DARÛ'L İSLÂM VE DARÛ'L
HARB
731 Önce "Dar" mefhumu
üzerinde duralım. Arapça bir kelime olan "Dar"ın
lugat mânâsı; yerleşme mekânı, belde, mahalle ve arsaların
tamamı, bir kavmin konakladığı, yerleştiği yerdir.(51)
İslâmi ıstılahta; "Herhangi bir inanç sahiplerinin
kuvvet ve hâkimiyetle ele geçirdiği belde" manasına
kullanılır. Bütün mûteber kaynaklarda; "Darû'l
Küfür, Darû'ş Şirk, Darû'l Mütegallibe, Darû'l bağy ve
Darû'l İslâm gibi terkiplere raslamak mümkündür. Bunlar
genellikle; "Kitabu'l Cihad" veya "Kitabu's
Siyer" bablarında zikrolunmuştur. Dikkat edilirse bütün
terkiplerde; keyfiyet ön plândadır ve hepsi de akâid
belirtmektedir. Zira Mü'min için; yeryüzünün doğusu da,
batısı da Allahû Teâla (cc)'ya aittir. Bütün âlemlerin
yaratıcısı ve onlar arasındaki nizamın kurucusu sadece ve
sadece Allahû Teâla (cc)'dır. (Yeryüzünün tamamı;
"Niyyet" ehli mü'min için "Vatan-ı Aslî"
veya "Vatan-ı İkâmet" olabilir. Dolayısıyla
"Vatan" ile "Dar" mefhumu arasında büyük
farklar vardır.)
732 Kur'an-ı Kerim'de:
"Bir mü'minin diğer bir mü'mini yanlışlık eseri
olmayarak (kasden) öldürmesi yakışmaz. Kim ki bir mü'mini
yanlışlıkla öldürürse mü'min bir köle azad etmesi ve
(ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır.
Meğer ki onlar (o diyeti) sadaka olarak bağışlamış
olsunlar. Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber size
düşman bir kavimden ise, o zaman öldürenin mü'min bir
köleyi azad etmesi lâzımdır. Şayet kendileriyle aranızda
anlaşma olan bir kavimden ise, o vakit mirascılarına bir diyet
vermek ve bir mü'min köle azad etmek gerekir. Kim (bunları)
bulamazsa, Allahû Teâla tarafından tevbesi(nin kabûlü) için
birbiri ardınca iki ay oruç tutması icab eder. Allahû Teâla
her (şeyi) bilendir. Gerçek hüküm ve hikmet
sahibidir"(52) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı
Şafii(rh) bu Ayet-i Kerimeyi zikrettikten sonra:
"Görüldüğü gibi Allahû Teâla (cc) hatâen
öldürülen bir mü'min için diyet ve bir kölenin azadını;
aramızda muahede bulunan (Darû'l Musalaha) kanı, yurdu ve ahdi
korunması gerekenlerin de bu durumunu beyan buyurmuştur. Kanı
ve dar'ı mâsum olmayan (Darû'l Harb'te) yaşayan mü'min için
ise diyet yoktur. Keffaret vardır. Zira mü'minin kanı iman
etmesi sebebiyle korunmuştur."(53) buyurmaktadır. Resûl-i
Ekrem (sav):"Darû'l İslam içinde yaşayanı her türlü
tecavüzden korur. Darû'l harb ise, içinde bulunanı mübah
kılar"(54) hükmünü beyanla, mahiyeti izah buyurmuştur.
Yine diğer bir Hadis-i Şerifte "Darû'l Harb'te hudutlar
tatbik edilmez"(55) hükmü zikredilmiştir. Tağuti güçlerin
hakim olduğu beldelerde mü'minlerin; can, mal, akıl, nesil ve
din emmiyetlerinden söz etmek mümkün değildir. Ancak
Tağut'un hevâ ve heveslerinden kaynaklanan
"Kanun"larına boyun eğerlerse (Yani esâreti kabul
ederlerse) bazı hallerde korunurlar. Dikkat edilirse; Tağuti
güçlerin hakim olduğu beldelerde, başta genelevleri olmak
üzere, her türlü zina müsâmaha ile karşılanır. Zira
"Nesil emniyetini" tahrip ancak bu yolla
gerçekleştirilebilir. İçki'nin her çeşidi, bizzat tağuti
güçler tarafından üretilir. Kumar serbest bırakılmış,
faizcilik ve tefecilik alıp yürümüştür. Mü'min
kadınların tesettürlerine bile tahammül edemezler!.. Zira
kâfirlerin velîsi şeytandır.Şeytan onlara fitne ve fesadı
yaymalarını emreder.
733 Kur'an-ı Kerim'de:
"İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla cihad'da bulunanları (Muhacirleri) barındırıb
yardım edenler (yok mu?) İşte onlar birbirlerinin velileridir.
İman edib hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana
kadar, sizin onlarla hiçbirşey ile velâyetiniz yoktur.
(Bununla beraber) Eğer onlar din hususunda sizden yardım
isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur. Şu kadar ki,
sizinle aralarında muahede bulunan (Darû'l Musalaha olan) bir
kavm aleyhine değil!.. Allah yapacaklarınızı hakkı ile
görücüdür."(56) hükmü beyan buyurulmuştur. Darû'l
İslâm'ın (Şer'i devletin) lideri olan ûlu'lemr ile; Darû'l
Harb'te ikamet eden mü'min arasında velâyet (Bey'atla
teşekkül eden siyasi ahid)yoktur. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)
"Hudeybiye Andlaşması'ndan" sonra müslüman olan ve
Medine'ye hicret etmek isteyen "Mekke"lileri; Medine'ye
kabul buyurmamıştır. Zira andlaşmanın maddelerinden birisi
de budur. Bilindiği gibi "Hudeybiye Andlaşması'nı"
bozan taraf Mekke Müşrikleri olmuştur.(57) Resûl-i Ekrem
(sav)'in: "Ahidlere vefâlı olmak gerekir, gadretmek
(İhanet ve arkadan vurmak) câiz değildir"(58) buyurduğu
bilinmektedir. Ayrıca Ebû Sa'lebe hadisi ile istidlal
olunmuştur ki; Hayber savaşında, andlaşma akdettikten sonra
Yahudilerden bir cemaat gelib dediler ki:"-Bizim
bahçelerimiz var. Senin arkadaşlarından bu bahçelere girip
bakla yahud sarımsak alanlar oldu." Bunun üzerine Resûl-i
Ekrem (sav) Abdurrahman b. Avf (rh.a)'a mü'minler arasında
şöyle nidâ etmesini emretti.ÿ"Resûlullah buyuruyor ki;
"Haksız yere, Andlaşmalıların (Muahede
ahdettiklerimizin) mallarını size helâl görmem"(59)
Hanefi Fûkuhası; İman ve ahid'in, bütün emniyetleri
beraberinde getirdiğini (Can, mal, nesil, akıl, ve din) esas
almıştır.
734
Müslümanların hakimiyeti altında bulunan ve İslâm
ahkâmının tatbik edildiği beldelere "Darû'l
İslâm" denir. İmam-ı Serahsi; "Darû'l İslâm
dememizin sebebi; idâre ve hâkimiyeti beyandır"(60)
hükmünü zikreder. İmam-ı Kasani "Bir dar'ın
(Ülke'nin) "İslâm" veya "Küfre" nisbet
edilmesinden maksad; bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti
değildir. Maksad; emniyet ve korkudur. Eğer bir belde'de
(Dar'da) hakimiyet ve emniyet mutlak sûrette mü'minlere, korku
da aynı şekilde kâfirlere âitse orası "Darû'l
İslâm"dır. Ancak, emniyet ve hakimiyet kâfirlere;
korkuda mü'minlere âitse, orası "Darû'l Harb"tir.
Zira Ahkâm'ın icra olunması (Hududların tatbiki) emniyet ve
korku ile ilgilidir"(61) hükmünü beyan etmektedir. Sonuç
olarak Hanefi fûkuhası: "Darû'l İslâm; Mü'minlerin
ulû'lemr'inin sulta ve hükmünün geçerli olduğu, İslâm
ahkâmının tatbik edildiği beldedir" hükmünde
müttefiktir.(62) Esâsen bu hususta; Ehl-i Sünnet ve'l
cemaat'in müctehid imamları arasında herhangi bir ihtilâf
yoktur.(63)