ADÂLET SİYÂSETİ
1793 Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Allah, peygamberlerden şöyle misak (söz, ahid)
almıştı: "-Andolsun ki size kitap ve hikmeti verdim.
Sonra size yanınızda bulunan (Kitabı ve hikmeti) tasdik edecek
bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım
edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Bu hususta ağır ahdi
üzerinize aldınız mı? "-Kabul ettik" dediler.
(Allah) buyurdu ki: "-Öyleyse (birbirinize ve
ümmetlerinize karşı) şâhid olun. Ben de sizinle beraber (Bu
mîsakınıza, sözünüze) şâhidlik edenlerdenim"(18)
hükmü beyan buyurulmuştur. İbn-i Kesir: "Ayette
peygamberler zikredilmiştir. Fakat onların sâdece kendileri
değil, ümmetleri de bu misaka dahildirler. Binaenaleyh Allahû
Teâla (cc) peygamberleri vasıtasıyla onlara tâbi olan
ümmetlerinden daha sonra gelecek kitap ve peygamberleri kabul ve
tasdik etmeleri hakkında mîsak (söz) almıştır. Başka bir
rivayete göre; Allahû Teâla (cc) her peygamberden, âhir
zamanda gelecek son peygamberine (Resûl-i Ekrem (sav)'e)
inanmalarına dair söz almıştır. Hz. Ali (ra) ve Hz. Abbas
(ra) şöyle buyurmuşlardır: Allah (cc) gönderdiği her
peygamberden; birbirini kat'i olarak tasdik hususunda söz
almıştır. Ayrıca ümmetlerinden Resûl-i Ekrem (sav)'e
yetiştikleri takdirde, ona inanıp yardım etmeleri hakkında
söz almalarını emretmiştir. Hz. Peygamber'in "-Eğer
Musâ ve ësâ sağ olsalardı. Bana uymaktan başka bir-şey
yapmazlardı" dediği rivayet edilir."(19) hükmünü
zikrederek, konunun hassasiyetini ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla peygamberler; tevhid akîdesini yerleştirme
mücadelesinin birer ferdidir. Onlar birbirini kıskanıp inkâr
eden değil; birbirini doğrulayan ve tasdik eden insanlardır.
Sonuçta ortak bir Adâlet siyâseti gündeme girmiştir.
1794 Emir, nehiy ve terbiye
gibi mânâlara gelen siyâset kelimesi "Sa'se"
fiilinden masdardır. İbn-i Abidin: "Siyâset; halkı
dünya ve âhirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların
salâh ve menfaatlerine çalışmaktır"(20) hükmünü
zikreder. Dolayısıyla bu anlamda; bütün peygamberler
siyâsetle meşgul olmuşlardır. Şimdi hukukun korunması
hususundaki siyâseti ortaya koyabilme ki çin iki hadiseyi
gündeme getirelim.
1795 Mekke'nin Fethi
sırasında "Ben-i Mahzûn" kabilesinden bir kadın
hırsızlık yapmıştır. Sahabe-i Kiram'dan Hz. Usâme b. Zeyd
(ra) Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna gelerek, cezânın tatbik
edilmemesi hususunda istirhamda bulunur. Bunun üzerine Resûl-i
Ekrem (sav): "Muhakkak ki İsrail oğulları arasında soylu
(Şerefli, nüfuslu) birisi hırsızlık yaptığı zaman, o
cezasız bırakılırdı. Zayıf (kimsesiz) birisi yaptığı
zaman, derhal elini keserlerdi. Şimdi sen Allahû Teâla
(cc)'nın hadlerinden bir had (cezası) için, şefaatte mi
bulunuyorsun? Ben hırsızlık yapan kadın kızım Fatıma
olsaydı, muhakkak onun da elini keserdim"(21) buyurmuştur.
1796 Hz. Ali (ra) ile bir zimmi
(Gayr-i Müslim) arasında ihtilâf vukû bulur. O sırada Hz.
Ali (ra) halife'dir. Meselenin vuzûha kavuşması için Hz. Ali
(ra) ile gayr-i müslim (zimmi) şehrin kadısı Hz. Şureyh
(rha)'in huzuruna varırlar. Kadı Şureyh (rha); Hz. Ali
(ra)'den iddiasını isbat için delil getirmesini isteyince; Hz.
Ali (ra) oğlu Hz. Hasan (ra) ile hizmetçisi Kanber'i şâhid
olarak gösterir. Kadı Şureyh (rha); Resûl-i Ekrem (sav)'in
"çocuğun babası için şehâdetinin kabul
edilmeyeceğini" açık olarak beyan buyurduğu için Hz.
Hasan (ra)'nın, bahsi geçen ihtilâfta şâhid
olamayacağını, velâ ve hizmet sebebiyle Kanber'in de
şâhidliğini kabul edemeyeceğini, başka şâhid
getirmesini" mûnâsib bir lisanla izah eder. Hz. Ali (ra)
başka şâhidi bulunmadığı için: "- Hz. Hasan'ın âdil
ve yüksek seciyeli bir kimse olduğunu, her-hâlûkarda mutlaka
doğruyu söyleyeceğini, bu hususların dikkate alınarak
şâhidliğinin kabulünü tekrar istirham eder. Kadı Şureyh
yine kabul etmez. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) Resûl-i Ekrem
(sav)'in: "Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin cennet ehlinin
gençlerinin efendileridirler" hadisini kadı'ya
hatırlatır. Kadı Şureyh (ra): "-Evet!. Peygamberimiz
efendimizin (sav) onlar hakkındaki sitayişli sözlerine
vâkıfım. Fakat yine sen başka bir şâhid getir"
diyerek, kararında ısrar eder.(22) Dikkat edilirse Hz. Ali (ra)
bu sırada İslâm devletinin lideridir. Mahkemede hasmı olan
kimse ise; bir gayr-i müslim!.. Fakat Kadı Şureyh'e göre;
birbirinden hak talebinde bulunan iki insan sözkonusudur.
1797
Hz. Ömer (ra); bir mektup yazarak, Vâli ve Âmillerin hac
mevsiminde toplanmalarını emreder. Bütün görevlilerin ve
insanların bir-arada olduğu sırada hutbe'ye çıkar ve:
"Ey insanlar!.. Ben şu memurlarımı ancak sizin için
iyilik önderleri, hak müdafileri olarak gönderiyorum. Asla ve
Kat'a sizi dövmeleri, öldürmeleri ve haksız yere
mallarınızı almaları için göndermiyorum, içinizden kimin;
bu vâlilerden birisinde bir alacağı varsa kalksın
söylesin." buyurur. Hazır bulunan cemaatten sadece bir
adam kalkar ve: "-Ey mü'minlerin emiri!.. Senin memurun
bana (haksız olarak) yüz kırbaç vurdu." der. Bunun
üzerine Hz. Ömer (ra) o Vali'ye dönerek; "-Demek ona yüz
kırbaç vurdun ha!.." buyurur. Sonra hak isteyene hitaben:
"-Kalk kısas yap!.. Hakkını al" emrini verir. Bunun
üzerine Hz. Amr b. As ayağa kalkarak Hz. Ömer'e yaklaşır ve
"-Ey Mü'minlerin Emiri!.. Eğer sen memurların hakkında
bu kapıyı açarsan, bu onlara çok ağır gelir. Senden sonra
da bir adet halini alır" diyerek endişesini beyan edir.
Hz. Ömer (ra): "-Resûlullah (sav)'ın kendi nefsine kısas
yaptığını gördüğüm halde, ben onu (Vâli'yi) kısassız
mı bırakacağım? Ey hak sahibi kalk ve hakkını al"(23)
diyerek, hak'lının daima kuvvetli olduğunu ortaya koyar.
Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mutlaka hakları sahiplerine
ödeyeceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun (Kendini toslayan) boynuzlu
koyuna kısas yapacaktır"(24) buyurduğu bilinmektedir.
İslâm'ın temel düstûru: "Hak sahibi, daima
kuvvetlidir."