ZEKÂT" VE
"VERGİ" ARASINDAKİ FARK
877 Şurası muhakkaktır ki;
"Zekât" ile "Vergi" arasında, teşri
kaynağı, gaye, miktar ve harcanacağı yerler noktasından
izahı mümkün olmayan farklar vardır. Zekât; Allahû Teâla
(cc)'nın koyduğu bir ibadettir. Hangi maldan, hangi süre
içerisinde, ne kadar ve kimlere verileceği Resûl-i Ekrem (sav)
tarafından izah buyurulmuştur!.. Bu şer'i hududlara hiç
kimsenin tecavüz etmesi veya onu değiştirmesi mümkün
değildir. "Vergi" ise; insanların ihtiyaçlar
sebebiyle, kendi akıllarına göre tayin ettikleri ve ibadet
olma özelliği bulunmayan iktisâdî bir olaydır. Darû'l
İslâm' da dahi; Beytülmal'de "Zekât" bölümü,
diğerlerinden ayrı mütalâa edilir. Zira masraf yerleri
birbirinden farklıdır.
878 Resûl-i Ekrem (sav)'in:
"Ölüm tehlikesi olmadığı süre içerisinde, mü'min
için kendisini zelil etmek yoktur. Ancak ölüm tehlikesi
anında, bu tehlikeyi hangi yolla defetmek mümkün olursa, o
vâcibtir"(49) buyurduğu bilinmektedir. Bir İslâm beldesi
istilâya uğrarsa; mü'minler malları ve canlarıyla cihad
ederler. "Esâret" hayatı başlarsa, kendi içlerinden
seçtikleri emir, müstevlilerle olan ilişkilerde maslahat tayin
edebilir. Dolayısıyla mü'minlerin; müstevli kâfirlere
karşı sevgi ve muhabbet beslemeleri düşünülemez. Onlara
gönül rızasıyla vergi de ödemezler.
879 Hanefi fûkahası;
"Darû'l İslâm'da zalim bir yönetimin koyduğu haksız
vergilerin ödenip-ödenmeyeceği konusunda" ihtilâf
etmiştir. Dürri'l Muhtar'da "Haksız yere alınan vergiyi
ve zulmü kendisinden defetmek evlâdır. Meğer ki bu kimsenin
hissesini, diğerleri üzerine almış olsunlar" hükmü
kayıtlıdır. İbn-i Abidin bu metni şerhederken; ihtilâfları
kaydettikten sonra: "Ben derim ki, bu cevap söz götürür.
Zira alması haram olan şeyin, vermesi de haramdır. Nitekim
Eşbah'ta beyan edilmiştir. Bundan yalnız zaruret
müstesnadır. Şayet zâlim ne sûrette olursa olsun, o malı
alacaksa, kendi payına düşeni vermekten aciz olan kimse,
verdiğinden dolayı günahkâr olmaz. Kâdir olan kimse bunun
gibi değildir. O, alması haram olan şeyi vermekle, zulme kendi
arzusuyla yardımcı olmuş olur"(50) buyurmaktadır.
Feteva-ı Hindiyye'de: "Zamanımızın zâlim
yönetimlerinin (Devletleri'nin) zekât, öşür, haraç, vergi
ve benzerlerini almaları halinde, essah olan bu borçların
sakıt olduğudur. Ancak bunları verdikleri mükelleflerin
niyyet etmeleri gerekir. Tatarhaniye'de de böyledir"(51)
hükmü kayıtlıdır. Meselenin özü şudur:
"Müslümanlar, içinde yaşadıkları siyasi coğrafya'da
Cum'a ve Bayram Namazlarını edâ edebiliyorlarsa iki hal
sözkonusudur.
Birincisi: Onlar İslâm
ahkâmı ile hükmeden adil bir yönetim içindedirler. Bu
durumda zekâtlarını ve vergilerini gönül huzuruyla
"Âmil'lere" teslim edebilir.
İkincisi:
Câir bir yönetimle karşı-karşıyadırlar. Ancak Cum'a ve
Bayram Namazlarını edâ ederek, orada hâkimiyetlerinin
varlığını ilân etmişlerdir. Bu durumda cair yönetimin
(Zalimlerin) âmillerine; zekât ve öşürlerini teslim ederken
niyyet ederler ve bu borç sakıt olur. ancak âdil veya câir
bir imamın (Ulû'lemr'in) yönetimi altında olmayan beldelerde,
mü'minler küfür ahkâmına muhatab oldukları için
"Esir" hükmündedirler. Küfür ahkâmı ile hükmeden
yönetimlerin memurlarına; zekât ve öşürlerini kat'iyyen
veremezler. Verseler de sahih olmaz. Esâsen o beldelerdeki
müslümanlar, acil ihtiyaçlarının dışındaki bütün
varlıklarını, cihad için harcamak mecburiyetindedirler.