DARÛ'L İSLÂM'IN, DARÛ'L
HARBE DÖNÜŞMESİ
735 Allahû Teâla (cc)'nın
indirdiği hükümlerle hükmedilen bir İslâm beldesi'ni
bekleyen üç tehlike sözkonusudur: Birincisi: Kâfirler işgal
veya istilâ edebilir. İkincisi: Bir şehir veya bölge halkı
topluca irtidat ederek, işgal edebilirler. Üçüncüsü :
Ulû'lemr'e zimmet akdi ile bağlı olan gayr-i müslimler,
zimmet akdini bozarak bulundukları beldeleri istilâ
edebilirler.(64) Bu üç halde de mü'minler üzerine cihad
"Farz-ı Ayn" olur. Zira her üç halde de, İslâm
beldesi kâfirlerin istilâsına uğramıştır.(65) Ancak
istilâ ile birlikte, "Darû'l İslâm", Darû'l Harb'e
dönüşür mü? İbn-i Abidin: "Kâfirlerin elindeki
beldeler İslâm beldeleridir, harb beldeleri değildir. Çünkü
kâfirler orada küfrün hükmünü ortaya atamamışlardır.
Belki oradaki kadı'lar, vâli'ler müslümandırlar; kâfirler
onlara zarûret dolayısıyla yahud zarûretsiz itaat ederler.
Müslümanlar tarafından (seçilmiş) valisi olan her şehirde
Cum'a namazı ile bayramları kılmak ve kadı tayin etmek
câizdir. Şayed vali'ler kâfir olursa, müslümanların
(şartlara riayet ederek) vali tayin etmeleri ve cum'a namazı
kılmaları câizdir. Kadı müslümanların seçimi ile kadı
olur ve müslümanlara kendilerine müslüman olan bir vâli
aramaları vacip olur"(66) hükmünü zikretmektedir. Dikkat
edilirse; istilâ altına düşen mü'minler; kendi içlerinden
bir "Vali" ve bir "Kadı" tayin eder, islâm
ahkâmını kendi aralarında tatbik ederlerse "Darû'l
İslâm" hükmü devam eder. Bunu yapmazlarsa ve küfür
ahkâmının icrâsı başlarsa. Hâkimiyetlerini kaybederler.
Nitekim birçok İslâm beldesinde; kâfirlerin ve mürted'lerin
istilâsından sonra; mü'minler kendi
içlerinden"Vali", "Kadı", "Cum'a
İmamı" ve "Âmil" tayin etmedikleri için
küfür ahkâmı güç kazanmıştır.
736 İstilâ'ya uğrayan bir
İslâm beldesinde; "Küfür ahkâmının icrâsı ve orada
İslâm ahkâmından (Hadd-i Zina, Hadd-i Şürb, Hadd-i Kazf,
Hadd-i Sirkat, Recm vs..) hiçbiriyle hükmedilmemesi,
müslümanların kendi içlerinden şeçtiği Kadı'ya müracaat
etmemeleri " sonucunda Darû'l Harbe dönüşme tahakkuk
eder.(67) İmameyn'in kavline göre; küfür ahkâmının icrası
ile birlikte Darû'l İslâm olan bir belde, "Darû'l
Harb" hâline gelir. Müftabih olan kavil de budur.(68)
İmam-ı Kasani; "Şer'i şerife göre hükme bağlanmayan
hiçbir kazâ (Mahkeme), kazâ hükmünde değildir"(69)
hükmünü zikreder. Dolayısıyle mü'minlerin; Allahû Teâla
(cc)'nın ve Resûl-i Ekrem (sav)'in emirlerini bir kenara
bırakıp, ihtilâf ettikleri hususlarda Tağuti güçlere
müracaat etmeleri iki şekilde tevil edilebilir. Birincisi:
Hevâ ve heveslerine kapılıp küfür ahkâmına, kendi
nefislerinde razı olmalarıdır!.. İkincisi: Tağut'un
hükümlerine razı olmamakla beraber, mecburiyet
hissetmemeleridir. Her iki halde de; o belde'de müslümanlar
hakimiyet ve emniyetlerini kaybetmişler ve esarete
düşmüşlerdir.
737 İmam-ı Azam Ebû Hanife
(rha)'ye göre; istilâ ile birlikte üç şartın tahakkuku
gerekir. Birincisi: İçerisinde şirk ahkâmı icrâ
edilmelidir. İkincisi: Darû'l Harbe bitişik olmalıdır.
Üçüncüsü: İçinde evvelki eman ile nefsi üzere (Yani
mü'min'in "bey'at" ve zimmi'nin "zimmet
akdi" sebebiyle) emin bir müslüman veya zimmi kalmış
olmamalıdır.(70) İbn-i Abidin: "Kâfirler İslâm
memleketlerinden bir memleketi mücerred ele geçirirseler yahut
bir şehir ahâlisinin mürted olarak küfür ahkâmını icra
etseler yahud zimmilerin ahidlerini bozarak memleketlerini ele
geçirseler bu üç sûrette İslâm memleketi darû'l harb
olmaz. Bir İslâm memleketinin -Allah korusun- bir dâr-ı harbe
çevrilmesi şu bir şartın gerçekleşmesine bağlıdır. O da
içerisinde küfür ahkâmının icra olunmasıdır. Bir İslâm
memleketi (Darû'l İslâm) Darû'l Harb olunca orada Hadd'ler ve
kısas icra edilemez. Müslüman bir esirin; kâfirlerin
mallarına ve canlarına taarruz etmesi câizdir. Kadınların
namusuna dokunulması caiz değildir. Bir dar-ı harb, Dar-ı
İslâm olunca "İslâm ahkâmı" tatbik
edilir"(71) hükmünü zikreder.
738
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi "Kitabû'l İlm ve'l Akl
ve'l Makûl" isimli eserinin mukaddimesinde: "Kanun
bakımından dünya ikiye ayrılır:ÿDarû'l İslâm ve Darû'l
Harb!.. Darû'l İslâm'da; İslâm fıkhı hayata hakimdir,
bütün işler Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere
göre tanzim edilir. Orada mü'minler emniyet içerisindedirler
ve hâkim durumdadırlar. Darû'l Harb'te ise; İslâm ahkâmı
açıktan red olunur ve müslümanlar güvenliklerini yitirirler.
Türkiye'de kurulan Demokratik-Laik Cumhuriyet; medeni kanunu
kabul etmek sûretiyle, İslâm fıkhını yürürlükten
kaldırmış ve diğer hususlarda da Avrupa'dan getirilen
kanunlarla hükmetmeye başlamıştır. Bu sebeble ikinci kısma
(Darû'l Harbe) dahil olmuştur" hükmünü zikreder. Yine
"Mevkıfû'l Beşer" isimli eserinde:
"Müslümanların inkirazını şiddetlendiren ve onların
yakalandıkları hastalıkların en sonuncusu, batıyı taklid
hastalığı!.. Şiddet ve hasarda frengi hastalığı bile buna
denk olamaz. İşin garip tarafı, bu hastalık tedavi etmek
isteyenlere de farkına varmadan bulaştı. Mısır'daki ûlemâ
bu hastalığı zararsız görüyorlar. Şurası muhakkak ki.
Arap âleminde kavmiyetçilik şuuru hızla terakki eylemekte!..
Ve ben derim ki; bu kavmiyet şuuru, İslâmi şuura gâlib
gelecektir. Mısırlı ûlemâ ve müelliflere; müslüman
Türkiye'nin uğradığı felâketler, İslâm'dan silâhla
uzaklaştırma operasyonları ve uğradıkları musibetler hiç
tesir etmedi , halâ da tesir etmiyor"(72) diyerek İslâm
topraklarındaki gelişmelere dikkati çekiyor. Ord. Prof. Hilmi
Ziya Ülken: "İslâmcılar kanunların uygulanmasında sert
kaideci görüşlerini şiddetle savunmaktaydılar. Bu
hücûmun son temsilcilerinden Mustafa Sabri (Mütareke devrinin
Şeyhülislâmı) Mısır'daki sürgün hayatında yazdığı
Arapça bir eserin giriş kısmında şöyle diyordu..."(73)
iddiasını zikretmektedir. Bahsettiği beyan; maddenin başında
zikrettiğimiz husustur. Ancak eserde olmayan; "İslâm
âlemi, Türklerle harp halindedir" cümlesi ilave
olunmuş!.. Prof. Dr. Erol Güngör'de; Şeyhulislâm Mustafa
Sabri Efendi'nin, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucularını
beğenmediği için "Türkiye Darû'l Harb"tir, dediği
kanaatinde!..(74) Halbuki Türkiye Cumhuriyeti "Darû'l
İslâm" (Şer'i devlet) değil Demokratik-Laik Çağdaş
bir devlettir. Ceza kanunun 163. maddesine göre; devlet'in temel
nizamlarını dine uydurmak için tebliğ'de bulunmak (Propoganda
yapmak) suçtur. Yani "İslâm Ahkâmı tatbik
edilmelidir" diyen kimse, şuç işlemiş olur. (Bugün 163.
madde kalkmıştır ama onun yerine yürürlüğe konulan
Terörle Mücadele Kanunu'nda aynı durum sözkonusudur.) Nitekim
7 Kasım 1982'de halk oyuna sunulan ve %92 oranında
"Evet" denilen Anayasa'da; hangi dinden olursa olsun
(Müslüman, Yahudi, Hrıstiyan vs.) bütün vatandaşların
eşit olduğu "Genel Esaslar" bölümünde yer
almıştır. Ayrıca Teokrasi'ye (Teo: Latince'de
"Allah" manasına kullanılır) dayanan siyasi bir
hareket yasaklanmıştır.