DİĞER KONULAR
247 SAHABE-İ KİRÂM'I
ANCAK HAYIRLA ANARIZ: Resûl-i Ekrem (sav)'e bey'at ederek;
bütün yeryüzü müstekbirlerine karşı cihad eden Sahabe-i
Kirâm'ı ancak hayırla anarız. Bilindiği gibi sahâbe:
"Hz. Muhammed (sav)'e mü'min olarak mülâki olan,
sohbetinde bulunan ve daha sonra mü'min olarak ölen şahıslara
verilen isimdir."(231) İmam-ı Muhammed (rha)
"Emirlerle birlikte cihad"ı izah ederken:
"Sahâbe-i Kiram hakkında hayırlı sözlerden
başkasının söylenmemesi hususunda Resûl-i Ekrem (sav)'den
meşhur bir hadîs-i şerifin mevcud olduğunu kaydettikten
sonra: "Ashabım hakkında Allahû Teâla (cc)'dan korkun!..
Onları hedef edinmeyin. Kim onları severse, muhakkak beni de
sevmiş olur ve kim onlara eziyet ederse, Alettahkik bana da
eziyet etmiştir"(232) hadîs-i şerifini zikrediyor.
Hanefî fûkahasından Molla Hüsrev: "Selef-i salihin'e
açıkça küfreden kimsenin de şahidliği kabul edilmez.
Selef-i Salihin; sahâbe-i kirâm ve müctehid ulemâdır.
Allahû Teâla (cc) hepsinden razı olsun. Çünkü bu işler
(Selef-i Sâlihine dil uzatmak) o kimsenin aklının ve
haysiyetinin kusurunu gösterir. Bundan kaçınmayan kimse
yalandan da kaçınmaz"(233) hükmünü beyan ediyor. Sonuç
olarak; Ehl-i Sünnet olan mü'minler sahâbe-i kirâm'ı daima
hayırla anarlar. Onlar arasındaki ihtilafları bahâne ederek
kat'iyyen hukuklarına dil uzatmazlar. Ehl-i Bid'at ise;
sahâbe-i kirâm'ın arasındaki ihtilafları bahane ederek,
ileri geri sözler sarfetmekten kaçınmaz.
248 ESAS OLAN "BEYNE'L
HAVF VE'R RECA" HALİDİR: Kur'an-ı Kerim'de:
"Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira hakikat
şudur ki; kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden
ümidini kesmez"(234) hükmü buyurulmuştur. Mü'minler;
Allahû Teâla (cc)'nın yaratmış olduğu nimetlerin bile
sayılamayacağının şuurundadırlar. Dolayısıyle bunca
lütûf ve ihsânı dikkate alarak; lâyıkı ile kulluk
yapamadıklarını îtiraf ederler. Bu sebeble korku
içerisindedirler. Ancak kat'iyyen Allahû Teâla (cc)'nın
rahmetinden ümitlerini keserek, yeis içine düşmezler.
İmtihânı kazandığı sabit olmayan hiç kimse de; Allahû
Teâla (cc)'nın azabından emin olamaz. Bu sebeble hayatlarını
"Beyne'l havf ve'r Reca" (Korku ile ümit arasında)
esâsına göre tanzîme gayret ederler.
249 BİR VELİ, ASLÂ BİR
NEBİ'NİN DERECESİNE ULAŞAMAZ: Allahû Teâla (cc)'nın
emir ve nehiyleri altında sızlanmamak, sabretmek ve her an
imtihan üzere olduğunu hatırda tutarak; "ihsan"
makamına ulaşmak her mü'minin görevidir. Resûl-i Ekrem (sav)
ve Sahâbe-i Kirâm'ın zühd ve takva hususunda ne kadar titiz
oldukları malûmdur. Esasen Zühd; insanı Allahû Teâla
(cc)'ya kulluktan alıkoyan herşeyi terketmektir. İbn-i Abidin
"Şeriat, târikat ve hakîkat" ıstılâhlarını izah
ettikten sonra: "Bu üç şeyden murâd, kuldan beklenen
kulluk vazifesinin beklendiği şekilde
yapılmasıdır"(235) hükmünü beyan ediyor. İmam Ebû
Yusr Muhammed Pezdevi (rha): "Şeriat hakîkattir, hakîkat
şeriattan başka değildir"(236) buyuruyor. Şer'i şerife
ihlâsla sarılan ve insanları Allahû Teâla (cc)'nın dini
uğruna cihad'a çağıran mürşid-i kâmil'ler devamlı
mevcuddur. İslâmî ıstılahta: "Bütün kalbi ile Allahû
Teâla (cc)'ya yönelen mü'min ve takva sahibi kimselere velî
denilmiştir."(237) Yeryüzünde Tağuti güçlerle cihad
eden Allahû Teâla (cc)'nın veli kullarına ne kadar hürmet
edilse azdır. Ancak bunların kat'i olarak imtihanı
kazandıkları ve sû-i hatime endişesinden kurtuldukları iddia
edilemez. Halbuki Nebî'ler için; böyle bir tehlike sözkonusu
değildir. Zira Nebi'ler bazı sıfatlarla, insanlardan
ayrılırlar. Sadrüddin Taftazani bu konuda şunu kaydediyor:
"Kerramiye'den bazılarının "Velî'nin nebî'den
üstün olması caizdir" demeleri küfürdür,
sapıklıktır."(238) Sonuç olarak: Bir velî, asla bir
nebi'nin derecesine ulaşamaz.
250 Ehliyet sahibi olduğu
sürece bülûğ çağına ermiş bir insan; kendisinden emir ve
nehiylerin sakıt olacağı bir mevkie ulaşamaz. Kur'ân-ı
Kerîm'de: "Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine
ibadet et..."(239) hükmü beyan buyurulmuştur. Ehl-i
Sünnetin müctehid imamlarına göre; teklîf-i ilahîden maksad
imtihandır. Dolayısıyla kuldan hiçbir suretle teklifler
düşmez.(240) Alemlere rahmet olarak gönderildiği kat'i
nass'la sabit olan Resûl-i Ekrem (sav)'in ibadetler hususundaki
titizliği, tevatür derecesindeki haberlerle sabittir. Ehl-i
Bid'at'tan bir zümre (İbahi'ler) "Bir kul son derece
Allah'a muhabbet makamına erişip, kalbi gafletten temizlenirse,
zahiri ibadetlerin düşeceği" iddiasını ortaya
atmışlardır. İbn-i Abidin: "İbn-i Kemâl'in risalesinde
zikredilmiştir ki; tasavvuf davasında bulunanlardan bazısı,
yüksek bir dereceye vasıl olduğunu, kendisinden ibadet ve
taatın düştüğünü ve kendisine bütün günahları
işlemenin helal olduğunu iddia eder. Böyle bir kimsenin
öldürülmesinin vacip olmasında şüphe yoktur. Çünkü bunun
dine zararı pek büyüktür. Böyle bir davada bulunmakla her
şeyi mübah kılan kimse kapanmayan bir kapı açmış olur ve
bu kimsenin zararı haramların mübah olduğuna inanan kimsenin
(İbahi'lerin) zararından daha büyüktür. Çünkü haramların
mübah olduğuna inanan kimse küfrünün meydana
çıkacağından korkarak bu sapık fikrini söylemekten
çekinir. Bu kimse ise ibadet ve taatın, haram ve helâlın
dinde kendi derecesine ulaşamayan kimselere mahsus olduğunu
iddia edip bütün faasıkları "kendisi gibi yüksek
mertebeye ulaştıklarını" iddiaya davet eder"(241)
buyurarak, ehl-i bid'at tasavvufçular arasında da, bu sapık
anlayışın bulunduğunu kaydetmektedir.
251 "EHL-İ
KIBLE'NİN" TEKFİRİ CÂİZ DEĞİLDİR: Resûl-i Ekrem
(sav)'in: "Kim bizim kıldığımız namazı kılarsa, bizim
kıblemize yönelirse, kestiğimizi yerse işte Allah ve
Resûlünün zimmetinde bulunan müslüman budur. Allah'ın
zimmetini bozmayın" hadis-i şerifini esas alan Ehl-i
Sünnet'in müctehid imamları: "Kıble ehlinin tekfîri
câiz değildir" hükmünde ittifak etmiştir.(242) Hanefî
fûkahasından Molla Hüsrev: "Ehl-i ehva kelâm
kitaplarında zikredildiğine göre inançları Ehl-i sünnet'in
inançlarına uymayan ehl-i kıbledir. Bunların şahitlikleri
kabul edilir."(243) hükmünü zikreder. Alauddin El
Haskafî "Bid'at ehlinin imâmeti'ni" izah ederken:
"Bid'at: Peygamber (sav)'den malûm ve meşhur olan şeyin
aksini itikad etmektir. Fakat bu bir inad sebebiyle değil, bir
nevî şüphe iledir. Bizim kıblemize dönenlerden hiçbiri
bid'at sebebiyle tekfir edilemez" hükmünü kaydeder.
İbn-i Abidin bu metni şerhederken: "Bizim kıblemize
dönenlerden hiçbiri şüphe ile kurulan bid'atten dolayı
tekfir edilemez. Ama zarurat-ı dîniyye hususunda muhâlefet
edenin küfrüne hilâf yoktur"(244) diyerek, konuya
açıklık getirir. Sonuç olarak; inanılması zarurî olan
hususları inkâr etmediği müddetçe, ehl-i kıble tekfir
edilmez.