M ET İ N:
Başlıktan anlaşılıyor ki abdestin ve guslün vâcipleri
yoktur. Çünkü olsa evvelâ onları beyan ederdi.
Musannıf, sünnet kelimesini cemi' olarak
kullanmıştır.
Çünkü her sünnetin ayrı bir delili, ayrı bir hükmü
vardır.
Sünnetin hükmü: Fiilinden dolayı ecir ve sevap
verilmek, terkinden dolayı muaheze olunmaktır. Fukaha çok defa sünneti hükümle
tarif ederler. Çünkü onların maksadları hükümdür. Şumunnî sünneti: «Peygamber
(S.a.v.) in kavli veya fiili ile sâbit olup vâcip ve müstehap olmayan şeydir»
diye tarif etmiştir. Lakin bu tarif sünnetin mutlak tarifir.
Sünneti müekkede şart: Peygamber (s.a.v.) in bazen
velev hükmen olsun terk etmekle beraber devam buyurmuş olmasıdır. Lâkin
şartların hal» tariflerde zikredilmemektir. Şumunnî'nin bu tarifine «el-Bahr»
nâm eserde mubahla itiraz edilmiştir. Şuna binaen ki, muhtar kavle göre eşyada
asıl olan tevakkıftır. Ancak fukaha çok defa eşyada asıl ibâhadır, derler.
Tarif de buna göre yapılmıştır.
İZAH
Malumun olsun ki, meşru hükümler dört kısımdır: Farz,
vâcip, sünnet ve nafile. Fiili terkinden evlâ olup, terki men edilen bir şey,
kat'î delil ile sübût bulmuşsa farz, zannî delil ile sâbit olmuşsa vâciptir.
Terki men edilmeyen bir fiil, Peygamber (s.a.v.) in
veya ondan sonra gelen Hulefâ-i Raşidin'in devam buyurdukları bir şey ise sünnet,
değilse mendûb ve nafiledir.
Sünnet, biri sünnet-i hüdâ, diğeri sünnet-i zevaid
olmak üzere iki kısımdır.
Sünnet-i hüdânın terki isâet ve kerâhet icap eder.
Cemaat, ezan, ikamet ve emsâli bunlardandır.
Sünnet-i zevaidin terki isâet ve kerahet icap etmez.
Peygamber (s.a.v.) in giyiminde, oturmasında, kalkmasında takip buyurduğu
hatt-ı harekettir.
Nafile ki, mendûp de ondandır. İstenirse sevâp,
terkedilirse günâh olmayan şeye denir. Bazıları bunun sünen-i zevaidden daha
aşağı olduğunu söylerler. Fakat buna şöyle bir itiraz varid olur: Nâfile,
ibadetlerdendir. Sünnet-i zevaid ise âdetler kabilindendir. Bir kimse nâfile
hac, ayakkabı giyerken, taranırken, sağdan başlamaktan daha aşağıdır, diyebilir
mi?
Allâme İbn Kemâl bu meseleyi böyle tahkik etmiştir.
Ben derim ki: Nâfile ile sünen-i zevâid arasında
hüküm itibariyle bir fark yoktur, çünkü bunlardan birini terketmek mekrûh
değildir. Fark ancak nafilenin ibadetlerden, sünen-i zevaidin ise âdetlerden
olmasındadır. Lâkin buna da şöyle itiraz edilmiştir: İbadetle âdet arasında
fark ihlâs ve samimiyet ifade eden niyettir. Nitekim «Kâfî» ve diğer kitaplarda
da böyle beyan edilmiştir. Peygamber (s.a.v.) in bütün fiilleri yerinde beyan
edildiği vecihle niyete şâmildir.
Ben derim ki: Ulema sünen-i zevâide Peygamber
(s.a.v.) in kıraatı, rükû' ve secdeyi uzatması ile misal vermişlerdir. Şüphesiz
ki bunlar ibadettir. Şu halde süneni zevaidin âdet olmasının mânâsı; Peygamber
(s.a.v.) in ona çok devam etmesi ve âdet haline getirmesi, onu ancak bazı
zamanlardabırakmış olmasıdır. Çünkü sünnet, dinde tutulan yoldur. Sünnet
haddizatında bir ibadettir. Buna âdet denilmesi arzettiğimiz sebepten
dolayıdır.
Dinin şeâirinden ve mükemmilâtından olmadığı için onu
sünnet-i zevâid denilmiştir. Sünnet-i hüdâ böyle değildir.
Ondan murad; vâcibe yakın sünnet-i müekkedelerdir ki
terk edenler dalâlete nisbet edilir. Çünkü onu terketmek dinle alay sayılır.
Nâfilede böyle değildir. Çünkü ulemanın beyanına göre
nafile bize farz. vâcip ve her iki nevi ile sünnet üzerine ziyade olarak meşru
kılınan şeydir ki, bundan dolayı onu ulema dördüncü kısım saymışlardır. Mendûbu
da, müstehâbı da ona katmışlardır.
Müstehap; «Tahrir» de beyan edildiğine göre kendine
mahsus nedip delili bulunan şeydir.
Nafile; umumî veya hususî olarak mendûp delili bulunup
Peygamber (s.a.v.) in devam buyurmadığı şeydir. Onun içindir ki sünnet-i
zevaidden derece itibariyla aşağıdır. Bunu «Tenkih» sahibi beyan etmiştir.
Bazen nafile tâbiri revatip denilen beş vaktin sünnetlerine de ıtlak edilir.
Ulemanın vitir ve nevâfil bâbı demeleri ve hacca
nafile ismini vermeleri bu. kabildendir. Çünkü nâfile, ziyade demektir. Bundan
murad farz üzerine yapılan ziyadedir. Halbuki o dinin umumî şeâirindendir.
Şüphe-siz ki nafile abdest alırken elleri üç defa yıkamaktan, namaza girerken
elleri kaldırmaktan efdaldir. Halbuki bu iki şey müekked sünnetlerdendir. Bu
suretle söylediğimizin doğru olduğu anlaşılmış olur. Ve bununla İbn Kemâl'in
yaptığı itiraz mündefi olur. Bu makamın tahkikini ganimet bilmelisin! Çünkü bu
kitaptan başka hiçbir yerde bulamazsın. Allahu âlem...
Şârihin «Çünkü her sünnet delil ve hükümde
müstakildir» sözünü İbn Kemâl şöyle izah ediyor: Delil olma hususu «Hidâye» ve
diğer mufassal kitapları okuyanlarca malûmdur.
Hükmüne gelince: sünneti işleyip işlememenin sevap ve
ikâbı onun her fiiline ayrı ayrı terettüp eder.
Bir tek yahut birkaç sünnetin bir arada olmasının
farkı yoktur.
Farz böyle değildir. Çünkü abdestin farzı üç uzvu
yıkamakla başa meshetmenin mecmuundan ibarettir. Yoksa bunların her biri
müstakil bir farz olup da her birinin üzerine ayrı ayrı hüküm terettüp edecek
değildir. İşte bu sebebden dolayı «Musannıf» farz hakkında müfred sigası
kullanmıştır. Sünneti terkeden tekdir ve mûaheze olunur. Yoksa «Bahr» ve
«Nehir» nâm eserlerin beyan ettiği gibi ikab görmez. Lâkin «Telvih»'de beyan
edildiğine göre sünnet-i müekkedeyi terketmek harama yakındır. Şefaattan mahrum
kalmayı gerektirir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Her kim benim sünnetimi
terkederse şefaatime nail olmaz» buyurmuştur. «et-Tahrir» nâm eserde; «Sünneti
terk eden dalâlete nisbet edilmeyi melamet ve zemmi hak eder» deniliyor.
Terk etmekten murad; özürü yok iken ısrar üzere
işlememeye devam etmektir. Nitekim İbn Emîr Hâcc'ın «Tahrir» şerhinde de böyle
denilmektedir. Bunu şu da te'yid eder: Az ileride abdestin sünnetleri bahsinde
görüleceği vecihle bir kimse abdest uzuvlarını bir defa yıkamakla iktifa ederse
bunu âdet ittihaz ettiği takdirde günahkâr olur. Âdet edinmezse günahkâr olmaz.
«el-Bahr» nâm eserde namazın sıfatı bahsinde şöyle
deniliyor: Ehl-i mezhebin sözlerinden anlaşılıyor ki günah vacibin yahut sahih
kavle göre sünnet-i müekkedenin terkedilmesine bağlıdır. Zira beş vaktin
sünnetlerini terk eden kimse hakkında ulemadan bazıları günahkâr değillerdir,
demişlerse de, sahih olan günahkâr olmasıdır. Bunu, «Fethü'l-Kadîr» sahibi
beyan etmiştir. Bir de ulema, cemaati terkeden kimsenin günahkâr olduğunu
sarahaten beyan etmişlerdir. Halbuki cemaat, sahih kavle göre sünneti
müekkededir. Bunların emsalinde de hal böyledir. Şüphesiz günah kelimesi teşkikle
yani şübhe verecek şekilde söylenmiştir.
Günahın bazısı bazısından daha şiddetlidir. Meselâ;
sünnet-i müekkedeyi terkedenin günahı vacibi terkedenin günahından daha
hatiftir.
Bunu Ebu'l-Yüsr'e nisbet edilen şu söz te'yit
etmektedir:
Sünnetin hükmü onu tahsile teşvik etmek, terkinden
dolayı da biraz günahkâr olmakla beraber zemle muaheze olunmaktır. Hükmen
terketmek, bir kimsenin bir şeyi yapmadığını görüp de red ve muahezede
bulunmamaktır. Çünkü bu da hakikaten terketmek mesabesindedir. Buna misal Peygamber
(s.a.v.) in itikâfıdır. Kendisi Ramazan-ı şerifin yirmisinden sonra itikâfa
girmiş ve buna devam buyurmuştur. Onun her sene devamı itikâfın vâcip olmasını
iktiza ederdi. Lâkin itikâf etmeyenlere itirazda bulunmayınca onun bu hali
hakikaten terk mesabesinde tutuldu.
Sünnet-i müekkedede devam şarttır. Velev hükmen
olsun. Bu kayıdla teravih namazı sünnet-i müekkedeye dahil olur. Peygamber
(s.a.v.) terâvihe çıkmadığının sebebini beyan etmiştir. Bu sebep bize farz
olacağından endişe buyurmasıdır. Bunun ifade ettiği mânâ şudur ki, terk
etmeksizin devam vücup İfade eder. «el-Bahr» nam eserde şöyle deniliyor:
«Hidaye'-nin ifadesi buna muhaliftir.Çünkü Hidâye sahibi mazmaza ve istinşakın
sünnet olduğuna istidlâl ederken. Peygamber (s.a.v.) bunları devam üzere yapmıştır,
demiştir».
Acizlerinin anladığım şudur ki: Sünnet, Peygamber
(s.a.v.) in devam buyurduğu fiildir. Lâkin bırakmadan devam ettiyse bu o fiilin
sünneti müekkede olduğuna, bazen bırakarak devam ettiyse gayri müekkede
olduğuna delildir. Devam etmekle beraber o fiili yapmayanları muaheze
buyurduysa bu da o fiilin vâcip olduğuna delildir.
«en-Nehir» sahibi diyor ki: «Bu mesele o fiilin
Peygamber (s.a.v.) e mahsus olmaması ile kayıdlanmalıdır. Kuşluk namazı gibi
vücubu ona mahsus fiillerden olursa yapmayanı muaheze buyurmaması terketmek
mesabesinde tutulamaz. Terkin dahi özürsüz olmakla kayıdlanması lâzımdır. Tâ ki
özürden dolayı terkedilen bundan hariç kalsın. Çünkü özürden dolayı farz bir
namazı terketmek terk sayılmaz».
Şumunni'nin tarifine yapılan itirazın hâsılı şudur:
Senin tarifin efradını cami' ağyarını mâni' değildir. Çünkü eşyada asıl
tevakkuf olunca ki, bunun mânâsı hükmün mubah mı haram mı olduğunu bilemeyerek
çekimser kalmak demektir. Mubahın mubah olduğu da ancak Peygamber (s.a.v.) in
kavli veya fiili ile bilinir. Binaenaleyh sünnetin tarifine mubah da girer.
Meğer ki tarife mubah daolmayan kaydı ziyade edile.
Tahtavî: «Eşyada asıl, hazır yani haram olmaktır,
denildiği takdirde dahi mubahla itiraz variddir» demiştir.
Ben derim ki: Kemâl İbn Hümâm'ın «et-Tahrir» de
beyanına göre Hanefilerin cumhuru ile Şafiîlere göre muhtar olan eşyada asıl
ibahadır. Bu hususta Tilmizi Allâme Kasım da ona tâbî olmuş, Hidâye dahi onun
yolundan gitmiştir. «Tahrir»in şerhinde şöyle deniliyor: «Bu kavil Basra Mutezîleleri
ile Şafiîlerden birçoklarının ve ekseri Hanefîlerin, bâhusus Iraklıların
mezhebidir». Derler ki; İmam Muhammed: lâşe yemek veya şarap içmek için ölümle
tehdit edilen ve bunları yapmıyarak öldürülen bir kimse hakkında korkarım
günahkâr olur. diyerek buna işarette bulunmuştur. Çünkü lâşe yemek, şarap içmek
ancak nehy edildikleri için haram olmuşlardır. Binaenaleyh eşyada asıl
mubahlıktır. Haram olmak» yasak edilmek suretiyle ârızidir. Bu izahattan
anlaşılır ki; tarifin küffârın istilâsı babındaki ibâha Mûtezile'nin rey'idir,
ifadesi söz götürür. Kitabımızın tarifi eşyada asıl ibâhadır, kaidesi üzerine
yapılmıştır.
Ben derim ki: Bu cevap Şarî' Hazretlerinin sükut
ettiği hususla faydalıdır. Ve eşya aslî ibâhaları üzere kalır. Fakat mubahtır
diye beyan buyurduğu yahut işlediği hususta faydası yoktur. «Tahrir» de mubah
kelimesinin hem mutlak olarak aslî ibaha hakkında hem de şer'î ibâhanın teallûk
ettiği şeyler hakkında kullanıldığı bildirilmiştir.
En iyisi şöyle cevap vermektir: Tarifdeki sabit olan
kaydından murad; istenildiğinin sübût bulmasıdır. Yoksa meşru olduğunun sübutu
değildir. Mubah bir fiil matlup değildir. O yapılıp yapılmamakta muhayyer
bırakılmıştır.
M E T İ N
Abdestin sünnetlerinden birincisi, niyetle
başlamaktır. Maksat taharetsiz sahih olmayan abdest almak, hadesi gidermek,
yahut emre imtisal etmek gibi bir ibadete niyet etmektir. Ulemanın beyânına
göre niyetsiz abdest, ibadet değildir. Niyeti terkeden kimse biraz günahkâr
olur.
Emredilen abdestte, keza eşek artığı ve hurma şırası
ile alınan abdeste niyet farzdır. Nitekim teyemmümde de niyet farzdır. Niyetin
vakti, Vüzün yıkandığı zamandır.
«el-Eşbah»da: Niyet elleri bileklere kadar yıkarken
yapılmalıdır. Tâ ki abdest alan kimse sünnetlerin sevabına nail olsun»
deniliyor.
Ben derim ki: Lâkin Kuhistânî'de niyetin yeri diğer
sünnetlerden önce yapılmasıdır, denilmiştir.
«et-Tuhfe»de de öyledir. Binaenaleyh bize göre
niyetin yeri Şafii'ye göre niyetin farz olduğu yer değildir. Ona göre niyetin
farz olduğu yer, yüzü yıkamazdan az öncedir.
Niyet hakkında meşhur yedi sual vardır. Bunları Irakî
manzum olarak ifade etmiş ve şöyle demiştir: «İdrak sahiplerine niyet hakkında
yedi sual vardır. Sen bunları her âlime hikâye et!
Niyetin hakikati, hükmü, mahalli, zamanı, şartı,
keyfiyeti ve niyetten maksad nedir?»
İ Z A H
Niyet; bir şeyi yapmaya, kalbin azim ve irâde
etmesidir. Istılahen; Allah Teâlâ'nın vacib kıldığı fiili hakkında ona tâat ve
yakınlık kasdetmektir. Bunda yasaklar da dahildir. Çünkü yasakla teklif
edilenmemurunbih olan abdest, maksut değildir. Maksut olan taharettir. Bu da
memurunbihle olsun, başkasıyla olsun hâsıl olmaktadır. Çünkü su, tabiatı icabı
temizleyicidir.
Şarihin «Emredilen abdeste niyet farz değildir» sözü
hatadır. Doğrusu abdest, ibadet olmak için niyet şarttır. o namazın anahtarı
değildir şeklinde olacaktır. Çünkü abdestte niyeti terk eden kimse bir farzı
terk eden gibi muaheze ve muakabe olunmaz.
Lâzımın bulunmaması melzumun da bulunmamasını
gerektirir. Şart ancak bir ibadetin sıhhat şartlarından olduğu zaman farz olur.
Bu öyle değildir. Niyet yalnız abdestin ibadet olması için şarttır. Bu sözümüzü
şu da teyid eder ki; abdest âyetinde niyetin şart olduğuna delalet yoktur.
Nitekim Allâme İbn Kemâl bunu «Hidâye» şerhinde tahkik etmiştir.
«el-Bahr» nâm eserde şöyle deniliyor: Abdestin namaza
anahtar olması hususunda niyet şart değildir. Niyet; esah kavle göre ancak
abdestin sevaba sebep olması hususunda şarttır. Niyetsiz abdestle de sevap
verilir, diyenler vardır. Eşek artığı ile abdest hakkında «Fethü'l-Kadir» de şu
beyanat vardır: Ulema, eşek artığı ile abdest alırken niyet Iâzım gelip
gelmeyeceğinde ihtilaf etmişlerdir. İhtiyat olan niyet etmektir. Zâhirine göre
bu sözden murad, ihtiyat niyetin lüzumuna kâil olmaktır, demektir.
Hurma şırası ile abdestin câiz olması kâil olmaktır.
demektir. Bu abdest teyemmüm gibidir. Çünkü suyun bedelidir. Onun için su
varken onunla abdest almak câiz değildir. Su bulunursa onunla alınan abdest
bozulur. Bunu Kudûri ulemamızdan naklen beyan etmiştir. Herhalde eşek
artığındaki illet de böyledir. Çünkü onunla da su bulunmadığı vakit teyemmümle
birlikte abdest alınır. Nitekim yerinde görülecektir.
Niyetin lügat ve ıstılah manalarını yukarıda arz
etmiştik.
Hükmü: Abdest ve gusülde sünnet olmasıdır. Namaz ve
zekat gibi bizzat maksud olan ibadetlerle teyemmümde. hurma şırası ve eşek
artığı ile alınan abdestte, keffaretlerde ve abdestin ibadet olmasında niyet
şarttır.
Niyetin yeri; kalpdir. Kalpten niyet etmeden yalnız
dil ile niyeti söylemek kâfi değildir. Meğer ki kalbini toparlayıp onunla niyet
etmeye kadir olamasın, yahut niyette şüphe etsin. Bu takdirde dil ile niyet
kafidir. Acaba niyeti söylemek müstehap mıdır, sünnet midir yoksa mekruh mudur?
Bu hususta birçok kaviller vardır.
«Hidâye» sahibi azîmetini toparlayamayan bir kimse
için niyeti dil ile söylemenin müstehap olduğunu tercih etmiştir.
«Fethül-Kadîr»de Peygamber (s.a.v.)'den ve ashâbından
niyeti dil ile söyledikleri, sahih veya zayıf hiçbir hadisde nakledilmemiştir,
deniliyor.
İbn Emîr Hâcc buna: «Dört mezhep imamından da nakledilmemiştir»
cümlesini ziyade ediyor Sözün tamamı «el-Eşbah»ın niyet bahsindedir.
Niyetin zamanı; İbadetlerin evvelidir. Velev hükmen
olsun. Meselâ, bir kimse evinde namaza niyet eder de mescide giderek o niyetle
namaza başlar, araya namaza mâni bir fasıla da girmezse hükmen namazın başında
niyet etmiş sayılır.
Zekâtın farz miktarını malından ayırırken, oruca
akşamdan, hacca ihrama giderken niyet etmek de bu kabildendir. İzâhı
«el-Eşbah»dadır.
Niyetin şartı; İslâm, temyiz, niyet ettiği şeyi
bilmek ve kasdettiği fiille niyet arasında niyete aykırı bir şey yapmamaktır.
Bunun İzahı da «el-Eşbah» tadır.
Kasıttan murad: niyetle kastedilen işlerdir. Ulema
niyetten maksad ibadetleri âdetlerden ve bazı ibadetleri birbirlerinden
ayırmaktır, demişlerdir. Meselâ orucu bozan şeylerden sakınmak bazen perhizden
yahut ihtiyacı olmadığından ileri gelebilir. Âdet olmayan yahut başkasıyla
karışmayan Allah'a iman, mârifet, Allah korkusu, ümit, Kur'an okumak, zikir
etmek ve ezan gibi şeylerde niyet şart değildir.
Keyfiyet; şekil ve heyettir ki bununla bir şeyin
halini sorana cevap verilir. Meselâ burada niyetin nasıl yapılacağını soran bir
kimseye abdest, gusül ve teyemmümde taharetsiz câiz olmayan bir şeyin mubah
olmasını yahut hadesi gidermeyi niyet edersin diye cevap verilir. Benim
hatırıma gelen budur. Sonra benzerini «el-İmdat» adlı eserde gördüm.