. Bu, bunu söyleyen şahsın, güve­nilir, doğru sözlü bir müslüman olması hâlinde böyledir. Mebsût'ta da böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [2]

 

2- Muamelâtta Haberi Vâhidle Amel Edilip Edilmeyeceği

 

Muamelatta, haber-i vâhid, bu şahıs ister âdil, ister fâsik, ister köle ister erkek, ister kadın, ister müslüman isterse kâfir olsun kabul edilir.

Zarurete binâen ve güçlüğü kaldırmmak için böyle hareket edilir. Vekâletler, mudârabeler, gönderilen elçiler, ticarette kendilerine izin ve­rilenler gibi mes'eleler hep muamelattandır. Kâfı'de de böyledir.

Âdil olsun veya olmasın, muamelâtla ilgili haberlerde, bir kişi­nin söylediğinin doğru olup olmadığı hususunda elbette re'yin galebesi­ne itibar edilir. Eğer haber verenin doğruluğuna zann-i galip gelirse, onun­la amel edilir; değilse amel edilmez. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Bir adamın cariyesini, başka bir adam alıp satmayı murad eder­se işte bu mekruh olur. Ancak kerahatla beraberde caiz olur.

Şayet önceki sahibi, müşterinin satacağını bilir veya ona satmas' için izin verirse, o zaman onu satın almakta bir kerâhat olmaz.

Eğer, câriye yanında bulunan zat:"Ben bu cariyeyi satın aldım." veya "Bana hediye edildi, "yahut1'Bana tasadduk edildi. Veya "Bunu satmaya, ben vekil edildim, der ve bu şahıs âdil bir müslüman olursa; satışı caiz olur.

İmâm Muhammed (R.A.): Burda, câriye yanında bulunan şahsın âdil dit müsiüman olması şarttır; denilmişse de, adaleti şarttır; fakat, müs-lüman olması şart değildir." buyurmuştur.

Hâkim Eş-şehM ise, Muhtasar isimli kitabında, adaleti söylemiş, islâ­miyet i zikretmemiştir.

Şayet câriye yanında bulunan şahıs, fasık bir kimse ise, kendisinin haberi ile muamelenin mübahlığı sabit olmaz; taharri etmek (= araştır­mak) gerekir.

Eğer araştırma sonunda onun söyledikleri doğru çıkarsa, ondan bu cariyeyi satın almak caiz olur.

Şayet taharri sonucu yalanı meydana çıkarsa, ondan, bu cariyeyi satın almak helâl olmaz. Her ne kadar onun hakkında baki bir re'yi ol­masa bile böyledir.

Eğer satın alacak zat, o cariyenin yanında bulunan adamdan baş­ka birinin olduğunu bilmiyor ve, câriye yanında bulunan şahıs da "Bu câriye, filanın malıdır, o satmak için beni vekil eyledi." derse, bu du­rumda müşterinin onu satın almasına ruhsat yoktur.

Eğer, satın alan şahıs, o cariyenin başkasının olduğunu veya ona satma izni verdiğini bilmiyor; câriye elinde bulunan şahıs da, böyle bir şey söylemediyse; o zaman, o adamdan o cariyeyi satın almasında bir beis yoktur. Câriye elinde bulunan adam fasık olursa bile, bu böyledir.

Yalnız, ekseri re'ynıe göre, böyle bir cariyenin, bunun gibi bir ada­mın yanında olamıyacağı, günlük yiyeceğini bulamıyan bir şahsın ya­nında, böyle güzel bir câriye bulanıyacağı kanaati olursa, —cahil bir adamın elinde olan bir kitap gibi, (ki onun babası bile o kitaba ehil de­ğildir) işte o takdirde, müstehâp olan, böyle bir cariyeyi almaktan ka­çınmak ve hediye de edilse, sadaka da verilse onu kabul etmemektir.

Böyle bir cariyeyi, öyle bir hür kadın da getirse cevap aynısıdr.

Eğer böyle bir cariyeyi bir köle veya câriye satacak olursa; uygun olan, onlardan almamaktır.

Sormadan öyle bir şeyi hediye ve sadaka olarak kabul etmekde mü­nâsip değildir.

Şayet, sorulur ve köle "onun satımına veya bağışlanmasına yahut tasadduk edilmesine efendisinin izin verdiğini" söyler ve bu köle, doğ­ru sözlü, güvenilir bir kişi olursa; ondan satın almakta bir beis yoktur.

Fakat, bu köle fâsık birisi ise, o zaman araştırma yapmak gerekir. Taharrîsi bir sonuç vermez ise, öylece kalır.

Şayet hür veya köle olan küçük birisi, bir köleyi veya cariyeyi satmaya getirirse; sormadan önce, onu satın almaya ruhsat yoktur. Her ne kadar, satıcı me'zun bir kölede olsa bile alıcı taharrî yapar. Taharri­si bir netice vermezse, önceki hâli üzere kalır.

Eğer, küçük bir çocuk, getirdiği bağış yapmak veya tasadduk et­mek istese; uygun olan, —sormadan— onu kabul etmemektir.

Eğer, çocuk: "Ben satışa da bağışa da tasadduka da izinliyim." der­se, alıcı yine de araştırma yapar. Ve taharrisi sonunda hüküm verir.

Şayet taharrisinden bir sonuç alamazsa; eski hali üzere kalır. (Yâni onu ne satın alır; ne de bağış ve sadaka olarak kabul eder. İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur.

Araştırma yaptıktan sonra, eğer çocuk:"Bu benim babamın malı­dır." veya "Filanın malıdır.*' yahut "Efendimin malıdır-" der ve de­vamla: "Bunu sana hediye olarak (veya tasadduk olarak) yolladı." derse; ona inanır ve o şeyi kabul eder.

Fakat çocuk: "Bu bizim malımızdır. Bize, babamız, bunu sana bağış yapmaya (veya tasadduk etmeye) izin verdi derse, uygun olan, onu ka­bul etmemektir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir fakire, bir köle veya câriye, efendisinden bir sadaka getirse, fakir taharrî yapar. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, kölesinin veya küçük çocuğun odasına girmesine izir verse; kıyâs taharri etmektir.

Ancak insanların âdeti bunların men edilmemesi şeklinde ise, o za­man, bunlar taharrîsiz de içeri girebilirler. SHcM-Vefchfc'da da böyledir.

Akıllı bir sabî, bakkala veya benzeri bir yere gelip, "annem söyledi."diyerek bir şeyler satın almak isterse, Şcyhâ'l-tnân Httvâıi "Eğer sabun veya benzeri bir şey isterse, ona satış yapmakta bir beis yoktur. Eğer kuru üzüm veya çocukların âdet olarak yedikleri sebze, helva gibi şeyleri isterse, ona satış yapmak uygun değildir" demiştir.

de böyledir.

Bir câriye, bir adama: "Efendim, beni sana hediye olarak gön­derdi." derse; onu almaya ruhsat vardır. Çünkü, muamelat da bir kişi­nin sözü makbuldür. Akıllı olması şartıyle hangi sıfatta olursa olsun fark etmez.

İcmâ, bunun üzerinedir.Canüü's-Sâğır'de böyledir.

Sırâcül-Vehbâc'da ve Hidâye Şerhi Aynî'de de böyledir.

Bir adam, bir cariyenin bir adamın cariyesi olduğunu tanır; o câ­riye de bunu doğrular; sonra da aynı adam, o cariyeyi başka birisinin yanında görür ve câriye yanında bulunan adama:Bu câriye filan ada­mın yanında idi ve o adam bu cariyenin kendisinin olduğunu iddia edi­yor, cariyede bunu kabul ediyordu." der; eriye yanında bulunan şahıs da: "Evet öyle; ancak; câriye benim idi. Ben, o adama öyle söylemesini gizlice söyledim. Câriye de onun sözünü doğrulada." der; böyle söyle­yen kimse de güvenilir, bir müslüman olursa; bunu dinleyenin o cariye­yi, ondan satın almasında bir beis yoktur.

Eğer, dinleyen şahsın eksen re'yi, câriye yanında olanın yalancı ol­duğuna ise, artık o cariyeyi ondan satın alması uygun olmaz. Ve, onun bağışımda, sadakasını da kabul eylemez.

Böyle olmaz da, câriye yanında plan zat:"câriye benimdi; filan bana zulmeyledi ve benden cariyeyi zoraki aldı. Bende sonra ondan geri al­dım." derse, bunu duyan şahsın onu satın alması, bağış olarak veya sa­daka olarak kabul etmesi uygun olmaz. Böyle söyleyen şahıs, ister gü­venilir, bir zat olsun; isterse güvenilir olmasın, fark etmez. Şayet câriye elinde bulunan şahıs, gasben aldığını değil, ölüm tehdidi ile aldığını id­dia ederse, mesele yukardakine muhalif olur. Çünkü gasb kötü bir iş­tir; sahibinin sözü kabul edilmez. Fakat, telcie (= ölüm tehdidi) kötü bir işten haber vermektir ve onun sözü kabul edilir.

Câriye yanında bulunan zat: "Filan bana zulmedip, cariyeyi elim­den zoraki aldı; sonra da zulmünden vazgeçti; cariyemi bana geri ver­di.'* derse, güvenilir birisi olması hâlinde sözü kabul edilir. Ve ondan, câriye satın alınır.

Eğer: "Benden zoraki aldı. Ben de onu hâkime şikâyet eyledim. Hâ­kim de beyyinemi kabul ederek, cariyeyi bana hükmeyledi." veya "O yemin edemediği için, bana hükmeyledi." derse, bunu işiten şahsın, onun sözünü, kabul etmesi —o şahsın, sözüne güvenilir bir kimse olması hâlinde— caiz olur.

Şayet haber veren şahıs yalancı birisi olur ve buna dinleyicinin zanni galibi bulunursa, bu durumların hiç birinde, onun sözünü kabul eyle­mez. Eğer o şahıs:"Hâkim bana hükmeyledi ve ondan alıp bana ver­di." veya "Hâkim cariyeyi bana hükmeyledi; ben de o adamın evin­den, cariyeyi, ev sahibinin izniyle veya izinsiz olarak aldım." derse, doğru sözlü birisi olması hâlinde sözü kabul edilir.

Şayet: "Hâkim, cariyeyi bana hükmeyledi de adam hükmü inkâr etti bende cariyeyi ondan aldım." derse, —her ne kadar doğru sözlü olsa bile— onun sözünü kabul etmek uygun olmaz.

Meselâ "Ben, bu cariyeyi filandan satın aldım; parasınıda nakden ödedim. Sonra da adam satışı inkâr eyledi. Ben de cariyeyi ondan aldım" derse, onun, bu sözünü kabul etmek,uygun olmaz.

Şayet bir adam:"Ben, bu cariyeyi filandan satın aldım; parasını da peşinen ödedim. Ve onun emriyle de cariyeyi teslim aldım." der; bu adam da muhatabınca güvenilir, doğru bir adam olur ve ona, başka bir adam:"Gerçekten filân bu satışı inkâr eyledi." der; ikinci adam da gü­venilir, sözü doğru birisi olursa, muhatap ona kulak vererek, o cariyeyi satın almaz. Satın alması —her ne kadar ikinci haberi veren zat güveni­lir olsa bile— uygun olmaz.

Ancak muhatapların ekseri kanaati, ikinci adamın doğru söylediği şeklinde ise, bu böyledir. Eğer ekseri kanaati, yalan söylediği şeklinde ise, cariyeyi satın almasında bir sakınca yoktur.

Eğer her ikisi de güvenilir kişiler değil muhatabın ekseri kanaati da, ikinci kişinin doğru söylediği şeklinde ise, yine o cariyeyi satın alması uygun olmaz ve onun sözü kabul edilmez. O da ikinci kişinin yerinde­dir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adam, câriye satan birisini görür; o cariyenin de bir başkası­na ait olduğunu tanır; iki âdil şahit de onun efendisinin, o adam tara­fından satılmasını "emrettiğine şahitlik yaparlar; parasını verip, cariye­yi teslim alır; sonra da bu cariyenin efendisi emrini inkâr ederse, müşte­rinin onu men etmesi ve: "Hakime müracaat et." demesi gerekir.

Şayet hâkim, bu cariyeyi efendisine hükmederse, bu durumda müş­teri, onu elinde tutamaz.

Ancak yeni şahitlerle, "onun, cariyeyi satan şahsı vekil ettiğini'* isbat ederse, o zaman câriye kendisine hükmedilir. Serahâ'nin Muhıyt'-nde de böyledir.

Bir adam: "gerçekten filan adam, kendi evinde olan cariyeyi sat-mamı.bana emretti ve teslim etmemi de söyledi." derse; onu müşteriye satmasında ve onun da teslim almasında bir sakınca yoktur. Satıcı ister güvenilir birisi olsun, isterse olmasın farketme". Müşterinin satmasın­da ve onun da teslim almasında bir sakınca yoktur. Satıcı ister güvenilir birisi olsun, isterse olmasın farketmez. Müşterinin onun doğru söyledi­ği hususunda kalbi bir kanaati olursa bu, böyledir. Böyle olmaz ve o şahsın yalancı olduğunu bilirse, —cariyeyi satın aldıktan sonra veya sa­tın almadan önce— bu cariyenin efendisinden emir almadan itiraza hakkı yoktur.

Eğer cariyeyi alıp ona cima eder sonra da, kalbine onu satanın ya­lancı olduğu düşerse; bu yöndeki zannı da gâlipse, tam ve doğru haber alana kadar cariyeye cimadan uzak kalır.

Bu insanlardan bir inkâr olmaz ve cariyenin meşru satıldığını söy­lerlerse, câriye kendisinin olur.

Eğer haber bunun aksine olursa, cariyeyi geri verir ve parasını, onu satan şahıstan geri alır. Cariyenin efendisine de cariyeye cima eylediği­nin sadakasını verir. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet, bir adam: "Ben filanın vekiliyim; onun şu küçük (veya deli) kızını sana şahitler huzurunda nikah ediyorum." derse; o adam, o kızı alıp, ona cima edebilir.                                                       

Şayet, babası ölmüş ve bu kız kardeşinin evinde ise, kardeşi ikrar etmedikçe, bu nikâh işi yapılmaz. Fetâvâyi Altâbiyye'de de böyledir.

Bir adam, bir kadım nikahlayıp, ona cima etmeden başka bir yere gider; başka bir adam da, bu kadının, irtidad eylediğini" söyler ve bu şahıs sözüne güvenilir bir kimse olursa —hür olsun, köle olsun; kazf haddi görsün— o sözün doğruluğunu tasdik etme ruhsatı vardır. Ve, bu şahıs, onun harcinde, dördüncü bir kadım alabilir.

Eğer, bu haberi veren şahıs güvenilir birisi değilse adam da onun doğru söylediğine ihtimâl veriyorsa, hüküm yine böyledir.

Eğer zann-i galibi onun yalan söylediğine ise, üçten fazla kadın alamaz.

Şayet bir haberci, bir kadına haber vererek: "Kocan irtidat etti." derse; Asi kitabında: "îstihsânen, o kadın başka kocaya gidebilir." buyrulmuştur.

Bu haberi verenin kadın veya erkek olması müsavidir. Siyer kitabında ise: "Bu kadın, iki erkek veya bir erkek ile iki ka­dın şahitlik yapmadıkça başka bir kocaya gidemez." denilmiştir.

Şemsii'l-Ennme Se»hrf'de:"Kocaya gider; çünkü, bu haber kan-kocayı birbirinden ayırır. Bu hususta erkeğin irtidad etmesi ile kadının irtidad etmesi arasında bir fark yoktur." demiştir.

Eğer kadm küçük olur ve ona bir adam haber vererek: "Ona, anasının veya bacısının emzirdiğini" söylerse, bu haber sahih olur.

Şayet, onunla evlenirken onun mürted olduğunu veya süt kardeşi bulunduğunu haber verir ve bu haberi veren şahıs da güvenilir birisiyse, o adamın, iki âdil şahit dinlemeden yapacağı bir şey yoktur. Çünkü ha­berci akdin fesadını haber vermiştir. Bu ise, tek kişinin haberi ile bâtıl olmaz. Önceki ise, bunun hilafına idi.

Bir adam, bir kadına gelerek "nikahının aslının fâsid (= bozk) olduğunu" veya "evleneceği şahsın, onun süt kardeşi olduğunu" yahut "mürted olduğunu" söylerse; bunları söyleyen zatın güvenilir biri ol­ması hâlinde, o kadm, o adamla evlenemez. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Kadın mtiştehâden olur; bir adam da ona, "kocasının babasının veya oğlunun, onu şehvetle öptüğünü" haber verir; adamın kalbinede onun doğru söylediği gelirse, onun bacısını alabilir.

Eğer "emişmeyi veya sıhriyeti" nikahtan sonra söylerse, hüküm bu­nun hilafına olur. Çünkü koca niza edebilir. Şayet kalbi, söylenene ka­naat ederse, onu kabul etmesi de lâzım olur. Kerderî'nin Vecîri'nde de böyledir.

Bir kadının, kocası kaybolduğunda, ona sağlam olmayan bir adam, boşama mektubu getirir; kadın ise, o yazının kocasına ait oldu­ğun bilemez ancak "kocasının kendisini boşamış olduğuna" galip re'yi bulunursa, o takdirde, iddetini bekler ve başka kocaya gidebilir. Mn-hıyt'te de böyledir.

Bir adam, karısından gâib olduğunda, bu kadına bir adam gele­rek "kocasının, onu Üç talâk boşadığmı" haber verir, bu adam da gü­venilir birisi olursa (veya kocasının öldüğünü söylerse) o zaman, kadın iddetini bekler ve başka kocaya gidebilir.

Eğer, haber veren şahıs, fâsık biriyse, kadın araştırma yapar; son­radan güvenilir bîr kişi, bu haberi doğrul arsa; kadın ona itimad eder.

Şöyleki, o adam:"Ben, onu ölü olarak gördüm." veya "Cenaze­sinde bulundum" derse sözüne inanır.

Yok: "Bana da, sana haber veren şahıs söyledi." derse, onun ha­berine de itibar etmez.

Şayet bir kişi, "öldüğünü"; iki kişi de "yaşadığım" haber verir ve ölümünü söyleyen: "Ben, ölüsünü gördüm." veya "Cenazesinde bu­lundum." derse; bu kadım iddet bekledikten sonra kocaya gitmesi he­lâl olur. Eğer, yaşadığım söyleyenler, hayat tarihini söylerler ve o tarih de ölümünü söyleyenden sonra olursa, onların sözü üstün olur.

Eğer, iki kişi "öldüğünü" veya "öldürüldüğünü" söyler; başka iki kişi de "yaşadığını söylerse" bu durumda öldüğünü söyleyenlerin sözü evlâ olur. Muhıyt'te de böyledir.

tki âdil kişi bir kadına: "Seni, gerçekten kocan üç talâk boşa­dı. '' derler; koca da bunu inkâr eder; sonra da bu iki kişi, hâkimin önün­de şehâdette bulunmadan önce gâib olur veya ölürlerse, bu durumda kadın, o kocayla bir arada bulunamaz. Başka bir kocaya gitmesine de ruhsat olmaz. Şerahsî'nin Muhiyt'nde de böyledir.

İki şahit, kadının huzurunda, bir kadını, kocasının boşadığına şahitlik yaparlar ve kadının kocası hazırda yoksa; bu kadının iddetini bekleyip, başka kocaya gitmesine ruhsat vardır.

Eğer kocası huzurda ise, böyle yapamaz. Fakat kocasının yanında da duramaz. Keza kadın, kendi kulağı ile kocasının üç talâk ile kendisini boşadığım duyar; kocası da bunu inkâr ederek yeminde eder; hâkim de bu kadını, kocasına iade ederse, bu kadının, o kocanın yanında dur­masına ruhsat yoktur. Bu kadının, kocasından kaçınması uygun olur. ondan kaçtığı zaman, o kadının iddet sayıp, kocaya gitme müsâadesi de yoktur. Şemsa'l-Eimme Serths şöyle buyurmuştur:

Bu kadın, kaçarsa; onun iddet sayması ve başka kocaya gitmeme­si, hüküm bakımından uygun olur. Amma Allahu Teâlâ ile kendi ara­sında olan, o kadın iddetini tamamladıktan sonra başka kocaya gider. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kadın, başka bir erkeğe: "Beni, kocam üç talâk boşadı. îd-detim de tamam oldu." der ve bu kadın, sözüne güvenilir biri olursa; o adamın, bu kadınla evlenmesine ruhsat vardır. Eğer kadın fâsıka ise, araştırma(= taharri) gerekir. Ve taharrî sonuna göre amel edilir. Zehıy-re'de de böyledir.

Üç talâk boşanmış bir kadın, eğer: "İddetim bitti. Başka bir ko­caya vardım. O da bana cima yaptı. Sonra da beni boşadı. Yine idde­tim tamamlandı." derse; önceki kocasının, onunla evlenmesinde bir beis yoktur.

Eğer kadın sözüne güvenilir bir kadın olur ve adamın da kalbi onun doğruluğuna kani olursa, bu böyledir.

Şayet kadın, önceki kocasına: "Ben, sana.helâl oldum." derse, o adamın o kadınla evlenmesi, —iyice araştırma yapmadan; ikinci koca­sının ona cima yapıp yapmadığım öğrenmeden önce yalnız onun habe­riyle ve ona itimat ederek onu nikahlaması helâl olmaz.

Küçük bir câriye, bir adamın yanında bulunur ve bu adam "onun, kendi cariyesi olduğunu" iddia eder; câriye büyür ve başka bir beldede o adama rastlayıp: "Ben, aslen hürreyim." derse, o adamın onunla ev­lenmesine ruhsat yoktur. Eğer: "Ben, câriye idim. Beni o azâd eyledi." der; bu adama göre de, o câriye sözüne güvenilir birisi olur veya kalbi onun doğruluğunu tasdik ederse; onunla evlenmesinde bir beis görül­mez. Mebsût'ta da böyledir.

Hür olan bir kadın, bir adamla evlendikten sonra, başka bir erkeğe: "Gerçekten benim nikâhım fâsid (= geçersiz)Mir. Zira kocam, gayr-ı müslim, idi" derse bu sözü kabul edilmez ve onunla evlenilmez. Çünkü o, fena bir haber vermiştir.

Eğer: "Nikahtan sonra beni boşadı." veya "îrtidad eyledi" derse; onun haberini kabule ruhsat vardır ve onunla evlenir. Çünkü verdiği haber ihtimal dahilindedir.

Önceki nikâhının bozukluğunu haber verirse, sözü kabul edilmez.

Şayet nikâhtan sonra, "bir arıza yüzünden haram olduğunu" ha­ber verirse (süt emişme ve emsali gibi) sözüne güvenilir. Kalbinde bun­ların doğruluğuna dair bir kanaat bulunan kimsenin bu kadını nikahla­masında bir beis yoktur. Fetâvâyi K&dİhân'da da böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [3]

 

2- AMELDE ZANN-I GALİP

 

Diyânâtta ve muamelâtda, kuvvetli rey ile amel etmenin caiz ol­duğunu bilmek gerekir.

Kanlarda (= adam öldürmelerde) de zann-i galib ile amel etmek caizdir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adamın evine, geceliyin başka birisi, kılıcı parlıyarak veya elin­de süngüsüyle yahut benzeri bil halle girer; ev sahibi de onun bir hırsız veya hırsızlardan kaçan birisi olduğunu bilemezse, o zaman, kanâati­nin fazla olduğu yöne hükmeder: Kanâati, onun hırsız olduğuna ve mahnı alacağına, kendini öldüreceğine dâir ise, ev sahibinin kılıcını çekip onu öldürmesinde bir beis yoktur. Şayet zann-ı galibi, onun hırsızlardan kaç­tığına dâir ise, acele edip onu öldürmesine ruhsat yoktur. Ancak ve an­cak, eve girenin tutum ve davranışına çok dikkat eder. Birde daha ön­ceden o adamın iyi insanlarla düşüp kalktığını biliyorsa, onun hırsızlar­dan kaçtığına; hırsızlarla oturup kalktığını biliyorsa, onun bir hırsız ol­duğuna delâlet vardır. Mebsut'ta da böyledir.

Âlimler şöyle demişlerdir:

Dâr-i harpde müslümanlann karşısına bir cemâat çıkar ve onların durumlarından düşman mı müslüman mı olduklarının anlaşılması zor olursa; müslümanlar taharri yaparak, onların kimliklerini öğrenirler. Mu-hıyt'te de böyledir.

Fakıyh Ebu Cafer'den soruldu:

—Bir adam başka bir adamı, karısı ile bir arada görse; onu öldür­mesi helâl olur mu? O, şu cevabı verdi:

—Eğer adam, o gördüğü adamı tanıyor ve silahsız olarak, vurmakla çağırmakla zinadan kaçacak birisi olursa, onu öldürmez. Ve onunla si­lah silaha girmez. Eğer bunun aksine olarak biliyorsa, o zaman onu öl­dürmesi helâl olur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, kendi karısını veya cariyesini bir başka erkekle bir arada bulur ve zanni galibi, onun zina etmek istediği şeklinde olursa, onu öldürür..

Şayet karısını veya bir mahremini görür ve onun zina etmeye kasdi olduğuna kanaati hasıl olursa, hem erkeği hem de kadmı birlikte Öldürür.

Keza sahrada bir adam gelerek, diğerinin malını almak ister ve alınacak mal, on dirhem gümüş veya daha fazla olursa; o malın sahibi, onu vermek istemez ve gücü yeterse diğerini öldürür.

Şayet on dirhemden az ise, onunla döğüşür; fakat öldürmez.

Bir adam, diğer bir adamın, karısıyla veya başka birinin karısıy­la zina ettiğini görüp, hemen çağırır; diğeri derakap gitmez ve zina yap­maktan da vaz geçmezse, gören adamın onu öldürmesi helâl olur ve kı­sas gerekmez.

Keza bir adam malının çalındığını görüp hemen çağırır; o adam vazgeçip gitmez veya duvarını yahut başka birisinin duvarını deldiğini görür ve o adamın hırsızlığı ma'ruf olur; ona çağırır ve şayet o vazgeç­mez, çekip gitmezse katli helal olur, öldürene kısas gerekmez.

Bir adam, bir oğlanı veya bir kadını fuhşiyata zorlarsa, onlar kı­tale kalkışırlar. Fuhşiyata zorlanan kimsenin, zorlayanı men etmeye gücü yetmez ve onu öldürürse, ölenin kanı boşa gider, (yâni onu öldürene bir şey gerekmez.) Hızâneüi'l-Fetâvâ'da da böyledir.

Bir adam, görmediği bir kadını nikahladığında, başka bir adam­da: "Bu senin karındır.*' derse; bu şahsın, onun sözüyle o.kadına cima etmesine ruhsat vardır. Ancak, bunun için, haber veren adamın güve­nilir birisi olması veya onun doğru söylediğine kanaat getirmesi gere­kir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [4]

 

3- BABASINI VEYA BİR YAKININI ÖLDÜREN BİR ŞAHSI GÖREN KİMSENİN NE YAPACAĞI

 

Bir adam, diğer bir adamın, babasını kasden öldürüldüğünü gö­rür; öldüren de bunu inkâr eder veya öldüren adam, ölenin oğluna: "Ger­çekten onu ben öldürdüm; çünkü, o benim babamı kasden   öldürmüş­tü." yahut "O îslâm dininden döndü." der; oğlan da onun söyledikleri hakkında hiç bir şey bilmez; ölenin de ondan başka hiç bir vârisi ol­mazsa; bu durumda o oğlan için, babasını öldüreni öldürme ruhsatı vardır.

Ölenin oğlu, "babasını, o şahsın öldürdüğüne dair" beyyine ibraz eder; hâkim de babasının yerine, onu kısas yapmasına hükmederse; o zaman da, onu öldürmesine ruhsat vardır.

îki şahit şehâdette bulunarak, öldürülen adamın oğluna babasını, o adamın öldürdüğünü" söyleseler; hâkimin hükmü olmadıkça, onla­rın şehadetiyle, o adamı öldüremez. Çünkü şehâdet, hakkı gerektirmez.

Kati açığa çıkar veya maktulün.oğlu, katilin ikrarını duyar ya­hut hâkimin hükmü açıklanırsa; oğlanın katili katletmeye hakkı vardır.

îki şahit, oğlanın yanında şahitlik yaparlarsa, hâkim hükmetme-dikce, Öldürmesine ruhsat yoktur.

Katil iki şahit getirir; bunlar ölenin oğluna şehâdette bulunurlar ve "onun babasının, bu adamın babasını kasden öldürdüğünü; bunun da onun için öldürdüğünü" söylerse; şahitlerin şehâdetlerini inceleme­den, bu oğlanın, o adamı öldürmede acele etmesi uygun olmaz.

Şayet böyle olduğuna şahitlik yapan iki kişi, kazf cezası almış veya ikisi de köle yahut sözlerine güvenilir kadınlar olur; onlarla birlikte hiç bir erkek de bulunmaz veya ikisi de fâsık kişilerden olurlarsa; o zaman öldürülen zatın oğluna, babasını öldüreni öldürme ruhsatı var­dır. Bu hususu daha iyi tesbit etmesi daha hayırlı olur.

Şayet şehâdetleri caiz olan kişiler, şahitlik yaparlar; adamı öldüren de: "Benim de yanımda —bunlar gibi— şahitlerim vardır." derse; is-tihsânda, onun katlinde acele etmeyip, başka şahit getirip getiremeye­ceğini beklemek lâzımdır. Mebsât'ta da böyledir.

öldürülen adamın oğlunun yanında, iki âdil şâhet bulunur ve bunlar babasını öldüreni haber verirler veya katilin ikrar ettiğini söylerler­se, o adamı, o oğlanın öldürme hakkı yoktur.

Ancak hâkim hüküm verirse, öldürebilir.

Hâkim hüküm verdikten sonra, iki âdil şahit, onun babasını kas-Üen bir yakınının Öldürdüğünü veya irtidadı için öldürüldüğünü söyler­lerse, diyanet noktaî nazarından acele etmemek lâzımdır. Serabrf'nin Mn-fcıyt'nde de böyledir.

Bir adamın yanında, bir miktar mal olur; iki âdil şahitde, diğer fcir adama: "Bu mal, senin babanın malı idi; bu adam, onun elinden zoraki aldı. "derler; ölen adamın da o oğlandan başka bir vârisi olmaz-|sa; onların şehâdetleri sebebiyle, da'va etme hakkı vardır. Fakat haki­me karşı beyyine ibraz edipde, ondan hüküm almadan önce, o malı al­ma hakkı yoktur,

Keza diğer vârisler için de, böyle bir şehâdet üzerine, onu ta'yin edip =, beyyinesiz ve hâkimin hükmü olmaksızın, o malı aldırmak hakkı yoktur.

Eğer varisler .babalarından, o adamın zoraki aldığını açığa çıka­rırlarsa, ondan o malı almak hakları vardır.

Keza alan adam aldığını ikrar ederse, o malı ondan geri alırlar. Mcb-, Afta da böyledir.

Babasından, gasben aldığını ikrar eylediğine iki şahit şahitlik ya­parlarsa bu   durum hakim yanında tesbit edilmedikçe,  vârislerin o malı alma hakkı yoktur.

Nikaha veya köle etmeye bir şahit şehâdette bulunduktan sonra; âdil iki kişi, o kadım boşadığını ve o köleyi azad eylediğini haber verse­ler; nikah ve kölelikle şehaıdet geçersiz olur.

Kısas cezasını af da böyledir.

Hasan bin Ziyâd şöyle buyurmuştur: "Bir vâris, vârisi olduğu za­tın, birisinde alacağı olduğunu bilir; iki âdil kişi de ona, o alacağın öden­diğini haber verirlerse; bu durumda onun bilgisini üzerine yemin etme­sine ruhsat yoktur.

Keza, ölen zat ona ödendiğini söyler veya onunla beraber adıl bir kişi de bunu söyler yahut bir kadın söylerse, efdâl olan, yemin etme­mektir. Gıyâsiyye'de de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [5]

 

4- NAMAZ, TEŞBİH, KUR'AN OKUMAK, ZİKİR VE DUÂ İLE İLGİLİ MEKRUH­LAR VE KUR'AN OKURKEN SESİ YÜKSELTMEK

 

Beli kuşaklı bir hâlde namaz kılmak, mekruh değildir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, bir müslümandan elbise veya bir yaygı (seccade) satın alır, ve onun üzerinde namaz kılarsa; onun satıcısı içki içen biri olsa bi­le gerekmez. Çünkü, müslümamn zâhir-i hâli necasetten (= pislikten) kaçınmaktadır.

Bir adam, mecusi (= ateşe tapan) birisinin elbisesinde, namaz kılsa, bu namazı kerahatle birlikte caiz olur. Tatarhâniyye'de de böyledir. [6]

 

Yüz Numara Bulunan Evde Namaz

 

Çok yakın olmadıkça yüz numaranın hizasında namaz kılmak-da bir sakınca yoktur.

Aynü'l-Eimme el-KerâbîSî:'' içinde yüz numara bulunan evde namaz kılmak mekruh olmaz." demiştir. Gnnye'de de böyledir. [7]

 

Resim

 

Âlimler, gövdesiz baş resmi edinme ve onun yanımda namaz kılmanın mekruh olup olmadığında ihtilaf ettiler.

Namaz haricinde, evlerde ve elbiselerde suret bulundurmak iki ne­vidir: Bunun saygı gösterme ve büyüklemeye dönüşen nev'i mekruhtur.

Hakaret nev'ine dönüşen resimde kerahet yoktur.

Bundan dolayı, biz "Şayet resim, serilmiş yaygılar üzerinde ise mek­ruh olmaz. Eğer o yaygı yerde serili değilde dikili (yâni, duvara asılmış) ise mekruhtur." deriz. Mnhıyt'te de böyledir. [8]

 

Tesbih-Tahmid

 

Ecr-i ( = mükâfatı, sevabı) gerektiren teşbih (= sübhânallah) tahmid (= Elhamdülillah) gibi sözleri, Kur'an, hadis, fıkıh gibi şeyleri okumanın bulunduğu fısk topluluğunda istihza ve muhalefete sebep* ola­cağını bilen bir kimse bu işleri yaparsa, gerçekten o yüzden günehkâr olur.

Şayet o fısk (= günah) meclisinde bulunanları, o günâhtan geri ko­yacağını ve onların itibar edeceklerini bilirse, o zaman bu işleri yapması güzel olur.

Keza, bir kimse, dünya işlerine dalmış gafillerin teşbihle meşgul olmalarını temin niyetiyle, çarşı, pazar ve sokakta, teşbih çekmişi yal­nız başına teşbih çekmesinden çok efdâl olur. İhtiyar'da da böyledir.

Bir adam, bir tüccardan elbise almaya geldiğinde, o tüccar, elbi­seyi, Allahu Teâla'yı teşbih ederek, Peygamber (S.A.V) ve âl-i ashabı­na salât ve selâm getirerek açar ve bununla da o müşteriye elbisenin iyi­liğini bildirmek dilerse bu da mekruhtur. Mnhıyt'te de. böyledir. [9]

 

İçki İçen Ve Haram Yiyen Kimsenin Elhamdülillah Demesi

 

Bir adam içki içer ve "Elhamdülillah" derse; böyle bir yerde onun Elhamdillah demesi uygun değildir.

Bir kimse, diğer bir insandan gasben (= zoraki) aldığı bir şeyi yerken Elhamdülillah derse; Şeyhu'1-tmam İsmail Zâhid: "Bunda bir beis (- sakınca) yoktur demiştir. Fetâvayi Kadihan'da da böyledir. [10]

 

Menfaat İçin Tekbir Getirmek

 

Bir  bekçi  açıktan  "lâilâhe  lllalah"  veya  "Sallallahu  alâ Muhammed" dese günahkâr olur. Çünkü bu yüzden bir menfaat almak istemektedir.

Fakat bir âlim kişinin, bir mecliste: "sallû ale'n-Nebî" demesi ve­ya bir gazinin: "Tekbir getirin" demesi, —bekçinin hilâfına sevap olur. Fetâvâyi Köbrâ'da da böyledir.

Bir şerbetçi, şerbet sattığı kabı açarken, onun güzelliğini ve re­vaç bulmasını kasdederek, teşbih veya salavât-ı şerife okursa; veya hi-kâyecî bunları söylemekle, hikâyesini güzelleştirmeyi kasdederse; bu yüz­den günahkâr olur ve bundan men edilir.

Büyüklerden biri, bir meclise geldiği zaman teşbih veya salâtü se­lâm okuyup, bununla da, geldiğini bildirerek, insanların yer açmalarını veya ayağa kalkmalarını temin etmek isterse; günahkâr olur. Kerderî'nin Verîzi'nde de böyledir.

Bir kadı efendinin yanında, kalabalık bir cemaat bulunur ve hep birlikte teşbih ve tehlîl için seslerini yükseltirlerse, bunda bir beis yok­tur. Ancak, bunu gizli yapmaları daha efdâldir.

Şayet, insanlar AUahu Teâlâ'yı zikir, teşbih ve tehlil için topla­nırlarsa, gizli söylemeleri, —aşikâreden— daha efdâldir.

Gemi dalgaya tutulduğu zaman korku halinde veya kılıçlarla oy­naştıkları zamanda, insanların gizli zikir yapmaları yine efdâldir.

Keza, Peygamber (S.A.V) ve âl-i ashabına salâtü selam getirirken de böyle yapmaları efdâldir. Gunye'de de böyledir.

Ta'zimsiz olarak, —yalnız Allah demekten— Allahu Teâlâ diye tazimle söylemek müstehâptır. Ta'zim için, isim sıfattan sonraya bıra­kılmamalıdır. Kerderf'nin Vedzi'nde de böyledir.

Bir kimsenin Allahû Teâlâ'nın isimlerinden birisini duyunca, ona ta'zim ederek, "sübhanallah" demesi veya benzeri bir sözle tazim et­mesi gerekir.

Bir kimse Peygamber (S.A.V.)'in ismini duyarsa, o şahsın, pey­gamber (S.A.V.)'e salâtü selâm getirmesi gerekir. Şayet bir mecliste, Pey­gamber (S.A.V.) Efendimizin ismini tekrar tekrar duyarsa, bu hususta âlimler ihtilaf eylemişler; bazıları: "Her işittiğinde değil de, bir defasinden efdâldir. Okumasını bitirdikten sonra söylerse, bu efdâl olur. Eğer okumazsa birşey gerekmez. Mâltekıt'ta da böyledir.

Bakkafi'den

—Kur'an okumak mı, yoksa Peygamber (S.A.V.)*e âl ve ashabına salâtü selam getirmek mi efdâl diye soruldu:

O, şu cevabı yerdi:

—içinde namaz kılınması mekruh olan vakitlerde (güneş doğarken, batarken) peygamber (S.A.V.)'e âl ve ashabma salâtü selâm ve duâ oku­mak ve teşbih çekmek, Kur'an okumaktan efdâldir.

Selef-i şalinin bu zamanlarda Kuran okumaz, tesbihatta bulunur­lardı. Garâib'de de böyledir.

"Ba'zı sûreleri, (âyete'1-Kursî gibi âyetleri) okumak daha efdâl­dir." demek; "sevabı daha çoktur." demektir. "Çünkü kalbi uyandı­rır." denilmiştir. Bu ma'na ile bu söz doğruya çok yakındır.

"Gerçekten Kur'an okumak, diğer münzel kitapları okumaktan efdâldir." buyrulmuştur.

Efdal olan, Kur'an'ın bir kısmını, diğer kısmı üzerine, üstün tut­mamak ve asla böyle yapmamaktır.

Muhtar olan da budur. Cevâhira'l-Ahlâtrde de böyledir.

Bir adam, Kur'an okumayı murad ettiğinde, en uygun olanı ah­vâlini en güzel yapıp, güzel elbisesini giyip, sarığını faşına sarıp yönü­nü kıbleye dönmesidir. Çünkü ta'zim (= saygı) lâzımdır. Fetâvâyi Kâdi-hân'da da böyledir.

Bir kimse, bir işe başliyacaksa; eûzü okumaz; "bismi'llâhirrahmanirrahim" der.

Eğer Kur'an okuyacaksa, o zaman eûzü-besmele okur. Sırâdyye'de de böyledir,

Mahammed bin MukâriTin şöyle dediği rivayet olunmuştur. Her kim Kur'an'dan bir süre veya bir âyet okumayı murad ederse, onun "taşlanmış şeytanın şerrinden Allahû Teâlâ'ya sığınması ve onu takiben besmele okuması gerekir.

sında bir defa sâlâtu selâm okur." buyurmuşlar. Fetâvâyi kâdîhân'da da böyledir.

Bununla da fetva verilir. Gunye'de de böyledir.

Tahâvî:  "Her duyduğqnda salâtu selâm getirmesi gerekir." buyurmuştur.

Muhtar olan kavil de, Tâhâvînin kavlidir.

Şayet bir kimse, Allahu Teâlâ'nın ismini mükerren işitirse, her defasında sübhanallah veya tebârekallah diyerek tazimle anması gere­kir. Hızânetü'l-Felâvâ'da da böyledir.

Eğer, Peygamber (S.A.V.)'e, âl ve ashabına, ismini her işitme­sinde salâtü selhâm getirmezse, zimmetin de o salât borç olarak kalır.

Allahu Teâlâ'nın zikri bunun hilafmadır. Çünkü her vakit onun eda­sı muhaldir; zordur. Kazaya mahal yoktur. Peygamber (S.A.V) ve âlu ashabına salatdan bedel selâm caizdir. Garâib'de de böyledir.

Peygamber (S.A.V.), âl ve ashabından başkasına yalnız başına salât getirip "Allâhümme Salli alâ filânın" demek mekruhtur.

Şayet salatta Peygamber (S.A.V.) ile birlikte ve âl ve ashabiyle be­raber derse, "Allâhümme Salli alâ Muhammedin ve alâ âlini ve ashabi-hi." demek caizdir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Sahabe (ndvânu'Uahü Teâlâ aleyhim ecmaıyn)'dan birinin ismi­ni duyunca, (R.A. = Radıyallahu Teâlâ Anh) demek vacib değildir. Gon-ye'de de böyledir.

Peygamber (S.A.V)'in , âl ve ashabının ismini işittince (meselâ: Kur'an okurken, peygamber (S.A.V.)'in ismini okuyunca) okuyan şah­sın salavâtı şerife okuması gerekmez.

Eğer okumayı bitirdikten sonra, söylerse; işte bu güzel olur. Yenâ-bi'de de böyledir.

Bir adam, Kur'an okurken, Peygamber (S.A.V.)'İn ve âl ve as­habının ismine gelse, Kur'anı okumaya devamı, te'lif ve nazmı üzerin­de durması; Peygamber (S.A.V.), al ve ashabına salâtü selâm getirme-

Şâyet Enfal Sûresî'nin başında istiâzede bulundu ve besmelede oku­du ve Tevbe Sûresi'ne geldi ise, önceki okuduğu irtiaze ve besmele ona kifayet eder.

Elleriyle mushaflar yazıp, böylece ittifak edenlere muhalefet uygun düşmez. Şayet Enfâl Süresiyle iktifa eder; orada okumaya son verir; sonra da Tevbe Sûresi'nden yeniden başlarsa, o zaman Enfal Sûresi'ne.başla-dığı gibi, hem istiâze, hem de besmeleyi okur. Diğer sûreler de böyle­dir. Muhıyt'te de böyledir.

Ebû Ca'fer'den teavvüzün şekli soruldu: O:

—"Eûzü billahi mineşşeytânirracîm bismillâhirrahmânirrahîm." de­mek çok sevimlidir. Böylece Kur'an'a uyar.

Şayet, "eûzü billahil azîm"veya eûzü billahil semîiî alîm."derse; bu da caiz olur. Uygun olanı, teavvüzü Kur'an'a bitiştirmektir." bu­yurdu. Hâvî'de de böyledir.

Binekli ve yürüyerek Kur'an okumakda bir sakınca yoktur. Ancak Kur'an okunan yerde, pislik olmaması gerekir. Eğer varsa, orada oku­mak mekruhtur. Gönye'de de böyledir.

Hamamda Kur'an okumakda iki cihet vardır: Eğer sesli okunursa mekruhtur.

Şayet sesini çıkarmadan okursa mekruh olmaz. Muhtar olan budur.

Fakat teşbih ve tehlilde sesi yükseltmekde bir beis yoktur. Fetâvâyi Kübrâ'da da böyledir.

insanların yıkandıkları yerin haricinde, yani hamamcının otur-duğ gibi bir yerde açıktan Kur'an okumakta ihtilaf vardır:

İmâm Ebû Hanife (R.A.): "Mekruh olmaz." buyurmuştur; İmim Mu-hammed (R.A.): "Mekruh olur."demiştir.

Bu hususta, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'dan bu hususta bir rivayet gel­memiştir. Muhıyt'te de böyledir.

Hammam'da Kur'an okumak mekruhdur. Çünkü orası pislik mailidir. Yüz numarada, Kur'an okunmaz.FeÜvâyı Katihân'da da böyledir.

Yüz numarada yıkanılan yerde (= banyoda), ve hamam'da Kur'-an okunmaz.

Ancak: "Harf harf okunur ve bu da mekruhtur." denilmiştir. Cev&hbtil-Ahl&ti'de de böyledir.

Kabe'yi tavaf ederken de Kur'an okumak mekruhtur. Miiltekıt'ta da böyledir.

Bir iş yaparken açıktan Kur'an okumak doğru olmaz. Kur'an'a hürmeten, onu sokakta okumak ve lağviyat mahallinde okumak doğru değildir. Gunye'de de böyledir.

Toplantılarda dünya menfaati için Kur'an okumak mekruhtur. Allah rızâsı için okunursa, mekruh olmaz. Peygamber (S.A.V.) efendi­mizin sahabîleri, bir yere toplanınca onlardan birisine, "Kur'an'dan bir sûre okuması" emridilirdi. Garâib'de de böyledir.

Bir toplum veya bir kişi Kur'an okurken büyük kişilerden veya eşraftan birisi onların yanına girer ve Kur'an okuyan şahıs da onun için ayağa kalkarsa; âlimler: Eğer giren babası veya bir âlim yahut kendi­sinden bilgi Öğrendiği hocası ise, onun için ayağa kalkmak caizdir. Bun­ların haricinde birisi için ayağa kalkmak caiz değildir." demişlerdir. Fe­rda da böyledir.

Yanım yere koyarak kur'an okumakda bir sakınca yoktur. Fa­kat Kur'an okurken ayaklarını toplamalıdır. Mnhıyt'te de böyledir.

Başım yorgandan veya her hangi bir örtüden çıkararak, yattığı yerde Kur'an okumakda da bir beis yoktur. Çünkü o şey, elbisesi gibi olmuş olur; değilse caiz olmaz. Gunye'de de böyledir.

Kur'an'ı cüzlerden okumak caizdir. Mushaftan okumak daha se­vimlidir. Çünkü cüzler, sonradan İhdas edilmiştir.

Namazın dışında, açıkdan Kur'an okumak efdâldir. Halbuki, farz namazlardan sonra Fatihayı gizli okumak mühim bir şeydir. Onu, cemaatla birlikte açıktan okumak mekruhtur; (hoş değildir).

Kildi BsâTd-Db, böyle okumanın mekruh olmadığını ihtiyar etmiştir.

Kâdî Celâlü'd-Dîo ise: "Eğer namazın arkasında sünnet varsa, Fati­hayı açıktan okumak mekruh olur; değilse olmaz." görüşünü ihtiyar et­miştir. Tatarhaniyye'de de böyledir.

Cemaatla birlikte, Kâfirûn Sûresini sonuna kadar okumak mek-rfitur. Çünkü bu bid'attır. Sahabîden böyle bir şey nakledilmemiştir. Tabiinden de nakledilmemiştir. Muhiyt'te de böyledir.

Bir cemaat, bir araya toplanarak Fâtiha'yı açıktan okurlarsa, men edilmezler. Evlâ olanı ise, gizli okumalarıdır.

Hucendî isimli kitapta şöyle zikredilmiştir:

îmâm efendi her sabah cemaatla birlikte âyetü'l-kürsîyi, Bakara Sû-res'nin sonunu, şehidallahû..ve behzerini açıktan okumasında bir beis yoktur. Efdâl olanı gizli okumaktır.

Uyûnu'l-Cenb isimli kitapta: İmâm efendi, Fatihayı dua olarak açık­dan okursa bunda bir sakınca yoktur, denilmiştir.

Gâyetü'l-Beyân'da: "Muhtar olan budur." denilmiştir.

Fakat Hindüvânî "Bununla fetva verilmez. İmâm 0»û Hanîfe (R.A.)'den zahir olan da budur" buyurmuştur. Bahru'r-Râık'ta da budur.

Kur'an-ı Kerîm'i yüzüne okumak, ezbere okumaktan evlâdır.

Bir insan, Kur'an'ı ezberler ve sonra da unutursa; işte o günah­kâr olur.

Burada unutmanın mânası: o kimsenin Kurân'i yüzünden okuma­sının mümkün olmaması demektir.

Bir adamın yanma emânet bırakılmış olan bir rahlede Kur'an oku­ması uygun olmaz.

O şahıs, bu rahleyi gasben almış ise, bi'1-icma, onun üzerinde Kur'an okuması caiz olmaz.

Ödünç olarak alınan rahlede Kur'an okumaya gelince, eğer o, bü-lüğa erişmiş birisinin ise, onda Kur'ân okumak caiz olur. Şayet bir sa-bînin (= küçük bir çocuğun) ise onda okumak münâsib değildir.

Bir adam, bir günde Kur'an'ın tamamını okusa; diğer bir adam da beşbin defa ihlas sûresini okusa; şayet Kur'ân'ın tamamını okuyan şahıs, düzgün okuyan bir kimsç ise; bu durumda Kur'ân okumak daha efdâldir. Mahıyt'te de böyteür.

Kur'an okumamn en ef dal olan şekli, onu, ma'nasını düşüne­rek okumaktır.

"Kur'ân-ı Kerfm'i" Bir günde hatmetmek, mekruh olur denil­miştir. Kur'ân'a ta'zimen, onu üç günden daha kısa bir sürede hatmat-memelidir. Bir günde tamamını okumamn doğru olacağına da icma var­dır. Gunye'de de böyledir.

Kur'an'i hıfzetmiş (= tamamını ezberlemiş = hafız bir kimse­nin, onu kırk günde hatmetmesi mendÛptur. Bu şahsın, her gün üç hızb veya daha az okuması uygun olur. TebfSı'de de böyledir.

Senede bir defa hatmeden şahıs, Kur'an'ı terk etmiş olmaz. Km-ye'de de böyledir.

Müstehap olan, Kur'an'ı, yaz aylarmda günü, evvelinde; kış ay­larında da gecenin evvelinde hatmetmektir. Siriciyye'de de böyledir.

Hatmin arkasından, üç defa ıhlâs (= kul hüvallâhü ehad) oku­mak, ba'zı âlimlere göre güzel değilse de, çoğunluğa göre, bu güzeldir. Yalnız farz namazlarda olursa, ıhlas birden fazla olmamalıdır. Garaib'-de de böyledir.

Kur'an hatmedilidiği zaman insanların, ıhlas sûresini açıktan oku­mak için toplanmalarında bir beis yoktur. Ancak, bu durumda da biri­nin okuyup, diğerlerinin onu dinlemesi daha evlâdır. Gaaye'de de böyledir.

Bir kimsenin hatim ettiği sırada ehl-ü iyâlini, çocuklarını davet edip toplaması, —onun için-— müstehap olur. Yenlbi'de de böyledir.

Susarak dinlenilmenin terk edileceğinden dolayı, bir toplumun hepsinin birden alenî Kur'an okumaları mekruh olur. Gunye'de de böyledir.

Âlimlerin ekserisi: Bir kimsenin sesini başkalarına duyuracak kadar yükselterek Kur'an okuması mekruh değildir." buyurmuşlardır.

Bazı âlimler ise: Bu mekruh olur; helâl olmaz. Çünkü, burda fa-sıklann haline benzeyiş vardır." demişlerdir.

Bu durumda, hiç kimse sesi yükseltmekten muradın, lanın olduğu­nu zannetmesin. Çünkü lahn, hilafsız haramdır.[11]

 

Kur'an'ı Lahnile Okumak

 

Lsbft irabı, harekeyi bozup değiştirmektir.

Bir adam lahin ile Kur'an okurken onu, başka bir insan işitir ve onun yanına varıpda, doğru okumasını söyleyince ona bir yadırgama gelmeyeceğini ve o şahsın gücenmeyeceğini bilirse gidip ona doğrusunu telkin eder.

Eğer yadırgayacağım ve güceneceğini bilirse, gidip telkin etmeme-sinede ruhsat vardır.

Gerçek suki: Her iyiye söylemek kötülüğe sebeb olacaksa, onu söy­lemenin vâcipliği kalkar. KeıderTnin Verîâ'nde de böyledir.

Şayet, bir adam namazın haricinde lâhinla Kur'an okuyor ve ke­lime bozuluyor; durulmayacak yerde duruyor, durulacak yerde durmu­yorsa; bu mekruh olur. Aksi takdirde mekruh olmaz. Gsrâİb'de de böyledir.

Çulha (= bez dokuyucu), ve terzi (= elbise dikici) olan sanat­kârların okudukları Kur'an'a işleri mâni olmaz ve onların kalplerini meş­gul etmezse; —işlerini yaparken— Kur*an okumaları caiz olur. Aksi tak­dirde caiz olmaz.[12]

 

Kuran Dinlemek

 

Mektebinde, tek başına Kur'an okuyan bir şahsa uğrayan kim­selerin onu dinlemeleri vacip olur. Eğer okuyanlar çok iseler; onları din­lemek vacip olmaz.

Bir sabî ( = küçük çocuk) eviinde Kur'an okuyor ve ev halkı da işleriyle meşgul oluyarlarsa, dinlemekten ma'zur tutulurlar, (yani dinlemeseler de olur.) Eğer işilerine daha önceden başlamışlarsa bu böyle­dir. Aksi takdirde böyle olmaz.

Kur'an okunurken fıkıh okumak da böyledir.

Müderris (= va'z eden, ders okutan hoca) mescitte ders verirken başka birisi de Kur'an okuyorsa; bu durumda müderris dersini okut­masında, ma'zurdur. (Yani, o bu durumda dersini okutabilir.

Kur'an okunurken bağırmak mekruhdur. Zira riya şeytandandır.

Gerçekten sahâbîler, tabiîn ve selef-i salihîn, Kur'an okunurken ani­den bağırma, na'ra atma, çağırma ve yüksek ses çıkarmakdan şiddetle men etmişlerdir. Gunye'de de böyledir.

Abdesti olmayan bir kimsenin Kur'an'ın yapraklarını, kalemle veya bıçakla çevirerek okumasında bir beis yoktur. Garâib'de de böyledir.

Mütekeüim İsmail şöyle demiştir: Bir sabiye: "Bu Kur'an'ı al. (gö­tür veya getir)." demek caizdir. Gunye'de de böyledir.

Fetvalarda şöyle zikredilmiştir. Ebû Bekir'den soruldu.

—Fıkıh dersi veren bir kimse için, Kur'an okumak mı, yoksa ders okutmak mı efdâldir?

O, şöyle dedi:

Ebû Mufî'nin şöyle dediği rivayet edildi: "Bizim âlimlerimizin, ki-tablanna (fıkıh kitaplarına) bakmak; gecenin tamamını ibâdetle geçir­mekten efdâldir." buyurdu. Hülâsa'da da böyledir.

Fıkhı tekrar etmekte olan bir kimsenin başka birisinin okuduğu Kur'an'ı dinlemesi gerekli olmaz.

Vebeıî şöyle buyurmuştur: Bir mescitle va'z ediliyor ve Kur'an da okunuluyosa; va'zı dinlemek daha evlâdır. Gönye'de de böyledir.

Bir adam fıkıh yazıyor, onun yanmda bir başkası da açıktan Kur'­an okuyor olsa da fıkıh yazanın Kur'anı dinlemeye imkânı bulunmasa, bu durumda okuyucu günahkâr olur. Kur'anyazana bir şey gerekmez.

Bir adam, geceleyin evin üzerinde aşikâre Kur'an okursa günahkâr olur. Garâib'de de böyledir.

Bir adam, Kur'an okuduktan veya diğer virdinden sonra: "Al-lâh'u a'lemü" dese; veya virdinin sonunu bildirmek için: "sallallahu ala muhammedin ve âlihî" dese; bu mekruh olur. Gunye'de de böyledir.

 Kur'an okumak isteyen bir kimse, ona riya girer diye korksa5 bu­ n okumayı terk etmez. Muhıyt'te de böyledir. [13]

 

Dua

 

nun için

Bir adamm,dua ederken  demesi mekruhtur.

Bu mes'elede iki ibare vardır: Ma'kad ve mak'ad.

Birinci kelime akıd'dendir; İkinci ise knud'dandır. İkincisinin kera-hatinde şüphe yoktur. Allahu Teâla'ya karşı, böyle söz muhaldir.

Birincisi de öyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'dan rivayete edildiğine göre onda da, bir beis yoktur.

Fakıy'. Ebo'l-Leys'de bunu kabul eylemiştir.

Çünkü Peygamber (S.A.V.)  efendimiz    dua    ederken: buyurmuştur.

İhtiyat olan ise, böyle söylemekten kaçınmaktır. Çünkü, bu haber (hadis) haber-i vâhidddir.

Bir kimsenin, duâ ederken:" bihakkı fülânm"veya "bilhakkı en-biyâike ve evliyâike" yahut "bihakkı rusulike" veya "bihakki'I-beyti" yahut "bihakkı meş'ari'l-Harâmi" demesi mekruhtur. Çünkü, mahlu­kun, Allahu Teâlâ üzerinde bir hakkı yoktur. Tebyin'de de böyledir.

Duâ ederken: "bida'veti nebiyyike" demek caiz olur. Hnlâsa'da da böyledir.

Allah teâlâmn meali Alisi: "Allah teâlanın güzel isimleri vardır onlarla dua ediniz" âyeti gere­ğince faydalı dualar yapmaya izin verilmiştir. Muhıyt 'de de böyledir.

Duada en efdâl olan, avuç içlerini açıp, aralarım azda olsa ayır­maktır. Elin birisi diğerinin üzerine konulmaz.

Şayet özür vakti ise veya şiddetli soğuk varsa, dua eden şahıs şehâ-det parmağını kaldırır. İşte bu da el açma yerine geçer.

Duâ ederken, elleri göğüs hizasına kadar kaldırmak müstehap oîur.,Gunye'de de böyledir.

"Duadan sonra, ellerle yüzü meshetmek bir şey değildir."diyen­ler olmuşsa da pek çok âlimler buna itibar eylemişlerdir.

Sahih olan da budur. Haber de böyle vârid olmuştur. Giyâsiyye'de de böyledir.

İbnii Ebî Inırân'ın şöyle dediği nakletmiştir:

Bir adamın: demesi hoş olmaz. Fakat derse,, bu güzel olur.

Tahâvî ise: Sahih olan kavil öncekini söylemenin de caiz olması­dır."demiştir. Gunye'de de böyledir.

Ramazan ayında, Kur'an'ı hatmedince duâ etmek rnekruhdur. Fakat, bu şekilde fetva verilmez. Hızâaetül-Fetâvâ'da da böyledir.

Kur'an hatmedilince, cemâatle beraber dua eylemek mekruhtur. Çünkü, bu peygamber (S.A.V.) Efendimiz'den naklohınmamıştır.

Namaz kılan kimse dua eden kimselerle dua etmez. Uygun ola­nı, kendi namazını bitirdikten sonra, kendi kendine duasını yapar. Na­maz kılmıyorsa, o zaman dua edenlerle birlikte dua eder.

Ezbere dua okumaz; çünkü, ezbere okunan dua kalbin rikkatini gi­derir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerine:"Alîah için şu işi yapmalısın." dediğinde, onu yapmak meşru ve güzel dahi olsa; diğerinin onu, illâ da yapması gerek­mez. Kâfî'de de böyledir.

Bir adam: "Allah hakkı için...veya "Muhammed (S.A.V.) hak­kı için, şunu vermeni istiyorum." derse, hüküm bakımından onun de­diğini yapmak gerekmez. Mürüvvet bakımından güzel olanı ise, onun istediğini vermektir. Muhtar olan da budur. [14]

 

Dua Çeşitleri

 

Mnbunmeâ bin Hantfe şöyle buyurmuştur: Dört türlü dua vardır:

1-) Rağbet duası;

2-) Rehbet duası;

3-) Tazarru duası;

4-) Hufye duası.

Rağbet duasında, el içleri semaya doğru açılır.

Rehbet duasında serden kurtulmak için yardım diliyor gibi, avuç dışları yüze doğru çevrilir.

Tazarr'u duasında küçük parmakla yanındaki bağlanır; baş par­makla orta parmak halka yapılır ve şehâdet parmağı ile işaret edilir.

Gizli duayı ise kişi kalbinden yapar. Mecmûu'l-Fetâvâ'da da böyledir.

Dua eden adamın kalbi, yaptığı duadan ğâfil ise bu duanın fay­dası olmaz. Kişinin kalbine dikkat etmesi gerekir.

Şayet kalbine dikkat etmeye gücü yetmiyorsa, yine de dua yapma­sı, duayı terk etmesinden efdâldir. Fetfiy&yi Kâdihân'da da böyledir.

Bir kimsenin eserde vâki olan bir duayı, onu camaata öğretmek maksadı ile açık'tan yapmasında bir sakınca yoktur. Cemaat, onu öğ­renince, onların da açıktan dua etmesi, mekruh olur. Kerdeıî'nin Verîzi'-nde de böyledir.

Eserde vâki olan dua, minberde yapılırsa, cemaat da birlikte dua yapar. Bu, cemaata öğretmek için yapılmışsa böyledir. Şayet cemaata öğretmek için olmazsa, böyle, yapmak da mekruhtur. Zehıyre'de de böyledir. [15]

 

Tekbir Getirmek

 

Teşrik günlerinin (= kurban bayramı arefesi sabahından itiba­ren, bayramın dördüncü günü ikindi namazının arkasına kadar yirmi üç vakit) haricinde aşikâre tekbir getirmek sünnet değildir. Ancak, düş­man ve hırsızlarla, karşılaşınca ve buna kıyâsla korku, yangın gibi hal­lerde tekbir getirebilir. Guye'de de böyledir.

Fakıyh Ebû Ca'fer'den soruldu:

—Bir topluluk vird kıraati okuduktan sonra, açıkdan tekbir alırsa ne olur?

O, şu cevabı verdi:

Bununla şükür murad ediyorlarsa, bunda bir beis yoktur. Eğer, na­mazdan sonra, namazın eseri olarak söylüyorlarsa, işte bu mekruhtur ve bid'attır. Düşman karşısında tekbir getiriyorlar, bununla da kuvvet­lerini açıklıyor ve karşı tarafı korkutmak irâde ediyorlarsa; bu mekruh olmaz. Korku mahalli olmayan mescitlerde, tekbir alıyorlarsa işte bu da mekruhdur.

Fakıyh Ebû Ca'fer şöyle demiştir: Hocam Ebû Bekir'in şöyle dediğini işittim:

İbrahim'den teşrik günlerinin tekbirleri sokaklarda cehren okunur mu? diye soruldu. O, şu cevabı verdi: "Bu bez dokuyucuların tekbiri olur."

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Bu caizdir." buyurmuştur.

Fakıyh'de: "Ben, onları men eylemem." demiştir. Muhıyt'te de böyledir.

Allah'ın rızâsını dileyerek, vaiz meclisinde oturmakda, bir sakınca yoktur. Kerderî'nin Vecîzi'nde de böyledir. [16]

 

Vaizin Bir Şey İstemesi

 

Vaizin, insanlardan kendi nefsi için bir şey istemesi helâl olmaz. Çünkü, böyle yaparsa, ilim sebebiyle dünya menfaati kazanmış olur. Hulâsa'dan naklen Taterhâniyye'de de böyledir.

Kur'an ve va'z dinlerken sesi yükseltmek mekruhtur. Bir kimse, bunları vecd ve muhabbet iddiasıyla yapıyorsa, onun aslı yoktur.

Süffiyye taifesi, seslerini yükseltmekten ve elbiselerini yırtmak­tan men edilirler. Sıraciyye'de de böyledir. [17]

 

Kâfirin Duası

 

"Bir kâfir dua ederse, duası kabul olur." demek caiz midir? Semerkant ÂHmleri'nin fetvtian'nda, şöyle buyrulmuştur:

Âlimler, bu hususda ihtilâf eylemişlerdir: Onlardan bazıları (ki bi­risi, Ebû-Hasan er-Rürfağfea'î dir.) "Caiz olmaz." buyurmuş; bazılarıda (onlardan birisi Ebûl-Kâam d-Hâkim, birisi de Ebû Nasr ed-Debbûsî'dir.), "Caiz olur." demişlerdir.

SsdnTş-Şehîd: "Sahih olanı budur." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Ecnâs isimli kitapda, İmâm'dan naklen: "Cin için sevab yoktur" denilmiştir. Kerderî'nin Vecîzi'nde de böyledir. [18]

 

Ölü İçin Cenaze Namazı Esnasında Dua

 

Bir cemaat, namaz için toplandıktan sonra, bunlardan birisinin ayağa kalkarak, ölü için duâ eylemesi mekruhtur ve sesini yükseltmesi de mekruhtur.

Keza, cenazenin yanında ölen şahsı ifrat derecesinde öğmek cahiliye adetidir.

Ölenin haline uygun övgü mekruh olmaz. Mekruh olan haddini te-cavaz etmektir ve onda olmayan vasfı söylemektir.Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimsenin Ölen bir şahıs için sadaka vermesi ve ona duâ etme­si caizdir. Bunun sevabı, ölen zata ulaşır. Hızânetü'l-Fetâvâ'da da böyledir.

Her şeyin en doğrusunu, ancak Allahu Teâlâ bilir. [19]

 

Ölüye Ve Ölü Adına Sadaka

 

Bir kimsenin, ölen bir şahıs için sadaka vermesi ve ona duâ et­mesi caizdir, bunun sevabı, ölen zata ulaşır.HızâneuVl-Fetâ>â'da da böyledir.

Her şeyin en doğrusunu, ancak Allahu Teâlâ bilir. [20]

 

5- MESCİD, KIBLE, MUSHAF, PARA VE KAĞIT ÜZERİNE KUR'AN'DAN BİR ŞEY VEYA ALLAHU TEÂLÂ'NIN İSİMLERİNDEN BİRİNİ YAZMANIN ÂDABI

 

Mescid

 

Her hangi bir mescidi, kireçle ve saçla tezyin etmenin bir sakın­cası yoktur.

Altın suyu ile süslemenin de sakıncası yoktur. Ancak, bunları fukaraya sarfetmek daha efdâldir. Siraciyye'de de böyledir.                 

Fetva bunun Üzerindedir. Muzmarat ve Muhıyt'te de böyledir.

Binasının sağlam olması için mescidi kireçle yapmak güzel olur. Muhtar Şerhi İhtiyarda da böyledir.

Bazı âlimlerimiz, mihrap üzerine nakış yapmayı ve kıble ciheti­nin duvarına nakış yapmayı (- süslemeyi) kerih görmüşler (= hoş görmemişler)'dir.

Çünkü, bunlar namaz kılan şahsın kalbini meşgul eder.

Fakıyta Ebû Cl'fer'de, Siyer-i Kebîr Şerhı'nde: Mescid dıvarını süslemek, —ister az, ister çok olsun— mekruhtur. Fakat, tavanını az süslemeye ruhsat vardır; çoğuna ise, yoktur." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Siyah üzerine beyaz veya bunun aksi bir şekilde» tezyinat yap­makta bir beis yoktur.

Bu, bir kimsenin zîneti şahsî malından yapması hâlinde böyledir.

Vakıf malından yaparsa, onu zayi ettiğinden, böyle yapması güzel değildir. Muhtar Şerhi İhtiyar'da da böyledir.

Necis (= pis) su ile yapılmış kerpiçten mescid yapmak veya böy­le bir çamurla sıva yapmak mekruhtur.

İçinde gübre karışmış olan toprağı çamur yapmak böyle değildir. Çünkü bunda o olmayınca toprak elde edilmiyorsa zaruret vardır. Sirâ-ciyye'de de böyledir.

Ber kimsenin şahsî malından, bir mescidin tavanım altın veya gü­müş ile süslemesinde ve nakış yaptırmasında bir beis yoktur. Fetâvâyi Kâ-dihân'da da böyledir. [21]

 

Kıble Tarafı

 

îki ayağı uykuda veya uyanık halinde Ka'be cihetine uzatmak mekruhtur. Şeriat kitaplarına karşı ayak uzatmak da böyledir. Karısı ile cima ederken de, Ka'be istikametine ayak uzatmak böyledir. Serah-sı'nin Muhıyt'nde de böyledir.

Mescidin kıble tarafına tuvalet yapmak da mekruhtur. Sirâciyye'-de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Ben, mescidin kıble cihetine, tuvalet, hamam, kabristanlık yapma­yı hoş görmüyorum."

Âlimler, İmâm'ın bu kavlinin mânası hakkında görüşlerini beyan ederek, şöyle demişlerdir:

İmâm, bu sözüyle hamamın dıvarmı kasdeylemedi; ancak, hama­mın sıcak pis suyunun kıble tarafında olmamasını, namazda pisliğe karşı dönülmemesini kasdeyledi. Yoksa, hamamın dıvarının, kıble tarafında olması, necasete karşı dönmek olmaz; taşa toprağa karşı dönmek olur."

Keza "tuvalete karsı olmasını sevmiyorum." demesi; bizzat tuva­letin olmasını sevmiyorum." demek mânâsına derken; bir kısmı âlim­ler de "tuvaletin dıvarmı kasdeyledi." buyurmuşlar.

Kabristan hakkında da görüş beyan etmişler ve bazıları: "Yahudi­lere benzememek içindir." derken; bazıları da: "Kabirde, ölülerin kemikleri olur; onlar da necistir. İmâm onun için böyle buyurmuştur." demişlerdir.

Bunların tamamı, namaz kılanla, bu yerlerin arasında duvar veya bir sütre yoksa o zaman mekruh olur; eğer arada duvar varsa, mekruh olmaz; duvar arayı fasleder (= açar).

Fakat namaz kılan adamla, bu yerlerin arasında bir sütre bulun­maz ise, işte o zaman mekruh olur. Yoksa namaz kılınan yerlerin duva­rı olunca, mekruh olmaz. Muhıyt'te de böyledir.

Âlimlerimiz: "Avret yerlerini, güneşe ve aya karşı çevirmek mek­ruhtur demişlerdir. Serahsî'nin Muhıyt'nde de böyledir.

Kâbeyi hedef alarak, bir şey atmak mekruhtur.  Sirâciyye'de adı yazılı olan yüzüğün mühürü yanında iken onunla birlikte tuvalete

Bayram ve cenaze namazı kılınan, namazgahları hedef ittihaz et­mek caizdir. Gunye'de de böyledir.

Her müslümanın, evinde namaz kılacak bir yer yapması müste-hapdır. Ancak bu yer mescid hükmünü almaz. Çünkü mülkiyeti sahibi­ne aittir; isteyince satabilir. Muhıyt'te de böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur: Bir yer, gasben ( = zoraki) alınır da, o yere mescid, hamam, veya dükkan yapılırsa; o mes­citte namaz kılmakta, o hamamda yıkanmakta, o dükkandan alışveriş yapmakta bir beis (= sakınca) yoktur.

Yalnız böyle bir yer icarlanmaz.

Bir ev, gasbedilip mescid yapılırsa, o evde namaz kılma ruhsatı yok­tur. Oraya girme izni de yoktur.

Gasbediîen ev, toplantı yeri yapılsa, yine oraya gidilmez, gasbedi-len ev, yıkılıp yol yapılsa, ordan geçilmez. Muzmarât'ta da böyledir.

Hiç kimsenin oturmadığı, tenha (boş) bir yere bir adam bir mes­cit yaptığında, ona uğrayan çok az olursa; buraya mescit yapma ihtiya­cı olmadığından, o, mescit olmaz. Garâib'de de böyledir.

Bİr adamın oturduğu yerden, mescide girecek bir yer olsa, eğer bu şahıs o mescidin imamı ise, o kapıdan girmesinde bir beis yoktur. Gunye'de de böyledir.

Mescide vakf edilmiş olan bir evde, müezzin oturabilir. Garâib'de de böyledir.

Müderrisin oturduğu yer, kendi evi veya icar olur; evin divan da mescide bitişik bulunursa, mescide bir kapı açabilir mi? Ve, o kapıyı, müderris kendi nefsi için satın alabilir mi?

Âlimler: "Hayır her ne kadar, tazminatı kabul etse bile yinede ol­maz demişlerdir. Cevâhiru'l-AhlâÖ'de de böyledir.

Mescit için, temizleme aleti kullanılıyorsa, böyle mescitlerde ders okutmak caizdir. Gunye'de de böyledir.

Hucendî'den soruldu:

—Kayyumun (= mescid hizmetine bakan şahsın mescidin Önünde mubah olan bir şeyi satması doğru olur mu? İmâm şu cevabı verdi:

—Mescidin menfaatına ise evet; kendi şahsına ise veya kârı imama ise hayır.

Kayyumun mescidin önüne oturacak sandalya veya berberi bir şey koyup da bunlardan icar alması da böyledir. "Bize göre, kârını istediği yere sarf eder." diyenler de olmuştur. Yetime ve Tatarhâniyye'de de böyledir.

Eserü's-Salât isimli kitab'da şöyle zikredilmiştir: Ben, İmâm Muhammed (R.A.)'den sordum:

—Mescid için yapılmış dükkan ile mescidin arasında bir yol bulun­duğunda o dükkandan imâma uyarak namaz kılınsa, mescidin ecri ve­rilir mi?

İmâm ^öyle buyurdu:

—"Evet, verilir." Zemyre'de de böyledir.

Mahalle halkı mescidi taksim ederek aralarına duvar çekseler; her birisinin imamı ayrı, müezzinleri ise bir olsa bunda bir beis yoktur. Ev­lâ olanı ise, her taifenin birer müezzini olmasıdır. Rüknü VSabbaği buyur­muş ki, zikir ve ders için mescidi paylaşsalar doğru olmaz. Çünkü yapı­lışı onun için değildir buna rağmen yapılan zikir ve derste caizdir.

Bürhami'd-Dîn'den sorulmuş:

—Bir dükkan, İmâma vakf edilmiştir, o imam da üç ay kaybolmuş ve yerine, başka bir imâm tâyin eylemişler; sonra da önceki imam çıka-gelmiş, kaybolan imama, o üç aylığının karşılığı, olarak o dükkanın icarı verilir mi?

İmâm, buyurmuş ki:

—Caiz olur. Veya bu kira, onun emriyle yerine tâyin edilen imama verilir.

Fakat en doğru yol, kirayı tasadduk eylemektir. Tatarhâniyye'de ve Fetâvâyi Âhû'da böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den sorulmuş:

—î'tikâfa giren zat kân aldırmak, hacamat yaptırmak gibi, bir ih­tiyaç zamanı, mescitten çıkabilir mi? İmâm şöyle buyurmuştur: —"Hayır".

LeâB isimli kitapda şöyle zikredilmiştir:

Mescitte, mu'tekifin yellenip yellenmemesinde ihtilaf edilmiştir: Bazı âlimler: "bir beis yoktur." demişler; bazılanda: "ihtiyaç hissedince, çı­kar." buyurmuşlardır.

Doğru olanı da budur. Tîmurtâsî'de de böyledir.

Sahih olan iki kavle göre, mescide abdestsiz girilebilir. Mütekifin haricinde, mescitte yemek yemek ve uyumak mekruhtur. Bunlan yapmak isteyen şahıs için uygun olan, itikâfa niyet ederek

mescide girmektir. Ve bu şahıs, niyeti miktarı mescitte Allahu Teâlâ'yı zikreder veya namaz kılar. Sonra da dilediğini yapar. Siraciyye'de de böyledir.

Garib (= yolcu, yabancı) olan bir kimsenin mescitte uyumasın­da bir sakınca yoktur. Mezhebde sahih olan budur. En güzeli, imkân ölçüsünde uyumamaktır. Hızânetü'l-Fetâvâ'da da böyledir.

Mescitte toplanmış olan ot ile ayağı silmekte bir beis yoktur. Şemsü'l-Eimme Halvânî Şerhu KitabuVSalât'ta, şöyle buyurmuştur:

'Zamanımızda mescitlere konulan, kamıştan yapılmış hasırlara ayak siliyorlar; işte bu imamlara göre mekruhtur." Mumyt'te de böyledir.

Mihrabın içi, mescid hükmündedir. Garaib'de de böyledir.

Şayet mescitte kırlangıç yarasa kuşu^uvası bulunur ve onlar mesJ cide pislik yaparlar; içerde yavruları da olursa, onların yuvalarını dışan atmakta bir beis yoktur. Miiltekıt'ta da böyledir.

Salâtü'l-CeUabî isimli kitapda ^öyle zikredilmiştir:

Bir mescidin iki tarafında kapı bulunduğunda, o mescid yol yapı­larak bu kapıların birinden girilip diğerinden çıkılmaz. Tûnurtâşî'de de böyledir.

Mescide ayakkabı ile girmek mekruhtur. Sirâciyye'de de böyledir.

Bir mescid için toplanan toprağa hürmet etmek gerekmez. Mes­cide serildiği zaman, bu toprak hürmete şayan olur.

Bir adama, yolda şiddetli soğuk dokunur ve bir mescide girer; mescitte de, başkasının odunu ile mescide âit odun bulunur; onu yak­mayınca da ölüm koncusu olursa; bu durumda, mescidin odununu yak­mak, başkasına âit odunu yakmaktan evlâdır.

Umûmun fitnesinden korkulduğu için, camiye hububat ve ev eş­yası koymak caizdir. Gunye'de de böyledir.

Bir adam mescitde hamail satar veya Tevrat'tan, incil'den Kür'-an'dan âyetler yazar ve ona karşılık mal alır ve: Bana hediye ver." der­se, o şahsın böyle yapması caiz olmaz. Kübrâ'da da böyledir.

Mescidde dünya işlerinin tamamım yapmak mekruhtur. Şayet bir muallim veya bir istidacı, mescide oturur ve muallim kendi hesabına öğ­rense, İstidacı da kendi nefsi için yazı yazsa, bunda bir beis yoktur. Çün­kü, bu bir kurbettir. (= yakınlıktır.)

Eğer bu işleri kendilerine ücret almak için yaparlarsa, bu mekruh­tur. Zaruret hâli ise, müstesnadır. Serahsî'nin Mahıyt'nde de böyledir.

Mescitte nikâh yapmak müstehapdır. Zahirü'd-Dîn buna muhale­fet etmiştir.

Vücûdunda necaset bulunan kimse de mescide giremez. Hızânetü'l-Müftin'de de böyledir.

Gelip geçmek üzere mescide giren bir kimse, mescidin ortasında buna nadim olursa, kasdeylediği kapıdan değil, başkasından çıkar.

Bazı âlimler ise: "Bu şahıs, o mescitte namaz kılar; sonra da dile­diği kapıdan çıkar." demişlerdir.

Mecdü'l Eimme Tercümanı şöyle buyurmuştur:

"Eğer abdessiz ise, tekrar girdiği kapıdan geri çıkar." Gunye'de de böyledir.

Halkın gölgesinden faydalanması için mescide ağaç dikilir ve bu ağaç insanları daraltmaz; safları dağıtmaz ise, bunda bir sakınca yoktur.

Şayet, bu ağaç yaprağından, meyvesinden faydalanmak için dikilmişse veya safları dağıtacaksa, o zaman mescide ağaç, dikmek mekruh olur. Garaib'de de böyledir. [22]

 

Fazilet Yönünden Mescidlerin Sıralanması

 

1-) Mescitlerin en muhteremi Harem-i Şerif (= Ka'be'dir;

2-) Sonra, Medine Mescidi'dir.

3-) Sonra, Mesrîd-i Makdes'dir. ( Kudüs'te)

4-) Sonra, mahalle mescidi'dir.

5-) Sonra da yol mescidi'dir. Yol mescidi rütbe bakımında, en ha­fif olanıdır. Hatta böyle bir mescitte, —belirli bir imâmı ve belirli bir müezzini olmadıkça— itikâfa da girilmez.

6-) En sonrada evlerin mescîdleri'dir. Çünkü, buralarda da kadın­lardan başkaları itikâfa giremez, Guoye'de de böyledir: [23]

 

Mescide Hürmet Bakımında Görevlerimiz

 

Fafcıyh, Tenbih isimli kitabında şöyle buyurmuştur: Mescide hürmet, şu on beş şeyle olur:

1-) Mescide girince, şayet halk ders veya zikir ile meşgul olmadan oturuyor ise selâm vermek.

Eğer mescitte kimse yoksa veya halk namazda ise, o zaman: Rabbımızınselâmı, bizim ve Allahu Teâla'nm bütün iyi kullarının Üzerine olsun." denilir.

2-) Oturmadan önce iki rek'at namaz kılmak.

3-) Mescitte bir şey alıp satmamak.

4-) Mescitte kılıç çekmemek.

5-) Mescitte bir şey bulmayı istememek.

6-) Allahu Teâlâ'nın zikrinin dışında, sesi yükseltmemek.

7-) Mescitte dünya kelamı konuşmamak, insanların omuzlarından atlayarak, ileri veya geri gitmemek.

9-) Yer hususunda kimse ile nizah yapmamak.

10-) Saflarda insanları daraltmamaktır.

11-) Namaz kılan şahsın önünü geçmemek.

12-) Mescide tükürmemek.

13-) Mescitte parmakları çıtlatmamak.

14-) Mescidi pislikten, küçük çocuklardan, delilerden ve had ce­zaları yapmaktan uzak tutmak.

15-) Allahu Teâla'yı mescitte çok zikretmektir. Garâib'de de böyledir. [24]

 

Mescidde Konuşmak

 

Konuşmak için, mescidde oturmak mubah değildir. Çünkü mes-cid, dünya işleri için yapılmamıştır.

Bu, bi'Uttifak böyledir. Hızânetii'l-Fıkh'da da böyledir.

Hızânetö'1-Fıkh kitabında şöyle zikredilmiştir:

Mescidde, mubah olan dünya kelâmı konuşmanın haramlığına da­ir bir delil yoktur.

Mubah olmayan sözler ise konuşulmaz.

Saiâtü'l-Cenâbî isimli kitabda da: "Dünya kelâmından, mübâh olan­ları, mescitte konuşmak caiz olur. En evlâ olanı ise, zikirle meşgul ol­maktır." buyurmuştur. Tlmariâşî'de de böyledir.

Mescid dar ise, namaz kılan şahıs, diğeri her ne kadar zikrile, ders yapmakla, Kur'an okumakla veya itikatla meşgul olsa bile, onu yerinden oynatır ve namazım kılar.

Keza, mahalle halkı namaz kılacaksa ve mescid de dar ise; namazda olmayan şahıslan, mescidde durmaktan men edebilirler. Gnnye'de de böyledir.

Bil-umum mescitlerin üzerine çıkmak mekruhtur.

Bundan dolayı, sıcak her ne kadar şiddetli de olsa, cemaatla, mes­cidin üzerine çıkıp namaz kılmak mekruhtur.

Yalnız, mescid dar olursa, işte o zaman, zaruretten dolayı mesci­din üzerine çıkmak mekruh olmaz. Garâib'de de böyledir. [25]

 

Minare

 

Mescidin minaresini yaptırmaya gelince, ihtiyaç olur ve sesi ce­maata duyurmak için, vakfın gelirinden minare yaptınlırsa, bunda bir beis yoktur.

Şayet ihtiyaç yoksa, yani mescid ehlinin tamamı, ezan sesini mina­resinden duyuyorsa, o zaman minare yaptırmak caiz olmaz. Timurtâşî'-de de böyledir.

Kayyûmun, direklere asmak için, seccade satın alması caiz olmaz. Ancak bunların üzerinde namaz kılınırsa, caiz olur.

Bunları, başka mescitlere ödünç vermek de caiz değildir.

Bu, vakfeden şahsın hâlinin bilinmediği zaman böyledir.

Fakat vakfe den şahıs, "onların direklere takılmasını" veya "mes­cidin içinde ders okunmasını" emretmiş ve ders için bina yapmış yahut mescitlerin direklerine, böyle namazlık asılmak cereyan eden âdetten ise, —o zaman, kayyûmun ihtiyaca binaen onları satın almasında bir beis yoktur. Onun alması halinde, bedelini tazmin etmesi gerekmez. Gunye'-de de böyledir.

Mescidin lambasıyla ders yapmak caiz olur mu?

Bu hususta cevap: "Şayet o lamba (= ışık vasıtası, namaz kılmak için konulmiş ise, bunda bir sakınca yoktur.

Eğer namaz için konulmadı da, meselâ: "namazdan çıkınca, gece­nin üçte birine kadar yansın" diye konuldu ise, bunda da bir sakınca yoktur.

Eğer ders yapan şahıs, gecenin üçte birinden daha fazla kalacaksa, o zaman, bu ışıktan faydalanmaya hakkı yoktur. Muanarât'da da böyledir.

Bir talebenin, mescidin bir şeyini alâmet olsun diye kitabının içi­ne koyması muafdır. Gunye'de de böyledir. [26]

 

Üzerinde "Allah" İsmi Yazılı Olan Kağıt

 

îster iç tarafında, isterse dış tarafında olsun Allahu Teâlâ'nın is­mi yazılı bulunan kağıdı, bir şeyde kullanmak mekruhtur. Üzerinde Al­lah ismi yazılı cüzdanı kullanmak bunun hilafınadır; yani böyle bir cüz­danı kullanmakta kerâhat yokdur. Mültekıl'ta da böyledir.

Bir adam, Allahu Tealâ'nın ismini bir kağıda yazar ve oturduğu serginin altına koyup onun üzerine oturursa bu mekruh olur.

Bu durumda "mekruh olmaz. da denilmiştir. Görülmüyor muki, bu yazı eve konulsa, o evin üzerinde yatmak ve uyumakta bir sakınca yoktur. Muhıyt'te de böyledir. [27]

 

Üzerinde Fıkıh Ve Kelâm Yazılı Olan Kağıt

 

İçinde fıkıh, kelâm yazılı olan bir kağıda, bir şeyi sarmak caiz değildir; en iyisi, böyle bir iş yapmamaktır.

Tıb yazılı olan bir kağıda bir şey sarmak caizdir. İçinde ister Allahu Teâlâ'nın ister Hz. peygamberin (S.A.V.)*in adı yazılı olsun; bir şeyle, o isimleri silmekte caizdir. Gunye'de de böyledir.

Üzerinde Kur'an yazılı bir levhayı, bozup, silip onu dünya işle­rinde kullanmak caizdir.

Allahu Tealâ'nın ismini, tükrükle silmek hakkında, yasaklik vârid olmuştur. Garâîb'de böyledir.

Bazı yazıları, tükrük ile silmek caizdir. Gonye'de de böyledir.

Ebû Hamid'den sorulmuş:

—Üzerinde haberler (= hadisler) yazılı kağıtları, defterciler defter yüzü olarak kullanıyorlar ne dersiniz? o, şu cevabı vermiş: —Eğer o defterlerde, Kur'an, fıkıh, tefsir yazılmış ise, bunda bir beis yoktur. Fakat, bu defter edeb, nücûm kitaplarında kullanıyorlarsa bövîe yapmaları onlar için hoş bir şey olmaz, garaib'de de böyledir. [28]

 

Kağıda El Silmek

 

Hâkim, İmâm'dan hikâye ederek şöyle buyurmuştur: Gerçekten İmâm, Velime yemeklerinde kağıtlarla el silmeyi kerih gö­rür ve insanları öyle yapmaktan şiddetle ve beliğ bir şekilde men etmeye çalışırdı. Muhıyt'te de böyledir.[29]

 

Kitabı Baş Altına Koymak

 

Bir talebenin yanında, sahtiyandan yapılmış çantasının içinde Peygamber (S.A.V.)'in hadisleri veya İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin fıkıh kitapları veya başka fıkıh kitapları bulunur; bu talebe de, o çantayı ba­şının altına yasdık olarak korsa; eğer maksadı onu muhafaza ise, böyle yapması mekruh olmaz.

Şayet böyle bir maksadı yoksa, böyle yapması mekruh olur. Zehıy-re'de de böyledir.

İçinde haberler (hadisler) bulunan şeyi de, yastık yapmak, — onu korumak için olmazsa— mekruh olur. MüHekıt'ta da böyledir.

Bir kimse mushafı, yolculuk esnasında, korumak kasdiyle, başı­nın altına korsa, bunda bir sakınca yoktur. Ancak bu niyetle olmaz ise, böyle yapılması mekruhtur. Hızanetü'l-Fetâvâdâ'da da böyledir. [30]

 

Evde Bulunan Kur'an

 

Bir kimsenin örtülü olan Kur'an'ın bulunduğu evde, karısıyla cima yapması caizdir. Gunye 'de de böyledir.

Bir adamın evinde Kur'an olduğu hâlde, onu okumasa; âlimler: "Eğer onu, hayır ve bereket olsun niyetiyle tutuyorsa günahkar olmaz. Belki de sevap kazanır." demişlerdir. Fetâvlyi Kâdihân'da da böyledir. [31]

 

Kur'an'ın Taşınması

 

Bir kimse Kur'an-ı Kerîm veya şeriat kitaplarını yüklediği bir hay­vanın üzerine binse, bu mekruh olmaz. Muhiyl'te de böyledir. [32]

 

Kur'an'ın Bulunduğu Tarafa Ayak Uzatmak

 

Mushafın(= Kur'an'ın) bulunduğu tarafa ayaklan uzatmak, eğer aynı hizada değilse, mekruh olmaz.

Keza Kur'an çivide asılı olduğunda, bir kimse, o istikamete ayak­larını uzatsa; bu mekruh olmaz, Garaib'de de böyledir,

Bir adamın heybesinde, üzerinde Kur'andan birşeyler yazılı dir­hemleri veya heğbede, Fıkıh tefsir veya Kur'an kitapları bulunsa; onla­rı korumak kasdiyle üzerine yatmasında bir beis yoktur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, ayağını Kur'an'ın üzerine koysa, —şayet onu hafif gör­me niyetiyle koyarsa— kâfir olur. Garâib'de de böyledir. [33]

 

Paraların Üzerine Allah Adının Yazılması

 

Dirhemlerin üzerine, Allah'ın ismini yazmakta sakınca yoktur. Çünkü, onun sahibinin kasdı bir alâmettir; yoksa sehviyat değildir, Cevâhiru'l-Ablâtf'de de böyledir.

Bir kimsenin yüksüğünün üzerine, kendi adını veya Allah'u Te-âlâ'nın adını yahut (JaG11 ı^j *"'i^r-*-)  veya (-Aiitft^)     yazsa, işte bunda da bir beis yoktur.

Taharet üzere olmayan bir kimsenin, üzerinde Allah'ın ismi bu­lunan bir parayı eline alması mekruhtur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

İbnü Semâa'nin Nevâdiri'nde şöyle zikredilmiştir:

Abdesü olmayan kimsenin, yanında, üzerinde Allahu Teâlâ'nın is­mi yazılı para bulunmasında bir beis yoktur. Hârî'de de böyledir. [34]

 

Üzerinde Kitap Bulunan Şahsın Helaya Çıkması

 

Fakıyh Ebû Ca'fer'den soruldu.

—Koynunda kitap olan bir kimse bevletmek (= idrar etmek) için otursa, bu mekruh olur mu?

İmam şu cevabı verdi:

—Eğer kitapla birlikte tuvalete girerse, mekruh olur. Eğer, temiz bir yere sadece bevledecekse, mekruh olmaz.

Buna binâen, cebinde dirhemleri bulunan ve onlarda da Hz. Al­lah'ın adı yazılı olan, veya üzerinde Kur'an'dan bir şey veya Allah'ın adı yazılı olan yüzüğün mühürü yanında iken onunla birlikte tuvalete gireri bir kimsenin, böyle yapması mekruh olur.

Şayet yalnız bevl edecekse yeri de temiz olursa, mekruh olmaz. Mu-hiyt'te de böyledir. [35]

 

Duvara Ve Bazı Eşyalar Üzerine Kur'an Yazmak

 

Kur'an, duvar üzerine yazıldığında, bazı âlimler: "Caiz olması umulur." buyurmuşlar; bazıları da; buralara yazılacak Kur'an'ın insan­ların ayak altına düşeceği korkusuyla, "böyle yapmak, mekruh olur."-buyurmuşlardır.

Yaygı ve sergiler üzerine Kur'an yazmak mekruhtur. Garâib'de de böyledir.

Yaygı ve seccade üzerine (& iUiı) yazılmış olsa, onu serip üzerine oturmak mekruhtur.

Buna göre âlimler şöyle buyurmuşlardır:

O harflerden, bir harf koparılır veya ipliği sökülür ve o sergi ve sec­cade üzerinde yazılı olan yazıdan da kelimeler birbirinden ayrılırsa, ke-râhat yine de sakıt olmaz. (= düşmez)

Keza, sergi ve seccade üzerinde (mülk başkasının değildir) yazılı olduğunda, yalnız elif ve yalnız lâ harfleri kat edilse (kesilse) yine de kerâhattan hâli olmaz. Kiibrâ'da da böyledir.

Bir adam, fir'avmn veya Ebû cehlin adım yazıp garaz olsun diye, yere atsa; bu mekruh olur. Çünkü, o harfler için hürmet vardır. Si-râciyye'de de böyledir. [36]

 

Kuran Nasıl Yazılmalı?

 

Hasan bin Ziyâd, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den rivayet ederek, şöyle buyurmuştur.

Gerçekten İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), Kur'an'ı küçük yapmayı ve harf­lerini ince kalemle yazmayı kerih görürdü. Bu, aynı zamanda, İmâm Ebö Yûsuf (R.A.)'unda kavlidir.

Hasan bin Ziyâd: "Biz, bunu kabul ederiz." demiştir.

Bu kerâhat, tenzîhiyedir; günâh değildir.

Uygun olan, Kur'an yazmak isteyen kimsenin, onu en güzel yazı ile yazması ve en güzel, beyaz ve kalın kağıda en güzel boya ile yazma­sı; satırların arasım açması, harfleri büyükçe yazması ve Kur'an'dan ol­mayan şeylerden, onu tecrid etmesidir. Kur'an yazan şahıs on âyette bir işaret ve âyetlerin sayısı, vakf alâmetleri koymamalı; İmâm Osman bin Af-fan (R.A.)'ın mushafi gibi, kelimelerinin intizamını korumalıdır. Gun-ye'de de böyledir.

Ta'şır demek, bir alâmetle her on âyetin aralarım öğrenmek de­mektir. "Kur'anda, Altıyüz yirmi üç, defa on âyet vardır.'* denilir Sırâcü'l-Vebhâc'da da böyledir.

Sûrelerin adını, âyetlerin adedini yazmada bir beis yoktur. Bu her ne kadar sonradan meydana gelmişse de, bid'at—ı hasenedir. Çok şey varki, bid'at-ı hasenedir. Çok şey de vardır ki, zaman v mekanın değişmesiyle değişir. Cevâhirû'l-Ahlâtf'de de böyledir.

Ebü'l-Hasan şöyle buyurmuştur.

Sûrelerin evvellerini (başlarını) ayırmak için ffj\ c£j\ 4İ!i p~* yaz mak gibi, sûrelerin tercümelerine de besmele yazmakta bir beis yoktur Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Kur'an'ı, altın veya gümüşle yaldızlamakda bir sakınca yoktur İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) bunları hep kerih görmüşlerdir.

Âlimler İmâm Muhammed'in kavlinin ne olduğu hususunda ihtilaf ey­lemişlerdir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir. [37]

 

Kâfir Kur'an'a Dokunamaz

 

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): Hidayeti ümid edilen bir nasranî, Kur'­an'a el süremez." buyurmuştur.

Eğer Gusleder, sonra da Kur'an'a el sürerse, bunda bir beis yok­tur. Mühekıt'ta da böyledir. [38]

 

Eskiyen, Yıpranan Kuranı Kerimler

 

Bir Kur'an-i Kerîm eskir, yırtılır, okunmaz hâle gelir ve onun zayi olmasından korkulursa; temiz bir beze sarılıp, üzerine necaset atılma­yacak, ayak basmayacak temiz bir yere defnedilir.

Ve onun için lahd yapılır. Çünkü, eğer toprak yarılarak Kur'an def-nedilirse, onun üzerine toprak atılmış olur. Bu ise bir nevi hakaret olur.

Ancak, üzeri tavan gibi yapılırki, üzerine toprak dökülmesin; işte, bu en güzel olanıdır. Garaib'de de böyledir.

Kur'an eskiyip, okunmaz hâle gelince, o ateşte yakılmaz. Buna Şeybâni (R.A.) Siyer-i Kebîri'nde işaret eyledi. Biz de bunu ka­bul eyledik. Zehıyre'de de böyledir.

Okunmaz hâle gelen bir Kur'an'la, başka bir kur'an'ı ciltlemek caiz olmaz.

Kitaplar bir birinin üzerine konulurken, aynı cins kitaplar (kelâmı kelâm üzerine; fıkıh, fıkh üzerine) haberleri mev'izeleri; rivayet edilen duaları bir biri üstüne koymak evlâ olanıdır. Lügat ve nahiv kitapları aynı nevidendir.,

Bir dükkan veya sandıkta kitaplar bulunduğunda terbiye icabı onların üzerine elbise koymamak uygun olur.

Mescidin süprüntüsünü mehma imkân, —hürmete binâen—, temiz olmayan yere atmamak da uygun olur. Gnnye'de de böyledir. En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [39]

 

6- MÜSABAKA

 

Şu dört şeyle müsabaka (= yarış) yapmak caizdir.

1-) Deve/

2-) At ve katır;

3-) Atıcılık;

4-) Yürümek, koşmak;

Tek taraftan belirli bir şeyle müsabaka yapmak caizdir.

Şöyleki: "Eğer, sen beni geçersen, sana şu var. Şayet ben seni ge­çersem, bana senin bir şey vermekliğin yokdur." derse bu müsabaka caiz olur.

Fakat, bedel (ödül) iki taraftan olursa; işte bu haramdır, kumardır.

Ancak ikisi de aralarında helâl kılıcı bir şey idhâl ederler (girdirir­ler) ve onlardan her birisi "Sen, beni geçersen; sana şu var; şayet, ben seni geçersem baha şu var; şayet üçüncü geçerse ona bir şey yok." der­lerse bu müstesnadır. Hulâsa'da da böyledir.

Bundan sonra, mal iki taraftan şart koşulduğu zaman, aralarına üçüncü kişiyi de girdirirler ve o ikisi, üçüncü şahsı: "Eğer sen, bizi ge­çersen bu iki mal da senindir. Eğer biz, seni geçersek, bize bir şey yok-tur."derler ve bu istihsânen caiz olur.

Sonra da üçüncü kişiyi aralarına alırlar.

Eğer o üçüncü şahıs onları geçerse, o malın ikisine de hak sahibi olur.

Şayet diğerleri o üçüncü şahsı geçerler ve eğer her ikisi de aynı an­da geçerse, ikisine de bir şey yoktur.

Eğer arka arkaya geçerlerse, arkadışını geçenin, onun malını almak hakkı olur. Arkadaşı ise, diğerinin malını almaya hak sahibi olamaz. İmâm Muhammed (R.A.), kitap'da şöyle buyurmuştur:

Üçüncü şahsı aralarına girdirmeleri, ancak karşı tarafın malını al­manın caiz oîma çaresidir. Bu üçüncü şahsın, geçme— geçmeme ihti­mali olduğu zaman böyle olur. Aksi takdirde, yani geçme veya geçme­mesi belli olursa, bu asla caiz olmaz.

Şey hu'1-İslâm Ebû Bekir Mu ham m ed bin Fadl'ın şöyle buyurduğu hi­kâye edilmiştir:

Bir mes'ele hakkında iki ilim adamı arasında, bir görüş ayrılığı ol­duğunda, bunlar üstadlanna (Hocalarına) gitmeyi murad edip; birisi, diğer arkadaşına: "Eğer cevap senin dediğin gibi ise, şu şeyi sana veri­rim. Eğer benim dediğim gibi ise, senden hiçbir şey almam." derse; bu­nun at yarışlarına kıyâsla caiz olması gerekir.

Keza, âlimlerden biri, bir mes'ele için, diğerine: "Gel, ortaya mes'-eleler atalım; sen doğru ve yanlış nasıl cevap verirsen sana şunu veri­rim. Şayet ben, isabet ve hata edersem, senden bir şey alıcı değilim." derse; bunun da caiz olması gerekir.

Şeyhu'1-İmâm Şemsü'l-Kimme El-Halvânî (R.A.) bunu kabul eylemiştir. Muhıyt'te de böyledir.

Âlimlerin yaptıkları da böylece caizdir. Şöyle ki: İkinizden han­giniz geçerseniz, onun için şu vardır." deseler; bu caiz olur.

tüm talebeleri, yarışta kimin öne geçtiği hususunda ihtilafa dü­şerlerse, beyyinesi olanın beyyinesi kabul edilir.

Eğer böyle bir şeyleri yoksa, aralarında kur'a çekilir; hepsi birlikte geçmiş gibi yapılırlar; (yanmada, boğulmada olduğu gibi ki, hangisinin önce yandığı veya boğulduğu bilinmez ise, ikisi aynı anda ölmüş gibi kabul edilirler).. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bayram günü sabî çocukların ceviz oyunları, kumar nevinden ol­mazsa bu cevizler yenilir. Kumar cinsinden olursa, işte o haramdır. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâdır. [40]

 

7- SELÂM VERMEK VE AKSIRANA TEŞMİT

 

Bir adam, diğer bir insanın kapışıma geldiğinde, selâmdan önce izin ister, sonra girer. Ve girince, Önce selâm verir.

Eğer, ev yabanda ise, önce selâm verir; sonra konuşur, (izin ister.) Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Âlimler, hangisinin ecir yönünden daha efdal olduğu hususunda ihtilaf eylediler: Bazıları: "Selâmı alıp, geri veren, sevap cihetinden da­ha üstündür." dediler. Bazıları da: "İlk defa selâm veren efdâldir; ecri daha çokdur." dedilir. Muhıyt'te de böyledir.

Uygun olan, bir kişiye bile selâm veriliyor olsa, cemaat Iafzıyle, (çoğul olarak) selâm vermektir.

Cevap da böyledir. Sırâciyye'de de böyledir.

En efdâl olanı, bir müslüman için:  demektir. Cevap da böyledir.

Berekât lafzı üzerine bir ziyadelik yapmak uygun olmaz. İbnii Ab-bas (R.A.) şöyle buyurmuştur "Her şeyin bir nihayeti (-sonu-) vardır. Selâm'ın sonu da berekât'dır. Muhıyt'te-de böyledir.

 Atıf vavı ile selâm alınır, yani diyene demek gibi...

Şayet vav harfini hazfederek (kaldırarak) derse, bu da caiz olur.

Eğer selâm'a başlayan  veya) derse; cevap verecek olan zat, her iki şekilde de pu veya der. Fakat elif ve lâm ile  fdemesi  daha  efdâl  olur.   Tatarhâniyye'de  de böyledir.

Fakıyh Ebû'1-Leys şöyle buyurmuştur:

Bir cemaat, bir toplumun yanına vardığında, selâm vermeyi terkederlerse; hepside günahkâr olurlar.

Onlardan birisinin selâm vermesi, hepsinin yerine caiz olur.

Şayet, hepsi de selâm verirse, işte bu daha efdâl olur.

Eğer cevâbı hepsi birden terk ederlerse, bu durumda da hepsi de günahkâr olurlar. Şayet onlardan bir kişi selâmı iade ederse; cümlesi­nin yerine, bu caiz olur.

Eser (haber, hadis) böylece gelmiştir ve bu Fakıyh Ebû'l-Leys'in seçti­ği kavildir.

Halbuki, hepsi de cevap verse, işte bu daha efdâl olur. Zehıyre'de de böyledir.

Feiâvâyi Âhû'da şöyle zikredilmiştir.

Bir adam gelip bir cemaata selâm verirse; o cemâate, bu selâmı ia­de etmek (bu selama mukabele etmek) vacip olur. Eğer, aynı mecliste, bu şahıs ikinci defa selâm verirse; o topluluğa ikinci defa iade gerekmez.

Teşmit te böyledir; ikincisi gerekmez.

Şayet ikinciyi de iade ederse, bu müstehap olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Nevâzfl'de şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, bir toplumda, otururken onlara selâm veren şahıs: der ve o cemaatten bazısı redd-i selâm ederse; işte bu, kendisine selâm verilen şahıs yerine mukabele olur. Ve bu durum­da, kendisine selâm verilen şahıstan cevap vermesi düşer.

Bu şahıs, isim söylemeden, toplulukta kilerin tamamına işaret ede­rek, tek hitapla selâm verse, buda caiz olur.

Fakat isim söyleyerek der bu ve bu selâma da, Zeyd'den başkası cevap verirse; bu durumda Zeyd'den farz sakıt olmaz.

İsim söylemez fakat Zeyd'e işaret ederse, Zeyd'den farz sakıt olur. Çünkü, bu durumda onun selâmla kasdi hepsinin üzerinedir. Muhıyt'te de böyledir.

Yemek yiyen bir topluluğa uğrayan kimse, kendiside aç olur ve onların kendisini de sofraya davet edeceklerini bilirse, selâm verir; yok­sa vermez. Kerderi'nin Vecîzi'nde de böyledir.

Bir dilenci selâm verdiğinde, onun selâmım iade etmek gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.

Bir dilenci, bir adamın kapısuna gelerek  dese, onun selâmını iade eylemek vacip olmaz.

Keza, bir mahkemede, hâkime selâm veren şahsa, hâkimin iâde-i selâm etmesi vacip olmaz. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir. [41]

 

Kim, Kime Önce Selâm Verecek

 

Şehirli ile köylü olanlar hakkında ihtilâf olundu: Bazı âlimler: "Şehirden gelen, köyden gelenle karşılaşınca, şehirli köylüye selâm ve­recek." dediler. Bazıları da, bunun aksini söylediler.

Binekli olan, yürüyene selâm verir. Ayakda duran oturana selâm verir.

Az olanlar, çok olanlara selâm verirler.

Küçük olan, büyük olana selâm verir.

Yürüyen, durana selâm verir.

Arkadan gelen, önde gidene selâm verir.. Muhıyt'te de böyledir.

Erkek kadın bir arada iken, onların yanına gelen şahıs, önce tr-keğe selâm verir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir adamın karşısından, erkekler ve kadınlar gelseler adam er­keklere selâm verse; hüküm bakımından selâmı erkeklere âid sayılır; di­yanette ise, hepsine selâm vermiş sayılır. Kerderî'nin Vecîzi'nde de böyledir.

Karşılaşan iki kişinin efdâl olanı, selâmda öne geçendir. Her iki­si birden selâm verirlerse, her birisi selâmı iade eder.

Müstehap olan, selâmı abdestli olarak iade eylemektir. Teyemmüm ile de selâmı reddeylemek caizdir. Gıyâsîyye'de de böyledir.

Evine giren bir kimse ehl-i beytine (ev ahâlisine) selâm verir. Şayet, evde hiç kimse yoksa: Ui aU J*j m* füsUi           ) der. Muhıyfte de böyledir.

Bjr eve, her girişte selâm verilir. Tatarhaniyye'de de böyledir. [42]

 

Çocuklara Selâm Vermek

 

Âlimler, çocuklara selâm verilir mi, verilmez mi diye ihtilaf ey­lediler: Bazıları: "Onlara selâm verilmez." dediler.

Bu, Hasan bin Ziyâd (R.A.)'ın kavlidir. Bazıları ise: "Onlara selâm vermek efdâldir." dediler. Bu da Şnrcyh (R.A.)'in kavlidir. Fakıyh Ebft'l-Leys'de bunu kabul eylemiştir. [43]

 

Zimmîlere Selam Vermek

 

Zimmet ehline selâm verilir mi? Bu hususta da ihtilaf vardır:

Bazı âlimler: "Onlara selâm vermekde, bir sakınca yoktur." bu­yurmuşlar; bazıları da: "Onlara selâm verilmez." demişlerdir.

Bu, müslümanın zimmîye ihtiyacı olmadığı zaman böyledir. Eğer ona ihtiyacı varsa, selâm Vermekte bir beis yoktur.

Zimmet ehlinin verdiği selamı almakta bir sakınca yoktur. Yalnız, onun selâmına karşılık verirken, onun söylediğinden fazla bir söz söylenmez.                        .

Fakıyh Ebû'l-Leys (R.A.)e şöyle buyurmuştur:

Sen, bir topluluğa uğradığın zaman, onların arasında kâfir bulu­nursa, bu durumda muhayyersin; istersen, müminleri kasdederek dersin; istersen dersin. Zehıyre'de de böyledir. [44]

 

Ne, Zaman Ve Kime Selâm Verilmez

 

Açıktan Kur'an okunurken; ilim müzâkeresi yapılırken; ezan oku­nurken; kamet getirilirken selâm vermek mekruhtur. Sahih olan kavle göre böyle bir durumda selâm veren şahsın selâmı iade edilmez. (Yani, onun selâmına mukabele edilmez. Gıyâsiyye'de de böyledir.

Kur'an okunurken selâm verilirse, muhtar olan kavle göre, o se­lâmı iade etmek (bu selâmı alıp, karşılık vermek) gerekir. Kerderî'nin Ve-cîzi'nde de böyledir.

Bu, Sadru'ş-Şehîd ve Fakıyh Ebû'l-Leys'in ihtiyarıdır.

Cum'a ve bayram günlerinde hutbe okunurken selâm verilmez. Namaz kılanlara selam verilmez. Hulâsa 'da da böyledir.

Asi kitabı'nda şöyle zikredilmiştir:

Hutbe okunurken selâm >/?ren şahsın selâmına karşılık vermek; apşıran için "yerhamükellah" demek uygun olmaz.

Salâtü'1-Eser isimli kitapda şöyle zikredilmiştir:

Âlimler: "İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ile İmâm Muhammed (R.A.) arasın­daki ihtilaf, hutbe okunurken red edilmeyen selâmın, hutbe bittikten sonra red edilip edilmeyeceği hususundadır. İmâm Muhammed (R.A.)'e göre reddedilir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre ise reddedilmez, demişler­dir. Zehıyre'de de böyledir.

tüm dersi yapılırken veya biri söyleyip diğerleri derslerini dinler­ken, selâm verilmez. Bu durumda selâm veren kimse günahkâr olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Fıkıh talebesi, hocasına selâm veremez. Şayet verirse, hocasının, onun selâmım iade etmesi gerekmez. Gunye'de de böyledir.

Şeyhû'l-İmâm Ebû Bekir Muhammed bin Fadl el-Buharî'nin şöyle bu­yurduğu nakledilmiştir.

Bir adam zikir meclislerinden her hangi birisinde otururken, başka bir adam da gelerek, ona selâm verse; oturan zatın, onun selâmını red­detmemesine ruhsat vardır. Muhıyt'te de böyledir.

Şaka yapan yaşlıya, yalan söyleyen kimseye boş söz konuşana, insanlara sövene, sokaklarda kadınların yüzlerine bakan kimseye, — tevbe ettiği bilinmedikçe— selâm verilmez. Gunye'de de böyledir.

Şarkı söyleyene, bevl edene, güvercin uçurana, hamamdaki ve­ya başka yerdeki açık çıplaklara selâm verilmez. Böyle olanların verdi­ği selâmı iade etmek de gerekmez. Gıyâsiyye'de de böyledir.

Günahkâra selâm verilir mi?

Burda ihtilaf vardır. Esahh olan kavil ise, böyle bir kimse ile karşıla­şınca, selâma önce başlamamaktır. Tlmurtâşî'de de böyledir.

Bir adamın ahmak (= günahkâr) komşuları olduğunda, bu şa­hıs onlarla selâmlaşmca, —ondan utandığı için— şerrini terk edecek ve selamlaşmayınca da kötülüklerini artıracaklarsa —ma'zerete binâan, on­larla selâmlaşılır. Gunye'de de böyledir.

Eğlence için satranç oynayan bir kimse, kendisine selâm verin­ce, —terbiyesi icabı— onu bırakacaksa; o şahsa selâm vermekde bir be­is yoktur.

Müstezâd kitabında şöyle zikredilmiştir:

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) içinde olanlarla meşgul olduğundan dola­yı, satranç oynayan kimseye selam vermekte, bir beis görmedi.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise, —onlara hakaret olsun diye— selâm ver­meyi hoş görmedi. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, büyük veya küçük abdest bozan bir kimseye selam ver­se, o adamın, o halde selâmı iade eylemesi uygun olmaz.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Bu halde olan bir şahsa selâm verilirse, o, diliyle değilde, kalbiyle, bu selâmı-iade eder. buyurmuştur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Kalbiyle de, diliyle de iadeyi selâm ya­pamaz. O halden sonra da, bu selâmı iade edemez." demiştir.

İmâm Muhammmed (R.A.) de: O halden fariğ olunca selâmı iade edilir. [45]

 

Yabancı Bir Kadının Erkeğe Selâm Vermesi

 

Yabancı bir kadın, bir erkeğe selâm verirse; bakılır: Eğer kadın yaşlı ise, ona açıktan açığa selamı iade edilir.

Şayet kadın genç ise, erkek kalbinden onun selâmını iade eder; açık­tan bir şey söylemez. [46]

 

Bir Erkeğin, Yabancı Bir Kadına Selâm Vermesi

 

Bir erkek de yabancı bir kadına selâm verdiğinde selâm verilen kadın yaşlı ise, açıkdan selâmı iade eder. Kadın gençse, selâmı kalbin­den iade eder. Felâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [47]

 

Başka Birisine Selâm Göndermek

 

Bir adam diğerine, "selâmını, filana söylemesini" söylerse, onun o selâmı, o adama söylemesi gerekir. Gıyâsiyye'de de böyledir.

imâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse hazırda olmayan bir şahsın selâmını, bir adama tebliğ ettiğinde, kendisine selam gönderilen şahıs, önce selâmı kendisine geti­rene, sonra da gönderene iadeyi selâm eder. Zehıyre'de de böyledir.

Selâmın cevabını verme farziyetinin düşmesi için, verilen ceva­bı, selâm verene duyurmak gerekir.

Verilen selâmı duymayan kimseye, iadeyi cevab vâcib olmaz. Gi-yassiyye'de de böyledir.

Selâm veren şahıs sağır ise, iadeyi selam edecek kimsenin, ona dudaklarının hareketini göstermesi uygun olur.

Apşırana verilecek cevapta aynısıdır. Kübrâ'da da böyledir.

Şehâdet parmağı ile selâm vermek mekruhtur. Gıyâsiyye'de de böyledir. [48]

 

Teşmit

 

Eğer âtıs (= apşıran), Allah'a (c.c.) hamd ederse, (elhamdülillah derse) ona teşmit (= dua, = yerhamükellah demek) vâcib olur.

Üç defaya kadar teşmit edilir. Ondan fazla olursa, teşmit edecek, şahıs muhayyerdir: ister eder, istir etmez. Sırâciyye'de de böyledir.

Apşıranm yanında bulunan şahsa uygun olan, apşıran zat üçten fazla apşırır ve her apşirmasında "elhamdülillah" derse; hazırda bulu­nan zatında her defasında "yerhamükümullah" demesi güzel olur. Fe-tâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir adam ne kadar apşırır ve her defasında da "elhamdülillah" derse desin, diğer şahsın sonunda bir defa veya önünde bir defa "yer-hamükümüllah) demesi kâfi gelir. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir adam, namazın dışında apşırdığında: (elhadü lillâhi Rabbil alemin" demesi veya "elhamdü lillâhi alâ külli halin" demesi uygun olur. Başka şey söylemez. Huzurda olan "yerhamükellah" demesi; apşıra­nm da, ona: "yağfirallâhü lenâ ve leküm", veya "yehdîkü mullah ve yuslıh hâleküm" demesi ve başka bir şey söylememesi gerekir. Muhıyt'-te de böyledir.

Bir kadın apşırdığında eğer bu kadın yaşlı ise, ona açıktan "yerhamükillah" denilir. Eğer genç işe, huzurdaki şahıs, bunu kalbin­den söyler. Hulâsa'da da böyledir.

Erkek apşırınca, onu duyan kadın eğer yaşlı ise açıktan karşılık verir. Eğer gençse, kalbinden söyler. Zehıyre'de de böyledir.

Genç ve güzel bir kadın, apşırınca, onun mahreminden başka genç veya yaşlı, hiç bir erkek açıktan bir şey söylemez.

Ezan okunurken apşırılır ve apşıran müezzin olur ve "elhamdü lillâh" derse; onu duyan kimse, "yerhamükellah" der."

Kadı Abdûl-cebbar : "Müezzin öyle bir durumda "elhamdü lillah" demez, buyurmuştur. Gunye'de de böyledir.

Namaz kılan bir şahıs apşırdığında, onu duyan ve namaz kılma­yan birisi "yerhamükellah" der; namazın içindeki de "ğafarallâhu lî ve leke" derse; namazı bozulur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [49]

 

8- BİR KİMSENİN BAKMASININ VE DOKUNMASININ HELÂL OLDUĞU VEYA HELÂL OLMADIĞI ŞEYLER

 

Bakma mes'eleleri dört kısımdır.

1-) Erkeğin erkeğe bakması;

2-) Kadının, kadına bakması;

3-) Kadının, erkeğe bakması;

4-) Erkeğin, kadına bakması: [50]

 

Erkeğin Erkeğe Bakması;

 

Avret yeri hâriç, erkeğin erkeğe bakması caizdir. Muhıyt'te de böyledir.

Bunun üzerinde icmâ vardır. (Yâni: hiç bir âlim bu hâle muhale­fette bulunmamıştır.) Muhtar Şerhi ihtiyar'da da böyledir. [51]

 

Erkeğin Avret Yeri

 

Erkeğin avret yeri: Göbeği ile diz kapağının altının arasıdır. Zehıyre'-de de böyledir.

Zâhirü'r-rivâyede, avret mahalli, göbekle avret yerinin kıl biten kısmı arasıdır.

Diz kapağı hakkındaki, avretlik hükmü uylukta olan avretlik hük­münden hafifdir.

Uylukta olan avretlik hükmü de, sev'et denilen en mahrem yerden hafifdir.

Hatta bir kimse, başka bir erkeği dizi açık görse, onu rıfkıle ikaz eder. Onunla —eğer inad ederde kapatmaz ise— münazaa yapmaz.

Uyluğunu açık gördüğü zaman ise, onu şiddetle ikaz eder. Ancak, inatlaşır da kapatmaz ise, onu dövmez.

Şayet mahrem yerini açık görürse, ona örtmesini emreder. Eğer inat­laşır da, örtmezse o zaman, onun terbiyesini verir, (yâni döver ve cezalandırır.)

îbâne isimli kitap'da zikredüdiğine göre, İmâm Ebû Hanife (R.A.) hamamcının, erkeğin avret yerini görmesinde bir beis görmezdi. Tatar-hâniyye'de de böyledir.

Bir erkeğin, diğer bir erkeğin bakılması mubah olan bir yerine el sürmesi de mübâhdır. Hidâye'de de böyledir.

Hamamcının, gözünü kapatarak, bir erkeğin avret yerlerinin ki­rini çıkarmak için keselemesinde bir sakınca yoktur.

Ebû'1-Leys: Bu, yalnız zaruret zamanı olur. Başka zamanda olmaz." buyurmuştur.

En uygun olanı, erkeğin avret yerini kendisinin temizlemesidir. [52]

 

Kadının, Kadına Bakması;

 

"Kadının kadına bakması, aynen erkeğin erkeğe bakması gibi­dir." diyoruz.

Esahh olan da budur. Zehıyre ve Kâfî'de de böyledir.

Bir kadının diğer bir kadının karnına bakması caiz değildir. Sirâ-ciyye'de de böyledir.

Saliha bir kadının, kendisine fâcire bir kadının bakmasına razı ol­ması hiç uygun değildir. Çünkü, o fâcire (= günahkâr) kadın, onu baş­ka erkeklere vasfedebilir.

Keza saliha bir kadının çarını ve baş örtüsünü, fâcire bir kadının yanına koyması de doğru olmaz.

Keza inanmış bir kadının, —kendi cariyesi değilse.— inanmamış bir cariyenin veya mükâtebenin yanında, avret mahallini açması helâl olmaz. Sirâcü'l-Vehbac'da da böyledir. [53]

 

Kadının, Erkeğe Bakması;

 

Yine biz: Bir kadının, yabancı bir erkeğe bakması, bir erkeğin diğer erkeğe bakması gibidir." deriz. Her yerine bakabilir; ancak, gö­beği ile diz kapağının altının arası müstesnadır.

Şayet kadın, kat'iyetle biliyorsa ki, bizim bakılır" dediğimiz yerle­re bakınca, kalbine bir bozukluk (= şehevi duygu) gelmeyecektir; işte o zaman bakar.

Fakat bakınca, kalbinin bozulacağım bilirse, o zaman, en güzeli, bakmayıp, gözlerini kapatmaktır.

Bu, İmâm Mnhammed (R.A.)'in Asi kiîab'ında buyurmuş olduğudur.

îstihsânda ise: Yabancı erkeğe bakan kadın; yabancı kadına bakan da erkek ise, bütün gücüyle bakmamaya çalışmalıdır." buyurulmuştur.

Bu da bu tip bakışların hürmetine (= Haram oluşuna) delildir.

Bütün bölümlerde sahih olan şudur: Bu iki taraftan, birisi şehvet ehli genç ve her iki taraf da nefsânî şehevâtından emin ise, yine de ba­kılmasına izin olmayan yere el dokunduramazlar.

Bir cariyeye gelince, onun bir erkeğin göbeği ile diz kapağının ara­sı hariç, erkeğkı açık olan yerlerine bakabilir.

Her iki taraf da nefsî şehvetlerinden emin olursa, el dokundurabilir.

Görülmüyormu ki, insanlar arasında cereyan eden âdet bîr cariye­nin elinden, bir başkası tutsa, buna cariydin efendisi gücenmiyor. îşte bu, cariyeye dokunmanın cevazına delildir. Muiııyt'te de böyledir. [54]

 

Erkeğin Kadına Bakması;

 

Bir erkeğin, kadına bakması dört kısımdır:

1-) Bir erkeğin, kendi karısına veya cariyesine bakması;

2-) Bir erkeğin, kendisine nikâhı düşmeyen yakın akrabalarına bakması;

3-) Bir erkeğin, hür olan yabancı bir kadına bakması;

4-) Bir erkeğin, başka bir adamın cariyesine bakması. [55]

 

Bir Erkeğin Kendi Karısına Veya Cariyesine Bakması

 

Bir erkeğin, kendi karısına veya cariyesine, tepeden tırnağa ka­dar bakması şehvetli olsun, şehvetsiz olsun helâldir.

Zahir olan budur.

Ancak evlâ olanı, bunlarında birbirinin avret yerlerine bakmamalarıdır.

Burda zikredilen cariyeden murad, kendisine cima yapmak helâl olan câriyedir. Yoksa mecüsi olan, putperst olan veya süt anası, süt ba­cısı, karısının anası veya karısının bacısı gibi olanların hiç bir yerine ba­kılmak helâl olmaz. Fercine bakmakta olduğu gibi..

İbnü Ömer (R.A.) şöyle buyururdu:

Cima zamanında, insanın kendi karısı veya cariyesinin fercine bak­ması, —lezzeti daha fazla olsun diye olursa— evlâ olur. Tebyîa'de de böyledir.

İmam Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur.

—Ben, Ebû Hanîfe (R.A.)'den sordum: Bir adam karısının fercine elini sürüyor; kadın da kocasının zekerini tahrik edip oynatıyor; sen bun­da bir sakınca görüyor musun? İmâm (R.A.) şöyle buyurdu:

Hayır, onlara ecir verileceğini umarım. Hulasa'da da böyledir.

Bir kimse, Cima için, karısını çırıl çıplak yapmak istediğinde, odası beş, on arşın gibi küçükse, Mecdü'l-Eimme Tercümanı ve Rüknü's Sabbağî ve Hafızu's-SâiG: "Eve soyundurmasında bir beis (= sakınca) yoktur." de­mişlerdir. Zehıyre'de de böyledir.

Cima etmeksizin yatmakta olan karı, kocanın yattıkları yere, izinli olarak onlardan birisinin, bir mahreminin girmesinde bir beis yoktur. Hizmetçi de böyledir. Gıyâsiyye'de de böyledir.

Bir adamın, kendi cariyesinin elinden tutup, onu odasına girdi­rip, kapusunu kitleyerek, ona cima yapacağının bilinmesi hoş bir şey değildir.                

Kumasının veya cariyesinin yanında, bir kimsenin karısına cima yap­ması da, İmâm Muhammed (R.A.)'e göre mekruhtur.

Buhârâ ehli de, ev üzerinde yatmayı hoş görmemişlerdir. Lümem'-de de böyledir. [56]

 

Bir Erkeğin, Kendisine Nikâhı Düşmeyen Yakın Akrabalarına Bakması

 

Mahremiyet sahiplerine bakmaya gelince: Biz: ".Bir adamın, on­lardan her hangi birinin ziynet mahalline bakması mübahdır." deriz.

Zînet yerleri ise,'baş, saç, boyun, göğüs, kulak pazı, kol, el, ba­cak, ayak, ve yüzdür.

Baş: Taç ve cevherlerle süslenmiş baş giyişi bağlanan yeridir.

Saç: Saç bağı denilen güzel bir şeyle saçın etrafını bağlama yeridir.

Boyun: Gerdanlık denilen ve kadınların boyunlarına takdıkları al­tın, gümüş, kolye, zincir ve benzeri şeyleri taktıkları yenjir.

Göğüs: O da, boyun gibidir ve rozet gibi süslü şeyler takılan yerdir ve gerdanlıkların göğüse kadar indiği mahaldir.

Kulak: Küpe takılan yerdir.

Bazu: Bazu-bend takılan ve dirsekten aşağı olan yerdir.

Kol: Bilezik takılan yerdir.

El: Yüzük takılan ve kına yakılan yerdir. .

Bacak: Halhal takılan yerdir.

Ayak: Kına yakılan yerdir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir erkeğin ana, bacı, kız ve nikâhı düşmeyen bütün büyük an­neler, torunlar, babaların kız kardeşleri, analarının kız kardeşleri ve ken­dilerinin kız ve oğlan kardeşlerinin kızlarının başlarına, saçlarına, pazu ve kollarına, memelerine bakmalarında beis yoktur.

Sırtlarına, karınlarına, göbek ve diz kapaklan aralarına bakamaz-lar. Keza süt yönünden ve sıhriyet (-karısının yakınları-) yönünde, ana­lığı dedesi, —her ne kadar yukarı gitsede— torunun karısı, torunları —her ne kadar aşağı insede— cima eylediği karısının kızı, her ne kadar aşağı insede yine böyledir.

Şayet cima eylemedi ise, onun kızı yabancı gibidir.

Zina yoluyla olan musaharat hakkında ihtilaf vardır. Bazı âlimler: ' 'Bunlara bakmak ve dokunmanın mübahhğı sabit olmaz.'' buyurmuş­lardır. Şemsü'I-Eimme serahsi: "Ebedi hürmet sabit olduğu için bunlara da bakmak ve dokunmak sabit olur." buyurmuştur. Felâvâji Kâdîhân'da da böyledir.

Sahih olan da budur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimsenin bakması helâl olan bir yere, el sürmesi, sıkması, —bir hâil olmasa bile— helâldir.

Fakat bu, bakışın ancak nefsinin şevehî arzuları olmadığı hâlde böyledir.

Fakat, bu arzudan korkan bir kimsenin bakması helâl olmaz. -Dokunmak (= el sürmek) de böyledir. Kendisinde veya bakılan şa­hısta şehvet korkusu olursa, karnına ve sırtına bakması ve dokundur­ması helâl olmaz. Yanları da böyledir. Yani katiyyen helâl olmaz. Mu-hıyt'te-de böyledir.

Oğul, anasının karnını ve sırtını elbisesinin dışından, —hizmet kasdiyle— sıkıpoğuştura bilir. Gunye'de de böyledir.

Ebû Cafer şöyle buyurmuştur: "Ben, Şeyhu'i-İmam Ebû Bekir Mu-hammed'in şöyle dediğini duydum: Bir adamın, diğer birinin ayağını sıkması dizine kadar masaj yapmasında bir sakınca yoktur.

Elbisenin dışından bile olsa, dizinden yukarıyı sıkması uygun ol­maz. Keza, bir kimsenin anasının ve babasının ayağını oluşturmasında bir şakırca yoktur. Fakat uyluğunu oğuşturmasi doğru olmaz.

Fakıyh Ebû'l-Ca'fer: Bir kimsenin, elbiseli veya elbisesiz olarak ana ve babasının uyluğunu oğuşturmasi mubahtır." demiştir. Garâib'de de böyledir.

imâm Mııhammed (R.A.):"Bir adamın, yukarda yazılı mahremle-riyle yolculuk yapmaları caizdir.

Kendi nefislerinden emin olurlarsa, bunlar tenhada da bir arada kalabilirler.

Eğer bu erkek, kendinin veya karşıdaki kadının iştahının olduğu­nu veya kalbinde şüphe bulunduğunu bilirse, o takdirde, halveti de, yolculuğu da helâl olmaz.

Şayet yolculuk sırasında indirme, bindirme gibi bir ihtiyaç olursa, tutup indirmede ve bindirmede bir beis yoktur. O takdirde, elbisesinin dışından sırtı veya karnından da tutabilir.

Eğer şehvet korkusu bulunursa, imkân ölçüsünde bundan kaçın­mak gerekir. Şayet buna imkân olmaz, ve fazla ihtiyaç olursa; bedenin harareti (- sıcaklığı) duyulmuyacak kadar, bir elbisenin üzerinden tu­tup indirir ve bindirir. Buna da imkân olmaz ise, kalbinden şehevî ar­zuyu çıkarmaya gayret sarfeder. Yâni şehevî arzunun istediğini yerine getirmez. Ve böyle bir şey düşünmez. Zehıyre'de de böyledir. [57]

 

Bir Kimsenin, Başka Birisinin Cariyesine Bakması

 

Bir başkasının cariyesine bakmak ise, zevilerhaınına bakmak gibidir.

Bir erkek, onun da karnına, sırtına bakamaz. Muhammed bin Mukâtil er-Râzi şöyle derdi: "Onun da sırtına ve karnına bakmak, zevatı erhâmı gibidir, denilmez. Onun, yalnız göbeği ile diz kapağı arasına bakılmaz; bunun dışında kalan yere bakmada bir sakınca yoktur."

Müdebbere, mükâtebe, ümmü veled ve müstes'ât, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre mükâtebe gibidir. Kâfi'de de böyledir.

Başkasının cariyesinin, bakılması mubah olan yerlerine, el sür-mekde, —kendisinin ve cariyenin şehvetinden emin olursa— mubahtır. Muhıyt'te de böyledir.

Bazı âlimlerimize göre, nefislerinden emin olurlarsa, bunların bir­birlerine ilaç yapmalarında da bir beis yoktur. Kâfi'de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), kitaplarında "başkalarının câriyeleriy-le yalnız kalmak ve yolculuk yapmaktan" bahsetmemiştir.

Âlimler, bu hususta ihtilâfa düşmüşlerdir: Onlardan bazıları: "Helâl olmaz." demişlerdir. Buna, Hâkim eş-şşehîd'de meyletmiştir. Muhıyt'te de böyledir.

Muhtar olanda budur. El-Ehtiyar'da da böyledir.

Bilim adamlarından ba'zılanda, "helal olur." buyurmuşlar Şeyhü'I-İmam Şemsü'l Eimrae es-Serahsi'de bununla fetva verdi.

Bir kimse, her ne kadar şehvetinden korksa bile —satın almak istediği bir cariyenin karnı ve sırtı haricinde kalan yerlerine el sürebilir. Nitekim, bu yerlere bakması da caizdir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Hidâye'de de böyledir.

Câmiü's-Sağîr'de şöyle zikredilmiştir: Bir adam, bir cariyeyi satın almak istediğinde, onun bacağına, koluna ve göksüne el sürmesinde bir beis yoktur. Bunların tamamına, açarak bakabilir. Klfî'de de böyledir.

Âlimlerimiz şöyle demişlerdir:

Zarurete binâen, —her ne kadar iştahı olsa bile— bunlara bakma­sı mubahtır.

Şayet iştahı varsa ve böyle olduğu hususunda, re'yi gâlipse bakma­sı mubah olmaz.

Çünkü bu, bir nev'i menfaatlanma olur. Satın almanın haricinde ise, şehvetsiz bakması mubahtır. Hidâye'de de böyledir.

Buluğa erişmiş bir câriye, yalnız bir izarla piyasaya çıkarılmaz, (îzar diye: Göbekle, diz kapağının arasını örten örtüye derler.) Çünkü, cariyenin, izarla, karnı ve sırtı açıkta kalır. Onların açık olması ise, iştiha çağında olanlar için haramdır. Bu, bulûğa erişmiş kim­senin, arzı gibidir ve bu iştiha sahibinin açık olmasının haramlığı İmâm Muharamed (R.A.)'den naklendilmiştir. TebyıVde de böyledir. [58]

 

Bir Erkeğin, Hür Olan, Yabancı Bir Kadına Bakması:

 

Ecnebi (= yabancı) kadınlara bakmaya gelince: "Biz onların açık­ta olan ziynet yerlerine bakmak caizdir." diyoruz. Onlar da el ve yüzdür.

Zâhiru'r-rivâyede böyledir. Zehiyre'de de böyledir.

Şayet, zann-ı galibi, ona iştahının olacağı şeklinde ise, o zaman bakmak haramdır. Yenâbi 'de de böyledir.

Yabancı bir kadına bakmak, şehveti gerektirmiyorsa, mekruh­tur; Fakat haram değildir. Sırâciyye'de de böyledir.

Hasan bin Ziyâd, İmam Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Kadının ayağına bakmak da caizdir.

Başka bir rivayetinde ise: "Caiz değildir." buyurmuştur. Camüi'1-Berâmike isimli kitapta, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'dan naklen şöyle denilmiştir:

Kadının koluna yıkarken, yemek yaparken bakmak caizdir.

Keza şehvetsiz olarak, çocuk emzirirken, memesine bakmak mü-bahdır. Muhıyt'te de böyledir.

Keza istinasının olup olmadığında şek (= şüphe) olursa, bakmak mubahtır. Kâfî'de de böyledir.

"Şehvetsiz olursa, bacağına bakmak da mubah olur." denilmiştir.

Bakınca, şehvet olacağını bilir veya bu husustaki re'yi ekser olur­sa, o zaman, bütün gayretiyle bakmaktan kaçınmak gerekir. Zehiyre'de 'de böyledir.   

Esahh olan, bir defa bakmasına cevaz verilen şahsın ondan son­rada bakması caizdir.

cevaz verilmeyene bakmak ise, bu durumda ikinci defa bakmak caiz değildir.

Bu durumda, bir kadının başının saçı, ayağının tırnağı, koltuğu­nun ve kasığının kılı gibi parçalarına, —vücudundan ayrıhmış olsa bile— bakması caiz olmaz. ZShidî'de de böyledir.

Yabancı bir kadının yüzüne ve eline, el sürmek, —her ne kadar şehvetten emin olsa bile— helâl olmaz.

Bu, kadın genç ve iştiha sahibi olursa böyledir. Şayet, iştiha sahibi olmaz ise, onunla musafaha yapmakta ve elini tutmakda bir beis yok­tur. Zehiyre'de de böyledir.

Keza erkek, bir şeyh-ı fâni (= çok yaşlı) olur ve her iki taraf da nefsinden emin bulunursa, bu durumda musafaha yapmalarında (- el sıkışmalarında) bir beis yoktur.

Şayet, bir taraf nefsinden emin değilse, bu durumda, bundan ka­çınmak gerekir.

îmâm Muhammed (R.A.), erkeğin yaşlı bir kadının elini tutmasın­da, emsalinin cima edemeyeceği şartı koşmamış ve şöyle buyurmuştur: "Hem ekek, hem de kadın, cima edemiyecek durumda iseler, bunların birbiriyle musafaha eylemelerin de bir beis yoktur." ,

Bu durumda sen iyi düşün; fetva budur. Muhıyt'te de böyledir.

Kalın elbiseii ve çok yaşlı bir kadınla kucaklaşmak ve ona sanl-makda da bir beis yoktur. Gıyâsiyye'de de böyledir.

Şayet kadının üzerinde elbisesi varsa, onun vücudunu düşünmekte bir beis yoktur.

Çünkü onun elbisesine bakmak, vücûduna bakmak demek değildir.

Bu, evde bir kadın bulunurken, o evin duvarına bakmak gibidir. Bu hâl, kadının elbisesinin manto gibi kalın olduğu, altını göstermediği zaman böyledir.

Şayet, bunun aksine olursa, gözünü kapatması (bakmaması) gere­kir. Çünkü, o ince elbise, altını örtmez.

Bu hüküm, şehvet hâlinde olanlara aittir.

Eğer şehvetsiz, küçük sabîyeler ise, onlara bakmak avret hükmün­de değildir. Ona bakmakda da, dokunmakda da fitne korkusu yoktur.

Yabancı ve hür olan kadma, zaruret zamanında bakma ruhsatı ( = müsâadesi) vardır. Muhıyf'te de böyledir.

Kâfir olan kadın da bakma yönünden müslüman kadın gibidir. Kâfir kadının, saçına bakmakda bir beis yoktur." diye de rivayet edilmiştir. Gıyâsiyye'de de böyledir.

Bir kadını mahkeme edecek hâkimin, ona bakması ve üzerine, şahitUk yapılacak kadına bakması; —her ne kadar, iştiha korkusu olsa bile— caizdir.

Fakat uygun olanı, şehvetsiz bakmaya çalışmaktır.

"Kadının şahitliğini dinlerken iştiha ilede olsa bakmak mübahdır." denilmiştir.

sahh olan, bunun mübâh olmamasıdır. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

öir kimsenin nikahlamayı istediği bir kadına, —her ne kadar iş­tiha korkusu olsa bile— bakmasında bir beis yoktur. Tebyîn'de de böyledir.

Şehvet haddine gelmiş bir genç, buluğa ermiş gibidir. Gıyâsiyye'­de de böyledir.

Bir genç erkek, buluğa girme çağına gelse ve yakışıklı olmasa, bu genç, olgun erkekler hükmündedir. Şayet yakışıklı ---çok güzel— ise kadınlar hükmündedir. Ve başından -ayağına kadar avrettir. Ona şeh­vetle bakmak helâl değildir. Şehvetsiz bakmakda ve onunla yalnız kal­mada bir beis yoktur. Böyle bir gence nikap (örtü) kullanması emredil­mez. Mültekıt'te de böyledir.

Namazda, bu durumdaki gencin hükmü erkekler gibidir. Gıyâsiy­ye'de de böyledir. [59]

 

Sünnetçi, Ebe Ve Doktorun Bakması

 

Sünetcinin, ebenin ve ilaç vakti doktorun, avret mahalline bak­maları caizdir.

Doktor gücü yettiği nisbette gözünü kapar. Sirâdyye'de de böyledir.

Şırınga (= İğne) yapmak için, bir adamın diğer bir şahsın avret yerine bakması caizdir.

Şemsü'l-Eimme Serahsî'de böyle söylemiştir. Zahîriyye'de de böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Hastalık fazla olursa, iğne vurdurmakta bir beis yoktur." Sahih olan da budur.

Şensü'l-Eimme Halvânî Şerhii Kitabi's-Savm'da şöyle buyurmuştur.

"Gerçekten şırınga, zaruret zamanı caizdir. Şayet böyle bir zaru­ret olmaz da, iğne cima yolunun kuvvetlenmesi için yapılırsa, bize göre bu helâl olmaz.

Şayet, avret mahallindeki hastalık öldürücü ise, oraya şırınga vur­durmak helâl olur; değilse olmaz. Zehıyre'de de böyledir.

İmâm  Ebu  Hanîfe  (R.A.)  ve  İmâm  Ebû  Yûsuf (R.A.)  şöyle buyurmuştur:

Ananın, kızın, bacının yanına izinsiz girilmez. Fakat karının yanı­na izinsiz girilir ve selâm verilir. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir kadının bakılması haram olan bir yerinde, bir yara meydana geldiği zaman, oraya bakmak helâl olmaz. Onu tedavi edecek bir kadın varsa, ona tedavi olur. Şayet böyle bir kadın bulunmaz ve yara çıkan kadın derdinin artacağını ve helak olacağını bilirse; bu durumda o ka­dın, o yaralı yerin haricinde her yerini kapatır. Ancak, tedavi olacak /erini açık bırakır.

Sonra da, onu bir erkek imkân ölçüsünde gözünü kapayarak teda­viye çalışır.

Bu hususta, tedavi edecek erkeğin, yabancı olması ile zevil erhamı olması arasında bir fark yoktur. Çünkü, avret yerine bakmak zevil er-hama da haramd'r Mahremiyet sebebiyle bakmak helâl olmaz. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir kadın, başka bir kadına kan aldırmaktan korkarsa, başka bir erkek, o kadından neşterle kan alabilir. Gunye'de de böyledir.

Bir köle, aralarında akrabalık yoksa, hür olan seyyidesine (= ha­nım efendisine) yabancı bir erkek gibidir.

Bir erkeğin bakamıyacağı yere o köle de bakamaz. Ancak yüz ve ellerine bakabilir.

Buluğa erişmiş olan köle, ister iğdiş olsun, isterse olmasın aynıdır. Fakat tenasül uzuvları kesilmiş olursa, bazı âlimlerimiz, bu durumda olan kölelerin kadınlara karışmalarına izin vermişlerdir.

Esahh olanı ise, buna ruhsat olmamasıdır.

Bil-icma köle, seyyidesinin izni olmadan, yanına giremez.

Yine bi'1-icma köle, seyyidesiyle yolculuk yapamaz. Fetâvâyi Kâdi­hân'da da böyledir.

Enenmiş ve buluğa ermemiş kimse, kadınların içine katılabilir. Buluğ çağı onbeş yaştır. Çünkü bu tip kimseler, ihtilâm olmazlar.

İster birisi, istere ikisi enenmiş olsun müsavidir.

Hasan bin Ali el-Mürgînânî'den soruldu:

—Istihaze veya hâiz gören bir kadın, her namaz vakti fercine ba­kar mı? İmâm:

—"Hayır." dedi. Yine ona soruldu:

—Öldükten sonra, bir kadının kemiğine, mesela kafa tasına bakı­lır mı? Ve bakmak caiz olur mu? İmâm: —"Hayır bakılmaz." buyurdu. Tatartâniyye ve Yefime'de de böyledir.

Köle veya cariyeye livata etmek haramdır.

Bir kimsenin kendi karısına da livâta yapması haramdır.

Bir kadının, ferci ile dübürü arasındaki perde kopmuş olursa, ko­casının böyle bir kadına cima yapması caiz olmaz.

Ancak, dübürün haricinde ferce cima yapmasının mümkün oldu­ğunu bilirse, —dübüre vâki olmamak şartıyla— cima caiz olur.

Şayet şüpheye düşerse, ona cima yapamaz. Garâib'de de böyledir. En doğrusunu bilen Alahu Teâlâ'dır. [60]

 

9- GİYİLMESİ MEKRUH OLAN VEYA MEKRUH OLMAYAN ELBİSELER

 

Siyah elbise giyip; sarığın bir ucunu iki omuz arasından sırtın or­tasına kadar uzatmak mendubdur. Kenz'de de böyledir.

Sarığın ucunun ne kadar olacağı hususunda ihtilaf edilmiştir: Âlimlerden bir kısmı: "Bir karış..;" bir kısmı: "Sırtın ortasına kadar..;" bir kısmı da:"oturunca, ucu yere değecek kadar olacak." demişlerdir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, sarığım yeniden sarmak isterse, onu çözer, yere at­maz ve bir defada yeniden sarar. Hızânetü'l-Müftin'de de böyledir.

Başa takke giymekte bir sakınca yoktur. Gerçekten Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de takke giymiştir. Kerdeıî'nin Vecîzi'nde de böyledir. [61]

 

İpek Giymek

 

Çözgüsü ve atkısı ipek olan şeyi giymenin, bütün hallerde, er­keklere haram olduğunu bilmek vâcibdir.

Bu, İmâm Ebâ Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir. ' İmameyn ise: Harpde, ipek giymenin kerahatı yoktur. Harbin hari­cinde mekruhtur." buyurmuşlardır.

Bazı âlimler de: "ipek giymek hiç bir hâlde mekruh değildir." demişlerdir.

Kadı İsbîcâbî'nin Şerhı'nde: İmâmeyn'inde, harp halinde giymek —sık dokunmuş olur da düşmanın silahına mâni olursa— mekruh değildir." buyrulmuştur. Mumyt'te de böyledir.

İpek ince olduğu zaman, onu giymek bi'1-icmâ mekruhtur. Muz-marât'ta da böyledir.

Fakat, elbisenin çözgüsü ipek, atkısı başka bir şeyden olursa, âlim­ler arasında, "onun giyilebileceğinde" hiç bir itilaf yokdur.

Sahih olan budur ve bütün âlimler bu görüş üzer indedirler.

ŞeyhiH-İslâm, Siyer-i Sevb Şerhin'de şöyle buyurmuştur: Argacı pa­muktan, erişi ibrişimden olur ve o da görünürse, bu erkekler için ke-rîh olur; eğer görünmezse, erkekler için kerîh olmaz. Bu, harbin hari­cinde böyledir.

Harp haline gelince, o zaman şüphesiz argacı ipek olmaz da erişi ipek olursa, onu —harpte— giymek mübâh olur. Çünkü onu harp ol­madan da giymek mubahtır. Harbin dışında giymesi mübâh olunca, harp­de giymesine elbette ruhsat vardır.

Argacı (atkısı) ipek olur da, erişi başka şeyden olursa bunu da harp'-de giymek, bi'i-icma mübâh olur. Muhıyt'te de böyledir.

Erkeklerin, atlas (erişi ve argacı ibrişim olan) elbiseyi giymeleri mekruhtur.

Atlastan yastık yapıp, üzerinde uyumakta bir beis yoktur.

İmâmMuharamed(R.A.): "Mekrûttur." buyurmuştur. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavli de İmâm Muhammed (R.A.)'in kavli gibidir.

Sadru'ş-Şehîd'de, böyle söylemiştir. Hulâsa'da da böyledir.

İbnü Semâa, Münteka'sında, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle bu­yurduğunu nakletmiştir:

îpek ve atlas üzerine oturmak onları giylek gibi değildir.

Bunların üzerine oturulmuyor, fakat, bu şekilde zikredilmesi — oturulmasında kerâhat olmadığını beyan içindir.

Atlas üzerine oturmak hususunda, imâm Muhammed (R.A.)'den iki . rivayet vardır: Onun zahunı'l-Mezhebi atlas üzerine oturmanın mekruh ol­duğudur, imâm bu iki rivayetteki meselede, kerahât durumlarındaki ay­rılığı (değişikliği) kasdederek, bunu isbat etmiş ve: "Bunların her ikisi

Argaç: Atkı, dokumacılıkta, enine atılan iplik. Eriş: Dokumacılıkta boy ipliği.

de mekruhtur; ancak, giymek daha şiddetle mekruhtur." buyurmuştur. Zehiyre'de de böyledir.

Harpde atlas ve ipek giymekde bir beis yoktur.

"Bu mekruhdur." diyenlerde olmuştur. Esahh olan da budur. Hızânetü'I-Müftin'de de böyledir.

Uyun kitabında,  İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurmuş ol­duğu nakledilmiştir.

Erişi ibrişim veya ipek olursa, erkeklerin, deniz koyununun yünün­den yapılmış elbiseyi, giymesinde bir sakınca yoktur. Halâsa'da da böyledir.

Dış tarafı ibrişim olan elbiseyi giymek, mekruhtur.

Keza bir yolu ibrişim, bir yolu (sırası) deniz koyunun yününden ya­pılmış (dokunmuş) elbisede de hayır yoktur. Gunye'de de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), erişi ipek, argacı deniz koyunu yünü olan elbiseyi giymekte, erkekler için bir sakınca görmezdi.

Onların zamanında, bu su hayvanının adına arabca da Hazz ve kuzâ'a denilirdi. Türkçe de ise kunduz denilirdi. El'an, bu günde, onun yününü ipeğe —ibrişime karıştırdıkları gibi— karıştırıyorlar; bu mek­ruhtur. Müllekıt'ta da böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse deniz koyunu yününden yapılmış bir elbiseyi, şöhret için giymez ise, giymesinde bir beis yokdur. Aksi takdirde bunu giymesinde hayır yoktur." Giyâsiyye'de de böyledir.

Erkeklerin giymesi mekruh olan şeyi, gençlerin ve çocukların giy­mesi de mekruhtur. Çünkü altın ve ipeğin erkeklere haramlığı hakkın­da nas vardır. Ve bunda "buluğ, hürriyet" kaydı yoktur. -Hangi erkek giyerse, günâhı onadır. Biz de böylece muhafaza edilmesini isteriz, Tî-murtâşj'de de böyledir.

İbrişimden yorgan kullanmak caiz değildir. Kişi, yorganın altın­da bir nev'î elbise giymiş gibi olur.

Sabî çocukların beşiklerine, ibrişim konulmasında bir sakınca yok­tur. Çünkü o elbise hükmünde değildir.

Keza erkeklerin ipekten perde çekmeleri mekruhtur. Çünkü, o da ev gibidir. Gunye'de de böyledir.

İsbîcâbî kitabında: "ipekten lif kullanmak da bir sakınca yok­dur." denilmiştir, Timurtâşî'de de böyledir.

Fetâvâyi Asr ve Fetâvâyi Ebi'l—FadI el-Kirmânî'de: Erkeklerin, ipek­ten Iifâfe (= sargı) kullanmaları mekruhtur." denilmiştir.

Aynu'l-Eimme EI-Kerâbisî: "Bu caiz değildir," demiştir.

Kapı üzerine ipek perde asmakda bir beis yokdur.

İmâmeyn ise: "Bu mekruhtur." buyurmuşlardır. Muhtar Şerhi İhti-yar'da da böyledir.

Bir dellâl, omuzuna bir ipek elbiseyi atarak, onu satmaya çalış­sa, bu caiz olur. Ancak, onu üzerine giyerse, caiz olmaz.

Aynü'l-Eimme El-Kirbâs: "Bu hususta, âlimlerin muhtelif kavilleri var­dır. Böyle yapmak kadınlar hakkında, bi'1-ittifak helâldir. Yukardaki söz erkekler içindir. Gunye'de de böyledir.

Bütün âlimler "Kadınların hâlis ipek elbise giymeleri helâldir." buyurmuşlardır. Muhiyt'te de böyledir.                  

Bişr, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Elbisede, eni dört parmakdan aşağı olan ipekten işaret bulunma­sında bir sakınca yoktur.

Bunun hilafı zikredilmemiştir.

Şemsü'l-Eimme Sarahs ise, Siyeri'nde: Onda da sakınca vardır. Çün­kü o, aslına tabidir." buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Necmü'l-Eimme Buhârî şöyle demiştir:

Ruhsat verilen dört parmak da, parmaklar tamamen bitişikde ol­mayacak, tamamen açılmış da olmayacaktır. Zahîrü'd-dîn Timürtâşî'de şöyle demiştir: "Dört parmakta itibar, parmakların hâli üzere olmasıdır."  ,

Ebû'I-FadI el-Kinnânî'nin FetvHan'nda ise: Parmaklar açılmış olarak itibar nlunur." diye zikredilmiştir.

Aynü'I-Eimme et-Kirbâsî: "Parmakların açılmış olmasından kaçınmak gerektir." demiştir.

Fetâvâyi Ebi'1-Fadl el-Kırmânî'de: "Sarıkta bulunan ipek alâmetin top­lamı dört parmak olabilir.'1 buyurmuştur.

Ebû Hamid ise: Bu alâmetler toplanmaz." demiştir.

Aynü'I-Eimme el-Kirbâsî: "Dağınıklarda ihtilaf vardır." buyurmuştur.

Necmül-Eimme el-Buhâri de: "Açık yol, dağınıkların toplanmaması-dır. Ancak, bir çizgi kunduz yününden, bir çizgi başka şeyden olur ve bakılınca hepside kunduz yününden gibi görünürse, BakkaK'nin Cemu't Tefârik kitabında olduğu gibi, mekruh olur." buyurmuştur. Fakat bir çizgisi kunduz yününden, bir çizgisi başka şeyden olup da, bunlar ayrı ayrı görülüyorlarsa, —sarıklarda göründüğü gibi— o zaman, doğru olanı, alâmetlerin bir araya toplanmamasıdır. Gunye'de de böyledir.

Gümüş kuşak (= kemer) kullanmakta bir beis yokdur. "Bu mekruhtur." diyenler de olmuştur.

"Kemerin (= kuşağın) ortasında eni dört parmaktan az olan ibri­şim bulunması hâlinde de erkeklerin kullanması caiz değildir." denil­miştir. GaraüYde de böyledir.

Erkeklerin ipekten, altından, gümüşten yapılmış takke giymele­ri mekruhtur. .

Takke bezden olduğu hâlde, üzerinde çokça ibrişim iplik bulunur­sa veya altın ve gümüşlü olur; o da dört parmak miktarından çok olur ve takkenin etrafında bulunursa, bunda bir sakınca yoktur.

Sarığın etrafında bulunması hâlinde de böyledir.

Cübbenin etrafında olursa yine aynıdır. Sirâciyye'de de böyledir.

Fetâvâyi Âhu'da zikredildiğine göre: Kâm Burhanü'd-ınVden soruldu: —Yaka ibrişim iplikle nakışlanmış olursa ne olur?

İmâm şu cevabı verdi:

—Uygun olanı, onu giymenin mekruh olmamasıdır. Çünkü, helak olucudur ve cübbeye tâbidir.

Şemsti'1-Eimme'de: Cübbeye tâbi olur." buyurmuştur. Tatarhânîyye'de de böyledir.

Devamlı kara bakmak zararlıdır. Onun içinde yürümekde göz­ün üzerine siyah ibrişimden bağlanırsa, bir beis yoktur. Bu, göz ağrırsa evlâ olur. Gönye'de de böyledir.

Astan, deniz koyunu yününden olan bir cübbeyi giymekte bir sa­kınca yoktur. Kerderî'nin VecîzFnde de böyledir.

Siyer-î Kebîr'de şöyle zikredilmiştir.

Harbin haricinde izar (belden aşağıya giyilen elbise) giymekte bir beis yokdur; ister ibrişimden olsun, isterse, altundan olsun fark etmez. Zehıyre'de de böyledir.

Camin's-Sağır Şerhı'nde şöyle zikredilmiştir:

Bazı âlimler: "Erkeklerin ipek takke giymelerinde bir beis yoktur." buyurmuşlar ve:  "Bu, imam Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir." demişlerdir.

Sadra'ş-Şehîd, Eymanii'I-Vâkıât isimli kitabında: "ipek takke giymek, îmameyn'e göre mekruhtur." demiştir.

Sadra'ş-Şehîd, CamhVs Sâğîr Şerhı'nde, kendi el yazısıyla: "ipek tak­ke, âlimlerimizin arasında ihtilaflıdır." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Sahih olan kavle göre ibrişim ile îmal edilmiş takke giymek, — sarığın altında olsa bile— mekruhtur. Gunye'de de böyledir.

İpekten takke giymek ihtilafdır: Bazı âlimler: "bi'1-ittifak mek­ruhtur." buyurmuşlardır. Keza, erkeklerin başlarına ipek olan kısmı dört parmaktan az olan bir şeyi bağlamaları da mekruhtur. Tîmurtâşî'de de böyledir.

Câmiü'l-Fetâvâ'da, Muhammed bin Seleme'nin: "Bir kimse, ibrişim takkesi ile namaz kılsa, namazı caiz olur. Fakat yaptığı güzel olmaz." dedeği nakledilmiştir. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Kunduz yününü, paltonun içine koymakda bir beis yoktur. Çünkü o, paltoya tâbidir.

Eğer onu, paltonun dış veya iç tarafına korsa, işte o mekruh olur. Çünkü bu durumda ikisi de kasd olunmuştur. Serahsî'nin Muhıyi'nde de böyledir.

Kudûri Şerhı'nde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir:

Ben, yüzü ile astarı arasına konulmuş kunduz yününü hoş görmem; o mekruhtur." Mumyt'te de böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Başa giyilen şeyin içine ibrişimden as­tar koymak mekruhtur." buyurmuştur. Umurtâşfde de böyledir.

Kadınlar için, ahundan işlemeli olan alâmetlerde süslerde bir beis yokdur.

Erkeklerde ise, bu süsleme, süs dört parmak eninde veya daha faz­la olursa mekruhtur. Gunye'de de böyledir.

Erkeklerin asfur, za'feren ve vers denilen boyalarla boyanmış el­biseleri giymeleri mekruhtur. (Bunlar, elbiseye sarı renk veren boyalar­dır. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Kırmızı veya siyah boya ile boyamak­ta bir beis yoktur." buyurmuştur. Müllekıfte de böyledir.

Mecmuu'n-Nevâzil 'de zikredildiğine göre:

—Dünyada süslenmek ve güzellenmek nasıldır? diye sorulunca, İmâm şu cevabı vermiş:

—Günlerden, bir gün, Allah Resulü (S.A.V.), üzerinde bin dirhem kıymetinde bir elbise ile çıka geldi. Ve çok zaman, üzerindeki, kıymeti dört bin dirhem olan elbiseyle namaz kılardı.

Günlerden bir gün, Peygamber (S.A.V) in sahâbilerinden birisi, üzerinde deniz koyununun (kunduzun) yününden yapılmış bir elbisey­le, Peygamber (S.A.V)'in yanma girdi. Peygamber (S.A.V.) "Gerçek­ten Allahu Teâla, bir kuluna nimet verdiği zaman, o nimetin eserini onun üzerinde görmeyi çok sever." buyurdu.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), kıymeti dörtyüz dînar olan elbise giyerdi. Zehıyre'de de böyledir1.

Yün ve kıl elbise giymek Peygamberler (S.A.V.)'in sünnetidir. Çünkü o, tevazu alâmetidir. Bunları ilk giyen Süleyman (A.S.)'dır.

Bir hadi s de: "Kalplerinizi yünden elbise giymekle nurlandırınız. Çünkü o, dünyada mezellettir (= gönül alçaklığıdır.) Âhirette ise nur­dur. Dininizi, insanların övgüleri ile fesada vermelerinden kaçınınız." buyrulmuştur. Garâib'de de böyledir.

Güzel elbise giymek —giyen şahıs, o yüzden kibirlenmezse— mübahdır.

Burada kibirlenmemek: Kişi, o elbiseyi giymeden önce nasıl idi İse, onu giydikten sonrada aynı olmasıdır. Sirâdyye'de de böyledir.

Ölen bir şahıs için teessürden dolayı, elbiseyi siyaha boyamak caiz değildir. Sadnı'I-Hüsam: "Ölenin evinde, elbiseyi siyah yapmak caiz ol­maz." buyurmuştur. Gunye'de de böyledir.

İmâm Sarahsî, Kitabü'l-Kisb'de şöyle buyurmuştur: Uygun olan, her zaman sarığın yıkanmış olarak giyilmesidir.

Bazı zamanlarda da en güzel elbiseyi giymek Allahu Teâlâ'nın ver­diği nimeti açıklamak uygun olur.

Her zaman güzel elbise giymek, muhtaç olanlara eza vermek olur. Hulâsa'da da böyledir.

Keza bir cübbe soğuktan korumaya yeterse, üst üste iki veya üç cübbe giymek uygun olmaz. Çünkü bu davranış muhtaç olanlara ezâ olur. Başkasına eziyet vermek ise, yasaklanmış bir hâldir. Muhıyt'te de böyledir.

Üst üste kaftan giymek mekruhtur ve bunda hilaf yoktur. Gıyâ-siyye'de de böyledir.

Erkeklerin ayaklarının üzerine kadar uzun don giymeleri mek­ruhtur. Fetâvâyi Attabiyye'de de böyledir.

Âlimlerin bazdan: "Kalın ve yamalı elbise giymek de sünnet-i islâmiyedendir." buyurmuşlar.

Don giymek, —erkekler için de, kadınlar için de— en örtücü elbise olduğndan sünnettir. Garâib'de de, böyledir.

Garîbü'r-Rivâye isimli kitapta: "Kadın, kendi evin de, tek başı­na ise, başını açabilir. Fakat evlâ olanı, mahremlerinin yanında, —baş örtüsü ince de olsa onu örtmekdir. Gunye'de de böyledir.

Elbisenin biraz kısa olması ve uzun olmaması sünnettir. Uygun olanı, alt giysinin topuklardan yukarı, bacak yarısına ka­dar olmasıdır.

Bu, erkekler içindir.

Kadınlara gelince alt giysilerinin ayaklarının üzerini örtmesi uygun olur.

Erkeklerin alt giysilerinin topukların altına kadarnızun olması, kib­rinden dolayı olursa, bu mekruh olur. Garâib'de de böyledir.

Namazın hâricinde, elbisenin kollarını takmadan, omuzuna al­ma, —eğer altında gömlek yoksa— mekruhtur.

"Gömlek üzerinde olursa, —namazda olduğu gibi— mekruh ol­maz." denilmiştir.

"Namazın haricinde de, her haliyle mekruhtur." denilmiştir.

Sahih olan kavil ise, böyle yapmanın namaz dışında mekruh olma­masıdır. Gunye'de de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Tilki derisinden yapılmış baş giyişinde bir beis yoktur." buyurmuştur, Mebsûfta da böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin üzerinde, sincap derisinden yapılmış bir elbise vardı.

Dahhâk'ın üzerinde de samur derisinden yapılmış elbise vardı. Giya-siyye'de de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Hangi vahşi hayvan derisi olursa olsun, debbağlandıktan sonra, onu kürk yapmakta bir sakınca yoktur.

Vahşi hayvan derileri, debbağlamnca temizlenmiş olur. Muhiyt'te de böyledir.

Kaplan, aslan ve benzeri vahşi hayvanların derileri, debbağlan­dıktan sonra, onlardan seccade namazlağa yapmakta ve atın eğerinin üzerine Örtü yapmakta bir sakınca yoktur. Mültekıt'de de böyledir.

Abdest için havlu, burun silmek için mendil kullanmak sakınca­lı değildir.

Ter silmek için bez taşımak bid'attır. Sahih olan, bunun da mek­ruh olmayışıdır.

Hasılı kelâm, bir kimse bunları kibrinden dolayı yaparsa, mekruh olur. Zerûrete binâen yaparsa mekruh olmaz. Kâfî'de de böyledir.

Hişam, NevâdirinMe şöyle buyurmuştur.

Ben, Ebû Yûsuf'un ayakkabılarını ağaç çivilerle çivilenmiş gördüm. Ve ona: "Bu çivilerde bir sakınca görmüyor musun" dedim;

O:

—"Hayır" dedi.

Ben:

—"Süfyan ve Sevr bin Yezid, mekruhtur. Çünkü, bunda ruhban'a ben­zeyiş vardır; diyorlar" dedim.

Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurdu:

—Peygamber (S.A.V.) kıllı ayakkabılar giyerdi. Onlarda ruhban­ların giydiği ayakkabılar gibiydi. Gerçekden bu, kulların menfaatına te-alluk eden bir işaretti: Bunun bir zararı yoktur.

Kulların salahına (= hayrına, faydasına) tealluk eden nev'iden olur­sa, (meselâ: Uzak bir mesafeye gitmek, ancak bu nev'i şeyle mümkün oluyorsa; bu benzeyişte bir beis yoktur." Muhıyt'te de böyledir.

Bir adamın evinde atlas perde ve sergi bulunur ve bunlar, güzel­lik için olur; üzerine oturulup uyunmazsa, hakkında nas vardır: Kul­lanmadıkça (Yâni ondan bir fayda temin edilmedikçe) bir sakıncası yoktur.

Ondan faydalanmak üzerine oturmak ve üzerinde uyumakdır. İmâm Muhammed (R.A.), böyle buyurmuştur. Kübrâ'da da böyledir.

Ağaçtan ayakkabı yapmak bid'attır. Ebûi-Kâsım ea-Saffâr şöyle buyurmuştur:

Kırmızı mest, Firavun mestidir. Beyaz mest, hamam mestidir. Si­yah mest âlimlerin mestidir.

Yemin olsun ki, ben Belh şehrinde büyük âlimlerden yirmisine ye­tiştim. Hiç birinin mestlerini beyaz veya kırmızı görmedim. Ve böyle mestleri kullandıklarını da duymadım."

Rivayet olunduğuna göre, Peygamber (S.A. V.) Efendimiz, siyah mest giyordu. Kendisine bir çift siyah mest hediye edildi; aldı ve giydi. Gunye'de de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [62]

 

10- ALTIN VE GÜMÜŞ KULLANMAK ALTIN VEYA GÜMÜŞ KAŞIK

 

Altın veya gümüş kap'dan, erkeklerin, çocukların ve kadınların yemeleri, içmeleri yağlanmaları ve koku sürünmeleri mekruhtur. Sirâ-ciyye'de de böyledir.

Âlimler şöyle demişlerdir: bu, yağı kapdan başına veya bedeni­ne dökerse böyledir. Fakat elini o kabın içine sokup ondan yağ çıkarır, sonra da o yağı kullanırsa, bunda bir beis yoktur.

Keza kaptan yiyeceği alıp, onu ekmeğinin üzerine koyar veya ben­zerini yapar, sonra da onu yerse; bunda da bir sakınca yoktur. Muhıyt'-te de böyledir.

  Gümüş bir yağdanlıktan yağlanmak mekruhtur.

Keza, böyle bir kapta bulunan yağı, avuç içine döküp, sonra da onu başına veya sakalına sürmek d& mekruh olur.

Yağdanlıktan dökülmesi gerekmediği için galiye denilen kokuyu kul­lanmakta bir beis yoktur. [63]

 

Altın Veya Gümüş Kaşık Ve Diğer Âletler

 

Altın veya gümüş masa üzerinde altından veya gümüşten yapıl­mış kaşıklarla yemek yemek mekruhtur.

Altun ve gümüş tastan veya ibrikten abdest almakda böyledir. Gi-yâsiyye'de de böyledir.

Keza, altun ve gümüş mil ile sürmelenmek ve sürmelik kullan­mak; bedene onunla fayda verici bir şey kullanmak mekruhtur. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Altından, gümüşten yapılmış tasdan abdest almak mekruhdur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Altın'dan   ve   gümüş'ten   yapılmış   sandalyelerle   oturmak mekruhdur.

Bu hususta, erkek, kadın müsavidir.

Altından gümüşten yapılmış aynaya bakmak mekruhtur.

Bunlardan yapılmış kalemle yazı yazmak veya bunlardan yapılmış divit kullanmak, kadın, erkek herkese mekruhtur. Sirâdyye'de de böyledir.

Bir adamın evinde, tezyinat için, altın ve gümüş kapların bulun­masında bir beis yoktur.

İmâm Muhammed (R.A.): "Bu hususta nas var." buyurmuştur. Ancak, onlardan yemek yenip, su içilmez. Çünkü haramlık onları kullanmaktadır. Kübrâ'da da böyledir.

Gümüşten kaplar yapmak ve içine el sokup çıkarmakta bir beis yoktur. Ancak bu kaplardan, çöğen (= temizlikte kullanılan bir mad­de) yağ, esans gibi şeyleri dökmek mekruhtur. Hâvî'de de böyledir.

Altın ve gümüşle süslenmiş kaplardan yemek yemekde ve su iç­mekte, —ağzını altın veya gümüş olan yere koymazsa— bir beis yoktur.

Altın ve gümüşle tezyin edilmiş, kaplar, sandalyeler ve oturakla­rın, altın ve gümüş olan yerine oturulmuyorsa, bir sakıncası yoktur.

Keza, kadınların altın ve gümüş halka kullanırı alırında bir beis yoktur.

Keza, altın ve gümüşten buhurdanlık gem, eğer, üzengi gibi şeyler yapılırsa, —üzerine oturmadıkça— bir beis yoktur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise:   "Bunların tamamı mekruhtur." buyurmuştur.

İmâm Muhammed (R.A.)'de böyle söylemiş ve: İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) böyle buyurdu." demiştir. Timurtâşî'de de böyledir.

Zâd Kitabı'nda şöyle denilmiştir:

Bu hususta Sahih olan İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir. Mnzma-rât'ta da böyledir.

Üzerinde altın ve gümüş yazı bulunan bir elbiseyi giymekte, bir beis yoktur.

Keza halis olmayan, katkmtılı olan şeyleri kullanmakta da sakınca yoktur. Yenâbi'de de böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.), "Erkeklerin altın ve gümüş yazı işlemeli elbiseleri giymeleri elverişli değildir." buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdİhân'da da böyledir.

Bıçağın sapı ve kılıcın kabzası gümüşten olduğunda eğer o bıça­ğı alan adam onun gümüş yerini tutarsa, mekruh olur; değilse mekruh olmaz.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir.

İmâm  Ebû  Yûsuf  (R.A.)   ise:   "Mutlak   olarak   mekruhtur." buyurmuştur.

Halis gümüş olmaz da katkıntıh olursa, bi'1-ictna mekruh olmaz. Kâfi'de de böyledir.

Siyer kitabında şöyle zikredilmiştir:

Kılıcı altınla süslemek uygun olmaz. Ancak harpde olursa müstes­nadır. Çünkü onun süsünden, harp de bir fayda yoktur ve o, ancak bir ziynettir. Allahu Teâlâ onu affedir. Bu, kılıçta olduğunda böyledir; ha­mail de olursa daha evlâdır. Timurtâşî'de de böyledir.

Kılıcı, kınını ve kemeri —altından değil de— gümüşten süslemekte bir beis yoktur. Kerderî'nin Vecîzi'nde de böyledir.

Bıçak, tamamen altın veya gümüş bir zarf içinde ise, ondan fay­dalanmak mekruhtur. Ancak, tutulacak tarafına el dokunmadan fay­dalanılması müstesnadır. Serahsî'nin Muhıyt'inde de böyledir.

"Bu cevap, gümüş hakkında iki rivayetten birisidir." denilmiştir. Bıçağın, kalemin, kalem kabının, makasın, hokkanın, ayanın al­tınla süslenmeleri caiz değildir.

Bunların gümüşle süslenmeleri caiz mi dir?

Bunda iki vecih vardır: Harp için kullanılacak bıçağı gümüşle süs­lemek mubahtır. Kitabet âletlerini' süslemek ise mekruhdur.

İmâm Ebû Yûsuf (R. A.)'tan gelen rivayetlerde bunlara muhalefet var­dır. Tîmurtâşî'de de böyledir.

Altın veya gümüş çivi yapmakta bir beis yoktur. Bunlardan kapı yapmak mekruhtur.

Kadınların parmaklarında aîtın yüzük var iken, avuçlarıyla su iç­melerinde de sakınca yoktur.

Kadınlar, ziynet eşyaları bilezik, küpe, yüzük, gerdanlık, v.s. gibi şeyler hariç altın ve gümüş kaplarda yeme, içme, yağlanma, üzerine otur­ma gibi hususlarda erkekler gibidirler. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bazı âlimlerimiz: "Altın, gümüş karışımdan yapılan kap, kapu ve emsali üzerine konulabilir." demişlerdir. Zehıyre'de de böyledir.

Askerlerin, harpde altın ve gümüş zırh ve miğfer giymelerinde bir beis yoktur. Hızanetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Silahı, Altın ve gümüşle yaldızlamakda da bir sakınca yoktur. Sirâciyye'de de böyledir.

Akîk, billur, zam, zeberced ve kolay kap kullanmakta mahzur yokdur. Hızanetü'l-Müftin'de de böyledir.

Yakut kap kullanmakda da bir sakınca yoktur. Sirâcfil-Vehhâc'da da böyledir.

Sabilerin inci takınmalarında bir beis yoktur. Buluğa erişmiş ol­sa da böyledir.

Sabî erkek çocukların bilezik ve halhal takınmaları mekruhtur. Si­râciyye'de de böyledir.

Erkeklerin gümüş yüzük takınmaları caizdir.

Böyle bir yüzüğün üzerine, suret (= resim) konülmuşsa, erkekler onu takamazlar.

Kadınların yüzüklerinin üzerinde suret (= resim) bulunması ise, mekruhtur. Sırâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Erkek yüzüğü gibi yapılmış yüzüğü takmak, erkekler için caizdir. Fakat, kadın yüzüğü, gibi iki veya üç kaşlı yapılmış yüzüğü, erkek­lerin takması mekruhtur. Hulâsa'da da böyledir.

Erkeklerin gümüşten başka bir şeyden yapılmış yüzük takınma­ları mekruhtur. Yenâbî'de de böyledir.

Sahih olan kavle, göre erkeklerin altın yüzük takınmaları haram­dır. Kerderî'nin Vecîzî'nde de böyledir.

Hncendî kitabında şöyle denilmiştir.

Demir, bakır, tunç ve kalay yüzük kullanmak, hem erkek, hem de kadınlara mekruhtur.

Fakat, akik'de ihtilaf vardır: Sahih olanı, Zehıyre'de de denildiği gibi, bunun caiz olmayışıdır.

Kadîhân ise: "caizdir." demiştir. Sırâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Yeşb dedikleri, akik ve benzeri şeyleri takmakda bir beis yoktur. Hidâye Şerhi Ayni'de de böyledir.

Kemik yüzük takınmak caizdir. Garâib'de de böyledir,

Üzeri gümüş kaplı, altında demir bulunan yüzüğü kullanmak da caizdir, muhıyt'te de böyledir.

Yüzükte, itibar halkasınadır. Çünkü, yüzük onunla kâimdir. Ka­şına itibar edilmez. Dolayısıyle kaşın taş veya başka şey olması caizdir. Sırâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Yüzüğün kaşının deliğine, altın çivi vurmakda beis yokdur. Muhtâr-Şerhı İhtiyar 'da da böyledir.

Camiu's-Sağîr'de: "Uygun olan, yüzüğün bir mıskal ağırlığında olması ve fazla ağır olmamasıdır." denilmiştir.

Bazıları da: Bir miskale de varmamalıdır." demişlerdir. Eser de (ha­ber de) böyle vâkî olmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Gümüşten yüzük edinmek, hükümdar hâkim gibi kimselere zarûrettir. Çünkü onunla mühür basacaklardır. İhtiyaç olmadığı zaman, bunun terki evlâdır. Burada yüzük ve mühür aynı anlamda kullanılı­yor. Timurtâşî'de de böyledir.

Fakıyh Ebû'l-Leys bulurmuş ki: Bir çok insanın —hükümdar ve onun izin verdiği âlimler hariç— yüzük kullanması mekruhtur. Ovâhirii'l-Ahlâtî de de böyledir.

Yüzük kulanan erkek için münâsip olan, yüzüğün kaşını, elinin iç tarafına getirerek, kadınlara muhalefet etmekdir. Çünkü kadınlar, yüzüğü zinet olarak erkekler ise, ihtiyaca binâen kullanırlar. Serahsî'nin Muhiyt'nde de böyledir.

Fetvalarda: "—Sağ elin değil— sol elin küçük parmağına yüzük takmak uygun olur. Zira sağ ele yüzük takmak, râfizîlik alâmetidir." denilmiştir. Cevaza gelince, sağ el de, sol el de tamamen caizdir. Bu hu-susda eser (hadisleri de vardır. Zehıyre'de de böyledir.

İmâm Mnhammed (R.A.), CâmiuVSağjr'de şöyle buyurmuştur:

Dişler, altınla bağlanmaz; gümüşle bağlanır.

Bununla, çynayıp düşecek olan dişi murad eylemiştir.

Eğer diş sahibi, onu bağlayıp tutturmak murad ederse; altınla.de­ğil de gümüşle bağlar.

Bu, İmâm Ebu Hanîfe'n in kavlidir.

İmâm Muhammed ise (R.A.): Altın ile de bağlayıp tutturabilir." bu­yurmuş ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'ın kavlini, Câmİü's-Sağîr'de zikretmemiştir.

Bazı âlimler İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'ım kavli de, imâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli gibidir." demişler; bazıları da " İmâm Mnhammed (R.A.)'in kavli gibidir." buyurmuşlardır.

Hâkim, Müntekâ'da: "Şayet diş, oynarda düşmesinden korkutursa, ister altın ile, isterse gümüş ile bağlayıp tutturabilir. Bunda bir beis yok-dur. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) aynı görüşteler."

buyurmuştur.

Hasan bin SQyâd (R.A.)'m Ebû Hanîfe (R.A.)'den rivayet ettiğine gö­re, gerçekten İmâm, diş ile burnu birbirinden ayırmış ve: "Dişte altın kullanmanın yani altın telle diş bağlamanın bir sakıncası yoktur. Bu­runda ise altın kullanmak mekruhtur." buyurmuştur.. Muhıyt'te de böyledir.

İmânı Ebû Yûsuf (R.A.): "Aynı dişi, —imkan varsa— yerine koy­makta bir sakınca yoktur. Eğer, diş başkasının dişi ise, işte bu mekruh­tur." buyurmuştur. Sirâcü'I-Vehhâc'da da böyledir.

Bişr şöyle demiştir:                                                 

Ben, Ebû Yûsuf (R.A.)'tan başka bir mecliste " Ebu Hânıfe (R.A.)'nin bu husustaki görüşünü sordum. O da: "Dişin geri yerine konmasında bir sakınca görmedi." dedi. Zehiyre'de de böyledir.

Parmak uçları koptuğunda, altından veya gümüşten parmak ucu yapmak caizdir.

El veya parmak koparsa, bunun hilafınadır. Timurtâşî'de de böyledir. En doğrusunu bilen Hazreti Allah'dir. [64]

 

11- YEMEK YEMEKLE İLGİLİ MEKRUHLAR

 

Hüküm bakımından, yemek yemenin dereceleri vardır:

1-) Farz: Ölmeyecek kadar yemek yemek farzdır. Şayet, bir kimse, yemeyi, içmeyi terk ederek ölürse, gerçekten, âsî olmuş olur.

2-) Sevap: Bir kimsenin, namaz kılacak, oruç tutacak kadar kuv­vet verecek şekilde yemek yiyip, su içmesi sevap'tır.

3-) Mubah: Vücûdun kuvvetlenmesi için, doyana kadar yemek mübâh'tır.

İşte  bunda, bir sevap da, bir günah da yoktur.

Böyle yapan kimse kıyamet günü, kolay bir hisaba çekilir. Ancak bunun için yediğinin helâl olması gerekir,

4-) Haram: Doyduktan sonra yemek haramdır. Ancak, bir kimse­nin, yarın tutacağı oruca kuvvet olsun diye, veya müsâfirini utandır­mamak için yemesinde bir beis yoktur. Doyduktan sonra, fazlaca yese bile, bu durumlarda bir sakınca yoktur.

Farz ibâdetleri yapamıyacak kadar riyâzat (~ az yemek) caiz değildir.

Fakat ibadetleri edadan geri bırakmıyacak kadar, kifayet miktarı yemek, işte bu mübahdır ve bunda nefsi terbiye vardır.

Bu, önceki hâlin hilâfmadır. çünkü onda nefsin helaki vardır bun­da ise, yemeğe iştilıa vardır.

Keza, bir gencin, kendisinin şehevî arzusunu kırmak için, ibâ­detlerden geri kalmayacak şekilde az yemesinde de bir beis yoktur. Muhtar Şerhi İhfiyar'da da böyledir.

Bir adam ihtiyaç mikdarı, veya vücudunun maslahatı kadar y^c-se, bunda da bir sakınca yoktur. HavTde de böyledir.

Bir adam, —kusmak için— ihtiyacından fazla yerse, bunda da bir beis yoktur. Hasan: "Ben Enes bin Mâlik'i gördüm. Yemeklerden bir­çok çeşidini fazlaca yedi ve sonrada istifra etti." dedi. Feiâvayi Kâdihân'-da da böyledir.

İhtiyaç zamanı, çeşit çeşit yemek israf değildir. Meselâ: Birçok çeşid yemek toplandı; her birinden ibâdete kuvvet olacak mikdarı yedi veya bir toplumu da'vet eyledi ve onlara çeşit çeşit yemek getirdi; böyle durumlarda fazla yemekte bir beis yoktur. Hulâsa'da da böyledir.

Çeşit çeşit yemek yapıp, sofraya ihtiyaçtan fazla ekmek koymak israfdır. Ancak, kasdı misafirden  sonra misafir ise, bunda bir beis yoktuj.

Ekmeğin ortasını yiyip, kabuğunu terk etmek veya onun, şişkin ye­rini yiyip, diğer tarafını bırakmak israf olur. Yalnız, kendinin yemediği yeri, başkası yerse, bu israf olmaz. Ve böyle yapmakda da bir sakınca yoktur.

Bir ekmek var iken, başkasını istemekde böyledir. Muhtar Şerhi İhti­yar'da da böyledir.

Elden düşen lokmayı almamak israftır. Bilakis Önce onu alıp ye­meli ve sonraya bırakmamalıdır. Kerdeiî'nin VerîzPnde de böyledir. [65]

 

Yemekten Önce Ve Sonra Elleri Yıkamak

 

Yemekten önce de, sonra da elleri yıkamak sünnettir. Yemekden önce el yıkamakda âdap; önce gençlerin, sonra yaşlıla­rın ellerini yıkamalarıdır.

Yemekden sonra ise; önce yaşlıların, sonra da gençlerin ellerini yı­kamaları edeptendir. Zehıyre'de de böyledir.

Necmii'l-Eimme d-Buhâri: "Bir eli yıkamak veya iki elin parmakla­rını yıkamak sünnet için kâfi gelmez. Yemekden önce zikrolunan, her iki eli de bileğe kadar yıkamakdır." demiştir. Gunye'de de böyledir.

Yemekden önce yıkanan eli, yemek zamanına kadar yıkama alâ­meti baki katsın diye, havlu ile silmemelidir. Yemekten sonra ise eller, -yemek izleri tamamen gitsin diye— iyice silinir. Hızânelö'l-Müflîn'de de böyledir.

Yetime'de şöyle zikredilmiştir.

Babamdan, yemek vakti ağız yıkamanın, —elleri yıkamak gibi— sünnet olup olmadığı soruldu; O şu cevabı verdi: —"Hayır, o sünnet değildir." Tatarhâniyye'de de böyledir.

Hişam'ın Nevâdiri'nde şöyle denilmektedir.

Ben, İmâm Muhammed (R.A.)'den: "Yemekden sonra un veya ka­vut ile, çüven ile yıkar gibi, el yıkanır mı?" diye sordum.

O, bana: Ebû Hanîfe (R.A.)'nin, bunda bir sakınca olmadığını ha­ber verdiğini." söyledi. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'nin kavli de böyledir. Ze-hıyre'de de böyledir. [66]

 

Cünüp İken Yiyip İçmek

 

Erkek olsun, kadın olsun cünüp olan bir kimsenin, ellerini ve ağ­zını yıkamadan yemek yemesi ve su içmesi mekruhtur.

Hayız için, böyle değildir. Fakat müstehap olanı her zaman ağzı yıkamaktır. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Uygun olanı, kişinin kapdan, suyu eline kendinin dökmesi; baş­kasından yardım istememesidir.

Bazı âlimlerimiz: "Bu da abdest gibidir. Biz başkalarından abdest alırken yardım istemeyiz." demişlerdir. Muhıyt'te de böyledir. [67]

 

Yemeğe Başlarken Besmele Çekmek

 

Yemek yemenin sünnetlerinden biri de evvelinde besmele çekme, sonunda da "Elhamdü lillah" demekdir.

Bir kimse, yemeğin başında besmeleyi unutursa; aklına gelir gel­mez "bismillâhi a'lâ evvelini ve âhirini" der. Muhtar Şerhi İhtiyar1 da da

Bismillah dediğin zaman, sesini yükselt. Bu seninle beraber olan-larada telkin olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Eğer yemek helâl ise, önce besmele ile başlanır; sonunda da Elham­dülillah denir. Gunye'de de böyledir.

"Elhamdü lillah" sözü yüksek sesle söylenmez. Ancak, sofrada oturanların tamamı yeme işini bitirmişlerse, o zaman yüksek sesle söy­lemenin bir zaran yoktur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Yemeğe tuz ile başlayıp, tuz ile bitirmek de sünnettendir. Hulâ­sa'da da böyledir.

Az yemek de sünnettir. Garâib'de de böyledir.

Nevâdir'de Fari bin Ganim şöyle demiştir:

Ben, Ebû Yûsuf (R.A.)'dan yemeğe üfürmenin mekruh olup olma­dığını sordum.

O, şu cevabı verdi:

—"Hayır, mekruh değildir. Ancak, üf gibi bir ses olmamalıdır.

Bu da nehyin (yasaklamanın) açıklamasıdır.

Sıcak yemek zararlıdır.

Yemeğe üfürmek ve onu koklamak doğru olmaz.

Başlangıçta yemeğin ortasından yememek sünnettendir. Hıttsı'da da böyledir.

Mendil ile elini silimeden önce, parmağını yalamak sünnetten­dir. Kental'nin Vecîzi'nde de böyledir.

Tabağı parmağı ile silip, parmağı yalamak da, sünnettendir, Hu-lâsa'da da böyledir.

Sofradan düşen şeyi, alıp yemek sünnettir. Muhıyt'te de böyledir.

Yol üzerinde yemek yemek mekruhtur. Başı açık, yemek yemede bir mahzur yoktur. Muhtar olanı budur. Hulâsa'da da böyledir.

Kibir yoksa, bir yere yaslanarak yemek yemede bir beis yoktur.

Cevfthinıl-Ahlâti'de de böyledir.

Zahîriyye'de de: "Muhtar olan budur." denilmiştir.

Yaslanarak yemek, içmek ve sol tarafım yere koyarak yemek mek­ruhtur. Fetâvâyi Atlabiyye'de de böyledir. [68]

 

Ölmüş Hayvan Eti Yemek

 

Zaruret hâlinde ölmeyecek kadar İaşeden yemekte bir beis yok­tur. Sirâciyye'de de böyledir.

Zaruret hâlinde meytenin(= İaşenin) yenilmesi hususundu muh­telif kaviller vardır:

Nefsinin helakından korkarsa, yiyebilir." denilmiştir.

İboü Möbârek'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Haramdan başka bir şey bulunmadığı zaman, o yenilebilir."

"Farz olan ibâdetleri yapmaya gücü yetmiyecek kadar zayıf düşer­se, yine o yenilebilir." denilmiş.

Üç gün aç kaldıktan sonra, yenilebilir." denilmiştir.

Sahih olan, bu hususta bir vakit tâyin etmemektir. Çünkü, insan­ların tabiatları değişiktir. Onun yenilmesinde de ihtilaf edildi: Ve: "onu yemek haramdır. Ancak, günâhı kaldırılmıştır." denildi.

"Helâldir; yememeye ruhsat yoktur." denilmiştir. Garâib'de de böyledir. [69]

 

Zaruret Hâlinde, Başkasının Yiyeceğini Yemek

 

Bir kimsenin, açlıktan ölüm korkusu olur, arkadaşının da yanında yiyeceği bulunursa; Ravza'da "Ölmeyecek kadar ve ödemek kasdiyle onun yiyeceğinden alması caizdir." denilmiştir. Hulâsa'da da böyledir.

Bir kimsenin arkadaşının yemek yediği sırada açlıktan îztırabı var­sa, —bedeliyle de olsa— zoraki ondan yiyecek alamaz, ölüm korkusu gelene kadar sabreder. Gunye'de de böyledir.

Bir kimse, susuzluktan ölüm korkusuna düşer; arkadaşının yanında da, su bulunursa, —silahsız olarak— onunla dövüşerek, ondan ihtiyacını giderecek miktarda su alır. Şayet arkadaşının da susuzluktan öleceğini bilirse, o takdirde, bir kısmım kendi alır; bir kısmmı da ona bırakır. Hulâsa'da da böyledir.

Bir kimse açlıktan niüztarip olur; yemek sahibi de onu, yemek­ten men ederse; —onunla dövüşmeden— bu şahsın —ondan yiyecek al­masına ruhsat vardır. Şayet, almaması hâlinde ölecekse, böyledir.

Bir kimse, susuzluktan daralır; ordada bir kuyu bulunur ve başka bir şahıs onun o kuyudan su içmesine mani olursa, susuz kalan şahıs ona karşı savaşır. Tehrib'de de böyledir.

Ebû Nur'ın şöyle dediği rivayet olunmuştur. Bir kimse; yiyecek, içecek gibi, insanın sahip olması mümkün olan, bir şey için çok darahr-sa, onu temin etmek için silahsız dövüş yapar. Fakat kuyu veya benzeri gibi, insanın mülkiyetinde olmayan bir şey olursa, o zaman silahlı da silahsız da dövüş yapar. Mnfeiyt'te de böyledir.

Susuzluktan ölecek olan bir kimsenin yanında içki varsa, ondan susuzluğunu giderecek kadar içer. Bunun için susuzluğunun onunla gi­deceğini bilmesi gerekir. Kerderî'nin Vedzi'nde de böyledir.

Bir kimse, açlıktan çok daralır; yiyecek lâşe bile, bulamaz ve bir adam: "Elimi kes ve ye." veya "Benden bir parça kes, ye." derse; işte buna ruhsat yoktur. Ayrıca, o adamın böyîe demesi de doğru değildir.

Bir adamın, kendi vücudundan bir parça kesip yemesi de böyledir. Buna da ruhsat yoktur. Fetâvâyi Kâdihân'de de böyledir. [70]

 

Bir Babanın, Oğlunun Bir Şeyini Yemesi

 

Bir baba, oğlunun malını yemeye muhîöCclduğunda, eğer şehir­de bulunuyorsa, karşılıksız alıp yiyebilir. Şayet yabanda olur ve yiye­cekten başka şeye ihtiyacı bulunur ve baba zengin olursa, o şeyi bedeli ile alır. Sadaka olarak bir şey almaz. Hulâsa'da da böyledir.

Bir babanın, bahil (= cimri) olan oğlunun malından yemesi he­lâl olmaz. Ancak, baba ihtiyacı içinde olursa, o zaman helâl olur.

Eğer, oğlu cömert ise, ihtiyacı olmasa bile, babasının onun malından yemesi, helâl olur. Mü ite kıt'ta da böyledir.

Bir kimse, açlıktan öleceği halde, ölü hayvan eti yemekten imti­na eder veya oruçlu olur ve onu yemeyince ölecek olduğu halde yemez-se, günahkâr olur. Muhtar Şerhi İhtiyar'da da böyledir.

Bir kimse, acıkmış olduğu ve yemeye gücü yettiği hâlde yeme­den ölse, günahkâr olur. Kübrâ'da da böyledir.

İmâm Mubammed (R.A.) Kitâbü'l-Kisb'de şöyle buyurmuştur: Bir adamın, çıkıp kazanma imkânı olmadığı zaman, diğer insanların, onun ihtiyacını görmeler, üzerlerine farzdır. Bu mes'ele üç bölümde mülâha­za edilir.

1-) Muhtaç zat, çıkmaktan âciz olursa; onun hâlini bilenlerin ta­mamının üzerine onu çıkacak kadar ve ibadet edecek kadar yedirip içir-meleri farzdır.

Eğer dışarı çıkmaya gücü yetmeyen bu şahıs, açlıktan ölürse, du­rumu bilenlerin hepsi de günâha ortak olurlar.

Keza, bir adam, çıkıp hâlini arz etmeye gücü yettiği hâlde, halini haber veremiyor; fakat, onun bu halini başkaları biliyor ve bunları ona bakmaktan kaçmıyorlar; oda açlıktan ölüyor; yine hepsi de günâha ortaktırlar.

Fakat, bu durumda kazanmaya gücü yçtmiyen şahsın halini çıkıp arz etmesi daha uygun olur.

Bu muhtaç şahsa, bîr takım insanlar bakıp, yedirir içirirlerse, di­ğer insanlardan mes'uliyet kalkar.

2-) Muhtaç olan zatın dışarı çıkmaya gücü yettiği hâlde, kazan­maya gücü yetmiyorsa, onun vazifesi, çıkıp halini arzetmekdir.

Halini bilen şahıs da, onun ihtiyacını temine çalışacaktır.

Eğer muhtaç olan zatın kazanmaya gücü yeterse, çalışıp kazanma­sı gerekir. Onun dilenmesi helâl olmaz.

3-) Muhtaç olan şahıs kazanmaktan âciz; fakat, dişan çıkmaya gücü yetiyor ve evlere gidip isteyebilecek durumda ise, onun öyle yapması gerekir.

Şayet, böyle yapmaz da açlıktan ölürse, Allah indinde yalnız ken­disi mes'ul olur.

Veren, alandan hayırlıdır. Bu meseleninde üç veçhi vardır.

1-)Veren, farz olduğu için veriyor; alan da kazanmaya gücü yeti­yor, fakat fakir. îşte burda, bi'1-lttifak, veren alandan efdâldır. ( = üstündür):

2-) Veren şahıs, teberru olarak veriyor; alanda, teberru alıyor; ve­ren, belli muhtaç değil; alan da, kazanmaya kadir; bu durumda da ve­ren, alandan Üstündür.

3-)Veren, teberru ediyor; alan ise acizliğinden dolayı alması gere­kiyor. Bu durumda da, alimlerimize, göre veren, alandan üstündür. Mb-hıyt'te de böyledir.

Bir adam: "Falan zat, malımdan yerse, işte o, ona helâl olsun." der; o adam da, onun malının mubah olduğunu bilmeden, yese bu du­rumda da caizdir ve yediğini tazmin etmesi gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.

Bir adam, diğerine: "Malımdan, yiyeceğin şeyin tamamı, sana helâldir." dese, işte o onun için helâl olur.

Eğer: "Malımdan, yiyeceğinin tamamını sana teberru ettim." de­miş olsa; bu teberru olmaz.

Sadru'ş-Şehid: "Bu, Muhammed bin Seleme'ye göre teberru olur." de­miştir. Kerderi'nin Vecîzi'nde de böyledir.

Bir adam, diğerine: "Nerde bulursan al; malım sana helâldir." derse, İmâm Muhammed (R.A.): "İşte bu, hasseten dinar ve dirhemlere mahsustur; yoksa, onun bahçesinden meyve, sürüsünden koyun alamaz. Başka şeyler de böyledir." buyurmuştur. Bir hurmalığa, iki kişi ortak oldukları zaman birisi, diğerine: "Sevdiğini ye; istediğine bağışla."der-se; onun, öyle yapması mubah ve caiz olur. Siracü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Bir adam, diğerine: "Hurmamdan kaç adet yedin? dediğinde, o: "Beş adet." dese; halbuki o, on adet yemiş olsa; yalancı olmaz.

Keza: "Bu elbiseyi, kaça satın aldın."? dediğinde, diğeri: "Beşe aldım." dese; halbuki o, elbiseyi ona almış olsa, yine yalancı olmaz. Hulâsa'da da böyledir.

Ölü bir tavuktan çıkan yumurta yenir.

Keza, ölü bir koyunun memesinden çıkan o «üt içilir, Sirâciyye'de de böyledir.

Canlanmamış arı kurdunu yemekte bir beis yoktur. Sirâciyye'de de böyledir.

İmâm Mohammed (R.A.) "Eşek sütü emen kuzu ve oğlağın eti ye­nilir; fakat böyle yapmak hoş değildir.

Bir koyun şarap içse ve o saatte de boğazlansa (kesilse) mekruh olmaz.

Eğer bir müddet habsedilirse, bu durumda, pislik yiyen tavuk gibi olur.

Et kurdu çorbaya düşse, onu pislendirmez; fakat bu kurt yenmez. Keza, çorbaya düşen kurt şişse, çorbanın yenmesi caizdir. însan oğlunun teri, tükrüğü ve göz yaşı çorbada galebe çalsa, tab'-

an pis olur. Gunye'de de böyledir.

Yemek pişiren bir kadının yanma, kocası, elin^çki kadehi ile girse ve o içkiyi tencereye dökse; kadın da o yemeğm içine sirke~-döke-rek onun pişirse; çorba da iyice eşkise, sirke gibi olur ve bu çorbanın yenmesinde bir beis olmaz. Hulâsa'da da böyledir.

Yemek kazanına "bir necaset düşse; çorbası yenmez. Et de böyle­dir. Et, kaynamakta olursa, böyledir. Et pişmeden isabet eden necaset yıkanır ve yenir. Sirâciyye'de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.): Mâ-i müstamel ile hamur yuğrulmasın-da bir beis yoktur." buyurmuştur. HâvTde de böyledir.

Hamur, kedi artığı su ile yuğrulsa, ekmeğini yemekde, insanlar için bir kerâhat yoktur. Gunye'de de böyledir,

înce unun (beyaz unun) ekmeğini kendinin yiyip de, kepeğinin ekmeğini kölelerine yedirmek mekruhtur.

Ekmeğin ortasında bir davar kıgısı bulunsa, eğer o sert ise atılır; kalan ekmek yenilir. Çünkü, ekmek pislenmemiştir. (Koyunu sağarken, kığısı süte düşüp de dağılmadan atılınca süt pis olmadığı gibi) HizaneüVl-Fetâvâ'da da böyledir.

Bir kimse, ekmeğin ekserisini pisliğe düşmüş görse, onu, orada terkinde mazeret vardır. Onu yıkamak lâzım olmaz. Gönye 'de de böyledir.

İbnü Ahmed'den soruldu: —Farenin ufattığı buğdaylar yenilir mi?

İmâm.

—"Evet yenilir." Çünkü zaruret vardır." dedi. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Buğdayın içinde, insan dişi üğünse, bu un yenilmez. Hayvana da yedirilmez.

Zarurete binâen, insan elinin derisinden, sinek kanadı kadarı ye­meğe karışsa, o yukardakinin hilâfınadır ve yenilir.

Ter de böyledir; yuğrulan hamurun içine düşse, az olursa yemeye mâni olmaz. Gunye'de de böyledir.

Devenin ve koyunun kıgısı içinde bulunan arpada bir beis yok­tur; yıkanır ve yenilir.

Şayet arpa, ineğin ve atın tersleri içinde oluşa, pistir yenmez. Serah-sî'nin Mnbiyt'nde de böyledir.

Tuvalete dökülmüş fasulya, nohut, mısır, mercimek ve emsali şey­leri yıkayıp yemek mekruhtur. Gunye'de de böyledir.

Kokmuş eti yemek haramdır.

Balık, süt, zeytin yağı da kokarsa, yenilmesi haramdır.

Yemek bozulursa pis olur.

Su bozulmakla haram olmaz. Hızânetü'l-Fetâvâ'da da böyledir.

Eti yenilen hayvanın, karnında olan yavru da yenir. Gunye'de de böyledir.

Yaz mevsiminde, bir adam bir bahçeye uğrasa ve onun meyvele­rinden yemek istese; meyveler de ağacın altına dökülmüş olsalar; eğer şehirde ise, onları alıp yemesine ruhsat yoktur.

Ancak, sahibinin, kendine helâl edeceğinin iyice bilirse, o zaman yiyebilir. Bu bilgi ister nas ile olsun; isterse delâlet ile, âdet yönünden fark etmez.

Şayet bahçe duvar içinde ise, bu böyledir.

Eğer meyve, ceviz gibi üzerinde kalmışsa, onu da almaya yetkisi yoktur. Ancak, sahibinin iznini bilirse o zaman alabilir.

Meyveleri toplanmış ağaçlara gelince, âlimlerin bu hususta bazı ka­villeri vardır: SadraVŞehîd: "Yasakuğı belli edilmemişse, geride kalan mey­veyi yemekte bir beis yoktur." buyurmuştur.

Bu beyan, ister açıktan olsun; isterse âdet halinde olsun fark et­mez. Muhıyt'te de böyledir.

Muhtar olan, —sahibinin razı olacağını iyice bilmeden— ondan yememektir. Gıyâsiyye'de de böyledir.

Eğer, bu köylerde olursa; geride kalan meyveleri sahibinin izni­ni bilmeden almak olmaz.

Muhtar olan kavle göre, yasaklanmamış ise, onu alıp yemede bir beis yoktur. Muhıyl'te de böyledir.

Başkasının meyvesinden alıp götürmek helâl olmaz. Tatarhâniy-ye'de de böyledir.

Şayet meyve, ağacın üzerinde kalmışsa, sahibinden izinsiz onu almamak gerekir.

Toplanıp götürülmesine de ruhsat yoktur.

Fakat güz günü, yola dökülmüş ağaç yaprağını, ağaç sahibinden izin almadan toplamakda bir sakınca yoktur.

Şayet bu yapraklar, dut yaprağı gibi sahibine fayda veren yaprak­lardan ise, onu almaya hakkı yoktur. Eğer alırsa, bedelini Ödemesi gerekir.

Eğer sahibine faydası olmayan yapraklar ise, onları alınca tazmi­nat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, bir dostunun evine girdiğinde, tabakta yemek olursa, onu yemesi caiz olur.

Dostunun bağından üzüm yer ve dostunun bunu hoş göreceğini bi­lirse, bunda da bir beis yoktur.

En doğrusu ise, şüpheli şeylerden kaçınmaktır. Gerçekten tamah eden yanılmıştır. Mültekıt'ta da böyledir..

Akan suda giden meyveyi alıp yemek caizdir. Çünkü, bozulacaktır ve zayi olacaktır. Serahîâ'nin Muhıyt'inde de böyledir.

Suda bulunan odun, kıymet taşımıyorsa alınabilir ve o helâldir. Eğer kıymetli ise onu almak helâl olmaz. Sirâciyye'de de böyledir.

Halâsa'da da böyledir. Serahi'nin Mnhıyt'nde de böyledir.

Fetvalarda şöyle zikredilmiştir. Ebû Bekir'den soruldu:

—Bir adam, ceviz buldu; sonra bir daha, bir daha, derken...ceviz on adet oldu ve bir kıymet taşır hâle geldi. Bu nasıl olur.?

İmâm şöyle buyurdu:

—Eğer, cevizleri aynı yerde bulmuşsa, lukata (- bulunan şey) hükmündedir.

Ayrı ayrı yerlerde bulmuşsa, bu cevizler kendisine helâl olur.

Bu, ayrı yerlerden çekirdek toplamaya benzer. Her ne kadar kıy­met t aş ıs a da bunlar kendinin olur; helâldir. Fakıyh şöyle buyurmuştur:

Bana göre; —bulan şahıs zengin ise— cevizleri aynı yerde de bul­sa, ayrı ayrı yerlerde de bulsa, lukata hükmündedir; bulana helâl olmaz.

Çekirdek böyle değildir. Çünkü çekirdeği sahibi atmıştır. Atılması sebebiyle, o mubahlaşmıştır. Ceviz ise, atılmış değildir.

Ancak cevizi ağacının altında bulursa, o, yerde kalan başaklar gi­bidir. Hüvî'de de böyledir.

Mezarlıkta bir ağaç bulunduğunda, insanlar: "Bunu, filan adam, burası mezarlık olmadan önce dikmişti.-' derlerse; işte o zaman, o ağaç onundur. Dilediği gibi tasarruf eder.

O yer, hâli bir yer olur ve bir sahibi bulunmaz, halk da orayı me­zarlık yaparsa bu durumda, o ağaçda yerinin hükmüne bağlıdır.

Şayet o ağaç mezarlık yapıldıktan sonra dikilir ve diken belli olur­sa, bu durumda, bu ağaç onundur. Uygun olanı da, o ağacı, o adamın, meyvesi ile birlikte tasadduk etmesidir.

Eğer ağaç, orada kendiliğinden bitmiş ise; hükmü, hâkime aittir. Sökülmesini uygun görürse söktürür ve mezarlığa infak eder. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Zengin bir adam, fakire verdiği sadakadan yer ve fakir de, ona, onu helâl ederse; âlimler bu hususda ihtilaf etmişlerdir:

Eğer o şey, fakire mal olmuş; sonra da zengin onun rızası ile ye-mişse, bunda bir beis yoktur.

Yolcu bir adam, bir fakire tasadduk eylese, sonra da o tasadduk eylediği yere uğradığında, malı duruyor olsa, ondan yemesinde bîr beis yoktur.

Keza, bir fakire sadaka verildiğinde, bu fakir o sadaka elinde iken zengin olsa; onun önceki sadakadan yemesinde bir sakınca yoktur.

Çamur yemek mekruhtur.

Ebû el-Leys Fetâvâ'sında Şemsü'i-Eimme'de, Şerhü Savmı'nda, şöyle buyurmuşlardır:

Eğer, onu yeyince, nefsine bir zarar geleceğinden korkarsa, o tak­dirde, onu yemesi mübâh olmaz.

Toprak ve çamurun haricinde olanlar da böyledir.

Eğer az bir şey yer, o da zarar vermezse, bunda,bir beis yoktur. Muhıyfte de böyledir.

Mekke'den getirilip, adına Hn-i Hamza denilen çamuru yemek mek­ruh mudur?

Hadisde geldiği gibi, bunu yemekde diğer çamurları yemek gibidir ve mekruhtur. Mekruh olduğunda görüş birliği vardır. Cevâhiru'l-Fetâvâ'da da böyledir.

Bazı âlimlerden, "Buhara çamurunu yemek" sorulduğunda: "Za­rar vermez ise, bir beis yoktur." denildi.

Eğer, hürmet için yenirse mekruh olur. İbnfi Mübarek'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: — İbnü EM LeySâ, cariyesini, çamur yediği için reddeyledi. (= kovdu). Ebû'l-Kâssro'dan çamur yemekten sorulduğunda, O şu cevabı verdi: "Akıllıların işi değildir." Hâvî'de de böyledir.

Kil yemeyi âdet hâline getiren bir kadını güzelliğine kil yemesi zarar verirse, bu kadının kil yemesi yasaklanır.

Çeşitli yemek yemekte, bir beis yoktur.

Çeşitli meyveler yemekte de, bir sakınca yoktur. Böyle yapma­mak ise, evladır. Hızâneiüİ-Müfim'de de böyledir.

Ayakta su içmekte bir beis yoktur. Yürüyerek su içilmez.

Misafir (= yolcu) için yürüyerek içmeye de müsaade vardır.

Su, tek nefeste içilmez. Su, su kcbının ve kırbanın ağzından da içil­mez. Çünkü, boğazına zararlı bir şeyin gitmesinden korkulur. Giyâsiyye'de de böyledir.

Zenginin de, fakirinde kırbadan (= tulumdan) su içmesi câiz-dİr. Hulâsa'da da böyledir.

Su kırbalarım, yerinden alıp, evine götürmek mekruhtur. Çün­kü onlar, su içilsin diye oraya konulmuştur. Götürülsün diye konulma­mıştır. Serahsî'nîn Muhıyt'nde de böyledir.

Su kırbasını evine götürmeye izin verilmişse, götürülmesi caiz olur; değilse caiz olmaz. Kerderî'nin Vecîzi'nde de böyledir.

Bir küpün içine, bir damla içki düşse, bu, o anda içilmez. Bir müddet sonra ise, içilir.

Bir küp sirkenin içine, bir ibrik içki dökülsei tadında kokusunda bir değişiklik olmazsa, bu sirkenin içilmesi helâl olur. Mültekıt'ta da böyledir.

Kâfir olan bir babaya, içki içirilmez. Kadehi de verilmez. Ve on­dan alınır.

O, kiliseye götürülmez. Ancak gitmişse, oradan getirilir.

İçinde ölü hayvan eti ve domuz eti pişmiyorsa, bu babanın ocağı yakılır.

Müslüman, içki bulunan sofraya oturamaz ve ölmüş İaşeden yiye miz. Attabiyye'de de böyledir.

Yemek kabını, ekmek üzerine koymak caiz olmaz. Gunye'de de böyledir.

İmâmüVSiğâr: "Ekmek üzerine tuz konulmuş olan ziyafete git­meye niyet eylemedim." demiştir. Hulâsa'da da böyledir.

Esahh olan, tuzluk, tuz ekmekle yensin diye konulmuşsa, bu mek­ruh olmaz. Yenâbi'de de böyledir.

Kağıt üzerinde bulunan tuzu, ekmek üzerine koymak caizdir. Baklagilleri de ekmek üzerine koymak caizdir.

Şemsü'l-Eimme Haivânî "Ekmeğin üzerine, her şeyi koymak caizdir." buyurmuştur.

Alâü't-Tercümânî ve Alaü'l-Hamâmî şöyle demişlerdir:

"Biz, Buhara ve Semerkât'ın büyük âlimlerinin yanında bulunduk; çoğunun böyle yaptığını gördük, onlar men etmiyorlardı."

Bir takım yemekleri ekmek üzerine koyarlardı. Böyle yapmak, ya­ni ekmeğin üzerine yağ, reçel ve benzerlerini koymak caizdir. Gunye'de de böyledir.

Ekmeği, masaya asmak mekruh olur; üzerine koymak gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Masanın altına ekmek koymak ihtilaflıdır.

Ekmeği, masa düz dursun diye, masanın altına koymak, ekmeğe saygısızlık olur.

Şeyhü'l-İraâm Zahîriidtfîn el-Mürgmânî: "Tuzu, ekmek üzerine koy­manın mekruh olmadığına" fetva verdi.

Ve "ekmeği masanın altına koymaya," "Kabı, ekmeğin üzerine koy­maya," "parmaklan ve bıçağı, ekmekle silmeye, aynı ekmekleri yeme­si şartıyle fetva verdi.

Bazı âlimlerimiz ise, "ekmekle parmak ve bıçak silmeyi" kerih gör­düler ve: "bunları sildikten sonra o ekmeği yese bile mekruhtur." dedi­ler. Muhıyt'te de böyledir.

Alâü't-Tercümânî: "Ekmeği bıçakla kesmek mekruhtur." demiştir. Ebû'I-FadI el-Kinnânî ise:"mekruh olmaz." buyurmuştur.

Ali bin Âmede'den, bu mes'ele sorulunca, O: "Eğer ekmek süt ile yuğrulmuş ise, kesmekte beis yoktur. Değilse, ekmeği kesmek acemlerin âdetidir." buyurdu. Yeöme'de de böyledir.

İmâm Sevrf'y6 soruldu: —Başkasının boyasından kullanılır mı?

İmâm şu cevabı verdi:

—O başkasının malıdır; izin almak gerekir. İzinsiz kullanılmasını ben sevmem. Ancak aralarında neseb yakınlığı varsa, o müstesnadır." Mültekıt'te de böyledir.

Bir komşu, ortak bulundukları içkiyi alsa da bedelini kabala usûlü ödese, işte o caiz olur. Cevabini'1-Fetâvâ* da da böyledir.

Misafirlerin (= yolcuların) azıklarını birbirine katmaları veya ara­larında dirhemler toplayarak, onlarla yiyecek almaları ve birlikte yemeleri caiz olur. Bu durumda ayrı ayrı yemeler doğru olmaz. Kerderî'nin Vecizin 'de de böyledir.

En doğrusunu bilen, Allahu Teâlâ'dır. [71]

 

12- HEDİYELER VE ZİYAFETLER

 

Bir adam, diğerine hediye vermek veya davet etmek istediğinde, şayet bu şahsın malının ekserisi helâl olur ve hediye edilen zat da bunu böyle bilirse; onun hediyesini almasında ve davetini kabul etmesinde bir beis yoktur.

Eğer bu şahıs, o şahsın malının haram olduğunu biliyorsa, kabul

eylemez.

Eğer çoğu haram ise, uygun olanı, hediyesini kabul etmemek ye­meğini yememektir.

Ancak, helâl olduğunu haber verir veya miras olduğunu yahut borç aldığını söylerse; yine hediyesini almasında ve yemeğini yemesinde bir sakınca yoktur. Yenâbi'de de böyledir.

Zâlim âmirlerin hediyelerini kabul etmek caiz olmaz. Çünkü, on­ların malı ekseriyetle haram olur.

Ancak, malının çoğunun helâl olduğu,(o şahsın ticâret veya ziraat ehli bulunduğu) bilindiği zaman hediyeleri kabul edilir.

Bu durumda helâl olanın çokluğuna itibar edilir.

Keza, bu şahsın yemeği de yenilir. Muhtar Şerhi İhtiyar M a da böyledir.

Bu zamanın amirlerinin hediyelerinin durumu, Şeyhü'I-İmâm Ebû Bekir Mu ham m ed bin FadI el-Babaif'den, soruldu.

İmâm şöyle cevap verdi:

Bu hediyeler — Beytü'1-mâle bırakılır.

İmâm Muhammet! (R.A.)'de, Siyer-i Kebirin'de böyle buyurmuştur. Şeyhü'1-İmâm el-Celil Muhammet] bin FadI "Gerçekten ben, bunu böyle söy­ledim ve: "Doğru olanı da budur. dedim. Yalnız beytü'l mâle bırakılınca korkulacak tarafı varsa ve âmirler, onu şehevî arzularına harca­yıp eğlence parası yapacaklarsa; ve beytü'l-mâlden cemâat için değilde, şehevâtlan için harcama yapılacağım iyice biliyorlarsa, bu durumda, ben beytü'l male konulmasına fetva vermem." demiştir. Muhıyt'te de böyledir.

Fakıyh Ebû'1-Ley s: Hükümdarın bahşişini (= caizesini), halkın al­ması ihtilaflıdır: Bazıları: "Eğer haramdan verildiği bilinmiyorsa, caiz­dir." demişlerdir.

İmâm Mohammed (R.A.): "Biz, onun haram olduğunu bilmezsek, onu alırız." buyurmuştur.

Bu, aynı zamanda İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ve arkadaşlarının kavli­dir. Zahîrriyye'de de böyledir.

Şemsü'l-Eimme, Hiyâlu'l-Hasai isimli kitabında şöyle demiştir: Şeyh Ebû'l Hasan Hâkim, hükümdarın atıyyesini alıp kabul eder ve onu bütün ihtiyaçlarına harcardı.

Bu şekil atıyyeyi almanın yolu: Borca bir şey alacaksın, sonra da böyle olan malı o borca karşılık vereceksin.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): Bu, İmâm Ebâ Hanîfe (R.A.) ve arkadaşlan-. nın kavlidir." Hulssa'da da böyledir.

İnsanların, zâlimlerin yemeğini yememesi herne kadar helâl olsa bile onun yaptığı işlerin kötülüğünü bildirmek ve irtikap eylediği suçla­rı boykot etmek için uygun olur. GarâîbMe de böyledir.

Ebû Bekir'den soruldu: —Helâl olmayan sadaka alınır mı? Şöyle buyurdu:

—Sadaka almak, hükümdarın caizesini kabul etmekden daha efdâldir.

Böylece, bunların aralarını tefrik etmiş (= ayırmış) oldu. Ve:

—"Alınmaz." buyurdu.

Ona denildi ki:

—Hükümdarın atıyyesini, İshâk bin Ahmed ve İsmail kabul eylediler.

—O şu cevabı verdi:

—Onlara verilen, atiyye değil; babalarından intikâl eden mirasdı.

Yine ona denildi:

—Alan fakir ise ve aynı zamanda da, hükümdar o vereceği şeyi zul-tnen almışsa ne olur? şahsın alması helâl olur mu?

Şöyle buyurdu:

—Eğer, verilecek aüyyeler, başka paralara (helâl olanlara) katıl­mışsa, onu fakirlerin almasında bir beis yoktur. Şayet, bizzat zulmen alınmış olan paradan verilirse, onu almak caiz olmaz.

Fakıyh: "Bu cevap, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyası üzerine çık­mıştır. Çünkü: Gasbedilmiş (= zoraki alınmış) dirhemler, başka şeyle­re katıldığı zaman gasbeden şahıs, ona sahib olur. Ancak, gasbeylediği mal kendisinin değildir.

İmâmeyn ise: "Gasıp, o paraların hiç birine sahip olamaz. Onlar sa­hibinin hakkıdır. Bu gibi şahıslardan sadaka (atiyye) almak caiz olmaz. Hâvî'de de böyledir.

Semerkant fetvalarında şöyle denilmiştir.

Bir adam, pâdişâhın yanına gittiğinde padişah ona, yenilecek bir $ey ikram ederse, bunu ister kendi parasıyla satın alsın, isterse almasın, adam, bunun gasbedilmiş bir şey olduğunu bilmiyorsa onu yemesi helâl olur.

Sahih olan, bu şahsın hükümdarın haline bakarak hükmetmesidir. Yani, o bir zalim mi? yoksa Allah'dan korkan birisi mi? buna bakmalı­dır. Zemyre'de de bredir. [72]

 

Borçlu Şahsın Da'veti

 

İmâm Mnhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur. Bir kimsenin, alacağı bulunan bir şahsın da'vetine gitmesinde bir beis yoktur."

Şeyhû'l-İslam: "Bu, bir hükümdür, fakat verâ bakımından, bu da­vete icabet etmemek —eğer ki bu adamın borçluluğunun hatırı için da­vet ettiğini biliyorsa daha efdâldir. Şemsii'l-Eimme Halvânî: "Şayet adam, haramdan ve borçlanmadan korkan bir kimse olur ve önce de aynı şe­kilde davet ederdiyse, icabet edilmesinde bir sakınca yoktur. Borçlan-.nadan önce, yirmi günde bir da'vet ediyor; borçlandıktan sonra, on günde bir davet ediyor ve borçlanmadan önce sofrasında az yemek çeşidi bulunuyor da borçlandıktan sonra çok çeşit bulunuyorsa, bu teverrû (= haramdan kaçınma) olmaz. Bu da'vet borcun hatırı için yapılıyor olur. Ve icabet etmek mekruh olur. Mutaıyt'te de böyledir. [73]

 

Davete İcabet

 

Da'vete icabet hususunda görüş ayrılıkları varır.

Bazı âlimler a'vete icabet vâcibdir; terkine ruhsat yoktur." demiş­lerdir. Âlimlerin ekserisi ise: "Da'vete icabet sünnettir; efdal olan ica­bettir. Şayet da'vet bir velîme (= düğün, nikah yemeği ise) bu böyle­dir; değilse, da'vet edilen şahıs muhayyerdir. Yine de kabulü efdâldir. Çünkü bunda, da'vet edenin kalbine sürür vermek vardır, buyurmuş­lardır. Timartâşî'de de böyledir. [74]

 

Günah İşlenen Yere Da'vet

 

Bir kimse da'vet edildiği zaman, bu da'vete icabet etmesi gerekir.

Ve da'vete icabet etmesi davet edilen kimse için —eğer da'vet edi­len yerde günah işlenmiyor ve orada bid'at bulunmuyorsa,— bir vecibe olur.

Şayet, böyle bir da'vete gidilmez ise, günah olur.

Bu zamanda çok dikkatli olmak gerekir: Kişi ancak bir sakınca ol­madığım bilirse, da'vete icabet eder. Ma'siyet veya bid'at varsa oraya gitmez. Yenâbi'de de böyledir.

Şeyhû'l-İmâm Alâu'ddîn, şöyle demiştir: Ben, Semerkant bilginle­rinin çâresini biliyorum: onlar, bir davetle karşılaştıklarında onun haramlığında şüpheleri varsa, davet sahibine: "Sen bu mala fakirler için sahip oldun. Fakirin malını yemek de ondan faydalanmak da mekruh­tur." derler ve da'veti kabul etmezlerdi. Cevâhirtı'I-Fetâvâ'da da böyledir. [75]

 

Fâsıkın Da'veti

 

Fâsıkm da'vetine, —onun fışkına— (günahkâlığına) râzi olma­dığını bildirmek için gidilmez.

Keza malının çoğu haram olan bir şahsın da'vetine de —onun he­lal olduğu haber verilmedikçe— gidilmez; daveti, kabul edilmez. Tumür-tâşî'de de böyledir.

Ravza isimli kitapda: "Fasık ekip-biçtiği yeri haksız olarak al­mamışsa, dâvetine gidilir." denilmiştir. Kerderî'nin Vedzi'nde de böyledir. [76]

 

Faiz Yiyen, Haram Kazanan Kimselerin Da'veti

 

Faiz yiyen, haram kazanan bir adam, bir kimseyi da'vet eder ve­ya ona bir hediye verirse, o şahsın malının çoğunun haram olması hâ­linde hediyesi kabul edilmez; dâvetine de icabet edilmez.

Ancak, "bu malın aslı helâldir." veya "mirastandır." yahut "borç aldım." denilirse bu durumda da'vete icabet edilir; hediye de kabul edilir.

Şayet, helâli haramdan çok olursa, o zaman da hediyeyi kabul ve davete icabette bir beis yoktur. Mültekıt'ta da böyledir. [77]

 

Umumî Da'vetler

 

Düğün, sünnet ve benzerleri gibi umumî davetlere gitmemek uy­gun değildir.

Bir kimse, da'vete icabet eylediği zaman, yemesin de veya yememesinde bir beis yoktur. Şayet oruçlu değilse, yememesinden, yemesi daha efdâldir, Hulâsa'da da böyledir. [78]

 

Çalgılı Yerdeki Da'vet

 

Bir kimse, velime yemeğine davet edilip gittiğinde orada, oyun veya şarkı-türkü bulursa, oraya oturup yemek yemesinde bir sakınca yoktur.

Şayet gücü yeterse onu men eder.

Eğer gücü yetmezse, sabreder.

Bu, da'vet edilen şahıs, kendisine uyulan bir kimse (imam-müezzin, hâkim, müftü, vaiz, müderris gibi) değil ise, böyledir.

Mukteda bih ise, men etmeye gücü yetmeyince, oturmaz; oradan hemen çıkar gider.

Eğer bunlar, yemek zamanı olursa, oturmak uygun olmaz, da'vet-li şahıs, her ne kadar muktadâ bih (- kendisine uyulan bir kimse) ol­masa bile, bu böyledir.

Bunların hepsi, da'vetli vardıktan sonra çalgı-oyun gibi şeyler olursa böyledir.

Fakat, gitmeden önce durumu bilirse, hiç gitmez, çünkü böyle bir da'vete icabet gerekmez. Sirâcû'l-Vehhâc'da da böyledir.

Eğer kendisine uyulan zat, durumu içeriye girmeden önce bilir ve kendisi de hatırı sayılan birisi olup, içeriye girince, o kötü haller bı­rakılacak olursa, o zaman girmesi gerekir; değilse girmez, limurtâşi'de de böyledir. [79]

 

Salih Kimsenin, Kötülük Olması Muhtemel Bir Yemeğe Da'vet Edilmesi

 

Bir adam, akrabaları için veya velime için ziyafet hazırlar veya fesâd ehli için sofra kurar ve sâlih bir kimseyi de da'vet ederse; bu sâlih zât "oraya gidince, orda olacak kötülüklere mâni olacağını ve ordaki-lerin kendisine uyacaklarını" bilirse, gitmesi bir zaruret olur. Çünkü or-daki münkerâtı men edecektir.

Şayet adam böyle birisi değilse ve kendisi gitmeyince münkerat kalk­mayacaksa, yine de gidip onlara günâhlarını hatılatması uygun olur. Çün­kü, davete icabet vaciptir veya mendûbtur. Ona iktiran eden masiyet-ten dolayı, da'vete icabetten imtina iyi olmaz.

Zira düğün yemeği sünnettir ve onda büyük sevap vardır. Bir er­kekle bir kadın, bir yuva kuracaklardır. Akrabalarını dostlarım dâ'vet etmeleri çok uygundur. Hayvan keser; yemek yapar; onları çağırırlar­sa, ve bu düğünde günâh işlenmeyecekse, onların, bu da'vete icabet et­meleri gerekir.

Peygamber (S.A.V) buyurmuş ki: "Her kim da'vete icabet eylemez ise, gerçekten o, Allah'a ve Resulüne isyan etmiş olur. Oruçlu olsa bile, icabet eder ve duada bulunur. Eğer oruçlu değilse, yer ve duâ eder. Eğer, (özürsüz) yemez ise günahkâr olur ve cefâ etmiş bulunur." Hızânetü'l-Müffin'de de böyledir.

Yarın için veya o bir gün için da'vet eylemekte bir beis yoktur. Zehıyre'de de böyledir. [80]

 

Cenaze Evine Yemek Götürmek

 

Musibet sahibinin evine birinci gün yemek götürüp, onlarla bir­likte yemek caizdir. Çünkü onlar o gün cenaze ile meşguldürler. O gün­den sonra ise, böyle yapmak mekruhtur. Tatartaâniyye'de de böyledir.

Musibet günlerinde, —üç gün içinde— ziyafet tertip eylemek mu­bah değildir. Şayet yapılırsa, ondan yemekde de bir beis yoktur. Hızânetii't-Müftin'de de böyledir.

Cenaze sahiplerinin fakirler içiri ziyafet vermeleri, —eğer vâris­ler arasında küçük sabî yoksa— güzel bir şey olur. Şayet sabi çocuk varsa, ziyafet veremezler. Tafarhâniyye'de de böyledir. [81]

 

Misafirin Sofraya Başkasını Çağırması

 

Sofraya oturmuş bir adam, başka birisinide sofraya çağırdığın­da sofra sahibinin çağırdığı şahsın oturmasına râzi olmayacağım bili­yorsa, bile böyle yapması helâl olmaz. Şayet sofra sahibinin buna razı olacağını biliyorsa, o zaman çağırabilir.

Eğer sofra sahibinin razı olup olmayacağını bilmiyorsa, o zaman da çağıramaz.

Ve bu şahıs, dilenen kimseye de sofra sahibinin izni olmadan, ora­dan Öir şey veremez. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

îki sofra kurulu olduğunda, misafirler birbirlerinin sofraların­dan, —sofra sahibinin izni olmadan— bir şey yiyemezler.

Hîbe kitabında: "Ziyafet sofralarında bulunan yemeklerden bir kıs­mını, diğer misafirlere vermek caizdir ve onu yiyebilirler. MüKekıt'ta da böyledir.

Misafirler için hazırlanmış olan sofraya başka bir misafirde otu­rup yemek yerse; bu hususta çeşitli kaviller vardır:

Bazı âlimler: "Bu şekilde yapması yani kendiliğinden oturupta yemek yemesi helâl olmaz. Aldığı ekmeği yerine koyması gerekir." bu­yurmuşlardır. Bazı âlimler ise; "Bunun caiz olacağına, âdet yönünden onunda sofraya oturmasının caiz olduğuna, kail olmuşlardır.

Kurulmuş bir sofrada yemek yenilirken, bir başkasının, bir adam çağırmak veya başka bir ihtiyaç için oraya girmesi hâlinde, birisinin ona

yiyecek vermesi ve o şahsın da alması câîz olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Sofra sahibinin çocuğuna, kölesine, köpeğine ve kedisine 3/4 — bîr misafir tarafından— yemek verilmez. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir misafirin, sofradan ev sahibinin veya başka birinin kedisine az bir parça ekmek veya et vermesi istihsânen caiz olur. Çünkü o, âde-ten bir izindir.

Yanlarında ev sahibinin veya başkalarının köpeği olursa, ona —ev sahibinin izni olmadan— et veya ekmek vermek ruhsatı yoktur. Çün­kü, buna adet yönünden izin yoktur.

Şayet kemik veya ekmek ufağı verirse buna ruhsat vardır.Zahîriyye, Zehıyre ve Kobra'da da böyledir.

Bir adam bir toplumu da'vet edip onları masalara taksim etti­ğinde, bu masanın ehli, diğer masanın ehlinin yemeğinden yiyemez. Çün­kü, yemek sahibi, her masanın yemeğini ancak o masanın ehline tahsis eylemiştir; diğerine değil... Fakıyh Ebû'1-Leys: "Kıyâs budur." demiştir.

Istihsânda ise, o sofrada bulunan davetlilerden birisi verirse, caiz olur.

Keza, hizmet edenlerden birisi verirse, yine caiz olur.

orda olan misafir, diğer sofradan bir parça et, bir parça ekmek yerse caiz olur. Eğer, —başkalarının yemeye başladığı yemekten ve parçalan­mış ekmekten yerse, bu da caiz olur. Çünkü, ona izinlidir. Fetâvâyi Kâdi­hân'da da böyledir. [82]

 

Sofrada, İzinsiz Olarak, Başkasının Yiyeceğini Yemek

 

Arkadaşının izni olmadan, sofradan onun yiyeceği yemeği kaldırmak haramdır. Bu, misâfirede ıtlak olunur. Cevâhirü'l-Ahlâti'de de böyledir. [83]

 

Ekmek Kırıntıları

 

Bir adam, efrâd-i ailesiyle ekmek yer ve ekmek kırıntıları topla­nır, onu yemeye de iştihaları olmazsa, tavuklara, koyunlara ve ineklere yedirmeleri uygun olmaz. Ancak karıncalar yesin diye, bir yere bırakı­lırsa, o takdirde caiz olur. Bunu, selef de böyle yapmıştır. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir İaşeyi, deli bir kimseye yedirmek caiz olmaz. Kedi bunun hi-fafınadır. Yâni, lâşe kediye yedirilir.

Ekmek veya yiyecek şey pislendiğinde, onu çocuğa veya bunak birisine yahut eti yenilen bir hayvana yedirmek.caiz olmaz.

Âlimlerimiz "Mundar ölmüş İaşeden, hangi şekilde olursa olsun,' faydalanmak caiz olmaz." buyurmuşlardır. Ganye'de de böyledir. [84]

 

Misafirin Görevleri

 

Misafirin gösterilen yere oturması müstehaptır.

Fakıyh Ebû'1-Leys şöyle demiştir: Misafirin, şu dörtşeyi yapması vacip olur:

1-) Misâfir gösterilen yere oturur.

2-) Kendisine takdim edilene razı olur.

3-) Ev sahibinin izni olmadan kalkmaz.

4-) Çıkıp giderken, ev sahibine dua eder.

Misafirin duayı alenen söylemesi güzel olur.

Misafir fazla konuşmaz; çokda susmaz.

Misafir olduğu müddetçe, bir yere gidip kaybolmaz.

Misafir ev sahibinin hizmetçisine öfkelenip kızmaz.

Misafir, misafirim diye hâne halkına külfet olmaz. Zahîriyye'de de böyledir.

Efdâl olan, insanın önce kendi nefsine, sonra da, ailesi efradına infakta bulunmasıdır. Fazla olursa, tasadduk eder. Rızkından fazla ol­sa bile fâsıka vermez. Tatarbâniyye 'de de böyledir. [85]

 

Yemek Yerken Susmamak

 

Mecûsiye benzemekten dolayı, yemek yerken susmak mekruh­tur. Sirâdyye'de de böyledir.

Yemek yenilirken susulmaz; fakat, iyi şeyler konuşulur ve iyi adamlardan bahsedilir. Garâib'de de böyledir.

Bir kimsenin, misafirine bizzat hizmet etmesi uygundur. Böyle yapmak İbrahim (A.S.)'a ıktidâ etmek (- uymak) olur. HızanetülMüfun'de de böyledir. [86]

 

Sofrada Hizmet

 

Bir kimse, bir topluluğu yemeğe da'vet ettiğinde, eğer cemaat az ise, o da, onlarla birlikte oturup yer; bunda bir beis yoktur. Çünkü, ev sahibinin sofrada, misafirlere hizmet etmesi mürüvvettendir.

Şayet cemaat çoksa ev sahibi onlarla birlikte oturmaz ve onlara biz­zat hizmet eder.

Ev sahibi misafirlerin yanında, hizmetçiye öfkelenip kızmaz. On­larla birlikte oturması uygun olmaz.

Misafir W yemekten çekilince, —münâsip olanı— onların izin iste­diklerinde ev z ıhibinin onlara izin vermesidir.[87]

 

Sofraya Oturuş

 

Önce bir topluluk arkasından da ikinci topluluk gelirse, önceki gelenlerin, sofraya önce oturma hakları vardır. Ziyafet sahibinin, elleri yıkamak için su getirmeden önce, yemek getirmemesi uygun olur. Kı­yâs, el yıkamaya meclisin sonundan başlamak ve yukarı doğru çıkmak­tır. Fakat, halk önce en yukarda oturandan başlamayı güzel görüyor. Böyle yapmalarında da bir sakınca yoktur.

Şayet yemekten sonra da ellerini yıkamak isterlerse, —her defasında— el vıkanmış olan suyu dökmekte veya dökmemekte bir sakınca yoktur; dökmek daha iyidir. Çünkü daha önce yıkanılan ellerin kirleri, elbiseleri sıçrayıp onları fesada verebilir. Emed isimli kitapda şöyle denilmiştir:

Önceki insanların en çok yedikleri şeyler sâdece ekmek, kuru hur­ma veya az yağlı şeylerdi: Fakat bu gün, gerçekten türlü türlü, renk renk yemekler yeniliyor.

Fakıyh şöyle demiştir: İnsanın, dişlerinin arasından çıkardığı ye­mek kırıntılarını yutması da, atması da caizdir. însamn dişlerinin ara­sından çıkan şeyleri, insanların üzerlerine atması uygun değildir. Bun­lar elini yıkamak için getirilen, kabın içine bırakılabilir. Sonra da elini yıkar. Böyle yapmak mürüvvettir insanlık icâbıdır. Tıtarbâniyye ve Bos-tan'da böyledir.

En doğrusunu bilen, Allahu Teâlâ'dır. [88]

 

13- BİR KİMSENİN ŞEKER, PARA VE BENZERİ ŞEYLERİ SAÇMASI VE ONLARI KAPIŞMAK

 

Saçılıp Kapıştırılan Şeyler:

 

Semerkant ehlinin fetvalarında: "Sahibi izin verirse saçılan dir­hemleri kapmak caizdir." denilmiştir.

Bir adam, bir miktar dirhemi veya şekeri bir yere bırakır ve: "İste­yen ondan alsın." veya "Kim alırsa onundur." derse; o şey, onu ala­nındır. Velev hepsini birden alsa bile, onun malı olur. Başkasının ol­maz. Onu, başkası onun elinden alamaz. Zehıyre'de de böyledir.

Üzerinde Allahu Teâlâ'nın ismi yazılı olan dinar ve dirhemleri, paralan yere saçmak mekruhtur.

"Bu mekruh olmaz." diyenler de olmuştur. Ceyâhiru'l-AblatFde böyledir.

Âlimlerin, üzerinde şehâdet kelimesi yazılı dinarları dirhemleri, paralan saçma hususunda çeşitli kavilleri vardır. Bazıları: "Bu mekruh olmaz." demişlerdir.

Sahih olan da budur. Zehıyre'de de böyledir.

Ziyafette şeker ve dirhemleri saçmanın, nikâhlarda da aynısını yapmanın bir sakıncası yoktur, Sirâciyye'de de böyledir.

Bir adam şeker dağıtır; diğer bîr adam da gelir, fakat dağıtım zamanı hazır bulunmazsı; ondan bir şey isteyebilir mi?

Âlimler, bu hususta ihtilâf etmişlerdir:

Bazıları: "Alır." demişler; Fakıyh Ebû Ca'fer ise: Onun hakkı yok­tur." buyurmuştur. Hıılâsa'da da böyledir.

Bir adam şeker saçtığında, şeker başka bir adamın kucağına ve­ya eteğine düşer; onu da başka birisi alırsa; o, alanın olur. Müntekâ'da böyledir.

Semerkant ehlinin fetvalarında bu mes'ele yazılmış ve tafsilatlı cevaplar da verilmiştir.

Bir âlim şöyle demiştir:

Eğer adam eteğini yaymış, veya yakasını açmış şeker de onun içine düşmüşse, işte o zaman, o, onu alanın olmaz. Alacak olsa bile, o, eteği­ni, yakasını açanın olur ve alanın onu geri vermesi gerekir. Şayet eteği­ni ve yakasını açmamişsa, o saçılan şeker, o zaman, onu alanın olur; etek ve yaka sahibinin olmaz. Muhıyf'te de böyledir.

Düğünde saçılan şeker, bir adamın evine düşerse, onu başkası­nın alması —bu adam, kapısını, içeriye şeker düşsün diye açmamışsa—caiz olur.

Şayet bir adam, saçılan şekeri eliyle aldıktan sonra o, geri düşer; onu da bir başkası alırsa, işte o, önceki alanın olur. Yenâbi'de de böyledir.

Caminin odasına giren ve orada şeker bulan bir kimsenin, onu alması caiz olur. Ancak, imâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve Ebû Ca'fer'e göre, bu caiz olmaz.

Bir adam, sokakda şeker bulsa, onu almasına ruhsat yoktur. Hulâ-sa'da da böyledir.

Ebû'l-Leys'in Fetvalan'nda şöyle denilmiştir:

Bir adam, bir başkasına dükünde gelinin başına saçmak için, şeker ve dirhemler verdiğinde, alan adam, onu saçmayıp, kendi nefsinde bı­rakır veya bir kısmını kendine ayırırsa bunu yapmaya hakkı olmaz.   '

Keza bir adam, başkasına saçması için, dirhemler (paralar) verdi­ğinde, alan şahsın, bunda kendisine birşeyler ayırması doğru olmaz.

Eğer verilen şeker ise, başkasına isabet edecek kadarını, kendisi de alabilir.

Fakıyh Ebû'l-Leys'de, bunu ihtiyar etmiştir.

Kitabü'i-Kerâhiyyet

Bazı âlimlerimiz ise: *'Böyle yapılmaz.'* buyurdular.

Ebû'l-Leys "Saçması için şekeri başka birisine verir." dedi. Yine bazı âlimlerimiz de: "Dirhemler olmadığı gibi, buda olmaz." buyurdular: M-hıyt'te de böyledir. [89]

 

Terkedilen Ölü Hayvanın Derisini Yüzmek

 

İbnü Semâa'mn Nevâdiri'nde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir:

Bir adam, ölen merkebini yola atar; başka bir adam da gelerek, onun derisini yüzerse, bu durumda eşek sahibinin, o deriyi, o adamdan alma hakkı yoktur.

Şayet yola atmamış olsaydı, o zaman eşeğinin derisini yüzen şahıs­tan geri alabilirdi.

Şayet deriyi yüzen adam, onu debbağlatmışsa, eşeğin sahibi, ona debbağ ücretini öder.

Koyunu, mmdar olarak ölen şahıs da böyle yaparak ölen koyunun İaşesini atar, bir başkası da onun yününü alır veya derisini yüzer ve deb-bağlarsa, o, alanın olur.

Eğer, bundan sonra koyunun sahibi gelerek, deriyi isterse; debbağ bedelini öder ve deriyi alır.

Koyun meselesindeki cevap, eşek mes'elesindeki cevaba muhalif­tir. Bunlardan her birini, diğerine kıyas ederek iki mes'ele yapmak ca­izdir. Aynı zamanda, iki mes'ele de iki ayrı rivayet vardır. Muhıyt'te de böyledir. [90]

 

Tarlada Kalan Başakların Toplanması

 

Ziraaî mahsul kaldırılıp, yerinde kalan başaklan, başkasının top­laması adet olan yerde; o başkaları başkasının toplamasında bir sakın­ca olmadığı gibi, pişirildiği yerde yenilsin diye terkedilen yemekleri de, başkasının yemesinde, bir beis yoktur.

Keza, bir kimse, ziraat için bir yeri kiralarsa ve orayı ekip biçer; verinde kalanı da bir yıl sonra yeşerirse, işte o biten şey, kiralayanın de­ğil, o yerin asıl sahibininder. Taîarhâniyye'de de böyledir.

En doğrusunu bilen, AUahu Teâlâ'dır. [91]

 

14- ZİMMET EHLİ VE ONLARA, YÖNELİK HÜKÜMLER HAKKINDADIR.

 

Zimmet ehlinin Mescid-i Haram'a ve diğer mescitlere girmesin­de bir beis yoktur.

Sahih olan da budur. Serahtf'nin Mtshıyf nde de böyledir.

Yetime'de şöyle zikredilmiştir:

Bir müslümanm, yahûdilerin havrasına veya Hiristiyanların kilise­lerine girmesi mekruhtur.

Bu kerâhat, müslümanm oralara girme hakkı olmadığından değil; ancak, insan şeytanlarının topluluğu İçine girmelerinin uygun olmadı­ğındandır. Taîarhâniyye*de de böyledir.

Zimmet ehlinden bir topluluk, şehirde, kabristan yapmak için, müslümanlardan bir yer satın alıp, böyle de yapsalar, bunu yapmaya hakları vardır ve dilediklerini yapabilirler.

Şayet komşularına zararlı olursa, —yahûdilerin havrası, nasrâni-lerin kilisesi, mecüsilerin ateşhânesi gibi,— yukardakinin hilâfına, onu yapma hakkına sahip olamazlar. Hızânetiil-Müftin'de de böyledir.

Nasrâniye zünnâr, mecûsilere şapka satmakta bir sakınca yok­tur. Sirâciyye'de de böyledir.

¥M Bekir'den: "Zimmet ehlinden" kendilerine mahsus kistîc de­nilen bir nevi kuşağı bağlamaları "üzerine ahid alınır mı?" diye sorul­duğun da; O; bir defasında: "Alınır"; bir defasında da: "Bunlar sayı­ca çok oldukları zaman, tanmabilmeleri için alınır."demiştir. Havî'de de böyledir.

Şöhret bulmuş ve kendisine uyulan bir kimsenin, bozuk ve şer işler ehlinin arasına katılması mekruhtur. îhtiyaç miktarı katılması ise müstesnadır. Çünkü, bu zat halk arasında yaptığı işlere ta'zim edilen

bir zattır.

Şayet tanınmayan birisiyse, —günah istemeksizin— onların zulmünü def için, idâreten aralarına katılmasında bir sakınca yoktur. [92]

 

Hıristiyan Evlerinde Namaz

 

Müslümanların idaresi altında bulunan hiristiyanların evinde, na­maz kılınıp kılmamiyacağı hakkında, Kndâri: "Eğer evinde salip (= haç) yoksa istenilen yerinde namaz kılınır." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir. [93]

 

Kitabî Câriye Ve Nikâhlı Kadın

 

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un Kitâbü'İ-Harâc'ında şöyle denilmiştir: Bir adam, nasranî olan cariyesine, —cenabetlikten— gusledip yıkanmasını emreder ve bu hususta ona cebirde de bulunur.

Âlimler: "Buna kıyâsla, ehl-i kitab olan nikâhlı kadınlar da cena­betten guslederler." demişlerdir. Taterhânsyye ve Yetime'de de böyledir. [94]

 

Putperestlerin Yemek Kapları

 

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur: Müşriklerin (putperest­lerin) kaplarından, onları yıkamadan önce, yemek ve içmek mekruhtur.

Böyle olmasına rağmen, o kaplar yıkanmadan önce onlardan yeni­lip içilirse, bu caiz olur. Yiyen ve içen haram yemiş ve içmiş olmaz. An­cak, bunun için, kaplarda pislik olduğunun bilinmemesi gerekir. Şayet onların pis olduğu biliniyorsa, bu durumda o kaplardan yemek ve iç­mek —onları yıkamadan önce— caiz olmaz.

Eğer, bir kimse, pis olduğunu bildiği hâlde, onlardan yer ve içerse, haram yemiş ve içmiş olur.

Bu, bir tavuğun artığı gibidir. Bir kimse, tavuğun gagasında pislik olduğunu bilirse, o tavuğun artığı olan su ile abdest almak caiz olmaz.

Namazda, bir müslamanın üzerinde olan, kâfire ait elbise de, on­ların kaplarından yemek ve içmek gibidir.

Eğer, onun elbisesinin pis olduğu bilinirse, o elbiseyle namaz kıl­mak caiz değildir.

Eğer, bu bilinmezse, o elbise ile namaz kılmak mekruh olur.

Şayet, bu durumda o elbiseyle namaz kıhnmişsa, bu namaz caizdir. [95]

 

Ehli Kitabın Kestiği Hayvan Ve Onların Yemekleri

 

Yahudi ve nasranilerin yemeklerini ve kestikleri hayvanların et­lerini yemekde bir beis yokdur.

Bunların ehl-i harb olmaları ile olmamaları arasında da, —cevap yönünden— bir fark yoktur.

Keza, yahûdi ve nasranilerin israil oğullarından olmalarıyla, arab nasranileri gibi başkalarından olmaları da aynıdır. [96]

 

Mecûsîlerin Kestiği Hayvan

 

Mecûsilerin kestikleri haramdır; yenilmez. Diğer yemeklerinin yenmesinde bir beis yoktur.

İmâm Muhammed (R.A.), mecûsilerle ve diğer şirk ehli ile oturup bir­likte yemek yemenin helâlmi, haram mı olduğu hakkında bir şey söylememiştir.

Hâkimü'l-İmâm Abdurrahınan'ın şöyle dediği hikâye edilmiştir: Bir müslüman, bir defa veya iki defa, böyle bir durumla karşıla­şırsa, bunda bir beis yokdur. Devamlı olursa, mekruh olur. Mnhıyt'te de böyledir. [97]

 

Müşrikle Birlikte Yemek Yemek

 

Kâdî'1-İmam Rüknü I-İslâm Aii es-Sağdî şöyle buyurmuştur: Mecûsi şirkini açıklamaz ise, onunla birlikte yemek yemede bir sa­kınca olmaz. Fakat şirkini açığa vurursa, onunla beraber oturup yemek yemek doğru olmaz. Muhıyt'te de böyledir. [98]

 

Kâfire Ziyafet

 

Tefârik isimli kitapda, şöyle yazılmıştır:

Kâfire, —bir yakınlık veya bir ihtiyacın temini için— ziyafet ver­mekte, bir beis yoktur. Timurtâşî'de de böyledir.[99]

 

Kâfirin Ziyafeti

 

Zimmet ehlinin ziyafetine gitmekde de bir sakınca yoktur. İmâm Muhammed, Udhiyetü'n-Nevazil kitabında, şöyle buyurmuştur:

Mecüsi veya masrânî, bir adamı yemeğe davet ettiğinde mecûsi olan şahıs, eti çarşıdan satın almış olursa; onun davetine gitmek mekruh olur. Ancak nasrâninin dâ'vetine gitmekte bir sakınca yoktur.

Daha önce, Nevazil kitabında, İmâm Muhammed (R.A.)'in "nasrâ­ninin dâ'veti hakkındaki muhalefette bulunduğu" söylenmişti. Zehıyre'de de böyledir. [100]

 

Kafir Akrabayı Ziyaret

 

Bir müslüman, akrabası olan bir kâfire sılai rahm yapabilir. Ak­rabalığı ister yakın, isterse uzak olsun ve bu akraba ister, zimmi, isterse harbi olsun farketmez.

Bir harbî de güvenceli bir zimmîye sılâi rahm yapabilir. [101]

 

Harbiye Bir Şey Göndermek

 

Fakat, güvenceli olmayan bir kâfire, bir müslümanın bir şey gön­dermesi uygun olmaz. Mnhıyt'te de böyledir.

Kâdri-İmâm Rüknü'I-İsla m Aii is-sağcfî şöyle buyurmuştur:

Eğer harbî, dâr-i harpde bulunur ve durum da sulh halinde olursa, ona bir şey göndermekte bir beis yoktur. Tatarhâniyye'de de böyledir. [102]

 

Müşrikin Müslümana Bir Şey Göndermesi

 

Bunlar müslümanın müşrike göndermesi hakkında söylenen sözlerdir.

Müşrikin, müslümana, bir şey göndermesine gelince: İmâm Moham-med (R.A.), Siyer-i Kebîrin'de, bir kısmı diğerine zıd düşen haberler vermiştir.

Allah Resûlu (S.A.V.), bazı müşriklerin hediyelerim kabul eylemiş­ler, bazılarını da kabul eylememişlerdir.

Bu hâl âlimlerin ihtilafının sebebi olmuştur.

Vechü't-tevfîk  ve  ibaretti'I-Fakıyh  Ebâ  Cafer  et-Hindüvânî'de  şöyle denilmiştir:

Peygamber (S.A.V.)'in kabul etmeyişi, o şahsın, bu vesile ile, kı-taldan kaçmak istediği hususunda zann-ı galibinin bulunmasından do­layı idi.

Bu zamanda da, öyle yapmak isteyenin hediyesi kabul edilmez. Al­lah Resulü (S.A.V)'nün hediyeyi kabulüne, gelince, hediyesini kabul etti­ği şahıs hakkında, böyle bîr zann-i yoktu ve savaşı mal için değil de, dinin izzeti ve keümetullâhın îlâsı için yapmak içindi: Yoksa, mal talebi için değildi..

Durum böyle olunca, bu zamanda da hediye kabul edilir.

Bazı âlimler de, bunu başka yönde açıklayarak: "Hediyesi kabul edilecek kâfirin, bu sebeple salâbet ve izzetinin artacağı bilinirse, o tak­dirde, hediyesi kabul edilmez. Ve bu vesile ile karşı tarafın kalbini yu­muşatmak isterse, yine hediyesi kabul olunmaz.

Buna benzer bir durumu olmayanın, hediyesi kabul edilir." demiş­lerdir. Miîhıyi'te de böyledir. [103]

 

Müslüman İle Zimmî Arasında Muamele

 

Bir müslüman ile bir zımmî arasında, yapılması elzem olan bir muamelenin yapılmasında da bir beis yoktur. Siradyye'de de böyledir. [104]

 

Kâfir Ana-Babanın Nafakası Ve Onlara İyilik

 

Bir erkek veya bir kadının, ana babası kâfir bulunursa, onların nafakası, ve onlara iyilik yapmak ve hizmetlerini yerine getirmek, ziya­retlerine gitmek, bu müslüman evlatların vazifeleridir.

Eğer onları ziyaret edince, onların kendilerini küfre celbedeceklerinden korkarlarsa, o takdirde onları ziyaret etmezler. Hulâsa'da da böyledir. [105]

 

Zimmî Ve Hidayeti İçin Dua

 

Bir kimse, bir zimmînin mağfireti (bağışlanması) için duâ etmez. Hidâyeti için duâ edilmesi caiz olur.

Çünkü Allah Resulü (S.A.V.): "Allah'ım kavmimi hidâyete erdir. Çünkü onlar bilmiyorlar." diye duâ etmiştir. [106]

 

Yahudi Ve Hiristiyana Kâfir Demek

 

Bir adam, yahûdi veya mecûsiye: "ey kâfir" dediğinde, eğer bu söz ona zor gelirse, günâh olur. Gunye'de de böyledir. [107]

 

Zimmiye Uzun Ömür İçin Duâ

 

Bir adam, bir zımmiye: "Allah ömrünü uzatsın" der ve onun müs­lüman olması veya cizye vermesi niyeti ile söylemiş olursa bir sakıncası yoktur.

Eğer böyle bir niyeti yoksa, mekruhtur.

Bir adam, bir zımmî için, "onun uzun ömürlü olmasına'' duâ ederse; o zimmînin müslümanlara cizye vermek suretiyle menfaatli ola­cağı sebebiyle bu duanın zararı yoktur. İhtilaf onun âfiyetindedir. Teb-yîo'de de böyledir.[108]

 

Yahudi Veya Hiristiyana Mektup

 

Mücâhid şöyle buyurmuştur:

Bir adam, bir ihtiyaç için, bir yahûdi veya nasrâniye mektup ya­zarsa ( tf.**ı £îi j* J* (üUi ) selâm, hidâyete tâbi olanlara olsun." diye başlar. [109]

 

Zımmî İle Müsâfaha

 

Zimmî ile musafaha yapmak mekruhtur. Eğer yaparsa, — abdesli olması halinde— elini yakar. Garaib'de de böyledir.

Seferden dönen bir müslümanın, komşusu olan nasrânî ile mu-safaha yapmasında bir sakınca yoktur. Eğer musafaha yapmaz ise, ona eziyet etmiş olu. Gunye'de de böyledir. [110]

 

Yahudi Ve Hıristiyan Hastaları Ziyaret

 

Yahudi ve nasrânî hastalan ziyarette bir sakınca yoktur. Mecûsİ hakkında ihtilaf vardır.

Zimmiyi ziyaret ise caizdir. Tebyîn ve Tehab'de de böyledir. [111]

 

Fâsık Bir Kimseyi Ziyaret

 

Fâsık bir kimseyi ziyaret etmenin doğru olup olmadığında ihtilaf vardır:

Esahh olanı, bunda bir beis olmadığıdır.

Şayet bir kâfir ölürse, onun ana, babasına veya yakın akrabasına: "Allah, sana ondan daha hayırlısını versin ve seni îslâm eylesin ve sana müslüman evlâd versin." diye ta'ziyede bulunulur. Çünkü, böyle ya­pan kimse, ona hayır izhar etmiş olur. Tebyîn'de de böyledir. [112]

 

Müslümanlığa Ve İrtidâd'a Şehâdet

 

İbnti   Semâa,   İmâm   Muhammet)   (R.A.)'in   şöyle   buyurduğunu nakle emiştir:

Bir kişi, bir zimmînin müslüman olduğuna" şehâdet ederse, o kişi­nin üzerine cenaze namazı kılınr.

Bir şahidin, bir müslüman hakkında "irtidat etti." demesiyle, onun cenaze namazını kılmayı terk etmek olmaz. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir. [113]

 

Müslüman Olmak İstemeyen Ateşperest Köle

 

Bir adam, ateşperest bir köle satın alır; o da müslüman olmak istemez ve: "Eğer, beni bir müslümana satarsan kendimi öldürürüm." derse; bu durumda onu, bir ateşpereste satmak gerekir. Sirâciyye'de de böyledir. [114]

 

Zimmînin Elindeki Müslüman Köle

 

Bir zimminin elinde, müslüman bir köle bulunduğunda, zimmî onu satma hususunda zorlanır. Bunun için, bu kölenin, satıma elverişli olması gerekir. Garâib'de de böyledir. [115]

 

Yahudiye Hizmet

 

Mecmûn'n-Nevâzii'de şöyle zikredilmiştir: Bir yahûdi, bir hamama girse, müslüman hizmetçi ona hizmet edebilir mi? denildi ki

—Eğer parasına tamamen hizmet edmeye girerse, bunda da bir be­is olmaz.

Şayet bunlara niyet etmeksizin, ona ta'zimen, hizmet etmeye girer ve ona ayağa kalkarsa, bunlar mekruh olur.

Buna, binâen, bir zimmî, bir müslümanın bulunduğu yere geldi­ğinde, müslüman, onun müslüman olması niyetiyle ayağa kalkarsa, bun­da bir beis yoktur. Ancak, müslüman zimmîye ta'zım olsun diye, ayağa kalkmışsa, bu mekruh olur. Zehiyre'de de böyledir. [116]

 

Müslüman Ve Diğer Kitaplar

 

Bir müslümanın, yahûdi ve nasraniden, Tevrat, Zebur ve İncil istemesi mekruhtur. Bir müslüman, bu kitapları yazamaz ve öğretemez.

Müslüman —istenilene isabet etse bile— bu kitaplarla amel edemez.

Âlimler Hz. Muhammed (S.A.V)'in risâletiyle istikrar ederler. Çün­kü o iki kitab da, Peygamber (S.A.V.)'den ve onun risâîet ve sıfatlar­dan bahseder. KerderTnin Vecîzi'nde de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [117]

 

15- ÇALIŞIP KAZANMAK KAZANÇ ÇEŞİTLERİ

 

1-) Farz Olan Kazanç:

 

Bir kimsenin; kendi nefsine ailesi efradı­na, borçlarını ödemeye ve bakmaya memur ve mecbur olduğu kimsele­re yetecek kadar kazanması farzdır.

Bir kimsenin bundan fazlasını kazanmayı terk etmesine ruhsat vardır.

Bir kimsenin nefsi ve âiıesi için biriktirmek maksadıyla kazanç te­min etmesine de müsâade vardır. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz aile efradı­nın bir senelik rızkını biriktirmiştir. Hızâoetül-Müftîn'de de böyledir.

Keza, bir kimsenin, fakir bir ana ve babası varsa, onlara yetecek kadar kazanması da farzdır. Hulâsa'da da böyledir. [118]

 

2-) Müstehap Olan Kazanç:

 

Müstehap olan kazanç, bir kimsenin fakirlere, âcizlere ve akra­balarına yardım etmek için temin ettiği kazançtır.

Bu da, nafile ibadet yapmak için, boş durmaktan efdâldir. [119]

 

3-) Mübah Olan Kazanç

 

Mubah olan kazanç malın fazlalaşsın" diye kazanmak ve malını artırmaktır. Güzel yiyip, güzel giyinmek için kazanmaktır. [120]

 

4-) Mekrûh Olan Kazanç

 

Mekruh olan kazanç, övünmek mağrurlaşmak, malının çokluğu ile gururlanmak için olan kazançtır. Her ne kadar helâlden kazanılsa bile, bu maksatla kazanmak mekruhtur. Hızanetn'l-Müftîn'de de böyledir. [121]

 

Biz Mütevekkiliz Diyen Tembeller

 

Mescitlere oturupda, çalışıp kazanmayan ve gözlerim başkasının kazancına dikerek, ellerini açan kimselerin, kendi kendilerine: "Biz mü­tevekkilleriz." diye isim vermelerine iltifat edilmez. Şerhi İhtiyâr'da da böyledir. [122]

 

Helâl Kazancın Güzelliği

 

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur;

Bir kavmin, bir araya toplanarak, güzel şeylerden ayrılıp, toplan­dıkları yerlerde Allah'a ibâdet etmeleri ve helâl kazanç yapmaktan uzak­laşmış olmaları mekruhtu-. İnsanlar için güzel ve elzem olanı, helalin­den kazanıp, şehirlerde cum'a ve cemâate gitmeleridir. Taiarhâniyye'de de böyledir.

"Kazancı terk eden her kârı (Kur'an okuyan kimse), dininden ziyan etmektedir." denilmiştir. (Yani, kazancı bırakıp, sadece Kur'an okumakla vakit geçiren kimse, din bakımından ziyan etmektedir.) [123]

 

Efdâl Olan Kazançlar

 

Efdal olan kazanç, cihad ile olan kazançtır. Sonra ticâret sonra zirâat, sonra da san'at ile olan kazanç efdâldir. Muhtar Şerhi İhtiyar* da da böyledir.

Ba'zı bilginlere göre, ticâret, ziraâtten efdâldir. Ekseri âlimler ise: Ziraatla kazanç, ticaretele kazançtan efdâldir." demişlerdir. Kerdeıf nin Vedzi'nde de böyledir.

Yabancı bir kadın, bir adamın evinde iplik eğiriyor; adam da ona, her gün pamuk ve ekmek veriyor; eğer bunu şart koşmamışsa, ona iplik vermesi daha güzel olur. Gunye'de de böyledir. [124]

 

Mekruh Olan Kazançlar

 

Erkeğin iplik eğirmesi, aynen kadının iplik eğirmesi gibi ise, bu durumda erkek kadına benzediği için, böyle yapması mekruhtur. Gun-ye'de de böyledir.

« Bir günlük yiyeceği olan şahsın, dilenmesi helâl olmaz. Muhtar'-da da böyledir.

Dilencilerin topladığı mal habisdir. Yenâbi'de de böyledir.

İbrahim'in, Münteka'sında, İmâm Muhammet) (R.A.)'in şöyle buyur­duğunu naklediyor:

Ağıt yakan, veya tabi (= davul) yahut zurna çalan bir kadın, bun­ların karşılığında mal kazansa, o reddedilir. Yâni, ağlaması, teğannisi mal karşılığında olursa, bunu günaha mukabil aldığı için reddedilir; ne verilir, ne de alınır. Eğer alınmışsa sahibine geri verilir. Eğer veren bi­linmiyorsa, o mal sahibinin namına tasadduk edilir.

Şayet şart koşmaksızın bir şey verilirse, kendisine verilen kadın, onu alır ve helâl olur.

İmam Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Teğanni ederek kazandığı parayı borcuna veren kiwt""-_:n alacaklı­sı onu almaz. Fakat hüküm yönünden, alması cebredilir.

Uygun olan, önceki mes'elede olduğu gibi şartsız verilir ve alınırsa alması doğru olur.

Keza, İmâm Muhammed (R.A.) Kesb kitab'ında şöyle buyurmuştur:

Taşak satanın kazancı mekruhdur. Yani —ondan başka şey değil— taşak satın almak mekruhtur, (yâni bir kasaptan et, ciğer ve emsali şey­ler alabilirsin. Fakat, hayvanın taşaklannı satmak da, almak da mekruhtur.

Caminin mescidinde, hamail satmak ve orada Tevrat, tncil, Ze­bur ve Kur'an-ı Kerîm yazarak bunlara karşılık mal almak ve: "bunu sana hediye ediyorum." diyerek böyle yapmak helâl olmaz. Kübrâ'da da

böyledir.

Kazancı pis olan bir adam öldüğünde, onun vârisleri için evlâ olan, bu malları esas sahiplerine vermektir.

Eğer, onlar bu mâlların sahiplerini biliniyorlarsa onu tasadduk et­meleri uygun olur.

Şayet, ölen şahsın kazancı helâlden değil, oğlu da bunu biliyor ise, adam ölüp, oğlu kalınca, oğlan biaynihi hangi malın haram olduğunu bilemiyorsa, o mal, şer'an kendisine helâl olur. Fakat, verâ ( = takva) yönünden, onu babasının hasımlarına (da'vacılarına) tasadduk etmesi daha güzeldir. Yenâbi'de de böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Bir müslüman topluluğu içkiye vâris olularsa, onu aralarında tak­sim edemezler. Ancak sirke yapar öylece paylaşırlar. Hulâsa'd e de böyledir.

Bir adamın malında şüphe olduğunda, onu babasına harcaması kâfi gelir. Yabancıya tasadduk etmesi şart değildir.

Keza yanında fâsid alım satım yapan bir oğlu bulunan bir şahıs bü­tün malım ona bağış yapsa, mal elinden çıkmış olur. Gunye'de de böyledir.

Fakıyh Ebû Ca'fer'den soruldu:

—Bir adam, bütün malını, —hükümdarın emriyle— haksız olarak kazandı. Bunun, böyle olduğunu bilen bir şahsın, onun yemeğinden ye­mesi helâl olur mu?

İmâm şöyle buyurdu:

—Bana göre en sevimli olan, dinini koruması bakımından, yeme-mesidir. Hükmen eğer yemek yedirenin yedirdiği gasben veya rüşvet ola­rak alınmamış bir şey olursa, onu yemesine ruhsat vardır. Mntayt'te de böyledir.

Fakirliğe sabretmek, zenginliğe şükretmekten efdâldir.

Hayır yola harcamak için, kazançla meşgul ölmakdan, (harma karışma ihtimali olursa) kaçınmak daha efdâldir. Sirâciyye'de de böyledir.

En doğrusunu bilen Aliahu Teâlâ'dır. [125]

 

16- KABİR ZİYARETİ VE MEZARLIKTA KUR'AN OKUMAK KABİR ZİYARETİ

 

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, mezarları ziyaret et­mekle bir sakınca yokdur.

İmâm Muhammed (R.A.)'in açık beyanına göre de, kadınların da ka­birleri ziyaret etmeleri caizdir. Çünkü, ruhsat yalnız erkeklere verilmiş değildir.

Eşribe isimli kitapda şöyle denilmiştir:

Alimler, kadınların kabir ziyaretleri hakkında ihtilaf eylediler: Şemsü'i-Eimme Serahtf: "Esahh olan, onların da kabir ziyafetlerinde bir sakıncanm olmayışıdır." buyurmuştur.

Tehab'de ise: "Kabir ziyareti müstehaptır. Ziyaretin keyfiyeti (şek­li) ise, o, ölen zatın, sağlığında nasıl (yakımda uzağıda) ziyaret edebili­yordu ise öldükten sonra da mezan öylece ziyaret edilebilir. Hızânetii'I-Müftîn'de de böyledir. [126]

 

Kabir Nasıl Ziyaret Edilir

 

Bir adam, bir kabri ziyaret etmek istese, ona müstehap olan şey şudur: Önce, evinde iki rek'at namaz kılar ve her rekatında, Fatihadan sonra, bir âyete'I-kürsî, üç defa da thlâs-ı Şerif (kul hüvallâhü ehad.......) sûresini okur. Sevabını, o ölen zata bağışlarsa, Hz. Allah onun kabrine nur gönderir ve o namazı kılana da çok sevap yazar.

Sonra adam, boş sözlerle meşgul olmayarak, mezarlığın yolunu tu­tar. Kabre varınca, ayakkabılarını çıkarır. Sonra da arkası Kıbleye, yö­nü ölüye karşı oturur ve (= Ey mezar ehli, Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Allah, bizi de, sizi de bağışlasın. Siz, bizden önce gelip geçtiniz, biz de sizin izinizde-yiz. (yâni arkanızdan varacağız, öleceğiz) der Garâib'de de böyledir.

Duâ eylemek isteyince de ayağa kalkar ve yönünü kıbleye çevi­rir. Hızânetü'l-Müflîn'de de böyledir.

Şayet, ziyaret edilen zat şehit ise, o zaman:)(= Sabrınız sebebiyle, Allah'ın selâmı üzerinize olsun son yurt —âhiret yurdu— ne güzeldir. -(Sûre:13 Ayet 24) Şayet, müslüman, ve kâfir kabirleri karışıksa, o zaman da: (                            (Allah'ın selâmı, hidâyete, uyanların (= Müslüman olanların üzerine olsun." der.

.Sonra Fâtihâ sûresini, âyete'l-kürsîyi, Sûreyi Zilzâli, Sûreyi Tekâ-sür'ü okur. Garâib'de de böyledir. [127]

 

Mezarlıkta Kur'an Okumak

 

Şeyhüi-İmâm Ebû Bekir Muhammed bin Fadl'm şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir.

Kabristanlıkta, Kur'an-ı Kerim'i gizli okumakta bir beis yokdur. Aşikâre okumak ise mekruhtur. Gizli okumak, —isterse, bütün Kur'-an'i hatmetsin— sakıncasızdır.

Ebû İshâk el-Haftz hocası olan, Ebû Bekir Muhammed bin İbrahim'in şöyle dediğini nakletmiştir:

Mülk Sûresini, mezarlıkta, —ister gizli, ister alenî— okumakta bir beis yoktur. Fakat bunun haricinde, başka sûre okunmaz.

Bu zat, gizli ile aşikâre okumanın arasını ayırt etmemiştir. Zehıyre'-de de böyledir.

Kabristanlıkla Kur'an okumak, —eğer sesine aşina olmak niye­tiyle olursa— alenî olabilir. Böyle bir niyeti olmayınca, gerçekten Alla-hu Teâlâ her hangi şekilde okursa okusan, onu duyar. Fetâvâyi Kâdi hân­da da böyledir.

Bir adam ölünce, onun vârislerinden birisinin, sahih Kur'an oku­yan şahsı oturtup, kabrinde Kur'an okutması mekruh olmaz. Bu İmâm Muhammet! (R.A.)'in kavlidir. Muzmarâl'ta da böyledir. [128]

 

Mezarlık Ne Zaman Ziyaret Edilir

 

Haftanın dört gününde, kabir ziyareti efdâldir. Pazartesi, Per­şembe, Cuma ve Cumartesi. Cuma günü ziyaret, cuma namazından sonra olmalıdır. Bu güzel olur.

Cumartesi günü ziyaret güneş doğana kadardır. Perşembe günü, ziyaret, günün evvelinde (Öğleden önce) olmalıdır. Sonunda olmalıdır." diyenler de olmuştur.

Özellikle, berat gecesi gibi mübarek gecelerde de kabir ziyareti yapılır.

Keza bereketli zamanlarda, zilhiccenin onunda, bayram günlerin­de, aşure gününde ve sair mevsimlerde kabirler ziyaret edilebilir. Garâ-ib'de de böyledir.

Bir kimse, kabristanlığa uğrandığı zaman, Kur'an'dan bir şey oku­mak isteyince, yürüyerek okumasında bir beis yoktur. Sirâciyye'de de böyledir. [129]

 

Kabir Ziyaretinde İhlas Okumak

 

Ebû Bekir bin Ebû Saîd'in şöyle dediği rivayet olunmuştur. Kabirleri ziyarette müstehap olan ihlâs süresini yedi defa okumaktır. Bana şöyle bir haber ulaştı: Her kim, kabristanda, ihlâsı, yedi defa okursa, eğer ölü bağışlanmamışsa bağışlanır. Eğer bağışlanmış ise, oku­yan bağışlanır. Ve ihlâsı okuyan, sevabını meyyite (= ölüye) hediye eder. Zehıyre'de de böyledir.

Şayet, kabir ziyaret eden şahıs, îhlâs Sûresini on defa okursa, o daha güzel olur.

Her kim, olgunluk gayesinde bulunursa tazarruunu yalvarışını ve duasını artırır. Başka sûreler de okur.

Kini mezarın üzerine varır da, orada derse; Allahu Teâlâ, o kabirde olanın kırk yıllık azabını kaldırır. Kabrinin darlığını ve karanlığını giderir. Garâîb'de de böyledir. [130]

 

Kabrin Üzerine El Koymak

 

Burhânü'l-Tercümânî şöyle demiştir:

"Ben kabrin üzerine el koymanın sünnet veya müstehap olduğunu bilmiyorum." Böyle yapmakta da bir sakınca görmüyorum."

Aynu'l-Eimme Kerâbisî'de şöyle demiştir.

"Biz, bunun çirkin olmadığını, önceki âlimlerden gördük.

Şemsii'I-Eimme el-Mekkî'de: "Bu, bir bidattir." demiştir. Gunye'de de böyledir. [131]

 

Kabre El Sürmek Ve Öpmek

 

Kabre el sürülüp öpülmez. Bu, nasârâ (hiristiyan) âdetidir. Ana-babanın kabrini öpmekte bir beis yoktur. Garâib'de de böyledir. [132]

 

Kabristanda Yürümek.

 

Yetime'de şöyle zikredilmiştir: Hucendı'den soruldu:

—Bir adamın ana ve babasının kabri, kabirlerin arasında olsa; o şahıs müslümanların kabirleri arasından yürüyüp geçebilir mi? Dua oku­yarak, tesbihatta bulunarak onları ziyaret edebilir mi?

İmâm, şöyle buyurmuştur:

—Kabirleri tepelemeksizin, ziyaret edebilir.

Yine sorulmuş:

—Bir adamın, kabristanlıkta özel yeri olur ve oraya gidecek yol ol­maz; ancak, mezarların üzerinden yürüyerek gidibilirse, o şahıs, kabir­lere basabilir mi? ,

İmâm şöyle buyurmuş:

—Eğer, ölüler tabutlarla defnedilmişlerse, bir beis yoktur.

"Tabutlarla defnedilmemiş olsalar bile gidebilr. (Zaruret vardır.) diyenler de olmuştur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir adam, kabristanda bir yol bulduğunda taharri eder. (araştı­rır.) Eğer, kalbine "burda kabir var." diye gelirse, oraya basmaz. Eğer kalbine böyle bir şey gelmez ise, yürür gider. Seraha'nin Muhıyl'nde de böyledir. [133]

 

Kabrin Üzerine Çıkmak

 

Aynu'1-Eimme Kerâbia şöyle buyurmuştur: Evlâ olan, kabrin üzerine çıkmamakdır.

Veberi ise; buna da ruhsat vermiş ve: "Onun tavanı, evin tavanı gibidir. Evin üzerine çıkmakta ise bir sakınca yoktur." buyurmuştur.

Şemsü'l'Eimme Halvâni, şöyle buyurmuştur:

Kabrin üzerine r'Vjrşak mekruhtur. Zira, İbnü Mes'ud (R.A.) şöyle buyurmuştur: *'Kabrin üzerine basmaktansa, ateşin üzerine basmak, bana daha sevimlidir." Alâö't-Terciimânî, şöyle buyurmuştur: "Kabri tepeleyen günahkâr olur. Çünkü, kabrin sakfı (= tavanı) ölünün hakkıdır. Gun-ye'de de böyledir.

Şemsül-Eimme Halvâni. şöyle buyurmuştur:

Bazı âlimler kabirler üzerinde yürümeye ruhsat vermişler ve kabir­lerin sakfinde yürünür; demişlerdir. Hızaneiü'l-Fetâvâ'da da böyledir. [134]

 

Ölünün Yüzünü Görmek

 

Ölünün yüzünü görmek için açmakta, bir beis yoktur. Ancak,  defnedildikten sonra açmak mekruhtur.  Gunye'de de böyledir. [135]

 

Başkasının Yerine Defnedilen Ölü

 

Başkasının yerine defnedilen bir ölüyü, o yerin sahibi, isterse kabri açtırıp çıkartır; isterse, orda bırakır. îsterse kabri düzeltip, üzerim eker veya ölü sahibine, o yerin bedelini ödetir. Kerderf'nin Vedzi'nde de böyledir.

Hamile bir kadın, yedi aylık hamile iken ölür ve karnındaki ce­nin, anası ölünce, anasının karnındaki hareket ettiği halde defnedilir; sonra da rü'yada görülen kadın: "Doğum yaptım." derse; bu durumda da kabir açılmaz. Sirâciyye'de de böyledir.

Sokaklara  (çarşı  pazar  gibi  yerlere)   kabristanlık  yapmak mekruhtur.

Büyük bir bina yapıp, onun içine ölü defnetmek mekruhtur. Çün­kü kabir üzerine bina yapmak mekruhtur.

Bir kimsenin, kendi nefsi için, —ölmeden önce— tabut yaptırması mekruhtur.

Tabut içinde bulunan cenazenin, bu durumda namazını kılmak mek-ruhdur. Gûnye'de de böyledir.

Kabrin üzerine gül ve reyhan koymak güzeldir. Ancak, o güller kabir üzerine konulmayıp parası sadaka olarak, fakirlere verilse daha güzel olur. Gariüb'de de böyledir.

Kabrin başında, birinci günü mum ateş yakmak mekruhtur bid*-attır. Sirâciyye'de de böyledir.

Ölen bir kimsenin elbisesi, işe yaramaz ise yakılır, işe yarar, gi-yilirse yakmak caiz olmaz. Mütevelli, onu tasadduk eder. Fakat, müte­vellinin onu satması, bir başkasımnda değerinden fazlasına alması da­ha sevab olur. Cevâhiro'l-FetâvâMa da böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [136]

 

17- ŞARKI SÖYLEMEK, EĞLENMEK, DİĞER GÜNAHLARI İŞLEMEK VE EMRİ Bİ'L-MA'RUF

 

Şarkı Söylemek

 

Yalnız başına şarkı söylemekte ihtilaf vardır.

Bazı âlimler: "Gerçekten haramdır; onu dinlemek günahtır." buyurmuşlardır.

Bu, Şeyhfl'l-İslâm'm ihtiyarıdır.

Aniden duyarsa, günâh olmaz. Âlimlerden bazıları da:  "Kâfiye ve fesahat ilmini öğrenmek için, bir beis yoktur." buyurmuşlardır.

Bâzı âlimler de: "Yalnızlığı def etmek için, şarkı söylemek caizdir demişlerdir. Bu da eğlence niyetiyle olmayacaktır. Şemsü'l-Eimme Serahrf, buna meyleylemiştir.

Şayet şiir, hikmetli, ibretli ve fıkhı olursa mekruh olmaz. Tebyra'de de böyledir. [137]

 

Şiir

 

Okunması mübâh olan şiirlerde bir sakınca yoktur. Şayet şiirde, bir kadından bahsedilir ve o kadın da sağ olursa, işte o mekruhtur. Ka­dın sağ değilse, mekruh olmaz.

NevâziTde şöyle zikredilmiştir:

Eğer şiirde fısk, içki, genç zikrediliyor ise, mekruhtur. Genç hak­kında itimad, kadın hakkında dediğimiz gibidir. Muhıyt'te de böyledir.

Şiirde kerâhat (mekruh oima), insanı zikirden, Kur'an okumakdan geri koyması halindedir. Böyle olmaz ise, bir sakıncası yoktur. Eğer, şâirin tefsir, hadis ilmine yardımcı olmak kasdi varsa, bu şiirin hiç sa­kıncası yoktur. (Hatta faydası vardır). Zahîriyye'de de böyledir. [138]

 

Raks Ve Sema

 

Yetime Kîtabı'nda, şöyle zikredilmiştir: Halvânî'den sorulmuş:

—Kendilerini, sûfiyye diye, bir nevi elbiseye nisbet ederek isimlen­dirip, eğlence ve raks ile meşgul olan ve nefislerinde bir rütbe iddia eden­lere ne dersin?

İmâm şöyle buyurmuş:

—Onlar, Alllah'a karşı iftira ediyor ve yalan söylüyorlar." Yine sorulmuş:

—Bunlar, doğru yoldan çıkarlarsa, beldelerinden sürgün edilirler mi? İmam şöyle buyurmuş:

—"Ezayı def etmek, onu korumaktan eblağdır. (= elzemdir.) Te­mizden, pisi ayırmak, diyanetçe daha ezkâ ve daha evlâdır." Tatarhâniy-ye'de de böyledir.

Zamanımızdaki mutasavvıf enin yaptıkları raks, söz ve semaları haramdır. Ona gitmek ve o mecliste oturmak caiz değildir. Haram o -lan davranışlar teğannî ve zurnalarla yaptıkları hareketlerdir.

Bu gibi tasavvuf ehli caiz görmüş ve önceki meşaythı hüccet gös­termişlerdir, buna ne dersin? İmâm şu cevabı vermiştir:

—Buna göre, onların yaptıkları başka bunların yaptıkları başka­dır. Gerçekten onların zamanında, bîri hallerine uygun şiir inşad eyler; yufka kalpli olanların, —emre muvafakatından— çok kerre akıllan baş­larından gider, düşüp bayılırlardı. Bazan de kendi ihtiyarı (= arzusu) olmaksızın, kalkar ve ihtiyarı olmaksızın hareket ederlerdi. Onların ha­line bakarak, bunların yaptığına caiz denilmez. Hiç bir kimse, onların, bu zamanın, ahkâmı şer'ıyyeyi bilmeyen fısk (= günah) ehlinin yaptık  gibi, yaptıklarını zannetmemelidir.

Onlar, gerçekten, din ehlinin hallerine ve yaptıklarına sımsıkı sa­rılmışlardı. Ovâhiru'l-Fetâvâ'da da böyledir. [139]

 

Tef Çalmak

 

İmâm Ebû Yüsnf (R.A.)'dan sorulmuş: Tef çalmaya ne dersin.?

İmâm, düğün olmadıkça onu kabul etmemiş ve: "Meselâ: Bir ka­dının, çocuğunun susması için tef çalmasının zararı yoktur; bu durum­da mekruh değildir. Ancak, ondan bir oyun, günâh, şarkı türkü mey­dana gelirse işte onu kerih görürüm." buyurmuştur. Serahsî'nin Muhıy b'nde de böyledir.

Bayram günü tef çalmakta bir beis yoktur. Hızanetö'l-Miiftîn'de de böyledir. [140]

 

Şakalaşmak

 

Günah olmamak ve cemaatı güldürmemek maksadıyle, şaka söy­lemekte bir beis yoktur. Zahîriyye'de de böyledir. [141]

 

Güreş

 

Güreşçilik bid'attır. Gençlere müsâade var mıdır.? İmâra: şu cevabı vermiştir.

—Bid'at değildir. Hakkında eser (haber, hadis) gelmiştir. Ancak, eğlence olsun niyetiyle olursa mekruh olur. Ve ondan men edilir.

Şayet kuvvetlerini öğrenmek için ve küffâra karşı mukateleye kuv­vet olsun için olursa, o caizdir. Ve sevab da olur. Bir nevi şira içmek gibidir ki, o kâfire karşı kuvvet, kudret olsun diye içilirse caiz olur. Eğ­lence, oyun olsun niyetiyle içilirse zecredilir, cezalandırılır. Cevâhirü'l-FetâTâ'da da böyledir. [142]

 

Satranç, Tavla Ve Diğer Oyunlar

 

Kadi'l-İmâm şöyle demiştir: Gençlerin, yaz günlerinde oynadıktan karpuz vuruşturma, kötülüğe sebeb olmaz ise mubahtır." Cevâhirü'l-Fetâvâ'da da böyledir.

Satranç, Tavla on üç taş, on.dört taş mekruhtur. Satrancın haricinde kalan,  diğer olanların tamamı, bi'1-icma

haramdır.

Ancak, satrançla kumar oynamak, haramdır.

Satranç oynamak, kişiyi âdâlet vasfından uzaklaştırır mı? Satranç oynayan kişinin şehâdeti kabul edilir mi.?

Eğer kumar olarak oynarsa, satranç kişiyi âdil olmaktan düşürür ve onun şehâdeti kabul edilmez.

Eğer kumar olarak oynamaz ise, şehâdeti kabul edilir. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), satranç oynayana selam vermekte bir beis görmedi. İmâmeyn ise, -hakaret olsun diye— satranç oynayana selâm ver--meyi, mekruh saydılar. Câmiu's-Sağîr'de de böyledir. [143]

 

Yalan Söylemenin Mubah Olduğu Yerler

 

Yalan söylemek günahtır. Ancak, şu hallerde yalan söylenebilir:

1-) Harpde, hile olsun diye..

2-) Sulhda, iki kişinin arasını ıslah için..

3-) Aile arasında, sükûnet için..

4-) Zalimin zulmünü, mazlumdan kaldırmak için..

Üstü kapalı yalan söylemekte mekruhtur. Ancak, bir ihtiyaç olur­sa o müstesnadır. Meselâ: Bir adama: "Ben dün yedini. Sende ye." de­mek gibi.. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir günaha azmetmek ve onda İsrar etmek günahtır. Mültekıt'ta da böyledir. [144]

 

Emri Bil Maruf

 

Bir kimse, kötülük yapan birini gördüğünde, ona bu durumu lut-file anlatması, nfkile söylemesi uygun olur.

O şahıs, nasihati kabul etmezse, ona sövülüp sayılmaz; biraz hid­detle söylenilir.

Bununla da hâlini düzeltmezse, el ile (meselâ) içkisi dökülür; çalgı âleti kırılır.

Fakıyh, Bostan kitabında şöyle demiştir.

Gerçekten, emri bi'1-ma'rufun yolları vardır: Bir kimsenin zann-i galibi, kötü bir şey yapan, şahsa emr-i bi'1-ma'ruf veya nehy-i ani'l-münker yapınca, onu kabul edeceği tarzında ise, onu yapmamaya (bu vazifeleri terketmeye) müsâade yoktur.

Eğer, emr-i bi'1-ma'ruf yapınca, karşıdaki şahsın güceneğini ve sö­veceğini iyice bilirse, onu terk etmesi evlâ olur.

Keza, kavga çıkarıp, düşman olacaklarını iyice bilirse, bu durum­ca da terk etmesi efdâl olur.

Eğer onu dövünce, ses çıkarmayacağını ve şikâyet etmeyeceğini bi­lir ve onu bu yolla kötülükten men ederse, o zaman, bu bir cihad olur.

Onların kendisinin, sözünü kabul etmeyeceklerini bilir ve kendisi de dövülmekten sövülmekten korkmazsa, bu durumda, muhayyerdir: Emrederse daha efdâl olur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, emr-i bi'1-ma'ruf vazifesi ile karşılaştığı vakit, onu ya­pınca, kendisinin öldürüleceğinden korktuğu hâlde onu yapar ve ken­disini öldürürlerse, şehit olur. Tatarhâniyye'de de böyledir. [145]

 

Hangi Emri Bi'l-Mâ'ruf Kimin Vazifesidir.

 

El ile emr-i bil-ma'ruf yapmak âmirlerin vazifesidir. Dil ile emr-i bil-ma'ruf yapak âlimlerin vazifesidir. Kalp ile emr-i bi'1-ma'ruf yap­mak ise avamın (halkın) vazifesidir.

Bu, Zecvîsî'nin ihtiyarıdır. Zehiyre'de de böyledir. [146]

 

Emr-i Bi'l Ma'ruf Nasıl Yapılır.

 

Emr-i ma'ruf yapmak için, şu beş- şey gereklidir;

1-) Bilgi: Çünkü bilgisizin emr-i bi'1-ma'ruf yapılması güzel olmaz.

2-) Sabırlı ve halım olmak.

3-) Emr-i bi'1-ma'rufu Allah rızası ve ilayı kelimetullah niyyetiyle yapmak.

4-) Emredilen şahsa karşı şefkatli ve yumuşak olmak.

5-) Kişinin, emrettiği şeyi önce kendisinin yapması. Cenâb-ı Hakk'ın "Ne için yapmadıklarınızı söylüyorsunuz.?" âyeti celilesine dahil olma­mak için, böyle yapmak gerekir.

Avamdan (câhil halktan) bir kimsenin, kadıya, müftiye emr-i bi'l-ma'ruf yapması caiz olmaz. Edebiyle şöhret bulmuş bir âlime de, bu gibi şahıslar emr-i bi'1-ma'ruf yapamaz. Zira bazen onların mazeret hâ­li olur da, câhiller onu anlayamaz. Garâib'de de böyledir.

Bİr adam bir kötülük gördüğünde, gören bu şahıs da aynı kötü­lüğü yapıyor olsa bile, yine de onu nehyetmesi gerekir. Çünkü, hem ken­dinin terketmesi, hem de ondan nehyetmesi lâzımdır. Birisinin terki di­ğerinin terkini iskat etmez. (=  düşürmez.) îkisi de terk etmelidir. Hızânetü'i'Miiftîn, Müliekıt ve Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, birisinin günâha devam ettiğini görürse, onun babası­na, oğlunun durumunu mektupla bildirebilir mi? Ve böyle yapması he­lâl olur mu?

Âlimler şöyle demişlerdir:

Eğer, mektup yazınca, babasının onu, bu günâhtan men edebilece­ğini ve buna gücünün yeteceğini bilirse, ona mektup yazması helâl olur.

Fakat, babasının men etmek isteyeceğini ancak, ona gücünün yet-meceğini bilirse, o zaman, mektup yazmaz.

Bu, karı-koca arasında da böyledir.

Âmir memur arasında da böyledir. Gerçekten, kişinin sözünün din-leceği her yerde, emr-i bi'1-ma'ruf yapması vâcibtir. Fetâvlyî Kâdihân'da da böyledir.

Bir adam, çocuğuna bir edep emretmek istediği hâlde, onun ka­bul etmiyeceğinden korkarsa, ona şöyle söyler: "Ey yavrum, eğer şöyle yaparsan (veya böyle yapmazsan) daha güzel olur." Çocuğun, babası­na isyan etmesine sebep olmaması için, ona doğrudan emretmez. Gon-ye'de de böyledir.

Bir fuhşiyatta bulunduktan sonra, tövbe edip Allah'a yönelen bir kimsenin, onu —yaptığının cezasının verilmesi için— hükümdara söy­lemesi uygun olmaz. Onu saklamak mendubtur. Ablfiti'de de böyledir. [147]

 

Hırsızlık Yapanı İhbar

 

Ebû'l-Kâsim'dan soruldu:

Bir adam başka birisinin hırsızlık yaptığını gördü ne yapacak.? İmâm şöyle buyurdu:

—Eğer ona zulüm yapılmayacağını bilirse, mal sahibine haber ve rir; değilse susar. Hâvi'de de böyledir. [148]

 

Evinde Günah İşleyen Kimse

 

Bir adam, evinde günah işlerse, uygun olan, gidip, "bu günah­tan vaz geçmesini," ona tebliğ etmektir.

Eğer ondan vaz geçerse, ona bir şey söylememek gerekir.

Şayet vazgeçip, terk etmez ise, bu durumda İmâm (= yetkili) mu­hayyerdir: Dilerse, onu hapseder; dilerse, —dövmekle uslanacaksa— ceza verip zecreder. Dilerse, onu evinden, çıkarıp kovar

imâm Zâhidî fâsıkın evini, —fışkından dolayı— harap etmeyi em-reylemiştir. Hulâsa'da da böyledir. [149]

 

İçki Kabı

 

Felâvâyi Nesefî'de şöyle zikredilmiştir:

'içkinin küpü kırılır. Eğer içine tuz atılmış olsa bile, kırana birşey tazmin ettirilmez. Mahıyt'te de böyledir.

İmâm Ebû Yosof (R.A.)şöyle buyurmuştur:

"Bir müslümanın tulumunda içki var ise, o dökülür veya yakılır. Nasranî de böyledir. İmâm Ebû Hanife (R.A.)'ye göre, eğer o kaptan fay­da görülecekse onu imha caiz olmaz. Tatarhaniyye'de de böyledir. [150]

 

Kâfire Karşı Çıkmak

 

İmâm Muhammed (R.A.): Bir müslümanın, müşriklerin öldürme hu­susunda, zarını galip ise, onlara karşı çıkar.

Şayet zannı galip değilse asla gitmez; ne öldürülür nede yaralanır. Böyle yapması ve yalnız başına gitmesi mübâh değildir.

Kıyâs ise, bütün hallerde kendisinin katledileceğini bilirse, o zaman gitmez. Mahıyt'te de böyledir. [151]

 

Fâsıkı Fışkından Vazgeçirmek

 

Bir adam, müslümanlardan fâsık bir toplumu, o fısıklanndan men etmek istediğinde eğer zann-ı galibi, onların kendisini yaralayıp öldüre­cekleri tarzında olursa, azimet olarak, oraya gitmesinde —her ne kadar sükut etmesine ruhsat var ise de bir "beis yoktur. Zehıyre'de de böyledir. [152]

 

Hayvanların Boynuna Çıngırak Takmak

 

Atın boynuna zil (çıngırak) takmakta bir beis yoktur. Öküz de böyledir. Gönye'de de böyledir.

Hayvanların boynuna çan (çıngırak) hususunda âlimler ihtilaf eylediler:

Bazıları: "Mekruhtur." \£ "Böyle yapmak hazerde de, seferde de mekruhtur." dediler. Keza: "Küçük çocuklara çıngırak takmak da mek­ruhtur, dediler. İmâm Muhammed (R.A.), Siyer-i Kebîr'de: Dâr:i harbde zil kullanmak mekruhtur." buyurdu. Bu, bizim yolumuzdur. Hayvanla­rın boynuna da çan takılmaz; çünkü bu dâr-i harpte mekruhdur. Zira düşman, müslümanların yerlerini öğrenir.

Eğer müslümanlar az iseler, düşmana hücum etmezler. Buna binâ­en âlimler buyurdular ki: Dar-i islâm'da bulunan müslümanlar, hırsız­lardan korkarlarsa, onlarm, hayvanlarının yerlerini bilmemesi için, hay­vanlarının boynuna çan (çıngırak) takmazlar. Kendileri az oldukları za­man hırsızların, mallarım almamaları için böyle yaparlar. Çanlar hak­kında söylenenler, ziller hakkında da aynıdır.

İmâm Muhammed (R.A.) Siyer-i Kebiri'nde şöyle buyurmuştur.

îslam diyarında olurlar ve kervan sahiplerinin de menfaatına olur­sa; faydalarına binâen, hayvanlarının boynuna çan takmalarında bir beis yoktur.

Şayet onlardan bir kafile kaybolacak olursa, o vesile ile (çanların sesiyle) onu bulabilirler. Keza, çan sesiyle, hayvanlarını kurttan koru­muş olurlar. Keza çan sesleri, hayvanlara dirilik verir. Muhıyt'te de böyledir. [153]

 

Yola Konan Pamuğun İmhası

 

Bir kimsenin yola koyduğu pamuk kimseye zarar vermiyor ve ge­lene geçene mâni olmuyorsa, onu yakan kimse, bedelini tazmin eder.

Ancak zararlı oluyorsa, o zaman onu imha edene tazminat gerek­mez. Hulâsa'da da böyledir.

En doğrusunu bilen, Allahu Teâlâ'dır. [154]

 

18- TEDAVİ OLMAK, İLAÇ KULLANMAK, AZL VE ÇOCUK DÜŞÜRMEK TEDAVİ OLMAK

 

Şâfi-i hakikinin (= Gerçek şifa vericinin) Allahu Teâla olduğu­nu bilerek, tedavi olmakta bir sakınca yoktur.

İlaç, tedavi için sebebdir. Fakat^ bir kimse, şifâyı ilaçdan bilirse bu doğru olmaz. Sirâciyye'de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Koyun, sığır, deve, at gibi hayvanların kemiği ile tedavi olmakta bir beis yoktur.

Ancak, kemik domuz veya insan kemiği ise, işte onlarla tedavi ol­mak mekruhtur.

Sonra da —domuz kemiğinin haricinde— her türlü hayvan kemiği ile insan kemiği de dahil tedavi olmaya cevaz vermiştir.

Hayvanlar ister boğazlanmış olsun; ister, lâşe olsun; ister yaş, is­terse kuru olsun fark etmez.

Ancak, İmâm (R.A.) alelıtlak cevap vermemiştir. Şöyleki:

Şayet hayvan boğazlanmış ise, her haliyle onun kemiği ile tedavi caiz oluyor. Kemiği ister yaş olsun; isterse kuru olsun fark etmez.

Fakat hayvan murdar ölmüş, lâşe ise o takdirde, kemik küm olur­sa tedavi caiz oluyor; yaş olursa caiz olmuyor.

Köpek kemiğine gelince, onunla da tedavi caiz oluyor. Bazı âlimle­rimiz ve Hasan bin ZSyad (R.A.): "Köpek kemiği ile de tedavi caiz olmaz." buyurmuşlardır. Zemyre'de de böyledir.

Âdem oğlunun cüzleriyle (insan uzuvlarından bir parça ile) men-fa at I an m ak caiz değildir.

Bazı âlimler: "necasetinden dolayı..;" bazıları da "..kerametinden dolayı.." faydalanmak caiz değildir." demişlerdir*

Sahih olan ikinci kavildir. Cevahire'1-Afalâtf'de de böyledir.

İmâm Ebn Hanîfe (R.A.): Domuzdan ve derisinden faydalanılmaz. Yalnız, kılından, dikiş için faydalanılır." buyurmuşdur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Domuzun kılından da faydalanmak mekruhtur." buyurmuştur.                                     

Bu hususta, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli ezhardır. Muhıyt'te de böyledir.

Yarası olan bir kimse, domuz ve insan eczası ile tedaviden ikrah eylese, haklıdır. Çünkü, onlardan faydalanmak haramdır. Kübra'da da böyledir. [155]

 

Kan Aldırmak

 

Bir adamda bir hastalık (dert) olur ve doktor ona: "Sende kan galebesi (= çokluğu, fazlalığı) var. Eğer aldırmazsan ölürsen." derse; bu şahsın hacamet yaptırması (= kan aldırması) müstehaptır. Zahîriy-ye'de de böyledir. [156]

 

Hamile Kadının Tedavi Olması Ve İlaç Kullanması

 

Hamile kadının, çocuk hareket etmeden, hacâmet yaptırması uy­gun olmaz. Eğer çocuk karnında hareket eder ve. doğum yaklaşmamış olursa, kan aldırması caiz olur.Aksi takdirde, kan aldırmayı terk etme­si gerekir. Gunye'de de böyledir.

Doğum yapmasına bir ay kalan kadın, doktora söylemeden kan aldırmamalıdir. Eğer doktor: "Zararlı olur." derse, bu kadın kan al­dırmaz. Kübra'da da böyledir.

Hâmile kadının, sıhhati için ilaç içmesinde sakınca yoktur. Bun­dan dolayı çocuk sağ veya ölü düşerse, kadına bir şey gerekmez. Yenâ-M'de de böyledir. [157]

 

Hacamat

 

On beş günde bir cumartesi günü hacamat yaptırmak cidden fay­dalıdır. On beşgünden önce yaptırmak mekruhtur. Fetâvâyi Attabiyye'de de böyledir.

İlaç kullanmayan kimse ölse, bundan dolayı günahkâr olmaz. Mitt-tekıt'ta da böyledir[158].

 

İlaç Kullanmayan Şahıs

 

Karnı veya gözleri ağrıyan bir kimse, ilâç kullanmayıp, zayıflasa ve ondan ölse; ona günah olmaz.

Bununla, açlık arasında fark vardır. Bir kimse, gücü yeterken ye­mez ve ölürse; günahkâr olur. Arada ki fark şudur: İnsan, bir şey yi­yince kuvvet alacağı bellidir. İlaç ve tedavi ise, böyle değildir. Zahîriyye'-de de böyledir.[159]

 

Haram İle Tedavi

 

Bir hastanın eşek sütü içmesi, onun etini yemesi ve her türlü ha­ram ile tedavi haramdır. Fetâvayi Kâdihân'da da böyledir.

Devenin sidiğini içmek, atın etini yemek mekruhtur. İmameyn: "Deve idrarını içmek ve tedavi için at eti yemekte bir be­is yoktur." buyurmuşlardır. Camo's-Sağîr'de de böyledir. [160]

 

Zararları Giderme Şekilleri;

 

Zararı giderecek sebebler, bir kaç kısımdır: Susuzluğun zararından su içmekle kurtulmak; Açlığın zararını, yemenin gidermesi; Toplanan kanı hacamatla aldırmak;

İshal ilacı içmek; Ve, diğer tıbbî tedaviler gibi..

Soğuktan sıcakla tedavi; sıcaktan soğuklukla tedâvî, tıbda faydası açık olan şeylerdir.

Okunmakla tedavi mevhumdur.

Tedavi yollarım terk etmek tevekkül değildir. Bilakis, ölüm tehli­kesi olursa, bu tedavilerin terk edilmesi haramdır.

Mevhum olan tedavide, tevekkülü Allah Resulü (S.A.V.) ve O'nun şerefli sahabileri tavsiye eylemişler ve böyle yapana mütevekkilim demişlerdir.

Orta dereceliye gelince, bu doktorların zannına göre, tedavisi aşi­kara olandır. îşte, bunu yapmak gerekir. Bu, tevekküle ters düşmez; mevhum gibi değildir; bir çok ef alda, yapılması efdâldir. Bu, iki dere­cenin ortasıdır. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir. [161]

 

Kadın Sütü İle Tedavi

 

Bir erkeğin, tedavi için bir kadının sütünü içmesinde bir beis yoktur.

Mazeretsiz olarak, buluğa erişmiş bir kadının sütünü içmek husu­sunda ihtilaf edilmiştir, bu ihtilaf müteahhirîn arasında olmuştur. Gunye'de de böyledir. [162]

 

İçki İle Tedavi

 

Bir hastaya, doktor içki içmesini işaret ederse, BelhUler, bunun gü­nah olduğunu söylediler.

Şayet katiyetle deva olacağı bilinirse onu içmek caiz olur. Fakjyh Abdu'l-Melk Üstadından naklen: "Onu, içmek, kullanmak helâl olmaz." demiştir. Zehıyre'de de böyledir.

Yaraya içki dökmek, helâl olmaz, tçki hayvana da içirilmez. Zim-miye de içirilmez. Tedavi için, çocuğa da içirilmez. İçirilmesi hâlinde vebal, günâh içirene ait olur. Hidâye'de de böyledir.

Hastanın kan, idrar içmesi, lâşe eti yemesi müslüman bir doktor tarafından tavsiye edilirse caiz olur.

Şayet onun yerine mubah olan bir şey varsa, o kullanılır. Eğer doktor:"Güzel şifa bulursun" derse iki cihet vardır. (Yani, bu durumda doktora uyulur." diyenler olduğu gibi "uyulmaz" diyen­lerde vardır.)

Tedavi için azda olsa içki içilir mi?

Şayet onun yerini tutacak başka bir şey bulunmaz ise, "içilebilir" diyenler olduğu gibi "içilemez" diyenler de vardır. limnrtâşi'de de böyledir.

Bilgin ve müslüman bir doktor, hastaya: "Senin hastalığın kirpi veya yılan eti yemedikçe, geçmez." veya "Senin derdinin devası yılan eti yemekdir." dese, bile onu yemek helâl olmaz. Gunye'de de böyledir.

İçinde yılan eti bulunan ilacı kullanmak mekruhtur. Bir kimse, bilmeyerek yılan eti yerse, bunda bir beis yoktur. Hulâsa'da da böyledir.

Deva için güvercin gübresi yemekte bir beis yoktur. Hızânelü'l-Fetâvâ'da da böyledir. [163]

 

Sakız Çiğnemek

 

Kadınların sakız çiğnemesinde bir sakınca yoktur. Erkekler de ihtilaf vardır.

Şemsü'l-Eimme et-Halvanî: "Kadının da, erkeğin de —bir maslahat için— çiğnemesinde bir beis yoktur.*' buyurmuştur.

Sahih olanı da budur. Cevahinı'l-Ahlâti'de de böyledir.

Ebû Muti'den soruldu:

—Bir kadın, at karını veya onun benzeri şeyleri yiyor ne dersiniz? O şu cevabı verdi:

—Doyana kadar yerse bir beis yok; fazlası helâl olmaz. Hâvî'de de böyledir.

Bir kadının, efendisi için şişmanlamasında bir beis yoktur. Şiş-malamak erkek için, mekruhtur. Zahîriyye'de de böyledir.

Tedavi için, pek acı olan bir otu parmağa dolamak İmâm Ebû Ha-nîfe (R.A.)'ye göre caiz değil; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre caizdir.

Buna göre fetva verilmiştir. Hulâsa'da da böyledir.

Şifa ümid edilince, yaranın üzerine hamur koymakda bir beis yok­tur. Sirâciyye'de de böyledir.

Tedavi edilirken çocuğun ağlamasında ve işaret için dağlanırkei hayvanların bağırmalarında sakınca yoktur. Serahsâ'nin Mnhiyt'nde de böyledir. [164]

 

Vücûdu Dağlatmak

 

insan yüzüne dağ yapmak ve yaptırmak mekruhtur. AtUbiyye'de de böyledir. [165]

 

Hastaya Kur'an Okunması

 

Kur'an ile istirkada (= hasta üzerine okumakda, kağıda yazıp boyna takmakda, hl~ kaba yazıp onunla yıkanmakda, suyunu hastaya içirmekde) ihtilaf vardır.

Âta, Mücâhid ve Ebû Kılâbe, bunu mubah saymışlar; İmâm Nehai ve Hasan-ı Basrî kerih görmüşlerdir. Hızânelü'l-Fetâvâ'da da böyledir.

Gerçekten bu, meşhur bilginlerden — inkârsız— sabit olmuştur.

Âyet yazılı bir şey takmakta, bir beis yoktur; fakat tuvalete gi­rerken ve ailesi ile cima yaparken, bunu çıkarmak gerekir. Garâib'de de îöyledir. [166]

 

Muhabbet Muskası

 

Şayet kadın, kocasına karşı muhabbet muskası yaptırırsa, Ctafo's-Sagîr kitabında: "Gerçekten bu haramdır; helâl değildir." denilmiştir. Hâvî'de de böyledir. [167]

 

Nazar Değmesin Diye Kuru Kafa Asmak

 

örf olarak, ekin ve bostan tarlalarına, (hayvan) kafa kemikleri­ni —göz değmesin diye— koymakta bir sakınca yoktur. Fetâvâyi Kâdi-hân'da da böyledir. [168]

 

Haşaratın Girmemesi İçin Kapıya Muska Asmak

 

Kapıların üzerine bez veya kağıt yazıpta, —haşarat girmesin diye— yaz günlerinde yapıştırmak mekruhtur. Sirâciyye'de de böyledir.

Müneccimlere benzediği için, kapılara,—yaz günlerinde yazıl­mış bez parçası ve kağıt yapıştırmak haramdır. Çünkü, bu Allah ismine ihanet olur. Hızanet'ül-MüftıiTde de böyledir. [169]

 

Kokulu Bitki Yakmak

 

Bu âlimler, kokulu şey yakmaya fetva vermişlerdir. Aslında bu cahil halkın işidir. Siraciyye'de de böyledir. [170]

 

Zamanın Kötülüğü Korkusu Dışarıya Azil

 

Bir adam, "bu zamanda, kötü bir çocuk olur." diye, karısının izni olmaksızın azil yapsa (menisini eşinin fercine dökmese) d-AsTdaki açık cevaba göre, buna ruhsat yoktur.

"Zamanın kötülüğünden dolayı, müsâade vardır." diyenlerde ol­muştur. Kübrâ'da da böyledir.

Erkek karısını, azilden men edebilir. Keideıî'nin Veda'nde böyledir. [171]

 

Çocuk Düşürmek

 

bir kadın, karnındaki, tam teşekkül etmiş bir çocuğu düşürürse, bu kadının diyet vermesi vacip olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Karında hilkati belirmiş, saçlı ve tırnaklı çocuğu düşürmek için, ilaç kullanmak caiz değildir.

Şayet hilkati belirmemişse caizdir. Fakat bu zamanda, herhaliyle caizdir.

Fetva da bunun üzerinedir. Fetâvâyi Ahlatı'd e de böyledir.

Yetime'de zikredildiğine göre, Ali bin Ahmed'den sorulmuş: Çocuğun sûretlenmeden önce düşürülmesine ne dersin?

İmam şu cevabı vermiş:

—Kadın hür ise, —tek kelam— caiz değildir. Fakat câriye ise, burda ihtilaf vardır. Sahih olanı, onu da çocuk düşürmekten men eylemek­tir. Tatarhüniyye'de de böyledir. [172]

 

Ananın Sütü Çocuğa Zararı Olursa

 

Bir kadının sütü, çocuğuna zarar veriyorsa, onun tedavisi için, bu çocuğa süt vermeyebilir. Gunye'de de böyledir.

Emzikli bir kadında, gebelik belirip sütü kesilir ve emen çocu­ğun 4a_ hayatı tehlikeye düşer; o çocuğun da babası olmazsa; gebelik ^üz yirmi gün olmadan önce, o kadın ilaç kullanarak karnmdakini dü­şürebilir. Ancak, dört ay geçtikten sonra, kadın bunu yapamaz.

Çocuk, ana karnında kırk gün nutfedir; kırk gün donmuş bir kan; kırk gün de bir et parçasıdır. (Yani henüz canlanmamıştır.) Hızâiıühri-Müfiîn'de de böyledir. En doğrusunu bilen Allahu Teala'dır. [173]

 

19- SÜNNET OLMAK, ENEMEK, TIRNAKLARI KESMEK, BIYIĞI KISALTMAK, BAŞI TIRAŞ ETTİRMEK, KADININ BAŞINI TIRAŞ ETTİRMESİ, SAÇINI KES­TİRMESİ VE PERUK TAKTIRMASI

 

Sünnet Olmak

 

Sünnet ülmanın hükmünün ne olduğu hakkında ihtilaf edilmiş­tir: Doğru olanı, o sünnettir." denilmiştir. Garaib'de de böyledir.

Sünnet olmakda müstehab olan ilk vakit, yedi yaş ile oniki yaş arasıdır.

Muhtar olanı budur. Sirâciyje'de de böyledir.

Bazı âlimler: "Doğumdan yedi gün sonra, sünnet yaptırmak ca­izdir.'* buyurmuşlardır. Ovâhirû'l-Fetâvâ'da da böyledir. [174]

 

Kadınların Sünnet Edilmeleri

 

Kadınların sünnet edilmeleri hakkındaki rivayetlerde ihtilaf var­dır: Bazı âlimler: "Kadınların sünnet edilmeleri de sünettir." buyurmuş­lardır. Keza, büyük âlimlerden Şemsti'1-Eimme Hahânî, Hurtf'ın Edebü'l-Kftdî kitabında: "Gerçekten kadınların sünnet edilmeleri mükerremedir. (= güzeldir) buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir çocuk sünnet olurken kesilmesi gereken derinin çoğu kesilse de azı kesilmemiş olsa; bu durumda, o çocuk sünnet olmuş sayılır. Şâ-:yet, yarısı veya daha azı kesilmiş olursa, bu durumda çocuk sünet ol­muş olmaz. Hızanetü'l-Müftin'de de böyledir.

Salatü'n-NevâziTde şöyle zikredilmiştir: Bir sabî, sünet olmadı­ğı hâlde, kesmek için çekilebilecek derisi de bulunmasa; Haşefesi (zeke­rinin kertiği) görünüyorsa, o halde bırakılır; başka bir şey uygulanmaz. Zebıyre'de de böyledir. [175]

 

Müslüman Olan Yaşu Şahısların Sünnet Olması

 

Zayıf bir ihtiyar müslüman olur ve sünnet olmaya gücü yetmez (dayanamazsa) ve bu hususta, bilgi ve görüş sahibi bir kişi "dayana-maz"derse; bu ihtiyar öylece terk edilir.

Özür sahibi için sünnet olmanın terki vacibdir. Çünkü özür olunca vacip (-farz) terk edilir. Özür olduğu zaman sünnetin terki, ise evlâ­dır. Ho&gs'da da böyledir.

Yaşlı kimseye kimin sünnet edeceği hakkında, şöyle denilmiştir: Böyle bir kimsenin, bizatihi kendi kendisini sünet etme imkanı varsa,

Öyle yapar. Değilse, yapmaz. Ancak imkânı varsa, evlenir veya hitan yapan (= sünnetçi) bir cariye satın alarak,-bu işi onlara yaptırır. CÜntf-u's Sağir'de de böyledir.

Hamamcı, onu sünnet eder. Fetâvâyı Attabiyye'de de böyledir.

Sünnet olan, bir çocuğun sonradan derisi uzar ve zekerinin ha­şefesini kapatırsa bu çocuk yeniden sünnet olur; değilse öylece kalır. Muhıyt'te de böyledir. [176]

 

Çocuğu Babasının Sünnet Etmesi

 

Baba çocuğunu sünnet edebilir. Hacamat yapar; tedavi eder. Babanın vasiyyet eylediği şahıs da böyledir.

Dayı ve amca ise böyle değildirler. Ancak, aynı evde yaşıyorlarsa o müstesnadır. Şayet çocuk, bunlar uygulanınca ölürse, tazmina* gerekmez.

Bu istihsandır.

Anne de yaparsa böyledir. Sırâcü'l-Vebhâc'da da böyledir.

Nâtifî'nin Vâkıaö'nda şöyle zikredilmiştir:

Amcanın ve dayının vasiyyet eylediği kimsenin her ne kadar aynı övde olsalar büe böyle bir iş yapmaya hakkı yoktur. Timurtâşi'de de böyledir.

Büyük baba ve onun vasisi baba yerindedir.

Ananın vasisinin, çocuğu sünnet ve dedâvi etmesi, —her ne kadar, ,âynı evde de olsalar— caiz değildir. Fetâvâyi Kâdihân ve Mültekıt'ta da Şöyledir.

Ananın vasisi, hacâmet yapsa veya sünet eylese yahut yarasını Şarsa, işte ona tazminat gerekir. Çünkü, ananın velayet hakkı yoktur, kâvî'de de böyledir. [177]

 

Küpe Takmak İçin Kulakların Delinmesi

 

Kadınların kulaklarının (küpe takmaları için) delinmesinde bir beis yoktur. Zahîıiyye'de de böyledir.

Kız çocukların da, kulaklarını delmekde bir beis yoktur. Çünkü, onlar Peygamber (S.A.V.) Efendimizin zamanında yapılıyordu. Ve bu, inkâr edilmedi. Kübrâ'da da böyledir. [178]

 

Erkekleri Kısırlaştırmak

 

insan oğullarının (taşaklarını) imha etmek bi'1-ittifak haramdır. At'a gelince, Şemsü'l-Eimme Hafrânî, Şerhin'de "Alimlerimizin indin­de, atın husyelerini imha etmekte (= enemekte) bir sakınca yoktur." demiştir

Şeyhü'l-İslâm ise, Şerhin'de: "O da haramdır." buyurmuştur.

Fakat atın haricinde olan hayvanâtın enenmesinde —şayet bir men­faat mülahaza olunuyorsa— bir sakınca yoktur.

Şayet bir menfaat veya bir zararı def yoksa, bu da haramdır. Zehıy­re'de de böyledir.

Kedinin enenmesi, bir fayda veya bir zararı def için yapılırsa, bu­nun da bir sakıncası yoktur. Kübrâ'da da böyledir. [179]

 

Tıraş Olmak

 

ZenderöTnin Ravza isimli kitabında şöyle zikredilmiştir: Başın saçında sünnet olan husus: Saçı ya iki tarafa taramak veya tıraş etmektir.

Tahâvî ise, üç imama nisbet eyliyerek: "Tıraş sünnettir." buyurmuş­tur. Tatarhaniyye'de de böyledir.

Her cum'a günü, başı tıraş etmek müstehaptir. Garüb'de de böyledir.

Bir erkeğin, başının ortasını tıraş edip de, diğer taraflarını bük-: meksizin uzatmasında bir beis yoktur.

Eğer, uzayan kısmı bükerse, bu mekruh olur. Zira bu hal, bazı ke­fere ve mecûsilere benzemek olur.

Bizim yurdumuzda, erkekler saçlarını uzatıyorlar. Fakat başları­nın ortasını tıraş etmiyorlar.

Saçin alın tarafım kesmek caizdir. Zehıyre'de de böyledir.

Başı tıraş edip, iki yanını bırakarak, onu salıvermek caizdir. Fa­kat, bu iki yandaki saçı başının üzerine bağlarsa, bu caiz olmaz, Gun-. ye'de de böyledir.

Başın bir kısmını tıraş edip (meselâ: Üç parmak kadarını tıraş edip) geri kalanını tıraş etmemek mekruhtur. Garaib'de de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Ense tarafını tıraş edip, geri yanını bı­rakmak mekruhtur. Yalnız, hacamat için olursa o müstesnadır.' bu­yurmuştur. Yenâbi'de de böyledir. [180]

 

Tırnakları Kesmek

 

Tırnaklan kesmek sünnettir.

Dâr-i harpte ise, tırnaklan kesmemek müstehaptır. SerahsFnin Mu-hiyt'nde de böyledir.

Efdal olan:

Tırnakları kesmek; Bıyığı iyice kısaltmak,

K it âbü 'IKerâhiyyet

Kollarının altını ve avret yerini tıraş etmek;

Vücudu yıkayıp pak etmek;

Haftada bir defa değilse on günde bir defa yıkanmak efdaldir. Kırk günden fazla yıkanmamaya bir mazeret yoktur. Haftada bir yı­kanmak, en efdâl olanıdır. Onbeş günde bir yıkanmak, orta hâldir. Kırk gün ise özürsüz olursa vaîde (= azaba) müstehak olur. Kunye'de de böyledir.

Koltuk altının kılların tıraş etmek de yolmak da caizdir. Avret mahallini tıraş ederken, önce göbek altından başlamak evlâ­dır. Garaib'de de böyledir.

Camiü'l-CevâmFde şöyle zikredilmiştir:

Avret yerinin, kişinin eliyle tıraş etmesi caizdir. Eğer gözünü yu­marsa, hacâmetcinin tıraş etmesi de caizdir. TatartaniyyeMe de böyledir. [181]

 

Tırnak Kesme Veya Tıraş Olma Vakti

 

Bir adamın, tırnak kesme veya tıraş olma vakti cum'a günüdür.

Alimler: "Bir kimse, bunları cum'a gününe tehir edince, fazla uza-yacaksa, o zaman istediği gün tırnak kesmesi ve tıraş olması caizdir. Zi­ra tırnağı uzun olanın, rızkı dar olur.

Şayet haddi tecâvüz edecek derecede uzamazsa, cum'aya tehir et­mek müstehaptır. Fetâvâyi Kâdihan'da da böyledir. [182]

 

Tırnak Kesmede Usul

 

Tırnaklan kesmede, en uygun olan şekil, sağ elden başlamak ve yine sag elde bitirmektir. Şöyleki: Önce sağ elin şehâdet parmağının tır­nağını keser ve en sonunda da sağ elin baş parmağını keser.

Ayağa gelince, sağ ayağının küçük parmağından başlar ve sol aya­ğın küçük parmağında bitirir.

Hikâye olunduğuna göre, Harfine'r-Reşîd, İmâm  Ebû   Yûsuf (R.A.)'dan: "Gece tırnak kesmek uygun mudur?" diye sormuş.

İmha:

—''Uygundur.'* buyurmuş.

Hârûne'r-Reşîd: —"Delil nedir?." deyince de.

İmâm:

—"Peygamber (S.A.V.) Efendimizin "Hayırlı olanı tehir etmeyi­niz." buyurmasıdır." demiştir. G trafo'de de böyledir. [183]

 

Kesilen Saç Ve Tırnak Ne Yapılır?

 

Bir kimsenin, tırnağmı ve saçını kestiği zaman, en uygun olanı, onları defnetmesidir.

Ancak, bunları atması hâlinde de bir şey olmaz. Şayet, yüz numaraya veya banyoya atarsa bu mekruh olur. Zira dertler îras eyler, (yani o kimse dertlenir.) Fetftviyi Kadfeftn'da da böyledir.

Şu dört şey defnedilir, (bir çukara gömülür): Tırnak, saç, hayız bezi ve kan. Fetâvâyi Attıbiyye'de de böyledir.

içinde çok bit olduğu hâlde tıraş edilen saç, defnedilir, (gömü­lür.) Gunye'de de böyledir.

Bıyık, kaş gibi olana kadar kesilir, Giyarijrye'de de böyledir.

Önceki müslümanlar, bıyıkların kenarlarını kestirmeyip öylece bırakmışlardır. Garaib'de de böyledir.

Tabâvî, Şerha Asar isimli kitapta şöyle buyurmuştur.

Gerçekten bıyığı, iyice kesmek güzeldir. Üst dudağın hizasından ke­narda kalan kısmı kesmek güzeldir ve sünnettir. Bu, EM Harfe ve arka­daşlarının kavlidir. Serahsî'nin Mnmyfnde de böyledir.

Âlimler: "Düşmanın gözüne heybetli görünmek için, bıyığı uzat­makta bir beis yoktur." demişlerdir. Giyuiyye'de de böyledir. [184]

 

Sakal

 

Sakal uzadığı zaman, onun etrafından almakda da bir sakınca yoKtur. Sakalın, bir kabzeden (tutamdan) fazlası kesilebilir.

Kabzeden uzun olarak da bırakılabilir. Möhebt'ta da böyledir.

Sakalın bir kabzeden (tutamdan) fazlasını kestirmek sünnettir.

İmam Mahammed (R-A.) Kitâbü'l-Asâr'da böyle buyurmuştur. Ve bu­nu da İmam Ebû Hanİfe (R.A.)'den nakleylemiştir. Biz de bunu alırız. Se-râhrf'nin Muhıyt'nde de böyledir. [185]

 

Boyun Ve Yüzdeki Diğer Kıllar

 

Boyun (boğaz) üzerindeki kıllar tıraş edilmez. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise, bir sakınca görmemiştir.

Kaşlardan, fazlasını kesmektede bir beis yoktur. Yüzde olan kıllarda kesilip, tıraş edilir. (Burada yüzden murad, ya­naklardır.) Yenlbi'de de böyledir.

Alt dudaktaki kılları yolmak —tıraş etmek— bid'attir. Gırâib'de de böyledir.

Burun içi kılları da kesilmez.

Göğüs ve sırt kıllarını tıraş etmek, edebi terk etmek olur. Ganye'de ie böyledir. [186]

 

Tırnakları Dişlerle Koparmak

 

Tırnakları, dişlerle koparmak mekruhtur ve böyle yapma bars hastalığına sebeb olur. [187]

 

Cünüp İken Tıraş Olmak, Tırnak Kesmek

 

Cenabet hâlinde iken kıl kesmek mekruhtur. Bu durumda tırnak­lan kesmek de mekruhtur. [188]

 

Kadının Tıraş Olması

 

Bir kadının, baş ağrısından dolayı, başını tıraş etmesinde bir beoktur.

Şayet kadın, erkeklere benzemek için tıraş olursa, bu mekruh olur. Kübra'da da böyledir.

Velisi olmayan, deli bir kadının başı ağrırsa, başının saçı tıraş edilir ve kadın olduğu bilinecek kadar saçı terk edilir. Mü İle kıl't a da böyledir. [189]

 

Saç'a Saç İlâve Etmek

 

Bir adamın saçma saç ilave etmek haramdır, tster ilâve edilen saç kendi saçı olsun, isterse başkasının saçı olsun fark etmez. İhtiyarda da böyledir.

Saçında, başkasımn saçı ilâve edilmiş bulunan bir kadının nama­zının caiz olup olmadığı ihtilaflıdır. Muhtar olan namazının caiz olma­sıdır. Gıyasiyye'de de böyledir.

Bir kadının, saçına kordele takmasında bir sakınca yoktur. Fetâ-vâyi Kâdihan'da da böyledir.

Tüccar olan bir kimsenin bedeli fazla olsun diye kölesinin yüzü­nü tıraş ettirmesinde bir beis yoktur.

Eğer köle, satış için değil de hizmet için olursa; böyle yapması müstehap olmaz. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir. En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dir. [190]

 

20- SÜSLENMEK VE HİZMETÇİ EDİNMEK ERKEKLERİN SAÇ VE SAKAL BOYAMASI

 

Âlimler: "Erkeklerin saç ve sakkallannı kınalamalarının sünnet olduğunda/' görüş birliğine varmışlardır. Böyle yapmak müslüman si­ması alâmetidir.

Siyaha boyamak eğer düşmana heybetli görünmek için olursa, bu­nun da güzel görüldüğünde görüş birliği vardır.

Fakat, erkekler, bunu kadınlara güzel görünmek ve nefsini onlara kabul ettirmek için yaparsa, o zaman mekruh olur.

Bazı âlimler, bunun da, cevazına kail olmuşlarsa da, ekserisine gö­re, saç ve sakalı siyaha boyamak mekruhdur.

İmim EbÛ YAıaf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur.

—Kadının zinetlenmesini bana taaccüp verdiği gibi, benim süslen­mem de ona taacüp verir. Zehıyrc'de de böyledir.

İmftm: "Gerçekten kına yakmak güzeldir.  buyurmuş ve bunun­la saç ve sakallı kasdetmiştir.

Esahh olanı, harbin haricinde de saç ve sakalı boyamakta bir beis yoktur. Kerteri1 nin VecîzTnde de böyledir. [191]

 

Güzel Koku Sürmek

 

Saçı ve sakalı güzel koku ile kokulandırmak yâni saç ve sakala güzel koVu sürmekte, bir sakınca yoktur. AtUbiye'de de böyledir. [192]

 

Saç Ve Sakalın Beyaz Kıllarını Koparmak

 

Düşmana karşı heybetli görünmek niyeti olmaksızın, saç ve saka­lın beyaz kıllarını koparmak mekruhtur. İmim'dan da böylece naklet-miştir. CeviUıiru'1-AhJitî'de de böyledir. [193]

 

Boyanmak

 

îhtiyaç olmaksızın, sabi olan erkek çocuğun el ve ayaklarını bo­yamak mekruhtur.

Kadınların ve kızların böyle yapması ise caizdir. Yeaftbf'de de böyledir.

Cünüp olan kimse boyana bilir. Kansı da boyanır. Ebft Yûınf (R.A.) bunda bir beis görmemiştir.

Yalnız, o halde namaz kılamaz. Eğer cünüp olan kimse, boyanan yeri de iyice yıkarsa o zaman namaz kılmasın da da bir sakınca olmaz. Fetâvli Kldmln'da da böyledir. [194]

 

Boncuk Ve Bilezik Takmak

 

Kadınların, saçlarına tunçtan, batardan, demirden ve benzeri şey­lerden boncuk takmalarında bir beis yoktur.

Ziynet için bilezik takmaları da caizdir.

Sabi çocukların kollarına ve beşiklerine boncuk takmakda da bir sakınca yoktur. Gonye'de de böyledir. [195]

 

Sürme Çekinmek

 

Erkeklerin —süs olmamak kaydıyla— sürmelenmelerinde bütün âlimlere göre bir beis görülmemiştir. Bu mekruh değildir. CevâUrn't AUftU'de de böyledir. [196]

 

Süslü Yatak

 

tmftm Mubımmed (R.A.) buyurmuştur: Pir adamın evinde altundan veya gümüşten şerir (~ taht, yatacak;yer yapıp üzerine ipekten Örtü koyması ve onu insanlar için süslemesin­de, —onun Üzerine oturmamak kaydıyla— bir sakınca yoktur.

Bu, selaften, sahabe ve tabiinden nakledilmiştir. Muhıyt'te de böyledir. [197]

 

İhtiyaçtan Fazla Bina

 

İnsanların, ihtiyaçları kadar ev yapmalarında bir mahzur yok­tur. İhtiyaçtan fazla bina yapması mekruhtur. Kerderî'nin Vedzi'nde de böyledir. [198]

 

Duvarları Süslemek

 

Fakıyh Ebû Cafer (R.A.) Siyer-i Kebir Şerhin'de şöyle buyurmuştur.

Evin duvarlarını, nakışlanmış keçe ile Örtmekte, eğer soğuğun gel­memesi için yapılırsa bir beis yoktur.

Şayet o, süs olsun diye yapılırsa, mekruh olur.

Şemsü'l-Eimme Serahs'de, Siyer-i Kebîr Şcrhı'nde şöyle buyurmuştur:

Keçe ile duvarı örten zatın kasdı, soğuğu önlemek ise, bunda bir beis yoktur. Sıcağa mâni olmak için olursa da böyledir. Yalnız, süs ol­sun diye yaparsa, işte bu mekruhtur. Zehıyre'de de böyledir. [199]

 

Kibir Ve Gösteriş

 

Kopunun üzerine, perde takmak ve onu uzun yapmak mekruhtur, İmâm Muhammed (R.A.)'in Siyer-i Kebîri'nde bu Juisusla nas vardır. Çünkü, bu bir ziynet ve büyüklük taslamaktır.

Hulâsa, kibirlik üzere yapılan her şey, mekruhtur.

İhtiyaç için olur veya zarurete binaen yapılırsa, bir beis yoktur.

Muhtar olan da budur: Gıyâsiyye'de de böyledir. [200]

 

Eve Resim Asmak

 

Ruh sahibi olan bir şeyin resmim bir yere asmak mekruhtur. Su­ret (canlı resmi) olmayan şeyi asmak ise caizdir. Zahîriyye'de de böyledir. [201]

 

Sergi Ve Döşeme

 

Bir insanın, evine yünden veya pamuktan yapılmış sergileri ser­mesi caizdir. Bunlar ister boyanmış, isterse boyanmamış olsun; ister na­kışlı isterse nakışsız olsun, bir beis yoktur. Hızânclii'l-Müftîn'de de böyledir. [202]

 

Hizmetçi Tutmak

 

Bir adamın yanında, hizmetkârının olmasında bir sakınca yoktur. Yalnız, o hizmetçiye, ancak gücünün yeteceği kadar hizmet yaptır­mak uygun olur.

Bir adamın, kendisi binekli, hizmetçisi yaya olarak gitmeleri caiz­dir. Eğer hizmetçinin yürümeye gücü yetiyorsa, bu böyledir. Aksi tak­dirde mekruhtur. Mohıyt'te de böyledir.

Hz. Ömer'in oğlu şöyle buyurmuştur: Riya ve büyüklük kasdiyle yürüyenlerin yanınd? uinekli olmak mekruhtur. Mültekıt'ta da böyledir. [203]

 

Köle Ve Cariyeye İstirahat Ve Namaz Vakti

 

Yatsı namazından sonra, köle ve cariyeyi istirahat etmeleri ve uyu­maları için bırakmak müstehaptır.

Köle ve câriye sahibinin namaz vakti onları meşgul etmemeleri ge­rekir. Ve bu vaciptir. Çünkü, onlar da namazlarını kılacaklardır. Hür­ler gibi, onlarda namazla mükelleftirler. Huccet'te de böyledir. [204]

 

Köle Ve Cariyeye Kur'an Öğretmek

 

Efendi, köle ve cariyesi ile karısını namazları sahih olacak kadar Kur'an okutmaya mecburdur. Gunye'de de böyledir.

Kölenin boynuna demirden halka takmak mekruhtur.

"Bu zamanda, bahusus Hindistanda kölelerin çok kaçmakta olma­sından dolayı, boyunlarına —kölelikleri bilinsin diye— halka takmak caizdir." denilmiştir.

İcabında köleyi bağlamak da mekruh değildir. Timurtâşi'de de böyledir.

En doğrusunu bilen Ailahu Teâlâ’dır. [205]

 

21- İNSAN VE HAYVANLARIN AMELİYAT EDİLMESİ VE HAYVANLARI ÖLDÜRMEK

 

Ameliyatla Doğum

 

Ebu'l-Leys'in FetviUn'nda şöyle zikredilmiştir:

Hamile bir kadın ölür ve karnında olan çocuğun sağ olduğu bili­nirse, o kadının sağ tarafından karnı yarılıp, çocuk çıkarılır.

Bu, karnında olan çocuğun sağ olduğuna zanni galip bulunduğu zaman böyledir. Mubıyt'te de böyledir.

İmâm Ebft Hsnîfe (R.A.)'in izniyle, böyle bir ameliyatın yapıldığı hikâye edilmiştir. Ve bu çocuk, yaşamıştır. Slıiciyye'de de böyledir.

Anne karnında hareket eden çocuk, vâris olamaz. Çünkü onun hareketi bazan yel veya kan topluluğundan olur. Attâblyye'de de böyledir.

Bakire bir kıza, fercinin haricinden cima yapılır ve fercine giden su ile, kız hamile kalırsa, doğum yaklaşınca» onun bikri yumurta veya gümüş bir âletle izâle edilir. Çünkü, Öyle olmayınca çocuk çıkamaz..

Hâmile olan kadının karnından çocuğun çıkma imkânı olmaz, an­cak çocuğu ana karnında parça parça edilerek çıkarma zarureti bulu­nur; böyle olmayınca da ananın ölmesinden korkulursa, âlimler: "Şa­yet, ananın karnındaki çocuk ölü ise, böyle yapmakda bir beis yoktur. Eğer çocuk canlı ise, çocuğun parçalanmasını caiz görmeyiz." demiş­lerdir. Fetâviyi Kıföu'da da böyledir. [206]

 

Zararı Yayılacak Bir Uzvun Kesilmesi

 

Zararı başka yere sirayet etmesin diye, bir uzvu kesmekte, bir sakınca yoktur. Sİrâcİyye'de de böyledir.

Zararının kola geçmemesi için, eli kasmekde bir beis olmadığı gibi, içindeki zararlı şeyi çıkarmak için de karnı yarmakta bir sakınca yoktur. Mifflekıt'ta da böyledir. [207]

 

Fazla Parmak

 

Bir adam, fazla parmağını veya başka bir şeyi kesmek isterse, Nasyr "Eğer re'y-i galibi, kesmesinin zarar vereceği ise, onu kesmez; de­ğilse kesmesinde bir beis yoktur.*' denilmiştir.

Bazı âlimler: Bir adam veya kadın, kendi çocuğunun fazla olan parmağını keserse, tazminat gerekmez." buyurmuşlardır.

Muhtar olan da budur.

Bu işi ana ve babadan başkası yapar çocuk da helak olursa, o, zâ-min olur. Ana ve baba ona mâlik olurlar. Zahîriyye'de de böyledir. [208]

 

Ur Ve Bez

 

Bir adam, kendisinde bulunan bir ur'u kesince zarar görecekse, onu kesmez. Zarar görmeyecekse kesmesinde bir beis yoktur. Huânetü'l-MöfoVde de böyledir.

Bir cerrahın satın aldığı, bir cariyenin fercinde cimâya mâni — bir bez bulunursa, her ne kadar acıyacak olsa bile, bu cerrah, o bezi yarıp çıkarır. Gupye'de de böyledir. [209]

 

Ameliyat

 

tçinde taş bulunan bir mesaneyi ( = idrar torbasım) yarmakta ve o taşı çıkarmakta bir beis yoktur.

Keysâıiyyit kitabında şöyle zikredilmiştir: Korkunç yarık, büyük yara ve sidik torbasında taş bulunması ve benzeri hallerde, ameliyat yapıhrsa, hasta kurtulur veya ölür; veya kurtulur ölmez, ihtimalleri olursa, Şayet "Asla kurtulmaz; Ölür" denilirse o takdirde ameliyat yapıl­maz ve olduğu gibi bırakılır. Zahîriyye'de de böyledir. [210]

 

Kuduz Köpek

 

Bir adamın kudurmuş bir köpeği olur ve o gelip geçeni dalarsa; karye ehli (= köy halkı) onu öldürürler.

Eğer, köy halkı bir, köpeğin sahibine gittiği hâlde, o, bu köpeği öldürmez; sonrada bu köpek bir adamı ısırırsa, köpeğin sahibi, o ada­ma tazminatta bulunur.

Eğer köpek, sahibine baş vurulmadan ısırırsa, bu durumda sahibi­ne tazminat gerekmez. Yenâbi'de de böyledir.[211]

 

Zararlı Köpekler

 

Bir köyde çok köpek bulunur ve köy halkı onlardan zarar gö­rürse,  bu  durumda köpek  sahiplerine,  "köpeklerini  öldürmeleri" emreder.

Eğer onlar, bu işi yapmadan kaçınırlarsa (köpeklerini öldürmez-lerse), iş hâkime çıkılır ve hâkim onları ilzam eder. (bunu yapmaya mec­bur eder.) Serahsî'nin Muhıyfinde de böyledir.

Udhiyetü'n-Nevâzil isimli kitapda şöyle zikredilmiştir:

Bir adamın ihtiyacı olmadığı hâlde, köpekleri -bulunur, bunlarda komşusuna zarar verir, komşusu ona söylediği hâlde, bu köpeklerin sa­hibi, aldırış etmezse, o zaman, bu komşu —onu men etmesi için— bu işi hâkime çıkarır.

Keza bir kimsenin köyde tavuğu, sıpası, buzağısı olur ve bunlar da, komşulara zarar verirse» mes'ele yukardakinin aynısıdır. Yani; ya onları zararsız halde tutar veya komşuları onu şikâyet ederler. Muhıyt'te de böyledir. [212]

 

Köpek Beslemek

 

Ecns'da şöyle zikredilmiştir:

Köpek edinmek, uygun bir şey değildir. Ancak, hırsuz korkusu ve­ya başka bir koku bulunursa, o zaman müstesnadır.

Aslan, kaplan, sırtlan ve bütün vahşi hayvanlar da böyledir, bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'mn kıyâsıdır. Hulâsa'da da böyledir.

Ziraatçının köpek beslemesi, şer'an caizdir. Av için köpek edinmek ise mübâhdır.

Keza, bir kimsenin bağ, bahçe, ekin ve hayvanlarını korumak için köpek edinmesi de caizdir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam köpeğini veya eşeğini boğazladığnda, kedisinin onla­rın etini yemesi caizdir. Bir kimse domuzunun veya İaşenin etini kedisi­ne yediremez. Sırâciyye'de de böyledir. [213]

 

Kedi

 

Kedi zarar veriyor olsa bile, o dövülmez ve kulakları kesilmez; bilakis keskin bir bıçak ile boğazlanır. Kerderi'nin VecîzPnde de böyledir. [214]

 

Cima Edilen Hayvan

 

adam, bir hayvana cima ederse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Eğer hayvan kendisinin ise, ona "o hayvanı boğazla ve yak" denilir. Şayet hayvan kendisinin değilse, o hayvanın sahibi, onu, ona cima eden şah­sa kıymeti mukabili verir. Sonra da o mütcâviz, o hayvanı boğazlar ve yakar. Şayet, bu hayvan eti yenen cinsten ise, boğazlanır fakat yakıl-, maz." buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Ecnas'ta zikredildiğine göre, âlimlerimiz: "Boğazlanır ve istihsân vechi üzere yakılır.

Fakat böyle yapmakla, eti yenilen hayvan ise, onun etini yemek ha­rama olamaz. (Bu, ibreti âlem olsun diye böyle yapılır.) Hızanetü'l-Möftm'de de böyledir. [215]

 

Çekirge

 

Çekirgeyi öldürmekte bir sakınca yoktur. Çünkü o bir avdır; av­lamak helaldir; eti de yenir. Çekirgeyi zararına def için öldürmekte ev­lâdır. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Çekirgeyi yakmak mekruhtur. Sirâciyye'de de böyledir. [216]

 

Karınca

 

Karıncayı öldürmek hususunda çeşitli kaviller vardır. Muhtar olan kavle göre, eğer zarar veriyor ise, karıncayı öldürmekte bir beis yoktur.

Şayet zarar vermiyorsa, öldürmek mekruhtur.

Onu suya atmak bi'1-ittifak mekruhtur.

Biti, her halde öldürmek caizdir. Hulâsa'da da böyledir. [217]

 

Bit, Akrep

 

Biti, ve akrebi ateşte yakmak mekruhtur. Biti yere atmak; —sağ olduğu halde— edeb yönünden mekruhtur. Zâhîriyye'de de böyledir. [218]

 

Darı Harpdekı Akrep

 

Dâr-i harbde olan akrep öldürülmez. Çünkü o, kâfirlere zarar vericidir. Onu öldürmek kâfirlerin menfaatına olur. zira onun nesir kesilir.

Yılan da böyledir. Eğer imkânı olursa, kendilerine zarar vermeme­si için, müslümanlar onun zehirli dişini akrebin kuyruğunu çıkardığı gi­bi ve onu öldürmez; nesli kesilmesinde, kâfirlere faydıla olmasın diye..

Eşek arısı ve diğer haşaratın öldürülmesi şer'an helâl olur mu? On­ları öldürmekte sevap var mıdır?

Şayet zararları yoksa öldürmekte sevap yoktur. Evlâ olan, bir şeyi zarar vermedikçe öldürmemektir. Cevâhi'ral-Fetâvâ'da da böyledir.

Bir karınca için, diğer karıncaların yuvalan yakılmaz. Fetâvâyi At-tabiyye'de de böyledir. [219]

 

İpek Böceği

 

İpek böceği ölsün diye güneşe atılır. Bunda bir beis yoktur. Çün­kü, insanlara fayda vardır; Balık da ölsün diye güneşe atılıyor ve mek­ruh olmuyor. Hız&netü'I-Müföıi'de de böyledir. [220]

 

Hasta Eşek

 

Hastalanıpta faydası kalmayan eşek, boğazlanır; bunda bir beis yoktur ve zahmetten kurtarılmış olunur. Fetâviyi Attlbiyye'de de böyledir. [221]

 

Gemide Yangın

 

gemi yanar veya yüzde yüz yanma ihtimali olur ve insanlar yüz­mekte kurtulacaklarını bilirlerse, denize atlarlar. Şayet denize atlayınca boğulacaklarını, gemide kalınca da yanacaklarım, bilirlerse atlamak veya orda kalmak hususunda muhayyerdirler. [222]

 

İntiharın Günahı

 

Bir adamın kendini öldürmesinin günahı başka birisinin öldürmesinden dah çokdur. Sirâciyyc'de de böyledir. [223]

 

Fetret Günlerinde Esirler Ve Zalimler

 

"Fetret günlerinde, esirleri ve zalimleri öldürmenin mübahhğı-na dair" pekçok âlim fetva vermişlerdir.

Gerçekden Şeybü'l-İmâm es-Saffar'dan hikâyeten Casus'ın Ahklm-ı Kur'-âm'nda şöyle denilmiştir:

İnsanlara zararlı olanın kam helâl olur.

Seyyidü'l-İmam Ebû Şiica'es-Semerkandi de onları öldüren sevap kazanır/' buyurmuş ve a'venenin küfrüne fetva vermiştir.

Kadı lmadü'd-Dîn de, onların küfrüne fetva vermiştir.

Biz ise, onların küfrüne fetva vermeyiz. Mahıyt'te de böyledir. [224]

 

Fitne Zuhurunda Ne Yapılır

 

İmam-Mahammed (R.A.) şöyle buyurmuştur. Fine zuhur edince, ki­şi evinde oturur.

Şayet Öldürmek için birisi evine girer, kendisini öldürmek, malını almak isterse; onunla çarpışır; şayet öldürülürse, şehit olması umulur. Tatarhamyye'de de böyledir. [225]

 

Şahini Terbiye Etmek

 

Sağ bir kuşla, bir şahini ta*lim etmek mekruhtur. Onu yakalatıp, ona, eza ettirmek yoktur.

Kesilmiş bir kuşla şahin ta'lim ettirmekte bir beis yoktur. SerahsPnin Muhıyt'de de böyledir.

En doğrusunu, Allahu Teâlâ bilir. [226]

 

22- ÇOCUKLARA İSİM KOYMA, LAKAP VERME VE AKİKA KURBANI

 

Çocuğa, Güzel İsim Koymak

 

Yüce Allah'a en sevimli isimler, Abdullah ve Abdurrahman'dir. Fakat bu zamanda, bu isimlerden başka İsim vurmak daha evlâdır. Çün­kü câhil halk, bu isimleri çağırırken küçümsüyorlar.

Kur'an'da bulunan Aley, Kebîr, Reşîd, Bedi gibi isimlerle isim ver­mek de caizdir. Zira bunlar, müşterek isimlerdir. Yüce Allah'ın hakkı­nın dışında, kullar için de murad olunur. Sirâciyye'de de böyledir.

Fetvalarda şöyle zikredilmiştir: Allahu Teâlâ'nın ve Allah Resu­lünün söylemediği isimlerle isimlendirmek ve müslümanların kullanma­dığı isimleri koymak evlâ olan bir iş değildir. Ve böyle yapmamalıdır. Mnhiyt'de de böyledir.

İmâmı A'zam (R.A.)'a göre ölü doğan çocuğa isim verilmez. İmâm Muhammed (R.A.), bu görüşe muhalefet etmiştir. [227]

 

Çocuğa Muhammed İsmini Vermek

 

Bir adamın ismi Muhammed olsa, bunda bir beis (sakınca) Ebu'l-Kâsm denilmesinde de bir beis yoktur.

  Zira Peygamber Efendimizin: "İsmimle isimlendirin, künyemle kün-yelendirmeyin." Hadis-i şerifi, mensuhtur. (= Hükmü değişmiştir.) Hz Ali (R.A.), oğlu Muhammed bin Hanîfe'ye, Ehu'l-Kasım diye künye vermiştir. Sirâciyye'de de böyledir.

Bir adam, küçük oğluna EbÛ Bekir derse, bu sahih olur. Bunda bir sakınca yoktur. Gerçekten insanlar, bununla hâli hazırı değil de, o çocuğun baba olmasını tefe'ül ediyorlar, (öyle olmasını murad ediyor­lar) demektir. Hizinetül-Maftîiı'de de böyledir. [228]

 

Kadının Kocasına İsmi İle Hitap Etmesi

 

Bir adamın, babasım; bir kadının, kocasını adıyla çağırması mek­ruhtur. Sirâdyye'de de böyledir. [229]

 

Akika Kurbanı

 

Erkek ve kız çocuğu için akika (= doğumunun yedinci günü, in­sanlara ziyafet için kesilen kurban).ve çocuğun saçını tıraş mubahtır. Bu, sünnet ve vacip değildir. Kerteri'nin Vecîzi'nde de böyledir.

İmâm   Muhammed   (R.A.)   akîka   kurbanı   hakkında   şöyle buyurmuştur:

"İsteyen bunu yapar isteyen yapmaz.*'

Bu, mubah oluşuna delildir. Sünnet oluşunu ise mendir. (Yâni bu sünnet değildir.) Camiû's-Sağır Kitabı'nda da: "tster erkek çocuk, isterse kız çocuk olsun, akika kurbanı yoktur." buyurmakla, onun kerâhatına işaret olunmuştur. Bedâi'de de böyledir. [230]

 

23- GIYBET, HASET, NEMİME VE BİR KİMSEYİ MENETMEK

 

Gıybet

 

Bir adamın, başka bir şahsın kötülüklerini, di#er insanlar tara­fından dikkat edilsin diye söylemesinde, bir beis yoktU1"* Ancak,., ona sövmeyi ve şerefine noksanlık getirmeyi kastederek, bunJ^ söylerse mek­ruh olru.

Bir şehir veya köy halkı hakkındaki gıybet, belirIİ bir topluluğu kasdedip, onları belirterek söylemedikçe gıybet olma^* Siraciyye'de de böyledir.

Bir adam, oruç tuttuğu ve namaz kıldığı zaman, euy^e ve diliyle diğer insanlara zarar verirse; ondaki o hali, başkaların^ söylemek, gıy­bet olmaz. Ona ceza verilmesi için, durumunu hükümdara haber veren şahıs da günahkâr olmaz. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir-

Bir adama, emânet olarak üç günlüğüne, bir elbi£e veva ve­rilir; o da, onu günlerce geciktirir ve vermezse, böyle adam hakkın­da, yanında "halk, yanında hâindir, yalancıda." demekte bir mahzur yoktur. Gunye'de de böyledir. [231]

 

Hased

 

Abdullah bin Mes'od (R.A.)'un rivayet ettiğine göre: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur.

İki şeyde haset yoktur:

1-) Kendisine mal verilen ve Aliahu Teâlâ'nın verdiği bu malı, ibâ­det yolunda harcayan şahıs.

2-) Kendisine, tarafı ilâhiden ilim verilen ve onu insanlara öğre­ten şahıs.

Bu hadisin delâtiyle, bu iki yerde hased mübahdır. Çünkü bunlar haramdan müstağni kılınmıştır. Haramdan müstağni kılınan da mübâhür.

Şeybı'I-İdaaı ise: "Hadîsin zahirine göre hükmedilmez. Bu ikî şeyin haricinde olanların haram olması gibi, bunlarda da hased haramdır." buyurmuştur.

Gerçekten bu hadisin mânâsı: İnsanın başkasına hased etmesi uy­gun olmaz. Eğer hased ederse, bu ikisine de hased etmiş olur ve bunlara hased de mubah olmaz.

Başka bir mânâda: Gerçekten insanın, başkasında bir nimet görünce, haset etmesi adettir. Bu ikisinden başkasını, kendi nefsi içinde temenni eder; bunlar ise, dünya menfaatleridir ve hakikatte bir nimet değildir­ler. Zira mal, (iyi yere harcanmazsa) Allah'ın gazabına sebeb olur. Ni­met ise, Allahu Teâlâ'mn rızasının bulunduğu şeylerdir. Bu iki şey, — diğerlerinin dışında— Allahu Teâlâ'nın vesile olduğu için, nimettir.

Bundan sonra, bazı âlimler: Zikredilen ve yerilen hased, başkasın­da gördüğü nimetin, onun elinden gitmesini istemek ve kendisinin ol­masını arzu etmektir. Şayet, diğerinin elinden çıkmasını istemez de ken-disininde olmasını temenni ederse, bu hased olmaz; bi'-la'kis bir gıpta (imrenme) olur." demişlerdir.

Şeyhı'l-tsUm: "Eğer o nimetin biztih! kendi nefsi için olmasını te­menni ederse, işte bu haramdır ve zemmedilmiştir. Fakat, onun benze­rini kendi nefsi için de İstemekte bir beis yoktur." derdi.

Şemsü^Eimme Serahtf şöyle buyurmuştur.

Bu hadisin mânası şudur:

Gerçekten zemmedilen hased, hased edene zarar verir. Bundan is­tisna kılman hased ise, övülmüştür. Hakikatta o, hased değil, bilakis bir gıptadır.

Hased, hased olunan şahsın elinden, o nimetin gitmesini temenni eylemektir.  Ve kişinin,  bu nimetin yerine konulmadığı,  —isabetli verilmediği— itikadında olmasıdır.

Gıptanın mânası ise: Başkasının elinden, o ni'metin çıkmamasını istemekle birlikte, o nimetin kendisinde de olmasını arzu etmektir. Muhiyt'te de böyledir. [232]

 

Bir Şahsı Övmek

 

Bir şahsı övmek şu üç cihetle olur:

1-) Bir kimseyi yüzüne karşı övmek. Müslümanlar bundan nehyedilmiştir.

2-) Bir kimseyi gıyabında övmek fakat o övgünün, övülen şahsa ulaştırılacağını bilmek. Bu da menedilmiştir.

3-) Bir kimseyi gıyabında övüp, bu övgünün övülene ulaşacağını, bilmemesi halidir.                                                                              

Bunda bir beis yoktur. Garâib'de de böyledir. En doğrusunu Allahu Teâlâ bilir. [233]

 

24- HAMAMA GİRMEK

 

Kadınların Hamama Gitmesi

 

Kadınlara has hamamalara girmek, umûmu belvâ olduğu için, kadınlara havlusuna bürünmüş olduğu takdirde sakıncalı değildir. Hızânetü'l-Müftîa'de de böyledir.

Peştemalsız hamama girmek haramdır; Sirâcîyye'de de böyledir.

Hamama peştemalsız girmek haramdır; bunu âdet hâline geti­ren kimse, şehadette âdil sayılmaz. Bununla, dönüş yapmadığını kas-dediyorum: değilse, bir kimse, bir tek defa bile, hammarha peştemal-siz girse, bu adaletten düşmeye kâfi gelir. Garâib'de de böyledir.

Yıkanmak isteyen kimse peştemalsiz soyunamaz. Yalnızda olsa, böyle yapması mekruhtur. Gunye'de de böyledir.

Ebû'n-Nasr ed-Debbûsi şöyle buyurmuştur:

Kimsenin olmadığı yerde, yalnız başına yıkanan kimse, ister akar suda, ister başka yerde olsun —örtüsüz (çıplak) olarak yıkanırsa, mek­ruh olmaz. Garaib'de de böyledir.

Sabahın sonunda hammama girmek mürüvvet değildir. Kerdeıf-nin Vedzi'nde de böyledir. [234]

 

Masaj Yaptırmak

 

Hammamda, zarûretsiz uzuvları ovdurmak mekruhtur. Semerkant ehlinin fetvalarında ve Mecmuu'n-Nevâzil'de: Göbekten yukarıyı ve diz kapağından aşağıyı ovdurmakta bir sakınca yoktur. Bu iki­sinin arasım ovdurma mübâh değildir." denilmiştir.

Fabyh Ebû Otfer, şöyle buyurmuştur:

Ben, Şeyh Ebâ Bekir'in şöyle dediğini işittim:

Bir adam —diğer adamın ayağından diz kapağına kadar olan yer­lerini ovalayabilir. Uyluğunu ovalaması mekruhtur. Elbise veya başka bir şeyin üstünden ovalanabilir.

Fakıyb Ebû Cafer: Biz bunu mubah görürüz bir sakıncası yoktur." buyurmuştur.

Ebft Cafer ve Şeyh Ebû Bekir: Bir erkeğin, anasının ayağını ovuştur­masında bir beis yoktur." buyurmuşlar ve: "Yalnız, anasının uyluğu­nu ovamaz." demişlerdir. Zebıyre'de de böyledir. [235]

 

Hamamda Peştemalı Yıkamak

 

Bir kimsenin yalnız olduğu zaman, hammamda izannı yıkamak veya sıkmak için açmasında bir beis yoktur. Sİrkiyyte'de de böyledir.

Aynu'1-Eİmme el-Kerâbîsî şöyle buyurmuştur: Hammamda izarını-nin (= bedelinden aşağıdaki peştemahnm) suyunu sıkmak isteyen şah'-.sın, peştemalı yoksa onu sıkamaz. Onun üzerine su döker. Keribîa, bono İmâm Ebâ Yâsof (R.A.)'den rivayet eylemiştir. Gunye'de de böyledir.

İzan sıkılmak üzere, küçük bîr çocuk hammamda soyulsa ve ka­sığı tıraş edilse, bazıları: "bunda bir beis yoktur." demişler: "bazıları da günâhtır" buyurmuşlardır.

"Az bir zaman için caiz olur." diyenler de olmuştur. Gandb'de de böyledir.

En doğrusunu Allahu Teâlâ bilir. [236]

 

25- BAŞKASININ İSTEĞİ ÜZERİNE ALIŞVERİŞ YAPMAK

 

Bir kimse için uygun olan, ahş-verişle İlgili hükümlerde caiz olup olmayan hususları bilerek ticâretle meşgul olmaktır. Strldyye'de de böyledir.

Bir kimsenin ortağının, izni olmaksızın, satış yapması helâl ol­maz. Müşteri isterse alır, isterse terkeder. Bu âlimlerimize göre, mendub üzere hamledilmiştir. Ortağın habersiz satışı mekruhtur.

bir adam, çarşıda satılan bir şeyi sorar ve satılan şeyin ekserisinin haram olduğunu ve aralarında faiz ve fâsid sözleşme bulunduğunu an­larsa, bu nasıl olur?

Bunda üç cihet vardır:

1-) Eğer zann-ı galibi» onun zulmetmeksizîn alındığı ve satıldığı şeklînde olursa, uygun olanı her ne kadar, elden ele dolaşmakta olsa bile onu almamaktır.

2-) Bu malın bizatihi haram olduğunu, ancak başka mala katıl-maş bulunduğnu, aynlmasnın da mümkün olmadığını bilirse tein EM Hufte (R.A.)'ye göre, uygun olan bunuda satın almamaktır. Eğer satın alırsa, maal kerahe (+ mckrûh-olmakla beraber) mülküne dâhil olur.

3-) O malın gasbedümiş olmadığını, faiz ile de alınmadığını bilir ve böylece satılıyor olursa, onu satın alır.

Bunların hepsi, fetva yoluyla böyledir.

Fakat, şüpheli şeyi almamak en evlâ olanıdır.

Umulurki yabancı memlekette ma'zeret olabilir. Fakat, islâm mem­leketinde, büyük çarşılar da satılanlar helâl olurlar. Oradan her şey sa­tın alınabilir. Çünkü oralarda haram olanlar satılmaz.

Eğer avamdan birisi, böyle şüpheli bir şeyi satar veya alırsa, he­men onu tasadduk etmesi emredilir. Sonra ona zekât verilir ve onunla alım-satim yapması emredilir ve onun ismi, kitaba "malının aslı zekat­tır." diye yazılır.

Netice olarak beldelerde helal aramak çok güçtürler: "Bu zamanda, hasseten haramı almak yoktur." buyurmuşlar ve: "Sen şüpheli olmayan şeyi bulamazsın." demişlerdir. Cevheretü'l-fetâvâ'da da böyledir.

Zann-ı galip olan, çarşı ahalisinin sattığının çoğu fesâddan hâli değildir.

Şayet haramhğı açıksa onu satın almaktan kaçınılır.

Şayet alacak olursa, alımı fâsid olur. Ondan başka birisi satın alır­sa sahih olur, Gunye'de de böyledir.

Bir adam, bir şeyi satın aldıktan sonr, şüphesine binâen geri ve­rebilir; bu caizdir. Âdet ve rüzüm olarak, buna muhalefet edilemez. Si-râciyye'de de böyledir.

İmâm Ebû Hanife (R.A.), bir adamın, eşyasını satarken onu övme­sini mekruh sayardı. Mültekıt'ta da böyledir. [237]

 

Namaz Vaktinde Ticaret

 

Tüccara vacip olan, farz namaz vakitlerinde alım satımla meş-kul olup da, namazını terk etmemejk ve namaz vaktinde ticâreti terk etmektir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Pis bir elbiseyi satmakta bir beis yok­tur. Ancak, onu alacak olaş şahıs, namaz kılan bir kimse ise, satan şa­hıs, durumu açıklar.f buyurmuştur. Garâib'de de böyledir.

Nevâazil'de şöyle zikredilmiştir: Nasıyr'den sorulmuş:

—Bir adam, yahûdi ve nasraniden satın aldığı bir şeyde bir pis­lik görmezse, bunu yıkamadan kullanabilir mi?

İmâm şu cevabı vermiş:

Bunda ruhsat olduğunu umuyorum. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Kâdîhân, şöyle buyurmuştur: Avcıdan serçe kuşları satın alınıp azad edilebilir. Onu bırakmakla da, bırakanın mülkünden çıkmış olmaz.

Bürhanü'ddin ise: "Bu caiz değildir. Çünkü malını zayi etmiş olur." buyurmuştur. Gunye'de de böyledir.

İstibrası olmayan veya gayr-ı meşru yoldan yaklaşılan cariyeyi satmakda bir beis yokdur. Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, câriye satın aldığında, onun sütü olursa, o satın alan şahsındır; onu satabilir. Bir adam, bir câriye satar; müşteri onu geri ver­mek için, ona cima ettiğini inkâr ederse yeminine razı olunur. Tatarhâ­niyye'de de böyledir.

Bir adam, fâsid (= bozuk) bir alış-verişle, bir câriye satın alırsa ona cima etmesi haram olmaz; fakat, bu mekruh olur. Hızâneü'l-Müftîn'de de böyledir.

Yetime'de şöyle zikredilmiştir:

Ali bin Ahmet'den soruldu: Bir belde ve köy ahâlisinin tartı âletleri ağır olur ve onunla ibrişim tartar, bu da satın alan şahsın belde ahâlisi­ne karşılık olmaz yâni ağır olur; bazılarının tartısına uyduğu hâlde ba­zılarının tartısına uygun olmazsa, o fazlalık, satın alan şahsa helâl olur mu?

İmâm şöyle buyurdu:

—Hayır olmaz; o fazlalık tamamen tasadduk edilir. Tartı âletle­rinde ayrılık olduğu için cevap aynıdır. Kabala olarak alman buğday fazla gelirse, bu fazlalık helâl olur. Yalnız, bu fazlalık müdâribe ait ol­maz. (O fazlalığa, ortağı ile müştereken sâhif olur.) latarhâniyye'de de böyledir.

Fakıyh'ın şöyle dediği nakledilmiştir:

bir adam, on dirheme bir elbise sattığında, ona bu senindir; helâl­dir.'* denilmedikçe, onu kabul etmez. Muhıyt'te de böyledir.

bir adam, et, balık veya meyve satın alır; sonra da bu müşteri gider; helâl olur. bu şey, son satın alan şahsa da helâl olur.

Bir adam hastalandığı zaman, —onun izni olmaksızın —oğlu veya babasmmı onun ihtiyacım satın alması caiz olur. Sirâdyye'de de böyledir.

Pislik yemeyi âdet edinin devevi satmak, mekrûhdur. Tavukta böyledir.

Şihâb: "Temiz buğdaya toprak katmak ve onu satmak doğru olma/-" buyurrmuştur. Ganyc'de de böyledir.

bir adanı, bir câriye satın abr fakat o, satan şahsın olmaz satan şahsın malı olmayan bir elbise satın alırsa; bu cariyeye cima yapar veya bu elbiseyi giydikten sonra durumu öğrenirse, bu müşteri günahkâr olur mu? İmâm muhammed (R.A.): "Gerçekten cima da elbiseyi giymek de ha­ram olur. Ancak günâhı satıcıya olur.*' buyurmuştur.

İmâm ise: Cima helâl olur ve o cariyeyi nikahlarsa me'cûr olur buyurmuştur.

Sonra, o cariyenin bir başkasının nikahlısı olduğu, açığa çıkar; ikinci kocası da ona cima yapmış bulunursa mes'ele söylediğimiz gibi ihtilaflı olur. Muhıyt'te de böyledir.

Demir, bakır ve benzeri şeylerden yapılmış yüzük satmak mekruhtur.

Keza, kil denilen ve yenilen çamuru satmak da mekruhtur. Kna-ye'de de böyledir.

Belde ahalisi ekmek ve et fîatında anlaşma yaparlar ve bu fîatta şâyı olun bir adam da ekmek veya et satın aldığında, satıcı onları nok­san olarak verir, alıcı farkına varmazsa, durumu öğrendiği zaman, geri giderek noksanını ister.

Eğer müşteri o beldeli değilse, ekmeğin noksanını alır; fakat etin noksanını alamaz. TebyıVde de böyledir.

En iyisini bilen, Allahu Teâlâ'dır. [238]

 

26- YOLA ÇIKACAK BİR KİMSEYİ, ANA-BABASI VEYA BAŞKA BİR ŞAHIS MEN EDEBİLİR Mİ? VEYA BİR KÖLEYİ EFENDİSİ; BİR KADINI, KOCASI, YOLA ÇIKMAKTAN MEN EDEBİLİR Mİ?

 

bulûğa erişmiş bir oğul, ana ve babası kerih görseler bile, dinine ve dünyasına zararı olmayan bir işi yapabilir mi?

Elbette bu oğulun onlardan izin alması gerekir. Hizmet hususunda ise, anaya öncelik verilir.

Aliâii'l-Eimmeri'l-Hammâraî, şöyle buyurmuştur: Âlimlerimize göre hürmet göstermekte, baba takdim edilir. (= öne geçirilir.) Hizmette ise, ana öne geçer.

Ana ve baba, ikisi bir eve girseler, evlad, baba ün ayağa kalkar, îkisi birden su isteseler, evlâd, Önce anasına verir. Gunye'de de böyledir.

İmâm Mohammed (R.A.) Siyer-i Kebiri'nde şöyle buyurmuştur: Bir adam cihadın haricinde —bir yere gitmek istediğinde— ticâret için olsun, (nafile) hac için olsun, umre, için olsun, —ana ve babası bun­dan hoşlanmazlar ve evlad onların zayi olacağından veya fakir muzta-rip olacağından korkarsa; onlardan izin almadan gidemez.

ister, bu yolculukta gemiye binip helak olmak gibi, yaya olarak sı­cak da çöle girmek gibi, bir tehlike olsun, isterse helak korkusu olma­sın müsavidir.

Şayet, ana-baba zengin olurlar da, herhangi bir zayi olma korkusu bulunmaz ise, evlad onlardan izinsiz de yolculuk yapabilir.

Eğer evlâdın halâk olma korkusu bulunursa, o takdirde, yine bu evlâd, izinsiz, yola çıkamaz. Ancak, ebeveyninin izniyle yola çıkabilir. Zehıyre'de de böyledir.

Bilgi edinmek için başka beldeye gitmekte böyledir.

Şayet bu çıkış sebebiyle, bir tehlike yoksa, bu, ticâret için yolculuk yerindedir. Eğer ölüm korkusu varsa bu cihat yerindedir. Eğer ticâret için, bir şehirden başka bur şehre, gidecek kimse, şayet ticâret için gü­venceli bir düşman diyarına gidecekse; ana-baba, onun gitmesini hoş görmezler bile, yapılacak işte bir korku bulunmaz ve gidilecek yerin halkı da sözlerini yerine getiren bir toplum tanınıyorsa: bu durumda, ana ve babaya itaat etmemekte bir beis yoktur.

Bir adam, askerlerle birlikte düşman beldesine ticârete gitmek is­tediğinde, ana-babası veya ikisinden birisi bunu kerih görürler ordu ka­labalık olup, düşman korkusu da olmazsa, o oğulun, oraya gitmesinde bir beis yoktur.

Şayet askerin, düşmana karşı koyamayacağından, zann-ı galip ile korkulursa, o takdirde oğul ana-babasımn izni olmadan oraya gidemez. Seriyye gibi, az bir askerle, gitmekte de ana ve babanın izni gerekir. Bu izin olmazsa, evlâd gidemez. Çünkü zann-ı galip onun zayi olmasıdır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, ana ve babasının izni olmaksızın ilim talebine (tahsili­ne) gidebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Böyle yapmak, ana-babaya asi­likte olmaz.

Bu, gencin güzel yüzlü ve çok genç olmadığı zaman böyledir. Aksi takdirde ana-babası, yavrusunu bundan da men edebilir." denilmiştir. Fetâvâyi Kad&&ıı*da da böyledir.

Bir adam, bilgi edinmeye çıktığında, eğer hem öğrenmesini, hem de ailesi efradım muhafaza ederse, bu çok evladır.

Şayet ilim tahsiline gidince çoluk çocuğunun zayi olacağından kor­karsa, o zaman gitmez. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir adam ticâret için bir gemiye veya başka bir şeye binmeyi mu-rad ettiğinde, geminin batması ihtimalinde herhangi bir vasıta ile nefsi­ni kurtarabilecekse, o gemiye binmesi helâl olur.

Şayet, hiç bir şekilde kendini boğulmaktan kurtaramayacaksa, o gemiye binmesi helâl olmaz.

Âlimlerimiz bu mes'eleye güvenceli olan dâr-i harbi kıyâs etmişler ve: Eğer dâr-i harbe girecek olan kimseyi müşrikler öldürmek isteyince, onun nefsini onların öldürmesinden korumak ve katli def etmek imka­nı varsa oraya girebilir.

Şayet nefsini koruma, katli def etme imkânı yoksa, o şahsın ora­ya, girmesi helâl olmaz. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kadın mahremsiz olarak üç günlük yola, yalnız başına gide­mez. Üç günden fazla olunca da aynısıdır.

Yol müddeti bundan aşağı olursa ihlîtaflıdır.

İmim Ebû Yûsuf (R.A.): "Bir günde olsa, kadının mahremsiz olarak yolculuk yapması mekruhtur." buyurmuştur.

İmâm Ebû Hanife (R.A.)'den de böylece rivayet edilmiştir.

Fakıyh Ebû Cafer şöyle buyurmuştur: "Rivayetler, üç günde bi'l-ittifaktır. Fakat üç günden az olursa bu ehvendir.*' Möhıyf te de böyledir.

Hammad (R.A.) şöyle buyurmuştur: "Bir kadının, salih kişilerle mahremsiz olarak yolculuk yapmasında, bir beis yoktur.

Sabî ve bunak mahrem sayılmazlar.

Akıllı olan büyük erkek mahremdir. Tatarhaniyye'de de böyledir.

Câriye ve ümmü veledin de, zamanımızda mahremsiz yolculuk yapmaları mekruhtur. Kerderî'nin Vedâ'nde de böyledir.

Zamanımızda fetva (kadınların mahremsiz yolculuk yapmaları) mekruhtur. Siracîyye'de de böyledir.

En doğrusunu bilen AUahu Teâlâ'dır. [239]

 

27- ÖDÜNÇ VERMEK VE BORÇ VERMEK

 

Karz (= ödünç vermek) : Dirhemleri, dinarları veya benzeri olan şeyleri, bir kimseye verip sonra, onun benzerim geri almaktar.

Borç ise: Bir şeyi, belirli bir müddet vâde ile satmaktır. Tatarhâniy-ye'de de böyledir.

Fakıyh şöyle buyurmuştur: İhtiyacı olan bir kimsenin borç iste­mesinde Ödeme niyetinde olursa bir sakınca yoktur. Şayet, bir kimse öde­meyi kasdetmeksizin borç alırsa, bu durumda, o şahıs haram yeyici olur. Gunye'de de böyledir.

Bir adam ölür ve üzerinde borç bulunursa; N&tifi: "Eğer niyeti borcunu ödemek idiyse, âhirette müahâze olmayacağım (= sorumlu tu-tulmayacaf;m) umarız, demiştir. Hızâneta^Miiftm'de de böyledir.

Bir kimsenin alacaklısı kaybolur; yeri yurdu ve ölümü sağ mı ol­duğu bilinmezse, onu beldelerde aramak gerekmez. Gnoyc'de de böyledir.

Naayr'dan soruldu:

Bir adam, borcunu inkâr eyledi. Alacaklı ona yemin etmesini tek­lif edebilir mi? Yoksa yemin vermeden onu terk mi eder?

İmâm şöyle buyurdu: Alacaklı muhayyerdir. (İsterse yemin verir. İsterse vaz geçer.)

Bu borçlu ölürse, borç vârislere intikâl eder.

Eğer vârisler, bu borcu öderse, borçlu da borçtan kurtulur.

Ödemeyi geciktirmesinin ve inkâr etmesinin günâhı ona aittir.

Eğer vârisler, borcu ödemez ise, ecir alacaklıya aittir, vârislere de­ğildir. Hftrî'de de böyledir.

Alacaklı ölür, borçlu da, borcunu inkâr ederse; ahirette ecri ister yemin versin, isterse vermesin, alacaklıya aittir. Şayet borçlu, borcunu vârislere öderse, borçtan kurtulmuş olur. Borçlu borcunu ikrar ederken, alacaklı ölürse, ekseri âlimler: "Âhiretîe da'vâ hakkı, birinci alacaklı­nın değildir." demişler; bazılar da "onundur." buyurmuşlardır. Fskıyb Ebû'1-Leys: "Borç Öncekinindir." demiştir. Hn&neCOl-MiUIİıı'de de böyledir.

Zalim bir kimse, ölenin alacaklı olduğu kimselerden, o borçlan alsa, bu durumda ölenin alacakları, onlarda baki kalır. MüUekaî'da da böyledir.

Bir adamda, insanların alacakları olsa, bu adam da alacaklıları tanıyamasa; o miktarı kaza niyetiyle fakirlere tasadduk eder ve Allahu Teâîâ'dan da af diler.

Şayet o, borçlarını ana ve babasına veya çocuklarına sarfederse, yine ma'zur olur.

MntekeUim İsmail şöyle buyurmuştur: Bîr adamın üzerinde, karı­şık kişilerin alacağı olur ve o kimin ne kadar alacağı olduğunu bilemez­se, onun tamamını, o toplumun hayrına, fakirlere tasadduk eder. Ve, bu durumda borç, uhdesinden çıkmış olur.

Bir kimsenen , borcunun cinsini tasadduk etmesi şart değildir, (yüz lira para borcu olan kimse bunu para olarak değilde, buğday, arpa ve­ya başka bir şey olarak ödeyebilir. Ganye'de de böyledir.

Bir adam, borçlu olarak ölür; vârisleri de onun borcunu bilemez ve onun bıraktığı mirası yerse; Şeddat: "Vârisler sorumlu tutulmaz." buyurmuştur.

Şayet vârislerden birisi, onun borçlu olduğunu bilirse, Ölenin tere­kesinden, onun borcunu öder.

önceden bildiği halde, sonradan ölen babasının borcunu unutan oğul, ahirette sorumlu olmaz.

Bırakılan emânet de böyledir. Unutulur da sahibine ödenmez ise, ahirette sorumlu olunmaz. [240]

 

Soygun Anında Borç Ödemek

 

Bir adamın, diğer bir adama borcu olduğunda, ikisi bir yolda gi­diyor olurlar; karşılarına da soyguncular çıkar ve onların mallarını al­mak isterler, bu durumda borçlu olan şahıs, borcunu, alacaklısına ve­rirse; bazı âlimler: "O, borcundan kurtulmuş olur. Alacaklının kabul etmemesi doğru olmaz." buyurdular. Falayb EbftMeys ise:

Bana göre, o durumda İken, alacaklı, alacağını alıp kâbûl etmez.'' buyurmuştur. Fetâvİyi KâdEhaa'da da böyledir.[241]

 

Borcu Yüzünden Hapsedilen Ve Başkalarına Da Borcu Olan Kimse

 

Borcu yüzünden habsedilen bir şahsın da, başkalarından alacağı bulunsa; hâkim onu hapsaneden çıkarır. Şayet bu şahıs alacaklarını alıp, borcunu ödeyemezse, hâkim onu tekrar hapseyler. Smvânü'l-Kazâ'da da böyledir. [242]

 

Şarap Satarak Borç Ödeyen Hrıstiyan

 

Bir müslümanın, bir hiristiyanda alacağı olduğunda, o hiristiyan, şarap satıp, parasını borcunun yerine müslümana verse, o müslümanın onu alması caizdir. Çünkü hiristiyanın şarap satması mubahtır.

Şayet borçlu da, alacaklı da müslüman bulundukları hâlde, borçlu olan müsîüman, şarap satarak, parasını alıp. borcuna karşılık diğer müs­lümana verse; alacaklının onu alması mekruh olur. Sirâcü'I-Vehhâc'da da böyledir. [243]

 

Alacağını Alıp Tasadduk Eden Şahıs

 

Zâd isimli kitapta şöyle zikredilmiştir:

Bir adamın, başka birisinde alacağı olduğunda, alacağının mislini alıp tasadduk ettikten sonra, o aldığının katkıntılı olduğunu anlarsa, İmâm EbÛ Hanîfe (R.A.)'ye göre, ona karşı yapacağı bir şey yoktur.

İmameyo'e göre, bu şahıs, aldığı katkıntılı dirhemlerin benzerini ge­ri verip yenisini almaya başvurur.

CsmrüVSagîr kitabında, İmam-Mahammed (R.A.) de, İmâra Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlini benimsemiştir.

Sahih olanı da budur. Müzcıarat'ta da böyledir. [244]

 

Alacaktan Vaz Geçmek

 

Bir adamın, alacaklı olduğu şahıslar huzarda bulunmazlar ve ala­caklı: "Benim, kimde atacağım varsa, ona heîâl.olsan." derse, İmâm-Muhammet! (R.A.): O adam, alacaklı olduğu adamlardan alacağını alır." buyurmuştur. İmam Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Bu caizdir. Onlarda, alacağı varsa, helâl edilmiş olur. Başka birinde de alacağı var da, ondan da vaz geçip - jbrâ eder = ve borçluyu muhayyer kılarsa, ibrası sahih, mu­hayyerlik ise bâtıl olur. Hızâisetü'l-Müftiif de de böyledir.

Bir adam: "Bütün alacaklarımı teberru eyledim, (yâni alacakla­rımdan vaz geçtim.)" der; borçlular da bu sözü, onun ağzından duy­mazlar ve alacaklı onlardan herhangi birisini niyet etmezse; Ebû'1-Ktam: "İbnı Mukâtil âlimlerimizden rivâyeten, bu durumda borçlular, borçla­rından kurtulmuş olmazlar." demiştir.

"Bana borçlu olanların tamamına hakkım helâl olsun." demiş ol­saydı; İboü Mukâtil "Bizim bilginlerimize göre yine borçlular borcundan kurtulmuş olmazlardı." demiştir.

Kez'â, bir adam: Benim Rey şehrinde bir şeyim yoktur.*' dedikten bir gün sonra gelip: "Rey'de bulunan şu ev, yirmi senedir benimdir." derse, meşâyihimize göre, o ev onundur.

İbnü Mukâtil "Benim indimde, bu meselelerde borçlular, borçla­rından kurtulmuşlardır. O şahsın Rey'deki ev benimdir." dâvası da din­lenmez." demiştir. Tatarhâniyy 'de de böyledir. [245]

 

Eski Bir Borcu Ödemek

 

Bir adam (evlâdına): "Filânın oğluna beş dirhem veriniz; gerçekten ben, onun malından birşeyler yemiştim." der; onlar da, o adamı onun vârislerine verirler.

Şayet vârislerini de bulamazlarsa, onun adına fakirlere tasadduk ederler.

Şayet yalnız karısını bulurlar, başka da vârisleri olmazsa, Ebû'l-Kaam: "Eğer karısı, kocasının Üzerinde mehrinin olduğunu iddia eder, başka vâriside tanınmazsa, ona mehri verilir." demiştir.

Şayet, mehir iddiasında bulunmaz ise, o kadına ancak dörtte bir verilir. Bu, kadın "adamın çocuğu yoktur." derse böyle olur. Gunye'de de böyledir.

Bir kimsenin, bir bakkalın yanına, ondan istediğini almak mak-sadiyle, dirhemler bırakması mekruh olur.

Bu mes'elenin ma'nası: Gerçekten, fakir bir adamın dirhemleri bu­lunur, yanında bulunduğu müddetçe de onun zayi olacağından veya onu harcayacağından Korkar, ekseri ihtiyacı da bakkalla olur, (tuz, kibrit ve benzeri gibi zaruri şeyler) onları istediği vakitte alacak bozuk parası da bulunmazsa, işte o zaman, bu ihtiyaçlarını vakit vakit almak için dir­hemlerini bakkala bu dirhemleri karşılığında ahş-veriş yapana kadar dur­mak Üzere-verirse, bucâiz olur mu?

Bu hareket mekruhtur. Çünkü bu fii'lin husulünde bunlar bir borç olup, bunda menfaat te'mini söz konusu olur; işte bu da mekruhtur.

Buna çâre: Fakir olan zat, dirhemini bakkala emânet bırakır; son­ra da ondan ihtiyacını borç olarak alır. Neticede emânetini alıp, borcu­na mukabil verir. Bu durumda maksud, kerahatsız olarak hâsıl olur. Nİhİye'de de böyledir.

Tecrîâ'de şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, kuyumcuya, bir dirhem gümüşünü, yüzük yapmasını " emreder, yapma Ücretini de bir dânik olarak anlaşır ve yapılan yüzük bir dirhemden fazla olursa, onu alması caiz olmaz. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir kimsenin, bin dirhemin yansım borç olarak yarışımda ticâ­ret yaptırmak üzre, başka bir şahsa vermesi caizdir. KerderTnin Vecizi'-nde de böyledir. [246]

 

Borç Alınıp Alınamıyacak Şeyler

 

Bir adamın, sirke, reçel, şıra, süzülmüş bal süzülmemiş bal, zey­tin yağı, sâde yağı gibi şeyleri borç vermesi caizdir.

Tartı ile, demiri borç almak da caizdir.

Tunç ve bakırda böyledir.

Demir külünk, balta, testere, keser, çanak, çömlek, hububat gibi şeyleri borç almak caiz değildir.

Eğrilmiş ipliği, tartı ile borç almak caizdir.

Camı borç almak caiz değildir.

Bi*l-umum meyveleri borç almak caiz değildir.

Kuru yonca, saman, zift gibi şeyler de böyledir. [247]

 

Borçlarda Müddet

 

Borçlar da, bize göre müddet tesbiti yapılmaz. Tıtarhâniyye'de de böyledir.

NevftzO'de şöyle zikredilmiştir.

Borçlu, alacaklıya gelip, onu sayması için, alacaklıya borcunu ve­rir, o da, o anda alacaklının elinde zayi olursa, borçlunun malı olarak zayi olmuş olur. Ve borcu baki kalır.

Şayet borçlu: "Say" demez; alacaklı da onu alıp, sonradan, say­ması için borçluya geri verir ve borçlunun elinde zayi olursa, alacaklı­nın malı olarak zayi olmuş olur. Zehiyre'de de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [248]

 

28- HÜKÜMDRLARA GİTMEK, ONLARA TEVÂZUDA BULUNMAK, ELLERİNİ ÖPMEK, BAŞKALARININ ELLERİNİ ÖPMEK BİR ERKEĞİN, DİĞERİNİN YÜZÜNÜ ÖPMESİ

 

Hifiz E&â'Meys şöyle demiştir: Hükümdarlara (mazeretsiz) gitmek mekruhtur. Böyle fetva verilir.

Sonra da "bunun mubah olduğuna" fetva verilmiştir. Gıyâsiyye'de de böyledir.

Bir adamıs hükümdar çağırıp ondan bir şeyler sorduğunda, doğ­ruyu söyleyince, kendisine hoşuna gitmeyecek bir şey isabet edecek olsa bile, o şahsın hakka muvafık konuşmaması uygun olmaz.

Bu hâl, kendisinin ölümünden veya bir azasının kesilmesinden, ya­hut bir başkasının malı ve canının telefinden korkmadığı zaman böyle­dir. Şayet bunlardan korkarsa, doğruyu söylememesinde bir sakınca yok­tur. Fetikvfiyi Kldihân'da da böyledir.

Alîah'dan başkasına tavazu(= boyun eğmek) haramdır. Mülte-kıt'ta da böyledir.

Bir adam, hükümdara selâm verme kasdıyla secde etse veya onun Önünde yeri öpse, kâfir olmaz. Fakat, büyük bir günah kazanmış olur.

Muhtar olan budur,

Fakıyh Ebû Cafer; "Şayet, hükümdara ibâdet niyyetiyle secde eder veya bir niyeti olmadan secde ederse gerçekten kâfir olur." buyurmuş­tur. Cevâhiru'-l-Ahlâîi'de de böyledir.

Harp ehli, bir müslümana: " Hükümdara secde et. Aksi taktir­de, muhakkak seni öldürürüm." derse; âlimler; "Eğer, onu itîâdet ol­sun diye emreyledi ise, efdâl olan secde eylememektir. Kâfir olma em­redilince sabretmek gibi...Şayet ibâdet için değil de, selâmlama veya ta'-zim etme için emrederse, efdâl olanı, onu yapmaktır. Fetâvâyi KâdUta'da da böyledir.

CamtaVSajpr'de şöyle zikredilmiştir:

Büyük bir adamam önünde, yeri öpmek haramdır, bunu yapan da, yaptıran da günahkârdırlar. Tıtubtafyye'de de böyledir.

Âlimlerin, zâhidlerin önünde yer öpmek, câhillerin işidir. Böyle yapan da, ona razı olanda günahkâr olur. GsriUb'de de böyledir.

Hükümdar veya bir başkasının, önünde eğilmek mekruhtur. Çün­kü, böyle yapmak mecûsiye benzemek olur. Cevfthiru'l-Akttti'de de böyledir.

Selâm verirken eğilmek mekruhtur. Böyle yapmak yasaklanmış­tır. TİmurtâşTde de böyledir.

Allah'dan başkasına secde etmek caiz değildir.

Allah'dan başkasına ayakda, elini tutarak ve eğilerek hizmet etmek caizdir. GarâıVde de böyledir. [249]

 

El Öpmek

 

Bir kimsenin, başkası için, kendi elini öpmesi mekruhtur. Şayet, bir kimse başkasının elini öperse, elini öptüğü zat, âlim bir' şahıs veya âdil bir hükümdar olur da onun elini ilmi veya adli için öper­se, bunda bir sakınca yoktur. Semerkant Âlimlerinin Fetvâlan'nda da böyledir.

Eğer âlim olmayan bir şahsın âdil olmayan bir sultanın elini, müs­lümana hürmet ve ikram olsun diye öpmuşse, bunda da.bir beis yoktur.

Eğer onunla ibâdet kasdederse veya onunla dünyevi bir ikrama na­il olmak niyetiyle yaparsa, işte bu mekruhtur.

I, bunun kerâhaüyle fetva vermiştir. Zehıyre'de de böyledir.

Âlim ve âdil sultanın elini öpmek caizdir. Başkasının elini öp­meye ruhsan yoktur.

Muhtar olanda budur. Giyisİyye'de de böyledir.

Bir âlimin veya zahidin ayağı, öpmek üzere istenirse, buna ruh­sat yoktur. Kabulde edilmez.

Bazı âlimler: "Bu istek, kabul edilir." buyurmuşlardır.

Âlim ve zâhid bir şahsın, başını ve elini öpmek istemek de böyle­dir. Gaı-âib'de de böyledir.

Arkadaşı ile karşılaşınca, kendi elini öpmek câhillerin işidir. Böyle yapmak bil-cima mekruhtur. Hızinetü'l-Müniıı'de de böyledir. [250]

 

Yüz Öpmek

 

Fakıyh Ebû Cafer et-Hinduvânî'nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Bir erkek, diğer bir erkeğin yüzünü öptüğünde, eğer adam Âlim /eya Fakıyh ise, bunda bir beis yoktur.

Zâhid ise de, böyledir. Bununla, dinin şerefini murad ediyor demiktir.

Câmin's-Sapr'de: "Bir erkeğin, diğerinin yüzünü veya başım Öpmesi mekruhtur" diye zikredilmiştir. Mnhıyt'te de böyledir.

Bir erkeğin, diğerinin ağzını öpmesi veya elini öpmesi yahut on­dan bir şey öpmesi İmâm Ebû Hanffe (R.A.) ve İmam-Muhtmmed (R.A.)'e göre mekruhtur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Bunda bir beis yoktur." buyurmuştur. Elbise üzerinden, şehvetsiz olarak kucaklaşmakta da bi'1-ittifak bir sakınca yoktur. Fetâvâyi Kidmâa'da da böyledir.

Bîr kadının, diğer bir kadınla karşılaştığı veya ayrılacağı zaman, onun ağzını veya yanağını öpmesi mekruhtur. Gönye*de de böyledir.

Yaşlı bir zat, yolculuktan geldiğinde, onun yaşlı bir bacısı olur ve onu öpmek isterse; nefsinden korkması hâlinde, bu caiz olmaz; de­ğilse caizdir.

Buna İmâm Ebû Yösaf (R.A.)'nın muhalefet ettiği rivayet olunmuş­tur. Hâvî'de de böyledir.

Ebû el-Leys şöyle buyurmuştur: Öpmek beş türlüdür:

1-) Merhamet öpüşü: Ananın yavrusunu Öpmesi gibi..

2-) Selâm öpüşü: Bazı müzminlerin, ba'zılannı öpmesi gibi..

3-) Şefkat öpüşü: Çocuğun ana-babasını öpmesi gibi...

4-) Sevgi öpüşü: Bir adamın, kardeşini ahrndan öpmesi gibi...

5-) Şehvet öpüşü: Bir adamın, karışım ve cariyesini Öpmesi gibi... Bazı âlimler, buna diyanet öpüşünü de ilâve eylemişlerdir. Hacer-i esvedi öpmek gibi. Tebyîa'de de böyledir.

Ebâ Bekir şöyle demiştir:

Bir babanın müşteha olmayan küçük kızını öpmesi haram olmaz. Bazıları da: "Kadın yaşlanıp şehvetten kesilse, mes'ele hâli üzeredir. Ancak, kardeşinin onu öpmesi haramdır. Hâvî'de de böyledir.

Musafaha caizdir. Sünnet olan, örtülü veya açık olan elini, di­ğer şahsın eline koymasıdır. Hızâneiü'l-Feiâvâ'da da böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [251]

 

29- ORTAK EŞYADAN FAYDALANMAK

 

Ortak Ev

 

İmâm-Muhunmed (R.A.), iki ortağında temelinde müşterek olduk­ları bir ev hakkında şöyle buyurmuştur:

Bu ortaklardan birisi olmadan, diğeri, o evi başka birisine icara ver­mek, veya birisini o eve oturtmak istese; bu Allahu Teâlâ ile kendi ara­sında bir iştir. Bu şahsın hükmen men edilmesi uygun olmaz.

Eğer icara verir ve ondan icar alırsa, o alının Ücretten ortağının his­sesine bakılır: O miktarı, ortağına verir; aksi taktirde, bunu tasadduk eder. Ve, bu durumda o adam, gâsıb hükmünde olur:

îcâra verip ücret alırsa; hakkını gasbeylediği zata hissesini verir ve­ya o nisbeti tasadduk eder.

Kendisine âit olan hissesi, temiz ve helâldir.

Bu o eve başkasım oturttuğu zaman böyledir.

Şayet, bizzat kendisi o evde oturur ve ortağı da ortada bulunmaz­sa; durum, başkasını oturttuğunda olduğu gibi kendisi ile Allahu Teâlâ arasındadır.

Uyun'da şöyle zikredilmiştir:

Eğer, bu ev, aralarında pay edilmemişse ve onlardan birisi de hu­zurda yoksa, hazırda olan, kendi hissesi kadarında oturur. Tamamında da oturabilir.

îki kişinin ortak bulunduğu hizmetçi de böyledir. Hazırda bulunan ortak, kendi hissesi kadar, ona hizmet yaptırır. Ancak ortak olunan hay­vana, hazır bulunan ortak binemez.

NevâziTde de zikredildiğine göre, Mubsmmed bm Mufcâiil: Hazırda olan ortak, hissesi kadar evde oturabilir." demiştir.

İmâm Muhammet! (R.A.) :Hazırda olan ortak, içinde oturmayınca yıkılacağını,   harap   olacağını   bilirse;   evin  tamamında  oturur." buyurmuştur.

Ebû Mâlik, İmâm Ebâ Yûsuf (R.Â.) ve İmâm Ebn Hsnîfe'den rivayet ederek şöyle demiştir:

Arazi ve eve ortak olan şahıslardan, huzurda bulunan yalnız hisesi kadarını eker ve o kadarında oturur. Hişâm'ın Nevâdiri'de ise: "Bu du­rum, iki yönlüdür." diye yazılmıştır. MnhıyCte de böyledir. [252]

 

Ortak Hayvan

 

îki kişinin ortak bulundukları bir hayvana, onlardan birisi biner veya yük yükletirse, ortağının hissesini öder. Snğra'da da böyledir.

Bir topluluğun ortak bulduğu bir eve, bu ortaklardan bazılar, hay­vanını bağlasa; bazıları orada abdest alsa; bazıları da, ot, odun koysa­lar bu durumda hiç kimse tazminatta bulunmaz.

Bu eve, diğerlerinden izinsiz olarak, ortaklardan hiç birisi kuyu ka-zamaz ve içine ev yapamaz.

Şayet kuyu kazar ev yaparsa, tazminatta bulunur. Ve yaptığı evi yıkması" ona emredilir. Fetâvâyi Anlbiyyede de böyledir.

Ebû'l-Kisisn'dan: "Bir adam sokakdaki kendi mülküne bir yol ya­parsa, durum ne olur?" diye sorulunca, O, şu cevabı vermiş: —Hakim ona nazar eder, şayet sokak halkına bir zaran yoksa, tevsik edilir ve men edilmez. HftvTde de böyledir. [253]

 

Umumun Yoluna Gölgelik Yapmak

 

Bir adam, umûmun yoluna, kimseye zarar vermeyecek şekilde, bir gölgelik yapsa, İmâm Ebû Hatife (R.A.) yoluna müslümanların onu kal­dırmaya hakları vardır. Sahih olan budur.

İmâm-Muhasamed (R.A.)ise: *'Yaptırmamaya haklan vardır; fakat, kaldırmaya hakları yoktur." buyurmuştur.

İmâm Ebâ Yûraf (R.A.) ise: "yaptırmamaya da, yıkdırmaya da hak­lan yoktur." buyurmuştur.

Şayet müslümanlara zarar veriyorsa, her bir müslümarun onu yap­tırmamaya ve yıktırmaya hakkı vardır.

Bir adam, sokağa karşı penceresi olmayan bir gölgelik yapmak is­terse, bize göre onun zararının olup olmadığına itibar edilmez; ortakla­rının iznine itibar edilir.

Umûmun yolu üzerine gölgelik yapmak, mubah olur mu? Fakıyh Ebû Cafer ve Tahâvî, şöyle buyurmuşlardır:

Mubah olur. Davacı olmaz ise günâh olmaz. Da'vacı olursa, yap­ması mubah olmaz.

İraâmeyn: "Ammeye zarar vermiyor ise, ondan faydalanmak mu­bah olur." buyurmuştur. Mahıyt'te de böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir adamın duvarının çamuru müslümanlan meşkul ediyorsa, kı­yâsa göre bu duvar yıkılır. îstihsanda ise yıkılmaz ve hâli üzere bırakılır.

Nadr bin Mehaaımed et-MervezS, bu zât İmâm Ebâ Hantfe (R.A.)'nin ar­kadaşı ve dostudur) şöyle buyurmuştur:

Bir adam, evinin sokağı karşı olan duvarının sıvasını kazımak ve sonra da onu sokağın çamuru ile sıvamak isterse, böyle yapması caiz olur.

Nfidr Un Yaftyi'dan, "Sokağa doğru çıkmış ağacın ve komşusunun duvan üzerine konulan ağacın durumu nedir? diye sorulmuş. O şu ce­vabı vermiş:

Duvan yıkmak ve ağacın fazlasını kesmek istediği zaman, eğer böyle yapması sokağa nüfuz ediyorsa (zarar veriyorsa) onu yıkmaması emredilir.

Eğer çok önceden öyle ise, ortağının da onu yıkma hakkı yoktur. Şayet yıkacak olursa, "tekrar yapması" emredilir.

Şayet burayı sahibi yıkacak olursa, tekrar yapması emredilmez. Ta-tarfeâniyye'de de böyledir.

Mfintekâ'da şöyle denilmiştir: Bir adam» umûmun yolu üzerine, bir tuvalet veya gölgelik yapmak isterse; ondan men edilir.

Eğer yapar ve sonra da da'vfl edilirse; duruma bakılır: Eğer zararı varsa, onu kaldırması emredilir. Zararı yoksa, bırakılır.

İmâm-mubamaıed (R.A.) şöyle buyurmuştur.

Bir adam, helasını evinin haricine çıkarmak isterse, kimseye zararı olmaması hâlinde öyle yapar.

Komşusuna eziyet veren şeyden, diğer komşu men edilir.

Bir adam, komşularının rızası ile sokağa bir hela yaparken, onun yapımı bitmeden, komşuları men edebilirler. Kendilerine zararı olmasa bile, bu durumda komşuları, onu yapmasına mâni olabilirler. Garâib'de de böyledir.

Ebû el-Leysin Fetvİlan'nda şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, sokağa acılan kapısının önüne, hayvanlarını koymak için bir yer (ağıl) yaparsa, sokak cihetinede pencere koymasa bile, sokak halkı bu ağılı yıkabilir. Fakat, yıkmazlarsa hayvanları oraya koymasına mâ­ni olamazlar.

Bu, iki ortak arasındaki ev gibidir. Onlardan herbirisi, kendi his­sesinde oturur; fakat, kuyu kazıp oraya bina yapamaz.

Evin önüne ağıl yapıp, hayvan koymak bizim beldemizde âdettir. Herkes evinin Önünde hayvanlarını tutabilir. Zebıyre'de de böyledir.

Semerksnl FervâUn'nda şöyle denilmiştir:

Bir adam, evini yıktığında, onu geri yapmayınca, komşuya zarar veriyorsa; bu şahıs onu yapması hususunda şayet gücü yetiyorsa cebredilir.

Muhtar olan ise, cebredilmemesidir. Zehıyre'de de böyledir.

Büyük bir bina satıldığında, onu satın alan cemaattan her biri, kendi hissesine bir oluk korsa; komşuları onlan men edebilir mi?

Bazı müftîler: "Bu zamanda, komşuların men hakkı yoktur." di­ye fetva verdiler.

Fftloyh Ebû Nur, söyle buyurmuştur:

Umûma âit nehrin (kanalın, su yolunun) kenarına, ağaç dikilir ve bu gelip geçene zarar-vermezse, işte bu mubahtır. Dileyen bunu yapar ve vakfeder. Fakat, imamlarımıza göre, böyle yapması doğru olmaz.

Muhammed bm Seleme şöyle buyurmuştur:

Bir adam, kapısına bir seki yapıp içine hayvan koysa, bu doğru­dan uzak olmaz.

Şeyh Ebû Nasr'da böyle buyurmuştur. Muhiyt'te de böyledir. Fetâvâyİ Kâdîhân'da zikredildiğine göre ise, o şahsın

Böyle yapmaya hakkı yoktur.

Ebû'l-Kâsım'dan soruldu: Bîr adam, evinin kapısı hizasına, evi ile nehirin kenarına, evi cadde kenarında ise ağaç dikmesi mekruh olur mu?

İmâm şu cevâbı verdi:

O ağaçlar, nehre ve insanlara zarar vermiyor ise, onun için genişlik vardır, (yâni bu durumda ağaç dikebilir.) Kendisinden sonrakiler de (vâ­risleri de) o ağaçlara sahip olurlar. Hâvî'de de böyledir.

NevâziTde şöyle zikredilmiştir:

Umûma âit bir nehrin kenarına dikilen, bir ağacı o nehre (kanala, su yoluna) ortak olan bir zat, sökmek istediğinde, şayet o ağaç umuma zarar veriyorsa, onu sökebilir.

Bu durumda en güzel olanı ise, durumu hâkime bildirmektir. Böy­lece, ağacın sökülmesine, o emir vermiş olur. Zehıyre'de de böyledir.

Ebû'l-Leys'in Fetvâlan'nda şöyle zikredilmiştir: Müslümanların yolundan çamur veya toprak almak (yâni yolu te­mizlemek) caizdir. Hatta, böyle yapmak evlâdır. Muhıyt'de de böyledir.

Yolun ortasından balçık, nehrin kenarından toprak almak, umu­mun hakkı olduğu için-câiz değildir. Ancak, valinin izni olursa o za­man caiz olur.

Nevâal'de şöyle denilmiştir: Şayet, bu çamuru almak, yola zarar ver­mez ise, onu almakta bir beis yoktur."

Görüldüğü gibi, Nevlzfl'de valinin izni de zikredilmemiştir. Mu kavillerin ikisi de güzeldir. Gunye'de de böyledir.

Ebû Bekir'den sorulmuş:

Bir adam yolda çamur yapsa ve bu gelip geçene mâni olmasa, du­rum ne olur?

İmâm şu cevabı vermiş:

Halkın gelip geçeceği kadar yer bırakmışsa, çabucak kaldırması şar-tiyle, ondan men edilmez.

Muhammed bin Seleme ise, bunu caiz görmüştür. Hivî'de de böyledir.

EbıVI-K&sm'dan, Mete'nin toprağının başka yere götürmenin caiz olup olmadığı soruldu.

İmâm: Onu götürmek caiz olmaz.'* buyurdu.

Bunda, bir beis yoktur" diyenler de olmuştur. Garâib'de de böyledir.

Vakfedilen bir havuzdan, bir adamın, bir testi su alması ve onu havuzun kenarına koyması uygun olmaz. Şayet öyle yapar da ona da bir zarar isabet ederse, onu tazmin eder. (= öder.) Zehıyrc'de de böyledir.

En doğrusunu bilen, Allahu Teâlâ'dır. [254]

 

30- ÇEŞİTLİ MES'ELELER

 

Kişinin, Günahkar Olan Karısını Boşaması Gerekmez

 

Bir adamın, fâsıka (= günahkâr) olan karısı, fâsıklıktan vazgeçi-rilmezse, onu boşaması gerekmez. Gunye'de de böyledir.

Nevâzil'de şöyle zikredilmiştir:

"Bir adam, zekerini karısının ağzına girdirse, bu gerçekten mek­ruh c'ur; denilmiştir."

bunun hilafım söyleyenler (yani "Bu mekruh olmaz." diyenler) de olmuştur. Zehıyre'de de böyledir. [255]

 

Kıskanç Kadın

 

Kıskançlığı yüzünden, bir kadın kocasının cariyesini döver öğüt de dinlemese, bu durumda kocası da onu dövebilir. Gunye'de de böyledir. [256]

 

Müfti Kendi Mezhebine Göre Fetva Verir

 

İmâm Şâfîî (R.A.)'den sorulmuş:

Kocası hanefî mezhebinde olan bir kadın, hayzının onbirinci gü­nü, kocasıyla cima edebilir mi?

İmâm:

"Müftî kendi mezhebine göre fetva verir; fetva isteyenin mezhebi­ne göre değil." buyurmuştur. Tatarhâniyye'de de böyledir. [257]

 

Ölüm Hastalığına Yakalanan Cariyeyi Azâd Etmek

 

Bir câriye ölüm hastalığına yakalanırsa, efendisinin onu, "hür ola­rak ölmesi için,*' azâd eylemesi evlâ olur. Gunye'de de böyledir. [258]

 

Kadının, Kocasının İzni Olmadan Çocuk Emzirmesi

 

Bir kadının, kocasının izni olmaksızın, bir sabiyi emzirmesi mek­ruhtur. Ancak, bu kadın, sabînin ölmesinden korkarsa bu durumda izin­siz emzirmesinden dolayı, bir sakınca yoktur. Fetâvâyi KâdMn'da da böyledir. [259]

 

Evde, Başkası İçin İçki Bulundurmak

 

Bir kimse içki ve benzeri gibi haram olan bir şeyi, başkası için evinde bulundurduğunda, eğer onun haram olduğuna inanan bir müs-lüman için, evinde bulunduruyorsa, bu mekruh olmaz.

Ancak, o şeyin mubah olduğuna inanan bir kimse için bulundu­rursa» (bir kâfir için bulundurmak gibi) işte bu mekruhtur. Tatarhâniy-ye'de de böyledir.

Bir kimsenin sirke yapmak için evinde içki bulundurması caiz­dir. Ve, bu günâh değildir.

Şayet bir kimse, evinde oyun ve çalgı aletlerinden bir şey bulundu­rursa; bu mekruh olur. Ve ne kadar onu kullanmasa bile, bu şahıs gü­nahkâr olur. Fetâvâyi Kâdîbân'da da böyledir.

Âmirlerden ve başkalarından bir topluluk, fesad mahallinde top­landıklarında, onları bir, İslâm âlimi o kötülükten men ettiği halde, onlar vazgeçmeyip, o günâhla meşgul olurlarsa, hükümdarın adamlarından bir toplulukla, âlimlerden bir topluluk, birlikte oraya giderek, onları da­ğıtır ve içkilerini dökerler. Küpleri kırar ve tulumlarını yararlar. [260]

 

İçki Küpünü Kırmak

 

Uynn'da şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, müslümanlann içki küplerini kırıp, tulumlarım varsa: bunu da hasbeten lülah yapsa; tazminat gerekmez.

Z.\ır\met ehli için de bu böyledir. Yani emr-ibi'1-ma'ruf yoluyla ya pını_a, tazminat gerekmez. Tsîflrtıâniyye'cle de böyledir.

Câhil olan bir ihtiyarın, genç bir âlimin önünde yürümesi, on­dan önce oturması ve konuşması münâsib olmaz. Sirkiyye-de de böyledir.

Genç olan âlim, âlim olmayan şahsın Önünde yürür. Âlim olan zat, âlim olmayan Kureşi'nin de önünde yürür. Zendüveysî şöyle buyurmuştur:

Câhilin üzürinde, âlimin hakkı; talebenin üzerinde hocasının hak­kı gibidir.

Talebe, hocasından önce konuşmaz ve onun yerine her ne kadar hocası hazır olmasa bile oturmaz. Hocasının sözünü reddeylemez ve ho­casının önünde yürüyemez.

Kadının hakkı, kocasının hakkından azdır. Kocanın kadın izerinde hakkı, daha çoktur.

Kadın, kocasının islediği ve mübâh olan her şeyi, kocasına verir.

Kocasının malını, kendi malından daha önde tutar ve korur. Kerde-rî'nin Vecîzi'nde de böyledir.

NecnuVl-Eimme Hilmi şöyle buyurmuştur:

Bir adam bir banyo ve yüznumara yapar, önada ışık alması için bir pencere kor; o pencerenin karşısında da bir komşusu bulunur ve hv. ,   komşu da şikayet ederek: "Bize bakılıyor."    derse-orası  evin Üzerin de veya kapı yanında ise-pencereyi kapatma hakkı yoktur.

Bir adam, kendi yerine dan eker; onu sulayinca da komşularının evinden su çıkarsa, onların, onu men etme haklan yoktur. Gnnye'de de böyledir.

Hiç kimse, yoldan geçen su arkını kaldıramaz ve bu hususta, dâ­va açma hakkına da sahip olamaz. Gsaye'dc de böyfe#r.

Şehir halkının toplandığı yerin toprağım kaldırmak caiz olmaz. Fakat orası bozulur ve ihtiyaç kalmaz ise, o zaman caiz olur. Kenterî'nin yedri'de de böyledir.

Teadri'l-Mlfcetol'ta zikredildiğine göre, İnm MrtttUttd (R.A.) şöyle buyurmuştur:

tki komşunun tavanları \'r olduğunda, birisi, diğerinin evinin duvarın­dan çıkmak isterse, o biri onu men edebilir. Her şahsın, evininin Üzeri­ne kendi duvarından çıkması gerekir. Naara'd-cffn: "Kıyâs da böyledir." buyurmuştur. Zekıyrc'de de böyledir.

Yeüme'de şöyle zikredilmiştir;

EbÖ HtnkTden sordum: Bir adamın arazisinden, onun rızâsını al­madan bir gün veya yarım gün su akıtılabilir mi?

Evet, akıtılabilir. Bu, Hemeyri'1-Veberf'nin nassidır," cevabım verdi: Tatartıaniyye'de de böyledir.

Yolda yürüyen bir şahıs, bu yolda su bulunduğu için geçemiyor-sa, yolun bitişiğindeki tarladan geçmesinde bir sakınca yoktur.

Semerkant Fetvaları'nda bu mes'ele tafsilatlı yazılmıştır: Şayet ada­mın çiti, duvarı varsa; o yıkılarak geçilmez; yoksa, o zaman geçilir.

Hulâsa, itibar halkın âdetine göredir.

NeyftziTde şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, başkasının yerinden geçmek isterse; başka yol olması hâ­linde, o /erden geçemez.

Kğeı başka yol yoksa ve yer sahibi men etmez ise, geçebilir. Eğer men ederse, geçemez.

Şayet başka yol olduğu hâlde, ordan geçilemiyor; beriki adam da men etmiyorsa, ordan geçer. Eğer men ederse geçemez.

Bu, bir kişi hakkındadır. Fakat, cemaat çok olursa, onlardan hiç biri, rızasız geçemez. Zehıyre'de de böyledir^

Zoraki de olmuş olsa, tarla sahibi mülkünden geçen yola razı ol­muşsa, o yoldan gelip geçmek caiz midir?

Ebû Bekir şu cevabı vermiş:

Şâzan bin İbrahim, Kattan sokaklarından geçer ve oraya katırını bağ­lardı. Isfehan sokaklarında da öyle yapardı, Naayr da öyle yapardı. Umu­mun yaptığı budur ve bunda bir beis görmüyorum." Fakıyh'da şöyle buyurmuştur:

Bende gördüm o sokak ehlinin cenazelerini baş ka yoldan götürdüklerini gördüm ve o yoldan gitmekten hoşlanmadılar da: "Bu bir eziyettir." dediler.

Âlimler: "Avamın sözünden, âlimlerin sözü elbette üstündür. O yol­dan gitmekte ve cenazeyi götürmekte bir beis yoktur." dediler. Hâvî'de de böyledir.

Bir adamın, diğer bir adamın yerinden geçen bir su yolu olur ve o su yolunun içinde yürümek de mümkün olmadığından, onu ıslah et­mek isterse; o yerin sahibi, ona mâni olabilir.

O yerin sahibine: "onu bırak da su yolunu ıslah eylesin, (yapsın, onarsın.)" denir.

Ebû'l-Leys şöyle buyurmuştur:

"Biz duvar hakkında, bu sözü kabul ederiz.

Meselâ: Bir adamın duvarının yüzü, başkasının yerindedir. Duvar sahibi, duvarını sıvamak ister; o yerin sahibi de duvar sahibini, kendi yerine (arsasına) koymak istemezse; onun, duvarını sıvamasına mâni olma hakkı yoktur.

Yalnız, arsasından toprak ve çamur aldırmaz. Belliâ'de şöyle buyurmuştur: Arsasına, o adamı sokmayabilir.

Eğer duvar yıkılır, onun toprağı komşusunun toprağına karışır ve onu taşımak istese, ona yol yoktur. Ancak oraya girip, kendisine ait olan taş ve toprağı çıkarabilir."denilmiştir.

Bunun mânası: Yer sahibine "Sen mi çıkarırsın; yoksa toprağını çamurunu duvar sahibinin çıkarmasına izin mi verirsin?" denilir. Zehıy-re*de de böyledir.

Nâtifî'nin Vâkıâö'nda şöyle zikredilmiştir:

Bir adamın arsasında, başka birinin su yolu olduğunda, bu şahısın o arsaya girme hakkı yoktur. Yalnız, uygun olan, o su yolunun içinden gider.

Şayet su yolu çok dar ve yürümesine mâni ise o yere yine giremez.

"Bu cevap, İmâm Ebû Hanife (R.A.)'ye aittir." denilmiştir.

İmâmeyn'e gelince; şöyle buyurmuşlardır: Nehir sahibinin, nehrin kenarında hakkı vardır ve oradan gidip gelebilir.

Bu mes'elenin açıklanmasında şöyle denildi: İmâmeyn'e göre nehir sahibi, arsa sahibinden, nehrin kenarını satın alır. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adam, izinsiz olarak, başka birisinin arazisinden geçer ve ona ekinini tepelemek gibi bir zarar verirse, helâlleşmesi gerekir.

Ona, bir zararı olmamışsa, helâlleşmeye hacet yoktur.

Ancak o yerin sahibi görmüşse, yine helâlleşmek gerekir. Çünkü, ona eziyet vermiştir.

Şayet geçme hakkı varsa, oradan atı ile, eşeği ile geçmesi için» bu şekilde geçmesine cevaz olduğunu tesbit etmesi gerekir. Gunye'de de böyledir.

Necmü'l-Eimmeti'I-Buhârî şöyle buyurmuştur:

Bir adam, rızaları ile ana ve babasının evine bez dokuma tezgâhı koyarsa, o eve bitişik olan komşuların, onu men etmeye haklan yoktur.

Bir adam, nefsi için, evine değirmen kursa; komşusu onu men ede­mez. Ancak, ücret almak için koyarsa o zaman men edebilir.

Komşular, takırtı (gürültü) yapan komşularını, yatsı namazının sonundan, fecrin doğuşuna kadar uykularına zarar veriyor ise men ede­bilirler. Gunye'de de böyledir.

Bir adam, bostan yapıp, komşusunun evinin yanma da bir ağaç dikse; Ebû'l-Kâsm, "Bunda hakkı yoktur. Ağacını komşusuna zarar ver­meyecek kadar uzağa diker." demiştir. Felâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir adamın, bir buzluğu bulunduğunda, komşusu onun yanına fınn yapmak istese, onu yapması men edilemez.

Evlâ olanı ise, böyle yapmamasıdır. Sirkiye'de de böyledir.

Ebûl-Kâsım'dan sorulmuş:

Bîr adam arsasına bir ahır yapar; orada da, daha önce komşusu­nun evi olmuş olsa; ve ahir komşusuna zarar verse durum ne olur?

İmâm:

Eğer zarar hayvanların komşunun duvarını kazımaları sebebiyle olu­yorsa, ona mâni olur; değilse hayvanların yüzünden mâni olamaz." di­ye cevap vermiştir, Gıyi&iyye'de de böyledir.

Bir ekmekçi, manifaturacıların arasına bir dükkan açsa, ona mâni olunur.

Ve böylece, umuma zarar veren her şey men edilir. Eba'1-Kâam, böylece fetva vermiştir. MüHekıt'ta da böyledir.

Kokusu kimseye zarar vermeyen, hatta lezzet veren şeyleri sat­mak için açılan dükkana mâni olunmaz; lokantalar gibi... Ancak, de­vamlı duman yapıyorsa o müstesnadır. Gunye'de de böyledir.

Mnhammed bin MokiÜl'den sorulmuş:

Bir adam, birinden zoraki, arpasını veya samanını yahut yağını alırsa ne olur: İmim:

Gasbeylediğinin kıymetini verir; geride kalan kendisine helâl olur." buyurmuştur.

İmâm, burada sehven "kıymetini" demiştir. Sahih olan, gasbeyle­diğinin mislini vermesidir.

Ftlayh Ebö'l-Ieys şöyle büyümüştür:

Gerçekten bazı zâhidierden hikâye olmuş ki: Bir adamın nöbeti (= su sırası) gelmeden, bağma su aksa; o bağın kesilmesi gerekir.

Halbuki biz "bağ kesilsin." demeyiz. Bu durumda, o bağın mah­sûlünün bir kısmını tasadduk etmek güzel olur.

Hüküm bakımından ise, tasadduk gerekmez. Muhıyt'te de böyledir

Fakıyh Ebâ'l-Kâsım'dan sorulmuş:

Bir adam, başka bir adamın, izni olmaksızm-tarlasını ekmiş; tarla sahibinin haberi yok; Mahsûl meydana gelince haberi olmuş ve razı da olmuş. Bu mahsûl ziraatçıya helâl olur mu?

İmâm: Evet; buyurmuş.

Eğer tarla sahibi razı olmamış; sonradan razı olmuşsa, helâl olur mu?

İmâm:

"Evet olur." buyurmuş.

Fakıyh Ebü'1-Leys: Bu istihsândır. Biz bunu kabul ederiz." buyurmuş­tur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, mutasarrıfından, ziraat için bir hûz yer alsa (Hûz yer, diye sahibinin ekip biçmeye gücü yetmeyip, haracanı da veremediği ve faydası müslümanlara olsun diye, hükümet başkanına yâni imâma geri verdiği haraç arazisine derler.) Ebû'I-Kâsım şöyle buyurmuştur: Ziraatçı­nın nasibi, kendisine helâldir.

Eğer böyle olan bir yer bağ veya bahçe ise, sahipleri de biliniyorsa, böyle bir yerin mahsûlü, ziraatçıya helâl olmaz.

Eğer bilinmiyorsa, o zaman helâl olur. Çünkü böyle bir yer. hâli, (= boş) bir yer menzilindedir.

Uygun olanı, çıkan mahsûlün yarısını fakirlere tasadduk eylemesi-dir. Eğer yapmaz ise, günahkâr olur. Ziraatçının hissesi ise helâldir. Onun rızası ile yiyenlere de helâldir.

Zamanımızda, böyle şeyler şüpheli olduğundan, müslümana yakı­şan haramdan kaçınmaktır.

Bir kadının kocası, sultandan almış olduğu böyle bir yerde otu­ruyor olsa; kadında: "Ben, seninle hûz yerinde oturmam." dese Fakıyh Ebû Bekir: "O kadının, o yerden yemesi gasp olmaz; onu yemesine ruh­sat vardır." buyurmuştur.

Bir koca, karısı için aslı helâl olmayan maldan yiyecek ve giye­cek satın aldığında, kadın için bunu   yeme ve giyme ruhsatı vardır; gü­nâhı kocasına aittir. Fetâvâyi Kâtfhân'da da böyledir.

Serahsi Şerhinde şöyle buyurmuştur:

Bir topluma, haksız yere haraç vermeleri tevcih edilirse; evlâ olan, herkesin kendi hissesine düşeni vermesidir.

Bir adamın malı ve efradı ailesi olur ve onları korumaya gücü yeterse, efradı ailesini zayi etmez ise, işte bu efdâldir.

Eğer bunları koruyamaz ise, efradı ailesinin muhafazası evlâ olur. Malma gelince, onları koruma yoluyla hediye eder. Geri almaz ise, ne âlâ... Geri alırsa da helâl olur. Cevâhirü'I-Ahlâtî'de de böyledir.

İsmail, şöyle buyurmuştur:

Bir adam, kendisine zararı dokunan şahsa, tekrar tekrar selâm ve­rir ve ona iyilik eder; tâki o ezâ veren şahıs, onun kendisini sevdiğini zannetsin ve ezasından vazgeçsin.

Bunların birbiriyle helallaşmaları da gerekir.

Abdül-Obber'da aynısını söylemiştir.

İsmail şöyle buyurmuştur:

Ezâ veren bir şahısla, o anda helâlleşmek olmaz; çünkü, o öfke ile doludur. Kendisine ezâ verilen de öfkelidir, affetmeyebilir.

Helâlleşmeyi tehir için bir mazeret yoktur. Gunye'de de böyledir.

Adet olduğu üzere, bir çobana, koyunları, "ağılında veya tarlasın­da yatırmak üzere" azık, ekmek vermek caiz değildir.

koyunlar çobanın kendisinin ise yine böyledir. Çünkü o rüşvet otur.

Bunun çâresi: Bir kimse, sahibinden emânet olarak birkaç adet ko­yun alır ve o koyunların sahibi, koyunlarını emânet alan şahsın yanın­da, çobana emreder, ve ona tarla sahibide ücret olarak değil de-ihsan olarak bir miktar meblağ verir. Çoban da, koyunları, o adamın tarla­sında veya ağılında yatırır.

"Şayet çoban, koyunların sahibinin emriyle yatırmaz, yalnız aldı­ğı rızık sahibinin verdiği şey için yatırırsa; yine rüşvet olur." denilmiş­tir. Gunye'de de böyledir.

Kaylûle (= gündüz uykusu uyumak ve bununla faydalanmak) müstehâbdır. Zira Allah Resulü (S.A.V.): "Siz gündüz uyuyunuz; ger­çekten şeytan, gündüz uyumaz." buyurmuştur. Gıyutyye'de de böyledir.

Arpa  ve  buğday  yığınlarının   başında  gündüz  uyumak  da müstehapdır.

Bir kimsenin temiz (= abdestli) uyuması da müstehaptir. Bir müddet sağ tarafına, kıbleye karşı yatıp sonra da sol tarafa dö­nerek uyumak da müstehaptır. Sirâciyye'de de böyledir.

Gündüzün öncesinde, günün ilk saatlerinde uyumak mekruhtur. Akşam ile yatsı namazları arasında da yatıp uyumak mekruhtur. Ben ba'zı yerlerde şöyle yazılı oluğunu gördüm: Hz. Alî (K.V.), bi­rinci yatsı vakti ile ikinci yatsı vakti arasında uyumayı severmiş.

Uygun olan, orta halli döşekte yatıp uyumaktır. Döşek, fazla yu­muşak, veya fazla sert olmamalıdır.

Sağ eli, sağ yanağın altına koyarak yatmak da uygun olur. Yakında, kabrinde, amellerinden başka kimse olmayarak, yapya-lınız yatacağını düşünerek yatmak da uygun olur.

"Sağ yan üzerine yatmak, mü'min yatışı; sol yan üzerine yatmak hükümdar yatışı; sırt üstü-semaya karşı yatmak, peygamberler yatışı; yüzü üzerine-yere karşı-yatmak ise kâfirlerin yatışıdır." denilmiştir.

Şayet karnını doldurmuş ve onun ağrımasından korkarsa, kar­nının altına bir yastık koyarak, onun üzerine yatmakta bir beis yoktur.

Bir kimse, uyuyacağı zaman, Allahu Teâlâ'yı tehlil (= lâilâhe illallah); tahmid (= Elhamdülillah) tesbih( = sübhânellah) diyerek, zik-reyler. Uykusu gelene kadar böyle yapar.

Gerçekten uyuyan, yattığı üzere uyanır; ölen de öldüğü üzere diri­lir. Yerinden, sabahtan önce kalkar.

Hakikatan yeryüzü, zina edenin yıkanmasından Allahu Teâlâ'-ya şikâyet eder. Ve haksız yere akıtılan kandan şikayet eder. Sabahtan sonra yatandan da şikayet eder.

Bir mü'min Allahu Teâlâ'yı zikrederek uyanır. Allahu Teâlâ*-nm haram kıldıklarından sakınarak yaşamaya gayret eder ve o gün Al­lah'ın kullarından hiç bir kimseye haksızlık yapmamaya niyet eder. Fe-lâyâyi Âhû'da şöyle zikredilmiştir:

Kadı Biirhanüddin'den sorulmuş:

Bir adam, dağdan değirmen taşı söker; bir kısmım da sökülmeden bırakırsa; onu başka birisi gelip söker mi?

İmâm:

"Evet, söker." buyurmuştur. Ve söktüğü o (ikinci) adamın olur. Çünkü, önceki adam onu Öylece terkeylemiştir. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Buğday veya arpa yığınının bilinmeyen bir tarafına necaset dokun-sa, ondan bir veya iki ölçek çıkarılır; yıkanır veya o bağışlamak suretiy­le mülkünden azledilir; kalanın temizliğine hükmedilir ve yenilmesi he­lâl olur.

Âlimlerimizden bu hususta bir rivayet yoktur.

Âlimlerimiz, bu şekli Siyer kitabından çıkardılar.

Şöyle ki: Zimmet ehlinden bir adam, ehli harbin kalelinden birine girdi. Müslümanlar da, o kaleyi muhasaraya aldılar; sonra da o kaleyi fetheylediler ve adamlarını çıkardılar ve o zimmînin onların içinde ol­duğunu iyi biliyorlardı. Ancak bizzat kim olduğunu tanımıyorlar ve on­lardan her birisi, kendisinin zimmî olduğunu iddia ediyordu. İşte o za­man, müslümanların, onların hiçbirini öldürmeleri helâl olmuyor.

Şayet o zimmî girdikten sonra, o kale ehlinden birisi ölür veya öl­dürülür yahut onlardan birisi çıkıp giderse işte o zaman, diğerlerini öl­dürmek, müslümanlara helâl olur. Çünkü onlardan birisi Öldürülür ve­ya ölürse yahut kaleden çıkıp giderse onların içinde katlı haram olan bir kimsenin olup olmadığı yakînen bilinemez. Bu durumda katlı ha­ram olanın, öldürülen veya ölen yahut çıkıp giden şahsın olması caiz­dir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir iaşenin, et yağı, yağa karışsa, onu mum yapmak ve onunla deri dabağlamak caiz olur. Şayet yağ daha fazla ise bu böyledir; değilse caiz olmaz. Sirâciyye'de de böyledir.

Bir sabîye karşı, anlamadığı bir kağıt okunur. Sonr?. da o sab" büyürse, o kağıtta yazılı olan şey hakkında, bu sabinin şahitlik yapması caiz olmaz.

Görmüyormusun ki, içinde ne olduğunu anlamıyan bir büyüğe karşı, bir kağıt okunsa; onda olan şey hakkında onun şahitliği: caiz olmuyor. [261]

 

Yatsıdan Sonra Konuşmak

 

Fakıyh, şöyle buyurmuştur:

Bazı insanlar, yatsı namazından sonra konuşmayı kerih gördüler; bazıları da: "Caizdir." dediler.

Fakıyh şöyle buyurmuştur:

Yatsıdan sonra konuşmak, üç nevidir:

Birincisi: Bilgi müzâkeresi yapmak. îşte bu, uykudan efdâldir.

İkincisi: Efsâne, yalan hikayeler söyleyip-dinlemek maskaralık yap­mak ve gülmek. îşte bu mekruhtur.

Üçüncüsü: Yalandan ve boş sözden kaçınarak, sohbet etmek. Bun­da bir beis yoktur. Ancak bundan vaz geçmek daha üstündür.

Eğer sohbet edilecekse en uygun olanı, Aziz ve Celil olan Allah'ı zikretmeye yönelmektir; teşbih çekmek, istiğfar eylemek ve vaktin so­nunu hayırla tamamlamaktır. [262]

                                            

 

Haber Dinlemek

 

İçinde bulunduğu beldenin ve diğer beldelerin havadisini sormak ve haber vermekte de muhtar olan kavle göre bir beis yoktur.Hüiâsâ'da da böyledir. [263]

 

Âlimin Kendinden Bahsetmesi

 

Bir âlimin, kendi nefsinden bahsetmesinde yani insanların fay­dalanmaları için, Allah'ın ni'meti olarak bilgisini açıklamasında bir sa­kınca yoktur. Garâib'te de böyledir. [264]

 

İlimler

 

Fıkıh:

 

Fakıyh şöyle buyurmuştur: timin birçok nevdir vardır. Ve bunla­rın hepsi de Allah katında güzeldir. Fıkıh ilmi gibi olanıda yoktur, İn­sana en uygun olanı, diğer ilimlerden daha çok ehemmiyet vererek fı­kıh ilmini öğrenmesidir.

İnsan fıkıh ilminden, bolca nasibini aiınca, uygun olanı, zühd il­mine, hâkimlerin hikmetine ve salihlerin şemâline (menkibelerine) bakmasıdır.

Her insanın, namaz, abdest ve diğer dini mes'elelerin hükümle­rini ihtiyacı miktarı öğrenmesi farzdır.

Ma'şiyetini (helâlinden) temin etme ilmini bilmesi de farzdır.

Bunların dışında kalan ilimleri öğrenmek farz değildir. Şayet öğre­nirse, o daha efdâl olur. Ancak, bunları terkeder ve öğrenmezse günah­kâr olmaz. Sirâciyye'de de böyledir.

Nevâzü'de, Ebû Âsim şöyle buyurmuştur:

Fıkhı bırakıp da başka sözler öğrenmek müflislerin âletidir. Tatar-hâniyye'de de böyledir. [265]

 

Namaz Vakitleri Ve Kıble

 

Kıbleyi ve namaz vakitlerini bilmek için, yıldızlar ilmini öğrenmek-de de bir beis yoktur/Fazlasını öğrenmek gerekmez. Kerdeif nin VecSzF-nde de böyledir. [266]

 

Kelam İlmi

 

Kelâm ve münazara ilimlerini, ihtiyaçtan fazla öğrenmek mekruh­tur. Bu mes'ele hakkında: "Fazla münazara ve mücâdelede, mübalağa mekruhtur. Çünkü bu, bid'at, fitne ve inançta şüpheyi yaymak olur. Bu ise, cidden memnudur (= yasakdır.) Cevâhirü'l-Ahlâtî'de de böyledir.

îyice bilinmedikçe, kelâm mes'elelerinde münazara yapılmaz. İmâm Muhammed (R.A.), o hususta münazara yapardı. Çünkü, ehildi. Mitt-tekit'te de böyledir.

Şeyhü'1-İmâm Sadru'I-İslâm Ebû'l-Yüsr şöyle buyurmuştur:

Ben, önceki âlimlerin tevhid ilmi kitaplarına baktım; bazısında felsefeler-buldum; (îshak el-Kindî, istikran ve bunların benzerleri gibi...) bunlar, tamamen din-i müştekimden çıkmış ve doğru yoldan kaymış­lardır. Bu tür kitaplara bakmak, evde bulundurmak caiz değildir. Çün­kü bunlar şirk ve sapıklıklarla doludur.

İmâm yine buyurmuş:

Ben, yine pek çok kitap gördüm ki mutezileler tarafından, bu fen­ne dair tasnif edilip yazılmışlar Abdü'l-Cebbar er-Râzi, el-Cübbâî, Ka'bî, Ni­zâm ve başkaları gibi... Bunları da okumak ve evde bulundurmak iti­katta şüpheye vehme düşmemek için caiz değildir.

Keza, mücesseme denilen taife, bu fenne dâir çok kitap tasnif eyle­mişler. Muhammed bin Heysam ve benzerleri gibi... Bunlara da bak­mak, evde tutmak helâl olmaz. Çünkü bunlar serdir ve bid'at ehlidir. İmâm Eş'arî, mutezile mezhebinin tashih etmek esteyen kitap yazdı, Al-lahu Teâlâ onu hidâyet üzre üstün kıldı da mu'tezile mezhebini tashih için yazmış olduğu bütün kitapları nakzeyledi.

Ancak, şu da bir gerçektir ki ehl-i sünnet ve'I-cemaat olan bizim âlimlerimiz de, bazı mes'elelerde hata eylediler; onların içinde Ebû'l-Hasan'da vardır.

Her kim, mes'elelere vâkıf olur ve hataları tanırsa, onun bu tür ki­taplara bakmasında ve evde bulundurmasında bir beis yoktur.

Şâfü (R.A.)'nin ashabının tamamı, Ebû'l-Hasan'ın üzcniıde karer ey­lediğini aldılar ve hatalar dahada çoğaldı.

Ebû Muhammet! Abdullah bin Said el-Kalta'nî'nin tasnifâtım almak ve evde tutmakta bir beis yoktur. Bu zat, Ebûl-Hasan el-Eş'ari'den öncedi; ve sözleri muvafıktır. Sözleri, ehl-i sünnet ve'1-cemaatın sözlerine uy­gundur. Ancak on kadar meselesi, ehl-i sünnet ve'1-cemaatin görüşüne aykırıdır. Bu hataları bilmek şartiyle, onu okumak helâldir. Zahîriyye'de de böyledir.

Kınanmış, yerilmiş bilgilerden biri de, felsefe bilgisidir. Onları okumak caiz değildir. Bu, bu hususta derin bilgisi olmayanlar için böyledir. [267]

 

İlmin Çeşitleri

 

İlimler üç kısımdır:

1-) Menfaatli (= Faydalı) ilimler. Bunları öğrenmek vâcibdir. Bun­lar ma'budu bilmek; helal, haram, emir nehiy ilimlerini bilmek. Pey­gamberlerin gönderilmiş olduğunu bilmek gibi...

2-) Kaçınılması vacip olan ilimler: Sihir ilmi, tılsım ilmi, ihiyaçtan fazla nücum (yıldızlar) ilmi gibi...

İhtiyaç kadar ilmi nücum bilmekte bir beis yoktur. Vakitleri, gü­neşin, fecrin doğuşunu kıble cihetini ve gideceği yolu bilmek gibi...

3-) Faydasız ilimler: Cedel ve münazara ilmi gibi...

Bunlarla meşgul olmak, Ömrü boş yere zayi etmek olur. Ahiret için bir fayda vermez. Hakkı izhar için değil de, hasmını kahretmek için, onunla meşgul olmak doğru olmaz.

Bununla, hükümler arasından tenakaz çıkarılır.

Ömrü zayi etmeksizin cîünya ve âhiret menfaati olan şeyle meşgul olmakda bir beis yoktur; hatta daha da evlâdır. Cevâhirü'I-Fetâvâ'da da böyledir.

îki adam namaz ve benzeri gibi şeylerin ilmini öğrendiklerinde, onlardan birisi, onu başkalarına öğretmek için; diğeri de kendisi amel etmek için öğrense, ilki daha efdâldir. Hızânetü'l-Müftra'de de böyledir.

Münazara ve hilede, temviyeh caiz midir?

Temviyeh; Bir şeyi, cinsinin hilafı ile yaldızlamak; bir şeyi, diğer şe­ye karıştırmak demektir.

Bir kimsenin, kendisini mahcup düşürmek isteyen kimseye karşı, onu tarh edip düşürmek için, böyle konuşması helâldir; bunun hilafı ise, helâl değildir.

Bir adamın, nefsine karşı yapılan her hileye mukabil hareketi ve kendini zelil etmek isteyeni def etmesi; hangi yoldan olursa olsun meş­rudur, Muhıyt'te de böyledir.

Câmiü'I-Cevâmî'de şöyle zikredilmiştir:

Bir âsiyi, isyanından vazgeçirmek için, ona ilim öğretmek câizdfr. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Arabca, cennet ehlinin lisanıdır.Kim onu öğrenir veya başkası­na öğretirse, işte o kimse mükaâfatlanır. Sirâciyye'de de böyledir.

Fakıyh Ebû'I-Leys şöyle buyurmuştur:

Bilgiyi ancak güvenilir kişiden almak uygun olur. Garâib'de de böyledir.

îlim ve fıkıh talebi-niyet sahih olursa-yer ehlinin tamamının amel­lerinden daha üstündür.

Niyet sahih olduğu zaman, fazla ilimle meşgu olmak da böyledir. Çünkü faydası umûmidir.

Ancak, kişinin ilimle meşguliyeti, farz olan amellerine noksanlık vermemelidir.

Sahih niyet diye, Yüce Allah'ın rızasını ve âhireti kasdetmeye; dünya ve rütbe için olmayan niyete derler.

"Şayet, bir kimse cehaletten kurtulmayı, halka faydalı olmayı, il­mi canlandırmayı dilerse, bu da sahih niyet olur." denilmiştir. Kerderi'-nin Vecîzi'nde de böyledir.

Bir kimsenin niyetini tashihe gücü yetmez ise, ilim öğrenmeme­si, öğrenmesinden daha efdaldır. Garâib'de de böyledir. [268]

 

İlmi Öğretmek Ve Yazmak

 

ilim Öğrenen şahıs için uygun olan, kendisinden onu öğrenmek isteyen kimseye karşı bahil (= cimri) olmamaktır. Mes'eleyi açıklamak için, onu yazmaktır. Çünkü onun kasdi, halka menfaat için ilim öğren­mekti. Onu halktan men etmek münâsip olmaz. Abdullah bin Mübarek (R.A.) şöyle buyurmuştur: Her kim ilmiyle bahillik yaparsa; (= cimrilik ederse) o şahıs, şu üç belâdan birisine uğrar:

1-)Ya ilmi gitmiş (= unutmuş yok gibi olmuş) olarak Ölür.

2-)Veya hükümdarla mütelâ olur.

3-)Yahut hifzeylediğini unutarak belâlanır. [269]

 

İlim Öğrenen Şahsın Görevleri

 

İlim Öğrenene lâyık olan, ilme ta'zim eylemesidir. Ve, kitabını yere bırakmamasıdır. Tuvaletten çıkınca kitaba bakmak isterse, hemen ab-dest alması veya ellerini yıkamak müstehabdır. Talibin abdest aldıktan sonra kitabı eline alması uygun olur.

îlim öğrenene yakışan şey, yemeyrtçmeyi, uyumayı terk etmek­sizin, nefsinin muhafazasını da terk etmeksizin kadınlardan uzak olup kifayet miktarı dünyalığa râzi olmaktır.

İlim Öğrenen şahıs, insanlarla muaşereti ve onların arasına ka­rışmayı azaltmalı; boş şeylerle meşgul olmaktan kaçınmalıdır.

İlim öğrenen şahıs, devamlı okumalı ve mes'eleleri arkadaşları ile veya yalnız başına müzâkere etmelidir.

îlim öğrenen kimseye yakışan şey, kendisi ile insanlar arasında bir münazaa veya da'vâ olduğu zaman rıfk ve insaf ile muamele etmek ve kendisi ile câhil bir kimse arasındaki farkı belli etmektir.

îlim öğrenene yakışan şey, hocasının haklarına riâyet etmek ve edebini muhafaza ederek, onun malından bir şey almamak ve onun seh­vine de uymamakdır. GtriUb'de de böyledir. [270]

 

Öğretene Saygı

 

Muallimin (öğretmenin) hakkı, ana baba ve diğer insanlar üzeri-jıe takdim edilir.

Bir kimsenin, üstadına (= kocasına) "mevlânâ" (= efendimiz, büyüğümüz) demesinde bir sakınca yoktur.

Hz. Ali (R.A.), oğlu Hz. Hasan (R.A.)'a şöyle buyurmuştur: "Mev-lâyın önünde ayağa kalk." Bu sözü ile hocasını kasdetmişth\ Keza, bir şahıs hakkında:

"Üstadım ondan hayırlıdır; efdâldir." demekte bir sakmca yoktur.

Bir harf bile olmuş olsa, onu öğretene tevazu edilir.

Bir kimsenin hocasını mahcup etmesi (utandırması) uygun olmaz. Bir kimse, hocasının üzerine hiç bir kimseyi tercih etmez. Eğer ter­cih ederse, İslâm'ın sağlam kulpunu koparmış olur.

Hocanın kapısını çalmayıp, kendisi çıkana kadar beklemek, ona tazim etmek cümlesindendir. [271]

 

İlim Kime Öğretilmeli?

 

İlim, ehli olmayana öğretilmez; ehlinden de gizlenmez.

Bir kimse, ilmi ehlinin gayrisine öğretirse, o zayi olmuş olur. Ehlinden ilmi men etmek de zulüm ve haksızlık olur. [272]

 

İlmin Fazileti

 

İbn-i Mukâtil şöyle buyurmuştur: İlme bakmak, kulhüvallahü ehad'i beşbin defa okumaktan efdâldir. Tslarbâniyye'de de böyledir.

Bir adam, Kur'an'ın bazı yerlerini öğrense, sanra da boş vakit bulsa, o şahıs, Kur'an'ın tamamını Öğrenir.

Bir kimsenin fıkıh ilmini öğrenmesi Kur'an'ın tamamını öğrenme­sinden efdâldir, Fetâvâyi Kâ'dîhân'da da böyledir.

Bir adam, gece namaz kılmaya imkan bulur; gündüzde ilim öğ­renme imkânı olursa; eğer zekâsı yerinde ve fazla bilgili aklediyorsa, ge­cede nafile namaz yerine-ilme bakması daha efdâldir,

Kur'an'ın tamamını öğrenmek nafile namaz kılmaktan efdâldir. Hizânetü'l-Mnffin'de de böyledir. [273]

 

Öğretmenin Görevleri

 

Fakjyh buyurmuştur:

Bir muallim, sevap routrad eder ve amelinin peygamberlerin ameli gibi olmasını isterse, onun, şu beş şeyi muhafaza etmesi gerekir:

Birincisi: Ücret şart koşmayıps bir şey veren olursa alır; veren olmaz ise, onu terk eder.

Şayet heceyi Öğretmek ve çocuklara ezber ypptırmak için, karşılık­lı olarak ücret şart koşarlarsa, bu caiz olur.

İkincisi: Devamlı abdestli bulunmak.

Üçüncüsü: Öğretmesi sırasında, talebelerine, öğrendikleri ile amel et­melerini öğütlemek.

Dördüncüsü: Çocuklar arasında adaletli olmak. Aralarında nizahla-şırlarsa zenginlerin çocukları tarafına meyletmemek.

Beşincisi: Çocuklara kuvvetli vurmayıp, haddi tecâvüz etmemek. Çün­kü kıyamette hesaba çekilecektir.   .

Köy ehli, halktan tohum toplayarak, imam için ekerlerse; âlim­ler: "Bu tohum, imamın diye söylenmedikçe meydana gelen mahsûl to­hum sahiplerine âit olur." demişlerdir. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Fakıyhler, (= âlimler) için beytü'l-mâlden bir nasip yoktur.

Ancak, âlim kişi, nefsini Kur'an ve fıkıh okutmak için meşgul ederse ona, beytü'l-mâlden maaş verilir. Hâvrde de böyledir.

Kitâbü'l-Kâdî'de şöyle zikredilmiştir: Kâdı'mn (= hâkimin) ye­tim malından teberru etme hakkı yoktur. Onları muhafaza hususu müstesnadır. [274]

 

Ayakta Bevletmek

 

Fakjyh Ebû'1-Leys (R.A.) şöyle buyurmuştur: Bazı âlimler, erkeğin ayakta bevletmesine ruhsat vermişlerdir. Bazıları da buna: "Mekruhtur." demişlerdir. Özür hâli müstesnadır. Biz de böyle deriz. Muhıyt'te de böyledir.

Ayyakkabıyı yakmak veya suya atmak, faydasız yere malı zayi etmek demek olduğu için mekruhtur.Sirâciyye'de de böyledir. [275]

 

Ölümü Temenni Etmek

 

Ebû Bekir'den sorulmuş:

Bir kimsenin ölümü temenni etmesi (istemesi)mekrûh olur mu?

İmâm, şu cevabı vermiş:

Eğer ölümü, geçim darlığından veya düşmanın yurduna girmesine

öfkesinden yahut malının gelmesinden veya benzeri şeylerden dolayı is­tiyorsa, işte bu mekruhtur. Nefsine ma'siyetin (= günâhın) isabet ede­ceği korkusundan istiyorsa, bunda bir sakınca yoktur. Hâvî'de de böyledir. [276]

 

Tehlikeden Kaçmak

 

Bir adam evde iken zelzele olsa, dışarıyı kaçması mekruh değil­dir; bilakis bu müstehabdır.Rivayet olunduğuna göre, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir duvarın yanından geçiyordu ve bu duvar, yıkılmaya mey­letmişti. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, yürümesini süratlendirdi:

O'na:

Allah'ın.kazasından mı kaçıyorsunuz? denildi. Fahr-i Kainat (S.A.V.) Efendimiz: Allah'ın kazasından Allah'ın kazasına kaçıyorum." buyurdu. [277]

 

Bulaşıcı Hastalıklar

 

Abdurrahman bin Avf (R.A.) Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in şöy­le buyurduğunu rivayet etmiştir:

Bir beldeye bir hastalık vâki olursa; oraya girmeyiniz.. Sizin içinde bulunduğunuz yerde vâki olursa, ordan çıkmayınız.

Hastalıktan murad vebadır. Tahâvî, Miişkîlü'l Âsârı'nda şöyle buyurmuştur.

Bu hadisin te'vili, i'tikadı sıyanet (= muhafaza) içindir. Amma "hcrscy Allah'ın lakdiriylcdir." diye bilirse o isabet etmez. Ancak Allah'm yazdığı isabet eder. O zaman, girmekte de, çıkmakta da bir beis yoktur. [278]

 

İnsanlarla İyi Geçinmek

 

Fakıyh, şöyle buyurmuştur:

İnsana müstehap olan insanları idare etmek; onlarla iyi geçinmektir.

Uygun olanı, kişinin sözü yumşak, yüzü güleç olmakdır.

tyi İle de fâcir ile de; sünnî ile de ehl-i bid'at ile de-müdâhene et­meksizin, taviz vermeksizin (ki, o kendi mezhebine râzi olduğunu zann etmesin) konuşmak uygun olur. Sîrâciyye'de de böyledir. [279]

 

Bir Başkasının Evine Girmek

 

Evini icara veren bir kimsenin, bu evine girip, icarcıya selâm ve­rerek, evini kontrol etme hakkı vardır.

karcının izni olsun veya olmasın bu böyledir. Ve bu, İmameyn'e göredir.

İmam Ebû Hanife (R.A.)*ye göre, İcarcının izni olmaksızın, ev sahi­bi, bu eve giremez. Tatarhaniyye'de de böyledir.

Bir adam, birisinden bir şey alıp kendi evine kaçsa, eşyası alınan zat, onun evine girip, onun aldığı şeyi geri alır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adamın, diğer birisinin evne, bin dirhemi düşer ev sahibine bildirince de vermeyeceğinden korkarsa; onun evine izinsiz girebilir mi?

İbni Mukâtii şöyle buyurmuştur:

Uygun olanı ehli salah (Allah'tan korkan) birisiyse, ona haber ver­mektir. Şayet salah ehli değilse, hiç kimseye bildirmeden eve girip, dir­hemlerini alma imkânı varsa, öyle yapar. Bunu, ev sahibinin vermeye­ceğinden korktuğu zaman yapar.

Eğer ev sahibinin vermeyeceğinden korkusu yoksa, izinsiz eve gir­mesi helâl olmaz. Durumu ev sahibine bildirir ve öyle girer. Veya, ev sahibi onun dirhemlerini çıkarıp, ona verir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [280]

 

Nişasta Yapmak

 

Yetime'de, Ebû'1-Fadl el-Kirmânî'den sorulmuş:

Nişasta yapanlar ma'zur olurlar mı? İmâm:

"Bunda bir beis yoktur." buyurmuştur. Aynı şey, Ahmed bin Âli'den sorulmuş; oda: Ben sevmiyorum; ondan kaçınmak iyi olur." buyurmuş. [281]

 

Yaraya Ekmek Bağlamak

 

Ebû Hâmidden "ekmeği çiğneyip, yara üzerine koymak" sorulmuş; İmâm: "Caizdir." buyurmuştur.

Aynı şey Ahmed bin Ali'den sorulmuş; o zat: "Mekruhtur." buyurmuş.

Ben de, eve yuva yapıp elbiseye, hasıra pislik bırakan, kırlangıç ku­şunun durumunu sordum ve:

Yuvasında yavrusu olduğu hâlde, yuvası bozulup düşülür mü? dedim.

İmâm:

"Hayır; sabr edilir." buyurdu .

Ebû'l-Leys Istihsân kitabında: "O men edilir." buyurdu. Tatarhâniy-ye'de de böyledir.

Bir adam topluluğun arsasına bir kuyu kazarsa; İbnii Rüstem'in: "Ona, orayı tesviye etmesi (= düzlemesi) emredilir. Noksanını tazmin eylemez. Mescidin duvarını yıkarsa, yapması emredilir. Bir adamın du­varını yıkar veya arsasına kuyu kazarsa, o tazmin ettirilir. Düzeltilmesi veya duvarı yapılması emredilmez." demiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [282]

 

Konuşmanın Mekruh Olduğu Haller

 

Cima anında konuşmak mekruhtur. Fecirden, namaza kadar da konuşulmaz. Hayır sözler müstesnadır.

"Namazdan güneş doğana kadar da konuşulmaz." denilmiştir. Gece uykusu anında da gülmek mekruhtur. Tatarhâniyye'de de böyledir. [283]

 

Bazı Zamanları Uğursuz Saymak

 

Ben, bir cemaat hakkında sordum ki; onlar safer ayında yolcu­luğa çıkmazlar; o ayda bir işe başlamazlar; nikahlanmazlar; Peygam­ber (S.A.V.)'in "Kim beni safer ayının çıkmasıyla müjdelerse, bende onu cennetle müjdelerim" dediğini rivayet ederler; bu haber sahih mi? Bu ayda, şum tutma var mı? Ve iş yapmaktan men edilinir mi?

keza, ay, akrep burcuna girince, sefere çıkılmaz mı? Ve elbise di­kilmez mi? Elbise biçilmez mi? Ay, aslan burcuna girince onların san­dığı gibi emredilir mi?

İmam şöyle buyurdu:

Onların safer ayı hakkında söylediklerini, araplarda söylerlerdi. Ayın akrep burcuna girmesi veya arslan burcuna girmesi hakkındaki sözleri, nücüm ehlinin sözleridir. Sözlerine geçerli kılmak için, onu peygamber (S.A.V.)'e nisbet eylemişlerdir. O apaçık bir yalandır. Cevâhirn'l-Fetâvl'da da böyledir. [284]

 

Güzel Rüya

 

Bir adam, güzel bir rüya görürse, yüce Allah'a hamdeder. Çün­kü o bir ni'emettir. Sonra da dilerse onu güvenilir birisine anlatır; diler­se anlatmaz. Kerdeif nin Vedzi'nde de böyledir. [285]

 

Söylenmesi Güzel Olmayan Sözler

 

Bir adamın: "Sürayyanm nuruyla sulandık" veya "sttheyl, gece­yi soğuttu." demesi mekruhtur. Çünkü Süheyl sıcak veya soğuk degilfür.

Hz. Ömer (R.A.)'in oğlunun: "Allah tercih etti denilmez;'* bu­yurduğu rivayet edilmiştir.

NehaTnin "Filânın kıraati veya Ebû Bekir'in sünneti denilmez; sünnet ancak Allah ve resûlünündür." dediği rivayet olunmuştur.

Hz. Ömer (R.A.)'in oğlunun "İslâm ettim denilmez. Islâh ettim denilir. Çünkü İslâm eden ancak Allah'dır." buyurduğu nakledilmiş­tir. Fetâvây'i Attabiyye'de de böyledir. [286]

 

Hilâle İşaret

 

Hilal görüldüğü zaman, ona ta'zimen işaret edilmez; bu mekruh­tur. Fakat, bir kimsenin arkadaşına göstermek için, aya işaret etmesin­de bir beis yoktur. Hızanetfi'l-Maftîn'de de böyledir. [287]

 

Gasbedilen Su İle Alınan Abdest

 

Nasyr şöyle buyurmuştur. "Ben Hasan bin Mali 'e sordum:

Zoraki alman bir sudan abdest alınır mı veya içilir mi? Bu caiz mi? O, şöyle buyurdu:

Eğer nehir kendi yerinden akıyorsa, bunda bir beis yoktur. Eğer yerinde değil ve yeri değişmişse ben ondan faydalanmayı kerih görüyorum.

Fakiyh Ebâ Bekir'den sorulmuş:

Değirmen yapıp, onun suyunu başkasının arazisinden sahibinin iz­ni olmadan akıtmak doğru olur mu? İmam:

Gasb olduğunu bilen bir kimse için, o değirmeni satın almak, icarIamak oraya un Öğütmeye gitmek, ücretle veya ariyetle un öğütmek he­lâl olmaz." demiştir. Hâvî'de de böyledir. [288]

 

Şahitliği Terk

 

Bir cemaat şahit yazılır; şahitlik yapmaları da talep edilirse, bun­ların şahitliği terk etmelerine ruhsat yoktur. Eğer, bu cemaatın çoğu şa­hitlik yaparsa, diğerlerinin şahitliği terketmesine ruhsat vardır. Tatarhâ-niyye'de de böyledir.

Bir adamın yanında mütevazı hür bir kimse bulunur; başka biri­si de onun hür olduğunu bilmeden onun bedelini hîbe ederek, o adamı alır; o adam da yanında iken ölürse; ona, verdiği paranın geri verilmesi gerekir. Müşteriye vermemekte bir mazeret yoktur. Garâib'de de böyledir.

Yetfme'de Ali bin Afcmed'den sorulmuş:

Vazifelilerden birisi bir sokağa, elinde bir yazı ile girdiğinde, onu sokak halkına verir; yazıda da, şöyle şöyle yazılı olur; bir adam da onu mesci­de veya başka bir yere hapsederse; onu alan: Ben, onu filana verdim; filan da komşusuna verdi." diyebilir mi? Bu yazı umûma ait olur ve onun yerine getirilmesine de gücü yetmezse ne yapar?    . İmâm: "Sabretmesi evlâ olur." buyurmuştur.

Ben, Ebû'1-Fadl el-Kirmânîye, Yûsuf bin Muharomed 'e Humeyri Veberi'-ye ve Hafız Ömer'e sordum:

Bir adamın çocukları var. Onlara elbise yaptığı zaman: "Bu onla­rın yanında emânettir.*' der; birinden alıp, diğerine verir ve ona tazmin ettirmek istemezse; böyle yapmak gerekir mi? Yoksa onlara ihtiyaçları kadar vermesi mi lâzımdır? Bu, onlara emânet olmuş oluyor mu?

İmamlar şöyle buyurdular:

Vacip olan, ihtiyaçları görmektir. Emânet vermesi mündefîdir. (= yoktur.)

Bu mes'ele, Hasan bin Ali el-Mürgînanî'ye yazıldı; o da, cevâben:t(El-biseyi onlara ariyet yoluyla verebilir." dedi.

Ben Ebû'1-Fadl el-Kirmânî (Yûsuf bin MuhammedYe sordum:

Bu cevap zevcesi hakkında uygun da olur mu?" dedim. Evet"buyurdu. Tatarfcânlyye'de de böyledir.

Bir adamın çocuklan olduğunda, malını, onlardan yalnız birine vereceğini söylerse; işte bu adam günahkâr olur.

Hâkim, onun bu ikrarım bozmuş olsa, bu bozuş şeriatta hakim âlim ise caizdir; değilse caiz olmaz.

Bus çocuklarının tamamı iyi kimseler olduğu zaman böyledir. Fa­kat onlardan bazıları fasik ise baba malının tamamını iyi olan için söz vermesi hâlinde günahkâr olmaz. Cevâhirii'l-Fetâvâ'da böyledir,

Bir yola, tozu yatsın diye su serpmekte bir beis yoktur. İhtiyaç­tan fazla su serpmek helâl olmaz. Mültekıi'ta da böyledir.

Bülbülü kafese habsedip, onu yemlemek caiz değildir. Gunye'de de böyledir.

Bazı bilginlerden soruldu:

Bir kimse, bir adamı, hâli bir yeri ihya etmesi için vekil eyledi; ve­kil de orayı ihya eyledi. Orası odun toplamak, ot toplamak için vekil yapmak gibi vekilin mi olur? Yoksa diğer muameletta olduğu gibi (alım satım icar gibi.) müvekkilin mi olur?

İmâm:

Eğer o yerin imarına imâm izin vermişse, o yer vekil yapanın olur" buyurmuştur. Garâib'te de böyledir.

Ali bin Ahmed'den sorulmuş:

Bir adam başka birisini karısını boşamaya vekil tâyin eylese; başka birine de " bir vesika yazmasını' emreylese; oda yazsa, sonra da o vesi­kayı kaybeylese veya vekil yahut başka bir adam onu yırtsa, o kâtip on­dan fazla veya noksan olmamak üzere, tekrar yazabilir mi?

İmam;

Evet yazar; caizdir." buyurmuştur. Tatarhanfyye'de de böyledir.

Adam boğan ve sihir yapan kimseler öldürülürler. Çünkü, bun­lar yer yüzünde fesad çıkarıyorlar. Her ne kadar tövbe etseler de onla­rın tövbeleri kaoul edilmez yakalandıktan sonra tövbe etseler, onların tövbeleri kabul edilmez. Ve ikisi de öldürülürler.

Zındık da zındıklığı belirli ise böyledir.

Bununla fetva verilir. HızâneuVl-Müftîn'de de böyledir. [289]



[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/519-520.

[2] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/520-525.

[3] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/525-534.

[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/535-536.

[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/537-539.

[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/540.

[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/540.

[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/540-541.

[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/541.

[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/541.

[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/541-549.

[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/549.

[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/549-551.

[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/551-552.

[15] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/553.

[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/553-554.

[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/554.

[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/555.

[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/555.

[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 11/555.

[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/5-6.

[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/6-11.

[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/11.

[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/11-12.

[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/12-13.

[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/13-14.

[27] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/14.

[28] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/14-15.

[29] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/15.

[30] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/15.

[31] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/15.

[32] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/16.

[33] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/16.

[34] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/16.

[35] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/17.

[36] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/17-18.

[37] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/18.

[38] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/19.

[39] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/19.

[40] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/20-21.

[41] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/22-24.

[42] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/24-25.

[43] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/25.

[44] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/25.

[45] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/26-27.

[46] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/28.

[47] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/28.

[48] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/28.

[49] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/29-30.

[50] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/31.

[51] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/31.

[52] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/31-32.

[53] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/32.

[54] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/33.

[55] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/33.

[56] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/34-35.

[57] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/35-37.

[58] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/37-38.

[59] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/38-41.

[60] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/41-43.

[61] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/44.

[62] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/44-54.

[63] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/55.

[64] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/55-61.

[65] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/62-63.

[66] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/63-64.

[67] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/64.

[68] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/64-66.

[69] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/66.

[70] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/66-67.

[71] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/67-77.

[72] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/78-80.

[73] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/80-81.

[74] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/81.

[75] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/81.

[76] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/81-82.

[77] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/82.

[78] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/82.

[79] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/82-83.

[80] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/83-84.

[81] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/84.

[82] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/84-85.

[83] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/85-86.

[84] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/86.

[85] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/86-87.

[86] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/87.

[87] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/87.

[88] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/87-88.

[89] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/89-91.

[90] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/91.

[91] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/91.

[92] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/92-93.

[93] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/93.

[94] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/93.

[95] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/93-94.

[96] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/94.

[97] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/94.

[98] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/94.

[99] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/95.

[100] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/95.

[101] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/95.

[102] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/95.

[103] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/95-96.

[104] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/96.

[105] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/96-97.

[106] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/97.

[107] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/97.

[108] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/97.

[109] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/97.

[110] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/97-98.

[111] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/98.

[112] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/98.

[113] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/98.

[114] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/98.

[115] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/99.

[116] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/99.

[117] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/99.

[118] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/100.

[119] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/100.

[120] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/100.

[121] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/100.

[122] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/101.

[123] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/101.

[124] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/101.

[125] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/101-103.

[126] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/104.

[127] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/104-105.

[128] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/105-1061

[129] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/106.

[130] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/106-107.

[131] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/107.

[132] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/107.

[133] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/107-108.

[134] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/108.

[135] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/108.

[136] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/108-109.

[137] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/110.

[138] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/110-111.

[139] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/111-112.

[140] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/112.

[141] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/112.

[142] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/112.

[143] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/112-113.

[144] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/113.

[145] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/113-114.

[146] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/114.

[147] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/114-116.

[148] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/116.

[149] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/116.

[150] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/116.

[151] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/117.

[152] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/117.

[153] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/117-118.

[154] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/118.

[155] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/119-120.

[156] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/120.

[157] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/120.

[158] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/121.

[159] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/121.

[160] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/121.

[161] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/121-122.

[162] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/122.

[163] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/122-123.

[164] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/123-124.

[165] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/124.

[166] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/124.

[167] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/124.

[168] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/124.

[169] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/125.

[170] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/125.

[171] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/125.

[172] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/125-126.

[173] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/126.

[174] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/127.

[175] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/127-128.

[176] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/128.

[177] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/128-129.

[178] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/129.

[179] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/129.

[180] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/130.

[181] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/130-131.

[182] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/131.

[183] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/131-132.

[184] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/132.

[185] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/132-133.

[186] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/133.

[187] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/133.

[188] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/133.

[189] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/133-134.

[190] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/134.

[191] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/135.

[192] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/135.

[193] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/136.

[194] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/136.

[195] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/136.

[196] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/136.

[197] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/136-137.

[198] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/137.

[199] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/137.

[200] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/137.

[201] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/137.

[202] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/138.

[203] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/138.

[204] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/138.

[205] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/138.

[206] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/139.

[207] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/140.

[208] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/140.

[209] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/140.

[210] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/140-141.

[211] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/141.

[212] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/141.

[213] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/142.

[214] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/142.

[215] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/142.

[216] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/143.

[217] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/143.

[218] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/143.

[219] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/143.

[220] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/144.

[221] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/144.

[222] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/144.

[223] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/144.

[224] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/144.

[225] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/145.

[226] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/145.

[227] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/146.

[228] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/146-147.

[229] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/147.

[230] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/147.

[231] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/148.

[232] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/148-150.

[233] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/150.

[234] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/151.

[235] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/151-152.

[236] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/152.

[237] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/153-154.

[238] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/154-157.

[239] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/158-160.

[240] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/161-162.

[241] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/163.

[242] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/163.

[243] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/163.

[244] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/163-164.

[245] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/164.

[246] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/165-166.

[247] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/166.

[248] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/166.

[249] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/167-168.

[250] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/168-169.

[251] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/169-170.

[252] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/171.172.

[253] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/172.

[254] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/172-176.

[255] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/177.

[256] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/177.

[257] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/177.

[258] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/178.

[259] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/178.

[260] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/178-179.

[261] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/179-188.

[262] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/188.

[263] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/18.

[264] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/188.

[265] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/189.

[266] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/189.

[267] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/189-191.

[268] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/191-192.

[269] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/192-193.

[270] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/193.

[271] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/193-194.

[272] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/194

[273] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/194.

[274] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/195.

[275] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/195-196.

[276] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/196.

[277] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/196.

[278] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/196-197.

[279] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/197.

[280] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/197.

[281] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/198.

[282] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/198.

[283] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/198-199.

[284] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/199.

[285] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/199.

[286] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/199-200.

[287] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/200.

[288] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/200.

[289] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/201-202.