1- SULHUN ŞER'Î MÂNASI, RÜKNÜ, HÜKMÜ ŞARTLARI VE NEVİLERİ
3- MEHİR, NİKÂH, HULÛ TALÂK, NAFAKA VE SÜKNÂ HUSUSLARINDA
SULH
4- EMÂNET, HÎBE, İCÂRE, MÜDÂREBE VE REHİN HUSUSLARINDA
SULH
5- GASB, SİRKAT, İKRAH VE TEHDİD GİBİ DURUMLARDA YAPILAN
SULH
7- BEY' ( = ALIŞ - VERİŞ) VE SELEM HAKKINDA SULH
8- SULHDA MUHAYYERLİK VE MALIN KUSURU DOLAYISİYLE YAPILAN
SULH
9- KÖLELİK VE HÜRRİYET DAVALARINDA YAPILAN SULH
10- AKAR KONUSUNDA YAPILAN SULH VE BUNUNLA İLGİLİ
MES'ELELER
11- YEMİNLE İLGİLİ OLARAK YAPILAN SULH
12- KAN DÖKME VE YARALAMA HUSUSLARINDA YAPILAN SULH
13- ATIYYE HUSUSUNDA YAPILAN SULH
14- BAŞKA BİR ŞAHIS ADINA YAPILAN SULH
15- MİRAS VE VASİYYET HAKKINDA, VÂRİS VE VASİNİN YAPTIĞI
SULH
16- MÜKÂTEP VE TİCÂRET YAPMASINA İZİN VERİLMİŞ OLAN
KÖLENİN YAPTIĞI SULH MÜKÂTEBİN YAPTIĞI SULH
Ticaret Yapmasına İzin Verilen Kölenin Yaptığı Sulh
17- ZÎMMÎ VE HARBÎ'NİN YAPTIĞI SULH ZİMMÎLERTN YAPTIĞI
SULH
19- İKRARA TEALLUK EDEN SULH MES'ELELERİ
20- SULH BEDELİNİN NASIL TASARRUF EDİLECEĞİ HUSUSUNDA
ANLAŞMADAN SONRA ORTAYA ÇIKAN MES'ELELER
21- SULH KONUSU İLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ MES'ELELER
îki tarafın (yani müddeî ile müddeâ aleyhin =
davacı ile davalının) karşılıklı rızaları ile nizâi (davayı) ortadan
kaldırmak için yaptıkları akde, sulh (- musalaha) denir. Nihâye'de de böyledir.
[1]
Sulhun rüknü; (Ta'yin
ile taayyün eden şey hakkında) mutlaka îcab ve kabûl'den ibarettir. Hidâye
Şerhı'nde de böyledir.
Bir dava vaki olduğu
zaman, iddia olunan (= müddeâ aleyh = davalı), iddia edene (= davacıya
= müddeîye): "Sana vereceğim dirhemlere karşılık, şu
iddia olunan maldan benimle sulh ol." der; iddia eden de:
"Yaptım." derse; bu durumda sulh —sulhu isteyen: Kabul ettim."
demedikçe— tamam olmaz.
Keza, ta'yin ile
teayyün etmeyen dava vaki olunca, (dirhemler ve dinarlar yahut başka cins
üzerine sulh talebi gibi) bu hallerde de sulh tamam olmaz.
Fakat, dirhemler ve
dinarlar hakkında dava vaki olunca o cins üzerine sulh taleb edilirse,
davacının "...yaptım." demesiyle, sulh tamam olur. Bu durumda,
davalının kabulüne ihtiyaç kalmaz. Çünkü, bu talep bazı hakların düşmesidir.
Hakkın düşmesi de düşüreni tamamlar. Zehıyre'de de böyledir. [2]
îcab ve kabul:
Davalının (= müddeâ aleyhin) "Ben, seninle şu da'vandan, şunun üzerine
şundan sulh oldum." demesi; diğerinin de: "Kabul ettim." veya
"Razı oldum." demesi yahut kabulüne ve rızasına delalet eden bir
şeyin olmasıdır. Bedâi"de de böyledir.
Bir adam, diğerine
karşı bir şeyi iddia eder, iddia olunan da: "Buna karşı, sulh oldum."
der; da'vacı ise: "Ol." derse, taraflar o şey üzerine sulh olmuş
olurlar. Cevâhiru'l-Fetâvâ'da da böyledir. [3]
Sulhun hükmü: Sulh,
mal gibi, temlik ihtimali olan bir şeyden olursa, dava olunan hakkında mülkün
sabit olmasıdır.
Eğer temlik ihtimali
olmazsa, (kısas gibi...) iddia olunan şahıs için beraatın vaki olmasıdır.
Bu, sulhun ikrar
üzerine yapılmış olması halinde böyledir.
İnkar üzerine yapılan
sulhda ise, sulhun hükmü: Bedel olarak belirlenen şeyde, iddiacı için mülkin
sabit olması; davalı için de davadan beraatın vuku bulmasıdır.
Bu durumda dava olunan
şeyin mal olup olmaması da müsavidir. [4]
Sulhun caiz olması
için çeşitli şartlar vardır. Bunları şöylece sıral-lyabiliriz:
1) Musalihin
(= sulh yapan kimsenin) akıllı olması.
Mecnûnun (= delinin)
ve aklı yetmeyen sabî'nin (= küçük çocuğun yaptığı sulh sahih olmaz.
Bedâi"de de böyledir.
Sarhoşun yaptığı sulh
caizdir. ( = geçerlidir) Siraciyye'de de böyledir.
2) Sulhun
şartlarından birisi de Küçüğe karşı mazarratı açık olan mudaribin sulh
talebinde bulunmamasıdır.
Hatta bir kimse sabiye
karşı alacak iddiasında bulunur ve sabinin babası, küçük sabinin malından
vererek o davadan sulh olmak isterse, davacının beyyinesi bulunması halinde
onun hakkı kadar vermek üzere, sulh yapabilir; bu caizdir.
Eğer davacının
beyyinesi bulunmazsa, bu durumda sulh caiz olmaz. Bu durumda baba, kendi malından
sulh yaparsa, o caiz olur.
3) Çocuk
adına musalaha (= sulh akdi) yapacak olan şahsın, bu çocuğun malında tasarruf
hakkı bulunan (babası, dedesi ve vasisi gibi) bir kimse olması da sulhun
şartlarından birisidir.
4) Sulhun
şartlarından birisi de, sulh talebinde bulunan kimsenin mürtet olmamasıdır.
Bu şartı, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'ye göredir.
îmâmeyn'e göre ise
mürtedin sulhu geçerlidir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, mürtedin tasarrufatı mevkûfedir. (= durdurulmuştur.)
İmâmeyn'e göre,
mürtedin tasarrufatı geçerlidir.
Mürteddenin (= irtidad
eden, İslam'dan çıkan kadının) sulhu, ihtilafsız geçerlidir, caizdir.
Bedâi"de de böyledir.
Bülüğ ve hürriyet
sulhta şart değildir.
İzinli sabinin yaptığı
sulh —şayet zarardan ari ve menfaate uygun olursa— sahih olur.
Keza, izinli kölenin
yaptığı ve kendinde menfaat bulunan sulh, sahihdir.
Fakat sulh, beyyine ve
mutlak te'cile malik bazı hakları iskat etmez. Mükâtebin —aybından dolayı—
bedelinin bir kısmından düşürme olur. Gurer'de de böyledir.
5) Sulhun
şartlarından birisi de sulh bedeli olan şeyin —teslim almaya ihtiyaç olsun veya
olmasın— belirli bir mal olmasıdır.
Sulhun şartı, sulh
bedelinin mal olmasıdır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan ev, arsa, köle ve benzeri gibi bir şeyi veya bunların hepsini,
yahut bir kısmını iddia eder, davalı şahıs da, onu ikrar veya inkar eder yahut
susarsa, ve belirli olmayan dirhemler üzerine sulh yapılırsa, burdaki şart,
onun miktarını açıklamakdır. Bu durumda sulh, o beldede geçerli olan, yeni
dirhemler üzerine vaki olmuş olur.
Şayet, o beldede,
muhtelif paralar varsa, sulh onlardan en çok kullanılan para ile yapılmış
olur.
Mikdarı bildirilmekle
birlikte, nakid açıklanmaz ise, bu durumda sulh caiz olmaz. Şayet belirli
olursa, sulh caiz olur.
Mikdarmi beyana
ihtiyaç kalmadığı gibi vasfım beyana da ihtiyaç kalmaz.
Bu durumda sulh akdi,
o şeyin aynına tealluk etmez. Hatta davalı eğer onu hapsedip benzerini
iddiacıya vermek isterse, buna hakkı vardır.
îddia olunan şey,
teslim etmeden önce zayi olmuş veya ona bir hak sahibi çıkmışsa, sözleşme
bozulmaz. Bu durumda, o şeyin benzerini teslim gerekir.
Bu şey helak olduktan
sonra, taraflar aralarında mikdar ve vasfı hususunda ihtilafa düşerlerse, bu
durumda ikisi de, sulh kabul etmeyip reddederler.
Keza, dinarlarla sulh
yapılınca da mes'ele söylediklerimizin aynısıdır.
Buğday, arpa gibi
ölçülen; tunç, demir gibi tartılan şeylerle anlaşma yapıldığında bunlar belirli
olurlar, sözleşme de ona izafe edilmiş bulunur —hazır olsun, gaib olsun,—
bundan sonra da bu şey davalının mülkün de olursa; bu durumda sulh sahih olur.
Ve, belirlenen o tartılan ve ölçülen şey üzerine hüküm vaki olur.
Şayet ona işaret eder,
fakat ölçülmesini veya tartılmasını söyle-mezse, bu sulh da caizdir; böylece
akid taayyün etmiş olur.
Eğer buğday hakkında
bir müddet koyarsa, bu datıl (= geçersiz) olur ve sahih değildir.
Şeyhu'l-İslâm
Haherzade, ikinci bab da böyle söylemiştir.
Eğer zimmette
vasıflanmış olursa; bu durumda şart, onun mik-darını açıklamaktır; müddetini
açıklamak şart değildir.
Yine Hâhcr/âde, şöyle
buyurmuştur:
Müddetini açıklaması
da caiz olur. Ve bu durumda, müddet sabit olur.
Eğer bir elbise
karşılığında sulh yapılacak olduğunda, bu elbise beiirli ise, sulh caiz olur.
Burda şart, —başka
değil— işarettir.
Eğer elbise belirli
değilse, sulh —selemin bütün, şartları yerine getirilmedikçe caiz olmaz.
Eğer bir hayvan
karşılığında veya selemi —(veresiye verilmesi)—caiz olmayan bir şey
karşılığında sulh yapılırsa, meçhûliyetinden (bilinmemesinden) dolayı, bu sulh
caiz olmaz. Ancak, sulh yapılan şey muayyen (= belirli) olursa o müstesnadır.
Tehâvî'de de böyledir.
6) Sulhun
şarlanndan birisi de, sulh bedeli olan şeyin köklü bir ma! olmasıdır.
Müslümanların içki
veya domuz üzerine yaptıkları sulh caiz ve sahih olmaz.
Keza, bir küp sirke
üzerine yapılan sulh, o sirke değil de şarap ise, sahih olmaz.
7) Sulhun
şartlarından birisi de, irial sulh isteyenin bizatihi kendisinin olmasıdır.
Bir kimse bir mal
karşılığında sulh yapar, sonra da bu maia, bir hak sahibi çıkarsa, bu sulh
sahih olmaz. Bedâi'de de böyledir.
8) Sulhun
şartlarından birisi de, dava olunan şey ister mal olsun, ister olmasın, ona
karşılık olarak alınan, bir şey olmasıdır. Kısas gibi... îster malum olsun,
ister meçhul olsun fark etmez. Muhiyt'te de böyledir.
9) sulhun
şartlarından birisi de, dava olunan şeyin, kul hakkı olmasıdır. Allah hakkı
olmamasıdır.
- îster mal, ayn
olsun, ister borç olsun, ister hak olsun fark etmez.
Ayn ve deyn olmayan
mal için, sulh sahih olmaz. Zina haddi, hırsızlık haddi, şarap içme haddi
gibi...
Şöyleki: Zina eden,
hırsızlık yapan ve içki içenle, bir mal üzerine durumu emir sahibine (- devlet başkanına veya onun naibi olan .
hakime) götürmemek için bir sulh akdi yapsalar, işte bu sahih olmaz.
Bedâi"de de böyledir.
Bir adam, bir
hırsızın, çaldığı şeyi, o evden çıkarmadan önce yakalar ve hırsız, belirli bir
mala karşılık, anlaşma yaparak, adamın elinden kurtulursa, bu hırsızın, o malı
vermesi gerekmez.
Bu durumda, çaldığı
malı sahibine vermişse hırsız hakkında dava da açılamaz.
Şayet, bu anlaşma,
dava hakime çıkarıldıktan sonra yapılır ve bu sulh, af sözüyle olmuşsa,
bi'1-ittifak af sahih olmaz.
Eğer bağış veya berat
sözüyle olmuşsa, —bize göre— el kesme cezası sakıt olur. (= düşer) Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Şüf a hakkı, kazf
hakkı, nefse kefalet hakkı gibi... kendisinden ivaz almak caiz olmayan
şeylerden dolayı sulh caiz olmaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Eğer kazf haddi,
hakime çıkmadan önce sulh vaki oldu ise, bu sulhun bedelinin verilmesi gerekmez
ve had düşer.
Eğer dava hakime
çıktıktan sonra, anlaşma yapmışlarsa, bu durumda da sulh bedelinin verilmesi
gerekmez. Had ise sakıt olmaz. ( = düşmez) Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir kimse bir şahidle,
bir mal karşılığında, yalancı şahitlik yapmak üzere anlaşma yapsa, bu sulh
batıldır. Çünkü bu sulh, Allah hakkından dolayı yapılmış olur.
Bu durumda, o şahsın
aldığı şeyi geri vermesi gerekir.
Ta'zirden dolayı sulh
yapmak caizdir. Bedâi'de de böyledir.
Tashihi mümkün
olmayan, fasid bir davadan dolayı yapılan anlaşma, —Havârezm İmamlarının
fetvalarına göre,— sahih değildir. Tashihi mümkün olduğu halde, hududu
söylenmeyen veya bir hududu yanlış söylenen dava da yine sahih değildir.
Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir. [5]
Sulhun nevilerine
gelince:
Sulh, müddeâ aleyhin
(= da'valinin) cevap verip vermediğine göre, üç nevidir: (Nihâye'de de
böyledir^)
1) İkrar
üzerine yapılan sulh;
2) İnkar
üzerine yapılan sulh;
3) Sükût (=
susmak) üzerine yapılan sulh.
İkrar üzerine yapılan
sulh: Davalının, dava konusu olan şeyi ikrar etmesi üzerine
yapılan sulhdur. İkrar
ve itiraf edilen
bir alacak davasından yapılan
sulh gibi...
İnkar üzerine yapılan
sulh: Davalının, dava konusu olan şeyi inkar
etmesi üzerine yapılan
sulhdur. İnkar edilen
bir emanet davasından yapılan
sulh gibi...
Sükût (= susmak)
üzerine yapılan sulh: Davalının, dava konusu olan şeyi ikrar ve inkar etmeyip,
bu hususta, sustuğu zaman yapılan sulhdur.
Bunların hepsi de
caizdir.
Şayet sulh, ikrar üzerine yapılan bir sulh olursa, satışlarda muteber olan şey onda da muteber
olur.
Yapılan dava, bir akar
hakkında olur; o da kusuru sebebiyle geri verilirse, burda görme muhayyerliği
sabit olur.
—Dava olunan şeyi
bilmemezlik dışında,— bedeli bilmemezlik, sulhu ifsad eder.
Sulhda bedeli teslime
gücün yetmesi de şarttır. Hidâye'de de böyledir.
Maldan menfaatler
meydana gelirse, bu durumda icarlarına itibar edilir. Onda vakit ta'yini de
şarttır.
O müddet içinde
anlaşma yapanlardan birisi ölürse, bu sulh anlaşması batıl olur. Hidâye'de de
böyledir.
Belirli bir müddete
kadar, bizzat bir oturum yeri karşılığında yapılan sulh caizdir.
Eğer daimi veya ölene
kadar diye şart koşulmuşsa, bu caiz olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Eğer iddia olunan
şeyde menfaast olur ve menfaatlerde iki cins bu cinsler ise muhtelif olursa,
(Meselâ: Bir kölenin hizmetine karşılık bir oturum yeri üzerine anlaşma
yapılırsa) bu bi'1-icma caizdir.
Eğer ikisi de bir
cinsten ise, bize göre bu caiz değildir. Bedâi"de de böyledir.
Sükût ve inkar üzerine
yapılan sulh, davalı hakkında yemin fidyesidir; davayı düşürür.
Davacı hakkında ise
karşılıklı ivaz verme manasınadır. Hidâye'de de böyledir.
Müsâlehün aleyh (=
sulh bedeli) ve müsâlehün anh (= da'va edilen şey) bakımından, dört çeşit sulh
vardır:
1) Sulh,
bilinen bir şeye karşı, bilinen bir şeyden olabilir.
Şöyleki: Davacı, bîr
adamın elinde bulunan bir ev hakkında, belirli bir hak iddia eder, daya olunan
da, belirli bir mal üzerine anlaşma yaparsa, işte bu caizdir.
2) Sulh,
bilinmeyen bir şey karşılığında, bilinmeyen bir şeyden dolayı yapılabilir.
Bu sulh da iki vecih
üzeredir:
a) Teslim-tesellüme
muhtaç olmaz ise, (Şöyleki: Bir adam, diğerinin yanında olan bir evi iddia eder
ve onu belirlemez davalı da, davacının yanında olan bir arsayı iddia eder; o
da, onu belirlemez ve aralarında her birinin kendi davasından vazgeçmesi için
anlaşma yaparlarsa,) işte bu da caizdir.
b) Eğer
teslim ve tesellüme ihtiyaç olursa (Şöyleki: Aralarında anlaşma yaparlar da,
birisi diğerine mal verecek olur, fakat diğerinin davasından vaz geçmesi veya
iddia eylediğini kendisine teslim etmesi için, onu açıklamazsa) işte bu caiz
değildir.
3) Ma'lume
(= bilinene) karşı, bilinmeyenden olur. Bu da önceki gibi iki vecih ijzeredir.
a) Eğer dava
olunan şey, teslime muhtaç olan bir şeyse, bu sulh caiz olmaz.
Şöyleki: Bir kimse,
başka bir adamın elinde bulunan bir evi iddia ettiği halde, onu belirlemiyor ve
aralarında iddia eden şahsa, iddia olunan şahsın belirli bir malı teslim etmesi
üzerine, anlaşma yapıyorlar; işte bu caiz değildir.
b) Eğer dava
olunan şey, teslime muhtaç olmayan bir şeyse (Şöyleki: Bu sûretde dava olunan
şahsın, dava edene, davasına karşılık olmak üzere belirli bir malı vermek
şartıyla anlaşma yapsalar) işte bu anlaşma caizdir.
4) Sulh
bedeli, belirsiz bir şeye karşı, belirli bir şeyden olur. Bu da, yukarıda
geçtiği gibi, iki vecih üzeredir.
a) Eğer
teslim ve tesellüme muhtaç ise, caiz olmaz.
b) Şayet
teslim ve tesellüme muhtaç değilse caiz olur.
Bunda aslolan cehalet
liaynihî olursa, akdi bozmaz; liğayrihî olursa bozar.
Bu teslim ve tesellüme
mani münazaadır.
Teslim tesellüme
muhtaç olmayan her yerde cehalet, münazaaya götürmez ve sulhun caiz olmasınada
mani olmaz.
Teslim ve tesellüme
muhtaç olan her yerde ise cehalet, —münazaaya uîaştırırsa,— suihun caiz
olmasına mani olur. Nihâye'de de böyledir.
Sulh, borç
karşılığında yapıldığı zaman, bu sulhun hükmü satişdaki bedelin hükmü gibidir.
Eğer sulh ayn'a karşı
vaki olmuşsa, hükmü satılan şeyin hükmü gibidir.
Sulh da, bedel
bakımından alış-veriş veya satılan şey uygun olursa, bu sulh caizdir; değilse,
caiz değildir. Muhıyt'te de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâiâ'dır. [6]
Bir adamın, başkasına
bin dirhem borcu olduğunda, bu şahıslar kendi aralarında, beşyüz dirheme sulh
olsalar, bu caiz olur. Fetâvâyi Suğrâ'da da böyledir.
Bîr adamın, diğerine
bin dirhem siyah gümüş borcu olduğunda, bunlar aralarında beşyüz dirhem beyaz
gümüşe sulh yapsalar bu caiz değildir.
Ancak, beyaz dirhem
borcu olduğu zaman siyah gümüşden anlaşma yapsalar, bu caiz olur.
Gâyetü'l-Beyân'da da böyledir. .
Bir adamın, siyah yüz
dirhem borcu olduğunda, taraflar aralarında, hali hazırda veya bir müddet
sonra vermek üzere elli gülleye anlaşma yapsalar, bu caiz olur; Mebsût'ta da
böyledir.
Bir adamın, başka birisi
tarafından katışık bin dirhem borcu olduğunda, bu borç karşılığında, beşyüz
taze dirheme anlaşma yapsalar ve onu da o mecliste nakden ödese, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre bu caiz olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
Bir adamın, başkasına,
katışık bin dirhem borcu olduğunda, ona karşılık, bin yeni dirhem üe anlaşma
yapsalar; şayet bunu ayrılmadan teslim alırsa, caiz olur. Teslim almadan önce
ayrılırlarsa, bu durumda sulh batıl olur. Eğer, buna bir müddet belirtirlerse,
sulh yine batıl olur. Mebsût'ta da böyledir.
Zimmette bulunan
dirhemlere karşılık dinarlar üzerine anlaşma yapılır veya durum bunun aksine
olursa, bu durumda bedeli almak şart kılınmıştır.
Eğer anlaşma zimmette
olan dinarlara karşılık daha az dinarlarla vaki olmuşsa, bu durumda teslim
almak şart kılınmamıştır.
Eğer anlaşma zimmette
olan yüz dirheme karşılık, bir aya kadar verilecek olan on dirhemle yapılırsa,
bu caiz olur. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.
Bir adamın, şimdi
ödeyeceği bin siyah dirheme karşılık belirli bir müddet sonra ödemek üzere,
yeni bin dirheme anlaşma yapılırsa, bu caiz olmaz.
Eğer borç olan siyah
dirhem, vadeli bir borç ise ve hali hazırda ödemek üzre yeni bin dirheme
anlaşma yapılır ve bu yeni dirhemler aynı mecliste ödenirse, bu sulh caiz olur.
Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.
Şayet, hemen ödenmesi
gereken yeni bin dirhem borç olur ve katkıntıh olan bin dirhem üzerine, va'deli
olarak anlaşma yapılırsa, bu sulh caiz olur.
Ancak, malın aslı borç
olursa, beşyüz dirheme vadeli olarak yapılan anlaşma caiz olmaz. Zehıyre'de de
böyledir.
Va'deli olan bin
dirhem borcun, şimdi beşyüz dirhem olarak ödenmesi hususunda anlaşma yapılsa,
bu sulh caiz olmaz. Hidâye'de de böyledir.
Bir adamın, diğerinin
üzerinde bin dirhem beyaz gümüş alacağı olduğunda, bu şahıslar aralarında, bir
müddet sonra, siyah beşyüz dirhem altın ödemek üzere anlaşma yapsalar, bu caiz
olur.
Eğer, bu şahıslar,
darbedilmİş beş yüz dirhem karşılığında anlaşma yaparlar ve bu da vadeli
olursa, caiz olmaz.
Hulasa olarak,
taraflar, alacaklının hakkından yeni dirhemler üzerine sulh olurlar ve bu yeni
dirhemler miktar bakımından borçtan, hakkından noksan olursa, bu sulh caiz
olmaz.
Şayet mikdar
bakımından, kendi hakkından az olan yeni dirhemlerle anlaşma yaparlarsa veya
yenilik yönünden hakkı kadar olan dirhemlerle, mikdar bakımından, kendi
hakkından daha az bir miktara anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adamın,
diğerinde yüz dirhem ve yüz de dinar alacağı olduğunda, bu şahıslar
aralarında, bir aya kadar ödemek şartıyla, elli dirhem ve on dinara anlaşma
yapsalar, bu sulh caiz olur.
Keza, elli dirheme
peşin veya vadeli olarak anlaşsalar, yine, sulh caiz olur.
Keza, elli dirhem
beyaz gümüşe karşılık, peşin veya va'deli altın, verilmesi hususunda anlaşma
yaparlarsa, bu da caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Şeyhu'1-lslâm, bu
mes'elenin te'vilinde şöyle demiştir:
Altın, yenilik
bakımından üzerinde olanın benzeri veya ondan aşağı olursa, sulh caiz olur.
Fakat altın, üzerinde
olandan daha yeni olursa, bu durumda sulh caiz olmaz. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adamın, diğerinde,
yüz yeni dirhem ve on dinar alacağı olduğunda bunlara karşılık peşin veya
vadeli elli dirhem gümüşe, anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur. Mebsût'ta da
böyledir.
Bir adamın, yüz dirhem
ile on dinar borcu olduğunda, bu borçtan dolayı, yüz dirhem ve on dinara,
vadeli olarak anlaşma yapsalar; bu sulh caiz olmaz.
Bu sulh yapılınca,
borçlu onları verirse, bu durumda sulh caiz olur. Taraflar birbirinden
ayrılmadan, alacaklı on dirhemi alsa da, yüz dirhemi kalsa, bu da caiz olur.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın, diğerinde,
tartısını bilmediği yüz dirhem alacağı olduğunda, ona bedel olarak, bir elbise
veya bir yer karşılığında anlaşma yapsalar, bu sulh caiz olur.
Eğer, taraflar belirli
(ağırlığı bilinen) yüz dirhem karşılığında anlaşırlarsa, işte bu istihsan
yönünden caiz olmaz.
Keza, bu borca, bir
vade koymaları da caizdir.
Bu alacağın bir
kısmından vazgeçip, bir kısmını da vadeye bağlamak da, caizdir. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adamın, diğerinde
tartısı belirli bin dirhem alacağı olduğunda, borçlu ona tartısı belirsiz
dirhemler ödese; bu caiz olmaz.
Ancak, bu Ödeme
anlaşma yoluyla yapılmışsa caiz olur. Ve o, az üzerine hamlolunur. Hıılâsa'da
da böyledir.
Bir adamın, diğerinde
bin dirhem alacağı olduğunda, yüz dirhemini bir aya kadar ödemek üzere anlaşma
yapsalar ve borçlu bir aya kadar ödemese, bu anlaşma sahih olmaz. Kerderî'nin
Vecizi'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
üzerinde şu kadar dinar alacağı olduğunu iddia edince, iddia olunan zat, bunu
inkar etse ve bir kısmı peşin, bir kısmı vadeli olmak üzere, belirli dinarlar
karşılığında anlaşma yapsalar, bu sulh sahih olur. Cevâhiru'i-Fetâvâ'da da
böyledir.
Bir adam, diğerinde
bin dirhem alacağı olduğunu iddia ettiğinde, bu alacağına karşılık, zimmetinde
bulunan buğday üzerine, ister peşin, ister vadeli olsun, anlaşma yapıp teslim
almadan da birbirinden ayrılsalar, bu durumda sulh batıl ( = geçersiz) olur.
Eğer anlaşma, zimmette
olan dirhemlerin yerine, belirli bir kür buğday üzerine yapılır ve buğdayı da
almadan, taraflar birbirinden ayrıhrlarsa, bu durumda sulh caiz olur.
Şayet sulh, zimmette
olan buğday yerine, on dirhem karşılığında yapılır ve taraflar birbirinden
ayrılmadan önce; on dirhemi teslim alırsa, bu durumda sulh caiz olur.
Şayet, on dirhemi
almadan önce, birbirinden ayrıhrlarsa, anlaşma batıl olur.
Şayet, taraflar, borç
olan bir kür buğday için, on dirheme anlaşma yaparlar ve beş dirhemini aldıktan
sonra, birbirinden ayrıhrlarsa, yarım kür buğday hakkındaki anlaşma baki kalır.
Bu, alınana göredir. Alınmayan kısmı hakkındaki anlaşma ise batıl olur.
Eğer bizzat bir kür
arpaya karşılık, anlaşma yapılır; sonra da teslim almadan önce, taraflar
birbirinden ayrıhrlarsa, bu da caiz olur.
Eğer arpa bizzat
olmazsa, ayrılmadan önce karşılıklı teslim alırlarsa, yine caiz olur. Eğer
teslim almadan Önce ayrıhrlarsa, bu durumda sulh fasid olur. Mebsût'ta da
böyledir.
Bir kür buğday borcu
olan bir adam ile alacaklısı, yarım kür buğday ve yarım kür arpa karşılığında
anlaşma yapsalar ve bunlar da bizatihi olmayıp vadeli olsa, bu durumda sulh
caiz olmaz. Buğday borcu hali üzre kalır. Ona bir va'de konulmaz. Arpa ise,
bizatihi yerinde kalır.
Buğday bizzat olmaz
ise, bu durumda sulh caiz olur.
Keza, arpa ayninin
gayrı olur ve alacaklı aynı mecliste teslim alırsa, bu da caiz olur.
Keza, buğday va'deli
olur ve arpa bizatihi olmaksızın yarım kür olur ve ayrılırlar, buğdayı ona
verir de arpayı vermez ise, yine, bu anlaşma fasid olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın, başka
birine on dirhem ve on ölçek de buğday borcu olduğunda, aralarında onbir
dirheme anlaşma yapıp, teslim almadan da ayrılsalar, o bir dirhem sebebiyle
anlaşma bozulmuş olur. Sirâciyye'de de böyledir.
İki şahsın, bir
adamda, bir kür buğday alacakları olduğunda, onlardan birisi, hissesini on
dirhem karşılığında anlaşma yapsa, işte bu caizdir. Bu durumda, bu şahıs
ortağına, isterse, bir kür buğdayın dörtte birini, verir; dilerse, beş dirhem
verir. Mebsût'ta'dâ böyledir.
îki şahsın, bir
kimsede bin dirhemler alacakları olduğunda, bu alacak birisinin sözleşmesiyle
vacip olan bir alacak olmasa, (Şöyleki: İkisi de bir adamın varisi olsalar)
onlardan birisi peşin ödenmek üzere, yüz dirheme sulh olur ve hissesinden geri
kalanı yani dörtyüz dirhemi de, bir yıl va'deli yapsa bu durumda, teslim alınan
şeye, ikisi ortak olurlar. Geride kalan dört yüz dirhemin anlaşması, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'ye göre —diğer arkadaşı
bir şey teslim alana
kadar— batıldır. (= geçersizdir)
Eğer, arkadaşı bir şey
almışsa, o şey, alanın olur.
İmâmeyn'e göre, eğer alacakları
vacip bir alacak ise, (ınân ortaklarından birine diğerinin, izin vermesi gibi)
onlardan birinin onu tecil etmesi, borcun tamamı hakkında sahihdir. v Birinin kendi hissesini te'hir etmesi sahih
olmaz.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir.
İmâmeyn'e göre ise,
sahih olur. Eğer ortaklar müfâveda ortaklan olur ve onlardan birisi de alacağa
va'de tanırsa, onu vadelemesi sahih olur. Ortaklardan hangisi te'cil ederse
etsin caizdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
İki ortağın, ortaklaşa
alacakları olduğunda, bu ortaklardan birisi, kendi hissesi hakkında bir elbise
karşılığında anlaşmaya bağlasa, diğer ortağı muhayyerdir: Dilerse o elbisenin
yansını alır; değilse, ortağı ona alacağın dörtte birini öder. Dilerse,
alacağını (yani alacağın yarısını) borçludan alır.
Şayet hissesini veya
ortağından hissesinin yarısını alırsa, sonradan ikisi, alacaklı oldukları şahsa
kalan alacakları için müracaat ederler. Kâfî'de de böyledir.
İki adamın, bir
başkasında taze bin dirhem alacakları olduğunda, onlardan birisi, hissesini
beşyuz katkmtılı dirheme veya beşyüz siyah, dirhem karşılığında sulha bağlarsa,
ortağı, ondan, onun yarısını alır. Mebsût'ta da böyledir.
İki adamın her birinin
üzerinde, (dirhemler ve dinarlar olmak üzere) iki mal (alacak) bulunduğunda, bu
iki şahıs birinde yüz dirhem üzerine anlaşma yapsalar işte bu caizdir ve o yüz
dirhem aralarında dirhemlerin ve dinarların kıymetine göre taksim edilir.
Dinarlara isabet eden kısım sarf işlemi olur ve ona isabet edenin aynı mecliste
teslim alınması şarttır.
Dirhemlere isabet eden
ise, işte bir kısmı için almak; bir kısmı için de iskattır. Hâvî'de de
böyledir.
Bir adam, iki adamda,
alacağının olduğunu iddia ettiğinde, taraflar vadeli olarak, yüz dirhem
üzerine anlaşma yapsalar, bu caiz olmaz.
Bu sulh, ister ikrar
üzerine yapılsın, isterse inkar üzerine yapılsın müsavidir.
Şayet taraflar,
zimmette bulunan yiyecek üzerine anlaşma yapsalar, —ister vadeli olsun, isterse
vadesiz olusn—, bu da caiz olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın, diğerinde
bin dirhem alacağı olduğunda, tarafların bizzat bir köle karşılığında anlaşma
yapmaları caizdir. Bu durumda köle, talibin olur. Ve onu azad etmesi caizdir.
Köle kendisinden
istenilen şahsın onu azad etmesi caiz olmaz. Eğer köle talip teslim almadan
önce, matlûbun elinde ölürse, bu durumda o, matlûbun malı olarak ölmüş olur. O zaman alacaklı,alacağı için borçluya
başvurur.
Keza, bizatihi olan
her şey, teslim alınmadan taraflar birbirlerinden ayrihrlarsa anlaşma batıl
olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
Bin dirhem alacak
karşılığında bir köle verilmesi şeklinde anlaşma yapıldıktan sonra, iki taraf
da alacak bir şeyin olmadığını doğrulasalar, bu durumda, köle kendisine verilen
zat muhayyerdir: Dilerse köleyi geri verir; dilerse, bin dirhem verip, köleyi
yanında bırakır. Serahsî'nin Muhıytı'nde
de böyledir.
İki şahıs, bin dirheme
karşılık, yüz dirheme (bu yüz dirheme elbise almak üzere), anlaşma yapsalar; bu
sahih olmaz. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
üzerinde alacağmin olduğunu iddia eder ve bir yere karşılık olarak da anlaşma
yaparlarsa (Şöyleki: Alacaklı şahıs, alacağına bedel, o evde bir sene oturacak,
sonra da iddia olunan şahsa, onu teslim edecek) işte bu caiz değildir.
Keza, bir adam,
diğerinde alacağının olduğunu iddia ettikten sonra, bu alacağına karşılık,
borçlunun bir kölesinin, bir sene kendisine hizmet etmesi bilahare de onu,
borçluya geri teslim etmek üzere anlaşma yapsa, bu sulh caiz olmaz. Muhıyt'te
de böyledir.
Bir adamın, diğerinde
yüz Nisâbur dinarı alacağı olduğunda, yüz Buhârâ dinarı karşılığına anlaşma
yapıp, teslim almadan da ayrılsalar; (bu durumda sahih olan, teslim almanın
şart olmayışıdır.) sulh batıl olmaz. Zehiyre'de de böyledir.
Necmüddin
en-Nesefî'den sorulmuş:
—Bir adam, diğerinde,
içinde gümüş olmayan bin dirhem alacağı olduğunu iddia ettikten sonra, yüz
gıtrifî dirhemi karşılığında anlaşma yapıp, teslim almadan önce de birbirinden
ayrılsalar ne olur?
İmâm şöyle buyurmuş:
Bu sulh, batıl olur.
Bu cevap, şayet
dirhemler zimmette olursa doğrudur.
Fakat,, dirhemler
belirli olursa, sulh caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın, vadeli
borcu olduğunda, vade gelmeden, bu adam borcunu öder; sonra da o ödenen şeye
bir hak sahibi çıkar veya o ödenen şey kalp, katkmtılı olduğundan alan şahıs
onu hakimin hükmüyle geri verirse, bu durumda, o mal, eski haline avdet eder;
yani borç yine vadeli olur.
Keza, bu şahıs, o
vadeli borcu hakkında bir köle karşılığında anlaşır; bu köleye de bir hak
sahibi çıkar veya o kölenin hür olduğu belli olur yahut hakimin hükmüyle, bir
aybı sebebiyle, o köle geri verilirse, borç eski haline dönüşür.
Sulhdan önce, sulh
talebinde bulunur veya hakimin hükmü olmaksızın, bir aybı sebebiyle geri verirse,
bu durumlarda mal (borç) vadeli olur.
Eğer va'de söylemez ve
red de —aybı sebebiyle— hakimin hükmü olmaksızın olursa, işte o zaman mal
(borç) vadeli değil; hal-i hazırda verilmesi gereken bir borç olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adamın, diğerinde
bir kür buğday alacağı olduğunda, taraflar bir kür arpa karşılığında anlaşma
yaparlar ve borçlu da onu teslim eder ve iddia sahibi, bu arpada kusur,
bularak, onu, —meclisten ayrılmadan— geri verirse; bu durumda sulh batıl olur.
Alimlerimizin tamamının görüşü budur.
Teslim almadan önce
tarafların birbirlerinden ayrılmaları halinde batıl olan her sulhda , sonradan,
alınan şeyde kusur bulunursa, o geri verilir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam,
diğeri bir şahıstan
bin dirhem alacaklı
olduğu iddiasında bulunduğunda, davalı şahıs da onu inkar ederek, yüz
dirheme anlaşma yapmak istese, davacı ise: "Benim sende olan bin dirhemime
karşılık, yüz dirheme anlaştım; geri kalanından da vaz geçtim." derse, bu
caiz olur. Ve iddia olunan şahıs (da'valı) geride kalan dokuzyüz dirhemden
beraet etmiş bulunur.
Bu, kaza yönünden de,
diyanet yönünden de böyledir. Zahîriyye'de de böyledir.
Borçlu bin dirhemi
ödediği halde, alacaklı onu inkar eder ve borçlu, bu durumda yüz dirheme
anlaşma yaparsa, onun önceki ödediği caiz olur. Alacaklının o yüz dirhemi
alması —onun ödediğini biliyorsa helal olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adamın, diğerinde
—sattığı bir şeyin bedeli olarak— bin dirhem vadeli alacağı olduğunda, bu
alacaklı, kefil vermesi üzere borçıü ile anlaşma yapar ve borcu o vadeden bir
yıl sonraya tehir ederlerse, bu sulh da caiz olur.
Bu cevap istihsandır.
Keza, kefil ile
birlikte, başka bir kefil daha almak üzre anlaşma yapsalar ve vadeyi de
uzatsalar, yine bu sulh caiz olur.
Şayet, yarısını acele
ödemek, yarısını vadeye bağlamak üzere anlaşma yapsalar, işte bu sulh fasid
olur.
Şayet alacaklı,
va'deden sonra, bir sene daha tehir eder; .sulh da yapmazlarsa, bu da caizdir.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın, diğerinde
bin dirhem alacağı olduğunda, bu şahıs borçluya: "Yarın beşyüz dirhemini
verirsen kalanından vaz geçerim." dese der; borçlu da denilen günde beşyüz
dirhemi verirse, kalanından kurtulur.
Şayet beşyüz dirhemi,
denilen günde vermezse^ borcu, yine bin dirheme dönüşür.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'in kavlidir. Kâfî'de de böyledir.
Eğer, alacaklı, vakit
tayin etmeksizin: "Beşyüz dirrjemi nakden ödersen, kalanından vaz
geçerim." der; borçlu da bunu kabul ederse, beşyüz dirhemi verince, kalan
beşyüz dirhemden kurtulur.
Şayet alacaklı:
"Bugün beşyüz dirhemi verirsen, kalandan vaz geçerim." dediği halde,
borçlu, o gün ödeme yapmaz ise, borç eski haliyle kalır.
Eğer borçlu, denilen
günde öderse, kalan beşyüz dirhemden berî (= kurtulmuş) olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Alacaklı: "Yarın
beşyüz dirhemi vermen şartıyle, kalan beşyüz dirhemden vaz geçtim." derse,
—beşyüz dirhemi verse de vermese de— ibra vaki olur. (Yani borçlu kurtulmuş
olur.) Hidâye'de de böyledir.
Bir adamın, diğerinde
bin dirhem alacağı olduğu zaman, beş yüz dirhemi vermesi üzerine anlaşma
yapsalar ve diğer beşyüz dirheme bir vakit tayin etmeseler, bu anlaşma caiz
olur. Ve kalan beşyüz dirhem de düşer.
Şayet: "Bu gün
beşyüz dirhem vermen üzere anlaşma yaptım." ve devamla: "Eğer vermez
isen, borcun bin dirhemdir." der ve o gün beş yüz dirhemi verirse, anlaşma
geçerlidir. Eğer vermez ise, bin dirhem hali üzere durur.
Eğer: "Bu gün vermen
üzere, bin dirheme karşılık, beş yüz dirheme anlaşma yaptım." dediği
halde, "vermez isen, bin dirhem hali üzeredir." demez ve borçlu
beşyüz dirhemi verirse, bi'1-icma' kalan beşyüz dirhemden beri olur.
Eğer vermez ve o gün
geçerse İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre borç yine bin
dirhem olarak kalır. Tahâvi Şerhı'nde de böyledir.
Şayet: "Yarma
kadar, beşyüz dirhem vermen şartiyle, bin dirhem karşılığında sulh
yaptım." der ve devamla: "Eğer veremezsen, borç —hali üzre— bin
dirhemdir." derse, beşyüz dirhemi verebilirse ibra bakidir. Şayet
veremezse, bi'I-icma ibra geçersizdir; yani borç, hali üzeredir. Kâfî'de de
böyledir.
Bir kimse, diğerine:
"Bana beşyüz dirhemi öde; fazlasından vaz geçtim." der ve bir vakit
tayin etmez ise, bu ibra sahih olur.. Ve bu. durumda, borçlu, ne zaman beşyüz
dirhemi öderse, o zaman fazlasından kurtulur. Hidâye'de de böyledir.
Alacaklı: "Bana
beşyüz dirhem verirsen, beşyüz dirhemi borcundan düşürdüm." derse,
bi'1-ittifak bu düşürme sahih olmaz. Borçlu ister ödesin, isterse Ödemesin bu
böyledir.
Keza alacaklı,
borçluya veya kefiline: "Onun beşyüz dirhemini bana ödersen, (veya
ödediğin zaman) kalanından berisin." derse; (bunların tamamı batıldır)
kalandan beraet yoktur. Zahîriyye'de de böyledir.
Ortaklardan birisi,
—borçlunun borcundan— bir şey düşürse, —ister tamamını, isterse bir kısmını
düşürsün— bu sulh ve akid caizdir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre bu şahıs ortağının hissesini tazmin eder. (=
öder) Kendi hissesi hakkında, alacaktan düşürmesi caizdir; ortağının hissesi
hakkında caiz değildir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [7]
Bir adam, bir hizmetçi
karşılığında, bir kadım nikahlar; sonra da belirli bir koyun karşılığında
anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur.
Eğer veresiye olursa,
bu sulh caiz olmaz.
Eğer, taraflar ölçülen
veya tartılan bir şey karşılığında anlaşma yaparlar ve o şey bizzat mevcut
olursa, anlaşma caiz olur.
Eğer o şey vadeli ise
bu durumda sulh caiz olmaz, Hâl-i hazırda, (aynı mecliste, peşinen) Ödeme
olursa, sulh caizdir. Aynı mecliste ödenmezse, caiz değildir. Hizmetçi
karşılığında, veresiye, dirhemlere anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur.
Eğer hizmetçinin
şahsına karşı, belirlenmiş fazla, dirhemlerle anlaşma yaparlarsa, bu sulh da
caiz olur.
Bir kimse, belirli bir
yer karşılığında, bir kadınla anlaşma yapar ve o yeri de kadına verir, sonra
da, kadına cima yapmadan önce, onu boşarsa; bu durumda kadın muhayyerdir: İsterse
kölenin yarı kıymetini; isterse o yerin yarısını geri verir. Şayet o yeri satın
alırsa, kölenin kıymetinin yansım geri verir.
Eğer dirhemler üzerine
anlaşma yaparlarsa, aldığı dirhemlerin yarısını iade eder.
Keza, şayet orta halli
bir köle verir, sonra da kadına yaklaşmadan önce onu boşarsa, kadın kölenin
yarı kıymetini iade eder. Bu durumda, kadının muhayyerliği yoktur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, bir kadım,
bir ev bir de hizmetçi karşılığında, nikahladıktan sonra, eve karşılık, —bir
müddete kadar— h'erevî bir elbise vererek anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz
olmaz.
Eğer ev ve hizmetçi
karşılığında, —vadeli olarak— dirhemler ve dinarlar üzerine anlaşma yaparlarsa,
işte bu caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Evin ve hizmetçinin
değerinden fazla ile anlaşma yapılması caiz olmaz. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, yüz dirhem
karşılığında, bir kadın nikahladıktan sonra, onunla, belirli bir yiyecek
karşılığında sulh olsalar, bu sulh da caizdir.
Eğer yiyecek belirli
olmazsa, vadeli olması halinde sulh caiz olmaz. Peşin olursa yine caiz olmaz.
Bir adam, bir kadını,
bir kür buğday karşılığında nikahladıktan sonra, bunlar bir kür arpaya sulh
olsalar, bu sulh caiz olur.
Eğer arpa veresiye
olursa, bu durumda sulh caiz olmaz.
Aynı mecliste ödeme
yapılırsa, anlaşma sahihdir. Eğer teslim almadan aynhrlarsa, anlaşma batıl
olur.
Bir adam, bir kadını
nikahladığını iddia ettiği halde, kadın, bunu inkar eder ve aralarında yüz
dirhem karşılığında —kadının nikahından beri olması üzere—, sulh olurlarsa, bu
sulh caiz olur.
İddia sahibi olan
erkek, bundan sonra nikaha beyyine ibraz ederse, bu husustaki beyyinesi kabul
edilmez.
Keza, kadın:
"Beraetim için, sana yüz dirhem verdim." derse, bu sulh da caiz olur.
Kadın: "Davandan
vaz geçmen için, yüz dirhem verdim." derse, bu da caizdir.
Eğer: "Seninle
benim aramda, nikah olmadığına dair, yüz dirhem verdim." derse,
Şeyhu'l-İslâm: İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, bu durumda sulh
sahihdir. İmâmeyn'e göre ise, bu sulh sahih değildir." buyurmuştur.
Şayet: "Seni
nikahlamadım; demene karşılık yüz dirhem vereyim." derse, hilafsız olarak
bu batıldır. Muhiyt'te de böyledir.
Bir kadın,
"kocasının, kendisini üç talak boşadığını" iddia eder; kocası da bunu
inkar eder; sonra da kadının davasından vazgeçmesi için, yüz dirheme anlaşma yaparlarsa,
işte bu sulh da batıldır.
Bu durumda kocanın,
verdiğini almak üzere kadına müracaat etme hakkı vardır. Kadında davası
üzerinde olur.
"Bir talak; (iki
talak veya mal mukabili) boşadı." davası da böyledir. Hızânetü'l-Müftın'de
de böyledir.
Bir adam, dahil
olmadan önce karısını boşar sonra da, mehrinde ihtilafa düşerler ve koca:
"Mehri beşyüz dirhemdir." der; kadın da "bin dirhem
olduğunu" söyler ve mehrih yarısı olarak; üçyüz dirheme anlaşma
yaparlarsa, işte bu sulh caiz,olur.
Eğer koca: "Ben,
sana mehir borçlandım. Ancak, senin için müt'a vardır." der ve aralarında
müt'a (= bir menfaat) üzerine anlaşma yaparlarsa, bu da caizdir.
Bundan sonra, kadın
mehrinin bin dirhem olduğuna dair beyyine ibraz ederse, bu beyyinesi kabul
edilmez.
Koca.önce mehri verir
ve sonradan, yaklaşmadan önce onu boşayıp verdiğinin yarısını geri ister ve o
yarı da ihtilaf ederler; koca: "Yarısı üçyüz dirhemdir." dediği
halde, kadın: "İkiyüz dirhemdir." der ve ikiyüz elli dirheme sulh
oluralrsa, işte bu da caizdir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kadın, kocasının kendisini bain talakla boşadığını
iddia ettiğinde, bunlar yüz dirheme ve talakın bain olduğu üzre anlaşma
yaparlarsa; bu sulh caiz olur.
Keza, bu kadın,
kocasına: "Benim iddia eylediğim, senin de inkar eylediğin şeye karşılık
anlaşmadır." derse, bu da caiz olur. Buna göre bu kadın, "kocasının,
kendisini üç talak veya bainen bir talak boşamış olduğuna dair şahit
dinletirse, mehrini almak için müracaat eder. Meb-sût'tada.böyledir.
Bir adam, başkasının
karısını dava, ettiğinde, aralarında "mal mukabili, davadan vazgeçmek
üzere," bir anlaşma yapsalar bu anlaşma sahih olmaz. Hizânetü'l-Müftîn'de
de böyledir,
Bişr'in Müntekâsi'nda, İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.)'un
şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Bir kadın,
"kendisinin, bir adamın karısı olduğunu" iddia ederek, "onun
üzerinde, mehirden bin dirhemin olduğunu" söyler ve "Şu çocuk da onun
oğludur; ondandır." der; adam da bunların tamamını inkar eder; sonra da
yüz dirheme sulh olurlar ve kadının, bu iddialarının cümlesinden vazgeçmesi
için, erkek yüz dirhem verir; sonra da, kadın bunların tamamının doğruluğunu
belgelese, bu durumda nikah ve nesep sabit, mehirden dolayı sulh da caiz olduğu
gibi yüz dirhem de kadının hakkı olur.
Buistihsandır.
Eğer kadın, nikahı
çocuksuz olarak iddia eder; mehri de iddia etmez ve aralarında yüz dirheme
anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olmaz.
Eğer, kadının da'vadan
vazgeçmesi için anlaşma yaparlarsa, sonra da mehir veya nafaka iddiasında
bulunursa, bu durumda sulh caiz olmaz. Ve adam, verdiği yüz dirhemi geri alır.
Adamın kadını nikahlamış olmasına da bir yol kalmaz. Bu, bir nevi mal mukabili
boşama olur.
Şayet kadın, hem
nikah, hem de nafaka iddia eder ve yüz dirheme anlaşma yaparlarsa, bu durumda
sulh caiz olur. Bu yüz dirhem, nafaka olur. Bü durumda koca, kadına, hiç bir
şey için müracaat edemez. Aralarında da nikah kalmaz. Muhıyt'te de böyledir. [8]
Nafakadan sulh, eğer
hakimin nakid ve yiyecek gibi bir şey üzerine takdir yapması ile olmuşsa, bu
sulh caiz olur.
Eğer aralarında
anlaşma yapmışlarsa, nafaka takdiri caiz olmaz. Köle gibi, hayvan gibi bir
bedele itibar olunur ve koca nafakadan kurtulmuş olur. Serahsî'nin Muhiytı'nde
de böyledir.
Bîr adam, daha
yaklaşmamış olduğu karısı ile çocuğunu, bu çocuk kendi eliyle yiyebilene kadar
iki yıl emzirmesi ve eğer daha fazla emzi-rirse, belirli bir elbise vermek
üzere, anlaşma yapar ve bu kadın o elbiseyi teslim alıp onu zayi eder; çocuğu
da bir yıl emzirince, bu çocuk ölür ve elbisenin kıymeti ile mehrinin kıymeti
müsavi olursa, bu durumda koca, kadına müracaat ederek, elbisenin parasının
yarısını geri ister.
Eğer kadın, bununla
beraber bir koyun ziyade eylemiş ve koyunun kıymeti de emzirme bedeline eşit
bulunursa, o zaman adam, müracaat ederek kadından elbisenin kıymetinin dörtte
biriyle, emzirme bedelinin dörtte birini geri alır. Koyunu da kadın adama
teslim eder.
Bununla beraber, o
koyuna bir sahip çıkarsa, bu takdirde adam, elbisenin dörtte üçüne ve emzirme
bedelinin dörtte birine müracaat edip kadından geri alır. Koyunun kıymetinin de
yarısını alır.
Eğer koyuna değil de
elbiseye hak sahibi çıkarsa, mes'ele hali üzeredir. Bu durumda kadın, erkeğe
müracaatla koyunun yarısını emzirdiği bir senenin ecri mislinin yarısını alır.
Adam da kadına müracaat ederek emzirme bedelinin dörtte birini alır. Mebsût'ta
da böyledir.
Bir kadın, kocasıyla,
her ay üç dirhem nafaka vermek üzere anlaşma yapar, bir ay geçince, onun
nafakasını alır ve bundan sonra, ikinci bir anlaşma daha yapıp, her ay başında,
üç dirhem nafaka yerine, ü ç batman un
karşılığında anlaşırlarsa, bu
sulh caiz olur. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Şayet kadın,
dirhemlerin yerine, her ay geçtikçe belirli olmayan —miktarda— un almak için
anlaşırsa, bu anlaşma caiz olmaz.
Bir kadın, kocasıyla,
her ay üç dirhem nafaka üzerine sulh yapar; sonra da kocası: "Benim buna
gücüm yetmiyor." derse; ilzam olunur.
Ancak kadın veya
hakim, nafakanın bir kısmından vazgeçerse bu caiz olur.
Eğer kadın: "Bu
nafaka bana kafi gelmiyor." derse; —kocasının zengin olması halinde—
artırmak için dava açma hakkı vardır.
Eğer hakim, her ay
için nafaka takdir ederse; kadın bu nafaka kafi gelmeyince, dava açabilir. Ve,
bu durumda kifayet miktarı talep de bulunur.
Bu, yakınların
nafakasında da böyledir.
Eğer nafaka
karşılığında kefil verirse, her ayın nafakası kefile aid olur.
Şayet kefil, bir şey
söylerse, onun sözü geçerli olur.
Eğer koca ölür ve
kadının anlaşma bedeli, kocanın üzerinde kalırsa, bu durumda, o geçersiz olur.
Mebsût'ta da böyledir.
Bir adamın karısı, bir
senelik nafakasına karşılık bir hayvan veya bir elbise alarak anlaşma yaparsa,
bu ister peşin, isterse vadeli olsun, caizdir.
Karşılıklı razı
olduktan sonra böyle yapsa, bu caiz olmaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Karı-koca ayrıldıktan
sonra, sabinin (küçük çocuğun) emme ücreti
hakkında anlaşma yapsalar, bu caiz olur.
Bu anlaşmadan sonra,
kadının yiyeceğine karşılık, dirhemlerle tekrar anlaşma hakkı yoktur. Mebsût'ta
da böyledir.
Bir adam, boşadığı
kadınla, nafaka olarak belirli dirhemi ;r karşılığında, bu miktarı, iddeti bitene
kadar artırmamak üzere anlaş. ıa yapsa,
—kadının iddetinin ay
hisabına göre olması
halinde— bu anlaşma caiz olur.
Şayet, kadının iddeti
hayız sebebiyle olursa, bu anlaşma caiz olmaz. Çünkü hayız, muayyen değildir.
Gerçekten iki ayda üç hayız olur veya on ay geçer de bir defa hayız olmaz.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kadın, kocası
hayatta olduğu müddetçe, nafakası onun üzerine olmak üzere anlaşma yapsa, bu
caiz olmaz. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Bir adamın karısı
mükâtebe veya cariye olduğunda, efendisi onu, bir evde otürtsa ve onunla
belirli bir giyim ve her sene için belirli bir nafaka üzerine anlaşma yapsa, bu
caiz olur.
Bir adamın karısı çok
küçük olur ve kocaya gücü yetmezse, babasının, nafakası üzerine anlaşma yapması
caiz olmaz.
Kadın yaşlı, kocası
küçük olur ve o küçüğün babası, nafaka üzerine anlaşma yapar ve onu da öderse,
bu caiz olur.
Bir mükâtep, her ay
vermek üzere, karısının nafakası üzerine anlaşma yapsa, —diğer hususlarda caiz
olduğu gibi— sulh burda da caiz olur.
Keza, ticaret
yapmasına izin verilmiş veya ticaretten men edilmiş köle de karısının nafakası
üzerine anlaşma yapsa, caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, karısının
bir senelik nafakasına karşılık, ona bir elbise vermek şartıyle anlaşma yapar;
kadın da o elbiseyi, ondan teslim alır ve o elbiseye bir hak sahibi çıkarsa, bu
durumda kadın, nafakası için tekrar kocasına
müracaat eder ve
o elbisenin kıymetini
alır. Serahsî'nin Muhsytı'nde de
böyledir.
Bir adamın, iki karısı
bulunur; onlardan birisi cariye olur ve onu evine yerleştirse, bu durumda hür
kadın ile her ay miktarı belirlenmiş bir nafaka üzerine anlaşma yapar; cariye
ile de ondan daha fazla bir miktarla anlaşma yaparsa; bu da caiz olur.
Keza, bu şahsın
kanlarından birisi, zimmiye olur ve onunla mü'min kadından daha fazla bir
miktarla nafaka anlaşması yapsa bu da caizdir.
Bir iakir, karısıyla,
fazla miktarda nafaka üzerine'anlaşma yaparsa, bu fakir ancak, benzerinin
nafakası ile ilzam olunur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir kimse, bir mahreminin
nafakası üzerine anlaşma yaptıktan sonra, onun zengin olduğunu iddia eder ve o
da, onu doğrulasa, bu anlaşma batıl olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam,
mahremlerinden birinin nafakası üzerine anlaşma yapar; fakat bu şahıs fakir
olursa, onu vermekle cebredilmez. Eğer fakir olduğunu ikrar eder ve halide
bilinmezse, onun sözü geçerli olur. Ve yaptıkları anlaşma batıl olur.
Ancak, onun zengin
olduğu belgelenirse, sulh geçerli olur.
Küçük çocuğun
nafakası, karının nafakası gibidir. Bunun vücûbu için, zenginlik şart değildir:
Eğer baba muhtaç ise, sulh yukarıda geçtiği gibidir.
Keza, bir kimse bir
ihtiyaç için, giyim üzerine anlaşma yaparsa, bunda da nafaka gibi kifayet
miktarına itibar edilir.
Bir kadın, yahudi
giyimi üzerine anlaşma yaptığında, o giyimin enini, boyunu, inceliğini,
kalınlığını söylemese bile, bu anlaşma caiz olur.
Yakınların giyimleri
de böyledir.
Bir adam, sıhhatli ve
bulûğa erişmiş kardeşi ile belirli nafaka ve giyim üzerine, her ay için anlaşma
yapsa hu caiz olmaz ve ona cebr edilmez. Mebsût'ta da böyledir.
Bain talakla boşanan
bir kadın, oturma yerine karşılık, dirhemlerle anlaşma yapsa, bu caiz olmaz.
Fetâvâyi Kâdfhân'da da böyledir.
Bir koca, karısının
nafaka ve giyimine karşılık, on sene için orta halli bir cariyeyi bir aya kadar
vermek şartıyle (veya vade belirtmeden) anlaşma yapsa, işte bu caiz olur.
Mebsût'ta da böyledir. [9]
Emânet sahibi, bir şey
karşılığında anlaşma yapar, mal sahibi de emaneti iddia eder ve kendisine
emanet konulan şahıs: "Sen bana, bir şey emanet etmedin." der; sonra
da belirli bir şey üzerine anlaşma yaparsa, alimlerin kavillerine göre, bu
anlaşma caiz olur.
Mal sahibi, emaneti
iddia ederek, onun geri verilmesini ister, emanet edilen zat da, emaneti ikrar
eder veya susup bir şey söylemez, mal sahibi ise, "onun zayi
olduğunu" iddia eder; sonra da belirli bir şeye karşı anlaşma yaparsa,
alimlere göre, bu anlaşma da caiz olur.
Mal sahibi, zayi
olduğunu iddia eder; emanet bırakılan şahıs ise,, ya geri verdiğini veya zayi
olduğunu söyler; sonra da bir şey üzerine anlaşma yaparlarsa, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin bu husustaki kavlinin ne olduğunda alimler ihtilaf ettiler. Sahih
olanı, bunun caiz olmamasıdır.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre de bu caiz değildir.
Fetva da bunun
üzerinedir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Alimler: Önce mal
sahibinin: "Sen onu zayi ettin." deyip, ondan sonra da emanet edilen
zatın: "O zayi oldu." veya "Ben, onu geri verdim." demesi
ile önce emanet edilen zatın: "Zayi oldu." veya "Onu geri
verdim." deyip, sonra da mal sahibinin: "Sen, onu zayi ettin."
demesi arasında bir fark görmemişlerdir. Muhıyt'te de böyledir.
İcma şunun üzerinedir:
Emânet alan şahıs yemin ettikden ve geri verdiğini veya zayi olduğunu
söyledikten sonra, anlaşma caiz olmaz.
Ancak sulh yeminden
önce yapılıp, kendisine emanet edilen zat "geri verdiğini" veya
"zayi olduğunu" iddia eder ve mal sahibi de onu doğrulamaz ve aynı
zamanda yalanlamaz, sükût ederse; Kerhî "İşte bu anlaşma caiz değildir. buyurmuştur.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un önceki kavli budur.
İmâm Muhammed (R. A.)e
göre bu sulh caizdir.
Şayet mal sahibi, zayi
olduğunu iddia eder, emanet edilen zat da onu doğrulamaz ve yalanlamaz ve bizim
söylediğimiz bir şeyle anlaşma yaparlarsa, işte bu anlaşma caiz olur.
Bundan sonra, ihtilaf
ederler ve kendisine emanet edilen zat: "Ben anlaşmadan önce, o helak
oldu." veya "Ben, onu geri verdim; dedim." derse, bu sulh sahih
olmaz.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir.
Şayet mal sahibi:
"Sen böyle söylemedin." derse, bu durumda mal sahibinin sözü geçerli
olur ve sulh batıl olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Emâneti alan şahıs,
onu aslen inkar ettikten sonra anlaşma yaparsa, sulh sahih olur.
Ariyet olduğunu ikrar
eder de, geri verdiğini ve zayi olduğunu iddia etmezse, mal sahibi ise, onun
zayi olduğunu iddia ederse sulh sahih olur,
Eğer mal sahibi helak
olduğunu, emanet sahibi de zayi olduğunu iddia ederlerse, mes'ele bu hilaf
üzerinedir.
Mudârabt hakkında da
cevap böyledir.
Aslı emanet olan her
mal böyledir. Muhiyt'te de böyledir.
Eğer, iki yüz dirhem
olan emanet, bizzat durmakta olur ve ikrardan veya inkardan sonra, yüz dirheme
anlaşma yaparlarsa, bu caiz olmaz.
Emanete karşı beyyine
getirilmesi halinde bu böyledir. Eğer, emanet bırakan şahsın beyyinesi
bulunmaz, emanet konulan zat da bunu inkar ederse, bu durumda da anlaşma caiz
olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Emanet koyan şahsın,
onu fazla söylemesi helal olmaz. Bunun ne kadar olduğu Allah ile kendi
arasındadır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir yer karşılığında
—on dirhem bedelle— anlaşma yapmak caizdir.
Şayet, inkardan dolayı
anlaşma yaparlarsa, bu anlaşma sahih olur.
Dinarları teslim
aldıktan sonra ister hazırda olsun (sulh meclisinde), ister sulh meclisinin
haricinde olsun müsavidir. Fakat, kendisine emanet bırakılan zat, emaneti ikrar
eder ve o emanet mecliste hazır bulunursa, bu sulh caiz olur. Eğer emanet
mecliste yoksa sulh batıldır. Hulâsa'da da
böyledir.
Bir kadın, kendisinin
yanında bulunan başkasına ait bir şeyi bir adama emanet bırakır, sonra da onu
geri alıp bir başkasına emanet verir ve ondan da geri alır; bu arada da bu
kadının bir şeyi kaybolur ve kadın: "İkinizin arasında gitti; ben kimin
zayi ettiğini bilmiyorum." der; o iki kişi de: "Biz kabında ne vardı,
bilmiyoruz. Sen onu bize verdin; biz ise teftiş eylemedik ve geri sana
verdik." deseler ve bir. mal üzerine anlaşma yapsalar; bu durumda o kadın
eşya sahibinin, eşyasını öder.
Kadınla, diğer iki
adam arasında yapılan anlaşma caizdir. Sonra da kadın o eşyanın kıymeti
karşılığında sulh yapsa, işte bu şu iki yönden hali kalmaz:
1) Kadın, bu
anlaşmayı emanet sahibine, eşyanın bedelini ödedikten sonra yapabilir. Bu
durumda bedel ne olursa olsun, —ister o eşyanın kıymeti olsun, ister ondan az
olsun— fark etmez ve sulh geçerli olur.
2) Bu
kadın, eşyanın kıymetini tazmin etmeden
önce anlaşma yapabilir. Bu durumda, sulh bedeli eğer eşyanın kıymeti veya
insanların aldanmiyacağı miktarda ondan az bir bedel olursa, o takdirde sulh
caizdir ve kadın bu eşyanın bedelini ödemeden kurtulur. Hatta eşya sahibi
bundan sonra iddia eylediği eşyaya karşı beyyine getirse bile, bu kadının,
emanet bıraktığı o iki adama, müracaat için bir yolu kalmaz.
Eğer insanların
aldanmış sayılmayacağı kadar kıymetinden az bir şeye karşılık anlaşma yaparsa,
anlaşma caiz olmaz. Bu durumda, eğer beyyinesi varsa, mal sahibi için
muhayyerlik vardır: Dilerse, o eşyanın bedleini kadına ödetir; dilerse emanet
alan o iki şahsa ödetir.
Eğer, mal sahibi,
emanet alan o iki adama ödetirse, bu durumda, bunlar da kadına —verdiklerinin
bedelini almak için— müracaat ederler.
Eğer kadına ödetirse,
ona karşı sulh geçerli olur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, bir
başkasının yanında bulunan bir şeyin kendisine ait olduğunu iddia ettiği zaman,
iddia olunan zat: "Bu, filanındır. Benim yanıma emanet olarak
bıraktı." der —ve mal sahibi beyyine ibraz ettikten önce veya sonra,—
taraflar sulh yaparlarsa işte bu sulh da sahih olur. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de
böyledir.
Emanet alan bir şahsın
eli altında bulunan bif hayvan harcanır, mal sahibi dç bunun emanet olduğunu
inkar eder ve bu durumda emanet alan şahıs, bir mal karşılığında anlaşma
yaptıktan sonra emanet alari şahıs, onun emanet olduğunu belgeleyerek: "O
harcandı." derse, yapılan anlaşma batıl olur.
Bu durumda, mal
sahibinin, emanet alan şahsın yemin etmesini isteme hakkı vardır. Muhıyt'te de
böyledir. ,
Bir adam, bir
hayvanını, bir vakte kadar emanet bıraktıktan sonra, onu ister; emanet
bırakılan zat da: "Zayi oldu." der; hayvan sahibi ise, onu yalanlayıp
emaneti ikrar ederse; bu durumda emanet bırakılan şahıs, onun bedelini öder;
anlaşma yapmaları caiz olmaz. Keza, emanet alan zatın: "Onu sana geri
verdim." demesi de doğru olmaz. Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bir mudarıp,
mudarabeyi inkar edip sonra da, ikrar sonra yine inkâr eder; sonrada bir mal
karşılığında anlaşma yaparlarsa hu caiz olur.
Bir mudaribin, başka
bir şahsa borcu olur; onu da mudarabe malından öderse; onu te'hir etmek üzere
anlaşma yapması caiz olur. Ondan bir kısmını düşürmesi de caiz olur. Bu
durumda, o düşürttüğü malı, mal sahibine Öder. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğer bir
şâhsa karşı, iddiada bulunarak: "Şu köleyi, bana bağış yaptı." deyip
onu bağış yapanın elinden alır; bağış yapan şahıs da onu inkâr eder ve o
kölenin yarısına anlaşma yaparlarsa (Şöyîeki: Bu kölenin yansı davacının yarısı
da davalının olmak üzere) işte bu anlaşma da caiz olur.
Bundan sonra,
kendisine bağış yapılan şahıs, bu kölenin kendisine hîbe edildiğini ve onu
teslim aldığım belgelese bile, bu belgesi kabul edilmez. Bununla beraber,
birisi diğerine dirhemler vermeyi şart koşarsa, bu da caizdir.
Keza, bu şahıslar
kölenin tamamı birisinin olmak ve bu şahsın diğerine dirhemler vermesi üzerine
anlaşma yapsalar bu da caiz olur.
Keza, kendisine bağış
yapılan zat, "teslim almadığını" söyler, bağış yapan da bunu inkar
eder ve aralarında, köleye yarı yarıya ortak olmak üzere anlaşma yaparlarsa, bu
anlaşma batıl olur.
Bununla beraber,
dirhemlerin birisinin olmasını şart koşarlarsa, dirhemlerin bağış yapana karşı
olması halinde, bu sulh da caiz değildir.
Eğer dirhemler kendine
bağış yapılan şahsa karşı olursa, bu durumda yapılan sulh caiz olur.
Şayet kölenin,
sahibine verilecek dirhemleri de bağış yapana karşı olacak diye anlaşma
yaparlarsa, bu da batıldır.
Eğer dirhemler bağış
yapılanın üzerine olursa, bu caizdir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kadın, bir yeri,
ve birisi ana baba bir kardeş; diğeri de baba bir kardeş olan iki kardeşine bağışladıktan sonra, bu
kadın ölür o iki kardeşi varis olursa, o bağış caiz olmaz.
Bazı alimler:
"Caiz olur." buyurmuşlardır.
Bundan sonra
aralarında anlaşma yapsalar, sonra da ana baba bir kardeş ölse; onun varisleri
de "o anlaşmanın batıl olduğunu" söyleseler, —hibenin aslı batıl
olduğu için— o mâlı —aralarında— miras kılarlar. Mebsût'ta da böyledir.
Bir kimse, belirsiz
olarak, "şu evin yansının, kendisine bağış yapıldığını" iddia etse ve
onu da teslim almasa; bağış yapan şahıs da, onu inkar etse, bilahare de
aralarında anlaşma yaparak, "bin dirhem karşılığında evin dörtte birinin
teslim edilmesini" kararlaştırsalar, iştt bu caiz olur. Hâvî'de de
böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın elinde bulunan bir evi iddia ederek: "Onu, bana filan şahıs
tasadduk eyledi." der ve onu teslim alır; o filan şahıs da: "Onu,
sana hîbe ettim. Ben de geri dönmeyi arzu ediyordum." der ve aralarında
yüz dirheme karşı evi teslim etmek üzere anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur.
Söylediğimiz bu
işlemlerden sonra dönme yoktur. Evi, elinde bulunduran şahıs sulhdan' sonra
ikrar ederek "hibe olduğunu" söyler; veya ev sahibi, hem hîbeyi, hem
de tasadduku inkar ederse, durum bizim söylediğimiz gibidir.
Eğer ev aralarında
yarı yarıya olmak üzere ve ev elinde olanın yüz dirhem vermesi kaydıyla,
anlaşma yaparlarsa, bu anlaşma caiz olur ve şüyu' ma'nası bozulmaz. Mebsût'ta
da böyledir.
Belirli bir buğday
karşılığında bir adamı icarlfyan kimse, ile, bu işçi dirhemler üzerine bir
anlaşma yapsalar, bu caiz olmaz. Zira buğday belirli olunca, bu satılan bir şey
olur. Satılan bir şeyi de, teslim almadan önce, satmak caiz olmaz. Serahsî'nin
Mnhıytı'nde de böyledir.
Bir kimse, bir
başkasından, bir ev kiraladığı zaman bu şahıslar kira müddetinde ihtilaf
ederler ve icara veren: "İki aylığını, on dirheme verdim." dediği
halde icarlayan : "Hayır, üç aylığını on dirheme
verdin." der ve aralarında "iki buçuk aylığı, on dirheme olmak
üzere" anlaşma yaparlarsa, işte bu da caiz olur.
Şayet üç aylığı onbir
dirheme olmak üzere anlaşırlarsa, bu da caiz olur.
Keza, üç aylığını, bir
ölçek belirli buğday fazlasıyla anlaşma yapsalar, bu sulh da caiz olur.
Şayet, o evde iki
aylığına oturmak, fakat başka odalardan da faydalanmak üzere anlaşsalar, bu
sulh da caiz olur.
Burada aslolan,
fazlalığa bakmaktır. Eğer fazlalık, bilinmeyen bir şey ise, —ister kiraya
veren, isterse kiralayan tarafından olsun— bu durumda sulh caiz değildir.
Üç ay oturmak üzere
anlaşma yaparken, icarcının belirsiz bir hayvana binmesi de söz konusu olsa;
veya iki ay oturmak üzere anlaşma yapsalar da, başka bir evin kirasının
artacağı söylense, işte bu durumlarda da sulh caiz değildir.
Cinsinin hilafına
olursa, sulh yine caiz olur.
Üç ay oturmaya, on
dirhem vereceği yerde, icarcının bir yer vermek üzere anlaşması caizdir. Bu,
istihsandir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
İcara veren ve icara
tutan, bir müddet için kefil vermek üzere, anlaşma yaparlar; kefil de buna razı
olursa, işte bu caiz olur.
Eğer kefil hazırda
yoksa, anlaşma batıldır.
Evde oturmakla
birlikte, icarcı, icara veren şahsın hayvanına filan yere kadar, bineceğini de
şart koşsa, bu sulh da caiz olur.
İcara tutan bir
hizmetçinin hizmet etmesini şart koşsa bu da caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, bir hayvanı
belirli bir yere kadar, belirli bir ücret karşılığında kiraladığında, hayvan
sahibi, ücretin daha fazla olduğunu iddia eder; icarcı da daha uzak yere
gideceğini iddia eder ve aralarında, hayvan sahibinin tayin ettiği yere, icarcının
iddia eyledi ücretle gitmesi Üzerine anlaşma yaparlarsa, işte bu, caiz olur.
Şayet icarcı, hayvanın
kaçtığını söyleyerek, icarın aslını inkar eder ve arlarında, o hayvana dirhem
ücretle binmek üzere, anlaşma yaparlarsa, bu da caiz olur.
Eğer, icara tutan
iddia ederek: "Bu hayvanı, semeri ile birlikte, yükümü Bağdat'a kadar
götürmek üzere, beş dirheme kiraladım." der; mal sahibi de, bunu inkar
eder ve aralarında Bağdat'a kadar, bu hayvana, eğeri ile birlikte, bizzat
icarlayan şahsın kendisinin binmesi şartıyle anlaşma yaparlarsa, bu da caiz
olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
yanında bulunan bir köleyi yüz dirheme karşılık, rehin olarak bırakmış
olduğunu'* iddia eder; köle yanında olan; da: "Bu köle, benim kölemdir.
Sende de yüz dirhemim vardır." der ve aralarında köleyi iddia eden şahsın
davasını terk etmesi; rehin bırakan şahsın da, bu rehinden vazgeçmesi şartıyle
anlaşma yaparlarsa, bu anlaşma caiz olur.
Bundan sonra, rehin
alan şahıs, "bu kölenin hakikaten rehin olduğunu" ikrar ederse, bu
durum sulhu bozmaz.
Eğer bu köle, rehin
alan şahsın elinde bulunur ve bu şahıs: "Sen, onu sende bulunan yüz
dirheme karşılık rehin bıraktın." der; rehin veren şahıs ise: "Senin,
bende yüz dirhemin var. Ancak, ben köleyi sana rehin olarak bırakmadım."
derse bunun üzerine, rehin alan şahsın, kölenin rehin olmasına karşılık elli
dirhem fazla vermesi şartıyle yapılan anlaşma da sahih olur. Ve bu durumda
köle, yüz elli dirhem karşılığında rehin olmuş olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, kıymeti
ikiyüz dirhem olan bir eşyayı, yüz dirheme mukabil rehin bıraktıktan sonra,
rehin alan zat: "Rehin zayi oldu." der; rehin veren de: "Zayi
olmadı." der; aralarında, rehin alanın elli dirhemi verilmek suretiyle,
kalanından vaz geçmesi üzerine anlaşma yaparlarsa, bu sulh İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre batıl olur.
Keza, kendisine rehin
bırakılan şahıs, rehni, rehin bırakan şahsa geri verdiğini iddia eder; rehin
veren de bunu inkar ederse, cevap yine yukarıdaki gibidir.
Şayet rehin veren
şahıs, relinin zayi olduğunu dava eder; rehin alan da, bunu ikrar da, inkarda
etmez ve aralarında bir şeye anlaşma yaparlarsa, alimlere göre, bu anlaşma
caiz olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Rehnin kıymeti ikiyüz
dirhem, borç ise yüz dirhem olur; rehin veren: "Eşyamı sattım.'* der;
rehin alan şahıs da, bunu ikrar ve inkar etmez; sonra da aralarında anlaşma
yaparlarsa, bu anlaşma caiz olur.
Şayet rehin alan ikrar
ederek "onun, yüz dirheme satıldığını ve rehin verenin vekilinin
sattığını" söyler, rehin veren de: "Ben, satış için vekil
yapmadım." der; sonra da "yüz dirhemden vaz geçmek ve rehin alana
elli dirhem fazla vermek üzere" anlaşma yaparlarsa, bu da caiz olur.
Bu durumda eşya, rehin
alan şahsın yanında çıkarsa, sulh geçerlidir.
Şayet rehin alan
şahıs, rehni satar; sonra da rehin veren şahıs ölür ve varisler elli dirhem
vermek ve rehinden vaz geçmek üzere anlaşma yaparlarsa, bu sulh da caiz olur.
Başka birisi gelerek:
"Rehin benimdir." der ve rehin alan şahısla on dirhem üzerine anlaşma
yaparlarsa, bu da caizdir. Mebsût'ta da böyledir.
Eğer rehin veren ölür
ve bir başka şahıs da "rehnin kendisinin malı olduğunu" iddia edip;
"onu ariyet olarak verdiğini" söylerse, bu durumda taraflar sulh
anlaşması yapabilirler.
Bu durumda eğer, rehin
alan onu doğrularsa, bu anlaşma sahih olur.
Şayet doğrulamazsa,
rehin bırakılan bu şey, rehin veren şahsın varislerinindir. Muhiyt'te de
böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [10]
Bir kimse, başka bir
adama karşı, onun kendisinden bir şey gasbettiğini iddia ettikten sonra,
taraflar bir mal üzerine anlaşma yapsalar; bu sulh caiz olur. Mebsût'ta da
böyledir.,
Bir adam, değeri yüz
dirhem olan bir elbiseyi gasbedip, telef eylese, bu durumda tarafların yüz
dirhemden daha fazlaya anlaşma yapmaları caiz olur.
İmâmeyn: "Yüz
dirhemden fazlası batıl olur," buyurmuşlardır.
Sahih olan, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'nin yoludur. Hızâneiü'l-Fetâvâ'da da böyledir.
Gasbolunan bir köle
kaçar veya zayi olur; sonra da onun kıymetinden fazlası ile anlaşma yaparlarsa,
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre anlaşma caiz olur.
İmâmeyn'e göre ise,
değerinden fazlası hakkındaki anlaşma batıldır.
Alimlerimizden
bazıları: "Bu ihtilaf, köle kaçtığı zamandır. Zayi olduğu vakit, daha
fazla kıymetle anlaşmak caiz olmaz." demişlerdir,
Esahh olan ise, bu
ihtilafın cümlesinde geçerli olduğudur. CamiuVSağîr Şerhi'nde de böyledir.
Bu ihtilafa göre, bir
adam, bir köleyi gasbeder.ve yanında iken de bu köle zayi olur; bir mal üzerine
anlaşma yaparlar; sonra da köleyi gasbeden zat, kölenin değerinin noksan
olduğunu belgelerse; bu belgesi kabul edilmez.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir.
İmâmeyn'e göre ise, bu
şahsın beyyinesi kabul edilir ve fazlasını gasbedene geri verilir.
Gâyetü'l-Beyân'da da böyledir.
Bir yere karşılık
anlaşma yapıldığında, —kıymet, ister fazla olsun; isterse noksan olsun— anlaşma
caiz olur.
Alimler bunda görüş
birliğine varmışlardır.
Şayet hakim bir kıymet
takdir eder, sonra da taraflar o kıymetten fazlasına anlaşma yaparlarsa, işte
bu caiz olmaz. Hnlâsa'da da böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Gasbolunan bir köle
kaçar ve efendisi olan zat, belirli dirhemler üzerine anlaşma yaparsa veya
va'deli anlaşma yaparsa, bu anlaşma caiz olur.
Eğer kaçan köleye
karşılık ölçülen ve tartılan bir şey üzerine anlaşma yaparsa, —ister o şey
belirli olsun, ister belirsiz olsun— o mecliste teslim alınması halinde anlaşma
caiz olur.
Eğer belirli olmaz ve
o mecliste de teslim alınmaz ise, anlaşma caiz olmaz.
Eğer köle mevcut olur
ve söylediğimiz gibi anlaşma yaparlarsa, —ister peşin, ister va'deli olsun— bu
anlaşma caiz olur.
Eğer, köleyi gasbeden
şahısla kölesi gasbolan şahıs İhtilaf ederler ve birisi: "O kaçtı."
der; diğeri de: "Duruyor. derse; bu durumda dirhemler üzerine sulh
caizdir. İster peşin olsun, isterse vadeli olsun fark etmez.
İster ölçülen, isterse
tartılan şeylere karşılık anlaşma yapılsın, eğer peşin olursa, anlaşma caiz
olur; va'deîi olursa anlaşma caiz değildir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsın elbisesini gasbeder ve elbise onun yanında iken de, başka birisi onu
zayi eder ve önceki sahibi, bu elbiseyi gasbedenie, elbisenin
bedelinden daha az bir
şey üzerine anlaşma, yaparsa, işte bu caiz-olur.
Sonrada, elbise
sahibi, bu elbiseyi zayi eden şahsa elbisenin kıymeti için müracaat eder ve fazlasını
tasadduk eder.
Şayet önceki ile
anlaşma yapmaz da, sonraki ile anlaşma yaparsa, kölenin kıymetinden az bir şey
karşılığında olsa bile, bu anlaşma caiz olur. Önceki de beraet etmiş olur ve bu
durumda bir şeyin tasadduk edilmesi de gerekmez. Önceki zata da, bir şey için
müracaat edilmez. Hâvî'de de böyledir.
Bir adam, bir kür
buğdayı gasbeyledikten sonra, taraflar belirli dirhemler üzerine anlaşma
yapsalar, —ister peşin, ister va'deli olsun,— eğer buğday duruyorsa, bu anlaşma
caiz olur.
Altın karşılığında
anlaşma yapıldığı zaman da böyledir.
Diğer tartılan şeyler
de böyledir.
Şayet, ölçülen şey
karşılığında vadeli olarak anlaşma yapılırsa işte bu caiz olmaz. Bu, ister
buğday, isterse başka bir şey karşılığında olsun farketmez.
Eğer gasbolunan buğday
zayi olmuş bulunur ve dirhemlere veya dinarlara karşılık, vadeli olarak anlaşma
yapılırsa, işte bu da caiz olmaz. Eğer peşin olur ve teslim de alınırsa anlaşma
caiz olur.
Şayet teslim almadan,
taraflar birbirinden ayrılırlarsa, anlaşma batıl olur.
Eğer ölçülen veya
tartılan şeylere karşılık anlaşma yapılır, o da vadeli olursa, bu anlaşma da
caiz olmaz.
Eğer bir kür buğdaya
karşılık, yarım kür buğdaya anlaşma yapılırsa bu da caiz olmaz. İster
gasbolunan buğday duruyor olsun, isterse zayi olsun fark etmez. Böyle yapmak
faiz. yerinde olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, bir kür
buğday ve bir kür de arpa gasbeder bunların ikiside zayi olduktan sonra,
buğdaydan vaz geçmek üzere, arpaya karşı va'deli anlaşma yapılsa bu caiz olur.
Keza, onlardan birisi
duruyor olsa, zayi olandan vaz geçmek üzere yapılan anlaşma da caiz olur.
Mebsût'ta da böyledir.
Müııtekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam para, buğday
ve arpa gasbettiğinde, malı gasbedilen şahısla buğday ve arpanın hissesine
karşılık, bir seneye kadar ödenmek üzere bin dirheme anlaşma yapsalar, bu batıl
olur.
Eğer gasbeden şahıs:
"Buğday duruyor." der; malı gasbolunan şahıs da: "O zayi
oldu." derse, bu durumda gasbedenin sözü geçerli olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, yüz dirhem
ve on dinar gasbeder ve bunların ikisi de zayi olduktan sonra taraflar bir kür
belirli buğday üzerine anlaşma yaparlar; bilahare de o buğdaya bir hak- sahibi
çıkar veya onda bir kusur bulunur ve onu geri verirse, dirhemleri ve dinarları
için onları gasbeden şahsa müracaat eder.
Eğer, bu şahıslar
peşin veya va'deli elli dirheme anlaşma yaparlarsa, işte bu sulh caiz olur. Bu
durumda teslim aldıktan sonra, ona bir hak sahibi çıkar veya o dirhemler kalp
olursa, onun misli akadarı için, gasbeden şahsa müracaat edilir; sulh
bozulmaz.
Keza, elli dirhem
ağırlığında yeni gümüş karşılığında anlaşma yaparlarsa, hüküm yine yukardaki
gibidir.
Şayet elli miskal yeni
gümüş ve on dinarı gasbeder, buna karşılık da —peşin veya va'deli— elli dirheme
anlaşma yaparlarsa, bu sulh da caiz olur. Ancak, bunun için dirhemlerin, taze
gümüşün aynısı olması gerekir.
Şayet daha kıymetli
ise, sulh caiz olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, bir kür
buğday gasbettikten sonra, aynı buğdaydan yarım kür buğdaya anlaşma yapsalar,
şayet gasbolunan buğday ortada yoksa, bu anlaşma caiz olmaz. Gasb eden şahıs
ister gasbettiğini ikrar etsin, ister inkar etsin değişmez.
Şayet, başka bir yarım
kür buğdaya anlaşma yaparlarsa, gasbeden şahıs, ister gasbı inkâr, isterse
ikrar etsin sulh (= anlaşma) caiz olur. Ancak, fazla olan o şey kul ile Allah
arasında temiz bir şey olmaz.
Eğer o bir kür buğday
elde mevcut ise, onu kendisinden gasbolunan şahsa vermek gerekir.
Şayet buğday hazır
olduğu halde, gasbeden şahıs gasbı inkar eder ve gasbolunan yarım kür buğdaya
veya başka bir yarım kür buğdaya karşılık anlaşma yaparlarsa; hüküm bakımından,
bu anlaşma caiz olur. Fakat* gasbolunan şahsa, "kalan yarım kür buğdayın
verilmesi" —onunla Allah arasında— emredilir.
Eğer gasbeden şahıs
gasbı ikrar ederse, gasbolunan buğdaydan veya. başka bir buğdaydan, yarım kür
buğday karşılığında anlaşma yapmak caiz olmaz.
Şayet bir elbiseye
karşı anlaşma yapılır ve oda verilirse, bu durumda sulh caiz olur.
Buğday hakkında
verdiğimiz cevap, diğer ölçülen şeylerde de aynısıdır. Mevzûnât (= tartılan
şeyler) ve adediyât (= sayılan şeyler) de de hüküm aynıdır.
Gasb olunan şey, eğer
taksime (= bölünmeye) ihtimali olmayan, bir şeyse (bir köle, bir hayvan veya
bir cariye gibi...) kendisinden gasbedilen şahıs da, gasbeden şahısla, onun
yarısına anlaşma yaparsa, gasbolunan şeyin hazırda olmaması halinde hiç
şüphesiz anlaşma caiz olmaz.
Gasbolunan şey hazır
olur ve gasbeden şahıs da gasbı ikrar ederse, yine anlaşma caiz olmaz.
Bu şahıs gasbı inkar
ederse, sulh yine caiz değildir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, başka bir
adamdan bin dirhem gasbedip, onu gizler ve onun asıl sahibi, gasibla beşyüz
dirheme anlaşma yapar ve gasbeden, o bin dirhemden beşyüz dirhemini verir veya
başka bir beşyüz dirhem verirse, bu anlaşma, hükme göre caiz olur. Geri kalanı,
gasbeden verirse verir; değilse, Allah ile kendi arasında kalır.
Şayet gasbedilen
dirhemleri, gasbolunan zat, gasbedenin elinde görüyor ve gasbeden şahıs da, onu
inkar ediyorsa; cevap yine aynıdır.
Bundan sonra,
gasbolunan zat, beyyine ibraz eder ve geri kalan malı da kendisine hükmedilir.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adam, iki adamdan
bir köle veya bir elbise yahut benzeri bir şeyi gasbedip, onu da zayi ettikten
sonra, o adamlardan birisi, kendi hissesi karşılığında dirhemler veya
dinarlarla anlaşma'yapıp alacağım alırsa, bu caiz olur. Ortağı da, o alman şeye
ortaktır.
Şayet anlaşma bir yer
karşılığında yapılırsa, bu durumda diğer ortağı muhayyerdir: Dilerse,
hissesini, gasbedene ödetir; dilerse, ortağının aldığı şeyin yarısını alır.
Eğer o yer durmakta
olur ve ortaklardan birisi de kendi hissesi hakkında, anlaşma yaparsa, bu yerin
gasbedenin elinde görünür halde duruyor olması halinde, gasbeden onu ikrar
ediyor, diğer ortağı ise susuyorsa, bu şahsın ortaklık hakkı yoktur.
Eğer gasbolunan şeyin
yeri bilinmediği gibi, gasbeden şahsın da yeri bilinmiyorsa, diğer husus hali
üzerine durur; susan ortak da teslim alınan şeye ortak olur.
Eğer gasbolunan şey,
gasbeden şahsın yanında duruyor ve sahibi de onu görüyor ve ancak gasbeden
şahıs gasbı inkâr ediyorsa, Asi, kitabında: "Susan ortağa, ortaklık hakkı
yoktur." denilmiştir.
Alimlerimiz şöyle
demişlerdir:
Asi kitabında, İmâm
Muhammed (R.A.)'in kavli zikredilmemiştir.
İbnü Semâa, İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Sükût eden ortağa
teslim alman şeyde ortaklık hakkı vardır.
Şeyhu'l-İslâm'da şöyle
buyurmuştur:
Şu ihtilafa göre, eğer
mal sahibi bilmeyecek şekilde gasbedüen şey gaib ise, gasbeden de onun yerini
biliyorsa, durum yine aynıdır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir aam, diğer bir
şahsın gümüş bir kabını zayi ettiğinde, hakim, ona kıymetini ödemesini
hükmeylese; kıymeti teslim-tesellüm etmeden de, taraflar birbirinden
ayrılsalar; bize göre, hüküm batıl olmaz.
Keza, hükümsüz olarak,
kıymeti üzerinde anlaşma yapsalar ve o kıymeti teslim almadan da birbirinden
ayrılsalar; bu anlaşma da batıl olmaz.
Keza, taze gümüş veya
dirhemler zayi olduğunda, taraflar zayi olanın kıymetinden daha aza, —vadeli
olarak anlaşma yapsalar, bize göre, bu da caizdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Keza, zayi olan gümüş
veya dirhemlere karşılık, on dirheme —va'deli— anlaşma yapsalar, bu da caiz
olur. Hızânetü'l-Miiftîn'de de böyledir.
İbnü Semâa'nın Nevâdiri'nde,
İmâm Muhammed (R.A.)in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Bir adam, gümüşle
süslenmiş bir kabı gasbedip evine koyduktan sonra, onun sahibi gelir ve
taraflar onun kadar gümüş karşılığında veya altın karşılığında anlaşma
yaparlar; bilahare de bir şey alıp-vermeden ayrılırlarsa, bu anlaşma batıl
olmaz.
Keza, bir adam kıymeti
yüz dinar olan bir halkayı gasbedip, onu da kaybeder; o halka sahibi de elli
dinara anlaşma yaparsa, bu sulh caiz olur.
Eğer gasbeden şahıs
yitirdiği o halkayı bulursa, o zaman halka sahibi, ona yarı yarıya ortak olur.
Şayet anlaşma halka
mevcut iken yapılırsa, caiz olmaz.
Keza, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.) şöyle buyurmuştur:
Bir adam, diğerinden
gümüş bir şey gasbeder ve o kaybolduktan sonra da, onun değerinden daha fazlaya
anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olmaz.
Şayet gasbeden şahıs
onu zayi eder ve gasb edilen adam da buna razı olarak gümüş şeyinin ağırlığında
taze gümüşe anlaşma yaparsa, bu caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
evinden bir şey çalar ve o şeyi de evden çıkarmadan mal sahibine vermek ister
ve belirli bir mal üzerine de anlaşma yaparlarsa bu anlaşma batıl olur. Ve
hırsız, malı sahibine geri verir. Bu teklif, mal sahibinden gelirse, bu durumda
hırsıza bir şey gerekmez ve davadanda beraat eder. Çaldığı malı da geri
sahibine verir.
Şayet dava hakime
çıktıktan sonra, mal sahibi anlaşma yapmak ister ve bu, af sözüyle olursa,
bi'1-ittifak bu durumda af sahih olmaz.
Şayet bağış veya
vazgeçme gibi olursa, bize göre dava düşer.
Eğer içki içen birisi,
mal vermek üzre anlaşma yaparsa, bu anlaşma sahih olmaz; af da, doğru olmaz. Bu
durumda mal, içki içene geri verilir. Anlaşma, ister mal verilmeden önce, isterse
sonra olsun müsavidir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adam, bir
tamircinin dükkanından, bir topluluğun papuçiarını çalar; dükkan sahibi olan
tamirci de hırsızla anlaşma yaparsa, eğer papuçları çalınanlar mevcut iseler
anlaşma caiz olmaz.
Ancak onların
sahipleri izin verirse, bu durumda anlaşma caiz olur.
Şayet çalman papuçlar
zayi olmuşsa, sahipleri izin vermeden de, dirhemler üzerine yapılan ve
kıymetlerinden de aşağı olmayan bir sulh anlaşması caiz olur.
Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bir adamı, hırsızlık
suçuyla habsettiklerinde bir topluluk onu dava eder; sonra da anlaşma yaparlar;
hırsız da hapisten çıkınca, hırsızlık yaptığını inkar eder ve: "ben hırsız
değilim. Nefsimden korktuğum için anlaşma yaptım." derse; alimler: "Eğer
hakimin hapishanesinde ise sulh caizdir;
yok eğer, valinin
hapsanesinde ise sulh
caiz değildir."
demişlerdir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerine bir
eşya verdiğinde,, onun yolu kesilerek, o eşya elinden ahmr ve eşya elinden
alman şahıs, hırsızla anlaşma yapar ve: "Ben, malım için anlaşma
yaptım." der; emanet sahibi de: "Sen, benim emanetim için anlaşma
yaptın." derse; şayet o emaneti verirken bir şey söylemiş, olur ve hırsız
da huzurda bulunursa, bu durumda onun sözü geçerli olur. Değilse yapılan
anlaşma, malın tamamına göre yapılmış olur. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bu durumda anlaşma
mekruh olur ve caiz değildjr. Sirâciyye'de de böyledir.
İddia eden iki kişi
olur ve hükümdar da iddia olunan şahsı zor-larsa; ikisi birden anlaşma
yaparlar. Mebsût'ta da böyledir.
Bir topluluk, gece
veya gündüz, —bir adamın evine girer ve silahlarını çekerek, bir şeyi ikrar
etmesi veya bir şeyden vazgeçmesi için ona karşı zor kullanırlar, o da
dediklerini yaparsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyasına göre bu anlaşma caiz
olduğu gibi bu durumdaki ikrar da, ibra da caiz olur. Çünkü, O'na göre, ikrah
(= zorlama) ancak sultan tarafından yapıldığı zaman, vaki olur.
İmâmeyn'e göre ise
ikrah, sözünü yerine getirmeye gücü yeten kimselerin tamamından tahakkuk eder.
Fetva da buna göredir.
Şayet, gelen bu
topluluk silah çekmez fakat, o şahsı döverler ve bu iş gündüz ve şehirde
olursa, anlaşma caiz olur.
Eğer büyük bir odun
parçasıyla hiddet yaparlarsa, bu da yerindedir.
Eğer, —gece veya
gündüz— yolda veya mahallede olursa, bu durumlarda sulh ve ikrar batıl olur.
Şayet silah çekmezler
ve meselâ: Bir koca, karısına hiddet göstererek, mehrinin az bir şey olduğunu
ikrar etmesi veya ondan vazgeçmesi hususunda zorlarsa, bu durumda koca, yabancı
gibi olur.
Eğer koca, kadını boşamakla
veya nikahlamakla veya esir etmekle korkutarak zorlarsa, işte bu ikrah olmaz.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [11]
Bir adam, çamaşır
yıkayan bir şahsın yanına vararak, elbisesini yıkatmak istediğinde, çamaşırcı
onu yıkarken yırtarsa, bu durumda, temizleyicinin çamaşır sahibi ile, elbise
çamaşırcının olması veya elbiseyi sahibinin geri alması üzerine, belirli
miktardaki dirhemler karşılığında sulh olsalar, bu anlaşma, bu halde caizdir.
Bu durumda
dirhemlerin, peşin veya vadeli olması da farketmez.
Bu anlaşma dinar
karşılığında yapılırsa, hüküm yine böyledir.
Bu anlaşma, Ölçülen
veya tartılan şeyler karşılığında yapılır ve bunlar da belirli şeyler olursa,
yine bu sulh caiz olur.
Elbiseyi sahibinin
veya yıkayıcının alması müsavidir;
Eğer ölçülen veya
tartılan şey zimmette olur ve anlaşmada "elbise çamaşırcının olacak
kaydı." bulunursa, bu durumda sulh caiz olur.
Şayet "elbise
elbise sahibinin olacak" kaydı varsa; anlaşma caiz olmaz. Zehıyre'de de
böyledir.
Eğer çamaşırcı:
"Ben, sana elbiseyi verdim." der, elbise sahibi de, onu inkar eder ve
sonra da anlaşma yaparlarsa, bu anlaşma İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre caiz
olmaz.
Bu durumda çamaşırcıya
ücret de verilmez. İmâm Muhammet! (R.A.)'e göre bu anlaşma caiz olur. İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'un son kavli de budur. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet çamaşırcı iddia
eyleyerek "elbiseyi sahibine verdim." deyip ücret ister; elbise
sahibi de bunu inkar eder ve taraflar ücretin yarışma sulh olursa, bu anlaşma caiz
olur.
Eğer elbiseci,
elbiseyi aldığını doğrular ve ücretini verdiğini de iddia eder; temizleyici de,
onu inkar eder ve bu şahıslar, temizleme ücretinin yansına anlaşma yaparlarsa,
bu sulh da caizdir. Hulasa'da da böyledir.
Bir kimse, ipliğini
dokuyucuya yerdiğinde, dokuyucu ona muhalefet ederse (Şöyleki: O, yedi parça
doku dediği halde, dokumacı dört parça dokur veya dediğinden daha çok parça
dokursa) bu durumda iplik sahibi muhayyerdir. İsterse dokunan bezi alıp onun,
ecr-i mislini verir; dilerse, elbiseyi dokumacıya bırakıp ipliğini ödetir.
Eğer elbiseyi
dokumacıya bırakmak ve karşılığında da dokumacının belirli dirhemleri va'deli
olarak vermesi şartıyla anlaşma yaparlarsa, bu bu anlaşma caiz olmaz.
Alimlerimiz, bunu
şöyle açıklamışlardır:
İplik sahibi elbiseyi
dokumacıya terk edip, ipliğinin bedelini ona ödetir, sonra da bir müddete kadar
dirhemler üzerine anlaşma yaparlarsa, bu borç olur ve haramdır. Fakat iplik
sahibi, elbiseyi almak ister, sonra da dokumacı ile bir müddete kadar, belirli
dirhemler karşılığında anlaşma yaparlarsa, işte bu caiz olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Eğer iplik sahibinin,
bezi alarak ücretin bir kısmım verip, bir kısmım düşürmesi
şartı ile anlaşma yaparlarsa, bu da caiz
olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, boyacıya bir
dirhem mukabili, bir kafîz boya ile boyamak üzre, bir elbise verir; boyacı da
onu iki kafîz ile boyarsa, bu durumda elbise sahibi muhayyerdir. Elbiseyi alıp,
dirhemi verir, sonra da bir ölçek buğday karşılığında anlaşma yaparsa, bu caiz
olur. Eğer, elbise sahibi bu durumda buğdaya vadeli olarak anlaşma yaparsa,
İmâm Muhammed (R.A.) bunu kitab da zikretmemiştir.
Alimler de bu hususda
ihtilaf etmişlerdir. Irak alimleri: "Caizdir." demişler; Belh
alimleri ise: "Caiz değildir." demişlerdir.
Şayet bir kafîz boyaya
anlaşma yaparlarsa, bu belirli olursa caiz olur. Eğer belirsiz olursa caiz
olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Eğer boyacı, va'deli
olarak anlaşma yaparsa bu caiz olur.
Keza bir kırat altına
anlaşma yaparsa aynı mecliste altını teslim alması halinde bu da caiz olur.
Eğer aynı mecliste teslim almaz ise ve kıymeti de ikinci ölçekden fazla
değilse, bu anlaşma caiz olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [12]
Bir adam, kölesini, bin
dirhem siyah gümüşe satar; sonra da bin veya yüz dirhem katkmtılı dirheme peşin
veya vadeli olarak anlaşma yaparsa, bu batıl olur.
Keza, bu şahısların,
belirsiz olan, tartılan veya ölçülen bir şey karşılığında anlaşma yapmaları da
caiz olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, bir şey
satın aldığında o şey başkası tarafından iddia olunur ve müşteri de anlaşma
yaparsa, bu sulh sahih olur. Satıcısına müracaat etmek isterse, ona gücü
yetmez. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Hasan bin Ali'den
sorulmuş:
Bir adam, diğerini
fasid bir satışla dava ettiğinde satılanı teslim aldıktan sonra, beyyine ibraz
edemese ve dinarlar üzerine aralarında anlaşma yapılsa; bu anlaşma sahih olur
mu?
İmâm şöyle buyurmuş:
— Hayır, olmaz.
— Anlaşmadan sonra
beyyine bulunsa, bu beyyine dinlenilir mi? İmâm:
"Evet,
dinlenir." buyurmuştur. Tatarbâniyye'de de böyledir.
Bir adam, başka bir
adamda, sattığı kölenin bedeli olarak, bin dirhem alacağı bulunduğunu iddia
eder ve bu satış, fasid bir satış olur ve köle de zayi olmuş bulunur; taraflar
da beşyüz dirheme anlaşırlar ve talip, "kölenin kıymetinin bin dirhem
olduğunu" iddia eder; borçlu ise, "dörtyüz dirhem olduğunu"
iddia ederse, bu halde anlaşma caiz olur. Mebsût'ta da böyledir. [13]
Selem sahibi bir kişi,
müslemün ileyh ile, müslemün fih'den dolayı re'sü'1-mâle karşı anlaşma yapsalar
caiz olur. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Selem: Karşılığını
sonra almak için, Önceden verilen para veya mal.
Selem sahibi: O para
veya malın sahibi olan şahıs.
Müslemün ileyh:
Kendisine para veya bir mal verilip de, karşılığı sonradan alınacak olan kimse.
Müslemün fih: Peşin
para veya mal verilip de, sonra alınacak olan mal veya karşılık (= bedel)
Başka bir cins
karşılığında, (yani re'sü'l-mâl'in dışında) müslemün fih hakkında yapılan
anlaşma caiz değildir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adamın üzerinde,
bin dirhem ve bir kür selem olduğunda, taraflar yüz dirhem üzerine anlaşma
yapsalar, bu caiz olur. Bedâi de de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.
A.) şöyle buyurmuştur:
Bir adamın, bizzat selemin
yarısı ile, re'sül-mâlin yarısını almak üzere, anlaşma yapmasında bir beis
yoktur.
Bir adamın, diğerinde
bir herevi selem elbisesi olduğunda re'sü'l-malin yarısına anlaşma yapsalar, bu
anlaşma selemin yarısını vermek şartıyle anlaşma caiz olur.
Kendine selem verilen
zat, kesilmiş elbisenin yansını getirirse selem sahibi onu almak hususunda cebr
edilmez. Dilerse kabul eder; dilerse, elbiseyi tamam getirene kadar kabul
etmez. Muhıyt'te de böyledir.
Selem va'deli
olduğunda, taraflar re'sü'l-mâlin yarısını almak üzere anlaşma yaparlar ve
selemin yansı da tenakuz eder ve va'de gelmeden önce, selemin yarısı acele
edilirse; nakz caiz olur. Bu durumda re'sü'l-mâlden yarısı
noksanlaşır; tacil caiz
olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğerine,
bir ay müddet tayin ederek bir kür buğday teslim eder ve yine aynı adama bir
kür de arpa teslim edip onun müddetini de iki ay olarak belirtir, akdin
gününden itibaren de bir ay geçip buğdayın zamanı gelir ve buğdayı almak üzere
anlaşma yapsalar, arpanın va'desini de artırırlarsa, bu caiz olur.
Şayet buğdayı geri
bırakıp da, arpayı hemen almak üzere anlaşma yapsalar, işte bu caiz olmaz;
Muhıyt'te de böyledir.
Selemin vakti
geldiğinde, onu bir
ay tehir etmek
üzere re'sü'l-malden bir şey vermek caiz olur.
"Bu durumda,
selemin reddedilmesi (= geri verilmesi) de caiz olur. denilmiştir.
Va'denin şartı
hususunda kitab da rivayet yönü yoktur.
Selem va'deli olunca,
kendine selem verilen zat va'deyi bir ay uzatmak için, dirhem ziyade kılsa bu
caiz olmaz.
Şayet selem karşılığı
olan maldan bir kısmını alır, kalanın müddetini uzatırsa bu da caiz olmaz.
Keza, va'deyi uzatmak
için, re'sü'l-mâlden bir kısmını almak da caiz olmaz. Serahsî'nin Muhiytı'nde
de böyledir.
Selem, bir kür buğday
olduğunda, taraflar kalanından vaz geçmek üzere, yarım kür buğdaya anlaşma
yaparlarsa, işte bu caiz olur.
Selem, bir kür taze
buğday olduğunda, taraflar bir kür eski buğdaya anlaşma yaparlarsa, bu da
caizdir.
Eğer selem bir kür
eski buğday olur ve yarım kür yeni buğdaya anlaşma yaparlarsa, bu caiz olmaz.
tmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un son kavli ile İmâm Muhammed (R.A.)'in görüşü budur. Muhıyt'te de
böyledir.
Şj2İem buğday,
re'sü'l-mâlde yüz dirhem olduğu zaman, taraflar selemden dolayı, iki yüz dirhem
veya yüz dirhem yahut elli dirheme anlaşma yapsalar, bu batıl olur.
Fakat: "Selemden
dolayı, re'sü'1-mâl üzerine, yüz dirheme karşılık seninle anlaşma yaptım."
derse bu caiz olur.
Keza: "Selemden
dolayı, re'sü'l-mâlden elli dirhem üzerine seninle anlaşma yaptım.'* derse,
yine bu sulh caiz olur. Zehıyre'de de böyledir.
"Selemden ikiyüz
dirhem üzerine, re'sü'l-mâlden seninle anlaşma yaptım." derse, fazlası
caiz olmaz. Bu durumda ikale, re'sü'1-mâl kadar vaki olur.
Bunu Şeyhu'l-İslâm
söylemiştir.
Şemsü'l-Eimme Serahsî
de, bu ikâlenin batıl olduğuna işaret etmiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, sayılı
dirhemleri, h\x müddete kadar bir kür buğday için, teslim edip, bir zaman sonra
da, kendine selem bırakılan şahısla, o zamana kadar, yarım kür buğday artırmak
üzere anlaşma yapsalar, bu bi'1-icma caiz olmaz.
Caiz olmayınca da,
kendine selem yapılan zâtın, selem sahibine, re'sü'l-malin üçde birini geri
vermesi gerekir. Tam bir kür buğday da onun üzerindedir.
İmâmeyn ise: "Bir
şey vermek gerekmez; üzerinde bir kür buğday borç olarak kalır."
buyurmuşlardır. Manzume Şerhinde de böyledir.
Bir adam, bir kür
buğday için, bir elbise teslim ettikten sonra, selem alan şahıs, bu elbiseyi
teslim alınca, onu başka birine teslim eder; bundan sonra da önceki adam,
önceki mal sahibi ile re'sü'1-mâle karşı anlaşma yaparsa, bu anlaşma, ikinci
müslemün ileyhe verilmeden önce olmamışsa her yönden bozukdur. (Görme muhayyerliği,
hükümle kusurlu olması, teslimden önce meclisten ayrılma gibi...)
Keza müslemün ileyhin
mülkünden, bu elbise bağış yoluyla çıkarsa;' mal sahibi ona müracaat eder. Bu
müracaat, ister hakimin hükmüyle olsun, ister hükümsüz olsun müsavidir. Şayet,
satın alma, bağış yapma, miras kalma gibi bir sebeple iade edilirse, selemin
önceki sahibinin hakkı, elbisenin kıymetidir; elbisenin kendisi değildir.
Şayet elbisenin
kendisini almak üzere anlaşma yaparlar ve bu anlaşma, hakim elbisenin kıymetine
hükmetmeden önce yapılmış olursa, bu durumda, kıyasen caiz olmaz; istihsanen
ise caizdir.
Eğer bu sulh hakimin
kıymet takdirinden sonra ise, kıyasen caiz değidlir.
Bu anlaşma istihsanen
caiz olur mu?
Âlimler bu hususta
ihtilaf etmişlerdir.
Eğer ona.fesh ve
temlik gibi bir sebeble, hakimin hükmü olmadan dönmüşse, o zaman, önceki selem
sahibinin hakkı, elbisenin kıymetidir; kendisi değildir.
Eğer elbisenin
kendini almak üzere,
anlaşma yaparlar ve bu anlaşma,
hakimin, bu elbisenin kıyemtini hükmetmesinden önce olmuşsa, kıyasen caiz
olmaz; istihsanen caiz olur.
Eğer hakimin hükmünden
sonra ise kıyasen de, istihsanen de caiz olmaz.
Şayet, birinci
müslemün ileyh, ikini müslemün ileyhe elbise verilmeden önce, anlaşma yapar,
sonra da elbise hakimin hükmünden sonra, birinci müslemün ileyhe avdet ederse,
bu durumda —hangi sebeple olursa olsun— anlaşmaları caiz olmaz. Ancak hakimin
hükmüyle, kusuru sebebiyle reddedilirse, elbise Önceki sahibine verilip,
kıymeti ondan alınır. Muhıyt'te de böyledir.
Re'sü'l-mâlden kendi
hissesini almak üzere, selemde, ortaklardan birinin anlaşma yapması, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'ye göre caiz değildir. Bu şahsın ortağının izni beklenir; eğer o
reddederse anlaşma batıl olur. Selem aralarında hali üzere baki kalır. Şayet
ortağı izin verirse, ikisi hakkında da geçerli olur ve alınan re'sü'1-mâle
ortak olurlar; kalan da aralarında müşterek kalmış olur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Anlaşma caiz olur; re'sü'l-mâlin yarısı onun olur; arkadaşı isterse
teslim alınana ortak olur; isterse, nasibini borçludan alır." demiştir.
el-Ihtıyâr'da da böyledir.
Bu, re'sü'1-mâl
katışık olduğu zaman böyledir. Eğer, re'sü'1-mâl katışık değilse, —her birinin
hissesi ayrı ayrı ise— bu durum hakkında alimler ihtilaf eylediler: Bazıları:
"İkisine göre de anlaşma caizdir." dediler, bazıları da:
"İhtilaf üzeredir." dediler.
Sahih olanı da budur.
Tebyîn'de de böyledir.
Müfâveda ortağı olan
şahıslardan birisi, diğer birine selem verse, onlardan birisi de re'sü'1-mal
üzerine anlaşma yapsa, bu caiz olur.
Inân ortakları da
böyledirler. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adamın, diğer
birinde selem olarak bir kür buğdayı ve ona bir de kefili olduğunda kefil,
selem sahibi ile re'sü'1-mâle karşı anlaşma yaparsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve
İmâm Muhammed (R.A.)'e göre bu anlaşma, kendisine selem verilenin izin
vermesine kadar bekletilir. Eğer o izin verirse, anlaşma caiz ve selem
sahibinin re'sü'l-mâlde hakkı olur.
Eğer bozarsa, anlaşma
bozulmuş olur.
Yabancı da böyledir.
Eğer re'sü'1-male karşı anlaşma yaparsa, o malı tazmin eder ( = öder) Mühıyt'te
de böyledir.
Alacaklının kefili,
selem cinsinden bir yiyecek üzerine anlaşma yaptığında, eğer bu yiyecek
yenilik, bakımından selemden aşağı olursa caiz olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Alacaklı, tamamını
kefile bağış yaparsa, kefil, kefil olunan şahsa müracaat eder..
Şayet alacaklının
kefili, selemden dolayı bir elbise veya tartılan bir şey üzerine anlaşma yapsa,
bu caiz olmaz.
Müslemün ileyhin
kefili, selemin haricinde bir şey üzerine anlaşma yaparsa, bu —yukardakinin
hilafına— caiz olur.
Sonra selemin kefili,
borçlu ile, selemin cinsinin haricinde bir şey üzerine, anlaşma yaparsa borçlu,
kefilin alacağından beri olur; alacaklının alacağından ise beri olamaz. Bundan
sonra bakılır: Eğer kefil alacaklıya yiyeceği öderse, hepsi de beri olurlar.
Şayet alacaklı
borçluya müracaat ederek, yiyeceği ondan alırsa; o da kefile müracaat ederek,
verdiğini geri alır. Kefil ise, muhayyerdir. İsterse selemi öder; isterse,
aldığım olduğu gibi geri verir. Mühıyt'te de böyledir.
Kefil, selem sahibi
ile, re'sü'l-mâlde dirhem artırmak üzere
anlaşma yapar ve onu da teslim alırsa,
bu anlaşma caiz olmaz.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Kefil, müslemün
ileyhin buğdayı artırması
üzerine anlaşma yaparsa, bu anlaşma da caiz olmaz. Mühıyt'te de
böyledir.
Selem sahibi,
kefilin buğdayı artırmasına
karşı, dirhemleri artırırsa, bu
caiz olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
Kefil, kefil olduğu
şeyden, noksan ölçülmüş bir şey getirip selem sahibine: "Al bunu."
derse, bu müslemün ileyh'den caiz olmaz.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre böyledir. Kefilden de caiz olmaz.
Eğer zirai şeylerden
getirirse, müslemün ileyhden caiz olur. Mühıyt'te de böyledir.
Kefil, selemi, şart
koşulan yere değil de başka bir yere korsa, sahibi müracaat ederek şart koşulan
yere koydurur. Mebsût'ta da böyledir.
Eğer kefil, anlaşma
yaparak, yiyeceği şart koşulan yere değil de başka bir tarafa korsa, hamal
ücretini verip, şart koşulan yere taşıtırsa, bu caiz olmaz; alacaklı onu
reddeder. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adam, diğer birine
emrederek, bir kür buğday selem kor; sonra da selem sahibinin velisi,
re'sü'1-mal üzerine anlaşma yaparsa, ona göre, bu caiz olur ve emredene
buğdayın benzerfni öder.
Bu İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'in kavlidir. Keza anlaşma yoluyla vazgeçmesi de
caiz olur. Eğer emreden, borçlu ile, re'sü'1-mal üzerine anlaşma yapar ve onu
da teslim alırsa caiz olur. Bu sulh yoluyla değil de, vazgeçme menzilinde olur.
Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğerinde
"yüz dirhem ve bir kür buğday" selemi olduğunu iddia eder; bundan
dolayı da yirmi dirheme anlaşma yaparlarsa, selem olan re'sü'I-mal dirhemler
ise, bu anlaşma batıl olur. Ve eğer, re'sü'I-mâl dinarlar ise, (Şayet
re'sü'1-mâl beş dinar ise, anlaşma da beş dinara yapılmış ve yirmi dinar peşin
ödenmişse) sulh caizdir.
Fakat, beş dinarı,
selemin karşısına koymazsa, anlaşma tamamı hakkında caiz olur mu?
İmâm Muhammed (R.A.)
bunu kitapda zikreylememiştir. Alimler de bu hususta ihtilaf eylemişler ve
Fakıyh Ebû Ça'fer el-Hindüvânî: "Caiz olmaz." demiş; Fakıyh Ebû Bekir
el-Belhî (Ebû Ca'fer'in hocası) ise: "Caiz olur." buyurmuştur.
Muhıyt'te de böyledir.
İki zimmî, bir zimmiye
şarap selem yaptıktan sonra, onlardan birisi, müslüman olsa, bunun selemden
hissesi batıl olur ve re'sü'1-mâli için müracaat eder.
Eğer belirli bir
yiyecek karşılığında, re'sü'1-mâli anlaşma yapar veya va'deli anlaşırsa, caiz
olmaz.
Şayet bir nasrânî,
şarabını başka bir nasrâniye teslim eder ve buğdaya karşılık olarak, şarabı da
teslim aldıktan sonra, bu şahıslardan birisi müslüman olsa, selem bozulmaz.
Eğer onlardan müslüman
olan re'sü'l-maie~ karşı anlaşma yaparsa bü caiz olmaz.
Bir nasrânî, diğer bir
nasranîye bir hınzır teslim eder, diğeri de onu teslim alır ve o domuz helak
olur; sonra da bu şahıslardan birisi müslüman olursa, selem bozulur. Domuzun
kıymeti ona aittir. Mebsût'ta da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [14]
Bir adam, diğerinde
yüz dirhem alacağı olduğunu iddia eder ve buna karşı da bir köle alarak anlaşma
yapar ve iddia eden için üç gün muhayyerliği şart koşarlarsa, bu akid de
muhayyerlik de caizdir. Bu durumda iddia olunan zatın, ikrarı ve inkarı
müsavidir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın, diğerinde
bin dirhem alacağı olduğunda, bir köle üzerine anlaşma yaparlar ve iddia sahibi
bir aya kadar on dinarı artırıp muhayyerliği de şart koşarsa, bu da sahih olur.
Akid gereğince, borçlu
bin dirhemden .berî olur ve alacaklı, ay tamam olunca on dinarı alır. Mebsût'ta
da böyledir.
Bir adamın, diğerinde
on dinar alacağı olduğunda, bir elbise karşılığında anlaşma yapsalar ve borçlu,
nefsini üç gün muhayyer kılıp elbiseyi de alacaklıya verir; üç gün geçmeden de
bu elbise zayi olursa; bu durumda onun kıymetini tazmin eder. (= öder) Dinarlar
ise sahibinin olur.
Şayet muhayyerlik
alacaklı için şart kılınmış; bu müddet içinde de elbise zayi olmuşsa bedelini
ödeyici olarak zayi olmuş olur.
Elbise zayi olmaz
fakat muhayyerlik süresi tamam olursa, bu durumda anlaşma tamamdır. Muhıyt'te
de böyledir.
Bir adamln, diğerinde
alacağı olduğunda, buna karşılık bir köle üzerine anlaşma yapıp, üç günlük
muhayyerliği de şart koşarlar, bu üç gün geçtikten sonra, muhayyerlik sahibi:
"Anlaşmayı bozmuştur." diye iddia ederse; o üç gün içinde, beyyinesi
olmadıkça bu sözü doğrulanmaz.
Eğer, bu şahıs feshe
dair beyyine ibraz eder; diğeri de üç günün geçtiğini isbat ederse, bu durumda
fesh beyyinesi kabul edilir.
Eğer üç günün geçip
geçmediğinde ihtilaf ederlerse, bu durumda muhayyer olan şahsın sözü geçerli
olur. Beyyine getirilmesi halinde ise, diğerinin beyyinesi geçerlidir.
Mebsût'ta da böyledir.
İki adamın bir adamda
alacağı olduğunda borçlu onlarla bir köle karşılığında anlaşma yapar ve ikisine
de muhayyerliği şart koşar; sonra da onlardan birisi, sözleşmeye razı olduğu
halde, diğeri onu bozmak isterse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bozma hakkı
yoktur.
İmâmeyn'e göre, ise
bozma hakkı vardır.
Şayet alacaklı bir
kişi, borçlu ise, iki kişi olursa, o iki borçlu bir köle üzerine anlaşma
yaparlar, üç gün de muhayyerlik şartı koyarlar ve şartı hıyar, alacaklı için
olursa, borçlunun biri hakkında anlaşma caizdir; diğeri de bozabilir. Bir
rivayette ise caiz değildir.
Eğer muhayyerlik
hakkı, borçlulara olur ve onlardan biri, anlaşmaya izin verdiği halde, diğeri
vermezse, mes'ele ihtilaf üzeredir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, bu akid tamamı hakkında caizdir.
İmâmeyn'e göre ise,
izin veren hakkında caiz; diğeri hakkında ise, caiz değildir. Muhiyt'te de
böyledir.
İnkârdan sulha gelince,
bunda dava olunan şahsa muhayyerlik hakkı şart koşulmuş ve bu şahıs
muhayyerliği sebebiyle sözleşmeyi fesh etmişse, bu durumda davacı, ona karşı
davasına döner. Mebsût'ta da böyledir.
Görmediği bir şey
üzerine anlaşma yapan bir şahıs için, o şeyi gördüğü zaman, muhayyerlik hakkı
vardır. Siraciyye'de de böyledir.
Bir adam, başka bir
şahsı dava ettiğinde, dava olunan kimse bir yük üzerine anlaşma yapıp, onu da
görmeden teslim alır; sonra da dava sahibi, o yüke karşılık, başka bir davacı
ile anlaşma yapar ve o yükü, o davacı onu görmeden teslim alırsa son alan şahıs
onu geri verebilir. Fakat birinci olaıak alan ^efcıs onu geri veremez. Bu geri
veriş, ister, hakimin hükmüyle olsun; isterse hükümsüz olsun, müsavidir.
Şayet kusurundan
dolayı görme muhayyerliği varsa, —hakimin hükmüyle— onu son alan geri
verebilir. Önceki de onu aldığı zata iade eder. Muhıyt'te de böyledir.
Ayıp muhayyerliği, mal
davasında, anlaşma ile sabit olur. Hatta, bir adam alacak iddiasında
bulunduğunda bir köleye karşılık anlaşma yapsalar, alacaklının, aybı sebebiyle
bu köleyi geri verme hakkı vardır. Bunun hükmü, alım-satımın hükmü gibidir.
Eğer hakimin hükmüyle
geri verirse, bu durumda anlaşma fesholur ve onu satıcısına iadaeder.
Şayet hakimin hükmü
olmaksızın geri verirse, onu önceki satıcıya geri verme hakkı olmaz.
Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Kendisiyle akid
yapılan zatın, aybda red (= geri verme) hükmü, satılan şeyin hükmü gibidir.
Kusuru ister az, ister çok olsun reddedebilir. Hükümlü veya hükümsüz
reddedince, dava devam eder. Mebsût'ta da böyledir.
Anlaşma yapılan şeyde
ayıp bulunduğu halde onu geri vermeyede zayi olması, artması veya noksanlaşması
yüzünden güç yetmezse, bu durumda davacı, davalıya, o noksanlığının karşılığı
için müracaat eder Eğer beyyine ibraz eder veya yemin ederse, aybın hissesine
hak sahibi olur. Yemin edemezse, bir şeye malik olamaz. Sirâcü'l-Vehhâc'da da
böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsın elinde bulunan bir evi iddia ettiğinde, bu ev karşılığında bir köleye,
anlaşma yaparlar ve o köleye de bir hak sahibi çıkarsa, bu durumda iddia
sahibi, davasına müracaat eder.
Bu, hak sahibi olan
zatın, anlaşmaya izin vermediği zaman böyledir. O izin verirse anlaşma caiz
olur ve bu köle davacıya teslim edilir. Hak sahibi olan zat da davalıya
müracaat ederek kölenin bedelini, ondan alır.
Eğer hak sahibi,
kölenin tamamına değil de, yarışma hak sahibi ise, davacı muhayyerdir: İsterse,
kalan yarıya razı olur ve yarısı için de davasına devam eder. Dilerse, tamamını
geri vererek, davasına müracaat eder.
Bu, anlaşma belirli
bir mala karşı yapıldığı zaman böyledir.
Ancak, anlaşma alacağa
karşı yapılır, (dirhemler, dinarlar tartılan ve ölçülen şeyler veya vasıflı
elbise gibi...) ve vadeli olursa, hak sahibi çıkması sebebiyle, anlaşma batıl
olmaz. Fakat, sahibi onların benzerine müracaat eder. Hızânetü'l-Müftîn'de de
böyledir.
Bir adam, diğerinden
bin dirheme bir köle satın alıp, karşılıklı olarak teslim-tesellüm yaptıktan
sonra da, onda bir kusur bulur; satıcı da onu inkar eder veya ikrar ettiği
halde, yeniden peşin veya vadeli dirhemlere anlaşma yaparlarsa, bu caiz olur.
Eğer dinarlar karşılığında anlaşma yaparlarsa, onu peşin almak gerekir.
Hulâsa'da da böyledir.
Kusurdan dolayı,
tarafların bir elbise üzerine anlaşma yapmaları caizdir.
Belirli buğdaya karşı
yapılan anlaşma da caizdir.
Bunları teslim
almadan, taraflar birbirlerinden ayrılsalar da zarar etmez.
Eğer, buğday belirli
olmaz ise, vadeli olunca anlaşma caiz olmaz; peşin olursa, —ayrılmadan almak
şartıyla— caiz olur.
Eğer teslim almadan,
taraflar birbirinden aynlırlarsa, anlaşma batıl olur.
Keza, eğer kölede,
geri vermeye güç yetmeyecek bir kusur meydana gelir veya bu köle müşterinin
yanında Ölür yahut aybını öğrenmeden, onu azad eder ve sonra aybını Öğrenir ve
o aybdan dolayı anlaşma yaparlarsa, bu sulh anlaşma caiz olur.
Şayet müşteri, köleyi
öldürüp sonra da aybına muttali olmuşsa, bu durumda, o kölenin aybmdan dolayı
yapılan anlaşma batıldır.
Bu cins mes'elelerde
aslolan müşteriye karşı red taazzur ettiği zaman, kusurdan dolayı onun müracaat
hakkı vardır ve yapılan anlaşma caizdir.
Şayet kusurdan dolayı
red hakkı yoksa, yapılan anlaşmada caiz değildir.
Eğer aybını bildikten
sonra azad eder; sonra da aybmdan dolayı anlaşma yaparsa, bu caiz olmaz.
Keza, satış kendisine
arz edildikten sonra, kusurunu öğrenirse, o kusurdan dolayı anlaşma caiz olmaz.
Bir adam, diğerinden
bin dirheme bir köle satın alıp, onu teslim aldıktan sonra, başka birine satar;
bilahare de önceki müşteri, o kölenin aybını öğrenerek, önceki satan ile
dirhemlere anlaşma yaparsa, bu sulh caiz olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Eğer köle, ikinci
müşterinin elinde öldükten sonra, bu ikinci müşteri, o kölenin aybını
öğrenirse, bu durumda, onu kendisine satan adama müracaat eder ve kölenin
kusurunun (= aybmın) karşılığını ondan alır.
Bu noksandan dolayı,
birinci müşteri satıcıya müracaat edemez.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R. A.)'ye göre böyledir.
Şayet anlaşma yaparsa,
bu caiz olmaz.
İmâmeyn'e göre, caiz
olur ve müracaat da eder. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerinden
bir elbiselik kumaş alıp, onu da keserek gömlek diktikten sonra, onu satsa veya
satmadığı halde, onun bir kusurunu görse, bilahare de, o ayba karşılık,
belirli miktardaki dirhemler üzerine anlaşma yapsa, bu caiz olur.
Keza, bu şahıs onu
kırmızı boya ile boyadıktan sonra satsa veya satmayıp bir küsurundan dolayı
anlaşma yapsa, bu sulh anlaşması da caiz olur.
Ancak, bu şahıs, o
kumaşı kestiği halde dikmese ve satsa; sonra da kusurundan dolayı anlaşma
yapsa, bu sulh sahih olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Taraflar, kusurundan
dolayı, bir hayvana, bir ay binmek üzere, anlaşma yapsalar, bu caiz olur.
Alimler: "Bunun
açıklaması şöyledir: Bu hayvana şehirde binmek şart koşulursa, sulh caiz olur.
Şehrin haricinde binmek halinde ise sulh caiz olmaz." demişlerdir.
Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, bir kadından
bir şey satın aldığında, onda bir kusur bulunur, ve taraflar, bu kusura
karşılık, kadınla nikahlanmak üzere anlaşma yapsalar, bu nikah caiz olur.
Bu kusurun varlığının,
kadın tarafından kabul edilmesi halinde böyledir.
Eğer, bu kusur mehre
muadil ise (ki en az mehir on dirhemdir) işte o mehirdir.
Ondan az ise onu on
dirheme tamamlar. Siracü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir adam, bir hayvan
satın aldığında, onu teslim almaz ve satıcı, bütün ayıplardan vazgeçmek üzere
anlaşma yapar; sonra da hayvanda bir kusur meydana gelirse, bu durumda müşteri,
onu iade edemez.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavlidir.
tmâm Muhammed (R.A.)*e
göre ise bu durumda müşteri, onu iade eder. Hâvî'de de böyledir.
Vurmadan meydana gelen
bir noksanlık için anlaşma yaptıklarında, vuran şahıs, diğerine: "Baş
yarma, yaralama, saçı karıştırıp bozmadan dolayı, seninle anlaşma
yapıyorum." dese, bu caizdir ve bu sınıf kusurlardan beri olunur. Eğer,
bunların haricinde bir kusur meydana gelirse, ondan dolayı ayrıca anlaşma
yapılır. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir adam, yirmi beş
mevcut, beş de sonradan olacak kusur karşılığında, belirli dirhemler üzerine
anlaşma yapsalar bu caiz olur. Bu akid ayıplardan ibarettir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
zamanında, Küfe ehli bir hayvan hakkında anlaşma yaptı. İbnü Ebî Leylâ da:
"Bir hayvanın ayıblan söylenmedikçe ibra caiz olmaz.1' buyurdu. Hayvan
tellalları, bir hayvanda olan kusurları topladılar. Bu kusurlar yirmi beşi
buldu. Bundan sonra da, beş kusur daha meydana çıktı. O beş kusuru da
söylediler.
Bir hayvan satarken,
Ebû Leylâ'nın kavline muhalefetten kaçınmak için, kusurların hepsini söylemek
gerekir. Çünkü, İbnü Ebî'Leylâ bir hakimdir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir müşteri, satın
aldığı hayvanın gözünde olan bir kusuru için anlaşma yapsa da, başka aybını
söylemese bu anlaşma caiz olur. Serahsî'nin Mumytı'nde de böyledir.
Bir adam, elli dinara
bir cariye satın alıp, karşılıklı teslim-tesellümden sonra, bu müşteri o
cairyede bir kusur bulur ve satıcının, bu cariyeyi geri alıp, kırk dokuz dinar
yermesi üzerine, anlaşma yaparlar ve bu durumda satıcı, o aybı doğrularsa,
onun, kalan bir dinarı da vermesi icabeder.
Keza ef er bu aybm
müşterinin yanında meydana gelmediğini, kendi yanında iken de mevcut olduğunu
biliyordu ise, hüküm yine aynıdır.
Şayet: "Benim
yanımda, kusuru yoktu." der veya isnad edilen aybı doğrulamadığı gibi
inkar da etmezse; bu kusur, benzeri müşterinin yanında meydana gelmesi mümkün
olan bir kusur olması halinde geride kalan dinar caiz olur.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ile İmâm Muhammed (R.Â.)'e göre böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göje ise, her iki halde de caiz olur. Hulasa'da da böyledir.
Eğer satıcı,
müşteriden, bedelini tamamen vermek üzere, elbise alırsa red (= geri vermek)
caiz olur.
Bu durumda satıcının
müşteriden aldığı elbise, helal olur mu?
Satıcı kusurunu kabul
ederse, bu durumda elbise satıcı için helal olmaz.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre böyledir.
Bu elbiseyi müşteriye
geri vermek lazımdır. Şayet kusuru inkar eder ve kusur da benzeri sonradan
olmayan bir kusur olursa, cevap aynısıdır.
Eğer benzeri olursa,
bu elbiseyi satıcının geri vermesi gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam,
bir hayvan satın
alıp, karşılıklı teslim
tesellüm yapıldıktan sonra da, onda bir kusur bulunur; bu kusuru da
satıcı inkar eder; bilahare de,
taraflar bedelini geri
vermek üzere bir
elbise karşılığında anlaşma yaparlarsa, işte bu anlaşma caiz olur.
Şayet, o elbiseye bir
hak sahibi çıkarsa, onun hissesi kadar bedeline müracaat eder. O da kusur
miktarıdır.
Eğer hayvana bir hak
sahibi çıkarsa, müşteri elbiseyi satıcıdan geri alır. Çünkü, bu durumda anlaşma
da, satış da batıl olmuştur. Hâvî'de de böyledir.
Satılan şeyde kusur
bulunduğu zaman, bir mal üzerine anlaşma yapılır, onu da müşteri teslim alır;
sonra da onda başka bir kusur bulursa,
sulh bedeli olarak
aldığı ile beraber,
onu geri verir. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Bir kimse, bir cariye
satın alır; onu da nikahlanmış olarak bulur ve satıcıya geri vermek ister;
sonra da dirhemler üzerine anlaşma yapar; bilahare de kocası, bu cariyeyi
boşarsa; müşteri dirhemleri geri verir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahıstan, elbiselik alıp, onu gömlek yapmak için keser ve fakat dikmez; sonra
da Onda bir kusur bulur; satıcı da onu kabul eder ve anlaşma yapıp o
elbiseliği, satıcı geri alır ve bu durumda müşteri, bedelinden iki dirhem
düşerse, bu caiz olur. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adam, bir cariye
satın alır; teslim tesellümde yaparlar; sonra da müşteri onda bir kusur bulur;
taraflar onun bedelinden yirmi dirhem düşme hususunda anlaşırlar; başka bir
adam da böylece almaya razı olursa; bunun o yabancıya satılması olur. Bu,
müşteri yirmi dirhemi düşerse caizdir. Satıcının düşmesi caiz değildir.
Yabancı dilerse, o
cariyeyi dokuzyüz doksan dirheme alır; dilerse almayıp terkeder. Hulâsa*da da
böyledir.
Bir adam, bin dirheme
bir cariye satın" alıp, teslim-tesellüm de yapıldıktan sonra, o cariyeyi
başka birine ikibin dirheme satar ve yine teslim-tesellüm yaparlar, sonra da
ikinci müşteri, bu cariyede bir kusur görür
ve aralarında, "ikinci
müşterinin, önceki satana binbeşyüz dirheme geri vermesi"
üzerine anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur. İkinci satıcıya bir şey
gerekmez. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğerinden,
on dirheme bir elbise satın alır; satıcı dirhemleri müşteri de elbiseyi teslim
aldıktan sonra da müşteri, o elbisede bir kusur bulur; satıcı ise bunu inkâr
eder; başka bir kdam da aralarına girer ve birinci satıcı, ikinci satıcıdan
iki dirhem düşürmek şartıyle sekiz dirheme almak üzere, anlaşma yaparlarsa, bu
sulh caiz olur. Ve bu durumda elbise, sekiz dirheme müşterinin olur.
Şayet adam, elbisede
başka bir kusur daha bulursa, onu, önceki müşteriye geri verir.
O müşteri önceki
satıcıya, onu geri verir mi?
Burada iki vecih
vardır: Eğer onu hükümsüz kabul etmişse, red ( = geri verme) yokdur.
Eğer hükümle kabul
etmişse, satıcıyı dava etme hakkı vardır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, on dirheme
bir elbise satın aldığında, satan dirhemlerini, müşteri de elbiseyi teslim
alırlar; müşteri o elbiseyi temizlikçiye verir; o da, onu yıkar ve yırtılmış
olarak getirir, müşteri de: "Ben, satıcının yanında mı yırtıldı, yoksa
temizlikçinin yanında mı yırtıldı bilmiyorum." der ve aralarında
müşterinin elbiseyi kabul etmesi, satıcının, fiattan bir dirhem düşmesi ve
temizleyicinin de bir dirhem vermesi şartıyle anlaşma yaparlar ve temizleyici
ücretini müşteriden alırsa; bu caiz olur.
Keza, bu anlaşma
satıcının kabul etmesi üzerine yapılırsa, o da caiz olur.
Anlaşma yapmazlar ve
müşteri dava etmeyi arzu ederse; bu durumda ona: "Hangisini istersen, onu
dava et." denir.
Eğer müşteri, satıcıyı
dava ederse, müşterinin ikrarı üzerine temizlikçi kurtulur. Zira, bu durumda
kusur, temizlikçiye verilmeden önce varmış gibi olur.
Şayet müşteri,
temizlikçiyi dava ederse, —ikrarı sebebiyle— satıcı kurtulur. Ve, bu durumda
kusur, temizlikçinin yanında olmuş olur.
Keza, bu kusur,
boyacının yanında meydana gelir ve boyacı onu boyadıktan sonra aralarında bu
elbiseyi, bir yabancının dokuz dirheme satın alması ye önceki satıcının noksan
alması şartıyle anlaşma yaparlarsa, bu da caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğerine
"kendisi için, bir cariye satın almasını söyler; o da satın alır; satan
şahıs bedelini, söyleyen şahıs da cariyeyi teslim aldıktan sonra da, söyleyen
şahıs, bu cariyede bir kusur bulur ve söyleyen şahıs ile satan şahıs, bir şey
üzerine anlaşma yaparlar ve müşteri hazır bulunmazsa, kıyasen bu anlaşma batıl
olur. Fakat istihsanen bu sulh caizdir. Hâvi'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsa "kölesini satmasını emreder ve müşteri onda bir kusur bulur ve
emreden şahıs, anlaşma yaparak, fiatından bir şey düşmek üzere, bir parça
kumaşı kabul etmeye razı olursa, işte bu anlaşma da caizdir. Mebsût'ta da
böyledir.
Bir adam, belirli bir
bedelle, bir köle satın aldığında satan bedelini, satın alan da köleyi teslim
alırlar; sonra da bu kölede bir kusur bulunur ve onu satıcının yaptığı sanılıp,
onun bedelinden bir kısmını, aybından vazgeçme karşılığında düşürmek üzere,
anlaşma yapılır; bir başka adam da, beyyine ibraz ederek "o köleyi,
kendisi için satin almasını, satın alan şahsa emrettiğini" söyler ve:
"Ben anlaşmaya razı değilim." derse, bu durumda sulh, (- anlaşma)
müşteriye ilzam edilir; emredene ilzam edilmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, bir cariye
satın aldığında, bu cairye müşterinin yanında doğurur; sonra da gözünün birinin
görmediği meydana çıkar ve satıcı onu gizlediğini ikrar ederek, cariyeyi ve
çocuğunu geri vermesi şartıyle, bedelini satın almış olan şahsa, geri vermek
üzere anlaşma yaparlarsa, bu caizdir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir kimse, satın
aldığı cariyede, kusur olduğunu iddia eder; satıcı da bunu inkar eder ve
müşterinin o kusurdan vaz geçmesi üzerine, bir mal karşılığında anlaşma
yaparlar; sonra da, bu cariye de bir kusur olmadığı veya o kusurun kaybolduğu
meydana çıkarsa, satıcı sulh bedelini geri ister. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de
böyledir.
Bir müşteri, satın
aldığı hayvanın gözünde kusur bulur ve bedelinden bir dirhem düşürmek üzere
anlaşma yaparlar; sonra da hayvanın gözündeki kusur (beyazlık) giderse, bu
anlaşma batıl olur. Ve müşteri, bu hayvanın bedelini tam öder.
Keza, bir adam,
diğerine karşı mal iddia eder ve bir mal üzerine de anlaşma yaparlar; sonra da
o malın başkasının olduğu anlaşılırsa, davacı aldığı sulh bedelini iade eder.
Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.
Bir adam, satın aldığı
bir cariyenin bedelini vererek* onu teslim alır; bu cariye de müşterinin
yanında hayız görmez ve müşteri onu bu yüzden geri verir; sonra da satıcıyla, bir şey karşılığında anlaşma yaparlar,
bilahare de, cariye hayız görürse, geri alabilir mi?
—Evet isterse müşteri
onu geri alır. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, bir kür
buğdaya bir kür buğday satın aldığında, karşılıklı da teslim-tesellüm
yapıldıktan sonra, bu şahıslardan birisi, aldığı buğdayda kusur bulur; diğeri
de dirhemlere veya bir kafiz buğdaya yahut bir ölçek arpaya anlaşma yaparsa, bu
caiz olmaz.
Fakat, nevileri ayrı
olursa (Mesela: Bir kür buğday vererek, bir kür arpa satın almış olursa)
anlaşma caiz olur.
Şayet, —vadeli olarak—
dirhemlere karşılık anlaşma yapmışlar ve buğay sahibi arpa da kusur bulmuşsa, o
da yerinde duruyorsa işte bu anlaşma da caizdir. Eğer arpa zayi olmuşsa
(durmuyorsa), bu durumda sulh (anlaşma) caiz olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
İki kişi, müştereken
satın aldıkları bir şeyde, bir kusur bulurlar ve bu şahıslardan birisi, kendi
hissesi için anlaşma yaparsa, bu anlaşma caizdir; diğer ortağı onu dava edemez.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin görüşüdür.
İmâmevn'e göre, diğer
adam onu dava edebilir. Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre onlardan birisi, hakkından
vazgeçerse, diğerinin hakkı batıl olur.
İmâmeyn buna
muhaliftir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir adam, her biri on
dirheme olmak üzere iki elbise satın alıp, bunları da teslim aldıktan
sonra, onların birisinde kusur bulur ve
diğerinin bedelini bir dirhem artırmak şartıyle, o kusurlu elbiseyi vermek
üzere anlaşma yaparlarsa bu durumda reddi (= geri vermesi) caizdir. Fazla
dirhem ise batıldır.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ile İmâm Muhammed (R.A.)'e göre böyledir. Hâvî'de de böyledir.
Bir adam, bin dirheme
satın aldığı bir cariyeyi bedelini vererek teslim aldıktan sonra, onun bir
gözünün görmediğini anlar; satıcı da bunu doğrular ve ona karşılık bir köleye
anlaşma yaparlar; bu köleyi de teslim alır ve onun da gözü görmüyor olur; bu
durumda on dirheme anlaşma yaparlarsa, bu sulh (= anlaşma) caiz olur.
Eğer, bu cariyeye bir
sahip çıkarsa, müşteri onun hissesi kadarı için, satıcıya müracaat eder. O da
yarıdır.
Şayet bu cariyenin,
hür bir kadın olduğu belgelenirse, köleyi de geri vererek bin dirhemini tekrar
alır. Mebsût'ta da böyledir.
Bir mükâtep,
cariyesini sattığında, müşteri onda bir kusur bulur ve onun bedelinden bir
miktarının düşürülmesi (indirilmesi) şartıyle anlaşma yaparlarsa, bu sulh
istihsanen caiz olur.
Aybı yüzünden bir şey
noksanlaştırıldığında, eğer o düşülen şey, aybin karşılığı veya daha çok yahut
daha az ise, bil-ittifak her halde de anlaşma caizdir.
Fakat, kusurun
karşılığından çok fazlaya anlaşma yapılmışsa işte bu ihtilaflıdır.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre caizdir.
İmâmeyn'e göre ise
caiz değildir. Muhıyt'te de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allah Teâlâ'dır. [15]
Bir adam, nesebi
bilinmeyen birisi hakkında "kölemdir." diye iddia eder; iddia olunan
şahıs da bunu inkar ettikten sonra bu şahsın yüz dirhem vermesi üzere, anlaşma
yapılır ve o, davacının davasından vazgeçmesi için bu dirhemleri verirse bu
anlaşma caizdir.
Bundan sonra, iddia
eden zat, beyyine getirerek "onun, kendi kölesi olduğunu" söylerse,
bu beyyinesi kabul edilmez.
Beyyİnesi olmasa bile
velâ hakkı kabul edilir.
İddia sahibi, ondan
bir mal için, bir kefil olsa, bu kefalet caiz olur. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adam, bir kadına:
"Sen benim cariyemsin." dediğinde, o kadın: "Hayır, ben
hürrüm." der, buna göre de yüz dirheme anlaşma yaparlarsa, bu caiz olur.
Eğer, bu kadın beyyine
ibraz ederek, "onun cariyesi iken, azad edildiğini; bir senedir hür
olduğunu veya aslen hür olduğunu, anadan babadan hür olduğunu" isbat ederse,
bu durumlarda anlaşma yaptığı adama müracaat ederek, verdiği yüz dirhemi geri
alır.
Şayet beyyine ile,
"bir başkasının cariyesi iken, azad edildiğini; azad edileli de bir yıl
olduğunu" söylerse; bu kabul edilmez. Bu durumda kadın, yüz dirhemi almak
için müracaat da edemez. Mebsût'ta da böyledir.
Eğer, bu cariyenin
yerinde köle olsaydı ve o köle de anlaşmadan sonra, aslen hür olduğunu veya
azad edildiğini belgeleseydi; anlaşma inkar üzerine yapılmışsa, kölenin
beyyinesi kabul edilir ve o efendinin yanında olan bütün malı için müracaat
eder ve alırdı.
Eğer, anlaşma ikrar
üzerine yapılmış, sonra da beyyine getirmiş olur ve verdiği malı almak isterse,
İmâmeyn'in cevabı aynıdır. Yani iddiası kabul edilir.
İmâmeyn'e göre, davada
tenakuz, beyyinenin kabulüne mani değildir. (Cariyede olduğu gibi...)
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre bu şahsın beyyinesinin kabul edilmemesi gerekir.
Çünkü, İmâm-ı A'zam
(R.A.)'a göre, davada tenakuz, davanın sıhhatine manidir. Davasız beyyine kabul
edilir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, bu kölenin, azad edilmiş olduğuna dair beyyinesi, makbul
değildir. Muhıyt'te de böyledir.
Dava olunan zat,
beyyine ibraz ederek, "filanın kölesi iken, bir yıl önce azad
edildiğini" söylerse, mes'ele hali üzeredir yani beyyinesi kabul edilmez.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir köle, iddia
ederek, "efendisinin, kendisini azad eylediğini" söyler ve efendisi
ile yüz dirheme anlaşma yapar ve efendisi, davasından vaz geçmesi için, yüz
dirhemi köleye verirse, bu durumdaki sulh batıl olur.
Bu köle ne zaman azad
edildiğine dair beyyine ibraz ederse, azad edilmiş sayılır.
Bu mes'elede, cariye
de köie gibidir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir ümmü'l-veled ve
müdebber, "efendileri tarafından
azad edildiklerini" iddia edena ve öu davalarından vaz geçmelerine karşılık,
efendileri ile bir mal karşılığında sulh (=? ^ulaşma) yaparlarsa, bu sulh bu
batıl olur.
Keza, ürnm-ü veled
veya müdebbere olduklarını iddia edip buna göre sulh yapmaları da batıl olur.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle, efendisine
karşı iddiada bulunarak "kendisini azad eylediğini" söyler; efendisi
de onu edince, bu köle "ikiyüz dirheme anlaşma yaparak, azad edildiğini
tahakkuk ettirmek" isterse; bu caizdir.
Şayet köle, bundan
önce "azad edildiğine dair" bir beyyine bulursa, efendisine verdiği
şeyi geri alır. Mebsût'ta da böyledir.
Bir mükâtep, iddia
ederek "azad edildiğini" söyler, önceden de bir şey vermiş olur ve
"efendisinin, kitabet bedelinden yarısını düşürmesi" üzerine anlaşma
yaparsa, bu sulh da caizdir. Muhıyt'te de böyledir.
Sonra da bu mükâtep
daha önce azad edildiğini belgelerse önceki anlaşma geçersiz olur. Mebsût'ta da
böyledir. En doğrusunu bilen Yüce Allah'dır. [16]
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan bir yurdun kendisine ait olduğunu iddia ettiğinde, taraflar yurttan bir eve karşılık anlaşma
yaparlarsa, bu anlaşma, —iddia edilen şahsın (= da'vahnın) başka bir yurdundan
belirli bir eve karşı yapılmış olması halinde— caizdir.
Bu anlaşma, dava
edilen yurttan belirli bir eve karşı yapılırsa, davacının davası kabul edilir
mi? Ve geri kalan yurt hakkında getireceği beyyinesi geçerli olur mu?
Şeyhu'l-İslâm
Şerhı'nde: "Eğer anlaşma, o yurttan belirli bir ev üzerine yapılırsa; bu
durumda, bu davacının davası dinlenilmez." buyurmuştur.
Zahiru'r-rivaye budur.
İbnü Semâa, İmâm
Muhammed (R.A.)'in: "Bu davacının davası dinlenir.'' buyurduğunu rivayet
etmiştir.
Şeyhu'1-İmâm
Zahirüddin de bununla fetva vermiştir.
Şayet iddia edilen zat
(= davalı) iddia edeni (= davacının) iddiasını doğrularsa, bütün rivayetler
birleşir ve o zaman evin kalan kısmının da davacıya teslim edilmesi emredilir.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
yanında bulunan bir yurdu iddia ettiği halde, onun neresi olduğunu belirtmez ve
aynı yurttan belirli bir ev üzerine veya başka bir yurttan bir ev üzerine
anlaşma yaparlarsa, bu caiz olur.
Davacının iddia
eylediği yurdun belirli bir evine karşı, taraflar/ anlaşma yaparlar, sonra da,
iddia sahibi beyyine ibraz ederek "yurdu? tamamının kendisine ait
olduğunu" söylerse, zahiru'r-rivayede geri/ kalanı almak için getireceği
beyyinesi kabul edilmez.
İbnü Semâa, İmâm
Muhammed (R.A.)'in: "Bu davacının beyyinesi kabul olunur."
buyurduğunu'nakletmiştir.
Bu durumda, o yurdun
tamamı, ona hükmedilir.
Eğer iddia sahibi
beyyine ibraz edemez; fakat iddia olunan şahıs onu tasdik ederse, bu durumda da
yurt, iddia edenin olur ve davalının sahih olur, yurdu iddia edene teslim
etmesi emredilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam, bir
başkasının yurdundan belirli bir ziraat iddia ettiğinde, iddia olunan zat ile,
buna karşı belirli dirhemler üzerine anlaşma yaparlarsa, alimlerimize göre bu
sulh caiz olur.
Şayet başkasının
elinde olan yerden, iddia olunan şahsın ( = davalının) hissesi üzerine anlaşma
yapılır ve bu durumda davacı (= iddia 'eden), iddia olunanın (= davalının)
hissesini biliyorsa, bütün bu sulh, bütün alimlere göre caizdir.
Eğer müşteri,
satıcının hissesini bilmiyorsa veya satıcı da, müşteri de —her ikisi de—
bitmiyorlarsa, bu satış caiz olmaz.
İmâm Ebû Hanîfe (R.
A.)'nin kavli budur.
Anlaşma da böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre bu şekildeki satış caizdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan bir yeri iddia ettiğinde, davalı (= iddia olunan zat) onu inkar
eder ve davacı dirhemler üzerine anlaşma yaptıktan sonra, davalı iddiayı
doğrular; davalı da anlaşmayı bozmak ister ve:
"Ben, senin inkarın sebebiyle anlaşma yaptım." derse, bu
durumda da anlaşmayı bozmaya hakkı yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
yerinde hak iddia ettiğinde, o yerin üzeinden su kanalı götürmek veya oraya
duvar yapmak üzere anlaşma yaparlarsa, bu sulh batıl olur.
Eğer bir vakit tayin
etmezse, bu böyledir. Şayet bir sene veya daha çok bir zaman takdir ederlerse,
bunda alimler İhtilaf etmişlerdir;
İmâm Kerhî: "Bu
anlaşma caiz olur." buyurmuştur. Fakiyh Ebû ^aferise: "...Caiz
olmaz." demiştir.
Şayet bir adam,
diğerinin arsasında bir hak iddia eder buna karşılık onun suyundan bir ay
arazisini sulamak üzere anlaşma yaparlarsa, bu caiz olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
Bir adam, diğerinin
evinde bir hak iddia eder ve bu davalının o evin üzerinde bir sene gecelemesi
üzerine anlaşma yaparlarsa, kitapta "bunun caiz olduğu" yazılıdır.
Bazı alimler: "Bu, tavan dam kapalı olursa böyledir; değilse tavanı
icarlamak caiz olmadığı gibi bu da caiz olmaz." demişlerdir.
Bazı alimler ise:
"Bu anlaşma, her haliyle caiz olur." demişlerdir. Zahîriyye'de de
böyledir.
Bir adamın elinde, bir
ev bulunduğunda, diğer birisi onda hak iddia eder ve ev birinin, tavanı da
diğerinin olmak üzere anlaşma yaparlarsa, üzerinde bina olmaması halinde, bu
anlaşma caiz olmaz.
Eğer üzerinde bina
varsa, o zaman altı birinin üstü de diğerinin olmak üzere yapılan anlaşma caiz
olur. Hâvî'de de böyledir.
Bir adam, bir yer
iddia ettiğinde, iddia olunan zat buna karşılık, bir kölenin bir sene hizmet
etmesi üzerine anlaşma yaparsa, bu sulh caiz olur. Davacı anlaşma yapılmış olan
köleyi alıp evine götürür.
İmâm Şemsü'l-Eimme
Halvânî şöyle buyurmuştur:
"Köleyi evine
götürür demekle, onu misafir olarak götürür denmek istenilmektedir. Onunla
murad, "köyündeki evine götürür." demektir.
Şeyhu'l-İmâm Serahsî,
şöyle buyurmuştur:
Hizmet sahibi burda,
"misafir etmeye götürüyorum." der ve o köleye, hizmeti karşılığında
ücret öder. Muhıyt'te de böyledir:
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan bir yerde hak iddia ettiğinde, ö yer hakkında "bir evde,
daimi kalmak üzere" veya "ölene kadar" diye anlaşma
yaparlarsa, bu sulh caiz olmaz.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın elinde bulunan bir yeri iddia ettiğinde, bu davacı ile davalı o evin
muayyen (= belirli) bir yerinde bir müddet oturmak üzere, anlaşma yaparlarsa bu
sulh caiz olur. Sonradan, bu davacı, davalı ile o yerde oturmak üzre yapılan
anlaşmanın yerine, dirhemlere karşı anlaşma yapsa bu da caiz olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın elinde bulunan bir yeri iddia ettiğinde, taraflar, aralarında "ev
sahibinin, bir seneye kadar bu evde oturması ve sonra bu evi iddia eden şahsa
vermesi" şartıyle bir anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur.
Borçlu bir sene o evde
oturacak sonra iddia edene teslim edecek diye anlaşma yapılırsa bu sulh caiz
olmaz. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan bir yeri iddia eder ve elinde bulunan şahıs ile "beş yıl
ekip biçmesi üzerine" anlaşma yaparlar ve "sonunda da o yerin iddia
eden şahsın olacağını" kararlaştırırlarsa bu anlaşma caiz olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adam, diğerinin
yurdunda bir hak iddia ettiğinde, yurt elinde bulunan şahıs ile bir müddete
kadar, bir köle veya bir hayvana karşılık anlaşma yaparlarsa, bu anlaşma fasid
olur. Bu anlaşma ister ikrar üzerine yapılsın, isterse inkar üzerine yapılsın
müsavidir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, bir ev satın
alıp, onu mescit yaptıktan sonra, başka bir adam da gelerek "o evde, hakkı
olduğunu" iddia eder ve sonra aralarında anlaşarak, o yerin umûma ait
mescit olmasını isterlerse, bu anlaşma caiz olur. Hızânetü'l-Müftîn'de de
böyledir.
Bir yurt üç kişinin
elinde bulunur ve her birinin elinin altında, —ayrıca— bir menzil ve sahası
olur; o hususta davalaşırlar ve her birinin tasarrufunda bulunan yer,
hükmedilmeden önce, aralarında ortak mal olur; yarısı birinin, diğer yarısı da
ikisinin olmak üzere anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur.
Keza, onlardan birisi,
ortağının elinde bulunan yerin yarısının, kendisinin olmasını şart koşarsa, bu
da caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Yurt iki kişinin
elinde bulunur ve bunlardan her biri, yurdun kendinin olduğunu iddia ederse, bu
yurt aralarında, yarı yarıya hükmedilir.
Şayet aralarında üçte
ikisi birine, diğer üçte biri de diğerine olmak üzere anlaşma yaparlarsa, bu
anlaşma da caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
Yurt, bir adamın
elinde bulunduğu halde, oradan bir yerde başka birinin elinde bulunur ve bu
şahıslardan birisi: "Yurt, benimle senin aranda yarı yarıyadır.*' der;
diğeri de: "Bilakis tamamı benimdir." derse; bu durumda, diğer şahsın
bulunanın yarısı, tamamını iddia edenin olur. Saha da, aralarında yarı yarıya
ortaktır.
Eğer, hükümden önce,
aralarında anlaşma yaparlar ve yurdun, yarı yarıya veya üçte ikisi birine, üçte
biri de diğerine olmak üzere anlaşırlarsa, bu sulh caiz olur.
Keza, hükümden sonra
anlaşırlarsa, yine caiz olur.
Şayet onlardan biri,
evin alt katında, diğeri ise üst katında olur ve onlardan her birisi, evin
tamamını iddia etmekte olursa, her biri, elinde olana sahip.olur. Sahaya da
yarı yarıya ortakdırlar.
Eğer, hükümden önce
veya sonra anlaşma yaparlar ve "üstte oturana, alt kat ile sahanın
yarısı; altta oturana da, üst kat ile sahanın yarısı olacak" derlerse, bu
sulh da caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
İki kişi, bir duvar
hakkında davaya tutuştuklarında, aralarında, "onu yıkarak üçte birini
birisi, üçte ikisini de diğeri yapmak, masrafı da ikisine aynı riisbette olmak,
üzerinin ağacını da aynı nisbette koymak üzere anlaşma yaparlarsa, bu sulh
anlaşmaları caiz olur. Hâvî'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan bir evin, üst katını iddia ettiğinde, o kat hakkında belirli bir
yer üzerine, veya başka belirli bir evin üst katı üzerine anlaşma yaparlarsa,
işte bu da caizdir. Çünkü, bu durumda meçhulden ma'lum üzerine anlaşma
yapılıyor demektir. Fetâ-vâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsın elinde bulunan bir yerin binasını iddia ettiğinde, bu ev karşılığında, bedel olarak belirli
dirhemler üzerine anlaşma yaparlarsa, bu anlaşma caiz olur.
Keza, eğer binanın
yarısını iddia ederse, (Şöyleki: İki kişi, bu yeri gasbedip bina yaptılar;
yansı birinin, yarısı da diğerinin olduysa) burda da anlaşma caizdir.
Bir koyunun ayaklarım
veya bir kölenin gözlerini iddia eylemek bunun hiîafınadır; bunlardan sulh caiz
değildir. Muhiyt'te de böyledir.
İki kişi, bir adamın elindeki yeri iddia ederek: "Bura, bize babamızdan miras
kaldı." derler; yer elinde bulunan şahıs ise, bunu inkar eder; sonra da o
iki kişiden birisi, kendi hissesi için yüz dirheme anlaşma yapar ve arkadaşı da
o yüz dirheme ortak olmak isterse; bunu yapmaya hakkı olmaz. Diğeri de o evden
bir şey alamaz. Ancak beyyine ibraz ederse, o zaman alır.
Şayet birisi, bütün
dava için yüz dirhem üzerine anlaşma yapar ve kardeşine teslim etmeyi söyler;
teslim de ederse, anlaşma caiz olur ve yüz dirhemin yarısını alır.
Kardeşi izin vermezse,
yine davası geçerli olur.
Ev elinde olan şahıs
da, diğerinin verdiği yüz dirhemi ona reddeder. (= geri verir.) Mebsût'ta da
böyledir..
İki adamın her
birinin, elinde bir ev bulunduğunda, bu şahıslardan herbiri, diğerinin elinde
bulunan evi iddia eder ve bundan dolayı da, "her biri, diğerinin evinde
oturmak üzere" anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur. Muhıyt'te de
böyledir.
İki kişiden her biri,
diğerinin evini iddia ederler; sonra da bu şahıslar isimlendirmeden elinde
olanı diğerine teslim etmek
üzere, anlaşma yaparlarsa, bu da caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan bir evi iddia ettiğinde, bu evden dolayı belirli dirhemler
karşılığında, diğerinin de bir kür buğday vermesi şartı ile anlaşma yaparlarsa;
bu anlaşma, iddia edenin evi iddia olunana terk etmesi şartiyle yapılmışsa, bu
durumda dirhemler de, bir kür buğday da iddia olunan şahsa aittir.
Eğer buğday bizzat
ise, hiç şüphesiz anlaşma caizdir.
Eğer buğday bizzat
değil de, zimmette ise, şayet buğdayın taze veya orta halli yahut engin diye
belirtilmiş oiması halinde, anlaşma yine caiz olur. Bu durumda buğday, ister
peşinen ödensin, isterse vadeli ödensin farketmez.
Eğer buğdayın vasfı
belirtilmemişse, bu anlaşma, bütün ev hakkında batıldır.
Eğer anlaşmada buğday,
iddia ediciden, dirhemler de iddia olunan şahıstan olacak diye, şart koşulmuş,
buğday da bizzat var ise, bu durumda da anlaşma caizdir.
Eğer buğday bizzat yok
da zimmette ise vasfının belirtilmiş olması ve selemin bütün şartlarının da
bi'1-ittifak mevcut bulunması halinde (Şöyleki: Buğday va'deli, verilecek yer
belli, buğdayın karşılığının kaç dirhem olduğu da belli olursa) anlaşma tamamen
caizdir. Bu durumda dirhemler, aynı mecliste peşinen ödenir veya buğdaya tahsis
edilir diye şart koşulur ve o meclisten, dirhemlerin tamamı teslim alınmadan
ayrıhnırsa, buğday hakkındaki anlaşma batıl (= geçersiz) olur.
Şayet buğdayda bütün
şartlar mevcut olmazsa (Şöyleki: Ödenecek yer belli edilmez ve buğdayın dirhem
karşılığı bildirilmezse) İmâm Ebû Hanîte (R.A.)'ye göre, dirhemler hakkındaki
anlaşma —ister peşin, ister vadeli olsun— batıl olur.
İmâmçyn'e göre, eğer
re'sü'1-mâl peşin ise, bu durumda tamamı hakkında anlaşma caizdir.
Eğer peşin değil ise,
sadece buğday hakkındaki anlaşma geçersizdir.
Eğer buğday hakkında
bir vade koymazlarsa, bütün alimlere göre, dirhemlerden bedel buğdayın hissesi
batıldır.
Bu durumda anlaşma
batıl olur mu?
Bu mes'ele
ihtilaflıdır: İmâmeyn'e göre, bu anlaşma eğer buğday vasıflı ise, caizdir.
İmâm Ebû Hatıîfe
(R.A.)'ye göre ise, eğer buğday iddia olunana, dirhemler de iddia edene aitse,
bu anlaşma caiz değidlir.
Şayet, buğday bizzat
mevcutsa, sulh tamamı hakkında caizdir.
Eğer buğday zimmette
ve vasıfları belli ise, Cevap bizim yukarıda söylediğimiz gibidir.
Eğer buğday iddia
edenden, dirhemler ise iddia olunandan ise, yine dediğimiz gibidir.
Bu, eğer anlaşma iddia
eden şahıs davasını bırakacaksa böyledir.
Fakat anlaşma, iddia
eden şahsın, iddia olunan şahıstan evi alması üzerine yapılmışsa, mes'ele hali
üzerinedir.
Şayet buğday ve
dirhemler, iddia eden şahıs tarafından ise veya bir kür buğday iddia olunandan
da, dirhemler iddia edenden ise, bu durumda cevap, önceki fasılda olduğu
gibidir.
Bu söylediklerimiz,
eğer buğdayın tamamında vade konulmuşsa böyledir.
Fakat, buğdayın bir
kısmında selem miktarınca vade varsa, hakkında anlaşma caizdir.
Buğdaydan vadeli olan
kısım —akdin caiz olması için— dirhemlere çevrilir. Davalı (= iddia olunan zat)
evden bedel, belirli bir hayvan üzerine davacının (= iddia edenin) bir kür
taze buğdayı vadesiz vermesi karşılığında anlaşma yaparsa bu —bir kür buğday,
vasfı belirtildiği halde mevcut olmazsa (Zira zimmette olan,, ölçülebilen'şeyler,
ne zaman dirhemler ve dinarlara karşılık olurlarsa, o zaman bedel olurlar.) bu
sulh caiz olmaz.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, bu durumda, bedel ile satın almak —ister peşin ister vadeli
olsun, vasıfları belirtildikten sonra caiz olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, ev
hakkındaki davasından dolayı bir kür orta halli buğday karşılığında anlaşma
yaptıktan sonra; o buğday karşılığında belirli olmayan bir kür arpaya anlaşma
yapsa, bu caiz olur. Mebsût'ta da
böyledir.
Ev davasından dolayı,
dirhemler üzerine anlaşma yapıldığında, anlaşma bedelini peşin almadan taraflar
birbirlerinden aynhrlarsa, bu durumda, bu anlaşma bozulmaz. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, bir yer
hakkındaki davasından dolayı, şahitler tayin etmeden ve hudud belirtmeden anlaşma
yapsa veya belirsiz olan bir yer hakkındaki
davasından dolayı anlaşma
yaptıktan sonra, bir
yer hakkında davacı olup onu, anlaşma yaptığı yerden başka bir yer
sansa; davalı da: "Bu, anlaşma yaptığın yerdir." dese, anlaşma
reddedilir ve dava yeniden geri döner. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğerinin
duvarındaki ağaç atım yerinin kendisine ait olduğunu veya kendisinin yolunun
bulunduğunu yahut tarlasında su kanalının olduğunu iddia eder; davalı da bunu
inkar eder sonra da belirli dirhemler üzerine anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz
olur.
Çünkü, bu durumda
meçhulden, maluma karşı anlaşma yapılmıştır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Komşusu tarafına kapı
veya penceresi olan bir adamı, komşusu dava eder; belirli dirhemler üzerine
anlaşma yaparlar; ve davalı bu dirhemleri, dava açmaması için komşusuna
verirse, bu anlaşma batıl olur.
Keza, aralarında kapı
veya pencere bulunan komşularından, bunların sahibi, onları kapatmak üzere,
diğerinden belirli dirhemler alsa bu sulh batıl olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerinden
bir parça yer satın aldığında, onu satan şahıs, sonradan bu yeri bir başkasına
da satar ve bu ikinci müşteri, o yeri alır; önceki de dava etmek ister ve
ikinci müşteri: "Benimle anlaş; belirli bir mal al; bu yeri bana bırak."
der; o da öyle yaparsa; bu anlaşma caiz olur. Ve o yer, ikinci alanın mülkü
olur. Bu şart üzerine satın aldığı için, verdiğini geri alma hakkı olmaz.
Hizânetü'l-Müftm'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
tarlasında ziraat iddia ettiğinde, tarla sahibi, buna karşılık, belirli
dirhemlerle anlaşma yaparsa, bu anlaşma caiz olur.
Şayet tarla iki
kişinin olur ve ikisinin de o tarlada ekilmiş şeyleri bulunur; bir başkası da
iddia da bulunur; bunlar da onu inkar ederler ve onlardan birisi, yüz dirhem
vermesine karşılık, ziraatın yarısını iddia edene vermek üzere, anlaşma
yaparsa, ekili şeyin yetişmiş olması halinde, bu anlaşma caiz olur. Eğer
yetişmemiş ise, anlaşma caiz değildir.
Ancak diğer ortağı
razı olursa, o zaman caiz olur.
Bu, ziraatla birlikte
yerini de teslim etmek üzere yapılan anlaşmaya muhaliftir; o şekildeki anlaşma
caiz olur.
Şayet ziraatın tamamı
bir adamın olur, başka bir adam da gelerek, onu iddia eder ve iddia eden şahıs,
davalıya —yeri hariç, o ziraatın yansını teslim etmek üzere— dirhemleri
verirse, mahsûlün yetişmiş olması halinde anlaşma caiz olur. Yetişmemişse,
anlaşma caiz değildir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir topluluğun ortak
bir kanalı bulunduğunda, onu kazmak, menfezlerini yenilemek veya üzerine köprü
yapmak üzere, masrafları aralarında ortaklaşa olmak şartiyle anlaşma yapmaları
halinde bu anlaşma caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adamın gölgeliği
veya helası büyük bir yol üzerinde olduğunda halk onun kalkması için dava eder
ve hela sahibi, onların davalarından vaz geçmeleri ve o helanın yerinde kalması
şartiyle, belirli dirhemlere karşılık anlaşma yapsa; işte bu anlaşma caiz
olmaz. Bu hela, ister, taze; ister eski olsun; isterse hali bilinmesin
farketmez.
Şayet imam (= devlet
yöneticisi) dava eder ve o gölgeliğin sahibi, onun yerinde kalması için,
belirli dirhemler üzerine anlaşma yaparsa; imam da onun vereceği malda,
müslümanlarm maslahatının olduğunu bilir ve o malı hazineye alırsa, —bu
gölgeliğin kimseye zararı olmaması halinde— bu anlaşma caiz olur. Zehıyre'de de
böyledir.
Eğer davacı,
gölgeliğin kalkması için mal verirse, o gölgeliğin eski olması halinde, bu
anlaşma caiz olur. Eğer yeni ise caiz olmaz. Sahih olan budur.
Şayet hali bilinmiyor,
davacı da dirhemleri onun yıkılması şartıyle vermişse; bu anlaşma caiz olmaz.
Eğer gölgelik sahibi,
davacıya o gölgeliği yıkıp kaldırmak üzere dirhemler vermek için anlaşma
yaparsa, işte bu anlaşma caizdir. Gölgeliğin durumu nasıl olursa olsun, bu
hüküm değişmez. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Eğer gölgelik,
başkalarının gelip geçilmediği hususi bir yolda olur ve dava sahibi, gölgelik
sahibinden bir miktar dirhemler alıp, onu yerinde bırakmak üzere anlaşma
yaparsa, —gölgeliğin eski olması
halinde— bu sulh caiz olmaz.
Eğer gölgelik yeni
olur; davacı da o sokak sakinlerinden olmadığından, o gölgeliğin altında oturma
hakkı olmayan biri olursa, bu durumda anlaşma oturma hakkı olan bir şahsın ona
dava için izin vermesine kadar durdurulur. Eğer, izin verilirse, anlaşma caiz
olur; izin verilmezse, caiz olmaz.
Eğer gölgelik sahibi,
davacıdan dirhemler' alıp, o gögleliği kaldırmak üzere anlaşma yapmışsa,
—gölgeliğin eski olması halinde— bu anlaşma caizdir. Eki değil de yeni ise,
veya hali bilinmiyor ise, yine bu anlaşma sahihdir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın, kendi
mülkünde hurma ağaçlan olur ve bunların kökleri komşusunun arsasından çıkar; o
komşu da, bu kökleri kesmek ister, hurma ağacı sahibinin, o kökleri kesmeyip
bırakmasına karşılık bu komşusu ile belirli dirhemlere anlaşma yapması caiz
değildir. Komşusu, o kökleri kesmesi için, hurma ağacının sahibine, dirhemler
vererek anlaşma yapması da caiz değildir; batıldır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsın yerinde bulunan hurma ağacının kendisine ait olduğunu iddia eder;
davalı şahıs da bunu inkar eder; sonra da, inkar bu ağacın o seneki meyvesi,
davacının olmak üzere anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olmaz. Çünkü, bu anlaşma
meçhul üzerine yapılmıştır; yok üzerine yapılmıştır. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam meşelikte,
diğerinin elinde bulunanların kendisine ait olduğunu iddia eder; ve meşelik
sahibinin, bir sene, o meşeliğin avını davacıya vermesi şartıyle anlaşma
yaparlarsa; o meşelikte bulunan av hayvanlarının meşelik sahibinin mülkü
olmaması halinde, bu anlaşma, hiç bir durumda caiz olmaz.
Eğer mülkü (= malı)
ise (Şöyleki: O av hayvanını, meşelik sahibi yakaladıktan sonra -ormana
bırakmış ve onu avlamaksizm yakalama imkânına sahip olursa) bu durumda, anlaşma
caiz olur. Şayet avla-maksızın yakalama mümkün olmaz ise, anlaşma sahih olmaz.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, şüf'ası
bulunan bir yeri, satın aldığında, o yerin şefisi ile şüf'a hakkından vaz geçmesi
üzere, belirli dirhemlere
karşılık anlaşma yapması halinde, şüf'a batıl olur; mal da gerekmez.
Şayet mal almış olursa, onu,
geri vermesi gerekir.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Eğer müşteri, o şefi
ile,."bir ev verip, şefinin de belirli bir bedel vermesi" üzerine
anlaşma yaparsa, bu anlaşma caiz olur. Mebsut'ta da böyledir.
Şayet satın alınanın
yansını veya üçte birini yahut dörtte birini almak üzere, geri kalandan şüf'a
hakkını terk etmek üzere, anlaşma yaparlarsa, bu caiz olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, bir evde
şüf'a hakkının bulunduğunu iddia ettiğinde, müşteri, onunla "başka bir
evi, dirhemler karşılığı vermesi, diğerinin de şüf'a hakkını bırakması"
üzerine anlaşma yaparsa, bu sulh caiz değildir; fasiddir. Mebsût'ta da
böyledir.
Bir adam, bir ev satın
alır; başka birisi de "o evde, şüf'a hakkının olduğunu" iddia eder ve
"bu evin yansını, bedelin yansına karşılık vermek şartıyla"
davasından vazgeçmek üzere, anlaşma yaparlarsa, bu caiz olur.
Başka bir evin
yarısını, aynı şekilde vermek üzre anlaşma yapsalar bu da caiz olur.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir adam, bir yer
satın aldığında; şefi, şüFa hakkını önce teslim eder; sonra da bu şefi, şüf'a
hakkını teslim ettiğini inkar eder ve müşteri ile bedelin yarısına, evin
yarısını vermek üzere anlaşma yaparsa, bu caiz olur.
Keza, istekten sonra,
şefi' ölür; sonra da müşteri, şefiin varisleri ile, "bedelin yarısına,
evin yarısını vermek üzere" anlaşırsa, bu anlaşma caiz olur. Eğer müşteri
ölür de, aynı şekilde müşterinin varisleri anlaşma yaparlarsa, bu da caiz olur.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Ortaklar ve komşu, şüf
ada dava etseler ve aralarında yarı yarıya alıp, onu da müşteriye teslim etmek
üzere anlaşma yapsalar, bu da caiz olur. Hâvî'de de böyledir.
En doğrusunu bilen,
Allahu Teâlâ'dır. [17]
Bir adam, "diğer
bir şahsın üzerinde, malı olduğunu" iddia ettiği halde, o şahıs bu iddiayı
inkar eder ve iddia olunanın yemin etmesine karşılık, maldan Vazgeçmek üzere,
anlaşma yaparlarsa; iddia olunan zat yemin etse bile bu anlaşma batıl olur.
İddia eden şahsın davası devam eder.
Şayet beyyine ibraz
ederse, malını ondan alır. Beyyine bulamaz ve yemin etmesini isterse; eğer
önceki yemin hakimin yanında yapılmamışsa, hakim ikinci defa yemin verir.
Eğer yemin, önce
hakimin huzurunda yapılmışsa, bu durumda hakim, ikinci defa yemin ettirmez.
Füsûlü*l-Imâdiyye'de de böyledir.
İki şahıs, davalının
yemin etmesine karşılık, davadan vaz geçmek üzere, aralarında anlaşma
yaptıklarında, beyyine ibraz edene kadar davalı yemin etse; bu durumda davadan
vazgeçilmiş olur mu?
Alimler bu hususta
ihtilaf eylediler: Bazıları: ('..,dava düşmez." demişlerdir.
Doğrusu da budur.
Hatta, ikinci defa
yemini hakimin huzurunda olsa bile, dava düşmez. Zehıyre'de de böyledir.
Davacının yemin etmesi
ve davalının malı tazmin etmesi ( = ödemesi) üzerine anlaşma yapıldığında,
davacı yemin ettiği halde, davalı ödeme yapmaktan kaçınır veya ödeme yaparsa, bu
durumlarda bir şey gerekmez; anlaşma batıldır.
Keza, her ikisinin de
yemin etmesi üzerine anlaşma yaparak, davacıya iddia ettiği şeyin yarısının
verileceğini bildirirlerse, işte bu anlaşma da batıldır.
Fetâvâyi Hindiyyc
Eğer davacının bu gün
yemin etmesi, bugün geçerse yemin etmeyeceği üzerine anlaşırlar ve davacı o gün
geçene kadar yemin etmezse, bu durumda yemin verme hakkı olmaz. Bu durumda
dava, devam eder; anlaşma batıldır.
Keza, taraflar davalı
yemin etmezse, malı onun ödemesi üzerine anlaşma yaparlarsa, bu anlaşma da
batıldır. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğerinde
malı (alacağı) olduğunu iddia eder; davalı da bunu inkar eder; ona karşı da
beyyinesi olmaz, yemin etmesini ister; hakim de "yeminin gerektiğim"
söyler; adam da "belirli dirhemler karşılığında, yemin etmemek için"
anlaşma yaparsa, işte bu anlaşma caizdir. O adam da yeminden bendir.
Eğer: "Senin,
benim üzerimde olan hakkın için" derse, bu durumda anlaşma caiz olur.
Siracü'I-Vehhâc'da da böyledir.
Alacaklı veya borçlu,
"iddia olunan malın yansını almak üzere, yemin etmeye" anlaşma
yaparlar, veya "alacaklının yahut borçlunun, bugün yemin etmesi"
üzerine anlaşma yaparlar ve mezkûr şahıslar, o gün yemin etmezse malı onun
vermesi gerekecek" olursa veya alacaklı o gün yemin yaparak, iddia eylediğini
alacak olursa; bu anlaşma, tamamı hakkında batıldır. Çünkü, bu şeriate
muhaliftir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.
"Alacaklının,
talak üzerine yemin etmesi için veya köle azat etmesi yahut hac yapması veya
te'kidli yemin etmesi için anlaşma yaparlar ve o da yemin ederse; bu durumda
iddia eylediği mal onundur. Borçlunun yapacağı bir şey kalmaz. Alacaklıya da,
talak ve ıtak lazım olmaz.
Ancak borçlu beyyine
ibraz ederek, o malı ödediğini kanıtlar veya onun vazgeçtiğini isbat ederse; o
takdirde alacaklının kölesi azad olmuş; karısı da boş olmuş olur. Çünkü, bu
durumda yemininin bozuk olduğu —âdil beyyine ile— meydana çıkmıştır.
Keza, borçlu, "bu
davadan kurtulmak üzre" yemin ederse, borcundan kurtulamaz. Talak ve ıtak
da vaki olmaz.
Ancak, alacaklı
davasının hak olduğunu beyyine ile isbat ederse, o takdirde talak da itak da
vaki olur. Çünkü, adil şehadet sebebiyle borçlunun yemininin asla uymadığı
belli olmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allah'u Teâlâ'dır. [18]
Bir nefis ve ondan
aşağ hakkında, —ister kasden, isterse hataen olsun cinayetten dolayı anlaşma
yapmak caizdir.
Ancak kasden yapılan
cinayet için, diyetin fazlası ile anlaşma yapmak caizdir, ihtiyar'da da
böyledir.
Bu anlaşmada malı suçu
işleyen verir; akrabalarının vermesi gerekmez. Hâvî'de de böyledir.
Hataen işlenen
cinayetlerde (yaralamalarda diyetten fazlasıyla anlaşma yapılması caiz olmaz.
Ihtiyar'da da böyledir.
Taraflar diyet
miktarına anlaşma yaparlarsa bu böyledir.
Bunun dışında, fazla
bir şeye karşılık anlaşma yaparlarsa, —aynı mecliste teslim etmek şartıyla —bu
anlaşmada— borç sebebiyle, borçtan ayrılınmış olmaması için caizdir.
Şayet, hakim, diyeti
"yüz deve" olarak hükmeder; katilin velisi de, —buna karşı— yüzden
fazla sığır üzerine anlaşma yaparsa, işte bu caiz olur.
Eğer deve yerine
tartılan veya ölçülen şeyler üzerine, —va'deli olarak— anlaşma yaparsa,
—dirhemler ve dinarların dışında— bu caiz olmaz. Çünkü, bu durumda borç, borca
muaraza etmiş olur.
Eğer develere karşı,
onların kıymeti veya daha fazlası üzerine, —o hususta insanların aldanmayacağı
şekilde,— anlaşma yaparlarsa, işte bu anlaşma da caizdir.
Eğer hakim, dirhemler
veya dinarlar hükmeylemiş de, katil —yanında bulunmayan— buğday, arpa, deve
veya sığır üzerine anlaşma yapmışsa; bu anlaşma caiz olmaz.
Çünkü insanın yanında
olmayan bir şeyi satması caiz değildir.
Ancak selem olursa o
müstesnadır.
Eğer hakim deve veya
sığır hükmeder; katil de bundan dolayı yanında olmayan buğday veya başka bir
şeye karşı anlaşma yapar; sonra da onu ayrılmadan temin ederek öderse; bu
durumda anlaşma caiz olur.
Şayet ayrılmadan ödeme
yapamaz ve arpayı veya buğdayı teslim edemezse, bu durumda anlaşma caiz olmaz.
Siracü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Cinayet, işleyen şahıs
değil de, bir başka şahıs diyetten fazlasına anlaşma yapar; onu da öderse, bu
fazlalık batıl olur.
Şayet başka cins
üzerine anlaşma yaparlarsa, o caiz olur.
Dirhemler olarak
hükmedilir de, ona karşılık ikiyüz dinara anlaşma yapar ve aynı mecliste teslim
alırsa, bu caiz olur.
Şayet bir şeyle
hükmedilmeden önce, belirli olmayan yüz deve üzerine anlaşma yaparsa, o zaman
alacaklı muhayyerdir: Develerin yaşlarında noksanlık varsa, alacaklı, onları
almayı reddedebilir. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, bir şahsı
kasden, diğer bir şahsı da hataen öldürdükten sonra, ölenlerin velileri,
diyetlerinden daha fâzla bir miktar karşılığında anlaşma yaparlarsa, bu sulh (-
anlaşma) her ikisi hakkında da caizdir.
Eğer o veliler, iki
diyet üzerine veya onlardan daha aza anlaşma yaparlarsa, ona, yarı yarıya ortak
olurlar. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
İçki karşılığında
nikah olan kadına, mehr-i misil gerekir. Kasden öldürülen bir adam için, diyet
olarak içki şart koşuiursa, bu durumda bir şey gerekmez. Yani,
bu diyet batıl olur. Kâfî'de de böyledir.
Hata ile işlenen
cinayette de diyet vacibdir. İhtiyâr'da da böyledir.
Kasden kesilen elden
dolayı, içki veya domuz üzerine anlaşma yapılsa; bu anlaşma caiz olmaz.
Diyetten af sahih
olur. Bu durumda, eli kesilen, el kesene bir şey için müracaat edemez.
Cinayet hataen
işlenmiş olursa, eli kesilen şahıs diyet için müracaat eder.
Anlaşma hür bir kişiye
karşı yapılmışsa, durum böyledir. Muhıyt'te de böyledir.
Başka bir ölüm
cinayetinin affına karşılık, af ile anlaşma yapılması caizdir. İhtiyar'da da
böyledir.
Bir adam, diğerini
kasden yaraladığında yaralanan şahıs, ya iyileşir veya ölür. Bu durumda, kasden
yaralayan şahıs, eğer yaralamadan, vurmadan,
baş yarmadan, el
kesmeden veya başka
bir cinayetten dolayı anlaşma yapmışsa, bu anlaşma caiz olur.
Şayet, eseri kaldığı
halde bir eseri kalmadan yara iyileşirse, bu anlaşma batıl olur.
Eğer o yaralamadan
dolayı, yaralanan şahıs ölürse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, o anlaşma batıl
diyet yacib olur.
İmâmeyn buna
muhaliftir. Taraflar eşyayı hamseden (yaralama vurma, baş yarma, el kesme ve
diğer bir cinayet gibi beş şeyden) ve onlardan dolayı meydana gelen şeylerden
anlaşma yaparlar, ve yaralanan bundan ölürse, bu anlaşma caizdir.
Yaralanan iyi olursa,
burada zikredildiğine göre yine, bu anlaşma caiz olur.
Bir adam, diğerini
yaraladığında, yaralanan şahıs, bu yaralamadan dolayı anlaşma için, bir vekil
tutar ve ölürse bu anlaşma nefisden olur. Eğer iyi olursa, bu durumda bir
diyetin yarısı, yaralanana teslim edilir. SerahsFnin Muhiyti'nde de böyledir.
Cinayet kasden
olduğu zaman yaralanan
şahıs, yaralayanla —ölüm hastalığı
sırasında— az bir şey üzerine anlaşma yaparsa, bu anlaşma caiz olur.
Eğer yaralama hataen
olur ve anlaşma yapan da ölüm hastalığı üzerinde bulunur ve malının üçte
birinden diyeti düşerse; bu vasiyyet akrabaları için sahih olur; katil için
sahih olmaz. Eğer diyet katil üzre vacib ise, ölenin akrabaları onu alırlar.
Muhıyt'te de böyledir.
Hasta bir adam, kasden
ölümden dolayı hal-i hazırda ödenmek üzere, bin dirheme anlaşma yapar;
anlaşmadan sonra da, onu bir yıl sonraya
ertelerse, —malının üçte
birinden— bu te'hir
caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsın parmağını, kasden veya hataen keser; sonra da bir mal karşılığı anlaşma
yapar; bilahare, o kesilen parmağın yanındaki parmak da çolak olursa, kıyasa
göre, kesen şahsa, o parmağın diyetini de vermesi gerekir.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir. İmâmeyn'e göre birşey gerekmez. Hâvî'de de böyledir. [19]
Bir adam diğerini
kasden öldürür; ölenin de iki oğlu olur ve onlardan birisi, kendi hissesi için
yüz dirheme anlaşırsa, işte bu caizdir; kardeşi ona ortak olamaz. Eğer ölüm
hataen olur; ve oğullardan birisi, bir mal üzerine anlaşma yaparsa, diğeri ona
ortak olur. Mebsût'ta da böyledir.
Tarafların kasden
ölümde bir deve karşılığında anlaşma yapmaları caizdir.
Bu durumda katil, orta
halli bir deve verir.
Kasden öldürme işinde,
taraflar belirli bir köle karşılığında sulh olurlar ve bu köle de hür çıkarsa;
budurumda katile, diyet lazım gelir.
Şayet katil ile ölenin
velisi arasında ihtilaf çıkar ve katil "Seninle şu köle karşılığında
anlaştık." dediği halde, veli: "Hayır, şu köleye anlaştık."
derse, anlaşma caiz olur. Bu durumda yeminli olarak katilin söylediği söz geçerli
olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, kasden
öldürülen bir kişi için, iki köle üzerine anlaşma yaptığında, bu kölelerden
birisinin hür olduğu_ anlaşılırsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, o kölenin kıymeti ile diğer köle diyet olur. İmâm Muhammed
(R.A.)'e göre ise köle ile dirhemlerden diyetin tamamı olur. Kâfî'de de
böyledir.
Bir kimsenin, kasden
öldürülmesinden dolayı, (öldürenin yakınları) bir evde oturmak veya bir
köleyi, bir sene hizmet ettirmek üzere (katil ile) sulh yapsalar, bu caiz olur.
Cariyenin onlara
devamlı hizmet etmesi veya bu cariyenin karnındaki çocuğun yahut bir hurmalığın
devamlı gelirinin onlara verilmesi şartıyla sulh yapsalar, bu caiz olmaz.
Nihâye'de de böyledir.
Kasden öldürülen bir
adam için, koyunların karnındaki yavrular veya memelerindeki sütler yahut
hurmalığın hurmaları, yirmi sene (onun velîsine ait) olmak üzre anlaşma
yapsalar, bu durumda katile diyet gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
Hurma ağaçlarının
üzerindeki hurmalara karşı anlaşma yapılırsa, bu sulh caiz olur. Mebsût'ta da
böyledir.
Ölen kişinin
velisinin, katil ile, "Onun başka biri üzerinde kısası gerektiren hakkını
affetmesine karşılık, kendisinin de onu affetmesi" üzerine anlaşma yapması
caiz olur.
Bu anlaşma, hakikatte
bedelsiz af dır.
Sonra, bu velî, eğer
katilin af etmesinden dolayı af ederse, bu durumda, katile hiç bir şey için
müracaat edemez.
Eğer affetmezse, işte
bu iki vecih üzredir.
Şayet kısas katil için
vacip ise, (Affedicinin babası, oğlu veya bunlara benzeri gibi) o zaman, affedici
diyet için katile müracaat edebilir.
Yok; eğer kısas katil
için yabancıya ait ise, o zaman affedici, bir şey içinkatile müracaat edemez.
Muhıyt'te de böyledir.
İbnü Semâa'nın
Müntekâsı'nda, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Bir adam, diğerinin
sağ elini keser; eli kesilen de, elini kesenin sol elini kesmek üzere anlaşma
yapar ve keserse, bu bir afdır; ne sol eli kesene ne de sağ eli kesene bir şey
gerekmez.
Şayet sol elini
kesmeden önce davalaşırlar; sonra da anlaşma yaparlarsa, bu durumda sol eli
kesme yoktur. Eli kesilen şahıs, elinin diyeti için, elini kesen şaHsa müracaat
eder.
Eğer eli kesenin elini
ve ayağını kesmek üzere, veya eli kesenin kölesini öldürmek üzere anlaşma
yaparlar ve elini ayağını keserse, bu durumda kesilen zat, eli ve ayağının
diyeti için, kesen şahsa müracaat eder.
Eğer kölesini
Öldürürse, köle sahibi kölesinin kıymetini alır, kestiği elin diyetini öder.
Şayet bir hürrün elini
kesmek veya filanın kölesini öldürmek üzere anlaşma yaparlar ve bunu yerine getirirlerse;
o takdirde, elini kestiği hürrün elinin bedelini veya kölenin kıymetini
borçlanır. Eli kesilen de elinin diyeti için elini kesene müracaat eder.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Taraflar, cinayet
işleyenin ayağını kesmek üzere anlaşma yaparlarsa, bu meccânen af olur. Eğer
öldürmek hataen olmuşsa, ona diyet gerekir. Mebsût'ta da böyledir.
Taraflar kasden el
kesmeden dolayı, ayak kesmek üzerine anlaşma yaparlarsa; bu anlaşma batıl olur.
Bir şey için de müracaat edilmez.
Bu, meccânen af olur. Ekseri
rivayetlerde böyledir.
Bazı rivayetler de
ise: "Diyet için müracaat eder." denilmiştir.
Şayet cinayet hataen
olmuşsa, bi'1-umum rivayetlere göre, eli kesilen, elin diyeti için müracaat
eder. -
Keza, kasden öldürmede
de diyet için müracaat eder. Ve, "şu, şu-kadar miskal altın,
gümüş..." diye anlaşma yaparsa, bu caiz olur. Her birinden yarı nisbetinde
alır. Muhıyt'te de-böyledir.
Bir kimse, kasden adam öldürür; ona karşılık bin dirheme anlaşma yaparlar; onu da ödemezse,
ona bir şey gerekmez.
Bu kimseler, bir köle
karşılığında anlaşma yaparlar; bu köleye de bir hak sahibi çıkarsa, yine bir
şey gerekmez. Yalnız, maktulün velîsi, kölenin kıymeti için, katile müracaat
eder. Mebsût'ta da böyledir.
Fuzûli bir adam,
kasden ölüm yerine, bin dirheme anlaşma yapıp, onu da ödediğinde, bu bin
dirheme bir hak sahibi çıkarsa, ölenin velîsi, anlaşma yaptığı adama, onun
misli için müracaat eder. Sonra da fuzûli anlaşma bedelini öderse, onun, katile
müracaat hakkı olmaz.
Eğer katil:
"Anlaşma yap." demiş fakat: "Ödeme yap." dememiş, fuzûlî de
ödeme yapmışsa, o takdirde katile müracaat eder. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle ile hür bir
şahıs, bir adamı kasden öldürdüklerinde, o kölenin efendisi ile hür adam, bir
başkasına anlaşma yapmasını söyleseler; o adam da onların yerine bin dirheme
anlaşma yaparsa, katil olan köle ile hür, bu bin dirhemi yarı yarıya ortak
olarak öderler.
Bazı rivayette böyle
zikredilmiştir. Hataen de olsa böyledir. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.
Bir köle, bir adamı
kasden öldürdüğünde, maktulün iki velîsi olur ve bunlardan birisi, katilin
kölesi üzerine anlaşma yaparsa, bu anlaşma caiz olur. Ve, bu durumda o
köleye.sahib olan velîye: "Kölenin yarısını ortağına ver. Veya diyetin
yansım öde." denilir.
Şayet bununla beraber,
başka bir köle üzerine de anlaşma yaparsa, ortağının onda hakkı olmaz.
Eğer, bu velî, katilin
kölesinin yarısına anlaşma yaparsa, bu da caiz olur. O köle, anlaşma yapanla,
kölenin efendisinin arasında yarı yarıya ortak olur. Sonra da diğer velînin
nasibi mala çevrilir.
Eğer dirhemler veya
tartılan yahut ölçülen şeyler üzerine —peşin veya va'deli— anlaşma yapmışsa,
bunda diğer velînin hakkı olmaz. O da diyetin yarısı için, katilin efendisine
müracaat eder.
Kasden adam öldürmede,
ölenin iki velisi olursa, onlardan birisi, kendi hissesi için diyetin yarısı
karşılığında yarı cariye, müdebbere veya ümm-ü veled almak şartıyle anlaşma
yapabilir. Mebsût'ta da böyledir.
Ticârete izinli bir
köle, kasden bir adam öldürse, onun, kendi başına anlaşma yapması caiz olmaz.
Onun kölesi bir adam öldürse, o zaman anlaşma yapması caiz olur. Kenz'de de
böyledir.
Bir köle bir adamı
kasden değil de hataen öldürse, kölenin efendisi de ölenin yakınları ile
diyetten noksana veya bir yer yahut belirli bir hayvan karşılığında anlaşma
yapsa, işte bu anlaşma caiz olur.
Ortaklar, o anlaşma
yapılan malı aralarında pay ederler. Mebsût'ta da böyledir.
Bir köle, kasden birinin elini kestiğinde,
efendisi, o köleyi, —hükümle veya
hükümsüz olarak— eli kesilen şahsa verir, eli kesilen de onu azad eder; sonra
da bu şahıs, elinin kesilmesi sebebiyle Ölürse, bu durumda o köle, cinayet
sebebiyle anlaşma yapabilir.
Eğer azad edilmemiş
olsaydı, efendisine geri verilir; sonra da, ölenin velîlerine: "İster onu
öldürün, ister affedin." denilirdi. Camiu's-Sağîr Şerhî'nde de böyledir.
Bir cariye, hataen bir adam öldürdüğünde, ölenin iki
velîsi bulunur; .sonra da bu cariye, bir oğlan doğurur; cariyenin sahibi, o iki
velîden biriyle, "diyetten hissesinin yerine, o çocuğu vermek üzere"
anlaşma yaparsa, bu caiz olur. Diğer velinin efendide beşbin dirhemi vardır.
Şayet cariyenin üçte
birini vermek üzere anlaşma yaparlarsa; bu da caiz olur. Bu durumda diğerine,
cariyenin yarısını veya diyetin yarısını verir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir müdebber, kasden
bir adam öldürdüğünde, onun efendisi, bu müdebberin kıymeti olan bin dirheme
anlaşma yaparsa bu anlaşma da caiz olur. Bundan sonra, aynı müdebbere, bir
başkasını daha hataen öldürürse, efendisinin onun kıymetini vermesi gerekir.
Eğer, önceki hata ile olsaydı da, efendisi kıymeti olan bin dirheme, anlaşma
yaptıktan sonra, aynı müdebber bir başkasını daha öldürmeydi, işte o zaman
efendi ikinci kıymeti ödemezdi. Bilakis önceki kıymete, ölenlerin velîleri
ortak olurlardı. Muhıyi'te de böyledir.
Bir müdebber, bir
adamı hataen öldürüp, başka birinin de hataen gözünü çıkarsa, bu durumda onun
efendisi, onun kıymetinin üçte ikisini öldürdüğü şahsın velisine, üçte birini
de gözünü çıkardığı şahsa verir. Şayet bu müdebberin efendisi, onun gözünü
çıkarttığı şahıs ile yüz dirheme anlaşma yapar; müdebberin kıymeti de altı yüz
dirhem olur; gözü çıkan da o yüz dirhemi alır ve diğer yüz dirhemden de vaz
geçmezse, işte o zaman, o yüz dirhemi ikisi arasında taksim ederler; üçte
ikisini ölen adamın velisi alır, üçte birini de gözü çıkan alır.
Şayet taksimden sonra,
o yüz dirhemden vaz geçerse taksim değişmez.
Eğer gözü çıkan zat,
yüz dirheme anlaşma yapıp, kalanından vaz geçerse, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a
göre, o yüz dirhem aralarında üçte ikisi ölene, üçte biri de gözü çıkarılana
olmak üzere taksim edilir. Meb-sût'ta da böyledir.
Bir müdebber, hataen
birini öldürür; birinin de gözünü çıkarır, bu müdebberin efendisi
de anlaşma yaparak, bu
müdebbereyi onlara verirse, bu
sulh caiz olur.
Şayet ihtilaf ederler
ve velilerin her biri: "Ben, ölenin velisiyim." dediği halde
beyyineleri bulunmazsa, bu durumda, bu köleyi aralarında yan yarıya taksim
ederler.
Şayet müdebberin
efendisi, onlardan birine: "Sen, ölenin velisisin.'* diğerine de:
"Sen de gözü çıkanın sahibisin." derse; onun, —yeminle birlikte
söylediği— sözü geçerli olur. Muhiyt'te de böyledir.
Eğer müdebber,
öldürdüğünü ikrar ederse, ikrarı caiz olur. Şayet efendisi, ölenin velîlerinden birisi ile, bir
elbise üzerine anlaşma yaparsa, bu anlaşma caiz olur. Diğer velî ise,
efendiden, müdebberin yarı kıymetini alır.
Eğer beyyine ibraz
eder veya efendi "onun, ölenin velisi olduğunu" ikrar ederse, bu
böyledir. Aksi takdirde bir şey lazım gelmez. Mebsût'ta da böyledir:
Bir adam, kendi
karısını yaraladığında, bu kadın, bu yaradan dolayı mal mukabili boşanmak üzre anlaşma
yaparsa, işte o yaralama üzerine boşanmış olur. Şayet kadın, yaralanma
davasından vazgeçerse, bu durumda boşanma ve tesmiye caizdir; diyet muhâlea
bedeli talâk ise, bâin olur. Talak ister hulû' sözüyle olsun, ister açık sözle
olsun müsavidir.
Bunların tamamı, kadın
yaralama davasından geçtiği halde yaranın yeri kalırsa, o zaman böyledir.
Fakat, yaralama
davasından vazgeçer de, yaranın izi kalmazsa, talak boşyere vaki olur. Bu
durumda kadının, mehrini kocasına vermesi —her ne kadar, yaralama boşanmasında
söylemiş olsa bile— gerekmez.
Bu vazgeçtiği zaman
böyledir.
Fakat kadın, o yaradan
ölürse boşanma caizdir. Mehir tesmiyesi İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre
batıldır. Tesmiye batıl oluncada, kıyasda, kısas gerekir. Istihsanda ise, diyet
gerekir; diyet de kocanın malından olur.
Sonrada bakılır: Eğer
muhâlea sözüyle talak vaki olmuşsa, bu talak, bain olur.
Eğer sarih sözle talak
vaki olmuşsa, bu talak ric'î olur.
İmâmeyn'in kavline
göre, hulû' baki kalır ve kocaya diyet gerekmez; o af olur.
Sonrada talaka bakılır.
Eğer hulû' sözüyle
talak vaki olmuşsa, bu durumda talak bain olur.
Eğer talak sarih
olarak vaki olmuşsa; Ebû Süleyman'ın rivayetine nazaran, talak ric'î olur. Ebû
Hafs'ın rivayetine göre ise, talak bain olur.
Bu söyledilkerimiz,
—başka değil— yalnız yaralamaya karşı muhâlea yapmış olmaları halinde böyledir.
Fakat, yaralamadan
meydana gelecek şey üzerine muhâlea yapılmışsa, cevab İmâmeyn'e göre yalnız
cerahat üzerine yapılan mü-hâlea gibidir.
Bu, yaralama kasden
olduğu zaman böyledir.
Şayet, yaralama hataen
olmuş ve —başkasına değil— yalnız yaralamaya karşı muhâlea yapılmış ve davadan
vaz geçilmiş, yaranında eseri kalmışsa, bu durumda muhâlea da, mehir tesmiyesi
de caizdir; Talâk da baindir.
Da'vadan vaz geçilmiş
ve yaranın yeride baki kalmamışsa, talak boşa vaki olmuştur. Bu durumda mehri
geri vermek lazım gelir. Şayet kadın, o yaralamadan dolayı ölmüşse, bu durumda
cevap, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin cevabıdır.
İmâmeyn'e gelince,
muhâlea da, tesmiye de caizdir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam başka birinin
karısını hataen yaraladığında, bu kadın, Kocasıyle "eğer kocası, yaralayan
şahsı tamamen affederse, bir talak boşanmak üzere' anlaşma yapar; sonra da
kadın o yaradan ölürse; bu talak bain olur.
Eğer bu yaralama
kasden olursa, bu sulhun tamamı caizdir ve talak darıc'îdir.
Bir adam, karısını
döver; kadın da, bundan dolayı "bir talak boşaması" üzerine, onunla
anlaşma yapmış olursa bu sulh caiz; talak da bain olur. Dişini karartır veya
kırarsa, bir şey gerekmez. Mebsût'ta da böyledir.
Bir mükâtep, kasden
bir adam öldürür ve bundan dolayı, yüz dirheme anlaşma yaparsa, bu anlaşma caiz
olur.
Anlaşma bedelini
ödedikten sonra, bu mükâtep azad edilse bile, bu anlaşma geçerlidir. Sulh
bedelini ödemeden azad edilirse, o zaman, anlaşma bedeli ondan istenir. Anlaşma
bedelini ödedikten sonra, aciz kalsa bile, yine sulh geçerlidir. Şayet ödemeden
önce aciz kalırsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göte azad olunana kadar, ondan bir
şey istenilmez.
İmâmeyn'e göre ise,
sulh bedeli, onun efendisinden istenilir. Ona: "Ya köleyi ver; veya
bedelini öde." denir.
Eğer anlaşma dirhemler
veya belirli yahut belirsiz yiyecek üzerine yapılır; onu da teslim almadan,
anlaşmacılar birbirinden aynlırlarşa; bu anlaşma hali üzere kalır.
Eğer mükatepten kefil
alınırsa işte o kefil anlaşma bedeline kefil olmuş olur ve bu kefalet caizdir.
Keza, bedel bir köle
gibi veya belirli bir elbise gibi bir şey olursa, bu anlaşma caiz olur.
Muhıyt'te de böyledir.
Şayet anlaşma bir köle
üzerine yapılır, bir de kefil alınır; bu köle de teslim edilmeden önce ölürse;
bu durumda kefil, kölenin kıymetini öder. Dilerse mükâtebe müracaat eder. Eğer
köle —ölmez de—, duruyor olursa, onu teslim almadan satabilir. Mebsût'ta da
böyledir.
Eğer mükâtep, kasden
bir adam öldürür; buna da beyyine bulunur ve ona karşılık, —vadeli olmak üzere—
bir mal karşılığında anlaşma yapılırsa, bu anlaşma caiz olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Mükâtep, kan bedelini,
zimmette olan bir mal karşılığında anlaşma yapar ve ölüm de ikrarıyle
veya beyyine ile sabit olur; bir adam da ona bedel kefil olduktan sonra, bu
mükâtep aciz kalıp köleliğe dönerse, bu durumda anlaşma yapan o zat, azad
edilene kadar bu mü-kâtepten bir şey alamaz; —mükâtep azad edilmeden önce—
kefilden alır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir mükâtep kasden bir
adam öldürdüğünde, maktulün iki velîsi olur ve onlardan birisi, "yüz
dirhem üzerine" anlaşma yapıp onu alır; mükâtep de aciz kalarak köleliğe
avdet eder; sonra da diğer velî gelerek, mükâtebe, (—borç olarak— yarı
kıymetini hükmettirirse, bunu yapmaya hakkı vardır.
Şayet, bu iki veliden
birisi, —anlaşma olmaksızın— affederse, bu durumda mükâtebin kıymetinin yarısı
diğer velîye hükmedilir.
Eğer velîlerden
birisi, belirli bir şey üzerine anlaşma yaparsa, bu caiz olur. Fakat, onu
teslim almadan tasarruf edemez.
Eğer belirli olmayan
bir şey üzerine anlaşma yapıp, onu da teslim almadan, taraflar birbirinden
ayrılırlarsa, bu durumda anlaşma batıl olur.
Şayet belirli bir
yiyecek üzerine,.yarı kıymetinden fazla olmak üzere anlaşma yaparlarsa, bu da
caiz olur.
Keza, mükâtebin yan
kıymetinden fazla olmak üzere, bir arsa veya dirhem yahut dinarlar üzerine
anlaşma yaparlarsa, bu caiz olmaz.
Eğer kıymetinden daha
fazla borca anlaşma yaparlarsa, bu da caiz olur. Mükâtebin kıymetinin yarısına
bir kefil olursa, bu caiz olur.
Kefil yiyecek veya elbise
üzerine anlaşma yaparsa, bu caiz olur ve bu kefil, mükâtebe müracaat eder.
Eğer, mükâtep
kıymetinin yarısı için rehin verir; rehin de zayi olursa, bu durumda kıymetinin
yarısı ödenmiş olur.
Eğer, rehnin yarıdan
fazla kıymeti varsa, işte bu fazlalık batıl olur. Mebsût'ta da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allah'u Teâlâ'dır. [20]
Defterde bir adamın
adına bahşiş yazılmış olduğunda, başka bir adam o hususda münazaa edip
"onun kendine ait olduğunu" iddia eder; davalı da, bu davacı ile
dirhemler veya dinarlar üzerine anlaşma yaparsa, —ister peşin, ister va'deli
olsun— bu anlaşma batıl olur.
Bu şahıslar, belirli
bir şey üzerine anlaşma yaparlarsa, yine bu sulh batıl olur. Mebsût'ta da
böyledir.
Bir adam için,
defterde bağış yazılı olur ve bu şahıs ölür, iki oğlu kalır; onlar da
"deftere birinin isminin yazılması üzerine" anlaşma yaparlar ve
bahşişi o alıp, diğerine bahşişden bir şey olmaz; bahşiş alan da, ona belirli
bir mal verirse, işte bu anlaşma da caiz olmaz; sulh ve bahşiş bedelini
birbirlerine iade ederler. Kerderî'nin
Vecizi'nde de böyledir.
Bir kadın öldüğünde,
iki adam onun bağışı hakkında münazaa ederler ve onlardan her birisi,
"onun, kendi anası veya kız kardeşi olduğunu" iddia ederek,
"onlardan birisinin adına yazılmak üzere" anlaşma yaparlarsa, işte bu
anlaşma —adına yazılan şahsın olmaz da, ikisi ona ortak olurlarsa— batıldır.
O kadının bir oğlu
olduğu halde, onun bağışı kardeşinin üzerine yazılmış olur; oğlu da dava ederek
belirli bir dirhem veya bir arsa üzerine, bağış kardeşine verilmek üzere,
anlaşma yaparlarsa, o dirhemleri almak caiz olmaz. Keza bir yabancının ismi
yazılmış olur; onunla da ölen kadının bir akrabalığı bulunmaz ve bu kadının da
bir oğlu olursa, İmâm (= devlet yetkilisi) o atıyyeyi oğluna verir. Mebsût'ta
da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allah'u Teâlâ'dır. [21]
Hür ve baliğ olan bir
kimsenin başka biri adına yaptığı anlaşma sahih olur.
İzinli kölenin ve
sabinin anlaşması sahih değildir. Bedâi"de de böyledir.
Bir adam, diğerinden
bir hak iddia ettiğinde, yabancı bir şahıs da anlaşma yapar; bu durumda davacı
alacak iddia eder; da'valı da bunu inkar eder; yabanc ise anlaşma yapıp,
davacıya: "Senin da'van için, filan bin dirheme anlaşma yaptı." der;
da'valı da: "Ben, anlaşma yaptım." derse, bu sulh anlaşması da'vahmn
iznine kadar bekletilir. Eğer o izin verirse, bu anlaşma caiz olur. Ve bedeli
vermek de gerekir.
Eğer izin vermez ve bu
anlaşmayı reddeylerse bu durumda anlaşma batıl olur. Ve yabancı aradan çıkar.
Şayet: "Senin da'vandan dolayı filana karşı yüz dirheme anlaşma
yaptım." derse, bunda alimler ihtilaf eylediler:
Bazıları: "Bu ve
bundan önceki mes'ele aynıdır." demişlerdir; bazıları da: "Bu, senin
davandan dolayı filana karşı, yüz dirheme, benimle anlaşma yaptı; demek
yerindedir." demişlerdir.
Şayet: "Bin
dirhem üzerine, benimle anlaşma yaptı," veya: "Filan benim malımdan
bin dirheme anlaşma yaptı." yahut: "Bende, bin dirhemi vardır; onu
ödeyeceğim." derse, bu üç durumda da anlaşma yabancıya karşı, geçerli
olur. Ve malı, ona vermek gerekir; bu durumda davalı da dönüş yapamaz.
Bu söylediklerimiz
da'valı, davayı inkar eder veya yabancı bir kimse, ondan habersiz anlaşma
yaparsa, böyle olur.
Eğer onun emriyle
anlaşma yaptığı halde, o davayı inkar ediyor; me'mur da davacıya:
"Davandan dolayı, filanla bin dirheme anlaş." der; o da anlaşırsa; bu
anlaşma geçerli olur ve da'valı da o bin dirhemi alır. Me'mur ise aradan çıkar.
Şayet me'mur,
iddiacıya: "Seninle bin dirheme anlaşma yaptım." derse, alimler bunda
ihtilaf etmişlerdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Eğer: "Benimle
anlaş." derse; bu durumda da'valıya karşı anlaşma geçerli
olur. Ancak, bedel anlaşma yapana ait olur.
Benim malımdan, filan
ile anlaş." demesi halinde de hüküm böyledir. Muhıyt'te de böyledir.
Eğer "Benim
ödemem şartıyle filan ile, bin dirheme anlaş." derse, bu anlaşma davalıya
karşı geçerlidir. Bu durumda, davacı muhayyerdir: Bin dirhemi, ister iddia
olunandan; isterse anlaşma yapandan alır.
Bu söylediklerimizin
tamamı, davalı, iddiayı inkar ettiği zaman böyledir.
Eğer, davalı borcunu
kabul eder; yabancı da onun izni olmaksızın anlaşma yapar ve o yabancı:
"Filan ile-, bin dirheme anlaşma yap." derse, o zaman da'valının izni
beklenir: Eğer; "Anlaşma yaptım." derse, alimler, bu durum hakkında ihtilaf
etmişlerdir.
Eğer: "Benimle,
bin dirhem üzerine anlaşma yap." derse, bu anlaşma yabancıya karşı
geçerlidir; sulh bedeli onun malından ödenir.
Bu durumda bu yabancı,
davalıya müracaat edemez.
Şayet: "Filanla
anlaşma yap; ben, anlaşma bedelini öderim." derse, yine davalının izni
beklenir.
Bunlar, davalı borcu
kabul eylediği, yabancı da anlaşmaya me'mur olmadığı zaman böyledir.
Eğer me'mur:
"Filanla anlaş." derse, bu anlaşma geçerli olur. Bu durumda, malı
(borcu) da'valı öder.
"Benimle anlaşma
yap." derse, yine bu anlaşma caizdir, bu durumda malı, davalı öder.
Eğer me'mur, kendi
malından ödeme yaparsa, onu, davalıdan alır. Eğer: "Benim malımdan, filan
ile anlaşma yap." veya: "Ben, onu öderim." derse, bu anlaşma
davalıya karşı geçerli olur. Malı yabancı öder ve bu. durumda —akd yönüyle
değil— kefalet hükmüyle ödeme yapar. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Şayet: "Seninle
anlaştık." derse, bu durumda "Benimle anlaş." veya "Filanla
anlaş." demek gibi, akd îcabeder; denilmiştir.
"Bu durumda, bir
şey gerekmez." diyenler de olmuştur. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Bu, davacının iddiası,
alacak ise böyledir.
Eğer iddia bir ayn
olur; davalı da onu inkar eder ve yabancı, —ister iddia edenin emriyle olsun,
ister emri olmaksızın olsun,— anlaşma yaparsa; bu durumun cevabı da aynı
alacakta olduğu gibidir. Fakat, davalı ikrar eder; yabancı da, onun. emri
olmadan anlaşma yapar ve: "Filanla anlaş." derse, bu durumda,
davalının izni beklenir ve bu anlaşma, yabancıya karşı geçerli olmaz.
Şayet: "Bu
hususta anlaşma yaptım." derse, —öncekinde olduğu gibi— alimler, ihtilaf
eylediler.
Eğer: "Benimle
anlaş." veya: "Benim malımdan filanla anlaşma yap." yahut:
"Ben iki bin dirhem, öderim." derse; bunlar ona karşı geçerli olur.
Ve o ayn onun olur. Şayet: "Filanla bin dirheme anlaş; ben, onu
öderim." derse; bu durumda, davalının izni beklenir: Eğer davalı izin
verirse, o kefil olmuş olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Eğer anlaşma,
davalının izniyle olur ve me'mur: "Filan ile anlaş." derse, bu
durumda davalıya karşı, anlaşma geçerli olur ve anlaşma yapan me'mur, ortadan
çıkar.
Eğer: "Seninle
anlaşma yaptım." derse, alimler ihtilaf eylediler.
Eğer: "Benimle
anlaş." veya "Benim malımdan, filan ile anlaş." derse, bu
anlaşma davalıya karşı geçerli olur. Bu durumda me'mur, verdiğini, o davalıdan
ister ve alır.
Eğer: "Filanla
anlaş; ben, onu öderim." derse; yine, davalıya karşı,, bu anlaşma geçerli
olur. Ve akid, davacı ile davalı arasında yapılmış olur. Kefalet bakımından
me'mura tazminat gerekir. Füsûlü'l- Imâ-diyye'de de böyledir.
Anlaşma yapmak isteyen
zat, iddiacı ile anlaşma yaptıktan sonra: "Ben ödemem." derse,
anlaşmayı kendi nefsi veya malı karşılığında veya ödeme üzerine yapmışsa, o
malı ödemeye cebredilir. Böyle olmaz ise, bir şey gerekmez ve cebredilmez.
Zehiyre'de de böyledir,
Bir adam, diğerinin
adına iddiada bulunur; başka bir adam da davalının emri olmaksızın, yüz dirheme
anlaşma yapar; davacı ise dirhemleri zayıf bulur veya anlaşma bir yer üzerine
yapılır ve. iddia sahibi, o yeri kusurlu bularak, onu reddederse, bu durumda sulh
yapana bir şey gerekmez.
Da'vacı da davası
üzerinedir. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet, belirli bir
köle üzerine anlaşma yapar; o köleye de bir hak sahibi çıkar; veya bu kölenin
hür, müdebber veya mükatep olduğu meydana çıkarsa, sulh yapana birşey gerekmez
ve dava hali üzerine avdet eder.
Şayet, belirli
dirhemlere karşı anlaşma yapıp, onu da ödedikten sonra, o dirhemlere bir sahip
çıkar veya dirhemler zayıf olursa; bu anlaşmanın, davalı ile yapılmış olması
halinde ona müracaat eder. Meb-süt'ta da böyledir.
Eğer, davacı, sulh
bedeline hak sahibi olursa, sulh yapana veya davalıya müracaat eyler. Havî'de
de böyledir.
Şayet anlaşma, davacı
ile fuzûlî tarafından —belirli bir mal üzerine— yapılır ve o mal fuzûlînin
olur; davalı da davayı inkar ederse; bu anlaşma caiz olur. Bu durumda fuzûlî
anlaşmayı, ister kendi malına izafe etsin, isterse etmesin; ister onu ödesin,
isterse ödemesin müsavidir.
Anlaşma caiz olunca da
İddia sahibi —şayet mümkün ise— sulh bedelinin ödenmesini ister.
Eğer teslimi imkânsız
ise, sulh yapan, o sulhu fesh edebilir ve sulh bedeli için müracaat eder.
Şayet davacı, davalıyı
dava ettiğinde b'eyyine ibraz ederse, hakkını alır. Zehıyre'de de böyledir.
Anlaşma, davacı, ile
fuzûlî arasında olur ve "iddia edilen mal, davalı şahsın olacak, davacı iddia
olunan maldan vaz geçecek, fuzûlî malından ödeme yapacak veya sulh bedelini
ödeyecek," diye sulh
yapılırsa bu anlaşma caiz olur. Bu durumda iddia olunan şey, davalı şahsın
olur. Bu durumda davalı şahıs, ister iddiayı inkar etsin, isterse ikrar etsin
müsavidir. Muhıyt'te de böyledir.
Yabancı bir adam,
dayalı şahıs ile anlaşma yapar ve "evi, şu kadara, davacıya
vereceğini" söylerse bu sulh caiz olur. Keza, evi, ona satmak üzerine
anlaşma yapsa; yine caiz olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerinden
bir kür buğday alacağı olduğunu iddia eder; davalı da bunu eder; bir fuzûlî de
ondan on dirheme, o buğdayı almak üzere anlaşma yapıp, bedelini öderse, bu
anlaşma batıl olur.
Bu durumda fuzûlî, on
dirheme anlaşma yapıp, onu da Öderse, bu anlaşma caiz olur. Mebsût'ta da
böyledir.
Da'vaya vekil olan bir
şahıs izinsiz anlaşma yaparsa, bu anlaşma sahih olmaz. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, bir ev
hakkında, şu kadar gün içinde sulh yapması için tayin ettiği vekil, onun dediği
şekilde anlaşma yaparsa, bu sulh caiz olur.
Keza, bu anlaşma,
birisinde olan alacak üzerine yapılsa, yine caiz olur.
Bir adam, diğer
bir*-şahıs için: "Onu dava vekili yaptım." der; o şahıs da vekil
olmadan önce, o dava üzerine anlaşma yapmış olursa, bu caiz olur.
Bu vekil önce dava
açsa da, sonradan anlaşma yapsa, işte bu caiz olmaz.
Keza bir adam,
diğerine: "Seni, şu kölemi satmaya vekil tayin ettim." veya: "Şu
davama vekil ettim." derse bu da caiz olur. O vekil önceki söylenen şeyden
başkasına vekil olamaz. Mebsût'ta da böyledir.
Bir kimse, bir dava
için, başka bir şahsı bir ev hakkında vekil tayin ettiğinde, bu vekil, evi
elinde bulunduran şahısla yüz dirheme anlaşma yaptığı halde, bu sulhu
müvekkiline izafe eylemese ve onu belirtmese; bu anlaşma istihsanen caiz olur.
Serahsî'nin Muhıytı'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allah'u Teâlâ'dır. [22]
Tereke, varisler
arasında ortak olur; bu varisler, mal mukabilinde o terekeden, varislerden
birini çıkarırlar; bu tereke bir akar veya uruz olur da verdikleri şey,
çıkardıkları o varisin hissesinden az veya çok olursa; şayet tereke altın,
verdikleri ise gümüş veya tereke gümüş, ver-dilkeri de altın olursa, bu durumda
yapılan sulh sahih olur.
Çünkü, bu cinsin
hilafına satışdır ve müsavat şart değildir.
Bu durumda, verilenin
ayni mecliste alınmasına itibar edilir.
Şayet, bu varisin
elinde, terekeden bir şey kalmışsa —inkar eylediği zaman— onu almak kafi gelir.
Eğer ikrar ediyorsa,
onu, —karşılığını vererek— yeniden almak gerekir. O da hakkına dönüş yapar.
Kâft'de de böyledir.
Ölen zat, dirhemler
veya uruz terk ettiğinde, dirhemler üzerinede anlaşma yapılırsa, bu durumda
aldığı dirhemler hissesi olan dirhemlerden fazla olursa, sulh caiz olur. Zira
dirhemler, dirhemlerin misli; fazlası da urûzun karşılığı olmuş olur.
Bu durumda iki bedeli
de, aynı mecliste almak şart kılınmıştır.
Şayet verese terekeyi
ikrar ederse, nasibini alması hususunda, bir mani yoktur.
Eğer nasibi varislerin
üzerinde, alacak ise (Şöyleki: Terekeyi inkar ederler veya onu ikrar ettikleri
hâlde, terekeden onun hissesini vermeye bir mani bulunursa) o takdirde nasibini
aynı mecliste almasına ihtiyaç yoktur.
Şayet dirhemlerden
hissesini almazsa, sulh caiz olmaz.
Dirhemler hissesinden
az olursa yine böyledir.
Hakim Ebû'1-Fadl şöyle
buyurmuştur:
Dirhemlerden hissesi
kadar da olsa, hissesinden az da olsa, anlaşma batıldır. Hissesini bilmezse,
yine anlaşma caiz olmaz.
Eğer uruz veya
dinarlar üzerine anlaşma yaparsa, bu —her ne kadar az olsa bile— caiz olur.
Şayet tereke dinarlar
veya uruz olur ve sonra da dinarlar üzerine anlaşma yapılırsa, işte bu bizim
dirhemler hakkında söylediğimiz tafsilat üzerinedir.
Eğer bu durumda
dirhemler üzerine anlaşma yapılırsa, her haliyle caiz olur. Mııhıyt'te de
böyledir.
Eğer tereke altın gümüş
ve bunlardan başka şeyler olur; gümüş veya altın üzerine de anlaşma yaparlarsa,
bu durumda, verecek şahsın, aynı cinsten kendi hissesinden fazlasını vermesi
gerekir. Ve, bu hissesinin ( = nasibinin) mukabilini (= karşılığını, bedelini)
altın ve gümüşten olması halinde, hemen— teslim alması gerekir.
Şayet anlaşma bedeli
uruz ise, ribâ korkusu olmadığından bu sulh mutlaka sahihdir. Eğer terekede
dirhemler ve dinarlar varsa ve anlaşma bedeli de dirhemler ve dinarlar ise,
hangi şekilde olursa olsun, anlaşma caiz olur. Fakat, aynı me:cliste, bu bedeli
teslim almak şarttır. Kâfî'dede böyledir.
Bu şahıs, özellikle
akar ve eşya (= hissesinden nasibinden) dolayı anlaşma yapsa veya bazılarını
hariç tutmak üzere, bazı şeyler için anlaşma yapsa, bu da caiz olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
"Terekede borç
bulunmaz, eşyalar da belirli olmazsa, tartılan ve ölçülen şeyler hakkında
yapılan anlaşma caiz değildir." diyenler olduğu gibi, "caizdir."
diyenler de olmuştur.
Şayet tereke, ölçülen
ve tartılan cinsten değilse ve eşya da belirli değilse esahh olan, anlaşmanın
sahih olmasıdır. Hidâye'de de böyledir.
Bir kadın, mehir
bedelinden dolayı anlaşma yapar; varisler de onun nikahını ikrar eder ve tereke
insanlar üzerinde borç olarak bulunmakta olursa, o zaman kadın, ya bütün
borçlulara karşı varisler için, hissesi nisbetinde anlaşma yapar; veya
terekeden dolayı anlaşma yapar.
Şayet varisler, bu
kadının nikahı hakkında bir şey söylemezi erse, bu durumda anlaşma batıl olur.
Eğer varisler, —bunu
isterlerse— her birinin alacağı nisbetinde anlaşma yapmaları caiz olur.
Bunun yolu şudur:
Bu kadın, varislerden,
—mehir hissesi kadar— belirli bir şey satın alır. Sonra da helalîaşırlar. Daha
sonra da oturup, aralarında bir sulh. anlaşması olmaksızın, sözleşme anlaşması
yaparlar. Zahîriyye'de de böyledir.
Borçludan almak üzre
anlaşma yaparlarda, diğer mallardan kadının hissesini terk ederlerse, bu
anlaşma geçersiz olur.
Eğer alacak anlaşmaya
dahil olmaz ise, geride kalan tereke hakkında yapılan anlaşma sahih olur. Ve
borçlulardaki alacaklarını feraiz üzerine alırlar ve aralarında pay ederler.
Muhıyt'te de böyledir.
Şayet kadın, mehrini
veya mehir bedelini almak için belirli dirhemler karşılığında anlaşma yapar;
terekede de görünen ve bilinen bir borç olmadığı gibi, nakit para da olmaz ise;
bu durumda anlaşma yine de caiz olur.
Sonradan, —varislerden
bilmediği— belirli borç meydana çıkarsa, veya belirli bir mal meydana çıkar da,
varisler onu bilmezse, o belirli mal ve borç anlaşmaya dahil olur mu? İşte
burası ihtilaflıdır: Bazı alimler: "Dahil olmaz." demişler ve "o
alacak ve mal, varisler arasında feraize göre pay edilir." buyurmuşlardı.
Bazıları ise: "Arılaşmaya dahil olur. O alacak da, mal da aralarnda
hakları gereğince taksim edilir.'' demişlerdir.
Bu söz, anlaşma fasid
olduğu zamana göredir.
"Anlaşmaya dahil
olmaz." diyenler, "O alacak ve mal, varisler arasında ortak olursa,
anlaşma batıl olmaz." demişlerdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Eğer ölenin üzerinde
borç var ise, kadında nikahı bedeli bir anlaşma yapmışsa, bu anlaşma caiz olmaz.
Çünkü o borç, terekeye dahildir.
Eğer "bu
tasarrufa mani" derler; varisler de "caiz olmasını" isterse
bunun yolu şudur: "Varisler ölenin borcunu, kendii'.eri terekeye müracaat
etmemek şartıyle öder veya bir yabancı, onu, ölüye teberru olarak öder yahut o
borç, başka bir maldan verilir; sonra da aralarında feraize uygun bir anlaşma
yaparlar. Eğer varisler borcu ödemez ve fakat maldan ayırır sonra da aralarında
anlaşma yaparlarsa bize göre bu caiz olur.
Bu, eğer alacaklı
—hakkı ona verilmeden önce— anlaşma yapmaya izin verirse böyledir.
Bu durumda o zat,
alacağını almak için, varislere müracaat eder. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kadın, kocasının
malında belirli bir mal üzerine anlaşma yaptıktan sonra, kocasının borcu
meydana çıkarsa, bu kadın hissesine düşen borcu Öder ve sulh bedelini alır.
Füsûlü'Mmâdiyye'de de böyledir.
Bir kadın, ölüp,
mirası kalır; o mirasda kocası ile kardeşine kalır; kardeşi, bu kadının kocası
ile belirli bir dirhemler ve belirli bir eşya üzerine anlaşma yaptıktan sonra
aralarında ihtilaf çıkar ve bu ihtilaf anlaşmanın-aslından, çıkmış olursa,
anfâşma üzerinde görüş birliği yaparlarsa, ne alâ; bir mes'ele kaimaz. Eğer,
da'vacı mal taksiminden herkes hakkını aldıktan sonra, diğeri de gasb
iddiasında bulunur, diğeri de onu inkar ederse; bu durmmda —yemini olarak—
inkar edenin söylediği söz geçerli olur.
Her iki tarafa yemin
ettirilmez.
Eğer ihtilaf,
üzerlerinde sözleşme yaptıkları şeyden veya onun miktarından çıkmışsa, o
takdirde her iki tarafa da yemin ettirilir.
Eğer ihtilaf malın
sıfatından ve malın zatından çıkmışsa, bu durumda inkar edenin sözü geçerli
olur. Bu durumda her iki tarafa da yemin verilmez.
Eğer ihtilâf zimmetten
çıkmışsa, her iki tarafa da yemin ettirilir ve hisseleri verilir. Şayet
taraflardan birisi, beyyine ibraz ederse, fazla olanın beyyinesi geçerli olur.
Eğer koca, kardeşine:
"Ben, seninle şu eşya üzerine anlaşma yaptım. Ancak, sen onu bozup
dağıttın." der, kardeş ise: "Ben öyle yapmadım." derse, bu
durumda, kadının kardeşinin,- yeminli olarak söylediği söz geçerli olur.
Muhıyt'te de böyledir.
Varislerden biri
hazırda olmaz; hazırda olanlar ise, kadınla ortaya çıkarlar ve o hazırda
olmayanın hissesini bir tarafa çıkarıp, geri kalanı taksim-ederlerse,
hisselerine düşen caiz olur.
Eğer o hazırda
olmayanın yüzünden, mal tevkif edilirse, hakim aralarında adaletle hükmeder ve
hazırda olanlarla gaibin haklarını ayırır. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Bir adam ölür, iki
oğlu kalır; kendisi de borçlu bulunur ve terekesi arazi, borcu ise dirhemler
olursa; oğullarından birisi, alacaklı ile, belirli dirhemlere karşılık anlaşma
yaparak, "babasının, dirhemler cinsinden olan borcu karşılığında, kendi
hissesi alacaklının olsun" ister ve onu öderse işte bu caiz olur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.),
bu sulhun caiz olduğunu Em âlî kitabında zikreylemiş ve "Caizdir."
buyurmuştur.
Şayet borç belirli
değilse, bu sulh batıl olur. Fetâvâyi Kâdîlıân'da da böyledir. ,
Eğer alacak,
varislerden bir kişiden iddia edilir, varis de, bunu inkar ederse; terekeden
Ödenmek üzere sulh yapılır. Şayet o varis borcu öderse, bu ödeme sahih olur.
Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Bir adam ölür, iki
oğlu kalır; bir adam da babalarından yüz dirhem alacağı olduğunu iddia eder;
oğullarından birisi bunu kabul edip: Ben ondan hissemi sana veririm."
derse (ki bu elli dirhemdir) alacaklı geri kalan elli dirhemini, o oğuldan
alamaz.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.): "Bu batıldır. Kalanını da alır." buyurmuştur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Bir şey alamaz. Kalan elli dirhemini diğer oğlundan alır. Eğer,
birinci oğul tamamını öderse, elli dirhemini kardeşinden ister. Oğlun biri
huzurda olmayınca da durum böyledir.
Alacaklı, alacağını
hazırda olandan tamamen alırsa, yaptıkları anlaşma batıl olur.
İki ev, varislerin
tamamının elinde bulunduğunda başka bir adam onlardan hak iddia eder;
varislerin bir kısmı hazır, bir kısmı ise gaib olur ve hazırda
olanlar, iddiacı ile anlaşma yaparlarsa,
bu anlaşma tamamının adına yapılmış olursa, caiz olur. Bu durumda anlaşma yapanlar,
huzurda olmayanlara müracaat edemezler.
Şayet davacı onlardan
birini dava eder; o da anlaşma yaparsa, bu anlaşma da sahihdir.
İddia edilen şeyi,
ikrar edenlerin anlaşma yapmaları da caizdir.
Şayet böyle iddialı
bir yeri alan iddiacıdan, bu yeri birisi satın aldıktan sonra, iddiacının
hakkını inkar edenler olursa, bu durumda müşteri muhayyerdir. İsterse, bu
alım-satımı bozup, verdiği parasını iddiacıdan geri alır; isterse, münkirlerin
(inkar edenlerin) hüccetlerini (delillerini), davayı kazamp-kazanmayacaklarmı
bekler.
Bunu, Şeyhu'i-İslâm
Hâherzâde ve Şemsü'l-Eimme Serahsî zikrey-lemişlerdir. Anlaşmayı kabul etmeyen
iddiacıya hissesi için müracaat edebilir.
Keza, hazırda olanlar
iddiacı ile anlaşma yaparlar da, kendi hisselerini iddiacıya teslim ederler ve
başkalarının hakkına dokunmazlarsa, bu durumda onun müracaat hakkı yoktur.
Muhıyt'te de böyledir.
Varislerden bazıları,
ölen de alacaklının olduğunu iddia ederler; bir kısmı da hazır olmazsa, bu
durumda yapılan anlaşma sahih olmaz.
Eğer iddiacı beyyine
ile gelir, varis de hakimin emriyle onun hakkını öderse, anlaşma sahih olur.
Şayet hakimin emriyle,
kendi malından verirse, diğer varislere hisseleri kadarını almak için müracaat
eder.
Eğer terekeden hakimin
hükmü olmaksızın ödeme yaparsa; hazırda olmayan için, hissesi kadarını vermesi
gerekmez.
Şayet hakimin hükmü
olmadan, kendi malından ödeme yaparsa, bu durumda hazırda olmayana müracaat
edemez. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
İki adam, bir kişinin
elinde bulunan evi veya araziyi iddia ettiğinde, o iki adam: "Bu, bize
miras kaldı; biz babamızdan miras olarak aldık." derler; iddiacı da bunu
inkar eder; sonra da onlardan birisi, kendi hissesi için anlaşma yaparak o
davaya karşılık, yüz dirheme sulh olur; ortağı da o yüz dirheme ortak olmak
isterse, bu caiz olmaz.
Eğer onlardan birisi
davanın tamamı için anlaşma yapmış olup, yüz dirhemi iddiacıya ödese, o
takdirde kardeşi hissesine düşeni tazmin eder.
Eğer muhayyerlik
şartıyla anlaşma yaparsa; kardeşi dilerse yüz dirhemin yarısını öder; dilerse
ödemez.
Eğer öderse,
anlaşmanın tamamı caiz olur ve sulh bedeline ortak olurlar.
Şayet teslim etmezse,
onun hakkındaki sulh batıl olur. Diğer davalı hakkındaki sulh ise caizdir.
İddia olunan zat
(da'valı) sulhu imzalamakta (kabul ve infazlamak hususunda) muhayyer olur mu?
Ziyâdât kitabında, bu
meseleye benzer bir mes'ele zikredilmişdir. Şöyleki:
İki adamın ortak
bulunduğu bir köleyi, bu adamlardan birisi (tamamını) satar; müşteri de
arkadaşının hissesini, ödemek üzere, satan şahsa teslim eder; köleyi satan
şahıs da arkadaşının hissesini ödemezse; bu durumda müşteri satıcının hissesi
hakkında muhayyerdir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, isterse alım-satımı fesheder; isterse, satanın hissesine sahib
olur.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre ise, muhayyer olamaz.
Burda köle ile ev
arasında bir fark yoktur. Ev meselesi ihtilaflı olunca köle mes'elesi de
ihtilaflı olur. Ve ihtilaf yukarıdaki şekildedir.
Büyük varis, mirasın
vasisi tarafından bir takım eşyaları iddia ettikten sonra, hepsine bedel,
belirli bir köle veya bir elbise üzerine, anlaşma yaparlarsa, bu caiz olur.
Keza:""Elimde
bulunanı sana feda eyledim." derse, yine bu sulh caiz olur. Mebsût'ta da
böyledir.
İki varis, belirli bir
şey veya alacak üzere, vasilerini dava ederler; vasi de ikrar etmeksizin,
onlardan birisiyle anlaşma yaparsa, diğerinin, kendi hissesi için, vasiye
müracaatta bulunmaya hakkı olmaz.
Şayet kardeş, diğer
kardeşiyle birlikte anlaşma yapmazsa; iddia edilen şeyin vasinin yanında mevcut
olması halinde, hissesini ondan alır. Diğer kardeşi, onun aldığına ortak
olamaz.
Eğer iddia olunan şey
zayi olmuş ve vasinin onu ödemesi üzerine vacib olmuşsa, o takdirde, iki kardeş
ona ortak olurlar.
Eğer sulh bedeli bir
yer ise, sulh yapan muhayyerdir.
Şayet sulh bedeli
(Meselâ: Yüz dirhem) alacak olur, varislerin içinde küçük olan ve büyük olan
kimseler bulunur ve vasi, dava için büyükle anlaşma yaparsa, dava umûmî olmuş
olur. Büyük olan, hissesini alıp, küçüğe infak ederse, küçüklere karşı anlaşma
caiz olmaz. İmâm: "Küçükler için, hisselerinden dolayı vasiye müracaat
hakları vardır.
Fakat, büyüklerin bu
hakkı yoktur.'' buyurmuştur.
Burda geniş tafsilat:
Eğer bülüğa erişirlerse, ve böyle yapmayı dilerlerse, anlaşmaya izin verirler
ve hisseleri için vasiye müracaat ederler. Vasi de büyüklere müracaat eder. Bu
durumda onlar, bir şey için küçüklere müracaat edemezler.
Eğer küçükler
büyüyünce sulhu reddederlerse, davalarına dönerler vaside verdikleri için
büyüklere müracaat eder.
Büyüklere gelince,
küçüklere yaptıkları harcamalar için, onlara müracaat edemezler. Muhiyt'te de
böyledir.
Bir adam ölür ve bin
dirhem bırakır; iki adamın da ölen şahısta biner dirhem alacakları olur;
onlardan birisi hazırda bulunur ve varis, onunla beşyüz dirheme anlaşma yapar,
adam da onu alır; sonra da diğer alacaklı
gelerek, varisin elinde
kalan beşyüz dirhemi
ve anlaşma yapandan da beşyüz
dirhemin yarısını alırsa, ikinci adam bin dirhemin dörtte üçünü önceki de
dörtte birini almış olur. Şayet önceki adam hakimin hükmüyle beşyüz dirhemi
almış olsaydı; sonra da ikinci adam gelerek, varisin elinde olan beşyüz dirhemi
alsaydı; öncekinden bir şey alamazdı. Zehiyre'de de böyledir.
Bir adam, diğer birine
bir köle veya bir ev vasiyet eder; bu şahsın bir oğlu ile bir de kızı kalır ve
bunlar kendisine vasiyet edilen zat ile bu köleye karşılık, yüz dirheme anlaşma
yaparlar ve o yüz dirhem miras malından olursa, o köle oğul ile kız arasında,
iki hisse oğuia, bir hisse kıza olmak üzere pay edilir.
Eğer o yüz dirhem
ikisinin Özel malından ise, o zaman, köleye aralarında yarı yarıya ortak
olurlar. Çünkü, o aralarında muâvazadır. Serahsî'nin Muhiyti'nde de böyledir.
Vasî ikrar ederek,
ölenin yanında bin dirheminin olduğunu söyler, ölen zatın da iki oğlu olur;
sonra da onlardan birisi, kendi hissesine karşılık, dörtyüz dirheme, —vasinin
malından— anlaşma yaparsa işte bu caiz olmaz.
Keza, bin dirhemle
birlikte, eşyası da olsa; eğer vasi bunları zayi etmişse, dörtyüz dirheme
anlaşma yapmak caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Ölen bir şahıs,
malının üçte birini, vasiyyet eder; küçük .ve büyük yaşlarda varisler bırakır
ve bu varislerden bir kısmı, vasiyyet malı hususunda, belirli dirhemlere
karşılık, koendısine vasiyet yapılan zat ile o vasiyet olunan şeyi varislere
teslim etmek üzere, anlaşma yaparlarsa; bu durumda, varislerden bir kısmı,
diğerleri için de anlaşma yapmışlar, terekede de borç ve başka nakid yoksa, bu
anlaşma caiz olur.
Şayet başka birisine
borç var ise, yine anlaşma caiz olmaz.
Eğer nakid varsa ve o
üçte bir de sulh bedeli nakid ise, veya ondan daha fazla ise, yine caiz olmaz.
Şayet sulh bedeli üçte
birden daha fazla ise, o zaman caiz olur. Eğer sulh bedelini kendisine vasiyet
edilen zat, aynı mecliste kabul ederse, bu böyledir. Böyle değil de,
ayrıldıktan sonra kabul ederse, nakid hakkındaki anlaşma bozulmuş olur.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Eğer miras dört kişi
arasında olur; onlardan ikisi büyük, ikisi de küçük yaşta bulunur, ölen zatın
da vasisi ve kendisine vasiyet edileni bulunur
ve bunların hepsi
toplanır, aralarında bir değere
karşılık anlaşma yaparlar; sonra da o iki büyük olan varisten birisi,
belirli bir ziynet eşyası ile bir elbiseyi; diğeri de, belirli bir ziynet
eşyası ile başka bir şeyi alır; küçük varisler de öyle yaparlar; kendisine
vasiyet edilen de öyle ederse, işte bu caiz olur.
Şayet bu taksimi
yapmadan önce dağıtırlarsa, bu anlaşiria batıl olur. Ancak bu batıl olmak,
ziynet eşyası hakkındadır; yoksa, diğer eşya hakkında değildir. Ziynet eşyası
hakkında olan anlaşmanın geçersiz olması, diğer eşyalar hakkındaki anlaşmayı
bozmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Varislerin, vasiyet
eden şahıs ölmeden önce, vasiyet hakkında anlaşma yapmaları caiz olmaz.
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Baba, köle veya
mükâtep; sabide hür ise, ona karşı yapılan anlaşma da caiz olmaz.
Keza, baba kafir olur,
oğlu ise, müslüman olursa, ona karşı yapılan sulhta caiz olmaz. Bunak olan
büyük ve deli de çocuk hükmündedir. İster, bulûğa eriştikten sonra delirsin;
isterse o anda delirsin bize göre aynıdır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir sabinin, başka
birinde alacağı olduğunda, babası az bir mala karşılık anlaşma yapar; sabinin
beyyinesi olmadığı gibi borçlu da, borcu inkar etmekte olsa, bu durumda anlaşma
caiz olur.
Şayet alacak beyyineli
ve belli olur, borçlu da onu ikrar etmekte olursa, bu durumda babanın,
—insanlar aldanmayacak şekilde— yaptığı anlaşma caiz olur. Şayet babanın bir
şey satmasını gerektiriyorsa, onu kendi malından satar. Eğer gerektirmiyorsa,
mubayaa caiz olmaz. Sira-ciyye'de de böyledir.
Bir vasî, yetimin
malından, bir adama bin dirhem verir; beyyinesi olmadığı için ye karşı tarafın
inkarından dolayı, bin dirhem yerine beşyüz dirheme anlaşma yapar; sonra da
beyyine (yani adil bir şahit) bulursa onun bin dirhem olduğuna dair, ona yemin
ettirilir. Sabî, büyüdükten sonra, adil bir şahit bulursa, ona "bin dirhem
olduğuna dair" yemin ettiremezler. Kunye'de de böyledir.
Bir sabinin (= küçük bir çocuğun) bir kölesi veya bir evi
olduğunda bir başkası "onun, kendisine ait olduğunu" iddia eder ve
sabinin babası da, sabinin malına karşılık, o şahısla anlaşma yapar; iddiacının
ise, adile olan beyyinesi (yani şahidi) bulunursa; anlaşma, iddia edilen bedel üzerine
yapılır. Veya, insanların
aldatılmış sayılmayacağı kadar fazla olursa, bu da caiz olur.
Şayet iddiacının hiç
şahidi olmaz veya adile olmayan şahidi olursa; bu durumda sulh, asla caiz
olmaz.
Eğer iddiacının
şahidleri gizli iseler, bazı alimlerimiz: "Sulh, yine caiz olmaz."
demişler; bazıları ise: "İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline binâen, caiz
olur." demişlerdir.
Bazı alimler de:
"Eğer, iddiacının şahitleri meşhurlardan ise, babanın anlaşma yapması
uygun olur." demişlerdir.
Şayet baba,1 şahsî
malından anlaşma yaparsa, bu durumda, sulh her haliyle caiz olur. Zehiyre'de de
böyledir.
Eğer varislerin tamamı
küçük yaşta olurlar ve vasi de, baba gibi anlaşma yaparsa; dava lehlerine
olsun, aleyhlerine olsun, akar veya taşınır mal hakkında olursa, yukarıdaki
gibi olur.
Fakat, varisler büyük
yaşta olurlar, ve hepsi huzurda bulunurlarsa, vasinin onların hakkında anlaşma
yapması caiz olmaz.
Da'vanın aleyhlerine
veya lehlerine olması da farketmez.
Bu dava —ister akar,
ister menkûl hakkında olsun,-— asla caiz olmaz.
Bu durumda, iddiacının
şahitleri ister adil olsun, isterse olmasın, fark etmez. Muhiyt'te de böyledir.
Şayet varislerin
tamamı zengin olur ve onlara karşı anlaşma yapılırsa, bu caiz olmaz. Müddeî (—
davacı) için beyyine olsun veya olmasın müsavidir. Dava ister akar hakkında
olsun, isterse menkûl hakkında olsun farketmez.
Şayet dava akar
hakkında olursa, tamamının izni olmadan yapılan anlaşma sahih olmaz.
Eğer dava, menkûl
hakkında olur; iddiacının da onlar için beyyinesi bulunursa, o zaman, anlaşmaları
—alınan sulh bedeli, iddia edilen şeyin kıymetinin misli veya insanların
aldatılmış sayılmayacağı kadar fazla olsa bile—caiz olur.
Eğer bunun aksi
olursa, anlaşma sahih olmaz.
Şayet davacının
beyyinesî yoksa, nasıl anlaşırlarsa öyle olur. Tatar-hâniyye'de de böyledir.
Fakat, varisler,
küçüklü büyüklü olur; büyükler hazır bulunurlar ve onlara karşı anlaşma
yapılırsa, bu anlaşma bütünü hakkında caiz olmaz.
Eğer dava akar veya
menkûl hakkında olur; iddiacının ise beyyinesi bulunur veya bulunmazsa; bu
durumlarda anlaşma küçükler hakkında —onların hisselerine bir zarar dokunmazsa—
caiz olur.
Eğer dava menkûl
hakkında olursa; sulh, küçüklere karşı da, büyüklere karşı da —zarara
uğramazlarsa— caiz olur. Eğer zarara uğrarlarsa, —ister iddiacının adile olan
beyyinesi olsun, isterse olmasın—, caiz olmaz.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir. İmâmeyn'e göre, şayet küçüklere zarar isabet
etmiyorsa, onlara karşı yapılan anlaşma caiz olur; fakat, büyüklere karşı
yapılan sulh caiz olmaz. Onlara zarar isabet etsin veya etmesin müsavidir.
Eğer büyük olan
varisler zengin iseler, onlara karşı yapılan anlaşma, bir zarara uğramadıkça
küçükler hakkında caiz olur; büyükler hakkında caiz olmaz.
Da'valının beyyinesi
de olsun veya olmasın fark etmez.
Eğer dava akar hakkında
olursa İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre —bir zarara uğramazlar ise— sulh caiz
olur. Eğer zarara uğrarlarsa, davacının beyyinesi ister olsun, isterse olmasın,
bu anlaşma, onlar için caiz olmaz.
İmâmeyn'e göre,
küçükler hakkında —şayet zarara uğramazlar ise— caiz olur. Büyükler hakkında
ise, ister zarar olsun, istere olmasın bu anlaşma caiz olmaz.
Baba olmadığı zaman,
büyük baba vasiyyet hususunda baba gibidir. Muhıyt'te de böyledir.
Keza, dedenin vasisi
olsa, ananın ve kardeşin, sabiye karşı, vasi yerine anlaşmaları caiz .olmaz.
Mebsût'ta da böyledir.
Ananın vasisi, amcanın
vasisi, kardeşin vasisinin anlaşmaları, ---bunların terekeleri hakkında—
babanın vasisinin anlaşması gibidir.
Şayet dava küçük
hakkında vaki olursa, akar da bundan hali kalmaz.
Şayet tereke başka
cihetten ise, onların vasilerinin anlaşmaları caiz olmaz. Zehıyre'de de
böyledir.
Bir acjam, ölen bir
kişiden alacak iddiasında bulunduğunda; vasi, yetimin maİındah bir şey üzerine
anlaşma yaparsa, bu —iddiacının beyyinesi olmadıkça— caiz olmaz.
Şayet vasi ölenin
malından anlaşmasız bir ödeme yaparsa, bu caiz olmaz. Varisler bu durumda
muhayyerdir: Dilerlerse vasinin ödediğini, vasiye, dilerlerse, kendisine
ödenmesi gereken şahsa ödetirler.
Şayet kendisine
ödenmesi gereken şahsa, ödetirlerse, vasi, onlardan hiç birine, ödediği için
müracaat edemez.
Eğer vasiye
ödetirlerse, vasi diğerine müracaat eder; ister, onun aldığı elinde mevcut
olsun, isterse zayi olmuş bulunsun müsavidir. Muhiyt'te de böyledir.
Şayet vasi; bir
şahsın, ölen kimseden hak iddiasına karşılık, veya bir sabiye karşılık anlaşma
yapar ve bu durumda, davacının davasının doğruluğuna dair beyyinesi bulunur
veya hakim durumu bilmekte olur yahut hakim öylece hükmeylemiş bulunursa,
anlaşma caiz olur; böyle olmaz ise, caiz olmaz. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de
böyledir.
Baba ve vasi, kasden
adam öldürmeden dolayı sabinin ödemesi vacib olan diyeti hakkında —sabinin
malından vermek üzere— anlaşma yaparlarsa bu caiz olur.
Ancak anlaşma,
diyetten az bir şey için olursa, o zaman caiz olmaz.
Bir adam, "kölesinin,
başka bir adama bir sene hizmet etmesini" vasiyet eder; ve bu köle, onun
malının üçte birinin dışında olursa; varisler,
onun hizmetine karşılık, dirhemler vermek üzere anlaşma yaparlar veya
vasiyet eden, evinde birinin oturmasını yahut hayvanına, bir sene müddetle
başkasının binmesini veya elbisesini bir ay başkasının giymesini vasiyet
ederse; bunlara karşılık varislerin dirhemler vererek anlaşma yapmaları,
istihsanen caiz görülmüştür.
Keza, bir küçüğün
varisinin vasisi böyle yapsa ve hizmet etmesi vasiyet edilen köle, hizmet
etmeden önce ölse; ona karşılık yapılan anlaşma da caiz olur.
Eğer anlaşma bîr
elbiseye karşılık yapılır, onun da kusurlu olduğu ortaya çıkarsa; bu durumda
anlaşma yapılan zat, elbiseyi geri vererek, kendisine kölenin hizmet etmesi
için başvurabilir. O elbiseyi teslim almadan önce, satmak yoktur.
Şayet dirhemler
karşılığı anlaşma yaparsa, bu dirhemlerle, "teslim almadan önce, elbise
satın alabilir.
Eğer varis
söylediklerimizin bir kısmını satın alırsa, bu caiz olmaz.
Şayet: "Senin
hizmetine karşılık, bu dirhemleri sana verdim." derse veya "Ivazen
yahut bedelen veya hizmetine mukabil verdim." veya "hizmetini
birakasın diye verdim." derse, caiz olur.
Şayet: "Onun
hizmetini bana bağış yapasın diye, bu dirhemleri sana bağışladım." derse;
—dirhemleri teslim ettiği zaman— yine caiz olur.
Eğer varis iki kişi
olur ve onlardan birisi, on dirheme karşılık yalnız kendisine ait zamanın
hizmetine karşılık olarak, —ortağının dışında— anlaşma yaparsa işte bu caiz
olmaz; ancak istihsanen caiz olur. Köle bütün varislerin olur; bu varislerden
birisi de,, köleyi satar; ve bedeli de hizmet etmesi vasiyet edilen zata
verirse; bu durumda kölenin hizmeti geçersiz olur; ve onun parasında da hakkı
olmaz. Hizmet sahibinin rızası ile, cainayet bedeli verilirse, bu caiz olur.
Eğer, bu köle hata ile
öldürülür ve onun kıymeti alınırsa, varisler, o kölenin kıymeti ile, hizmet
için, bir köle satın alabilirler.
Şayet, belirli
dirhemler veya yiyecek üzerine anlaşma yapılırsa, bu ivaz yoluyla caiz olur.
Eğer kölenin bir eli kesilir ve varisler onun diyetini alırsa; alınan bu diyet
köle ile birlikte kendisine vasiyet olunan şahsın olur.
Şayet varisler, bu
kölenin kendilerine teslim edilmesi şartıyle, kendisine vasiyyet edilmiş olan
şahsa, on dirhem vermek üzere anlaşma yaparlar; köle de buna razı olursa, bu
iskat yoluyla caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, bir başka
şahsın, evinde oturmasını vasiyyet eder ve ölürse, bu şahsın varislerinin, ev
kendisine vasiyyet edilen şahısla, belirli dirhemler üzerine anlaşma yapmaları
caiz olur.
Keza, varisler, o
şahsın başka bir evde oturması üzerine anlaşma yapsalar, bu da caiz olur.
Ölen şahıs, kölesinin,
bir sene bir adama hizmet etmesini vasiyet ettiğinde, varisler buna mukabil,
bir evde oturması veya bir kölenin, hayat boyu, o şahsa hizmet etmesi üzerine,
anlaşma yaparlarsa, bu caiz olmaz.
Önceki bölümde, hizmet
etmesi vasiyet edilen köle hizmet müddetini bitirmeden ölür veya ev, oturma
müddeti bitmeden önce yıkılırsa, anlaşma bozulmuş olur. Vasiyet olunan zatın
önceki vasiyet olunan evde oturma hakkı avdet eder.
Keza, bir adam,
kölesinin bir şahsa bir yıl hizmet etmesini vasiyet eder; varisler de başka bir
kölenin, belirli senelerce, ona hizmet etmesi üzerine, anlaşma yaparlar veya
belirli senelerce, o evde oturması üzerine anlaşma yaparlar ve o müddet
geçmeden önce, anlaşma yapılan köle ölür veya ev yıkılırsa, anlaşma yapılan
zatın, o müddete kadar hakkı baki kalır.
Alimler şöyle
demişlerdir: Bu cevap, anlaşma yapılan kölenin hizmet süresi veya evde oturma
müddeti bitmeden, *evin yıkılmasının cevabına hamledilir.
Fakat, asıl vasiyet
edilen köle, hizmetini bitirmeden önce ölür veya ev yıkılırsa, vasiyet olunanın
hakkı kalır mı?
—Anlaşma yapılan köle
hizmetim bitirmeden ölür veya ev yıkılırsa, kalan müddet için, anlaşma yapılan
zatın hakkı avdet eder.
Bunun açıklaması
şöyledir: Vasiyet olunan evin yerine, başka bir kölenin bir yıl hizmet etmesi
üzerine, anlaşma yaparlar ve anlaşmalı köle kendine vasiyet edilen adama, altı
ay hizmet ettikten sonra ölürse, vasiyet olunanın altı aylık hizmet hakkı avdet
eder. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, koyunlarının
memesinde olan sütü vasiyet eder; varisler ise, o sütten noksan veya fazlası
üzerine anlaşma yaparlarsa, bu caiz olmaz.
Şayet dirhemler
karşılığında anlaşma yaparlarsa, işte o caiz olur. Hâvî'de de böyledir.
Bir adam, kölesinin
kazancını başka bir şahsa vasiyyet ettikten sonra kendisi ölür; varisleri de
vasiyet olunan zat ile bu kölenin kazancına bedel, belirli dirhemlerle anlaşma
yaparlarsa, bu sulh caiz olur. Her ne kadar kölenin kazancı fazla olsa bile, bu
hüküm böyledir.
Eğer, ölen şahıs,
kölenin, kazancım daimi olarak vasiyet eder; varisler de, belirli bir bedel
üzre, anlaşma yaparlarsa, bu caiz olur; bedel belirsiz olursa, caiz olmaz. ,
Varislerden yalnız
birisinin yaptığı anlaşma caiz olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Vasiyet olunan katırı
veya köleyi, varislerden birisinin vasiyet olunan şahıstan icarlaması, —yabancı
birinin icarlaması caiz olduğu gibi— caizdir.
Kölenin kendisine
hizmet etmesi veya evde oturması, kendisine vasiyet edilen zatın, bu köleyi
veya bu evi icara tutması caiz olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, hurmalığının
gelirini daimi olarak vasiyet ettikten sonra, kendisine vasiyet olunan şahıs,
varisler ile hurmalığın meyveleri meydana gelmeden önce, belirli dirhemler
karşılığında anlaşma yapsa, bu sulh caiz olur.
Bu, o hurmalığın bir
senelik mahsulü çıktıktan ve çıkan mahsûlün geliri belirdikten! sonra olur.
Bu anlaşma caiz
olunca, mevcut olanla mevcut olacak olan nasıl taksim edilecek?
Bu hususta İmâm
Muhammed (R.A.) bir şey söylememiş ve bu bölüm kitapta ihtilaf konusu olmuştur.
Ebû Bekir Muhammed bin İbrahim ei-Meydânî şöyle buyurmuştur:
Anlaşma bedeli, hali
hazırda mevcut olana göre taksim olunur. Gelecekte olacak mahsul ikiye bölünür;
yansı hali hazırda olanın karşılığı olarak kabul edilir; diğer yarısı da
gelecekte olacağın hizasına konur.
Fakıyh Ebû Ca'fer
Hinduvânî de şöyle buyurmuştur:
Sulh bedeli, hali
hazırda olan mahsûle göre taksim edilir. Gelecekte olacağın da kıymea taksim
edilir. Eğer hali hazırda olanın kıymeti, gelecekte olacağa müsavi ise, bedel
onlara yarı yarıya taksim edilir. Şayet üçte ikisi kadarsa, ikisine karşı üçte
birli taksim edilir.
Bu ihtilafdaki fâide,
bir köle üzerinde anlaşma yapılınca meydana çıkar. Şöyieki: Kendisine vasiyet
yapılan şahsın yanında olan kölenin yarısına bir hak sahibi çıkarsa, Ebû Bekir
Muhammed bin İbrahim'e göre, kendisine köle vasiyyet edilen zat, kölenin hali
hazırdaki kıymetinin yarısı için ve iler de olacağı değerinde yarısı kadar
için müracaat eder.
Fakıyh Ebû Ça'fer'e
göre ise, eğer her iki kıymet eşit ise, cevap aynıdır. Eğer kıymet üçte birli
ise, ona göre müracaat edebilir.
Fakıyh Ebû Bekir
Muhammed bin İbrahim'e göre, eğer istikbâlde olacak kıymeti, halde bilinmiyor
ise, istikbaldeki kıymetini haldekine nazaran artırır. Hizmet sahibinin
rızasiyle olursa, cinayet sebebiyle olanı vermekte böyledir.
Bir köle hataen
öldürülse ve onun kıymetini alsalar; hizmet sahibi için bir köle satın almaları
caiz olur. Şayet belirli dirhemler veya belirli yiyecek bedeli olursa, ivazla,
hakkı iskat yoluyla caiz olur.
Fakıyh Ebû Ca'ferin
gittiği yoi: İstikbâlde çıkacak kıymet, halde olan durumla bilinirse, (Şöyle
ki: Bakılır: Bu hurmalık ne kadar mahsul veriyor? Ve onun satın alma gücü
nedir?
Eğer onun mahsûlü binbeşyüz
dirhemlik geliyor, mevcut olanda ikiyüz elli dirhem ise, bilinirki kıymeti üçte
birdir. Bu hesaba göre, müracaat eder. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Bir adam, hamile olan
cariyesinin karnında olanı, bir başkasına vasiyet eder ve vasiyet eden bu zat
ölür, varisleri de vasiyet olunan şahısla belirli dirhemler karşılığında
anlaşma yapıp, bu bedeli öderlerse bu, —vasiyyet edicinin hakkını yerine
getirme yoluyla— caizdir.
Varislerin emri ile,
başka bir şahıs anlaşma yaparsa, o da caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
Cariyesinin karnında
olanı, birisine vasiyet eden zat öldüğünde, varisleri başka bir cariyenin
karnında olan şey karşılığında sulh olurlarsa, işte bu anlaşma caiz olmaz.
Mebsût'ta da böyledir.
Cariyesinin karnında
olanı vasiyet eden zat
Ölüp, bunun karşılığında belirli
dirhemlerin verilmesi üzerine anlaşma Yapılır, sonrada bu cariye ölü bir oğlan
doğurursa, bu anlaşma geçersiz olur.
Şayet o cariyenin
karnına birisi vurur ve bu cairye ölü bir çocuk düşürürse, bu durumda diyet ve anlaşma
caiz olur. Hâvî'de de böyledir.
Cariye doğurmadan iki
yıl. geçerse, bu sulh batıl olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir kimse, filan
kadının karnında olanı, bir başkasına vasiyet edip, "karşılığı da bin
dirhemdir." derse, bu durumda hamile kadının babasının yapacağı anlaşma
sahih olmaz. Anası anlaşma yapsa o da —böylece— sahih olmaz. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, cariyesinin
karnında olanı, bir çocuğa veya bir bunağa vasiyet ettiğinde, varisleri, o
sabinin babası veya vasisi ile —dirhemler karşılığında— anlaşma yaparlarsa, bu
anlaşma, caiz olur.
Keza, bu vasiyet,
mükâtebeye yapılsa, anlaşma yine caiz olur.
Bir kimse, filan
kadının karnında olanı, bir şey mukabili vasiyet ettiğinde o kadının karnında
olan köle ölür ve onun yerine efendisi anlaşma yaparsa, bu caiz olmaz.
Hamilenin efendisi, ölüm hastalığından önce, anlaşma yaparsa, bu sahih olur.
Sonra da hamile
cariyenin efendisi, onu ve karnında olanı azad ettikten sonra, cariye bir oğlan
doğurursa, bu oğlan hür olur. Onun hakkındaki vasiyette, sulh da geçerli olmaz.
O cariyeyi satsa bile, bu böyledir. Cariyenin efendisi, onun karmndakini
müdebbere eylese, yine böyledir. Şayet vasiyyet eyleyen cariyenin efendisi, o
cariyeyi azad eylerken, hayatta olsaydı ve cariye azad edildiği halde çocuk
azad edilmeseydi, sonra da vasiyet eden zat ölseydi; bu vasiyet o çocuk için,
geçerli olurdu. Mebsût'ta da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allah'u Teâlâ'dır. [23]
Bir mükâtep, bin
dirhem olan kitabet bedelini ödediğini iddia ettiği halde, efendisi bunu inkar
eder ve beş yüz dirheme anlaşma yaparlar ve fazlasını efendi bırakırsa,
işte bu anlaşma caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
Mükâtebin. efendisi,
zaman gelmeden ödemek üzere, kitabet bedelinin bir kısmını düşürse, işte bu da
caiz olur.
Eğer kitabet bedeli
bin dirhem olur ve zamanı geçtikten sonra, daha fazla vermesi üzerine anlaşma
yaparlarsa bu da caiz olur.
Kitabet bedelinin
ödenme müddeti geçtikten sonra, bir kısmını acele ödemek, bir kısmını da
sonraya bırakmak üzere, anlaşma yaparlarsa, bu da caiz olur. Bir kimse, evinde
bulunan bir kadınla (cariye ile) acele (peşin) vermek üzre, dinarlarla, onu
mükâtebe yapmak üzre, anlaşma yaparsa, bu da caiz olur. Şayet veresiye anlaşma
yaparlarsa, bu caiz olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Dirhemleri bozup,
yerine dinarlar vermek üzere yapılan anlaşma da caiz olur. Onu sonra ödemek
üzre anlaşma yapsalar, bu da caiz olur. Mebsût'ta da böyledir.
Taraflar, kitabet
bedelinin yazın verilmesi üzere anlaşma yaptıkları halde, sonradan, bir seneye
ertelemek üzre anlaşsalar, bu caiz olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir mükâtep, bir
adamda alacağının olduğunu iddia ettiği halde, davalı bunu inkar eder ve
mükâtep, onun bir kısmını düşmek bir kısmını almak üzere anlaşma yapar ve bu
mükâtebin alacağı hakkında beyyinesi bulunursa, o düşürdüğünü de"
alabilir.
Şayet beyyinesi yoksa,
bu anlaşma caiz olur.
Bu hal, mükâtebin
alacağını düşürdüğü vakit böyle olur. Fakat bir kısmını almayı ertelerse, —borcun,
ödünç vermek olmaması halinde— bu caiz olur. Mııhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, bir
mükâtebde alacağının olduğunu iddia «der; mükâteb de bunu inkâr ettikten sonra,
bir kısmını vermek, bir kısmını düşürmek üzere anlaşma yaparlarsa bu da caiz
olur.
Mükâtebin oğlu da
babası gibidir.
Bir mükâtep, iddia
ettiği emanet hakkında, anlaşma yaparsa, bu hür kimsenin anlaşması gibidir.
Mebsût'ta da böyledir.
Bir köle kaçtıktan
sonra anlaşma yapsalar, eğer kölenin kazancından yanında bir şey yoksa;
—efendisi hakkında— yapılan anlaşma sahih olmaz. Bu anlaşma, azad edildikten
sonra, borcunun ödemek üzere, köle ile yapılır köle aciz olmadan önce,
beyyinesi olursa sahih olur. Şayet kölenin elinde kazancından bir şey varsa,
anlaşma caiz olur.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir.
tmâmeyn, buna
muhaliftir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir mükâtebin
efendisi, o mükâtebde alacağının olduğunu iddia eder; mükâteb de bir kısmını
düşürmek, bir kısmını ödemek üzere, anlaşma yapar ve şayet mükâtep, efendisinde
alacağı olduğunu iddia eder, efendisi de bunu inkar eder ve aralarında bir
kısmını almak, bir kısmını da düşürmek
üzere, anlaşma yaparlarsa;
—beyyinesinin bulunması halinde bu anlaşma caiz olmaz. Şayet beyyinesi
yoksa, bu anlaşma her durumda— caiz olur. Muhıyi'te de böyledir. [24]
Ticarete me'zun bir
köle de, düşürmede, geriye bırakma ve anlaşma ile işini halletmekte, mükâtep
gibidir.
Ticarete ehli bir
kölenin, alacağının bir kısmı hakkında yapacağı anlaşma —eğer— beyyinesi yoksa
caiz olur.
Şayet beyyinesi varsa,
bu sulh caiz olmaz. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, ticaret
yapmasına izin verilmiş olan bir köleden alacaklı olduğunu iddia ettiğinde, bu
köle, —inkar veya ikrarla— üçte birini düşürmek, üçte birini tehir etmek ve
üçte birini de ödemek üzere anlaşma yaparsa, bu anlaşma caiz olur.
Eğer kölenin efendisi
inkar eder, iddiacının da beyyinesi bulunmaz; köle de o adamla anlaşma yapar ve
elinde ticaret malından birşey bulunmazsa, efendisi hakkında, yaptığı anlaşma
caiz olmaz. Fakat, köle hakkında, yapılan bu anlaşma caiz olur ve azad
edildikten sonra, borcunu öder.
Eğer elinde ticaret
malı varsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, her ikisi hakkında da, yapılan bu
anlaşma caiz olur.
İmâmeyn'e göre ise, caiz
olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, ticaretten
men edilmiş bir köleden, alacak iddiasında bulunduğunda, o köle, bir kısmını
düşürmek ve bir kısmını te'hir etmek üzere anlaşma yaparsa, bu caiz olmaz.
Bu durumda yiyecek
üzerine yapılan anlaşma da caiz olmaz. Keza, dirhemleri gasbeder ve dinarlar
üzerine anlaşma yaparlarsa, bu anlaşma caiz olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
Ticaretten men edilmiş
bir köle ticaret yapmasına izin verilmiş bir köleden, alacaklı olduğunu iddia
eder ve onun iddia ettiği alacağın bir kısmını vermek üzere, anlaşma yaparlar
ve bu durumda iddia sahibinin beyyinesi bulunursa, bu anlaşma sahih olmaz.
Eğer beyyinesi yoksa,
caiz olur.
Şayet davacı izinli
köle olur da; davalı da mahcur (= ticaretten men edilmiş) köle olursa;
—beyyinesi olsun veya olmasın— yapılan anlaşma caiz olmaz.
Fakat o kök azad
edilirse, iddiacı alacağım ondan alır.
Davacının beyyinesi
olsa bile, davalının efendisi. hakkında, bu anlaşma caiz olmaz. Muhıyt'te.de
böyledir.
En doğrusunu bilen
Yüce Allah'dır. [25]
İki müslüman arasında
caiz olan her nevi anlaşma; zimmet ehli arasında da caizdir.
Dolayısiyle iki
müslüman arasında caiz olmayan anlaşma, ehl-i zimmet arasında da caiz olmaz.
Bundan bir husus hariçtir. O da, şarap ve domuz hakkında yapılan anlaşmadır.
Çünkü bu tür anlaşmalar zimmet ehli arasında olursa, caiz olur. Muhiyt'te de
böyledir.
Bir zimmî, diğer bir
zimmiden, bir dirhem karşılığında on dirhem satın alıp, karşılıklı teslim-tesellüm yaptıktan sonra
da, aralarında anlaşma yaparak, on dirhemden beş dirhemini geri verecek olsa;
şayet o on dirhem, bizatihi hazırda duruyorsa, —faiz manasından dolayı caiz
olmaz.
Eğer o dirhemler zayi
olmuşlarsa, —iskat yoluyla— anlaşma caiz olur.
Bir nasrani diğer bir
nasraniden bir domuz gasbettikten sonra, —dirhemler ve dinarların dışında,—
tartılan veya ölçülen şeylerle anlaşma yapsalar; eğer domuz elde mevcut ise, bu
anlaşma caizdir. Kendisine karşı anlaşma yapılan şey ister belirli olsun, ister
hal ve zimmetle —bir müddete kadar— vasıflı olsun, fark etmez.
Şayet domuz zayi
olmuşsa, belirli olmayan tartılan ve ölçülen şeyler karşılığında yapılan
anlaşma caiz olmaz.
Eğer belirli olur ve o
da hali hazırda teslim edilirse, anlaşma caiz olur.
Eğer dirhemler ve
dinarlarla, vadeli olarak anlaşma yaparlarsa, işte bu da caiz olur.
Şayet domuz mevcut
olur ve vadeli olarak başka bir domuza karşılık anlaşma yaparlarsa bu caiz
olmaz.
Eğer her ikisi de,
bizatihi belirli ve hazır ise, anlaşma caiz olur. Mebsût'ta da böyledir. [26]
Bir harbî, diğer bir
harbîden, bir mal gasbettikten sonra, bu mal zayi olsun veya olmasın— anlaşma
yaparlarsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile, İmâm Muhammed (R.A.)'e göre bu anlaşma
caiz olmaz. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) buna muhaliftir.
Keza, mûslüman bir
tüccar veya orada müsîüman olmuş bir kimse, aynı şekildedir. Şayet harbînin
malı telef olur veya ondan bir başkası, zoraki alır, sonra da anlaşma
yaparlarsa, —gasbolunan şey ister, duruyor olsun, ister olmasın— İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, caiz olmaz.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre caiz olur. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.
Keza, bir adam, dar-i
harbde, harbî olan iki tüccarın malından, bir şey gasbettiğinde, aralarında
anlaşma yapsalar, bütün alimlerimize göre, bu caiz olmaz.
Bir harbî de,
müslümanın malını gasbederse, yine anlaşma caiz olmaz. Attâbiyye'de de
böyledir.
Bir harbî, diğer
arkadaşına borç verdikten sonra, bunun bir kısmını düşüp, bir kısmını ertelemek
üzere anlaşma yaparlar ve bu harbî de mûslüman olursa, bu anlaşma caiz olur.
Mebsût'ta da böyledir.
İki harbî, dar-i
harbde mûslüman olduktan sonra, onlardan birisi, diğerinin malını gasbeder veya
o şahsı yaralar, sonra da anlaşma yaparlarsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre,
bu anlaşma uygun olmaz. İmâm Muhammed (R. A.)'in kavli de budur. Hâvî'de de
böyledir.
Bir mûslüman, dâr-i
harbde, bir harbîye ]borç verdikten sonra, bir kısmını düşüp, bir kısmını da
ertelemek suretiyle anlaşma yapar; vade zamanı gelip geçer ve bu harbî de
emanlı (= güvenceli) olarak dar-i İslam'a girer; mûslüman da ondan alacağını
almak isteyerek,.ondan düştüğüne de müracaat ederse, o —gönlü ile— vermedikçe,
onu alamaz. Ve ona, düştüğü için müracaat da edemez.
Keza harbî,
müslümandan alacaklı olsa yine böyledir.
Bu, İmâm Ebû Hanifc
(R.A.) ve İmânı Muhammet! (R.A.)'in kavlidir.
Şayet bu muamele, iki
harbî arasında olsaydı, sonra da onlardan birisi güvenceli olarak dâr-i İslâm'a
gelseydi, bu durumda hakim, bunların arasında bir şey ile hükmedemezcii.
Fakat, ikisi de
müslüman veya ikisi de zimmî olurlarsa, hakim hükmederek, hem düştüğünü, hem de
ertelediği alacağını tamamen alırdı. Ve borçlu, borcunu ödemeye zorlanırdı.
Harbî olan bir kimse,
dar-i İslâm'a, güvenceli olarak girip, borç verir veya alır; yahut kendisi
başkasının malını gasbeder veya onun bir malı gasbolunur; sonra da düşmek veya
ertelemek üzere anlaşma yaparsa, bu caiz olur. Bu muamele ister müslümanla,
ister güvenceli ile; ister kendi yurdunda, isterse başka yerde olsun,
müsavidir.
Keza kendi yurtlarında
karşılaşsalar, sonra da güvenceli olarak dönseler; aralarında yapılan anlaşma
caiz olur ve geçerli bulunur. Mebsût'ta da böyledir.
En doğrusunu bilen
Allah'u Teâlâ'dır. [27]
Anlaşma yaptıktan
sonra, iddia sahibi beyyine ikame ederse, ona itibar olunmaz; beyyinesi
dinlenmez.
Ancak, anlaşma
bedelinde kusur olur, bunu da davalı şahıs inkar ederse, o takdirde beyyinesi
kabul edilir. Ve aybi sebebiyle, anlaşma bedelini geri verir. Bedâi"de de
böyledir.
Hişam, İmâm Muhammed
(R.A.yin şöyle buyurduğunu nak-letmiştir:
Davalı, da'vacının
"filanda bir alacağım yoktur." diye ikrar eylediğine dair; beyyine
ikame etse bile sulh geçerlidir.
Sulh geçersiz olduktan
sonra beyyine ikame ederse ve şayet hakim "adamın, anlaşmadan önce ikrar
ettiğini" biliyorsa, bu durumda sulh batıl olur. Hakim sulhtan sonra,
ikrar ettiğini bilse de, hüküm aynıdır. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinden
bin dirhem alacağı olduğunu iddia ettiğinde, davalı bunu inkar eder; sonra da
bir şey karşılığında anlaşma yaparlar; daha sonra da davalı "borcunu
ödediğine dair" beyyine ibraz ederse; bu beyyine kabul edilmez.
Şayet, davacı bin
dirhem alacağı olduğunu iddia eder, davalı da, onu ödediğini veya ibra
edildiğini iddia eder ve bir şey karşılığında anlaşma yaparlar; sonra da
davalı, onlardan birine (ifa veya ibraya) beyyine ibraz ederse; bu beyyinesi
kabul edilir ve sulh bedeli geri verilir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan evin, kendisine ait olduğunu, iddia eder ve evi teslim etmek
üzere de» bin dirheme anlaşma yaparlar; sonra da ev elinde bulunan zat, evin
kendisinin olduğuna veya filandan satın aldığına dair beyyine ibraz eder yahut
babası filandan, kendisine miras olarak kaldığını isbat ederse, bu durumda
verdiği bin dirhemi, geri almak için müracaat edemez.
Anlaşmadan önce, o
talibden satın aldığını isbat ederse, bu durumda sulh batıl olur.
Şayet beyyine ibraz
edemez, fakat, sulh yaptığını belgelerse, buna itibar edilmez.
"Önceki sulhtan
sonra vaki olan, bütün sulhlar sahihdir; ikincisi batıldır." derse yine
böyledir; yani, buna da itibar edilmez.
Alım-satımdan sonra
vaki olan anlaşmalarda, iki defa satın alınmış ise, ikinci satın alış haktır.
Şayet anlaşma yaparlar ve sonra da satın alırsa; bu durumda anlaşmayı batıl
kılar ve satın ahşa izin veririz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan bit evin kendisine ait olduğunu iddi aettiğinde, davalı
"iddiadan önce, anlaşma yaptıklarını" iddia ettiği halde, bu
iddiasına bir beyyine ibraz edemezse; hakim evi, yine de iddia olunana
hükmeder.
İddia eden şahıs, o
evi bir başkasına satarsa, bu durumda, davalının "o davadan dolayı, daha
önceden anlaşma yaptıkları hakkında" iddiacıya yemin verme hakkı vardır.
Şayet iddiacı yeminden
kaçınırsa, bu durumda davalı muhayyerdir. Dilerse, evin satışına rıza gösterip,
parasını kendisi alır; dilerse, evin bedelini ödetir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan bir evin, kendisine babasından miras kaldığını iddia ettikten
sonra, aralarında, bir şeye karşı anlaşma yaparlar; sonra da ev elinde bulunan
şahıs, "o evi, babasından satın aldığım" belgeler veya o evi filan ve
filandan satın aldığını" belgelerse; bu belgesi kabul edilmez. Muhıyt'te
de böyledir.
Bin dirhem ve bir ev
borçlu olduğu iddia olunan adam, yüz dirheme anlaşma yaptıktan sonra, iddiacı,
"onlardan birisinin, iddia olunan şahsın olduğunu" ikrar ederse; bu
durumda diğeri hakkındaki anlaşma caizdir ve iddia olunan şahıs, bir. şey için,
iddia edene müracaat edemez.
Keza, bin dirheme, ev
hakkında anlaşma yaptıktan sonra, iddiacı beyyine ibraz ederse, bin dirhem
batıl olur; bu durumda hilafsız olarak, ev onun hakkı olur.
Bu, şunun hilafmadır:
Bir adam, bir köle ile bir cariyeyi iddia eder; onlar için de bir mal ile
anlaşma yaparlar; sonra da ikisine karşı beyyine ibraz ederse, bu durumda
beyyinesi sahih ve her ikisi de iddiacının olur
Bir adam bin dirhem
ile bir ev iddia ettiğinde, bunlara karşılık, bin dirheme anlaşma yaparlar;
sonra da bin dirhem ile evin yansı hakkında beyyine ibraz ederse; her ikisi
hakkında da yapılacak bir şey yoktur.
Şayet bin dirhem ile
evin yarısı hakkında, beyyine ibraz ederse, bin dirhemi ödenmiş, evin de yarısı
onun olmuş olur. Çünkü bu anlaşma, hakkın bir kısmını iskat (= düşürmek) için
yapılmıştır.
Şayet iddia olunanın
şahsın elinde bulunan eve, bir hak sahibi çıkarsa, o adam, bin dirhem için
müracaatta bulunamaz. Seralısfnin Muhiyti'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan evin kendisine ait olduğunu iddia ettiğinde, davalı bir köleye
karşılık anlaşma yapar ve teslim- tesellüm yapıldıktan sonra, bu köle hür
olduğunu isbat eder ve hakim de onun hür olduğuna hükmederse; sulh batıl olur.
Keza, o köle kendisinin müdebber olduğunu veya mükâteb olduğunu ibraz ederse,
yine sulh batıl olur.
Cariye de böyledir.
Yani cariye, kendisinin ümmü veled, veya mü-debbere yahut mükâtebe olduğunu
isbat eder ve hakim, onun bu beyyi-nesini kabul ederse, anlaşma batıl olur.
Muhıyt'te de böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf (R. A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir adamın diğerinde
bin dirhem alacağı olduğunda, alacaklı yüz dirhem ve bir elbiseye anlaşma
yaptıklarını belgeler; iddia olunan da, "onun kendisini ibra
ettiğini" isbat ederse; bu durumda geçerli olan, anlaşma beyyinesidir.
Alacaklı, yüz dirheme
anlaşma yaptıklarını belgelerse, bu durumda beraat beyyinesi daha evla olur.
Serahsî'nin Muhiyti'nde de böyledir.
Bin dirhem borçlu olan
zat, "dört yüz dirhem verince, kalanının beraatı üzerine" beyyine
ibraz eder; alacaklı da: "Ben beşyüz dirheminden vazgeçtim ve beşyüz
dirheme anlaşma yaptık." derse; her halü kârda, borçlunun beyyinesi
geçerli olur. Kerderî'nin Vetizi'nde de böyledir.
Dava bunların benzeri
olur (bir kür buğday veya bir kür arpa gibi) ve bunların yarışma anlaşma
yapılır; sonra da iddiacı tamamının kendisine ait olduğuna beyyine ibraz
ederse davası sahih olmaz ve şahitleri dinlenmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinden
bir ev ile bin dirhem alacaklı olduğunu dava ettiğinde, buna
karşılık, beşyüz dirhemle,
evin yansına anlaşma yaparlar; sonra da davacı beşyüz dirhemle, evin
kendisine ait olduğunu belgelerse; bu durumda bin dirhemden, kendisine bir şey
hükmedilmez; evin kalanı ona hükmedilir.
Şayet evin tamamı ile
beşyüz dirhemin üçte birini beyyinelerse ona hiç bir şeyle hükmedilmez.
Serahsî'nin Muhiyti'nde de böyledir.
Sulh zayi olan dirhem
ve dinarlardan noksanına yapılır, sonra da onları zayi eden şahıs, yapılan
anlaşmada çok aldandığını belgelerse, bu belgesi İmâm Et>û Hanîfe (R.A.)'ye
göre makbul olmaz-. İmâmeyn'e göre ise, makbul olur. Tatarhâniyye'de de
böyledir.
Bir adam, diğerinden
bir ev İddia ve dava ettiğinde ev elinde bulunan şahıs, "bir şey
karşılığında anlaştıklarına dair" iki şahit dinletip onu da verdiğini
söylerse, bu —her ne kadar, anlaşma miktarını belli etmese bile—caiz olur.
Şayet şahitlerden
birisi dirhemleri belirtir de, diğeri bir şey söylemez veya her ikisi de
"sulh bedelinin tamamını ödediğini" söylerlerse bu da caiz olur.
Eğer ev sahibi davayı
inkar eder; alacaklı da iki şahit getirerek anlaşma yaptıklarını söyler ve
şahitlerden birisi "belirli dirhemlere anlaştıklarım" söylediği
halde; diğeri belirsiz bir şey söylerse, veya her iki şahit de, bedeli
belirtmezlerse; şehadetleri kabul edilmez.
Şayet şahitlerden
birisi: "Belirli dirhemlerle anlaşma yapıldı." der; diğeri de böylece
ikrar ederse, işte bu şehadet caizdir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde olan evi dava eder; şahitler de bedelin miktarında ihtilaf ederler ve
onlardan birisi: "Yüz dirheme anlaştılar." dediği halde diğeri:
"İki yüz elli dirheme anlaştılar." derse; iddiacı, bu ikisinden daha
fazla olduğu iddiasında bulunuyorsa, şehadetler kabul edilir. Eğer iddiacı ev
iddia ediyorsa bu şahitler kabul edilmezler. Muhiyt'te de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [28]
Bir adam,
diğerinden bin dirhem
alacaklı olduğunu iddia ettiğinde, davalı bunu inkar eder;
sonra da iddia eylediği bin dirheme karşılık bir köle satmak üzere, anlaşma
yaparlarsa, bu caiz olur ve borcu kabul etmiş olur. Hatta o köleye bir hak
sahibi çıksa veya kölede bir kusur bulunsa da, onu geri verse işte o zaman, bin
dirhemini almaya hakkı olur.
Eğer "Senin iddia
eylediğin bin dirheme karşı, işte bu köleyle anlaşma yaptım." derse, bu,
bin dirhemi ikrar sayılmaz. Hatta o köleye bir hak sahibi çıkar veya o kölede
bir kusur bulunup onu geri verirse, işte o zaman, o bin dirhem için müracaat
edemez. Ancak bin dirhemin davasına müracaat eder. Muhıyt'te de böyledir:
İki kişi, —birisi
diğerine" teslim etmek üzere— bir ev hakkında veya bir köle teslim etmek
üzere anlaşma yaparlarsa, bu bir ikrar olmaz.
Keza, iki kişiden
birisi, diğerine "alacağından vaz geçmek üzere, bir köle teslim etmek
şartıyla" anlaşma yaparlarsa, bu da bir ikrar sayılmaz.
Birisi evden, diğeri
de köleden vaz geçmek üzere anlaşma yaparlarsa, işte bu bir sıilhdur; ikrar
değildir.
Keza, birisi çıkıp,
diğerine evi teslim etmek üzere anlaşma yaparlarsa, bu caizdir; fakat ikrar
da, inkar da olmaz. Hangisi beyyinelerse, —sulhtan önce olduğu gibi— o hak
sahibi olur. Mebsût'ta da böyledir.
Taraflar, davacının
iddia ettiği eve karşılık, belirli bir köle vermek üzere, —vadeli olarak
anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olmaz.
Bir davadan dolayı
anlaşma yapmak ikrar değildir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan belirli bir şeyi iddia ettiğinde, diğeri onu inkar eder; sonra
da o belirli şeyi itiraf ederek anlaşma yaparlarsa, bu caiz olur.
Ve bu, inkar eden
şahıs hakkında, satış gibi olur. İddia eden hakkında da bedelde artım gibi
olur. İhtiyar'da da böyledir.
Bir adam, bir kadını
nikah eylediğini iddia ettiğinde, kadın bunu inkar eder ve yüz dirheme —kadının
nikahı ikrar etmesine karşılık olarak— anlaşma yaparlar ve kadın da, nikahı
ikrar ederse; bu caiz olur. Bu durumda erkeğin, o malı vermesi lazımdır. Bu,
şayet yanlarında şahitler varsa böyledir.
Eğer şahitler yoksa,
aralarında nikah olmayınca birleşmeleri yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinden
bin dirhem alacağı olduğu iddiasında bulunduğunda iddiacı, diğerine "Bana
olan bin dirhemi ikrar eyle. Senden yüz dirhemini düşeyim." der; o da
ikrar ederse, o yüz dirhemi düşmek caiz olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerinden
kan veya yaralama iddiasında bulunup bunu da kasten yaptığını söylediğinde
davalı bunu inkar eder ve davalının yüz dirheme karşılık; ikrar etmesi üzerine
anlaşma yaparlar; o da ikrar ederse, bu sulh batıl olduğu gibi ikrar da batıl
olur.
Bu ikrar sebebiyle,
ikrar eden şahıs yüz dirhemi alamaz. Şayet öldürme ve yaralamanın kasten değil
de hataen olduğu iddia edilirse, cevap yine aynıdır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bir adam, kazf cezası
iddiasında bulunur ve davalının, "kendisinin ona yüz dirhem vermesi
üzerine, ikrar etmesi hususunda" anlaşma yaparlarsa, bu ikrar da, sulh da
batıl olur.
Şayet davalının
vereceği yü z dirheme karşılık, davacının iddiasından vaz geçmesi üzerine"
anlaşma yaparlarsa, bu anlaşma da caiz olmaz.
Keza içki cezası veya
zina cezasına karşılık, yüz dirheme anlaşma yaparlar, davalı da bunu ikrar
ederse, bu ikrar sahih olmaz.
Eğer bir kimse, başka
bir şahsın eşyasını çaldığını ikrar eder ve ondan yüz dirhem karşılığında vaz
geçeceği hususunda anlaşma yaparlarsa bu sulh caiz olur. Mebsût'ta da
böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsın, "bir şeyini çaldığını" iddia ettiğinde, iddia olunan,
hırsızlığı ikrar ederek, iddia eden de ona yüz dirhem verecektir." diye
anlaşma yaparlar, davalı da böyle yapar ve çalman şey bir eşya olur, o da
bizatihi durmakta olursa, bu anlaşma caiz olur. Bu durumda, çalınan şey de
iddia edenin olur. Ve iddia eden şahıs, yüz dirhemi, iddia olunana verir.
Eğer, çalınan şey zayi
olmuşsa; bu anlaşma caiz olmaz. Kitab'da her iki halde de caiz olmaz
denilmiştir. Bunun te'vili şöyledir: Çalınan dirhemlerin miktarı belli olmazsa
anlaşma her iki halde de caiz olmaz. Fakat çalınan dirhemlerin miktarı belli
olursa, aynı mecliste yüz dirhemi alması caiz olur.
Şayet iddia olunan
şey, altın olur da dirhemlere karşılık anlaşma yaparlarsa, —çalman şey, ister
duruyor olsun, ister durmuyor olsun— anlaşma caizdir.
Durmadığı zaman caiz
olmasının te'vili: Bu hüküm, altının ağırlığı biliniyorsa böyledir. Şayet,
bilinmiyorsa, anlaşma caiz değildir. Zahîriy-ye'de de böyledir.
Birinin elinde bulunan
ev hakkında, iki kişi iddiada bulunur ve her ikisi de ikrar edince, "evi,
yarı yarıya taksim edecekleri- hususunda anlaşma yaparlar
ve her ikisi
de, ikrar edince, evi
yârı yarıya paylaşmaları
caizdir.
Keza, onlardan
birinin, evin bazı dairelerini ikrar etmesi üzere, anlaşsalar, o da ikrar
eylese, bu da caiz olur. Bu durumda, iddia eden şahıs geri kalan için dava
açabilir.
Keza, bir köle
hakkında iddia eden elinde bulunan evin diğerinin olduğunu ikrar ederse, köle
ikrar edenin, evde ikrar olunanın olmak üzere, anlaşma yaparlar ve davalı ikrar
ederse, bu sulh caiz olur ve şartlan yerine getirilir.
Bu durumda, bu köleye
bir hak sahibi çıkarsa, iddia eden, davasına döner. Bu, ikrarsız olsa da
böyledir. Muhıyt'te de böyledir.
En doğrusunu bilen
yüce Allah'dır. [29]
Taraflar, bir kölenin,
bir sene hizmet etmesine karşılık, bir ev veya evde kalmak üzere anlaşma
yaparlarsa, bunların tamamı caiz olur.
İcaresi caiz olanın,
kare hukmüde caiz olur.
Anlaşma yapanlardan
birinin ölümü sebebiyle, anlaşma batıl olursa, davacı veya varisleri, —anlaşma
ikrar üzerine yapılmışsa— o evi alır.
Eğer anlaşma inkar
üzerine yapılmışsa davasına başvurur.
Şayet biraz menfaat
temin ettikten sonra ölmüşse; —ikrar üzerine yapılan anlaşmada— o menfaat
mukabili, evden hakkını alır. İnkarı halinde ise, davada sarf ettiği miktara
başvurur. Tehzîb'de de böyledir.
Köle veya hayvan, hiç
bir menfaat sağlamadan ölürse; anlaşma batıl olur ve davalı davasına devam
eder.
Şayet yarı menfaatten
sonra ölürlerse, anlaşmanın yansı batıl olur. İddiacı.bi'Mcma yarı davasına
avdet eder. Hizmet etmesi için kendisine tahsis
edilmiş bulunan şahsı, onu
icara verebilir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir;
Köleyi veya hayvanı,
asıl sahibinin icarlaması İmâm Muhammed (R.A.)'e göre caiz olmaz. Kâfî'de de
böyledir.
Kölenin bir sene
hizmet etmesine karşılık, bir ev verilerek anlaşma yapılır; sonra da o köleyi
efendisi azad ederse; bu durumda köle azad edilmiş olur.
Sonra, bu köle
muhayyerdir: Dilerse hizmet eder; dilerse, etmez. Şayet hizmet ederse, anlaşma
batıl olmaz.
Önce, taraflar
ayrılmişsa; anlaşma batıl olmaz.
Eğer belirli değilse,
Asi kitabında İmâm Muhammed (R.A.): "Anlaşma batıl olur."
buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Kasden öldürülmüş bir
adama karşılık, bir köleye anlaşma yapıldığında, bu köleyi teslim almadan önce
satmak caiz olur.
Bir eve karşı, köle
ile anlaşma yapılsa, onu satmak caiz olmaz. Çünkü o, satılacak şeyi teslim
almadan önce satmak olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan bir evden hak talebinde bulunur; buna karşılık da iki köleye
anlaşma yaparlar; davalı kölenin birini verir diğeri ise, ölmüş olursa, bu
durumda, davacı muhayyerdir: İsterse, aldığı köleyi geri verip davasına
müracaat eder; dilerse, o köleyi elde tutar ve ölen kölenin yerine davasına
devam eder. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adamın elinde
bulunan bir yerde, hakkı olduğunu iddia eden şahıs, başka bir yere karşılık,
anlaşma yapar ve anlaşma yaptığı bu yeri teslim almadan önce de, o yer suya
garkolursa, bu durumda davacı muhayyerdir: Şayet sulh ikrar üzerine yapılmışsa
ve dilerse, anlaşmayı bozar ve eski yerine müracaat eder. Eğer inkar üzerine
yapılmışsa, isterse su çekilene kadar sabreder.
Eğer beklemeyi ihtiyar
eder ve su baskını da o yere bir noksanlık getirirse, —anlaşma ister ikrar
üzerine, isterse inkar üzerine olsun— muhayyerdir.
Şayet su baskını o
yere bir noksanlık vermemişse, muhayyerlik yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
İbnü Semâa, İmâm
Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Bir adam, diğerinin
elinde olan evi iddia ettiğinde, bin dirhem ile bir kölenin bir sene müddetle
hizmetine karşılık anlaşma yaparlar; köleyi de, bin dirhemi de iddiacı teslim
aldıktan sonra da, bu köle ölürse, iddiacı davasına müracaat eder.
Şayet hakkına ait
beyyinesi olursa, hakkı bin dirhem ile, hizmetin kıymetine taksim edilir. Bin dirheme isabet eden kısım, ev elinde bulunan
için caiz olur; hizmete isabet eden de iddiacının olur. Eğer iddiacının
beyyinesi olmaz ise, bin dirhemi almış olur. Bu durumda hizmet hakkı batıl;
sulh sahihdir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Şayet, anlaşma, ikrar
üzerine yapılmış olur ve anlaşma yapılan şeyin bir kısmına, bir hak sahibi
çıkarsa, bu şahıs hissesi kadarı için, iddia olunan şahsa müracaat eder.
Eğer anlaşma yapılan
şeyin tamamına hak sahibi çıkarsa, bu durumda davalı ivazın tamamı için,
iddiacıya müracaat eder. Sonra da hak sahibi ile, husûmete müracaat eder.
Eğer anlaşma yapılan
şeyin üçte birine veya dörtte birine yahut benzeri bir miktarına hak sahibi
çıkarsa, sahibi olduğu kadar hak için, davaya başvurur. Gâyetü'l-Beyân'da da
böyledir.
Şayet sulh inkar veya
sükût üzerine yapılırsa, sulh bedelini, davacı, davalıya geri verir. (= reddeder) Ve davacı hak sahibiyle, davasına
devam eder. Şayet tamamına değil de, bir kısmına hak sahibi çıkarsa, davacı, o
miktarın hissesi kadarını, davalıya iade eder. Ve hak sahibiyle davasına devam
eder. Kâfi'de de böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsın elinde bulunan bir evin, yansım kendine ait olduğunu iddia ettiğinde,
davalı ile, belirli dirhemler karşılığında anlaşma yapar ve dirhemleri teslim
aldıktan sonra da, o "evin yansına bir hak sahibi çıkar ve: "Evin
yarısı benimdir." der; bu durumda da iddiacı: "Evin yarısı benim;
yarısı da diğerinindir." derse, bu durumda iddia olunan zat, bedelin yarısı
için, davacıya müracaat eder.
Şayet iddiacı:
"Evin yarısı benimdir; fakat, yarısının kimin olduğunu bilmiyorum."
der veya: "Yarısı benimdir." deyip, susar; sonra da evin yarışma bir
sahib çıkarsa; bu durumda iddia olunan zat, iddia edene, bedelden hiç bir şey
için müracaatta bulunamaz.
Eğer davacı:
"Evin yarısı benim, yarısı da iddia olunandan başkasınmdır." dedikten
sonra, iddia olunan anlaşma yapar; ondan sonra da bu evin yarışma, birisi sahip
çıkarsa; bu durumda iddai olunan zat, iddia edene hiç bir şey için müracaat
edemez.
Şayet davacı, evin
belirli olan yarısını iddia eder; davalı da anlaşma yapar; sonra da davacının
iddia eylediği yarıya, bir hak sahibi çıkarsa, işte o zaman davalı, davacıya
yaptığı anlaşma bedelinin tamamı için müracaat eder.
Eğer hak sahibi, diğer
yarının sahibi ise, o takdirde davalı, davacıya müracaat edemez.
Eğer hak sahibi, ortak
olarak sahiplikte bulunuyorsa, o zaman davalı sulh bedelinin yarısı için
iddiacıya müracaat eder. Fetâvâyi Kâdî-hân'da da böyledir.
Eğer, bu hak sahibi,
açıklamaksızın evde hak iddia ediyor ve dirhemlere karşılık da, anlaşma
yapılarak bu anlaşmanın bedeli de ödenmiş bulunuyor ve sonra da bu evin bir
kısmına, hak sahibi çıkıyorsa, îvaz
olarak, bir şey ödemez.
Şayet, davalının
elinde bulunan evin tamamına hak sahibi çıkarsa, bu durumda davalı anlaşma
bedelinin tamamı için, davacıya başvurur. Kâfî'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elinde bulunan bir evin yarısını iddia ettiği halde diğer yarısı hakkında bir
şey söylemez; ev elinde bulunan zat da, bunu kabul eder ve ona karşılık, yüz
dirheme-anlaşma yaparlar; sonra da başka bir adam, evin yarısını iddia edip,
diğer yarısı hakkında bir şey îöylemez, daha sonra da iddia olunan zat, o
ikinci iddiacı ile de belirli lirhemlere karşılık anlaşma yapıp onlar da teslim
eder; sonra da yarısına >ir başkası sahip çıkarsa, o bu durumda davalı
anlaşma bedeli için 'erdiği dirhemlerden dolayı müracaatta bulunamaz. Keza
davalı ikinci ddiacıyı doğrulamaz ve bu ikinci iddiacı da beyyine ibraz eder;
hakim le, evin yarısını ona hükmeder, sonra da davalı belirli dirhemlerle nlaşma
yaparsa; bu durumda önceki iddiacıya, bir şey için müracaatta 'Uİunamaz. İkinciye
karşı da bir müracaat yapamaz. Evin yarısı kendi- İne hükmedilen zat, hissesini
teslim aldıktan sonra, ondan o hisseyi, leyhine hükmedilen zat satın alır, daha
sonra da, evin yarısına bir hak sahibi çıkarsa, o takdirde davalı önce anlaşma
yaptığı adama ve önceki hak sahibine müracaat ederek verdiğinin yarısını
onlardan geri alır.
fuhıyt'te de böyledir.
Bir adam diğerinin
elinde olan evi iddia ettikten sonra bir köleye arşılık anlaşma yaparlar; bu
köleye de bir hak sahibi çıkarsa; bu urumda davacı davasına avdet eder. Bu, hak
sahibi anlaşmaya izin vermediği zaman böyledir; izin verirse, caiz olur. Ve bu
durumda köleyi, iddiacıya teslim eder; hak sahibi de kölenin kıymetini
davalıdan alır.
Şayet, hak sahibi
anlaşmaya razı olmayıp kölesini alırsa; sulh batıl olur. Ve davacı davasına
müracaat eder.
Şayet sulh ikrar
üzerine yapılmışsa, davacı iddiasına devam eder.
Eğer anlaşma inkar
veya sükût üzerine yapılmışsa; davasına müracaat eder.
Eğer, bu kölenin
yarısına bir hak sahibi çıkarsa, bu durumda iddiacı muhayyerdir: Dilerse kalan
yarıya razı olur ve yarısı için davasına devam eder; dilerse, köleyi verir ve
davasının tamamına devam eder. Tahâvî Şerhı'nde de böyledir.
Sulh bedeline, aynı
mecliste veya taraflar meclisten ayrıldıktan sonra, bir hak sahibi çıkar veya
verilen dirhemler kalp ve katkıntılı olurlar ve bu anlaşma aynı cinsden
yapılmış olursa (Şöyleki: Bin dirhem iddia olunduğunda sulh da yüz dirheme
yapılmışsa) davacı, sulh bedeli için, davalıya müracaat eder. Davanın aslına
riicü edemez.
Şayet anlaşma, cinsin
hilafına olursa (Mesela: Yüz dinar iddia edildiğinde, yüz dirheme anlaşma
yaparlarsa) bu anlaşma muvaza olur; suhl bedeline müracaat eder.
Bu istihkak aynı
mecliste olursa böyledir. Meclis değişirse, davanın aslına müracaat eder.
Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adamın üzerinde,
bir kür buğday borç bulunduğunda buna karşılık, bir kür arpaya anlaşma yaparlar
ve davalı bunu verip, taraflar birbirinden ayrıldıktan sonra, o arpaya bir hak
sahibi çıkarsa, bu anlaşma bozulur.
Anlaşma bozulunca da
davacı aslî olan hakkına yani bir kür buğdayına müracaat eder.
Her ikisi de aynı
mecliste iken hak sahibi gelip ve arpasını almak için müracaat etse bile sulh
geçmiş olur. Muhıyt'te de böyledir.
Taraflar, fülûsa
karşı, dirhemlerle anlaşma yapıp teslim-tesellüm ettikten sonra da, dirhemlere,
bir hak sahibi çıkarsa, o dirhemlerine müracaat eder. Hâvî'de de böyledir.
Bir adam, diğerinden bin
dirhem ve bir de ev alacaklı olduğunu iddia ettiğinde, iddia olunan şahısla yüz
dinara anlaşma yaptıktan sonra, bu eve bir hak sahibi çıkarsa, bu durumda
davalı, davacıya bir şey için müracaat edemez.
Bir adam, diğer
birinin elinde bulunan bir evi iddia eder ve buna karşılık, bir köle ile yüz
dirheme anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur. Şayet, bu köleye bir sahip çıkar
ve davacı davasına, müracaat ederse, kölenin kıymetine bakılır: Eğer kıymeti
ikiyüz dirhem ise, bunun üçte ikisi hakkında sulh bozulur; geride üçte bir hak
kalır. Ve adam davasında üçte ikiye müracaat eder.
Şayet kölenin kıymeti
yüz dirhem ise, sulhun yarısı bozulmuş olur. Bu durumda davacı davanın yarışma
başvurur.
Şayet davacı evi
elinde bulunduran şahsa elbise verirse, mes'ele yine hali üzeredir. Sonra da,
köleyi bir hak sahibi çıkar ve bu kölenin kıymeti de yüz dirhem olursa, o
takdirde, davacı davalıya, elbisenin yarısı ve davanın yarısı için müracaat
eder.
Eğer, davalının elinde
iken, bu elbiseye bir sahip çıkarsa, o zaman, davalı, davacıya kölenin ve yüz
dirhemin yansı için müracaat eder.
Şayet kölenin değeri
yüz dirhem olur ve ihtilaf davacı ile davalının arasında olur, evde iddiacının
davası kadar olduğu halde, davacı: "Evde benim hakkım, onun
yarısıdır." der; evin değeri de iki yüz dirhem olur ve davacı "hakkım
yüz dirhem ve elbisedir. Evde ve elbisede olan hakkım taksim edilsin."
der; iddia olunan da: "Hayır evde olan hakkın, onda birdir; kıymeti de
yirmi dirhemdir. Elbisenin değeri de yüz dirhemdir." derse; bu durumda o
köle ve yüz dirhem altıya taksim edilir; elbisenin hizasına beş parçası konur;
elbiseye hak sahibi çıkarsa, altıda beşi, ona karşılıktır.
Bu hususta ihtilaf
edilrise, davalının yeminli olarak söylediği söz geçerli olur. Ve davacıya,
kölenin ve yüz dirhemin altıda beşi için müracaat eder. Muhiyt'te de böyledir.
Akid zamanı mehir
belirtilmez, fakat kadın mehrine karşılık bir köle olmak üzere anlaşma yapar
veya nikahtan sonra, kocası, kadına bir köle verir sonra da, o köleye bir hak
sahibi çıkarsa, bu durumda kadın, kölenin kıymetini almak için müracaat eder.
Şayet bin dirheme
nikahladıktan sonra, bu bin dirheme mukabil, bir köleye anlaşma yaparlar; sonra
da, bu köleye bir sahip çıkarsa işte o zaman —yukardaki mes'eleye muhalif
olarak— kadın, bin dirheme müracaat eder.
Mebsût'ta da böyledir.
Bir kimse, bir evin
kendisine ait olduğunu iddia edince, taraflar, başka bir eve karşılık anlaşma
yaparlar, bunların her ikisi içinde bina yapılırsa, ev cariye gibi bina da
çocuğu gibi olur. Her birine müracaattaki hüküm —çocuk gibi— binanın
kıymetinedir.
Binanın yerinde,
iddiacı ile iddialı ihtilaf ederlerse, mülkiyeti ikisine de hükmedilmez.
Bu şahıslardan birisi,
diğerine bir köle teslim eder; o da teslim alır, diğeri de bir bina yaparak
içine oturduktan sonra —sulh bedeli olarak alınan— köleye bir hak sahibi çıkar
veya bu köle hür çıkarsa anlaşma batıl olur. Bu şahıslardan her biri, davasına
avdet eder; —beyyine ibraz edene kadar— yapılan binayı yıkmak olmadığı gibi,
oturanı men etmek de olmaz.
Şayet, bir köle
karşılığında o yeri satın alarak, bir de bina yapıp içine oturduktan sonra, o
köleye bir sahip çıkarsa, bu şahıs o binayı yıkması hususunda cebredilir.
Kâfî'de de böyledir.
En doğrusunu Allah'u
Teâlâ bilir. [30]
Bir hükümdar veya
hakim, şarap içen bir şahısla, ondan maİ almak üzere anlaşma yaparak onu af
eyleseler; bu anlaşma sahih olmaz. Alman mal, şarap içene iade edilir. İster
davası mahkemeye intikal etsin, ister etmesin bu müsavidir. Fetâvâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
Bir adam, karısına
zina isnadında bulunup, lanetleşme gerekir, sonra da —kadının lanetleşme
istememesi için— bir mal mukabili anlaşma yaparsa bu da batıldır. Mahkemeye
intikal ettikten sonra, affı da batıldır.
"Bu
caizdir." diyen de olmuştur. Füsûlü'Mmâdiyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
karısıyla zina ettiğinde, kadının kocası da bunu bilir ve her ikisinin de
cezalanmasını ister; suçlular da ikisi birden veya onlardan birisi belirli
dirhemler veya başka bir şeye karşılık kendilerini affetmeleri şartıyle anlaşma
yaparlarsa bu anlaşma batıldır; mal gerekmez; af da geçersizdir. İster dava
hakime intikal etsin, isterse etmesin müsavidir: Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Zina edilen bir kadın,
dirhemlere karşılık anlaşma yapıp onları da alsa veya onları geri verse; her
haliyle bu anlaşma batıldır. Bu durumda erkek verdiği malı geri alır. Mebsût'ta
da böyledir.
Hakimin, böylesi
anlaşmalara bizatihi mübaşeret etmesi uygun olmaz; bilakis bu gibi şeyleri
başkasına havale eder.
Hakimin hasımları, iki
veya üç defa anlaşmaya teşvik etmesi uygun olur. Tarafların aralarında sulh
ümidi olur ve iki taraf da hüküm değilde, anlaşma talebinde bulunursa o zaman
anlaşma (= sulh) ciheti tercih edilir.
Fakat, iki taraf da
hüküm cihetini istiyorsa, o zaman anlaşmaya mahal kalmaz.
Şayet husûmet, iki
yabancı arasında olursa; onların arasında anlaşma değil, hükmeylemek uygulanır.
Eğer husumet iki
kabile arasında veya akrabalar arasında olursa, onlar iki veya üç defa
anlaşmaya teşvik edilirler. Bu durumda taraflar anlaşmadan kaçınırlarsa, o
zaman mahkeme yapılırlar. Zehıyre'de de böyledir.
Koyunun memesindeki
süt veya karnındaki yavru karşılığında yapılan anlaşma, caiz olmaz. Bu,
bil-ittifak böyledir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle hakkında
yapılan dava için, "şu buğdayın ununun kepeğine" veya "sağ bir
koyunun, şu kadar kilo etine karşılık" diye yapılan anlaşma caiz olmaz.
Mebsût'ta da böyledir.
Bir insan, diğerinden
bir mal veya bir hak iddiasında bulunduktan sonra, belirli bir mala karşılık
anlaşma yaptıklarında, gerçekten o mal veya o hak sabit olmazsa; davalının
verdiği malı geri alma hakkı vardır. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Davacı davalı ile
anlaşma yapıp sulh bedelini dealdıktan sonra: "Ben, davamda
haksızdım." derse, bu durumda davalının, verdiği sulh bedelini geri alma
hakkı vardır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinden
mal veya bir hak iddia ederek davalı ile anlaşma yapar; sonra da
"hakkının başka bir şahısta olduğunu" açıklarsa; bu durumda da
aldığı sulh bedelini geri iade eder. Kerderı'nin Vecizi'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
yanında elli dinar ortaklık malı, elli dinar da alacağı olduğuna iddia
ettiğinde davalı şahıs, ortaklık malını ikrar ettikten sonra, elli dinara
anlaşma yaparlarsa, ortaklık hakkındaki sulh sahih olmaz; alacak hakkındaki
sulh ise caiz olur.
Şayet davalı şahıs,
ortaklık malını inkar ettikten sonra anlaşma yaparlarsa, o zaman, alacak
hakkındaki sulh da ortaklık hakkındaki sulh da caiz olur. Zehıyre'de de
böyledir.
Borçlu, borcunu
verdiği halde, alacaklı bunu inkar eder; sonra da bir mal mukabili anlaşma
yaparlarsa, zahirde bu sulh caiz olur. Diğer yönü, Allahu Teâlâ ile kendisi
arasındadır. Bu durumda alacaklının sulh bedelini alması helal olmaz.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, elinde
bulunan bir yeri, "filanın kendisine tasadduk ettiğini" iddia ettiği
halde, diğer şahıs, "onu bağış yaptığını" söyler ve "ondan
döndüğünü" beyan eder ve bu durumda aralarında yüz dirheme anlaşma yaparlarsa,
bu caiz olur.
Bu sulhtan,
taraflardan herhangi biri sonradan geri dönme gücüne sahip olamaz.
Keza, bir adam,
elindeki evin kendine bağış yapıldığım söyler ve bağış yapan şahıs da, bu
bağıştan dönmeyi muradeder ve bu durumda o evi yüz dirheme karşılık teslim
edeceğine dair anlaşma yaparlarsa, bu sulh caiz olur.
Şayet ev sahibi, onun
bağış olduğunu da sadaka olduğunu da inkar ederek evi alacağını söyler; ev
elinde bulunan şahıs da bir elbise mukabilinde anlaşma yaparak, o elbiseyi
alıp evi teslim ederse; bu sulh da caizdir.
Bu evin» aralarında
yan yarıya ortak olacağına dair anlaşma yaparlar ve ev elinde olan da yüz
dirhem anlaşma bedeli verirse; bu anlaşma da caiz olur.
Bir adamın elinde, bir
köle bulunduğunda, bir başkası "o köleyi, ona tasadduk eylediğini"
iddia eder; köle elinde bulunan da buna inkar ederek, bir elbise karşılığına
davasından vazgeçmek üzere anlaşma yaparlarsa, bu anlaşma caiz olur. Muhıyt'te
de böyledir.
On dirhemlik bir
davada taraflar beş dirheme anlaşma yaptıktan sonra, bu anlaşmayı bozsalar; bu
durumda, sulh bozulmuş olmaz. Gunye'de de böyledir.
İbnü Semâa'nın
Nevadiri'nde İmâm Ebû Yûsuf R.A.)'ün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Bir adam, bir köleyi
bin dirheme satıp, parasını da aldığı halde, bu köleyi teslim etmese ve
müşteriye teslim etmek üzere, onu, başka bir şahıs zimnına alıp, müşteri köleyi
isteyince de, onu zımnına alan şahıs, müşterinin, "kölenin parasını
vermesi karşılığında" anlaşma yapsa, bu anlaşma da caiz olur.
Nitekim, bir adam,
"kölesini bin dirheme sattığı hususunda" başka bir şahsı dava
ettiğinde köle yanında bulunan zat da onu inkâr eylese ve bunlar aralarında anlaşma
yaparak, "parasını verip, kölesini almaya" sulh olsalar, bundan sonra
da, davalı şahıs, "köleyi sattığım" ikrar eylese; bu durumda köle,
kendisinin parası da alanın ölür.
Bir kimse alacağına
karşılık bir köle almak üzere, borçlu ile anlaşma yapar; sonra da borçlu,
borcunu ikrar ederse; fazla alacaklı şahsın, o köleyi, alacağı miktardan
fazlaya (yani kâr ile) satması doğru olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adamın, diğerinde
bin dirhem alacağı olduğun da, borçlu olan şahıs, —sulh yoluyla— konuşmaksızın,
yarısını teslim ettikten sonra, onun geri verilmesini istese, —eğer verdiği bir
uruz ise— bunu geri almaya malik olamaz. Kerderî'nin VecizFnde de böyledir.
Binefsihî (= nefsini,
kendini ortaya koyarak) kefil olan zat, kefaletten kurtulmak üzere, bir mal
karşılığında anlaşma yapsa, bu anlaşma batıl (= geçersiz) olur.
Bu durumda kefalet
batıl olur mu?
Bunda iki rivayet
vardır: Bir rivayete göre, bu durumda kefalet de sakıt olur. (- düşer)
Zehıyre'de de böyledir En doğrusunu bilen Allah'u Teâlâ'dır. [31]
[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/385.
[2] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/385.
[3] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/386.
[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/386.
[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/386-390.
[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/390-393.
[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/394-403.
[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/404-407.
[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/407-410.
[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/411-418.
[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/419-426.
[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/427-428.
[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/429.
[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/430-436.
[15] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/437-447.
[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/448-450.
[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/451-462.
[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/463-465.
[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/466-469.
[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/469-477.
[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/478.
[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
8/479-483.
[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/484-501.
[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/502-503.
[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/503-504.
[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/505-506.
[27] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/506-507.
[28] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/508-512.
[29] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/513-515.
[30] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/516-523.
[31] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 8/524-527.