2- Muamelâtta Haberi Vâhidle Amel Edilip Edilmeyeceği
3- BABASINI VEYA BİR YAKININI ÖLDÜREN BİR ŞAHSI GÖREN KİMSENİN
NE YAPACAĞI
4- NAMAZ, TEŞBİH, KUR'AN OKUMAK, ZİKİR VE DUÂ İLE İLGİLİ
MEKRUHLAR VE KUR'AN OKURKEN SESİ YÜKSELTMEK
İçki İçen Ve Haram Yiyen Kimsenin Elhamdülillah Demesi
Ölü İçin Cenaze Namazı Esnasında Dua
Fazilet Yönünden Mescidlerin Sıralanması
Mescide Hürmet Bakımında Görevlerimiz
Üzerinde "Allah" İsmi Yazılı Olan Kağıt
Üzerinde Fıkıh Ve Kelâm Yazılı Olan Kağıt
Kur'an'ın Bulunduğu Tarafa Ayak Uzatmak
Paraların Üzerine Allah Adının Yazılması
Üzerinde Kitap Bulunan Şahsın Helaya Çıkması
Duvara Ve Bazı Eşyalar Üzerine Kur'an Yazmak
Eskiyen, Yıpranan Kuranı Kerimler
7- SELÂM VERMEK VE AKSIRANA TEŞMİT
Ne, Zaman Ve Kime Selâm Verilmez
Yabancı Bir Kadının Erkeğe Selâm Vermesi
Bir Erkeğin, Yabancı Bir Kadına Selâm Vermesi
Başka Birisine Selâm Göndermek
8- BİR KİMSENİN BAKMASININ VE DOKUNMASININ HELÂL OLDUĞU
VEYA HELÂL OLMADIĞI ŞEYLER
Bir Erkeğin Kendi Karısına Veya Cariyesine Bakması
Bir Erkeğin, Kendisine Nikâhı Düşmeyen Yakın Akrabalarına
Bakması
Bir Kimsenin, Başka Birisinin Cariyesine Bakması
Bir Erkeğin, Hür Olan, Yabancı Bir Kadına Bakması:
Sünnetçi, Ebe Ve Doktorun Bakması
9- GİYİLMESİ MEKRUH OLAN VEYA MEKRUH OLMAYAN ELBİSELER
10- ALTIN VE GÜMÜŞ KULLANMAK ALTIN VEYA GÜMÜŞ KAŞIK
Altın Veya Gümüş Kaşık Ve Diğer Âletler
11- YEMEK YEMEKLE İLGİLİ MEKRUHLAR
Yemekten Önce Ve Sonra Elleri Yıkamak
Yemeğe Başlarken Besmele Çekmek
Zaruret Hâlinde, Başkasının Yiyeceğini Yemek
Bir Babanın, Oğlunun Bir Şeyini Yemesi
Faiz Yiyen, Haram Kazanan Kimselerin Da'veti
Salih Kimsenin, Kötülük Olması Muhtemel Bir Yemeğe Da'vet
Edilmesi
Misafirin Sofraya Başkasını Çağırması
Sofrada, İzinsiz Olarak, Başkasının Yiyeceğini Yemek
13- BİR KİMSENİN ŞEKER, PARA VE BENZERİ ŞEYLERİ SAÇMASI
VE ONLARI KAPIŞMAK
Terkedilen Ölü Hayvanın Derisini Yüzmek
Tarlada Kalan Başakların Toplanması
14- ZİMMET EHLİ VE ONLARA, YÖNELİK HÜKÜMLER HAKKINDADIR.
Kitabî Câriye Ve Nikâhlı Kadın
Ehli Kitabın Kestiği Hayvan Ve Onların Yemekleri
Müşrikin Müslümana Bir Şey Göndermesi
Müslüman İle Zimmî Arasında Muamele
Kâfir Ana-Babanın Nafakası Ve Onlara İyilik
Yahudi Ve Hiristiyana Kâfir Demek
Yahudi Veya Hiristiyana Mektup
Yahudi Ve Hıristiyan Hastaları Ziyaret
Müslümanlığa Ve İrtidâd'a Şehâdet
Müslüman Olmak İstemeyen Ateşperest Köle
Zimmînin Elindeki Müslüman Köle
15- ÇALIŞIP KAZANMAK KAZANÇ ÇEŞİTLERİ
Biz Mütevekkiliz Diyen Tembeller
16- KABİR ZİYARETİ VE MEZARLIKTA KUR'AN OKUMAK KABİR
ZİYARETİ
Mezarlık Ne Zaman Ziyaret Edilir
Kabir Ziyaretinde İhlas Okumak
Başkasının Yerine Defnedilen Ölü
17- ŞARKI SÖYLEMEK, EĞLENMEK, DİĞER GÜNAHLARI İŞLEMEK VE
EMRİ Bİ'L-MA'RUF
Satranç, Tavla Ve Diğer Oyunlar
Yalan Söylemenin Mubah Olduğu Yerler
Hangi Emri Bi'l-Mâ'ruf Kimin Vazifesidir.
Emr-i Bi'l Ma'ruf Nasıl Yapılır.
Hayvanların Boynuna Çıngırak Takmak
18- TEDAVİ OLMAK, İLAÇ KULLANMAK, AZL VE ÇOCUK DÜŞÜRMEK
TEDAVİ OLMAK
Hamile Kadının Tedavi Olması Ve İlaç Kullanması
Nazar Değmesin Diye Kuru Kafa Asmak
Haşaratın Girmemesi İçin Kapıya Muska Asmak
Zamanın Kötülüğü Korkusu Dışarıya Azil
Ananın Sütü Çocuğa Zararı Olursa
Müslüman Olan Yaşu Şahısların Sünnet Olması
Çocuğu Babasının Sünnet Etmesi
Küpe Takmak İçin Kulakların Delinmesi
Tırnak Kesme Veya Tıraş Olma Vakti
Kesilen Saç Ve Tırnak Ne Yapılır?
Cünüp İken Tıraş Olmak, Tırnak Kesmek
20- SÜSLENMEK VE HİZMETÇİ EDİNMEK ERKEKLERİN SAÇ VE SAKAL
BOYAMASI
Saç Ve Sakalın Beyaz Kıllarını Koparmak
Köle Ve Cariyeye İstirahat Ve Namaz Vakti
Köle Ve Cariyeye Kur'an Öğretmek
21- İNSAN VE HAYVANLARIN AMELİYAT EDİLMESİ VE HAYVANLARI
ÖLDÜRMEK
Zararı Yayılacak Bir Uzvun Kesilmesi
Fetret Günlerinde Esirler Ve Zalimler
22- ÇOCUKLARA İSİM KOYMA, LAKAP VERME VE AKİKA KURBANI
Kadının Kocasına İsmi İle Hitap Etmesi
23- GIYBET, HASET, NEMİME VE BİR KİMSEYİ MENETMEK
25- BAŞKASININ İSTEĞİ ÜZERİNE ALIŞVERİŞ YAPMAK
27- ÖDÜNÇ VERMEK VE BORÇ VERMEK
Borcu Yüzünden Hapsedilen Ve Başkalarına Da Borcu Olan
Kimse
Şarap Satarak Borç Ödeyen Hrıstiyan
Alacağını Alıp Tasadduk Eden Şahıs
Borç Alınıp Alınamıyacak Şeyler
Kişinin, Günahkar Olan Karısını Boşaması Gerekmez
Müfti Kendi Mezhebine Göre Fetva Verir
Ölüm Hastalığına Yakalanan Cariyeyi Azâd Etmek
Kadının, Kocasının İzni Olmadan Çocuk Emzirmesi
Evde, Başkası İçin İçki Bulundurmak
Konuşmanın Mekruh Olduğu Haller
Söylenmesi Güzel Olmayan Sözler
Gasbedilen Su İle Alınan Abdest
Merveri, İmâm
Muhammed (R.A.)'in şöyle
buyurduğunu nakletmîştir:
Hakkında nas bulunan
her mekruh haramdır.
Ancak, bîr mekruh
hakkında nas bulunmaz ve "haramdır."diye lafzıne ıtlak olunmazsa, o
müstesnadır. Yâni, böyle bir mekruh, haram değildir.
İmâmı A'ztm Ebû Hsnîfe
(R.A.) ve İmim Ebâ Yûsuf (R.A.): "Mekruh, harama yakın olan şeydir."
buyurmuşlardır. Hidâye'de de böyledir.
Muhtar olan da budur.
Ebû'l-Mekârim'in Serinınde de böyledir.
Bu, kerâhet-i
tahrîmiyye'dir.
Kerâhet-i tenzîhiyye
ise, helâle yakın olan kerahettir. Vikaye Şerhı'-nde de böyledir.
Kcrsfeet: (Lügatte)
İğrenme, tiksinme; istemiyerek, baskı ile yapma demektir.
Istılahta ise,
kerahet: Bir hâlin veya bir hareketin sarîh ve katî bir şekilde değil de,
delâlet suretiyle men olunması demektir. Maa'l-kerâhe: "Mekrup olmakla
birlikte" demektir.
Kerâhet-i tenzîhiyye
ile kerâhet-i tahrîmiyye arasındaki farkı anlamak için, o hâlin veya hareketin
aslı ile ilgili hükme bakılacaktır. Eğer o şeyin aslı hakkında "haramhk
hükmü" sabit olduğu hâlde, bir arızadan dolayı bu haramhk sakıt olmuşsa
(= düşmüşse); bu durumda da, o arızaya bakılacak, şayet bu arıza umum belvâ ise
ve bu hâl herkes hakkında zaruret olursa, bu şekilde ki kerahet, keraheti
tenzîhiyye'dir. Eğer böyle bir zaruret hâli yoksa, bu durumdaki kerahet ise,
kerâhet-i tahrîmiyye olur.
Keza, asıl mübâh
Olursa, yine arızaya bakılır: Şayet, haramlığın bulunmasına, zann-ı galip hâsil
olursa; bu durumda da kerahet, kerâhet-i tahrîmiyye olur.
Durum bunun aksi ise,
kerahet, kerâhet-i tenzîhiyye olur.
Bu durumlarla ilgili
misaller,—yukarıdaki sıraya— şunlardır:
1-) Kedinin
artığı olan su...
2-) Eşeğin
sütü ve eti...
3-) Pislik
yiyen ineğin artığı olan su...
4-) Yırtıcı
kuşların artığı olan su... Hizânetü'J-Fetâvâ'da da böyledir. [1]
Bu bölümde, suların
pisliği, temizliği; mahallin helâlliği, haram-lığı; bu konularda, helâl ve
haram gibi iki ayrı haberin bulunması; pınarın haramlığı ve mübahlığı gibi
haberler vardır.
Sadece diyanet
hususunda, (Yani Allahu Teâlâ ile kulu arasındaki bir ibâdet hususunda) âdil
olan bir kimsenin haberi, —bu kimse, ister kadın, ister erkek olsun; ister,
hür; ister, köle bulunsun; isterse önceden had cezası almış olsun— kabul
edilir.
Bu hususta, şehâdet ve
adet şart koşulmamıştır. Kerderi'nin VedzP-nde de böyledir.
Bu hususlarda,
fâsıkların ve gayr-i müsümlerin sözleri kabul edilmez.
Diyânât hususunda
kâfirin sözü kabul edilmez. Muamelât hususunda olursa, kâfirin sözü kabul
edilir.
Bu da diyâneten kabûlû
tazammun eder. O takdirde diyânât muamelâtın zımmına girmiş olur ve zaruret
hâlinde kâfirin de sözü kabul edilir. TebyîiTde de böyledir.
Bir adam, hizmetçisini
veya mecûsî olan şahsı icarla göndererek et satm aldırır. Ve o:"Ben, bu
eti, yahûdi veya nasrani yahut müslü-mandan satın aldım," derse, o eti
yemeye ruhsat vardır.
Eğer:"Başkasından
aldım." derse, yemeye müsâade yoktur. Bunun ma'nası: Kitabî ve müslüman
olmayan kimsenin kestiğidir. Çünkü, satın aldığı etin haramlılığını, değil,
helâlliğini kabul etmek daha evlâdır. Hidâye'de de böyledir.
Zâhirü'r-rivâyede,
diyânâtta, örtülü (yani gözü görmeyen) kimsenin sözü kabul edilmez.
Sahih olan da budur.
Kâfi'de de böyledir.
Hükümdarın münâdîsinin
(= dellâlinin) haberi ister âdil, ister fâsık ölsün makbuldür.
Cevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Namaz kılmak isteyen
bir yolcu, su bulamaz, yalnız bir kapta su olur; bir adam da,"onun, hasta
bir kimsenin yanında bulunan ve temiz olmayan bir su olduğunu" haber
verirse, bu misafir, o su ile abdest alamaz.
Bu haberi veren şahıs
köle, câriye, veya hür bir kadın olsa bile, âdil bir kimse olması hâlinde hüküm
böyledir.
Eğer haber veren
şahıs, fasık veya gözü kapalı biri olduğunda, bu misafirin re'yi, onun doğru
sözlü bir kimse olduğu şeklinde olsa bile, teyemmüm eder, ve o su ile abdest
almaz.
Şayet önce o su ile
abdest alıp, sonra da teyemmüm ederse, bu daha ihtiyatlı olur. Eğer re'yi
haber veren kimsenin yalancı olduğu hususunda ise, o su ile abdest alır ve
onun sözüne itibar etmez. Bu caiz olur. Bu abdestin Üzerine teyemmüm yapmaz.
Bu, Hakem'ın
cevabıdır, ihtiyata uygun ve efdâl olanı ise, abdest aldıktan sonra yine
teyemmüm eylemektir. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet, suyun pis
olduğunu söyleyen bir zimmî ise, onun sözüne güvenilip kabul edilmez.
Eğer, kalbinde onun
doğru söylediğine dâir bir güven varsa; bu takdirde, ei-Asi'da: Bana sevimli
olan, o su kullanılır; sonra da teyemmüm yapılır. Şayet, o su ile abdest alıp
onunla da namaz kılarsa, namazı caiz olur", denilmiştir.
Eğer, suyun pis
olduğunu söyleyen bir çocuk veya akıl erdiremiyen bir bunak ise, bunların sözü
de zimmînin sözü gibidir. Çünkü bunlarda ehliyet yoktur. Fetâvâyi Kâdihân'da da
böyledir.
Bir adam et satın
alıp, onu teslim aldıktan sonra, sözüne güvenilir bir müslüman, "onda
domuz eti katışık olduğunu"ona haber verse artık onu yemesine ruhsat
yoktur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir müslüman satın
aldığı bir eti teslim alır; diğer bir müslüman-da "onu, bir mecûsinin
kestiği" haber verirse, bu müşterinin, o eti yememesi gerekir. Baş kasına
da yediremez. Çünkü haber veren şahıs, onun, bizzat haram olduğunu"
söylemiştir. Bu mülk bâtıl ve bizzat haramdır. Ve bu, Allah hakkıdır. Haber-i
vâhidle sabit olmuştur.
Ancak mülkün butlanı
sabit olmasaydı, haber-i vahid ile ( = bir kişinin söylemesi ile) haramlığı
sabit olmazdı.
Burda mülkün batıl
olmasıyla haramlığın sabit olmasında zaruret yoktur. Eğer mülkün sabit olmasına
rağmen, haramlığı sabit olmuş olsaydı, bu takdirde, o et, satıcısına geri
verilmezdi.Bey (= satış) bâtıl oluncada, parası orada bırakılmazdı. Şayet eti
eline almış olduğu halde, parasını verip satın almamış olsaydı ve bir müslüman
da "onu kesenin mecûsi olduğunu" söyleseydi, onu yemesi helâl
olmazdı. Veya, bu şahıs o ete miras veya bağış gibi, başka bir sebeple sahip
olsa ve sonra da güvenilir bir müslüman, "onun, aynen haram olduğunu"
haber verseydi yine, onu yemek helâl olmazdı. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir adam, bir yiyecek
veya bir câriye satın alır veya, bir miras isabet eder yahut kendine bir bağış
yapılır veya sadaka verilir veyahut da kendine bir şey vasiyyet edilir ve
güvenilir bir müslüman gelerek,' 'gerçekten bu şahıs, senin aldığın şeyi filan
oğlu filandan gasbeyledi." diye şahitlik ederse; bana en sevimli olanı,
bunları yememek ve bunları almamaktır. Eğer bunlardan kaçınmaz ve alırsa, buna
da ruhsat vardır.
Keza yiyecek ve içecek
bir adamın elinde bulunur ve o, diğer bir şahsa, onu yiyip içmesi hususunda izin
verir, güvenilir bir müslüman da:"Bu filanın elinden zoraki
alınmıştır." der; onu elinde bulunduran şahıs da: "Yalan
söylüyor." diyerek, onu yalancılıkla itham ederse, bana sevimli olan, yine
ondan kaçınmaktır.
Eğer yer, içer veya
abdest alırsa, bunada ruhsat vardır. Şayet başka su bulunmaz ve kendi de
misafir olursa, o su ile abdest alır; teyemmüm eylemez. Hidâye Şerhi Aynî'de
de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.),
el-Asıl'da bu hususu zikretmemiştir. Bir adam, elinde olan bir şeyi, yemesi ve
içmesi için başka birine
verir; güvenilir, adil
bir kimse de "bu şeyin gasb olmadığını, bu adamın kendi malı
olduğunu" haber verirse, âlimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir.
Fakıyh Ebû Cîer
el-Hindüvânî: "Bundan kaçınılmaz. Çünkü iki haberde taarruz yoktur. Ve bu
durumda, —söyleyen fâsık olmadıkça— hilâfsız, aslının mubah olduğuna itibar
edilir." buyurmuştur.
Bazı âlimler ise:
"Kaçınılır." demişlerdir.
Sahih olan da budur.
Buna binâen; bir adam,
et satın almak istediğinde, âdil olmayan birisi: "Satın alma; bunu mecûsî
kesti." der; kasap da "Satın al gerçekten, bunu müslüman
kesti."der ve bu kasap güvenilir bir kimse olursa; onun sözüyle kerahet
kalkar.Bu Ebû Cafer, Ali ve diğer âlimlerin kavlidir. Mntayt'te de böyledir.
Bir kimse, bir şeyler
yiyip içmekte olan, müslüman bir topluluğun yanına vardığında, orada bulunan
güvenilir bir müslüman: "Bu et mecûsî kesmesidir ve içilen şeye içki
katılmıştır." der; başka birisi de sonradan gelip, da'vet edilen bu
zata:"Hayır, helâldir; yiyip - içebilirsin. derse; bu durumda onların
haline bakılır: Eğer yiyip içenler, güvenilir kimselerse, ikincinin sözüne
itibar edilmez ve o sofraya yaklaşılmaz.
Bu haberi veren
şahısların müslüman köle, erkek ve kadın obuası müsavidir.
Eğer bir tarafta iki
kişi, diğer tarafta bir kişi varsa, haberi duyan şahıs kanaatinin kuvvetine
göre amel eder.
Eğer, bu hususta bir
kanaati yoksa, iki kişinin veya tek kişinin sözüyle yiyip içmesine de ruhsat
vardır.
Su ile abdest almak ta
böyledir. Eğer re'yi, onun temiz olduğu şeklinde ise abdestini alır.
Şayet helâl olduğunu
söyleyen iki köle; haram olduğunu söyleyende, bir hür ise; yine yiyip
içmesinde bir beis yoktur.
Eğer, iki köle haram
olduğunu sanıyor ve bir hür de helâl diyorsa; bu şahsın yememesi daha uygun
olur. Eğer haber verenler, —hür olsun, köle olsun güvenilir kimseler
değillerse; davet edilen şahıs kendi re'yinin ekserisine uyar.
Eğer, söyleyenler
güvenilir iki köle ve iki hür iseler, hürlerin sözünü alır. Mebsût'ta da
böyledir.
Şayet iki taraftan
biri, iki adil, hür; diğer taraf da Üç köle ise; üç kölenin sözüne uyulur.
Eğer iki taraftan
birinde iki âdil ve hür var; diğer tarafta ise, dört köle varsa; dört kişinin
sözü tercih edilir.
Hülâsa kölenin ve
hür'ün diyânât hususundaki haberi müsavidir. Şayet iki taraf da âdil ise, çok
olan taraf tercih edilir. İki taraf da âdil ve eşit ise ahkamdaki hüccetleri
tercih edilir. Bunda da müsavi iseler, taharri tarafları tercih edilir.
Keza, bir tarafta iki
erkek, diğer tarafta bir erkek iki kadın varsa, o taraf tercih edilir. Çünkü,
onların sayılan çoktur. Zehyre'de de böyledir.
Müslüman bir adam,
"diğer bir adamın yanında bulunan cariyenin, başka bir adamın cariyesi
olduğuna" şehâdette bulunur ve "câriye elinde bulunan zatın, onu
gasbeylediğini" söyler adam da bunu inkâr eder ve kendisi de güvenilir bir
kimse olmazsa; bana sevgili olan-î o cariyeyi satın almamaktır. Eğer, bir
kimse satın alıp ona cima yaparsa; buna da ruhsat vardır.
Şayet onun, aslen hür
olduğunu veya elinde bulunanın cariyesi olduğunu haber verirse, onu azad eder.
Bu, bunu söyleyen şahsın, güvenilir, doğru sözlü bir müslüman olması hâlinde
böyledir. Mebsût'ta da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [2]
Muamelatta, haber-i
vâhid, bu şahıs ister âdil, ister fâsik, ister köle ister erkek, ister kadın,
ister müslüman isterse kâfir olsun kabul edilir.
Zarurete binâen ve
güçlüğü kaldırmmak için böyle hareket edilir. Vekâletler, mudârabeler,
gönderilen elçiler, ticarette kendilerine izin verilenler gibi mes'eleler hep
muamelattandır. Kâfı'de de böyledir.
Âdil olsun veya
olmasın, muamelâtla ilgili haberlerde, bir kişinin söylediğinin doğru olup
olmadığı hususunda elbette re'yin galebesine itibar edilir. Eğer haber verenin
doğruluğuna zann-i galip gelirse, onunla amel edilir; değilse amel edilmez.
Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir adamın cariyesini,
başka bir adam alıp satmayı murad ederse işte bu mekruh olur. Ancak kerahatla
beraberde caiz olur.
Şayet önceki sahibi,
müşterinin satacağını bilir veya ona satmas' için izin verirse, o zaman onu
satın almakta bir kerâhat olmaz.
Eğer, câriye yanında
bulunan zat:"Ben bu cariyeyi satın aldım." veya "Bana hediye
edildi, "yahut1'Bana tasadduk edildi. Veya "Bunu satmaya, ben vekil
edildim, der ve bu şahıs âdil bir müslüman olursa; satışı caiz olur.
İmâm Muhammed (R.A.):
Burda, câriye yanında bulunan şahsın âdil dit müsiüman olması şarttır;
denilmişse de, adaleti şarttır; fakat, müs-lüman olması şart değildir."
buyurmuştur.
Hâkim Eş-şehM ise,
Muhtasar isimli kitabında, adaleti söylemiş, islâmiyet i zikretmemiştir.
Şayet câriye yanında
bulunan şahıs, fasık bir kimse ise, kendisinin haberi ile muamelenin mübahlığı
sabit olmaz; taharri etmek (= araştırmak) gerekir.
Eğer araştırma sonunda
onun söyledikleri doğru çıkarsa, ondan bu cariyeyi satın almak caiz olur.
Şayet taharri sonucu
yalanı meydana çıkarsa, ondan, bu cariyeyi satın almak helâl olmaz. Her ne
kadar onun hakkında baki bir re'yi olmasa bile böyledir.
Eğer satın alacak zat,
o cariyenin yanında bulunan adamdan başka birinin olduğunu bilmiyor ve, câriye
yanında bulunan şahıs da "Bu câriye, filanın malıdır, o satmak için beni
vekil eyledi." derse, bu durumda müşterinin onu satın almasına ruhsat
yoktur.
Eğer, satın alan
şahıs, o cariyenin başkasının olduğunu veya ona satma izni verdiğini bilmiyor;
câriye elinde bulunan şahıs da, böyle bir şey söylemediyse; o zaman, o adamdan
o cariyeyi satın almasında bir beis yoktur. Câriye elinde bulunan adam fasık
olursa bile, bu böyledir.
Yalnız, ekseri re'ynıe
göre, böyle bir cariyenin, bunun gibi bir adamın yanında olamıyacağı, günlük
yiyeceğini bulamıyan bir şahsın yanında, böyle güzel bir câriye bulanıyacağı
kanaati olursa, —cahil bir adamın elinde olan bir kitap gibi, (ki onun babası
bile o kitaba ehil değildir) işte o takdirde, müstehâp olan, böyle bir
cariyeyi almaktan kaçınmak ve hediye de edilse, sadaka da verilse onu kabul
etmemektir.
Böyle bir cariyeyi,
öyle bir hür kadın da getirse cevap aynısıdr.
Eğer böyle bir
cariyeyi bir köle veya câriye satacak olursa; uygun olan, onlardan almamaktır.
Sormadan öyle bir şeyi
hediye ve sadaka olarak kabul etmekde münâsip değildir.
Şayet, sorulur ve köle
"onun satımına veya bağışlanmasına yahut tasadduk edilmesine efendisinin
izin verdiğini" söyler ve bu köle, doğru sözlü, güvenilir bir kişi olursa;
ondan satın almakta bir beis yoktur.
Fakat, bu köle fâsık
birisi ise, o zaman araştırma yapmak gerekir. Taharrîsi bir sonuç vermez ise,
öylece kalır.
Şayet hür veya köle
olan küçük birisi, bir köleyi veya cariyeyi satmaya getirirse; sormadan önce,
onu satın almaya ruhsat yoktur. Her ne kadar, satıcı me'zun bir kölede olsa
bile alıcı taharrî yapar. Taharrisi bir netice vermezse, önceki hâli üzere
kalır.
Eğer, küçük bir çocuk,
getirdiği bağış yapmak veya tasadduk etmek istese; uygun olan, —sormadan— onu
kabul etmemektir.
Eğer, çocuk: "Ben
satışa da bağışa da tasadduka da izinliyim." derse, alıcı yine de
araştırma yapar. Ve taharrisi sonunda hüküm verir.
Şayet taharrisinden
bir sonuç alamazsa; eski hali üzere kalır. (Yâni onu ne satın alır; ne de bağış
ve sadaka olarak kabul eder. İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur.
Araştırma yaptıktan
sonra, eğer çocuk:"Bu benim babamın malıdır." veya "Filanın
malıdır.*' yahut "Efendimin malıdır-" der ve devamla: "Bunu
sana hediye olarak (veya tasadduk olarak) yolladı." derse; ona inanır ve o
şeyi kabul eder.
Fakat çocuk: "Bu
bizim malımızdır. Bize, babamız, bunu sana bağış yapmaya (veya tasadduk etmeye)
izin verdi derse, uygun olan, onu kabul etmemektir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir fakire, bir köle
veya câriye, efendisinden bir sadaka getirse, fakir taharrî yapar. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, kölesinin
veya küçük çocuğun odasına girmesine izir verse; kıyâs taharri etmektir.
Ancak insanların âdeti
bunların men edilmemesi şeklinde ise, o zaman, bunlar taharrîsiz de içeri
girebilirler. SHcM-Vefchfc'da da böyledir.
Akıllı bir sabî,
bakkala veya benzeri bir yere gelip, "annem söyledi."diyerek bir
şeyler satın almak isterse, Şcyhâ'l-tnân Httvâıi "Eğer sabun veya benzeri
bir şey isterse, ona satış yapmakta bir beis yoktur. Eğer kuru üzüm veya
çocukların âdet olarak yedikleri sebze, helva gibi şeyleri isterse, ona satış
yapmak uygun değildir" demiştir.
de böyledir.
Bir câriye, bir adama:
"Efendim, beni sana hediye olarak gönderdi." derse; onu almaya
ruhsat vardır. Çünkü, muamelat da bir kişinin sözü makbuldür. Akıllı olması
şartıyle hangi sıfatta olursa olsun fark etmez.
İcmâ, bunun
üzerinedir.Canüü's-Sâğır'de böyledir.
Sırâcül-Vehbâc'da ve
Hidâye Şerhi Aynî'de de böyledir.
Bir adam, bir
cariyenin bir adamın cariyesi olduğunu tanır; o câriye de bunu doğrular; sonra
da aynı adam, o cariyeyi başka birisinin yanında görür ve câriye yanında
bulunan adama:Bu câriye filan adamın yanında idi ve o adam bu cariyenin
kendisinin olduğunu iddia ediyor, cariyede bunu kabul ediyordu." der;
eriye yanında bulunan şahıs da: "Evet öyle; ancak; câriye benim idi. Ben,
o adama öyle söylemesini gizlice söyledim. Câriye de onun sözünü
doğrulada." der; böyle söyleyen kimse de güvenilir, bir müslüman olursa;
bunu dinleyenin o cariyeyi, ondan satın almasında bir beis yoktur.
Eğer, dinleyen şahsın
eksen re'yi, câriye yanında olanın yalancı olduğuna ise, artık o cariyeyi
ondan satın alması uygun olmaz. Ve, onun bağışımda, sadakasını da kabul
eylemez.
Böyle olmaz da, câriye
yanında plan zat:"câriye benimdi; filan bana zulmeyledi ve benden cariyeyi
zoraki aldı. Bende sonra ondan geri aldım." derse, bunu duyan şahsın onu
satın alması, bağış olarak veya sadaka olarak kabul etmesi uygun olmaz. Böyle
söyleyen şahıs, ister güvenilir, bir zat olsun; isterse güvenilir olmasın,
fark etmez. Şayet câriye elinde bulunan şahıs, gasben aldığını değil, ölüm
tehdidi ile aldığını iddia ederse, mesele yukardakine muhalif olur. Çünkü gasb
kötü bir iştir; sahibinin sözü kabul edilmez. Fakat, telcie (= ölüm tehdidi)
kötü bir işten haber vermektir ve onun sözü kabul edilir.
Câriye yanında bulunan
zat: "Filan bana zulmedip, cariyeyi elimden zoraki aldı; sonra da
zulmünden vazgeçti; cariyemi bana geri verdi.'* derse, güvenilir birisi olması
hâlinde sözü kabul edilir. Ve ondan, câriye satın alınır.
Eğer: "Benden
zoraki aldı. Ben de onu hâkime şikâyet eyledim. Hâkim de beyyinemi kabul
ederek, cariyeyi bana hükmeyledi." veya "O yemin edemediği için, bana
hükmeyledi." derse, bunu işiten şahsın, onun sözünü, kabul etmesi —o
şahsın, sözüne güvenilir bir kimse olması hâlinde— caiz olur.
Şayet haber veren
şahıs yalancı birisi olur ve buna dinleyicinin zanni galibi bulunursa, bu
durumların hiç birinde, onun sözünü kabul eylemez. Eğer o şahıs:"Hâkim
bana hükmeyledi ve ondan alıp bana verdi." veya "Hâkim cariyeyi bana
hükmeyledi; ben de o adamın evinden, cariyeyi, ev sahibinin izniyle veya
izinsiz olarak aldım." derse, doğru sözlü birisi olması hâlinde sözü kabul
edilir.
Şayet: "Hâkim,
cariyeyi bana hükmeyledi de adam hükmü inkâr etti bende cariyeyi ondan
aldım." derse, —her ne kadar doğru sözlü olsa bile— onun sözünü kabul
etmek uygun olmaz.
Meselâ "Ben, bu
cariyeyi filandan satın aldım; parasınıda nakden ödedim. Sonra da adam satışı
inkâr eyledi. Ben de cariyeyi ondan aldım" derse, onun, bu sözünü kabul
etmek,uygun olmaz.
Şayet bir
adam:"Ben, bu cariyeyi filandan satın aldım; parasını da peşinen ödedim.
Ve onun emriyle de cariyeyi teslim aldım." der; bu adam da muhatabınca
güvenilir, doğru bir adam olur ve ona, başka bir adam:"Gerçekten filân bu
satışı inkâr eyledi." der; ikinci adam da güvenilir, sözü doğru birisi
olursa, muhatap ona kulak vererek, o cariyeyi satın almaz. Satın alması —her ne
kadar ikinci haberi veren zat güvenilir olsa bile— uygun olmaz.
Ancak muhatapların
ekseri kanaati, ikinci adamın doğru söylediği şeklinde ise, bu böyledir. Eğer
ekseri kanaati, yalan söylediği şeklinde ise, cariyeyi satın almasında bir
sakınca yoktur.
Eğer her ikisi de
güvenilir kişiler değil muhatabın ekseri kanaati da, ikinci kişinin doğru
söylediği şeklinde ise, yine o cariyeyi satın alması uygun olmaz ve onun sözü
kabul edilmez. O da ikinci kişinin yerindedir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bir adam, câriye satan
birisini görür; o cariyenin de bir başkasına ait olduğunu tanır; iki âdil
şahit de onun efendisinin, o adam tarafından satılmasını "emrettiğine
şahitlik yaparlar; parasını verip, cariyeyi teslim alır; sonra da bu cariyenin
efendisi emrini inkâr ederse, müşterinin onu men etmesi ve: "Hakime
müracaat et." demesi gerekir.
Şayet hâkim, bu
cariyeyi efendisine hükmederse, bu durumda müşteri, onu elinde tutamaz.
Ancak yeni şahitlerle,
"onun, cariyeyi satan şahsı vekil ettiğini'* isbat ederse, o zaman câriye
kendisine hükmedilir. Serahâ'nin Muhıyt'-nde de böyledir.
Bir adam:
"gerçekten filan adam, kendi evinde olan cariyeyi sat-mamı.bana emretti ve
teslim etmemi de söyledi." derse; onu müşteriye satmasında ve onun da
teslim almasında bir sakınca yoktur. Satıcı ister güvenilir birisi olsun,
isterse olmasın farketme". Müşterinin satmasında ve onun da teslim
almasında bir sakınca yoktur. Satıcı ister güvenilir birisi olsun, isterse
olmasın farketmez. Müşterinin onun doğru söylediği hususunda kalbi bir kanaati
olursa bu, böyledir. Böyle olmaz ve o şahsın yalancı olduğunu bilirse,
—cariyeyi satın aldıktan sonra veya satın almadan önce— bu cariyenin
efendisinden emir almadan itiraza hakkı yoktur.
Eğer cariyeyi alıp ona
cima eder sonra da, kalbine onu satanın yalancı olduğu düşerse; bu yöndeki
zannı da gâlipse, tam ve doğru haber alana kadar cariyeye cimadan uzak kalır.
Bu insanlardan bir
inkâr olmaz ve cariyenin meşru satıldığını söylerlerse, câriye kendisinin
olur.
Eğer haber bunun
aksine olursa, cariyeyi geri verir ve parasını, onu satan şahıstan geri alır.
Cariyenin efendisine de cariyeye cima eylediğinin sadakasını verir. Mebsût'ta
da böyledir.
Şayet, bir adam:
"Ben filanın vekiliyim; onun şu küçük (veya deli) kızını sana şahitler
huzurunda nikah ediyorum." derse; o adam, o kızı alıp, ona cima
edebilir.
Şayet, babası ölmüş ve
bu kız kardeşinin evinde ise, kardeşi ikrar etmedikçe, bu nikâh işi yapılmaz.
Fetâvâyi Altâbiyye'de de böyledir.
Bir adam, bir kadım
nikahlayıp, ona cima etmeden başka bir yere gider; başka bir adam da, bu
kadının, irtidad eylediğini" söyler ve bu şahıs sözüne güvenilir bir kimse
olursa —hür olsun, köle olsun; kazf haddi görsün— o sözün doğruluğunu tasdik
etme ruhsatı vardır. Ve, bu şahıs, onun harcinde, dördüncü bir kadım alabilir.
Eğer, bu haberi veren
şahıs güvenilir birisi değilse adam da onun doğru söylediğine ihtimâl
veriyorsa, hüküm yine böyledir.
Eğer zann-i galibi
onun yalan söylediğine ise, üçten fazla kadın alamaz.
Şayet bir haberci, bir
kadına haber vererek: "Kocan irtidat etti." derse; Asi kitabında:
"îstihsânen, o kadın başka kocaya gidebilir." buyrulmuştur.
Bu haberi verenin
kadın veya erkek olması müsavidir. Siyer kitabında ise: "Bu kadın, iki
erkek veya bir erkek ile iki kadın şahitlik yapmadıkça başka bir kocaya
gidemez." denilmiştir.
Şemsii'l-Ennme
Se»hrf'de:"Kocaya gider; çünkü, bu haber kan-kocayı birbirinden ayırır. Bu
hususta erkeğin irtidad etmesi ile kadının irtidad etmesi arasında bir fark
yoktur." demiştir.
Eğer kadm küçük olur
ve ona bir adam haber vererek: "Ona, anasının veya bacısının
emzirdiğini" söylerse, bu haber sahih olur.
Şayet, onunla
evlenirken onun mürted olduğunu veya süt kardeşi bulunduğunu haber verir ve bu
haberi veren şahıs da güvenilir birisiyse, o adamın, iki âdil şahit dinlemeden
yapacağı bir şey yoktur. Çünkü haberci akdin fesadını haber vermiştir. Bu ise,
tek kişinin haberi ile bâtıl olmaz. Önceki ise, bunun hilafına idi.
Bir adam, bir kadına
gelerek "nikahının aslının fâsid (= bozk) olduğunu" veya
"evleneceği şahsın, onun süt kardeşi olduğunu" yahut "mürted
olduğunu" söylerse; bunları söyleyen zatın güvenilir biri olması hâlinde,
o kadm, o adamla evlenemez. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Kadın mtiştehâden
olur; bir adam da ona, "kocasının babasının veya oğlunun, onu şehvetle
öptüğünü" haber verir; adamın kalbinede onun doğru söylediği gelirse, onun
bacısını alabilir.
Eğer "emişmeyi
veya sıhriyeti" nikahtan sonra söylerse, hüküm bunun hilafına olur. Çünkü
koca niza edebilir. Şayet kalbi, söylenene kanaat ederse, onu kabul etmesi de
lâzım olur. Kerderî'nin Vecîri'nde de böyledir.
Bir kadının, kocası
kaybolduğunda, ona sağlam olmayan bir adam, boşama mektubu getirir; kadın ise,
o yazının kocasına ait olduğun bilemez ancak "kocasının kendisini boşamış
olduğuna" galip re'yi bulunursa, o takdirde, iddetini bekler ve başka
kocaya gidebilir. Mn-hıyt'te de böyledir.
Bir adam, karısından
gâib olduğunda, bu kadına bir adam gelerek "kocasının, onu Üç talâk
boşadığmı" haber verir, bu adam da güvenilir birisi olursa (veya
kocasının öldüğünü söylerse) o zaman, kadın iddetini bekler ve başka kocaya
gidebilir.
Eğer, haber veren
şahıs, fâsık biriyse, kadın araştırma yapar; sonradan güvenilir bîr kişi, bu
haberi doğrul arsa; kadın ona itimad eder.
Şöyleki, o
adam:"Ben, onu ölü olarak gördüm." veya "Cenazesinde
bulundum" derse sözüne inanır.
Yok: "Bana da,
sana haber veren şahıs söyledi." derse, onun haberine de itibar etmez.
Şayet bir kişi,
"öldüğünü"; iki kişi de "yaşadığım" haber verir ve ölümünü
söyleyen: "Ben, ölüsünü gördüm." veya "Cenazesinde bulundum."
derse; bu kadım iddet bekledikten sonra kocaya gitmesi helâl olur. Eğer,
yaşadığım söyleyenler, hayat tarihini söylerler ve o tarih de ölümünü
söyleyenden sonra olursa, onların sözü üstün olur.
Eğer, iki kişi
"öldüğünü" veya "öldürüldüğünü" söyler; başka iki kişi de
"yaşadığını söylerse" bu durumda öldüğünü söyleyenlerin sözü evlâ
olur. Muhıyt'te de böyledir.
tki âdil kişi bir
kadına: "Seni, gerçekten kocan üç talâk boşadı. '' derler; koca da bunu
inkâr eder; sonra da bu iki kişi, hâkimin önünde şehâdette bulunmadan önce
gâib olur veya ölürlerse, bu durumda kadın, o kocayla bir arada bulunamaz.
Başka bir kocaya gitmesine de ruhsat olmaz. Şerahsî'nin Muhiyt'nde de böyledir.
İki şahit, kadının
huzurunda, bir kadını, kocasının boşadığına şahitlik yaparlar ve kadının kocası
hazırda yoksa; bu kadının iddetini bekleyip, başka kocaya gitmesine ruhsat
vardır.
Eğer kocası huzurda
ise, böyle yapamaz. Fakat kocasının yanında da duramaz. Keza kadın, kendi
kulağı ile kocasının üç talâk ile kendisini boşadığım duyar; kocası da bunu
inkâr ederek yeminde eder; hâkim de bu kadını, kocasına iade ederse, bu
kadının, o kocanın yanında durmasına ruhsat yoktur. Bu kadının, kocasından
kaçınması uygun olur. ondan kaçtığı zaman, o kadının iddet sayıp, kocaya gitme
müsâadesi de yoktur. Şemsa'l-Eimme Serths şöyle buyurmuştur:
Bu kadın, kaçarsa;
onun iddet sayması ve başka kocaya gitmemesi, hüküm bakımından uygun olur.
Amma Allahu Teâlâ ile kendi arasında olan, o kadın iddetini tamamladıktan
sonra başka kocaya gider. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kadın, başka bir
erkeğe: "Beni, kocam üç talâk boşadı. îd-detim de tamam oldu." der ve
bu kadın, sözüne güvenilir biri olursa; o adamın, bu kadınla evlenmesine ruhsat
vardır. Eğer kadın fâsıka ise, araştırma(= taharri) gerekir. Ve taharrî sonuna
göre amel edilir. Zehıy-re'de de böyledir.
Üç talâk boşanmış bir
kadın, eğer: "İddetim bitti. Başka bir kocaya vardım. O da bana cima
yaptı. Sonra da beni boşadı. Yine iddetim tamamlandı." derse; önceki
kocasının, onunla evlenmesinde bir beis yoktur.
Eğer kadın sözüne
güvenilir bir kadın olur ve adamın da kalbi onun doğruluğuna kani olursa, bu
böyledir.
Şayet kadın, önceki
kocasına: "Ben, sana.helâl oldum." derse, o adamın o kadınla
evlenmesi, —iyice araştırma yapmadan; ikinci kocasının ona cima yapıp
yapmadığım öğrenmeden önce yalnız onun haberiyle ve ona itimat ederek onu
nikahlaması helâl olmaz.
Küçük bir câriye, bir
adamın yanında bulunur ve bu adam "onun, kendi cariyesi olduğunu"
iddia eder; câriye büyür ve başka bir beldede o adama rastlayıp: "Ben,
aslen hürreyim." derse, o adamın onunla evlenmesine ruhsat yoktur. Eğer:
"Ben, câriye idim. Beni o azâd eyledi." der; bu adama göre de, o
câriye sözüne güvenilir birisi olur veya kalbi onun doğruluğunu tasdik ederse;
onunla evlenmesinde bir beis görülmez. Mebsût'ta da böyledir.
Hür olan bir kadın,
bir adamla evlendikten sonra, başka bir erkeğe: "Gerçekten benim nikâhım
fâsid (= geçersiz)Mir. Zira kocam, gayr-ı müslim, idi" derse bu sözü kabul
edilmez ve onunla evlenilmez. Çünkü o, fena bir haber vermiştir.
Eğer: "Nikahtan
sonra beni boşadı." veya "îrtidad eyledi" derse; onun haberini
kabule ruhsat vardır ve onunla evlenir. Çünkü verdiği haber ihtimal
dahilindedir.
Önceki nikâhının
bozukluğunu haber verirse, sözü kabul edilmez.
Şayet nikâhtan sonra,
"bir arıza yüzünden haram olduğunu" haber verirse (süt emişme ve
emsali gibi) sözüne güvenilir. Kalbinde bunların doğruluğuna dair bir kanaat
bulunan kimsenin bu kadını nikahlamasında bir beis yoktur. Fetâvâyi
K&dİhân'da da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [3]
Diyânâtta ve
muamelâtda, kuvvetli rey ile amel etmenin caiz olduğunu bilmek gerekir.
Kanlarda (= adam
öldürmelerde) de zann-i galib ile amel etmek caizdir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın evine,
geceliyin başka birisi, kılıcı parlıyarak veya elinde süngüsüyle yahut benzeri
bil halle girer; ev sahibi de onun bir hırsız veya hırsızlardan kaçan birisi
olduğunu bilemezse, o zaman, kanâatinin fazla olduğu yöne hükmeder: Kanâati,
onun hırsız olduğuna ve mahnı alacağına, kendini öldüreceğine dâir ise, ev
sahibinin kılıcını çekip onu öldürmesinde bir beis yoktur. Şayet zann-ı galibi,
onun hırsızlardan kaçtığına dâir ise, acele edip onu öldürmesine ruhsat
yoktur. Ancak ve ancak, eve girenin tutum ve davranışına çok dikkat eder. Birde
daha önceden o adamın iyi insanlarla düşüp kalktığını biliyorsa, onun
hırsızlardan kaçtığına; hırsızlarla oturup kalktığını biliyorsa, onun bir
hırsız olduğuna delâlet vardır. Mebsut'ta da böyledir.
Âlimler şöyle
demişlerdir:
Dâr-i harpde müslümanlann
karşısına bir cemâat çıkar ve onların durumlarından düşman mı müslüman mı
olduklarının anlaşılması zor olursa; müslümanlar taharri yaparak, onların
kimliklerini öğrenirler. Mu-hıyt'te de böyledir.
Fakıyh Ebu Cafer'den
soruldu:
—Bir adam başka bir
adamı, karısı ile bir arada görse; onu öldürmesi helâl olur mu? O, şu cevabı
verdi:
—Eğer adam, o gördüğü
adamı tanıyor ve silahsız olarak, vurmakla çağırmakla zinadan kaçacak birisi
olursa, onu öldürmez. Ve onunla silah silaha girmez. Eğer bunun aksine olarak
biliyorsa, o zaman onu öldürmesi helâl olur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, kendi
karısını veya cariyesini bir başka erkekle bir arada bulur ve zanni galibi,
onun zina etmek istediği şeklinde olursa, onu öldürür..
Şayet karısını veya
bir mahremini görür ve onun zina etmeye kasdi olduğuna kanaati hasıl olursa,
hem erkeği hem de kadmı birlikte Öldürür.
Keza sahrada bir adam
gelerek, diğerinin malını almak ister ve alınacak mal, on dirhem gümüş veya
daha fazla olursa; o malın sahibi, onu vermek istemez ve gücü yeterse diğerini
öldürür.
Şayet on dirhemden az
ise, onunla döğüşür; fakat öldürmez.
Bir adam, diğer bir
adamın, karısıyla veya başka birinin karısıyla zina ettiğini görüp, hemen
çağırır; diğeri derakap gitmez ve zina yapmaktan da vaz geçmezse, gören adamın
onu öldürmesi helâl olur ve kısas gerekmez.
Keza bir adam malının
çalındığını görüp hemen çağırır; o adam vazgeçip gitmez veya duvarını yahut
başka birisinin duvarını deldiğini görür ve o adamın hırsızlığı ma'ruf olur;
ona çağırır ve şayet o vazgeçmez, çekip gitmezse katli helal olur, öldürene
kısas gerekmez.
Bir adam, bir oğlanı
veya bir kadını fuhşiyata zorlarsa, onlar kıtale kalkışırlar. Fuhşiyata
zorlanan kimsenin, zorlayanı men etmeye gücü yetmez ve onu öldürürse, ölenin
kanı boşa gider, (yâni onu öldürene bir şey gerekmez.) Hızâneüi'l-Fetâvâ'da da
böyledir.
Bir adam, görmediği
bir kadını nikahladığında, başka bir adamda: "Bu senin karındır.*' derse;
bu şahsın, onun sözüyle o.kadına cima etmesine ruhsat vardır. Ancak, bunun
için, haber veren adamın güvenilir birisi olması veya onun doğru söylediğine
kanaat getirmesi gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [4]
Bir adam, diğer bir
adamın, babasını kasden öldürüldüğünü görür; öldüren de bunu inkâr eder veya
öldüren adam, ölenin oğluna: "Gerçekten onu ben öldürdüm; çünkü, o benim
babamı kasden öldürmüştü." yahut
"O îslâm dininden döndü." der; oğlan da onun söyledikleri hakkında
hiç bir şey bilmez; ölenin de ondan başka hiç bir vârisi olmazsa; bu durumda o
oğlan için, babasını öldüreni öldürme ruhsatı vardır.
Ölenin oğlu,
"babasını, o şahsın öldürdüğüne dair" beyyine ibraz eder; hâkim de
babasının yerine, onu kısas yapmasına hükmederse; o zaman da, onu öldürmesine
ruhsat vardır.
îki şahit şehâdette
bulunarak, öldürülen adamın oğluna babasını, o adamın öldürdüğünü"
söyleseler; hâkimin hükmü olmadıkça, onların şehadetiyle, o adamı öldüremez.
Çünkü şehâdet, hakkı gerektirmez.
Kati açığa çıkar veya
maktulün.oğlu, katilin ikrarını duyar yahut hâkimin hükmü açıklanırsa; oğlanın
katili katletmeye hakkı vardır.
îki şahit, oğlanın
yanında şahitlik yaparlarsa, hâkim hükmetme-dikce, Öldürmesine ruhsat yoktur.
Katil iki şahit
getirir; bunlar ölenin oğluna şehâdette bulunurlar ve "onun babasının, bu
adamın babasını kasden öldürdüğünü; bunun da onun için öldürdüğünü"
söylerse; şahitlerin şehâdetlerini incelemeden, bu oğlanın, o adamı öldürmede
acele etmesi uygun olmaz.
Şayet böyle olduğuna
şahitlik yapan iki kişi, kazf cezası almış veya ikisi de köle yahut sözlerine
güvenilir kadınlar olur; onlarla birlikte hiç bir erkek de bulunmaz veya ikisi
de fâsık kişilerden olurlarsa; o zaman öldürülen zatın oğluna, babasını
öldüreni öldürme ruhsatı vardır. Bu hususu daha iyi tesbit etmesi daha hayırlı
olur.
Şayet şehâdetleri caiz
olan kişiler, şahitlik yaparlar; adamı öldüren de: "Benim de yanımda
—bunlar gibi— şahitlerim vardır." derse; is-tihsânda, onun katlinde acele
etmeyip, başka şahit getirip getiremeyeceğini beklemek lâzımdır. Mebsât'ta da
böyledir.
öldürülen adamın
oğlunun yanında, iki âdil şâhet bulunur ve bunlar babasını öldüreni haber
verirler veya katilin ikrar ettiğini söylerlerse, o adamı, o oğlanın öldürme
hakkı yoktur.
Ancak hâkim hüküm
verirse, öldürebilir.
Hâkim hüküm verdikten
sonra, iki âdil şahit, onun babasını kas-Üen bir yakınının Öldürdüğünü veya
irtidadı için öldürüldüğünü söylerlerse, diyanet noktaî nazarından acele
etmemek lâzımdır. Serabrf'nin Mn-fcıyt'nde de böyledir.
Bir adamın yanında,
bir miktar mal olur; iki âdil şahitde, diğer fcir adama: "Bu mal, senin
babanın malı idi; bu adam, onun elinden zoraki aldı. "derler; ölen adamın
da o oğlandan başka bir vârisi olmaz-|sa; onların şehâdetleri sebebiyle, da'va
etme hakkı vardır. Fakat hakime karşı beyyine ibraz edipde, ondan hüküm
almadan önce, o malı alma hakkı yoktur,
Keza diğer vârisler
için de, böyle bir şehâdet üzerine, onu ta'yin edip =, beyyinesiz ve hâkimin
hükmü olmaksızın, o malı aldırmak hakkı yoktur.
Eğer varisler
.babalarından, o adamın zoraki aldığını açığa çıkarırlarsa, ondan o malı almak
hakları vardır.
Keza alan adam
aldığını ikrar ederse, o malı ondan geri alırlar. Mcb-, Afta da böyledir.
Babasından, gasben
aldığını ikrar eylediğine iki şahit şahitlik yaparlarsa bu durum hakim yanında tesbit edilmedikçe, vârislerin o malı alma hakkı yoktur.
Nikaha veya köle
etmeye bir şahit şehâdette bulunduktan sonra; âdil iki kişi, o kadım boşadığını
ve o köleyi azad eylediğini haber verseler; nikah ve kölelikle şehaıdet
geçersiz olur.
Kısas cezasını af da
böyledir.
Hasan bin Ziyâd şöyle
buyurmuştur: "Bir vâris, vârisi olduğu zatın, birisinde alacağı olduğunu
bilir; iki âdil kişi de ona, o alacağın ödendiğini haber verirlerse; bu
durumda onun bilgisini üzerine yemin etmesine ruhsat yoktur.
Keza, ölen zat ona
ödendiğini söyler veya onunla beraber adıl bir kişi de bunu söyler yahut bir
kadın söylerse, efdâl olan, yemin etmemektir. Gıyâsiyye'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [5]
Beli kuşaklı bir hâlde
namaz kılmak, mekruh değildir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, bir
müslümandan elbise veya bir yaygı (seccade) satın alır, ve onun üzerinde namaz
kılarsa; onun satıcısı içki içen biri olsa bile gerekmez. Çünkü, müslümamn
zâhir-i hâli necasetten (= pislikten) kaçınmaktadır.
Bir adam, mecusi (=
ateşe tapan) birisinin elbisesinde, namaz kılsa, bu namazı kerahatle birlikte
caiz olur. Tatarhâniyye'de de böyledir. [6]
Çok yakın olmadıkça
yüz numaranın hizasında namaz kılmak-da bir sakınca yoktur.
Aynü'l-Eimme
el-KerâbîSî:'' içinde yüz numara bulunan evde namaz kılmak mekruh olmaz."
demiştir. Gnnye'de de böyledir. [7]
Âlimler, gövdesiz baş
resmi edinme ve onun yanımda namaz kılmanın mekruh olup olmadığında ihtilaf
ettiler.
Namaz haricinde,
evlerde ve elbiselerde suret bulundurmak iki nevidir: Bunun saygı gösterme ve
büyüklemeye dönüşen nev'i mekruhtur.
Hakaret nev'ine dönüşen
resimde kerahet yoktur.
Bundan dolayı, biz
"Şayet resim, serilmiş yaygılar üzerinde ise mekruh olmaz. Eğer o yaygı
yerde serili değilde dikili (yâni, duvara asılmış) ise mekruhtur." deriz.
Mnhıyt'te de böyledir. [8]
Ecr-i ( = mükâfatı, sevabı)
gerektiren teşbih (= sübhânallah) tahmid (= Elhamdülillah) gibi sözleri,
Kur'an, hadis, fıkıh gibi şeyleri okumanın bulunduğu fısk topluluğunda istihza
ve muhalefete sebep* olacağını bilen bir kimse bu işleri yaparsa, gerçekten o
yüzden günehkâr olur.
Şayet o fısk (= günah)
meclisinde bulunanları, o günâhtan geri koyacağını ve onların itibar
edeceklerini bilirse, o zaman bu işleri yapması güzel olur.
Keza, bir kimse, dünya
işlerine dalmış gafillerin teşbihle meşgul olmalarını temin niyetiyle, çarşı,
pazar ve sokakta, teşbih çekmişi yalnız başına teşbih çekmesinden çok efdâl
olur. İhtiyar'da da böyledir.
Bir adam, bir
tüccardan elbise almaya geldiğinde, o tüccar, elbiseyi, Allahu Teâla'yı teşbih
ederek, Peygamber (S.A.V) ve âl-i ashabına salât ve selâm getirerek açar ve
bununla da o müşteriye elbisenin iyiliğini bildirmek dilerse bu da mekruhtur.
Mnhıyt'te de. böyledir. [9]
Bir adam içki içer ve
"Elhamdülillah" derse; böyle bir yerde onun Elhamdillah demesi uygun
değildir.
Bir kimse, diğer bir
insandan gasben (= zoraki) aldığı bir şeyi yerken Elhamdülillah derse;
Şeyhu'1-tmam İsmail Zâhid: "Bunda bir beis (- sakınca) yoktur demiştir.
Fetâvayi Kadihan'da da böyledir. [10]
Bir bekçi
açıktan "lâilâhe lllalah"
veya "Sallallahu alâ Muhammed" dese günahkâr olur. Çünkü
bu yüzden bir menfaat almak istemektedir.
Fakat bir âlim
kişinin, bir mecliste: "sallû ale'n-Nebî" demesi veya bir gazinin:
"Tekbir getirin" demesi, —bekçinin hilâfına sevap olur. Fetâvâyi
Köbrâ'da da böyledir.
Bir şerbetçi, şerbet
sattığı kabı açarken, onun güzelliğini ve revaç bulmasını kasdederek, teşbih
veya salavât-ı şerife okursa; veya hi-kâyecî bunları söylemekle, hikâyesini
güzelleştirmeyi kasdederse; bu yüzden günahkâr olur ve bundan men edilir.
Büyüklerden biri, bir
meclise geldiği zaman teşbih veya salâtü selâm okuyup, bununla da, geldiğini
bildirerek, insanların yer açmalarını veya ayağa kalkmalarını temin etmek
isterse; günahkâr olur. Kerderî'nin Verîzi'nde de böyledir.
Bir kadı efendinin
yanında, kalabalık bir cemaat bulunur ve hep birlikte teşbih ve tehlîl için
seslerini yükseltirlerse, bunda bir beis yoktur. Ancak, bunu gizli yapmaları
daha efdâldir.
Şayet, insanlar AUahu
Teâlâ'yı zikir, teşbih ve tehlil için toplanırlarsa, gizli söylemeleri,
—aşikâreden— daha efdâldir.
Gemi dalgaya tutulduğu
zaman korku halinde veya kılıçlarla oynaştıkları zamanda, insanların gizli
zikir yapmaları yine efdâldir.
Keza, Peygamber
(S.A.V) ve âl-i ashabına salâtü selam getirirken de böyle yapmaları efdâldir.
Gunye'de de böyledir.
Ta'zimsiz olarak,
—yalnız Allah demekten— Allahu Teâlâ diye tazimle söylemek müstehâptır. Ta'zim
için, isim sıfattan sonraya bırakılmamalıdır. Kerderf'nin Vedzi'nde de
böyledir.
Bir kimsenin Allahû
Teâlâ'nın isimlerinden birisini duyunca, ona ta'zim ederek,
"sübhanallah" demesi veya benzeri bir sözle tazim etmesi gerekir.
Bir kimse Peygamber
(S.A.V.)'in ismini duyarsa, o şahsın, peygamber (S.A.V.)'e salâtü selâm
getirmesi gerekir. Şayet bir mecliste, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ismini
tekrar tekrar duyarsa, bu hususta âlimler ihtilaf eylemişler; bazıları:
"Her işittiğinde değil de, bir defasinden efdâldir. Okumasını bitirdikten
sonra söylerse, bu efdâl olur. Eğer okumazsa birşey gerekmez. Mâltekıt'ta da
böyledir.
Bakkafi'den
—Kur'an okumak mı,
yoksa Peygamber (S.A.V.)*e âl ve ashabına salâtü selam getirmek mi efdâl diye
soruldu:
O, şu cevabı yerdi:
—içinde namaz
kılınması mekruh olan vakitlerde (güneş doğarken, batarken) peygamber
(S.A.V.)'e âl ve ashabma salâtü selâm ve duâ okumak ve teşbih çekmek, Kur'an
okumaktan efdâldir.
Selef-i şalinin bu
zamanlarda Kuran okumaz, tesbihatta bulunurlardı. Garâib'de de böyledir.
"Ba'zı sûreleri,
(âyete'1-Kursî gibi âyetleri) okumak daha efdâldir." demek; "sevabı
daha çoktur." demektir. "Çünkü kalbi uyandırır." denilmiştir.
Bu ma'na ile bu söz doğruya çok yakındır.
"Gerçekten Kur'an
okumak, diğer münzel kitapları okumaktan efdâldir." buyrulmuştur.
Efdal olan, Kur'an'ın
bir kısmını, diğer kısmı üzerine, üstün tutmamak ve asla böyle yapmamaktır.
Muhtar olan da budur.
Cevâhira'l-Ahlâtrde de böyledir.
Bir adam, Kur'an
okumayı murad ettiğinde, en uygun olanı ahvâlini en güzel yapıp, güzel
elbisesini giyip, sarığını faşına sarıp yönünü kıbleye dönmesidir. Çünkü
ta'zim (= saygı) lâzımdır. Fetâvâyi Kâdi-hân'da da böyledir.
Bir kimse, bir işe
başliyacaksa; eûzü okumaz; "bismi'llâhirrahmanirrahim" der.
Eğer Kur'an
okuyacaksa, o zaman eûzü-besmele okur. Sırâdyye'de de böyledir,
Mahammed bin MukâriTin
şöyle dediği rivayet olunmuştur. Her kim Kur'an'dan bir süre veya bir âyet
okumayı murad ederse, onun "taşlanmış şeytanın şerrinden Allahû Teâlâ'ya
sığınması ve onu takiben besmele okuması gerekir.
sında bir defa sâlâtu
selâm okur." buyurmuşlar. Fetâvâyi kâdîhân'da da böyledir.
Bununla da fetva
verilir. Gunye'de de böyledir.
Tahâvî: "Her duyduğqnda salâtu selâm getirmesi
gerekir." buyurmuştur.
Muhtar olan kavil de,
Tâhâvînin kavlidir.
Şayet bir kimse,
Allahu Teâlâ'nın ismini mükerren işitirse, her defasında sübhanallah veya
tebârekallah diyerek tazimle anması gerekir. Hızânetü'l-Felâvâ'da da böyledir.
Eğer, Peygamber
(S.A.V.)'e, âl ve ashabına, ismini her işitmesinde salâtü selhâm getirmezse,
zimmetin de o salât borç olarak kalır.
Allahu Teâlâ'nın zikri
bunun hilafmadır. Çünkü her vakit onun edası muhaldir; zordur. Kazaya mahal
yoktur. Peygamber (S.A.V) ve âlu ashabına salatdan bedel selâm caizdir.
Garâib'de de böyledir.
Peygamber (S.A.V.), âl
ve ashabından başkasına yalnız başına salât getirip "Allâhümme Salli alâ
filânın" demek mekruhtur.
Şayet salatta
Peygamber (S.A.V.) ile birlikte ve âl ve ashabiyle beraber derse,
"Allâhümme Salli alâ Muhammedin ve alâ âlini ve ashabi-hi." demek
caizdir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Sahabe (ndvânu'Uahü
Teâlâ aleyhim ecmaıyn)'dan birinin ismini duyunca, (R.A. = Radıyallahu Teâlâ
Anh) demek vacib değildir. Gon-ye'de de böyledir.
Peygamber (S.A.V)'in ,
âl ve ashabının ismini işittince (meselâ: Kur'an okurken, peygamber (S.A.V.)'in
ismini okuyunca) okuyan şahsın salavâtı şerife okuması gerekmez.
Eğer okumayı
bitirdikten sonra, söylerse; işte bu güzel olur. Yenâ-bi'de de böyledir.
Bir adam, Kur'an
okurken, Peygamber (S.A.V.)'İn ve âl ve ashabının ismine gelse, Kur'anı
okumaya devamı, te'lif ve nazmı üzerinde durması; Peygamber (S.A.V.), al ve
ashabına salâtü selâm getirme-
Şâyet Enfal Sûresî'nin
başında istiâzede bulundu ve besmelede okudu ve Tevbe Sûresi'ne geldi ise,
önceki okuduğu irtiaze ve besmele ona kifayet eder.
Elleriyle mushaflar
yazıp, böylece ittifak edenlere muhalefet uygun düşmez. Şayet Enfâl Süresiyle
iktifa eder; orada okumaya son verir; sonra da Tevbe Sûresi'nden yeniden
başlarsa, o zaman Enfal Sûresi'ne.başla-dığı gibi, hem istiâze, hem de
besmeleyi okur. Diğer sûreler de böyledir. Muhıyt'te de böyledir.
Ebû Ca'fer'den
teavvüzün şekli soruldu: O:
—"Eûzü billahi
mineşşeytânirracîm bismillâhirrahmânirrahîm." demek çok sevimlidir.
Böylece Kur'an'a uyar.
Şayet, "eûzü
billahil azîm"veya eûzü billahil semîiî alîm."derse; bu da caiz olur.
Uygun olanı, teavvüzü Kur'an'a bitiştirmektir." buyurdu. Hâvî'de de
böyledir.
Binekli ve yürüyerek
Kur'an okumakda bir sakınca yoktur. Ancak Kur'an okunan yerde, pislik olmaması
gerekir. Eğer varsa, orada okumak mekruhtur. Gönye'de de böyledir.
Hamamda Kur'an okumakda
iki cihet vardır: Eğer sesli okunursa mekruhtur.
Şayet sesini
çıkarmadan okursa mekruh olmaz. Muhtar olan budur.
Fakat teşbih ve
tehlilde sesi yükseltmekde bir beis yoktur. Fetâvâyi Kübrâ'da da böyledir.
insanların
yıkandıkları yerin haricinde, yani hamamcının otur-duğ gibi bir yerde açıktan
Kur'an okumakta ihtilaf vardır:
İmâm Ebû Hanife
(R.A.): "Mekruh olmaz." buyurmuştur; İmim Mu-hammed (R.A.):
"Mekruh olur."demiştir.
Bu hususta, İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'dan bu hususta bir rivayet gelmemiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Hammam'da Kur'an
okumak mekruhdur. Çünkü orası pislik mailidir. Yüz numarada, Kur'an
okunmaz.FeÜvâyı Katihân'da da böyledir.
Yüz numarada yıkanılan
yerde (= banyoda), ve hamam'da Kur'-an okunmaz.
Ancak: "Harf harf
okunur ve bu da mekruhtur." denilmiştir. Cev&hbtil-Ahl&ti'de de
böyledir.
Kabe'yi tavaf ederken
de Kur'an okumak mekruhtur. Miiltekıt'ta da böyledir.
Bir iş yaparken
açıktan Kur'an okumak doğru olmaz. Kur'an'a hürmeten, onu sokakta okumak ve
lağviyat mahallinde okumak doğru değildir. Gunye'de de böyledir.
Toplantılarda dünya
menfaati için Kur'an okumak mekruhtur. Allah rızâsı için okunursa, mekruh
olmaz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin sahabîleri, bir yere toplanınca onlardan
birisine, "Kur'an'dan bir sûre okuması" emridilirdi. Garâib'de de
böyledir.
Bir toplum veya bir
kişi Kur'an okurken büyük kişilerden veya eşraftan birisi onların yanına girer
ve Kur'an okuyan şahıs da onun için ayağa kalkarsa; âlimler: Eğer giren babası
veya bir âlim yahut kendisinden bilgi Öğrendiği hocası ise, onun için ayağa
kalkmak caizdir. Bunların haricinde birisi için ayağa kalkmak caiz
değildir." demişlerdir. Ferda da böyledir.
Yanım yere koyarak
kur'an okumakda bir sakınca yoktur. Fakat Kur'an okurken ayaklarını
toplamalıdır. Mnhıyt'te de böyledir.
Başım yorgandan veya
her hangi bir örtüden çıkararak, yattığı yerde Kur'an okumakda da bir beis
yoktur. Çünkü o şey, elbisesi gibi olmuş olur; değilse caiz olmaz. Gunye'de de
böyledir.
Kur'an'ı cüzlerden
okumak caizdir. Mushaftan okumak daha sevimlidir. Çünkü cüzler, sonradan İhdas
edilmiştir.
Namazın dışında,
açıkdan Kur'an okumak efdâldir. Halbuki, farz namazlardan sonra Fatihayı gizli
okumak mühim bir şeydir. Onu, cemaatla birlikte açıktan okumak mekruhtur; (hoş
değildir).
Kildi BsâTd-Db, böyle
okumanın mekruh olmadığını ihtiyar etmiştir.
Kâdî Celâlü'd-Dîo ise:
"Eğer namazın arkasında sünnet varsa, Fatihayı açıktan okumak mekruh
olur; değilse olmaz." görüşünü ihtiyar etmiştir. Tatarhaniyye'de de
böyledir.
Cemaatla birlikte,
Kâfirûn Sûresini sonuna kadar okumak mek-rfitur. Çünkü bu bid'attır. Sahabîden
böyle bir şey nakledilmemiştir. Tabiinden de nakledilmemiştir. Muhiyt'te de
böyledir.
Bir cemaat, bir araya
toplanarak Fâtiha'yı açıktan okurlarsa, men edilmezler. Evlâ olanı ise, gizli
okumalarıdır.
Hucendî isimli kitapta
şöyle zikredilmiştir:
îmâm efendi her sabah
cemaatla birlikte âyetü'l-kürsîyi, Bakara Sû-res'nin sonunu, şehidallahû..ve
behzerini açıktan okumasında bir beis yoktur. Efdâl olanı gizli okumaktır.
Uyûnu'l-Cenb isimli
kitapta: İmâm efendi, Fatihayı dua olarak açıkdan okursa bunda bir sakınca
yoktur, denilmiştir.
Gâyetü'l-Beyân'da:
"Muhtar olan budur." denilmiştir.
Fakat Hindüvânî
"Bununla fetva verilmez. İmâm 0»û Hanîfe (R.A.)'den zahir olan da
budur" buyurmuştur. Bahru'r-Râık'ta da budur.
Kur'an-ı Kerîm'i
yüzüne okumak, ezbere okumaktan evlâdır.
Bir insan, Kur'an'ı
ezberler ve sonra da unutursa; işte o günahkâr olur.
Burada unutmanın
mânası: o kimsenin Kurân'i yüzünden okumasının mümkün olmaması demektir.
Bir adamın yanma
emânet bırakılmış olan bir rahlede Kur'an okuması uygun olmaz.
O şahıs, bu rahleyi
gasben almış ise, bi'1-icma, onun üzerinde Kur'an okuması caiz olmaz.
Ödünç olarak alınan
rahlede Kur'an okumaya gelince, eğer o, bü-lüğa erişmiş birisinin ise, onda
Kur'ân okumak caiz olur. Şayet bir sa-bînin (= küçük bir çocuğun) ise onda
okumak münâsib değildir.
Bir adam, bir günde
Kur'an'ın tamamını okusa; diğer bir adam da beşbin defa ihlas sûresini okusa;
şayet Kur'ân'ın tamamını okuyan şahıs, düzgün okuyan bir kimsç ise; bu durumda
Kur'ân okumak daha efdâldir. Mahıyt'te de böyteür.
Kur'an okumamn en ef
dal olan şekli, onu, ma'nasını düşünerek okumaktır.
"Kur'ân-ı
Kerfm'i" Bir günde hatmetmek, mekruh olur denilmiştir. Kur'ân'a ta'zimen,
onu üç günden daha kısa bir sürede hatmat-memelidir. Bir günde tamamını okumamn
doğru olacağına da icma vardır. Gunye'de de böyledir.
Kur'an'i hıfzetmiş (=
tamamını ezberlemiş = hafız bir kimsenin, onu kırk günde hatmetmesi mendÛptur.
Bu şahsın, her gün üç hızb veya daha az okuması uygun olur. TebfSı'de de
böyledir.
Senede bir defa
hatmeden şahıs, Kur'an'ı terk etmiş olmaz. Km-ye'de de böyledir.
Müstehap olan,
Kur'an'ı, yaz aylarmda günü, evvelinde; kış aylarında da gecenin evvelinde
hatmetmektir. Siriciyye'de de böyledir.
Hatmin arkasından, üç
defa ıhlâs (= kul hüvallâhü ehad) okumak, ba'zı âlimlere göre güzel değilse
de, çoğunluğa göre, bu güzeldir. Yalnız farz namazlarda olursa, ıhlas birden
fazla olmamalıdır. Garaib'-de de böyledir.
Kur'an hatmedilidiği
zaman insanların, ıhlas sûresini açıktan okumak için toplanmalarında bir beis
yoktur. Ancak, bu durumda da birinin okuyup, diğerlerinin onu dinlemesi daha
evlâdır. Gaaye'de de böyledir.
Bir kimsenin hatim
ettiği sırada ehl-ü iyâlini, çocuklarını davet edip toplaması, —onun için-—
müstehap olur. Yenlbi'de de böyledir.
Susarak dinlenilmenin
terk edileceğinden dolayı, bir toplumun hepsinin birden alenî Kur'an okumaları
mekruh olur. Gunye'de de böyledir.
Âlimlerin ekserisi:
Bir kimsenin sesini başkalarına duyuracak kadar yükselterek Kur'an okuması
mekruh değildir." buyurmuşlardır.
Bazı âlimler ise: Bu
mekruh olur; helâl olmaz. Çünkü, burda fa-sıklann haline benzeyiş vardır."
demişlerdir.
Bu durumda, hiç kimse
sesi yükseltmekten muradın, lanın olduğunu zannetmesin. Çünkü lahn, hilafsız
haramdır.[11]
Lsbft irabı, harekeyi
bozup değiştirmektir.
Bir adam lahin ile
Kur'an okurken onu, başka bir insan işitir ve onun yanına varıpda, doğru
okumasını söyleyince ona bir yadırgama gelmeyeceğini ve o şahsın
gücenmeyeceğini bilirse gidip ona doğrusunu telkin eder.
Eğer yadırgayacağım ve
güceneceğini bilirse, gidip telkin etmeme-sinede ruhsat vardır.
Gerçek suki: Her iyiye
söylemek kötülüğe sebeb olacaksa, onu söylemenin vâcipliği kalkar. KeıderTnin
Verîâ'nde de böyledir.
Şayet, bir adam
namazın haricinde lâhinla Kur'an okuyor ve kelime bozuluyor; durulmayacak
yerde duruyor, durulacak yerde durmuyorsa; bu mekruh olur. Aksi takdirde
mekruh olmaz. Gsrâİb'de de böyledir.
Çulha (= bez
dokuyucu), ve terzi (= elbise dikici) olan sanatkârların okudukları Kur'an'a
işleri mâni olmaz ve onların kalplerini meşgul etmezse; —işlerini yaparken—
Kur*an okumaları caiz olur. Aksi takdirde caiz olmaz.[12]
Mektebinde, tek başına
Kur'an okuyan bir şahsa uğrayan kimselerin onu dinlemeleri vacip olur. Eğer
okuyanlar çok iseler; onları dinlemek vacip olmaz.
Bir sabî ( = küçük
çocuk) eviinde Kur'an okuyor ve ev halkı da işleriyle meşgul oluyarlarsa,
dinlemekten ma'zur tutulurlar, (yani dinlemeseler de olur.) Eğer işilerine daha
önceden başlamışlarsa bu böyledir. Aksi takdirde böyle olmaz.
Kur'an okunurken fıkıh
okumak da böyledir.
Müderris (= va'z eden,
ders okutan hoca) mescitte ders verirken başka birisi de Kur'an okuyorsa; bu
durumda müderris dersini okutmasında, ma'zurdur. (Yani, o bu durumda dersini
okutabilir.
Kur'an okunurken
bağırmak mekruhdur. Zira riya şeytandandır.
Gerçekten sahâbîler,
tabiîn ve selef-i salihîn, Kur'an okunurken aniden bağırma, na'ra atma,
çağırma ve yüksek ses çıkarmakdan şiddetle men etmişlerdir. Gunye'de de
böyledir.
Abdesti olmayan bir
kimsenin Kur'an'ın yapraklarını, kalemle veya bıçakla çevirerek okumasında bir
beis yoktur. Garâib'de de böyledir.
Mütekeüim İsmail şöyle
demiştir: Bir sabiye: "Bu Kur'an'ı al. (götür veya getir)." demek
caizdir. Gunye'de de böyledir.
Fetvalarda şöyle
zikredilmiştir. Ebû Bekir'den soruldu.
—Fıkıh dersi veren bir
kimse için, Kur'an okumak mı, yoksa ders okutmak mı efdâldir?
O, şöyle dedi:
Ebû Mufî'nin şöyle
dediği rivayet edildi: "Bizim âlimlerimizin, ki-tablanna (fıkıh
kitaplarına) bakmak; gecenin tamamını ibâdetle geçirmekten efdâldir."
buyurdu. Hülâsa'da da böyledir.
Fıkhı tekrar etmekte
olan bir kimsenin başka birisinin okuduğu Kur'an'ı dinlemesi gerekli olmaz.
Vebeıî şöyle
buyurmuştur: Bir mescitle va'z ediliyor ve Kur'an da okunuluyosa; va'zı
dinlemek daha evlâdır. Gönye'de de böyledir.
Bir adam fıkıh
yazıyor, onun yanmda bir başkası da açıktan Kur'an okuyor olsa da fıkıh
yazanın Kur'anı dinlemeye imkânı bulunmasa, bu durumda okuyucu günahkâr olur.
Kur'anyazana bir şey gerekmez.
Bir adam, geceleyin
evin üzerinde aşikâre Kur'an okursa günahkâr olur. Garâib'de de böyledir.
Bir adam, Kur'an
okuduktan veya diğer virdinden sonra: "Al-lâh'u a'lemü" dese; veya
virdinin sonunu bildirmek için: "sallallahu ala muhammedin ve âlihî"
dese; bu mekruh olur. Gunye'de de böyledir.
Kur'an okumak isteyen bir kimse, ona riya
girer diye korksa5 bu n okumayı terk etmez. Muhıyt'te de böyledir. [13]
nun için
Bir adamm,dua ederken demesi mekruhtur.
Bu mes'elede iki ibare
vardır: Ma'kad ve mak'ad.
Birinci kelime
akıd'dendir; İkinci ise knud'dandır. İkincisinin kera-hatinde şüphe yoktur.
Allahu Teâla'ya karşı, böyle söz muhaldir.
Birincisi de öyledir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'dan rivayete edildiğine göre onda da, bir beis yoktur.
Fakıy'. Ebo'l-Leys'de
bunu kabul eylemiştir.
Çünkü Peygamber
(S.A.V.) efendimiz dua
ederken: buyurmuştur.
İhtiyat olan ise,
böyle söylemekten kaçınmaktır. Çünkü, bu haber (hadis) haber-i vâhidddir.
Bir kimsenin, duâ
ederken:" bihakkı fülânm"veya "bilhakkı en-biyâike ve
evliyâike" yahut "bihakkı rusulike" veya
"bihakki'I-beyti" yahut "bihakkı meş'ari'l-Harâmi" demesi
mekruhtur. Çünkü, mahlukun, Allahu Teâlâ üzerinde bir hakkı yoktur. Tebyin'de
de böyledir.
Duâ ederken:
"bida'veti nebiyyike" demek caiz olur. Hnlâsa'da da böyledir.
Allah teâlâmn meali
Alisi: "Allah teâlanın güzel isimleri vardır onlarla dua ediniz"
âyeti gereğince faydalı dualar yapmaya izin verilmiştir. Muhıyt 'de de
böyledir.
Duada en efdâl olan,
avuç içlerini açıp, aralarım azda olsa ayırmaktır. Elin birisi diğerinin
üzerine konulmaz.
Şayet özür vakti ise
veya şiddetli soğuk varsa, dua eden şahıs şehâ-det parmağını kaldırır. İşte bu
da el açma yerine geçer.
Duâ ederken, elleri
göğüs hizasına kadar kaldırmak müstehap oîur.,Gunye'de de böyledir.
"Duadan sonra,
ellerle yüzü meshetmek bir şey değildir."diyenler olmuşsa da pek çok
âlimler buna itibar eylemişlerdir.
Sahih olan da budur.
Haber de böyle vârid olmuştur. Giyâsiyye'de de böyledir.
İbnii Ebî Inırân'ın
şöyle dediği nakletmiştir:
Bir adamın: demesi hoş
olmaz. Fakat derse,, bu güzel olur.
Tahâvî ise: Sahih olan
kavil öncekini söylemenin de caiz olmasıdır."demiştir. Gunye'de de
böyledir.
Ramazan ayında,
Kur'an'ı hatmedince duâ etmek rnekruhdur. Fakat, bu şekilde fetva verilmez.
Hızâaetül-Fetâvâ'da da böyledir.
Kur'an hatmedilince,
cemâatle beraber dua eylemek mekruhtur. Çünkü, bu peygamber (S.A.V.)
Efendimiz'den naklohınmamıştır.
Namaz kılan kimse dua
eden kimselerle dua etmez. Uygun olanı, kendi namazını bitirdikten sonra,
kendi kendine duasını yapar. Namaz kılmıyorsa, o zaman dua edenlerle birlikte
dua eder.
Ezbere dua okumaz;
çünkü, ezbere okunan dua kalbin rikkatini giderir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam,
diğerine:"Alîah için şu işi yapmalısın." dediğinde, onu yapmak meşru
ve güzel dahi olsa; diğerinin onu, illâ da yapması gerekmez. Kâfî'de de
böyledir.
Bir adam: "Allah
hakkı için...veya "Muhammed (S.A.V.) hakkı için, şunu vermeni
istiyorum." derse, hüküm bakımından onun dediğini yapmak gerekmez.
Mürüvvet bakımından güzel olanı ise, onun istediğini vermektir. Muhtar olan da
budur. [14]
Mnbunmeâ bin Hantfe
şöyle buyurmuştur: Dört türlü dua vardır:
1-) Rağbet
duası;
2-) Rehbet
duası;
3-) Tazarru
duası;
4-) Hufye
duası.
Rağbet duasında, el
içleri semaya doğru açılır.
Rehbet duasında serden
kurtulmak için yardım diliyor gibi, avuç dışları yüze doğru çevrilir.
Tazarr'u duasında
küçük parmakla yanındaki bağlanır; baş parmakla orta parmak halka yapılır ve
şehâdet parmağı ile işaret edilir.
Gizli duayı ise kişi
kalbinden yapar. Mecmûu'l-Fetâvâ'da da böyledir.
Dua eden adamın kalbi,
yaptığı duadan ğâfil ise bu duanın faydası olmaz. Kişinin kalbine dikkat
etmesi gerekir.
Şayet kalbine dikkat
etmeye gücü yetmiyorsa, yine de dua yapması, duayı terk etmesinden efdâldir.
Fetfiy&yi Kâdihân'da da böyledir.
Bir kimsenin eserde
vâki olan bir duayı, onu camaata öğretmek maksadı ile açık'tan yapmasında bir
sakınca yoktur. Cemaat, onu öğrenince, onların da açıktan dua etmesi, mekruh
olur. Kerdeıî'nin Verîzi'-nde de böyledir.
Eserde vâki olan dua,
minberde yapılırsa, cemaat da birlikte dua yapar. Bu, cemaata öğretmek için
yapılmışsa böyledir. Şayet cemaata öğretmek için olmazsa, böyle, yapmak da
mekruhtur. Zehıyre'de de böyledir. [15]
Teşrik günlerinin (=
kurban bayramı arefesi sabahından itibaren, bayramın dördüncü günü ikindi
namazının arkasına kadar yirmi üç vakit) haricinde aşikâre tekbir getirmek
sünnet değildir. Ancak, düşman ve hırsızlarla, karşılaşınca ve buna kıyâsla
korku, yangın gibi hallerde tekbir getirebilir. Guye'de de böyledir.
Fakıyh Ebû Ca'fer'den
soruldu:
—Bir topluluk vird
kıraati okuduktan sonra, açıkdan tekbir alırsa ne olur?
O, şu cevabı verdi:
Bununla şükür murad
ediyorlarsa, bunda bir beis yoktur. Eğer, namazdan sonra, namazın eseri olarak
söylüyorlarsa, işte bu mekruhtur ve bid'attır. Düşman karşısında tekbir
getiriyorlar, bununla da kuvvetlerini açıklıyor ve karşı tarafı korkutmak
irâde ediyorlarsa; bu mekruh olmaz. Korku mahalli olmayan mescitlerde, tekbir
alıyorlarsa işte bu da mekruhdur.
Fakıyh Ebû Ca'fer
şöyle demiştir: Hocam Ebû Bekir'in şöyle dediğini işittim:
İbrahim'den teşrik
günlerinin tekbirleri sokaklarda cehren okunur mu? diye soruldu. O, şu cevabı
verdi: "Bu bez dokuyucuların tekbiri olur."
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.):
"Bu caizdir." buyurmuştur.
Fakıyh'de: "Ben,
onları men eylemem." demiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Allah'ın rızâsını
dileyerek, vaiz meclisinde oturmakda, bir sakınca yoktur. Kerderî'nin
Vecîzi'nde de böyledir. [16]
Vaizin, insanlardan
kendi nefsi için bir şey istemesi helâl olmaz. Çünkü, böyle yaparsa, ilim
sebebiyle dünya menfaati kazanmış olur. Hulâsa'dan naklen Taterhâniyye'de de
böyledir.
Kur'an ve va'z
dinlerken sesi yükseltmek mekruhtur. Bir kimse, bunları vecd ve muhabbet
iddiasıyla yapıyorsa, onun aslı yoktur.
Süffiyye taifesi,
seslerini yükseltmekten ve elbiselerini yırtmaktan men edilirler. Sıraciyye'de
de böyledir. [17]
"Bir kâfir dua
ederse, duası kabul olur." demek caiz midir? Semerkant ÂHmleri'nin
fetvtian'nda, şöyle buyrulmuştur:
Âlimler, bu hususda
ihtilâf eylemişlerdir: Onlardan bazıları (ki birisi, Ebû-Hasan er-Rürfağfea'î
dir.) "Caiz olmaz." buyurmuş; bazılarıda (onlardan birisi Ebûl-Kâam
d-Hâkim, birisi de Ebû Nasr ed-Debbûsî'dir.), "Caiz olur."
demişlerdir.
SsdnTş-Şehîd:
"Sahih olanı budur." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Ecnâs isimli kitapda,
İmâm'dan naklen: "Cin için sevab yoktur" denilmiştir. Kerderî'nin
Vecîzi'nde de böyledir. [18]
Bir cemaat, namaz için
toplandıktan sonra, bunlardan birisinin ayağa kalkarak, ölü için duâ eylemesi
mekruhtur ve sesini yükseltmesi de mekruhtur.
Keza, cenazenin
yanında ölen şahsı ifrat derecesinde öğmek cahiliye adetidir.
Ölenin haline uygun
övgü mekruh olmaz. Mekruh olan haddini te-cavaz etmektir ve onda olmayan vasfı söylemektir.Zehıyre'de
de böyledir.
Bir kimsenin Ölen bir
şahıs için sadaka vermesi ve ona duâ etmesi caizdir. Bunun sevabı, ölen zata
ulaşır. Hızânetü'l-Fetâvâ'da da böyledir.
Her şeyin en
doğrusunu, ancak Allahu Teâlâ bilir. [19]
Bir kimsenin, ölen bir
şahıs için sadaka vermesi ve ona duâ etmesi caizdir, bunun sevabı, ölen zata
ulaşır.HızâneuVl-Fetâ>â'da da böyledir.
Her şeyin en
doğrusunu, ancak Allahu Teâlâ bilir. [20]
Her hangi bir mescidi,
kireçle ve saçla tezyin etmenin bir sakıncası yoktur.
Altın suyu ile
süslemenin de sakıncası yoktur. Ancak, bunları fukaraya sarfetmek daha
efdâldir. Siraciyye'de de böyledir.
Fetva bunun
Üzerindedir. Muzmarat ve Muhıyt'te de böyledir.
Binasının sağlam
olması için mescidi kireçle yapmak güzel olur. Muhtar Şerhi İhtiyarda da
böyledir.
Bazı âlimlerimiz,
mihrap üzerine nakış yapmayı ve kıble cihetinin duvarına nakış yapmayı (-
süslemeyi) kerih görmüşler (= hoş görmemişler)'dir.
Çünkü, bunlar namaz
kılan şahsın kalbini meşgul eder.
Fakıyta Ebû Cl'fer'de,
Siyer-i Kebîr Şerhı'nde: Mescid dıvarını süslemek, —ister az, ister çok olsun—
mekruhtur. Fakat, tavanını az süslemeye ruhsat vardır; çoğuna ise,
yoktur." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Siyah üzerine beyaz
veya bunun aksi bir şekilde» tezyinat yapmakta bir beis yoktur.
Bu, bir kimsenin
zîneti şahsî malından yapması hâlinde böyledir.
Vakıf malından
yaparsa, onu zayi ettiğinden, böyle yapması güzel değildir. Muhtar Şerhi
İhtiyar'da da böyledir.
Necis (= pis) su ile
yapılmış kerpiçten mescid yapmak veya böyle bir çamurla sıva yapmak mekruhtur.
İçinde gübre karışmış
olan toprağı çamur yapmak böyle değildir. Çünkü bunda o olmayınca toprak elde
edilmiyorsa zaruret vardır. Sirâ-ciyye'de de böyledir.
Ber kimsenin şahsî
malından, bir mescidin tavanım altın veya gümüş ile süslemesinde ve nakış
yaptırmasında bir beis yoktur. Fetâvâyi Kâ-dihân'da da böyledir. [21]
îki ayağı uykuda veya
uyanık halinde Ka'be cihetine uzatmak mekruhtur. Şeriat kitaplarına karşı ayak
uzatmak da böyledir. Karısı ile cima ederken de, Ka'be istikametine ayak
uzatmak böyledir. Serah-sı'nin Muhıyt'nde de böyledir.
Mescidin kıble
tarafına tuvalet yapmak da mekruhtur. Sirâciyye'-de de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Ben, mescidin kıble
cihetine, tuvalet, hamam, kabristanlık yapmayı hoş görmüyorum."
Âlimler, İmâm'ın bu
kavlinin mânası hakkında görüşlerini beyan ederek, şöyle demişlerdir:
İmâm, bu sözüyle
hamamın dıvarmı kasdeylemedi; ancak, hamamın sıcak pis suyunun kıble tarafında
olmamasını, namazda pisliğe karşı dönülmemesini kasdeyledi. Yoksa, hamamın
dıvarının, kıble tarafında olması, necasete karşı dönmek olmaz; taşa toprağa
karşı dönmek olur."
Keza "tuvalete
karsı olmasını sevmiyorum." demesi; bizzat tuvaletin olmasını
sevmiyorum." demek mânâsına derken; bir kısmı âlimler de "tuvaletin
dıvarmı kasdeyledi." buyurmuşlar.
Kabristan hakkında da
görüş beyan etmişler ve bazıları: "Yahudilere benzememek içindir."
derken; bazıları da: "Kabirde, ölülerin kemikleri olur; onlar da necistir.
İmâm onun için böyle buyurmuştur." demişlerdir.
Bunların tamamı, namaz
kılanla, bu yerlerin arasında duvar veya bir sütre yoksa o zaman mekruh olur;
eğer arada duvar varsa, mekruh olmaz; duvar arayı fasleder (= açar).
Fakat namaz kılan
adamla, bu yerlerin arasında bir sütre bulunmaz ise, işte o zaman mekruh olur.
Yoksa namaz kılınan yerlerin duvarı olunca, mekruh olmaz. Muhıyt'te de
böyledir.
Âlimlerimiz:
"Avret yerlerini, güneşe ve aya karşı çevirmek mekruhtur demişlerdir.
Serahsî'nin Muhıyt'nde de böyledir.
Kâbeyi hedef alarak,
bir şey atmak mekruhtur. Sirâciyye'de
adı yazılı olan yüzüğün mühürü yanında iken onunla birlikte tuvalete
Bayram ve cenaze
namazı kılınan, namazgahları hedef ittihaz etmek caizdir. Gunye'de de
böyledir.
Her müslümanın, evinde
namaz kılacak bir yer yapması müste-hapdır. Ancak bu yer mescid hükmünü almaz.
Çünkü mülkiyeti sahibine aittir; isteyince satabilir. Muhıyt'te de böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
şöyle buyurmuştur: Bir yer, gasben ( = zoraki) alınır da, o yere mescid, hamam,
veya dükkan yapılırsa; o mescitte namaz kılmakta, o hamamda yıkanmakta, o
dükkandan alışveriş yapmakta bir beis (= sakınca) yoktur.
Yalnız böyle bir yer
icarlanmaz.
Bir ev, gasbedilip
mescid yapılırsa, o evde namaz kılma ruhsatı yoktur. Oraya girme izni de
yoktur.
Gasbediîen ev,
toplantı yeri yapılsa, yine oraya gidilmez, gasbedi-len ev, yıkılıp yol
yapılsa, ordan geçilmez. Muzmarât'ta da böyledir.
Hiç kimsenin
oturmadığı, tenha (boş) bir yere bir adam bir mescit yaptığında, ona uğrayan
çok az olursa; buraya mescit yapma ihtiyacı olmadığından, o, mescit olmaz.
Garâib'de de böyledir.
Bİr adamın oturduğu
yerden, mescide girecek bir yer olsa, eğer bu şahıs o mescidin imamı ise, o
kapıdan girmesinde bir beis yoktur. Gunye'de de böyledir.
Mescide vakf edilmiş
olan bir evde, müezzin oturabilir. Garâib'de de böyledir.
Müderrisin oturduğu
yer, kendi evi veya icar olur; evin divan da mescide bitişik bulunursa, mescide
bir kapı açabilir mi? Ve, o kapıyı, müderris kendi nefsi için satın alabilir
mi?
Âlimler: "Hayır
her ne kadar, tazminatı kabul etse bile yinede olmaz demişlerdir.
Cevâhiru'l-AhlâÖ'de de böyledir.
Mescit için, temizleme
aleti kullanılıyorsa, böyle mescitlerde ders okutmak caizdir. Gunye'de de
böyledir.
Hucendî'den soruldu:
—Kayyumun (= mescid
hizmetine bakan şahsın mescidin Önünde mubah olan bir şeyi satması doğru olur
mu? İmâm şu cevabı verdi:
—Mescidin menfaatına
ise evet; kendi şahsına ise veya kârı imama ise hayır.
Kayyumun mescidin
önüne oturacak sandalya veya berberi bir şey koyup da bunlardan icar alması da
böyledir. "Bize göre, kârını istediği yere sarf eder." diyenler de
olmuştur. Yetime ve Tatarhâniyye'de de böyledir.
Eserü's-Salât isimli
kitab'da şöyle zikredilmiştir: Ben, İmâm Muhammed (R.A.)'den sordum:
—Mescid için yapılmış
dükkan ile mescidin arasında bir yol bulunduğunda o dükkandan imâma uyarak
namaz kılınsa, mescidin ecri verilir mi?
İmâm ^öyle buyurdu:
—"Evet,
verilir." Zemyre'de de böyledir.
Mahalle halkı mescidi
taksim ederek aralarına duvar çekseler; her birisinin imamı ayrı, müezzinleri
ise bir olsa bunda bir beis yoktur. Evlâ olanı ise, her taifenin birer
müezzini olmasıdır. Rüknü VSabbaği buyurmuş ki, zikir ve ders için mescidi
paylaşsalar doğru olmaz. Çünkü yapılışı onun için değildir buna rağmen yapılan
zikir ve derste caizdir.
Bürhami'd-Dîn'den
sorulmuş:
—Bir dükkan, İmâma
vakf edilmiştir, o imam da üç ay kaybolmuş ve yerine, başka bir imâm tâyin
eylemişler; sonra da önceki imam çıka-gelmiş, kaybolan imama, o üç aylığının
karşılığı, olarak o dükkanın icarı verilir mi?
İmâm, buyurmuş ki:
—Caiz olur. Veya bu
kira, onun emriyle yerine tâyin edilen imama verilir.
Fakat en doğru yol,
kirayı tasadduk eylemektir. Tatarhâniyye'de ve Fetâvâyi Âhû'da böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'den sorulmuş:
—î'tikâfa giren zat
kân aldırmak, hacamat yaptırmak gibi, bir ihtiyaç zamanı, mescitten çıkabilir
mi? İmâm şöyle buyurmuştur: —"Hayır".
LeâB isimli kitapda
şöyle zikredilmiştir:
Mescitte, mu'tekifin
yellenip yellenmemesinde ihtilaf edilmiştir: Bazı âlimler: "bir beis
yoktur." demişler; bazılanda: "ihtiyaç hissedince, çıkar."
buyurmuşlardır.
Doğru olanı da budur.
Tîmurtâsî'de de böyledir.
Sahih olan iki kavle
göre, mescide abdestsiz girilebilir. Mütekifin haricinde, mescitte yemek yemek
ve uyumak mekruhtur. Bunlan yapmak isteyen şahıs için uygun olan, itikâfa niyet
ederek
mescide girmektir. Ve
bu şahıs, niyeti miktarı mescitte Allahu Teâlâ'yı zikreder veya namaz kılar.
Sonra da dilediğini yapar. Siraciyye'de de böyledir.
Garib (= yolcu,
yabancı) olan bir kimsenin mescitte uyumasında bir sakınca yoktur. Mezhebde
sahih olan budur. En güzeli, imkân ölçüsünde uyumamaktır. Hızânetü'l-Fetâvâ'da
da böyledir.
Mescitte toplanmış
olan ot ile ayağı silmekte bir beis yoktur. Şemsü'l-Eimme Halvânî Şerhu
KitabuVSalât'ta, şöyle buyurmuştur:
'Zamanımızda
mescitlere konulan, kamıştan yapılmış hasırlara ayak siliyorlar; işte bu
imamlara göre mekruhtur." Mumyt'te de böyledir.
Mihrabın içi, mescid
hükmündedir. Garaib'de de böyledir.
Şayet mescitte
kırlangıç yarasa kuşu^uvası bulunur ve onlar mesJ cide pislik yaparlar; içerde
yavruları da olursa, onların yuvalarını dışan atmakta bir beis yoktur.
Miiltekıt'ta da böyledir.
Salâtü'l-CeUabî isimli
kitapda ^öyle zikredilmiştir:
Bir mescidin iki
tarafında kapı bulunduğunda, o mescid yol yapılarak bu kapıların birinden
girilip diğerinden çıkılmaz. Tûnurtâşî'de de böyledir.
Mescide ayakkabı ile
girmek mekruhtur. Sirâciyye'de de böyledir.
Bir mescid için
toplanan toprağa hürmet etmek gerekmez. Mescide serildiği zaman, bu toprak
hürmete şayan olur.
Bir adama, yolda
şiddetli soğuk dokunur ve bir mescide girer; mescitte de, başkasının odunu ile
mescide âit odun bulunur; onu yakmayınca da ölüm koncusu olursa; bu durumda,
mescidin odununu yakmak, başkasına âit odunu yakmaktan evlâdır.
Umûmun fitnesinden
korkulduğu için, camiye hububat ve ev eşyası koymak caizdir. Gunye'de de
böyledir.
Bir adam mescitde
hamail satar veya Tevrat'tan, incil'den Kür'-an'dan âyetler yazar ve ona
karşılık mal alır ve: Bana hediye ver." derse, o şahsın böyle yapması
caiz olmaz. Kübrâ'da da böyledir.
Mescidde dünya
işlerinin tamamım yapmak mekruhtur. Şayet bir muallim veya bir istidacı,
mescide oturur ve muallim kendi hesabına öğrense, İstidacı da kendi nefsi için
yazı yazsa, bunda bir beis yoktur. Çünkü, bu bir kurbettir. (= yakınlıktır.)
Eğer bu işleri
kendilerine ücret almak için yaparlarsa, bu mekruhtur. Zaruret hâli ise,
müstesnadır. Serahsî'nin Mahıyt'nde de böyledir.
Mescitte nikâh yapmak
müstehapdır. Zahirü'd-Dîn buna muhalefet etmiştir.
Vücûdunda necaset
bulunan kimse de mescide giremez. Hızânetü'l-Müftin'de de böyledir.
Gelip geçmek üzere
mescide giren bir kimse, mescidin ortasında buna nadim olursa, kasdeylediği
kapıdan değil, başkasından çıkar.
Bazı âlimler ise:
"Bu şahıs, o mescitte namaz kılar; sonra da dilediği kapıdan çıkar."
demişlerdir.
Mecdü'l Eimme
Tercümanı şöyle buyurmuştur:
"Eğer abdessiz
ise, tekrar girdiği kapıdan geri çıkar." Gunye'de de böyledir.
Halkın gölgesinden
faydalanması için mescide ağaç dikilir ve bu ağaç insanları daraltmaz; safları
dağıtmaz ise, bunda bir sakınca yoktur.
Şayet, bu ağaç
yaprağından, meyvesinden faydalanmak için dikilmişse veya safları dağıtacaksa,
o zaman mescide ağaç, dikmek mekruh olur. Garaib'de de böyledir. [22]
1-)
Mescitlerin en muhteremi Harem-i Şerif (= Ka'be'dir;
2-) Sonra,
Medine Mescidi'dir.
3-) Sonra,
Mesrîd-i Makdes'dir. ( Kudüs'te)
4-) Sonra,
mahalle mescidi'dir.
5-) Sonra da
yol mescidi'dir. Yol mescidi rütbe bakımında, en hafif olanıdır. Hatta böyle
bir mescitte, —belirli bir imâmı ve belirli bir müezzini olmadıkça— itikâfa da
girilmez.
6-) En
sonrada evlerin mescîdleri'dir. Çünkü, buralarda da kadınlardan başkaları
itikâfa giremez, Guoye'de de böyledir: [23]
Fafcıyh, Tenbih isimli
kitabında şöyle buyurmuştur: Mescide hürmet, şu on beş şeyle olur:
1-) Mescide
girince, şayet halk ders veya zikir ile meşgul olmadan oturuyor ise selâm
vermek.
Eğer mescitte kimse
yoksa veya halk namazda ise, o zaman: Rabbımızınselâmı, bizim ve Allahu
Teâla'nm bütün iyi kullarının Üzerine olsun." denilir.
2-)
Oturmadan önce iki rek'at namaz kılmak.
3-) Mescitte
bir şey alıp satmamak.
4-) Mescitte
kılıç çekmemek.
5-) Mescitte
bir şey bulmayı istememek.
6-) Allahu
Teâlâ'nın zikrinin dışında, sesi yükseltmemek.
7-) Mescitte
dünya kelamı konuşmamak, insanların omuzlarından atlayarak, ileri veya geri
gitmemek.
9-) Yer
hususunda kimse ile nizah yapmamak.
10-) Saflarda
insanları daraltmamaktır.
11-) Namaz
kılan şahsın önünü geçmemek.
12-) Mescide
tükürmemek.
13-) Mescitte
parmakları çıtlatmamak.
14-) Mescidi
pislikten, küçük çocuklardan, delilerden ve had cezaları yapmaktan uzak
tutmak.
15-) Allahu
Teâla'yı mescitte çok zikretmektir. Garâib'de de böyledir. [24]
Konuşmak için,
mescidde oturmak mubah değildir. Çünkü mes-cid, dünya işleri için
yapılmamıştır.
Bu, bi'Uttifak
böyledir. Hızânetii'l-Fıkh'da da böyledir.
Hızânetö'1-Fıkh kitabında
şöyle zikredilmiştir:
Mescidde, mubah olan
dünya kelâmı konuşmanın haramlığına dair bir delil yoktur.
Mubah olmayan sözler
ise konuşulmaz.
Saiâtü'l-Cenâbî isimli
kitabda da: "Dünya kelâmından, mübâh olanları, mescitte konuşmak caiz
olur. En evlâ olanı ise, zikirle meşgul olmaktır." buyurmuştur.
Tlmariâşî'de de böyledir.
Mescid dar ise, namaz
kılan şahıs, diğeri her ne kadar zikrile, ders yapmakla, Kur'an okumakla veya
itikatla meşgul olsa bile, onu yerinden oynatır ve namazım kılar.
Keza, mahalle halkı
namaz kılacaksa ve mescid de dar ise; namazda olmayan şahıslan, mescidde
durmaktan men edebilirler. Gnnye'de de böyledir.
Bil-umum mescitlerin
üzerine çıkmak mekruhtur.
Bundan dolayı, sıcak
her ne kadar şiddetli de olsa, cemaatla, mescidin üzerine çıkıp namaz kılmak
mekruhtur.
Yalnız, mescid dar
olursa, işte o zaman, zaruretten dolayı mescidin üzerine çıkmak mekruh olmaz.
Garâib'de de böyledir. [25]
Mescidin minaresini
yaptırmaya gelince, ihtiyaç olur ve sesi cemaata duyurmak için, vakfın gelirinden
minare yaptınlırsa, bunda bir beis yoktur.
Şayet ihtiyaç yoksa,
yani mescid ehlinin tamamı, ezan sesini minaresinden duyuyorsa, o zaman minare
yaptırmak caiz olmaz. Timurtâşî'-de de böyledir.
Kayyûmun, direklere
asmak için, seccade satın alması caiz olmaz. Ancak bunların üzerinde namaz
kılınırsa, caiz olur.
Bunları, başka
mescitlere ödünç vermek de caiz değildir.
Bu, vakfeden şahsın
hâlinin bilinmediği zaman böyledir.
Fakat vakfe den şahıs,
"onların direklere takılmasını" veya "mescidin içinde ders
okunmasını" emretmiş ve ders için bina yapmış yahut mescitlerin
direklerine, böyle namazlık asılmak cereyan eden âdetten ise, —o zaman,
kayyûmun ihtiyaca binaen onları satın almasında bir beis yoktur. Onun alması
halinde, bedelini tazmin etmesi gerekmez. Gunye'-de de böyledir.
Mescidin lambasıyla
ders yapmak caiz olur mu?
Bu hususta cevap:
"Şayet o lamba (= ışık vasıtası, namaz kılmak için konulmiş ise, bunda bir
sakınca yoktur.
Eğer namaz için
konulmadı da, meselâ: "namazdan çıkınca, gecenin üçte birine kadar
yansın" diye konuldu ise, bunda da bir sakınca yoktur.
Eğer ders yapan şahıs,
gecenin üçte birinden daha fazla kalacaksa, o zaman, bu ışıktan faydalanmaya
hakkı yoktur. Muanarât'da da böyledir.
Bir talebenin,
mescidin bir şeyini alâmet olsun diye kitabının içine koyması muafdır.
Gunye'de de böyledir. [26]
îster iç tarafında,
isterse dış tarafında olsun Allahu Teâlâ'nın ismi yazılı bulunan kağıdı, bir
şeyde kullanmak mekruhtur. Üzerinde Allah ismi yazılı cüzdanı kullanmak bunun
hilafınadır; yani böyle bir cüzdanı kullanmakta kerâhat yokdur. Mültekıl'ta da
böyledir.
Bir adam, Allahu
Tealâ'nın ismini bir kağıda yazar ve oturduğu serginin altına koyup onun
üzerine oturursa bu mekruh olur.
Bu durumda
"mekruh olmaz. da denilmiştir. Görülmüyor muki, bu yazı eve konulsa, o
evin üzerinde yatmak ve uyumakta bir sakınca yoktur. Muhıyt'te de böyledir. [27]
İçinde fıkıh, kelâm
yazılı olan bir kağıda, bir şeyi sarmak caiz değildir; en iyisi, böyle bir iş
yapmamaktır.
Tıb yazılı olan bir
kağıda bir şey sarmak caizdir. İçinde ister Allahu Teâlâ'nın ister Hz.
peygamberin (S.A.V.)*in adı yazılı olsun; bir şeyle, o isimleri silmekte
caizdir. Gunye'de de böyledir.
Üzerinde Kur'an yazılı
bir levhayı, bozup, silip onu dünya işlerinde kullanmak caizdir.
Allahu Tealâ'nın
ismini, tükrükle silmek hakkında, yasaklik vârid olmuştur. Garâîb'de böyledir.
Bazı yazıları, tükrük
ile silmek caizdir. Gonye'de de böyledir.
Ebû Hamid'den
sorulmuş:
—Üzerinde haberler (=
hadisler) yazılı kağıtları, defterciler defter yüzü olarak kullanıyorlar ne
dersiniz? o, şu cevabı vermiş: —Eğer o defterlerde, Kur'an, fıkıh, tefsir
yazılmış ise, bunda bir beis yoktur. Fakat, bu defter edeb, nücûm kitaplarında
kullanıyorlarsa bövîe yapmaları onlar için hoş bir şey olmaz, garaib'de de
böyledir. [28]
Hâkim, İmâm'dan hikâye
ederek şöyle buyurmuştur: Gerçekten İmâm, Velime yemeklerinde kağıtlarla el
silmeyi kerih görür ve insanları öyle yapmaktan şiddetle ve beliğ bir şekilde
men etmeye çalışırdı. Muhıyt'te de böyledir.[29]
Bir talebenin yanında,
sahtiyandan yapılmış çantasının içinde Peygamber (S.A.V.)'in hadisleri veya
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin fıkıh kitapları veya başka fıkıh kitapları bulunur;
bu talebe de, o çantayı başının altına yasdık olarak korsa; eğer maksadı onu
muhafaza ise, böyle yapması mekruh olmaz.
Şayet böyle bir
maksadı yoksa, böyle yapması mekruh olur. Zehıy-re'de de böyledir.
İçinde haberler
(hadisler) bulunan şeyi de, yastık yapmak, — onu korumak için olmazsa— mekruh
olur. MüHekıt'ta da böyledir.
Bir kimse mushafı,
yolculuk esnasında, korumak kasdiyle, başının altına korsa, bunda bir sakınca
yoktur. Ancak bu niyetle olmaz ise, böyle yapılması mekruhtur. Hızanetü'l-Fetâvâdâ'da
da böyledir. [30]
Bir kimsenin örtülü
olan Kur'an'ın bulunduğu evde, karısıyla cima yapması caizdir. Gunye 'de de
böyledir.
Bir adamın evinde
Kur'an olduğu hâlde, onu okumasa; âlimler: "Eğer onu, hayır ve bereket
olsun niyetiyle tutuyorsa günahkar olmaz. Belki de sevap kazanır."
demişlerdir. Fetâvlyi Kâdihân'da da böyledir. [31]
Bir kimse Kur'an-ı
Kerîm veya şeriat kitaplarını yüklediği bir hayvanın üzerine binse, bu mekruh
olmaz. Muhiyl'te de böyledir. [32]
Mushafın(= Kur'an'ın)
bulunduğu tarafa ayaklan uzatmak, eğer aynı hizada değilse, mekruh olmaz.
Keza Kur'an çivide
asılı olduğunda, bir kimse, o istikamete ayaklarını uzatsa; bu mekruh olmaz,
Garaib'de de böyledir,
Bir adamın heybesinde,
üzerinde Kur'andan birşeyler yazılı dirhemleri veya heğbede, Fıkıh tefsir veya
Kur'an kitapları bulunsa; onları korumak kasdiyle üzerine yatmasında bir beis
yoktur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, ayağını
Kur'an'ın üzerine koysa, —şayet onu hafif görme niyetiyle koyarsa— kâfir olur.
Garâib'de de böyledir. [33]
Dirhemlerin üzerine,
Allah'ın ismini yazmakta sakınca yoktur. Çünkü, onun sahibinin kasdı bir
alâmettir; yoksa sehviyat değildir, Cevâhiru'l-Ablâtf'de de böyledir.
Bir kimsenin
yüksüğünün üzerine, kendi adını veya Allah'u Te-âlâ'nın adını yahut (JaG11 ı^j
*"'i^r-*-) veya (-Aiitft^) yazsa, işte bunda da bir beis yoktur.
Taharet üzere olmayan
bir kimsenin, üzerinde Allah'ın ismi bulunan bir parayı eline alması
mekruhtur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
İbnü Semâa'nin
Nevâdiri'nde şöyle zikredilmiştir:
Abdesü olmayan
kimsenin, yanında, üzerinde Allahu Teâlâ'nın ismi yazılı para bulunmasında bir
beis yoktur. Hârî'de de böyledir. [34]
Fakıyh Ebû Ca'fer'den
soruldu.
—Koynunda kitap olan
bir kimse bevletmek (= idrar etmek) için otursa, bu mekruh olur mu?
İmam şu cevabı verdi:
—Eğer kitapla birlikte
tuvalete girerse, mekruh olur. Eğer, temiz bir yere sadece bevledecekse, mekruh
olmaz.
Buna binâen, cebinde
dirhemleri bulunan ve onlarda da Hz. Allah'ın adı yazılı olan, veya üzerinde
Kur'an'dan bir şey veya Allah'ın adı yazılı olan yüzüğün mühürü yanında iken
onunla birlikte tuvalete gireri bir kimsenin, böyle yapması mekruh olur.
Şayet yalnız bevl
edecekse yeri de temiz olursa, mekruh olmaz. Mu-hiyt'te de böyledir. [35]
Kur'an, duvar üzerine
yazıldığında, bazı âlimler: "Caiz olması umulur." buyurmuşlar; bazıları
da; buralara yazılacak Kur'an'ın insanların ayak altına düşeceği korkusuyla,
"böyle yapmak, mekruh olur."-buyurmuşlardır.
Yaygı ve sergiler
üzerine Kur'an yazmak mekruhtur. Garâib'de de böyledir.
Yaygı ve seccade
üzerine (& iUiı) yazılmış olsa, onu serip üzerine oturmak mekruhtur.
Buna göre âlimler
şöyle buyurmuşlardır:
O harflerden, bir harf
koparılır veya ipliği sökülür ve o sergi ve seccade üzerinde yazılı olan
yazıdan da kelimeler birbirinden ayrılırsa, ke-râhat yine de sakıt olmaz. (=
düşmez)
Keza, sergi ve seccade
üzerinde (mülk başkasının değildir) yazılı olduğunda, yalnız elif ve yalnız lâ
harfleri kat edilse (kesilse) yine de kerâhattan hâli olmaz. Kiibrâ'da da
böyledir.
Bir adam, fir'avmn
veya Ebû cehlin adım yazıp garaz olsun diye, yere atsa; bu mekruh olur. Çünkü,
o harfler için hürmet vardır. Si-râciyye'de de böyledir. [36]
Hasan bin Ziyâd, İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'den rivayet ederek, şöyle buyurmuştur.
Gerçekten İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.), Kur'an'ı küçük yapmayı ve harflerini ince kalemle yazmayı kerih
görürdü. Bu, aynı zamanda, İmâm Ebö Yûsuf (R.A.)'unda kavlidir.
Hasan bin Ziyâd:
"Biz, bunu kabul ederiz." demiştir.
Bu kerâhat,
tenzîhiyedir; günâh değildir.
Uygun olan, Kur'an
yazmak isteyen kimsenin, onu en güzel yazı ile yazması ve en güzel, beyaz ve
kalın kağıda en güzel boya ile yazması; satırların arasım açması, harfleri
büyükçe yazması ve Kur'an'dan olmayan şeylerden, onu tecrid etmesidir. Kur'an
yazan şahıs on âyette bir işaret ve âyetlerin sayısı, vakf alâmetleri
koymamalı; İmâm Osman bin Af-fan (R.A.)'ın mushafi gibi, kelimelerinin
intizamını korumalıdır. Gun-ye'de de böyledir.
Ta'şır demek, bir
alâmetle her on âyetin aralarım öğrenmek demektir. "Kur'anda, Altıyüz
yirmi üç, defa on âyet vardır.'* denilir Sırâcü'l-Vebhâc'da da böyledir.
Sûrelerin adını,
âyetlerin adedini yazmada bir beis yoktur. Bu her ne kadar sonradan meydana
gelmişse de, bid'at—ı hasenedir. Çok şey varki, bid'at-ı hasenedir. Çok şey de
vardır ki, zaman v mekanın değişmesiyle değişir. Cevâhirû'l-Ahlâtf'de de
böyledir.
Ebü'l-Hasan şöyle
buyurmuştur.
Sûrelerin evvellerini
(başlarını) ayırmak için ffj\ c£j\ 4İ!i p~* yaz mak gibi, sûrelerin
tercümelerine de besmele yazmakta bir beis yoktur Sirâcü'l-Vehhâc'da da
böyledir.
Kur'an'ı, altın veya
gümüşle yaldızlamakda bir sakınca yoktur İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) bunları hep
kerih görmüşlerdir.
Âlimler İmâm
Muhammed'in kavlinin ne olduğu hususunda ihtilaf eylemişlerdir. Fetâvâyi
Kâdihân'da da böyledir. [37]
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.): Hidayeti ümid edilen bir nasranî, Kur'an'a el süremez."
buyurmuştur.
Eğer Gusleder, sonra
da Kur'an'a el sürerse, bunda bir beis yoktur. Mühekıt'ta da böyledir. [38]
Bir Kur'an-i Kerîm
eskir, yırtılır, okunmaz hâle gelir ve onun zayi olmasından korkulursa; temiz
bir beze sarılıp, üzerine necaset atılmayacak, ayak basmayacak temiz bir yere
defnedilir.
Ve onun için lahd
yapılır. Çünkü, eğer toprak yarılarak Kur'an def-nedilirse, onun üzerine toprak
atılmış olur. Bu ise bir nevi hakaret olur.
Ancak, üzeri tavan
gibi yapılırki, üzerine toprak dökülmesin; işte, bu en güzel olanıdır.
Garaib'de de böyledir.
Kur'an eskiyip,
okunmaz hâle gelince, o ateşte yakılmaz. Buna Şeybâni (R.A.) Siyer-i Kebîri'nde
işaret eyledi. Biz de bunu kabul eyledik. Zehıyre'de de böyledir.
Okunmaz hâle gelen bir
Kur'an'la, başka bir kur'an'ı ciltlemek caiz olmaz.
Kitaplar bir birinin
üzerine konulurken, aynı cins kitaplar (kelâmı kelâm üzerine; fıkıh, fıkh
üzerine) haberleri mev'izeleri; rivayet edilen duaları bir biri üstüne koymak
evlâ olanıdır. Lügat ve nahiv kitapları aynı nevidendir.,
Bir dükkan veya
sandıkta kitaplar bulunduğunda terbiye icabı onların üzerine elbise koymamak
uygun olur.
Mescidin süprüntüsünü
mehma imkân, —hürmete binâen—, temiz olmayan yere atmamak da uygun olur.
Gnnye'de de böyledir. En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [39]
Şu dört şeyle müsabaka
(= yarış) yapmak caizdir.
1-) Deve/
2-) At ve
katır;
3-)
Atıcılık;
4-) Yürümek,
koşmak;
Tek taraftan belirli
bir şeyle müsabaka yapmak caizdir.
Şöyleki: "Eğer,
sen beni geçersen, sana şu var. Şayet ben seni geçersem, bana senin bir şey
vermekliğin yokdur." derse bu müsabaka caiz olur.
Fakat, bedel (ödül)
iki taraftan olursa; işte bu haramdır, kumardır.
Ancak ikisi de
aralarında helâl kılıcı bir şey idhâl ederler (girdirirler) ve onlardan her
birisi "Sen, beni geçersen; sana şu var; şayet, ben seni geçersem baha şu
var; şayet üçüncü geçerse ona bir şey yok." derlerse bu müstesnadır.
Hulâsa'da da böyledir.
Bundan sonra, mal iki
taraftan şart koşulduğu zaman, aralarına üçüncü kişiyi de girdirirler ve o
ikisi, üçüncü şahsı: "Eğer sen, bizi geçersen bu iki mal da senindir.
Eğer biz, seni geçersek, bize bir şey yok-tur."derler ve bu istihsânen
caiz olur.
Sonra da üçüncü kişiyi
aralarına alırlar.
Eğer o üçüncü şahıs
onları geçerse, o malın ikisine de hak sahibi olur.
Şayet diğerleri o
üçüncü şahsı geçerler ve eğer her ikisi de aynı anda geçerse, ikisine de bir
şey yoktur.
Eğer arka arkaya
geçerlerse, arkadışını geçenin, onun malını almak hakkı olur. Arkadaşı ise,
diğerinin malını almaya hak sahibi olamaz. İmâm Muhammed (R.A.), kitap'da şöyle
buyurmuştur:
Üçüncü şahsı aralarına
girdirmeleri, ancak karşı tarafın malını almanın caiz oîma çaresidir. Bu
üçüncü şahsın, geçme— geçmeme ihtimali olduğu zaman böyle olur. Aksi takdirde,
yani geçme veya geçmemesi belli olursa, bu asla caiz olmaz.
Şey hu'1-İslâm Ebû
Bekir Mu ham m ed bin Fadl'ın şöyle buyurduğu hikâye edilmiştir:
Bir mes'ele hakkında
iki ilim adamı arasında, bir görüş ayrılığı olduğunda, bunlar üstadlanna
(Hocalarına) gitmeyi murad edip; birisi, diğer arkadaşına: "Eğer cevap
senin dediğin gibi ise, şu şeyi sana veririm. Eğer benim dediğim gibi ise,
senden hiçbir şey almam." derse; bunun at yarışlarına kıyâsla caiz olması
gerekir.
Keza, âlimlerden biri,
bir mes'ele için, diğerine: "Gel, ortaya mes'-eleler atalım; sen doğru ve
yanlış nasıl cevap verirsen sana şunu veririm. Şayet ben, isabet ve hata
edersem, senden bir şey alıcı değilim." derse; bunun da caiz olması
gerekir.
Şeyhu'1-İmâm
Şemsü'l-Kimme El-Halvânî (R.A.) bunu kabul eylemiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Âlimlerin yaptıkları
da böylece caizdir. Şöyle ki: İkinizden hanginiz geçerseniz, onun için şu
vardır." deseler; bu caiz olur.
tüm talebeleri,
yarışta kimin öne geçtiği hususunda ihtilafa düşerlerse, beyyinesi olanın
beyyinesi kabul edilir.
Eğer böyle bir şeyleri
yoksa, aralarında kur'a çekilir; hepsi birlikte geçmiş gibi yapılırlar;
(yanmada, boğulmada olduğu gibi ki, hangisinin önce yandığı veya boğulduğu
bilinmez ise, ikisi aynı anda ölmüş gibi kabul edilirler).. Fetâvâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
Bayram günü sabî
çocukların ceviz oyunları, kumar nevinden olmazsa bu cevizler yenilir. Kumar
cinsinden olursa, işte o haramdır. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâdır. [40]
Bir adam, diğer bir
insanın kapışıma geldiğinde, selâmdan önce izin ister, sonra girer. Ve girince,
Önce selâm verir.
Eğer, ev yabanda ise,
önce selâm verir; sonra konuşur, (izin ister.) Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Âlimler, hangisinin
ecir yönünden daha efdal olduğu hususunda ihtilaf eylediler: Bazıları:
"Selâmı alıp, geri veren, sevap cihetinden daha üstündür." dediler.
Bazıları da: "İlk defa selâm veren efdâldir; ecri daha çokdur." dedilir.
Muhıyt'te de böyledir.
Uygun olan, bir kişiye
bile selâm veriliyor olsa, cemaat Iafzıyle, (çoğul olarak) selâm vermektir.
Cevap da böyledir.
Sırâciyye'de de böyledir.
En efdâl olanı, bir
müslüman için: demektir. Cevap da
böyledir.
Berekât lafzı üzerine
bir ziyadelik yapmak uygun olmaz. İbnii Ab-bas (R.A.) şöyle buyurmuştur
"Her şeyin bir nihayeti (-sonu-) vardır. Selâm'ın sonu da berekât'dır.
Muhıyt'te-de böyledir.
Atıf vavı ile selâm alınır, yani diyene demek
gibi...
Şayet vav harfini
hazfederek (kaldırarak) derse, bu da caiz olur.
Eğer selâm'a
başlayan veya) derse; cevap verecek olan
zat, her iki şekilde de pu veya der. Fakat elif ve lâm ile fdemesi
daha efdâl olur.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Fakıyh Ebû'1-Leys
şöyle buyurmuştur:
Bir cemaat, bir
toplumun yanına vardığında, selâm vermeyi terkederlerse; hepside günahkâr
olurlar.
Onlardan birisinin
selâm vermesi, hepsinin yerine caiz olur.
Şayet, hepsi de selâm
verirse, işte bu daha efdâl olur.
Eğer cevâbı hepsi
birden terk ederlerse, bu durumda da hepsi de günahkâr olurlar. Şayet onlardan
bir kişi selâmı iade ederse; cümlesinin yerine, bu caiz olur.
Eser (haber, hadis)
böylece gelmiştir ve bu Fakıyh Ebû'l-Leys'in seçtiği kavildir.
Halbuki, hepsi de
cevap verse, işte bu daha efdâl olur. Zehıyre'de de böyledir.
Feiâvâyi Âhû'da şöyle
zikredilmiştir.
Bir adam gelip bir
cemaata selâm verirse; o cemâate, bu selâmı iade etmek (bu selama mukabele
etmek) vacip olur. Eğer, aynı mecliste, bu şahıs ikinci defa selâm verirse; o
topluluğa ikinci defa iade gerekmez.
Teşmit te böyledir;
ikincisi gerekmez.
Şayet ikinciyi de iade
ederse, bu müstehap olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Nevâzfl'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, bir
toplumda, otururken onlara selâm veren şahıs: der ve o cemaatten bazısı redd-i
selâm ederse; işte bu, kendisine selâm verilen şahıs yerine mukabele olur. Ve
bu durumda, kendisine selâm verilen şahıstan cevap vermesi düşer.
Bu şahıs, isim
söylemeden, toplulukta kilerin tamamına işaret ederek, tek hitapla selâm
verse, buda caiz olur.
Fakat isim söyleyerek
der bu ve bu selâma da, Zeyd'den başkası cevap verirse; bu durumda Zeyd'den
farz sakıt olmaz.
İsim söylemez fakat
Zeyd'e işaret ederse, Zeyd'den farz sakıt olur. Çünkü, bu durumda onun selâmla
kasdi hepsinin üzerinedir. Muhıyt'te de böyledir.
Yemek yiyen bir
topluluğa uğrayan kimse, kendiside aç olur ve onların kendisini de sofraya
davet edeceklerini bilirse, selâm verir; yoksa vermez. Kerderi'nin Vecîzi'nde
de böyledir.
Bir dilenci selâm
verdiğinde, onun selâmım iade etmek gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.
Bir dilenci, bir
adamın kapısuna gelerek dese, onun
selâmını iade eylemek vacip olmaz.
Keza, bir mahkemede,
hâkime selâm veren şahsa, hâkimin iâde-i selâm etmesi vacip olmaz. Fetâvâyi
Kâdihân'da da böyledir. [41]
Şehirli ile köylü
olanlar hakkında ihtilâf olundu: Bazı âlimler: "Şehirden gelen, köyden
gelenle karşılaşınca, şehirli köylüye selâm verecek." dediler. Bazıları
da, bunun aksini söylediler.
Binekli olan, yürüyene
selâm verir. Ayakda duran oturana selâm verir.
Az olanlar, çok
olanlara selâm verirler.
Küçük olan, büyük
olana selâm verir.
Yürüyen, durana selâm
verir.
Arkadan gelen, önde
gidene selâm verir.. Muhıyt'te de böyledir.
Erkek kadın bir arada
iken, onların yanına gelen şahıs, önce tr-keğe selâm verir. Fetâvâyi Kâdihân'da
da böyledir.
Bir adamın
karşısından, erkekler ve kadınlar gelseler adam erkeklere selâm verse; hüküm
bakımından selâmı erkeklere âid sayılır; diyanette ise, hepsine selâm vermiş
sayılır. Kerderî'nin Vecîzi'nde de böyledir.
Karşılaşan iki kişinin
efdâl olanı, selâmda öne geçendir. Her ikisi birden selâm verirlerse, her
birisi selâmı iade eder.
Müstehap olan, selâmı
abdestli olarak iade eylemektir. Teyemmüm ile de selâmı reddeylemek caizdir.
Gıyâsîyye'de de böyledir.
Evine giren bir kimse
ehl-i beytine (ev ahâlisine) selâm verir. Şayet, evde hiç kimse yoksa: Ui aU
J*j m* füsUi ) der. Muhıyfte de
böyledir.
Bjr eve, her girişte
selâm verilir. Tatarhaniyye'de de böyledir. [42]
Âlimler, çocuklara
selâm verilir mi, verilmez mi diye ihtilaf eylediler: Bazıları: "Onlara
selâm verilmez." dediler.
Bu, Hasan bin Ziyâd
(R.A.)'ın kavlidir. Bazıları ise: "Onlara selâm vermek efdâldir."
dediler. Bu da Şnrcyh (R.A.)'in kavlidir. Fakıyh Ebft'l-Leys'de bunu kabul eylemiştir.
[43]
Zimmet ehline selâm
verilir mi? Bu hususta da ihtilaf vardır:
Bazı âlimler:
"Onlara selâm vermekde, bir sakınca yoktur." buyurmuşlar; bazıları
da: "Onlara selâm verilmez." demişlerdir.
Bu, müslümanın zimmîye
ihtiyacı olmadığı zaman böyledir. Eğer ona ihtiyacı varsa, selâm Vermekte bir
beis yoktur.
Zimmet ehlinin verdiği
selamı almakta bir sakınca yoktur. Yalnız, onun selâmına karşılık verirken,
onun söylediğinden fazla bir söz söylenmez. .
Fakıyh Ebû'l-Leys
(R.A.)e şöyle buyurmuştur:
Sen, bir topluluğa
uğradığın zaman, onların arasında kâfir bulunursa, bu durumda muhayyersin;
istersen, müminleri kasdederek dersin; istersen dersin. Zehıyre'de de böyledir.
[44]
Açıktan Kur'an
okunurken; ilim müzâkeresi yapılırken; ezan okunurken; kamet getirilirken
selâm vermek mekruhtur. Sahih olan kavle göre böyle bir durumda selâm veren
şahsın selâmı iade edilmez. (Yani, onun selâmına mukabele edilmez. Gıyâsiyye'de
de böyledir.
Kur'an okunurken selâm
verilirse, muhtar olan kavle göre, o selâmı iade etmek (bu selâmı alıp,
karşılık vermek) gerekir. Kerderî'nin Ve-cîzi'nde de böyledir.
Bu, Sadru'ş-Şehîd ve
Fakıyh Ebû'l-Leys'in ihtiyarıdır.
Cum'a ve bayram
günlerinde hutbe okunurken selâm verilmez. Namaz kılanlara selam verilmez.
Hulâsa 'da da böyledir.
Asi kitabı'nda şöyle
zikredilmiştir:
Hutbe okunurken selâm
>/?ren şahsın selâmına karşılık vermek; apşıran için
"yerhamükellah" demek uygun olmaz.
Salâtü'1-Eser isimli
kitapda şöyle zikredilmiştir:
Âlimler: "İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.) ile İmâm Muhammed (R.A.) arasındaki ihtilaf, hutbe okunurken
red edilmeyen selâmın, hutbe bittikten sonra red edilip edilmeyeceği
hususundadır. İmâm Muhammed (R.A.)'e göre reddedilir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre
ise reddedilmez, demişlerdir. Zehıyre'de de böyledir.
tüm dersi yapılırken
veya biri söyleyip diğerleri derslerini dinlerken, selâm verilmez. Bu durumda
selâm veren kimse günahkâr olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Fıkıh talebesi,
hocasına selâm veremez. Şayet verirse, hocasının, onun selâmım iade etmesi
gerekmez. Gunye'de de böyledir.
Şeyhû'l-İmâm Ebû Bekir
Muhammed bin Fadl el-Buharî'nin şöyle buyurduğu nakledilmiştir.
Bir adam zikir
meclislerinden her hangi birisinde otururken, başka bir adam da gelerek, ona
selâm verse; oturan zatın, onun selâmını reddetmemesine ruhsat vardır.
Muhıyt'te de böyledir.
Şaka yapan yaşlıya,
yalan söyleyen kimseye boş söz konuşana, insanlara sövene, sokaklarda
kadınların yüzlerine bakan kimseye, — tevbe ettiği bilinmedikçe— selâm
verilmez. Gunye'de de böyledir.
Şarkı söyleyene, bevl
edene, güvercin uçurana, hamamdaki veya başka yerdeki açık çıplaklara selâm
verilmez. Böyle olanların verdiği selâmı iade etmek de gerekmez. Gıyâsiyye'de
de böyledir.
Günahkâra selâm verilir
mi?
Burda ihtilaf vardır.
Esahh olan kavil ise, böyle bir kimse ile karşılaşınca, selâma önce
başlamamaktır. Tlmurtâşî'de de böyledir.
Bir adamın ahmak (=
günahkâr) komşuları olduğunda, bu şahıs onlarla selâmlaşmca, —ondan utandığı
için— şerrini terk edecek ve selamlaşmayınca da kötülüklerini artıracaklarsa
—ma'zerete binâan, onlarla selâmlaşılır. Gunye'de de böyledir.
Eğlence için satranç
oynayan bir kimse, kendisine selâm verince, —terbiyesi icabı— onu bırakacaksa;
o şahsa selâm vermekde bir beis yoktur.
Müstezâd kitabında
şöyle zikredilmiştir:
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
içinde olanlarla meşgul olduğundan dolayı, satranç oynayan kimseye selam
vermekte, bir beis görmedi.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise, —onlara hakaret olsun diye— selâm vermeyi hoş görmedi. Zehıyre'de de
böyledir.
Bir adam, büyük veya
küçük abdest bozan bir kimseye selam verse, o adamın, o halde selâmı iade
eylemesi uygun olmaz.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.): "Bu halde olan bir şahsa selâm verilirse, o, diliyle değilde, kalbiyle,
bu selâmı-iade eder. buyurmuştur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Kalbiyle de, diliyle de iadeyi selâm yapamaz. O halden sonra da, bu
selâmı iade edemez." demiştir.
İmâm Muhammmed (R.A.)
de: O halden fariğ olunca selâmı iade edilir. [45]
Yabancı bir kadın, bir
erkeğe selâm verirse; bakılır: Eğer kadın yaşlı ise, ona açıktan açığa selamı
iade edilir.
Şayet kadın genç ise,
erkek kalbinden onun selâmını iade eder; açıktan bir şey söylemez. [46]
Bir erkek de yabancı
bir kadına selâm verdiğinde selâm verilen kadın yaşlı ise, açıkdan selâmı iade
eder. Kadın gençse, selâmı kalbinden iade eder. Felâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir. [47]
Bir adam diğerine,
"selâmını, filana söylemesini" söylerse, onun o selâmı, o adama
söylemesi gerekir. Gıyâsiyye'de de böyledir.
imâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir kimse hazırda
olmayan bir şahsın selâmını, bir adama tebliğ ettiğinde, kendisine selam
gönderilen şahıs, önce selâmı kendisine getirene, sonra da gönderene iadeyi
selâm eder. Zehıyre'de de böyledir.
Selâmın cevabını verme
farziyetinin düşmesi için, verilen cevabı, selâm verene duyurmak gerekir.
Verilen selâmı
duymayan kimseye, iadeyi cevab vâcib olmaz. Gi-yassiyye'de de böyledir.
Selâm veren şahıs
sağır ise, iadeyi selam edecek kimsenin, ona dudaklarının hareketini göstermesi
uygun olur.
Apşırana verilecek
cevapta aynısıdır. Kübrâ'da da böyledir.
Şehâdet parmağı ile
selâm vermek mekruhtur. Gıyâsiyye'de de böyledir. [48]
Eğer âtıs (= apşıran),
Allah'a (c.c.) hamd ederse, (elhamdülillah derse) ona teşmit (= dua, =
yerhamükellah demek) vâcib olur.
Üç defaya kadar teşmit
edilir. Ondan fazla olursa, teşmit edecek, şahıs muhayyerdir: ister eder, istir
etmez. Sırâciyye'de de böyledir.
Apşıranm yanında
bulunan şahsa uygun olan, apşıran zat üçten fazla apşırır ve her apşirmasında
"elhamdülillah" derse; hazırda bulunan zatında her defasında
"yerhamükümullah" demesi güzel olur. Fe-tâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir adam ne kadar
apşırır ve her defasında da "elhamdülillah" derse desin, diğer şahsın
sonunda bir defa veya önünde bir defa "yer-hamükümüllah) demesi kâfi
gelir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, namazın
dışında apşırdığında: (elhadü lillâhi Rabbil alemin" demesi veya
"elhamdü lillâhi alâ külli halin" demesi uygun olur. Başka şey
söylemez. Huzurda olan "yerhamükellah" demesi; apşıranm da, ona:
"yağfirallâhü lenâ ve leküm", veya "yehdîkü mullah ve yuslıh
hâleküm" demesi ve başka bir şey söylememesi gerekir. Muhıyt'-te de
böyledir.
Bir kadın apşırdığında
eğer bu kadın yaşlı ise, ona açıktan "yerhamükillah" denilir. Eğer
genç işe, huzurdaki şahıs, bunu kalbinden söyler. Hulâsa'da da böyledir.
Erkek apşırınca, onu
duyan kadın eğer yaşlı ise açıktan karşılık verir. Eğer gençse, kalbinden
söyler. Zehıyre'de de böyledir.
Genç ve güzel bir
kadın, apşırınca, onun mahreminden başka genç veya yaşlı, hiç bir erkek açıktan
bir şey söylemez.
Ezan okunurken
apşırılır ve apşıran müezzin olur ve "elhamdü lillâh" derse; onu
duyan kimse, "yerhamükellah" der."
Kadı Abdûl-cebbar :
"Müezzin öyle bir durumda "elhamdü lillah" demez, buyurmuştur.
Gunye'de de böyledir.
Namaz kılan bir şahıs
apşırdığında, onu duyan ve namaz kılmayan birisi "yerhamükellah" der;
namazın içindeki de "ğafarallâhu lî ve leke" derse; namazı bozulur.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [49]
Bakma mes'eleleri dört
kısımdır.
1-) Erkeğin
erkeğe bakması;
2-) Kadının,
kadına bakması;
3-) Kadının,
erkeğe bakması;
4-) Erkeğin,
kadına bakması: [50]
Avret yeri hâriç,
erkeğin erkeğe bakması caizdir. Muhıyt'te de böyledir.
Bunun üzerinde icmâ
vardır. (Yâni: hiç bir âlim bu hâle muhalefette bulunmamıştır.) Muhtar Şerhi
ihtiyar'da da böyledir. [51]
Erkeğin avret yeri:
Göbeği ile diz kapağının altının arasıdır. Zehıyre'-de de böyledir.
Zâhirü'r-rivâyede,
avret mahalli, göbekle avret yerinin kıl biten kısmı arasıdır.
Diz kapağı hakkındaki,
avretlik hükmü uylukta olan avretlik hükmünden hafifdir.
Uylukta olan avretlik
hükmü de, sev'et denilen en mahrem yerden hafifdir.
Hatta bir kimse, başka
bir erkeği dizi açık görse, onu rıfkıle ikaz eder. Onunla —eğer inad ederde
kapatmaz ise— münazaa yapmaz.
Uyluğunu açık gördüğü
zaman ise, onu şiddetle ikaz eder. Ancak, inatlaşır da kapatmaz ise, onu
dövmez.
Şayet mahrem yerini
açık görürse, ona örtmesini emreder. Eğer inatlaşır da, örtmezse o zaman, onun
terbiyesini verir, (yâni döver ve cezalandırır.)
îbâne isimli kitap'da
zikredüdiğine göre, İmâm Ebû Hanife (R.A.) hamamcının, erkeğin avret yerini
görmesinde bir beis görmezdi. Tatar-hâniyye'de de böyledir.
Bir erkeğin, diğer bir
erkeğin bakılması mubah olan bir yerine el sürmesi de mübâhdır. Hidâye'de de
böyledir.
Hamamcının, gözünü
kapatarak, bir erkeğin avret yerlerinin kirini çıkarmak için keselemesinde bir
sakınca yoktur.
Ebû'1-Leys: Bu, yalnız
zaruret zamanı olur. Başka zamanda olmaz." buyurmuştur.
En uygun olanı,
erkeğin avret yerini kendisinin temizlemesidir. [52]
"Kadının kadına
bakması, aynen erkeğin erkeğe bakması gibidir." diyoruz.
Esahh olan da budur.
Zehıyre ve Kâfî'de de böyledir.
Bir kadının diğer bir
kadının karnına bakması caiz değildir. Sirâ-ciyye'de de böyledir.
Saliha bir kadının,
kendisine fâcire bir kadının bakmasına razı olması hiç uygun değildir. Çünkü,
o fâcire (= günahkâr) kadın, onu başka erkeklere vasfedebilir.
Keza saliha bir
kadının çarını ve baş örtüsünü, fâcire bir kadının yanına koyması de doğru
olmaz.
Keza inanmış bir
kadının, —kendi cariyesi değilse.— inanmamış bir cariyenin veya mükâtebenin
yanında, avret mahallini açması helâl olmaz. Sirâcü'l-Vehbac'da da böyledir. [53]
Yine biz: Bir kadının,
yabancı bir erkeğe bakması, bir erkeğin diğer erkeğe bakması gibidir."
deriz. Her yerine bakabilir; ancak, göbeği ile diz kapağının altının arası
müstesnadır.
Şayet kadın,
kat'iyetle biliyorsa ki, bizim bakılır" dediğimiz yerlere bakınca,
kalbine bir bozukluk (= şehevi duygu) gelmeyecektir; işte o zaman bakar.
Fakat bakınca,
kalbinin bozulacağım bilirse, o zaman, en güzeli, bakmayıp, gözlerini
kapatmaktır.
Bu, İmâm Mnhammed
(R.A.)'in Asi kiîab'ında buyurmuş olduğudur.
îstihsânda ise:
Yabancı erkeğe bakan kadın; yabancı kadına bakan da erkek ise, bütün gücüyle
bakmamaya çalışmalıdır." buyurulmuştur.
Bu da bu tip
bakışların hürmetine (= Haram oluşuna) delildir.
Bütün bölümlerde sahih
olan şudur: Bu iki taraftan, birisi şehvet ehli genç ve her iki taraf da
nefsânî şehevâtından emin ise, yine de bakılmasına izin olmayan yere el
dokunduramazlar.
Bir cariyeye gelince,
onun bir erkeğin göbeği ile diz kapağının arası hariç, erkeğkı açık olan
yerlerine bakabilir.
Her iki taraf da nefsî
şehvetlerinden emin olursa, el dokundurabilir.
Görülmüyormu ki,
insanlar arasında cereyan eden âdet bîr cariyenin elinden, bir başkası tutsa,
buna cariydin efendisi gücenmiyor. îşte bu, cariyeye dokunmanın cevazına
delildir. Muiııyt'te de böyledir. [54]
Bir erkeğin, kadına
bakması dört kısımdır:
1-) Bir
erkeğin, kendi karısına veya cariyesine bakması;
2-) Bir
erkeğin, kendisine nikâhı düşmeyen yakın akrabalarına bakması;
3-) Bir
erkeğin, hür olan yabancı bir kadına bakması;
4-) Bir
erkeğin, başka bir adamın cariyesine bakması. [55]
Bir erkeğin, kendi
karısına veya cariyesine, tepeden tırnağa kadar bakması şehvetli olsun,
şehvetsiz olsun helâldir.
Zahir olan budur.
Ancak evlâ olanı,
bunlarında birbirinin avret yerlerine bakmamalarıdır.
Burda zikredilen
cariyeden murad, kendisine cima yapmak helâl olan câriyedir. Yoksa mecüsi olan,
putperst olan veya süt anası, süt bacısı, karısının anası veya karısının
bacısı gibi olanların hiç bir yerine bakılmak helâl olmaz. Fercine bakmakta
olduğu gibi..
İbnü Ömer (R.A.) şöyle
buyururdu:
Cima zamanında,
insanın kendi karısı veya cariyesinin fercine bakması, —lezzeti daha fazla
olsun diye olursa— evlâ olur. Tebyîa'de de böyledir.
İmam Ebû Yûsuf (R.A.)
şöyle buyurmuştur.
—Ben, Ebû Hanîfe
(R.A.)'den sordum: Bir adam karısının fercine elini sürüyor; kadın da kocasının
zekerini tahrik edip oynatıyor; sen bunda bir sakınca görüyor musun? İmâm
(R.A.) şöyle buyurdu:
Hayır, onlara ecir
verileceğini umarım. Hulasa'da da böyledir.
Bir kimse, Cima için,
karısını çırıl çıplak yapmak istediğinde, odası beş, on arşın gibi küçükse,
Mecdü'l-Eimme Tercümanı ve Rüknü's Sabbağî ve Hafızu's-SâiG: "Eve
soyundurmasında bir beis (= sakınca) yoktur." demişlerdir. Zehıyre'de de
böyledir.
Cima etmeksizin
yatmakta olan karı, kocanın yattıkları yere, izinli olarak onlardan birisinin,
bir mahreminin girmesinde bir beis yoktur. Hizmetçi de böyledir. Gıyâsiyye'de
de böyledir.
Bir adamın, kendi
cariyesinin elinden tutup, onu odasına girdirip, kapusunu kitleyerek, ona cima
yapacağının bilinmesi hoş bir şey değildir.
Kumasının veya
cariyesinin yanında, bir kimsenin karısına cima yapması da, İmâm Muhammed
(R.A.)'e göre mekruhtur.
Buhârâ ehli de, ev
üzerinde yatmayı hoş görmemişlerdir. Lümem'-de de böyledir. [56]
Mahremiyet sahiplerine
bakmaya gelince: Biz: ".Bir adamın, onlardan her hangi birinin ziynet
mahalline bakması mübahdır." deriz.
Zînet yerleri ise,'baş,
saç, boyun, göğüs, kulak pazı, kol, el, bacak, ayak, ve yüzdür.
Baş: Taç ve
cevherlerle süslenmiş baş giyişi bağlanan yeridir.
Saç: Saç bağı denilen
güzel bir şeyle saçın etrafını bağlama yeridir.
Boyun: Gerdanlık
denilen ve kadınların boyunlarına takdıkları altın, gümüş, kolye, zincir ve
benzeri şeyleri taktıkları yenjir.
Göğüs: O da, boyun
gibidir ve rozet gibi süslü şeyler takılan yerdir ve gerdanlıkların göğüse
kadar indiği mahaldir.
Kulak: Küpe takılan
yerdir.
Bazu: Bazu-bend
takılan ve dirsekten aşağı olan yerdir.
Kol: Bilezik takılan
yerdir.
El: Yüzük takılan ve
kına yakılan yerdir. .
Bacak: Halhal takılan
yerdir.
Ayak: Kına yakılan
yerdir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir erkeğin ana, bacı,
kız ve nikâhı düşmeyen bütün büyük anneler, torunlar, babaların kız
kardeşleri, analarının kız kardeşleri ve kendilerinin kız ve oğlan
kardeşlerinin kızlarının başlarına, saçlarına, pazu ve kollarına, memelerine
bakmalarında beis yoktur.
Sırtlarına,
karınlarına, göbek ve diz kapaklan aralarına bakamaz-lar. Keza süt yönünden ve
sıhriyet (-karısının yakınları-) yönünde, analığı dedesi, —her ne kadar yukarı
gitsede— torunun karısı, torunları —her ne kadar aşağı insede— cima eylediği
karısının kızı, her ne kadar aşağı insede yine böyledir.
Şayet cima eylemedi
ise, onun kızı yabancı gibidir.
Zina yoluyla olan
musaharat hakkında ihtilaf vardır. Bazı âlimler: ' 'Bunlara bakmak ve
dokunmanın mübahhğı sabit olmaz.'' buyurmuşlardır. Şemsü'I-Eimme serahsi:
"Ebedi hürmet sabit olduğu için bunlara da bakmak ve dokunmak sabit
olur." buyurmuştur. Felâvâji Kâdîhân'da da böyledir.
Sahih olan da budur.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimsenin bakması
helâl olan bir yere, el sürmesi, sıkması, —bir hâil olmasa bile— helâldir.
Fakat bu, bakışın
ancak nefsinin şevehî arzuları olmadığı hâlde böyledir.
Fakat, bu arzudan
korkan bir kimsenin bakması helâl olmaz. -Dokunmak (= el sürmek) de böyledir.
Kendisinde veya bakılan şahısta şehvet korkusu olursa, karnına ve sırtına
bakması ve dokundurması helâl olmaz. Yanları da böyledir. Yani katiyyen helâl
olmaz. Mu-hıyt'te-de böyledir.
Oğul, anasının karnını
ve sırtını elbisesinin dışından, —hizmet kasdiyle— sıkıpoğuştura bilir.
Gunye'de de böyledir.
Ebû Cafer şöyle
buyurmuştur: "Ben, Şeyhu'i-İmam Ebû Bekir Mu-hammed'in şöyle dediğini
duydum: Bir adamın, diğer birinin ayağını sıkması dizine kadar masaj yapmasında
bir sakınca yoktur.
Elbisenin dışından
bile olsa, dizinden yukarıyı sıkması uygun olmaz. Keza, bir kimsenin anasının
ve babasının ayağını oluşturmasında bir şakırca yoktur. Fakat uyluğunu oğuşturmasi
doğru olmaz.
Fakıyh Ebû'l-Ca'fer:
Bir kimsenin, elbiseli veya elbisesiz olarak ana ve babasının uyluğunu
oğuşturmasi mubahtır." demiştir. Garâib'de de böyledir.
imâm Mııhammed
(R.A.):"Bir adamın, yukarda yazılı mahremle-riyle yolculuk yapmaları caizdir.
Kendi nefislerinden
emin olurlarsa, bunlar tenhada da bir arada kalabilirler.
Eğer bu erkek,
kendinin veya karşıdaki kadının iştahının olduğunu veya kalbinde şüphe
bulunduğunu bilirse, o takdirde, halveti de, yolculuğu da helâl olmaz.
Şayet yolculuk
sırasında indirme, bindirme gibi bir ihtiyaç olursa, tutup indirmede ve
bindirmede bir beis yoktur. O takdirde, elbisesinin dışından sırtı veya
karnından da tutabilir.
Eğer şehvet korkusu
bulunursa, imkân ölçüsünde bundan kaçınmak gerekir. Şayet buna imkân olmaz, ve
fazla ihtiyaç olursa; bedenin harareti (- sıcaklığı) duyulmuyacak kadar, bir
elbisenin üzerinden tutup indirir ve bindirir. Buna da imkân olmaz ise,
kalbinden şehevî arzuyu çıkarmaya gayret sarfeder. Yâni şehevî arzunun
istediğini yerine getirmez. Ve böyle bir şey düşünmez. Zehıyre'de de böyledir. [57]
Bir başkasının
cariyesine bakmak ise, zevilerhaınına bakmak gibidir.
Bir erkek, onun da
karnına, sırtına bakamaz. Muhammed bin Mukâtil er-Râzi şöyle derdi: "Onun
da sırtına ve karnına bakmak, zevatı erhâmı gibidir, denilmez. Onun, yalnız
göbeği ile diz kapağı arasına bakılmaz; bunun dışında kalan yere bakmada bir
sakınca yoktur."
Müdebbere, mükâtebe,
ümmü veled ve müstes'ât, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre mükâtebe gibidir.
Kâfi'de de böyledir.
Başkasının
cariyesinin, bakılması mubah olan yerlerine, el sür-mekde, —kendisinin ve
cariyenin şehvetinden emin olursa— mubahtır. Muhıyt'te de böyledir.
Bazı âlimlerimize
göre, nefislerinden emin olurlarsa, bunların birbirlerine ilaç yapmalarında da
bir beis yoktur. Kâfi'de de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.),
kitaplarında "başkalarının câriyeleriy-le yalnız kalmak ve yolculuk
yapmaktan" bahsetmemiştir.
Âlimler, bu hususta
ihtilâfa düşmüşlerdir: Onlardan bazıları: "Helâl olmaz." demişlerdir.
Buna, Hâkim eş-şşehîd'de meyletmiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Muhtar olanda budur.
El-Ehtiyar'da da böyledir.
Bilim adamlarından
ba'zılanda, "helal olur." buyurmuşlar Şeyhü'I-İmam Şemsü'l Eimrae
es-Serahsi'de bununla fetva verdi.
Bir kimse, her ne
kadar şehvetinden korksa bile —satın almak istediği bir cariyenin karnı ve
sırtı haricinde kalan yerlerine el sürebilir. Nitekim, bu yerlere bakması da
caizdir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Hidâye'de de böyledir.
Câmiü's-Sağîr'de şöyle
zikredilmiştir: Bir adam, bir cariyeyi satın almak istediğinde, onun bacağına,
koluna ve göksüne el sürmesinde bir beis yoktur. Bunların tamamına, açarak
bakabilir. Klfî'de de böyledir.
Âlimlerimiz şöyle
demişlerdir:
Zarurete binâen, —her
ne kadar iştahı olsa bile— bunlara bakması mubahtır.
Şayet iştahı varsa ve
böyle olduğu hususunda, re'yi gâlipse bakması mubah olmaz.
Çünkü bu, bir nev'i
menfaatlanma olur. Satın almanın haricinde ise, şehvetsiz bakması mubahtır.
Hidâye'de de böyledir.
Buluğa erişmiş bir
câriye, yalnız bir izarla piyasaya çıkarılmaz, (îzar diye: Göbekle, diz
kapağının arasını örten örtüye derler.) Çünkü, cariyenin, izarla, karnı ve
sırtı açıkta kalır. Onların açık olması ise, iştiha çağında olanlar için
haramdır. Bu, bulûğa erişmiş kimsenin, arzı gibidir ve bu iştiha sahibinin
açık olmasının haramlığı İmâm Muharamed (R.A.)'den naklendilmiştir. TebyıVde de
böyledir. [58]
Ecnebi (= yabancı)
kadınlara bakmaya gelince: "Biz onların açıkta olan ziynet yerlerine
bakmak caizdir." diyoruz. Onlar da el ve yüzdür.
Zâhiru'r-rivâyede
böyledir. Zehiyre'de de böyledir.
Şayet, zann-ı galibi,
ona iştahının olacağı şeklinde ise, o zaman bakmak haramdır. Yenâbi 'de de
böyledir.
Yabancı bir kadına bakmak,
şehveti gerektirmiyorsa, mekruhtur; Fakat haram değildir. Sırâciyye'de de
böyledir.
Hasan bin Ziyâd, İmam
Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Kadının ayağına bakmak
da caizdir.
Başka bir rivayetinde
ise: "Caiz değildir." buyurmuştur. Camüi'1-Berâmike isimli kitapta,
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'dan naklen şöyle denilmiştir:
Kadının koluna
yıkarken, yemek yaparken bakmak caizdir.
Keza şehvetsiz olarak,
çocuk emzirirken, memesine bakmak mü-bahdır. Muhıyt'te de böyledir.
Keza istinasının olup
olmadığında şek (= şüphe) olursa, bakmak mubahtır. Kâfî'de de böyledir.
"Şehvetsiz
olursa, bacağına bakmak da mubah olur." denilmiştir.
Bakınca, şehvet
olacağını bilir veya bu husustaki re'yi ekser olursa, o zaman, bütün
gayretiyle bakmaktan kaçınmak gerekir. Zehiyre'de 'de böyledir.
Esahh olan, bir defa
bakmasına cevaz verilen şahsın ondan sonrada bakması caizdir.
cevaz verilmeyene
bakmak ise, bu durumda ikinci defa bakmak caiz değildir.
Bu durumda, bir
kadının başının saçı, ayağının tırnağı, koltuğunun ve kasığının kılı gibi
parçalarına, —vücudundan ayrıhmış olsa bile— bakması caiz olmaz. ZShidî'de de
böyledir.
Yabancı bir kadının
yüzüne ve eline, el sürmek, —her ne kadar şehvetten emin olsa bile— helâl
olmaz.
Bu, kadın genç ve
iştiha sahibi olursa böyledir. Şayet, iştiha sahibi olmaz ise, onunla musafaha
yapmakta ve elini tutmakda bir beis yoktur. Zehiyre'de de böyledir.
Keza erkek, bir şeyh-ı
fâni (= çok yaşlı) olur ve her iki taraf da nefsinden emin bulunursa, bu
durumda musafaha yapmalarında (- el sıkışmalarında) bir beis yoktur.
Şayet, bir taraf
nefsinden emin değilse, bu durumda, bundan kaçınmak gerekir.
îmâm Muhammed (R.A.),
erkeğin yaşlı bir kadının elini tutmasında, emsalinin cima edemeyeceği şartı
koşmamış ve şöyle buyurmuştur: "Hem ekek, hem de kadın, cima edemiyecek
durumda iseler, bunların birbiriyle musafaha eylemelerin de bir beis
yoktur." ,
Bu durumda sen iyi
düşün; fetva budur. Muhıyt'te de böyledir.
Kalın elbiseii ve çok
yaşlı bir kadınla kucaklaşmak ve ona sanl-makda da bir beis yoktur.
Gıyâsiyye'de de böyledir.
Şayet kadının üzerinde
elbisesi varsa, onun vücudunu düşünmekte bir beis yoktur.
Çünkü onun elbisesine
bakmak, vücûduna bakmak demek değildir.
Bu, evde bir kadın
bulunurken, o evin duvarına bakmak gibidir. Bu hâl, kadının elbisesinin manto
gibi kalın olduğu, altını göstermediği zaman böyledir.
Şayet, bunun aksine
olursa, gözünü kapatması (bakmaması) gerekir. Çünkü, o ince elbise, altını
örtmez.
Bu hüküm, şehvet
hâlinde olanlara aittir.
Eğer şehvetsiz, küçük
sabîyeler ise, onlara bakmak avret hükmünde değildir. Ona bakmakda da,
dokunmakda da fitne korkusu yoktur.
Yabancı ve hür olan
kadma, zaruret zamanında bakma ruhsatı ( = müsâadesi) vardır. Muhıyf'te de
böyledir.
Kâfir olan kadın da
bakma yönünden müslüman kadın gibidir. Kâfir kadının, saçına bakmakda bir beis
yoktur." diye de rivayet edilmiştir. Gıyâsiyye'de de böyledir.
Bir kadını mahkeme
edecek hâkimin, ona bakması ve üzerine, şahitUk yapılacak kadına bakması; —her
ne kadar, iştiha korkusu olsa bile— caizdir.
Fakat uygun olanı,
şehvetsiz bakmaya çalışmaktır.
"Kadının
şahitliğini dinlerken iştiha ilede olsa bakmak mübahdır." denilmiştir.
sahh olan, bunun mübâh
olmamasıdır. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
öir kimsenin
nikahlamayı istediği bir kadına, —her ne kadar iştiha korkusu olsa bile—
bakmasında bir beis yoktur. Tebyîn'de de böyledir.
Şehvet haddine gelmiş
bir genç, buluğa ermiş gibidir. Gıyâsiyye'de de böyledir.
Bir genç erkek, buluğa
girme çağına gelse ve yakışıklı olmasa, bu genç, olgun erkekler hükmündedir.
Şayet yakışıklı ---çok güzel— ise kadınlar hükmündedir. Ve başından -ayağına
kadar avrettir. Ona şehvetle bakmak helâl değildir. Şehvetsiz bakmakda ve
onunla yalnız kalmada bir beis yoktur. Böyle bir gence nikap (örtü) kullanması
emredilmez. Mültekıt'te de böyledir.
Namazda, bu durumdaki
gencin hükmü erkekler gibidir. Gıyâsiyye'de de böyledir. [59]
Sünetcinin, ebenin ve
ilaç vakti doktorun, avret mahalline bakmaları caizdir.
Doktor gücü yettiği
nisbette gözünü kapar. Sirâdyye'de de böyledir.
Şırınga (= İğne)
yapmak için, bir adamın diğer bir şahsın avret yerine bakması caizdir.
Şemsü'l-Eimme
Serahsî'de böyle söylemiştir. Zahîriyye'de de böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Hastalık fazla olursa, iğne
vurdurmakta bir beis yoktur." Sahih olan da budur.
Şensü'l-Eimme Halvânî
Şerhii Kitabi's-Savm'da şöyle buyurmuştur.
"Gerçekten
şırınga, zaruret zamanı caizdir. Şayet böyle bir zaruret olmaz da, iğne cima
yolunun kuvvetlenmesi için yapılırsa, bize göre bu helâl olmaz.
Şayet, avret
mahallindeki hastalık öldürücü ise, oraya şırınga vurdurmak helâl olur;
değilse olmaz. Zehıyre'de de böyledir.
İmâm Ebu
Hanîfe (R.A.) ve
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Ananın, kızın, bacının
yanına izinsiz girilmez. Fakat karının yanına izinsiz girilir ve selâm
verilir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kadının bakılması
haram olan bir yerinde, bir yara meydana geldiği zaman, oraya bakmak helâl
olmaz. Onu tedavi edecek bir kadın varsa, ona tedavi olur. Şayet böyle bir
kadın bulunmaz ve yara çıkan kadın derdinin artacağını ve helak olacağını
bilirse; bu durumda o kadın, o yaralı yerin haricinde her yerini kapatır.
Ancak, tedavi olacak /erini açık bırakır.
Sonra da, onu bir
erkek imkân ölçüsünde gözünü kapayarak tedaviye çalışır.
Bu hususta, tedavi
edecek erkeğin, yabancı olması ile zevil erhamı olması arasında bir fark
yoktur. Çünkü, avret yerine bakmak zevil er-hama da haramd'r Mahremiyet
sebebiyle bakmak helâl olmaz. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir kadın, başka bir
kadına kan aldırmaktan korkarsa, başka bir erkek, o kadından neşterle kan
alabilir. Gunye'de de böyledir.
Bir köle, aralarında
akrabalık yoksa, hür olan seyyidesine (= hanım efendisine) yabancı bir erkek
gibidir.
Bir erkeğin bakamıyacağı
yere o köle de bakamaz. Ancak yüz ve ellerine bakabilir.
Buluğa erişmiş olan
köle, ister iğdiş olsun, isterse olmasın aynıdır. Fakat tenasül uzuvları
kesilmiş olursa, bazı âlimlerimiz, bu durumda olan kölelerin kadınlara
karışmalarına izin vermişlerdir.
Esahh olanı ise, buna
ruhsat olmamasıdır.
Bil-icma köle,
seyyidesinin izni olmadan, yanına giremez.
Yine bi'1-icma köle,
seyyidesiyle yolculuk yapamaz. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Enenmiş ve buluğa
ermemiş kimse, kadınların içine katılabilir. Buluğ çağı onbeş yaştır. Çünkü bu
tip kimseler, ihtilâm olmazlar.
İster birisi, istere
ikisi enenmiş olsun müsavidir.
Hasan bin Ali
el-Mürgînânî'den soruldu:
—Istihaze veya hâiz
gören bir kadın, her namaz vakti fercine bakar mı? İmâm:
—"Hayır."
dedi. Yine ona soruldu:
—Öldükten sonra, bir
kadının kemiğine, mesela kafa tasına bakılır mı? Ve bakmak caiz olur mu? İmâm:
—"Hayır bakılmaz." buyurdu. Tatartâniyye ve Yefime'de de böyledir.
Köle veya cariyeye
livata etmek haramdır.
Bir kimsenin kendi
karısına da livâta yapması haramdır.
Bir kadının, ferci ile
dübürü arasındaki perde kopmuş olursa, kocasının böyle bir kadına cima yapması
caiz olmaz.
Ancak, dübürün
haricinde ferce cima yapmasının mümkün olduğunu bilirse, —dübüre vâki olmamak
şartıyla— cima caiz olur.
Şayet şüpheye düşerse,
ona cima yapamaz. Garâib'de de böyledir. En doğrusunu bilen Alahu Teâlâ'dır. [60]
Siyah elbise giyip;
sarığın bir ucunu iki omuz arasından sırtın ortasına kadar uzatmak mendubdur. Kenz'de
de böyledir.
Sarığın ucunun ne
kadar olacağı hususunda ihtilaf edilmiştir: Âlimlerden bir kısmı: "Bir
karış..;" bir kısmı: "Sırtın ortasına kadar..;" bir kısmı
da:"oturunca, ucu yere değecek kadar olacak." demişlerdir. Zehıyre'de
de böyledir.
Bir kimse, sarığım
yeniden sarmak isterse, onu çözer, yere atmaz ve bir defada yeniden sarar.
Hızânetü'l-Müftin'de de böyledir.
Başa takke giymekte
bir sakınca yoktur. Gerçekten Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de takke giymiştir.
Kerdeıî'nin Vecîzi'nde de böyledir. [61]
Çözgüsü ve atkısı ipek
olan şeyi giymenin, bütün hallerde, erkeklere haram olduğunu bilmek vâcibdir.
Bu, İmâm Ebâ Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir. ' İmameyn ise: Harpde, ipek giymenin kerahatı yoktur.
Harbin haricinde mekruhtur." buyurmuşlardır.
Bazı âlimler de:
"ipek giymek hiç bir hâlde mekruh değildir." demişlerdir.
Kadı İsbîcâbî'nin
Şerhı'nde: İmâmeyn'inde, harp halinde giymek —sık dokunmuş olur da düşmanın
silahına mâni olursa— mekruh değildir." buyrulmuştur. Mumyt'te de
böyledir.
İpek ince olduğu
zaman, onu giymek bi'1-icmâ mekruhtur. Muz-marât'ta da böyledir.
Fakat, elbisenin
çözgüsü ipek, atkısı başka bir şeyden olursa, âlimler arasında, "onun
giyilebileceğinde" hiç bir itilaf yokdur.
Sahih olan budur ve
bütün âlimler bu görüş üzer indedirler.
ŞeyhiH-İslâm, Siyer-i
Sevb Şerhin'de şöyle buyurmuştur: Argacı pamuktan, erişi ibrişimden olur ve o
da görünürse, bu erkekler için ke-rîh olur; eğer görünmezse, erkekler için
kerîh olmaz. Bu, harbin haricinde böyledir.
Harp haline gelince, o
zaman şüphesiz argacı ipek olmaz da erişi ipek olursa, onu —harpte— giymek
mübâh olur. Çünkü onu harp olmadan da giymek mubahtır. Harbin dışında giymesi
mübâh olunca, harpde giymesine elbette ruhsat vardır.
Argacı (atkısı) ipek
olur da, erişi başka şeyden olursa bunu da harp'-de giymek, bi'i-icma mübâh
olur. Muhıyt'te de böyledir.
Erkeklerin, atlas
(erişi ve argacı ibrişim olan) elbiseyi giymeleri mekruhtur.
Atlastan yastık yapıp,
üzerinde uyumakta bir beis yoktur.
İmâmMuharamed(R.A.):
"Mekrûttur." buyurmuştur. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavli de İmâm
Muhammed (R.A.)'in kavli gibidir.
Sadru'ş-Şehîd'de,
böyle söylemiştir. Hulâsa'da da böyledir.
İbnü Semâa,
Münteka'sında, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
îpek ve atlas üzerine
oturmak onları giylek gibi değildir.
Bunların üzerine
oturulmuyor, fakat, bu şekilde zikredilmesi — oturulmasında kerâhat olmadığını
beyan içindir.
Atlas üzerine oturmak
hususunda, imâm Muhammed (R.A.)'den iki . rivayet vardır: Onun zahunı'l-Mezhebi
atlas üzerine oturmanın mekruh olduğudur, imâm bu iki rivayetteki meselede,
kerahât durumlarındaki ayrılığı (değişikliği) kasdederek, bunu isbat etmiş ve:
"Bunların her ikisi
Argaç: Atkı, dokumacılıkta,
enine atılan iplik. Eriş: Dokumacılıkta boy ipliği.
de mekruhtur; ancak,
giymek daha şiddetle mekruhtur." buyurmuştur. Zehiyre'de de böyledir.
Harpde atlas ve ipek
giymekde bir beis yoktur.
"Bu
mekruhdur." diyenlerde olmuştur. Esahh olan da budur. Hızânetü'I-Müftin'de
de böyledir.
Uyun kitabında, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurmuş olduğu
nakledilmiştir.
Erişi ibrişim veya
ipek olursa, erkeklerin, deniz koyununun yününden yapılmış elbiseyi,
giymesinde bir sakınca yoktur. Halâsa'da da böyledir.
Dış tarafı ibrişim
olan elbiseyi giymek, mekruhtur.
Keza bir yolu ibrişim,
bir yolu (sırası) deniz koyunun yününden yapılmış (dokunmuş) elbisede de hayır
yoktur. Gunye'de de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.), erişi ipek, argacı deniz koyunu yünü olan elbiseyi giymekte, erkekler
için bir sakınca görmezdi.
Onların zamanında, bu
su hayvanının adına arabca da Hazz ve kuzâ'a denilirdi. Türkçe de ise kunduz
denilirdi. El'an, bu günde, onun yününü ipeğe —ibrişime karıştırdıkları gibi—
karıştırıyorlar; bu mekruhtur. Müllekıt'ta da böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse deniz
koyunu yününden yapılmış bir elbiseyi, şöhret için giymez ise, giymesinde bir
beis yokdur. Aksi takdirde bunu giymesinde hayır yoktur." Giyâsiyye'de de
böyledir.
Erkeklerin giymesi
mekruh olan şeyi, gençlerin ve çocukların giymesi de mekruhtur. Çünkü altın ve
ipeğin erkeklere haramlığı hakkında nas vardır. Ve bunda "buluğ,
hürriyet" kaydı yoktur. -Hangi erkek giyerse, günâhı onadır. Biz de
böylece muhafaza edilmesini isteriz, Tî-murtâşj'de de böyledir.
İbrişimden yorgan
kullanmak caiz değildir. Kişi, yorganın altında bir nev'î elbise giymiş gibi
olur.
Sabî çocukların
beşiklerine, ibrişim konulmasında bir sakınca yoktur. Çünkü o elbise hükmünde
değildir.
Keza erkeklerin
ipekten perde çekmeleri mekruhtur. Çünkü, o da ev gibidir. Gunye'de de
böyledir.
İsbîcâbî kitabında:
"ipekten lif kullanmak da bir sakınca yokdur." denilmiştir,
Timurtâşî'de de böyledir.
Fetâvâyi Asr ve
Fetâvâyi Ebi'l—FadI el-Kirmânî'de: Erkeklerin, ipekten Iifâfe (= sargı)
kullanmaları mekruhtur." denilmiştir.
Aynu'l-Eimme
EI-Kerâbisî: "Bu caiz değildir," demiştir.
Kapı üzerine ipek
perde asmakda bir beis yokdur.
İmâmeyn ise: "Bu
mekruhtur." buyurmuşlardır. Muhtar Şerhi İhti-yar'da da böyledir.
Bir dellâl, omuzuna
bir ipek elbiseyi atarak, onu satmaya çalışsa, bu caiz olur. Ancak, onu
üzerine giyerse, caiz olmaz.
Aynü'l-Eimme
El-Kirbâs: "Bu hususta, âlimlerin muhtelif kavilleri vardır. Böyle yapmak
kadınlar hakkında, bi'1-ittifak helâldir. Yukardaki söz erkekler içindir.
Gunye'de de böyledir.
Bütün âlimler
"Kadınların hâlis ipek elbise giymeleri helâldir." buyurmuşlardır.
Muhiyt'te de böyledir.
Bişr, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Elbisede, eni dört parmakdan
aşağı olan ipekten işaret bulunmasında bir sakınca yoktur.
Bunun hilafı
zikredilmemiştir.
Şemsü'l-Eimme Sarahs
ise, Siyeri'nde: Onda da sakınca vardır. Çünkü o, aslına tabidir."
buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Necmü'l-Eimme Buhârî
şöyle demiştir:
Ruhsat verilen dört
parmak da, parmaklar tamamen bitişikde olmayacak, tamamen açılmış da
olmayacaktır. Zahîrü'd-dîn Timürtâşî'de şöyle demiştir: "Dört parmakta
itibar, parmakların hâli üzere olmasıdır."
,
Ebû'I-FadI
el-Kinnânî'nin FetvHan'nda ise: Parmaklar açılmış olarak itibar nlunur."
diye zikredilmiştir.
Aynü'I-Eimme
et-Kirbâsî: "Parmakların açılmış olmasından kaçınmak gerektir."
demiştir.
Fetâvâyi Ebi'1-Fadl
el-Kırmânî'de: "Sarıkta bulunan ipek alâmetin toplamı dört parmak
olabilir.'1 buyurmuştur.
Ebû Hamid ise: Bu
alâmetler toplanmaz." demiştir.
Aynü'I-Eimme
el-Kirbâsî: "Dağınıklarda ihtilaf vardır." buyurmuştur.
Necmül-Eimme el-Buhâri
de: "Açık yol, dağınıkların toplanmaması-dır. Ancak, bir çizgi kunduz
yününden, bir çizgi başka şeyden olur ve bakılınca hepside kunduz yününden gibi
görünürse, BakkaK'nin Cemu't Tefârik kitabında olduğu gibi, mekruh olur."
buyurmuştur. Fakat bir çizgisi kunduz yününden, bir çizgisi başka şeyden olup
da, bunlar ayrı ayrı görülüyorlarsa, —sarıklarda göründüğü gibi— o zaman, doğru
olanı, alâmetlerin bir araya toplanmamasıdır. Gunye'de de böyledir.
Gümüş kuşak (= kemer)
kullanmakta bir beis yokdur. "Bu mekruhtur." diyenler de olmuştur.
"Kemerin (=
kuşağın) ortasında eni dört parmaktan az olan ibrişim bulunması hâlinde de
erkeklerin kullanması caiz değildir." denilmiştir. GaraüYde de böyledir.
Erkeklerin ipekten,
altından, gümüşten yapılmış takke giymeleri mekruhtur. .
Takke bezden olduğu
hâlde, üzerinde çokça ibrişim iplik bulunursa veya altın ve gümüşlü olur; o da
dört parmak miktarından çok olur ve takkenin etrafında bulunursa, bunda bir
sakınca yoktur.
Sarığın etrafında
bulunması hâlinde de böyledir.
Cübbenin etrafında
olursa yine aynıdır. Sirâciyye'de de böyledir.
Fetâvâyi Âhu'da
zikredildiğine göre: Kâm Burhanü'd-ınVden soruldu: —Yaka ibrişim iplikle
nakışlanmış olursa ne olur?
İmâm şu cevabı verdi:
—Uygun olanı, onu
giymenin mekruh olmamasıdır. Çünkü, helak olucudur ve cübbeye tâbidir.
Şemsti'1-Eimme'de:
Cübbeye tâbi olur." buyurmuştur. Tatarhânîyye'de de böyledir.
Devamlı kara bakmak
zararlıdır. Onun içinde yürümekde gözün üzerine siyah ibrişimden bağlanırsa,
bir beis yoktur. Bu, göz ağrırsa evlâ olur. Gönye'de de böyledir.
Astan, deniz koyunu
yününden olan bir cübbeyi giymekte bir sakınca yoktur. Kerderî'nin VecîzFnde
de böyledir.
Siyer-î Kebîr'de şöyle
zikredilmiştir.
Harbin haricinde izar
(belden aşağıya giyilen elbise) giymekte bir beis yokdur; ister ibrişimden
olsun, isterse, altundan olsun fark etmez. Zehıyre'de de böyledir.
Camin's-Sağır
Şerhı'nde şöyle zikredilmiştir:
Bazı âlimler:
"Erkeklerin ipek takke giymelerinde bir beis yoktur." buyurmuşlar
ve: "Bu, imam Ebû Hanîfe (R.A.)'ye
göre böyledir." demişlerdir.
Sadra'ş-Şehîd,
Eymanii'I-Vâkıât isimli kitabında: "ipek takke giymek, îmameyn'e göre
mekruhtur." demiştir.
Sadra'ş-Şehîd, CamhVs
Sâğîr Şerhı'nde, kendi el yazısıyla: "ipek takke, âlimlerimizin arasında
ihtilaflıdır." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Sahih olan kavle göre
ibrişim ile îmal edilmiş takke giymek, — sarığın altında olsa bile— mekruhtur.
Gunye'de de böyledir.
İpekten takke giymek
ihtilafdır: Bazı âlimler: "bi'1-ittifak mekruhtur." buyurmuşlardır.
Keza, erkeklerin başlarına ipek olan kısmı dört parmaktan az olan bir şeyi
bağlamaları da mekruhtur. Tîmurtâşî'de de böyledir.
Câmiü'l-Fetâvâ'da,
Muhammed bin Seleme'nin: "Bir kimse, ibrişim takkesi ile namaz kılsa,
namazı caiz olur. Fakat yaptığı güzel olmaz." dedeği nakledilmiştir.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Kunduz yününü,
paltonun içine koymakda bir beis yoktur. Çünkü o, paltoya tâbidir.
Eğer onu, paltonun dış
veya iç tarafına korsa, işte o mekruh olur. Çünkü bu durumda ikisi de kasd
olunmuştur. Serahsî'nin Muhıyi'nde de böyledir.
Kudûri Şerhı'nde, İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Ben, yüzü ile astarı
arasına konulmuş kunduz yününü hoş görmem; o mekruhtur." Mumyt'te de böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.):
"Başa giyilen şeyin içine ibrişimden astar koymak mekruhtur."
buyurmuştur. Umurtâşfde de böyledir.
Kadınlar için, ahundan
işlemeli olan alâmetlerde süslerde bir beis yokdur.
Erkeklerde ise, bu
süsleme, süs dört parmak eninde veya daha fazla olursa mekruhtur. Gunye'de de
böyledir.
Erkeklerin asfur,
za'feren ve vers denilen boyalarla boyanmış elbiseleri giymeleri mekruhtur.
(Bunlar, elbiseye sarı renk veren boyalardır. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.): "Kırmızı veya siyah boya ile boyamakta bir beis yoktur."
buyurmuştur. Müllekıfte de böyledir.
Mecmuu'n-Nevâzil 'de
zikredildiğine göre:
—Dünyada süslenmek ve
güzellenmek nasıldır? diye sorulunca, İmâm şu cevabı vermiş:
—Günlerden, bir gün,
Allah Resulü (S.A.V.), üzerinde bin dirhem kıymetinde bir elbise ile çıka
geldi. Ve çok zaman, üzerindeki, kıymeti dört bin dirhem olan elbiseyle namaz
kılardı.
Günlerden bir gün,
Peygamber (S.A.V) in sahâbilerinden birisi, üzerinde deniz koyununun (kunduzun)
yününden yapılmış bir elbiseyle, Peygamber (S.A.V)'in yanma girdi. Peygamber
(S.A.V.) "Gerçekten Allahu Teâla, bir kuluna nimet verdiği zaman, o
nimetin eserini onun üzerinde görmeyi çok sever." buyurdu.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.), kıymeti dörtyüz dînar olan elbise giyerdi. Zehıyre'de de böyledir1.
Yün ve kıl elbise
giymek Peygamberler (S.A.V.)'in sünnetidir. Çünkü o, tevazu alâmetidir. Bunları
ilk giyen Süleyman (A.S.)'dır.
Bir hadi s de:
"Kalplerinizi yünden elbise giymekle nurlandırınız. Çünkü o, dünyada
mezellettir (= gönül alçaklığıdır.) Âhirette ise nurdur. Dininizi, insanların
övgüleri ile fesada vermelerinden kaçınınız." buyrulmuştur. Garâib'de de
böyledir.
Güzel elbise giymek
—giyen şahıs, o yüzden kibirlenmezse— mübahdır.
Burada kibirlenmemek:
Kişi, o elbiseyi giymeden önce nasıl idi İse, onu giydikten sonrada aynı
olmasıdır. Sirâdyye'de de böyledir.
Ölen bir şahıs için
teessürden dolayı, elbiseyi siyaha boyamak caiz değildir. Sadnı'I-Hüsam:
"Ölenin evinde, elbiseyi siyah yapmak caiz olmaz." buyurmuştur. Gunye'de
de böyledir.
İmâm Sarahsî,
Kitabü'l-Kisb'de şöyle buyurmuştur: Uygun olan, her zaman sarığın yıkanmış
olarak giyilmesidir.
Bazı zamanlarda da en
güzel elbiseyi giymek Allahu Teâlâ'nın verdiği nimeti açıklamak uygun olur.
Her zaman güzel elbise
giymek, muhtaç olanlara eza vermek olur. Hulâsa'da da böyledir.
Keza bir cübbe
soğuktan korumaya yeterse, üst üste iki veya üç cübbe giymek uygun olmaz. Çünkü
bu davranış muhtaç olanlara ezâ olur. Başkasına eziyet vermek ise, yasaklanmış
bir hâldir. Muhıyt'te de böyledir.
Üst üste kaftan giymek
mekruhtur ve bunda hilaf yoktur. Gıyâ-siyye'de de böyledir.
Erkeklerin ayaklarının
üzerine kadar uzun don giymeleri mekruhtur. Fetâvâyi Attabiyye'de de böyledir.
Âlimlerin bazdan:
"Kalın ve yamalı elbise giymek de sünnet-i islâmiyedendir."
buyurmuşlar.
Don giymek, —erkekler
için de, kadınlar için de— en örtücü elbise olduğndan sünnettir. Garâib'de de,
böyledir.
Garîbü'r-Rivâye isimli
kitapta: "Kadın, kendi evin de, tek başına ise, başını açabilir. Fakat
evlâ olanı, mahremlerinin yanında, —baş örtüsü ince de olsa onu örtmekdir.
Gunye'de de böyledir.
Elbisenin biraz kısa
olması ve uzun olmaması sünnettir. Uygun olanı, alt giysinin topuklardan
yukarı, bacak yarısına kadar olmasıdır.
Bu, erkekler içindir.
Kadınlara gelince alt
giysilerinin ayaklarının üzerini örtmesi uygun olur.
Erkeklerin alt
giysilerinin topukların altına kadarnızun olması, kibrinden dolayı olursa, bu
mekruh olur. Garâib'de de böyledir.
Namazın hâricinde,
elbisenin kollarını takmadan, omuzuna alma, —eğer altında gömlek yoksa—
mekruhtur.
"Gömlek üzerinde
olursa, —namazda olduğu gibi— mekruh olmaz." denilmiştir.
"Namazın
haricinde de, her haliyle mekruhtur." denilmiştir.
Sahih olan kavil ise,
böyle yapmanın namaz dışında mekruh olmamasıdır. Gunye'de de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.): "Tilki derisinden yapılmış baş giyişinde bir beis yoktur."
buyurmuştur, Mebsûfta da böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin üzerinde, sincap derisinden yapılmış bir elbise vardı.
Dahhâk'ın üzerinde de
samur derisinden yapılmış elbise vardı. Giya-siyye'de de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Hangi vahşi hayvan
derisi olursa olsun, debbağlandıktan sonra, onu kürk yapmakta bir sakınca
yoktur.
Vahşi hayvan derileri,
debbağlamnca temizlenmiş olur. Muhiyt'te de böyledir.
Kaplan, aslan ve
benzeri vahşi hayvanların derileri, debbağlandıktan sonra, onlardan seccade
namazlağa yapmakta ve atın eğerinin üzerine Örtü yapmakta bir sakınca yoktur.
Mültekıt'de de böyledir.
Abdest için havlu,
burun silmek için mendil kullanmak sakıncalı değildir.
Ter silmek için bez
taşımak bid'attır. Sahih olan, bunun da mekruh olmayışıdır.
Hasılı kelâm, bir
kimse bunları kibrinden dolayı yaparsa, mekruh olur. Zerûrete binâen yaparsa
mekruh olmaz. Kâfî'de de böyledir.
Hişam, NevâdirinMe
şöyle buyurmuştur.
Ben, Ebû Yûsuf'un
ayakkabılarını ağaç çivilerle çivilenmiş gördüm. Ve ona: "Bu çivilerde bir
sakınca görmüyor musun" dedim;
O:
—"Hayır"
dedi.
Ben:
—"Süfyan ve Sevr
bin Yezid, mekruhtur. Çünkü, bunda ruhban'a benzeyiş vardır; diyorlar"
dedim.
Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle
buyurdu:
—Peygamber (S.A.V.)
kıllı ayakkabılar giyerdi. Onlarda ruhbanların giydiği ayakkabılar gibiydi.
Gerçekden bu, kulların menfaatına te-alluk eden bir işaretti: Bunun bir zararı
yoktur.
Kulların salahına (=
hayrına, faydasına) tealluk eden nev'iden olursa, (meselâ: Uzak bir mesafeye
gitmek, ancak bu nev'i şeyle mümkün oluyorsa; bu benzeyişte bir beis
yoktur." Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın evinde
atlas perde ve sergi bulunur ve bunlar, güzellik için olur; üzerine oturulup uyunmazsa,
hakkında nas vardır: Kullanmadıkça (Yâni ondan bir fayda temin edilmedikçe)
bir sakıncası yoktur.
Ondan faydalanmak
üzerine oturmak ve üzerinde uyumakdır. İmâm Muhammed (R.A.), böyle buyurmuştur.
Kübrâ'da da böyledir.
Ağaçtan ayakkabı
yapmak bid'attır. Ebûi-Kâsım ea-Saffâr şöyle buyurmuştur:
Kırmızı mest, Firavun
mestidir. Beyaz mest, hamam mestidir. Siyah mest âlimlerin mestidir.
Yemin olsun ki, ben
Belh şehrinde büyük âlimlerden yirmisine yetiştim. Hiç birinin mestlerini
beyaz veya kırmızı görmedim. Ve böyle mestleri kullandıklarını da
duymadım."
Rivayet olunduğuna
göre, Peygamber (S.A. V.) Efendimiz,
siyah mest giyordu. Kendisine bir çift siyah mest hediye edildi; aldı ve giydi.
Gunye'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [62]
Altın veya gümüş
kap'dan, erkeklerin, çocukların ve kadınların yemeleri, içmeleri yağlanmaları
ve koku sürünmeleri mekruhtur. Sirâ-ciyye'de de böyledir.
Âlimler şöyle
demişlerdir: bu, yağı kapdan başına veya bedenine dökerse böyledir. Fakat
elini o kabın içine sokup ondan yağ çıkarır, sonra da o yağı kullanırsa, bunda
bir beis yoktur.
Keza kaptan yiyeceği
alıp, onu ekmeğinin üzerine koyar veya benzerini yapar, sonra da onu yerse;
bunda da bir sakınca yoktur. Muhıyt'-te de böyledir.
• Gümüş bir yağdanlıktan yağlanmak mekruhtur.
Keza, böyle bir kapta
bulunan yağı, avuç içine döküp, sonra da onu başına veya sakalına sürmek d&
mekruh olur.
Yağdanlıktan dökülmesi
gerekmediği için galiye denilen kokuyu kullanmakta bir beis yoktur. [63]
Altın veya gümüş masa
üzerinde altından veya gümüşten yapılmış kaşıklarla yemek yemek mekruhtur.
Altun ve gümüş tastan
veya ibrikten abdest almakda böyledir. Gi-yâsiyye'de de böyledir.
Keza, altun ve gümüş
mil ile sürmelenmek ve sürmelik kullanmak; bedene onunla fayda verici bir şey
kullanmak mekruhtur. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Altından, gümüşten
yapılmış tasdan abdest almak mekruhdur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Altın'dan ve gümüş'ten
yapılmış sandalyelerle oturmak mekruhdur.
Bu hususta, erkek,
kadın müsavidir.
Altından gümüşten
yapılmış aynaya bakmak mekruhtur.
Bunlardan yapılmış
kalemle yazı yazmak veya bunlardan yapılmış divit kullanmak, kadın, erkek
herkese mekruhtur. Sirâdyye'de de böyledir.
Bir adamın evinde,
tezyinat için, altın ve gümüş kapların bulunmasında bir beis yoktur.
İmâm Muhammed (R.A.):
"Bu hususta nas var." buyurmuştur. Ancak, onlardan yemek yenip, su
içilmez. Çünkü haramlık onları kullanmaktadır. Kübrâ'da da böyledir.
Gümüşten kaplar yapmak
ve içine el sokup çıkarmakta bir beis yoktur. Ancak bu kaplardan, çöğen (=
temizlikte kullanılan bir madde) yağ, esans gibi şeyleri dökmek mekruhtur.
Hâvî'de de böyledir.
Altın ve gümüşle
süslenmiş kaplardan yemek yemekde ve su içmekte, —ağzını altın veya gümüş olan
yere koymazsa— bir beis yoktur.
Altın ve gümüşle
tezyin edilmiş, kaplar, sandalyeler ve oturakların, altın ve gümüş olan yerine
oturulmuyorsa, bir sakıncası yoktur.
Keza, kadınların altın
ve gümüş halka kullanırı alırında bir beis yoktur.
Keza, altın ve
gümüşten buhurdanlık gem, eğer, üzengi gibi şeyler yapılırsa, —üzerine
oturmadıkça— bir beis yoktur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Bunların tamamı
mekruhtur." buyurmuştur.
İmâm Muhammed
(R.A.)'de böyle söylemiş ve: İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) böyle buyurdu."
demiştir. Timurtâşî'de de böyledir.
Zâd Kitabı'nda şöyle
denilmiştir:
Bu hususta Sahih olan
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir. Mnzma-rât'ta da böyledir.
Üzerinde altın ve
gümüş yazı bulunan bir elbiseyi giymekte, bir beis yoktur.
Keza halis olmayan,
katkmtılı olan şeyleri kullanmakta da sakınca yoktur. Yenâbi'de de böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.),
"Erkeklerin altın ve gümüş yazı işlemeli elbiseleri giymeleri elverişli
değildir." buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdİhân'da da böyledir.
Bıçağın sapı ve
kılıcın kabzası gümüşten olduğunda eğer o bıçağı alan adam onun gümüş yerini
tutarsa, mekruh olur; değilse mekruh olmaz.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir.
İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.) ise:
"Mutlak olarak mekruhtur." buyurmuştur.
Halis gümüş olmaz da
katkıntıh olursa, bi'1-ictna mekruh olmaz. Kâfi'de de böyledir.
Siyer kitabında şöyle
zikredilmiştir:
Kılıcı altınla
süslemek uygun olmaz. Ancak harpde olursa müstesnadır. Çünkü onun süsünden,
harp de bir fayda yoktur ve o, ancak bir ziynettir. Allahu Teâlâ onu affedir.
Bu, kılıçta olduğunda böyledir; hamail de olursa daha evlâdır. Timurtâşî'de de
böyledir.
Kılıcı, kınını ve
kemeri —altından değil de— gümüşten süslemekte bir beis yoktur. Kerderî'nin
Vecîzi'nde de böyledir.
Bıçak, tamamen altın
veya gümüş bir zarf içinde ise, ondan faydalanmak mekruhtur. Ancak, tutulacak
tarafına el dokunmadan faydalanılması müstesnadır. Serahsî'nin Muhıyt'inde de
böyledir.
"Bu cevap, gümüş
hakkında iki rivayetten birisidir." denilmiştir. Bıçağın, kalemin, kalem
kabının, makasın, hokkanın, ayanın altınla süslenmeleri caiz değildir.
Bunların gümüşle
süslenmeleri caiz mi dir?
Bunda iki vecih
vardır: Harp için kullanılacak bıçağı gümüşle süslemek mubahtır. Kitabet
âletlerini' süslemek ise mekruhdur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.
A.)'tan gelen rivayetlerde bunlara muhalefet vardır. Tîmurtâşî'de de böyledir.
Altın veya gümüş çivi
yapmakta bir beis yoktur. Bunlardan kapı yapmak mekruhtur.
Kadınların
parmaklarında aîtın yüzük var iken, avuçlarıyla su içmelerinde de sakınca
yoktur.
Kadınlar, ziynet
eşyaları bilezik, küpe, yüzük, gerdanlık, v.s. gibi şeyler hariç altın ve gümüş
kaplarda yeme, içme, yağlanma, üzerine oturma gibi hususlarda erkekler
gibidirler. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bazı âlimlerimiz:
"Altın, gümüş karışımdan yapılan kap, kapu ve emsali üzerine
konulabilir." demişlerdir. Zehıyre'de de böyledir.
Askerlerin, harpde
altın ve gümüş zırh ve miğfer giymelerinde bir beis yoktur.
Hızanetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Silahı, Altın ve gümüşle
yaldızlamakda da bir sakınca yoktur. Sirâciyye'de de böyledir.
Akîk, billur, zam,
zeberced ve kolay kap kullanmakta mahzur yokdur. Hızanetü'l-Müftin'de de
böyledir.
Yakut kap kullanmakda
da bir sakınca yoktur. Sirâcfil-Vehhâc'da da böyledir.
Sabilerin inci
takınmalarında bir beis yoktur. Buluğa erişmiş olsa da böyledir.
Sabî erkek çocukların
bilezik ve halhal takınmaları mekruhtur. Sirâciyye'de de böyledir.
Erkeklerin gümüş yüzük
takınmaları caizdir.
Böyle bir yüzüğün
üzerine, suret (= resim) konülmuşsa, erkekler onu takamazlar.
Kadınların
yüzüklerinin üzerinde suret (= resim) bulunması ise, mekruhtur.
Sırâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Erkek yüzüğü gibi
yapılmış yüzüğü takmak, erkekler için caizdir. Fakat, kadın yüzüğü, gibi iki
veya üç kaşlı yapılmış yüzüğü, erkeklerin takması mekruhtur. Hulâsa'da da
böyledir.
Erkeklerin gümüşten
başka bir şeyden yapılmış yüzük takınmaları mekruhtur. Yenâbî'de de böyledir.
Sahih olan kavle, göre
erkeklerin altın yüzük takınmaları haramdır. Kerderî'nin Vecîzî'nde de
böyledir.
Hncendî kitabında
şöyle denilmiştir.
Demir, bakır, tunç ve
kalay yüzük kullanmak, hem erkek, hem de kadınlara mekruhtur.
Fakat, akik'de ihtilaf
vardır: Sahih olanı, Zehıyre'de de denildiği gibi, bunun caiz olmayışıdır.
Kadîhân ise:
"caizdir." demiştir. Sırâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Yeşb dedikleri, akik
ve benzeri şeyleri takmakda bir beis yoktur. Hidâye Şerhi Ayni'de de böyledir.
Kemik yüzük takınmak
caizdir. Garâib'de de böyledir,
Üzeri gümüş kaplı,
altında demir bulunan yüzüğü kullanmak da caizdir, muhıyt'te de böyledir.
Yüzükte, itibar
halkasınadır. Çünkü, yüzük onunla kâimdir. Kaşına itibar edilmez. Dolayısıyle
kaşın taş veya başka şey olması caizdir. Sırâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Yüzüğün kaşının
deliğine, altın çivi vurmakda beis yokdur. Muhtâr-Şerhı İhtiyar 'da da
böyledir.
Camiu's-Sağîr'de:
"Uygun olan, yüzüğün bir mıskal ağırlığında olması ve fazla ağır
olmamasıdır." denilmiştir.
Bazıları da: Bir
miskale de varmamalıdır." demişlerdir. Eser de (haber de) böyle vâkî
olmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Gümüşten yüzük
edinmek, hükümdar hâkim gibi kimselere zarûrettir. Çünkü onunla mühür
basacaklardır. İhtiyaç olmadığı zaman, bunun terki evlâdır. Burada yüzük ve
mühür aynı anlamda kullanılıyor. Timurtâşî'de de böyledir.
Fakıyh Ebû'l-Leys bulurmuş
ki: Bir çok insanın —hükümdar ve onun izin verdiği âlimler hariç— yüzük
kullanması mekruhtur. Ovâhirii'l-Ahlâtî de de böyledir.
Yüzük kulanan erkek
için münâsip olan, yüzüğün kaşını, elinin iç tarafına getirerek, kadınlara
muhalefet etmekdir. Çünkü kadınlar, yüzüğü zinet olarak erkekler ise, ihtiyaca
binâen kullanırlar. Serahsî'nin Muhiyt'nde de böyledir.
Fetvalarda: "—Sağ
elin değil— sol elin küçük parmağına yüzük takmak uygun olur. Zira sağ ele
yüzük takmak, râfizîlik alâmetidir." denilmiştir. Cevaza gelince, sağ el
de, sol el de tamamen caizdir. Bu hu-susda eser (hadisleri de vardır.
Zehıyre'de de böyledir.
İmâm Mnhammed (R.A.),
CâmiuVSağjr'de şöyle buyurmuştur:
Dişler, altınla
bağlanmaz; gümüşle bağlanır.
Bununla, çynayıp
düşecek olan dişi murad eylemiştir.
Eğer diş sahibi, onu
bağlayıp tutturmak murad ederse; altınla.değil de gümüşle bağlar.
Bu, İmâm Ebu Hanîfe'n
in kavlidir.
İmâm Muhammed ise
(R.A.): Altın ile de bağlayıp tutturabilir." buyurmuş ve İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'ın kavlini, Câmİü's-Sağîr'de zikretmemiştir.
Bazı âlimler İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'ım kavli de, imâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli gibidir."
demişler; bazıları da " İmâm Mnhammed (R.A.)'in kavli gibidir."
buyurmuşlardır.
Hâkim, Müntekâ'da:
"Şayet diş, oynarda düşmesinden korkutursa, ister altın ile, isterse gümüş
ile bağlayıp tutturabilir. Bunda bir beis yok-dur. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) aynı görüşteler."
buyurmuştur.
Hasan bin SQyâd
(R.A.)'m Ebû Hanîfe (R.A.)'den rivayet ettiğine göre, gerçekten İmâm, diş ile
burnu birbirinden ayırmış ve: "Dişte altın kullanmanın yani altın telle
diş bağlamanın bir sakıncası yoktur. Burunda ise altın kullanmak
mekruhtur." buyurmuştur.. Muhıyt'te de böyledir.
İmânı Ebû Yûsuf
(R.A.): "Aynı dişi, —imkan varsa— yerine koymakta bir sakınca yoktur.
Eğer, diş başkasının dişi ise, işte bu mekruhtur." buyurmuştur.
Sirâcü'I-Vehhâc'da da böyledir.
Bişr şöyle
demiştir:
Ben, Ebû Yûsuf
(R.A.)'tan başka bir mecliste " Ebu Hânıfe (R.A.)'nin bu husustaki
görüşünü sordum. O da: "Dişin geri yerine konmasında bir sakınca
görmedi." dedi. Zehiyre'de de böyledir.
Parmak uçları
koptuğunda, altından veya gümüşten parmak ucu yapmak caizdir.
El veya parmak
koparsa, bunun hilafınadır. Timurtâşî'de de böyledir. En doğrusunu bilen
Hazreti Allah'dir. [64]
Hüküm bakımından,
yemek yemenin dereceleri vardır:
1-) Farz:
Ölmeyecek kadar yemek yemek farzdır. Şayet, bir kimse, yemeyi, içmeyi terk
ederek ölürse, gerçekten, âsî olmuş olur.
2-) Sevap:
Bir kimsenin, namaz kılacak, oruç tutacak kadar kuvvet verecek şekilde yemek
yiyip, su içmesi sevap'tır.
3-) Mubah:
Vücûdun kuvvetlenmesi için, doyana kadar yemek mübâh'tır.
İşte bunda, bir sevap da, bir günah da yoktur.
Böyle yapan kimse kıyamet
günü, kolay bir hisaba çekilir. Ancak bunun için yediğinin helâl olması
gerekir,
4-) Haram:
Doyduktan sonra yemek haramdır. Ancak, bir kimsenin, yarın tutacağı oruca
kuvvet olsun diye, veya müsâfirini utandırmamak için yemesinde bir beis
yoktur. Doyduktan sonra, fazlaca yese bile, bu durumlarda bir sakınca yoktur.
Farz ibâdetleri
yapamıyacak kadar riyâzat (~ az yemek) caiz değildir.
Fakat ibadetleri
edadan geri bırakmıyacak kadar, kifayet miktarı yemek, işte bu mübahdır ve
bunda nefsi terbiye vardır.
Bu, önceki hâlin
hilâfmadır. çünkü onda nefsin helaki vardır bunda ise, yemeğe iştilıa vardır.
Keza, bir gencin,
kendisinin şehevî arzusunu kırmak için, ibâdetlerden geri kalmayacak şekilde
az yemesinde de bir beis yoktur. Muhtar Şerhi İhfiyar'da da böyledir.
Bir adam ihtiyaç
mikdarı, veya vücudunun maslahatı kadar y^c-se, bunda da bir sakınca yoktur.
HavTde de böyledir.
Bir adam, —kusmak
için— ihtiyacından fazla yerse, bunda da bir beis yoktur. Hasan: "Ben Enes
bin Mâlik'i gördüm. Yemeklerden birçok çeşidini fazlaca yedi ve sonrada
istifra etti." dedi. Feiâvayi Kâdihân'-da da böyledir.
İhtiyaç zamanı, çeşit
çeşit yemek israf değildir. Meselâ: Birçok çeşid yemek toplandı; her birinden
ibâdete kuvvet olacak mikdarı yedi veya bir toplumu da'vet eyledi ve onlara
çeşit çeşit yemek getirdi; böyle durumlarda fazla yemekte bir beis yoktur.
Hulâsa'da da böyledir.
Çeşit çeşit yemek
yapıp, sofraya ihtiyaçtan fazla ekmek koymak israfdır. Ancak, kasdı
misafirden sonra misafir ise, bunda bir
beis yoktuj.
Ekmeğin ortasını
yiyip, kabuğunu terk etmek veya onun, şişkin yerini yiyip, diğer tarafını
bırakmak israf olur. Yalnız, kendinin yemediği yeri, başkası yerse, bu israf
olmaz. Ve böyle yapmakda da bir sakınca yoktur.
Bir ekmek var iken,
başkasını istemekde böyledir. Muhtar Şerhi İhtiyar'da da böyledir.
Elden düşen lokmayı
almamak israftır. Bilakis Önce onu alıp yemeli ve sonraya bırakmamalıdır.
Kerdeiî'nin VerîzPnde de böyledir. [65]
Yemekten önce de,
sonra da elleri yıkamak sünnettir. Yemekden önce el yıkamakda âdap; önce
gençlerin, sonra yaşlıların ellerini yıkamalarıdır.
Yemekden sonra ise;
önce yaşlıların, sonra da gençlerin ellerini yıkamaları edeptendir. Zehıyre'de
de böyledir.
Necmii'l-Eimme
d-Buhâri: "Bir eli yıkamak veya iki elin parmaklarını yıkamak sünnet için
kâfi gelmez. Yemekden önce zikrolunan, her iki eli de bileğe kadar
yıkamakdır." demiştir. Gunye'de de böyledir.
Yemekden önce yıkanan
eli, yemek zamanına kadar yıkama alâmeti baki katsın diye, havlu ile silmemelidir.
Yemekten sonra ise eller, -yemek izleri tamamen gitsin diye— iyice silinir.
Hızânelö'l-Müflîn'de de böyledir.
Yetime'de şöyle
zikredilmiştir.
Babamdan, yemek vakti
ağız yıkamanın, —elleri yıkamak gibi— sünnet olup olmadığı soruldu; O şu cevabı
verdi: —"Hayır, o sünnet değildir." Tatarhâniyye'de de böyledir.
Hişam'ın Nevâdiri'nde
şöyle denilmektedir.
Ben, İmâm Muhammed
(R.A.)'den: "Yemekden sonra un veya kavut ile, çüven ile yıkar gibi, el
yıkanır mı?" diye sordum.
O, bana: Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin, bunda bir sakınca olmadığını haber verdiğini." söyledi. İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.)'nin kavli de böyledir. Ze-hıyre'de de böyledir. [66]
Erkek olsun, kadın
olsun cünüp olan bir kimsenin, ellerini ve ağzını yıkamadan yemek yemesi ve su
içmesi mekruhtur.
Hayız için, böyle
değildir. Fakat müstehap olanı her zaman ağzı yıkamaktır. Fetâvâyi Kâdihân'da
da böyledir.
Uygun olanı, kişinin
kapdan, suyu eline kendinin dökmesi; başkasından yardım istememesidir.
Bazı âlimlerimiz:
"Bu da abdest gibidir. Biz başkalarından abdest alırken yardım
istemeyiz." demişlerdir. Muhıyt'te de böyledir. [67]
Yemek yemenin
sünnetlerinden biri de evvelinde besmele çekme, sonunda da "Elhamdü
lillah" demekdir.
Bir kimse, yemeğin
başında besmeleyi unutursa; aklına gelir gelmez "bismillâhi a'lâ evvelini
ve âhirini" der. Muhtar Şerhi İhtiyar1 da da
Bismillah dediğin
zaman, sesini yükselt. Bu seninle beraber olan-larada telkin olur.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Eğer yemek helâl ise,
önce besmele ile başlanır; sonunda da Elhamdülillah denir. Gunye'de de
böyledir.
"Elhamdü
lillah" sözü yüksek sesle söylenmez. Ancak, sofrada oturanların tamamı
yeme işini bitirmişlerse, o zaman yüksek sesle söylemenin bir zaran yoktur.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Yemeğe tuz ile
başlayıp, tuz ile bitirmek de sünnettendir. Hulâsa'da da böyledir.
Az yemek de sünnettir.
Garâib'de de böyledir.
Nevâdir'de Fari bin
Ganim şöyle demiştir:
Ben, Ebû Yûsuf
(R.A.)'dan yemeğe üfürmenin mekruh olup olmadığını sordum.
O, şu cevabı verdi:
—"Hayır, mekruh
değildir. Ancak, üf gibi bir ses olmamalıdır.
Bu da nehyin
(yasaklamanın) açıklamasıdır.
Sıcak yemek
zararlıdır.
Yemeğe üfürmek ve onu
koklamak doğru olmaz.
Başlangıçta yemeğin
ortasından yememek sünnettendir. Hıttsı'da da böyledir.
Mendil ile elini
silimeden önce, parmağını yalamak sünnettendir. Kental'nin Vecîzi'nde de
böyledir.
Tabağı parmağı ile
silip, parmağı yalamak da, sünnettendir, Hu-lâsa'da da böyledir.
Sofradan düşen şeyi,
alıp yemek sünnettir. Muhıyt'te de böyledir.
Yol üzerinde yemek
yemek mekruhtur. Başı açık, yemek yemede bir mahzur yoktur. Muhtar olanı budur.
Hulâsa'da da böyledir.
Kibir yoksa, bir yere
yaslanarak yemek yemede bir beis yoktur.
Cevfthinıl-Ahlâti'de
de böyledir.
Zahîriyye'de de:
"Muhtar olan budur." denilmiştir.
Yaslanarak yemek,
içmek ve sol tarafım yere koyarak yemek mekruhtur. Fetâvâyi Atlabiyye'de de
böyledir. [68]
Zaruret hâlinde
ölmeyecek kadar İaşeden yemekte bir beis yoktur. Sirâciyye'de de böyledir.
Zaruret hâlinde meytenin(=
İaşenin) yenilmesi hususundu muhtelif kaviller vardır:
Nefsinin helakından
korkarsa, yiyebilir." denilmiştir.
İboü Möbârek'in şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Haramdan başka bir şey bulunmadığı zaman, o
yenilebilir."
"Farz olan
ibâdetleri yapmaya gücü yetmiyecek kadar zayıf düşerse, yine o
yenilebilir." denilmiş.
Üç gün aç kaldıktan
sonra, yenilebilir." denilmiştir.
Sahih olan, bu hususta
bir vakit tâyin etmemektir. Çünkü, insanların tabiatları değişiktir. Onun
yenilmesinde de ihtilaf edildi: Ve: "onu yemek haramdır. Ancak, günâhı
kaldırılmıştır." denildi.
"Helâldir;
yememeye ruhsat yoktur." denilmiştir. Garâib'de de böyledir. [69]
Bir kimsenin, açlıktan
ölüm korkusu olur, arkadaşının da yanında yiyeceği bulunursa; Ravza'da
"Ölmeyecek kadar ve ödemek kasdiyle onun yiyeceğinden alması
caizdir." denilmiştir. Hulâsa'da da böyledir.
Bir kimsenin
arkadaşının yemek yediği sırada açlıktan îztırabı varsa, —bedeliyle de olsa—
zoraki ondan yiyecek alamaz, ölüm korkusu gelene kadar sabreder. Gunye'de de
böyledir.
Bir kimse, susuzluktan
ölüm korkusuna düşer; arkadaşının yanında da, su bulunursa, —silahsız olarak—
onunla dövüşerek, ondan ihtiyacını giderecek miktarda su alır. Şayet
arkadaşının da susuzluktan öleceğini bilirse, o takdirde, bir kısmım kendi
alır; bir kısmmı da ona bırakır. Hulâsa'da da böyledir.
Bir kimse açlıktan
niüztarip olur; yemek sahibi de onu, yemekten men ederse; —onunla dövüşmeden—
bu şahsın —ondan yiyecek almasına ruhsat vardır. Şayet, almaması hâlinde
ölecekse, böyledir.
Bir kimse, susuzluktan
daralır; ordada bir kuyu bulunur ve başka bir şahıs onun o kuyudan su içmesine
mani olursa, susuz kalan şahıs ona karşı savaşır. Tehrib'de de böyledir.
Ebû Nur'ın şöyle
dediği rivayet olunmuştur. Bir kimse; yiyecek, içecek gibi, insanın sahip
olması mümkün olan, bir şey için çok darahr-sa, onu temin etmek için silahsız
dövüş yapar. Fakat kuyu veya benzeri gibi, insanın mülkiyetinde olmayan bir şey
olursa, o zaman silahlı da silahsız da dövüş yapar. Mnfeiyt'te de böyledir.
Susuzluktan ölecek
olan bir kimsenin yanında içki varsa, ondan susuzluğunu giderecek kadar içer.
Bunun için susuzluğunun onunla gideceğini bilmesi gerekir. Kerderî'nin
Vedzi'nde de böyledir.
Bir kimse, açlıktan
çok daralır; yiyecek lâşe bile, bulamaz ve bir adam: "Elimi kes ve
ye." veya "Benden bir parça kes, ye." derse; işte buna ruhsat
yoktur. Ayrıca, o adamın böyîe demesi de doğru değildir.
Bir adamın, kendi
vücudundan bir parça kesip yemesi de böyledir. Buna da ruhsat yoktur. Fetâvâyi
Kâdihân'de de böyledir. [70]
Bir baba, oğlunun
malını yemeye muhîöCclduğunda, eğer şehirde bulunuyorsa, karşılıksız alıp
yiyebilir. Şayet yabanda olur ve yiyecekten başka şeye ihtiyacı bulunur ve
baba zengin olursa, o şeyi bedeli ile alır. Sadaka olarak bir şey almaz.
Hulâsa'da da böyledir.
Bir babanın, bahil (=
cimri) olan oğlunun malından yemesi helâl olmaz. Ancak, baba ihtiyacı içinde
olursa, o zaman helâl olur.
Eğer, oğlu cömert ise,
ihtiyacı olmasa bile, babasının onun malından yemesi, helâl olur. Mü ite kıt'ta
da böyledir.
Bir kimse, açlıktan
öleceği halde, ölü hayvan eti yemekten imtina eder veya oruçlu olur ve onu
yemeyince ölecek olduğu halde yemez-se, günahkâr olur. Muhtar Şerhi İhtiyar'da
da böyledir.
Bir kimse, acıkmış
olduğu ve yemeye gücü yettiği hâlde yemeden ölse, günahkâr olur. Kübrâ'da da
böyledir.
İmâm Mubammed (R.A.)
Kitâbü'l-Kisb'de şöyle buyurmuştur: Bir adamın, çıkıp kazanma imkânı olmadığı
zaman, diğer insanların, onun ihtiyacını görmeler, üzerlerine farzdır. Bu
mes'ele üç bölümde mülâhaza edilir.
1-) Muhtaç
zat, çıkmaktan âciz olursa; onun hâlini bilenlerin tamamının üzerine onu
çıkacak kadar ve ibadet edecek kadar yedirip içir-meleri farzdır.
Eğer dışarı çıkmaya
gücü yetmeyen bu şahıs, açlıktan ölürse, durumu bilenlerin hepsi de günâha
ortak olurlar.
Keza, bir adam, çıkıp
hâlini arz etmeye gücü yettiği hâlde, halini haber veremiyor; fakat, onun bu
halini başkaları biliyor ve bunları ona bakmaktan kaçmıyorlar; oda açlıktan
ölüyor; yine hepsi de günâha ortaktırlar.
Fakat, bu durumda
kazanmaya gücü yçtmiyen şahsın halini çıkıp arz etmesi daha uygun olur.
Bu muhtaç şahsa, bîr
takım insanlar bakıp, yedirir içirirlerse, diğer insanlardan mes'uliyet
kalkar.
2-) Muhtaç
olan zatın dışarı çıkmaya gücü yettiği hâlde, kazanmaya gücü yetmiyorsa, onun
vazifesi, çıkıp halini arzetmekdir.
Halini bilen şahıs da,
onun ihtiyacını temine çalışacaktır.
Eğer muhtaç olan zatın
kazanmaya gücü yeterse, çalışıp kazanması gerekir. Onun dilenmesi helâl olmaz.
3-) Muhtaç
olan şahıs kazanmaktan âciz; fakat, dişan çıkmaya gücü yetiyor ve evlere gidip
isteyebilecek durumda ise, onun öyle yapması gerekir.
Şayet, böyle yapmaz da
açlıktan ölürse, Allah indinde yalnız kendisi mes'ul olur.
Veren, alandan
hayırlıdır. Bu meseleninde üç veçhi vardır.
1-)Veren,
farz olduğu için veriyor; alan da kazanmaya gücü yetiyor, fakat fakir. îşte
burda, bi'1-lttifak, veren alandan efdâldır. ( = üstündür):
2-) Veren
şahıs, teberru olarak veriyor; alanda, teberru alıyor; veren, belli muhtaç
değil; alan da, kazanmaya kadir; bu durumda da veren, alandan Üstündür.
3-)Veren,
teberru ediyor; alan ise acizliğinden dolayı alması gerekiyor. Bu durumda da,
alimlerimize, göre veren, alandan üstündür. Mb-hıyt'te de böyledir.
Bir adam: "Falan
zat, malımdan yerse, işte o, ona helâl olsun." der; o adam da, onun
malının mubah olduğunu bilmeden, yese bu durumda da caizdir ve yediğini tazmin
etmesi gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.
Bir adam, diğerine:
"Malımdan, yiyeceğin şeyin tamamı, sana helâldir." dese, işte o onun
için helâl olur.
Eğer: "Malımdan,
yiyeceğinin tamamını sana teberru ettim." demiş olsa; bu teberru olmaz.
Sadru'ş-Şehid:
"Bu, Muhammed bin Seleme'ye göre teberru olur." demiştir.
Kerderi'nin Vecîzi'nde de böyledir.
Bir adam, diğerine:
"Nerde bulursan al; malım sana helâldir." derse, İmâm Muhammed
(R.A.): "İşte bu, hasseten dinar ve dirhemlere mahsustur; yoksa, onun
bahçesinden meyve, sürüsünden koyun alamaz. Başka şeyler de böyledir."
buyurmuştur. Bir hurmalığa, iki kişi ortak oldukları zaman birisi, diğerine:
"Sevdiğini ye; istediğine bağışla."der-se; onun, öyle yapması mubah
ve caiz olur. Siracü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir adam, diğerine:
"Hurmamdan kaç adet yedin? dediğinde, o: "Beş adet." dese;
halbuki o, on adet yemiş olsa; yalancı olmaz.
Keza: "Bu
elbiseyi, kaça satın aldın."? dediğinde, diğeri: "Beşe aldım."
dese; halbuki o, elbiseyi ona almış olsa, yine yalancı olmaz. Hulâsa'da da
böyledir.
Ölü bir tavuktan çıkan
yumurta yenir.
Keza, ölü bir koyunun
memesinden çıkan o «üt içilir, Sirâciyye'de de böyledir.
Canlanmamış arı
kurdunu yemekte bir beis yoktur. Sirâciyye'de de böyledir.
İmâm Mohammed (R.A.)
"Eşek sütü emen kuzu ve oğlağın eti yenilir; fakat böyle yapmak hoş
değildir.
Bir koyun şarap içse
ve o saatte de boğazlansa (kesilse) mekruh olmaz.
Eğer bir müddet
habsedilirse, bu durumda, pislik yiyen tavuk gibi olur.
Et kurdu çorbaya
düşse, onu pislendirmez; fakat bu kurt yenmez. Keza, çorbaya düşen kurt şişse,
çorbanın yenmesi caizdir. însan oğlunun teri, tükrüğü ve göz yaşı çorbada galebe
çalsa, tab'-
an pis olur. Gunye'de
de böyledir.
Yemek pişiren bir
kadının yanma, kocası, elin^çki kadehi ile girse ve o içkiyi tencereye dökse;
kadın da o yemeğm içine sirke~-döke-rek onun pişirse; çorba da iyice eşkise,
sirke gibi olur ve bu çorbanın yenmesinde bir beis olmaz. Hulâsa'da da
böyledir.
Yemek kazanına
"bir necaset düşse; çorbası yenmez. Et de böyledir. Et, kaynamakta
olursa, böyledir. Et pişmeden isabet eden necaset yıkanır ve yenir.
Sirâciyye'de de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.):
Mâ-i müstamel ile hamur yuğrulmasın-da bir beis yoktur." buyurmuştur.
HâvTde de böyledir.
Hamur, kedi artığı su
ile yuğrulsa, ekmeğini yemekde, insanlar için bir kerâhat yoktur. Gunye'de de
böyledir,
înce unun (beyaz unun)
ekmeğini kendinin yiyip de, kepeğinin ekmeğini kölelerine yedirmek mekruhtur.
Ekmeğin ortasında bir
davar kıgısı bulunsa, eğer o sert ise atılır; kalan ekmek yenilir. Çünkü, ekmek
pislenmemiştir. (Koyunu sağarken, kığısı süte düşüp de dağılmadan atılınca süt
pis olmadığı gibi) HizaneüVl-Fetâvâ'da da böyledir.
Bir kimse, ekmeğin
ekserisini pisliğe düşmüş görse, onu, orada terkinde mazeret vardır. Onu
yıkamak lâzım olmaz. Gönye 'de de böyledir.
İbnü Ahmed'den
soruldu: —Farenin ufattığı buğdaylar yenilir mi?
İmâm.
—"Evet
yenilir." Çünkü zaruret vardır." dedi. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Buğdayın içinde, insan
dişi üğünse, bu un yenilmez. Hayvana da yedirilmez.
Zarurete binâen, insan
elinin derisinden, sinek kanadı kadarı yemeğe karışsa, o yukardakinin
hilâfınadır ve yenilir.
Ter de böyledir; yuğrulan
hamurun içine düşse, az olursa yemeye mâni olmaz. Gunye'de de böyledir.
Devenin ve koyunun
kıgısı içinde bulunan arpada bir beis yoktur; yıkanır ve yenilir.
Şayet arpa, ineğin ve
atın tersleri içinde oluşa, pistir yenmez. Serah-sî'nin Mnbiyt'nde de böyledir.
Tuvalete dökülmüş
fasulya, nohut, mısır, mercimek ve emsali şeyleri yıkayıp yemek mekruhtur.
Gunye'de de böyledir.
Kokmuş eti yemek
haramdır.
Balık, süt, zeytin
yağı da kokarsa, yenilmesi haramdır.
Yemek bozulursa pis
olur.
Su bozulmakla haram
olmaz. Hızânetü'l-Fetâvâ'da da böyledir.
Eti yenilen hayvanın,
karnında olan yavru da yenir. Gunye'de de böyledir.
Yaz mevsiminde, bir
adam bir bahçeye uğrasa ve onun meyvelerinden yemek istese; meyveler de ağacın
altına dökülmüş olsalar; eğer şehirde ise, onları alıp yemesine ruhsat yoktur.
Ancak, sahibinin,
kendine helâl edeceğinin iyice bilirse, o zaman yiyebilir. Bu bilgi ister nas
ile olsun; isterse delâlet ile, âdet yönünden fark etmez.
Şayet bahçe duvar
içinde ise, bu böyledir.
Eğer meyve, ceviz gibi
üzerinde kalmışsa, onu da almaya yetkisi yoktur. Ancak, sahibinin iznini
bilirse o zaman alabilir.
Meyveleri toplanmış
ağaçlara gelince, âlimlerin bu hususta bazı kavilleri vardır: SadraVŞehîd:
"Yasakuğı belli edilmemişse, geride kalan meyveyi yemekte bir beis
yoktur." buyurmuştur.
Bu beyan, ister
açıktan olsun; isterse âdet halinde olsun fark etmez. Muhıyt'te de böyledir.
Muhtar olan,
—sahibinin razı olacağını iyice bilmeden— ondan yememektir. Gıyâsiyye'de de
böyledir.
Eğer, bu köylerde
olursa; geride kalan meyveleri sahibinin iznini bilmeden almak olmaz.
Muhtar olan kavle
göre, yasaklanmamış ise, onu alıp yemede bir beis yoktur. Muhıyl'te de
böyledir.
Başkasının meyvesinden
alıp götürmek helâl olmaz. Tatarhâniy-ye'de de böyledir.
Şayet meyve, ağacın
üzerinde kalmışsa, sahibinden izinsiz onu almamak gerekir.
Toplanıp götürülmesine
de ruhsat yoktur.
Fakat güz günü, yola
dökülmüş ağaç yaprağını, ağaç sahibinden izin almadan toplamakda bir sakınca
yoktur.
Şayet bu yapraklar,
dut yaprağı gibi sahibine fayda veren yapraklardan ise, onu almaya hakkı
yoktur. Eğer alırsa, bedelini Ödemesi gerekir.
Eğer sahibine faydası
olmayan yapraklar ise, onları alınca tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, bir
dostunun evine girdiğinde, tabakta yemek olursa, onu yemesi caiz olur.
Dostunun bağından üzüm
yer ve dostunun bunu hoş göreceğini bilirse, bunda da bir beis yoktur.
En doğrusu ise,
şüpheli şeylerden kaçınmaktır. Gerçekten tamah eden yanılmıştır. Mültekıt'ta da
böyledir..
Akan suda giden
meyveyi alıp yemek caizdir. Çünkü, bozulacaktır ve zayi olacaktır. Serahîâ'nin
Muhıyt'inde de böyledir.
Suda bulunan odun,
kıymet taşımıyorsa alınabilir ve o helâldir. Eğer kıymetli ise onu almak helâl
olmaz. Sirâciyye'de de böyledir.
Halâsa'da da böyledir.
Serahi'nin Mnhıyt'nde de böyledir.
Fetvalarda şöyle
zikredilmiştir. Ebû Bekir'den soruldu:
—Bir adam, ceviz
buldu; sonra bir daha, bir daha, derken...ceviz on adet oldu ve bir kıymet
taşır hâle geldi. Bu nasıl olur.?
İmâm şöyle buyurdu:
—Eğer, cevizleri aynı
yerde bulmuşsa, lukata (- bulunan şey) hükmündedir.
Ayrı ayrı yerlerde
bulmuşsa, bu cevizler kendisine helâl olur.
Bu, ayrı yerlerden
çekirdek toplamaya benzer. Her ne kadar kıymet t aş ıs a da bunlar kendinin
olur; helâldir. Fakıyh şöyle buyurmuştur:
Bana göre; —bulan
şahıs zengin ise— cevizleri aynı yerde de bulsa, ayrı ayrı yerlerde de bulsa,
lukata hükmündedir; bulana helâl olmaz.
Çekirdek böyle
değildir. Çünkü çekirdeği sahibi atmıştır. Atılması sebebiyle, o
mubahlaşmıştır. Ceviz ise, atılmış değildir.
Ancak cevizi ağacının
altında bulursa, o, yerde kalan başaklar gibidir. Hüvî'de de böyledir.
Mezarlıkta bir ağaç
bulunduğunda, insanlar: "Bunu, filan adam, burası mezarlık olmadan önce
dikmişti.-' derlerse; işte o zaman, o ağaç onundur. Dilediği gibi tasarruf
eder.
O yer, hâli bir yer
olur ve bir sahibi bulunmaz, halk da orayı mezarlık yaparsa bu durumda, o
ağaçda yerinin hükmüne bağlıdır.
Şayet o ağaç mezarlık
yapıldıktan sonra dikilir ve diken belli olursa, bu durumda, bu ağaç onundur.
Uygun olanı da, o ağacı, o adamın, meyvesi ile birlikte tasadduk etmesidir.
Eğer ağaç, orada
kendiliğinden bitmiş ise; hükmü, hâkime aittir. Sökülmesini uygun görürse
söktürür ve mezarlığa infak eder. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Zengin bir adam,
fakire verdiği sadakadan yer ve fakir de, ona, onu helâl ederse; âlimler bu
hususda ihtilaf etmişlerdir:
Eğer o şey, fakire mal
olmuş; sonra da zengin onun rızası ile ye-mişse, bunda bir beis yoktur.
Yolcu bir adam, bir
fakire tasadduk eylese, sonra da o tasadduk eylediği yere uğradığında, malı
duruyor olsa, ondan yemesinde bîr beis yoktur.
Keza, bir fakire
sadaka verildiğinde, bu fakir o sadaka elinde iken zengin olsa; onun önceki
sadakadan yemesinde bir sakınca yoktur.
Çamur yemek mekruhtur.
Ebû el-Leys
Fetâvâ'sında Şemsü'i-Eimme'de, Şerhü Savmı'nda, şöyle buyurmuşlardır:
Eğer, onu yeyince,
nefsine bir zarar geleceğinden korkarsa, o takdirde, onu yemesi mübâh olmaz.
Toprak ve çamurun
haricinde olanlar da böyledir.
Eğer az bir şey yer, o
da zarar vermezse, bunda,bir beis yoktur. Muhıyfte de böyledir.
Mekke'den getirilip,
adına Hn-i Hamza denilen çamuru yemek mekruh mudur?
Hadisde geldiği gibi,
bunu yemekde diğer çamurları yemek gibidir ve mekruhtur. Mekruh olduğunda görüş
birliği vardır. Cevâhiru'l-Fetâvâ'da da böyledir.
Bazı âlimlerden,
"Buhara çamurunu yemek" sorulduğunda: "Zarar vermez ise, bir
beis yoktur." denildi.
Eğer, hürmet için
yenirse mekruh olur. İbnfi Mübarek'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: —
İbnü EM LeySâ, cariyesini, çamur yediği için reddeyledi. (= kovdu). Ebû'l-Kâssro'dan
çamur yemekten sorulduğunda, O şu cevabı verdi: "Akıllıların işi
değildir." Hâvî'de de böyledir.
Kil yemeyi âdet hâline
getiren bir kadını güzelliğine kil yemesi zarar verirse, bu kadının kil yemesi
yasaklanır.
Çeşitli yemek yemekte,
bir beis yoktur.
Çeşitli meyveler
yemekte de, bir sakınca yoktur. Böyle yapmamak ise, evladır.
Hızâneiüİ-Müfim'de de böyledir.
Ayakta su içmekte bir
beis yoktur. Yürüyerek su içilmez.
Misafir (= yolcu) için
yürüyerek içmeye de müsaade vardır.
Su, tek nefeste
içilmez. Su, su kcbının ve kırbanın ağzından da içilmez. Çünkü, boğazına
zararlı bir şeyin gitmesinden korkulur. Giyâsiyye'de de böyledir.
Zenginin de, fakirinde
kırbadan (= tulumdan) su içmesi câiz-dİr. Hulâsa'da da böyledir.
Su kırbalarım,
yerinden alıp, evine götürmek mekruhtur. Çünkü onlar, su içilsin diye oraya
konulmuştur. Götürülsün diye konulmamıştır. Serahsî'nîn Muhıyt'nde de
böyledir.
Su kırbasını evine
götürmeye izin verilmişse, götürülmesi caiz olur; değilse caiz olmaz.
Kerderî'nin Vecîzi'nde de böyledir.
Bir küpün içine, bir
damla içki düşse, bu, o anda içilmez. Bir müddet sonra ise, içilir.
Bir küp sirkenin
içine, bir ibrik içki dökülsei tadında kokusunda bir değişiklik olmazsa, bu
sirkenin içilmesi helâl olur. Mültekıt'ta da böyledir.
Kâfir olan bir babaya,
içki içirilmez. Kadehi de verilmez. Ve ondan alınır.
O, kiliseye
götürülmez. Ancak gitmişse, oradan getirilir.
İçinde ölü hayvan eti
ve domuz eti pişmiyorsa, bu babanın ocağı yakılır.
Müslüman, içki bulunan
sofraya oturamaz ve ölmüş İaşeden yiye miz. Attabiyye'de de böyledir.
Yemek kabını, ekmek
üzerine koymak caiz olmaz. Gunye'de de böyledir.
İmâmüVSiğâr:
"Ekmek üzerine tuz konulmuş olan ziyafete gitmeye niyet eylemedim."
demiştir. Hulâsa'da da böyledir.
Esahh olan, tuzluk,
tuz ekmekle yensin diye konulmuşsa, bu mekruh olmaz. Yenâbi'de de böyledir.
Kağıt üzerinde bulunan
tuzu, ekmek üzerine koymak caizdir. Baklagilleri de ekmek üzerine koymak
caizdir.
Şemsü'l-Eimme Haivânî
"Ekmeğin üzerine, her şeyi koymak caizdir." buyurmuştur.
Alâü't-Tercümânî ve
Alaü'l-Hamâmî şöyle demişlerdir:
"Biz, Buhara ve
Semerkât'ın büyük âlimlerinin yanında bulunduk; çoğunun böyle yaptığını gördük,
onlar men etmiyorlardı."
Bir takım yemekleri
ekmek üzerine koyarlardı. Böyle yapmak, yani ekmeğin üzerine yağ, reçel ve benzerlerini
koymak caizdir. Gunye'de de böyledir.
Ekmeği, masaya asmak
mekruh olur; üzerine koymak gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.
Masanın altına ekmek
koymak ihtilaflıdır.
Ekmeği, masa düz
dursun diye, masanın altına koymak, ekmeğe saygısızlık olur.
Şeyhü'l-İraâm
Zahîriidtfîn el-Mürgmânî: "Tuzu, ekmek üzerine koymanın mekruh
olmadığına" fetva verdi.
Ve "ekmeği
masanın altına koymaya," "Kabı, ekmeğin üzerine koymaya,"
"parmaklan ve bıçağı, ekmekle silmeye, aynı ekmekleri yemesi şartıyle
fetva verdi.
Bazı âlimlerimiz ise,
"ekmekle parmak ve bıçak silmeyi" kerih gördüler ve: "bunları
sildikten sonra o ekmeği yese bile mekruhtur." dediler. Muhıyt'te de
böyledir.
Alâü't-Tercümânî:
"Ekmeği bıçakla kesmek mekruhtur." demiştir. Ebû'I-FadI el-Kinnânî
ise:"mekruh olmaz." buyurmuştur.
Ali bin Âmede'den, bu
mes'ele sorulunca, O: "Eğer ekmek süt ile yuğrulmuş ise, kesmekte beis
yoktur. Değilse, ekmeği kesmek acemlerin âdetidir." buyurdu. Yeöme'de de
böyledir.
İmâm Sevrf'y6 soruldu:
—Başkasının boyasından kullanılır mı?
İmâm şu cevabı verdi:
—O başkasının malıdır;
izin almak gerekir. İzinsiz kullanılmasını ben sevmem. Ancak aralarında neseb
yakınlığı varsa, o müstesnadır." Mültekıt'te de böyledir.
Bir komşu, ortak
bulundukları içkiyi alsa da bedelini kabala usûlü ödese, işte o caiz olur.
Cevabini'1-Fetâvâ* da da böyledir.
Misafirlerin (=
yolcuların) azıklarını birbirine katmaları veya aralarında dirhemler
toplayarak, onlarla yiyecek almaları ve birlikte yemeleri caiz olur. Bu durumda
ayrı ayrı yemeler doğru olmaz. Kerderî'nin Vecizin 'de de böyledir.
En doğrusunu bilen,
Allahu Teâlâ'dır. [71]
Bir adam, diğerine
hediye vermek veya davet etmek istediğinde, şayet bu şahsın malının ekserisi
helâl olur ve hediye edilen zat da bunu böyle bilirse; onun hediyesini
almasında ve davetini kabul etmesinde bir beis yoktur.
Eğer bu şahıs, o
şahsın malının haram olduğunu biliyorsa, kabul
eylemez.
Eğer çoğu haram ise,
uygun olanı, hediyesini kabul etmemek yemeğini yememektir.
Ancak, helâl olduğunu
haber verir veya miras olduğunu yahut borç aldığını söylerse; yine hediyesini
almasında ve yemeğini yemesinde bir sakınca yoktur. Yenâbi'de de böyledir.
Zâlim âmirlerin
hediyelerini kabul etmek caiz olmaz. Çünkü, onların malı ekseriyetle haram
olur.
Ancak, malının çoğunun
helâl olduğu,(o şahsın ticâret veya ziraat ehli bulunduğu) bilindiği zaman
hediyeleri kabul edilir.
Bu durumda helâl
olanın çokluğuna itibar edilir.
Keza, bu şahsın yemeği
de yenilir. Muhtar Şerhi İhtiyar M a da böyledir.
Bu zamanın amirlerinin
hediyelerinin durumu, Şeyhü'I-İmâm Ebû Bekir Mu ham m ed bin FadI
el-Babaif'den, soruldu.
İmâm şöyle cevap
verdi:
Bu hediyeler —
Beytü'1-mâle bırakılır.
İmâm Muhammet!
(R.A.)'de, Siyer-i Kebirin'de böyle buyurmuştur. Şeyhü'1-İmâm el-Celil
Muhammet] bin FadI "Gerçekten ben, bunu böyle söyledim ve: "Doğru
olanı da budur. dedim. Yalnız beytü'l mâle bırakılınca korkulacak tarafı varsa
ve âmirler, onu şehevî arzularına harcayıp eğlence parası yapacaklarsa; ve
beytü'l-mâlden cemâat için değilde, şehevâtlan için harcama yapılacağım iyice
biliyorlarsa, bu durumda, ben beytü'l male konulmasına fetva vermem."
demiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Fakıyh Ebû'1-Ley s:
Hükümdarın bahşişini (= caizesini), halkın alması ihtilaflıdır: Bazıları:
"Eğer haramdan verildiği bilinmiyorsa, caizdir." demişlerdir.
İmâm Mohammed (R.A.):
"Biz, onun haram olduğunu bilmezsek, onu alırız." buyurmuştur.
Bu, aynı zamanda İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.) ve arkadaşlarının kavlidir. Zahîrriyye'de de böyledir.
Şemsü'l-Eimme,
Hiyâlu'l-Hasai isimli kitabında şöyle demiştir: Şeyh Ebû'l Hasan Hâkim,
hükümdarın atıyyesini alıp kabul eder ve onu bütün ihtiyaçlarına harcardı.
Bu şekil atıyyeyi
almanın yolu: Borca bir şey alacaksın, sonra da böyle olan malı o borca
karşılık vereceksin.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.):
Bu, İmâm Ebâ Hanîfe (R.A.) ve arkadaşlan-. nın kavlidir." Hulssa'da da
böyledir.
İnsanların, zâlimlerin
yemeğini yememesi herne kadar helâl olsa bile onun yaptığı işlerin kötülüğünü
bildirmek ve irtikap eylediği suçları boykot etmek için uygun olur. GarâîbMe
de böyledir.
Ebû Bekir'den soruldu:
—Helâl olmayan sadaka alınır mı? Şöyle buyurdu:
—Sadaka almak,
hükümdarın caizesini kabul etmekden daha efdâldir.
Böylece, bunların
aralarını tefrik etmiş (= ayırmış) oldu. Ve:
—"Alınmaz."
buyurdu.
Ona denildi ki:
—Hükümdarın
atıyyesini, İshâk bin Ahmed ve İsmail kabul eylediler.
—O şu cevabı verdi:
—Onlara verilen,
atiyye değil; babalarından intikâl eden mirasdı.
Yine ona denildi:
—Alan fakir ise ve
aynı zamanda da, hükümdar o vereceği şeyi zul-tnen almışsa ne olur? şahsın
alması helâl olur mu?
Şöyle buyurdu:
—Eğer, verilecek
aüyyeler, başka paralara (helâl olanlara) katılmışsa, onu fakirlerin almasında
bir beis yoktur. Şayet, bizzat zulmen alınmış olan paradan verilirse, onu almak
caiz olmaz.
Fakıyh: "Bu
cevap, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyası üzerine çıkmıştır. Çünkü: Gasbedilmiş
(= zoraki alınmış) dirhemler, başka şeylere katıldığı zaman gasbeden şahıs,
ona sahib olur. Ancak, gasbeylediği mal kendisinin değildir.
İmâmeyn ise:
"Gasıp, o paraların hiç birine sahip olamaz. Onlar sahibinin hakkıdır. Bu
gibi şahıslardan sadaka (atiyye) almak caiz olmaz. Hâvî'de de böyledir.
Semerkant fetvalarında
şöyle denilmiştir.
Bir adam, pâdişâhın
yanına gittiğinde padişah ona, yenilecek bir $ey ikram ederse, bunu ister kendi
parasıyla satın alsın, isterse almasın, adam, bunun gasbedilmiş bir şey
olduğunu bilmiyorsa onu yemesi helâl olur.
Sahih olan, bu şahsın
hükümdarın haline bakarak hükmetmesidir. Yani, o bir zalim mi? yoksa Allah'dan
korkan birisi mi? buna bakmalıdır. Zemyre'de de bredir. [72]
İmâm Mnhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur. Bir kimsenin, alacağı bulunan bir şahsın da'vetine
gitmesinde bir beis yoktur."
Şeyhû'l-İslam:
"Bu, bir hükümdür, fakat verâ bakımından, bu davete icabet etmemek —eğer
ki bu adamın borçluluğunun hatırı için davet ettiğini biliyorsa daha efdâldir.
Şemsii'l-Eimme Halvânî: "Şayet adam, haramdan ve borçlanmadan korkan bir
kimse olur ve önce de aynı şekilde davet ederdiyse, icabet edilmesinde bir
sakınca yoktur. Borçlan-.nadan önce, yirmi günde bir da'vet ediyor;
borçlandıktan sonra, on günde bir davet ediyor ve borçlanmadan önce sofrasında
az yemek çeşidi bulunuyor da borçlandıktan sonra çok çeşit bulunuyorsa, bu
teverrû (= haramdan kaçınma) olmaz. Bu da'vet borcun hatırı için yapılıyor
olur. Ve icabet etmek mekruh olur. Mutaıyt'te de böyledir. [73]
Da'vete icabet
hususunda görüş ayrılıkları varır.
Bazı âlimler a'vete
icabet vâcibdir; terkine ruhsat yoktur." demişlerdir. Âlimlerin ekserisi
ise: "Da'vete icabet sünnettir; efdal olan icabettir. Şayet da'vet bir
velîme (= düğün, nikah yemeği ise) bu böyledir; değilse, da'vet edilen şahıs
muhayyerdir. Yine de kabulü efdâldir. Çünkü bunda, da'vet edenin kalbine sürür
vermek vardır, buyurmuşlardır. Timartâşî'de de böyledir. [74]
Bir kimse da'vet
edildiği zaman, bu da'vete icabet etmesi gerekir.
Ve da'vete icabet
etmesi davet edilen kimse için —eğer da'vet edilen yerde günah işlenmiyor ve
orada bid'at bulunmuyorsa,— bir vecibe olur.
Şayet, böyle bir da'vete
gidilmez ise, günah olur.
Bu zamanda çok
dikkatli olmak gerekir: Kişi ancak bir sakınca olmadığım bilirse, da'vete
icabet eder. Ma'siyet veya bid'at varsa oraya gitmez. Yenâbi'de de böyledir.
Şeyhû'l-İmâm Alâu'ddîn,
şöyle demiştir: Ben, Semerkant bilginlerinin çâresini biliyorum: onlar, bir
davetle karşılaştıklarında onun haramlığında şüpheleri varsa, davet sahibine:
"Sen bu mala fakirler için sahip oldun. Fakirin malını yemek de ondan
faydalanmak da mekruhtur." derler ve da'veti kabul etmezlerdi.
Cevâhirtı'I-Fetâvâ'da da böyledir. [75]
Fâsıkm da'vetine,
—onun fışkına— (günahkâlığına) râzi olmadığını bildirmek için gidilmez.
Keza malının çoğu
haram olan bir şahsın da'vetine de —onun helal olduğu haber verilmedikçe—
gidilmez; daveti, kabul edilmez. Tumür-tâşî'de de böyledir.
Ravza isimli kitapda:
"Fasık ekip-biçtiği yeri haksız olarak almamışsa, dâvetine gidilir."
denilmiştir. Kerderî'nin Vedzi'nde de böyledir. [76]
Faiz yiyen, haram kazanan
bir adam, bir kimseyi da'vet eder veya ona bir hediye verirse, o şahsın
malının çoğunun haram olması hâlinde hediyesi kabul edilmez; dâvetine de
icabet edilmez.
Ancak, "bu malın
aslı helâldir." veya "mirastandır." yahut "borç
aldım." denilirse bu durumda da'vete icabet edilir; hediye de kabul
edilir.
Şayet, helâli haramdan
çok olursa, o zaman da hediyeyi kabul ve davete icabette bir beis yoktur.
Mültekıt'ta da böyledir. [77]
Düğün, sünnet ve
benzerleri gibi umumî davetlere gitmemek uygun değildir.
Bir kimse, da'vete
icabet eylediği zaman, yemesin de veya yememesinde bir beis yoktur. Şayet
oruçlu değilse, yememesinden, yemesi daha efdâldir, Hulâsa'da da böyledir. [78]
Bir kimse, velime
yemeğine davet edilip gittiğinde orada, oyun veya şarkı-türkü bulursa, oraya
oturup yemek yemesinde bir sakınca yoktur.
Şayet gücü yeterse onu
men eder.
Eğer gücü yetmezse,
sabreder.
Bu, da'vet edilen
şahıs, kendisine uyulan bir kimse (imam-müezzin, hâkim, müftü, vaiz, müderris
gibi) değil ise, böyledir.
Mukteda bih ise, men
etmeye gücü yetmeyince, oturmaz; oradan hemen çıkar gider.
Eğer bunlar, yemek
zamanı olursa, oturmak uygun olmaz, da'vet-li şahıs, her ne kadar muktadâ bih
(- kendisine uyulan bir kimse) olmasa bile, bu böyledir.
Bunların hepsi,
da'vetli vardıktan sonra çalgı-oyun gibi şeyler olursa böyledir.
Fakat, gitmeden önce
durumu bilirse, hiç gitmez, çünkü böyle bir da'vete icabet gerekmez.
Sirâcû'l-Vehhâc'da da böyledir.
Eğer kendisine uyulan
zat, durumu içeriye girmeden önce bilir ve kendisi de hatırı sayılan birisi
olup, içeriye girince, o kötü haller bırakılacak olursa, o zaman girmesi
gerekir; değilse girmez, limurtâşi'de de böyledir. [79]
Bir adam, akrabaları
için veya velime için ziyafet hazırlar veya fesâd ehli için sofra kurar ve
sâlih bir kimseyi de da'vet ederse; bu sâlih zât "oraya gidince, orda
olacak kötülüklere mâni olacağını ve ordaki-lerin kendisine uyacaklarını"
bilirse, gitmesi bir zaruret olur. Çünkü or-daki münkerâtı men edecektir.
Şayet adam böyle
birisi değilse ve kendisi gitmeyince münkerat kalkmayacaksa, yine de gidip
onlara günâhlarını hatılatması uygun olur. Çünkü, davete icabet vaciptir veya
mendûbtur. Ona iktiran eden masiyet-ten dolayı, da'vete icabetten imtina iyi
olmaz.
Zira düğün yemeği
sünnettir ve onda büyük sevap vardır. Bir erkekle bir kadın, bir yuva
kuracaklardır. Akrabalarını dostlarım dâ'vet etmeleri çok uygundur. Hayvan
keser; yemek yapar; onları çağırırlarsa, ve bu düğünde günâh işlenmeyecekse,
onların, bu da'vete icabet etmeleri gerekir.
Peygamber (S.A.V)
buyurmuş ki: "Her kim da'vete icabet eylemez ise, gerçekten o, Allah'a ve
Resulüne isyan etmiş olur. Oruçlu olsa bile, icabet eder ve duada bulunur. Eğer
oruçlu değilse, yer ve duâ eder. Eğer, (özürsüz) yemez ise günahkâr olur ve
cefâ etmiş bulunur." Hızânetü'l-Müffin'de de böyledir.
Yarın için veya o bir
gün için da'vet eylemekte bir beis yoktur. Zehıyre'de de böyledir. [80]
Musibet sahibinin
evine birinci gün yemek götürüp, onlarla birlikte yemek caizdir. Çünkü onlar o
gün cenaze ile meşguldürler. O günden sonra ise, böyle yapmak mekruhtur.
Tatartaâniyye'de de böyledir.
Musibet günlerinde,
—üç gün içinde— ziyafet tertip eylemek mubah değildir. Şayet yapılırsa, ondan
yemekde de bir beis yoktur. Hızânetii't-Müftin'de de böyledir.
Cenaze sahiplerinin
fakirler içiri ziyafet vermeleri, —eğer vârisler arasında küçük sabî yoksa—
güzel bir şey olur. Şayet sabi çocuk varsa, ziyafet veremezler. Tafarhâniyye'de
de böyledir. [81]
Sofraya oturmuş bir
adam, başka birisinide sofraya çağırdığında sofra sahibinin çağırdığı şahsın
oturmasına râzi olmayacağım biliyorsa, bile böyle yapması helâl olmaz. Şayet
sofra sahibinin buna razı olacağını biliyorsa, o zaman çağırabilir.
Eğer sofra sahibinin
razı olup olmayacağını bilmiyorsa, o zaman da çağıramaz.
Ve bu şahıs, dilenen
kimseye de sofra sahibinin izni olmadan, oradan Öir şey veremez. Fetâvâyi
Kâdihân'da da böyledir.
îki sofra kurulu
olduğunda, misafirler birbirlerinin sofralarından, —sofra sahibinin izni
olmadan— bir şey yiyemezler.
Hîbe kitabında:
"Ziyafet sofralarında bulunan yemeklerden bir kısmını, diğer misafirlere
vermek caizdir ve onu yiyebilirler. MüKekıt'ta da böyledir.
Misafirler için
hazırlanmış olan sofraya başka bir misafirde oturup yemek yerse; bu hususta
çeşitli kaviller vardır:
Bazı âlimler: "Bu
şekilde yapması yani kendiliğinden oturupta yemek yemesi helâl olmaz. Aldığı
ekmeği yerine koyması gerekir." buyurmuşlardır. Bazı âlimler ise;
"Bunun caiz olacağına, âdet yönünden onunda sofraya oturmasının caiz
olduğuna, kail olmuşlardır.
Kurulmuş bir sofrada
yemek yenilirken, bir başkasının, bir adam çağırmak veya başka bir ihtiyaç için
oraya girmesi hâlinde, birisinin ona
yiyecek vermesi ve o
şahsın da alması câîz olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Sofra sahibinin
çocuğuna, kölesine, köpeğine ve kedisine 3/4 — bîr misafir tarafından— yemek
verilmez. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir misafirin, sofradan
ev sahibinin veya başka birinin kedisine az bir parça ekmek veya et vermesi
istihsânen caiz olur. Çünkü o, âde-ten bir izindir.
Yanlarında ev
sahibinin veya başkalarının köpeği olursa, ona —ev sahibinin izni olmadan— et
veya ekmek vermek ruhsatı yoktur. Çünkü, buna adet yönünden izin yoktur.
Şayet kemik veya ekmek
ufağı verirse buna ruhsat vardır.Zahîriyye, Zehıyre ve Kobra'da da böyledir.
Bir adam bir toplumu
da'vet edip onları masalara taksim ettiğinde, bu masanın ehli, diğer masanın
ehlinin yemeğinden yiyemez. Çünkü, yemek sahibi, her masanın yemeğini ancak o
masanın ehline tahsis eylemiştir; diğerine değil... Fakıyh Ebû'1-Leys:
"Kıyâs budur." demiştir.
Istihsânda ise, o
sofrada bulunan davetlilerden birisi verirse, caiz olur.
Keza, hizmet edenlerden
birisi verirse, yine caiz olur.
orda olan misafir,
diğer sofradan bir parça et, bir parça ekmek yerse caiz olur. Eğer,
—başkalarının yemeye başladığı yemekten ve parçalanmış ekmekten yerse, bu da
caiz olur. Çünkü, ona izinlidir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir. [82]
Arkadaşının izni
olmadan, sofradan onun yiyeceği yemeği kaldırmak haramdır. Bu, misâfirede ıtlak
olunur. Cevâhirü'l-Ahlâti'de de böyledir. [83]
Bir adam, efrâd-i
ailesiyle ekmek yer ve ekmek kırıntıları toplanır, onu yemeye de iştihaları
olmazsa, tavuklara, koyunlara ve ineklere yedirmeleri uygun olmaz. Ancak
karıncalar yesin diye, bir yere bırakılırsa, o takdirde caiz olur. Bunu, selef
de böyle yapmıştır. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir İaşeyi, deli bir
kimseye yedirmek caiz olmaz. Kedi bunun hi-fafınadır. Yâni, lâşe kediye
yedirilir.
Ekmek veya yiyecek şey
pislendiğinde, onu çocuğa veya bunak birisine yahut eti yenilen bir hayvana
yedirmek.caiz olmaz.
Âlimlerimiz
"Mundar ölmüş İaşeden, hangi şekilde olursa olsun,' faydalanmak caiz
olmaz." buyurmuşlardır. Ganye'de de böyledir. [84]
Misafirin gösterilen
yere oturması müstehaptır.
Fakıyh Ebû'1-Leys
şöyle demiştir: Misafirin, şu dörtşeyi yapması vacip olur:
1-) Misâfir
gösterilen yere oturur.
2-) Kendisine
takdim edilene razı olur.
3-) Ev
sahibinin izni olmadan kalkmaz.
4-) Çıkıp
giderken, ev sahibine dua eder.
Misafirin duayı alenen
söylemesi güzel olur.
Misafir fazla
konuşmaz; çokda susmaz.
Misafir olduğu müddetçe,
bir yere gidip kaybolmaz.
Misafir ev sahibinin
hizmetçisine öfkelenip kızmaz.
Misafir, misafirim
diye hâne halkına külfet olmaz. Zahîriyye'de de böyledir.
Efdâl olan, insanın
önce kendi nefsine, sonra da, ailesi efradına infakta bulunmasıdır. Fazla
olursa, tasadduk eder. Rızkından fazla olsa bile fâsıka vermez. Tatarbâniyye
'de de böyledir. [85]
Mecûsiye benzemekten
dolayı, yemek yerken susmak mekruhtur. Sirâdyye'de de böyledir.
Yemek yenilirken
susulmaz; fakat, iyi şeyler konuşulur ve iyi adamlardan bahsedilir. Garâib'de
de böyledir.
Bir kimsenin,
misafirine bizzat hizmet etmesi uygundur. Böyle yapmak İbrahim (A.S.)'a ıktidâ
etmek (- uymak) olur. HızanetülMüfun'de de böyledir. [86]
Bir kimse, bir
topluluğu yemeğe da'vet ettiğinde, eğer cemaat az ise, o da, onlarla birlikte
oturup yer; bunda bir beis yoktur. Çünkü, ev sahibinin sofrada, misafirlere
hizmet etmesi mürüvvettendir.
Şayet cemaat çoksa ev
sahibi onlarla birlikte oturmaz ve onlara bizzat hizmet eder.
Ev sahibi misafirlerin
yanında, hizmetçiye öfkelenip kızmaz. Onlarla birlikte oturması uygun olmaz.
Misafir W yemekten
çekilince, —münâsip olanı— onların izin istediklerinde ev z ıhibinin onlara
izin vermesidir.[87]
Önce bir topluluk
arkasından da ikinci topluluk gelirse, önceki gelenlerin, sofraya önce oturma
hakları vardır. Ziyafet sahibinin, elleri yıkamak için su getirmeden önce,
yemek getirmemesi uygun olur. Kıyâs, el yıkamaya meclisin sonundan başlamak ve
yukarı doğru çıkmaktır. Fakat, halk önce en yukarda oturandan başlamayı güzel
görüyor. Böyle yapmalarında da bir sakınca yoktur.
Şayet yemekten sonra
da ellerini yıkamak isterlerse, —her defasında— el vıkanmış olan suyu dökmekte
veya dökmemekte bir sakınca yoktur; dökmek daha iyidir. Çünkü daha önce
yıkanılan ellerin kirleri, elbiseleri sıçrayıp onları fesada verebilir. Emed
isimli kitapda şöyle denilmiştir:
Önceki insanların en
çok yedikleri şeyler sâdece ekmek, kuru hurma veya az yağlı şeylerdi: Fakat bu
gün, gerçekten türlü türlü, renk renk yemekler yeniliyor.
Fakıyh şöyle demiştir:
İnsanın, dişlerinin arasından çıkardığı yemek kırıntılarını yutması da, atması
da caizdir. însamn dişlerinin arasından çıkan şeyleri, insanların üzerlerine
atması uygun değildir. Bunlar elini yıkamak için getirilen, kabın içine
bırakılabilir. Sonra da elini yıkar. Böyle yapmak mürüvvettir insanlık
icâbıdır. Tıtarbâniyye ve Bos-tan'da böyledir.
En doğrusunu bilen,
Allahu Teâlâ'dır. [88]
Semerkant ehlinin
fetvalarında: "Sahibi izin verirse saçılan dirhemleri kapmak
caizdir." denilmiştir.
Bir adam, bir miktar
dirhemi veya şekeri bir yere bırakır ve: "İsteyen ondan alsın." veya
"Kim alırsa onundur." derse; o şey, onu alanındır. Velev hepsini
birden alsa bile, onun malı olur. Başkasının olmaz. Onu, başkası onun elinden
alamaz. Zehıyre'de de böyledir.
Üzerinde Allahu
Teâlâ'nın ismi yazılı olan dinar ve dirhemleri, paralan yere saçmak mekruhtur.
"Bu mekruh
olmaz." diyenler de olmuştur. Ceyâhiru'l-AblatFde böyledir.
Âlimlerin, üzerinde
şehâdet kelimesi yazılı dinarları dirhemleri, paralan saçma hususunda çeşitli
kavilleri vardır. Bazıları: "Bu mekruh olmaz." demişlerdir.
Sahih olan da budur.
Zehıyre'de de böyledir.
Ziyafette şeker ve
dirhemleri saçmanın, nikâhlarda da aynısını yapmanın bir sakıncası yoktur,
Sirâciyye'de de böyledir.
Bir adam şeker
dağıtır; diğer bîr adam da gelir, fakat dağıtım zamanı hazır bulunmazsı; ondan
bir şey isteyebilir mi?
Âlimler, bu hususta
ihtilâf etmişlerdir:
Bazıları:
"Alır." demişler; Fakıyh Ebû Ca'fer ise: Onun hakkı yoktur."
buyurmuştur. Hıılâsa'da da böyledir.
Bir adam şeker
saçtığında, şeker başka bir adamın kucağına veya eteğine düşer; onu da başka
birisi alırsa; o, alanın olur. Müntekâ'da böyledir.
Semerkant ehlinin
fetvalarında bu mes'ele yazılmış ve tafsilatlı cevaplar da verilmiştir.
Bir âlim şöyle
demiştir:
Eğer adam eteğini
yaymış, veya yakasını açmış şeker de onun içine düşmüşse, işte o zaman, o, onu
alanın olmaz. Alacak olsa bile, o, eteğini, yakasını açanın olur ve alanın onu
geri vermesi gerekir. Şayet eteğini ve yakasını açmamişsa, o saçılan şeker, o
zaman, onu alanın olur; etek ve yaka sahibinin olmaz. Muhıyf'te de böyledir.
Düğünde saçılan şeker,
bir adamın evine düşerse, onu başkasının alması —bu adam, kapısını, içeriye
şeker düşsün diye açmamışsa—caiz olur.
Şayet bir adam,
saçılan şekeri eliyle aldıktan sonra o, geri düşer; onu da bir başkası alırsa,
işte o, önceki alanın olur. Yenâbi'de de böyledir.
Caminin odasına giren
ve orada şeker bulan bir kimsenin, onu alması caiz olur. Ancak, imâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve Ebû Ca'fer'e göre, bu caiz olmaz.
Bir adam, sokakda
şeker bulsa, onu almasına ruhsat yoktur. Hulâ-sa'da da böyledir.
Ebû'l-Leys'in
Fetvalan'nda şöyle denilmiştir:
Bir adam, bir
başkasına dükünde gelinin başına saçmak için, şeker ve dirhemler verdiğinde,
alan adam, onu saçmayıp, kendi nefsinde bırakır veya bir kısmını kendine
ayırırsa bunu yapmaya hakkı olmaz. '
Keza bir adam,
başkasına saçması için, dirhemler (paralar) verdiğinde, alan şahsın, bunda
kendisine birşeyler ayırması doğru olmaz.
Eğer verilen şeker
ise, başkasına isabet edecek kadarını, kendisi de alabilir.
Fakıyh Ebû'l-Leys'de,
bunu ihtiyar etmiştir.
Kitabü'i-Kerâhiyyet
Bazı âlimlerimiz ise:
*'Böyle yapılmaz.'* buyurdular.
Ebû'l-Leys
"Saçması için şekeri başka birisine verir." dedi. Yine bazı
âlimlerimiz de: "Dirhemler olmadığı gibi, buda olmaz." buyurdular:
M-hıyt'te de böyledir. [89]
İbnü Semâa'mn Nevâdiri'nde,
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Bir adam, ölen
merkebini yola atar; başka bir adam da gelerek, onun derisini yüzerse, bu
durumda eşek sahibinin, o deriyi, o adamdan alma hakkı yoktur.
Şayet yola atmamış
olsaydı, o zaman eşeğinin derisini yüzen şahıstan geri alabilirdi.
Şayet deriyi yüzen
adam, onu debbağlatmışsa, eşeğin sahibi, ona debbağ ücretini öder.
Koyunu, mmdar olarak
ölen şahıs da böyle yaparak ölen koyunun İaşesini atar, bir başkası da onun
yününü alır veya derisini yüzer ve deb-bağlarsa, o, alanın olur.
Eğer, bundan sonra
koyunun sahibi gelerek, deriyi isterse; debbağ bedelini öder ve deriyi alır.
Koyun meselesindeki
cevap, eşek mes'elesindeki cevaba muhaliftir. Bunlardan her birini, diğerine
kıyas ederek iki mes'ele yapmak caizdir. Aynı zamanda, iki mes'ele de iki ayrı
rivayet vardır. Muhıyt'te de böyledir. [90]
Ziraaî mahsul
kaldırılıp, yerinde kalan başaklan, başkasının toplaması adet olan yerde; o
başkaları başkasının toplamasında bir sakınca olmadığı gibi, pişirildiği yerde
yenilsin diye terkedilen yemekleri de, başkasının yemesinde, bir beis yoktur.
Keza, bir kimse,
ziraat için bir yeri kiralarsa ve orayı ekip biçer; verinde kalanı da bir yıl
sonra yeşerirse, işte o biten şey, kiralayanın değil, o yerin asıl
sahibininder. Taîarhâniyye'de de böyledir.
En doğrusunu bilen,
AUahu Teâlâ'dır. [91]
Zimmet ehlinin
Mescid-i Haram'a ve diğer mescitlere girmesinde bir beis yoktur.
Sahih olan da budur.
Serahtf'nin Mtshıyf nde de böyledir.
Yetime'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir müslümanm,
yahûdilerin havrasına veya Hiristiyanların kiliselerine girmesi mekruhtur.
Bu kerâhat, müslümanm
oralara girme hakkı olmadığından değil; ancak, insan şeytanlarının topluluğu
İçine girmelerinin uygun olmadığındandır. Taîarhâniyye*de de böyledir.
Zimmet ehlinden bir
topluluk, şehirde, kabristan yapmak için, müslümanlardan bir yer satın alıp,
böyle de yapsalar, bunu yapmaya hakları vardır ve dilediklerini yapabilirler.
Şayet komşularına
zararlı olursa, —yahûdilerin havrası, nasrâni-lerin kilisesi, mecüsilerin
ateşhânesi gibi,— yukardakinin hilâfına, onu yapma hakkına sahip olamazlar.
Hızânetiil-Müftin'de de böyledir.
Nasrâniye zünnâr,
mecûsilere şapka satmakta bir sakınca yoktur. Sirâciyye'de de böyledir.
¥M Bekir'den:
"Zimmet ehlinden" kendilerine mahsus kistîc denilen bir nevi kuşağı
bağlamaları "üzerine ahid alınır mı?" diye sorulduğun da; O; bir
defasında: "Alınır"; bir defasında da: "Bunlar sayıca çok
oldukları zaman, tanmabilmeleri için alınır."demiştir. Havî'de de
böyledir.
Şöhret bulmuş ve
kendisine uyulan bir kimsenin, bozuk ve şer işler ehlinin arasına katılması
mekruhtur. îhtiyaç miktarı katılması ise müstesnadır. Çünkü, bu zat halk
arasında yaptığı işlere ta'zim edilen
bir zattır.
Şayet tanınmayan
birisiyse, —günah istemeksizin— onların zulmünü def için, idâreten aralarına
katılmasında bir sakınca yoktur. [92]
Müslümanların idaresi
altında bulunan hiristiyanların evinde, namaz kılınıp kılmamiyacağı hakkında,
Kndâri: "Eğer evinde salip (= haç) yoksa istenilen yerinde namaz
kılınır." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir. [93]
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un Kitâbü'İ-Harâc'ında şöyle denilmiştir: Bir adam, nasranî olan
cariyesine, —cenabetlikten— gusledip yıkanmasını emreder ve bu hususta ona
cebirde de bulunur.
Âlimler: "Buna
kıyâsla, ehl-i kitab olan nikâhlı kadınlar da cenabetten guslederler."
demişlerdir. Taterhânsyye ve Yetime'de de böyledir. [94]
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur: Müşriklerin (putperestlerin) kaplarından, onları yıkamadan
önce, yemek ve içmek mekruhtur.
Böyle olmasına rağmen,
o kaplar yıkanmadan önce onlardan yenilip içilirse, bu caiz olur. Yiyen ve
içen haram yemiş ve içmiş olmaz. Ancak, bunun için, kaplarda pislik olduğunun
bilinmemesi gerekir. Şayet onların pis olduğu biliniyorsa, bu durumda o
kaplardan yemek ve içmek —onları yıkamadan önce— caiz olmaz.
Eğer, bir kimse, pis
olduğunu bildiği hâlde, onlardan yer ve içerse, haram yemiş ve içmiş olur.
Bu, bir tavuğun artığı
gibidir. Bir kimse, tavuğun gagasında pislik olduğunu bilirse, o tavuğun artığı
olan su ile abdest almak caiz olmaz.
Namazda, bir
müslamanın üzerinde olan, kâfire ait elbise de, onların kaplarından yemek ve
içmek gibidir.
Eğer, onun elbisesinin
pis olduğu bilinirse, o elbiseyle namaz kılmak caiz değildir.
Eğer, bu bilinmezse, o
elbise ile namaz kılmak mekruh olur.
Şayet, bu durumda o
elbiseyle namaz kıhnmişsa, bu namaz caizdir. [95]
Yahudi ve nasranilerin
yemeklerini ve kestikleri hayvanların etlerini yemekde bir beis yokdur.
Bunların ehl-i harb
olmaları ile olmamaları arasında da, —cevap yönünden— bir fark yoktur.
Keza, yahûdi ve
nasranilerin israil oğullarından olmalarıyla, arab nasranileri gibi
başkalarından olmaları da aynıdır. [96]
Mecûsilerin kestikleri
haramdır; yenilmez. Diğer yemeklerinin yenmesinde bir beis yoktur.
İmâm Muhammed (R.A.),
mecûsilerle ve diğer şirk ehli ile oturup birlikte yemek yemenin helâlmi,
haram mı olduğu hakkında bir şey söylememiştir.
Hâkimü'l-İmâm
Abdurrahınan'ın şöyle dediği hikâye edilmiştir: Bir müslüman, bir defa veya iki
defa, böyle bir durumla karşılaşırsa, bunda bir beis yokdur. Devamlı olursa,
mekruh olur. Mnhıyt'te de böyledir. [97]
Kâdî'1-İmam Rüknü
I-İslâm Aii es-Sağdî şöyle buyurmuştur: Mecûsi şirkini açıklamaz ise, onunla
birlikte yemek yemede bir sakınca olmaz. Fakat şirkini açığa vurursa, onunla
beraber oturup yemek yemek doğru olmaz. Muhıyt'te de böyledir. [98]
Tefârik isimli
kitapda, şöyle yazılmıştır:
Kâfire, —bir yakınlık
veya bir ihtiyacın temini için— ziyafet vermekte, bir beis yoktur. Timurtâşî'de
de böyledir.[99]
Zimmet ehlinin
ziyafetine gitmekde de bir sakınca yoktur. İmâm Muhammed, Udhiyetü'n-Nevazil
kitabında, şöyle buyurmuştur:
Mecüsi veya masrânî,
bir adamı yemeğe davet ettiğinde mecûsi olan şahıs, eti çarşıdan satın almış
olursa; onun davetine gitmek mekruh olur. Ancak nasrâninin dâ'vetine gitmekte
bir sakınca yoktur.
Daha önce, Nevazil
kitabında, İmâm Muhammed (R.A.)'in "nasrâninin dâ'veti hakkındaki
muhalefette bulunduğu" söylenmişti. Zehıyre'de de böyledir. [100]
Bir müslüman, akrabası
olan bir kâfire sılai rahm yapabilir. Akrabalığı ister yakın, isterse uzak
olsun ve bu akraba ister, zimmi, isterse harbi olsun farketmez.
Bir harbî de güvenceli
bir zimmîye sılâi rahm yapabilir. [101]
Fakat, güvenceli
olmayan bir kâfire, bir müslümanın bir şey göndermesi uygun olmaz. Mnhıyt'te
de böyledir.
Kâdri-İmâm
Rüknü'I-İsla m Aii is-sağcfî şöyle buyurmuştur:
Eğer harbî, dâr-i
harpde bulunur ve durum da sulh halinde olursa, ona bir şey göndermekte bir
beis yoktur. Tatarhâniyye'de de böyledir. [102]
Bunlar müslümanın
müşrike göndermesi hakkında söylenen sözlerdir.
Müşrikin, müslümana,
bir şey göndermesine gelince: İmâm Moham-med (R.A.), Siyer-i Kebîrin'de, bir
kısmı diğerine zıd düşen haberler vermiştir.
Allah Resûlu (S.A.V.),
bazı müşriklerin hediyelerim kabul eylemişler, bazılarını da kabul
eylememişlerdir.
Bu hâl âlimlerin
ihtilafının sebebi olmuştur.
Vechü't-tevfîk ve
ibaretti'I-Fakıyh Ebâ Cafer
et-Hindüvânî'de şöyle
denilmiştir:
Peygamber (S.A.V.)'in
kabul etmeyişi, o şahsın, bu vesile ile, kı-taldan kaçmak istediği hususunda
zann-ı galibinin bulunmasından dolayı idi.
Bu zamanda da, öyle
yapmak isteyenin hediyesi kabul edilmez. Allah Resulü (S.A.V)'nün hediyeyi
kabulüne, gelince, hediyesini kabul ettiği şahıs hakkında, böyle bîr zann-i
yoktu ve savaşı mal için değil de, dinin izzeti ve keümetullâhın îlâsı için
yapmak içindi: Yoksa, mal talebi için değildi..
Durum böyle olunca, bu
zamanda da hediye kabul edilir.
Bazı âlimler de, bunu
başka yönde açıklayarak: "Hediyesi kabul edilecek kâfirin, bu sebeple
salâbet ve izzetinin artacağı bilinirse, o takdirde, hediyesi kabul edilmez.
Ve bu vesile ile karşı tarafın kalbini yumuşatmak isterse, yine hediyesi kabul
olunmaz.
Buna benzer bir durumu
olmayanın, hediyesi kabul edilir." demişlerdir. Miîhıyi'te de böyledir. [103]
Bir müslüman ile bir
zımmî arasında, yapılması elzem olan bir muamelenin yapılmasında da bir beis
yoktur. Siradyye'de de böyledir. [104]
Bir erkek veya bir
kadının, ana babası kâfir bulunursa, onların nafakası, ve onlara iyilik yapmak
ve hizmetlerini yerine getirmek, ziyaretlerine gitmek, bu müslüman evlatların
vazifeleridir.
Eğer onları ziyaret
edince, onların kendilerini küfre celbedeceklerinden korkarlarsa, o takdirde
onları ziyaret etmezler. Hulâsa'da da böyledir. [105]
Bir kimse, bir
zimmînin mağfireti (bağışlanması) için duâ etmez. Hidâyeti için duâ edilmesi
caiz olur.
Çünkü Allah Resulü
(S.A.V.): "Allah'ım kavmimi hidâyete erdir. Çünkü onlar bilmiyorlar."
diye duâ etmiştir. [106]
Bir adam, yahûdi veya
mecûsiye: "ey kâfir" dediğinde, eğer bu söz ona zor gelirse, günâh
olur. Gunye'de de böyledir. [107]
Bir adam, bir zımmiye:
"Allah ömrünü uzatsın" der ve onun müslüman olması veya cizye
vermesi niyeti ile söylemiş olursa bir sakıncası yoktur.
Eğer böyle bir niyeti
yoksa, mekruhtur.
Bir adam, bir zımmî
için, "onun uzun ömürlü olmasına'' duâ ederse; o zimmînin müslümanlara
cizye vermek suretiyle menfaatli olacağı sebebiyle bu duanın zararı yoktur.
İhtilaf onun âfiyetindedir. Teb-yîo'de de böyledir.[108]
Mücâhid şöyle
buyurmuştur:
Bir adam, bir ihtiyaç
için, bir yahûdi veya nasrâniye mektup yazarsa ( tf.**ı £îi j* J* (üUi )
selâm, hidâyete tâbi olanlara olsun." diye başlar. [109]
Zimmî ile musafaha
yapmak mekruhtur. Eğer yaparsa, — abdesli olması halinde— elini yakar.
Garaib'de de böyledir.
Seferden dönen bir
müslümanın, komşusu olan nasrânî ile mu-safaha yapmasında bir sakınca yoktur.
Eğer musafaha yapmaz ise, ona eziyet etmiş olu. Gunye'de de böyledir. [110]
Yahudi ve nasrânî
hastalan ziyarette bir sakınca yoktur. Mecûsİ hakkında ihtilaf vardır.
Zimmiyi ziyaret ise
caizdir. Tebyîn ve Tehab'de de böyledir. [111]
Fâsık bir kimseyi
ziyaret etmenin doğru olup olmadığında ihtilaf vardır:
Esahh olanı, bunda bir
beis olmadığıdır.
Şayet bir kâfir
ölürse, onun ana, babasına veya yakın akrabasına: "Allah, sana ondan daha
hayırlısını versin ve seni îslâm eylesin ve sana müslüman evlâd versin."
diye ta'ziyede bulunulur. Çünkü, böyle yapan kimse, ona hayır izhar etmiş
olur. Tebyîn'de de böyledir. [112]
İbnti Semâa,
İmâm Muhammet) (R.A.)'in
şöyle buyurduğunu nakle emiştir:
Bir kişi, bir zimmînin
müslüman olduğuna" şehâdet ederse, o kişinin üzerine cenaze namazı
kılınr.
Bir şahidin, bir
müslüman hakkında "irtidat etti." demesiyle, onun cenaze namazını
kılmayı terk etmek olmaz. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir. [113]
Bir adam, ateşperest
bir köle satın alır; o da müslüman olmak istemez ve: "Eğer, beni bir
müslümana satarsan kendimi öldürürüm." derse; bu durumda onu, bir
ateşpereste satmak gerekir. Sirâciyye'de de böyledir. [114]
Bir zimminin elinde,
müslüman bir köle bulunduğunda, zimmî onu satma hususunda zorlanır. Bunun için,
bu kölenin, satıma elverişli olması gerekir. Garâib'de de böyledir. [115]
Mecmûn'n-Nevâzii'de
şöyle zikredilmiştir: Bir yahûdi, bir hamama girse, müslüman hizmetçi ona
hizmet edebilir mi? denildi ki
—Eğer parasına tamamen
hizmet edmeye girerse, bunda da bir beis olmaz.
Şayet bunlara niyet
etmeksizin, ona ta'zimen, hizmet etmeye girer ve ona ayağa kalkarsa, bunlar
mekruh olur.
Buna, binâen, bir
zimmî, bir müslümanın bulunduğu yere geldiğinde, müslüman, onun müslüman
olması niyetiyle ayağa kalkarsa, bunda bir beis yoktur. Ancak, müslüman
zimmîye ta'zım olsun diye, ayağa kalkmışsa, bu mekruh olur. Zehiyre'de de
böyledir. [116]
Bir müslümanın, yahûdi
ve nasraniden, Tevrat, Zebur ve İncil istemesi mekruhtur. Bir müslüman, bu
kitapları yazamaz ve öğretemez.
Müslüman —istenilene
isabet etse bile— bu kitaplarla amel edemez.
Âlimler Hz. Muhammed
(S.A.V)'in risâletiyle istikrar ederler. Çünkü o iki kitab da, Peygamber
(S.A.V.)'den ve onun risâîet ve sıfatlardan bahseder. KerderTnin Vecîzi'nde de
böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [117]
Bir kimsenin; kendi
nefsine ailesi efradına, borçlarını ödemeye ve bakmaya memur ve mecbur olduğu
kimselere yetecek kadar kazanması farzdır.
Bir kimsenin bundan
fazlasını kazanmayı terk etmesine ruhsat vardır.
Bir kimsenin nefsi ve
âiıesi için biriktirmek maksadıyla kazanç temin etmesine de müsâade vardır.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz aile efradının bir senelik rızkını
biriktirmiştir. Hızâoetül-Müftîn'de de böyledir.
Keza, bir kimsenin,
fakir bir ana ve babası varsa, onlara yetecek kadar kazanması da farzdır.
Hulâsa'da da böyledir. [118]
Müstehap olan kazanç,
bir kimsenin fakirlere, âcizlere ve akrabalarına yardım etmek için temin
ettiği kazançtır.
Bu da, nafile ibadet
yapmak için, boş durmaktan efdâldir. [119]
Mubah olan kazanç
malın fazlalaşsın" diye kazanmak ve malını artırmaktır. Güzel yiyip, güzel
giyinmek için kazanmaktır. [120]
Mekruh olan kazanç,
övünmek mağrurlaşmak, malının çokluğu ile gururlanmak için olan kazançtır. Her
ne kadar helâlden kazanılsa bile, bu maksatla kazanmak mekruhtur. Hızanetn'l-Müftîn'de
de böyledir. [121]
Mescitlere oturupda,
çalışıp kazanmayan ve gözlerim başkasının kazancına dikerek, ellerini açan
kimselerin, kendi kendilerine: "Biz mütevekkilleriz." diye isim
vermelerine iltifat edilmez. Şerhi İhtiyâr'da da böyledir. [122]
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
şöyle buyurmuştur;
Bir kavmin, bir araya
toplanarak, güzel şeylerden ayrılıp, toplandıkları yerlerde Allah'a ibâdet
etmeleri ve helâl kazanç yapmaktan uzaklaşmış olmaları mekruhtu-. İnsanlar
için güzel ve elzem olanı, helalinden kazanıp, şehirlerde cum'a ve cemâate
gitmeleridir. Taiarhâniyye'de de böyledir.
"Kazancı terk
eden her kârı (Kur'an okuyan kimse), dininden ziyan etmektedir."
denilmiştir. (Yani, kazancı bırakıp, sadece Kur'an okumakla vakit geçiren
kimse, din bakımından ziyan etmektedir.) [123]
Efdal olan kazanç,
cihad ile olan kazançtır. Sonra ticâret sonra zirâat, sonra da san'at ile olan
kazanç efdâldir. Muhtar Şerhi İhtiyar* da da böyledir.
Ba'zı bilginlere göre,
ticâret, ziraâtten efdâldir. Ekseri âlimler ise: Ziraatla kazanç, ticaretele
kazançtan efdâldir." demişlerdir. Kerdeıf nin Vedzi'nde de böyledir.
Yabancı bir kadın, bir
adamın evinde iplik eğiriyor; adam da ona, her gün pamuk ve ekmek veriyor; eğer
bunu şart koşmamışsa, ona iplik vermesi daha güzel olur. Gunye'de de böyledir. [124]
Erkeğin iplik
eğirmesi, aynen kadının iplik eğirmesi gibi ise, bu durumda erkek kadına
benzediği için, böyle yapması mekruhtur. Gun-ye'de de böyledir.
« Bir günlük yiyeceği
olan şahsın, dilenmesi helâl olmaz. Muhtar'-da da böyledir.
Dilencilerin topladığı
mal habisdir. Yenâbi'de de böyledir.
İbrahim'in,
Münteka'sında, İmâm Muhammet) (R.A.)'in şöyle buyurduğunu naklediyor:
Ağıt yakan, veya tabi
(= davul) yahut zurna çalan bir kadın, bunların karşılığında mal kazansa, o
reddedilir. Yâni, ağlaması, teğannisi mal karşılığında olursa, bunu günaha
mukabil aldığı için reddedilir; ne verilir, ne de alınır. Eğer alınmışsa
sahibine geri verilir. Eğer veren bilinmiyorsa, o mal sahibinin namına
tasadduk edilir.
Şayet şart koşmaksızın
bir şey verilirse, kendisine verilen kadın, onu alır ve helâl olur.
İmam Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Teğanni ederek
kazandığı parayı borcuna veren kiwt""-_:n alacaklısı onu almaz.
Fakat hüküm yönünden, alması cebredilir.
Uygun olan, önceki
mes'elede olduğu gibi şartsız verilir ve alınırsa alması doğru olur.
Keza, İmâm Muhammed
(R.A.) Kesb kitab'ında şöyle buyurmuştur:
Taşak satanın kazancı
mekruhdur. Yani —ondan başka şey değil— taşak satın almak mekruhtur, (yâni bir
kasaptan et, ciğer ve emsali şeyler alabilirsin. Fakat, hayvanın taşaklannı
satmak da, almak da mekruhtur.
Caminin mescidinde,
hamail satmak ve orada Tevrat, tncil, Zebur ve Kur'an-ı Kerîm yazarak bunlara
karşılık mal almak ve: "bunu sana hediye ediyorum." diyerek böyle
yapmak helâl olmaz. Kübrâ'da da
böyledir.
Kazancı pis olan bir
adam öldüğünde, onun vârisleri için evlâ olan, bu malları esas sahiplerine
vermektir.
Eğer, onlar bu
mâlların sahiplerini biliniyorlarsa onu tasadduk etmeleri uygun olur.
Şayet, ölen şahsın
kazancı helâlden değil, oğlu da bunu biliyor ise, adam ölüp, oğlu kalınca,
oğlan biaynihi hangi malın haram olduğunu bilemiyorsa, o mal, şer'an kendisine
helâl olur. Fakat, verâ ( = takva) yönünden, onu babasının hasımlarına
(da'vacılarına) tasadduk etmesi daha güzeldir. Yenâbi'de de böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Bir müslüman topluluğu içkiye
vâris olularsa, onu aralarında taksim edemezler. Ancak sirke yapar öylece
paylaşırlar. Hulâsa'd e de böyledir.
Bir adamın malında
şüphe olduğunda, onu babasına harcaması kâfi gelir. Yabancıya tasadduk etmesi
şart değildir.
Keza yanında fâsid
alım satım yapan bir oğlu bulunan bir şahıs bütün malım ona bağış yapsa, mal elinden
çıkmış olur. Gunye'de de böyledir.
Fakıyh Ebû Ca'fer'den
soruldu:
—Bir adam, bütün
malını, —hükümdarın emriyle— haksız olarak kazandı. Bunun, böyle olduğunu bilen
bir şahsın, onun yemeğinden yemesi helâl olur mu?
İmâm şöyle buyurdu:
—Bana göre en sevimli
olan, dinini koruması bakımından, yeme-mesidir. Hükmen eğer yemek yedirenin
yedirdiği gasben veya rüşvet olarak alınmamış bir şey olursa, onu yemesine
ruhsat vardır. Mntayt'te de böyledir.
Fakirliğe sabretmek,
zenginliğe şükretmekten efdâldir.
Hayır yola harcamak
için, kazançla meşgul ölmakdan, (harma karışma ihtimali olursa) kaçınmak daha
efdâldir. Sirâciyye'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
Aliahu Teâlâ'dır. [125]
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin
kavline göre, mezarları ziyaret etmekle bir sakınca yokdur.
İmâm Muhammed
(R.A.)'in açık beyanına göre de, kadınların da kabirleri ziyaret etmeleri
caizdir. Çünkü, ruhsat yalnız erkeklere verilmiş değildir.
Eşribe isimli kitapda
şöyle denilmiştir:
Alimler, kadınların
kabir ziyaretleri hakkında ihtilaf eylediler: Şemsü'i-Eimme Serahtf:
"Esahh olan, onların da kabir ziyafetlerinde bir sakıncanm
olmayışıdır." buyurmuştur.
Tehab'de ise:
"Kabir ziyareti müstehaptır. Ziyaretin keyfiyeti (şekli) ise, o, ölen
zatın, sağlığında nasıl (yakımda uzağıda) ziyaret edebiliyordu ise öldükten
sonra da mezan öylece ziyaret edilebilir. Hızânetii'I-Müftîn'de de böyledir. [126]
Bir adam, bir kabri
ziyaret etmek istese, ona müstehap olan şey şudur: Önce, evinde iki rek'at
namaz kılar ve her rekatında, Fatihadan sonra, bir âyete'I-kürsî, üç defa da
thlâs-ı Şerif (kul hüvallâhü ehad.......) sûresini okur. Sevabını, o ölen zata
bağışlarsa, Hz. Allah onun kabrine nur gönderir ve o namazı kılana da çok sevap
yazar.
Sonra adam, boş
sözlerle meşgul olmayarak, mezarlığın yolunu tutar. Kabre varınca,
ayakkabılarını çıkarır. Sonra da arkası Kıbleye, yönü ölüye karşı oturur ve (=
Ey mezar ehli, Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Allah, bizi de, sizi de bağışlasın.
Siz, bizden önce gelip geçtiniz, biz de sizin izinizde-yiz. (yâni arkanızdan
varacağız, öleceğiz) der Garâib'de de böyledir.
Duâ eylemek isteyince
de ayağa kalkar ve yönünü kıbleye çevirir. Hızânetü'l-Müflîn'de de böyledir.
Şayet, ziyaret edilen
zat şehit ise, o zaman:)(= Sabrınız sebebiyle, Allah'ın selâmı üzerinize olsun
son yurt —âhiret yurdu— ne güzeldir. -(Sûre:13 Ayet 24) Şayet, müslüman, ve
kâfir kabirleri karışıksa, o zaman da: ( (Allah'ın selâmı,
hidâyete, uyanların (= Müslüman olanların üzerine olsun." der.
.Sonra Fâtihâ
sûresini, âyete'l-kürsîyi, Sûreyi Zilzâli, Sûreyi Tekâ-sür'ü okur. Garâib'de de
böyledir. [127]
Şeyhüi-İmâm Ebû Bekir
Muhammed bin Fadl'm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
Kabristanlıkta,
Kur'an-ı Kerim'i gizli okumakta bir beis yokdur. Aşikâre okumak ise mekruhtur.
Gizli okumak, —isterse, bütün Kur'-an'i hatmetsin— sakıncasızdır.
Ebû İshâk el-Haftz
hocası olan, Ebû Bekir Muhammed bin İbrahim'in şöyle dediğini nakletmiştir:
Mülk Sûresini,
mezarlıkta, —ister gizli, ister alenî— okumakta bir beis yoktur. Fakat bunun
haricinde, başka sûre okunmaz.
Bu zat, gizli ile
aşikâre okumanın arasını ayırt etmemiştir. Zehıyre'-de de böyledir.
Kabristanlıkla Kur'an
okumak, —eğer sesine aşina olmak niyetiyle olursa— alenî olabilir. Böyle bir
niyeti olmayınca, gerçekten Alla-hu Teâlâ her hangi şekilde okursa okusan, onu
duyar. Fetâvâyi Kâdi hânda da böyledir.
Bir adam ölünce, onun
vârislerinden birisinin, sahih Kur'an okuyan şahsı oturtup, kabrinde Kur'an
okutması mekruh olmaz. Bu İmâm Muhammet! (R.A.)'in kavlidir. Muzmarâl'ta da
böyledir. [128]
Haftanın dört gününde,
kabir ziyareti efdâldir. Pazartesi, Perşembe, Cuma ve Cumartesi. Cuma günü
ziyaret, cuma namazından sonra olmalıdır. Bu güzel olur.
Cumartesi günü ziyaret
güneş doğana kadardır. Perşembe günü, ziyaret, günün evvelinde (Öğleden önce)
olmalıdır. Sonunda olmalıdır." diyenler de olmuştur.
Özellikle, berat
gecesi gibi mübarek gecelerde de kabir ziyareti yapılır.
Keza bereketli
zamanlarda, zilhiccenin onunda, bayram günlerinde, aşure gününde ve sair
mevsimlerde kabirler ziyaret edilebilir. Garâ-ib'de de böyledir.
Bir kimse,
kabristanlığa uğrandığı zaman, Kur'an'dan bir şey okumak isteyince, yürüyerek okumasında
bir beis yoktur. Sirâciyye'de de böyledir. [129]
Ebû Bekir bin Ebû
Saîd'in şöyle dediği rivayet olunmuştur. Kabirleri ziyarette müstehap olan
ihlâs süresini yedi defa okumaktır. Bana şöyle bir haber ulaştı: Her kim, kabristanda,
ihlâsı, yedi defa okursa, eğer ölü bağışlanmamışsa bağışlanır. Eğer bağışlanmış
ise, okuyan bağışlanır. Ve ihlâsı okuyan, sevabını meyyite (= ölüye) hediye
eder. Zehıyre'de de böyledir.
Şayet, kabir ziyaret
eden şahıs, îhlâs Sûresini on defa okursa, o daha güzel olur.
Her kim, olgunluk
gayesinde bulunursa tazarruunu yalvarışını ve duasını artırır. Başka sûreler de
okur.
Kini mezarın üzerine
varır da, orada derse; Allahu Teâlâ, o kabirde olanın kırk yıllık azabını
kaldırır. Kabrinin darlığını ve karanlığını giderir. Garâîb'de de böyledir. [130]
Burhânü'l-Tercümânî
şöyle demiştir:
"Ben kabrin
üzerine el koymanın sünnet veya müstehap olduğunu bilmiyorum." Böyle
yapmakta da bir sakınca görmüyorum."
Aynu'l-Eimme
Kerâbisî'de şöyle demiştir.
"Biz, bunun
çirkin olmadığını, önceki âlimlerden gördük.
Şemsii'I-Eimme
el-Mekkî'de: "Bu, bir bidattir." demiştir. Gunye'de de böyledir. [131]
Kabre el sürülüp
öpülmez. Bu, nasârâ (hiristiyan) âdetidir. Ana-babanın kabrini öpmekte bir beis
yoktur. Garâib'de de böyledir. [132]
Yetime'de şöyle
zikredilmiştir: Hucendı'den soruldu:
—Bir adamın ana ve
babasının kabri, kabirlerin arasında olsa; o şahıs müslümanların kabirleri
arasından yürüyüp geçebilir mi? Dua okuyarak, tesbihatta bulunarak onları
ziyaret edebilir mi?
İmâm, şöyle
buyurmuştur:
—Kabirleri
tepelemeksizin, ziyaret edebilir.
Yine sorulmuş:
—Bir adamın,
kabristanlıkta özel yeri olur ve oraya gidecek yol olmaz; ancak, mezarların
üzerinden yürüyerek gidibilirse, o şahıs, kabirlere basabilir mi? ,
İmâm şöyle buyurmuş:
—Eğer, ölüler
tabutlarla defnedilmişlerse, bir beis yoktur.
"Tabutlarla
defnedilmemiş olsalar bile gidebilr. (Zaruret vardır.) diyenler de olmuştur.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, kabristanda
bir yol bulduğunda taharri eder. (araştırır.) Eğer, kalbine "burda kabir
var." diye gelirse, oraya basmaz. Eğer kalbine böyle bir şey gelmez ise,
yürür gider. Seraha'nin Muhıyl'nde de böyledir. [133]
Aynu'1-Eimme Kerâbia
şöyle buyurmuştur: Evlâ olan, kabrin üzerine çıkmamakdır.
Veberi ise; buna da
ruhsat vermiş ve: "Onun tavanı, evin tavanı gibidir. Evin üzerine çıkmakta
ise bir sakınca yoktur." buyurmuştur.
Şemsü'l'Eimme Halvâni,
şöyle buyurmuştur:
Kabrin üzerine r'Vjrşak
mekruhtur. Zira, İbnü Mes'ud (R.A.) şöyle buyurmuştur: *'Kabrin üzerine
basmaktansa, ateşin üzerine basmak, bana daha sevimlidir."
Alâö't-Terciimânî, şöyle buyurmuştur: "Kabri tepeleyen günahkâr olur.
Çünkü, kabrin sakfı (= tavanı) ölünün hakkıdır. Gun-ye'de de böyledir.
Şemsül-Eimme Halvâni.
şöyle buyurmuştur:
Bazı âlimler kabirler
üzerinde yürümeye ruhsat vermişler ve kabirlerin sakfinde yürünür;
demişlerdir. Hızaneiü'l-Fetâvâ'da da böyledir. [134]
Ölünün yüzünü görmek
için açmakta, bir beis yoktur. Ancak,
defnedildikten sonra açmak mekruhtur.
Gunye'de de böyledir. [135]
Başkasının yerine
defnedilen bir ölüyü, o yerin sahibi, isterse kabri açtırıp çıkartır; isterse,
orda bırakır. îsterse kabri düzeltip, üzerim eker veya ölü sahibine, o yerin
bedelini ödetir. Kerderf'nin Vedzi'nde de böyledir.
Hamile bir kadın, yedi
aylık hamile iken ölür ve karnındaki cenin, anası ölünce, anasının karnındaki
hareket ettiği halde defnedilir; sonra da rü'yada görülen kadın: "Doğum
yaptım." derse; bu durumda da kabir açılmaz. Sirâciyye'de de böyledir.
Sokaklara (çarşı
pazar gibi yerlere)
kabristanlık yapmak mekruhtur.
Büyük bir bina yapıp,
onun içine ölü defnetmek mekruhtur. Çünkü kabir üzerine bina yapmak mekruhtur.
Bir kimsenin, kendi
nefsi için, —ölmeden önce— tabut yaptırması mekruhtur.
Tabut içinde bulunan
cenazenin, bu durumda namazını kılmak mek-ruhdur. Gûnye'de de böyledir.
Kabrin üzerine gül ve
reyhan koymak güzeldir. Ancak, o güller kabir üzerine konulmayıp parası sadaka
olarak, fakirlere verilse daha güzel olur. Gariüb'de de böyledir.
Kabrin başında,
birinci günü mum ateş yakmak mekruhtur bid*-attır. Sirâciyye'de de böyledir.
Ölen bir kimsenin
elbisesi, işe yaramaz ise yakılır, işe yarar, gi-yilirse yakmak caiz olmaz.
Mütevelli, onu tasadduk eder. Fakat, mütevellinin onu satması, bir başkasımnda
değerinden fazlasına alması daha sevab olur. Cevâhiro'l-FetâvâMa da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [136]
Yalnız başına şarkı
söylemekte ihtilaf vardır.
Bazı âlimler:
"Gerçekten haramdır; onu dinlemek günahtır." buyurmuşlardır.
Bu, Şeyhfl'l-İslâm'm
ihtiyarıdır.
Aniden duyarsa, günâh
olmaz. Âlimlerden bazıları da: "Kâfiye
ve fesahat ilmini öğrenmek için, bir beis yoktur." buyurmuşlardır.
Bâzı âlimler de:
"Yalnızlığı def etmek için, şarkı söylemek caizdir demişlerdir. Bu da
eğlence niyetiyle olmayacaktır. Şemsü'l-Eimme Serahrf, buna meyleylemiştir.
Şayet şiir, hikmetli,
ibretli ve fıkhı olursa mekruh olmaz. Tebyra'de de böyledir. [137]
Okunması mübâh olan
şiirlerde bir sakınca yoktur. Şayet şiirde, bir kadından bahsedilir ve o kadın
da sağ olursa, işte o mekruhtur. Kadın sağ değilse, mekruh olmaz.
NevâziTde şöyle
zikredilmiştir:
Eğer şiirde fısk,
içki, genç zikrediliyor ise, mekruhtur. Genç hakkında itimad, kadın hakkında
dediğimiz gibidir. Muhıyt'te de böyledir.
Şiirde kerâhat (mekruh
oima), insanı zikirden, Kur'an okumakdan geri koyması halindedir. Böyle olmaz
ise, bir sakıncası yoktur. Eğer, şâirin tefsir, hadis ilmine yardımcı olmak
kasdi varsa, bu şiirin hiç sakıncası yoktur. (Hatta faydası vardır).
Zahîriyye'de de böyledir. [138]
Yetime Kîtabı'nda,
şöyle zikredilmiştir: Halvânî'den sorulmuş:
—Kendilerini, sûfiyye
diye, bir nevi elbiseye nisbet ederek isimlendirip, eğlence ve raks ile meşgul
olan ve nefislerinde bir rütbe iddia edenlere ne dersin?
İmâm şöyle buyurmuş:
—Onlar, Alllah'a karşı
iftira ediyor ve yalan söylüyorlar." Yine sorulmuş:
—Bunlar, doğru yoldan
çıkarlarsa, beldelerinden sürgün edilirler mi? İmam şöyle buyurmuş:
—"Ezayı def
etmek, onu korumaktan eblağdır. (= elzemdir.) Temizden, pisi ayırmak,
diyanetçe daha ezkâ ve daha evlâdır." Tatarhâniy-ye'de de böyledir.
Zamanımızdaki mutasavvıf
enin yaptıkları raks, söz ve semaları haramdır. Ona gitmek ve o mecliste
oturmak caiz değildir. Haram o -lan davranışlar teğannî ve zurnalarla
yaptıkları hareketlerdir.
Bu gibi tasavvuf ehli
caiz görmüş ve önceki meşaythı hüccet göstermişlerdir, buna ne dersin? İmâm şu
cevabı vermiştir:
—Buna göre, onların
yaptıkları başka bunların yaptıkları başkadır. Gerçekten onların zamanında,
bîri hallerine uygun şiir inşad eyler; yufka kalpli olanların, —emre
muvafakatından— çok kerre akıllan başlarından gider, düşüp bayılırlardı. Bazan
de kendi ihtiyarı (= arzusu) olmaksızın, kalkar ve ihtiyarı olmaksızın hareket
ederlerdi. Onların haline bakarak, bunların yaptığına caiz denilmez. Hiç bir
kimse, onların, bu zamanın, ahkâmı şer'ıyyeyi bilmeyen fısk (= günah) ehlinin
yaptık gibi, yaptıklarını
zannetmemelidir.
Onlar, gerçekten, din
ehlinin hallerine ve yaptıklarına sımsıkı sarılmışlardı. Ovâhiru'l-Fetâvâ'da
da böyledir. [139]
İmâm Ebû Yüsnf
(R.A.)'dan sorulmuş: Tef çalmaya ne dersin.?
İmâm, düğün olmadıkça
onu kabul etmemiş ve: "Meselâ: Bir kadının, çocuğunun susması için tef
çalmasının zararı yoktur; bu durumda mekruh değildir. Ancak, ondan bir oyun,
günâh, şarkı türkü meydana gelirse işte onu kerih görürüm." buyurmuştur.
Serahsî'nin Muhıy b'nde de böyledir.
Bayram günü tef
çalmakta bir beis yoktur. Hızanetö'l-Miiftîn'de de böyledir. [140]
Günah olmamak ve
cemaatı güldürmemek maksadıyle, şaka söylemekte bir beis yoktur. Zahîriyye'de
de böyledir. [141]
Güreşçilik bid'attır.
Gençlere müsâade var mıdır.? İmâra: şu cevabı vermiştir.
—Bid'at değildir.
Hakkında eser (haber, hadis) gelmiştir. Ancak, eğlence olsun niyetiyle olursa
mekruh olur. Ve ondan men edilir.
Şayet kuvvetlerini
öğrenmek için ve küffâra karşı mukateleye kuvvet olsun için olursa, o caizdir.
Ve sevab da olur. Bir nevi şira içmek gibidir ki, o kâfire karşı kuvvet, kudret
olsun diye içilirse caiz olur. Eğlence, oyun olsun niyetiyle içilirse
zecredilir, cezalandırılır. Cevâhirü'l-FetâTâ'da da böyledir. [142]
Kadi'l-İmâm şöyle
demiştir: Gençlerin, yaz günlerinde oynadıktan karpuz vuruşturma, kötülüğe
sebeb olmaz ise mubahtır." Cevâhirü'l-Fetâvâ'da da böyledir.
Satranç, Tavla on üç
taş, on.dört taş mekruhtur. Satrancın haricinde kalan, diğer olanların tamamı, bi'1-icma
haramdır.
Ancak, satrançla kumar
oynamak, haramdır.
Satranç oynamak,
kişiyi âdâlet vasfından uzaklaştırır mı? Satranç oynayan kişinin şehâdeti kabul
edilir mi.?
Eğer kumar olarak
oynarsa, satranç kişiyi âdil olmaktan düşürür ve onun şehâdeti kabul edilmez.
Eğer kumar olarak
oynamaz ise, şehâdeti kabul edilir. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), satranç oynayana
selam vermekte bir beis görmedi. İmâmeyn ise, -hakaret olsun diye— satranç
oynayana selâm ver--meyi, mekruh saydılar. Câmiu's-Sağîr'de de böyledir. [143]
Yalan söylemek
günahtır. Ancak, şu hallerde yalan söylenebilir:
1-) Harpde,
hile olsun diye..
2-) Sulhda,
iki kişinin arasını ıslah için..
3-) Aile
arasında, sükûnet için..
4-) Zalimin
zulmünü, mazlumdan kaldırmak için..
Üstü kapalı yalan
söylemekte mekruhtur. Ancak, bir ihtiyaç olursa o müstesnadır. Meselâ: Bir
adama: "Ben dün yedini. Sende ye." demek gibi.. Hızânetü'l-Müftîn'de
de böyledir.
Bir günaha azmetmek ve
onda İsrar etmek günahtır. Mültekıt'ta da böyledir. [144]
Bir kimse, kötülük
yapan birini gördüğünde, ona bu durumu lut-file anlatması, nfkile söylemesi
uygun olur.
O şahıs, nasihati
kabul etmezse, ona sövülüp sayılmaz; biraz hiddetle söylenilir.
Bununla da hâlini
düzeltmezse, el ile (meselâ) içkisi dökülür; çalgı âleti kırılır.
Fakıyh, Bostan
kitabında şöyle demiştir.
Gerçekten, emri
bi'1-ma'rufun yolları vardır: Bir kimsenin zann-i galibi, kötü bir şey yapan,
şahsa emr-i bi'1-ma'ruf veya nehy-i ani'l-münker yapınca, onu kabul edeceği
tarzında ise, onu yapmamaya (bu vazifeleri terketmeye) müsâade yoktur.
Eğer, emr-i
bi'1-ma'ruf yapınca, karşıdaki şahsın güceneğini ve söveceğini iyice bilirse,
onu terk etmesi evlâ olur.
Keza, kavga çıkarıp,
düşman olacaklarını iyice bilirse, bu durumca da terk etmesi efdâl olur.
Eğer onu dövünce, ses
çıkarmayacağını ve şikâyet etmeyeceğini bilir ve onu bu yolla kötülükten men
ederse, o zaman, bu bir cihad olur.
Onların kendisinin,
sözünü kabul etmeyeceklerini bilir ve kendisi de dövülmekten sövülmekten
korkmazsa, bu durumda, muhayyerdir: Emrederse daha efdâl olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, emr-i
bi'1-ma'ruf vazifesi ile karşılaştığı vakit, onu yapınca, kendisinin
öldürüleceğinden korktuğu hâlde onu yapar ve kendisini öldürürlerse, şehit olur.
Tatarhâniyye'de de böyledir. [145]
El ile emr-i
bil-ma'ruf yapmak âmirlerin vazifesidir. Dil ile emr-i bil-ma'ruf yapak
âlimlerin vazifesidir. Kalp ile emr-i bi'1-ma'ruf yapmak ise avamın (halkın)
vazifesidir.
Bu, Zecvîsî'nin
ihtiyarıdır. Zehiyre'de de böyledir. [146]
Emr-i ma'ruf yapmak
için, şu beş- şey gereklidir;
1-) Bilgi:
Çünkü bilgisizin emr-i bi'1-ma'ruf yapılması güzel olmaz.
2-) Sabırlı
ve halım olmak.
3-) Emr-i
bi'1-ma'rufu Allah rızası ve ilayı kelimetullah niyyetiyle yapmak.
4-)
Emredilen şahsa karşı şefkatli ve yumuşak olmak.
5-) Kişinin,
emrettiği şeyi önce kendisinin yapması. Cenâb-ı Hakk'ın "Ne için
yapmadıklarınızı söylüyorsunuz.?" âyeti celilesine dahil olmamak için,
böyle yapmak gerekir.
Avamdan (câhil
halktan) bir kimsenin, kadıya, müftiye emr-i bi'l-ma'ruf yapması caiz olmaz.
Edebiyle şöhret bulmuş bir âlime de, bu gibi şahıslar emr-i bi'1-ma'ruf
yapamaz. Zira bazen onların mazeret hâli olur da, câhiller onu anlayamaz.
Garâib'de de böyledir.
Bİr adam bir kötülük
gördüğünde, gören bu şahıs da aynı kötülüğü yapıyor olsa bile, yine de onu
nehyetmesi gerekir. Çünkü, hem kendinin terketmesi, hem de ondan nehyetmesi
lâzımdır. Birisinin terki diğerinin terkini iskat etmez. (= düşürmez.) îkisi de terk etmelidir.
Hızânetü'i'Miiftîn, Müliekıt ve Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, birisinin
günâha devam ettiğini görürse, onun babasına, oğlunun durumunu mektupla
bildirebilir mi? Ve böyle yapması helâl olur mu?
Âlimler şöyle
demişlerdir:
Eğer, mektup yazınca,
babasının onu, bu günâhtan men edebileceğini ve buna gücünün yeteceğini
bilirse, ona mektup yazması helâl olur.
Fakat, babasının men
etmek isteyeceğini ancak, ona gücünün yet-meceğini bilirse, o zaman, mektup
yazmaz.
Bu, karı-koca arasında
da böyledir.
Âmir memur arasında da
böyledir. Gerçekten, kişinin sözünün din-leceği her yerde, emr-i bi'1-ma'ruf
yapması vâcibtir. Fetâvlyî Kâdihân'da da böyledir.
Bir adam, çocuğuna bir
edep emretmek istediği hâlde, onun kabul etmiyeceğinden korkarsa, ona şöyle
söyler: "Ey yavrum, eğer şöyle yaparsan (veya böyle yapmazsan) daha güzel
olur." Çocuğun, babasına isyan etmesine sebep olmaması için, ona doğrudan
emretmez. Gon-ye'de de böyledir.
Bir fuhşiyatta
bulunduktan sonra, tövbe edip Allah'a yönelen bir kimsenin, onu —yaptığının
cezasının verilmesi için— hükümdara söylemesi uygun olmaz. Onu saklamak
mendubtur. Ablfiti'de de böyledir. [147]
Ebû'l-Kâsim'dan
soruldu:
Bir adam başka
birisinin hırsızlık yaptığını gördü ne yapacak.? İmâm şöyle buyurdu:
—Eğer ona zulüm
yapılmayacağını bilirse, mal sahibine haber ve rir; değilse susar. Hâvi'de de
böyledir. [148]
Bir adam, evinde günah
işlerse, uygun olan, gidip, "bu günahtan vaz geçmesini," ona tebliğ
etmektir.
Eğer ondan vaz
geçerse, ona bir şey söylememek gerekir.
Şayet vazgeçip, terk
etmez ise, bu durumda İmâm (= yetkili) muhayyerdir: Dilerse, onu hapseder;
dilerse, —dövmekle uslanacaksa— ceza verip zecreder. Dilerse, onu evinden,
çıkarıp kovar
imâm Zâhidî fâsıkın
evini, —fışkından dolayı— harap etmeyi em-reylemiştir. Hulâsa'da da böyledir. [149]
Felâvâyi Nesefî'de
şöyle zikredilmiştir:
'içkinin küpü kırılır.
Eğer içine tuz atılmış olsa bile, kırana birşey tazmin ettirilmez. Mahıyt'te de
böyledir.
İmâm Ebû Yosof
(R.A.)şöyle buyurmuştur:
"Bir müslümanın
tulumunda içki var ise, o dökülür veya yakılır. Nasranî de böyledir. İmâm Ebû
Hanife (R.A.)'ye göre, eğer o kaptan fayda görülecekse onu imha caiz olmaz.
Tatarhaniyye'de de böyledir. [150]
İmâm Muhammed (R.A.):
Bir müslümanın, müşriklerin öldürme hususunda, zarını galip ise, onlara karşı
çıkar.
Şayet zannı galip
değilse asla gitmez; ne öldürülür nede yaralanır. Böyle yapması ve yalnız
başına gitmesi mübâh değildir.
Kıyâs ise, bütün
hallerde kendisinin katledileceğini bilirse, o zaman gitmez. Mahıyt'te de
böyledir. [151]
Bir adam,
müslümanlardan fâsık bir toplumu, o fısıklanndan men etmek istediğinde eğer
zann-ı galibi, onların kendisini yaralayıp öldürecekleri tarzında olursa,
azimet olarak, oraya gitmesinde —her ne kadar sükut etmesine ruhsat var ise de
bir "beis yoktur. Zehıyre'de de böyledir. [152]
Atın boynuna zil
(çıngırak) takmakta bir beis yoktur. Öküz de böyledir. Gönye'de de böyledir.
Hayvanların boynuna
çan (çıngırak) hususunda âlimler ihtilaf eylediler:
Bazıları:
"Mekruhtur." \£ "Böyle yapmak hazerde de, seferde de
mekruhtur." dediler. Keza: "Küçük çocuklara çıngırak takmak da mekruhtur,
dediler. İmâm Muhammed (R.A.), Siyer-i Kebîr'de: Dâr:i harbde zil kullanmak
mekruhtur." buyurdu. Bu, bizim yolumuzdur. Hayvanların boynuna da çan
takılmaz; çünkü bu dâr-i harpte mekruhdur. Zira düşman, müslümanların yerlerini
öğrenir.
Eğer müslümanlar az
iseler, düşmana hücum etmezler. Buna binâen âlimler buyurdular ki: Dar-i
islâm'da bulunan müslümanlar, hırsızlardan korkarlarsa, onlarm, hayvanlarının
yerlerini bilmemesi için, hayvanlarının boynuna çan (çıngırak) takmazlar.
Kendileri az oldukları zaman hırsızların, mallarım almamaları için böyle
yaparlar. Çanlar hakkında söylenenler, ziller hakkında da aynıdır.
İmâm Muhammed (R.A.)
Siyer-i Kebiri'nde şöyle buyurmuştur.
îslam diyarında
olurlar ve kervan sahiplerinin de menfaatına olursa; faydalarına binâen, hayvanlarının
boynuna çan takmalarında bir beis yoktur.
Şayet onlardan bir
kafile kaybolacak olursa, o vesile ile (çanların sesiyle) onu bulabilirler.
Keza, çan sesiyle, hayvanlarını kurttan korumuş olurlar. Keza çan sesleri,
hayvanlara dirilik verir. Muhıyt'te de böyledir. [153]
Bir kimsenin yola
koyduğu pamuk kimseye zarar vermiyor ve gelene geçene mâni olmuyorsa, onu
yakan kimse, bedelini tazmin eder.
Ancak zararlı
oluyorsa, o zaman onu imha edene tazminat gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.
En doğrusunu bilen,
Allahu Teâlâ'dır. [154]
Şâfi-i hakikinin (=
Gerçek şifa vericinin) Allahu Teâla olduğunu bilerek, tedavi olmakta bir
sakınca yoktur.
İlaç, tedavi için
sebebdir. Fakat^ bir kimse, şifâyı ilaçdan bilirse bu doğru olmaz. Sirâciyye'de
de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Koyun, sığır, deve, at
gibi hayvanların kemiği ile tedavi olmakta bir beis yoktur.
Ancak, kemik domuz
veya insan kemiği ise, işte onlarla tedavi olmak mekruhtur.
Sonra da —domuz
kemiğinin haricinde— her türlü hayvan kemiği ile insan kemiği de dahil tedavi
olmaya cevaz vermiştir.
Hayvanlar ister
boğazlanmış olsun; ister, lâşe olsun; ister yaş, isterse kuru olsun fark
etmez.
Ancak, İmâm (R.A.)
alelıtlak cevap vermemiştir. Şöyleki:
Şayet hayvan
boğazlanmış ise, her haliyle onun kemiği ile tedavi caiz oluyor. Kemiği ister
yaş olsun; isterse kuru olsun fark etmez.
Fakat hayvan murdar
ölmüş, lâşe ise o takdirde, kemik küm olursa tedavi caiz oluyor; yaş olursa
caiz olmuyor.
Köpek kemiğine
gelince, onunla da tedavi caiz oluyor. Bazı âlimlerimiz ve Hasan bin ZSyad
(R.A.): "Köpek kemiği ile de tedavi caiz olmaz." buyurmuşlardır.
Zemyre'de de böyledir.
Âdem oğlunun
cüzleriyle (insan uzuvlarından bir parça ile) men-fa at I an m ak caiz
değildir.
Bazı âlimler:
"necasetinden dolayı..;" bazıları da "..kerametinden
dolayı.." faydalanmak caiz değildir." demişlerdir*
Sahih olan ikinci
kavildir. Cevahire'1-Afalâtf'de de böyledir.
İmâm Ebn Hanîfe (R.A.):
Domuzdan ve derisinden faydalanılmaz. Yalnız, kılından, dikiş için
faydalanılır." buyurmuşdur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Domuzun kılından da faydalanmak mekruhtur." buyurmuştur.
Bu hususta, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'nin kavli ezhardır. Muhıyt'te de böyledir.
Yarası olan bir kimse,
domuz ve insan eczası ile tedaviden ikrah eylese, haklıdır. Çünkü, onlardan
faydalanmak haramdır. Kübra'da da böyledir. [155]
Bir adamda bir
hastalık (dert) olur ve doktor ona: "Sende kan galebesi (= çokluğu,
fazlalığı) var. Eğer aldırmazsan ölürsen." derse; bu şahsın hacamet
yaptırması (= kan aldırması) müstehaptır. Zahîriy-ye'de de böyledir. [156]
Hamile kadının, çocuk
hareket etmeden, hacâmet yaptırması uygun olmaz. Eğer çocuk karnında hareket
eder ve. doğum yaklaşmamış olursa, kan aldırması caiz olur.Aksi takdirde, kan
aldırmayı terk etmesi gerekir. Gunye'de de böyledir.
Doğum yapmasına bir ay
kalan kadın, doktora söylemeden kan aldırmamalıdir. Eğer doktor: "Zararlı
olur." derse, bu kadın kan aldırmaz. Kübra'da da böyledir.
Hâmile kadının,
sıhhati için ilaç içmesinde sakınca yoktur. Bundan dolayı çocuk sağ veya ölü
düşerse, kadına bir şey gerekmez. Yenâ-M'de de böyledir. [157]
On beş günde bir
cumartesi günü hacamat yaptırmak cidden faydalıdır. On beşgünden önce
yaptırmak mekruhtur. Fetâvâyi Attabiyye'de de böyledir.
İlaç kullanmayan kimse
ölse, bundan dolayı günahkâr olmaz. Mitt-tekıt'ta da böyledir[158].
Karnı veya gözleri
ağrıyan bir kimse, ilâç kullanmayıp, zayıflasa ve ondan ölse; ona günah olmaz.
Bununla, açlık
arasında fark vardır. Bir kimse, gücü yeterken yemez ve ölürse; günahkâr olur.
Arada ki fark şudur: İnsan, bir şey yiyince kuvvet alacağı bellidir. İlaç ve
tedavi ise, böyle değildir. Zahîriyye'-de de böyledir.[159]
Bir hastanın eşek sütü
içmesi, onun etini yemesi ve her türlü haram ile tedavi haramdır. Fetâvayi
Kâdihân'da da böyledir.
Devenin sidiğini
içmek, atın etini yemek mekruhtur. İmameyn: "Deve idrarını içmek ve tedavi
için at eti yemekte bir beis yoktur." buyurmuşlardır. Camo's-Sağîr'de de
böyledir. [160]
Zararı giderecek
sebebler, bir kaç kısımdır: Susuzluğun zararından su içmekle kurtulmak; Açlığın
zararını, yemenin gidermesi; Toplanan kanı hacamatla aldırmak;
İshal ilacı içmek; Ve,
diğer tıbbî tedaviler gibi..
Soğuktan sıcakla
tedavi; sıcaktan soğuklukla tedâvî, tıbda faydası açık olan şeylerdir.
Okunmakla tedavi
mevhumdur.
Tedavi yollarım terk
etmek tevekkül değildir. Bilakis, ölüm tehlikesi olursa, bu tedavilerin terk
edilmesi haramdır.
Mevhum olan tedavide,
tevekkülü Allah Resulü (S.A.V.) ve O'nun şerefli sahabileri tavsiye eylemişler
ve böyle yapana mütevekkilim demişlerdir.
Orta dereceliye
gelince, bu doktorların zannına göre, tedavisi aşikara olandır. îşte, bunu
yapmak gerekir. Bu, tevekküle ters düşmez; mevhum gibi değildir; bir çok ef
alda, yapılması efdâldir. Bu, iki derecenin ortasıdır. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de
böyledir. [161]
Bir erkeğin, tedavi
için bir kadının sütünü içmesinde bir beis yoktur.
Mazeretsiz olarak,
buluğa erişmiş bir kadının sütünü içmek hususunda ihtilaf edilmiştir, bu
ihtilaf müteahhirîn arasında olmuştur. Gunye'de de böyledir. [162]
Bir hastaya, doktor
içki içmesini işaret ederse, BelhUler, bunun günah olduğunu söylediler.
Şayet katiyetle deva
olacağı bilinirse onu içmek caiz olur. Fakjyh Abdu'l-Melk Üstadından naklen:
"Onu, içmek, kullanmak helâl olmaz." demiştir. Zehıyre'de de
böyledir.
Yaraya içki dökmek,
helâl olmaz, tçki hayvana da içirilmez. Zim-miye de içirilmez. Tedavi için,
çocuğa da içirilmez. İçirilmesi hâlinde vebal, günâh içirene ait olur.
Hidâye'de de böyledir.
Hastanın kan, idrar
içmesi, lâşe eti yemesi müslüman bir doktor tarafından tavsiye edilirse caiz
olur.
Şayet onun yerine
mubah olan bir şey varsa, o kullanılır. Eğer doktor:"Güzel şifa
bulursun" derse iki cihet vardır. (Yani, bu durumda doktora uyulur."
diyenler olduğu gibi "uyulmaz" diyenlerde vardır.)
Tedavi için azda olsa
içki içilir mi?
Şayet onun yerini
tutacak başka bir şey bulunmaz ise, "içilebilir" diyenler olduğu gibi
"içilemez" diyenler de vardır. limnrtâşi'de de böyledir.
Bilgin ve müslüman bir
doktor, hastaya: "Senin hastalığın kirpi veya yılan eti yemedikçe,
geçmez." veya "Senin derdinin devası yılan eti yemekdir." dese,
bile onu yemek helâl olmaz. Gunye'de de böyledir.
İçinde yılan eti
bulunan ilacı kullanmak mekruhtur. Bir kimse, bilmeyerek yılan eti yerse, bunda
bir beis yoktur. Hulâsa'da da böyledir.
Deva için güvercin
gübresi yemekte bir beis yoktur. Hızânelü'l-Fetâvâ'da da böyledir. [163]
Kadınların sakız
çiğnemesinde bir sakınca yoktur. Erkekler de ihtilaf vardır.
Şemsü'l-Eimme
et-Halvanî: "Kadının da, erkeğin de —bir maslahat için— çiğnemesinde bir
beis yoktur.*' buyurmuştur.
Sahih olanı da budur.
Cevahinı'l-Ahlâti'de de böyledir.
Ebû Muti'den soruldu:
—Bir kadın, at karını
veya onun benzeri şeyleri yiyor ne dersiniz? O şu cevabı verdi:
—Doyana kadar yerse
bir beis yok; fazlası helâl olmaz. Hâvî'de de böyledir.
Bir kadının, efendisi
için şişmanlamasında bir beis yoktur. Şiş-malamak erkek için, mekruhtur.
Zahîriyye'de de böyledir.
Tedavi için, pek acı
olan bir otu parmağa dolamak İmâm Ebû Ha-nîfe (R.A.)'ye göre caiz değil; İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre caizdir.
Buna göre fetva
verilmiştir. Hulâsa'da da böyledir.
Şifa ümid edilince,
yaranın üzerine hamur koymakda bir beis yoktur. Sirâciyye'de de böyledir.
Tedavi edilirken
çocuğun ağlamasında ve işaret için dağlanırkei hayvanların bağırmalarında
sakınca yoktur. Serahsâ'nin Mnhiyt'nde de böyledir. [164]
insan yüzüne dağ
yapmak ve yaptırmak mekruhtur. AtUbiyye'de de böyledir. [165]
Kur'an ile istirkada
(= hasta üzerine okumakda, kağıda yazıp boyna takmakda, hl~ kaba yazıp onunla
yıkanmakda, suyunu hastaya içirmekde) ihtilaf vardır.
Âta, Mücâhid ve Ebû
Kılâbe, bunu mubah saymışlar; İmâm Nehai ve Hasan-ı Basrî kerih görmüşlerdir.
Hızânelü'l-Fetâvâ'da da böyledir.
Gerçekten bu, meşhur
bilginlerden — inkârsız— sabit olmuştur.
Âyet yazılı bir şey
takmakta, bir beis yoktur; fakat tuvalete girerken ve ailesi ile cima
yaparken, bunu çıkarmak gerekir. Garâib'de de îöyledir. [166]
Şayet kadın, kocasına
karşı muhabbet muskası yaptırırsa, Ctafo's-Sagîr kitabında: "Gerçekten bu
haramdır; helâl değildir." denilmiştir. Hâvî'de de böyledir. [167]
örf olarak, ekin ve
bostan tarlalarına, (hayvan) kafa kemiklerini —göz değmesin diye— koymakta bir
sakınca yoktur. Fetâvâyi Kâdi-hân'da da böyledir. [168]
Kapıların üzerine bez
veya kağıt yazıpta, —haşarat girmesin diye— yaz günlerinde yapıştırmak
mekruhtur. Sirâciyye'de de böyledir.
Müneccimlere benzediği
için, kapılara,—yaz günlerinde yazılmış bez parçası ve kağıt yapıştırmak
haramdır. Çünkü, bu Allah ismine ihanet olur. Hızanet'ül-MüftıiTde de böyledir.
[169]
Bu âlimler, kokulu şey
yakmaya fetva vermişlerdir. Aslında bu cahil halkın işidir. Siraciyye'de de
böyledir. [170]
Bir adam, "bu
zamanda, kötü bir çocuk olur." diye, karısının izni olmaksızın azil yapsa
(menisini eşinin fercine dökmese) d-AsTdaki açık cevaba göre, buna ruhsat
yoktur.
"Zamanın
kötülüğünden dolayı, müsâade vardır." diyenlerde olmuştur. Kübrâ'da da
böyledir.
Erkek karısını,
azilden men edebilir. Keideıî'nin Veda'nde böyledir. [171]
bir kadın, karnındaki,
tam teşekkül etmiş bir çocuğu düşürürse, bu kadının diyet vermesi vacip olur.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Karında hilkati
belirmiş, saçlı ve tırnaklı çocuğu düşürmek için, ilaç kullanmak caiz değildir.
Şayet hilkati
belirmemişse caizdir. Fakat bu zamanda, herhaliyle caizdir.
Fetva da bunun
üzerinedir. Fetâvâyi Ahlatı'd e de böyledir.
Yetime'de zikredildiğine
göre, Ali bin Ahmed'den sorulmuş: Çocuğun sûretlenmeden önce düşürülmesine ne
dersin?
İmam şu cevabı vermiş:
—Kadın hür ise, —tek
kelam— caiz değildir. Fakat câriye ise, burda ihtilaf vardır. Sahih olanı, onu
da çocuk düşürmekten men eylemektir. Tatarhüniyye'de de böyledir. [172]
Bir kadının sütü,
çocuğuna zarar veriyorsa, onun tedavisi için, bu çocuğa süt vermeyebilir.
Gunye'de de böyledir.
Emzikli bir kadında,
gebelik belirip sütü kesilir ve emen çocuğun 4a_ hayatı tehlikeye düşer; o
çocuğun da babası olmazsa; gebelik ^üz yirmi gün olmadan önce, o kadın ilaç
kullanarak karnmdakini düşürebilir. Ancak, dört ay geçtikten sonra, kadın bunu
yapamaz.
Çocuk, ana karnında
kırk gün nutfedir; kırk gün donmuş bir kan; kırk gün de bir et parçasıdır.
(Yani henüz canlanmamıştır.) Hızâiıühri-Müfiîn'de de böyledir. En doğrusunu
bilen Allahu Teala'dır. [173]
Sünnet ülmanın
hükmünün ne olduğu hakkında ihtilaf edilmiştir: Doğru olanı, o
sünnettir." denilmiştir. Garaib'de de böyledir.
Sünnet olmakda
müstehab olan ilk vakit, yedi yaş ile oniki yaş arasıdır.
Muhtar olanı budur.
Sirâciyje'de de böyledir.
Bazı âlimler:
"Doğumdan yedi gün sonra, sünnet yaptırmak caizdir.'* buyurmuşlardır.
Ovâhirû'l-Fetâvâ'da da böyledir. [174]
Kadınların sünnet
edilmeleri hakkındaki rivayetlerde ihtilaf vardır: Bazı âlimler:
"Kadınların sünnet edilmeleri de sünettir." buyurmuşlardır. Keza,
büyük âlimlerden Şemsti'1-Eimme Hahânî, Hurtf'ın Edebü'l-Kftdî kitabında:
"Gerçekten kadınların sünnet edilmeleri mükerremedir. (= güzeldir)
buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir çocuk sünnet
olurken kesilmesi gereken derinin çoğu kesilse de azı kesilmemiş olsa; bu
durumda, o çocuk sünnet olmuş sayılır. Şâ-:yet, yarısı veya daha azı kesilmiş
olursa, bu durumda çocuk sünet olmuş olmaz. Hızanetü'l-Müftin'de de böyledir.
Salatü'n-NevâziTde
şöyle zikredilmiştir: Bir sabî, sünet olmadığı hâlde, kesmek için
çekilebilecek derisi de bulunmasa; Haşefesi (zekerinin kertiği) görünüyorsa, o
halde bırakılır; başka bir şey uygulanmaz. Zebıyre'de de böyledir. [175]
Zayıf bir ihtiyar
müslüman olur ve sünnet olmaya gücü yetmez (dayanamazsa) ve bu hususta, bilgi
ve görüş sahibi bir kişi "dayana-maz"derse; bu ihtiyar öylece terk
edilir.
Özür sahibi için
sünnet olmanın terki vacibdir. Çünkü özür olunca vacip (-farz) terk edilir.
Özür olduğu zaman sünnetin terki, ise evlâdır. Ho&gs'da da böyledir.
Yaşlı kimseye kimin
sünnet edeceği hakkında, şöyle denilmiştir: Böyle bir kimsenin, bizatihi kendi
kendisini sünet etme imkanı varsa,
Öyle yapar. Değilse,
yapmaz. Ancak imkânı varsa, evlenir veya hitan yapan (= sünnetçi) bir cariye
satın alarak,-bu işi onlara yaptırır. CÜntf-u's Sağir'de de böyledir.
Hamamcı, onu sünnet
eder. Fetâvâyı Attabiyye'de de böyledir.
Sünnet olan, bir
çocuğun sonradan derisi uzar ve zekerinin haşefesini kapatırsa bu çocuk
yeniden sünnet olur; değilse öylece kalır. Muhıyt'te de böyledir. [176]
Baba çocuğunu sünnet
edebilir. Hacamat yapar; tedavi eder. Babanın vasiyyet eylediği şahıs da
böyledir.
Dayı ve amca ise böyle
değildirler. Ancak, aynı evde yaşıyorlarsa o müstesnadır. Şayet çocuk, bunlar
uygulanınca ölürse, tazmina* gerekmez.
Bu istihsandır.
Anne de yaparsa
böyledir. Sırâcü'l-Vebhâc'da da böyledir.
Nâtifî'nin Vâkıaö'nda
şöyle zikredilmiştir:
Amcanın ve dayının
vasiyyet eylediği kimsenin her ne kadar aynı övde olsalar büe böyle bir iş
yapmaya hakkı yoktur. Timurtâşi'de de böyledir.
Büyük baba ve onun
vasisi baba yerindedir.
Ananın vasisinin,
çocuğu sünnet ve dedâvi etmesi, —her ne kadar, ,âynı evde de olsalar— caiz
değildir. Fetâvâyi Kâdihân ve Mültekıt'ta da Şöyledir.
Ananın vasisi, hacâmet
yapsa veya sünet eylese yahut yarasını Şarsa, işte ona tazminat gerekir. Çünkü,
ananın velayet hakkı yoktur, kâvî'de de böyledir. [177]
Kadınların
kulaklarının (küpe takmaları için) delinmesinde bir beis yoktur. Zahîıiyye'de
de böyledir.
Kız çocukların da,
kulaklarını delmekde bir beis yoktur. Çünkü, onlar Peygamber (S.A.V.)
Efendimizin zamanında yapılıyordu. Ve bu, inkâr edilmedi. Kübrâ'da da böyledir.
[178]
insan oğullarının
(taşaklarını) imha etmek bi'1-ittifak haramdır. At'a gelince, Şemsü'l-Eimme
Hafrânî, Şerhin'de "Alimlerimizin indinde, atın husyelerini imha etmekte
(= enemekte) bir sakınca yoktur." demiştir
Şeyhü'l-İslâm ise,
Şerhin'de: "O da haramdır." buyurmuştur.
Fakat atın haricinde
olan hayvanâtın enenmesinde —şayet bir menfaat mülahaza olunuyorsa— bir
sakınca yoktur.
Şayet bir menfaat veya
bir zararı def yoksa, bu da haramdır. Zehıyre'de de böyledir.
Kedinin enenmesi, bir
fayda veya bir zararı def için yapılırsa, bunun da bir sakıncası yoktur.
Kübrâ'da da böyledir. [179]
ZenderöTnin Ravza
isimli kitabında şöyle zikredilmiştir: Başın saçında sünnet olan husus: Saçı ya
iki tarafa taramak veya tıraş etmektir.
Tahâvî ise, üç imama
nisbet eyliyerek: "Tıraş sünnettir." buyurmuştur. Tatarhaniyye'de de
böyledir.
Her cum'a günü, başı
tıraş etmek müstehaptir. Garüb'de de böyledir.
Bir erkeğin, başının
ortasını tıraş edip de, diğer taraflarını bük-: meksizin uzatmasında bir beis
yoktur.
Eğer, uzayan kısmı
bükerse, bu mekruh olur. Zira bu hal, bazı kefere ve mecûsilere benzemek olur.
Bizim yurdumuzda,
erkekler saçlarını uzatıyorlar. Fakat başlarının ortasını tıraş etmiyorlar.
Saçin alın tarafım kesmek
caizdir. Zehıyre'de de böyledir.
Başı tıraş edip, iki
yanını bırakarak, onu salıvermek caizdir. Fakat, bu iki yandaki saçı başının
üzerine bağlarsa, bu caiz olmaz, Gun-. ye'de de böyledir.
Başın bir kısmını
tıraş edip (meselâ: Üç parmak kadarını tıraş edip) geri kalanını tıraş etmemek
mekruhtur. Garaib'de de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.): "Ense tarafını tıraş edip, geri yanını bırakmak mekruhtur.
Yalnız, hacamat için olursa o müstesnadır.' buyurmuştur. Yenâbi'de de
böyledir. [180]
Tırnaklan kesmek
sünnettir.
Dâr-i harpte ise,
tırnaklan kesmemek müstehaptır. SerahsFnin Mu-hiyt'nde de böyledir.
Efdal olan:
Tırnakları kesmek;
Bıyığı iyice kısaltmak,
K it âbü 'IKerâhiyyet
Kollarının altını ve
avret yerini tıraş etmek;
Vücudu yıkayıp pak
etmek;
Haftada bir defa
değilse on günde bir defa yıkanmak efdaldir. Kırk günden fazla yıkanmamaya bir
mazeret yoktur. Haftada bir yıkanmak, en efdâl olanıdır. Onbeş günde bir
yıkanmak, orta hâldir. Kırk gün ise özürsüz olursa vaîde (= azaba) müstehak olur.
Kunye'de de böyledir.
Koltuk altının
kılların tıraş etmek de yolmak da caizdir. Avret mahallini tıraş ederken, önce
göbek altından başlamak evlâdır. Garaib'de de böyledir.
Camiü'l-CevâmFde şöyle
zikredilmiştir:
Avret yerinin, kişinin
eliyle tıraş etmesi caizdir. Eğer gözünü yumarsa, hacâmetcinin tıraş etmesi de
caizdir. TatartaniyyeMe de böyledir. [181]
Bir adamın, tırnak
kesme veya tıraş olma vakti cum'a günüdür.
Alimler: "Bir
kimse, bunları cum'a gününe tehir edince, fazla uza-yacaksa, o zaman istediği
gün tırnak kesmesi ve tıraş olması caizdir. Zira tırnağı uzun olanın, rızkı
dar olur.
Şayet haddi tecâvüz
edecek derecede uzamazsa, cum'aya tehir etmek müstehaptır. Fetâvâyi Kâdihan'da
da böyledir. [182]
Tırnaklan kesmede, en
uygun olan şekil, sağ elden başlamak ve yine sag elde bitirmektir. Şöyleki:
Önce sağ elin şehâdet parmağının tırnağını keser ve en sonunda da sağ elin baş
parmağını keser.
Ayağa gelince, sağ
ayağının küçük parmağından başlar ve sol ayağın küçük parmağında bitirir.
Hikâye olunduğuna
göre, Harfine'r-Reşîd, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'dan: "Gece tırnak kesmek
uygun mudur?" diye sormuş.
İmha:
—''Uygundur.'*
buyurmuş.
Hârûne'r-Reşîd:
—"Delil nedir?." deyince de.
İmâm:
—"Peygamber (S.A.V.)
Efendimizin "Hayırlı olanı tehir etmeyiniz." buyurmasıdır."
demiştir. G trafo'de de böyledir. [183]
Bir kimsenin, tırnağmı
ve saçını kestiği zaman, en uygun olanı, onları defnetmesidir.
Ancak, bunları atması
hâlinde de bir şey olmaz. Şayet, yüz numaraya veya banyoya atarsa bu mekruh
olur. Zira dertler îras eyler, (yani o kimse dertlenir.) Fetftviyi Kadfeftn'da
da böyledir.
Şu dört şey
defnedilir, (bir çukara gömülür): Tırnak, saç, hayız bezi ve kan. Fetâvâyi
Attıbiyye'de de böyledir.
içinde çok bit olduğu
hâlde tıraş edilen saç, defnedilir, (gömülür.) Gunye'de de böyledir.
Bıyık, kaş gibi olana
kadar kesilir, Giyarijrye'de de böyledir.
Önceki müslümanlar,
bıyıkların kenarlarını kestirmeyip öylece bırakmışlardır. Garaib'de de
böyledir.
Tabâvî, Şerha Asar
isimli kitapta şöyle buyurmuştur.
Gerçekten bıyığı,
iyice kesmek güzeldir. Üst dudağın hizasından kenarda kalan kısmı kesmek
güzeldir ve sünnettir. Bu, EM Harfe ve arkadaşlarının kavlidir. Serahsî'nin
Mnmyfnde de böyledir.
Âlimler:
"Düşmanın gözüne heybetli görünmek için, bıyığı uzatmakta bir beis
yoktur." demişlerdir. Giyuiyye'de de böyledir. [184]
Sakal uzadığı zaman,
onun etrafından almakda da bir sakınca yoKtur. Sakalın, bir kabzeden (tutamdan)
fazlası kesilebilir.
Kabzeden uzun olarak
da bırakılabilir. Möhebt'ta da böyledir.
Sakalın bir kabzeden
(tutamdan) fazlasını kestirmek sünnettir.
İmam Mahammed (R-A.)
Kitâbü'l-Asâr'da böyle buyurmuştur. Ve bunu da İmam Ebû Hanİfe (R.A.)'den
nakleylemiştir. Biz de bunu alırız. Se-râhrf'nin Muhıyt'nde de böyledir. [185]
Boyun (boğaz)
üzerindeki kıllar tıraş edilmez. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise, bir sakınca
görmemiştir.
Kaşlardan, fazlasını
kesmektede bir beis yoktur. Yüzde olan kıllarda kesilip, tıraş edilir. (Burada
yüzden murad, yanaklardır.) Yenlbi'de de böyledir.
Alt dudaktaki kılları
yolmak —tıraş etmek— bid'attir. Gırâib'de de böyledir.
Burun içi kılları da
kesilmez.
Göğüs ve sırt
kıllarını tıraş etmek, edebi terk etmek olur. Ganye'de ie böyledir. [186]
Tırnakları, dişlerle
koparmak mekruhtur ve böyle yapma bars hastalığına sebeb olur. [187]
Cenabet hâlinde iken
kıl kesmek mekruhtur. Bu durumda tırnaklan kesmek de mekruhtur. [188]
Bir kadının, baş
ağrısından dolayı, başını tıraş etmesinde bir beoktur.
Şayet kadın, erkeklere
benzemek için tıraş olursa, bu mekruh olur. Kübra'da da böyledir.
Velisi olmayan, deli
bir kadının başı ağrırsa, başının saçı tıraş edilir ve kadın olduğu bilinecek
kadar saçı terk edilir. Mü İle kıl't a da böyledir. [189]
Bir adamın saçma saç
ilave etmek haramdır, tster ilâve edilen saç kendi saçı olsun, isterse
başkasının saçı olsun fark etmez. İhtiyarda da böyledir.
Saçında, başkasımn
saçı ilâve edilmiş bulunan bir kadının namazının caiz olup olmadığı
ihtilaflıdır. Muhtar olan namazının caiz olmasıdır. Gıyasiyye'de de böyledir.
Bir kadının, saçına
kordele takmasında bir sakınca yoktur. Fetâ-vâyi Kâdihan'da da böyledir.
Tüccar olan bir
kimsenin bedeli fazla olsun diye kölesinin yüzünü tıraş ettirmesinde bir beis
yoktur.
Eğer köle, satış için
değil de hizmet için olursa; böyle yapması müstehap olmaz. Fetâvâyi Kâdihân'da
da böyledir. En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dir. [190]
Âlimler:
"Erkeklerin saç ve sakkallannı kınalamalarının sünnet olduğunda/' görüş
birliğine varmışlardır. Böyle yapmak müslüman siması alâmetidir.
Siyaha boyamak eğer
düşmana heybetli görünmek için olursa, bunun da güzel görüldüğünde görüş
birliği vardır.
Fakat, erkekler, bunu
kadınlara güzel görünmek ve nefsini onlara kabul ettirmek için yaparsa, o zaman
mekruh olur.
Bazı âlimler, bunun
da, cevazına kail olmuşlarsa da, ekserisine göre, saç ve sakalı siyaha boyamak
mekruhdur.
İmim EbÛ YAıaf
(R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur.
—Kadının
zinetlenmesini bana taaccüp verdiği gibi, benim süslenmem de ona taacüp verir.
Zehıyrc'de de böyledir.
İmftm: "Gerçekten
kına yakmak güzeldir. buyurmuş ve bununla
saç ve sakallı kasdetmiştir.
Esahh olanı, harbin
haricinde de saç ve sakalı boyamakta bir beis yoktur. Kerteri1 nin VecîzTnde de
böyledir. [191]
Saçı ve sakalı güzel
koku ile kokulandırmak yâni saç ve sakala güzel koVu sürmekte, bir sakınca
yoktur. AtUbiye'de de böyledir. [192]
Düşmana karşı heybetli
görünmek niyeti olmaksızın, saç ve sakalın beyaz kıllarını koparmak mekruhtur.
İmim'dan da böylece naklet-miştir. CeviUıiru'1-AhJitî'de de böyledir. [193]
îhtiyaç olmaksızın,
sabi olan erkek çocuğun el ve ayaklarını boyamak mekruhtur.
Kadınların ve kızların
böyle yapması ise caizdir. Yeaftbf'de de böyledir.
Cünüp olan kimse
boyana bilir. Kansı da boyanır. Ebft Yûınf (R.A.) bunda bir beis görmemiştir.
Yalnız, o halde namaz
kılamaz. Eğer cünüp olan kimse, boyanan yeri de iyice yıkarsa o zaman namaz
kılmasın da da bir sakınca olmaz. Fetâvli Kldmln'da da böyledir. [194]
Kadınların, saçlarına
tunçtan, batardan, demirden ve benzeri şeylerden boncuk takmalarında bir beis
yoktur.
Ziynet için bilezik
takmaları da caizdir.
Sabi çocukların
kollarına ve beşiklerine boncuk takmakda da bir sakınca yoktur. Gonye'de de
böyledir. [195]
Erkeklerin —süs
olmamak kaydıyla— sürmelenmelerinde bütün âlimlere göre bir beis görülmemiştir.
Bu mekruh değildir. CevâUrn't AUftU'de de böyledir. [196]
tmftm Mubımmed (R.A.)
buyurmuştur: Pir adamın evinde altundan veya gümüşten şerir (~ taht,
yatacak;yer yapıp üzerine ipekten Örtü koyması ve onu insanlar için süslemesinde,
—onun Üzerine oturmamak kaydıyla— bir sakınca yoktur.
Bu, selaften, sahabe
ve tabiinden nakledilmiştir. Muhıyt'te de böyledir. [197]
İnsanların,
ihtiyaçları kadar ev yapmalarında bir mahzur yoktur. İhtiyaçtan fazla bina
yapması mekruhtur. Kerderî'nin Vedzi'nde de böyledir. [198]
Fakıyh Ebû Cafer
(R.A.) Siyer-i Kebir Şerhin'de şöyle buyurmuştur.
Evin duvarlarını,
nakışlanmış keçe ile Örtmekte, eğer soğuğun gelmemesi için yapılırsa bir beis
yoktur.
Şayet o, süs olsun
diye yapılırsa, mekruh olur.
Şemsü'l-Eimme
Serahs'de, Siyer-i Kebîr Şcrhı'nde şöyle buyurmuştur:
Keçe ile duvarı örten
zatın kasdı, soğuğu önlemek ise, bunda bir beis yoktur. Sıcağa mâni olmak için
olursa da böyledir. Yalnız, süs olsun diye yaparsa, işte bu mekruhtur.
Zehıyre'de de böyledir. [199]
Kopunun üzerine, perde
takmak ve onu uzun yapmak mekruhtur, İmâm Muhammed (R.A.)'in Siyer-i Kebîri'nde
bu Juisusla nas vardır. Çünkü, bu bir ziynet ve büyüklük taslamaktır.
Hulâsa, kibirlik üzere
yapılan her şey, mekruhtur.
İhtiyaç için olur veya
zarurete binaen yapılırsa, bir beis yoktur.
Muhtar olan da budur:
Gıyâsiyye'de de böyledir. [200]
Ruh sahibi olan bir
şeyin resmim bir yere asmak mekruhtur. Suret (canlı resmi) olmayan şeyi asmak
ise caizdir. Zahîriyye'de de böyledir. [201]
Bir insanın, evine
yünden veya pamuktan yapılmış sergileri sermesi caizdir. Bunlar ister
boyanmış, isterse boyanmamış olsun; ister nakışlı isterse nakışsız olsun, bir
beis yoktur. Hızânclii'l-Müftîn'de de böyledir. [202]
Bir adamın yanında,
hizmetkârının olmasında bir sakınca yoktur. Yalnız, o hizmetçiye, ancak gücünün
yeteceği kadar hizmet yaptırmak uygun olur.
Bir adamın, kendisi
binekli, hizmetçisi yaya olarak gitmeleri caizdir. Eğer hizmetçinin yürümeye
gücü yetiyorsa, bu böyledir. Aksi takdirde mekruhtur. Mohıyt'te de böyledir.
Hz. Ömer'in oğlu şöyle
buyurmuştur: Riya ve büyüklük kasdiyle yürüyenlerin yanınd? uinekli olmak
mekruhtur. Mültekıt'ta da böyledir. [203]
Yatsı namazından
sonra, köle ve cariyeyi istirahat etmeleri ve uyumaları için bırakmak
müstehaptır.
Köle ve câriye
sahibinin namaz vakti onları meşgul etmemeleri gerekir. Ve bu vaciptir. Çünkü,
onlar da namazlarını kılacaklardır. Hürler gibi, onlarda namazla
mükelleftirler. Huccet'te de böyledir. [204]
Efendi, köle ve
cariyesi ile karısını namazları sahih olacak kadar Kur'an okutmaya mecburdur.
Gunye'de de böyledir.
Kölenin boynuna
demirden halka takmak mekruhtur.
"Bu zamanda,
bahusus Hindistanda kölelerin çok kaçmakta olmasından dolayı, boyunlarına
—kölelikleri bilinsin diye— halka takmak caizdir." denilmiştir.
İcabında köleyi
bağlamak da mekruh değildir. Timurtâşi'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
Ailahu Teâlâ’dır. [205]
Ebu'l-Leys'in
FetviUn'nda şöyle zikredilmiştir:
Hamile bir kadın ölür
ve karnında olan çocuğun sağ olduğu bilinirse, o kadının sağ tarafından karnı
yarılıp, çocuk çıkarılır.
Bu, karnında olan
çocuğun sağ olduğuna zanni galip bulunduğu zaman böyledir. Mubıyt'te de
böyledir.
İmâm Ebft Hsnîfe
(R.A.)'in izniyle, böyle bir ameliyatın yapıldığı hikâye edilmiştir. Ve bu
çocuk, yaşamıştır. Slıiciyye'de de böyledir.
Anne karnında hareket
eden çocuk, vâris olamaz. Çünkü onun hareketi bazan yel veya kan topluluğundan
olur. Attâblyye'de de böyledir.
Bakire bir kıza,
fercinin haricinden cima yapılır ve fercine giden su ile, kız hamile kalırsa,
doğum yaklaşınca» onun bikri yumurta veya gümüş bir âletle izâle edilir. Çünkü,
Öyle olmayınca çocuk çıkamaz..
Hâmile olan kadının
karnından çocuğun çıkma imkânı olmaz, ancak çocuğu ana karnında parça parça
edilerek çıkarma zarureti bulunur; böyle olmayınca da ananın ölmesinden
korkulursa, âlimler: "Şayet, ananın karnındaki çocuk ölü ise, böyle
yapmakda bir beis yoktur. Eğer çocuk canlı ise, çocuğun parçalanmasını caiz
görmeyiz." demişlerdir. Fetâviyi Kıföu'da da böyledir. [206]
Zararı başka yere
sirayet etmesin diye, bir uzvu kesmekte, bir sakınca yoktur. Sİrâcİyye'de de
böyledir.
Zararının kola
geçmemesi için, eli kasmekde bir beis olmadığı gibi, içindeki zararlı şeyi
çıkarmak için de karnı yarmakta bir sakınca yoktur. Mifflekıt'ta da böyledir. [207]
Bir adam, fazla
parmağını veya başka bir şeyi kesmek isterse, Nasyr "Eğer re'y-i galibi,
kesmesinin zarar vereceği ise, onu kesmez; değilse kesmesinde bir beis
yoktur.*' denilmiştir.
Bazı âlimler: Bir adam
veya kadın, kendi çocuğunun fazla olan parmağını keserse, tazminat
gerekmez." buyurmuşlardır.
Muhtar olan da budur.
Bu işi ana ve babadan
başkası yapar çocuk da helak olursa, o, zâ-min olur. Ana ve baba ona mâlik
olurlar. Zahîriyye'de de böyledir. [208]
Bir adam, kendisinde
bulunan bir ur'u kesince zarar görecekse, onu kesmez. Zarar görmeyecekse
kesmesinde bir beis yoktur. Huânetü'l-MöfoVde de böyledir.
Bir cerrahın satın
aldığı, bir cariyenin fercinde cimâya mâni — bir bez bulunursa, her ne kadar
acıyacak olsa bile, bu cerrah, o bezi yarıp çıkarır. Gupye'de de böyledir. [209]
tçinde taş bulunan bir
mesaneyi ( = idrar torbasım) yarmakta ve o taşı çıkarmakta bir beis yoktur.
Keysâıiyyit kitabında
şöyle zikredilmiştir: Korkunç yarık, büyük yara ve sidik torbasında taş
bulunması ve benzeri hallerde, ameliyat yapıhrsa, hasta kurtulur veya ölür;
veya kurtulur ölmez, ihtimalleri olursa, Şayet "Asla kurtulmaz; Ölür"
denilirse o takdirde ameliyat yapılmaz ve olduğu gibi bırakılır. Zahîriyye'de
de böyledir. [210]
Bir adamın kudurmuş
bir köpeği olur ve o gelip geçeni dalarsa; karye ehli (= köy halkı) onu
öldürürler.
Eğer, köy halkı bir,
köpeğin sahibine gittiği hâlde, o, bu köpeği öldürmez; sonrada bu köpek bir
adamı ısırırsa, köpeğin sahibi, o adama tazminatta bulunur.
Eğer köpek, sahibine
baş vurulmadan ısırırsa, bu durumda sahibine tazminat gerekmez. Yenâbi'de de
böyledir.[211]
Bir köyde çok köpek
bulunur ve köy halkı onlardan zarar görürse,
bu durumda köpek sahiplerine,
"köpeklerini öldürmeleri"
emreder.
Eğer onlar, bu işi
yapmadan kaçınırlarsa (köpeklerini öldürmez-lerse), iş hâkime çıkılır ve hâkim
onları ilzam eder. (bunu yapmaya mecbur eder.) Serahsî'nin Muhıyfinde de
böyledir.
Udhiyetü'n-Nevâzil
isimli kitapda şöyle zikredilmiştir:
Bir adamın ihtiyacı
olmadığı hâlde, köpekleri -bulunur, bunlarda komşusuna zarar verir, komşusu ona
söylediği hâlde, bu köpeklerin sahibi, aldırış etmezse, o zaman, bu komşu —onu
men etmesi için— bu işi hâkime çıkarır.
Keza bir kimsenin
köyde tavuğu, sıpası, buzağısı olur ve bunlar da, komşulara zarar verirse»
mes'ele yukardakinin aynısıdır. Yani; ya onları zararsız halde tutar veya
komşuları onu şikâyet ederler. Muhıyt'te de böyledir. [212]
Ecns'da şöyle
zikredilmiştir:
Köpek edinmek, uygun
bir şey değildir. Ancak, hırsuz korkusu veya başka bir koku bulunursa, o zaman
müstesnadır.
Aslan, kaplan, sırtlan
ve bütün vahşi hayvanlar da böyledir, bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'mn kıyâsıdır.
Hulâsa'da da böyledir.
Ziraatçının köpek
beslemesi, şer'an caizdir. Av için köpek edinmek ise mübâhdır.
Keza, bir kimsenin
bağ, bahçe, ekin ve hayvanlarını korumak için köpek edinmesi de caizdir.
Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam köpeğini veya
eşeğini boğazladığnda, kedisinin onların etini yemesi caizdir. Bir kimse
domuzunun veya İaşenin etini kedisine yediremez. Sırâciyye'de de böyledir. [213]
Kedi zarar veriyor
olsa bile, o dövülmez ve kulakları kesilmez; bilakis keskin bir bıçak ile
boğazlanır. Kerderi'nin VecîzPnde de böyledir. [214]
adam, bir hayvana cima
ederse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Eğer hayvan kendisinin ise, ona "o
hayvanı boğazla ve yak" denilir. Şayet hayvan kendisinin değilse, o
hayvanın sahibi, onu, ona cima eden şahsa kıymeti mukabili verir. Sonra da o
mütcâviz, o hayvanı boğazlar ve yakar. Şayet, bu hayvan eti yenen cinsten ise,
boğazlanır fakat yakıl-, maz." buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdihân'da da
böyledir.
Ecnas'ta
zikredildiğine göre, âlimlerimiz: "Boğazlanır ve istihsân vechi üzere
yakılır.
Fakat böyle yapmakla,
eti yenilen hayvan ise, onun etini yemek harama olamaz. (Bu, ibreti âlem olsun
diye böyle yapılır.) Hızanetü'l-Möftm'de de böyledir. [215]
Çekirgeyi öldürmekte
bir sakınca yoktur. Çünkü o bir avdır; avlamak helaldir; eti de yenir.
Çekirgeyi zararına def için öldürmekte evlâdır. Fetâvâyi Kâdihân'da da
böyledir.
Çekirgeyi yakmak
mekruhtur. Sirâciyye'de de böyledir. [216]
Karıncayı öldürmek
hususunda çeşitli kaviller vardır. Muhtar olan kavle göre, eğer zarar veriyor
ise, karıncayı öldürmekte bir beis yoktur.
Şayet zarar
vermiyorsa, öldürmek mekruhtur.
Onu suya atmak
bi'1-ittifak mekruhtur.
Biti, her halde
öldürmek caizdir. Hulâsa'da da böyledir. [217]
Biti, ve akrebi ateşte
yakmak mekruhtur. Biti yere atmak; —sağ olduğu halde— edeb yönünden mekruhtur.
Zâhîriyye'de de böyledir. [218]
Dâr-i harbde olan
akrep öldürülmez. Çünkü o, kâfirlere zarar vericidir. Onu öldürmek kâfirlerin
menfaatına olur. zira onun nesir kesilir.
Yılan da böyledir.
Eğer imkânı olursa, kendilerine zarar vermemesi için, müslümanlar onun zehirli
dişini akrebin kuyruğunu çıkardığı gibi ve onu öldürmez; nesli kesilmesinde,
kâfirlere faydıla olmasın diye..
Eşek arısı ve diğer
haşaratın öldürülmesi şer'an helâl olur mu? Onları öldürmekte sevap var mıdır?
Şayet zararları yoksa
öldürmekte sevap yoktur. Evlâ olan, bir şeyi zarar vermedikçe öldürmemektir.
Cevâhi'ral-Fetâvâ'da da böyledir.
Bir karınca için,
diğer karıncaların yuvalan yakılmaz. Fetâvâyi At-tabiyye'de de böyledir. [219]
İpek böceği ölsün diye
güneşe atılır. Bunda bir beis yoktur. Çünkü, insanlara fayda vardır; Balık da
ölsün diye güneşe atılıyor ve mekruh olmuyor. Hız&netü'I-Müföıi'de de
böyledir. [220]
Hastalanıpta faydası
kalmayan eşek, boğazlanır; bunda bir beis yoktur ve zahmetten kurtarılmış
olunur. Fetâviyi Attlbiyye'de de böyledir. [221]
gemi yanar veya yüzde
yüz yanma ihtimali olur ve insanlar yüzmekte kurtulacaklarını bilirlerse,
denize atlarlar. Şayet denize atlayınca boğulacaklarını, gemide kalınca da
yanacaklarım, bilirlerse atlamak veya orda kalmak hususunda muhayyerdirler. [222]
Bir adamın kendini
öldürmesinin günahı başka birisinin öldürmesinden dah çokdur. Sirâciyyc'de de
böyledir. [223]
"Fetret
günlerinde, esirleri ve zalimleri öldürmenin mübahhğı-na dair" pekçok âlim
fetva vermişlerdir.
Gerçekden Şeybü'l-İmâm
es-Saffar'dan hikâyeten Casus'ın Ahklm-ı Kur'-âm'nda şöyle denilmiştir:
İnsanlara zararlı
olanın kam helâl olur.
Seyyidü'l-İmam Ebû
Şiica'es-Semerkandi de onları öldüren sevap kazanır/' buyurmuş ve a'venenin
küfrüne fetva vermiştir.
Kadı lmadü'd-Dîn de,
onların küfrüne fetva vermiştir.
Biz ise, onların
küfrüne fetva vermeyiz. Mahıyt'te de böyledir. [224]
İmam-Mahammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur. Fine zuhur edince, kişi evinde oturur.
Şayet Öldürmek için
birisi evine girer, kendisini öldürmek, malını almak isterse; onunla çarpışır;
şayet öldürülürse, şehit olması umulur. Tatarhamyye'de de böyledir. [225]
Sağ bir kuşla, bir
şahini ta*lim etmek mekruhtur. Onu yakalatıp, ona, eza ettirmek yoktur.
Kesilmiş bir kuşla
şahin ta'lim ettirmekte bir beis yoktur. SerahsPnin Muhıyt'de de böyledir.
En doğrusunu, Allahu
Teâlâ bilir. [226]
Yüce Allah'a en
sevimli isimler, Abdullah ve Abdurrahman'dir. Fakat bu zamanda, bu isimlerden
başka İsim vurmak daha evlâdır. Çünkü câhil halk, bu isimleri çağırırken küçümsüyorlar.
Kur'an'da bulunan
Aley, Kebîr, Reşîd, Bedi gibi isimlerle isim vermek de caizdir. Zira bunlar,
müşterek isimlerdir. Yüce Allah'ın hakkının dışında, kullar için de murad
olunur. Sirâciyye'de de böyledir.
Fetvalarda şöyle
zikredilmiştir: Allahu Teâlâ'nın ve Allah Resulünün söylemediği isimlerle
isimlendirmek ve müslümanların kullanmadığı isimleri koymak evlâ olan bir iş
değildir. Ve böyle yapmamalıdır. Mnhiyt'de de böyledir.
İmâmı A'zam (R.A.)'a
göre ölü doğan çocuğa isim verilmez. İmâm Muhammed (R.A.), bu görüşe muhalefet
etmiştir. [227]
Bir adamın ismi
Muhammed olsa, bunda bir beis (sakınca) Ebu'l-Kâsm denilmesinde de bir beis
yoktur.
Zira Peygamber Efendimizin: "İsmimle
isimlendirin, künyemle kün-yelendirmeyin." Hadis-i şerifi, mensuhtur. (=
Hükmü değişmiştir.) Hz Ali (R.A.), oğlu Muhammed bin Hanîfe'ye, Ehu'l-Kasım
diye künye vermiştir. Sirâciyye'de de böyledir.
Bir adam, küçük oğluna
EbÛ Bekir derse, bu sahih olur. Bunda bir sakınca yoktur. Gerçekten insanlar,
bununla hâli hazırı değil de, o çocuğun baba olmasını tefe'ül ediyorlar, (öyle
olmasını murad ediyorlar) demektir. Hizinetül-Maftîiı'de de böyledir. [228]
Bir adamın, babasım;
bir kadının, kocasını adıyla çağırması mekruhtur. Sirâdyye'de de böyledir. [229]
Erkek ve kız çocuğu
için akika (= doğumunun yedinci günü, insanlara ziyafet için kesilen
kurban).ve çocuğun saçını tıraş mubahtır. Bu, sünnet ve vacip değildir.
Kerteri'nin Vecîzi'nde de böyledir.
İmâm Muhammed
(R.A.) akîka kurbanı
hakkında şöyle buyurmuştur:
"İsteyen bunu
yapar isteyen yapmaz.*'
Bu, mubah oluşuna
delildir. Sünnet oluşunu ise mendir. (Yâni bu sünnet değildir.) Camiû's-Sağır
Kitabı'nda da: "tster erkek çocuk, isterse kız çocuk olsun, akika kurbanı
yoktur." buyurmakla, onun kerâhatına işaret olunmuştur. Bedâi'de de
böyledir. [230]
Bir adamın, başka bir
şahsın kötülüklerini, di#er insanlar tarafından dikkat edilsin diye söylemesinde,
bir beis yoktU1"* Ancak,., ona sövmeyi ve şerefine noksanlık getirmeyi
kastederek, bunJ^ söylerse mekruh olru.
Bir şehir veya köy
halkı hakkındaki gıybet, belirIİ bir topluluğu kasdedip, onları belirterek
söylemedikçe gıybet olma^* Siraciyye'de de böyledir.
Bir adam, oruç tuttuğu
ve namaz kıldığı zaman, euy^e ve diliyle diğer insanlara zarar verirse; ondaki
o hali, başkaların^ söylemek, gıybet olmaz. Ona ceza verilmesi için, durumunu
hükümdara haber veren şahıs da günahkâr olmaz. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir-
Bir adama, emânet
olarak üç günlüğüne, bir elbi£e veva verilir; o da, onu günlerce geciktirir ve
vermezse, böyle adam hakkında, yanında "halk, yanında hâindir, yalancıda."
demekte bir mahzur yoktur. Gunye'de de böyledir. [231]
Abdullah bin Mes'od
(R.A.)'un rivayet ettiğine göre: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur.
İki şeyde haset
yoktur:
1-)
Kendisine mal verilen ve Aliahu Teâlâ'nın verdiği bu malı, ibâdet yolunda
harcayan şahıs.
2-)
Kendisine, tarafı ilâhiden ilim verilen ve onu insanlara öğreten şahıs.
Bu hadisin delâtiyle,
bu iki yerde hased mübahdır. Çünkü bunlar haramdan müstağni kılınmıştır.
Haramdan müstağni kılınan da mübâhür.
Şeybı'I-İdaaı ise:
"Hadîsin zahirine göre hükmedilmez. Bu ikî şeyin haricinde olanların haram
olması gibi, bunlarda da hased haramdır." buyurmuştur.
Gerçekten bu hadisin
mânâsı: İnsanın başkasına hased etmesi uygun olmaz. Eğer hased ederse, bu
ikisine de hased etmiş olur ve bunlara hased de mubah olmaz.
Başka bir mânâda:
Gerçekten insanın, başkasında bir nimet görünce, haset etmesi adettir. Bu
ikisinden başkasını, kendi nefsi içinde temenni eder; bunlar ise, dünya
menfaatleridir ve hakikatte bir nimet değildirler. Zira mal, (iyi yere
harcanmazsa) Allah'ın gazabına sebeb olur. Nimet ise, Allahu Teâlâ'mn
rızasının bulunduğu şeylerdir. Bu iki şey, — diğerlerinin dışında— Allahu
Teâlâ'nın vesile olduğu için, nimettir.
Bundan sonra, bazı
âlimler: Zikredilen ve yerilen hased, başkasında gördüğü nimetin, onun elinden
gitmesini istemek ve kendisinin olmasını arzu etmektir. Şayet, diğerinin
elinden çıkmasını istemez de ken-disininde olmasını temenni ederse, bu hased
olmaz; bi'-la'kis bir gıpta (imrenme) olur." demişlerdir.
Şeyhı'l-tsUm:
"Eğer o nimetin biztih! kendi nefsi için olmasını temenni ederse, işte bu
haramdır ve zemmedilmiştir. Fakat, onun benzerini kendi nefsi için de
İstemekte bir beis yoktur." derdi.
Şemsü^Eimme Serahtf
şöyle buyurmuştur.
Bu hadisin mânası
şudur:
Gerçekten zemmedilen
hased, hased edene zarar verir. Bundan istisna kılman hased ise, övülmüştür.
Hakikatta o, hased değil, bilakis bir gıptadır.
Hased, hased olunan
şahsın elinden, o nimetin gitmesini temenni eylemektir. Ve kişinin,
bu nimetin yerine konulmadığı,
—isabetli verilmediği— itikadında olmasıdır.
Gıptanın mânası ise:
Başkasının elinden, o ni'metin çıkmamasını istemekle birlikte, o nimetin
kendisinde de olmasını arzu etmektir. Muhiyt'te de böyledir. [232]
Bir şahsı övmek şu üç
cihetle olur:
1-) Bir
kimseyi yüzüne karşı övmek. Müslümanlar bundan nehyedilmiştir.
2-) Bir
kimseyi gıyabında övmek fakat o övgünün, övülen şahsa ulaştırılacağını bilmek.
Bu da menedilmiştir.
3-) Bir kimseyi
gıyabında övüp, bu övgünün övülene ulaşacağını, bilmemesi halidir.
Bunda bir beis yoktur.
Garâib'de de böyledir. En doğrusunu Allahu Teâlâ bilir. [233]
Kadınlara has
hamamalara girmek, umûmu belvâ olduğu için, kadınlara havlusuna bürünmüş olduğu
takdirde sakıncalı değildir. Hızânetü'l-Müftîa'de de böyledir.
Peştemalsız hamama
girmek haramdır; Sirâcîyye'de de böyledir.
Hamama peştemalsız
girmek haramdır; bunu âdet hâline getiren kimse, şehadette âdil sayılmaz.
Bununla, dönüş yapmadığını kas-dediyorum: değilse, bir kimse, bir tek defa
bile, hammarha peştemal-siz girse, bu adaletten düşmeye kâfi gelir. Garâib'de
de böyledir.
Yıkanmak isteyen kimse
peştemalsiz soyunamaz. Yalnızda olsa, böyle yapması mekruhtur. Gunye'de de
böyledir.
Ebû'n-Nasr ed-Debbûsi
şöyle buyurmuştur:
Kimsenin olmadığı
yerde, yalnız başına yıkanan kimse, ister akar suda, ister başka yerde olsun
—örtüsüz (çıplak) olarak yıkanırsa, mekruh olmaz. Garaib'de de böyledir.
Sabahın sonunda
hammama girmek mürüvvet değildir. Kerdeıf-nin Vedzi'nde de böyledir. [234]
Hammamda, zarûretsiz
uzuvları ovdurmak mekruhtur. Semerkant ehlinin fetvalarında ve
Mecmuu'n-Nevâzil'de: Göbekten yukarıyı ve diz kapağından aşağıyı ovdurmakta bir
sakınca yoktur. Bu ikisinin arasım ovdurma mübâh değildir." denilmiştir.
Fabyh Ebû Otfer, şöyle
buyurmuştur:
Ben, Şeyh Ebâ Bekir'in
şöyle dediğini işittim:
Bir adam —diğer adamın
ayağından diz kapağına kadar olan yerlerini ovalayabilir. Uyluğunu ovalaması
mekruhtur. Elbise veya başka bir şeyin üstünden ovalanabilir.
Fakıyb Ebû Cafer: Biz
bunu mubah görürüz bir sakıncası yoktur." buyurmuştur.
Ebft Cafer ve Şeyh Ebû
Bekir: Bir erkeğin, anasının ayağını ovuşturmasında bir beis yoktur."
buyurmuşlar ve: "Yalnız, anasının uyluğunu ovamaz." demişlerdir.
Zebıyre'de de böyledir. [235]
Bir kimsenin yalnız
olduğu zaman, hammamda izannı yıkamak veya sıkmak için açmasında bir beis
yoktur. Sİrkiyyte'de de böyledir.
Aynu'1-Eİmme
el-Kerâbîsî şöyle buyurmuştur: Hammamda izarını-nin (= bedelinden aşağıdaki
peştemahnm) suyunu sıkmak isteyen şah'-.sın, peştemalı yoksa onu sıkamaz. Onun
üzerine su döker. Keribîa, bono İmâm Ebâ Yâsof (R.A.)'den rivayet eylemiştir.
Gunye'de de böyledir.
İzan sıkılmak üzere,
küçük bîr çocuk hammamda soyulsa ve kasığı tıraş edilse, bazıları: "bunda
bir beis yoktur." demişler: "bazıları da günâhtır"
buyurmuşlardır.
"Az bir zaman
için caiz olur." diyenler de olmuştur. Gandb'de de böyledir.
En doğrusunu Allahu
Teâlâ bilir. [236]
Bir kimse için uygun
olan, ahş-verişle İlgili hükümlerde caiz olup olmayan hususları bilerek
ticâretle meşgul olmaktır. Strldyye'de de böyledir.
Bir kimsenin
ortağının, izni olmaksızın, satış yapması helâl olmaz. Müşteri isterse alır,
isterse terkeder. Bu âlimlerimize göre, mendub üzere hamledilmiştir. Ortağın
habersiz satışı mekruhtur.
bir adam, çarşıda
satılan bir şeyi sorar ve satılan şeyin ekserisinin haram olduğunu ve
aralarında faiz ve fâsid sözleşme bulunduğunu anlarsa, bu nasıl olur?
Bunda üç cihet vardır:
1-) Eğer
zann-ı galibi» onun zulmetmeksizîn alındığı ve satıldığı şeklînde olursa, uygun
olanı her ne kadar, elden ele dolaşmakta olsa bile onu almamaktır.
2-) Bu malın
bizatihi haram olduğunu, ancak başka mala katıl-maş bulunduğnu, aynlmasnın da
mümkün olmadığını bilirse tein EM Hufte (R.A.)'ye göre, uygun olan bunuda satın
almamaktır. Eğer satın alırsa, maal kerahe (+ mckrûh-olmakla beraber) mülküne
dâhil olur.
3-) O malın
gasbedümiş olmadığını, faiz ile de alınmadığını bilir ve böylece satılıyor
olursa, onu satın alır.
Bunların hepsi, fetva
yoluyla böyledir.
Fakat, şüpheli şeyi
almamak en evlâ olanıdır.
Umulurki yabancı
memlekette ma'zeret olabilir. Fakat, islâm memleketinde, büyük çarşılar da
satılanlar helâl olurlar. Oradan her şey satın alınabilir. Çünkü oralarda
haram olanlar satılmaz.
Eğer avamdan birisi,
böyle şüpheli bir şeyi satar veya alırsa, hemen onu tasadduk etmesi emredilir.
Sonra ona zekât verilir ve onunla alım-satim yapması emredilir ve onun ismi,
kitaba "malının aslı zekattır." diye yazılır.
Netice olarak
beldelerde helal aramak çok güçtürler: "Bu zamanda, hasseten haramı almak
yoktur." buyurmuşlar ve: "Sen şüpheli olmayan şeyi bulamazsın."
demişlerdir. Cevheretü'l-fetâvâ'da da böyledir.
Zann-ı galip olan,
çarşı ahalisinin sattığının çoğu fesâddan hâli değildir.
Şayet haramhğı açıksa
onu satın almaktan kaçınılır.
Şayet alacak olursa,
alımı fâsid olur. Ondan başka birisi satın alırsa sahih olur, Gunye'de de
böyledir.
Bir adam, bir şeyi
satın aldıktan sonr, şüphesine binâen geri verebilir; bu caizdir. Âdet ve
rüzüm olarak, buna muhalefet edilemez. Si-râciyye'de de böyledir.
İmâm Ebû Hanife
(R.A.), bir adamın, eşyasını satarken onu övmesini mekruh sayardı. Mültekıt'ta
da böyledir. [237]
Tüccara vacip olan,
farz namaz vakitlerinde alım satımla meş-kul olup da, namazını terk etmemejk ve
namaz vaktinde ticâreti terk etmektir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.):
"Pis bir elbiseyi satmakta bir beis yoktur. Ancak, onu alacak olaş şahıs,
namaz kılan bir kimse ise, satan şahıs, durumu açıklar.f buyurmuştur.
Garâib'de de böyledir.
Nevâazil'de şöyle
zikredilmiştir: Nasıyr'den sorulmuş:
—Bir adam, yahûdi ve
nasraniden satın aldığı bir şeyde bir pislik görmezse, bunu yıkamadan
kullanabilir mi?
İmâm şu cevabı vermiş:
Bunda ruhsat olduğunu
umuyorum. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Kâdîhân, şöyle
buyurmuştur: Avcıdan serçe kuşları satın alınıp azad edilebilir. Onu bırakmakla
da, bırakanın mülkünden çıkmış olmaz.
Bürhanü'ddin ise:
"Bu caiz değildir. Çünkü malını zayi etmiş olur." buyurmuştur. Gunye'de
de böyledir.
İstibrası olmayan veya
gayr-ı meşru yoldan yaklaşılan cariyeyi satmakda bir beis yokdur.
Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bir adam, câriye satın
aldığında, onun sütü olursa, o satın alan şahsındır; onu satabilir. Bir adam,
bir câriye satar; müşteri onu geri vermek için, ona cima ettiğini inkâr ederse
yeminine razı olunur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, fâsid (=
bozuk) bir alış-verişle, bir câriye satın alırsa ona cima etmesi haram olmaz;
fakat, bu mekruh olur. Hızâneü'l-Müftîn'de de böyledir.
Yetime'de şöyle
zikredilmiştir:
Ali bin Ahmet'den
soruldu: Bir belde ve köy ahâlisinin tartı âletleri ağır olur ve onunla ibrişim
tartar, bu da satın alan şahsın belde ahâlisine karşılık olmaz yâni ağır olur;
bazılarının tartısına uyduğu hâlde bazılarının tartısına uygun olmazsa, o
fazlalık, satın alan şahsa helâl olur mu?
İmâm şöyle buyurdu:
—Hayır olmaz; o
fazlalık tamamen tasadduk edilir. Tartı âletlerinde ayrılık olduğu için cevap
aynıdır. Kabala olarak alman buğday fazla gelirse, bu fazlalık helâl olur.
Yalnız, bu fazlalık müdâribe ait olmaz. (O fazlalığa, ortağı ile müştereken
sâhif olur.) latarhâniyye'de de böyledir.
Fakıyh'ın şöyle dediği
nakledilmiştir:
bir adam, on dirheme
bir elbise sattığında, ona bu senindir; helâldir.'* denilmedikçe, onu kabul
etmez. Muhıyt'te de böyledir.
bir adam, et, balık
veya meyve satın alır; sonra da bu müşteri gider; helâl olur. bu şey, son satın
alan şahsa da helâl olur.
Bir adam hastalandığı
zaman, —onun izni olmaksızın —oğlu veya babasmmı onun ihtiyacım satın alması
caiz olur. Sirâdyye'de de böyledir.
Pislik yemeyi âdet
edinin devevi satmak, mekrûhdur. Tavukta böyledir.
Şihâb: "Temiz
buğdaya toprak katmak ve onu satmak doğru olma/-" buyurrmuştur. Ganyc'de
de böyledir.
bir adanı, bir câriye
satın abr fakat o, satan şahsın olmaz satan şahsın malı olmayan bir elbise
satın alırsa; bu cariyeye cima yapar veya bu elbiseyi giydikten sonra durumu
öğrenirse, bu müşteri günahkâr olur mu? İmâm muhammed (R.A.): "Gerçekten
cima da elbiseyi giymek de haram olur. Ancak günâhı satıcıya olur.*'
buyurmuştur.
İmâm ise: Cima helâl
olur ve o cariyeyi nikahlarsa me'cûr olur buyurmuştur.
Sonra, o cariyenin bir
başkasının nikahlısı olduğu, açığa çıkar; ikinci kocası da ona cima yapmış
bulunursa mes'ele söylediğimiz gibi ihtilaflı olur. Muhıyt'te de böyledir.
Demir, bakır ve
benzeri şeylerden yapılmış yüzük satmak mekruhtur.
Keza, kil denilen ve
yenilen çamuru satmak da mekruhtur. Kna-ye'de de böyledir.
Belde ahalisi ekmek ve
et fîatında anlaşma yaparlar ve bu fîatta şâyı olun bir adam da ekmek veya et
satın aldığında, satıcı onları noksan olarak verir, alıcı farkına varmazsa,
durumu öğrendiği zaman, geri giderek noksanını ister.
Eğer müşteri o beldeli
değilse, ekmeğin noksanını alır; fakat etin noksanını alamaz. TebyıVde de böyledir.
En iyisini bilen,
Allahu Teâlâ'dır. [238]
bulûğa erişmiş bir
oğul, ana ve babası kerih görseler bile, dinine ve dünyasına zararı olmayan bir
işi yapabilir mi?
Elbette bu oğulun
onlardan izin alması gerekir. Hizmet hususunda ise, anaya öncelik verilir.
Aliâii'l-Eimmeri'l-Hammâraî,
şöyle buyurmuştur: Âlimlerimize göre hürmet göstermekte, baba takdim edilir. (=
öne geçirilir.) Hizmette ise, ana öne geçer.
Ana ve baba, ikisi bir
eve girseler, evlad, baba ün ayağa kalkar, îkisi birden su isteseler, evlâd,
Önce anasına verir. Gunye'de de böyledir.
İmâm Mohammed (R.A.)
Siyer-i Kebiri'nde şöyle buyurmuştur: Bir adam cihadın haricinde —bir yere
gitmek istediğinde— ticâret için olsun, (nafile) hac için olsun, umre, için
olsun, —ana ve babası bundan hoşlanmazlar ve evlad onların zayi olacağından
veya fakir muzta-rip olacağından korkarsa; onlardan izin almadan gidemez.
ister, bu yolculukta
gemiye binip helak olmak gibi, yaya olarak sıcak da çöle girmek gibi, bir
tehlike olsun, isterse helak korkusu olmasın müsavidir.
Şayet, ana-baba zengin
olurlar da, herhangi bir zayi olma korkusu bulunmaz ise, evlad onlardan izinsiz
de yolculuk yapabilir.
Eğer evlâdın halâk
olma korkusu bulunursa, o takdirde, yine bu evlâd, izinsiz, yola çıkamaz.
Ancak, ebeveyninin izniyle yola çıkabilir. Zehıyre'de de böyledir.
Bilgi edinmek için
başka beldeye gitmekte böyledir.
Şayet bu çıkış
sebebiyle, bir tehlike yoksa, bu, ticâret için yolculuk yerindedir. Eğer ölüm
korkusu varsa bu cihat yerindedir. Eğer ticâret için, bir şehirden başka bur
şehre, gidecek kimse, şayet ticâret için güvenceli bir düşman diyarına
gidecekse; ana-baba, onun gitmesini hoş görmezler bile, yapılacak işte bir
korku bulunmaz ve gidilecek yerin halkı da sözlerini yerine getiren bir toplum
tanınıyorsa: bu durumda, ana ve babaya itaat etmemekte bir beis yoktur.
Bir adam, askerlerle
birlikte düşman beldesine ticârete gitmek istediğinde, ana-babası veya
ikisinden birisi bunu kerih görürler ordu kalabalık olup, düşman korkusu da
olmazsa, o oğulun, oraya gitmesinde bir beis yoktur.
Şayet askerin, düşmana
karşı koyamayacağından, zann-ı galip ile korkulursa, o takdirde oğul
ana-babasımn izni olmadan oraya gidemez. Seriyye gibi, az bir askerle, gitmekte
de ana ve babanın izni gerekir. Bu izin olmazsa, evlâd gidemez. Çünkü zann-ı
galip onun zayi olmasıdır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, ana ve
babasının izni olmaksızın ilim talebine (tahsiline) gidebilir. Bunda bir
sakınca yoktur. Böyle yapmak, ana-babaya asilikte olmaz.
Bu, gencin güzel yüzlü
ve çok genç olmadığı zaman böyledir. Aksi takdirde ana-babası, yavrusunu bundan
da men edebilir." denilmiştir. Fetâvâyi Kad&&ıı*da da böyledir.
Bir adam, bilgi
edinmeye çıktığında, eğer hem öğrenmesini, hem de ailesi efradım muhafaza
ederse, bu çok evladır.
Şayet ilim tahsiline
gidince çoluk çocuğunun zayi olacağından korkarsa, o zaman gitmez.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam ticâret için
bir gemiye veya başka bir şeye binmeyi mu-rad ettiğinde, geminin batması
ihtimalinde herhangi bir vasıta ile nefsini kurtarabilecekse, o gemiye binmesi
helâl olur.
Şayet, hiç bir şekilde
kendini boğulmaktan kurtaramayacaksa, o gemiye binmesi helâl olmaz.
Âlimlerimiz bu
mes'eleye güvenceli olan dâr-i harbi kıyâs etmişler ve: Eğer dâr-i harbe
girecek olan kimseyi müşrikler öldürmek isteyince, onun nefsini onların
öldürmesinden korumak ve katli def etmek imkanı varsa oraya girebilir.
Şayet nefsini koruma,
katli def etme imkânı yoksa, o şahsın oraya, girmesi helâl olmaz. Zehıyre'de
de böyledir.
Bir kadın mahremsiz
olarak üç günlük yola, yalnız başına gidemez. Üç günden fazla olunca da
aynısıdır.
Yol müddeti bundan
aşağı olursa ihlîtaflıdır.
İmim Ebû Yûsuf (R.A.):
"Bir günde olsa, kadının mahremsiz olarak yolculuk yapması
mekruhtur." buyurmuştur.
İmâm Ebû Hanife
(R.A.)'den de böylece rivayet edilmiştir.
Fakıyh Ebû Cafer şöyle
buyurmuştur: "Rivayetler, üç günde bi'l-ittifaktır. Fakat üç günden az olursa
bu ehvendir.*' Möhıyf te de böyledir.
Hammad (R.A.) şöyle
buyurmuştur: "Bir kadının, salih kişilerle mahremsiz olarak yolculuk
yapmasında, bir beis yoktur.
Sabî ve bunak mahrem
sayılmazlar.
Akıllı olan büyük
erkek mahremdir. Tatarhaniyye'de de böyledir.
Câriye ve ümmü veledin
de, zamanımızda mahremsiz yolculuk yapmaları mekruhtur. Kerderî'nin Vedâ'nde de
böyledir.
Zamanımızda fetva
(kadınların mahremsiz yolculuk yapmaları) mekruhtur. Siracîyye'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
AUahu Teâlâ'dır. [239]
Karz (= ödünç vermek)
: Dirhemleri, dinarları veya benzeri olan şeyleri, bir kimseye verip sonra,
onun benzerim geri almaktar.
Borç ise: Bir şeyi,
belirli bir müddet vâde ile satmaktır. Tatarhâniy-ye'de de böyledir.
Fakıyh şöyle
buyurmuştur: İhtiyacı olan bir kimsenin borç istemesinde Ödeme niyetinde
olursa bir sakınca yoktur. Şayet, bir kimse ödemeyi kasdetmeksizin borç
alırsa, bu durumda, o şahıs haram yeyici olur. Gunye'de de böyledir.
Bir adam ölür ve
üzerinde borç bulunursa; N&tifi: "Eğer niyeti borcunu ödemek idiyse,
âhirette müahâze olmayacağım (= sorumlu tu-tulmayacaf;m) umarız, demiştir.
Hızâneta^Miiftm'de de böyledir.
Bir kimsenin
alacaklısı kaybolur; yeri yurdu ve ölümü sağ mı olduğu bilinmezse, onu
beldelerde aramak gerekmez. Gnoyc'de de böyledir.
Naayr'dan soruldu:
Bir adam, borcunu
inkâr eyledi. Alacaklı ona yemin etmesini teklif edebilir mi? Yoksa yemin
vermeden onu terk mi eder?
İmâm şöyle buyurdu:
Alacaklı muhayyerdir. (İsterse yemin verir. İsterse vaz geçer.)
Bu borçlu ölürse, borç
vârislere intikâl eder.
Eğer vârisler, bu
borcu öderse, borçlu da borçtan kurtulur.
Ödemeyi
geciktirmesinin ve inkâr etmesinin günâhı ona aittir.
Eğer vârisler, borcu
ödemez ise, ecir alacaklıya aittir, vârislere değildir. Hftrî'de de böyledir.
Alacaklı ölür, borçlu
da, borcunu inkâr ederse; ahirette ecri ister yemin versin, isterse vermesin,
alacaklıya aittir. Şayet borçlu, borcunu vârislere öderse, borçtan kurtulmuş
olur. Borçlu borcunu ikrar ederken, alacaklı ölürse, ekseri âlimler:
"Âhiretîe da'vâ hakkı, birinci alacaklının değildir." demişler;
bazılar da "onundur." buyurmuşlardır. Fskıyb Ebû'1-Leys: "Borç
Öncekinindir." demiştir. Hn&neCOl-MiUIİıı'de de böyledir.
Zalim bir kimse,
ölenin alacaklı olduğu kimselerden, o borçlan alsa, bu durumda ölenin
alacakları, onlarda baki kalır. MüUekaî'da da böyledir.
Bir adamda, insanların
alacakları olsa, bu adam da alacaklıları tanıyamasa; o miktarı kaza niyetiyle
fakirlere tasadduk eder ve Allahu Teâîâ'dan da af diler.
Şayet o, borçlarını
ana ve babasına veya çocuklarına sarfederse, yine ma'zur olur.
MntekeUim İsmail şöyle
buyurmuştur: Bîr adamın üzerinde, karışık kişilerin alacağı olur ve o kimin ne
kadar alacağı olduğunu bilemezse, onun tamamını, o toplumun hayrına, fakirlere
tasadduk eder. Ve, bu durumda borç, uhdesinden çıkmış olur.
Bir kimsenen ,
borcunun cinsini tasadduk etmesi şart değildir, (yüz lira para borcu olan kimse
bunu para olarak değilde, buğday, arpa veya başka bir şey olarak ödeyebilir.
Ganye'de de böyledir.
Bir adam, borçlu
olarak ölür; vârisleri de onun borcunu bilemez ve onun bıraktığı mirası yerse;
Şeddat: "Vârisler sorumlu tutulmaz." buyurmuştur.
Şayet vârislerden
birisi, onun borçlu olduğunu bilirse, Ölenin terekesinden, onun borcunu öder.
önceden bildiği halde,
sonradan ölen babasının borcunu unutan oğul, ahirette sorumlu olmaz.
Bırakılan emânet de
böyledir. Unutulur da sahibine ödenmez ise, ahirette sorumlu olunmaz. [240]
Bir adamın, diğer bir
adama borcu olduğunda, ikisi bir yolda gidiyor olurlar; karşılarına da
soyguncular çıkar ve onların mallarını almak isterler, bu durumda borçlu olan
şahıs, borcunu, alacaklısına verirse; bazı âlimler: "O, borcundan
kurtulmuş olur. Alacaklının kabul etmemesi doğru olmaz." buyurdular.
Falayb EbftMeys ise:
Bana göre, o durumda
İken, alacaklı, alacağını alıp kâbûl etmez.'' buyurmuştur. Fetâvİyi KâdEhaa'da
da böyledir.[241]
Borcu yüzünden
habsedilen bir şahsın da, başkalarından alacağı bulunsa; hâkim onu hapsaneden
çıkarır. Şayet bu şahıs alacaklarını alıp, borcunu ödeyemezse, hâkim onu tekrar
hapseyler. Smvânü'l-Kazâ'da da böyledir. [242]
Bir müslümanın, bir
hiristiyanda alacağı olduğunda, o hiristiyan, şarap satıp, parasını borcunun
yerine müslümana verse, o müslümanın onu alması caizdir. Çünkü hiristiyanın
şarap satması mubahtır.
Şayet borçlu da,
alacaklı da müslüman bulundukları hâlde, borçlu olan müsîüman, şarap satarak,
parasını alıp. borcuna karşılık diğer müslümana verse; alacaklının onu alması
mekruh olur. Sirâcü'I-Vehhâc'da da böyledir. [243]
Zâd isimli kitapta
şöyle zikredilmiştir:
Bir adamın, başka
birisinde alacağı olduğunda, alacağının mislini alıp tasadduk ettikten sonra, o
aldığının katkıntılı olduğunu anlarsa, İmâm EbÛ Hanîfe (R.A.)'ye göre, ona
karşı yapacağı bir şey yoktur.
İmameyo'e göre, bu
şahıs, aldığı katkıntılı dirhemlerin benzerini geri verip yenisini almaya
başvurur.
CsmrüVSagîr kitabında,
İmam-Mahammed (R.A.) de, İmâra Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlini benimsemiştir.
Sahih olanı da budur.
Müzcıarat'ta da böyledir. [244]
Bir adamın, alacaklı
olduğu şahıslar huzarda bulunmazlar ve alacaklı: "Benim, kimde atacağım
varsa, ona heîâl.olsan." derse, İmâm-Muhammet! (R.A.): O adam, alacaklı
olduğu adamlardan alacağını alır." buyurmuştur. İmam Ebû Yûsuf (R.A.) ise:
"Bu caizdir. Onlarda, alacağı varsa, helâl edilmiş olur. Başka birinde de
alacağı var da, ondan da vaz geçip - jbrâ eder = ve borçluyu muhayyer kılarsa,
ibrası sahih, muhayyerlik ise bâtıl olur. Hızâisetü'l-Müftiif de de böyledir.
Bir adam: "Bütün
alacaklarımı teberru eyledim, (yâni alacaklarımdan vaz geçtim.)" der;
borçlular da bu sözü, onun ağzından duymazlar ve alacaklı onlardan herhangi
birisini niyet etmezse; Ebû'1-Ktam: "İbnı Mukâtil âlimlerimizden
rivâyeten, bu durumda borçlular, borçlarından kurtulmuş olmazlar."
demiştir.
"Bana borçlu
olanların tamamına hakkım helâl olsun." demiş olsaydı; İboü Mukâtil
"Bizim bilginlerimize göre yine borçlular borcundan kurtulmuş
olmazlardı." demiştir.
Kez'â, bir adam: Benim
Rey şehrinde bir şeyim yoktur.*' dedikten bir gün sonra gelip: "Rey'de
bulunan şu ev, yirmi senedir benimdir." derse, meşâyihimize göre, o ev
onundur.
İbnü Mukâtil
"Benim indimde, bu meselelerde borçlular, borçlarından kurtulmuşlardır. O
şahsın Rey'deki ev benimdir." dâvası da dinlenmez." demiştir.
Tatarhâniyy 'de de böyledir. [245]
Bir adam (evlâdına):
"Filânın oğluna beş dirhem veriniz; gerçekten ben, onun malından birşeyler
yemiştim." der; onlar da, o adamı onun vârislerine verirler.
Şayet vârislerini de
bulamazlarsa, onun adına fakirlere tasadduk ederler.
Şayet yalnız karısını
bulurlar, başka da vârisleri olmazsa, Ebû'l-Kaam: "Eğer karısı, kocasının
Üzerinde mehrinin olduğunu iddia eder, başka vâriside tanınmazsa, ona mehri
verilir." demiştir.
Şayet, mehir
iddiasında bulunmaz ise, o kadına ancak dörtte bir verilir. Bu, kadın
"adamın çocuğu yoktur." derse böyle olur. Gunye'de de böyledir.
Bir kimsenin, bir
bakkalın yanına, ondan istediğini almak mak-sadiyle, dirhemler bırakması mekruh
olur.
Bu mes'elenin ma'nası:
Gerçekten, fakir bir adamın dirhemleri bulunur, yanında bulunduğu müddetçe de
onun zayi olacağından veya onu harcayacağından Korkar, ekseri ihtiyacı da
bakkalla olur, (tuz, kibrit ve benzeri gibi zaruri şeyler) onları istediği
vakitte alacak bozuk parası da bulunmazsa, işte o zaman, bu ihtiyaçlarını vakit
vakit almak için dirhemlerini bakkala bu dirhemleri karşılığında ahş-veriş
yapana kadar durmak Üzere-verirse, bucâiz olur mu?
Bu hareket mekruhtur.
Çünkü bu fii'lin husulünde bunlar bir borç olup, bunda menfaat te'mini söz
konusu olur; işte bu da mekruhtur.
Buna çâre: Fakir olan
zat, dirhemini bakkala emânet bırakır; sonra da ondan ihtiyacını borç olarak
alır. Neticede emânetini alıp, borcuna mukabil verir. Bu durumda maksud,
kerahatsız olarak hâsıl olur. Nİhİye'de de böyledir.
Tecrîâ'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, kuyumcuya,
bir dirhem gümüşünü, yüzük yapmasını " emreder, yapma Ücretini de bir
dânik olarak anlaşır ve yapılan yüzük bir dirhemden fazla olursa, onu alması
caiz olmaz. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimsenin, bin
dirhemin yansım borç olarak yarışımda ticâret yaptırmak üzre, başka bir şahsa
vermesi caizdir. KerderTnin Vecizi'-nde de böyledir. [246]
Bir adamın, sirke,
reçel, şıra, süzülmüş bal süzülmemiş bal, zeytin yağı, sâde yağı gibi şeyleri
borç vermesi caizdir.
Tartı ile, demiri borç
almak da caizdir.
Tunç ve bakırda
böyledir.
Demir külünk, balta,
testere, keser, çanak, çömlek, hububat gibi şeyleri borç almak caiz değildir.
Eğrilmiş ipliği, tartı
ile borç almak caizdir.
Camı borç almak caiz
değildir.
Bi*l-umum meyveleri
borç almak caiz değildir.
Kuru yonca, saman,
zift gibi şeyler de böyledir. [247]
Borçlar da, bize göre
müddet tesbiti yapılmaz. Tıtarhâniyye'de de böyledir.
NevftzO'de şöyle
zikredilmiştir.
Borçlu, alacaklıya
gelip, onu sayması için, alacaklıya borcunu verir, o da, o anda alacaklının
elinde zayi olursa, borçlunun malı olarak zayi olmuş olur. Ve borcu baki kalır.
Şayet borçlu:
"Say" demez; alacaklı da onu alıp, sonradan, sayması için borçluya
geri verir ve borçlunun elinde zayi olursa, alacaklının malı olarak zayi olmuş
olur. Zehiyre'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [248]
Hifiz E&â'Meys
şöyle demiştir: Hükümdarlara (mazeretsiz) gitmek mekruhtur. Böyle fetva
verilir.
Sonra da "bunun
mubah olduğuna" fetva verilmiştir. Gıyâsiyye'de de böyledir.
Bir adamıs hükümdar
çağırıp ondan bir şeyler sorduğunda, doğruyu söyleyince, kendisine hoşuna
gitmeyecek bir şey isabet edecek olsa bile, o şahsın hakka muvafık konuşmaması
uygun olmaz.
Bu hâl, kendisinin
ölümünden veya bir azasının kesilmesinden, yahut bir başkasının malı ve
canının telefinden korkmadığı zaman böyledir. Şayet bunlardan korkarsa,
doğruyu söylememesinde bir sakınca yoktur. Fetikvfiyi Kldihân'da da böyledir.
Alîah'dan başkasına
tavazu(= boyun eğmek) haramdır. Mülte-kıt'ta da böyledir.
Bir adam, hükümdara
selâm verme kasdıyla secde etse veya onun Önünde yeri öpse, kâfir olmaz. Fakat,
büyük bir günah kazanmış olur.
Muhtar olan budur,
Fakıyh Ebû Cafer;
"Şayet, hükümdara ibâdet niyyetiyle secde eder veya bir niyeti olmadan
secde ederse gerçekten kâfir olur." buyurmuştur. Cevâhiru'-l-Ahlâîi'de de
böyledir.
Harp ehli, bir
müslümana: " Hükümdara secde et. Aksi taktirde, muhakkak seni
öldürürüm." derse; âlimler; "Eğer, onu itîâdet olsun diye emreyledi
ise, efdâl olan secde eylememektir. Kâfir olma emredilince sabretmek
gibi...Şayet ibâdet için değil de, selâmlama veya ta'-zim etme için emrederse,
efdâl olanı, onu yapmaktır. Fetâvâyi KâdUta'da da böyledir.
CamtaVSajpr'de şöyle
zikredilmiştir:
Büyük bir adamam
önünde, yeri öpmek haramdır, bunu yapan da, yaptıran da günahkârdırlar.
Tıtubtafyye'de de böyledir.
Âlimlerin, zâhidlerin
önünde yer öpmek, câhillerin işidir. Böyle yapan da, ona razı olanda günahkâr
olur. GsriUb'de de böyledir.
Hükümdar veya bir
başkasının, önünde eğilmek mekruhtur. Çünkü, böyle yapmak mecûsiye benzemek
olur. Cevfthiru'l-Akttti'de de böyledir.
Selâm verirken eğilmek
mekruhtur. Böyle yapmak yasaklanmıştır. TİmurtâşTde de böyledir.
Allah'dan başkasına secde
etmek caiz değildir.
Allah'dan başkasına
ayakda, elini tutarak ve eğilerek hizmet etmek caizdir. GarâıVde de böyledir. [249]
Bir kimsenin, başkası
için, kendi elini öpmesi mekruhtur. Şayet, bir kimse başkasının elini öperse,
elini öptüğü zat, âlim bir' şahıs veya âdil bir hükümdar olur da onun elini
ilmi veya adli için öperse, bunda bir sakınca yoktur. Semerkant Âlimlerinin
Fetvâlan'nda da böyledir.
Eğer âlim olmayan bir
şahsın âdil olmayan bir sultanın elini, müslümana hürmet ve ikram olsun diye
öpmuşse, bunda da.bir beis yoktur.
Eğer onunla ibâdet
kasdederse veya onunla dünyevi bir ikrama nail olmak niyetiyle yaparsa, işte
bu mekruhtur.
I, bunun kerâhaüyle
fetva vermiştir. Zehıyre'de de böyledir.
Âlim ve âdil sultanın
elini öpmek caizdir. Başkasının elini öpmeye ruhsan yoktur.
Muhtar olanda budur.
Giyisİyye'de de böyledir.
Bir âlimin veya
zahidin ayağı, öpmek üzere istenirse, buna ruhsat yoktur. Kabulde edilmez.
Bazı âlimler: "Bu
istek, kabul edilir." buyurmuşlardır.
Âlim ve zâhid bir şahsın,
başını ve elini öpmek istemek de böyledir. Gaı-âib'de de böyledir.
Arkadaşı ile
karşılaşınca, kendi elini öpmek câhillerin işidir. Böyle yapmak bil-cima
mekruhtur. Hızinetü'l-Müniıı'de de böyledir. [250]
Fakıyh Ebû Cafer
et-Hinduvânî'nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Bir erkek, diğer bir
erkeğin yüzünü öptüğünde, eğer adam Âlim /eya Fakıyh ise, bunda bir beis
yoktur.
Zâhid ise de,
böyledir. Bununla, dinin şerefini murad ediyor demiktir.
Câmin's-Sapr'de:
"Bir erkeğin, diğerinin yüzünü veya başım Öpmesi mekruhtur" diye
zikredilmiştir. Mnhıyt'te de böyledir.
Bir erkeğin, diğerinin
ağzını öpmesi veya elini öpmesi yahut ondan bir şey öpmesi İmâm Ebû Hanffe
(R.A.) ve İmam-Muhtmmed (R.A.)'e göre mekruhtur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Bunda bir beis yoktur." buyurmuştur. Elbise üzerinden,
şehvetsiz olarak kucaklaşmakta da bi'1-ittifak bir sakınca yoktur. Fetâvâyi
Kidmâa'da da böyledir.
Bîr kadının, diğer bir
kadınla karşılaştığı veya ayrılacağı zaman, onun ağzını veya yanağını öpmesi
mekruhtur. Gönye*de de böyledir.
Yaşlı bir zat,
yolculuktan geldiğinde, onun yaşlı bir bacısı olur ve onu öpmek isterse;
nefsinden korkması hâlinde, bu caiz olmaz; değilse caizdir.
Buna İmâm Ebû Yösaf
(R.A.)'nın muhalefet ettiği rivayet olunmuştur. Hâvî'de de böyledir.
Ebû el-Leys şöyle
buyurmuştur: Öpmek beş türlüdür:
1-) Merhamet
öpüşü: Ananın yavrusunu Öpmesi gibi..
2-) Selâm
öpüşü: Bazı müzminlerin, ba'zılannı öpmesi gibi..
3-) Şefkat
öpüşü: Çocuğun ana-babasını öpmesi gibi...
4-) Sevgi
öpüşü: Bir adamın, kardeşini ahrndan öpmesi gibi...
5-) Şehvet
öpüşü: Bir adamın, karışım ve cariyesini Öpmesi gibi... Bazı âlimler, buna
diyanet öpüşünü de ilâve eylemişlerdir. Hacer-i esvedi öpmek gibi. Tebyîa'de de
böyledir.
Ebâ Bekir şöyle
demiştir:
Bir babanın müşteha
olmayan küçük kızını öpmesi haram olmaz. Bazıları da: "Kadın yaşlanıp
şehvetten kesilse, mes'ele hâli üzeredir. Ancak, kardeşinin onu öpmesi
haramdır. Hâvî'de de böyledir.
Musafaha caizdir.
Sünnet olan, örtülü veya açık olan elini, diğer şahsın eline koymasıdır.
Hızâneiü'l-Feiâvâ'da da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [251]
İmâm-Muhunmed (R.A.),
iki ortağında temelinde müşterek oldukları bir ev hakkında şöyle buyurmuştur:
Bu ortaklardan birisi
olmadan, diğeri, o evi başka birisine icara vermek, veya birisini o eve
oturtmak istese; bu Allahu Teâlâ ile kendi arasında bir iştir. Bu şahsın
hükmen men edilmesi uygun olmaz.
Eğer icara verir ve
ondan icar alırsa, o alının Ücretten ortağının hissesine bakılır: O miktarı,
ortağına verir; aksi taktirde, bunu tasadduk eder. Ve, bu durumda o adam, gâsıb
hükmünde olur:
îcâra verip ücret
alırsa; hakkını gasbeylediği zata hissesini verir veya o nisbeti tasadduk
eder.
Kendisine âit olan
hissesi, temiz ve helâldir.
Bu o eve başkasım
oturttuğu zaman böyledir.
Şayet, bizzat kendisi
o evde oturur ve ortağı da ortada bulunmazsa; durum, başkasını oturttuğunda
olduğu gibi kendisi ile Allahu Teâlâ arasındadır.
Uyun'da şöyle
zikredilmiştir:
Eğer, bu ev,
aralarında pay edilmemişse ve onlardan birisi de huzurda yoksa, hazırda olan,
kendi hissesi kadarında oturur. Tamamında da oturabilir.
îki kişinin ortak
bulunduğu hizmetçi de böyledir. Hazırda bulunan ortak, kendi hissesi kadar, ona
hizmet yaptırır. Ancak ortak olunan hayvana, hazır bulunan ortak binemez.
NevâziTde de
zikredildiğine göre, Mubsmmed bm Mufcâiil: Hazırda olan ortak, hissesi kadar
evde oturabilir." demiştir.
İmâm Muhammet! (R.A.)
:Hazırda olan ortak, içinde oturmayınca yıkılacağını, harap
olacağını bilirse; evin tamamında
oturur." buyurmuştur.
Ebû Mâlik, İmâm Ebâ
Yûsuf (R.Â.) ve İmâm Ebn Hsnîfe'den rivayet ederek şöyle demiştir:
Arazi ve eve ortak
olan şahıslardan, huzurda bulunan yalnız hisesi kadarını eker ve o kadarında
oturur. Hişâm'ın Nevâdiri'de ise: "Bu durum, iki yönlüdür." diye
yazılmıştır. MnhıyCte de böyledir. [252]
îki kişinin ortak
bulundukları bir hayvana, onlardan birisi biner veya yük yükletirse, ortağının
hissesini öder. Snğra'da da böyledir.
Bir topluluğun ortak
bulduğu bir eve, bu ortaklardan bazılar, hayvanını bağlasa; bazıları orada
abdest alsa; bazıları da, ot, odun koysalar bu durumda hiç kimse tazminatta
bulunmaz.
Bu eve, diğerlerinden
izinsiz olarak, ortaklardan hiç birisi kuyu ka-zamaz ve içine ev yapamaz.
Şayet kuyu kazar ev
yaparsa, tazminatta bulunur. Ve yaptığı evi yıkması" ona emredilir.
Fetâvâyi Anlbiyyede de böyledir.
Ebû'l-Kisisn'dan:
"Bir adam sokakdaki kendi mülküne bir yol yaparsa, durum ne olur?"
diye sorulunca, O, şu cevabı vermiş: —Hakim ona nazar eder, şayet sokak halkına
bir zaran yoksa, tevsik edilir ve men edilmez. HftvTde de böyledir. [253]
Bir adam, umûmun
yoluna, kimseye zarar vermeyecek şekilde, bir gölgelik yapsa, İmâm Ebû Hatife
(R.A.) yoluna müslümanların onu kaldırmaya hakları vardır. Sahih olan budur.
İmâm-Muhasamed
(R.A.)ise: *'Yaptırmamaya haklan vardır; fakat, kaldırmaya hakları
yoktur." buyurmuştur.
İmâm Ebâ Yûraf (R.A.)
ise: "yaptırmamaya da, yıkdırmaya da haklan yoktur." buyurmuştur.
Şayet müslümanlara
zarar veriyorsa, her bir müslümarun onu yaptırmamaya ve yıktırmaya hakkı
vardır.
Bir adam, sokağa karşı
penceresi olmayan bir gölgelik yapmak isterse, bize göre onun zararının olup
olmadığına itibar edilmez; ortaklarının iznine itibar edilir.
Umûmun yolu üzerine gölgelik
yapmak, mubah olur mu? Fakıyh Ebû Cafer ve Tahâvî, şöyle buyurmuşlardır:
Mubah olur. Davacı
olmaz ise günâh olmaz. Da'vacı olursa, yapması mubah olmaz.
İraâmeyn: "Ammeye
zarar vermiyor ise, ondan faydalanmak mubah olur." buyurmuştur. Mahıyt'te
de böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir adamın duvarının
çamuru müslümanlan meşkul ediyorsa, kıyâsa göre bu duvar yıkılır. îstihsanda
ise yıkılmaz ve hâli üzere bırakılır.
Nadr bin Mehaaımed
et-MervezS, bu zât İmâm Ebâ Hantfe (R.A.)'nin arkadaşı ve dostudur) şöyle
buyurmuştur:
Bir adam, evinin
sokağı karşı olan duvarının sıvasını kazımak ve sonra da onu sokağın çamuru ile
sıvamak isterse, böyle yapması caiz olur.
Nfidr Un Yaftyi'dan,
"Sokağa doğru çıkmış ağacın ve komşusunun duvan üzerine konulan ağacın
durumu nedir? diye sorulmuş. O şu cevabı vermiş:
Duvan yıkmak ve ağacın
fazlasını kesmek istediği zaman, eğer böyle yapması sokağa nüfuz ediyorsa
(zarar veriyorsa) onu yıkmaması emredilir.
Eğer çok önceden öyle
ise, ortağının da onu yıkma hakkı yoktur. Şayet yıkacak olursa, "tekrar
yapması" emredilir.
Şayet burayı sahibi
yıkacak olursa, tekrar yapması emredilmez. Ta-tarfeâniyye'de de böyledir.
Mfintekâ'da şöyle
denilmiştir: Bir adam» umûmun yolu üzerine, bir tuvalet veya gölgelik yapmak
isterse; ondan men edilir.
Eğer yapar ve sonra da
da'vfl edilirse; duruma bakılır: Eğer zararı varsa, onu kaldırması emredilir.
Zararı yoksa, bırakılır.
İmâm-mubamaıed (R.A.)
şöyle buyurmuştur.
Bir adam, helasını
evinin haricine çıkarmak isterse, kimseye zararı olmaması hâlinde öyle yapar.
Komşusuna eziyet veren
şeyden, diğer komşu men edilir.
Bir adam, komşularının
rızası ile sokağa bir hela yaparken, onun yapımı bitmeden, komşuları men
edebilirler. Kendilerine zararı olmasa bile, bu durumda komşuları, onu yapmasına
mâni olabilirler. Garâib'de de böyledir.
Ebû el-Leysin
Fetvİlan'nda şöyle zikredilmiştir:
Bir adam, sokağa
acılan kapısının önüne, hayvanlarını koymak için bir yer (ağıl) yaparsa, sokak
cihetinede pencere koymasa bile, sokak halkı bu ağılı yıkabilir. Fakat,
yıkmazlarsa hayvanları oraya koymasına mâni olamazlar.
Bu, iki ortak
arasındaki ev gibidir. Onlardan herbirisi, kendi hissesinde oturur; fakat,
kuyu kazıp oraya bina yapamaz.
Evin önüne ağıl yapıp,
hayvan koymak bizim beldemizde âdettir. Herkes evinin Önünde hayvanlarını
tutabilir. Zebıyre'de de böyledir.
Semerksnl FervâUn'nda
şöyle denilmiştir:
Bir adam, evini
yıktığında, onu geri yapmayınca, komşuya zarar veriyorsa; bu şahıs onu yapması
hususunda şayet gücü yetiyorsa cebredilir.
Muhtar olan ise,
cebredilmemesidir. Zehıyre'de de böyledir.
Büyük bir bina
satıldığında, onu satın alan cemaattan her biri, kendi hissesine bir oluk
korsa; komşuları onlan men edebilir mi?
Bazı müftîler:
"Bu zamanda, komşuların men hakkı yoktur." diye fetva verdiler.
Fftloyh Ebû Nur, söyle
buyurmuştur:
Umûma âit nehrin
(kanalın, su yolunun) kenarına, ağaç dikilir ve bu gelip geçene zarar-vermezse,
işte bu mubahtır. Dileyen bunu yapar ve vakfeder. Fakat, imamlarımıza göre,
böyle yapması doğru olmaz.
Muhammed bm Seleme
şöyle buyurmuştur:
Bir adam, kapısına bir
seki yapıp içine hayvan koysa, bu doğrudan uzak olmaz.
Şeyh Ebû Nasr'da böyle
buyurmuştur. Muhiyt'te de böyledir. Fetâvâyİ Kâdîhân'da zikredildiğine göre
ise, o şahsın
Böyle yapmaya hakkı
yoktur.
Ebû'l-Kâsım'dan soruldu:
Bîr adam, evinin kapısı hizasına, evi ile nehirin kenarına, evi cadde kenarında
ise ağaç dikmesi mekruh olur mu?
İmâm şu cevâbı verdi:
O ağaçlar, nehre ve
insanlara zarar vermiyor ise, onun için genişlik vardır, (yâni bu durumda ağaç
dikebilir.) Kendisinden sonrakiler de (vârisleri de) o ağaçlara sahip olurlar.
Hâvî'de de böyledir.
NevâziTde şöyle
zikredilmiştir:
Umûma âit bir nehrin
kenarına dikilen, bir ağacı o nehre (kanala, su yoluna) ortak olan bir zat,
sökmek istediğinde, şayet o ağaç umuma zarar veriyorsa, onu sökebilir.
Bu durumda en güzel
olanı ise, durumu hâkime bildirmektir. Böylece, ağacın sökülmesine, o emir
vermiş olur. Zehıyre'de de böyledir.
Ebû'l-Leys'in
Fetvâlan'nda şöyle zikredilmiştir: Müslümanların yolundan çamur veya toprak
almak (yâni yolu temizlemek) caizdir. Hatta, böyle yapmak evlâdır. Muhıyt'de
de böyledir.
Yolun ortasından
balçık, nehrin kenarından toprak almak, umumun hakkı olduğu için-câiz
değildir. Ancak, valinin izni olursa o zaman caiz olur.
Nevâal'de şöyle
denilmiştir: Şayet, bu çamuru almak, yola zarar vermez ise, onu almakta bir
beis yoktur."
Görüldüğü gibi,
Nevlzfl'de valinin izni de zikredilmemiştir. Mu kavillerin ikisi de güzeldir.
Gunye'de de böyledir.
Ebû Bekir'den
sorulmuş:
Bir adam yolda çamur
yapsa ve bu gelip geçene mâni olmasa, durum ne olur?
İmâm şu cevabı vermiş:
Halkın gelip geçeceği
kadar yer bırakmışsa, çabucak kaldırması şar-tiyle, ondan men edilmez.
Muhammed bin Seleme
ise, bunu caiz görmüştür. Hivî'de de böyledir.
EbıVI-K&sm'dan,
Mete'nin toprağının başka yere götürmenin caiz olup olmadığı soruldu.
İmâm: Onu götürmek
caiz olmaz.'* buyurdu.
Bunda, bir beis
yoktur" diyenler de olmuştur. Garâib'de de böyledir.
Vakfedilen bir
havuzdan, bir adamın, bir testi su alması ve onu havuzun kenarına koyması uygun
olmaz. Şayet öyle yapar da ona da bir zarar isabet ederse, onu tazmin eder. (=
öder.) Zehıyrc'de de böyledir.
En doğrusunu bilen,
Allahu Teâlâ'dır. [254]
Bir adamın, fâsıka (=
günahkâr) olan karısı, fâsıklıktan vazgeçi-rilmezse, onu boşaması gerekmez.
Gunye'de de böyledir.
Nevâzil'de şöyle
zikredilmiştir:
"Bir adam,
zekerini karısının ağzına girdirse, bu gerçekten mekruh c'ur;
denilmiştir."
bunun hilafım
söyleyenler (yani "Bu mekruh olmaz." diyenler) de olmuştur.
Zehıyre'de de böyledir. [255]
Kıskançlığı yüzünden,
bir kadın kocasının cariyesini döver öğüt de dinlemese, bu durumda kocası da
onu dövebilir. Gunye'de de böyledir. [256]
İmâm Şâfîî (R.A.)'den
sorulmuş:
Kocası hanefî
mezhebinde olan bir kadın, hayzının onbirinci günü, kocasıyla cima edebilir
mi?
İmâm:
"Müftî kendi
mezhebine göre fetva verir; fetva isteyenin mezhebine göre değil."
buyurmuştur. Tatarhâniyye'de de böyledir. [257]
Bir câriye ölüm
hastalığına yakalanırsa, efendisinin onu, "hür olarak ölmesi için,*' azâd
eylemesi evlâ olur. Gunye'de de böyledir. [258]
Bir kadının, kocasının
izni olmaksızın, bir sabiyi emzirmesi mekruhtur. Ancak, bu kadın, sabînin
ölmesinden korkarsa bu durumda izinsiz emzirmesinden dolayı, bir sakınca
yoktur. Fetâvâyi KâdMn'da da böyledir. [259]
Bir kimse içki ve
benzeri gibi haram olan bir şeyi, başkası için evinde bulundurduğunda, eğer
onun haram olduğuna inanan bir müs-lüman için, evinde bulunduruyorsa, bu mekruh
olmaz.
Ancak, o şeyin mubah
olduğuna inanan bir kimse için bulundurursa» (bir kâfir için bulundurmak gibi)
işte bu mekruhtur. Tatarhâniy-ye'de de böyledir.
Bir kimsenin sirke
yapmak için evinde içki bulundurması caizdir. Ve, bu günâh değildir.
Şayet bir kimse,
evinde oyun ve çalgı aletlerinden bir şey bulundurursa; bu mekruh olur. Ve ne
kadar onu kullanmasa bile, bu şahıs günahkâr olur. Fetâvâyi Kâdîbân'da da
böyledir.
Âmirlerden ve
başkalarından bir topluluk, fesad mahallinde toplandıklarında, onları bir,
İslâm âlimi o kötülükten men ettiği halde, onlar vazgeçmeyip, o günâhla meşgul
olurlarsa, hükümdarın adamlarından bir toplulukla, âlimlerden bir topluluk,
birlikte oraya giderek, onları dağıtır ve içkilerini dökerler. Küpleri kırar
ve tulumlarını yararlar. [260]
Uynn'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse,
müslümanlann içki küplerini kırıp, tulumlarım varsa: bunu da hasbeten lülah
yapsa; tazminat gerekmez.
Z.\ır\met ehli için de
bu böyledir. Yani emr-ibi'1-ma'ruf yoluyla ya pını_a, tazminat gerekmez.
Tsîflrtıâniyye'cle de böyledir.
Câhil olan bir
ihtiyarın, genç bir âlimin önünde yürümesi, ondan önce oturması ve konuşması
münâsib olmaz. Sirkiyye-de de böyledir.
Genç olan âlim, âlim
olmayan şahsın Önünde yürür. Âlim olan zat, âlim olmayan Kureşi'nin de önünde
yürür. Zendüveysî şöyle buyurmuştur:
Câhilin üzürinde,
âlimin hakkı; talebenin üzerinde hocasının hakkı gibidir.
Talebe, hocasından
önce konuşmaz ve onun yerine her ne kadar hocası hazır olmasa bile oturmaz.
Hocasının sözünü reddeylemez ve hocasının önünde yürüyemez.
Kadının hakkı,
kocasının hakkından azdır. Kocanın kadın izerinde hakkı, daha çoktur.
Kadın, kocasının
islediği ve mübâh olan her şeyi, kocasına verir.
Kocasının malını,
kendi malından daha önde tutar ve korur. Kerde-rî'nin Vecîzi'nde de böyledir.
NecnuVl-Eimme Hilmi
şöyle buyurmuştur:
Bir adam bir banyo ve
yüznumara yapar, önada ışık alması için bir pencere kor; o pencerenin
karşısında da bir komşusu bulunur ve hv. ,
komşu da şikayet ederek: "Bize bakılıyor." derse-orası
evin Üzerin de veya kapı yanında ise-pencereyi kapatma hakkı yoktur.
Bir adam, kendi yerine
dan eker; onu sulayinca da komşularının evinden su çıkarsa, onların, onu men
etme haklan yoktur. Gnnye'de de böyledir.
Hiç kimse, yoldan
geçen su arkını kaldıramaz ve bu hususta, dâva açma hakkına da sahip olamaz.
Gsaye'dc de böyfe#r.
Şehir halkının
toplandığı yerin toprağım kaldırmak caiz olmaz. Fakat orası bozulur ve ihtiyaç
kalmaz ise, o zaman caiz olur. Kenterî'nin yedri'de de böyledir.
Teadri'l-Mlfcetol'ta
zikredildiğine göre, İnm MrtttUttd (R.A.) şöyle buyurmuştur:
tki komşunun tavanları
\'r olduğunda, birisi, diğerinin evinin duvarından çıkmak isterse, o biri onu
men edebilir. Her şahsın, evininin Üzerine kendi duvarından çıkması gerekir.
Naara'd-cffn: "Kıyâs da böyledir." buyurmuştur. Zekıyrc'de de
böyledir.
Yeüme'de şöyle
zikredilmiştir;
EbÖ HtnkTden sordum: Bir
adamın arazisinden, onun rızâsını almadan bir gün veya yarım gün su
akıtılabilir mi?
Evet, akıtılabilir.
Bu, Hemeyri'1-Veberf'nin nassidır," cevabım verdi: Tatartıaniyye'de de
böyledir.
Yolda yürüyen bir
şahıs, bu yolda su bulunduğu için geçemiyor-sa, yolun bitişiğindeki tarladan
geçmesinde bir sakınca yoktur.
Semerkant
Fetvaları'nda bu mes'ele tafsilatlı yazılmıştır: Şayet adamın çiti, duvarı
varsa; o yıkılarak geçilmez; yoksa, o zaman geçilir.
Hulâsa, itibar halkın
âdetine göredir.
NeyftziTde şöyle zikredilmiştir:
Bir adam, başkasının
yerinden geçmek isterse; başka yol olması hâlinde, o /erden geçemez.
Kğeı başka yol yoksa
ve yer sahibi men etmez ise, geçebilir. Eğer men ederse, geçemez.
Şayet başka yol olduğu
hâlde, ordan geçilemiyor; beriki adam da men etmiyorsa, ordan geçer. Eğer men
ederse geçemez.
Bu, bir kişi
hakkındadır. Fakat, cemaat çok olursa, onlardan hiç biri, rızasız geçemez.
Zehıyre'de de böyledir^
Zoraki de olmuş olsa,
tarla sahibi mülkünden geçen yola razı olmuşsa, o yoldan gelip geçmek caiz
midir?
Ebû Bekir şu cevabı
vermiş:
Şâzan bin İbrahim,
Kattan sokaklarından geçer ve oraya katırını bağlardı. Isfehan sokaklarında da
öyle yapardı, Naayr da öyle yapardı. Umumun yaptığı budur ve bunda bir beis
görmüyorum." Fakıyh'da şöyle buyurmuştur:
Bende gördüm o sokak
ehlinin cenazelerini baş ka yoldan götürdüklerini gördüm ve o yoldan gitmekten
hoşlanmadılar da: "Bu bir eziyettir." dediler.
Âlimler: "Avamın
sözünden, âlimlerin sözü elbette üstündür. O yoldan gitmekte ve cenazeyi
götürmekte bir beis yoktur." dediler. Hâvî'de de böyledir.
Bir adamın, diğer bir
adamın yerinden geçen bir su yolu olur ve o su yolunun içinde yürümek de mümkün
olmadığından, onu ıslah etmek isterse; o yerin sahibi, ona mâni olabilir.
O yerin sahibine:
"onu bırak da su yolunu ıslah eylesin, (yapsın, onarsın.)" denir.
Ebû'l-Leys şöyle
buyurmuştur:
"Biz duvar
hakkında, bu sözü kabul ederiz.
Meselâ: Bir adamın
duvarının yüzü, başkasının yerindedir. Duvar sahibi, duvarını sıvamak ister; o
yerin sahibi de duvar sahibini, kendi yerine (arsasına) koymak istemezse; onun,
duvarını sıvamasına mâni olma hakkı yoktur.
Yalnız, arsasından
toprak ve çamur aldırmaz. Belliâ'de şöyle buyurmuştur: Arsasına, o adamı
sokmayabilir.
Eğer duvar yıkılır,
onun toprağı komşusunun toprağına karışır ve onu taşımak istese, ona yol
yoktur. Ancak oraya girip, kendisine ait olan taş ve toprağı
çıkarabilir."denilmiştir.
Bunun mânası: Yer
sahibine "Sen mi çıkarırsın; yoksa toprağını çamurunu duvar sahibinin
çıkarmasına izin mi verirsin?" denilir. Zehıy-re*de de böyledir.
Nâtifî'nin Vâkıâö'nda
şöyle zikredilmiştir:
Bir adamın arsasında,
başka birinin su yolu olduğunda, bu şahısın o arsaya girme hakkı yoktur.
Yalnız, uygun olan, o su yolunun içinden gider.
Şayet su yolu çok dar
ve yürümesine mâni ise o yere yine giremez.
"Bu cevap, İmâm
Ebû Hanife (R.A.)'ye aittir." denilmiştir.
İmâmeyn'e gelince;
şöyle buyurmuşlardır: Nehir sahibinin, nehrin kenarında hakkı vardır ve oradan
gidip gelebilir.
Bu mes'elenin
açıklanmasında şöyle denildi: İmâmeyn'e göre nehir sahibi, arsa sahibinden,
nehrin kenarını satın alır. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adam, izinsiz
olarak, başka birisinin arazisinden geçer ve ona ekinini tepelemek gibi bir
zarar verirse, helâlleşmesi gerekir.
Ona, bir zararı
olmamışsa, helâlleşmeye hacet yoktur.
Ancak o yerin sahibi
görmüşse, yine helâlleşmek gerekir. Çünkü, ona eziyet vermiştir.
Şayet geçme hakkı
varsa, oradan atı ile, eşeği ile geçmesi için» bu şekilde geçmesine cevaz
olduğunu tesbit etmesi gerekir. Gunye'de de böyledir.
Necmü'l-Eimmeti'I-Buhârî
şöyle buyurmuştur:
Bir adam, rızaları ile
ana ve babasının evine bez dokuma tezgâhı koyarsa, o eve bitişik olan
komşuların, onu men etmeye haklan yoktur.
Bir adam, nefsi için,
evine değirmen kursa; komşusu onu men edemez. Ancak, ücret almak için koyarsa
o zaman men edebilir.
Komşular, takırtı
(gürültü) yapan komşularını, yatsı namazının sonundan, fecrin doğuşuna kadar
uykularına zarar veriyor ise men edebilirler. Gunye'de de böyledir.
Bir adam, bostan
yapıp, komşusunun evinin yanma da bir ağaç dikse; Ebû'l-Kâsm, "Bunda hakkı
yoktur. Ağacını komşusuna zarar vermeyecek kadar uzağa diker." demiştir.
Felâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir adamın, bir
buzluğu bulunduğunda, komşusu onun yanına fınn yapmak istese, onu yapması men
edilemez.
Evlâ olanı ise, böyle
yapmamasıdır. Sirkiye'de de böyledir.
Ebûl-Kâsım'dan
sorulmuş:
Bîr adam arsasına bir
ahır yapar; orada da, daha önce komşusunun evi olmuş olsa; ve ahir komşusuna
zarar verse durum ne olur?
İmâm:
Eğer zarar hayvanların
komşunun duvarını kazımaları sebebiyle oluyorsa, ona mâni olur; değilse
hayvanların yüzünden mâni olamaz." diye cevap vermiştir, Gıyi&iyye'de
de böyledir.
Bir ekmekçi,
manifaturacıların arasına bir dükkan açsa, ona mâni olunur.
Ve böylece, umuma
zarar veren her şey men edilir. Eba'1-Kâam, böylece fetva vermiştir. MüHekıt'ta
da böyledir.
Kokusu kimseye zarar
vermeyen, hatta lezzet veren şeyleri satmak için açılan dükkana mâni olunmaz;
lokantalar gibi... Ancak, devamlı duman yapıyorsa o müstesnadır. Gunye'de de
böyledir.
Mnhammed bin MokiÜl'den
sorulmuş:
Bir adam, birinden
zoraki, arpasını veya samanını yahut yağını alırsa ne olur: İmim:
Gasbeylediğinin
kıymetini verir; geride kalan kendisine helâl olur." buyurmuştur.
İmâm, burada sehven
"kıymetini" demiştir. Sahih olan, gasbeylediğinin mislini
vermesidir.
Ftlayh Ebö'l-Ieys
şöyle büyümüştür:
Gerçekten bazı
zâhidierden hikâye olmuş ki: Bir adamın nöbeti (= su sırası) gelmeden, bağma su
aksa; o bağın kesilmesi gerekir.
Halbuki biz "bağ
kesilsin." demeyiz. Bu durumda, o bağın mahsûlünün bir kısmını tasadduk
etmek güzel olur.
Hüküm bakımından ise,
tasadduk gerekmez. Muhıyt'te de böyledir
Fakıyh Ebâ'l-Kâsım'dan
sorulmuş:
Bir adam, başka bir
adamın, izni olmaksızm-tarlasını ekmiş; tarla sahibinin haberi yok; Mahsûl
meydana gelince haberi olmuş ve razı da olmuş. Bu mahsûl ziraatçıya helâl olur
mu?
İmâm: Evet; buyurmuş.
Eğer tarla sahibi razı
olmamış; sonradan razı olmuşsa, helâl olur mu?
İmâm:
"Evet olur."
buyurmuş.
Fakıyh Ebü'1-Leys: Bu
istihsândır. Biz bunu kabul ederiz." buyurmuştur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam,
mutasarrıfından, ziraat için bir hûz yer alsa (Hûz yer, diye sahibinin ekip
biçmeye gücü yetmeyip, haracanı da veremediği ve faydası müslümanlara olsun
diye, hükümet başkanına yâni imâma geri verdiği haraç arazisine derler.)
Ebû'I-Kâsım şöyle buyurmuştur: Ziraatçının nasibi, kendisine helâldir.
Eğer böyle olan bir
yer bağ veya bahçe ise, sahipleri de biliniyorsa, böyle bir yerin mahsûlü,
ziraatçıya helâl olmaz.
Eğer bilinmiyorsa, o
zaman helâl olur. Çünkü böyle bir yer. hâli, (= boş) bir yer menzilindedir.
Uygun olanı, çıkan
mahsûlün yarısını fakirlere tasadduk eylemesi-dir. Eğer yapmaz ise, günahkâr
olur. Ziraatçının hissesi ise helâldir. Onun rızası ile yiyenlere de helâldir.
Zamanımızda, böyle
şeyler şüpheli olduğundan, müslümana yakışan haramdan kaçınmaktır.
Bir kadının kocası,
sultandan almış olduğu böyle bir yerde oturuyor olsa; kadında: "Ben,
seninle hûz yerinde oturmam." dese Fakıyh Ebû Bekir: "O kadının, o
yerden yemesi gasp olmaz; onu yemesine ruhsat vardır." buyurmuştur.
Bir koca, karısı için
aslı helâl olmayan maldan yiyecek ve giyecek satın aldığında, kadın için
bunu yeme ve giyme ruhsatı vardır; günâhı
kocasına aittir. Fetâvâyi Kâtfhân'da da böyledir.
Serahsi Şerhinde şöyle
buyurmuştur:
Bir topluma, haksız
yere haraç vermeleri tevcih edilirse; evlâ olan, herkesin kendi hissesine
düşeni vermesidir.
Bir adamın malı ve
efradı ailesi olur ve onları korumaya gücü yeterse, efradı ailesini zayi etmez
ise, işte bu efdâldir.
Eğer bunları koruyamaz
ise, efradı ailesinin muhafazası evlâ olur. Malma gelince, onları koruma
yoluyla hediye eder. Geri almaz ise, ne âlâ... Geri alırsa da helâl olur.
Cevâhirü'I-Ahlâtî'de de böyledir.
İsmail, şöyle
buyurmuştur:
Bir adam, kendisine
zararı dokunan şahsa, tekrar tekrar selâm verir ve ona iyilik eder; tâki o ezâ
veren şahıs, onun kendisini sevdiğini zannetsin ve ezasından vazgeçsin.
Bunların birbiriyle
helallaşmaları da gerekir.
Abdül-Obber'da
aynısını söylemiştir.
İsmail şöyle
buyurmuştur:
Ezâ veren bir şahısla,
o anda helâlleşmek olmaz; çünkü, o öfke ile doludur. Kendisine ezâ verilen de
öfkelidir, affetmeyebilir.
Helâlleşmeyi tehir
için bir mazeret yoktur. Gunye'de de böyledir.
Adet olduğu üzere, bir
çobana, koyunları, "ağılında veya tarlasında yatırmak üzere" azık,
ekmek vermek caiz değildir.
koyunlar çobanın
kendisinin ise yine böyledir. Çünkü o rüşvet otur.
Bunun çâresi: Bir
kimse, sahibinden emânet olarak birkaç adet koyun alır ve o koyunların sahibi,
koyunlarını emânet alan şahsın yanında, çobana emreder, ve ona tarla sahibide
ücret olarak değil de-ihsan olarak bir miktar meblağ verir. Çoban da,
koyunları, o adamın tarlasında veya ağılında yatırır.
"Şayet çoban,
koyunların sahibinin emriyle yatırmaz, yalnız aldığı rızık sahibinin verdiği
şey için yatırırsa; yine rüşvet olur." denilmiştir. Gunye'de de böyledir.
Kaylûle (= gündüz
uykusu uyumak ve bununla faydalanmak) müstehâbdır. Zira Allah Resulü (S.A.V.):
"Siz gündüz uyuyunuz; gerçekten şeytan, gündüz uyumaz." buyurmuştur.
Gıyutyye'de de böyledir.
Arpa ve
buğday yığınlarının başında
gündüz uyumak da müstehapdır.
Bir kimsenin temiz (=
abdestli) uyuması da müstehaptir. Bir müddet sağ tarafına, kıbleye karşı yatıp
sonra da sol tarafa dönerek uyumak da müstehaptır. Sirâciyye'de de böyledir.
Gündüzün öncesinde,
günün ilk saatlerinde uyumak mekruhtur. Akşam ile yatsı namazları arasında da
yatıp uyumak mekruhtur. Ben ba'zı yerlerde şöyle yazılı oluğunu gördüm: Hz. Alî
(K.V.), birinci yatsı vakti ile ikinci yatsı vakti arasında uyumayı severmiş.
Uygun olan, orta halli
döşekte yatıp uyumaktır. Döşek, fazla yumuşak, veya fazla sert olmamalıdır.
Sağ eli, sağ yanağın
altına koyarak yatmak da uygun olur. Yakında, kabrinde, amellerinden başka
kimse olmayarak, yapya-lınız yatacağını düşünerek yatmak da uygun olur.
"Sağ yan üzerine
yatmak, mü'min yatışı; sol yan üzerine yatmak hükümdar yatışı; sırt üstü-semaya
karşı yatmak, peygamberler yatışı; yüzü üzerine-yere karşı-yatmak ise
kâfirlerin yatışıdır." denilmiştir.
Şayet karnını
doldurmuş ve onun ağrımasından korkarsa, karnının altına bir yastık koyarak,
onun üzerine yatmakta bir beis yoktur.
Bir kimse, uyuyacağı
zaman, Allahu Teâlâ'yı tehlil (= lâilâhe illallah); tahmid (= Elhamdülillah)
tesbih( = sübhânellah) diyerek, zik-reyler. Uykusu gelene kadar böyle yapar.
Gerçekten uyuyan,
yattığı üzere uyanır; ölen de öldüğü üzere dirilir. Yerinden, sabahtan önce
kalkar.
Hakikatan yeryüzü,
zina edenin yıkanmasından Allahu Teâlâ'-ya şikâyet eder. Ve haksız yere
akıtılan kandan şikayet eder. Sabahtan sonra yatandan da şikayet eder.
Bir mü'min Allahu
Teâlâ'yı zikrederek uyanır. Allahu Teâlâ*-nm haram kıldıklarından sakınarak
yaşamaya gayret eder ve o gün Allah'ın kullarından hiç bir kimseye haksızlık
yapmamaya niyet eder. Fe-lâyâyi Âhû'da şöyle zikredilmiştir:
Kadı Biirhanüddin'den
sorulmuş:
Bir adam, dağdan
değirmen taşı söker; bir kısmım da sökülmeden bırakırsa; onu başka birisi gelip
söker mi?
İmâm:
"Evet,
söker." buyurmuştur. Ve söktüğü o (ikinci) adamın olur. Çünkü, önceki adam
onu Öylece terkeylemiştir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Buğday veya arpa
yığınının bilinmeyen bir tarafına necaset dokun-sa, ondan bir veya iki ölçek
çıkarılır; yıkanır veya o bağışlamak suretiyle mülkünden azledilir; kalanın
temizliğine hükmedilir ve yenilmesi helâl olur.
Âlimlerimizden bu
hususta bir rivayet yoktur.
Âlimlerimiz, bu şekli
Siyer kitabından çıkardılar.
Şöyle ki: Zimmet
ehlinden bir adam, ehli harbin kalelinden birine girdi. Müslümanlar da, o
kaleyi muhasaraya aldılar; sonra da o kaleyi fetheylediler ve adamlarını
çıkardılar ve o zimmînin onların içinde olduğunu iyi biliyorlardı. Ancak
bizzat kim olduğunu tanımıyorlar ve onlardan her birisi, kendisinin zimmî
olduğunu iddia ediyordu. İşte o zaman, müslümanların, onların hiçbirini
öldürmeleri helâl olmuyor.
Şayet o zimmî
girdikten sonra, o kale ehlinden birisi ölür veya öldürülür yahut onlardan
birisi çıkıp giderse işte o zaman, diğerlerini öldürmek, müslümanlara helâl
olur. Çünkü onlardan birisi Öldürülür veya ölürse yahut kaleden çıkıp giderse
onların içinde katlı haram olan bir kimsenin olup olmadığı yakînen bilinemez.
Bu durumda katlı haram olanın, öldürülen veya ölen yahut çıkıp giden şahsın
olması caizdir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir iaşenin, et yağı,
yağa karışsa, onu mum yapmak ve onunla deri dabağlamak caiz olur. Şayet yağ
daha fazla ise bu böyledir; değilse caiz olmaz. Sirâciyye'de de böyledir.
Bir sabîye karşı,
anlamadığı bir kağıt okunur. Sonr?. da o sab" büyürse, o kağıtta yazılı
olan şey hakkında, bu sabinin şahitlik yapması caiz olmaz.
Görmüyormusun ki,
içinde ne olduğunu anlamıyan bir büyüğe karşı, bir kağıt okunsa; onda olan şey
hakkında onun şahitliği: caiz olmuyor. [261]
Fakıyh, şöyle
buyurmuştur:
Bazı insanlar, yatsı
namazından sonra konuşmayı kerih gördüler; bazıları da: "Caizdir."
dediler.
Fakıyh şöyle
buyurmuştur:
Yatsıdan sonra
konuşmak, üç nevidir:
Birincisi: Bilgi
müzâkeresi yapmak. îşte bu, uykudan efdâldir.
İkincisi: Efsâne,
yalan hikayeler söyleyip-dinlemek maskaralık yapmak ve gülmek. îşte bu
mekruhtur.
Üçüncüsü: Yalandan ve
boş sözden kaçınarak, sohbet etmek. Bunda bir beis yoktur. Ancak bundan vaz
geçmek daha üstündür.
Eğer sohbet edilecekse
en uygun olanı, Aziz ve Celil olan Allah'ı zikretmeye yönelmektir; teşbih
çekmek, istiğfar eylemek ve vaktin sonunu hayırla tamamlamaktır. [262]
İçinde bulunduğu
beldenin ve diğer beldelerin havadisini sormak ve haber vermekte de muhtar olan
kavle göre bir beis yoktur.Hüiâsâ'da da böyledir. [263]
Bir âlimin, kendi
nefsinden bahsetmesinde yani insanların faydalanmaları için, Allah'ın ni'meti
olarak bilgisini açıklamasında bir sakınca yoktur. Garâib'te de böyledir. [264]
Fakıyh şöyle
buyurmuştur: timin birçok nevdir vardır. Ve bunların hepsi de Allah katında
güzeldir. Fıkıh ilmi gibi olanıda yoktur, İnsana en uygun olanı, diğer
ilimlerden daha çok ehemmiyet vererek fıkıh ilmini öğrenmesidir.
İnsan fıkıh ilminden,
bolca nasibini aiınca, uygun olanı, zühd ilmine, hâkimlerin hikmetine ve
salihlerin şemâline (menkibelerine) bakmasıdır.
Her insanın, namaz,
abdest ve diğer dini mes'elelerin hükümlerini ihtiyacı miktarı öğrenmesi
farzdır.
Ma'şiyetini
(helâlinden) temin etme ilmini bilmesi de farzdır.
Bunların dışında kalan
ilimleri öğrenmek farz değildir. Şayet öğrenirse, o daha efdâl olur. Ancak,
bunları terkeder ve öğrenmezse günahkâr olmaz. Sirâciyye'de de böyledir.
Nevâzü'de, Ebû Âsim
şöyle buyurmuştur:
Fıkhı bırakıp da başka
sözler öğrenmek müflislerin âletidir. Tatar-hâniyye'de de böyledir. [265]
Kıbleyi ve namaz
vakitlerini bilmek için, yıldızlar ilmini öğrenmek-de de bir beis
yoktur/Fazlasını öğrenmek gerekmez. Kerdeif nin VecSzF-nde de böyledir. [266]
Kelâm ve münazara
ilimlerini, ihtiyaçtan fazla öğrenmek mekruhtur. Bu mes'ele hakkında:
"Fazla münazara ve mücâdelede, mübalağa mekruhtur. Çünkü bu, bid'at, fitne
ve inançta şüpheyi yaymak olur. Bu ise, cidden memnudur (= yasakdır.)
Cevâhirü'l-Ahlâtî'de de böyledir.
îyice bilinmedikçe,
kelâm mes'elelerinde münazara yapılmaz. İmâm Muhammed (R.A.), o hususta
münazara yapardı. Çünkü, ehildi. Mitt-tekit'te de böyledir.
Şeyhü'1-İmâm
Sadru'I-İslâm Ebû'l-Yüsr şöyle buyurmuştur:
Ben, önceki âlimlerin
tevhid ilmi kitaplarına baktım; bazısında felsefeler-buldum; (îshak el-Kindî,
istikran ve bunların benzerleri gibi...) bunlar, tamamen din-i müştekimden
çıkmış ve doğru yoldan kaymışlardır. Bu tür kitaplara bakmak, evde bulundurmak
caiz değildir. Çünkü bunlar şirk ve sapıklıklarla doludur.
İmâm yine buyurmuş:
Ben, yine pek çok
kitap gördüm ki mutezileler tarafından, bu fenne dair tasnif edilip
yazılmışlar Abdü'l-Cebbar er-Râzi, el-Cübbâî, Ka'bî, Nizâm ve başkaları
gibi... Bunları da okumak ve evde bulundurmak itikatta şüpheye vehme düşmemek
için caiz değildir.
Keza, mücesseme
denilen taife, bu fenne dâir çok kitap tasnif eylemişler. Muhammed bin Heysam
ve benzerleri gibi... Bunlara da bakmak, evde tutmak helâl olmaz. Çünkü bunlar
serdir ve bid'at ehlidir. İmâm Eş'arî, mutezile mezhebinin tashih etmek esteyen
kitap yazdı, Al-lahu Teâlâ onu hidâyet üzre üstün kıldı da mu'tezile mezhebini
tashih için yazmış olduğu bütün kitapları nakzeyledi.
Ancak, şu da bir
gerçektir ki ehl-i sünnet ve'I-cemaat olan bizim âlimlerimiz de, bazı
mes'elelerde hata eylediler; onların içinde Ebû'l-Hasan'da vardır.
Her kim, mes'elelere
vâkıf olur ve hataları tanırsa, onun bu tür kitaplara bakmasında ve evde
bulundurmasında bir beis yoktur.
Şâfü (R.A.)'nin
ashabının tamamı, Ebû'l-Hasan'ın üzcniıde karer eylediğini aldılar ve hatalar
dahada çoğaldı.
Ebû Muhammet! Abdullah
bin Said el-Kalta'nî'nin tasnifâtım almak ve evde tutmakta bir beis yoktur. Bu
zat, Ebûl-Hasan el-Eş'ari'den öncedi; ve sözleri muvafıktır. Sözleri, ehl-i
sünnet ve'1-cemaatın sözlerine uygundur. Ancak on kadar meselesi, ehl-i sünnet
ve'1-cemaatin görüşüne aykırıdır. Bu hataları bilmek şartiyle, onu okumak
helâldir. Zahîriyye'de de böyledir.
Kınanmış, yerilmiş
bilgilerden biri de, felsefe bilgisidir. Onları okumak caiz değildir. Bu, bu
hususta derin bilgisi olmayanlar için böyledir. [267]
İlimler üç kısımdır:
1-) Menfaatli
(= Faydalı) ilimler. Bunları öğrenmek vâcibdir. Bunlar ma'budu bilmek; helal,
haram, emir nehiy ilimlerini bilmek. Peygamberlerin gönderilmiş olduğunu
bilmek gibi...
2-) Kaçınılması
vacip olan ilimler: Sihir ilmi, tılsım ilmi, ihiyaçtan fazla nücum (yıldızlar)
ilmi gibi...
İhtiyaç kadar ilmi
nücum bilmekte bir beis yoktur. Vakitleri, güneşin, fecrin doğuşunu kıble
cihetini ve gideceği yolu bilmek gibi...
3-) Faydasız
ilimler: Cedel ve münazara ilmi gibi...
Bunlarla meşgul olmak,
Ömrü boş yere zayi etmek olur. Ahiret için bir fayda vermez. Hakkı izhar için
değil de, hasmını kahretmek için, onunla meşgul olmak doğru olmaz.
Bununla, hükümler
arasından tenakaz çıkarılır.
Ömrü zayi etmeksizin
cîünya ve âhiret menfaati olan şeyle meşgul olmakda bir beis yoktur; hatta daha
da evlâdır. Cevâhirü'I-Fetâvâ'da da böyledir.
îki adam namaz ve
benzeri gibi şeylerin ilmini öğrendiklerinde, onlardan birisi, onu başkalarına
öğretmek için; diğeri de kendisi amel etmek için öğrense, ilki daha efdâldir.
Hızânetü'l-Müftra'de de böyledir.
Münazara ve hilede,
temviyeh caiz midir?
Temviyeh; Bir şeyi,
cinsinin hilafı ile yaldızlamak; bir şeyi, diğer şeye karıştırmak demektir.
Bir kimsenin,
kendisini mahcup düşürmek isteyen kimseye karşı, onu tarh edip düşürmek için,
böyle konuşması helâldir; bunun hilafı ise, helâl değildir.
Bir adamın, nefsine
karşı yapılan her hileye mukabil hareketi ve kendini zelil etmek isteyeni def
etmesi; hangi yoldan olursa olsun meşrudur, Muhıyt'te de böyledir.
Câmiü'I-Cevâmî'de
şöyle zikredilmiştir:
Bir âsiyi, isyanından
vazgeçirmek için, ona ilim öğretmek câizdfr. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Arabca, cennet ehlinin
lisanıdır.Kim onu öğrenir veya başkasına öğretirse, işte o kimse
mükaâfatlanır. Sirâciyye'de de böyledir.
Fakıyh Ebû'I-Leys
şöyle buyurmuştur:
Bilgiyi ancak
güvenilir kişiden almak uygun olur. Garâib'de de böyledir.
îlim ve fıkıh
talebi-niyet sahih olursa-yer ehlinin tamamının amellerinden daha üstündür.
Niyet sahih olduğu
zaman, fazla ilimle meşgu olmak da böyledir. Çünkü faydası umûmidir.
Ancak, kişinin ilimle
meşguliyeti, farz olan amellerine noksanlık vermemelidir.
Sahih niyet diye, Yüce
Allah'ın rızasını ve âhireti kasdetmeye; dünya ve rütbe için olmayan niyete
derler.
"Şayet, bir kimse
cehaletten kurtulmayı, halka faydalı olmayı, ilmi canlandırmayı dilerse, bu da
sahih niyet olur." denilmiştir. Kerderi'-nin Vecîzi'nde de böyledir.
Bir kimsenin niyetini
tashihe gücü yetmez ise, ilim öğrenmemesi, öğrenmesinden daha efdaldır.
Garâib'de de böyledir. [268]
ilim Öğrenen şahıs
için uygun olan, kendisinden onu öğrenmek isteyen kimseye karşı bahil (= cimri)
olmamaktır. Mes'eleyi açıklamak için, onu yazmaktır. Çünkü onun kasdi, halka
menfaat için ilim öğrenmekti. Onu halktan men etmek münâsip olmaz. Abdullah
bin Mübarek (R.A.) şöyle buyurmuştur: Her kim ilmiyle bahillik yaparsa; (=
cimrilik ederse) o şahıs, şu üç belâdan birisine uğrar:
1-)Ya ilmi
gitmiş (= unutmuş yok gibi olmuş) olarak Ölür.
2-)Veya
hükümdarla mütelâ olur.
3-)Yahut
hifzeylediğini unutarak belâlanır. [269]
İlim Öğrenene lâyık
olan, ilme ta'zim eylemesidir. Ve, kitabını yere bırakmamasıdır. Tuvaletten
çıkınca kitaba bakmak isterse, hemen ab-dest alması veya ellerini yıkamak
müstehabdır. Talibin abdest aldıktan sonra kitabı eline alması uygun olur.
îlim öğrenene yakışan
şey, yemeyrtçmeyi, uyumayı terk etmeksizin, nefsinin muhafazasını da terk
etmeksizin kadınlardan uzak olup kifayet miktarı dünyalığa râzi olmaktır.
İlim Öğrenen şahıs,
insanlarla muaşereti ve onların arasına karışmayı azaltmalı; boş şeylerle
meşgul olmaktan kaçınmalıdır.
İlim öğrenen şahıs,
devamlı okumalı ve mes'eleleri arkadaşları ile veya yalnız başına müzâkere
etmelidir.
îlim öğrenen kimseye
yakışan şey, kendisi ile insanlar arasında bir münazaa veya da'vâ olduğu zaman
rıfk ve insaf ile muamele etmek ve kendisi ile câhil bir kimse arasındaki farkı
belli etmektir.
îlim öğrenene yakışan
şey, hocasının haklarına riâyet etmek ve edebini muhafaza ederek, onun malından
bir şey almamak ve onun sehvine de uymamakdır. GtriUb'de de böyledir. [270]
Muallimin (öğretmenin)
hakkı, ana baba ve diğer insanlar üzeri-jıe takdim edilir.
Bir kimsenin, üstadına
(= kocasına) "mevlânâ" (= efendimiz, büyüğümüz) demesinde bir sakınca
yoktur.
Hz. Ali (R.A.), oğlu
Hz. Hasan (R.A.)'a şöyle buyurmuştur: "Mev-lâyın önünde ayağa kalk."
Bu sözü ile hocasını kasdetmişth\ Keza, bir şahıs hakkında:
"Üstadım ondan
hayırlıdır; efdâldir." demekte bir sakmca yoktur.
Bir harf bile olmuş
olsa, onu öğretene tevazu edilir.
Bir kimsenin hocasını
mahcup etmesi (utandırması) uygun olmaz. Bir kimse, hocasının üzerine hiç bir
kimseyi tercih etmez. Eğer tercih ederse, İslâm'ın sağlam kulpunu koparmış
olur.
Hocanın kapısını
çalmayıp, kendisi çıkana kadar beklemek, ona tazim etmek cümlesindendir. [271]
İlim, ehli olmayana
öğretilmez; ehlinden de gizlenmez.
Bir kimse, ilmi
ehlinin gayrisine öğretirse, o zayi olmuş olur. Ehlinden ilmi men etmek de
zulüm ve haksızlık olur. [272]
İbn-i Mukâtil şöyle
buyurmuştur: İlme bakmak, kulhüvallahü ehad'i beşbin defa okumaktan efdâldir.
Tslarbâniyye'de de böyledir.
Bir adam, Kur'an'ın
bazı yerlerini öğrense, sanra da boş vakit bulsa, o şahıs, Kur'an'ın tamamını
Öğrenir.
Bir kimsenin fıkıh
ilmini öğrenmesi Kur'an'ın tamamını öğrenmesinden efdâldir, Fetâvâyi
Kâ'dîhân'da da böyledir.
Bir adam, gece namaz
kılmaya imkan bulur; gündüzde ilim öğrenme imkânı olursa; eğer zekâsı yerinde
ve fazla bilgili aklediyorsa, gecede nafile namaz yerine-ilme bakması daha
efdâldir,
Kur'an'ın tamamını
öğrenmek nafile namaz kılmaktan efdâldir. Hizânetü'l-Mnffin'de de böyledir. [273]
Fakjyh buyurmuştur:
Bir muallim, sevap
routrad eder ve amelinin peygamberlerin ameli gibi olmasını isterse, onun, şu
beş şeyi muhafaza etmesi gerekir:
Birincisi: Ücret şart
koşmayıps bir şey veren olursa alır; veren olmaz ise, onu terk eder.
Şayet heceyi Öğretmek
ve çocuklara ezber ypptırmak için, karşılıklı olarak ücret şart koşarlarsa, bu
caiz olur.
İkincisi: Devamlı
abdestli bulunmak.
Üçüncüsü: Öğretmesi
sırasında, talebelerine, öğrendikleri ile amel etmelerini öğütlemek.
Dördüncüsü: Çocuklar
arasında adaletli olmak. Aralarında nizahla-şırlarsa zenginlerin çocukları
tarafına meyletmemek.
Beşincisi: Çocuklara
kuvvetli vurmayıp, haddi tecâvüz etmemek. Çünkü kıyamette hesaba
çekilecektir. .
Köy ehli, halktan
tohum toplayarak, imam için ekerlerse; âlimler: "Bu tohum, imamın diye
söylenmedikçe meydana gelen mahsûl tohum sahiplerine âit olur."
demişlerdir. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Fakıyhler, (= âlimler)
için beytü'l-mâlden bir nasip yoktur.
Ancak, âlim kişi,
nefsini Kur'an ve fıkıh okutmak için meşgul ederse ona, beytü'l-mâlden maaş
verilir. Hâvrde de böyledir.
Kitâbü'l-Kâdî'de şöyle
zikredilmiştir: Kâdı'mn (= hâkimin) yetim malından teberru etme hakkı yoktur.
Onları muhafaza hususu müstesnadır. [274]
Fakjyh Ebû'1-Leys
(R.A.) şöyle buyurmuştur: Bazı âlimler, erkeğin ayakta bevletmesine ruhsat
vermişlerdir. Bazıları da buna: "Mekruhtur." demişlerdir. Özür hâli
müstesnadır. Biz de böyle deriz. Muhıyt'te de böyledir.
Ayyakkabıyı yakmak
veya suya atmak, faydasız yere malı zayi etmek demek olduğu için
mekruhtur.Sirâciyye'de de böyledir. [275]
Ebû Bekir'den
sorulmuş:
Bir kimsenin ölümü
temenni etmesi (istemesi)mekrûh olur mu?
İmâm, şu cevabı
vermiş:
Eğer ölümü, geçim
darlığından veya düşmanın yurduna girmesine
öfkesinden yahut
malının gelmesinden veya benzeri şeylerden dolayı istiyorsa, işte bu
mekruhtur. Nefsine ma'siyetin (= günâhın) isabet edeceği korkusundan
istiyorsa, bunda bir sakınca yoktur. Hâvî'de de böyledir. [276]
Bir adam evde iken
zelzele olsa, dışarıyı kaçması mekruh değildir; bilakis bu müstehabdır.Rivayet
olunduğuna göre, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir duvarın yanından geçiyordu
ve bu duvar, yıkılmaya meyletmişti. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, yürümesini
süratlendirdi:
O'na:
Allah'ın.kazasından mı
kaçıyorsunuz? denildi. Fahr-i Kainat (S.A.V.) Efendimiz: Allah'ın kazasından
Allah'ın kazasına kaçıyorum." buyurdu. [277]
Abdurrahman bin Avf
(R.A.) Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Bir beldeye bir
hastalık vâki olursa; oraya girmeyiniz.. Sizin içinde bulunduğunuz yerde vâki
olursa, ordan çıkmayınız.
Hastalıktan murad
vebadır. Tahâvî, Miişkîlü'l Âsârı'nda şöyle buyurmuştur.
Bu hadisin te'vili,
i'tikadı sıyanet (= muhafaza) içindir. Amma "hcrscy Allah'ın
lakdiriylcdir." diye bilirse o isabet etmez. Ancak Allah'm yazdığı isabet
eder. O zaman, girmekte de, çıkmakta da bir beis yoktur. [278]
Fakıyh, şöyle
buyurmuştur:
İnsana müstehap olan
insanları idare etmek; onlarla iyi geçinmektir.
Uygun olanı, kişinin
sözü yumşak, yüzü güleç olmakdır.
tyi İle de fâcir ile
de; sünnî ile de ehl-i bid'at ile de-müdâhene etmeksizin, taviz vermeksizin
(ki, o kendi mezhebine râzi olduğunu zann etmesin) konuşmak uygun olur.
Sîrâciyye'de de böyledir. [279]
Evini icara veren bir
kimsenin, bu evine girip, icarcıya selâm vererek, evini kontrol etme hakkı
vardır.
karcının izni olsun
veya olmasın bu böyledir. Ve bu, İmameyn'e göredir.
İmam Ebû Hanife
(R.A.)*ye göre, İcarcının izni olmaksızın, ev sahibi, bu eve giremez.
Tatarhaniyye'de de böyledir.
Bir adam, birisinden
bir şey alıp kendi evine kaçsa, eşyası alınan zat, onun evine girip, onun
aldığı şeyi geri alır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın, diğer
birisinin evne, bin dirhemi düşer ev sahibine bildirince de vermeyeceğinden
korkarsa; onun evine izinsiz girebilir mi?
İbni Mukâtii şöyle
buyurmuştur:
Uygun olanı ehli salah
(Allah'tan korkan) birisiyse, ona haber vermektir. Şayet salah ehli değilse,
hiç kimseye bildirmeden eve girip, dirhemlerini alma imkânı varsa, öyle yapar.
Bunu, ev sahibinin vermeyeceğinden korktuğu zaman yapar.
Eğer ev sahibinin
vermeyeceğinden korkusu yoksa, izinsiz eve girmesi helâl olmaz. Durumu ev
sahibine bildirir ve öyle girer. Veya, ev sahibi onun dirhemlerini çıkarıp, ona
verir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [280]
Yetime'de, Ebû'1-Fadl
el-Kirmânî'den sorulmuş:
Nişasta yapanlar
ma'zur olurlar mı? İmâm:
"Bunda bir beis
yoktur." buyurmuştur. Aynı şey, Ahmed bin Âli'den sorulmuş; oda: Ben
sevmiyorum; ondan kaçınmak iyi olur." buyurmuş. [281]
Ebû Hâmidden
"ekmeği çiğneyip, yara üzerine koymak" sorulmuş; İmâm: "Caizdir."
buyurmuştur.
Aynı şey Ahmed bin
Ali'den sorulmuş; o zat: "Mekruhtur." buyurmuş.
Ben de, eve yuva yapıp
elbiseye, hasıra pislik bırakan, kırlangıç kuşunun durumunu sordum ve:
Yuvasında yavrusu
olduğu hâlde, yuvası bozulup düşülür mü? dedim.
İmâm:
"Hayır; sabr
edilir." buyurdu .
Ebû'l-Leys Istihsân
kitabında: "O men edilir." buyurdu. Tatarhâniy-ye'de de böyledir.
Bir adam topluluğun
arsasına bir kuyu kazarsa; İbnii Rüstem'in: "Ona, orayı tesviye etmesi (=
düzlemesi) emredilir. Noksanını tazmin eylemez. Mescidin duvarını yıkarsa,
yapması emredilir. Bir adamın duvarını yıkar veya arsasına kuyu kazarsa, o
tazmin ettirilir. Düzeltilmesi veya duvarı yapılması emredilmez."
demiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [282]
Cima anında konuşmak
mekruhtur. Fecirden, namaza kadar da konuşulmaz. Hayır sözler müstesnadır.
"Namazdan güneş
doğana kadar da konuşulmaz." denilmiştir. Gece uykusu anında da gülmek
mekruhtur. Tatarhâniyye'de de böyledir. [283]
Ben, bir cemaat hakkında
sordum ki; onlar safer ayında yolculuğa çıkmazlar; o ayda bir işe başlamazlar;
nikahlanmazlar; Peygamber (S.A.V.)'in "Kim beni safer ayının çıkmasıyla
müjdelerse, bende onu cennetle müjdelerim" dediğini rivayet ederler; bu
haber sahih mi? Bu ayda, şum tutma var mı? Ve iş yapmaktan men edilinir mi?
keza, ay, akrep
burcuna girince, sefere çıkılmaz mı? Ve elbise dikilmez mi? Elbise biçilmez
mi? Ay, aslan burcuna girince onların sandığı gibi emredilir mi?
İmam şöyle buyurdu:
Onların safer ayı
hakkında söylediklerini, araplarda söylerlerdi. Ayın akrep burcuna girmesi veya
arslan burcuna girmesi hakkındaki sözleri, nücüm ehlinin sözleridir. Sözlerine
geçerli kılmak için, onu peygamber (S.A.V.)'e nisbet eylemişlerdir. O apaçık
bir yalandır. Cevâhirn'l-Fetâvl'da da böyledir. [284]
Bir adam, güzel bir
rüya görürse, yüce Allah'a hamdeder. Çünkü o bir ni'emettir. Sonra da dilerse
onu güvenilir birisine anlatır; dilerse anlatmaz. Kerdeif nin Vedzi'nde de
böyledir. [285]
Bir adamın:
"Sürayyanm nuruyla sulandık" veya "sttheyl, geceyi
soğuttu." demesi mekruhtur. Çünkü Süheyl sıcak veya soğuk degilfür.
Hz. Ömer (R.A.)'in
oğlunun: "Allah tercih etti denilmez;'* buyurduğu rivayet edilmiştir.
NehaTnin "Filânın
kıraati veya Ebû Bekir'in sünneti denilmez; sünnet ancak Allah ve
resûlünündür." dediği rivayet olunmuştur.
Hz. Ömer (R.A.)'in
oğlunun "İslâm ettim denilmez. Islâh ettim denilir. Çünkü İslâm eden ancak
Allah'dır." buyurduğu nakledilmiştir. Fetâvây'i Attabiyye'de de böyledir.
[286]
Hilal görüldüğü zaman,
ona ta'zimen işaret edilmez; bu mekruhtur. Fakat, bir kimsenin arkadaşına
göstermek için, aya işaret etmesinde bir beis yoktur. Hızanetfi'l-Maftîn'de de
böyledir. [287]
Nasyr şöyle buyurmuştur.
"Ben Hasan bin Mali 'e sordum:
Zoraki alman bir sudan
abdest alınır mı veya içilir mi? Bu caiz mi? O, şöyle buyurdu:
Eğer nehir kendi
yerinden akıyorsa, bunda bir beis yoktur. Eğer yerinde değil ve yeri değişmişse
ben ondan faydalanmayı kerih görüyorum.
Fakiyh Ebâ Bekir'den
sorulmuş:
Değirmen yapıp, onun
suyunu başkasının arazisinden sahibinin izni olmadan akıtmak doğru olur mu?
İmam:
Gasb olduğunu bilen
bir kimse için, o değirmeni satın almak, icarIamak oraya un Öğütmeye gitmek,
ücretle veya ariyetle un öğütmek helâl olmaz." demiştir. Hâvî'de de
böyledir. [288]
Bir cemaat şahit
yazılır; şahitlik yapmaları da talep edilirse, bunların şahitliği terk
etmelerine ruhsat yoktur. Eğer, bu cemaatın çoğu şahitlik yaparsa,
diğerlerinin şahitliği terketmesine ruhsat vardır. Tatarhâ-niyye'de de
böyledir.
Bir adamın yanında
mütevazı hür bir kimse bulunur; başka birisi de onun hür olduğunu bilmeden
onun bedelini hîbe ederek, o adamı alır; o adam da yanında iken ölürse; ona,
verdiği paranın geri verilmesi gerekir. Müşteriye vermemekte bir mazeret
yoktur. Garâib'de de böyledir.
Yetfme'de Ali bin
Afcmed'den sorulmuş:
Vazifelilerden birisi
bir sokağa, elinde bir yazı ile girdiğinde, onu sokak halkına verir; yazıda da,
şöyle şöyle yazılı olur; bir adam da onu mescide veya başka bir yere
hapsederse; onu alan: Ben, onu filana verdim; filan da komşusuna verdi."
diyebilir mi? Bu yazı umûma ait olur ve onun yerine getirilmesine de gücü
yetmezse ne yapar? . İmâm: "Sabretmesi
evlâ olur." buyurmuştur.
Ben, Ebû'1-Fadl
el-Kirmânîye, Yûsuf bin Muharomed 'e Humeyri Veberi'-ye ve Hafız Ömer'e sordum:
Bir adamın çocukları
var. Onlara elbise yaptığı zaman: "Bu onların yanında emânettir.*' der;
birinden alıp, diğerine verir ve ona tazmin ettirmek istemezse; böyle yapmak
gerekir mi? Yoksa onlara ihtiyaçları kadar vermesi mi lâzımdır? Bu, onlara
emânet olmuş oluyor mu?
İmamlar şöyle
buyurdular:
Vacip olan,
ihtiyaçları görmektir. Emânet vermesi mündefîdir. (= yoktur.)
Bu mes'ele, Hasan bin
Ali el-Mürgînanî'ye yazıldı; o da, cevâben:t(El-biseyi onlara ariyet yoluyla
verebilir." dedi.
Ben Ebû'1-Fadl
el-Kirmânî (Yûsuf bin MuhammedYe sordum:
Bu cevap zevcesi
hakkında uygun da olur mu?" dedim. Evet"buyurdu. Tatarfcânlyye'de de
böyledir.
Bir adamın çocuklan
olduğunda, malını, onlardan yalnız birine vereceğini söylerse; işte bu adam
günahkâr olur.
Hâkim, onun bu ikrarım
bozmuş olsa, bu bozuş şeriatta hakim âlim ise caizdir; değilse caiz olmaz.
Bus çocuklarının
tamamı iyi kimseler olduğu zaman böyledir. Fakat onlardan bazıları fasik ise
baba malının tamamını iyi olan için söz vermesi hâlinde günahkâr olmaz.
Cevâhirii'l-Fetâvâ'da böyledir,
Bir yola, tozu yatsın
diye su serpmekte bir beis yoktur. İhtiyaçtan fazla su serpmek helâl olmaz.
Mültekıi'ta da böyledir.
Bülbülü kafese
habsedip, onu yemlemek caiz değildir. Gunye'de de böyledir.
Bazı bilginlerden
soruldu:
Bir kimse, bir adamı,
hâli bir yeri ihya etmesi için vekil eyledi; vekil de orayı ihya eyledi. Orası
odun toplamak, ot toplamak için vekil yapmak gibi vekilin mi olur? Yoksa diğer
muameletta olduğu gibi (alım satım icar gibi.) müvekkilin mi olur?
İmâm:
Eğer o yerin imarına
imâm izin vermişse, o yer vekil yapanın olur" buyurmuştur. Garâib'te de
böyledir.
Ali bin Ahmed'den
sorulmuş:
Bir adam başka
birisini karısını boşamaya vekil tâyin eylese; başka birine de " bir
vesika yazmasını' emreylese; oda yazsa, sonra da o vesikayı kaybeylese veya
vekil yahut başka bir adam onu yırtsa, o kâtip ondan fazla veya noksan olmamak
üzere, tekrar yazabilir mi?
İmam;
Evet yazar; caizdir."
buyurmuştur. Tatarhanfyye'de de böyledir.
Adam boğan ve sihir
yapan kimseler öldürülürler. Çünkü, bunlar yer yüzünde fesad çıkarıyorlar. Her
ne kadar tövbe etseler de onların tövbeleri kaoul edilmez yakalandıktan sonra
tövbe etseler, onların tövbeleri kabul edilmez. Ve ikisi de öldürülürler.
Zındık da zındıklığı
belirli ise böyledir.
Bununla fetva verilir.
HızâneuVl-Müftîn'de de böyledir. [289]
[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/519-520.
[2] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/520-525.
[3] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/525-534.
[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/535-536.
[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/537-539.
[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/540.
[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/540.
[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/540-541.
[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/541.
[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/541.
[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/541-549.
[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/549.
[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/549-551.
[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/551-552.
[15] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/553.
[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/553-554.
[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/554.
[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/555.
[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/555.
[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 11/555.
[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/5-6.
[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/6-11.
[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/11.
[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/11-12.
[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/12-13.
[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/13-14.
[27] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/14.
[28] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/14-15.
[29] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/15.
[30] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/15.
[31] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/15.
[32] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/16.
[33] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/16.
[34] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/16.
[35] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/17.
[36] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/17-18.
[37] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/18.
[38] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/19.
[39] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/19.
[40] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/20-21.
[41] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/22-24.
[42] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/24-25.
[43] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/25.
[44] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/25.
[45] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/26-27.
[46] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/28.
[47] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/28.
[48] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/28.
[49] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/29-30.
[50] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/31.
[51] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/31.
[52] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/31-32.
[53] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/32.
[54] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/33.
[55] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/33.
[56] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/34-35.
[57] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/35-37.
[58] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/37-38.
[59] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/38-41.
[60] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/41-43.
[61] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/44.
[62] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/44-54.
[63] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/55.
[64] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/55-61.
[65] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/62-63.
[66] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/63-64.
[67] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/64.
[68] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/64-66.
[69] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/66.
[70] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/66-67.
[71] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/67-77.
[72] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/78-80.
[73] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/80-81.
[74] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/81.
[75] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/81.
[76] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/81-82.
[77] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/82.
[78] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/82.
[79] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/82-83.
[80] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/83-84.
[81] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/84.
[82] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/84-85.
[83] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/85-86.
[84] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/86.
[85] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/86-87.
[86] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/87.
[87] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/87.
[88] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/87-88.
[89] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/89-91.
[90] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/91.
[91] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/91.
[92] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/92-93.
[93] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/93.
[94] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/93.
[95] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/93-94.
[96] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/94.
[97] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/94.
[98] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/94.
[99] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/95.
[100] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/95.
[101] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/95.
[102] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/95.
[103] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/95-96.
[104] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/96.
[105] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/96-97.
[106] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/97.
[107] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/97.
[108] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/97.
[109] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/97.
[110] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/97-98.
[111] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/98.
[112] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/98.
[113] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/98.
[114] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/98.
[115] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/99.
[116] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
12/99.
[117] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/99.
[118] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/100.
[119] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/100.
[120] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/100.
[121] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/100.
[122] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/101.
[123] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/101.
[124] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/101.
[125] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/101-103.
[126] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/104.
[127] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/104-105.
[128] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/105-1061
[129] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/106.
[130] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/106-107.
[131] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/107.
[132] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/107.
[133] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/107-108.
[134] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/108.
[135] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/108.
[136] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/108-109.
[137] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/110.
[138] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/110-111.
[139] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/111-112.
[140] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/112.
[141] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/112.
[142] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/112.
[143] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/112-113.
[144] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/113.
[145] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/113-114.
[146] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/114.
[147] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/114-116.
[148] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/116.
[149] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/116.
[150] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/116.
[151] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/117.
[152] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/117.
[153] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/117-118.
[154] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/118.
[155] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/119-120.
[156] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/120.
[157] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/120.
[158] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/121.
[159] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/121.
[160] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/121.
[161] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/121-122.
[162] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/122.
[163] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/122-123.
[164] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/123-124.
[165] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/124.
[166] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/124.
[167] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
12/124.
[168] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/124.
[169] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/125.
[170] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/125.
[171] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/125.
[172] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/125-126.
[173] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/126.
[174] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/127.
[175] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/127-128.
[176] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/128.
[177] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/128-129.
[178] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
12/129.
[179] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/129.
[180] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/130.
[181] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/130-131.
[182] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/131.
[183] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/131-132.
[184] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/132.
[185] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/132-133.
[186] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/133.
[187] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/133.
[188] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/133.
[189] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/133-134.
[190] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/134.
[191] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/135.
[192] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/135.
[193] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/136.
[194] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/136.
[195] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/136.
[196] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/136.
[197] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/136-137.
[198] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/137.
[199] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/137.
[200] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
12/137.
[201] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/137.
[202] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/138.
[203] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/138.
[204] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/138.
[205] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/138.
[206] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/139.
[207] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/140.
[208] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/140.
[209] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/140.
[210] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/140-141.
[211] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
12/141.
[212] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/141.
[213] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/142.
[214] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/142.
[215] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/142.
[216] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/143.
[217] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/143.
[218] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/143.
[219] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/143.
[220] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/144.
[221] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/144.
[222] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/144.
[223] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/144.
[224] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/144.
[225] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/145.
[226] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/145.
[227] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/146.
[228] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/146-147.
[229] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/147.
[230] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/147.
[231] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/148.
[232] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/148-150.
[233] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/150.
[234] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/151.
[235] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/151-152.
[236] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/152.
[237] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/153-154.
[238] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/154-157.
[239] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/158-160.
[240] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/161-162.
[241] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/163.
[242] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/163.
[243] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/163.
[244] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
12/163-164.
[245] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/164.
[246] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/165-166.
[247] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/166.
[248] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/166.
[249] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/167-168.
[250] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/168-169.
[251] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/169-170.
[252] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/171.172.
[253] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/172.
[254] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/172-176.
[255] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/177.
[256] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/177.
[257] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/177.
[258] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/178.
[259] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/178.
[260] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/178-179.
[261] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/179-188.
[262] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
12/188.
[263] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/18.
[264] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/188.
[265] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/189.
[266] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/189.
[267] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/189-191.
[268] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/191-192.
[269] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/192-193.
[270] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/193.
[271] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/193-194.
[272] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/194
[273] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
12/194.
[274] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/195.
[275] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/195-196.
[276] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/196.
[277] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/196.
[278] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/196-197.
[279] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/197.
[280] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/197.
[281] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/198.
[282] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/198.
[283] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/198-199.
[284] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/199.
[285] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/199.
[286] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/199-200.
[287] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/200.
[288] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/200.
[289] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/201-202.