İSLÂM FIKHI'NIN KAYNAKLARI
19
Önce fıkıh kelimesi ve terimi üzerinde duralım. Kur'an-ı
Kerim'de "Fıkıh" kelimesi ince ve derin anlayış,
kalbte bulunan bir nurun meselelerin mahiyetini kavrayışı
olarak yer almıştır. Meselâ: "Andolsun ki biz
insanlardan ve cinlerden bir çoğunu cehennem için
yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bunlarla idrak
edemezler; gözleri vardır, bunlarla göremezler; kulakları
vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar
gibidir. Hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta
kendileridir."(21) ayetinde bu mana ön
plândadır..Fahrüddin-i Razi bu ayet-i kerime'de geçen
"Yefkahûne biha" ibaresini tefsir ederken:
"Allahû Teâla (cc) ilim, fehim ve idrak manasına gelen
fıkhı; kâfirlerin kalplerinden çıkarmıştır" diyerek,
bu inceliğe işaret etmiştir.
20 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc) kime
hayır murad ederse, o kimseyi dinde fakih kılar"(22)
müjdesi sarihtir. Dolayısıyla fıkıh; kalpte mevcud olan iman
nuru ile yakından alâkalıdır. Hiçbir zaman "Hukuk"
manasına değildir. Maalesef son yıllarda "İslâm
fıkhı" tabiri yerine "İslâm Hukuku"
kullanılmaktadır. Halbuki "hukuk" kelimesi hiçbir
zaman "Fıkıh" manasına gelmez. "Hukuk",
İslâm fıkhının muamelât ile ilgili bir bölümüdür.
21 Kur'an-ı Kerim'de: "Nerede olursanız olun, velev ki
tahkim edilmiş yüksek kalelerde bulunun, ölüm size gelip
yetişir. Eğer onlara bir iyilik dokunursa "Bu Allah
katındandır" derler. Şayed onlara bir fenalık dokunursa
"Bu senin katındandır (senin yüzündendir)" derler.
De ki: Hepsi Allah katındandır. Böyle iken onlara, o kavme ne
oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya
yanaşmıyorlar"(23) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Ayet-i
Kerime'de geçen "La yefkahûne" hükmünün
muhatapları münafıklardır. Hepsi de "Arapça"
konuşmaktadırlar. Bu durumda Kur'an-ı Kerim'in zahiri
manalarını anlamaları ve Resûl-i Ekrem (sav)'i dinlemeleri
kaçınılmazdır.(24) Peki anlamadıkları nedir? İşte bu
noktada "Yefkahûne" ibaresi karşımıza "İnce
anlayış ve keskin idrak" olarak çıkmaktadır.
22 Fıkh-ı Batını esas alan (tasavvuf ehli) alimler, bu
ayet-i kerime'yi delil getirerek: "Allahû Teâla (cc) bir
kavimden "Fıkhı" kaldırırsa, onlar zahiri anlamakla
beraber, gerçek mahiyeti kavrayamazlar"(25) hükmünü
zikretmektedirler.. "Fıkıh" kelimesi, ıstılâhta
"Şer'i hükümleri, delilleriyle birlikte tafsili olarak
bilmek" şeklinde tarif olunmuştur. .(26)
23 İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) "Fıkhı" şu
şekilde tarif ediyor: "Fıkıh ilmi, kişinin leh ve
aleyhindeki hükümleri bilmesidir. İlim ancak amel etmek
içindir. İlim ile amel etmek, ahiret saadeti için dünya
meşguliyetlerini terkedip, gönülden çıkarmaktır."(27)
24 Şurası muhakkaktır ki; bir mükellefin, lehindeki ve
aleyhindeki haklarını tesbit kat'i delillerle mümkündür.
İmam-ı Şafii (rha): "Kat'i bir habere dayanmadan veya
ictihad yapmadan bir söz söylemek günaha çok yakındır.
Allahû Teâla (cc) Resûl-i Ekrem (sav)'den başka hiç kimseye
ilmi bir delile dayanmadan "Din" hususunda herhangi bir
söz söyleme hakkı tanımamıştır. İlmi delil ise: Kitab,
sünnet, icma-i ümmet, asar ve mahiyetini beyana gayret ettiğim
kıyas-ı fukaha'dır"(28) buyuruyor. Dolayısıyla; şer'i
herhangi bir delile dayanmadan din hususunda "Şahsi kanaat
belirtmek" büyük bir vebaldir.
1. KİTAP
25 İslâm ulemâsı; mücerred olarak "Kitap"
denildiği zaman bununla ancak Kur'an-ı Kerim'in
anlaşılacağı hususunda müttefiktirler. Kur'an-ı Kerim'in
başka başka yönleri ve vasıfları ele alınarak çeşitli
tarifleri yapılmıştır. Genel olarak: "Allahû Teâla
(cc) tarafından Cebrail vasıtası ile Peygamberimiz Resûl-i
Ekrem (sav)'e indirilmiş olan ve Resûl-i Ekrem (sav)'den bize
tevatüren nakledilen bir nazım'dır"(29) tarifi uygun
bulunmuştur. Bunun dışında: "Allahû Teâla (cc)
tarafından Resûl-i Ekrem (sav)'e vahiy yoluyla indirilmiş,
mushaflarda yazılmış, tevatürle nakledilmiş, tilavetiyle
taabbüd olunan muciz kelâmdır"(30) tarifi de yaygındır.
26 Kur'an-ı Kerim'in "Mucize" olduğu hususunda
hiçbir ihtilâf yoktur. İmam-ı Maturidi (rha)'ye göre:
"Kur'an-ı Kerim'in i'caz yönü, belağatının kemale
ulaşmasıdır."(31) Eğer bu i'caz belağat yönünden
başka olsaydı, benzerini getirmek için uğraşan Arapları,
başka yönleriyle de aciz bırakması icap ederdi. Gayb'tan
haber vermesi, tenakûzdan hali olması, ister dünyevi, ister
uhrevi olsun bütün mesalihi ihtiva etmesi noktasından, diğer
ilâhi kitaplarla aynıdır.
27 Kur'an-ı Kerim'in hem lafzı, hem manası Allahû Teâla
(cc)'dandır. Bu hususta hiçbir beşerin payı yoktur. Kur'an-ı
Kerim'in bize ulaşması tevatür yoluyladır ve indirildiği
gibi eksiksiz olarak muhafaza edilmiştir.(32) Ayet-i
Kerime'lerin sûreler içerisindeki yerleri de tevkifidir. Bu
hususta hiç kimsenin ictihad ve reyinden söz etmek mümkün
değildir.(33) Meselâ: Harf-i Mukatta'dan
"Elif-Lâm-Mim" bir ayet-i kerime olduğu halde,
"Elif-Lâm-Ra" bir ayet değil, ayetten cüzdür. Eğer
ictihad ve rey sözkonusu olsaydı, bu şekilde değerlendirmek
mümkün olmazdı.
28 İslâm fıkhında; Kur'an-ı Kerim, her yönden mutlak
manada asıldır.(34) Nitekim Kur'an-ı Kerim'den olduğu sabit
olan herhangi bir kelimeyi veya ayeti inkâr eden kimsenin
küfrü üzerinde ittifak edilmiştir.(35) Ayrıca Kur'an-ı
Kerim'e ta'zim etmek vacip, tahkir etmek haramdır. İslâm
ulemâsı "O'na (Kur'an'a) tam manasıyla temizlenmiş
olanlardan başkası dokunamaz"(36) ayet-i kerimesini esas
alarak; "Abdest almadan Kur'an-ı Kerim'e dokunmanın haram
olacağı" hususunda ittifak etmiştir.(37) Tabii cünüp
olan kimsenin de; gusûl almadan dokunması, helâl olmaz.
Resûl-i Ekrem (sav)'in; abdestsiz olan hiç kimsenin Kur'an-ı
Kerim'e dokunmamasını da, emrettiği bilinmektedir.(38)
29 Kur'an-ı Kerim'deki hükümler genel olarak ikiye
ayrılır: Manası açık, ihtimal ve iştibah'tan salim olarak
ibareleriyle hükme varılan ayetlere "Muhkem" denir.
İbaresinde, birçok manaya gelme noktasından ihtimal bulunan
ayetlere "Müteşabih" denilmiştir.(39)
30 Muhkem ve müteşabih ayetler konusunda Allahû Teâla (cc)
mü'minleri uyarmıştır. Kur'an-ı Kerim'de:: "(Habibim)
Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir.
Ki bunlar kitabın anası (temeli) dir. Diğer bir kısmı da
müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik (Maraz) bulunanlar
sırf fitne çıkarmak ve (hevâlarına göre) onun teviline
yeltenmek için, müteşabih olanına tabi olurlar. Halbuki onun
tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde yüksek payeye
erenler ise: "- Biz O'na inandık. Hepsi Rabbimizin
katındandır" derler. (Bunları) selim akıl sahiplerinden
başkası iyice düşünmez."(40) hükmü beyan
buyurulmuştur.
31 Bir mecliste Resûl-i Ekrem (sav): "Ümmetimin helâkı
kitab'ta ve Sût'te olacaktır" buyurmuştur. Sahabe-i
Kiram: "Ey Allah (cc)'ın Resûlü, buradaki kitab ve Sût
nedir?" diye sorunca, Resûl-i Ekrem (sav): "Kur'an-ı
Kerim'i öğrenip, O'nun ayetlerini Allahû Teâla (cc)'nın
indirdiği gayeden başka şekilde te'vil etmektir"
cevabını vermiştir.(41) Yine bir başka Hadis-i Şerif'te:
"Her kim Kur'an-ı Kerim'i (Hiçbir ilmi olmadan) kendi
şahsi reyiyle tefsir ederse, cehennemdeki yerine
hazırlansın"(42) buyurduğu ve mü'minleri uyardığı
sabittir . İmam-ı Şafii (rha) "Allahû Teâla (cc)'nın
kitabında yer alan ilim, icma cümlesindendir. Kur'an-ı
Kerim'in tamamı, Arap lisanı üzerine nazil buyurulmuştur. Bu
sebeble Kur'an-ı Kerim'in nasihi ve mensûhu, nüzûl sebebleri
ve farz kıldıkları, edebi belağatı, irşadı ve mübah
kıldıkları iyi bilinmelidir. Ayrıca Allahû Teâla (cc)'nın
peygamberine verdiği mevki'inin de iyi bilinmesi gerekir. Zira
Allahû Teâla (cc)'nın kitabında vaaz ettiği hükümleri
Resûl-i Ekrem (sav)'in lisanı üzere beyan buyurmuştur.
Binaenaleyh Allahû Teâla (cc) farz olan hükümlerle neyi
kasdetmiştir? Kimin için farz kılmıştır? Bütün insanlar
bu farzların kapsamına giriyor mu, girmiyor mu? Mükellef olan
kullarının neye itaat etmeleri gerekir ve neden sakınmaları
icabeder? Bütün bunların hepsi iyice bilinmelidir"(43)
diyerek, önemli inceliklere işaret etmiştir. Dolayısıyla
kat'i bir ilim olmadan, Kur'an-ı Kerim'i tefsir etmek caiz
değildir. Son yıllarda birçok "Meal"
yayınlanmıştır. "Meal" kelimesi en yakın mana
veya eksik olan terceme manasınadır. Hiç kimse bu yayınlanan
"Meal"ler ile amel edemez.
2. SÜNNET
32 Önce sünnet kelimesi üzerinde duralım. Lugat manası;
"adet, makbul olsun veya olmasın takip edilen yol, yüz,
yahut yüzün görünen kısmı, siret, tabiat" manalarına
gelir. Cahiliyye döneminde Araplar "Sünnet"
kelimesini takip edilen (çiğnenmiş) yol manasına
kullanıyor ve biliyorlardı. Sahabe-i Kiram, Resûl-i Ekrem
(sav)'in: "Size benim sünnetime sarılmanızı tavsiye
ederim"(44) emrini işitince, buradaki sünnet lafzından
"O'nun umumi ve hususi hayatındaki davranışlarını ifade
ettiğini" bildikleri için hiçbir şey sormamışlardır.
Çünkü bu kelimeye yabancı değillerdi.
33 Kur'an-ı Kerim'de: "Daha evvel geçenler hakkında
Allah bu sünneti koymuştur. Allah'ın sünnetini (adetini)
değiştirmeye ise asla imkân bulamazsın".(El Ahzab
Sûresi: 62) hükmü beyan buyurulmuştur Bu ayet-i kerime'de
geçen sünnet kelimesi "Adetûllah'ın" (veya
sünnetûllah) mahiyetini ifade etmektedir..(45)
34 İslâmi ıstılâh'ta Sünnet; "Resûl-i Ekrem
(sav)'den sadır olan söz, fiil ve takrirdir" şeklinde
tarif olunmuştur.(46) Hanefi fûkahası amel açısından
sünneti ikiye ayırmıştır. Birincisi: Uyulması hidayet,
terki kerâhet ve isâet olan sünnettir. Buna "Sünnet-i
Hüda" denilir. Meselâ: Ezân, kamet, cemaat gibi,
mütevatir haberlerle gelen sünnetler bu sınıfa dahildir.
İkincisi: Uyulması güzel, terki mübah olan sünnetlerdir.
Buna "Sünnet-i Zevaid" denilir.(47)
35 Allahû Teâla'nın (cc) en güzel misal (usvetûn
hasenetûn) olarak vasıflanırdığı Resûl-i Ekrem'e (sav)
itaat etmek farz, muhalefet ise haramdır.. İmam-ı
Gazali "Küfrü" şöyle tarif etmiştir:
"Resûl-i Ekrem (sav)'in getirdiği haberlere inanmamak,
onları yalanlamak küfürdür"(48). Bu tarifte hem
Kur'an-ı Kerim, hem de sünnet birlikte zikredilmiştir.
Mütevatir sünnet'in inkârının "Küfür" olduğu
hususunda; ehl-i sünnet ulemâsının ittifak ettiği
malûmdur.(49)
36 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Şüphesiz ki bana bir kitap
ve onunla birlikte bir benzeri verildi"(50) Hadis-i
Şerifini esas alan İslâm ulemâsı; "Cebrail Kur'an-ı
Kerim'i getirdiği gibi, sünneti de Resûl-i Ekrem (sav)'e
ta'lim ettirmiştir"(51) hükmünü beyan etmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de "Kitap ve hikmet" bir arada
zikredildiği sabittir. .(52)
37 İmam-ı Şafii (rha) kitap ve hikmet'in bir arada beyan
edildiği ayet-i kerimeleri zikrettikten sonra şunları
kaydediyor: "Bu ayet-i kerime'lerde Allahû Teâla (cc)
"Kitap ve Hikmet'i" zikretmektedir. Kitap'tan maksad
Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an ilmine vakıf, itimad ettiğim
alimlere göre hikmet ise Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetidir.
Zira Kur'an-ı Kerim bir zikirdir. Hikmet ise ona tabi
kılınmıştır. Allahû Teâla (cc) kitabı ve hikmeti
öğretmekle kullarına verdiği nimeti hatırlatmaktadır. Bu
husus dikkate alınırsa hikmetin Resûl-i Ekrem (sav)'in
sünnetinden başka birşey olduğunu söylemek doğru
değildir."(53)
38 Hanefi fûkahası; adil, sikâ ve hadis rivayeti ile
meşhur olan fakih bir ravi'nin, haber-i vahid durumunda olan
(Yani sadece bir kimse tarafından rivayet edilen) hadisin de,
kat'i bir hüccet olduğu hususunda ittifak etmiştir.(54)
Fakih olan ashabın,tabiûnunu ve etba-ı tabiûnun; kimden
aldığını belirtmeden yaptığı rivayetlerle (Mürsel
hadislerle) amel edilir.
39 Kur'an-ı Kerim'de: "Ve O (Resûl-i Ekrem) kendi heva
ve hevesinden söz söylemez. O (Kur'an ve O'nun din hususundaki
emri) ilka edilegelen vahiyden başka birşey değildir"(55)
hükmü beyan buyurulmuştur.. Resûl-i Ekrem (sav)'in Kur'an-ı
Kerim'de mücmel olarak farz kılınan bütün emirleri ve
nehiyleri, sahabe-i Kiram'a mahiyetini açıkladığı
bilinmektedir. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de "Zekât"
farz kılınmıştır. Ancak hangi mal'dan, hangi süre
içerisinde ve ne miktarda verileceği zikredilmemiştir.
Resûl-i Ekrem (sav) Zekâtla ilgili bütün hükümleri izah
etmiştir. Yine "Hacc" ibadeti; Kur'an-ı Kerim'de
mücmel bir ayet-i kerime ile farz kılınmıştır. Bu ibadetin
bütün farzları, vacipleri ve nasıl edâ edileceği Resûl-i
Ekrem (sav) tarafından izah edilmiştir. Yine "Cum'a
Namazı" Kur'an-ı Kerim'de mücmel bir ayet-i kerime ile
farz kılınmış; hangi şartlarda ve ne şekilde edâ
edileceğini Resûl-i Ekrem (sav) öğretmiştir. Misalleri daha
da çoğaltmak mümkündür.
40 Resûl-i Ekrem (sav) döneminde bir gurup kimse; "Biz
Allahû Teâla (cc)'nın kitabından başka delil
tanımayız" iddiasını ortaya atmışlardır. Bunun
üzerine Peygamberimiz (sav): "İçinizden hiç birinin
koltuğuna (Sedirine, kanepesine) yaslanmış bir vaziyette iken,
kendisine benim emir ve nehiylerimden biri
ulaştırıldığında: "- Başkasını bilmem, ben Allahû
Teâla (cc)'nın kitabında gördüğümüze uyarım"
dediğini sakın görmeyeyim"(56) emrini vermiştir. Bu
emir, Allahû Teâla (cc)'nın kitabını kabul etmekle beraber,
Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetini reddedenleri ilzam etmektedir.
Esasen Allahû Teâla (cc)'nın: "Bir de peygamber size ne
verdiyse (her ne emir verirse) onu tutun, nehyettiğinden de
sakının"(57) emrini verdiği malûmdur. İbn-i Huzeyme
(rha) "Din hususunda Resûl-i Ekrem (sav)'e itaat etmenin
farz , şahsi reyle karşı çıkmanın haram olduğunu" El
Ahzab Sûresi'nin 36.ncı ayet-i kerimesini zikrederek beyan
etmekteir..(58)
41 Meselenin özü şudur: Resûl-i Ekrem (sav)'in din
hususundaki her emrine itaat etmek farzdır. Hiç kimsenin,
şahsi kanaatini ve aklını esas alarak muhalefet etmesi caiz
değildir. Sünnet zanni değil, kat'i bir delildir. Hesap
gününü düşünen bir mükellef, Resûl-i Ekrem (sav)'e
muhalefet edemez.
3. İCMA-İ ÜMMET
42 Önce icma kelimesinin lûgat manası üzerinde duralım.
İcma Arapça bir kelime olup; "azm, kasd ve
ittifak"(59) manalarına gelir. Molla Hüsrev:
"Müctehid imamların herhangi bir asırda şer'i bir
hüküm üzerinde ittifak etmelerine icma denir" tarifini
esas almıştır.(60) İmam-ı Serahsi'de şu şekilde tarif
etmiştir: "Her asırda fıskını ilân etmeyen, heva ve
heveslerine tabi olmayan bütün müctehid imamların ittifakına
icma denir."(61)
43 Kur'an-ı Kerim'de: "Kim kendisine doğru yol besbelli
olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü'minlerin yolundan
başkasına uyup giderse, onu (o kimseyi) döndüğü o yolda
bırakırız. (Fakat ahirette) kendisini cehenneme koyarız. O
ne kötü bir yerdir" (En Nisa Sûresi:115) hükmü beyan
buyurulmuştur. İmam-ı Zemahşeri:"Bu ayet , icma-ı
ümmetin delil olduğunun işaretidir. Zira ayette
"peygambere muhalefet ile mü'minlerin yolunun dışında
bir yol tutmak" aynı mahiyette sayılmıştır. Bu iki
cürmün cezaları da eşit tutulmuştur"(62) diyerek, bir
inceliğe işaret etmiştir. İmam-ı Kurtubi: "Mü'minlerin
yolundan ayrılmaktan maksad, müctehid imamların icmalarını
inkâr etmektir. Bu ayet-i kerime'de icma-i ümmet'ten
ayrılanları tehdit vardır"(63) demiştir. İmam Ebû
Bekir El Cessas: "Bu ayet-i kerime'de mü'minlerin yolundan
ayrılanlar cehennem azabı ile tehdit olunmuşlardır. Bundan
kasıd, icma-ı ümmeti inkâr edenlerdir"(64) hükmünü
zikretmektedir. Tefsir-i Haazin'de: "Peygambere muhalefet
etmek ve mü'minlerin yolundan ayrılmak haramdır. Durum böyle
olunca mü'minlerin yoluna uymak vaciptir"(65)
denilmektedir.
44 Bazı usûl-i Fıkıh kitaplarında; Resûl-i Ekrem
(sav)'in: "Benim ümmetim delâlet üzerinde ittifak
etmez"(66) ve "Mü'minlerin güzel gördüğü şey,
Allahû Teâla (cc) katında da güzeldir"(67) Hadis-i
Şerif'leri, İcma-i Ümmet'in delili olarak zikredilmiştir.
45 İcma'nın teşekkül edebilmesi için, mücmel olan fıkhi
bir meselenin bulunması zaruridir. Aynı asırda yaşayan
müctehid imamlar; Kur'an ve Sünnet'te yer alan mücmel bir
hüküm üzerinde, kat'i olarak ittifak ederlerse icma teşekkül
eder. İcma'nın delil olması da buna dayanır.(68) Kat'i bir
nassa dayanan ve tevatürle gelen İcma'nın inkârı insanı
küfre götürür.(69) Zira bunda kat'i delilleri yalanlama
sözkonusudur. Bilindiği gibi bir asırda; tek bir müctehid
bile katılmazsa, icma teşekkül etmez.
46 Müctehid olmayan kimselerin tamamı; herhangi bir fıkhi
meselede ittifak etseler, bununla icma teşekkül etmez.
Dolayısıyla "İcma-ı Ümmet'in" teşükkülü için;
aynı asırda yaşayan, birçok müctehid imama ihtiyaç vardır.
47 Müctehid seviyesinde ilme sahip olmayan, buna mukabil
insanlar indinde "Mürşid-i Kâmil" diye anılan
kimselerin; fıkhi meselelerde, bir müctehide tabi olmaları
vaciptir. Nitekim tasavvuf yolunun büyüklerinden İbrahim b.
Ethem, Şakik Belhi, Ma'ruf Kerhi, Ebû Yezid Bestami ve Fudayl
b. İyaz; amel'de hanefi mezhebini taklid etmişlerdir.(70)
İnsanlar tarafından "Müşrid-i Kâmil" vasfı ile
anılan kimselerin; herhangi fıkhi bir meselede, kendi
aralarında ittifak etmeleri, icma-ı ümmet mahiyetine haiz
değildir.
4. KIYAS-I FUKAHA
48 Kıyas; Arapça bir kelime olup "K-Y-S"
kökünden (kâyese'nin) dili geçmiş masdarıdır. Lugatta
"iki şeyi birbiri ile ölçmek, mukayese atmak ve iki şey
arasınaki benzerlikleri tesbit etmek " anlamına gelir.
(71) Fıkıh usûlü kitaplarında; "kitap, sünnet ve icma
ile sabit olan bir hükmün; illet ve sebeplerini dikkate alarak,
hakkında nass bulunmayan (fakat aynı illetlere sahip olan)
meselenin hükmünü ortaya koymaya kıyas denilir" (72)
tarifi yapılmıştır. Hz. ömer (ra)'in Ebû Musa El
Eş'ari'ye: "Birbirine benzeyen şeyleri iyi kavra, illet ve
sebeblerini çok hassas olarak tahlil et ve daha sonra kıyas
yap"(73) tavsiyesinde, aynı unsurlar görülmektedir.
49 Kur'an-ı Kerim'de: "Onlara eminlik veya korku haberi
geldiği zaman onu yayıverirler. Halbuki o (haberi) peygambere
ve içlerinden ûlû'lemr olanlara arzetseler, elbette bunların
istinbata kadir olanları onu anlar, bilirlerdi" (En Nisâ
Sûresi: 83) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayet-i Kerime'de
geçen "Yestenbitûnehû" ibaresinden kasdın, istinbat
ve kıyas yoluyla hüküm çıkarmak olduğu hususunda ittifak
mevcuddur.(74) Meselelerin ve haberlerin "Ulû'lemr"
hükmünde olan alimlere sorulması bir vecibedir.
50 Resûl-i Ekrem (sav), Hz. Muaz b. Cebel'i, "Yemen"
iline vali olarak gönderirken: "- Ya Muaz, bir hadise ile
karşılaşırsan nasıl hükmedeceksin?" diye sormuştur.
Hz. Muaz b. Cebel (ra): "Allahû Teâla (cc)'nın kitabı
ile ya Resûlallah" diye cevap verir. Resûl-i Ekrem (sav):
"- Peki hükmü kitap'ta bulamazsan nasıl
hükmedersin?" diye sordu. Hz. Muaz (ra):
"Allah'ın(cc) resûlü'nün sünnet'ine başvururum"
diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (sav): "Peki hem Allahû
Teâla (cc)'nın kitabında, hem Resûlü'nün sünnetinde
bulamazsan nasıl hükmedersin?" sualini sordu. Hz. Muaz
(ra): "- O zaman reyimle (Kıyas yaparak)
hükmederim"(75) cevabını verdi. Alemlere rahmet olarak
gönderilen Peygamberimiz Efendimiz (sav), Hz. Muaz b. Cebel
(ra)'in bu cevabından memnun olmuş ve: "Resûlullah'ın
elçisini, Resûlullah'ı hoşnud edecek şeye muvaffak kılan
Allahû Teâla (cc)'ya hamd olsun" diye duada bulunmuştur.
Bu hadis-i şerif, bir cemaat tarafından rivayet edilmiştir.
51 Kıyas; kitap, sünnet ve icma'ya bağlı olan, zanni bir
delildir. Hakkında muhtem ve müfesser nass bulunan konularda
kıyas yapılamaz. Mücmel olan haberlerde, kıyas usûlü ile
hüküm çıkarılır. Müctehid seviyesinde ilme sahip olmayan
kimseler; taharri (araştırma) yapabilirler, fakat kıyas ile
hüküm veremezler.
52 Hanefi fûkahası: "Taabbüdi olan ve illetleri akılla
kavranamayan hükümlerde kıyas'ın geçerli olmayacağı
hususunda" ittifak etmiştir.(76) Meselâ: ibadetlerin biri,
diğerine kıyas edilerek, yeni bir ibadet şekli tayin
edilemez. Ayrıca Hadd cezalarında ve keffaretlerde, kıyas
yoluyla yeni hüküm konulamaz.
53 Kitap, sünnet ve icma; her alanda delil olduğu halde,
kıyas-ı fukaha sadece fıkhŒ meselelerde hüccet teşkil eder.
Kıyas-ı fukaha; mutlak müctehidler ile mezhepte veya
meselede müctehid olan fakihlerin başvurabileceği bir
kaynaktır. Herhangi bir mukallidin; akli melekelerini kullanarak
yapmış olduğu akıl yürütme kıyas-ı fukaha olarak
nitelendirilemez.. Bu nevi akıl yürütmeler, şahsi kanaat
hükmündedir. Şahsi kanaatlerini kıyas kabul edenler, büyük
bir vebal ile karşı-karşıyadırlar. Nitekim Tabiûndan
Şa'bi'ye bir kimse gelip bir mesele sorar. Hz. Şa'bi (rha);
sualle ilgili olarak Abdullah İbn-i Mes'ud (ra)'un bir
rivayetini nakleder. Sual soran kimse: "- Sen bu konudaki
şahsı kanaatini söyle" deyince, Hz. Şa'bi (rha): "-
Şu adama bakın, ben ona Abdullah İbn-i Mes'ud şöyle dedi
diyorum. O bana şahsi kanaatimi soruyor. Ben dinimi bundan
tenzih ederim. Vallahi müzikle meşgul olmayı, sana şahsi
kanaatimle fetva vermeye tercih ederim"(77) diyerek, bir
inceliğe işaret etmiştir.