ŞEHÂDET'İN TARİFİ VE
MÂHİYETİ
1852 Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Ey iman edenler!.. Allah için hakkı ayakta tutan
(Hâkimler, insan)lar, adâletle şâhidlik eden (Kimse)ler
olun"(165) emri beyan buyurulmuştur. Şehâdet; başkasına
âid bir hakkı, kat'i bilgiye dayanarak, kazâ'nın
(Yargı'nın) sıhhati için ihbar etmektir. Zannetmek veya
tahmin etmek, şehâdet değildir. Zirâ Resûl-i Ekrem (sav):
"Eğer güneş gibi gördüysen şehâdet et, aksi takdirde
yapma"(166) emrini vermiştir. Fûkaha "Şehâdet,
iyice görüp anlama manasına gelen "Müşâhede'den"
türemiştir"(167) diyerek, bu inceliğe dikkati
çekmiştir. Şehâdet; Kur'ân, sünnet ve icma ile sâbit olan,
kazâ (mahkeme) işlerinde delil kabul edilen bir ameldir.
Resûl-i Ekrem (sav)'in kendisine bir dava intikâl edince,
şâhid getirmelerini talep ettiği bilinmektedir.(168) Kadı
(hâkim) hükmü; şâhidlerin beyânına ve diğer delillere
göre vermek mecburiyetindedir. Hanefi fûkahası: "Bir
kimsenin, bir şahısda bulunan hakkını almak için, belirli
lâfızla, hâkimin huzurunda ve hasmın muvâcehesinde vâki
olan doğru ihbara şehâdet denir"(169) tarifini esas
almıştır. Böyle bir ihbarda bulunan kimseye
"Şâhid" denir. Lehine şehâdet edilen kimseye
"Meşhûdün leh", aleyhine şehâdet edilen şahsa
" Meşhudün Aleyh" ve şehâdet edilen hususade
"Meşhudün bih" denilir.(170)
1853 Resûl-i Ekrem (sav)'in
"Şâhidlere ikramda bulununuz ve hürmet ediniz. Çünkü
Allahû Teâla (cc) onlar vâsıtasıyla hakları
korur"(171) buyurduğu bilinmektedir. Şehâdet'in rüknü:
Bir kimsenin kadı huzurunda (Yemin etmeksizin) "Şehâdet
ederim" demesidir. Tebyin'de de böyledir.(172)
1854 Şehâdetin edâsının
sebebi nedir? sualine cevap arıyalım. Kur'ân-ı Kerîm'de:
Şâhidler çağırıldıklarında (Şâhidlik etmekten)
kaçınmasınlar"(173) emri verilmiştir. Bilindiği gibi
hakkı ayakta tutmak farzdır. Eğer âdil şâhidler olmazsa;
insanların haklarını muhafaza etmek mümkün olmaz. Hak
iddiasında bulunan davacı; bu hakkını şâhidle isbat etmekle
yükümlüdür. Gerçekten iddiasında samimi olduğunu yakinen
bilen bir mü'minin ona yardımcı olmaması, kardeşlik
hukukuyla bağdaşmaz!.. Eğer iddiasında samimi değilse;
davalı durumunda olan kimsenin, zulme uğrama ihtimali
sözkonusudur. Böyle bir durumda bulunan müslümana da yardım
etmek vâciptir. Şehadet'in Hükmü; tezkiyeden (yani âdil
olduğu anlaşıldıktan sonra, kadı'nın) şehâdetin
mahiyetine göre hüküm vermesidir. Bu kadı üzerine
vâciptir.(174) Kıyasa göre; şehâdetin kadıyı ilzam eden
kat'i delil olmaması gerekir. Çünkü haber hükmündedir.
Bilindiği gibi haber'in doğru olması mümkün olduğu gibi,
yalan olması da ihtimal dahilindedir. Fakat nass'lar ve icma
esas alınarak, kıyas terkedilmiştir.(175) Dolayısıyla
İslâm fıkhında; şâhidlerin sayısı ve vasıfları
üzerinde hassasiyetle durulmuştur.
1855 Ukûbat bölümünde;
Hadd-i Zinâ'nın uygulanabilmesi için âdil dört şâhidin
bulunması gerektiğini izah etmiştik!..(176) Diğer hadd
cezalarında; âdil iki erkek şâhid'in beyanı geçerlidir.
1856 Doğum, bekâret ve
kadınların kusurlarıyle ilgili hususlarda, şâhidlik hakkı
kadınlara aittir. Resûl-i Ekrem (sav): "Kadınların
şâhidliği; erkeklerin bakmaya muktedir olamayacakları (onlara
haram kılınan) hususlarda câizdir"(177) buyurmuştur. Bu
durumda iki kadının şâhidlik yapması ihtiyata daha
uygundur.(178) İmam-ı Şafii (rha) kadınlardan dört şâhidin
bulunması gerektiğine hükmetmiştir.(179) Hanefi fûkahası,
"En Nisâi" kelimesinin cins belirttiğini;
dolayısıyla bir tek kadının, kadınlarla ilgili hususlardaki
şâhidliğinin câiz olacağını esas almıştır. İki
kadının şâhidliği; kıyas yoluyla, ihtiyata daha uygundur.
1857 Resûl-i Ekrem (sav)'in:
"Şâhidlerin en hayırlısı; kendisinden şâhidlik etmesi
istenmediği halde, şehâdet eden kimsedir"(180) buyurduğu
bilinmektedir. Esasen; mü'minlerin haklarını koruma hususunda,
titiz olmak vaciptir. Hanefi fûkahası; "Kul hukuku"
ile ilgili meselelerde; şâhidliğin, farz olduğu hususunda
ittifak etmiştir. Davacı; kazâ makamı (Kadı) huzurunda
şâhid olarak gösterirse, hakkı bilen kimsenin şâhidlikten
kaçınması haram olur.(181)
1858 Allahû Teâla (cc)'nın
hakkı olarak tatbik edilen Hadd cezalarında ise durum
farklıdır. Mükellef; şâhidlik edip-etmeme hususunda
muhayyerdir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in; şâhidlik eden bir
sahabe'ye: "Şayed onun günahını örtseydin, senin için
daha hayırlı olurdu"(182) diyerek, had cezalarında
muhayyerliğin bulunduğu belirtilmiştir. Yine diğer bir
Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: "Her kim bir
müslümanın ayıbını örterse, Allahû Teâla (cc)'da
kıyâmet gününde onun ayıbını örter."(183) Fakat
hırsızlık vâkıasına şâhid olan kimsenin; mal emniyeti
açısından "aldı" demesi vâcip olur. Ancak
"çaldı" demez!.. Çünkü hırsızlık yaptığı
zahir olursa "Hadd-i Sirkat" (El kesme cezası)
uygulanır. malın tazmini gerekmez. Halbuki mal sahibinin
hakkının ihyası "aldı" demesiyle
gerçekleşir.(184)
1859 Kaza makamına tâyin
için gerekli bütün şartlar; şâhidlik yapmak için de
geçerlidir. Ukûbat bahsinde bu hususu izah etmiştik.(185)
Şâhidlikte en önemli husus "Adâlet" konusudur.
Çünkü faasıkın şehâdeti caiz olmaz. Feteva-ı Hindiyye'de:
"Şehâdette adeletin izahı konusunda söylenen sözlerin
en güzeli İmam-ı Ebû Yusuf (rah)'a âiddir. Demiştir ki:
"-Şâhidlerin âdil olmasından murad; büyük günahları
işlememesi (Kebire'den ictinab), küçük günahlarda da ısrar
etmemesidir. (Sağire'de gayr-i Mıssır) adil şâhid; iyi hali
meşhur olan kimsedir. İsabetli hükmü, hatasından;
iyilikleri, kölütüklerinden fazla olan kimse âdildir.
Nihaye'de de böyledir. Büyük günahların (Kebair'in) tasnifi
ve mahiyeti hususunda ihtilaf edilmiştir. Bunların içinde en
sahih olan izah Şeyhû'l-imam Şemsü'l-eimme Hulvani'nin
izahıdır. Hulvâni'ye göre; "Allahû Teâla (cc)'nın
kat'i nasslarla haram kıldığı ve müslümanlar indinde şen'i
(çirkin, kötü) görülen hususlar büyük günahlardır. Kezâ
mürüvveti ve keremi terketmek de büyük günahlardandır.
Ayrıca günah işlenmesine ve fısk-ü fücûra yardımcı olmak
ve insanları teşvik etmek de büyük günahlardandır.
Bunların dışında kalan günahlar ise; küçük günahlar
(Sağire) hükmündedir. Muhıyt'de de böyledir"(186)
hükmü kayıtlıdır.
1860 Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Eğer yasak ettiğimiz büyük (Günâhlardan)
kaçınırsanız, sizin (öbür) kabahatlerinizi
örteriz"(187) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Âyet-i
Kerîme'de büyük günahlar (Kebair), kabahatler ise (Seyyie)
olarak anılmıştır.(188) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Yedi
şeyden sakınınız. Bunlar: Allah'a ortak koşmak, haksız yere
Allahû Teâla (cc)'nın haram kıldığı cana kıymak, sihir
(büyü) yapmak, tefecilikle meşgul olmak, fâiz yemek, yetimin
malına el koymak, düşmanla yüz-yüze gelindiğinde kaçmak,
iffetli mü'min kadınlara iftira etmek"(189) buyurduğu
bilinmektedir. Hz. Ali (ra)'den gelen bir rivâyette bunlara
hırsızlık ve zinâ etmek de ilâve edilmiştir.(190) Müctehid
imamlardan bazıları: "Allahû Teâla (cc)'nın cezâ
tâyin ettiği ve açık olarak azabıyla tehdit ettiği her
çeşit günah büyüktür" hükmünü zikretmişlerdir.
Kadı'lar; şâhidlerin vasıflarını tesbit etmek için ya
bizzat kendileri araştırma yapar veya bu işle ilgilenecek bir
yardımcı tâyin ederler. Bu yardımcılara "Müzekki"
veya "Sâhibû'l Mesâil" denir. Önceleri tezkiye
işlemi âşikar olarak yapılıyordu. İlk defa Kufe Kadısı
Şureyh (rha) gizli tezkiye usûlünü kabul etmiştir.(191)
İslâmi ıstılâhta gizli tezkiyeye "Mestûre" adı
verilmiştir.(192) Müzekki'lerin; kimlerin şâhidliklerinin
kabul edilip-edilmeyeceğini, gayet iyi bilmeleri gerekir.
Şâhidlerin Adâleti hususunda; müzekki'lerin vermiş olduğu
hüküm geçerlidir. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) ve İmam-ı
Yusuf (rha) bu hususta müttefiktir. İmam-ı Muhammed,
şâhidlerin adeti dikkate alınır. Şâhidlerin sayısı kadar
müzekki; tezkiye vermişse ve ittifak hasıl olmuşsa,
verdikleri hüküm ilzam edicidir"(193) hükmünü
zikretmiştir. Esasen Müzekki; kazâ makamı tarafından tâyin
olunan ve bizzat onun adına hareket eden bir yardımcıdır.
Yaptığı hizmet karşılığı; "Beytü'l-mal'den",
maaş almak durumundadır.
1861 Taraflardan biri
müslüman ise; şâhidlerin mutlaka müslüman olması gerekir.
Çünkü kâfirlerin, müslümanlarla ilgili şâhidlikleri kabul
edilmez.(194) Zimmet ehli'nin; milletleri muhalif olsa da,
birbiri üzerine yaptıkları şâhidlikleri muteberdir.(195)
İbn-i Hümam, "Yalanın bütün dinlerde haram
kılındığını" beyan etmektedir.(196) Dolayısıyla
"Yalancı Şâhidliğin" haram olduğu hususunda icma
hasıl olmuştur. Molla Hüsrev: "Bilmiş ol ki yalan yere
şâhidlik eden kimsenin (Şehâdetiyle hüküm verilsin veya
verilmesin) cezalandırılması gerekir. Yalancı şâhid'in
ta'zir olunacağı hususunda icmâ vardır. Çünkü o kimse,
müslümanlara zararı dokunan büyük bir günah işlemiştir.
Yalancı şâhidlik hususunda belli bir sınır yoktur.
Binaenaleyh o kimse "Bir daha yapmasın" diye
cezalandırılır. Ancak Fûkaha ta'zir'in (cezâ'nın) nasıl
olacağı hususunda ihtilâf etmiştir. İmam Ebû Hanife (rha)
demiştir ki: "-O'nun ta'ziri (cezalandırılması) ancak
teşhir edilmesidir." İmameyn'in kavline göre:
"-Yalancı şâhidlik yapan kimse dövülür ve
hapsedilir." İmam-ı Şafi (rha)'nin ictihadı da budur.
Çünkü Hz. Ömer (ra)'in yalancı şâhidlik yapan kimseyi
kırbaçladığı ve yüzüne çömlek karası sürdüğü
rivâyet edilmiştir. İmam-ı Azam (rha)'ın delili ise şudur:
Kadı Şureyh (rha) yalancı şâhidi teşhir eder, fakat
dövmezmiş, eğer yalancı şâhid ticâret ehli ise; pazar
yerinde değilse, ikindi namazından sonra insanların toplu
olduğu yere gönderir ve: "-Biz bu adamı yalancı şâhid
olarak bulduk, siz de bundan sakının" diye nidâ
ettirirmiş. Kadı Şureyh Sahabe zamanında Kadı'lık
yapmıştır. Sahâbe-i Kiram'dan hiç birisi, bu
cezâlandırmaya itiraz etmemiştir. Dolayısıyle Sahabe-i
Kiram'ın görüp, itiraz etmemesi icma hükmündedir"(197)
buyurmuştur. Muhakkak ki bu; Şer'i şerifle hükmeden, bir kaza
makamı huzurunda yapılırsa, cezalandırılması sözkonusu
olur. Bilindiği gibi Kur'ân, Sünnet ve icmâ ve diğer şer'i
delillerle hükmetmeyen hiçbir kazâ (Mahkeme), kazâ hükmünde
değildir.(198)
1862 Kadı; farklı dilleri
konuşan insanların ikâmet ettiği bir beldede görev
yapıyorsa, "Tercüman"lar vâsıtasıyla işlerini
yürütür. Resûl-i Ekrem (sav)'in Zeyd b. Sabit'e (ra)
İbranice öğrenmesini emrettiği ve İbranice konuşanların
meselelerinde O'nu (tercüman olarak) değerlendirdiği
bilinmektedir. Tercüman'ın; âdil, müslüman ve emin
olmasının yanında her iki dile hakkıyla vakıf olmasıda
gerekir.(199) İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) ve İmam-ı Yusuf
(rha); mahkemede aynı dil hususunda iki tercümanın
bulunmasının ihtiyata uygun olduğunu, ancak bir tercümanın
da yeterli olacağını esas almıştır. İmam-ı Muhammed (rha)
iki tercümanın bulunması şarttır" kanaatindedir.
İmam-ı Şafii (rha)'nin de "en az iki tercümanın
bulunması gerektiği" hususunda ictihadı mevcuttur.(200)
Yaptığı hizmet karşılığı; tercüman
"Beytü'lmal"den maaşını alır. Hiç kimse
konuştuğu dilin dışında başka bir dille meselelerini
anlatmaya zorlanılamaz. Çünkü bu ; fıtrata müdahale
hükmündedir. Eğer kendi rızasıyla konuşursa mesele yoktur.
1863 Hanefi fûkahası;
"Yemin ile birlikte; tek bir şâhidin (veya yalnızca bir
erkek şâhidin) beyanlarının delil olamayacağını,
şâhidlerin sayısını beyan eden ayetlerin buna mâni
olduğunu" esas almıştır. Resûl-i Ekrem (sav) Hz.
Huzeyme'nin yalnız başına şâhidliğini kabul etmesini,
"İlleti kat'i bilinemeyecek" bir uygulama olarak
değerlendirmiştir.(201) Şafii ve Hanbeli fûkahası ise;
taraflardan birinin yeminiyle birlikte tek bir şâhidin veya
yalnızca bir şâhidin beyanlarının delil olabileceğini esas
almıştır. Buradaki ihtilâf fıkıh usûlüne dayanır.
Şöyle ki; Hanefi fûkahası "Teabbüdi olduğu ve
illetlerinin akılla kavranamayacağı sâbit olan konularda
kıyasın geçerli olmadığını" esas almıştır. Cezâ
ve Hukuk davalarında yapılan tatbikât, kıyasa mânidir.
Şâhidlerin nisabı; kat'i olarak ayetle tesbit edilmiştir.
Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Huzeyme'nin yalnız başına
şehâdeti kabul etmesindeki illet kat'i olarak belli değildir.
Çünkü Sahabe-i Kiram'ın hepsi için aynı tatbikatı
yapmamıştır. Bu durumda; nassla sâbit olan şâhid adedi
bâki kalır. Şafii ve Hanbeli fûkahası; bu tatbikat Hz.
Huzeyme gibi güvenilir her sahabe için tatbik edilebilir.
Fakat o hadiseye Hz. Huzeyme şâhid olduğu için, bu şekilde
sünnet vârid olmuştur. Hülâfa-i Raşidiyn döneminde de,
aynı tatbikat sürmüştür. Dolayısıyla güvenilir tek bir
kişinin, şehâdeti delil olabilir. Şâhidliklerin kabulü ve
reddi ile ilgili ilimler "Müzekki"ler üzerine farz-ı
ayn'dır. Şimdi diğer delillere geçelim.
1864 EHL-İ VUKUF'UN
(BİLİR KİŞİ) RAPORU: Kur'ân-ı Kerîm'de "Hz.
Yusuf (as)'un kıssası" beyan edilirken; uğramış olduğu
iftirada suçun kime âid olduğunu tesbit için, davanın
bilirkişiye havale edildiğini görüyoruz.(202) Resûl-i Ekrem
(sav) döneminde; neseb davalarında, kaif'lerin (Fizyonomi
mütehâsıslarının) görüşlerine başvurulmuştur. İmam-ı
Serahsi; Kadı'nın cezâ ve hukuk davalarında ehl-i ilme (Ehl-i
Vukuf'a) müracaat ederek, onların rey ve mütalâalarını
hükme mesned edebileceklerini beyan eder.(203) Şöyle ki;
"Ehl-i İlm" kendi sahasında cerayan eden olayların
mâhiyetini tayin etmede mahirdir. Alış-verişte meydana gelen
bir ihtilâfta; ticaret erbabının görüşlerini almak hükmün
sıhhati açısından önemlidir. Yine herhangi bir cinayet
hâdisesinde; ehl-i ilm olarak "Doktorlar" söz
sahibidirler. Nitekim Hz. Ömer (ra) döneminde; bir kimse
şiirle kendisinin hicvedildiğini beyan ederek dava açar. Hz.
Ömer (ra) "Şiirde hiciv unsurunun
bulunup-bulunmadığı" konusunda meşhur Şâir Hassan b.
Sabit'i (ra) "Ehl-i Vûkuf" tâyin etmiştir.
1865 İKRAR: Bir
kimsenin; kendisine isnad olunan suçu veya borcu kabul edip
itiraf etmesine ikrar denilir.(204) Kadı; ikrar eden (itiraf
eden) kimsenin, itirafını dikkate alarak hüküm vermek
mecburiyetindedir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav)'in; Hz. Maiz
(ra)'in ikrahını dikkate alarak, kendisini recm cezasına
çarptırdığı bilinmektedir.(205) İkrar'ın bazı şartları
vardır. Bunlar:
1. İkrar ve itiraf eden kimse
akıllı ve bulûğa ermiş olmalıdır. Bu hususta ittifak
vardır. İkrarın kabul edilmesi için hürriyet; bazı
davalarda şart bazılarında şart değildir. Nihaye'de de
böyledir.
2. İkrar'da rızâ ve kasıd
şarttır!.. İşkence sonucu yaptırılan itiraf, ikrar
hükmünde değildir.(206)
Mükellefin ikrar'dan rücû
etmesi mümkün müdür? sualine cevap arayalım. Herhangi bir
kimse önce itiraf ettiği bir hakkı veya suçu, daha sonra
bazı mâzeretler ileri sürerek (Ruhi bunalım veya baskı)
reddedebilir. Hanefi fûkahası; kul hukuku ile ilgili olan
ikrar'dan (itiraftan) rücû etmenin sahih olmadığını"
esas almıştır. Nitekim Mecelle'de: "Hukuk-i ibadada
ikrardan rücû olmaz"(207) hükmü kayıtlıdır. Hudud
(cezâ) davalarında; önce suçunu ikrar (itiraf) eden bir
kimse, daha sonra rücû ederek "-Ben yapmadım" dese,
itiraf etmemiş sayılır. Çünkü şüphe; had cezalarının ve
kısasın kalkmasına sebeb olan bir durumdur. İtirafını
(ikrarını) reddettiği anda, "yapıp-yapmadığı"
hususunda şüphe ortaya çıkar. Dolayısıyla ikrarından
rücû sahihtir ve ceza tatbik edilemez.(208)
1866 YAZILI BEYYİNELER:
Kur'ân-ı Kerîm'de; hukuki ve ticâri akidlerin, yazı ile
tesbit edilmesi, âdil bir kâtibin de yazmaktan çekinmemesi (ve
şâhidlerle bu belgenin güzelce düzenlemesi) istenmiştir.
İbn-i Kesir bu âyetin en son gelen hükümlerden birisi
olduğunu kaydetmektedir.(209) İslâm ûleması ticâri ve
hukuki akidlerin yazılmasının "farz mı, yoksa müstehab
mı" olduğu hususunda ihtilâf etmiştir. Zira Âyet-i
Kerîme'de "borcu yazın" ve "İki şâhid
tutun" hükümleri, emir sığasıyla gelmiştir. Unutma
veya yanlış hatırlama soncu; ortaya çıkabilecek her türlü
ihtilafı önleme bakımından, akidlerin yazılması
müslümanlar için hayırlıdır. İmam-ı Serahsi;
"Resûl-i Ekrem (sav)'den kendi zamanına kadar ticâri,
hukuki akidlerin, muamelelerin, idâri tasarruf ve siyasi
anlaşmaların yazıyla tesbitinin gelenek halinde devam
ettiğini zikretmektedir.(210) Esasen Siyasi bir anlaşma
olan"Hudeybiye" anlaşması, Resûl-i Ekrem (sav)'in
bizzat yazdırdığı bilinmektedir. Bunun dışında Resûl-i
Ekrem (sav), bir alış veriş akdini yazı ile tesbit
ettirdiğine şâhid oluyoruz.(211) Bilindiği gibi günümüzde
"Noter'den" tasdikli bilgiler, yazılı delil
hükmündedir. "Noter" Fransızca bir kelime!..
Tahavi'nin "Katibu'ş Şurut", Allame Tarsusi'nin
"Âdil Katib" ve bazı fakihlerin "Vesika
katipleri" ismini verdikleri kimseler; kazâ işlerine
yardımcı olmuşlardır. Yazılı belgeler; başlı-başına
delil midir? sualine cevap arayalım. Usûl-i fıkıh ûleması;
yazıların birbirine benzetilebileceği veya üzerinde tahrifat
yapılabileceğini esas alarak, yazılı belgenin mücerred
olarak delil olmadığı üzerinde durmuşlardır.(212) Ancak
yazılı belge; iki adil şâhidle ispat edilirse, kat'i delil
durumuna gelir. Nitekim Âyet-i Kerîme'de de:
"Erkeklerinizden iki de şâhid yapın. Eğer iki erkek
bulunmazsa o halde râzı (ve doğruluğuna emin) olacağınız
şâhidlerden bir erkek iki kadın (yeter. Bu suretle),
kadınlardan biri unutursa, öbürünün hatırlatması (kolay
olur). Şâhidler çağırıldıkları vakit kaçınmasınlar. Az
olsun, çok olsun onu vâdesiyle beraber yazmaktan üşenmeyin.
Bu, Allah yanında Adâlete daha uygun, şâhidlik için daha
sağlam, şüpheye düşmenize de daha yakındır"
buyurmuştur. Ulû'lemr veya Kadı; İslâm fıkhını iyi bilen,
salih ve takva sahibi bir kimseyi "Âdil kâtib" tayin
edebilir. Dolayısıyla "Âdil kâtib'in"; fıkha uygun
olarak düzenlediği akidler, kat'i delil hükmüne geçer!..
Yazılı beyyine olarak Kadı'ya sunulabilir. Zira Resûl-i Ekrem
(sav)'in alış veriş akdini yazı ve tesbit ettirmesi,
(herhangi bir ihtilâf anında belge olarak kullanılmasını)
mü'minlere ta'lim içindir. Fûkaha; iki âdil şâhidle
birlikte yazılı beyyinenin delil olduğunda müttefiktir.(213)
1867 KARİNE VE EMÂRELER:
Resûl-i Ekrem (sav)'in karine ve emâreleri dikkate alarak
hüküm verdiği sâbittir. Nitekim Abdurrahman b. Avf(ra)'dan
rivâyet edilen; Bedir savaşında; Resûl-i Ekrem (sav)'e
küfrettiği için Ebû Cehil'i bulup-öldürmek azmindedirler,
fakat (her ikisi de Ensar'dan oldukları için) Ebû Cehil'in kim
olduğunu bilmemektedirler. Hz. Abdurrahman b. Avf (ra)'dan
kendilerine Ebû Cehil'i gösterivermesi için istirhamda
bulunurlar. Sonuçta ikisi birden Ebû Cehil'in üzerine
yürürler ve öldürürler!.. Fakat hangisinin öldürdüğü
ihtilâf konusu olur. Resûlullah (sav) "Kılıçlarınızı
sildiniz mi?" sualini tevcih eder, silmediklerini
öğrenince kılıç üzerindeki kana bakarak karar verir.(214)
İbn-i Kesir; Hz. Süleyman (as)'ın çocuğun annesini tesbit
hususunda emâreleri dikkate aldığını beyan eder.(215)
Mecelle'de; "Esbab-ı Hükümden (Hüküm sebeblerinden)
birisi dâhi karine-i katıadır. Karine-i Katıa; hadd-i yakine
(kesin bilgi sınırına) bâliğ olan emârelerdir"(216)
hükmü kayıtlıdır. Ancak şüphe ve vehim geçerli değildir.
Kesin bilgi sınırına yakın olmak zorundadır.
1868 KEŞİF:
Kadı; hukuk ve had davalarında, keşif yaparak dava hakkında
bir takım deliller bulmaya gayret eder. Resûl-i Ekrem (sav)'in;
bir arâzi ve ev ihtilâfı ile ilgili olarak, Hz. Huzeyfe b. El
Yeman'i (ra) keşif yapması için gönderdiği bilinmektedir.
Hz. Osman (ra); Hz. Ali (ra) ile Talha b. Ubeydullah (ra)
arasında arazi sebebiyle çıkan ihtalâfı, bizzat arâzınin
bulunduğu yere giderek, gerekli incelemeleri yaptıktan sonra
hükme bağlamıştır.(217) Hz. Ömer (ra) bir cinâyet
davasında; olayın vukû bulduğu yere giderek, gerekli
incelemeleri yapmış ve kâtili tesbit etmiştir!.. Bütün
bunlar; gerekli durumlarda keşif yapılmasının zarûri
olduğunu ortaya koymaktadır.
1869 YEMİN:
Hukuk davalarında hükümlere mesnet olacak delillerden birisi
de yemindir. Resûl-i Ekrem (sav) Hadramut ve Kinde'li iki
şahsın arasında cerâyan eden Arâzi İhtilâfında; önce
davacı'dan iddasını delil ile ispat etmesini tâlep eder.
Davacı, bu hususta herhangi bir delil getiremeyince davalı
durumunda olan kimseye "Yemin" etmesini teklif
eder.(218) Dolayısıyla yemin; ispat için konulmuş bir delil
değil, müdafaa usûlüdür.(219) Şafii fûkahası; yeminin hem
ispat, hem müdafaa için delil olabileceğini, bu sebeble
davalıya teklif edildiği gibi, davacıya da teklif
edilebileceği kanaatindedir.
1870 Kendisine yemin teklif
edilen davalı; yemin etmezse durum ne olur? İbn-i Ebi Müleyka
Basra'da kadılık görevini edâ ederken, kendisine gelen bir
dava ile ilgili olarak Müfti İbn-i Abbas'dan bilgi almak ister.
İbn-i Abbas (ra) "-Davacıdan delil getirmesini iste!..
Şayed delil getiremezse, davalıya yemin teklif et!.. Davalı
yeminden kaçınırsa (Nûkûl ederse) aleyhine hüküm
verebilirsin"(220) buyurur. Hudud cezaları ve kısas'ta
davalının yeminden kaçınması; hüküm için yeterli sebeb
değildir!.. Bu hususta ittifak vardır. Resûl-i Ekrem (sav)'in:
"Beyyine (Delil) getirmek iddia eden (davacı olan) kimsenin
üzerinedir. Yemin etmek ise; inkâr edene (davalıya)
düşer"(221) buyurduğu bilinmektedir. Ukûbat bahsinde;
f?hil-i meçhul cinâyetlerde "Kasâme'nin" nasıl
yerine getirildiği üzerinde durmuştuk!..(222)
1871 Hanefi fûkahası Resûl-i
Ekrem (sav)'in: "Sizden biriniz yemin edecek olursa Allah
(cc) adına yemin etsin veya terketsin" ve "Kim
Allah'tan başkasının üzerine yemin ederse, şirk koşmuş
olur" Hadis-i Şeriflerini esas alarak; Allahû Teâla
(cc)'dan başkası üzerine yemin edilmeyeceğinde ittifak
etmiştir. Yemin bazı hallerde Allahû Teâla (cc)'nın
sıfatlarını zikretmekle te'kid kazanır. Buna
"Tağliz" etme (Şiddetlendirme) denilir. Şöyle ki:
"Kendisinden başka ibâdete lâyık hiçbir mabûd olmayan,
Rahman, rahim ve din gününün sahibi olan, gizli ve aşikâr ne
varsa hepsini bilen Allahû Teâla (cc)'ya yemin ederim ki:
-İddia sahibi olan (davacı) falan kimsenin benim üzerimde
iddia ettiği ..................... yoktur. İddia olunan
...................'nın durumu şöyle, şöyledir vs."
Mü'min, muttaki ve âlim olan kimseler için tağliz etmeye
(Şiddetlendirmeye) gerek yoktur.(223) Zimmet ehli yahudiler:
"Musa (as)'ya Tevratı indiren Allah'a yemin ederim ki"
diye yemine başlar. Hristiyan ise: "İsa (as)'ya İncili
indiren Allah'a yemin ederim ki" diyerek, iddia sahibinin
sözlerini reddeder.(224) Namus ve şeref üzerine; putperestlere
dâhi yemin ettirilmez!.. Kazâ makamında bulunan kimse; Allahû
Teâla (cc)'dan başkasının üzerine yemin yaptırmadığı
gibi (Kendiliğinden) başka şekilde yemin eden kimsenin,
yeminini de kabul etmez. Fûkaha'dan bir kısmı; Allah (cc)
korkusunun azaldığını ve hesab şuurunun zaafa
uğradığını dikkate alarak; talak (Karısının boş olması)
üzerine de yemin ettirmenin câiz olacağını ileri
sürmüşlerdir.(225) Zira; talak (boşanma) üzerine yemin eden
kimse zararını gözönüne alarak yalan söylemekten
sakınabilir. Bu gerekçenin tutarlı olup olmadığı
tartışılabilir.
1872 HÂKİMİN
(KADI'NIN) ŞAHSEN BİLMESİ VE KANÂTİ: İslâm
fıkhında; kazâ işleriyle meşgul olan (Kadılık görevini
yapan) kimsenin şahsî kanaatlarıyla hüküm vermeleri mümkün
değildir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ben de ancak fâni
bir insanım. (Beşerim). Siz bana birçok davalar
getiriyorsunuz. Sizlerden biri, diğer tarafa nazaran beni iknâ
etmede daha kâbiliyetli ve muktedir olabilir. (Meselesini daha
beliğ anlatabilir). Ben de ondan işittiğime göre hükmederim.
Verdiğim bir hükümle bir kimseye hakikatte din kardeşine âit
bir şeyi verecek olursam, o kimse asla almasın. Zira benim ona,
o şekilde vermiş olduğum şey ancak ateşten bir
çadır"(226) buyurduğu bilinmektedir. Bazı rivâyetlerde:
"Dilerse o ateşi alsın, istemezse bıraksın"
ziyâdesi vardır. Dikkat edilirse Resûlullah (sav) getirilen
delilleri esas alınmasını ve ona göre hükmedilmesini
emretmiştir. Şahsi kanaat; "Zahiri Hakkı" tesbit
için geçerli değildir. Hudud davalarında ve kısas'ta; kadı
şahsi bilgisine ve kanaatine dayanarak hüküm veremez.(227)
Hukuk davalarına gelince; eğer kadı bir olaya şâhid
durumunda ise; mü'minin hakkının zâyi olmaması için,
dava'nın başka bir kadı'ya götürülmesini ve kendisinin
şâhid olarak gösterilmesini teklif eder. Dolayısıyla;
hakkın ihyâsını bu şekilde temin etmiş olur. Ancak aynı
anda hem kadı, hem şâhid olamaz. Çünkü töhmet ve sui-zan
sözkonusu olur.
1873 Bu Hadis-i Şerif aynı
zamanda; meselelere vâkıf olan ve güzel izah edilebilen
vekillere ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır. Gerek davacı,
gerek davalı; hakkında kendi adına talep edebilecek bir vekil
tâyin edebilir.(228) İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) bu hususta
iki tarafın da rızâsının esas olduğunu beyan etmiştir.
İmameyn'e göre; rızâ şart değildir. Çünkü bu vekâleti
ilgilendiren bir durumdur. Belâğat yeteneği olmayan ve
davasını anlatmakta güçlük çeken bir kimsenin; iddiasını
vekili vasıtasıyla gündeme getirmesi mümkündür. İmam-ı
Serahsi bu hususta bir misâl vermektedir: Resûl-i Ekrem (sav)
arzedilen bir davada; taraflardan biri muhâkeme usûlünü gayet
iyi bilmekte ve fâsih konuşmaktadır. Diğer taraf ise o
konularda hiçbir bilgi sâhibi değildir. Haklı olduğu halde;
muhâkeme usûlünü bilmediği ve güzel bir şekilde meseleyi
ortaya koyamadığı için, davayı kaybeder. Fakat bu sırada
Resûlullah (sav): "Bir kimse; sahte deliller ortaya atarak
davayı kazanır ve kardeşinin hakkını da alırsa cehennemden
bir ateş parçası almış olur" buyurdu. Kendisini güzel
müdafaa eden ve muhâkeme usûlünü bilen şahıs, hakikati
itiraf etti ve hak sâhibine verildi"(229) Günümüzde
"Avukatlık" yaygın olan bir meslektir. Haklı ve
haksız (avukat) mutlaka; kendisine ücret ödeyen kimsenin
davayı kazanmasını arzu eder!.. Kaldı ki; beşeri kanunlar
sözkonusu olduğu için âhiret mesûliyeti üzerinde fazlaca
durulmaz!.. İslâm fıkhında vekil; mutlaka "hakkın
sâhibine iade edilmesi" hedefini gözetmek zorundadır.
Belli bir ücret karşılığında "Vekil" olmuşsa,
ecir (İşçi) durumuna geçer.(230) Hz. Ali (ra) dava tâkip
etmeyi sevmediği için; Kardeşi Akil b. Ebû Talib (ra) onun
vekili olarak davalarına girmiştir. Akil ihtiyarlayınca; Hz.
Ali (ra), Kardeşinin oğlu Abdullah b. Cafer'i vekil tayin
etmiştir.(231) Serahsi; hem Akil'in, hem Abdullah b. Cafer'in
Âlim, zeki ve hazır cevap olduklarını kaydeder, İslâm
fıkhında her çeşit dava için vekil tayin etmek sahihtir.
Elbette; bu husustaki fıkhi hükümlere riayet etmek farzdır.
1874 Kazâ işleriyle meşgul
olan kimselerin; huzur ve güvenlerini sağlamak şarttır. Dolayısıyle
mahkeme anında; taraflar, vekilleri ve dinleyicileri uyaracak ve
kadı'ya (hâkimlere) yardımcı olacak kimselere ihtiyaç
vardır.(232) Muhâkeme ve murâfaa işlerinin düzgün
yürümesi için "Ulû'lemr" gerekli tedbirlerin
alınmasını sağlar.
1875
Hanefi fûkahası; hem davacı, hem davalı'nın kadı huzurunda
hazır olmasını esas almıştır. Gerek iddia sahibinin
(Davacı'nın) delilleri ortaya koyabilmesi, gerek davalı'nın
kendini müdafaa edebilmesi; beraber kadı (hâkim) huzuruna
çıkmalarına bağlıdır. Eğer iddia sahibi ile davalı ayrı
ayrı şehirlerde oturuyorlarsa durum ne olacaktır? Bu durumda;
davaya bakan mahkeme, gâibin ikâmet ettiği şehirdeki
Kadı''ya mektupla durumu bildirir. Buna fıkıhta "Kitabu'l
Kadı ile'l Kadı" (Hâkim'den, Hâkime yazışma)
denilmiştir.(233) İddia sâhibinin (Davacı'nın) beyanları
dikkate alınarak; yakalanamayan davalı hakkında da, hükme
varılamaz. Essah olan kavle göre; davalı hazır oluncaya
kadar, iddia sahibinin (Davacı'nın) dinlenmesi de câiz
değildir.(234)