NAMAZ
"Namaz Dînin Direğidir." (Hadîs-i şerîf meâli)
İBÂDETLERİN HULÂSASI: NAMAZ
Namaz Nedir, İnsan İçin Ne Mânâ ve Ehemmiyeti Vardır?
Namaz, muayyen vakitlerde hususî hareket ve okuyuşlarla yerine getirilen bir ibâdettir.
* Namaz, İslâm'ın îmandan sonra gelen en mühim emridir; dînin direği ve Müslümanlığın
temel taşıdır. Namaz, îmanın alâmetlerindendir.
* Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet, ulvî bir münasebet ve nezih
bir hizmettir.
* Namaz, Allah'ın kudretini idrâk eden ve büyüklüğü karşısında hayranlık duyan
insanın, bu hürmet ve hayranlığını en münasip söz ve hareketlerle dile getirmesidir.
Yahut da aynı hareketleri tekrarlamak suretiyle bu hürmet ve hayranlık duygularını
kuvvetlendirmesidir.
* Namaz, kulun günde 5 defa Yaradanın huzuruna çıkması, divanında durması demektir.
Bu yüce divanda, arada hiçbir vasıta olmadan her türlü dilek ve ihtiyacını, kul,
bizzat Allah'a arzeder, O'na sığınır, yalnızca O'ndan yardım diler. Böylece Peygamberimizin,
Mi'rac'da gerçekleşen Allah ile mülâkatı hâdisesi, namaz içinde sembolik olarak
yaşanmış olur. Bu sırra işaret için, Peygamberimiz, "Namaz mü'minin mi'râcıdır"
buyurmuştur.
* Namaz mahlûkatın bütün ibâdet şekillerini bir araya toplayan özlü bir ibâdettir.
Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesine göre, kâinattaki bütün mahlûkat Allah Teâlâ'yı, devamlı
olarak zikir ve tesbih etmektedir:
"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı tesbih etmesin [Allah'ı zikretmesin ve Allah'a
ibâdet etmesin]. Fakat siz onların bu tesbih [ve ibâdetlerini] anlayamazsınız."
(el-İsrâ: 44).
Yeryüzünde insan dışındaki canlılara baktığımız zaman esas olarak üç şekilde görürüz:
Dik olarak ayakta duranlar: Bitkilerin çoğunluğu ile iki ayaklı hayvanlar gibi.
Yarı ayakta, yani, eğik olarak duranlar: Dört ayaklı hayvanlar gibi.
Yerde sürünenler: Sürüngen hayvanlarla bâzı bitki çeşitleri gibi.
Bu saydığımız mahlûklar, yukarıdaki âyetin ifade ettiği ibâdetlerini, bulundukları
şekilleriyle yapmaktadırlar. Fakat insan oğlu namaz kıldığı zaman, bu mahlûkların
ayrı ayrı olan ibâdet şekillerini namazı içinde birleştirmektedir. Nitekim, namazın
bir kısmı ayakta (kıyam), bir kısmı yarı ayakta, eğilerek (rükû') ve bir kısmı
da yerde (secde) yapılmaktadır. Bu da göstermektedir ki, namaz, Allah'a ibadet
şekillerinin hepsini kendinde toplayan en mükemmel ibâdet hâlidir.
Melekler de, diğer varlıklar gibi, yalnız bir şekil ile Allah'a ibâdet ederler.
Bu da yukarıda belirttiğimiz gibi ya kıyam, ya rükû' ya da secde hâlinde bir ibâdettir.
İnsan ise yüksek yaratılışı icabı olarak meleklerin ibâdet şekillerini de kendi
ibâdeti içinde birleştirerek Allah'a kulluk vazifesinde bulunmaktadır.
* Namaz, Allah'ın yüce şânını ve sonsuz kudretini terennüm eden en güzel şekil
ve kelimelerden meydana gelmiştir:
Namazın içinde, tekbir, tevhid, tesbih, medh ü senâ, hamd, şükür, hürmet, tevazu',
tazarru' ve niyaz, bütün mü'minlere hayır dua Peygamberimize salât ü selâm bulunmaktadır.
Kur'an okumak başlı başına bir ibâdettir. Namazda bir miktar da Kur'an okunmaktadır.
Mü'minlerin birbirleri ile selâmlaşmaları ayrı bir ibâdettir. Namaz sonunda selâm
da vardır.
Yine İslâm'a göre tefekkür büyük ibâdetlerden biridir. Cemaatla kılınan namazlarda
mü'minler Allah'ın kudretini düşünme imkânına sâhip olurlar.
Namaz içinde yemeyi, içmeyi terk gibi oruca ait yasaklar bulunduğundan, namazda
oruc da mevcuttur.
Namazın zekât ve hacc ile de alâkası vardır. Çünkü namaz, vücudun ve ömrün zekâtıdır.
Namazda kıbleye dönülmesi ise, hacca bir işâret ve nümûnedir.
Görüldüğü gibi, namaz, bütün bedenî ibâdetleri içine almakta, hepsine birden hulâsa
ve fihriste olmaktadır.
Namazın bu vasıflarına, Süleyman Çelebi Mevlid'inde şu şekilde işâret etmiştir:
"Sen ki, Mi'râc eyleyüb ettin niyâz,
Ümmetin mi'râcını kıldım namaz.
Her kaçan kim bu namazı kılalar
Cümle gök ehli sevâbın alalar.
Çünki her türlü ibâdet bundadır,
Hakk'a kurbiyyetle vuslat bundadır."
Namaz Kılmanın Hükmü Nedir?
Namaz; Kur'an, Hadîs ve İcma' ile sâbit olan kesin bir farzdır. Aklı başında erginlik
çağına girmiş olan her Müslüman için, edâsı lâzım gelen pek yüksek bir vazifedir.
Bu mühim farz ibâdeti yerine getirenler, Allah Teâlâ'nın pek çok lütuf ve inayetlerine
ererler.
Namazın farz oluşunu inkâr etmek, mü'mini dinden çıkarır. Ancak farz olduğunu
inkâr etmeksizin tembellikten dolayı bu ibâdeti yapmayan kimseler ise, mânevi
yönden büyük zarar ve kayıplara uğrarlar.
Kur'ân-ı Kerîm'de birçok âyette, mü'minler namaz kılmakla emredilmişlerdir (*).
Namazın mü'minler üzerine kat'î bir borç ve vazife olduğunu ise, şu âyet-i kerîme
bildirmektedir:
"Muhakkak namaz, vakitlendirilmiş (belli vakitlere tahsis edilmiş) olarak
mü'minlere farz olmuştur." (en-Nisâ, 103).
Hadîs-i şerîf'te ise, bu hususta şöyle buyrulur:
"Allah Teâlâ müslüman olan her erkek ve kadına, günde 5 vakit namazı farz
kılmıştır."
Namaz, Hicretten 18 ay evvel, Mi'rac gecesinde 5 vakit olarak farz kılınmıştır.
Mi'ractan evvel de Resûlüllah Efendimiz ve mü'minler namaz kılarlardı. Fakat kılınan
bu namazlar, günde (sabah-akşam olmak üzere) iki vakitten ibaretti. Ayrıca da
farz değil, mendub idi.
Namazın Bize Sağladığı Faydalar Nelerdir?
Namaz bize dünyevî-uhrevî, maddî-mânevî pek çok faydalar sağlamaktadır. Bu faydalardan
bâzıları şunlardır:
1 - Günde beş vakit namaz kılan bir insan, daima Allah'ı hatırlar ve kendisini
her an O'nun huzurunda hisseder. Bu ise, o insanın aklında kötü düşüncelerin barınmasına
fırsat vermez. Verse bile çıkarıp atmasına sebeb olur. Zaten dünyada gördüğümüz
her kötülüğün başı, Allah'ı unutmak ve Allah korkusuna kalbde yer vermemek değil
midir?
Dünyada insana Allah'ı unutturacak, gaflete atacak pek çok şey vardır. İnsan yaradılışı
itibariyle gece-gündüz dünya meşgaleleri içindedir. Böyle kesif bir meşgale içinde
bulunan insana, elbette her an Allah'ı hatırlatacak bir şey'in olması gerekir.
Böyle bir şey olmaz ise, insan hem Allah'ı unutur, hem de kalbinde Allah korkusuna
yer vermez. Allah'ı unutunca da yalnız kendi nefsini, keyfini, menfaatini düşünen
bencil bir insan hâline gelir. Hak, hukuk, adalet gözetmez. İnsanlar bu hâle gelince,
artık ona ne kanun, ne polis, ne de jandarma te'sir edebilir. Fırsat bulduklarında
meşru' olup olmadığına bakmaksızın her arzu ettiklerini yaparlar.
İşte bunun içindir ki, Allah Teâlâ, insanoğlunun kalbine ona daima Allah'ı hatırlatacak
ve O'ndan korkutacak bir bekçi koymuştur. Bu bekçi de Namazdır.
Namaz, insana Mevlâsını hatırlatır. İnsan Mevlâsını hatırladıkça kötülüklere olan
meyli kırılır. Akıl, fikir, el, ayak, göz kulak gibi bütün âzalarını kötülüklerden
çeker. Başkasının malına, canına, ırz ve namusuna göz dikmez.
Namazın bu hususiyetine Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde işâret olunmuştur:
"Namaz kıl. Zira namaz insanı fahşâ ve münkerden, yani, her türlü kötü ve
çirkin işlerden alıkor."
Hadîs-i şerîf'te de meâlen:
"Namaz dînin direğidir. Kim namazını kılmaya devam ederse, dînini yıkılmaktan
korur, muhafaza eder. Kim de onu terkederse, dinî hayatın direğini yıkar, dindarlığını
muhafaza edemez hâle gelir" buyurulmak suretiyle, bu husus veciz bir şekilde
beyan edilmiştir (*).
Namazın insana Allah'ı nasıl hatırlatıp onu her türlü kötülüklerden nasıl alıkoyduğunu
biraz daha açıklayalım:
Namazİnİ devamlİ kİlan bir kimse, sabahleyin erken kalkar, sabah namazİnİ kİlmak
ve Allah'a olan borcunu ödemek için, önce abdest alİr. İçini ve dİşİnİ temizler.
Kalbinde bir kötülük varsa onu atar. Temiz bir kalb ve temiz bir vücudla Allah'İn
divanİna çİkar, huzurunda durur, namazİnİ kİlar. Bundan sonra işine gider.
İş esnasİnda huyu, suyu, sözü sohbeti başka başka insanlarla karşİlaşİr. Bunlardan
iyi ve kötü pek çok söz işitir, insan olmasİ hasebiyle zaman zaman kalbine kötü
düşünceler gelir. Hİrs, hased, kin, intikam hisleriyle dolar. Bunların bir kısmının
te'sîri altında bir şeyler yapmaya karar verdiği ve yapmak için hazırlığa da giriştiği
bir sırada, müezzinin Allahu Ekber diyerek öğle namazına çağırdığını işitir. İşte
o zaman kalbi kin ve intikam, hırs ve hased ile dolu olan insan, kalbindeki bütün
bu kötü hisleri bir tarafa atarak namaza koşar. Yine temiz bir kalb ve temiz bir
vücud ile Allah'ın huzuruna durur. Namaz onun imdadına yetişmiş, herhangi bir
kötülük işlemesine fırsat vermeden Allah'ın huzuruna çıkarmıştır.
Namazın bu imdadı ona ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde de yetişir.
Artık o insan için, kötülük yapmaya ve düşünmeye zaman kalmamıştır. Beş vakit
namaz ona bu fırsatı vermez. Çünkü bir vakit namazın kalbinde bıraktığı te'sir
kaybolup gitmeden diğer bir vaktin namazı gelip girer. Bu sebeble namaz kılmakta
devamlı olan bir insanın kalbinde Allah sevgisi ve korkusu hiç eksik olmaz. Böyle
bir kalbten de kötülük sâdır olması beklenemez.
2 - Namaz, mü'minin günlük hayatını da düzenler. Günde beş vakit, belirli vakitlerde
Allah'ın huzurunda bulunma zarureti, insanı belli bir düzen ve disiplin içinde
yaşamaya sevkeder. İşlerini, namaz vakitlerinin hâsıl ettiği zaman dilimlerine
göre tanzime mecbur eder. Böyle düzenli ve disiplinli bir şekilde yapılan çalışmalar
ise, insanı hayatta huzurlu ve başarılı kılar.
3 - Her namaz, sahibine nefsini murakabe, muhasebe ve kontrol melekesini de kazandırır.
Sık sık müdür veya müfettiş huzuruna çağrılan bir memur, nasıl görevinde dikkatli
davranır, işlerini muntazam bir surette yürütürse, bunun gibi günde en az 5 sefer
Hâlikının huzuruna çıkan bir insan da, bütün işlerini hatâ ve yanlışlığa meydan
vermeyecek şekilde yapar.
4 - Namaz kılan bir mü'min, kalben müsterihtir, ruhen kuvvetli, mânen güçlüdür.
Hayatı boyunca, vazifesini hakkıyla yerine getirmiş olmanın huzuru ile yaşar.
5 - Beş vakit namazını kılan kimseyi, Cennetine koyacağına dair Allah Teâlâ'nın
va'di vardır (*). Yeter ki kılınan namazlar, sırf rızâ-yı İlâhî için olsun ve
erkân ve âdâbına riayet edilerek eksiksiz yapılsın. "Cennetin anahtarı namazdır"
hadîs-i şerîfi, bu İlâhî va'di te'yid etmektedir.
Yanlış anlaşılmasın, bu ifade, namaz kılmayan kimse Cennete giremez demek değildir.
Allah isterse, kulunun râzı olduğu bir iyiliğinden veya İslâmî bir hizmetinden
dolayı, onun bütün günah ve kusurlarını, ibâdet borçlarını afvedip Cennetine koyabilir.
Bu, tamamen O'nun lütuf ve merhametine kalmış bir husustur. Fakat namaz ibâdetini
mâna ve ruhuna uygun şekilde eksiksiz olarak yerine getirene ise, Allah, Cennetini
va'detmiştir. Va'dinden dönmek O'nun şânına yakışmaz.
6 - Günde 5 vakit namaz kılmak, aynı zamanda küçük günahlar için bir keffârettir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, 5 vakit namazı vaktinde kılan kimseyi, günde 5 defa evinin
önünden akan bir nehire girip yıkanan kimseye benzetir ve sonra şöyle buyurur:
"Günde 5 defa suda yıkanan kimsenin bedeninde kirden ve pastan bir eser kalır
mı?
İşte namazını kılan, günde 5 vakit Rabbinin huzurunda başını secdeye koyup rahmetine
iltica eden kimse de böyledir. Allah böyle kimselerin günahlarını afveder. İsterse
günahları köpükler kadar çok olsun."
Bir başka hadîs'te de şöyle buyrulur:
"Namazını vaktinde kılan kimsenin iki namaz arasındaki küçük günahlarını
Allah Teâlâ afveder."
Namaz için abdest alan kimse, abdest uzuvlarını yıkadıkça, o uzuvlarla işlenen
küçük günahların suyla birlikte yıkanıp gideceği de yine rivayetlerde gelmiştir.
7 - Rükünlerine ve âdâbına tam riayet edilerek kılınan 5 vakit namazın, kıyâmet
gününde sâhibi için bir nur, hüccet ve delil olacağı ve onu kabirde karanlıklardan
ve azabtan ve haşir mahkemesinde de hesabın zorluklarından kurtaracağı yine hadîs-i
şerîflerin beyanından anlaşılmaktadır. Bundan daha büyük bir lütuf ve ihsan olur
mu?
8 - Namazın dünyevî ve uhrevî en mühim faydalarından birisi de namaz kılan kimsenin
bütün dünyevî iş ve çalışmalarının güzel bir niyetle ibâdet hükmüne geçmesidir.
İnsan namazını kılarak Allah'ın hukukunu yerine getirirse, geçimini helâl yerden
te'min etmek niyetiyle yapacağı bütün gayret ve çabaları âhireti açısından boş
ve faydasız bir dünyevî çaba olmaktan çıkar, ibâdet hükmünü alır. Artık o insanın
bütün ömrü, bir ibâdet hâli içinde geçer. Hiçbir gayret ve çalışması Allah katında
zâyi olmaz, boşa gitmez.
Eğer o kimsenin geçimini te'min için çalıştığı iş, umumun menfaatini de alâkadar
eden bir meşgale ise, o şahıs yaptığı işin neticesinden istifade eden umum insanlar
adedince de sevabları kazanır.
İşte bu büyük kazancın tek bir şartı vardır. O da farz olan namazlarını kılmak,
ciddî bir mâzeret olmadan namazlarını geciktirerek kazaya bırakmamaktır.
Namaz kılan kimsenin bütün dünyevî çalışmalarının ibâdet hükmüne geçmesi sırrı,
kişide çalışmaya, insanlara faydalı olacak hizmetlerde bulunmaya karşı ciddî bir
şevk ve heyecan meydana getirir. Bu sebeble, insan ihtiyarlasa bile ailesinin
maişeti için çalışmaktan, gayret ve faaliyette bulunmaktan geri durmaz. Fütûr
ve tembelliğe düşmez. "Artık ihtiyarladım. Bir köşeye çekilip sadece âhiretime
çalışayım" diye düşünmez. İnsanlığa ve aile ferdlerine daha faydalı olmak
için çalışır, çabalar.
Çünkü, bilir ki, namazlarını kıldığı için bütün dünyevî çalışmaları da ibâdet
hükmünü almaktadır..
OKUMA PARÇASI: NASIRLI ELLER
Hicretin 9. yılı idi. Peygamber Efendimiz Bizans üzerine yaptığı Tebük seferinden
dönmekteydi.
Medineli Müslümanlar, İslâm ordusunu karşılamak için şehrin dışına kadar çıkmışlardı.
Herkeste bir sevinç ve bayram havası vardı. Peygamberimizi ve İslâm ordusunu karşılayanlar
arasında büyük sahâbe Muâz bin Cebel Hazretleri de bulunuyordu. Hazret-i Muaz,
bir özründen dolayı Tebük gazâsına katılamamıştı.
Resûlüllah Efendimiz, kendisini karşılamaya gelen Müslümanlarla tek tek el sıkıştı,
musafahada bulundu. Onların tebriklerini kabul etti. Bu arada Hazret-i Muaz ile
de el sıkışmıştı. Fakat Muaz'ın elleri herkesinden farklıydı. Sertleşmiş, nasırlaşmıştı.
Peygamberimiz:
"Yâ Muaz, ellerinin sertliği nedendir? Bu pütürlük ve nasırlar nasıl oldu?"
diye sormaktan kendini alamadı.
Hz. Muâz, elinin sertliği ile Hz. Peygamber'i rahatsız ettiğini zannetmişti. Özür
dilercesine, bu vaziyetinin sebebini açıklamaya başladı:
"Ey Allah'ın Resûlü!" dedi. "Ben çoluk çocuğumun rızkını kazanmak
ve nafakasını te'min etmek için uğraşıyorum. Ellerimden destere, keser, kazma,
kürek, çekiç hiç düşmüyor. Bu yüzden ellerimin yumuşaklığı gitti, bu şekilde sertleşip
nasırlaştı."
Bu söz üzerine âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili peygamberimiz, Muâz Hazretlerinin
alnını (bir rivâyette ellerini tutarak avuç içlerini) öptü ve:
"Bu ellere ateş temas etmez. Âhirette Cehennem ateşi dokunmaz" buyurdu.
Bu hâdise, helâl rızık peşinde koşan, ailesinin nafakasını te'min için çabalayan
Müslüman işçilere büyük bir müjdeyi ifade etmektedir.
Bu büyük müjdeye nail olmanın tek şartı: Allah'ın emirlerini tutmak, farz ibâdetleri
yapmak ve yasakladığı şeylerden de kaçmaktır. Bu takdirde, yapılan dünyevî işler
Allah'ın rızâsına uygun olur, ibâdet sevâbını kazandırır.
Helâl rızık ve ailesinin geçimini te'min için çalışmanın Allah yanında ne derece
makbûl bir ibâdet olduğuna şu hadîs-i şerîf de işâret eder:
"Günahlar içinde bâzı günahlar vardır ki onlara ne namaz, ne oruç, ne hac,
ne de umre keffaret olabilir. Onlara yalnızca maişetini te'min için çekilen sıkıntılar,
katlanılan zorluklar keffaret olur." (Mehmed Dikmen, İslâm'da Fazilet Yarışı)
* * *
Namazı Terketmenin Zararları Nelerdir?
Namaz kılmayı terkeden kimse yukarıda saydığımız fayda ve menfaatleri kaybetmekle
beraber, dünya ve âhirette büyük bir zarar ve hüsrâna da uğrar.
Bir hadîs-i şerîfin beyanına göre âhirette kulun ilk bakılacak ameli, namazı olacaktır.
Eğer namazları tamam olursa o kulun hesabı kolay görülecek, bâzı günah ve kusurları
da af ve müsamaha ile karşılanacaktır. Namazında bir noksanlık olduğu takdirde
ise hesabı çetin ve ince olacaktır. Bu şekilde ince bir hesaba çekiliş ise, insanı
helâke götürecektir.
Bu sebeble şuurlu dindarlar, namazlarını mümkün mertebe eksiksiz yerine getirmeye
çalışırlar. Şayet kılamadıkları namazları var ise, onları da geciktirmeden kaza
etmeye, böylece namaz borcundan kurtulmuş olarak Allah huzuruna çıkmaya gayret
gösterirler.
"Tenbîhü'l-Gâfilîn" adındaki kitabda namaz kılmamanın zararlarını beyan
sadedinde şöyle bir mânevî temsil rivâyet edilir:
"Hasîs ve şerîr bir adam bir gün Şeytanla karşılaşır ve ona sorar:
"Ey İblis, ben de senin gibi olmak istiyorum, ne yapayım?"
İblis şu karşılığı verir:
"Kimse şimdiye kadar bana imrenip de benim gibi olmayı arzulamadı. Eğer benim
gibi olmayı ille de aklına koydu isen, iki şey'i terkedeceksin; bu, İblis gibi
olmana yetecektir. Terkedeceğin şeylerden biri namaz; diğeri de doğru yemindir."
Rivâyette vardır ki, sokakları dolaşan meleklerle şeytanlar evlerin kapısına gelip
iddiaya tutuşurlar. Melekler derler ki:
"Bu eve biz gireceğiz. Şeytanların işi yoktur."
Şeytanlar derler ki:
"Bu eve biz gireceğiz, meleklerin işi yoktur."
Münakaşa devam ederken ezan okunur, münakaşa da durur. Zira ezanla birlikte evde
namaz hazırlığı görünürse şeytanlar ümidi keser, evden içeri melekler girer. Namaz
hazırlığı görülmez, evde namaz kılan bulunmazsa, şeytanlar ümidlenir, melekler
oradan çekilirler.
Onun için eskiler derler ki:
"Namaz kılınmayan ev, şeytan uğrağı; namaz kılınan ev ise, melek yuvasıdır."
Namazı Terkedenlerin İleri Sürdükleri Bâzı Bahâneler:
Maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî pek çok faydaları bulunan namaz gibi ulvî bir
ibâdet ve küllî bir hayıra, bâzı Müslümanların bir takım bahâneler ileri sürerek
yaklaşmadıkları, ihmâl ve lâkayıtlık gösterdikleri görülmektedir.
İleri sürülen başlıca sebeb ve bahâneler şunlardır:
1 - Namazın, sadece ihtiyarlayınca yapılacak bir vazife olduğu; gençliğin dünyaya
çalışmak, ihtiyarlığın ise âhirete yönelmek çağı bulunduğu düşüncesi,
2 - Dünyevî meşguliyetlerin çokluğunun namaza vakit bırakmadığı fikri,
3 - Günde 5 vakit namaz kılmanın, bitmediğinden insana usanç ve bıkkınlık vereceği
anlayışı..
Aslında bu fikir ve düşünceler, sağlam bir temele dayanmayan, sadece ve sadece
nefsin tenbelliğinden ve Şeytan'ın telkin ve vesveselerinden ileri gelen esassız
bahanelerdir. Şimdi, bu bahaneleri sıra ile ele alalım:
1 - Namazın ihtiyarlıkta yapılacak bir meşguliyet olarak görülmesi, insanları
namaz kılmaktan alıkoyan yaygın bir düşüncedir, fakat son derece yanlıştır. Zira
her şeyden önce namaz, çocukluktan çıkıp erginlik çağına girdiği andan itibaren,
ölünceye kadar insan üzerine farzdır. Bu farziyetin gençlik, orta yaşlılık ve
ihtiyarlık halleriyle bir ilgisi yoktur. Kılınmayan her vakit namazı, kulun boynunda
borç olarak kalır. Âhirette azâba çarpılmamak için, ölmeden evvel bu borçtan kurtulmak,
kılınamayan namazları kaza etmek şarttır.
Gençliğinde namaz kılmayıp ihtiyarlığında kılmaya başlayan kimsenin, pek çok namaz
yükü, ibâdet borcu bulunuyor demektir. İhtiyar hâlinde bütün o borçları kaza etmeye
ne derece muvaffak olacağı ise şübhelidir. Kazâ etse bile, yine de tamamen kurtulmuş
olmayacak; namazlarını vaktinde kılmamanın mes'uliyetini üzerinde taşımaya devam
edecektir.
Demek namaza ihtiyarlıkta başlamak düşüncesi, nefsin bir oyunundan, Şeytan'ın
bir hilesinden başka bir şey değildir..
Diğer taraftan insanın ihtiyarlık vaktine kadar yaşayacağına dair elinde hiçbir
garantisi de yoktur. Her vakit ölüm gelip kapısını çalabilir, hayatını sona erdirebilir.
İnsanın yarına bile sağ çıkacağına dair, hiçbir senedi, güvencesi bulunmamaktadır.
Binaenaleyh, namazları ihtiyarlayınca kılma düşüncesi, bu bakımdan da boş bir
hayal, temelsiz bir fikirdir. Kaldı ki gençlikte kılınan namazlar ile ihtiyarlıkta
kılınanlar, hiçbir zaman bir olmaz. İnsanın bütün duygu ve hisleri ile dünyaya
bağlı olduğu gençlik yıllarında nefsiyle mücadele ederek yaptığı ibâdetler, Allah
katında son derece kıymetli ve değerlidir. İhtiyarlık halinde ise, insanın dünyaya
meyli zaten kalmamış, ölümü daha yakından hissetmeye başlamıştır. Denebilir ki,
nefsi bile artık namaz ve ibadete razı olur duruma girmiştir. Böyle bir psikolojik
hâl içinde yapılan ibâdet, elbette gençken, nefsin kötü his ve duyguları ile mücadele
ederek yapılan ibâdete denk olamaz. Bunun içindir ki Peygamberimiz, genç iken
yapılan ibâdetin ihtiyarlıkta yapılandan daha makbûl olduğuna, bir hadîs-i şerîflerinde
işaret buyurmuşlardır.
Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak
gençlik hevesatına esîr olmayıp gaflette boğulmayandır."
Görüldüğü gibi gençlerin de ihtiyarlar gibi ölümü düşünüp âhiretlerine ciddî çalışmaları,
namaz ve diğer ibâdetleri eksiksiz yerine getirmeleri gerekmektedir.
2. Dünya meşguliyetlerinin çokluğunun ise, namaz kılmaya mâni olucu tarafı yoktur.
Zira Cenâb-ı Hak her gün bize 24 saatlik bir hayatı vermiştir. Bizden buna mukabil
bir saatlik bir zamanı, kendine ibâdet için istemektedir. Evet, beş vakit namaz,
abdestler de dahil, insanın en fazla bir saatini işgal eder. Yirmi dört saatin
23 saatini dünyaya sarfederken, bir saatini de, yine kendimizin hem dünya, hem
de âhiret saadetimize vesile olan namazın edâsı için harcamamak hangi mantık ve
hangi akılla bağdaşabilir? En basit, boş ve mâlâyâni ihtiyaçlara vakit ayrılırken
böyle en ulvî bir ibadeti yapmamaya "zamanın yokluğunu" gerekçe göstermek,
ancak ve ancak nefis ve şeytanın telkinlerine boyun eğmektir.
3. Namazın, her gün tekrarlandığından bıktırıcı ve usandırıcı olduğu düşüncesine
gelince, bu da nefsin tenbelliğinin bir bahanesidir. Zira her gün yemek yiyip
su içen insan, bunların tekrarından usanmıyor, bil'akis lezzet duyuyor. Binaenaleyh
ruhun gıdası, kalbin âb-ı hâyâtı olan namazın tekrarından da, ruhu ölmemiş, kalbi
sönmemiş bir insanın usanması söz konusu olamaz.
Şeytan bu kabil menfî telkinleri daha çok namaza yeni başlama durumunda olanlara
yapmaktadır. Namaza devam edip onun mânevî feyiz ve bereketine mazhar olanlar,
bu gibi bahanelerin yersizliğini zâten idrâk etmişlerdir.
Meşhurdur, adamın biri oğluna:
"Evlâdım, kırk gün namaz kıl, bak, bir daha bırakabilecek misin?" demiş.
Oğlu da babasına:
"Baba, sen de kırk gün kılma, bak, bir daha başlayabilecek misin?" diye
cevab vermiş.
Demek ki, bu gibi esassız bahaneler, hep nefis ve şeytan'ın telkin ve desiselerinden
ibarettir. Nefisle devamlı mücadele ederek insanın bu telkinleri yenmesi gerektir.
Aksi takdirde bir su gibi elden akıp giden ömür sermayesi, bir rüzgâr gibi uçup
giden hayat nimeti; hüsranla ve imtihanı kaybetmiş olmanın ızdırabiyle neticelenir.
Kur'an'da birçok yerde kat'î emredilen namazı mutlaka edâ etmemiz, elde olmayan
sebeblerle kılamamışsak mutlaka kaza etmemiz gerektir. Böylece en mühim bir kulluk
borcumuzu ve insanlık vecibemizi yerine getirmiş, mânevî mes'uliyetten kurtulmuş
oluruz.
Cenâb-ı Hak hepimize bu küllî hayrı yerine getirmekte sebat, devam ve irâde kuvveti
versin. Âmin!..
OKUMA PARÇASI: GÜL BABA
Sultan II. Bâyezid, Sahilde gezintiye çıkmıştı. Denizin mavi sularına bakarak
ilerlerken bir aralık burnuna çok güzel kokular gelmeye başladı.
Yanındakilere:
- Bu güzel kokular nerden geliyor? diye sordu.
Paşalardan biri şu cevabı verdi:
- Devletlû Padişahım, İstanbul'un fethi sırasında yaralanarak gazi olan bir yiğit
vardı. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar.. Bugün kendisine Gül Baba denilmektedir.
Ağaçları, çiçekleri çok sever. Bütün bu gördüğünüz yamaçları güllerle, türlü türlü
çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular, işte o zâtın bahçesinden geliyor.."
Bu haber padişahın hoşuna gitmişti.
- Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim. Ayrıca, yaşına rağmen
yaptığı bu faydalı işten dolayı, kendisini taltif etmek de iyi olur" dedi.
Padişah ve yanındakiler, Gül Baba'nın kaldığı kulübeye doğru yürüdüler. Zaten
kulübe de birkaç yüz metre ilerde idi. Gül Baba onları ayakta karşıladı. Padişahla
aralarında şu konuşma geçti:
- Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri gül bahçesine çeviren yiğit
asker sen misin?"
- Siz öyle diyorsanız, öyledir Sultanım. Sizin iltifatınıza nâil olmak benim için
büyük bir şereftir."
Bu konuşmadan sonra, Padişah atından inip kulübeye girdi. Gül Baba'nın utana sıkıla
gösterdiği sakince bir minderin üzerine bağdaş kurup oturdu. Bir müddet istirahat
etti. Gül Baba'nın sunduğu şerbeti içtikten sonra, ona şöyle dedi:
- Dilersen seni saraya alayım, artık çalışma. Yaşlılık dönemini dinlenerek geçir.."
Padişahın bu teklifine, Gül Baba şu cevabı verdi:
- Sağolun Sultanım, ben burada oturmak, yine güllerle, çiçeklerle, ağaçlarla meşgul
olmak isterim. Bu meşguliyet benim için zahmet değil, büyük bir zevktir. Ama ille
de bana bir iyilik yapmak isterseniz, şu kulübenin bulunduğu yere benim hayrıma
bir mektep yaptırın, memleket evlâdı okusun, milletine faydalı insanlar olarak
yetişsin. Benim de amel defterime devamlı nurlar yağsın, sevablar yazılsın."
Padişah, Gül Baba'nın bu sözlerinden çok duygulandı. Onun bu yaştaki çalışma azmi
ve gayreti, hiçbir maddî menfaat gözetmeyen ihlâslı hâli çok hoşuna gitmişti.
- Gönlün rahat olsun, Gül Baba, dedi, dileğin en kısa zamanda yerine getirilecektir."
Yıl 1491 idi. Gül Babanın kulübesinin bulunduğu yere büyük bir bina yapıldı. O
günden itibaren bu bina, sırayla mektep, hastahane ve saray olarak kullanıldı.
Nihayet 1868'de tekrar mektep hâline getirildi. Cumhuriyet döneminde de adı Galatasaray
Lisesi olarak değiştirildi.
Gül Baba'nın kabri de mektebin hemen yanıbaşındadır.
Bu tarihî olay, îman ve ibâdet duygusunun insana yaşlılıkta bile verdiği çalışma
gayretini, insanlara ve gelecek nesillere faydalı olma azmini, en güzel şekilde
göstermektedir. (Mehmed Dikmen, İslâm'da Fazilet Yarışı)
* * *
NAMAZ VAKİTLERİ
"Namazlar en hayırlı vakitlere konuldu. Onun için, namazların arkasından
duâ ediniz."
Hadîs-i Şerîf
Namaz İçin Vaktin Önemi Nedir?
Farz namazlar, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere beş vakittir.
Vakit, namazın sıhhatinin en başta gelen şartıdır.
Vakit namazları, vakti girdikten itibaren, vaktin sonuna kadar edâ edilebilir.
Namazı vaktinde kılmanın büyük sevab ve mükâfatları vardır.
İbn-i Mes'ud Hazretleri, Resûl-i Ekrem'e (asm) Allah'ı en çok razı eden amelin
hangisi olduğunu sormuş, Resûlüllah Efendimiz de: "Vakti içinde kılınan namaz"
olduğunu ifâde etmişlerdir.
Vaktinde kılınan namazın da en faziletli ve sevablı olanı, namaz vakti girer girmez
kılınan, vaktin evvelinde edâ edilen namazdır. Hadîs-i şerîfte:
"Namaz vakti nerede girerse hemen kıl! Çünkü fazilet, vaktin evvelindedir"
buyurulmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise:
"Namazın ilk vakti, Allah'ın rızası(na); orta vakt(i) Allah'ın rahmeti(ne
vesile)dir. Son vakti ise, Allah'ın afvı(na vâbeste)dir" denilmektedir.
Vakti içinde kılınmayan namazlar kazaya kalmış olur, kulun uhdesinden sâkıt olmaz.
Kaza namazları her ne kadar kulu namaz borcundan kurtarır ise de, vaktinde kılınan
namazın verdiği feyiz ve kemâli, uhrevî fayda ve menfaati vermez.
Aslında farz namazların ciddî bir mâzeret olmadan vaktinde kılınmayıp sonraya
terki, sahibini mes'uliyet altına da sokar. Namazın sonradan kazâ edilmesi her
ne kadar namaz borcunu düşürürse de ibâdet vazifesinde ihmalkârlık ve kulluk görevini
zamanında yapmamak günahını ortadan kaldırmaz.
Namazlar Hangi Vakitlerde Kılınır?
1 -Sabah Namazının Vakti:
Sabah namazının başlangıcını fecir teşkil eder. Güneşin doğmasıyla da namaz vakti
sona ermiş olur.
Fecir, tan yerinin ağarmasına, yani, şafak beyazlığına denir. İki kısım fecir
vardır:
Yalancı fecir (fecr-i kâzib),
Gerçek fecir (fecr-i sâdık).
Yalancı fecir, güneşin doğduğu yönde, ufukta dikey olarak beliren bir beyazlıktır.
Arkasından karanlık gelir. Bu fecir, yalancı fecirdir. Sabah namazı vakti girmiş
sayılmaz. Oruç tutmak istiyen kimseler yemek yemeye devam edebilirler.
Gerçek fecir, yine güneşin doğduğu yerde, yanlara doğru açılan ve yayılan bir
beyazlıktır. Bu fecir gerçek fecirdir ve bununla sabah namazı vakti başlamış olur.
Gerçek fecir görüldüğü andan itibaren sahur yemeği yenilmez. Oruç başlamış sayılır.
2 - Öğle Namazının Vakti:
Öğle namazının vakti, güneşin zeval vaktinden itibaren başlar. Yani yeryüzündeki
bir cismin gölgesinin güneşli bir havada doğuya doğru uzamaya başlama ânı, öğlenin
başlangıç vaktidir.
Yere dikilen bir sopanın üzerine doğan güneş, sabahleyin batıya doğru bir gölge
bırakır. Ve bu gölge vakit ilerledikçe ve güneş yükseldikçe kısalmaya başlar.
En sonunda gölgenin kısalması bir süre için durur. Buna istiva vakti denir. Bu
esnada güneş, göğün tam ortasında bulunmaktadır. Daha sonra da gölge doğuya doğru
uzamaya başlar. Gölgenin doğuya doğru uzamaya başlama ânı, zeval vaktidir. Zeval
vakti ile birlikte, öğle vakti de girmiş olur.
İstiva vaktinde iken herşey'in gölgesinin kısalmasının durduğunu, zeval vakti
ile de doğuya doğru uzamaya başladığını söyledik. İşte cisimlerin zeval vaktinden
önceki bu sabit gölgesine fey'i zeval tabir edilir.
Öğle vaktinin bitiş zamanı hakkında iki rivayet vardır:
İmam-ı A'zam'a göre, öğle vakti, zevalden itibaren herşey'in gölgesi, fey'-i zevale
(zevalden önceki sâbit gölge uzunluğuna) ilâveten kendisinin iki misli oluncaya
kadar devam eder. Bu vakte asr-ı sânî tâbir edilir.
İmam-ı Muhammed ile İmam-ı Ebû Yûsuf'a ve diğer üç mezheb imamına göre ise, öğlenin
vakti; cismin gölgesi fey'-i zeval üzerine kendisinin bir misli ilâve olunca sona
erer. Buna da asr-ı avvel denir.
İhtiyat olarak öğle namazları asr-ı sânîye kadar geciktirilmemeli, ikindi namazları
da asr-ı sânîden önce kılınmamalıdır.
Cuma namazının vakti, öğlenin vaktidir.
3 - İkindi Namazının Vakti:
İkindinin vakti, yukarıda geçen iki görüşe göre öğle vaktinin çıkmasından itibaren,
güneşin batacağı zamana kadardır.
4 - Akşam Namazının Vakti:
Güneşin batışından itibaren ufukta beliren kızıllığın kaybolmasına kadar devam
eden vakittir. (Bu, İmameyn'e göredir).
Diğer bir görüşe göre de, güneşin batışından sonra ortaya çıkan kızıllığın gidip,
onu tâkiben beliren beyazlığın kaybolması zamanına kadar devam eder. (İmam-ı A'zam'a
göre..).
5 - Yatsı Namazının Vakti:
Yatsının vakti, akşam vakti sona erdikten itibaren gerçek fecrin doğuşuna kadar
sürer.
Vitir Namazının Vakti:
"Cenâb-ı Hak size bir namaz ziyade etmiştir ki o da vitirdir. Onu yatsı namazından
sonra, fecir vaktine kadar kılınız" hadîs-i şerîfine göre, vitir namazının
vakti yatsı vaktidir.
Vitir namazı, İmam-ı A'zam'a göre vâcib, İmameyn'e göre ise, yatsının farzına
tâbi bir sünnettir.
Her iki görüş de vitr'in yatsıdan sonra kılınmasını zarurî kılar; önce kılınması
câiz olmaz.
Teravih Namazının Vakti:
Yatsı namazını kıldıktan sonra, gerçek fecir doğuncaya kadar devam eder. Vitir
namazından önce kılındığı gibi, sonra da kılınabilir. Yatsı namazından önce kılınması
ise sahih değildir.
Ramazan gecesi camiye teravih namazı kılınırken yetişen kimse önce yatsının farzını
kılıp ondan sonra teravih için imama uymalıdır.
Bayram Namazının Vakti:
Güneşin doğuşundan itibaren 45 - 50 dakika geçtikten sonra, yani kerahet vakti
çıktıktan sonra başlar ve güneşin istiva vaktine kadar sürer.
Vaktinde kılınmayan teravih ve bayram namazlarının kazası yoktur.
Namazı Hergün 5 Vakit Kılmaktaki Hikmetler Nelerdir?
İnsan sabahleyin âdeta yeni bir hayat bulmuş, geçimini te'mîn edecek faaliyetlere
başlamak için gerekli vücud zindeliğine kavuşmuş haldedir. Bu canlılık ve zindeliği
veren ve onu rızkını te'mîn çabalarında muvaffak edecek olan ise, ancak Allah
Teâlâ'dır. Binaenaleyh, verdiği sıhhat nimetine şükür ve dünyevî çabalarda yardımını
celb için, insan sabah namazını kılmakla mükellef tutulmuştur.
İnsan sabahtan akşama kadar Allah'ın verdiği hayat, sıhhat, akıl nimetlerinden
faydalanmaktadır. Bu nimetler sayesinde dünyevî işlerinde başarı ve muvaffakıyet
sağlamaktadır. İşte nâil olduğu bu muvaffakıyete şükretmek ve bu faaliyetlerin
ruhu gaflet ve kasâvet içinde bırakmasına mâni olmak için de, öğle ve ikindi namazları
farz kılınmıştır.
Akşamın yaklaşması ile nihayet bulmaya yüz tutan bir günlük faaliyet ve çabanın,
ruhanî bir ibadetle sona erdirilmesi, o gün elde edilen kazanç ve kârlara bir
şükran ifadesi olacağından, akşam namazı farz kılınmıştır.
İnsan daha sonra uyku âlemine girecektir. Bir bakıma ölüm nümûnesi olan ve bir
bakıma da huzur ve istirahat devresi sayılan bu âleme varmadan önce o günkü hayata
kudsî bir ibâdetle son vermek, o âleme ilâhî bir zevk ve ruhanî bir intibahla
intikal etmek, Allah'ın af ve mağfiretine ilticada bulunmak, bir hüsn-i hâtime
nişânesi olacağından, bunun için de yatsı namazı kılınmaktadır.
Diğer tarafdan: Gerek insanın ve gerek etrafındaki varlıkların hayatında doğma,
büyüme, duraklama, ihtiyarlama, sonra da ölüp gitme gibi 5 ayrı safha tecellî
etmektedir.
İşte bu safhalara mukabil olmak ve insanın maddî varlığı ile mânevî varlığı ve
çalışması arasında güzel bir muvazene kurabilmek için Hâlikımız günde 5 vakit
namazı bizlere emretmiştir. Böyle mukaddes, maddî ve içine alan faydaları muhtevî
bir ibâdetle mükellef olduğumuzdan O'na ne kadar şükretsek azdır.
Namazın 5 vakte tahsisindeki hikmetler, sadece bu söylediklerimizden ibaret değildir.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu izahları da konuya açıklık getirici mahiyettedir:
"Nasıl ki haftalık bir saatin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan
milleri, birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmünü alırlar.
Öyle de; Cenâb-ı Hakk'ın bir saat-ı kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın sâniyesi hükmünde
olan gece ve gündüz deverânı. Ve dakikaları sayan seneler.. Ve saatleri sayan
tabakat-i ömr-i insan. Ve günleri sayan edvâr-ı ömr-i âlem, birbirine bakarlar,
birbirinin misâlidirler. Ve birbirinin hükmündedirler. Ve birbirini hatırlatırlar.
Meselâ:
Fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü
âvânına, hem Semâvat ve Arz'ın 6 gün hilkatinden birinci güne benzer ve hatırlatır.
Ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtâr eder.
Zuhr (Öğle) zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline hem ömr-i
dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder. Ve onlardaki tecelliyat-ı
rahmeti ve füyûzât-ı nimeti hatırlatır.
Asr (İkindi) zamanı ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem Âhirzaman
Peygamberinin (Aleyhissalâtü vesselâm) Asr-ı saâdetine benzer. Ve onlardaki şuûnat-ı
İlâhiyeyi ve in'âmât-ı Rahmâniyeyi ihtâr eder.
Mağrib (Akşam) zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pek çok mahlûkatın gurubunu,
hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyâmet iptidasındaki harâbiyetini ihtâr ile
tecelliyât-ı Celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır. İkaz eder..
İşâ (Yatsı) vakti ise, âlem-i zulümât, nehâr âleminin bütün âsarını siyah kefeni
ile setretmesini, hem, kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem
vefat etmiş insanın bakiye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini,
hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhâr-ı
Zülcelâlin celâlli tasarrufatını ilân eder.
Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem Âlem-i Berzah'ı ifhâm ile ruh-u beşer,
Rahmet-i Rahmâna ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd
ise kabir gecesinde ve Berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu
bildirir. İkaz eder. Ve bütün bu inkılâbat içinde Cenâb-ı Mün'ım-i Hakikî'nin
nihayetsiz nimetlerini ihtar ile ne derece hamd ve senâya müstehak olduğunu ilân
eder.
İkinci sabah ise, Sabah-ı Haşr'i ihtâr eder. Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın
baharı, ne kadar mâkul ve lâzım ve kat'î ise, Haşrin sabahı da, Berzah'ın baharı
da, o kat'iyettedir.
Demek, bu beş vaktin herbiri bir mühim inkılâb başında olduğu ve büyük inkılâbları
ihtâr ettiği gibi; Kudret-i Samedaniyenin tasarrufat-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle,
hem senevî hem asrî, hem dehrî kudretin mu'cizâtını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır.
Demek, asıl vazife-i fıtrat ve esas ubûdiyet ve kat'î borç olan farz namaz, şu
vakitlerde lâyıktır ve ensebdir. (Bediüzzaman, Sözler'den).
OKUMA PARÇASI: MÜSLÜMAN SAATİ
"İstanbul'u yenileştiren ve yerlilerini şaşırtan istilâların en gizlisi ve
te'sirlisi, yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. "Saat"dan kasdımız,
zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız,
düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden, ırktan ve an'aneden hayat alan
bir zevkımız olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de "saatlerimiz ve "gün"lerimiz
vardı. Müslüman gününün başlangıcını, şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları
tayin ederdi. Madenden eski kapaklar altında saklı tutulan eski mâsum saatlerin
yelkovanları, yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle
az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini
zamandan, aşağı yukarı bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve
saatler, orada açan, kâh sağa, kâh sola meyleden, güneşten rengârenk çiçeklerdi.
Yabancı saat alışkanlığından evvel, bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla
simsiyah olan ve sırtı, vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol
boyalı, büyük bir canavar hâlinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına
kadar uzanan yirmi dört saatlik "gün" tanınmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta
biten, oniki saatlik kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı.
Müslümanın mes'ud olduğu günler, işte bu günlerdi. Şerefli günlerin vak'alarını
bu saatlerle ölçtüler. Gerçi astronomi hesaplarına göre bu saat iptidaî ve hatâlı
bir saatti. Fakat bu saat, hâtıraların kudsî saatiydi.
Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabûlü ve alaturka saatin geri safa
düşüp camilere, türbelere ve muvakkıthanelere bırakılmış battal bir "eski
saat" hâline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir te'sire sâhip
olmamış değildir.
Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz,
kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi.
Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan, geniş, kayıdsız dostlardır. Gelen
yabancılar ise, hayatımızı bozup, onu meçhul bir düstûra göre yeniden tanzim ettiler.
Ve ruhlarımız için çok tanınmaz bir hâle getirdiler.
* * *
Yeni "ölçü" bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst
ederek, eski "gün"ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak
saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni "gün" meydana
getirdi.
Bu, Müslümanın eski mes'ud günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve kâtilleri
çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan
büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü. Unutulan eski saatler içinde
eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat, akşamın onikisidir. Artık "on
iki" solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara
hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin
kurulduğu ve yarasaların mahzenlerinden çıkıp uçuştuğu o te'sirli ve titrek saat
değildir. Akşam telâkkisinden koparak, kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının
karanlığında mevcud olmayan bir zaman bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz
ve şaşkın bir noktadır.
Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve şa'şaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi
dört saatlik yabancı "gün"ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden
uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin
ahmak gözleriyle, ızdırap çekenlerin şişkin kapaklar içinde bakan kırmızı ve perişan
gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin pırıltıları, yeniden boyuna geçirilecek
olan hayat ipinin kanlı ilmiğini aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecrin saati,
Müslüman için, rü'yâsız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibâdet, neş'e ve ümîdin başlangıcıdır.
Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellîlerindendir.
Kubbe ve minareleri o alaca saatta görmemiş olan gözler, taşa en İlâhî mânâyı
veren o akılları hayrette bırakan mimarîyi anlamış değillerdir.
Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır
ve İslâm ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbedler
içinde, güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel
görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat! Eski "saat"le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız
için fecir artık gecedir. Ve bir çoklarımızı güneş, yeni ve acaip bir uykunun
ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış,
kıvranırken buluyor.
Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş,
kin, arzu, hırs ve hased sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz.
Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi
Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için
gece olan saatleri gündüz, gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde
yolunu şaşıranlar gibi, biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz." (Ahmed
Hâşim)
* * *
KERAHET VAKİTLERİ
Kerahet Vakti Nedir?
İçinde namaz kılınması mekruh olan vakitlere fıkıh kitablarında kerâhet vakitleri
tabir edilir.
İki türlü kerahet vakti vardır:
1 - Farz olsun, nafile olsun her türlü namazın kılınması mekruh olan vakitler.
2 - Sadece nafile kılmak mekruh olup diğer namazların câiz olduğu vakitler.
Farz - Nafile Bütün Namazların Kılınmasının Mekruh Olduğu Vakitler
Hangileridir?
Bu vakitler üçtür:
1 - Güneşin doğuşundan itibaren ışınları gözleri kamaştırır hâle gelinceye kadarki
sabah vakti, kerahet zamanıdır. Bu vakit, güneşin doğuşundan sonraki takriben
45-50 dakikalık bir zamandır.
2 - İkinci kerahet vakti, istiva vakti ile zeval vakti arasıdır. Yani güneşin
göğün tam ortasına dikilmesi ânından Batı tarafına doğru açılmaya başladığı âna
kadar geçen süredir.
3 - İkindiden sonra, güneşin sarararak göz kamaştırmaz duruma geldiği andan başlayıp
güneş batıncaya kadar süren vakit de kerahet vaktidir.
Demek oluyor ki ikindi namazını güneş ışınlarının sararmakta olduğu sıralara kadar
geciktirmemeli, kerahet vaktine bırakmamalıdır.
* İkindi namazı kerahet vaktine kadar geciktirilmişse, namaz kazaya bırakılmaz,
sünneti terkedilerek sadece farzı kılınır. Hattâ güneş batmadan evvel iftitah
tekbiri alınarak ikindinin farzına durulsa, namazda iken güneş batsa, bu bile
sahih olur. Namaz kazaya kalmış olmaz, vaktinde edâ edilmiş sayılır. Bu ikindi
namazına has bir durumdur.
* Bu üç vaktin kerahet vakti olma hikmeti, ateşperestlerin ibâdet zamanı olmasıdır.
* Bu üç vakitte salâvat getirmek, dua ve tesbihte bulunmak, Kur'an okumaktan efdaldir.
Sadece Nâfile Kılınması Mekrûh Olan Vakitler Hangileridir?
Yukarıda saydığımız üç vaktin hâricinde sadece nâfile namazları kılmanın mekruh
olduğu dokuz vakit daha vardır:
1 - İmsâkten itibaren sabah namazını kılmadan önce nafile namaz kılmak mekruhtur.
Bu arada sadece sabah namazının iki rek'at sünneti kılınır, başka nâfile kılınmaz.
2 - Sabah namazının farzını kıldıktan sonra, güneş doğuncaya kadar olan süre içinde
de nafile namaz kılınmaz. Hattâ farz kılındıktan sonra sabahın sünneti bile kılınamaz.
3 - İkindinin farzını kıldıktan sonra,
4 -Akşamın farzından önce,
5 - Cuma ve bayram hutbeleri okunurken
6 - Cuma günü namaz için kamet getirilirken de nâfile kılınmaz.
7 - Bayram namazından önce, ne evde, ne de camide nâfile namaz kılmak mekruhtur.
8 -Bayram namazından sonra mescidde nâfile namaz kılınamaz. Ancak evde kılınabilir.
9 - Farz namazına başlanınca da nâfile kılmak mekruh olur. Ancak cemaati kaçırmak
korkusu yoksa, sabahın sünneti kılınabilir.
MÜSTEHAB VAKİTLER
Vakit namazlarını, vaktin evvelinde kılmanın daha faziletli ve sevablı olduğunu,
daha önce belirtmiştik.
Bununla beraber, Resûlüllah'ın sünnetinde, bâzı namazların mevsim, iklim, v.s.
gibi bâzı değişik durumlar nazara alınarak, vaktin evvelinden geciktirilerek kılınması
daha faziletli sayılmıştır.
Vakit namazlarını kılmanın daha faziletli ve sevablı sayıldığı bu gibi zamanlara,
fıkıhta Müstehab Vakitler tâbir edilir.
Cemaat olmak gibi, müstehab vakitlerde namaz kılmak da sadece erkeklerin riayet
edecekleri bir fazilettir. Kadınlara müstehab olan ise, namazlarını evlerinde,
erkekler camide cemaat ile kıldıktan sonra kılmaktır. Yalnız sabah namazını, erkeklerin
cemaati bitirmelerini beklemeden erkence kılabilirler.
Şimdi sırasıyla vakit namazlarının müstehab olan vakitlerini görelim:
Sabah Namazının Müstehab Vakti:
Erkekler için sabah namazında ortalığın biraz ağarmasını beklemek müstehabdır.
Buna isfar denilir.
Sabah namazını gecikirme süresinde ölçü şudur: Namaz kılarken abdest bozulduğu
takdirde yeniden abdest alıp güneş doğmadan rahat bir şekilde namazı kılabilecek
kadar vakit olmalıdır. Buna göre, sabah namazı, güneşin doğmasına 15 - 20 dakika
kalıncaya kadar kılınmalıdır.
Peygamber Efendimiz, "Sabahı ağartınız. Çünkü bunun sevabı daha büyüktür"
buyurarak isfarı teşvik etmiştir.
Vaktin ağarmasını beklemenin, başta cemaatın daha çok gelmesini ve daha çok kimsenin
cemaata yetişmesini sağlamak bakımından faydası vardır. Ayrıca birçok sevab ve
faziletlere kavuşmak da isfar sayesinde müyesser olur.
Bir hadîs-i şerîf'te, "Sabah namazını kıldıktan sonra, güneş doğuncaya kadar
namazgâhın üzerinde bekleyen (tesbih ve zikir ile meşgul olan) kimse, 4 esîri
esaretten kurtarmış gibi sevab alır" buyrulmuştur.
Gerek bu gibi faziletli amellere nâil olunması gerekse sabah namazına daha çok
cemaatin gelmesinin te'min edilmesi bakımından sabah namazının geciktirilmesinde
maslahat vardır.
Sabah namazını isfar etmek, Hanefîde, -seferde, hazarda, yazın ve kışın, tek başına
veya cemaatla- her hâl ü kârda müstehabdır.
* Şâfiîler ise, sabah namazının erkenden, henüz ortalık karanlık iken kılınmasının
daha faziletli olacağı kanaatindedirler. Namazı ortalık ağarmadan, karanlıkta
kılmaya tağlis denir.
Hanefîler tağlisi, sadece Müzdelife'de bulunan hacıların kıldıkları Kurban Bayramının
ilk gününün sabah namazında müstehab görürler.
Öğle Namazının Müstehab Vakti:
Yazları öğle namazını sıcak-soğuk her memlekette biraz te'hir edip serin vakte
bırakmak müstehabdır. Hadîs'te, "Öğle'yi biraz soğutun. Çünkü öğle sıcağı
Cehennem'den bir yalımdır" buyrulmuştur.
Kış, bahar ve güz mevsimlerinde ise, öğleyi vaktin evvelinde kılmak müstehabdır..
Zira Peygamber Efendimiz, serin ve soğuk mevsimlerde öğleyi daima erken kılarlardı.
İkindi Namazının Müstehab Vakti:
İkindi namazını, kışın ve yazın güneşin rengi değişmiş olmayacak kadar te'hir
etmek müstehabdır.. Resûlüllah Efendimiz, güneş ak ve berrak oldukça ikindiyi
te'hir ederlerdi.
Akşam Namazının Müstehab Vakti:
Akşam namazını, yaz ve kış her mevsimde acele kılmak müstehabdır.
Hastalık, yolculuk gibi mâzeretlerle veyâ yemeğin hazır olması gibi bir durum
sebebiyle azıcık geciktirmeler câizdir. Fakat fazla te'hiri câiz olmaz.
Yatsı Namazının Müstehab Vakti:
Yatsı namazlarını gecenin ilk üçte birine veya yarısına kadar te'hir etmek müstehabdır.
Yatsı namazının geç kılınmasına dair pek çok haberler gelmiştir.
Bir hadîs-i şerîf'te, "Ümmetime meşakkat olmasa, yatsıyı gecenin üçte birine
veya yarısına te'hir ederdim" buyrulmuştur.
Yatsının en son gece yarısına kadar te'hiri müstehab, daha sonraya bırakılması
ise, mekruhtur.
Resûlüllah Efendimiz, yatsıyı te'hir etmeyi severdi. Yatsıyı kılmadan yatıp uyumayı,
uyanamayıp namazı kaçırma tehlikesi sebebiyle kerih görürlerdi. Yatsıyı kıldıktan
sonra da dünyevî sohbete ve söze rağbet etmezler, "Yatsıdan sonra oturup
boş ve faydasız konuşma yoktur" buyururlardı.
Resûlüllah Efendimizin ümmetini yatsı namazını kıldıktan sonra dünyevî boş söz
ve lâkırdılardan men'etmesinin hikmeti; mü'minlerin amel defterlerini ibâdetle
kapayıp o günü hüsn-i hâtimeye mazhar olarak hayırlı bir şekilde sona erdirmelerini
te'min içindir.
Ancak namazdan sonra zikir ve evrad okunur, dinî ve imanî sohbetler yapılırsa,
bu tür konuşmalar hadîste men'edilen gece konuşmaları sınıfına girmez. Amel defterinin
hayırlı bir amel ile kapanmasına da bir mâni teşkil etmez.
Yatsının geciktirmeli olarak kılınmasının müstehab oluşu, kış geceleri içindir.
Çünkü kış geceleri uzundur.
Yazın ise, geceler kısa olduğundan, cemaatin azalmaması için, yatsının ilk vaktinde
kılınması müstehabdır.
Vitir namazını gece uyanacağına güvenenler için, uykudan önce kılmayıp gecenin
sonlarına doğru te'hir etmek müstehabdır.
Hadîs-i şerîf'te, "Gecenin sonunda kalkabilecek olanlar, vitri kılmayıp te'hir
etsinler. Çünkü gece namazında melekler hâzır olurlar. Uyuduktan sonra kalkamayacak
olanlar ise, yatsının akabinde hemen kılsınlar" buyurulmuştur.
Gece kalkıp nâfile kılmayı âdet edinenler vitri te'hir etmelidirler. Böylece daha
efdaline ulaşırlar.
OKUMA PARÇASI: MELEKLERE İMAM OLAN ZAT
Kûfeli Arfece, gündüz beş vaktinin yanına beş daha katmakla kalmaz, gecenin büyük
bir kısmını da ibâdetle geçirmeye devam ederdi.
Bir gece yatsıdan sonra ziyaretçiler geldiler Arfece ise o saatte ziyaretçi kabûl
etmezdi. Meşgul olduğunu, boş vaktinde gelmelerini söylerdi. Ne var ki, annesi
bu defa ziyaretçilerin boş çevrilmesine razı olmadı, oğlunun izni olmadan ziyaretçileri
içeri alıp, gece yarısına kadar sohbet etmelerine sebeb oldu.
Gece yarısından sonra giden ziyaretçileri müteâkip uykuya yatan Arfece'nin annesi,
gördüğü rü'yasını sabah şöyle anlattı:
- Rü'yamda büyük bir cemaatla karşılaştım. Dizilmişler, bana şöyle sitem ediyorlardı:
"Arfece'nin annesi! Bizim imamımıza niçin mâni oldun, bizi gece yarılarına
kadar ibâdetten niçin men'edip imamsız bıraktın?"
Anlaşılan, Arfece gece namazı kılarken melekler de gelip ona uyar, cemaat olurlarmış.
O gece imamlarının sohbetle meşgul olduğunu görünce buna sebeb olan anneye sitem
etmiş, imamlarını niçin meşgul ettiğini sormuşlardı.
Bundan dolayıdır ki, gece namazlarını tek başına kılan kimse, isterse imam gibi
sesli okuyarak kılar. Umulur ki, melekler ona uyup cemaatını teşkil ederler.
Nitekim ashabdan birçok zat, çölde namaz kılarken sahra dolusu meleğe imamlık
etmiş, kuşlar gibi uçup gelen ruhanîler, tek başına sesli ibadet eden o muhterem
zâtlara cemaat olmuşlardır.
Hâtıra gelen odur ki, insan meleklerin imamlığa kabûl edeceği şekilde günahtan
uzak olmalı, yalnız kıldığı namazlarda bu mânâyı daima hatırda tutmalıdır. (Ahmed
Şahin, Onlar Böyleydi)
* * *
İKİ VAKTİN NAMAZINI BİRLEŞTİREREK KILMA
(CEM'-İ SALÂTEYN)
"Namaz mü'minlere vakitli olarak farz kılındı" âyet-i celîlesi gereğince,
her namazın vaktinde kılınması farz-ı ayındır. Bu sebeble iki vakit namazını bir
vakit içinde kılmak (ki fıkıhta buna Cem'-i Salâteyn denir) Hanefî mezhebine göre
câiz olmaz. Zira, iki vakti bir arada kılmak, ya birini vakti girmeden kılmak
(takdim) veya vakti çıktıktan sonra kılmak (te'hir) yoluyla olur. İkisi de sahih
değildir. Vakti girmeden namaz kılınmaz. Namazı vaktinden sonraya bırakmak da
câiz değildir. Edâ yerine geçmez.
Bu kaidenin yalnızca hacılara has olmak üzere iki istisnası vardır.
Biri, Arafat'da takdim cem'i,
Diğeri, Müzdelife'de te'hir cem'i.
Çünkü Peygamber Efendimiz buralarda namazlarını iki vakti birleştirerek kılmışlardır.
Arefe günü Arafat'da ikindi olmadan öğlenin farzından sonra ikindi namazı kılınır.
Büyük bir cemaatla imamın arkasında kılınan bu namaz için, tek ezan ve biri öğle,
diğeri ikindi için olmak üzere iki kamet okunur. İki namaz arası böylece ayrılmış
olur. Arada nâfile ve sünnet namazları da kılınmaz.
Bu namazı büyük cemaatle, imam arkasında kılmak zarureti İmam-ı A'zam'a göredir.
İmameyn, hacının tek başına da cem' yapabileceği görüşündedir.
Müzdelife'de ise, o günün akşam namazı yatsı namazı ile birlikte yatsı vaktinde,
tek ezan ve tek kametle kılınır. Burada her iki namazın vakti de girmiş olduğundan
ikinci namaza başlandığını bildirmek için ikinci kamete ihtiyaç görülmemiştir.
İmam-ı Şâfiî'ye göre, yolculukta öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını
hem takdim, hem de te'hir suretiyle birlikte kılmak câizdir.
KUTUPLARDA VE VAKTİ OLMAYAN YERLERDE NAMAZ
Kutuplarda ve Vakti Olmayan yerlerde Namaz
Dünyamızın her tarafında gece ve gündüz süresi, 24 saat olarak cereyan etmektedir.
Yeryüzünde, gece ve gündüzlerin aylarca, haftalarca sürdüğü kutup mıntıkaları
yanısıra, güneşin batıp ardından hemen doğduğu, yani, gecenin hiç bulunmadığı
bölgeler de vardır. Buralarda oturanlar her gün 5 vakit namazlarını nasıl kılacaklardır.
Oruçlarını nasıl tutacaklardır.
Bu gibi yerlerde namaz kılma mes'elesinde biri fetvâ, diğeri ihtiyat ve takvâ
diyebileceğimiz iki görüş vardır.
Birinci görüşe göre: Namazın sıhhati için vakit şarttır. Vakit girmedikçe, namaz
mükellefiyeti tahakkuk etmez. Çünkü fıkıh usûlünün umumî kaidesine göre: "Namazın
sebebi vaktin girmesidir. Vakit girmeyince, sebeb yoktur. Sebeb olmayınca da müsebbeb
(namaz) olmaz."
Bu hükümden dolayı, kutuplarda ve diğer anormal vakitli yerlerde yaşayan kimseler,
hangi vakte rastlarlarsa o vakit namazını kılarlar. Tahakkuk etmeyen vakit namazını
kılmak zorunda değildirler. Kılmadıkları için hiçbir mes'uliyetleri de yoktur.
Bu, tıpkı, ayakları kesik bir kimseden, abdestte ayaklarını yıkama mecburiyetinin
ortadan kalkması gibidir. Vakti olmayan namaz da mükelleflerin omuzlarından düşer.
2. Görüş: Kutuplar gibi gece-gündüzlerin anormal uzunlukta olduğu yerlerde, namaz
ve oruç gibi ibâdetlerin ifası hususunda, bâzı âlimler, Müslümanları ibâdetlerin
feyzinden mahrum etmemek için ihtiyat ve temkin yolunu benimsemişler, takvâ cihetini
tercih etmişlerdir.
Buna göre, kutuplar gibi anormal vakitli yerlerde oturan kimseler, namazlarını
aynı meridyen üzerinde kendilerine en yakın bulunan normal vakitli yerlerin takvimlerine
uymak suretiyle kılarlar. Oruçlarını da aynı şekilde îfa ederler.
Bu şekilde düşünen İslâm âlimleri, "Ancak bir sene kadar uzun sürecek Deccal
günlerinde namaz vakitleri takdir edilir.." meâlindeki hadîs-i şerîfin işaretine
dayanmaktadırlar. (Bk. Merakı'l-Felâh, s. 53, İst. 1327).
Görüldüğü gibi hadîs-i şerîf'te, 1 gün, bir sene kadar uzadığı takdirde 5 vakit
namazın normal 24 saatlık vakit üzerinden takdir yoluyla kılınabileceğine ima
edilmektedir. Demek ki kutuplarda vakit yok diye namazı terk yerine, takdir yoluyla,
namazları 5 vakit kılmak mümkündür. Ve bu daha ihtiyata uygundur. Böylelikle Müslümanlar
ibâdetlerin feyz ve nûrundan nasibsiz kalmamış olurlar.
Kutuplarda takdir yoluyla günde beş vakit namazın kılınabileceğini söyleyenler;
güneşin batıp hemen doğması sebebiyle sabah veya yatsı ve vitir namazlarının vaktinin
olmadığı yerlerde ise, bu namazların sâkıt olmayacağını kazasının gerektiğini
söylerler. Çünkü, her ne kadar namazın sebebi vakitse de, asıl sebeb ve illet,
emr-i İlâhîdir. Allah'ın "Namaz kılınız" şeklindeki emir ve hitabıdır.
Bu cihetle her Müslüman günde 5 vakit namazla mükelleftir. Vakti olmayan namazlar
ise, kaza edilir.
İmam-ı Şâfiî'nin de ictihadı bu şekildedir.
Oruç ibadetinde de aynı durum vardır. Orucun sebebi olan ay'ı görmek mümkün olduğu
halde, imsâk ve iftar vakitleri taayyün etmemektedir. Bu sebeble, oruç ibâdetinin
mükelleften sâkıt olacağını söyleyen âlimler olduğu gibi, namazda olduğu şekilde,
takdir yoluyla oruçların tutulması gerektiğini söyleyenler de vardır.
OKUMA PARÇASI: ZAMANIN DEĞERİNİ BİLİYOR MUYUZ?
Almanca dil kursundayım. Hoca çok disiplinli biriydi. Bilhassa zaman açısından
hiç müsamahası yoktu. Bir hafta boyunca, kimin ne kadar dakika geç geldiğini tesbit
ediyor ve onları geç geldikleri toplam süre kadar sınıfta tutuyordu. Tabiî bu
durum, zaten kursa zor zaman ayırmış iş sahiplerinin hiç de hoşuna gitmiyordu.
Bir gün haftalık cezası 18 dakika tutan bir arkadaşımız kızarak şöyle dedi:
- Neredeyse saniyeleri de hesap edeceksiniz. Neyse hatırınız için bir başka zaman
on dakika kalayım sınıfta. Şimdi çok âcil bir işim var..
Yaşlı Alman gözlerini kırpıştırarak bir süre süzdü bu arkadaşı ve şöyle konuştu:
- Olmaz. Çünkü siz âcil işlerinize bu kadar önem vermiş olsaydınız şimdi benden
onsekiz dakikalık bu cezayı almazdınız. Zira ders de sizin için günlü saatli âcil
bir işti. Bu bakımdan şimdi kalacaksınız ve onsekiz dakikalık bir ders vereceğim
size.
Belli ki, hoca da kızmıştı. Ben de merak ederek kaldım sınıfta.
Sıra aralarında bir kaç tur attıktan sonra şöyle konuştu:
- Arkadaşlar zamanı iyi kullanmıyorsunuz. Hatta bu konuda benim gösterdiğim hassasiyete
kızıyorsunuz. Ama ben haklı olduğuma inanıyorum. Belki de içinizden 'ne olacak
gâvur kafası' diyorsunuzdur.
Masasına gitti. Çantasından basılı bir broşür çıkardı.
- Şuna bakınız lütfen, dedi. Bu bir tren tarifesiydi. Arkadaş göz ucuyla bakıp
iade edecekti ki, "hayır daha iyi tetkik etmenizi istiyorum" dedi. Trenlerin
kalkış ve varış saatlerini tercüme ettirdi. Bunlar hep değişik ve karmaşık rakamlardı.
Meselâ kalkış saati 18.18 idi, 21.34'tü. Varışlar da hep öyleydi. 12.46 gibi,
9.27 gibi..
Onsekiz dakikaya cezalı arkadaşımız bu minval üzere uzayan rakamları görünce Hoca'ya
dedi ki:
- Bakınız işte burada Avrupalı kafanın mantıksızlığı açıkça görünüyor. Ne demek
yani onsekiz geçeler, 12 geçeler, 36 geçeler.. Şuna üç buçuk, dört buçuk deseniz
olmaz mı? Hiç olmazsa, çeyrek geçe deseniz de, hem de akılda kalacak bir sayı
ve saat olsa..
Yaşlı Alman'ın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm gezindi. Ve bakışlarından söyletmek
istediği düşünceyi yakalamış olduğu belli oldu.
- Bana bak, dedi. Kendinize hakaret etmeyin. Çünkü bu tarifenin böyle düzenlenmiş
olması, "Avrupalı kafa"nın mantıksızlığı değil, müslüman kafanın tutarlılığıır.
Çünkü, biz zamanı kullanmayı ve değerlendirmeyi müslümanlardan öğrenmişizdir.
İşte bu tren tarifesi de aynı anlayışın güzel bir örneğidir.
Bizler hayret ve şaşkınlıkla ona bakarken, hoca şöyle devam etti:
-Siz müslümanların ibadetlerinde yer önemli değildir. Dünyanın her yerinde ibadet
edilebilir. Ama zaman çok önemlidir. Çünkü her ibadetin kendine ait bir vakti
vardır. Hattâ bu vakit ibadetin şartıdır. Yani vakitsiz ibadet ifa edilmiş sayılmaz.
İbadetlerin vakitleri de bizim tren tarifesi gibi, hep böyle 18, 17, 13, 10, 9
geçelerdir. Üstelik bu saatler de devamlı değişirler. Bugün sabah namazını 7.21'e
kadar kılabilirsiniz. Ama yarın, 7.22'ye kadar da kılabilirsiniz. 23 geçe olmaz.
Sadece namaz böyle değildir. Oruca başlama ve bitirme saatleri de böyledir. Bu
ince hesaba dayanan ibadet saatleri üstelik her gün değişmektedir.
Böylece de müslümanlar her gün değişmekte olan zamana karşı uyanık durmakta, zamanın
kıymetini anlamakta ve onu iyi değerlendirmek üzere hazırlanmaktadırlar. İbadetlerini
yapan bir müslüman her gün değişen dakikalara ayak uydurmaya ve dakikaları değerlendirerek
yaşamaya mecburdur. Bizim zamana bakışımızın ilham kaynağı müslümanlardır."
Yaşlı Alman Hoca "Çıkabilirsiniz" dediği zaman, hepimiz tarifi imkânsız
bir mahcubiyet içindeydik. (Vehbi Vakkasoğlu, Sûr Dergisi, Ocak 1987)
* * *
EZAN VE İKÂMET
Ezan
Ezan Nedir?
Ezanın lügat mânası, îlân = bildirmek demektir. Dinî mânada ezan, Müslümanlara
namaz vakitlerini bildirmek için okunan bâzı mübârek sözlerden ibarettir. Ezan
okuyan kimseye müezzin denir.
Ezanın Hükmü Nedir?
Beş vakit farz namazlar için ezan okumak, Kitab (Mâide sûresi, âyet 58; Cum'a
sûresi, âyet, 9) ve Sünnet ile sâbittir. Hükmü ise, sünnet-i müekkedenin kifaye
kısmındandır. Yani bir mahallede bir kişinin bu vazifeyi yerine getirmesiyle diğerleri
üzerinden terk mes'ûliyeti düşer. Fakat ezan okumanın tamamen terkedilmesiyle,
umum o mahalle halkı mes'ul olur.
Ezan, aynı zamanda İslâm şeâirlerinin büyüklerinden olduğu için vâcib derecesinde
bir sünnettir.
Ezan, Hicretin 1. yılında Medine'de meşrû kılınmıştır.
Ezanın Ehemmiyeti ve Faziletleri:
Ezanla, Müslümanlara namazların kılınacağı vakitler bildirilmekle beraber; namazın
kurtuluş ve felâha sebeb olacağı da devamlı hatırlatılmakta, böylece mü'minler
namaz kılmaya teşvik edilmektedir. Bunlardan daha da önemlisi, İslâm dîninin tevhid
ve nübüvvet gibi en mukaddes esasları, ezan vasıtasıyla bütün cihana ilân edilmiş
olmaktadır.
Bu bakımdan ezan okumanın fazileti büyük ve sevabı çoktur.
Bu hususla ilgili bâzı hadîs meâlleri şöyledir:
"Eğer insanlar ezanda ve ilk safta olan fazileti bilmiş olsalardı, muhakkak
bunun için aralarında kur'a çekerlerdi."
"Müezzinler kıyâmet günü boy bakımından (sevab ve ecir cihetinden) insanların
en uzun olanlarıdır."
"Müezzin sesinin yetiştiği yere kadar ins-cin hiçbir şey yoktur ki o sesi
işitip duymuş olsun da, kıyâmet gününde o müezzine hüsn-i şehâdette bulunmasın."
Hz. Ömer (ra) de, "Üzerimde halifelik vazifesi bulunmasaydı, müezzinlik yapardım"
diyerek ezan okumanın ne derece büyük bir fazilet olduğunu dile getirmiştir (*).
Ezan ve ikamet bu ümmetin hususiyetlerindendir. Gerçi Hz. Âdem'in yeryüzüne indirilmesi
esnasında gördüğü vahşet üzerine, onun korkusunu yatıştırmak üzere Hz. Cebrail'in
ezan okuduğu rivayet edilmekteyse de, bu, namaz için ezan okunmasının bu ümmete
mahsus bir özellik olma keyfiyetini değiştirmez.
Ezanın Sözleri Nasıldır?
Ezanın sözleri ve bu sözlerin kısaca mânaları şöyledir:
Allâhu Ekber Allâhu Ekber.
Allâhu Ekber Allâhu Ekber.
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah
Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah
Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah
Hayye ale's-Salâh
Hayye ale's-Salâh
Hayye ale'l-Felâh
Hayye ale'l-Felâh
Allâhu Ekber Allâhu Ekber
Lâ ilâhe illâllah.
"Allah en büyük ve en yücedir.
Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet ederim.
Muhammed'in (asm) O'nun Resûlü olduğuna da şehâdet ederim.
Haydin namaza!
Haydin kurtuluş ve felâha!
Allâh en büyük ve en yücedir.
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur."
Öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde ezan bu şekilde okunur. Sadece sabah
namazında Hayye ale'l-Felâh dendikten sonra iki kere de: Es-Salâtü hayrün mine'n-nevm:
Namaz uykudan hayırlıdır, denilir. Bu ilâveyi Peygamberimiz Hz. Bilâl'e emretmiştir.
Uyku dünya rahatını, namaz ukbâ saâdetini te'min ettiğinden ve ukba rahatı, dünya
rahatından efdal olduğundan böyle denmiştir. Sabah namazının kazası için okunan
ezanda bu ilâvenin söylenmesinde ihtilâf vardır.
İkamet Nedir?
Namazların farzlarını kılmağa başlarken okunan ezan sözlerinden ibarettir.
Ezan vaktin başlangıcında okunur; ikamet ise farza durulacağı zaman getirilir.
İkametin Sözleri Nasıldır?
İkametin sözleri de ezanın sözlerinin aynıdır. Yalnız, Hayye ale'l-Felâh dendikten
sonra iki kere de Kad kâmeti's-Salâh cümlesi söylenir. Mânası: Namaza başlandı,
demektir.
Müezzinde Bulunması Gereken Vasıflar Nelerdir?
Bir müezzinde bulunması gereken vasıfları şöyle sıralayabiliriz:
1 - Müezzin erkek olmalıdır. Kadının ezanı mekruhtur.
2 - Müezzinin aklı yerinde, ilim ve takvâ sâhibi bir zât olması gerekir. Fâsık
ve cahillerin ezanı mekruhtur. Delilerin ezanının iadesi icabeder. Bâliğ olmasa
da akıllı ve mümeyyiz olan çocuğun ezanı câizdir.
3 -Müezzin ezanı okurken abdestli olmalı ve ezanı ayakta okumalıdır. Ancak, ezanın
abdestsiz olarak okunmasında bir beis yoktur. İkametin abdestsiz okunması ise
mekruhtur. Fakat iade gerekmez.
Cünübün ezanı da, ikameti de mekruhtur. İadesi gerekir.
Yalnız kendisi için ezan okuyan kimsenin ise, ezanı oturarak okumasında bir mahzur
yoktur. İkametin ise, mutlaka ayakta yapılması şarttır.
4 - Müezzin, ezanı yüksek bir yerden kıbleye dönük olarak okumalı, Hayye ale's-Salâh
derken sağa, Hayye ale'l-Felâh derken ise sola dönmelidir. Eğer minarede okuyorsa,
önce kıbleye dönerek ezana başlamalı, sonra sağdan itibaren şerefede dönmelidir.
5 - Müezzin ezan okurken ve ikamet getirirken konuşmamalıdır. Hattâ bu esnada
kendine selâm verilse bile, o selâma ne hemen, ne sonra, ne de kalben karşılık
vermez. Az söz mekruh, çok söz ise iadeyi gerektirir.
Ezan ve İkamette Bulunması Gereken Vasıflar Nelerdir?
1 - Ezan yüksek sesle okunmalıdır. Çünkü ezandan maksad, namaz vaktini bildirmektir.
Ancak sesini yükseltmek için zorlanmaya da gerek yoktur.
2 - Ezanda cümlelerin arasında durup beklemek gereklidir. Buna teressül denir.
Allâhu Ekber Allâhu Ekber dedikten sonra bir müddet susup beklemelidir. İkamette
ise teressül yapılmaz. Kelimeler ardarda söylenerek orta yükseklikte bir sesle
okunur.
3 - Ezan ve ikamette sözlerin sırasına riayet etmelidir. Kelimelerin yerleri değiştirilmemelidir.
Ezan daima ikametten önce okunmalıdır.
4 - Ezan ve ikamet okunurken, araya başka bir meşguliyet sokulmamalıdır.
5 - Ezanın hemen arkasından ikamete geçmemelidir. Ezanla ikamet arasında fâsıla
olmalıdır. Duâ etmek, biraz Kur'an okumak, veya namazın sünnetini kılmak gibi
meşguliyetlerle ezan ve ikametin arası açılır. Ancak akşam namazında, ezanla ikamet
arasında 3 âyet okuyacak kadar az bir fasıla ile yetinilir.
Ezanın Âdâbı Nelerdir?
Ezanın başlıca edebleri şunlardır:
1 - Ezana tâzim etmek, okunup bitinceye kadar dinlemek, bir işle meşgul ise, bu
meşguliyeti bırakmak.
2 - Ezana, gerek dâvetine uyup cemaata giderek fiilen, gerekse ezandaki şehadetleri
tekrar ederek kavlen icabet etmek.
Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde:
"Ezan nidâsını işittiğinizde, siz de müezzinin söylediklerini söyleyiniz"
buyurmuşlardır.
Bu itibarla:
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah şehadeti işitilince,
Ve ene eşhedü en lâ ilâhe illâllahü vahdehû lâ şerîke leh, ve enne Muhammeden
abdühû ve Resûlüh. Radıytü billâhi Rabben ve bi-Muhammedin Resûlen ve bi'l-İslâmi
dînen.. (*) denilmelidir.
Birinci Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah nidasında, Sallallahu Aleyke ya Resûlâllah,
İkincisinde ise Karret bike aynî yâ Resûlâllah demeli ve aynı anda başparmakların
tırnakları veya işaret parmaklarının uçları hafifçe öpülerek gözlere sürülmelidir.
Bu, müstehabdır ve ezan için güzel bir edebdir. İkamette böyle yapılmaz.
Hayye ale's-Salâh ve Hayye ale'l-Felâh denirken, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm
(**) denmelidir.
Sabah ezanında müezzinin Es-Salâtü hayrün mine'n-nevm demesine karşılık, Sadakte
ve berirte ve bi'l-hakkı natakte denilmelidir.
* Kur'an bile tilâvet edilse, ezanı dinleyip icabet mendubdur. Mescidde tilâvet
olunuyorsa, fiilî icabet gerçekleştiğinden tilâvete devam edilir.
* Birden fazla ezan okunan yerlerde, birinciye icabet edilir.
* Cünübe icabet gerekir. Hayızlı ve nifaslıya ise gerekmez. İcabet esnasında müezzini
geçmeyip her cümlede onu takip etmelidir.
Nihayet ezan bitince şu duâyı okumalıdır:
Allahümme rabbe hâzihi'd-da'veti't-tâmmeti ve's-salâti'l-kâimeti âti Muhammedeni'l-vesîlete
ve'l-fazîlete veb'ashü makamen Mahmûdenillezî veadtehû (*).
Bilhassa bu son duâyı okuyanların Hz. Peygamber'in şefâatine mazhar olacakları,
bizzat Efendimiz'den sahih bir hadîsle rivayet edilmiştir.
3 - Ezan ile ikamet arasında istiğfar edip dualar yapmak.
Hadîs-i şerîf'te, ezan ile ikamet arasında yapılan duâların red olunmayacağı beyan
buyurulmuştur.
4 - Ezanı Allah'ın mağfiretine dâvet kabûl edip onu ganimet bilmek.
Ezanla İlgili Mes'eleler:
* Bir Namaz İçin Birden Fazla Ezan ve İkamet Okunabilir mi?
Cumadan başka hiçbir namaz için birden fazla ezan ve hiçbir farz namaz için de
birden fazla ikamet getirilmez.
Binaenaleyh bir camide ezan ve ikametle vakit namazı mu'tad vechile kılındıktan
sonra, tekrar cemaatle veya münferiden aynı namazı kılacak kimseler, ne ezan okurlar
ne de ikamet getirirler. Cuma namazında ise, iki ezan okunur. Biri dış, diğeri
iç ezandır. İtibar iç ezanadır. Zira Hazret-i Peygamber zamanında yalnız içte
okunan ezan vardı. Sonra insanlar çoğalınca Hazret-i Osman devrinde ikinci bir
ezan daha okunmaya başlandı.
* Ezansız, İkâmetsiz Kılınan Namazlar Var mıdır?
Vitir, bayram, terâvih gibi vâcib ve sünnet namazlar ve nafile namazlar için,
ezan ve ikâmet yoktur. Ancak kaza namazları için ezan ve ikamet getirilmesi sünnettir.
Zira ezan ve ikamet namazın sünnetleridir. Vaktin sünneti değildir (*). Cenaze
namazı için de ezan ve ikâmet yoktur.
* İkâmet veya Ezandan Birinden Biri Terkedilerek Namaz Kılınabilir mi?
Evde veya kırda tek başına kılınacak farz namazlar için, hem ezan, hem de ikâmet
getirilmesi efdaldir (**). Fakat ezan terkedilebilir, sadece ikamet de yeterlidir.
İkâmetin terkiyle sadece ezan okunması ise mekruhtur.
* Birden Fazla Kaza Namazı Kılınırken, Namaz Sayısınca Ezan ve İkâmet Getirmek
Lâzım mıdır?
Müteaddit kaza namazları başka başka yerlerde kaza edildiği takdirde, herbiri
için ayrı ezan ve ikâmet lâzımdır. Aynı mecliste kaza edilirse, her biri için
ayrı ezan ve ikamet efdal ise de, ilk kaza namazı için ezan ve ikamet, diğerleri
için sadece ikâmet de kifâyet eder.
* Bir Namaz İçin Vakti Gelmeden Ezan Okumak Câiz Olur mu?
Vakti gelmeden hiçbir namaz için ezan okumak câiz olmaz. Böyle bir ezanı yeniden
okumak gerektir. Çünkü ezandan beklenen vakti bildirmektir. Vaktin öncesinde ezan
okunması ile bu fayda sağlanamaz. Ancak Ebû Yûsuf ve diğer üç İmama göre, yalnız
sabah ezanı için vaktinden evvel ezan okunması câiz olur.
* Namaz için ezandan sonra "vakt-i salât" gibi bir tâbir ile ayrıca
nida edilmesine tesvip, yani, namaz vaktinin girdiğini tekrar bildirmek denir.
Namaza kalkılmasında tenbellik ve ağır davranış karşısında böyle ihtarlarda bulunulmasını,
sonradan gelen âlimler güzel görmüşlerdir.
* Cuma namazını kılamayan kimse, onun yerine ezansız ve kâmetsiz olarak öğle namazını
kılar. Çünkü ezan ve ikâmet, cemaatla kılınması müstehab olan farz namazlar içindir.
Halbuki Cuma günü öğle namazının cemaatle kılınması mekruhtur. Bunun için ezan
ve kâmet getirilmez.
* İkâmetten sonra sünnet kılınsa yahut imam ikâmetten sonra hazır olsa, ikâmeti
yeniden getirmek gerekmez. Ancak ikâmetten sonra araya yeme içme gibi bir fasıla
girse ikâmeti yenilemek gerekir.
* İkâmet getirilirken camiye giren kimse, ayakta ikâmetin bitmesini beklemez oturur.
Müezzin Hayye ale'l-Felâh'a gelince kalkar.
* Eğer namazı ikâmet etmekte olan müezzin kıldıracaksa, müezzin ikâmeti tamamlamadıkça,
cemaat yerinden kalkamaz.
* İkâmete icabet de müstehabdır. Bu icabet, ezandaki icabet gibidir. Yalnız müezzin
Kad Kâmeti's-Salâh deyince dinleyenler
Ekâmehallahü ve edâmehâ derler.
* Namaz vakitleri kendisine bildirilen bir âmânın ezan okuması câizdir.
* Yeni doğan yavrunun, sar'alının, öfkelinin, titiz huylu insan ve hayvanın kulağına
ve yangına karşı veya yolcu arkasından, yahut boş arazide yolunu şaşırana ezan
okumak menduptur.
* Sünnete uygun okunmayan ezana icabet mendup değildir.
* Bir camide ezan ve ikâmetsiz farz namaz kılınması mekruhtur. Ancak o mahallede
daha önce ezan ve ikamet okunmuşsa terk edilmesinde bir beis ve mahzur yoktur.
Ancak okunmaları efdaldir.
Tekbirin başında uzatma yapmak,
Aaaallahü Ekber tarzında okumak insanın îmanını zedeler. Çünkü "Allah büyük
mü?" demek olan bu söyleyiş, inkâr mânası ifade eder.
Tekbirin sonunda,
Allahü Ekbaaaar şeklinde uzatma yapmak da büyük hatâdır. Mânâyı değiştirir.
* Hoparlörle ezan okumak câiz mi?
Hoparlörle okunan ezan, şayet İslâm'ın emrettiği şekilde okunursa, yani müezzinliğin
şartlarına hâiz bir kimse tarafından okunursa, câizdir. Hoparlör müezzini müezzinlikten
azledip ezanını ifsad etmez. Sadece müezzinin sesini daha fazla yükseltip uzaklara
götürür. Bu da ezan okumanın gayelerinden biridir.
Yalnız teyp ile ezan okumak câiz değildir. Çünkü ortada insan yoktur. Aksiseda
kabilindendir. (Halil Günenç, Günümüz Mes'elelerine Fetvâlar)
Ezan Başka Bir Dilde Okunabilir mi?
"Ezanın bir adı da Ezan-ı Muhammedî'dir. Hem Muhammed ümmeti olduğunu söylemek,
hem de O'nun ezanını, onun istediği ve okuttuğu şekilde okumamak, yüce Peygamberimizi
gücendirmek ve O'na karşı açıkça cephe almak olur. Hem buna ne ihtiyaç var. Bugün
Avrupa ve Amerikalılardan İslâm dînini kabûl edenler de dahil, ayrı ayrı dillerde
konuşan 18 ırkın meydana getirdiği 700 milyonluk (şimdi 1 milyar) İslâm âlemi,
günün beş vaktinde ezan-ı Muhammedî'yi aslına uygun şekilde okumaktadırlar. Bizi
üç kıt'aya hâkim kılan ve bize bu müstesna vatanı hediye eden dedelerimiz, Müslümanlık
şerefiyle şereflendikleri günden itibaren bin küsur sene, Ezan-ı Muhammedî'yi
aslına uygun olarak okumuşlardır.
Ezanı ifade eden kelimeler, nice mukaddes hâtıraları dile getirirler. Kundaktaki
yavrudan, cephedeki gaziye kadar bütün Müslümanların kulakları ve kalbleri, bu
ulvî kelimelere âşinadır. Necib milletimizi bu tarihî ve lâhutî ses ve hâtıralardan
mahrum etmeğe çalışmak, Ezanı Türkçe okumak bahanesiyle yüce dînimizi kundaklamaya
ve sevgili peygamberimizi gücendirmeye yeltenmek, millet bütünlüğünü parçalama
gayretlerinin en denî ifâdesidir." (Ali Kemal Belviranlı, İslâm Prensipleri).
Ezanı başka bir dilde okumağa zorlamanın hukukî vechesini ise, merhum Prof. Ali
Fuad Başgil şu şekilde izah etmektedir:
"Dinlerin kendilerine mahsus ve bünyelerinin mantığına uygun akîdeleri ve
ibâdet usulleri olduğu gibi, birer de ibâdet ve dua dili vardır. Bu dil, o dîne
mahsus olarak ve o dînin nasları ile ve asırlar içindeki teâmülleriyle yerleşip
kökleşmiştir. Meselâ Hıristiyanlıkta Katolik Kilisesinin ibâdet dili Lâtincedir.
Müslümanlığın ibâdet dili de Arabçadır. Çünkü İslâm'ın mukaddes kitâbı olan Kur'an,
Arabçadır. Müslüman ferdin ibadet hakkı, ibâdeti, İslâm dîninde yerleşmiş olan
usûl, âdâb ve lisân ile yani Kur'an diliyle yapabilmesini îcab eder. İslâm dînine
mahsus ibâdetlerin usûl, âdâb ve lisânı üzerinde herhangi bir düşünce ile oynamak
ve bunları gelişi güzel değiştirmeğe kalkışmak ve meselâ Ezân'ı asırlardan beri
dünyanın dört köşesinde günde beş defa okunduğu dilden başka bir lisanla okutmağa
zorlamak, yalnız diyanete değil, aynı zamanda Müslüman vatandaşın ibâdet ve duâ
hakkına zâlimce tecâvüzdür." (Din ve Lâiklik).
OKUMA PARÇASI: EZAN
Mekke'de iken Müslümanlar ibâdetlerini gizlice yapıyorlar, namazlarını kimsenin
göremiyeceği yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla orada, Müslümanları namaza açıktan
dâvet gibi bir mes'ele düşünülemezdi.
Ancak Medine'ye hicretten sonra, manzara tamamen değişmişti. Dinî serbestiyet
vardı. Müslümanlar rahatlıkla ibâdetlerini îfa ediyorlardı. Din ve vicdanları
baskı altında bulunmuyordu. Müşriklerin zulüm, eziyet ve işkenceleri de söz konusu
değildi.
Mescid-i Nebevî inşa edilmişti, fakat Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya
toplayacak bir dâvet şekli henüz tesbit edilmemişti. Müslümanların bir kısmı mescide
erken gelip vaktin girmesini bekliyorlar, bu yüzden de işlerinden geri kalıyorlardı.
Bir kısmı da geç kalarak namaza yetişemiyorlar, bu halden esefleniyorladı.
Resûl-i Ekrem bir gün Ashâbını toplayarak kendileriyle nasıl bir dâvet şekli tesbit
etmeleri gerektiği hususunu istişare etti. Sahâbîlerden bâzıları, Hıristiyanlarda
olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahudîler gibi boru öttürülmesini,
bir kısmı da Mecusîlerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakılmasını teklif etti.
Peygamber Efendimiz bu tekliflerin hiçbirini beğenmedi.
O sırada Hazret-i Ömer söz aldı ve:
- Ya Resûlâllah! Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?"
dedi.
Resûl-i Ekrem o anda Hz. Ömer'in teklifini uygun gördü ve Hazret-i Bilâl'e:
- Kalk ya Bilâl, namaz için seslen," diye emir verdi.
Bunun üzerine Hz. Bilâl bir müddet Medine sokaklarında:
- Es-Salâh, es-Salâh (Buyrun namaza, buyrun namaza)" diye seslenerek Müslümanları
namaza çağırmaya başladı. Fakat bu şekil de yeterli değildi.
Aradan fazla bir zaman geçmeden, Ashabdan Abdullah bin Zeyd bir rü'ya gördü. Rü'yasında
bugünkü ezan şekli kendisine öğretiliyordu. Kendisi şöyle anlatır:
"Uyku ile uyanıklık arasında bana biri geldi. Üzerinde 2 yeşil elbise vardı.
Bir duvar parçası üzerine çıktı. Elinde bir nâkus (çan) vardı. "Bunu bana
satar mısın?" dedim. "Ne yapacaksın?" dedi. "Namazımızı vaktinde
çalarız" dedim.
-Ben sana daha hayırlısını öğretsem olmaz mı? dedi.
- Hayhay olur, dedim. Kıbleye karşı durdu ve Allahu Ekber, Allahu Ekber.. diye
başlıyarak ezanı tamamen okudu. Ve sonra biraz durarak ezan kelimelerini bir daha
okuyup sonuna doğru 2 kere de kad kâmeti's-salâh dedi, yani ikâmet getirdi."
Hz. Abdullah sabaha çıkar çıkmaz sevinç içinde gelip bu rü'yâsını Peygamber Efendimize
anlattı. Resûl-i Ekrem:
- İnşâalah bu sâdık bir rü'yâdır," buyurarak, bu dâvet şeklini tasvip etti.
Hz. Abdullah, Resûl-i Ekrem'in emriyle rü'yâsında gördüğü ezan şeklini Hz. Bilâl'e
öğretti. Hz. Bilâl yüksek ve gür sadasiyle Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya
başladı.
Medine ufuklarının ezan sesleri ile çınladığını duyan Hz. Ömer heyecan içinde
evinden çıkarak Resûl-i Ekrem'in huzuruna vardı. Durumu öğrenince,
- Ya Resûlâllah! Seni hak din ile gönderen Allah'a yemîn ederim ki, Abdullah'ın
gördüğünün aynısını ben de görmüştüm" dedi.
Peygamberimiz iki kişinin aynı şey'i görmesinden dolayı Allah'a hamd etti. O gece
ashaptan 7 zâtın daha aynı rü'yayı görmüş oldukları rivâyet olunmuştur. Ezan,
Peygamberin emriyle meşrûlaşmış oldu.
İslâm'ın ne derece fıtrî ve nezih bir din olduğunu, bu dâvet şeklinin tesbitinden
de anlamak mümkündür. Ruhsuz, mânâsız, heyecansız ve tatsız çan çalmak, boru öttürmek
veya ateş yakmak nerede? Yeryüzünde ulvî tevhid hakikatını ilân eden, Resûl-i
Ekrem'in Peygamberliğini haykıran ve dolayısıyla îman esaslarının tamamını halka
duyuran mâna ve kudsiyet dolu "Ezan" şekli nerede?
* * *