47. 3. Cahiliyetle İslam Arasında Kısas Uygulaması
47.3.1. Varislerin Af Etmeyerek Kısas Yolunu Seçmeleri
47.3.2. Adanı Öldürmede Kısas Uygulaması
47.4.3. Kasde Benzeyen Öldürme
47.5. Öldürme Üzerine Gerekli Hükümler
47.5.1. Hataen Öldürmede Gereken Cezalar
47.5.2. Hataen Adam Öldürmekteki Keffaretin Hikmeti
47.5.3. Kasde Benzeyen Öldürmede Gereken Cezalar
47.5.4. Kasten Öldürmede Gereken Cezalar
47.6. Kısasın Vacib Olmasının Şartları
47.6.2. Topluluk, Bir Kişiye Karşı Öldürülür
47.6.3. Bir Kişinin Bir Kişiyi Tutup Diğerinin Onu
Öldürmesi
47.8.1. Kısasa Müstahak Olan Kimsenin Akıllı ve Baliğ
Olmuş Olması
47.8.2. Ölü Sahiplerinin Hep Birlikte Kısasın
Uygulanmasına Taraftar olmaları
47.8.3. Cinayeti İşleyenin Başkasına Öldürülme Esnasında
Zarar Vermemesi
47.9. Kısas Ne Zaman Uygulanır?
47.11. Kabe Çevresinde Katil Öldürülür Mü?
1. Kan Sahiplerinden Birinin veya Hepsinin Katili
Bağışlaması :
2. Katilin ölmesi veya Cinayet İşlediği Organın Telef
Olması:
3. Taraflar Arasında Barış Yapılması:
47.13. Kısas Mahkemelerin Hakkıdır
47.14. Kısas İle İlgilî Görüşler
47.15. Öldürme Dışındaki Suçlarda Kısas
47.15.1. Öldürme Dışındaki Kısasta Bulunması Gereken
Şartlar
47.15.3. Organlarda Kısasın Şartları
47.15.4. Kasten Yaralamada Kısas
47.15.5. Beraber Koparma veya Yaralama
47.15.6. Darbe, Tokat ve Sövmede Kısas
47.15.7. Malı Telef Etmede Kısas
47.15.8. Aynısının Bedelini Ödemek
47.15.9. Yaralama Yahut Mal Almakla Taşkınlık
47.17. Koca, Karısını Yaraladığında Kısas Yapılır Mı?
47.18. Yaralamalarda İyileşmeden Önce Kısas Yapılmaz
47.19. Kısasın Ölüme Neden Olması
47.20.4. Diyeti Zorunlu Kılan Öldürme
47.20.7.1. Organların Yararlarının Diyeti
47.20.10.2. Gurra Kime Vacibtir?
47.20.10.3. Gurra Kime Verilir?
47.20.10.4. Keffaretin Gerekliliği
47.20.11. İyileşmeden Önce Diyet Verilmez
47.20.12. Birbirleri İle Arbede içinde Bulunan Topluluk
Arasında Ölü Bir Kimsenin Bulunması
47.20.13. Diyet Aldıktan Sonra Öldürme
47.20.14. İki Süvarinin Çarpışması
47.20.15. Hayvan Sahibinin Zaran Ödemesi
47. 20.16. Sürücü, Binici ve Kılavuzun Zararı Ödemesi:
47.20.18. Hayvanların Yok Ettiği Ekin, Meyve ve
Benzerlerinin Ödenmesi
47.20.19. Kuşların Telef Ettiği Şeylerin Zararı
47. 20.20. Köpek veya Kedinin Yaraladığı Şeyin Zararı
47. 20.21. Öldürülebilen ve Öldürülmeyen Hayvanlar
47.20.22.1. Isıran
Adamın Dişlerinin Kırılması veya Dökülmesi
47.20.22.2. İzni Olmadan Başkasının Evine Bakma
47.20.22.3. Canını, Malını, Namusunu Savunma İçin öldürme
47.20.22.4. Savunma İle Öldürme İddiası
47.20.22.5. Ateşin Yaktığı Şeylerin Zararı
47.20.22.6. Başkasının Ekinini Bozma
47.20.22.8. Doktor Zarar Öder mi?
47.20.22.9.
Eğinin Perdesini Yırtan Adam
47.20.22.10. Duvarın Yıkılıp Adam Öldürmesi
47.20.22.11. Kuyu Kazanın Zararı Çekmesi
47.20.22.12. Yemek Vesaire Alırken izin Alma
47.21.2. İslâm'ın Kabul Ettiği Arap Uygulaması
47. 21.3. Kasâme Hükmünde İhtilaf
47.22.3. Ta'zirin Hikmeti ve Hadlerden Farklı Tarafları
47.22.5. Ta'zirde On Kamçıyı Aşmak
47.22.8. Ta'zir Hakimin Hakkıdır
47.22.9. Ta'zirde Zararı Ödeme
«Cinayât»! cinayet
kelimesinin çoğuludur.«Cenâ-, yecnî» kökünden gelmekte olup almak
anlamındadır. Ağaçtan meyve topladığı zaman araplar «cena es-semere» derler.
Yine araplar «cenâ alâ kavmini cinâyeten- dediği zaman, muhakeme olunacağı bir
suç işlemiş olduğunu söylemek isterler.
Şer'î Şerife göre
cinayetten murad ise haram olan her iştir. Haram olan her işj dine, cana,
mala, akla ve ırza verdiği zarar bakımından şariin sakındırdığı ve men ettiği
her şeydir.
Fakihler, bu suçların
iki kısma ayrıldığı konusunda anlaşmış durumdadırlar.
Birinci Kısım: Bunlar,
had cezası gerektiren suçlar diye isimlendirilir.
İkinci Kısım: Kısas
gerektiren suçlar olarak isimlendirilmiştir.
Kısas gerektiren
suçlar, cana dokunan veya bundan daha düşük yaralama şeklinde yahut bir uzvun
kesilmesi biçiminde meydana gelen suçlardır. Bu suçlara ceza vermek, insanı korumak
için bu cezalan muhafaza etmeyi ve toplum hayatını kurtarmayı gerektiren
zarurî temel maslahatlardır.
Daha önce, had cezası
gerektiren suçlar ve cezalarına ait açıklama geçti. Şimdi ise kısas gerektiren
cezaları açıklayacağız.
îslâmî açıdan nefsi
muhafaza hakkında bir girişle başlayarak arkasından Cahiliyye ile islâm
arasındaki kısasdan bahsedeceğiz. Daha sonra da daha aşağısına gereken kısası
açıklayacağız.
Şüphesiz Allahu Teâlâ
insanı kerametli kılmış onu kudreti ile yaratmış ona ruhundan üflemiş meleklerin
ona secde etmesini emretmiş ve yerde ve gökte ne varsa hepsini onun emrine
musahlar kılmıştır. Aynı zamanda yeryüzünün efendisi olması ve kendisi için
takdir edilen maddi olgunluğun ve ruhi yüceliğin son noktasma onu eriştirmek
için ona kuvvet ve ilâhî bağışlar bahsetmiştir. İnsanın gelişmesi için bütün
unsurlar oluşmadan ve tam olarak hakkını almadan bu hedefleri gerçekleştirmesi
ve gayesine ermesi mümkün değildir. îslâmm kefil olduğu bu hakların önde
gelenleri: Yaşama hakkı, Mülk edinme hakkı, Irz ve hürriyetini koruma hakkı,
eşitlik hakkı, ve öğrenim haklarıdır, Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur;
«And olsun ki biz
insanoğullarını şerefli laldık onların karada ve denizde gezmesini sağladık.
Temiz şeylerle onları rızıklandırdık. Yaratıklarımızın pek çoğundan üstün
kıldık» (İsra:70)
Bu haklar renk, din,
cinsiyet, coğrafi bölge sosyal yapı farkı gözetmeden insan olması açısından
herkes için gereklidir. Nitekim Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Veda
haccıda okuduğu hutbede şöyle buyurmuştur: «Ey insanlar şüphesiz banlarınız
ve mallarınız bugün nasıl mukaddes bir günse, bu ay nasıl mukaddes bir aysa ve
bu belde nasıl mukaddes bîr belde ise öylece mukaddestir.»
«Herbirinizin kanı ve
mab ötekine haramdır. Tebliğ ettim. Şahid ol Ya Rab! Her müslümanın kanı, malı
ve ırzı diğer müslümana haramdır.»
Bu hakların ilki ve
korunmaya en layık olanı şüphesiz hayat hakkıdır. Hayat hakkı mukaddes bir hak
olup bu hakka saygısızlık göstermek ve onun korunması gerektiğini mubah saymamak
helal değildir. Allah'u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
«Allah'ın haram
kıldığı cana haksız yere kıymayın,» (İsra-33) ön plana geçmesi gereken hak,
hayat hakkıdır. Bu hakkı Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Ibn Mes'ûd'dan
rivayet olunan hadiste şöyle açıklamıştır: «Allah'tan başka ilah olmadığına ve
benim Allah'ın Rasûlü olduğuma şahadet eden müslüman bir kimsenin kanı ancak üç
şeyden biri ile helal olur :1- Zina
eden evli. 2- Cana karşı can.3- Dinîni terkedip cemaatten ayrılan.»
(Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.)
Allahu Teâlâ şöyle
buyurmuştur: «Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla Öldürmeyin. Biz onlara da size
de rızık veririz. Onları öldürmek şüphesiz büyük bir günahtır.» (İsra: 31)
«Kız çocuğun hangi
suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman.» (Tekvir: 8 - 9)
Allahu Teâlâ öldürme
işini başlatana mahlukatından hiçbir kimseye vermediği azabı vermiş bu konuda
onun Rasûlü şöyle buyurmuştur: «Zubnen öldürülen hiç bîr kimse yoktur ki, onun
kanından Adem'in ilk oğluna bir nasib olmasın. Çünkü o, ölümü ilk icad
edendir.» (Hadisi Buharî ve Müslim'in rivayet etmişlerdir.)
islâm'ın canlan
korumaya hırslı olmasından dolayıdır ki, canı helâl sayanları şiddetli bir
cezayla tehdit etmiştir:
«Kim bir mü'mini
kasden öldürürse cezası, İçinde temelli kalacağı Cehennemdir. Allah ona gazab
etmiş, lanetlemiş ve büyük azab hazırlamıştır.» (îsra: 93)
Bu âyetle, adam
öldürenin cezası, ahirette acıklı bir azab, ebedi olarak Cehennem'de kalma,
Allah'ın lanetine, azabına ve büyük azaba lâyık olma olarak kararlaşmıştır.
Bundan dolayı İbn Abbas şöyle demiştir: «Bir mü'mini kasden öldürenin tevbesi
kabul değildir.» Çünkü bu konuda en son inen âyet bu olup her ne kadar cumhur
bunun hilafına olsa da başka bir hüküm bunu neshetmemiştir. Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: «Dünyanın tamamen gitmesi,
haksız yere bir mü'minin öldürülmesinden Allahu Teâlâ'ya daha hafif gelir.»
(Hadisi İbn Mace, Bera'dan iyi bir senetle rivayet etmiştir.)
Tirmizî'nin iyi bir
senetle Ebû Sâid'den rivayet ettiğine göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: «Bütün yer ve gök halkı (insanlar ve melekler)
ortaklaşa bir tek mü'minin kanını dökecek olsalar, Allah tümünü yüz üstü
Cehennem'e atar.»
Beyhaki'nin îbn Ömer
(r.a)'den rivayet ettiğine göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: «Her kim bir müslümamn öldürülmesine yarım kelime de olsa yardım
ederse, kıyamet günü iki kaşının arasına; «Allah'ın rahmetinden ümidini kesen»
diye yazılır.»
Bunun sebebi, adam
öldürmenin, Allah'ın murad ettiği yapıyı yıkmak üzerine saldırılan kişinin
yaşamasına son vermek ve öldürülen kişinin varlığıyla aziz olan ondan
faydalanan ve onun yokluğuyla yardımdan mahrum kalan yakın akrabalarının
haklarına bir tecavüz anlamına gelmesinden dolayıdır.
Haramlık konusunda,
müslüman, zammi ve kendi nefsini öldüren müsavidir.
Zımmiyi öldürmek
hakkındaki hadisler, öldürenin cehennemlik olduğunu açık bir şekilde
belirtmişlerdir.
Buharî'nin Abdullah
bin Amr bin As'dan rivayet ettiğine göre Rasûllüllah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu: «Herhangi mü'min bir kişi, müslümanlann güvenliği
altında anlaşmalı olarak bulunan bir zımmiyi öldürürse, o kişi cennetin kokusunu
alamaz. Halbuki Cennetin kokusu kırk yıllık mesafeden duyulur.»
Nefsini öldürene
gelince; Allahu Teâlâ bundan sakındırarak şöyle buyurmuştur:
Kendinizi kendi
elinizle tehlikeye atmayınız.» (Bakara:195)
Nefsinizi
öldürmeyiniz. Allah şüphesiz ki size merhamet eder.» (Nisa:29)
Buharı ve Müslim'in
Ebu Hureyre (r.a.) 'den rivayet ettiğine göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur : «Bir dağdan kendisini aşağıya atarak intihar eden
kimse cehennemliktir. Ebediyen çıkmamak üzere oraya atılır. Zehirleyici bir
madde tadarak kendisini öldüren kimse, hiç çıkmamak üzere atılacağı Cehennemde
eline verilecek olan o zehirli maddeyi yalamaya devam eder. Bir demir
parçasıyla kendi öz canına kıyan kimseye ebediyen atılacağı Cehennemde devamlı
karnına saplayıp durmak üzere o demir parçası verilir.»
Yine Buharî'nin Ebu
Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: «Kendini ip ve benzeriyle boğan kimse Cehennemde
kendini boğarak bıçak gibi şeylerle kendini vuran da Cehennem'de kendini
vurarak azap olunur.»
Cündüb bin Abdullah'dan
rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: «Sizden önce geçen ümmetlerden birisi içinde bir kişi vardı ki
vücudunda bir yarası vardı. Yaranın acısına dayanamayıp, bir bıçak alarak
onunla elini kesmişti. Fakat kan bir türlü kesilmemiş nihayet Ölmüştü. Allahu
Teâlâ «Kulum kendi kendine ölüme teşebbüs ederek bana takaddüm eyledi. Ben de
ona Cenneti haram kıldım» buyurdu.» (Hadisi Buhari, rivayet etmiştir.)
Yine başka bir hadiste
geçtiğine göre; «Kendisini herhangi bir şeyle öldüren kimse, kıyamet günü o
şeyle azab olunur.»
Geçen açıklamalara
ilaveten, adam öldürmenin çirkinliği hakkında düşünülebilen en son nokta şudur
ki İslam dini, fertlerden herhangi birisim öldüreni, tüm toplumu öldürmüş gibi
kabul etmiştir. îşte bu akla ve dine uymayan adam öldürme suçunu işlemenin
çirkinliğim ortaya koymakta düşünülebilecek en son noktadır. Allahu Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
«Kim bir kimseyi bir
kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık obuadan öldürürse, bütün
insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (Ölümden kurtarırsa) bütün
insanları diriltmiş olur.» (Maide : 32)
Kan akıtma işinin
büyüklüğü ve tehlikesinin şiddetinden dolayı Müslim'in rivayet ettiği gibi
adam öldürme, kıyamet günü hakkında ilk hüküm verilecek suç olacaktır.
Allahu Teâlâ, katilden
intikam almak başkasını bu işten engellemek umumi düzeni bozucu ve güveni
sarsıcı suçlardan toplumu temizlemek için katilin idamını meşru sayarak şöyle
buyurmuştur :
«Ey akıl sahipleri,
Kısasta sizin için hayat vardır. Artık Allah'a karşı gelmekten sakınınız.»
(Bakara : 179)
Bu ceza geçen bütün
ilahi şeriatlerde mevcuttur. Yahudilikte kısas Tevrat'ın Huruç bölümünün yirmi
birinci faslında şu şekilde mevcuttur: «Bir insanı dövmek suretiyle öldüren
kimse öldürülsün. Babasına ve annesine sopa atana ölüm cezası verilir.
Bir adam bir adama
karşı azgınlık eder ve onu aldatarak öldürürse, hemen boğazından tut da
öldürülsün. Babasını ve annesini döven normal bir şekilde öldürülsün. Eğer
herhangi bir haksızlık yapılırsa cana can, göze göz, dişe diş, ele el, ayağa
ayak, yaralamaya yaralama ve kırmaya kırma ile karşılık ver.»
İsa Mesih'in
şeriatında ise bazıları; öldürenin öldürülmesinin bu şeriat ilkelerinden
olmadığı kanısındadır. Onlar bu görüşlerine Metta İncil'inde beşinci îshah'da
geçen îsa aleyhisselam'ın şu sözünü delil olarak kullanmaktadırlar.
«Kötülüğe karşılık
vermeyiniz. Aksine, kim senin sağ yanağına bir tokat atarsa, ona sol yanağını
da çevir. Kim seninle mücadele eder ve elbiseni almak isterse, ona abanı da
bırak. Kim bir mil boyunca seni hizmetinde kullanırsa, onunla iki mil beraber
git.»
Diğer bazıları ise
Mesih'i şeriatın idam cezasını tanıdığı görüşündedirler. Onlar da îsa
aleyhisselam'm şu sözüyle istidlal etmektedirler.
«Ben İlahi yasayı,
Namusu bozmak için gelmedim. Ben ancak (onu) tamamlamak için geldim.»
Bu görüşü Kur'an-ı
Kerim'de varid olan şu âyeti kerime kuvvetlendirmektedir :
«Ve önünde bulunan
Tevrat'ı doğrulayan İncil'i, sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik.»
(Maide : 46)
Şu âyeti kerime bu
manaya işaret etmektedir: «Tevrat'ta onlara cana can, göze göz, buruna burun,
kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık.» (Maide: 45)
Şer'i Şerif kısas
konusunda canların arasını ayırmamış olup, kısas hepsi için haktır, öldürülen
ister büyük ister küçük ister erkek isterse kadın olsun arada fark yoktur.
Çünkü hepsi de can taşımakta olup, herhangi bir şekilde hayatim bozacak bir
şeyle bir kimsenin hayatına saldırmak helal olmaz. Hatta hata ile öldürmek
bile helal sayılmamış, Allahu Teâlâ hata ile öldürenin sorumluluğunu
afetmeyerek, katile köle azad etmeyi ve diyet vermeyi gerekli kılmış ve bu
konuda şöyle buyurmuştur:
«Bir mü'minin diğer
mü'mini yanlışlık dışında öldürmesi asla caiz değildir. Bir mü'mini
yanlışlıkla öldürenin, bir mü'min köleyi azad etmesi ve Öldürülenin ailesi
bağışlamadıkça, ona diyet ödemesi gerekir.» (Nisa: 92)
Bu mali cezayı sadece
İslâm dini can'a gösterdiği saygıdan dolayı, hata ile öldürmede gerekli
kılmıştır.
Bunun sonucu olarak,
hiç bir kimsenin aklına adam öldürmenin kolay bir şey olduğu fikri
yerleşmemiş, canla ve kanla ilgili konularda İnsanlar daha dikkatli davranmış
olurlar. Yine bunun gibi kötülük odaklarına sed çekilmiş olur ki, neticede bir
kimse diğerini öldürüp, hata ile öldürdüğünü iddia etmiş olmasın.
İslâm'ın canlan koruma
yönünde şiddetli davranmasmdan-dır ki, kendisinde hayat var olduktan sonra,
cenini düşürmeyi haram kılmıştır. Ancak annenin hayatının söz konusu olması ve
benzeri sebepler gibi, cenini düşürmeyi gerektirecek hakiki bir sebebin
bulunması hali müstesnadır. İslâm dini haksız yere cenini düşürmeye, en değerli
malı vermeyi gerekli kılmıştır.
Cahiliyet döneminde
araplardaki kısas sistemin de, kabilenin fertlerinden herhangi birisinin
işlediği cinayetten, tüm kabile sorumlu tutulurdu. Ancak kabile, caniyi ortaya
çıkarır ve topluma onu ilân ederse durum farklı olurdu.
Bundan dolayı, ölenin
varisleri, caniden ve kabilesindeki diğer kişilerden kısas talebinde bulunur, cinayet
işleyen cinayet işlenen iki kabile arasında savaş kıvılcımları estirecek
şekilde kısas uygulamasını genişleterek iki taraf savaşa sürüklenirdi.
Şayet cinayet işlenen
kişi kavmi içinde şerefli ve asil biriyse bu tehlike daha da büyütülürdü.
Bunun sonucu olarak bazı kabileler çoğu kez kısas isteğinde bulunamazlardı.
islâm gelince, bu
zalim sistem için bir sınır koyarak, cinayet işleyenin tek başına olarak
cinayetinden sorumlu olduğunu ve işlediği suçtan hesaba çekileceğini ilân
ederek şöyle buyurmuştur :
«Ey inananlar,
öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür ile hür insan, köle ile
köle ve kadın ile kadın öldüren ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa,
kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu
Habbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem
verici azab vardır. Ey akıl sahipleri kısasta sizin için hayat vardır.»
(Bakara : 178)
Beydavî bu âyetin
tefsirinde şöyle demiştir. «Cahiliyet döneminde küçük arap kabilelerinden
ikisi arasında kan davaları vardı. Bir kabile diğerine üstün ve ondan durumu
daha müsaitse «Öldürdüğünüz köle karşılığında hür bir kişi, öldürdüğünüz kadın
karşılığında sizden bir erkek Öldüreceğiz» diye yemin ederlerdi. İslâm
gelince, Rasûlüîlah sallallahu aleyhi ve sellem'in huzurunda muhakeme
olundular. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Rasûlüîlah sallallahu aleyhi ve
sellem onlara karşılıklı olarak haklarından vazgeçerek uyuşmalarını emretti.»
Bu âyeti kerime aşağıdaki hususlara işaret etmektedir.
1- Allahu
Teâlâ, cahiliye sistemini iptal ederek kısasta eşitlik ve benzerliği farz
kılmıştır. Eğer varisler af etmeyip kısas yolunu seçerler ve kısasın infazını
isterlerse Hür'e karşılık hür, köleye karşılık köle kadına karşılık da kadın
öldürülür. Kurtubî şöyle demiştir:
«Bu âyeti kerime;
Öldürülen herhangi bir nev'e karşılık o neviden insanın öldürüleceğini
açıklamak üzere gelmiş, buna göre, hüre karşılık hür, köleye karşılık köle,
kadına karşılık kadın Öldürülür. îki neviden birisi diğerini öldürürse kısas
taleb edilmez.»
Bu âyet muhkemdir;
Ayetteki kapalılığı şu âyeti kerime açıklamaktadır. «Tevrat'ta onlara cana can
göze göz... karşılıklı kısas olunacağını yazdık.» (Maide : 45)
Yine Nebi aleyhisselam
bir kadına karşılık Yahudi'yi öldürmekle bu âyeti açıklamış oldu. Bu görüşü
Mücahid söylemiştir.
2- öldürülenin
varisi, caniyi af ederse örfe uygun bir şekilde olması azarlama ve kaba
davranma olmadan caniden diyet isteyebilir. Katilin de, borcunu ödememek ve
hakkını vermemek gibi bir duruma girişmeden af edene diyeti vermesi gerekir.
3- Allahu
Tâla'nın kısasın veya afederek diyete çevrilmesinin caiz olması konusunda
meşru kılındığı hüküm, bu hususta genişlik meydana getirecek şekilde Allah'tan
bir kolaylık ve bir rahmet olup, bunlardan herhangi birisini kesin olarak
belirtmemiştir.
4- Her kim
affettikten sonra, caniye tecavüz eder de onu Öldürürse onun için acıklı bir
azab vardır. Ya dünyada, onu öldürmekle azab görür veya ahirette cehennem azabına layık olur.
Buhari'nin İbn Abbas
(r.a)'dan rivayet ettiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: «Beni İsrail'de kısas
vardı fakat diyet yoktu. Bu ümmet için ise Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur. «Ey
inananlar, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı......» «öldüren
ölenin kardeşi tarafından bağışlanırsa» ifadesinde, îbn Abbas buradaki
bağışlama «Kasden öldürmede ölenin varislerinin diyeti kabul etmesi olup «örfe
uygun olarak» ifadesinde, diyet isteyenin örfe uygun diyet talebinde bulunması
ve karşı tarafın da istenen diyeti iyi bir şekilde eda etmesi anlamına geldiği
söylemiştir. İbn Abbas devamla; «Bu Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir.»
ifadesinin, sizden önceki ümmetlere farz kılınana nisbetle geldiğini
söylemiştir.
5- Şüphesiz
Allah kısası meşru kılmıştır. Çünkü kısasta büyük hayat ve insanlığın bekası
vardır. Şüphesiz katil mutlaka öldürüleceğini bildiği zaman geriye dönüş
yapar, böylece hem kendi hayatını hem de öldüreceği kişinin hayatını kurtarmış
olur.
6- İslâm
dini, cahiliyet döneminde araplarda olduğu gibi kısas talebinde bulunmak üzere
öldürülenin velisi için velayet hakkını bırakmıştır. Bu konuda Allahu Teâlâ
şöyle buyuruyor:
«Haksız yere
öldürülenin velisine bir yetki tanımışızdır. Artık o da Öldürmekte aşırı
gitmesin, zira kendisi ne de olsa yardım görmüştür.» (İsra: 33)
Âyette geçen veliden
maksat, öldürülenin kanını müdafaa etme hakkı olan kişidir ki bu öldürülenin
varisidir. Bu kişi, katili hükmü altma alıcı bir yetkisi olmaksızın kısas veya
diyet talebinde bulunabilir.
7- Menar
tefsirinin yazarı bu âyetle ilgili olarak şöyle demiştir. «Bu hikmetli âyet
hayatın bizzat matlub olduğunu kararlaştırmış ve kısası hayata giden yollardan
bir yol kılmıştır. Çünkü bir kimseyi öldürmeyi düşünen, öldürüleceğini bilirse
adam öldürmekten, vazgeçer, böylece hem kendini hem de öldüreceği kişinin
hayatını kurtarmış olur. Diyetle iktifa etmek herkesi, gücü yettiği hasmının
kanını akıtmaktan engellemez. Şüphesiz insanlardan düşmanına saldırmak için
pek çok para harcayanlar vardır. Bu âyette ceza konusunda canın zorla alınmasındaki
pek hoş olmayan durumu giderici ve nefse cezada eşitlik ilkesini alıştırıcı
üstün bir üslup ve beliğ bir ifade vardır. Çünkü bu cezaya öldürme veya idam
dememiş bilakis mutlu bir hayatı hedef alan insanlar arasında eşitlik olarak
isimlendirmiştir.»
Cana yapılan her
saldın kısası gerektirmez, saldırılar bazen hata ile bazen de bunun dışında
bir yolla olur. Bu bakımdan öldürmenin çeşitlerini açıklamak ve kısas
gerektiren öldürme çeşidini belirtmek gerekir.
Öldürme çeşitleri
üçtür.
1- Kasden
2- Kasde
benzeyen
3- Hataen
öldürme
Kasden öldürmek şu
demektir. «Mükellef bir kimsenin, zannı galib üzere kendisiyle öldürme işlemi
yapılan bir aletle, Şer'an öldürülmeye müstehak olmayan bir insanın kanına
kasdetmesidir.» Bu tariften anlaşıldığına göre kasden öldürme suçu ancak
aşağıdaki şartlar meydana gelirse gerçekleşmiş olur.
1- öldürülenin akıllı,
buluğ çağma ermiş ve öldürmeyi kasdetmiş olması. Akıl ve buluğ çağının dikkate
alınması Ali (r.aJ'ın rivayet ettiği hadisten dolayıdır ki Nebi aleyhisselam
şöyle buyurmuştur: «Üç kişiden teklif kaldırılmıştır. Ayıknca-ya kadar deliden
,uyanıncaya kadar uyuyandan, buluğ çağına erinceye kadar çocuktan.» (Hadisi
Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiştir.)
Katilin kasden
öldürmüş olmasına gelince; Ebu Hüreyre (r.a.)'nin rivayet ettiği hadisten
dolayıdır. Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve
sellem zamanında bir adam öldürüldü. Durumu Resûlüllah sallallahu aleyhi ve
sellem'e arzetiler. O da öldürülenin velisine kısas hakkı tamdı. Katil «Ya
Rasûlüllah, vallahi onu öldürmek istememiştim» dedi. Bunun üzerine Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem veliye «Eğer katil doğru söylüyorsa, sonra sen de
onu öldürürsen Cehenneme girersin» buyurdu. Nebi aleyhisselam'm bu sözü
üzerine, öldürülenin velisi boynundaki tasma ile çekmekte olduğu katili
serbest bıraktı. Ebu Hüreyre demiştir ki, «Bu katile tasman» diye isim
talalmışü.- (Hadisi Ebu Davud, Nesaî, îbn Mâce ve Tit-mizi rivayet etmiş,
Tirmizi sahihlemiştir.)
Ebu Davud'un
rivayetine göre Rasûlüîlah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
«Kasden öldürmede, öldürülenin velisinin affetmesi dışında kısas vardır.»
İbn Mâce'nin
rivayetine göre Nebî aleyhisselam şöyle buyurmuştur :
«Kim kasden adam
Öldürürse o kimseye kısas uygulanır. Her Kim katille kısas arasına girerek
kısası engellerse Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti üzerine olsun.
Allahu Teala bunlardan ne bir fidye ne de bir harcama kabul etmez.»
2- öldürülenin
insan olması ve şer'an öldürülmeye müstehâk görülmemesi olması. Yâni kanı mubah
sayılmaması.
3- Öldürmede
kullanılan âletlerin, çoğu kez öldürme işinde kullanılan aletlerden olmaları.
Şayet bu şartlar
meydana gelmezse, öldürme işlemi kasden öldürme kısmına girmez.
îster bıçak isterse
helak edici başka bir şey olsun can almakta birbirlerine benzerliklerinin
dışında insan öldürmekte kullanılmalarından başka öldürme aletlerinde bir şart
aranmaz.
Buhari ve Müslim'in
rivayetlerine göre; Nebi aleyhisselâm başını iki taş araşma koyarak ezmek
suretiyle bir cariyeyi öldüren yahudi'yi, aynı şekilde iki taş arasında başını
ezerek öldürmüştür. Bu hadis, -Miskal ile Öldürmelerde kısas yoktur.» diyen
Ebû Hanife, Şa'bî ve Nehâ'i'nin aleyhlerine bir hüccettir.
Ateşte yakmak, suda
boğmak, yüksek bir yerden atmak, üzerine duvar yıkmak, boğazını sıkmak,
hapsetmek ve ölünceye kadar aç susuz bırakmak, yırtıcı hayvana atmak gibi
herhangi bir suretle öldürmek de bu kabilden sayılır. Yine Şer'an Öldürülmeye
müstehak olmayan bir kimsenin aleyhine şahidlik yaparak öldürülmesine sebep
olanlar, daha sonra şahadetlerinden vazgeçerek, «biz onun öldürülmesini
kasdetmiştik» derlerse, bütün bu durumlar, öldürme aleti kullanılmış gibi kabul
edilir.
Bir kimse, içinde
zehir olduğunu bildiği halde kendisi yemeden başkasına bu yemeği verir de,
adamın ölümüne sebep olursa, kısas olunur.
Buhari ve Müslim'in
rivayetine göre, bir yahudi zehirli koyun eti getirerek Nebi aleyhisselâm'ı
zehirlemek istemişti. Nebi aleyhisselâm, etten bir lokma ağzına koydu, sonra
lokmayı çıkartıp attı. Nebi aleyhisselâm ile birlikte Beşir bin Berâ da aynı
etten yemişti. Nebi aleyhisselâm yahudiyi affederek ona ceza vermedi.
Yiyenlerden ölen olmayınca Nebi aleyhisselâm ya-hudinin cezasını affetmişti.
Ancak daha sonra Beşîr bin Berâ ölünce, Nebi aleyhisselâm yahudiye kısas cezası
uyguladı.
Ebû Davud'un
rivayetine göre Nebi aleyhisselâm yahudinin öldürülmesini emretti.
Kasde benzeyen
öldürme, mükellef bir kimsenin adet olarak kendisiyle adam öldürülmeyen bir
aletle Şer'an öldürülmeye müstehak olmayan bir insanı öldürmesidir. Mesela
hafif bir sopa veya küçük bir taşla adama vurması veya yumrukla, kamçıyla ve
benzeri şeylerle vurması gibi.
Eğer vurma işi hafif
bir sopa veya küçük bir taşla bir veya iki defa olur da, bu vurmadan dolayı
adam ölürse, kasde benzeyen öldürme kısmına girer. Şayet kişinin ölüm yerlerine
vurur veya vurulan küçük olursa, yahut çoğu kez ölüme sebebiyet verici bir
vurmayla hastaya vurursa, bu durumda kasden vurmuş sayılır. Bunun 'kasde
benzeyen' diye isimlendirilmesi-nin sebebi; öldürmenin hata ile kasıt arasmda
şüpheli olmasındandır. Çünkü bu tip öldürmede dövme kasdedilmiş olup, öldürme
kasdedilmemiştir. Bunun için 'kasde benzeyen' ifadesi kullanılmıştır. Bu
öldürme olayında ne sadece kasıt vardır, ne de sadece hata. Yalnız kasıt
bulunmadığından kısas gerekmemektedir. Çünkü aslolan kanın korunmasıdır ki,
açık bir delilden başka bir şeyle kan mubah sayılmaz. Bu tip öldürme yalnız
hata da değildir, çünkü öldürme dışında bilfiil dövme kasde-dilmiştir. O
bakımdan ağır bir ceza olarak diyet gerekir.
Dârekutni'nin İbn
Abbas'dan rivayet ettiğine göre Nebi aleyhisselâm şöyle buyurmuştur:
«Kasden vurmak, el
kısasıdır. Hata yoluyla vurmak ise diyete neden olur; onda kısas yoktur. Kim
de arbede içinde taşla yahut sopa veya kamçı ile öldürülürse o da develerin
yaşlarında ağır olan bir diyettir.»
Ahmed ve Ebû Dâvûd da;
Amr bin Şuayb'dan, onun babasından, onun da dedesinden Peygamber aleyhisselâm
'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
«Kasden öldürmeye
benzeyen vurmanın diyeti, aynen kasten öldürme diyeti gibi ağırdır. Yalnız bu
suçu işleyen öldürülmez. Bu da şeytanın halkı kışkırtması neticesinde meydana
gelen kargaşa esnasında hiç bir kin ve istek olmadığı ve silah kullanılmadığı
halde kan dökülmesidir.»
Ahmed ve Ebû Dâvûd ve
Nesâi'nin rivayet ettikleri hadise göre; Nebi aleyhisselâm Mekke'nin Fethi
gününde bir hutbe okuyarak şöyle buyurdu:
«Dikkat!. Kamçı, sopa
ve taşla öldürülen, kasde benzeyen öldürme sayılır.»
Hataen öldürme,
mükellef bir kimsenin av'a atmak veya başka bir gayeyle atmayı kasdetmek gibi
mubah olan bir fiili işlerken, kanı ma'sum olan bir ihsan'a denk gelerek onu
öldürmesi dir.
Mesela kazmış olduğu
kuyuya bir insanın düşerek Ölmesi veya konmasına izin verilmeyen yerde bir ağ
dikerek bir kişinin ona takılarak Öldürülmesi gibi.
Çocuk ve deli gibi
mükellef olmayan bir kimseden sadır olan kasden öldürme de hataen öldürme
kısmına girer.
Öldürmenin, kasden,
kasde benzeyen ve hata ile olduğunu söylemiştik. Bu üç kısımdan her birine bir
takım hükümler lazım gelir ki aşağıda bunları açıklıyoruz.
Hataen adam öldürme
iki ceza gerektirmektedir: Birincisi: Üç sene vadeli olmak üzere Öldürülenin
varislerine hafif bir diyet gerekir.
Bu husus diyet
konusunda gelecektir.
ikincisi.-
Keffarettir, bu da çalışıp kazanmaya mâni olucu ayıplardan salim, mü'min bir
köle azad etmektir. Köle bulamayan arka arkaya iki ay oruç tutar. Bunun aslı şu
âyeti kerimedir :
«Bir mü'min'in diğer
mü'mini yanlışlık dışında öldürmesi asla caiz değildir. Bir mü'mini
yanlışlıkla öldürenin, bir mü'min köleyi azad etmesi ve öldürülenin ailesi
bağışlamadıkça, ona diyet ödemesi gerekir. Eğer o mü'min, size düşman bir
topluluktan ise mü'min bir köleyi azad etmek gerekir. Şayet aranızda anlaşma
olan bir millettense, ailesine diyet ödemek ve mü'min bir köleyi azad etmek
gerekir. Bulamayana, Allah tarafından tevbesinin kabulü için, ardarda iki ay
oruç tutmak gerekir. Allah bilendir. Hakimdir.» (Nisa : 92)
Eğer bir topluluk bir
kişiyi öldürürlerse bu konuda Âlimlerin çoğunluğu «Her birerlerine ayrı ayrı
keffaret gerekir.» demiş, diğer bir grup ise «Hepsine bir keffaret gerekir.»
demişlerdir.
Kurtubi şöyle
demiştir: «Keffaretin manasında alimler ihtilaf etmişlerdir. Denmiştir ki
keffaret, katilin günahına bir temizlik olması için gerekmektedir. Katilin
günahı tedbir almayı terketmesi ve elinden kam helal olmayan bir kimsenin
öldürülmüş olmasıdır.
Dendi ki: Öldürülenin
nefsinde Allah'ın hakkında tecavüz edilmesine bedel olarak keffaret gerekmektedir.
Şüphesiz öldürülenin nefsinde Allah'ın hakkı vardır ki bu hak da öldürülene
Allah'ın vermiş olduğu yaşama nimetidir.
Allahu Teâlâ için bu
kişi hakkında bir hak vardır. Çünkü bu kimse, ister küçük, ister büyük, ister
hür, ister köle, ister müslüman, ister zimmi olsun, kendisini hayvanlardan ve
diğer canlılardan ayıracak şekilde kendisine kul ismi verilen Allah'ın kullarından
bir kuldur. Bununla beraber, Öldürülenin neslinden Allah'a ibadet eden ve ona
itaat eden kişilerin gelmesi ümid edilir. Katil, öldürdüğü kişiden,
bahsettiğimiz kul olma ismini ve vasıflandırdığımız manayı kaldırmış
olacağından kendisine kef-fareti ödeme cezası gerekmektedir. Bu iki manadan
hangisi olursa olsun, burada bir açıklama vardır. Her ne kadar keffaret hükmü
hataen öldürene gerekmekte ise de kasden öldüren de bunun gibidir. Bilakis
hataen öldürenden keffaret ödemeye daha layıktır.
Kasde benzeyen öldürme
iki cezayı gerektirir:
1- Günah
kazanır. Çünkü Allah'ın öldürmesini haram kıldığı bir canı haksız yere
almıştır.
2- İlerde geleceği üzere, varislerine Ödenmek
üzere ağır bir diyet gerekir.
Kasden öldürmeye
gelince, bu dört çeşit cezayı gerektirir :
1- Günah
kazanmak,
2- Miras ve
vasiyetten mahrum olmak,
3- Keffaret,
4- Kısas
veya af.
1-2) Katil;
öldürdüğü kişinin varislerinden ise; İster kasden öldürsün, isterse hataen,
öldürülenin ne malına ne de diyetine varis olabilir.
Bu konudaki fakihlerin
kaidesi şudur: «Her kim zamanından evvel bir şeyi elde etmeye acele ederse,
ondan mahrum bırakılarak cezalandırıhr.»
Beyhaki'nin Hallâs'tan
rivayet ettiğine göre; adamın birisi bir taş attı. Attığı taş annesine isabet
ederek kadıncağız öldü. Adam annesinden düşen mirası almak isteyince,
kardeşleri ona; «Senin miras hakkın yoktur.» dediler. Durum Ali (r.a.) 'a intikal
edince, Ali (r.a.); «Annenin mirasından sana düşen ancak taşür.» dedi ve adamı
diyet cezasıyla borçlandırarak annesinin mirasından da kendisine bir şey
vermedi.
Amr bin Şuayb'dan,
onun babasından onun da dedesinden rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: «Katil'e mirastan herhangi bir
hak yoktur. »
(Bu hadis ma'lûl olup,
mevkuf ve merfû olduğunda ihtilaf edilmiştir. Hadisi kuvvetlendirecek şahidler
vardır.)
Ebû Dâvûd, Nesâi ve
İbn Mâce'nin rivayetlerinde Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: «Varis olacağı kişiyi öldüren, miras hakkından mahrum olur. Şayet
öldürülenin başka veresesi yoksa, onun varisi kendisine en yakın olan
insanlardır. Katil ise herhangi bir şekilde varis olamaz.»
İlim ehlinin çoğu bu
kanaate varmışlardır. Hanefî ve Şafiiller de böyle söylemişlerdir. Hadeviye ve
Malik ise; «eğer öldürme hataen olursa, diyet ödemeden mala varis olur.» demiştir.
Zühri, Sa'id bin Cübeyr ve diğerleri; «Katil, miras'dan mahrum bırakılmaz.»
demişlerdir.
«Bedâi» kitabında
şöyle denmektedir: «Haksız yere adam öldürmek büyük bir cinayet olup en ağır
bir şekilde engellenmesi gerekir. Öldürenin vasiyetten mahrum bırakılması,
mirastan mahrum bırakılması gibi olup engelleyici bir sebep olmaya uygundur. O
bakımdan vasiyetten mahrum bırakılması sabit olmuş olur. Öldürme ister kasden,
isterse hataen olsun, arada fark yoktur. Çünkü hataen işlenen cinayet de
öldürme sayılarak ak-len öldürenin hesaba çekilmesi caizdir. Vasiyet, ister
cinayetten Önce isterse sonra olsun, katil vasiyetten mahrum bırakılır.»
3)
Varislerin affetmesi veya diyete razı gelmesi durumunda keffaret: Eğer katil'e
kısas uygulanması istenirse bu durumda katile keffaret gerekmez. İmam Ahmed'in
Vâile bin Eskâ'dan rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: «Nebi
aleyhisselam'a Beni Seleme'den bir grup gelerek şöyle dediler: «Şüphesiz arkadaşımız
Cehennemi kendisine gerekli kıldı.» Nebi aleyhisseîam; «Bir köle azad etsin.
Allahu TeâJâ azad ettiği kölenin her uzvuna karşılık kendi uzuvlarını ateşten
korur.» buyurdu.»
Yine İmam Ahmed'in
Vâile bin Eskâ'dan başka senetle rivayetine göre, o şöyle demiştir: «Cehennemi
kendisine gerekli kılan bir arkadaşımız hakkında Rasûlüllah'a gelerek sorduk.
Bunun üzerine Rasûlülîah saîlallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu : «Onun
adına bir köle azad edin ki, Allahu Teâlâ kölenin her uzvuna karşılık
arkadaşınızın uzuvlarını Cehennem'den korusun.» CEbû Dâvûd ve Nesâi de aynı rivayeti
yapmışlardır. Ebû Davud'un lafzında ise, «Adam öldürmekle Cehennemi kendisine
gerekli kıldı.» şeklindedir.)
Şevkânî
«Neylü'l-Evtâr» adlı kitabmda şöyle demiştir: «Vâi-le hadisinde kasden
öldürmede keffaretin sabit olduğuna delil vardır. Bu keffaret, varis katili
affettiği zaman veya diyete razı geldiği zaman geçerlidir. Yoksa varis kısas
isteğinde bulunduğu zaman katile keffaret gerekmez. Bu konuda zikri geçen
Ubâde hadisinden dolayı öldürmek keffaret sayılır.»
Ebu Na'îm'in «Marifet»
isimli kitabında rivayet ettiğine göre; Nebi aleyhisseîam şöyle buyurmuştur:
-Öldürme keffarettir.» (Bu ifade Huzeyme bin Sâbit'in hadisindendir. Hadisin isnadında
İbn Lehî'a vardır. Hafız şöyle demiştir: «Fakat bu hadis İbn Vehb'in
hadisinden olup, bu durumda -Hasen» olmuş olur. Taberânî «Kebir» kitabmda bu
hadisi Hasan bin Ali'den mevkuf olarak rivayet etmiştir.)
4) Kısas
veya af: Kısas'a veya affetmeye gelince; af ya diyet üzerine olur yahut
diyetin dışında anlaşmayla veya bunun da ötesinde ölenin varislerinin karşılıksız
affetmesi gibi daha efdal olan bir yolla olur.
«Bağışlamanız
Allah'tan sakınmaya daha uygundur. Aranızdaki iyiliği unutmayın.» (Bakara :
238)
Şayet ölenin vârisleri
katili affederse, hâkim bundan sonra katile ta'zîr cezası veremez.
Malik ve Leys şöyle
demişlerdir: «Katil bir sene hapsedilir ve kendisine yüz sopa vurulur.»
Kısasın veya affın
aslı şu âyeti kerimeden kaynaklanmaktadır :
«Ey iman edenler;
öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür ile hür insan, köle ile
köle ve kadm ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa,
kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle ödemek düşer. Bu Rabbinizden
bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab
vardır.» (Bakara : 178)
Affetmek veya kısas
istemek hakkı vârislere bırakılmıştır. Dilerlerse kısas isterler, dilerlerse
affederler. Hatta vârislerden bir tanesi katili affetse kısas düşer. Çünkü
kısas hükmü parçalanamaz.
Ebû Hanife'nin
arkadaşı Muhammed bin Hasan'ın rivayet ettiğine göre; Ömer bin Hattab (r.a.)'a
kasden adam öldüren bir katil getirildi. Bunun üzerine Ömer (r.a.) katilin
öldürülmesini emretti. Vârislerden birisi katili affetti. Ömer yine öldürülmesini
emretti. Bunun üzerine Abdullah bin Mes'ûd şöyle dedi; «Onların tümü için tek can'dan
kısas isteme haklan vardır. Vârislerden birisi hakkını affedince cana hayat
vermiş sayılırlar ki, affetmeyen vârislerin kısas isteme hakları kalmaz.» Ömer
(r.a.); «Peki bu adam hakkında görüşün nedir?» diye sordu. İbn Mes'ûd;
«Malından diyet vermesi ve böylece affedenin hissesinin kalkacağı
görüşündeyim.» dedi. Ömer (r.a.) «Ben de
aynı görüşteyim.» dedi.» (Muhammed de aynı görüşte olduğunu söylemiştir. Bu
görüş Ebû Hanife'nin görüşüdür.)
Eğer vârisler arasında
küçük varsa, kendisi için seçim hakkı doğması için bulûğ çağma ermesi
beklenir. Çünkü kısas isteme hakkı bütün varislere ait bir haktır. Çocuğun
buluğ çağından önce muhayyerlik hakkı yoktur. Eğer vârisler topluca veya bir
tanesi diyet üzere affederlerse, diyetler bahsinde açık bir şekilde geleceği
üzere katile ağır bir diyet gerekir.
Kısas, ancak aşağıdaki
şartlar meydana gelirse gerçekleşir.
1- öldürülenin,
şer'an öldürülmeye müstehak olmaması: Eğer Öldürülen; harbi, zina eden evli
veya mürted ise, katile ne kısas ne de diyet Ödemek gerekir. Çünkü bunların
hepsinin kanı heder edilmiştir.
Buharı ve Müslim'in
îbn Mesüd'dan rivayet ettiklerine göre; Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuşlardır: «Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Rasûlüllah
olduğuma şehadet eden müslüman bir adamın kanı helâl olmaz. Ancak üç kişi
müstesna! Zina eden dul, cana karşı can ve dinini terkedip cemaatten ayrılan.»
2- Katilin
buluğ çağına ermiş olması.
3- Akıllı
olması: Çocuk, deli ve bunak üzerine kısas uygulanamaz. Çünkü bunlar mükellef
olmayıp bunlarda adam öldürmek için gerçek bir kasıt veya hür bir irade
bulunmaz. Şayet deli bazen kendine gelir de adam öldürürse, kendisine kısas
cezası uygulanır. İçki içmeyi itiyad hâline getiren kimsenin sarhoşlukla
aklının gitmesi de bunun gibidir. Mâlik'ten rivayet olunduğuna göre; kendisine
şu haber ulaşmıştır. «Mervan bin Hakem, Muaviye bin Ebi Süfyan'a sarhoşken bir
adamı öldüren kişinin kendisine getirildiğinden bahseden bir mektup yazdı. Bunun
üzerine Muaviye de ona bu adamın öldürülmesi gerektiğini bildiren bir mektup
yazdı.»
Eğer sarhoş edici
olmadığını sandığı bir şey içer de aklı gittikten sonra bu durumda adam
öldürürse, üzerine kısas gerekmez.
Hadiste geçtiği üzere;
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Üç kimseden teklif
kaldırılmıştır. İhtilam oluncaya kadar çocuktan, ayüıncaya kadar deliden,
uyanıncaya kadar uyuyandan.»
Mâlik şöyle demiştir:
Bize göre üzerine icma edilen hüküm şudur: Çocuklar arasında kısas uygulanmaz.
Onların öldürmeleri, had cezası gerektirmediği ve buluğ çağma ermediği müddetçe
hata sayılır. Şüphesiz çocuğun öldürülmesi hatadan başka bir şey sayılmaz.
4- Katilin
kendi isteğiyle öldürmesi gerekir. Şüphesiz zorlama, kişiyi iradesinden
ahkoyar. İradesini kaybedenin ise sorumluluğu olmaz. Şayet sulta sahibi
başkasını adam öldürmeye zorlar da o da haksız yere bir insanı öldürürse,
emreden öldürülüp katil öldürülmez. Katile ise başka ceza verilir.
Ebû Hanife ve Dâvûd bu
görüşü benimsemiş olup, Şafi'İ'nin bir sözü de bu yöndedir.
Hanefiler şöyle
demişlerdir: «Bir kimse canına veya herhangi bir azasına kötülük geleceğinden
korkacak şekildeki bir emirle müslümanın malını telef etmeye zorlanırsa, bu
emri yerine getirmesi caiz olup mal sahibinin, zorlayan kişiye malı ödettirme
hakkı vardır. Şayet Ölümle tehdit ederek, başkasını öldürmeye kendisini
zorlarsa, bunu yapması caiz olmaz, öldürülün-ceye kadar sabreder, şayet
öldürürse günahkâr olur. Eğer öldürme kasden ise, zorlayana kısas gerekir.
Bir grub alim; «Zorlayan
değil, öldüren öldürülür.» demiştir. (Bu görüş, Şafiî'nin diğer bir
görüşüdür.) İçlerinde Malik ve Hanbelilerin de bulunduğu bir başka grub ise
şöyle demişlerdir : «Eğer Öldürülenin varisleri affetmezse hepsi topluca öldürülür.
Eğer varisleri affederse diyet lazım gelir. Çünkü katil başkasını öldürmekle
kendi nefsinin baki kalmasını kasdetmiştir.»
Eğer mükellef, çocuk
ve deli gibi mükellef olmayana başkasını öldürmeyi emrederse, emredene kısas
gerekir. Çocuğa ise kısas gerekmez. Kısas ancak ölüme sebep olana gerekir.
Eğer hakim zulmen
öldürmeyi emrederse, bu durumda emredilen kişi hakimin zulüm yaptığını ya
bilir veya bilmez. Şayet, hakimin zulüm yaptığım bildiği halde emri infaz
ederse üzerine kısas gerekir. Ancak ölenin velisi affederse üzerine diyet
ödemesi gerekir. Çünkü hakimin zulüm yaptığını bildiği halde öldürme işini
üslenmiştir. Bu durumda mazur sayılmaz ve 'hakim ona emretmişti' de denemez.
İslâmiyet'te şöyle bir kaide vardır: Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in
buyurduğu gibi : -Hâlık'a isyan etme hususunda mahluka itaat yoktur.»
Şayet ölümü hak
etmediğini bilmediği halde onu öldürürse, ölenin velisi affetmez veya diyete
razı olmazsa, öldürme emrini veren Öldürülür, öldürme işini gerçekleştiren ise
öldürülmez. Çünkü bu kişi, Allah'a asi olma durumuna düşmeden, hakime itaat
etmenin gereğiyle mazur sayılır. Bir kimse, mükellef olmayan birisine öldürme
aleti vererek, ona öldürmeyi emretmediği halde, kendiliğinden öldürürse, silah
verene bir şey gerekmez.
5- Katilin,
öldürenin aslı olmaması: Oğlunu veya oğlunun oğlunu ne kadar aşağıya inerse
insin), herhangi bir kasden öldürme şekillerinden birisiyle öldüren babaya
kısas uygulanmaz. Anne babasından birisini öldüren çocuk ise bu hükmün dışındadır.
O ittifakla öldürülür. Çünkü baba çocuğun hayatına sebep olmuştur. Çocuk
babasını öldürmeye ve onun yaşamına son vermeye sebep olamaz. Ancak çocuk anne
babasından birisini öldürürse üzerine kısas uygulanır.
Tirmizî'nin îbn Ömer
(r.a.)'den rivayet ettiğine göre Nebi aleyhisselâm; «Baba, oğlundan dolayı
kısas olunmaz.» buyurmuştur.
Îbn Abdi'1-Berr şöyle
demiştir: «Bu hadis Hicaz ve Irak bölgesindeki ilim adamlarına göre meşhur
olup onlar arasında yaygındır. Medine ehlinin tatbikatı bu yönde olup bu görüş
Ömer'den de rivayet olunmuştur.»
Yahya bin Sa'îd'in Amr
bin Şuayb'dan rivayet ettiğine göre; Benî Müdlec kabilesinden Katâde denen bir
adam oğlunu kılıçla vurdu. Kılıç topuğuna isabet edince topuğunda yara açtı,
daha sonra açılan bu yaradan dolayı öldü. Sürâke bin Cû'şem, Ömer bin Hattab'a
geldi. Bu olayı ona anlattı. Sonra Ömer (r.a.); «öldürülenin kardeşi nerede?»
diye sordu. Adam; «Ben burdayım, » deyince; Ömer (r.a.); «Şüphesiz Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem; ' (bu durumda) katile birşey yoktur. buyurdular.»
demiştir.
îmanı Malik bu
meselede farklı görüşe sahip olup şöyle demiştir : «Eğer baba, oğlunu yere
yatırarak boğazlarsa, kendisine kısas cezası verilir. Çünkü bu gerçek bir
kasıt olup başka şeye ihtimali yoktur. Nitekim öldürme olaylarındaki kasıt
gizli bir iş olup, o andaki ortaya çıkardığı iz ve işaretlerden başka bir
şekilde isbatı yönünde hüküm verilemez. Ancak babanın öldürmesi, oğlunun
canını almak ihtimali bulunacak surette olmayıp, bilakis onu terbiye etmek
maksadım kaydetmişse, her ne kadar başkaları hakkında bu 'öldürmeye kasıd'
hükmü verilirse de, babanın oğlunu öldürmesiyle başkasının öldürmesi arasında
fark bulunduğundan ve baba ile evlat arasındaki kuvvetli sevgiden dolayı bu
tip öldürmeye kasden öldürmemiş hükmü verilir.
6- Öldürülenin,
cinayet esnasında dinde ve hürriyette eşit olmaları suretiyle, katile denk
olması: Kâfiri öldüren müslü-mana ve köleyi öldüren hür insana kısas yoktur.
Çünkü katille öldürülen arasında denklik yoktur. Kâfirin müslümanı, kölenin,
hürü öldürmesi ise bunun hilafına olup bunlara kısas cezası uygulanır.
İslâm dini her ne
kadar kısas konusunda müslümanlar arasında fark gözetmeyip, şerefli-düşük,
güzel - çirkin, zengin-fakir, uzun - kısa, kuvvetli - zayıf, sağlam - hasta,
vücudu tam - azaları noksan, büyük - küçük, kadın - erkek arasını ayırmamışsa
da, müslüman ile kâfirin, hür ile kölenin arasını ayırmış ve bunları kısasda
denk saymamıştır.
Eğer bir müslüman bir
kâfiri veya hür bir insan bir köleyi öldürürse, bunlara kısas cezası
uygulanmaz. Bu hükmün aslı Ali (r.a.)'in naklettiği hadistir ki; Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: -Dikkat! Kâfir karşılığında bir
mü'min öldürülmez.» (Hadisi Ahmed, Ebû Dâvûd Nesâi ve Hâkim rivayet etmiş ve
Hakim sahihlemiştir.)
Yine Buhari'nin Ali
(r.a.) 'den rivayet ettiğine göre Ebû Cu-hayfe Ali (r.a.)'a şöyle demiştir:
-Yanınızda Kur'ân'da
olmayan vahiy'den bir şey var mı?... Ali (r.a.) «Taneyi yaran ve canı yaratan
Allah'a yemin ederim ki, hayır. Ancak Allah'ın herhangi bir insana verdiği bir
Kur'an anlayışı ve bu Sahife'de yer alan şeyler hariç.» dedi. Ben; *O Sahife'de
yer alan nedir?- diye sordum? «Mü'minlerin kanlan (diyet ve kısasta) birbirine
eşittir. Esirin serbest bırakılması mümkündür. Bir müslüman bir kâfire karşılık
öldürülmez.» dedi.
Bu hüküm, harbî olan
kâfir hakkında söz birliğiyle kabul edilmiştir. Müslüman biri onu öldürdüğünde,
ona karşılık olarak müslümanm öldürülmeyeceğinde icma varid olmuştur.
Ancak bu kişi zimmi
yahut antlaşmalı bir kâfir ise, bu konuda fakihlerin bakışları farklı olmuştur.
Fakihîerin çoğunluğu, bu konuda sahih hadisler bulunduğundan ve onların karşıtı
bir hadis nakledilin ediğinden, müslüman kimsenin ne zimmî ne de antlaşmalı
kâfire kısasen öldürülmeyeceğini belirtmişlerdir.
Hanefiler ve İbn Ebi
Leylâ ise derler ki: «Müslüman bir adam, harbî olan bir kâfiri öldürdüğünde
öldürülmez.» Zaten çoğunluğun görüşü de budur. Yalnız zimmi ve antlaşmalı kâfir
hakkında çoğunluğa aykırı görüş beyan etmişlerdir. Şöyle ki:
«Müslüman, zimmî yahut
antlaşmalı kâfiri haksız yere öldürdüğü zaman öldürülür. Zira Allahu Teâlâ
buyuruyor ki: «Biz orada onlara cana can şeklinde farz kıldık.» (Maide : 45)
Ayrıca Beyhaki ve
Abdurrahman el-Beylemanî hadisinden tahriç ettiği rivayette Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem'in bir müslümanı, antlaşmalı bir köleye karşılık
olarak Öldürttüğü kaydedilmektedir.Ve Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bu
konuda:
«Ben antlaşmasına ve
zimmetine bağlı kalanların en iyisiyîm. »[1]
buyurmuştur.
Yine derler ki; Bütün müslümanlar,
bir müslümanm, zimmînin malını çaldığında elinin kesileceğinde sözbirliği
etmişlerdir. Madem ki malının dokunulmazlığı, müslümanm malının dokunulmazlığı
gibi olmaktadır, öyleyse kanının dokunulmazlığı da müslümanın kanının
dokunulmazlığı gibi olmalıdır.
Hâkim olan Ebû
Yusuf'a, kâfir bir zimmi'yi Öldüren müslümanm davası gelmişti: Ebû Yusuf kısas
yapılmasına hükmetti. Bir adam ona gelerek bir kâğıt parçası attı. Orada
şunlarm yazılı olduğu hayretle müşahede edildi:
«Ey müslümanı kâfire
karşı katleden! Gerçekten zulmettin sen! Adil ile zalim elbette bir değildir.
Ey Bağdat'ta ve çevresinde bulunan toplumun bilginleri, şairleri! «İnnâlillah
ve İnnâ ileyhi râci'ûn» deyin. Ağlayın dininize ve sabretmeye çalışın!
Sabredene mükafat vardır. Ebû Yusuf, mü'mini kâfire karşı Öldürmekle bu dine
zulmetmiştir.»
Ebû Yusuf hemen Harun
Reşid'in huzuruna çıktı, durumu kendisine arzetmek amacıyla söz konusu kâğıt
parçasını ona okudu. Harun Reşid ona dedi ki;
«Bu işi kılıfına uydur
da, fitne çıkmasın...... »
Ebû Yusuf, dışarı
çıktı. Kan sahiplerinden zimmi olduklarına dair delil getirmelerini ve bunu
ispat etmelerini istedi. Böyle bir belge getiremeyince de kısas hükmünü
kaldırdı.
Malik ve Leys de
derler ki:
«Müslüman, zimmîye
karşı öldürülmez. Ancak «gayle» biçiminde öldürürse o başka. («Gayle» şeklinde
öldürme ise; kişiyi yatırıp boğazlamaktır.) özellikle malını almak için
yapmışsa...»
Kâfirin durumu böyle.
Köleye gelince: Hür olan biri onu öldürdüğünde durum böyle değildir. O zaman
köle öldürülür.
Zira Dârekutnî'nin,
Amr Bin Şu'ayb'dan, onun babasından, onun da dedesinden rivayet ettiği hadiste
deniyor ki: «Bir adam bir köleyi hapsederek kasıtlı olarak Öldürdü. Peygamber
aleyhis-selam ona yüz dayak attı. Bir sene sürgün etti. Müslümanların
gelirlerinden payını düşürdü. Yalnız ona kısas uygulaması ve bir köleyi azad
etmesini emretti.»
Çünkü Allahu Teâlâ
buyuruyor ki: «Hür olan adama karşı hür olan adam.» (Bakara : 178) Bu ifade
sırf bunların kasdedildiğini belirtmektedir. Dolayısıyla anlamı şeyle olur:
Hür olan bir adam hür olmayan bir adama karşılık öldürülmez. Madem ki ona
karşılık öldürülmüyor, o zaman bedelini ödemek zorundadır. Bu bedel nereye
varırsa varsın! İsterse, hür olan adamın diyetini geçsin.
Bu hüküm kölenin,
başkasını öldürmesiyle ilgilidir. Fakat köleyi öldüren efendisi ise, bunun cezası
hadiste belirtilen hükümdür. Fakihlerin çoğunluğu bu görüştedir. Malik,
Safi*!, Ah-med, Hadeviye bunlardandır. Ebû Hanife ise der ki;
«Hür olan insan köleyi
öldürdüğünde öldürülür. Ancak kölenin efendisi hariç.- Zira âyeti kerime diyor
ki; «Biz orada onlara cana can şeklinde farz kıldık.» Bu âyet ise her durumda
geçerlidir. Ancak tahsis edildiği haller istisna. Sünnet bu konuda Beyhaki'nin
tahriç ettiği hadiste Rasûlüllah aleyhisselam'ın şu sözü ile âyeti tahsis etmiş
bulunmaktadır.
«Bir efendi kölesiyle,
bir baba oğluyla kısas yapılmaz.»
Eğer bu hadis sahih
olsaydı, gerçekten güçlü bir yaklaşım olurdu. Ancak hadis Ömer bin isa'nın
rivayetinden gelmektedir. Buharı, onun «Munkerü'l-hadis» olduğunu
kaydetmiştir.
Mehdi de der ki: «Hür
adam köleye karşı her ne şekilde olursa olsun öldürülür.» O da «Cana can...»
âyetinin genel anlamından hareket etmiştir.
7- öldürme
eyleminde katile, kısasın kendisine uygulanmadığı kimselerin yardım etmemiş
olması: Eğer bu eylemde kendisine kısas uygulanmayan bir başkası da yardımcı
olursa, her ikisine de kısas uygulanmaz. Diyet ödemeleri gerekir. Zira burada
haddin uygulanmasını engelleyen
şüphe söz konusudur. Çünkü
öldürme eylemi bölünme kabul etmez.
Ve bu öldürme eylemi kendisine
kısas uygulanmayan kimsenin darbesiyle gerçekleşmiş olabileceği gibi kendisine
kısas uygulanan kişinin de darbesiyle vuku bulmuş olabilir. İşte bu kuşkulu
durum kısasın uygulanmasını düşürür. Kısas düşünce de bedelini ödemek zorunlu
olur ki, bedeli de diyettir. Mesela öldürme eyleminde biri kasıtlı, biri
yanlışlıkla vurmuşsa, yahut biri mükellef bir şahıs, diğeri yırtıcı bir hayvan
ise yahut, katillerin biri mükellef diğeri bir çocuk ve deli gibi mükellef
olmayan kimselerden ise bu durumda öldürme eylemi ortaklaşa gerçekleşmiş ve kısas
düşmüş olmaktadır.
Bu konuda Mâlik ve
Şafii derler ki:
«Mükellef olana kısas
uygulanır, mükellef olmayana da diyetin yansı ödetilir.
Malik mükellef
olmayanın payına düşen diyeti yakın akrabasına yüklerken, Şafiî'ler bu diyetin
onun malından ödeneceğini belirtirler.
Gayle öldürmesi,
Malik'e göre insanın başkasını aldatarak evine ve benzeri yerlerine girerek
O'nu öldürmesi, yahut malını almasıdır.
Malik der ki:
«Bize göre kişi bu
işinden dolayı öldürülür. Kan sahibinin onu bağışlama yetkisi yoktur. Bu işi
uygulayacak olan da idaredir.»
O'nun dışındaki
fakihler ise şöyle diyorlar:
«Gayle öldürmesi ile
diğerleri arasında fark yoktur. Kısas ve bağışlamada ikisi de eşittir. Onların
işi kan sahibinin emrine havale edilmiştir.»
Eğer onu bir grup
öldürecek olursa kan sahibi onlardan istediği kimseyi öldürtebilir, istediği
kimseden de diyet alabilir. Bu görüş İbn Abbas'dan rivayet edilmiştir. Sa'îd
bin Müseyyeb, Şâ'bi, îbn Şirin, 'Atâ ve Katâde de bu görüştedir. Aynca Şafii,
Ahmed ve îshak'ın görüşü de budur.
«Bir kadın kendi
dostuyla birlikte kocasının oğlunu öldürmüştü. Yala bin Ümeyye, Ömer bin
Hattab'a mektup gönderip bu konuda hüküm soruyordu. Ya'lâ Ömer'in valisiydi. H.z.
Ömer (r.a.) bu konuda hüküm vermekte durakladı. Ali bin Ebi Talib (r.a.) ona
şöyle dedi:
«Ey Mü'minlerin emiri!
Eğer bir grup insan ortaklaşarak bir deve çalsa, onlardan her biri bir
parçasını alıp götürseler, onların ellerini keser misin?» Ömer (r.a.) «Evet,»
dedi. Ali (r.a.) «öyleyse bu da öyledir.» karşılığını verdi.
Bundan sonra
Mü'minlerin Emiri, valisi bulunan Ya'lâ bin Ümeyye'ye; «Her ikisini de öldür.
Eğer, San'â halkının hepsi bu eyleme katılmış olsaydı, onların hepsini de
Öldürürdüm.» diye yazdı.
Şafi'î bu konuda ölü
sahibinin hepsinin, öldürülmesini isteyebildiği gibi, onlardan dilediği kimselerin
öldürülmesini, dilediği kimselerden de paylarına düşen diyeti taleb
edebileceğini belirtir.
Eğer katiller iki kişi
ise ve her biri kısas yolu ile öldürülmüşse, diğerinden diyetin yansım
isteyebilir. Eğer katiller üç kişi ise ve onların ikisi kısasen öldürülmüşse
diğerinden diyetin üçte birini talep edebilir.
Eğer bir topluluk bir
kişiyi öldürmede beraber hareket ederse, hepsi toptan Öldürülür. Bu topluluk ister
az olsun, ister çok. İsterse bunların hepsi doğrudan öldürme eylemini
gerçekleştirmiş olmasın, farketmez. Çünkü Malik, Muvatta'da, Ömer bin
Hattab'ın, bir grub insanı (Sayının beş veya yedi olduğunda ihtilaf
edilmiştir) bir tek adamı öldürdükleri için öldürmüş olduğunu kaydetmektedir.
Adamı gayle şeklinde öldürmüşlerdi. (Gayle ölümü; Kişiyi aldatarak gizli bir
yere götürüp öldürmektir.) Ömer bununla ilgili olarak der ki;
«San'â halkının hepsi
onu öldürmek için toplanmış ve yardımlaşmış olsaydı, onların hepsini
öldürürdüm.»
Şafi'îler ve
Hanbeliler öldürme eylemine katılanların; teker, teker herbirinin vuruşlarının
tek başına kişiyi öldürecek derecede olmasını şart koşmuşlardır. Eğer
herbirinin eylemi ölümü için yeterli olmuyorsa o zaman kısas uygulanmaz.
Mâlik der ki; «Bize
göre durum şöyledir. Kasten öldürmede bir çok hür adamlar bir tek adama karşı
Öldürülür. Yine bir çok kadın bir tek köleye karşı öldürülür.»
«EI-Mesvâ» da deniyor
ki; «İlim ehlinin çoğunluğuna göre, uygulama da buna göredir. Onlar diyorlar
ki:
«Eğer bir topluluk bir
tek kişiyi öldürmede birlikte hareket ederse onların hepsi ona karşılık kısasen
öldürülür,
«Bu fakihler söz
konusu uygulamanın maslahata binaen yürürlükte olduğunu belirtmişlerdir. Zira
kısas, kişilerin canlarını korumak için yürürlüğe konmuştur. Eğer bir topluluk
bir kişiyi öldürdüğünde öldürülmezse, o zaman herhangi bir kimseyi öldürmek
isteyen biri bir kaç arkadaşından yardım diler, ki bu suçtan dolayı
Öldürülmesin. Böylece kısasın uygulanmaya konuşunun hikmeti etkisiz hale
getirilmiş olur.»
îbn Zübeyr, Zühri,
Davud ve Zahiriler; bir topluluğun bir tek kişiye karşılık öldürülemeyeceğini,
zira Cenab-ı Allah'ın ...... «Cana can» buyurduğunu ifade etmişlerdir.
Bir kişi bir kişiyi
tutup başka biri de onu Öldürdüğü zaman ve katil ancak onu tuttuğu zaman
öldürebilecek güce ulaştığında ve öldürülen kimse de tutma eyleminden sonra
kaçmaya güç yetiremezse, o zaman her ikisi de öldürülür. Zira onların ikisi de
bu eylemde ortaktır. Bu Leys, Malik ve Nehâ'i'nin görüşüdür.
Bu konuda Şafi'iler ve
Hanefiler aykırı bir görüş beyan ederek şöyle demişlerdir: .Katil öldürülür,
onu tatan adam ise ölünceye kadar hapsedilir. Böylece maktulu tutma cezasını
çekmiş olur.»
Zira Darekutni, İbn
Ömer'den Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu rivayet
eder:
«Bir adam bir adamı
tutup da başkası onu öldürdüğü zaman. Öldüren Öldürülür, tutan ise
hapsedilir.»
İbnu'l-Kattan da bu
hadisi sahihlemiştir. Hafız ibn Hacer ise; «ricali sikadır.» demiştir.
Şafii, Ali'den O'nun,
«başkasının tuttuğu bir adamı kasten öldüren adam» hakkında şöyle hüküm
verdiğini tahric eder. Ali bu konuda şunları söylemiştir:
«Katil Öldürülür.
Diğeri ise hapiste ölünceye kadar bekletilir.»
Kısas aşağıdaki
şekilde tesbit edilir:
Birinci olarak ikrar:
Çünkü ikrarda bulunmak deyim halindeki ifadesiyle «Delillerin en büyüğüdür.»
Vâil bin Hucr'den
rivayet edilmiştir ki, o şöyle demiştir: -Ben Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
ile birlikte oturuyordum. Bu esnada bir adam birisini bir iple çekerek getirdi
ve 'Yâ Rasülalîah bu benim kardeşimi Öldürdü.' dedi.
Dedi ki: 'Eğer o
itiraf etmezse delil getirmesini söyleyeceğim?...
Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem : 'O'nu öldürdün mü?...' dedi.
Adam: 'Evet O'nu
öldürdüm,' dedi.» Hadisin devamı vardır.
(Hadisi Müslim ve
Nesai rivayet etmişlerdir.)
İkinci olarak: Adil
iki erkeğin şahitliği ile sabit olur:
Rafi' bin Hadic'ten
rivayetle, o der ki:
-Ensar'dan bir adam
Hayber'de ölü olarak bulundu... ölünün sahipleri Nebi sallallahu aleyhi ve
sellem'e gelip, durumu arzettiler.
Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem buyurdu ki: «Size arkadaşınızın öldürüldüğü hakkında şahitlik
yapacak iki şahidiniz var mı?..» Hadisin devamı vardır... (Hadisi Ebu Davud rivayet
etmiştir.)
İbn Kudame
«el-Muğni»de der ki:
«Bu olayda bir erkek
ile iki kadının şahitliği kabul edilmez. Yine bir şahit ile istek sahibinin
yemini de geçerli değildir. İlim ehli arasında bu konuda aykırı görüş belirten
kimseyi bilmiyoruz. Bu böyledir. Çünkü kısas, işlenen bir cinayete karşı kanın
dökülmesidir. Bu nedenle, diğer hadlerde olduğu gibi, iki adil şahidin varlığı
ihtiyaten şart koşulmuştur. Bu konuda kısasın kendisine uygulanacağı adamın
müslüman, kâfir, hür, köle olması arasında fark yoktur. Çünkü cezalan
uygulamadan önce ihtiyatlı olmak zorunludur.»
Kısasın
uygulanabilmesi için üç şartın gerçekleşmesi gerekir:
Eğer kısasa müstahak
olan kimse çocuk yahud deli olursa, ne baba, ne vasi, ne de hakim onun yerine
kimseyi koyabilir. Bu konuda suçu işleyen çocuksa, buluğ çağma erinceye kadar,
deliyse akıllanıncaya kadar hapsedilir. Muaviye, Hudbe b. Haşrem'i kısasta
ölünün oğlu bulûğ çağma erinceye kadar hapsetmiştir. Bu uygulama sahabe
asrında gerçekleşmiş ve kimse ona karşı çıkmamıştır.
Onlardan bir kişinin
tek başına bunu isteme hakkı yoktur. Eğer ölü sahiplerinin bazıları uzakta,
yahut küçük yaşta veya deli olursa, uzakta olanın dönünceye kadar, küçüğün
erginlik çağma gelinceye kadar, delinin ayılıncaya kadar beklenmesi gerekir.
Karar verilmeden önce bunlar bir araya gelmelidir. Çünkü seçme hakkına sahip
olan bir kimsenin bulunmadığı bir sırada onun adına hükmetmek caiz değildir.
Çünkü bu onun seçme hakkını iptal etmek demektir.
Ebu Hanife der ki;
«Büyüklerin kısasta uygulama isteğinde bulunma haklan vardır. Onların küçük
yaştakilerin erginliğe ulaşmasını beklemeleri gerekmez. Eğer, Ölü sahiplerinin
biri bağışlarsa kısas düşer. Çünkü kısas bölünme kabul etmez.»
Eğer kısas hamile olan
bir kadına uygulanacaksa, doğumunu yapıp çocuğunu emzirinceye kadar
öldürülmez. Çünkü kadırun çocuğunu emzirmeden önce öldürülmesi çocuğa zarar verecektir.
Eğer kadın çocuğuna doğumdan sonraki ilk sütünü verir, onu emzirecek bir
kimseyi bulursa çocuğu ona verir ve kendisine kısas uygulanır. Çünkü ondan
başkası da yerine dadıhk görevi yapabilecektir. Yok eğer çocuğa doğumdan
sonraki ilk sütünü verir ve kendisine dadılık yapacak kimse bulamazsa, kadın
çocuğunu iki sene boyunca emzirip sütten kesinceye kadar bekletilir.
İbn Mâce, Rasülüllah
sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
«Bir kadm kasten
cinayet işlediğinde eğer hamileyse hemen öldürülmez. Çocuğuna başka birini
buluncaya kadar bekletilir. Yine bir kadm zina ettiğinde eğer hamile
bulunuyorsa, doğum yapıncaya kadar ve çocuğuna karşı görevini bitirinceye kadar
recmedilmez.»
Yine bunun gibi,
hamile olan bir kadm, organlarının herhangi birisi konusunda da kısasa tabi
tutulmaz. Doğumu beklenir, fakat doğumdan sonraki ilk sütünü içirmesini
beklemek gerekmez. (Eğer had cezası recmedilmekse, had de kısas gibidir.)
Kısas, kan
sahiplerinin hazır bulunması, ergenlik çağma gelmesi ve kısası istemesi
durumunda, hangi şekilde olursa olsun, kısasın uygulanması gerektiği tesbit
edilince hemen uygulanır. Ancak, katil, hamile bir kadm ise, daha önce de
belirttiğimiz gibi, cezası doğumunu yapıncaya kadar ertelenir?
Kısasta esas olan,
katilin, öldürdüğü şekilde öldürülmesidir. Zira, eşitlik ve benzerliğin gereği
budur. Ancak, o şekilde öldürülmesi daha fazla işkence çekmesine neden
olacaksa, kılıçla Öldürmek onun için daha rahat olur. Aynca Cenâb-ı Allah
şöyle buyurmaktadır:
«Size saldıranlara
,siz de onların saldırdığı gibi saldırın. »(Bakara:194)
Yine:
«Eğer cezalandırırsanız,
cezalandırıldığınız gibi cezalandırın. »(Nahl:126)
Beyhaki'nin Berâ
(r.a.)'dan rivayet ettiğine göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve seîlem şöyle
buyurmuştur: «Kim birisini oklarma hedef yaparak öldürürse, biz de onu oklara
hedef kılarak Öldürürüz. Kim yakarsa biz de onu yakarız. Kim de suda boğdurursa,
biz de onu suda boğdururuz. »
Yine Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem, bir kadının başını taşla ezmiş olan yahudinin
başını aynı şekilde taşla ezmişti. Alimler bu notu düşerken, katilin
kullandığı öldürme sebebini, öldürme olayında kullanılması caiz olan
sebeplerden olmasıyla sınırlandırmışlardır. Eğer katilin kullandığı sebep, —
sihir yaparak öldürme gibi— kullanılması caiz olmayan bir Öldürme ise, katil o
şekilde öldürülmez. Çünkü bu haram kılınmıştır.
Şafi'îlerden bazıları
der ki: Eğer katil kişiyi içki içirerek Öldürürse, kendisine sirke içirilerek
öldürülür.»
Bir görüşe göre ise,
burada dengi ile kıyas yapmak düşer. Hanefîler ve Hadeviye ise; kısasın ancak
kılıçla olabileceği görüşündedirler. Bu konuda dayanakları şu hadistir:
Bezzâr ve İbn Adiy'in
Ebû Bekre'den rivayet ettiklerine göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: «Kısas ancak kılıç ile olur.»
Yine Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem; işkenceyi yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
«Öldürdüğünüz zaman güzel öldürünüz. Kestiğiniz zaman güzel kesiniz. »
Ebü Bekre'nin hadisine
itiraz edilmiş ve 'tüm tarikleri zayıftır' denmiştir.
İşkencenin
yasaklanması ise Allah u Teâlâ'nın şu âyeti ile tahsis edilmiştir:
«Eğer onları
cezalandırırsanız, sizi cezalandırdıkları gibi cezalandırın.» (Nahl: 126)
Yine şu âyet de bu
konuda delil teşkil etmektedir: Onların size saldırdığı gibi siz de onlara
saldırın.» (Bakara : 194)
Bütün âlimler, Kabe
harem'inde adam öldüreni orada öldürmenin caiz olduğunda ittifak etmişlerdir.
Eğer bir kişi, dışarıda bir adam öldürüp de oraya sığınırsa, yahut dinden dönme
v.s. gibi sebeplerden dolayı öldürülmesi kesinleştikten sonra Harem'e
sığınırsa, Malik; «Orada öldürülür.» demiştir. Ahmed ve Ebû Hanife ise şöyle
demişlerdir: «Harem'de öldürülmez. Fakat sıkıntıya düşürülür. Onunla alış -
veriş yapılmaz. Oradan çıkıncaya kadar beklenir ve Harem'in dışında öldürülür.»
Kısas, bir kişiye
uygulanması kesinleştikten sonra, aşağıda sıraladığımız sebeplerden birinin
gerçekleşmesi ile düşer:
Burada, bağışlayan
kimsenin aklı başında ve iyiliği kötülükten ayırabilecek yaşta olması şarttır.
Çünkü bu bağışlama eylemi, çocuk ve delillerin sahip olmadığı önemli işlerden
biridir.
Kendisine kısas
uygulanacak kişi, öldüğü zaman yahut cinayet işlediği organını kaybettiği
zaman kısas düşer. Çünkü bu durumda kısacın şartlan gerçekleşmemektedir. Kısas
düştüğünde ise, «Hanbelilere ve Şafi'i'nin sözüne göre— akrabalarına bıraktığı
malından ödenmesi gereken diyeti vermek zorunlu olur.
Malik ve Hanefiler ise
şöyle derler: «Diyet zorunlu değildir. Onların hakkı, ölenin boynunda idi,
ancak, o vefat etmiştir. Artık onların, ölünün varislerinin zimmetine geçmiş
olan mallan almaya haklan yoktur.»
Birinci grubun delili
ise şudur; ölü sahiplerinin haklan o kişinin boynunda yahut zimmetindedir.
Onlar her ikisinden birini almakta muhayyerdirler. Eğer birini kaybederlerse,
diğerini almaları zorunludur.
Cinayeti işleyen ile
cinayete maruz kalan, yahut cinayete maruz kalanın sahipleri arasında barış
olduğu zaman kısas düşer.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, kısası istemek kan sahiplerinin hakkıdır. Kan sahibinin ve
katilin durumunu incelemek ve bir karara bağlamak hakimin hakkıdır.
Kurtubi der ki:
«öldürme olaylarında, kısası ancak idari mekanizmanın uygulayabileceğinde
ihtilâf yoktur. Kısası uygulamak, diğer hadleri yerine getirmek ve benzeri
görevler onlara farz kılınmıştır. Zira Cenâb-ı Allah, mü'minlerin hepsinden
kısas yapmalarını istemiştir. Bütün mü'minlerin toplanıp kısası uygulama,
hadleri yerine getirme ve saire görevleri İdareye bırakılmıştır. Ümmet, bu
işlerde idareyi kendilerine temsilci kabul etmişlerdir.
Celâleyn Tefsiri'nin
haşiyesi olan Sâvi'nin kaydettiğine göre, bunun sebebi şudur: «Öldürme
olayının kasten ve düşmanlıktan kaynaklandığı tesbit edildiğinde, hukuk
hakiminin, kan sahiplerinin eline katili teslim etmesi zorunlu olur. Artık
onlar, ister kısas, ister diyet ve isterse bağışlama seçeneklerinden bi-ririni
tercih ederler. Kan sahiplerinin, hakimin izni olmadan katili öldürmeye
yeltenmeleri caiz değildir.[2] Zira
böyle bir uygulama bozgunculuğa ve yıkıma neden olur.»
Kan sahipleri, katili
hakimin izninden önce öldürülürse, ta-zir cezasına çarptırılırlar.
Hakimin, cinayet
aletini incelemesi gerekir ki, aynı aletle öldürülecek adam daha fazla acı
çekmesin. Kısas eylemini de en güzel bir şekilde uygulayacak birine yaptırması
hakimin görevleri arasındadır. Hükmü uygulama ücreti beytü'l-mal'e aittir.
Kan sahiplerinden başkaları
daha hızlı davranırlarsa durum ne olur?
îbn Kudâme şöyle
demiştir: «Katili, kan sahiplerinden başkası öldürdüğü zaman, katilin kısasen
öldürülmesi gerekir. Birinci ölü sahiplerine ise diyet verilir.» Şafii de bu
görüştedir.
Hasan ve Malik ise şöyle
demiştir: «Katili öldüren Öldürülür. Birincisinin kanı hükümsüz kalır. Çünkü
bu kan, yerini kaybetmiş olmaktadır.»
Katâde'den ve Ebü Haşim'den
şöyle rivayet edilmiştir: «İkinci katile kısas yoktur. Çünkü ikinci olarak
Öldürülen adamın kanı mubahtır. Adam onu öldürmekle kısasa müstahak olamaz.»
İkinci katile kısasın
vacib olduğu hakkında alimlerin çoğunluğunun delili şudur: «Evet o adamın kam
helâldir. Ancak, öldürülmesi kesinleşmemiştir. Üstelik, onu öldürmek, kan
sahiplerinden başkasına mubah değildir. Dolayısıyla, onu öldürmekle kısasa
müstahak olur.»
İdam cezası hakkında
pratik tartışmalar yapılmıştır. Bu konuyu yazarlar, felsefeciler ve kanun
adamları değişik açılardan ele almışlardır. Rousseau, Bentham, Beccaire ve
diğerleri bunlar arasında zikredilebilir.
Bunlardan bazıları bu
ceza biçimini desteklerken, bir kısmı da karşı çıkmış ve bu tür cezaların
yürürlükten kaldırılması çağrısında bulunmuşlardır. İdam cezasının
kaldırılmasını isteyenler, aşağıdaki delillerle tezlerini savunmaya
çalışmışlardır:
1. Cezalandırma
devletin sahip olduğu bir haktır. Bu hakkı toplum adına kendisi kullanır.
Toplumu muhafaza etme ve koruma zarureti bu cezanın uygulanmasını
gerektirebilir. Halbuki toplum, bireye hayatı vermemiştir ki, onu elinden alma
imkanına sahip olsun.
2. Şartlar
ve durumlar, talihsizlik eseri olarak suçsuz bir insanı da hata eseri olarak
pençesine alabilir. Dolayısıyla kişi, suçsuz olduğu halde idama mahkûm
olabilir. Kişi idam edildiğinde artık bu hatayı düzeltme imkanı kalmaz. Çünkü
mahkûmun hayatını kendisine tekrar iade etmek hiç bir şekilde mümkün olmaz.
3. Bu
cezalandırma usûlü çok katıdır ve adaletsizdir.
4. Üstelik,
böyle bir cezalandırmaya gerek de yoktur. Bu tür bir cezalandırmanın
cinayetleri azalttığına dair hiç bir delil kalmamıştır. Dolayısıyla artık bu
cezayla hükmetmenin gereği kalmamıştır.
İdam cezasının
yürürlükte kalmasını savunanlar ise, bu delilleri şu şekilde
cevaplandırmışlardır:
1. Birinci
delile şöyle cevap vermişlerdir: «Toplum, bireyin hayatını vermiyor ki, onu
elinden alabilme yetkisine sahip olsun düşüncesi tutarlı değildir. Zira,
toplumun, insanlara özgürlüğü de bağışlamadığı bir hakikattir. Bununla
beraber, toplum, zaman zaman gayri meşru bir eyleminden dolayı bireyin özgürlüğünü
kısıtlayabilmekte ve hürriyetini elinden alabilmektedir. Çünkü her türlü
cezalandırma özgürlüğü kısıtlamaktır. Halbuki, bu uygulamalar suç işleyenin
suçunu karşılar kabilinden şeyler değildir. Aksine, toplumun hayatını
sürdürmesi ve varlığım savunması amacına ve hakkına dayanmaktadır. Toplumlar,
kendi varlıklarını ve düzenlerini tehdit eden her organı kesmektedirler. İdam
cezası için de bu tür bir yaklaşımda bulunulabilir. -Can güvenliğini koruma ve
toplum düzenini muhafaza etme zarureti bu cezanın uygulanmasını gerekli kılmaktadır.
2. İkinci
delilin reddi için şöyle demektedirler: «Cezalandırma Öyle büyük bir zarara
neden olmaktadır ki, bunu düzeltmek ve durdurmak asla mümkün olmamaktadır»
şeklindeki yaklaşıma şu açıdan cevap verilebilir: Bütün diğer cezalandırmalarda
da yanlış olma ihtimali mevcuttur. Yanlış olarak uygulanan bir cezanın daha
sonradan düzeltilme imkânı da yoktur. Bununla birlikte, yanlışlıkla idam
durumları hemen hemen hiç mevcut değilken, böyle bir itirazda bulunmak asla tutarlı
değildir. Çünkü, hakimler suçlama delillerinin apaçık olduğu durumlar dışında
bu ceza ile hükmetmekten kaçınmaktadırlar.
3. İdam
cezalarının adaletsiz olduğunu ileri sürmelerine karşılık da, her cezanın,
işlenen suça münasip olduğunu söyleyerek cevap verirler.
4. Bu
cezalandırma biçiminin gereksiz olduğu iddiasına gelince; bunu şöyle
cevaplandırmaktadırlar: Cezalandırma görevi, — ceza biliminde tercih edilen
görüşe göre — yararlı bir görevdir. Yani bunun amacı, toplumu suçların
kötülüklerinden korumaktır. Bu da, cezanın, işlenen cinayet oranında olmasını
gerekli kılar. Çünkü böyle bir ceza, suçlunun gönlündeki bir isteği
gerçekleştirirken, onda cezadan korkma duygusu meydana getirir. Verilen ceza,
işlenen suça uygun oranda olursa, suçluyu bu suçu işlemekten alıkoyar ve
caydırır. Yani kişi bu iki şey arasında bir karşılaştırma yapar: İşleyeceği suç
ile bu suça karşılık takdir edilen ceza arasında bir mukayese yapar. Eğer verilen
ceza gerçekten dehşet verici olursa, cezalandırılma korkusu, suçluyu suç
işlemekten alıkoyar.
Yukarıdaki görüşlerden
ikincisini tercih edenler çoğunlukta olduğundan, bugün pek çok ülke idam
cezasını kabul etmiştir. Bazıları da birinci görüşü kabul ederek idam cezasını
yürürlükten kaldırmıştır.
Kısas, öldürme
olaylarında gerçekleşebildiği gibi, bunun dışındaki bazı durumlarda da
gerçekleşebilir: Bu da iki çeşittir:
a. Organlarda.
b. Yaralamalarda.
Kur'ân-ı Kerim, bu
konularda, Tevrat düzeninin kısasla ilgili uygulamalarından söz etmektedir:
«Orada (Tevrat'ta)
onlara; 'cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara
karşılık kısas' yazdık. Kim bunu bağışlarsa, o kendisi için keffaret olur ve
kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.»
(Maide: 45)
Yani, Cenâb-ı Allah,
Tevrat'ta kişi kişiyi öldürdüğünde öldürülür, şeklinde farz kılmıştı.
Göz çıkaranın gözü
çıkarılır. Bu konuda gözün küçüklüğüne bakılmadığı gibi, ihtiyar ile çocuğun
gözü arasında da bir ayırım yapılmaz.
Burun kesenin burnu
kesilir. Kulak kesenin kulağı kesilir. Diş şokenin dişi sökülür. İsterse, kısas
sonucu sökülen diş diğer dişten büyük olsun.
Başka türlü
yaralayanların aynı şekilde yaralanması da emredilmiştir. Kim kısasın
uygulanması için sorun çıkarmaz ve onu doğrularsa, böylece kendisine kısasın
uygulanmasına zemin hazırlarsa, bu, işlediği günaha kefaret olur.
Bu hüküm, her ne kadar
Tevrat'ta yer almışsa da, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onu ikrar
ettiğinden dolayı bizim için de yasa kabul edilir.
Buhari ve Müslim'in
Enes bin Maiik (r.a.)'dan kaydettikleri hadiste deniyor ki: «Nadir bin Enes'in
kızı Rubeyyi', bir cariyenin ön dişini kırmıştı. Onlar da bunun bedelini
tesbit etmişlerdi. Karşıdakiler illa kısas olsun istiyorlardı. Kardeşi Enes
bin Nadir, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'e gelerek; «Ey Allah'ın
Rasûlü!» dedi. «Rubeyyi'in dişini kıracak mısın? Seni hak ile gönderen'e yemin
olsun ki, onun dişini kırmayacaksın!" de-
di. Peygamber
sallaUahu aleyhi ve. sellem: «Ey Enes, Allah'ın kitabına göre, kısas
gerekiyor.» buyurdu. Enes der ki: «Dava sahipleri suçluyu bağışladılar. Bunun
üzerine Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem; «Allah'ın kullarından bazıları
vardır ki, Allah'a yemin ettiklerinde Allah onları yalancı çıkarmaz.» buyurdu.
Tüm bunlar, kasıtlı
suçlarda böyledir. Hata ile yapılan bu tür cinayetlerde ise diyet vardır.
Öldürme dışındaki
kısas için aşağıdaki şartlar gerekmektedir :
1. Akıllı
olmak.
2. Erginlik
çağma gelmek. (Ya ihtilam olması ya da
yaş ile olur.)
3. Suçun
kasden işlenmiş olması,
4. Kendisine
karşı suç işlenen adamın kanının, suçlunun kanına denk olması.
Denklikte etkili olan
kölelik ve küfürdür. Yani, bir köleyi yaralayan yahut bir tarafını kesen bir
kimseye kısas uygulanmaz. Bir zimmîyi yaralayan veya bir tarafını kesen bir
nıüslürnana da kısas uygulanmaz. Zira ikisinin kanı denk değildir. Çünkü
kölenin kam, hür adamın kanından, zimmînin kanı da müslümanın kanından daha az
değerdedir. Kısas uygulanmadığı zaman, bedelini ödemek zorunlu olur ki, o da
diyettir. Eğer köle yahut zimmi, hür yahut müslüman bir kişiyi yaralayacak olursa,
her ikisinde de kısas gerekir.
Hanefîler, organ
koparmada müslüman ve kâfir arasında kısasın uygulanması gerektiği
görüşündedirler. Yine onlar derler ki: «öldürme dışında kalan suçlarda, kadın
ile arasında kısas olmaz.»
Organların kısasa tabi
olanları ile olmayanları arasında ölçü şudur: Belli eklemi bulunan her organda
kısas vardır. Dirsek, bilek, vs. gibi. Eklemi bulunmayan organda ise, kısas
yoktur. Zira birincisinde benzerlik mümkün olduğu halde, ikincisinde yoktur.
Buna göre, bir parmağı kökünden kesen, yahut bir eli bilekten yahut dirsekten
kesen, ayağı ekleminden koparan, yahut gözü çıkaran, burnu koparan kulağı
kesen, dişi söken kimseye kısas uygulanır. Aym şekilde cinsel organı kesen
veya husyeleri koparana da kısas uygulanır.
Organlarda uygulanan
kısasm üç şartı vardır:
1. Kesilen
organın bir ekleminin bulunması veya belli bir sınırının olması: Dolayısıyla
zulmedilmeyeceğinden emin olmak. Buna göre, diş dışında herhangi bir kemiği
kırmakta kısas olmaz. İçe kadar varan yaralamada kısas olmadığı gibi, pazunun
ısırılmasında da kısas uygulanmaz. Zira bunlarda kısasa gidildiğinde, daha
ağır cinayetlerin işlenmesinden emin olunmaz.
2. Hem
isimde hem de yerde benzerlik bulunması: Yani, sağ, sol ile kısas yapılmadığı gibi, sol da sağ
ile kıyas yapılmaz. Küçük parmak, yüzük parmağı ile kısas yapılmadığı
gibi tersi de uygulanmaz. Çünkü burada isim benzerliği yoktur. Asli olan, zaid
olanla —karşılıklı rıza olsa da— alınmaz. Zira yer ve yarar bakımından eşitlik
yoktur. Fakat fazla olan, yer ve yaratılış olarak kendisinin benzeri olanla alınır.
3. Sağlık ve
tamam olma bakımından suç işleyenle, kendisine karşı suç işlenen arasında
eşitlik bulunması: Dolayısıyla, sağlıklı bir organ sakat bir organla alınmaz.
Yine eksiksiz bir el, parmakları eksik bir elie alınmaz. Aksi ise caizdir. Yani
sakat e!, sağlıklı ele karşılık alınır.
Kasten yaralamada
kısas zorunlu değildir. Ancak kısas mümkün olan yerlerde uygulanabilir. Yani
yaralının yarası kadar — ne eksik, ne fazla— bir yara açılabiliyorsa olabilir.
Eğer eşitlik ve benzerlik, ancak bir miktar fazlasıyla, tehlikeyle yahut zarar
vermekle gerçekleşebiliyorsa, bu durumda kısas zorunlu olmaz. Diyet gerekir.
Çünkü Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, alt deriye kadar varan baş
yarmasmda, kemiğin kırılıp dağılmasında ve içe kadar varan yaralamada kısası
kaldırmıştır. İnsanın ölümüne neden olabilecek diğer ağır yaralamalar da
böyledir. Boyun, bel, uyluk ve benzeri yerlerin kemiklerini kırma buna örnek
olabilir.
Şicac'a gelince:
Bunlar yüz ve başta meydana gelen yaralardır ve bunlarda kısas yoktur. Kemiği
görülecek kadar varılanlar müstesna, bunlar kasten işlendiğinde kısasa
tabidir. Diyetler bölümünde şicac üzerinde duracağız.
Dilde ve kemik kırmada
kısas olmaz. Ancak dişler bu hükmün dışındadır. Çünkü burada, hükmü,
zulmetmeden uygulamak mümkün değildir.
Kim bir kişiyi içe
vuracak şekilde yaralar da adam iyileşir-se, yahut elini pazusunun ortasından
keserse ona kısas yoktur. Diğerinin, onun kolunu o yerden kesmeye hakkı yoktur.
Ancak bilekten kısas yapabilir. Pazusunun yarısı için de mahkemeye başvurur.
Eğer bir adamın dişi dışında bir kemiğini (mesela kaburgasını) kırarsa, yahut
sakat bir elini koparır, yahut parmakları olmayan bir ayağını, yahut
konuşamayan dilini, yahut görmeyen bir gözünü yahut fazla olan bir parmağım
kopanrsa, bunların hepsinde adil bir mahkemeye başvurulur.
Hanbeliler; bir
organın koparılmasında yahut da kısası gerektiren bir yaralama eyleminde
birkaç kişi yardımlaştığında, eğer onların fiilleri birbirinden ayırd
edilemiyorsa, hepsine kısasın gerektiği kanısındadırlar. Çünkü, Ali
kerremallahu vechehü'dan rivayet edildiğine göre; onun yanında iki kişi, bir kişinin
hırsızlık yaptığına şahitlik etmişler o da elini kestirmişti. Daha sonra başka
bir adam gelmiş, bu sefer şahitlerin ikisi de; işte hırsız budur, birincisinde
yanıldık.» demişlerdi. Hz. Ali (r.a.) onların ikinci adam hakkındaki
şahitliğini reddetmiş ve onlan birinci adama diyet vermekle borç andırmış tır.
Ayrıca :
«Eğer bu işi kasıtlı yaptığınızı
bilseydim, ellerinizi keserdim.» demiştir.
Yok eğer beraber
hareket edenlerin fiilleri birbirinden ayrı ayrı ise, yahut herbiri adamın bir
tarafını koparmışsa, onlara kısas yoktur.
Malik ve Şâfii der ki:
Eğer imkânı varsa kısas yapılır ve onların organları kesilir. Yaralama beraber
yapıldığında da kısas uygulanır. Tıpkı bir kişiyi öldürmede bir grup
yardımlaştığında hepsinin de ona karşılık öldürülmeleri gibi.
Hanefiler ve Zahiriler
der ki: «Bir el için iki el kesilmez. Eğer iki adam bir adamın elini kesecek
olursa hiç birisine kısas yoktur. Her ikisine de ayrı ayrı diyetin yarısı
ödetilir.»
Dövme, tokat atma,
göğüse yumruk atma yahut sövmelerde kısas yapılması caizdir. Zira Cenâb-ı
Allah buyuruyor ki:
«... Size saldıranlara
siz de onların saldırdığı gibi saldırın ve Allah'tan korkun.» (Bakara : 194)
«Bir kötülüğün cezası
onun gibi kötülüktür.» (Şûra : 40)
Sünnet-i Seniyye de bu
konularda kısasın uygulandığını göstermektedir.
Tokat, göğse yumruk atma,
dövme yahut sövmenin; suçu işleyenin tokadı, yumruğu, dövmesi yahut sövmesi
kadar olması şarttır. Çünkü bu, kısasın yasa olarak konmasına neden olan
adaletin gereğidir.
Aynı zamanda
tokatlamada, darbenin göze gelmemiş olması yahut telef olmasından korkulmayan
bir yerde olması şarttır.
Söğmede kısasın şartı
bu sövmenin haram olan sövmelerden olmamasıdır. Bu nedenle kendisini tekfir
edeni tekfir edemez, kendi adma yalan söyleyenin adına yalan söyleyemez, babasına
lanet okuyanın babasına lanet okuyamaz, anasına sö-venin, annesine sövemez.
Çünkü müslümanı tekfir etmek yahut onun adına yalan söylemek İslâm'da temelden
haram kılman şeylerdendir. Sonra onun babası kendisine lanet okumamış ki, ona
lanet okusun! Annesi onunla sövüşmemiş ki kendisine sövsün! Fakat kişi
kendisine lanet okuyana lanet okuyabilir. Kendisini çirkin şekilde eleştireni,
çirkin şekilde eleştirebilir. Sözün bir benzerini söyler ve kısasen ona
aynısını geri çevirir.
Kurtubî der ki:
«Kim sana zulmederse
zulme uğradığın kadarıyla hakkım ondan al. Kim de seninle sövüşürse sözünü geri
çevir. Kim senin namusuna söverse, sen de onun namusuna söv. Fakat taşkınlık
yapıp, babasına, oğluna yahut yakınlarına sövme. Senin adına yalan söylemiş
olsa bile, onun adına yalan söylemen doğru olmaz. Zira günaha karşılık günahla
cevap verilmez..
-Eğer adamın biri
sana; 'ey kâfir!' derse, ona; 'kâfir sensin,' demen caizdir. Eğer sana; 'ey
zani!' derse, ona; 'ey yalancı, ey yalan üzere şahitlik eden!' demen gerekir.
Çünkü bu sözün kısası ancak böyledir. Eğer sen de ona; "ey zanü' demiş
olsan yalancı olmuş olursun ve yalan söylemekle günahkâr olursun. Eğer senin
borcunu verebilecek imkanı olduğu halde — özürsüz bir şekilde — oyalarsa, ona;
'ey zalim, ey insanların mallarını yiyen!' şeklinde sözlerle karşılık ver.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
«Borcunu Ödeyebileceği
halde oyalayanın namusu ve cezalandırılması helâl olur.»
«Onun ırzını daha önce
açıklamıştık. Cezası ise hapishanedir. Orada hapsedilir.»[3]
Tokat atma, dövme ve
sövmenin kısası konusunda Hulefa-i Raşidin ve diğer sahabe ve tabiinden sabit
olan kısas uygulamaları mevcuttur.
Buhâri'nin; Ebû Bekr,
Ali, İbn Zübeyr ve Suveyd bin Mukar-ren'den rivayet ettiğine göre; onlar tokat
ve benzeri şeylerde kısas uyguluyorlardı.
İbnül-Münzir der ki:
«Kamçı, sopa yahut taş
cinsinden kişiyi öldürmeyen darbeler kasten yapıldığında kısasa tabidir. Bu,
hadis ehlinden bir grubun da görüşüdür.
Buhâri'de
kaydedildiğine göre; H.z. Ömer (r.a.) kamçı ile vurmaya karşı kısas uygulamış,
Alî bin Ebî Talib kerremalîahu vec-hehu da üç kamçıdan dolayı kısas
uygulamıştır. Kadı Şurayh da bir kamçıdan ve tırmalamadan dolayı kısas
yapmıştır.
Bu konuda diğer
bölgelerin alimleri ihtilaf etmişlerdir. Bunlara göre bu tür şeylerde kısas
yoktur. Çünkü bunlarda genellikle eşitlik hemen hemen uygulanamayacak kadar
zordur.
Madem ki bu tür
şeylerde kısas uygulanması gerekmiyor, o zaman ta'zirin uygulanması zorunlu
oîur.
Şeyhülislâm îbn
Teymiyye bu konuda birinci görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir:
«Bu uygulamalarda
benzerlik mümkün değildir, diyenlere ise şu şekilde karşılık verilir: Bu suç
için ya kısas ya da ta'zir olmak üzere mutlaka bir ceza gerekir. Madem ki türü
ve miktarı belli olmayan ta'zir cezası burada caiz görülüyorsa, bu uygulamadan
sınırları daha belli olan bir cezayı takdir etmek daha iyi ve daha yerinde
olur. Kısasta adil olmak imkan nisbetincedir. Bilindiği gibi kısas için
vurulan darbe, vuranın vuruşu gibi yahut ona yakın olduğunda bu uygulama adalet
ölçülerine göre kişinin kamçı ile dövülüp ta'zir edilmesinden daha adalete
yakındır. Burada zulüm korkusuyla kısasın uygulanmasını mahzurlu görenler;
kendisinden kaçtıkları daha büyük bir zulmü mubah görüyorlar. Böylece
anlaşılıyor ki, sünnetteki uygulama hem daha adil, hem de daha takdire şayandır.»
Bir kişi, ağaç kesme,
ekinini bozma, evini yıkma yahut elbisesini yakma gibi bazı şeylerle bir
kişinin malını telef ederse, o kişiye kısas uygulanması, ona yaptığının
aynısının yapılması caiz olur mu?...
Alimlerin bu konuda
iki görüşü vardır:
1- Bir
görüşe göre; bu konuda kısas doğru değildir. Çünkü bu bir taraftan
bozgunculuktur, bir taraftan da elbise ve ekin gibi şeyler birbirine denk
değildir.
2- Bu görüşe
göre; burada kısas yapılabilir. Çünkü kısasın Öldürmede ve organların
koparılmasında uygulanması daha da önemlidir. Madem ki oralarda kısas
uygulanıyor, onlardan daha aşağıda bulunan mallarda uygulanması daha da doğru
olur.
Bu nedenle, harp ehli
bizim mallarımızı telef ettiğinde onların mallarını telef etmemiz caiz olur.
Meselâ; meyva veren ağaçların kesilmesi gibi.
Bu konuda, «ihtiyaç
yoksa kesilmez,» denmişse de bu böyledir.
İbnü'l-Kayyim de bu
görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir: «Malın telef edilmesi; eğer
dokunulmazlığı olan mallarda olursa, malını telef ettiği gibi telef etmek caiz
olmaz. Hayvanlar ve köleler gibi.»
Eğer mal, yırtılan
elbise, kırılan çanak cinsinden ise; meşhur olan görüşe göre, onun telef
ettiği gibi telef etmez; ya parasını ya da bir benzerini alabilir.
Kısasa göre hüküm; suçlunun
telef ettiği gibi onun da telef edebileceğini gösterir. Elbisesini yırttığı
gibi onun elbisesini yırtar, sopasını kırdığı gibi onun sopasını kırar. Tabii
eğer aralarında eşitlik varsa. Adaletin gereği de budur. Bu konuda onun bu
hareketini yasaklayan ne bir nas, ne bir kıyas, ne de bir ic-mâ vardır. Çünkü
bu, Allah'ın hakkından doiayı haranı kılınmış değildir. Sonra maim
dokunulmazlığı, canın ve organların dokunulmazlığından daha önemli değildir.
Madem ki, yasaklayan kişi bir organı telef olduğunda suçlunun organını telef
etmeyi ön görüyorsa, burada bu uygulamanın yürürlüğe konması daha uygun ve
daha doğru olur.
Kısasın hikmetlerinden
biri olan gönül rahatlığı ve öfkenin dindirilmesi de ancak bu uygulama ile
gerçekleşebilir.
Sonra kişinin onun malını
yahut elbisesini telef etmedeki amacı ona hakaret etmek olabilir. Malının
bedelini de öder. Malı çok olduğundan onun bedelini ödemek kendisine zor
gelmez. Kendisi bu hareketiyle ondan hıncını aldığı halde kendisine karşı suç
işlenen adam aldatmış ve öfkesi dindirilmemiş olur. Malının kıymetini vermek;
onun öfkesini dindirmek, içini soğutmak ve suçluya da kendisine karşı suç
işlenenin tattığını tattırmak imkanı nasıl sağlasın ki?...
Bu mükemmel, üstün
Şeriat'in hikmeti ve kıyas bu tür bir uygulamayı kesinlikle red eder. Cenab-ı
Allah buyuruyor ki:
«Onların size
saldırdığı gibi siz de ona saldırın.» (Bakara: 194)
«Bir kötülüğün cezası onun gibi bir
kötülüktür.» (Şûra: 40)
«Eğer onları cezalandırırsanız,
cezalandırıldığınız gibi cezalandırın.»
(Nahl: 126)
İşte bu âyetler de
sözkonusu uygulamanın caiz olduğunu ifade etmektedir.
Fakihler kâfirlerin
ekinlerini yakmayı, ağaçlarını kesmeyi, bize bu tür şeyleri yaptıkları zaman
caiz görmüşlerdir. Bu konuda açıkça görüş beyan etmişlerdir. Bu ise sözünü
ettiğimiz meselenin aynısıdır.
Cenab-ı Allah,
yahudilerin hurmalıklarının sahabe tarafından kesilmesini uygun görmüştür.
Çünkü bunda onlarm rezil olması, utanıp mahvolması, suçlunun horlanmasını
sevmekte ve bunu yasal görmektedir.
Ganimet malını çalmış
olan kişinin malını yakmak caiz olduğuna göre, suçsuz olan bir müslümanm
malını yaktığı zaman malının yakılacağına hükmetmek daha doğru ve yerinde olur.
Çünkü ganimet malını çalmakla o kimse, müslümanların ortak malı olan bir şeyde
kendilerine hıyanet etmiş olur. Burda da durum farklı değildir.
Allah'ın hakkında,
cezalandırma yasal olarak görüldüğüne göre, cimri olan kulun hakkında, bu
uygulamanın yasal olacağı daha doğru ve yerinde olur. Çünkü Cenb-ı Allah,
kendi haklarında, cezalandırmadan daha çok müsamahalı uygulamayı tercih eder.
Cenab-ı Allah, kısası
kişileri düşmanlıktan alıkoymak için yasal kılmıştır. Cenab-ı Allah'ın mali
yönden zulme uğrayan kimselere diyeti farz kılması mümkündü, fakat onun
yürürlüğe koyduğu yasa daha mükemmel ve kullar için daha yararlıdır. Zulme
uğrayanın öfkesini dindirmeye canlarını ve mallarım, organlarını korumaya daha
elverişlidir. Böyle olmasa bir kişiden öfkesini almak istediğinde onu öldürür,
yahut bir organını keser ve bunun diyetini verirdi. Cenab-ı Allah'ın hikmeti,
rahmeti ve maslahatı gözetmesi bunu tümden reddetmektedir. Bunların hepsi de
mala karşı düşmanlıkta mevcut olan şeylerdir.
Eğer denilse ki; 'bu
tür duygular, telef edilen malın aynısını vermekle onarılabilir.'
Cevaben denir ki:
Kendisine karşı suç işlenen adam buna razı olduğunda kişinin kopan organına
karşı diyete razı olması gibidir. İşte kıyasın gereği de budur. Bu görüşü her
iki Ah-med de (Ahmed bin Hanbel ve Ahmed bin Teymiye) tercih etmiştir. Musa
bin Said, rivayetinde der ki:
«Eşyanın sahibi,
dilerse suçlunun elbisesini yırtar, dilerse bir benzerini ondan alır.»
Alimler; yenilebilen,
içilebilen yahut tartılabilen mallardan birşeyi yok eden yahut bozan bir
kimsenin bedelini ödemesi gerektiğinde ittifak etmişlerdir.
Aişe (r.a.) der kî:
«Ben Safiye gibi yemek yapan birini görmedim. Rasûlüllah için bir yemek yapmış
ve onu Rasûlüîlah sal-lallahu aleyhi ve sellem'e göndermişti. Beni ise bîr
kıskançlık duygusu tuttu ve onun kabını tutup kırdım. Ve; «Ya Rasûlal-lah!»
dedim, «yaptığımın kefareti nedir?» «Onun kabı gibi bir kab, yemeği gibi bir
yemektir.» buyurdu.» (Hadisi Ebû Dâvûd
rivayet etmiştir.)
Alimler, yok edilen
yahut bozulan mallanıl tartılmayacak ve Ölçülmeyecek cinsten olduğu zaman görüş
ayrılığına düşmüşlerdir.
Hanefîler ve Şâfiîler
der ki: Malı yok eden yahut bozan adamın onu misliyle ödemesi gerekir. Bir
benzer bulunmadığı durumların dışında kıymetinin Ödenmesine gidilmez. Çünkü Cenab-ı
Allah:
«Size saîdında
bulunanlara size saldırdıkları gibi siz de saldırın.» buyurmuştur.
Bu tüm eşyada geçerli
olan bir kuraldır. Yukarıda belirtilen Aişe (r.a) hadisi de bu görüşü
desteklemektedir.
Malikiler ise bu
durumlarda, kıymetin ödeneceğini, bizzat benzerinin ödenmesi gerekmediğini
söylemişlerdir.[4]
Bir insan başkasına
karşı yaralamak yahut malını almak şeklinde saldırıda bulunduğu zaman, imkanı
varsa bizzat kendisi hakkını alabilir mi?...
Alimlerin bu konuda
bir çok görüşleri vardır. Kurtubi bu konuda caiz olmayı tercih etmiş ve şöyle
demiştir:
«...Doğru olan bunun
caiz olduğudur. Hırsız sayılmadığı müddetçe hakkını nasıl alabiliyorsa o
şekilde alabilir. Bu Şafiî’nin de görüşüdür. Davudi bunu Malik'ten de rivayet
etmiştir. İbnü'l-Münzir de bu görüşü benimsemiş, İbnü'l-'Arabî de onu tercih
etmiştir. Bu hainlik değil, hakka ulaşmaktan ibarettir. Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem buyuruyor Ki:
«Kardeşine zalim yahut
mazlum olduğu her iki halde de yardım et.»
Zalimden hakkm
alınması ise onun için bir yardımdır.
Ebû Süfyan'ın karısı
Utbe'nin kızı Hind Nebi aleyhisselam'a; «Ebu Süfyân cimri bir adamdır. Bana ve
çocuklarına yetecek nafakamı vermemektedir. Ancak ben ihtiyacımı gidermek için
onun haberi olmadan malından alıyorum. Bundan dolayı bana bir günah var
mıdır?... » dediğinde, Rasülüllah sallallahu aleyhi ve sellem;'
«Sana ve oğluna normal
şekilde yetecek kadarını al.» buyurmuştur.
Yani Rasülüllah sallallahu
aleyhi ve sellem ona mal almasını mubah kılmış ve yetecek miktardan fazlasını
almamasını söylemiştir. Bunların hepsi Sahih'de sabittir... Allah Teâlâ buyuruyor
ki:
"Kim size
saldıracak olursa size saldırdığının aynısı ile ona saldırın.» (Bakara : 194)
İşte bu farklı
görüşlerin kökünü kazımaktadır. Alimler zulme uğrayan adamın kendi malının
cinsi dışındaki bir malına el koyma imkanı olduğunda bunu yapıp yapamayacağında
ihtilaf etmişlerdir.
Bir görüşe göre, bu
malını ancak hakimin hükmü ile alabilir, yoksa alamaz.
Şâfi'i'nin bu konuda
iki görüşü vardır: En sağlıklı görüşü; «Eğer malının cinsinden bir şeyini
bulsaydı onu alırdı,» ilkesine kıyasen başka mallarını da alabilir,
şeklindedir.
Şâfii'nin ikinci
görüşü İse şöyledir: «Onu alamaz, çünkü bu kendi malının cinsinden değildir.»
Alimlerden bazıları da
şöyle derler: «Telef olan malının miktarınca el koyar ve bu miktarını alabilir.
İşte, daha önce delilleri ile ortaya koyduğumuzdan dolayı, bu görüş en
sağlıklı olan görüştür.»
Hakim de ümmetin
fertlerinden biridir. Başkasından farklı bir özelliği yoktur. Farklı özelliği,
ancak vekil ve vasiyet edilenin farklılığı gibidir. Ümmetin tüm fertlerine
uygulanan şeylerin hepsi ona da uygulanır.
Hakim, ümmetin
fertlerinden birine karşı taşkınlık yaptığında kısasa müstahak olur. Zira
Allah'ın hükümlerinde onunla bir başkasına hiçbir farkı yoktur. Allah'ın
hükümleri geneldir. Tüm müslümanları kapsar. Ebu Nadre, Ebû Firas'dan rivayetle
der ki:
Ömer bin Hattâb bize
yaptığı bir konuşmasında şöyle demişti : «Ey İnsanlar! Allah'a yemin olsun ki,
ben valilerimi, size tokat atsınlar, mallarınızı alsınlar diye göndermiyorum.
Onları yalnız size dininizi ve peygamberinizin sünnetini öğretsinler diye
gönderiyorum. Kim bundan başka bir olaya şahit olursa, bana bildirsin. Allah'a
yemin olsun ki, bundan dolayı ona kısas tatbik ederim...»
Amr bin As (r.a.) dedi
ki:
-Eğer bir adam, emri
altındaki bazı kimseleri te'dlb ederse, onu bundan dolayı kısas mı edersin?»
Dedi ki: «Evet, canımı
elinde tutana yemin olsun ki, o zaman ona kısas yaparım. Ben, Rasûlüllah'm
bizzat kendi kendisine kısas yaptığını gördüğüm halde, bu adama nasıl kısas
yapmayabilirim ki?!»
(Hadisi Ebû Dâvûd ve
Nesâî rivayet etmiştir.)
Nesâi ve Ebü Dâvüd,
Ebû Sa'îd bin Cübeyr hadisinden rivayetle onun şöyle dediğini kaydederler:
«Bir ara Rasülüllah sal-lallahu aleyhi ve sellem aramızda bir şeyi
paylaştırıyordu. Bu sırada bir adam ona çullandı. Rasûlüliah sallallahu aleyhi
ve sellem yanında bulunan bir hurma dalıyla ona dürttü. Adam da bağırdı.
Rasûlüliah sallallahu aleyhi ve sellem ona: «Gel de kısas yap!» buyurdu. Adam:
«Hayır, ben bağışlıyorum ya Rasû-lallah.» dedi.»
Ebu Bekir es-Sıddik
(r.a.)'a şikayete gelen bir adam; bir valinin, kendisinin elini kestiğini
haber verdiğinde o şöyle demişti : «Eğer senin doğru söylediğin ortaya
çıkarsa, ona kısas uygularım.»
Şâfi'i, Rebi'
rivayetinde der ki:
Ömer (r.a.) hadisinde
onun şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Ben, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve
sellem'in bizzat kendisine kısas uyguladığını gördüm. Ebu Bekir de bizzat
kendisine kısas uyguluyordu. Ben de kendime kısas uygularım.»
İbn Şihâb der ki:
Sünnet'teki uygulamalara göre alışılagelen şey, kocanın, karısını
yaraladığında kısas yapılmayacağıdır. O yaranın diyetini verir. Kısas yapılmaz.
Malik bunu açıklayarak
der ki:
«Koca kasıtlı olarak
karısının gözünü çıkarır, elini kırar, parmağını kopanr yahut benzeri bir şey
yaparsa bundan dolayı
kısas yapılır. Fakat
adam; kansmı iple yahut kamçı ile döver ve bu esnada istemediği ve kasıt
gözetmediği bir yerine gelirse, bu şekilde yaralamalarda diyet uygulanır,
kısas yapılmaz.» El-Mesvâ'da der ki: «İlim ehli de bu yoruma taraftardır.»
Yaralanan adamın
yarası iyileşinceye ve başka tarafa sirayet edeceğinden emin oluncaya kadar
suçluya kısas uygulanmaz. Eğer yaralama başka taraflara da sirayet ederse,
suçlu onların da bedelini öder.
Kısas, çek şiddetli
soğuklarda, bunaltıcı sıcaklarda uygulanmaz. Kısas uygulanan adamm ölmesinden
endişe edildiğinde ceza ertelenir. Eğer sıcaklıkta yahut soğuk havada yahut
körelmiş veya zehirlenmiş bir aletle kısas yapılırsa ve eğer bir telef olmaya
neden olursa, diyetin geri kalanını vermek gerekir.
Amir bin Şuayb'ın
babasından, onun da dedesinden rivayetine göre, dedesi der ki: «Bir adam
boynuzla dizinden yaralanmıştı. Peygambere gelmiş ve "bana kısas yap,»
demişti. Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem; «Iyileş de gel,» buyurmuştu.
Sonra tekrar gelmiş ve; «Bana kısas yap,» demişti. Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem de ona kısas yaptı. Aradan çok geçmeden adam geldi ve; «Ya
Rasûlallah, topal kaldım,» dedi. Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ona;
«Ben seni alıkoyduğum halde bana isyan ettin. Allah da seni uzaklaştırdı;
topal kalışın da boşa gitti.» dedi.
Daha sonra Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem yaralar iyileşmeden kısas yapılmasını yasakladı.
(Hadisi Ahmed ve
Dârekutnî rivayet etmiştir.)
Şâfi'i, bundan,
beklemenin mendub olduğunu anlamıştır.
Çünkü Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem yara iyileşmeden
kısas yapma imkanına
sahipti.
Onun dışındaki imamlar
ise; «Beklemenin vacip olduğunu» söylemişlerdir. «Kısasa izin vermesi ise, bu
uygulamanın zararlı sonuçlara varacağını öğrenmeden önceydi," diyorlar.
Suçlu, Kasıtlı olarak
bir parmak koparır ve mazlum adam da onu bağışladıktan sonra, yara ele yahut
Ölüme kadar sirayet ederse, eğer bağışlama karşılıksız yapılmışsa bu sirayetin
neden olduğu şeyler heder olur. Fakat bir mal karşılığında bağışlamışsa,
yaralıya sirayetin neden olduğu aksaklıkların diyeti vardır. Böylece sirayet
yoluyla meydana gelen zarardan bağışlanan çıkarılır gerisinin diyeti ödenir.
Kısastan aldığı yara
yüzünden Ölen kimsenin durumu hakkında alimlerin bakışları farklı farklı
olmuştur.
Alimlerin cumhuru, bu
meselede kısas yapanın taşkınlık yapmadığından bir cezası olmadığı
görüşündedir. Zira hırsız eli kesildiğinden dolayı ölecek olursa, onun elini
kesene hiç bir ceza yoktur. Bu konuda icma vardır. İşte bu da onun gibidir.
Ebü Hanife, Sevrî ve
İbn Ebî Leylâ der ki: «... Öldüğü zaman kısas yapanın aksine diyet düşer. Çünkü
bu yanlışlıkla öldürmedir.»
Diyet: Suçtan dolayı
kendisine karşı suç işlenen kişiye yahut onun akrabasma verilmesi gereken
maldır.
«Vedeytü'I-katil
ifadesi; -öldürülenin diyetini verdim,» demektir.
Diyet, hem kısas olan,
hem de kısas olmayan suçlardan uygulanabilmektedir. «Diyetü'1-Akl» adı da
verilmektedir. Bunun temeli şudur: Katil, bir kişiyi öldürdüğünde, develerden
diyeti toplar ve onları götürür, ölünün sahiplerinin bahçesinde bağlar. Yani
onları yularlarıyla oraya bağlar ki, onlara teslim etsin.
«Akaltu an-fulan»:
Falanın suçunun diyetini borçlandım, demektir.
Diyet nizamı daha
önceleri Araplarda mevcuttu. İslâm, bu düzeni kendi halinde bıraktı (değiştirmedi).
Bunun temeli de Yüce
Allah'ın şu sözüdür: «Bir mü'min bir mü'minî öldüremez, ancak yanlışlıkla olursa
başka. Yanlışlıkla bir mü'mini Öldüren kimsenin, mü'min bir köle azad etmesi ve
ölenin ailesine de bir diyet vermesi gerekir. Eğer bağışlarlarsa o başka.
Mü'min, düşmanınız olan bir topluluktan ise mü'min bir köle azad etmek
gerekir. Ve eğer sizinle kendileri arasında andlaşma bulunan bir topluluktan
ise verilecek bir diyet ve mü'min bir köle azad etmek lazımdır. Bunları
bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay ardı ardına
oruç tutması gerekir. Allah bilendir, hikmet sahibidir.» (Nisa: 94)
Ebû Davud'un Amr bin
Şuayb'dan onun babasından, onun da dedesinden rıvayetme göre, o der ki:
«Rasûlüllah.
sallallahu aleyhi ve sellem döneminde diyetin değeri sekiz yüz dinar, yahut
sekiz bin dirhemdi. O gün ehli kitabın diyeti ise, müslümanlann diyetlerinin
yansıydı. Bu uygulama, Ömer (r.a.) halife seçilinceye kadar böylece devam etti.
Halife seçilince bir konuşma yaptı ve; «Dikkat edin, artık develer pahalanmış
tır» dedi.
Der ki; «Ömer, altın
sahiplerine bin dinar, gümüş sahiplerine[5] ise
oniki bin, sığır sahiplerine ikiyüz sığır, koyun sahiplerine iki bin koyun,
giysi sahiplerine ikiyüz takım elbiseyi diyet olarak vermelerini
belirledi.»
Şâfi'i, Mısır'da dedi
ki:
«Altın ve gümüş
sahiplerinden develerin kıymeti dışında hiç bir şey kabul edilmez. Ne kadar
pahalı olursa olsun.»
Tercihe şayan görüş
ise şudur: Kuşku yoktur ki, Rasûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem'in diyeti,
develerin dışında başka şeylerle takdir ettiği sabit.olmamıştır. Buna göre,
Ömer (r.a.) diyetin cinslerini çoğaltmış olmaktadır. Bu da, böyle uygulamasını
gerektiren ve zorunlu hale getiren bir sebepten kaynaklanmaktaydı.»
Diyetten amaç,
insanları o işden alıkoymak ve onları-yıldırmaktır. Can güvenliğini
korumaktır.
Onun içindir ki,
mükelleflerin onu vermelerinin çok zor olması ve bundan sıkıntıya, üzüntüye ve
meşakkatlere maruz kalmaları esas alınmıştır. Mükelleflerin bu üzüntü ve
sıkıntıyı görüp duymaları, onun bilincine varmaları ancak diyetin büyük bir
mal olması, onların mallarını azaltması, onu ödemekle, suçluya yahut
varislerine vermekle sıkıntıya düşmeleriyle anlaşılabilir. Yani diyet hem
ceza, hem de bedeldir.[6]
Diyeti Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve seilem vacib kılmış ve miktarını belirlemiştir. Hür ve
müslüman erkeğin diyeti, deve sahiplerine göre iki yüz devedir. Sığır
sahiplerine göre ikiyüz sığırdır, koyun sahiplerine göre iki bin koyundur.
Altın sahiplerine göre bin dinardır. Gümüş sahiplerine göre oniki bin dirhemdir.
Elbise sahiplerine iki yüz elbisedir. Diyet vermekle mükellef olan biri
bunlardan hangisini getirirse, ölü sahibi onu kabul etmek zorundadır. Artık
ölü sahibinin hangi gruptan olduğuna bakılmaz. Zira kişi vermekle mükellef
olduğu şeylerin aslından birini getirmiş bulunmaktadır.[7]
Alimler arasında
ittifakla kabul edilen odur ki; yanlışlıkla öldürme, kasten öldürmeye benzer
cinayetlerde, küçüklük ve delilik gibi teklifin şartlarından birini taşımayan
birisinin neden olduğu öldürmelerde diyet zorunludur.[8]
Öldürülen kişinin
dokunulmazlığı, Öldüren kişinin dokunulmazlığından eksik olduğu hallerde de
diyet gerekir. Mesela hür bir kimsenin köle bir kişiyi öldürmesi gibi.
Uykusunda, dönerken
başkasını öldüren, başkasının üzerine düşerek onu öldüren, kalabalık yüzünden
öldürülen ve bir çukur kazıp başkasının oraya düşüp ölmesine neden olan kimselerin
de diyet ödemesi gerekir.
Bu konuda Haneş bin
Mu'temir'den Ali (r.a.)'dan gelen habere göre o şöyle demiştir:
«Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem beni Yemen'e gönderdi. Aslan için tuzak kuran bir topluluğa
rastladık. Onlar bununla uğraşırken ve birbirleriyle itişip kakışırken bir
adam düştü. Başkasına tutundu. O da başkasına tutundu. Böylece dört kişi içeri
düştü. Aslan onları yaraladı. Bir adam kargısıyla aslanı Öldürdü.. Adamların
hepsi de bu yaralarından dolayı öldüler. İlk kişinin akrabası başkasının
akrabasından davacı oldu. Savaşmak için silahlarını çektiler. Tam bu sırada Ali
(r.a.) onların yanma vardı ve şöyle dedi:
«Allah'ın Rasûlü
aranızda sağ olduğu halde savaşmak istiyorsunuz! Ben aranızda hüküm vereceğim.
Eğer razı olursanız hüküm odur. Yoksa birbirinizden davacı olarak Peygamber
aleyhisselam'a gidersiniz. O sizin aranızda hüküm veren olur. Bundan başkasını
isteyene başka hak yoktur. Kuyuyu kazan kabilelerden : 1/4 divet, 1/3 diyet
1/2 diyet ve bir de tam diyet toplayın.
«Birincisine; diyetin
dörtte birini verin. Çünkü o üç kişinin helakına neden oldu.
«ikincisine; üçte bir
diyeti verin.
«Üçüncüsüne yüzde elli
diyeti verin.
«Dördüncüsüne; tam
diyeti verin.
«Onlar bu hükmü kabul
etmeyip ille de Peygamber aleyhisselam'a gitmekte ısrar ettiler. Peygamber
aleyhisselam'ı Makam-ı İbrahim yanında buldular. Olayı kendisine naklettiler.
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem onun hükmünü uygun gördü.»
(Bunu Ahmed rivayet
etmiştir. Başka bir lafızla da rivayet etmiştir. Burada iso birbiriyle boğuşan
kabilelere diyeti yüklediği kaydedilmektedir.)
Ali bin Rebah el-Lahmi'den
rivayet edildiğine göre, Ömer bin Hattab'ın hilafeti döneminde âmâ bir adam
hacda şöyle diyordu : «Ey insanlar! Nahoş bir şey gördüm, Âmâ olan sağlıklı, basiretli
adama akıl verir mi?
Beraber yürüdülerse,
ikisi de kırılırlar.-
Âmâya gözleri gören
bir adam kılavuzluk ediyordu, İkisi de bir kuyuya düştüler. Âmâ olan, gözleri
görenin üzerine düştü. Gözleri gören öldü. Ömer (r.a.) gözleri görenin
diyetini âmâya yükledi.
(Hadisi Dârekutnî
rivayet etmiştir.)
Yine bir başka hadis
şöyledir: «Bir adam birtakım evleri olan bir topluluğa gitti. Onlardan su
istedi. Kişi orada ölünceye kadar kimse ona su vermedi. Ömer (r.a.) onların
hepsine diyeti yükledi.»
(Ahmed; îbn Mansur'un
rivayetinde bunu hikaye edip, «ben de bu görüşteyim» der.)
Kim bir kişiyi aniden
bağırarak korkutsa ve adam bu bağırmasından dolayı Ölecek olsa, diyetini
ödemesi gerekir. Sesini değiştirip bir çocuğu korkutsa, çocuk da bundan ötürü
de-lirse, onun (diyetini) borçlanır.
Diyet, «muğallaza»
(ağır) da olur, «muhaffafa» (hafif) da. Muhaffafa olan diyet yanlışlıkla
Öldürmede olur. Muğallaza da kasten öldürmeye benzer durumlarda olur.
Kasten öldürme
olayında, kanın sahibi eğer bağışlayacak olursa, Şâfi'î ve Hanbelilere göre bu
durumda diyet-i muğallaza gerekir.
Ebû Hanife ise kasten
öldürmede belli bir diyet olmadığı kanısındadır. Burada Önemli olan her iki
tarafın üzerinde anlattığı miktardır. Onların üzerinde anlaştığı şey, belli ve
te'hir edilmiş bir şey değildir.
Diyet-i muğallaza, yüz
devedir. Bunlardan kırkının karnında yavrusunu taşıyan deve olması gerekir.
Zira Ahmed, Ebû Dâvûd,
Nesâî ve îbn Mâce; Ukbe bin Evs'-ten sahabeden bir adam aracılığıyla aldıklara
hadiste Peygamber saüallahu aleyhi ve sellem'in şöyle dediğini kaydederler:
«Dikkat edin! Hata
sonucu meydana gelen ile kasıtlı kamçı, sopa ve taşlarla sebep olunan
öldürmede diyet-i muğallaza vardır: Yüz deve; bunların içinden kırkının tamamı
gebe olmalı, altıncı yaşıyla dokuzuncu yaşı arasında olmalıdır.»
Muğallaza kavramı,
ancak develere has olan diyetlerde olur. Çünkü Sâri' böyle emretmiştir. Burada
durulur ve dinlenir. Başka görüş belirtilmez. Çünkü bunlar kesin olan sınır
lamalardır.
Diyetin haram ayda.
Haram Belde'de ve yakınlara karşı işlenen suçlarda muğallazaya dönüşmesi:
Şafi'î ve başkası der
ki: «Diyet, haram beldede, haram ayda, adam öldürme ve yaralamalarda, nikah
düşmeyen yakın akrabaya karşı işlenen suçlarda muğallazaya dönüşür. Zira Şeriat,
bu kutsal şeylere çok değer vermiştir. Suç büyük olunca diyeti de büyük olur.»
Ömer (r.a.), Kasım bin
Muhammed ve îbn Şihâb'dan rivayet edildiğine göre; bu tür diyetlerde üçte biri
kadar arttırılır.
Ebû Hanife ve Mâlik
der ki: «Diyet bu tür sebeplerden dolayı muğallazaya dönüşmez. Zira bunlarda
muğallazaya ait bir delil yoktur. Çünkü diyetlerde Şari'den gelen şeylerle
sınırlı kalınır. Yanlışlıkla meydana gelen olaylarda muğallazadan bahsetmek
Şeriat'ın temel ilkelerinden çok uzaktır.»
Katile vacıb olan
diyet ıkı çeşittir:
a-
Birincisinde; suçlu onu malından ödemek durumundadır. (Kadın, erkek olması
farketmez.) Bu da kasten öldürmelerde kısas düştüğü zamanlarda olur.
İbn Abbas der ki:
«Ne kasten
öldürmelerde, ne itiraflarda ne de kasten öldür-melerdeki antlaşmalarda yakın
akrabaya diyet düşer.»
Sahabe içinde ona
muhalefet eden çıkmamıştır. Mâlik, İbn Şihâb'dan rivayetle şöyle dediğini
kaydeder: «Sünnetteki uygulamalara göre kasten öldürmelerde, katilin sahipleri
bağışlayacak olursa, diyetin yalnız katilin malından verileceği
anlaşılmaktadır. Ancak yakın akrabası kendi istekleriyle ona yardım ederlerse
o başka.
Şu üç kişiden biri
akraba olduğu halde diyet vermez: Kasten Öldürmede, ikrarda ve anlaşmada
akrabanın diyet ödemesi gerekmez. Çünkü
kasten Öldürme cezayı gerektirir. Artık
akrabasının onun yerine diyet vermesiyle yükünü hafifletmelerine müstahak
değildir. O ikrarda da akrabanın diyete
katılması gerekmez.
Çünkü diyet, öldürmek ile değil, öldürmeyi ikrar etmekle vacib olmaktadır.
İkrar ise kesin olan bir delildir. Yani yalnız ikrarda bulunan için bir
delildir. Yakın akrabasına geçmez.
Anlaşmayı ikrar etmiş
kimseye de, akile1 (asabe: yakın akraba) nm diyete ortak olması gerekmez. Zira
anlaşma bedeli öldürme ile zorunlu olmadı. Aksine anlaşma akdi ile vacip oldu.
Ayrıca suçlu suçunun sorumluluğunu yüklenir. Bir şeyi telef edene telef ettiği
şeyin bedeli ödetilir.
b- Bir çeşit
diyet de vardır ki, katilin ödemesi gerekir. Yalnız yakın akrabası onu
yüklenir. Eğer yakın akrabası varsa, yardım yoluyla onu öderler. Bu da kasten
öldürmeye benzer öldürme ve yanlışlıkla Öldürmedir.[9]
Katil de yakın akraba
fertlerinden biri gibidir. Çünkü katil olan odur. Onu burada dışarda bırakmanın
hiçbir anlamı yoktur. Şâfii der ki: «Katile, diyetten hiçbir şey düşmez. Çünkü
ma'zurdur.»
Âkile : Akl'dan
alınmıştır. Çünkü o kanları bağlar. Yani akmasını önler, durdurur.
«Akale'î-beire aklen» denir ki: Yani «deveyi bağladı, akıl da ondandır.»
demektir. Çünkü o da kişiyi çirkinliklere bulaşmaktan alıkoyar:
Âkile : Akl, yani
diyeti toplu halde ödeyen topluluktur. «Akal-tu'I-katil» denir ki, «Ölünün
diyetini verdim,» demektir. «Akal-tuani'l-katil» de denir ki, «Katile lazım
olan diyeti Ödedim,» demektir.
Âkile: Adamın asabesi
yani ergenlik çağma gelen — baba tarafındaki— erkek akrabasıdır.[10]
Bunların hali vakti yerinde olması, akıllı olması da şarttır. Bunlara; âmâ
olanlar, müzmin hastalar ve pîr-i faniler de zengin olurlarsa girerler.
Âki-leye kadınlar, fakirler, küçükler, deliler ve suçlunun dinine aykırı bir
dine inananlar girmez. Zira bu işte asıl, yardımlaşma ve dayanışmadır. Halbuki
belirtilen kimseler bu işe ehliyetli değildir.
Diyetin âkile üzerinde
vacib olmasının kaynağı şudur. Huzeyl kabilesinden iki kadın birbiri ile dövüşür.
Biri diğerine bir taş atarak kadını ve karnındaki çocuğunu öldürür. Durum
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'e arzedildiğinde kadının diyetinin
âkile üzerinde olduğuna hükmeder.
Olayı Buhâri ve
Müslim, Ebü Hüreyre (r.a.) hadisinden tahric eder:
Âkile; Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem zamanında suç işleyenin kabilesiydi. Bu durum Hz.
Ömer (r.a.) dönemine kadar böyle devam etti. Disiplinli ordular kurup divanlar
teşkil edildiğinde Âkileyi divan sahiplerine yükledi. Bu uygulama Peygamber
aleyhisselam'm dönemindekine muhalifti.
Serahsi, Ömer (r.a.)'m
bu uygulaması hakkında şu açıklamada bulunur: «Eğer denilse ki; »Sahabe
RasülüHah sallallahu aleyhi ve sellem'in uygulamasına aykırı bir şey üzerinde
nasıl icma edebilir?...»
Deriz ki: «Bu, uygulamanın
Rasûlüllah aleyhisselam'm hükmüne uygun olduğunu gösteren bir icma'dir. Zira
onlar Rasûlüllah sallallahu raleyhi ve sellem'in yardımlaşmayı esas alarak
kişinin aşiretine yüklediğini biliyorlardı. O zamanlar kişinin gücü ve desteği
aşiretinden kaynaklanıyordu.
Ömer (r.a.) onlardan
divanlar oluşturunca artık güç ve kuvvet divanın eline geçti. Kişi bundan
böyle divanı üzerine kabilesi ile savaşa- duruma gelmişti."
Hanefîîer bu hükme
razı olurken, Malikiler ve Şafiîler ise onu reddetmişlerdir. Zira Rasûlüllah'tan
sonra nesh mümkün değildir ve hiç kimse Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem
döneminde mevcut olan bir şeyi değiştirme hakkına sahip değildir.
Âkile'nin ödemesi
gereken diyet üç sene boyunca ödenebilir.[11] Bu
konuda alimler ittifak etmişlerdir.
Katilin ödemesi
gereken diyete gelince; Şâfi'î'ye göre onun hemen ödenmesi gerekir. Çünkü
paraya bir mühlet tanınması akilede işi hafifletmek içindir. Bu hafifletme
apaçık kasıtlı Öldürmeyi kapsamaz.
Hanefîler onun da
hata: ile öldürmede olduğu gibi üç sene zarfında ödenebileceği görüşündedir.
Kasten öldürmeye
benzer öldürmelerde ve yanlışlıkla öldür-melerdeki diyetin akileye yüklenmesi,
İslâm'ın genel ilkesi olan şu kuralın bir istisnasıdır:
însan kendi
kendisinden sorumludur ve yalnız yaptıklarına karşı hesaba çekilir. Zira
Cenab-ı Allah buyuruyor ki:
«Hiçbir günahkâr
başkasının günahını yüklenmez.»
Yine Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: «Kişi ne babasının ne de kardeşinin
suçu ile cezalandırılmaz.» (Hadisi Nesâî, İbn Mes'ûd (r.a.)'dan rivayet
etmiştir.)
İslâm'ın diyetin bu
durumda akileye ortaklaşa dağıtılmasını önermesi, ancak suçluyu kollamasından
ve kendi isteği dışında meydana gelmiş olan bir suçundan dolayı çarpıldığı
cezada ona yardımcı olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu da daha önce
Araplar arasında yaygın olan bir düzenlemenin kabul edilmesidir. O zamanlar
kabileler arasındaki yardımlaşma, dayanışma ve birlikte hareket etmenin
gerektirdiği bir uygulamadır.
Bunda da apaçık bir
hikmet vardır. Zira kabile diyette kendisinin de sorumlu tutulacağını
bildiğinde bir taraftan kendisine mensub olan bireyleri suç işlemekten
alıkoyarken Öbür taraftan onları sağlıklı bir yaşama yönlendirecek ve onları
hataya düşmekten alıkoymaya çalışacaktır.
Fakihlerin cumhuru
yanlışlıkla işlenmiş olan bir cinayette akilenin ancak diyetin üçte birini aşan
kısmını yüklenebileceğini, üçte birinin ise suçlunun malından verilmesi
gerektiği kanısındadır.[12]
Malik ve Ahmed derler
ki: Asabeden olan kimselerin hiç birisine diyetin belli bir miktarı zorunlu değildir.
Hakim bu konuda herkese gücünün yetebileceği miktarı yüklemekte ictihad eder.
Ve en yakından başlayarak daha az yakma doğru gider.
Şâfii ise der ki:
Zenginlerin bir dinar fakirin ise yanm dinar vermesi gerekir. Ona göre diyet
yakınlık oranına göre düzenlenmiştir. Önce babasının oğullarından en
yakınlardan başlanır, sonra dedesinin çocuklarına geçilir, sonra babasının
oğullarının oğullarına geçilir. Eğer katilin ne soy ne de dostluk yönünden
asabe akrabası yoksa diyeti beytü'l-mâl'den ödenir. Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem buyuruyor ki: «Ben kimsesi olmayanın velisiyim...»
Eğer kendisi fakir ve
akilesi de fakir olup diyeti yüklenecek güçte değilse onun diyeti de
beytü'l-mâl'dan verilir.
Eğer müslümanlar savaş
esnasında bir adamı kâfir zannederek öldürdükten sonra o adamm müslüman olduğu
ortaya çıkarsa onun diyeti de beytü'l-mâl'den ödenir.
Şafii ve başkası
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in — Huzeyfe'nin babası— Yemân'm
diyetinin verilmesine hükmettiğini rivayet eder. Yeman Uhud günü müslümanlar
tarafından öldürülmüştü. Zira tanınmıyordu...
Aynı şekilde
kalabalıkta ölen kimsenin diyeti de beytü'l-mâl'den Ödenir. Zira o müslüman bir
kimsedir. Müslüman bir topluluğun fiili ile Ölmüştür. Diyetinin Beytü'l-mâl'den
Ödenmesi gerekir.
Müsedded rivayet eder
ki; Cuma günü bir adam kalabalıkta sıkışıp ölmüştü. Ali kerremallahu vechehu,
müslümanlanıı beytü'ül-mâl'indan onun diyetini ödedi.
Hanefilerin
sözlerinden anlaşıldığına göre, bu durumlarda diyet suçlunun malından ödenir.
«Dürrü'l-Muhtar»
kitabında deniyor ki:
«Bu konuda
yardımlaşmak temel ilkedir. Eğer böyle birşey varsa akile de vardır. Yoksa
yoktur...»
Eğer ne kabile ne de
yardımlaşma sözkonusu değilse diyet beytü'l-mâl'den ödenir. Eğer beytü'l-mâl'da
yoksa yahut düzenli değilse diyet suçlunun malından ödenir.
îbn Teymiye der ki;
-Yanlışlıkla öldürme olayında eğer akile yok ise diyet alimlerin bu konudaki
iki görüşünden en sağlıklı olanına göre suçlunun maundan alınır.»
insanda Öyle organlar
vardır ki, burun, dil ve zeka gibi tektir. Yine insanda öyle organlar var ki
göz, kulak, dudak, yanak, el, ayak, husya, kadın memesi, erkek memesi, but ve
kadınlık organının yanı gibi çifttir.
Bazı organları ise
daha çoktur.
Eğer bir insan başka
bir insanın tek olan bir organını yahut çift olan organların her ikisini telef
edecek olursa, tam diyet gerekir, ikili organların birini telef ederse,
diyetin yansı gerekir.
Yani burunda tam diyet
gerekir. Burunun yaran koku almada ve bunun beyine kadar yükselmesindedir. Bu
da burunun yumuşak kısmını koparmakla engellenir.
Dilin kesilmesinde de
diyet gerekir. Çünkü konuşma kaabi-liyeti ile insan, konuşamayan hayvanlardan
ayrılır. Konuşma önemli bir özelliktir. Engellendiğinde insanın pek çok
maslahatları engellenir. Başkasına isteklerini açıklayamaz, maksatlarını izah
edemez.
Eğer az bir kısmı
kesildiği halde kişi yine konuşmaktan aciz kalıyorsa, bu durumda diyet gerekir.
Eğer harfleri
çıkarabiliyor, bazılarını çıkaramıyorsa o zaman diyet harflerin sayısına
bölünür.
Ali kerremallahu
vechehû'dan rivayet edilmiştir ki; o, diyeti harflere bölüştürmüş
çıkarabildiklerinin diyetini düşürmüş, çıkaramadıklarının diyetini
emretmiştir.
Zekerin koparılmasında
da diyet gerekir. İsterse sadece sünnet yerine kadar kopmuş olsun. Çünkü
cinsel ilişkide yaran olan orası, sidik tutan yine o kısımdır.
Kişinin beline vurup
yürümekten aciz hale sokulduğunda diyet gerekir. Her iki gözde tam diyet, tek
gözde yarım diyet, iki göz kapağında da bir göz kadar, bir gözün iki kapağında
yarım, bir kapağında çeyrek diyet vardır. İki kulakta tam diyet, birisinde
yarım diyet, iki dudakta tam diyet, birisinde yarını diyet vardır. Alt dudak,
üst dudak arasında fark yoktur. İki elde tam diyet, tek elde yarım diyet, iki
ayakta tam diyet, bir ayakta yarım diyet, iki el - iki ayağın tüm parmaklarında
tam diyet, her bir parmakta on deve vardır ve tüm parmaklar aynıdır. Yüzük
parmağı ile baş parmak arasında fark yoktur, el -ayak parmaklarının her bir
ucunda diyetin otuzda biri vardır. Her permakta üç eklem vardır. Başparmakta
iki eklem vardır. Her eklemde diyetin yirmide biri vardır. Her iki husyede tam
diyet, birisinde yannı
diyet vardır. Butlarda da hüküm aynıdır. Kadınlık organının her iki yanında,
her iki memesinde erkeğin her iki memesinde tam diyet vardır. Birisinde yansı
vardır. Dişlerde tam diyet, her bir dişte beş deve vardır. Ûn ve azı dişleri
hariç diğer dişler arasmda fark yoktur. Bir diş kırılır, ya da siyahlaşıp
çekilmesine neden olunursa diyeti gerekir.
Bir kişi bir kişiye
vurarak aklını oynatmasına neden olursa tam diyet vardır. Zira insanı
hayvandan ayıran özelliklerden biri de akıldır. Duyu organlarından birini
«görme», «duyma», «koklama», «tad alma» yahut «bütünüyle konuşma»smı çalışamaz
hale sokarsa bunda da tam diyet vardır. Çünkü bu duyu organlarından her biri
kendisine has bir işe yaramaktadır. Kişinin güzelliği ve tamam bir hayata sahip
olması bunlara bağlıdır. Ömer (r.a) bir adama vurup duyma, görme duygularını,
cinsel gücünü ve aklını sakatlayan bir adam hakkında dört diyet ile
hükmetmişti. Halbuki adam daha yaşıyordu.
İki gözden birinin
görmesi, iki kulaktan birinin işitmesi engellenirse bunda yarım diyet vardır.
İster diğeri sağlam olsun ister olmasın farketmez.
Kadının her iki memesinin
tümünde kadın diyeti vardır. Birisinde yansı vardır. Kadınlık organın her iki
tarafında diyeti vardn-. Yansında yansı vardır.
Sağlıklı olan tek göz
çikanldığmda tam diyet vardır. Ömer, Osman ,Ali, İfan Ömer (r. anhüm) bu konuda
böyle hükmetmişlerdir. Sahabeden onlara aykırı görüşte olan kimse bilinmiyor.
Zira tek olan gözün gitmesi görmenin tümden gitmesi demektir. Çünkü adam
onunla iki gözle yapılan işi görmektir.
Aşağıda belirtilen
dört kıldan dolayı da tam diyet gerekir:
1- Saç,
2- Sakal,
3- Kaşlar,
4-
Kirpikler.
Bir kaşta yarını diyet
vardır.
Bir kirpikte dörtte
biri vardır.
Bıyıkta ise iş,
hakimin takdirine bırakılmıştır.
Şicâc: Baş ve yüzdeki
yaralardır.
On çeşidi vardır:
Bunların hepsinde de kısas yoktur. Ancak kemik görünecek kadar olan yaralama
eğer kasten yapılmışsa o başka. Zira bunlarda benzer bir yara açma olnağı yoktur.
Şicâc'ı şu şekilde
bölümlere yırabiliriz:
1- Hârisa:
Bu, cildi hafif yarmakla gerçekleşir.
2- Bâdia:
Ciltten sonraki eti yaran yaralardır.
3- Dâmiye
veya Dâmiğa: Kanayan yaralardır.
4- Mâtelâhime;
Oldukça etin içine geçen yaralardır.
5- Simhâk:
Kemik ile arasında ince bir zar kalan yara-
6- Müdiha: Kemik görünecek kadar yarılan
yaralardır.
7- Hâşime:
Kemiğin kırıldığı, ufalandığı yaralardır.
8- Munkile:
Kemiği görünen, kemikleri ufalanan ve kemiklerin yer değişecek kadar dağıldığı
yaralardır.
9- Me'nûme
veya Âme: Başın derisine kadar varan yaralar.
10- Câife:
içe kadar varan yaralardır.
Bu yaraların Mûdiha
dışında kalanlarında adil bir mahkeme gerekir. Bîr görüşe göre ise doktorun
ücreti gerekir. Eğer yara mûdiha olursa o zaman daha önce de belirttiğimiz
gibi, kısas gerekir. Yanlışlıkla olmuşsa, diyetin yirmide biri gerekir. İster
küçük olsun ister büyük farketmez. Diyetin yirmide biri de beş devedir. Zaten
bu, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in Amr bin Hazm'e gönderdiği yazıda
açıkça sabit olmuştur.
Eğer değişik bir kaç
mûdiha varsa, her birinde beş deve vardır. Baş ve yüz dışındaki mûdihalarda
(adil) bir mahkemeye başvurmak gerekir.
Hâşime'de diyetin onda
biri vardır. Bu da on deve eder. O da Zeyd bin Sabit'ten rivayet edilmiştir. Ve
sahabeden hiçbiri ona muhalefet etmemiştir.
Munkile'de ise diyetin
onda biri ve onda birin yansı vardır. Yani onbeş deve.
Ame'de: Diyetin üçte
biri olduğunda icma vardır.
Caife'de diyetin üçte
biri olduğunda icma vardır. Eğer bir taraftan girip öbür taraftan çıkarsa bu
iki câife sayılır ve bunda diyetin üçte ikisi vardır. .
Kadın yanlışlıkla
öldürüldüğünde, erkeğin diyetinin yansı vardır. Organlarının kopması da
öyledir. Yaralanmaları, erkeğin yaralanmalarının gerektirdiği diyetin yansını
gerektirir. İlim ehlinin ekseriyeti bu görüştedir.
Ömer, Ali, îbn Mes'üd
ve Zeyd bin Sabit (r. Anhüml)'den rivayet edilmiştir; Onlar kadının diyeti
hususunda: «Onun diyeti, erkeğin diyetinin yansı kadardır,» derler. Ve onlara
hiç kimsenin karşı görüş belirttiği de nakledilmemiştir. Böylece bu görüş icma
olmaktadır. Aynca kadının mirasta ve şahitlikte erkeğin yansı kabul edildiği de
bilinmektedir.
Bir görüşe göre ise
diyetin üçte birine kadar kadın - erkek eşit kabul edilir. Geriye kalan kısımda
yarı yarıyadır.
Nesâî ve Dârekutni,
Amr bin Şuayb'dan, o da dedesinden Peygamberin şöyle dediğini tahric etmişler,
İbn Huzeyme de bu hadisi sahih saymıştır:
«Kadının diyeti,
diyetinin üçte birine ulaşıncaya kadar, erkeğin diyeti kadardır.»
Malik, Muvatta'da,
Beyhakî de Rebia bin Abdurrahman'dan tahric ederek onun şöyle dediğini
kaydeder:
«Said bin Müseyyeb'e
sordum : «Kadının parmağında ne kadar var?...» «On deve,» dedi. «İki
parmağında kaç tane?...» dedim. «Yirmi deve!» dedi. «Üçte kaç tane?...» dedim.
«Otuz deve...» dedi. «Dörtte kaç var?...» dedim. «Yirmi deve» dedi... «Yarası
büyüyüp daha fazla belaya uğrayınca diyeti küçülüyor.» dedim?... Sa'id: «Sen
Iraklı mısın?» diye sordu. «Hayır, bilgisini sağlamlaştırmaya çalışan bir alim
veya öğrenmek isteyen bir cahilim.» dedim. Said: «Sünnet olan budur ey
kardeşimin oğlu,» dedi.»
İmam Şâfiî bu sünnet
kavramını eleştirmiş ve «sünnet» ten maksadın, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve
sellem'in sünneti değil, Zeyd bin Sabit'in bu şekilde görüşünü belirleyen
sünneti olduğunu açıklamıştır.
Şâfii der ki:
«Sünnet kavramı mutlak
olarak kullanıldığında bundan maksat Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in
sünnetidir. Sa-habilerin büyüklerinin bunun zıddına fetva verdikleri rivayet edilmiştir.
Eğer bu Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in sünneti olsaydı ona
muhalefet etmezlerdi... (Said'in) Sünnet kavramını kullanması, Zeyd bin
Sabit'in sünnetini kastettiğine yorumlanır. Zira bu görüş ancak onun sözü
olarak rivayet edilmiştir. Ayrıca bu imkansız olan bir şeye neden olmaktadır.
Çünkü bu görüşe göre kadının acısı fazlalaşıp belası ağniaştıkça diyeti
azalmaktadır ve bunun kaynağı olarak da Şari'in hikmeti gösterilmektedir!
Bu görüşü Sari'e
nisbet etmek caiz olmaz. Zira bir suçun şer'an hiçbir şeyi gerektirmeyeceğini
düşünmek imkansızdır. Başkasıyla vacip olan şeyi düşürmesi daha çirkindir.
Ehl-i kitabın diyeti
(ister zımmî olsunlar, ister kendilerine güvence verilen sözleşmeli kimseler
olsun) yanlışlıkla Öldürüldüklerinde müslümanm diyetinin yarısıdır. Onlann
erkeklerinin diyeti müslüman erkeğin diyetinin yansıdır. Kadınlarının diyeti müslüman kadının diyetinin yansıdır. Zira Amr
bin Şuayb'ın, babasından, onun da dedesinden rivayetle; Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem ehl-i kitabm diyeti konusunda müslümanın diyetinin yansıyla
hükmetmiştir.
Ahmed rivayet
etmiştir.
Öldürmede diyetleri,
müslümanm diyetinin yansı olduğu gibi yaralamalarda diyet yan yarıyadır.
Malik ve Ömer bin
Abdülaziz de bu görüştedir.
Ebû Hanife, Sevri ise
onlann diyetlerinin müslümanm diyeti kadar olduğu görüşündedir. Ömer, Osman ve
İbn Mes'ud'-dan rivayet edilen görüş de budur. Zira Cenab-ı Allah buyuruyor
ki:
«Ve eğer sizinle
kendileri arasında andlaşma bulunan bir topluluktan İse ailesine verilecek bir
diyet ve mü'min bir köle azâd etmek gerekir.» (Nisa: 92)
Zühri der ki:
Yahudi, hiristiyan ve
zimminin diyeti müslümanın diyeti gibidir.
Der ki:Rasulüllah
sallallahu aleyi ve sellem Ebu Bekir, Osman ve Ali (r.anhüm) dönemlerinde
uygulama böyleydi.Muaviye’ye gelince ,o diyetin yarısını beytü’l-mal’e koydu,
yarısını da ölüye verdi.
Sonra Ömer bin
Abdülaziz diyetin yarısına hükmetti ve Muaviye'nin beytü'l-mal'e koyduğu
yarısını kaldırdı.»
Zühri der ki :
«Fırsatım olmadı ki;
bunu Ömer bin Abdülaziz'e hatırlatayım ve zimmet ehli için diyetin tam
olduğunu haber vereyim.»
Şafi'i onlann
diyetlerinin müslümanm diyetinin üçte biri olduğu görüşündedir.
Putperestlerin, anlaşmalı ve güvence verilen mecusilerin diyeti ise müslümanm
diyetinin onda birinin üçte ikisidir (yani otuzda ikisi).
Onlann bu konudaki
delilleri ise, bu konuda ileri sürülen en az görüşün bu olmasıdır. Zimmet ise
kişiden uzaktır, ancak kesin bilgi veya delil ile sabit olur.
Hesaplandığında bu
12.000 (oniki bin) dirhemden, (800) sekiz yüz dirhem eder.
(2/3 X 1/10 = 2/30 =
12.000 : 30 = 400 = 400 X 2 = 800) Ömer, Osman ve İbn Mes'üd'dan rivayet
edildiğine göre onların kadınları da yan yanya hükmüne tabidir.
Zimmi ve anlaşmalı
birinin öldürülmesinde diyetle beraber keffaret de gerekiyor mu acaba?
İbn Abbas, Şâ'bî,
Nehâi ve Şâfii’ye göre gerekir. Taberi de bunu tercih etmiştir.
Annesine karşı kasten
veya yanlışlıkla işlenen bir suçtan dolayı cenin ölür de annesi ölmezse, bu
suçtan dolayı Curra (Gur-ra, herşeyin en güzeline denir) gerekir. Cenin ister
anasından doğduğunda ölü olarak dünyaya gelsin, isterse karnında ölsün, ister
kız, isterse erkek olsun farketmez.
Eğer sağ olarak doğar
da sonra ölürse onda diyet vardır. Erkek ise yüz deve gerekir. Kız olursa elli
deve lazım gelir. Sağ olmak; aksınna, nefes alma, ağlama, bağırma, kıpırdama ve
saire ile bilinir.
Şafii', ceninin
herhangi bir şekilde annesinin karnında ölmesinde bu hükmün geçerli olabilmesi
için onun bir yaratılışa kavuşmuş olmasını ve ruhun ona geçmesini şart koşmuş
ve bunu da «Ceninin insan şekline girmesi, el ve parmaklarının belli
olmasıyla» açıklamıştır.
Mâlik ise bunu şart
koşmamış ve şöyle demiştir: «Kadının düşük yaptığı ister et parçası halinde
olsun, ister
kan pıhtısı halinde
olsun doğum olduğu bilinen herşeyde gurra vardır.»
Şafiî'nin görüşü
tercihe şayandır. Yani asıl olan beraeti zimme'dir ve gurranın vacib
olmamasıdır. Eğer ceninin hilkatına kavuştuğu bilinmiyorsa o zaman bir şey
gerekmez.[13]
Gurra Şa'bî ve
Hanefilerin belirttiği gibi beşyüz dirhemdir. Ya da Ebû Dâvûd ve Nesâi
tarafından tahric edilen Ebû Bu-reyde hadisinde olduğu gibi yüz koyundur. Bir
söylentiye göre ise beş devedir.
Ebû Hüreyre (r.a.)'den
rivayet edilen hadiste deniyor ki: «Rasûlüilah sallallahu aleyhi ve sellem kız
olsun erkek olsun ceninin diyeti hususunda ğurra'ya hükmetmiştir.
Mâlik, İbn Şihab'dan,
Said bin Müseyib'den rivayet ederek anasının karnında öldürülen cenin hakkında Rasülüllah
sallallahu aleyhi ve sellem'in gurra üe hükmettiğini bunun erkek yahut kız
olması arasında fark olmadığını belirtmiştir. Kendisine karşı bu hüküm verilen
adanı: Yemeyen, içmeyen, konuşmayan ve hareket etmeyen bir şey için nasıl ben
borçlanayım, demişti. Bunun gibileri heder olunur.
Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem buyurdu ki: «Bu adam kahinlerin kardeşierindendir.»
Bu müslüman kadının
cenini için böyledir. Zımmi kadının cenini ise bidayetü'l-müctehid'in sahibinin
belirttiğine göre Mâlik, Şafiî ve Ebû Hanife anasının diyetinin onda biri
vardır, demişlerdir. Fakat Ebû Hanife burada da asıl düşüncesine göre hareket
eder ve zımnimin diyeti ile müslümamn diyeti arasında fark görmez.
Şafiî de kendi aslına göre hareket eder, ona
göre de, zımmi-nin diyeti müslümamn diyetinin üçte biridir.
Mâlik de kendi aslına
göre hareket eder ve zimminin diyetini müslümamn diyetinin yarısı olarak
görür.
Malik ve arkadaşları
ile Hasan el-Basrî ve Basralılara göre; gurra suçlunun malından ödenil".
Hanefiler, Şafi'İler
ve Kûfeliler: Ğurra'nın, âkile tarafından ödenmesi gerektiği görüşündedirler.
Çünkü bu yanlışlıkla işlenen bir suçtur.[14]
Dolayısıyla âkilenin ödemesi gerekir.
Cabir (r.a.)'dan
rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselam ceninin öldürülmesine ğurra
takdir etmiş ve bunu vuranın âkilesine yüklemiştir. Kadının kocası ve
çocuğundan başlamıştır.
Malik ve Hasan ise
vurmanın kasten yapıldığı zamanı kasten vurma diyetine benzetmişlerdir. Fakat
birinci görüş daha doğrudur.
Malikiler, Şafiiler ve
başkalan ceninin diyetinin onun varislerine verileceğini ve onu şer'î
varislerinin vermesi gerektiğini, hükmünün de diyet hükmü gibi olduğunu,
mirasla başkasına geçebileceğini belirtmişlerdir. Bir görüşe göre ise ceninin
diyeti annesine aittir. Çünkü cenin onun organlarından biridir. Diyeti de
yalnız ona mahsustur.
Alimler ceninin sağ
olduğu halde doğup sonradan ölmesi halinde diyetle beraber kefareti de
gerektirdiğinde ittifak etmişlerdir.
Cenin sağ değil de Ölü
olarak doğduğunda gurra ile beraber keffaret gerekir mi? Yoksa gerekmez mi?
Şafii ve başkası der
ki; «keffaret de gerekir.» Zira Şafii'ye göre hem kasten hem de yanlışlıkla
işlenen suçlarda keffaret gereklidir.
Ebû Hanife der ki;
«keffaret gerekmez. Çünkü o bu durumda kasten öldürme hükmüne tabidir.» Ebû
Hanife'ye göre kasten öldürmelerde keffaret yoktur.
Mâlik'e göre keffaret
verilirse iyi olur. Zira Malik bu öldürmenin kasıtlı mı yoksa yanlışlıkla mı
işlendiği hususunda kesin bir kanıya varamamıştır.
Malik der ki: Bize
göre yanlışlıkla işlenen suçlarda yaralı iyileşmeden diyeti ödenmez. Bu konuda
görüş birliğine varılmıştır. İnsanın el yahut ayak gibi kemiklerinden biri
yanlışlıkla kırılacak olursa tekrar iyileşip eski halini aldığında onda diyet
yoktur.[15] Eğer
eksilir yahut da eksik diyeti varsa o zaman hesaba göre eksilenin diyeti
vardır.
Malik devamla der ki:
Eğer bu kırılan kemik hakkında peygamberlerden belirlenmiş bir diyet varsa o
zaman Rasülüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in belirlediği ölçüde belirli bir
diyete tabi tutulur. Eğer bu konuda Peygamber sallallahu aleyhi ve seliem'den
belirlenmiş bir diyet yoksa sünnette bir uygulanmasına ve belirli bir diyetine
rastlanmıyorsa bu konuda ictihad yapılır.
Bir topluluk arbedeye
girip aralarından biri ölü olarak bulunur ve katili de bilinmezse, bu konuda
kimse de şahitlik etmeyip durumu açığa çıkmazsa onda diyet vardır.
Ebû Davud'un rivayet
ettiğine göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
«Kim karşılıklı
oklaşmalarda yahut atışmalarda öldürülürse bu yanlışlıkla öldürmedir. Diyeti
yanlışlıkla öldürme diyetidir. Atışmanın taşla, sopayla yada kamçı ile olmuş
olması arasında fark yoktur. Kim kasten öldürürse bunda kısas vardır. Kim kısasa
engel olursa Allah'ın laneti ve gazabı onun üzerinedir. Onun ne bir farzını ne
de bir nafilesini kabul etmez.»
Alimler bu adamın
diyetini ödeyecek kimseler konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Ebu Hanife der ki:
Eğer ölünün sahipleri başkalarından davacı olmazsa diyeti kabile akilesi
yüklenir.
Malik der ki:
«Onun diyeti
kendisiyle münakaşa edenlerin üzerinedir.» Şafi'i der ki:
«Eğer belli bir
adamdan yahut belli bir gruptan davacı olurlarsa orada kasame vardır. Yoksa ne
diyet ne de kısas olur.
Ahmed der ki: «Bu
diyet öbür taraf in akileleri üzerinedir. Ancak belli bir adamdan davacı
olurlarsa o zaman kasame gerekir.»
îbn Ebi Leyla ve Ebû
Yusuf der ki: «Onun diyeti birbiri ile savaşan iki grubun da üzerinedir.»
Evzâ'i der ki: «Onun
diyeti her iki gruba da yüklenir. Ancak eğer iki grup dışında kalan bir
kimsenin öldüğüne bir delil varsa o başka. Eğer bu kimsenin Öldürdüğü ortaya
çıkarsa ona hem kısas hem diyet gerekir.»
Kan sahibi diyeti
aldıktan sonra artık katili öldüremez. Bu onun için haram olur.
Ebû Dâvûd der ki:
Hasan'dan, Câbir bin Abdullah'tan Ra-sülüJlah'ın sallallahu aleyhi ve sellem'in
şöyle buyurduğu kaydedilmiştir :
«Diyet aldıktan sonra
öldürenin malı çoğalmasın.»
Dârekutni, Ebû Şurayh
el-Huzai'den rivayetle onun Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve seliem'den şöyle
duyduğunu kaydeder:
«Kime bir kan yahut
yara isabet ederse, o şu üç şeyden birini tercih etmekte serbesttir: Eğer adam bunların dördüncü-
sünü arayacak olursa
ona engel olunur. Bu üç seçenek: Kısas, bağışlama yahut diyet almadır. Eğer
bunlardan birini kabul ettikten sonra haddi aşarsa ona ateş vardır. Orada ebedi
olarak kalacaktır.»
Eğer buna rağmen
öldürecek olursa alimlerden bir kısmına göre:
«O, suçsuz bir kimseyi
öldürmüş gibidir. Kan sahibi dilerse onu Öldürür. Dilerse bağışlar. Ayrıca
ahirette de cezaya çarptırılacaktır.»
Bazı alimler de derler
ki: «Mutlaka Öldürülür. Hakim kan sahibinin bağışlamasına imkan tanımaz.»
Bir söze göre ise;
«Onun durumu imanım isteğine kalmıştır. Hangisini uygun görürse onu uygular.»
Ebû Hanife ve Mâlik
der ki: «Eğer iki süvari çarpışır ve her ikisi de ölecek olursa her birisinin
diğerinin diyetini ödemesi gerekir. Bu diyetlerini akile yüklenir.»
Şâfi'î der ki: «Her
birisine arkadaşının yan diyeti vardır. Zira herbiri hem kendisinin hem de
arkadaşının hareketiyle ölmüştür.»
Hayvan ön ayağı yahut
arka ayağı veya ağzıyla bir yaralamaya neden olduğunda sahibi zararı öder. Bu
Şâfi'i, İbıı Ebî Leyla ve Şibrime'nin görüşüdür.
Malik, Leys ve Evzâ'i
der ki: «Eğer sürücüsü, binicisi yahut kılavuzu tarafından vurma ve cimdikleme
gibi sebeplerden dolayı değil de kendi tabii hareketi ile suça neden olmuşsa
sahibi zararını ödemez. Eğer bir sebep varsa o zaman sahibine telef olan
şeyin zarannı ödemesi gerekir. Mesela: Bir şey yaptırmak ister, hayvan da
kıracak olursa durum böyledir. Eğer işlenen suç kısası gerektiriyorsa ve
sahibi de hayvana o işi kasten yaptırıyorsa bunda kısas vardır. Zira hayvan bu
durumlarda bir vasıta, bir alet konumundadır.
«Eğer hayvana bu işi
yaptırmada kasıt yoksa o zaman akilenin diyet ödemesi gerekir. Eğer talep
olunan şey mal ise o zaman suçu işleyen zararını yüklenir.»
Ebû Hanife der ki:
«Eğer bir kimsenin binmiş olduğu hayvanı başka bir kimseyi teperse eğer tepme
olayı hayvanın arka ayağı ile gerçekleşmişse adamın kanı heder olur. Eğer ön
ayakları ile vurmuşsa o zarannı Öder. Zira kişi hayvanın ön tarafına hakim
olur. Fakat arka ayağına hakim olamaz.
«Eğer bir hayvanı
sürerken eğeri veya gem'i düşer, yahut yüklediği herhangi bir şey düşüp bir
adama değerse onun sürücüsü bundan kaynaklanan suçun zararını öder.
«Eğer bir hayvan
parlar, bir mal yahut insana zarar verirse sahibi onun zararını ödemez. Çünkü
kişi bunu kasıtlı yapmış değildir. Parlama işinin gündüz yahut gece olması
arasında fark yoktur.
«Eğer bir adam bir
hayvana biner başka biri de onu döver yada sopa ile dürtükledikten sonra bir
insanı ezer, yahut ön ayaklan ile vurur, yahut kaçıp birisine çarpar ve
ölümüne neden olursa, bu durumda hayvana binen değil onu dürtükleyen cezayı
öder.
«Eğer dürtükleyeni
tepelerse kanı heder olur. Çünkü sebep kendisidir.
«Eğer zıplar da
binicisini düşürür ve ölümüne neden olursa, diyeti onu dürtükleyenindir,
akileyi öder.
«Hayvan yolda pisler
yahut da bevlederse bundan herhangi bir kimse ölür, bozulur, kırılır yada
kızarsa kişi bunun zararını çekmekle mükellef değildir. Kişi hayvanını bu tür
ihtiyaçlarını gidermek için durdurmuş olsa da hüküm aynıdır.»
Hayvanın bir sürücüsü,
binicisi yada kılavuzu olduğu halde bir şey olursa yahut kendisine bir zarar
gelirse, hayvana isabet eden zararı ödemesi gerekir. Ömer fr.a.) atını sürüp
başkasını ezen birisi hakkında diyetle hükmetmiştir.
Zahir ehline göre bu
üç grubun hiçbirine zaran ödemek düşmez. Zira Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve
sellem buyuruyor ki:
«Konuşmayan hayvanın
yaralaması heder olur. Kuyununki de öyle, madeninki de öyle. Hazinelerde ise
humus vardır.»
Zahiriye'nin kendisi
ile delil getirdiği hüküm hayvanın ne sürücüsü, ne binicisi ne de kılavuzu
olmadığı zamanlara mahsustur. Zira buna benzer durumlarda hayvanın zarar
verdiği şeylerde ceza çekmenin olmadığında icma' vardır.
Duran bir hayvan
herhangi bir suç işleyecek olursa Ebû Hanife'ye göre işlediği suçun cezasını
sahibi çeker. Burada hayvan sahibinin, hayvanını bağlaması caiz olan bir yerde
bağlamış olması, onu zararı ödemekten kurtaramaz.
Nu'man bin Beşir'den rivayet
edildiğine göre Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
«Kim hayvanım
müslümanların yollarından birinde yahut çarşılarından bir çarşıda durdurur,
hayvan da Ön yahut arka ayaklarıyla birini ezecek olursa, kişi zararını öder.»
(Hadisi Dârekutnî
rivayet etmiştir.)
Şâfiî der ki: Eğer
hayvanını durdurması gereken yerde dur-durursa zararını ödemez. Eğer durdurması
caiz olmayan yerde durdurursa o zaman zararını öder.
Alimlerin cumhuru — ki
bunların içinden Mâlik, Şâfi'i ve Hicaz fakihlerinüı ekseriyetini sayabiliriz —
hayvanların gündüz telef ettiği başkasına ait can ve mallarda sahibine
kıymetini ödemesi zorunlu olmadığı görüşündedir. Zira halkın örfünde bellidir
ki bostan ve bahçe sahipleri gündüzleri korularını kollamakta ve hayvan sahipleri
de hayvanlarını gündüz serbest bırakmaktadır. Geceleri ise onları ağıllarına
çekmektedir. Bu genel adete muhalefet eden muhafaza sınırlarını aşmış zayii
olmanın sınırına dahil olmuştur.
Bu mal sahibinin
beraberinde bulunmadığı zamanlarda böyledir. Eğer sahibi beraber ise o zaman
telef ettiklerinin zararını öder. Sahibi bu esnada hayvanın binicisi sürücüsü,
kılavuz yada yanında durmuş olsun farketmediği gibi hayvanın onu ön yada arka
ayaklarıyla veyahut ağzı ile yok etmesi arasında da fark yoktur.
Cumhur, bu görüşlerine
Malik'in İbn Şihab'dan, Haram bin Sa'd bin el-Muhayyisa'dan aldığı rivayeti
delil getirmiştir. Buna göre Berâ bin Azib'in devesi bir adamın bostanına
girmiş ve onu bozmuştu. Rasûlülîah sallallahü aleyhi ve sellem bu konuda şöyle
hüküm verdi: «Bostan sahipleri gündüzleri bahçelerini korumalıdır. Hayvanların
geceleyin buralarda yaptığı tahribatı ise sahipleri Ödemelidir.»
Ebû Ömer bin Abdilberr
der ki: «Bu hadis mürsel de olsa meşhur bir hadistir. İmamlar onu mürsel olarak
rivayet etmiştir. Güvenilir kimseler onu rivayet etmişlerdir. Hicaz fakihleri
de onu kullanmış ve kabul etmişlerdir. Medine'de uygulama da böyledir. Medine
ehlinin ve diğer hicaz halkının bu hadisle amel etmiş olması bile yeterlidir.
— Malikilerden—
Sahnûn, bu hadisin bahçeleri korulu bulunan şehirler için ancak geçerli
olabileceğini söylemiş, ekinleri şehire bitişik olan, koru altında bulunmayan
ve bostanları da öyle olan şehirlerin durumlarının değişik olduğunu ve bu durumlarda
hem gece hem gündüz hayvanların telef ettiklerinin zararını hayvan
sahiplerinin çekmesi gerektiği kanısındadır.
Hanefiler der ki:
-Eğer sahibi yanında bulunmuyorsa zararını çekmez. Gece ve gündüz farkı da
yoktur. Zira Rasûlülîah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
«Hayvanların yaralamaları
heder olur.»
Yani Hanefiler
hayvanların bütün yaptıkları şeyleri onların yaralamalarına kıyas
etmektedirler.
Eğer sahibi kendisi
ile beraberse ve onu sürüyorsa her durumda onun telef ettiğini ödemek
zorundadır. Eğer ona binmiş halde ise yahut ona kılavuzluk ediyorsa ağzı ile
yahut ön ayakları ile telef ettiği şeylerin zararını öder. Arka ayaklarıyla telef
ettiklerininkini değil.
Cumhur şöyle cevap
verir: «Hanefilerin bu konuda kullandığı hadis geneldir. Berâ hadisi ise onu
tahsis etmiştir.»
Bu ekin ve meyvelerle
ilgili olan hükümlerde böyledir. Diğerleriyle ilgili hükümleri İbn Kudâme'nin
<<el-Muğnî»de belirttiklerinden nakledelim:
«Eğer bir hayvan ekin
dışındaki bir şeyi telef edecek olursa sahibi onun telef ettiklerini eli
hayvanın üzerinde olmadığı müddetçe gündüz olsun gece olsun Ödemek durumunda
değildir.
Şurayh'den hikaye
edildiğine göre o geceleyin bir bahçeye girmiş olan koyun hakkında sahibinin
zararı ödemesi ile hükmetmiştir.
Şurayh, hükmüne şu
ayeti delil olarak göstermiştir: «Toplumun davarının yayıldığı bîr ekin
hakkında hükmediyorlardı. » (Enbiya 78)
Şurayh der ki: «Ayette
geçen «nefes- kavramı ancak geceleyin gerçekleşebilir.»
Sevrî der ki: «Gündüz
de olsa onun zararını öder. Çünkü o hayvanını serbest bırakmakla ifrata
düşmüştür. Bizim lehimize ise Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in sözü
vardır:
«Konuşmayan
varlıkların (hayvanların) yaralaması heder olmuştur.»
(Bu hadis Buhâri ve
Müslim tarafından rivayet edilmiştir.) Ayete gelince; «nefes» gece hayvan yayma
anlamına gelir. Bu da hayvanların yayılmakla tabii olarak bozduğu ekinlerdir.
Başkası ise böyle değildir. Dolayısıyla başkasını ona kıyas etmek sağlıklı
olmaz.
Bazı alimlere göre bal
anları, güvercinler, kazlar, tavuklar ve kuşlar da diğer hayvanlar gibidir.
Eğer kişi onları gündüz serbest bırakır, onlar da başkasının tanelerini,
ekinlerini toplayacak olurlarsa sahibi zararını ödemez. Zira adet olan onların
serbest bırakılmasıdır.
Diğer bazı alimler
ise, bunda zararı ödemek gerektiği kanısındadır. Kim onları serbest bırakır ve
bir şeyi telef etmelerine neden olursa zararını Öder.
Eğer kişinin doğan,
şahin gibi yırtıcı kuşları olur ve bunlar başkasının kuşlarına, hayvanlarına
zarar verirse, zararını öder.
Doğru olan görüş de
budur.
«EI-Muğnî»de şöyle
denir:
«Kim kuduz (veya
ısırgan) bir köpek besler ve onu serbest bırakırsa, bir insanı ya da hayvanı
gece veya gündüz ısırdığında, ya da bir kişinin elbisesini parçaladığında
sahibinin zararını ödemesi gerekir. Zira o bunu beslemekle aşırılığa kaçmış olmaktadır.
Ancak bir kişi kendisinin izni dışında evine girerse, onda zararı ödeme yoktur.
Zira kendisi oraya girmekle haddi aşmış, taşkınlığa neden olmuş ve köpeğin kendisini
ısırmasına sebep olmuştur. Eğer köpek ısırma dışında bir şeyi telef ederse onu
besleyen zararını ödemez. Başkasının kabına ağzını bulaştırması veya pislemesi
gibi. Zira bu kuduz köpeğin kendisine has özellikleri değildir.»
Kadı der ki:
«Eğer bir kişi
başkasının civcivlerini yiyen bir kedi besleyecek olursa, kuduz köpeğin telef
ettiklerinin zararını ödediği gibi bunun da zararım Öder. Gece ile gündüz
arasında fark yoktur.
«Eğer kedinin böyle
bir alışkanlığı yoksa, onun cezasını sahibinin çekmesi gerekmez. Köpek kuduz
olmadığı zaman da durum böyle olduğu gibi. Eğer kuduz köpek yada yabani kedi,
kendi isteği ve sahipleriyle değil de kendi kendine birisinin yanına gelip
bazı şeyleri dağıtacak olursa, zararını ödemez. Zira bu zarara kendisi neden olmuştur.»
Hayvanlar içinden,
Rasûlülîah sallallahü aleyhi ve sellem.in öldürülmesini emrettikleri dışında,
hiçbiri öldürülmez. Onlar da şunlardır:
«Karga, delice
(dölengeç) kuşu, fare, yılan, akrep, kuduz köpek, zehirli keler.»
Zararda bunlara
benzeyenler de onlara ilave edilir. Acı veren eşek arısı, panter, pars, aslan
gibi. Bunlar kimseye saldırmamış olsalar dahi öldürülebilir.
Aişe radiyallahu anhâ
der ki:
«Rasûlüllah sallalahü
aleyhi ve sellem hem Harem'de hem de Harem dışında beş fâsıkın öldürülmesini
emretti: «Karga, delice kuşu, akrep, fare ve kuduz köpek.»
(Hadisi Buharı ve
Müslim rivayet etmiştir.)
Sahihayn'da yer alan
Ümmü Şeriyl hadisinde Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem zehirli kelerin öldürülmesini
emretmiş ve ona «Fuveysika» adını vermiştir.
Bunlar öldürüldüğünde,
öldürüldüklerinden dolayı zararı ödenmez. Diğer yırtıcı hayvan ve haşereler de
böyledir. Bunlar evcilleştirilmiş de olsa durum değişmez. Bunda icma vardır. Kedi
hariç. Kedi öldürülürse kıymeti ödenir. Ancak bir saldırı sözkonusu olmuşsa o
başka. Ne çavuş kuşu ne karınca, ne balansı, ne kırlangıç, ne göçeğen kuş ne de
kurbağa Öldürülür. Çünkü bunlar zararlı hayvanlar değildir.
Nesâi, İbn Amr'dan,
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu kaydeder:
«Kim bir serçe kuşunu
ve ondan büyüğünü haksız yere öldürürse, Allah onu kıyamet günü hesaba çeker.
Ey Allah'ın Ra-sûlü haklı yere de Öldürülür mü? denildi. Buyurdu ki: Hakkı onu
güzelce kesip yemek, başını koparıp atmamaktır.»
Eğer onları öldürecek
olursa, Allah'a tevbe etmesi gerekir. Zararını ödemesi gerekmez.
îbn Abbas'tan rivayete
göre; o dedi ki:
Rasûlüllah sallallahü
Aleyhi ve sellem dört hayvanı Öldürmeyi yasakladı:
«Karınca, bal ansı,
çavuş kuşu ve göçegen kuşu.» 47.20.22.
Zararı Ödenmesi Gerekmeyenler
Eğer suç zalim ve
azgın bir zalimin haksız hareketi nedeniyle işlenmişse, kanı heder olur. Yani
bunda ne kısas ne de diyet vardır.
Bazı örnekler verelim:
Bir kişi başkasını
ısırdığında, ışınlan adam, ısıran adamın ağzından ısırdığı şeyi çekerken
dişleri sökülürse, yahut çenesi çıkarsa suçu işleyen sorumlu değildir. Zira
adam haddini aşmış değildir.
Buharı, Müslim, îmran
b. Husayıı'dan rivayet ederler ki Bir
adam bir adamın elini ısırdı. Adam elini ağzından çekince ön dişlerinden ikisi
söküldü. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e başvurdular. Buyurdu ki:
«Biriniz, kardeşinin
elini erkek deve gibi ısırıyor! Sana diyet yoktur.»
Malik der ki: Zararını
öder. Bu hadis ise, onun aleyhine delil olmaktadır.
Kim başkasının evine
bir delikten kapı aralığından, ya da başka bir yerden bakacak olursa, eğer
kasıtlı bakmıyorsa zararı yoktur.
Müslim rivayet eder
ki: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ani bakışlardan soruldu? Buyurdu
ki:
«Gözünü başka tarafa
çevir.»
Ebû Dâvûd ve Tirmizi
rivayet eder ki: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Ali'ye buyurdu ki:
-Arka arkaya bakma.
Birincisi senin ise de ikincisi senin değildir.»
Eğer ev sahibinin izni
olmadan kasıtlı olarak bakacak olursa, ev sahibi onun gözünü çıkarabilir;
zararını ödemesi de gerekmez.
Ahmed ve Nesâi, Ebü
Hüreyre'den tahric ederler ki; Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:
«Kim bir topluluğun
izni olmadan evine bakarken onlar onun gözünü çıkarırsa ne diyeti ne de kısası
vardır.»
Buhâri ve Müslim yine
Ebû Hüreyre'den rivayet ederler ki: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve seîîem
şöyle buyurmuştur:
«Eğer biri, senin iznin
olmadığı halde, haline vakıf olmaya çalışırsa, sen de ona bir çakıl atıp gözünü
çıkarırsan, sana bir günah yoktur.»
Sehl bin Sa'd'dan: Bir
adam Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in kapısının deliğinden ona bakmaya
çalışıyordu. Rasûlüllah saiiallahü aleyhi ve sellem'in yanında saçını taradığı
bir kemik vardı. Ona dedi ki:
«Senin baktığını
bilseydim, onu gözüne sokardım. Zira izin alma, bakma için (meşru) kılınmıştır.»
Şafi'iler ve HanbelHer
bununla amel eder.
Hanefiler ve Malikiler
ise muhalefet ederek derler ki:
«Kim ev sahibinin izni
olmadan bakar o da bir çakıl atar ya da gözüne çöp batırırsa, kişi sorumludur.
Çünkü bir kişi eve girer, evin içine bakar, ev sahibinin kansmı (cinsel organı
dışında) görüşe, onun gözünü çıkarmak caiz değildir. Onun başına büyük bir
felaket getirmesi de doğru olmaz. Zira bu tür günahları işlemek buna benzer
cezalara denk değildir.»
Bu ise daha önce
kaydedilen sahih hadislere aykındır.
İbnü'l-Kayyım da
birinci görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir :
«...Bu sünnetler,
şeriatın aslına aykırı görülerek reddedilmiştir. Zira Allah gözün
çıkarılmasını ancak göz çıkarılmasıyla mubah kılmıştır. Bakma suçu ile değil.
Bu nedenle eğer kişi diliyle günah işlerse, dili kesilmez. Eğer kulağıyla
onları dinlese, kulağı kesilmez. Bunlara denir ki: Bu sünnetler, şeriatın
asıllarının en büyükleridir. Bunlara aykırı olanlar, asılların da hilafmadır.
Sizin:
«Allah gözün
alınmasını ancak gözün alınmasıyla helal kılmıştır.» şeklindeki sözünüz kısas
hakkında doğrudur. Ama suç işleyen organ ise buna dahil değildir. Onun zararı
ve düşmanlığı ancak çakıl atmakla bertaraf edilebilir. Bu konuda ayet ne
müsbet ne menfi bir şeyi kapsar. Sünet Kur'an'm sözetmediği bir konuda yeni bir
hüküm beyan etmiş olmaktadır. Bu Kur'an'ın hükmüne aykırı değildir. Bu ise
kısasta gözlün çıkarılmasından başka bir meseledir. Başkaldıranın gücünün
bertaraf edilmesi de değildir ki kolayın kolayı tercih edilsin. Zira burada
amaç gücünün zararını bertaraf etmektir. Eğer sopa ile savılabilirse, kılıçla
savılmaz. Fakat bu harama bakmakla haddini aşan ve kendisinden korunma imkanı
olmayan adam ise ancak gizlenmek ve pusuya düşürülmekle yakalanabilir. Bu
başka bir meseledir. O suç işleyen olmadığı gibi düşmanlığı gerçekleşmemiş
isyancı da değildir. Bu iş genellikle gizli şekilde ve başkasının göremeyeceği
durumlarda tahakkuk eder. Kendisine
bakılan adamın delil getirmesi şart koşulursa, kişi bunun altından kalkamaz.
Eğer en zararsız ve kolay yolla savılması emredilirse, kendisine ve mahremine
karşı İşlenen bakma şeklindeki suç cezasız kalır.
«Mükemmel olan bir
yasa hem bunu hem de onu kabul etmez. O zaman bize de suçluya da en uygun ve
en sağlıklı olan hiçbir şekilde reddedilmeyecek olan sünnetin hükmüdür.
«Burada çakıl atmanın
hiçbiri sünnetin sıhhatma gölge düşüremez. Eğer ortada adiy bir bakış yoksa
çakılların atılması önemli değildir. Eğer adiv bir bakış varsa, o da
kendisinden başkasını kötülemeye kalkmasın. Zira sahibini felakete sürükleyen
bu bakış olmuştur, Helake yaklaştıncı unsur budur. Çakıl fırlatan ona zulüm
etmiş değildir. Bakan ise hain bir zalimdir. Şeriat, mahremi çiğnemiş bu
adamın delilini getirdikten sonra suçluyu ta'zir ile cezalandırmak suretiyle
yardımına (!)
koşmaktan çok mükemmel
ve yücedir. Gerçek Alah'ın hükmüdür. O bunu elçisine bildirmiştir. Gerçekten
inanmış bir topluluğa başka kim daha güzel hüküm koyabilir?»
Kim bir insanı ya da
bir hayvanı, kendi canını veya başkasının canını kendi malını veya başkasının
malını yahut namusunu korumak ve savunmak için Öldürürse, ona bir ceza yoktur.
Zira canı ve malı korumak bir görevdir. Eğer bu öldürme dışında başka bir yolla
gerçekleştirilemiyorsa, onu öldürebilir. Katile bir şey de gerekmez.
Müslim, Ebû Hüreyre
(r.a.)'den rivayet eder ki; o şöyle demiştir:
«Bir adam Rasûlüllah
sallallahü aleyhi ve sellem'e geldi ve ona:
«Ey Allah'ın
elçisi!... Bir adanı gelse, malımı almak istese ne yapmamı buyurursunuz?...
Buyurdu ki: «Ona
malını verme.»
Adam-. «Eğer benimle
dövüşürse, ne dersiniz?...» dedi,
«Onunla savaş,»
buyurdu.
«O beni öldürürse ne
olur acaba?..." diye sordu.
Buyurdu ki: «Sen şehid
olursun.-
Adam : «Ben onu
Öldürürsem ne olur?...» dedi.
«O cehennemdedir,»
buyurdu.
Ibn Hazm der ki:
«Eğer bir hırsız ya da
başkası bir kişinin malını zulmen almak isterse, eğer başından savıp ona
vermeyebiliyorsa, onu öldürmesi doğru olmaz. Bu halde öldürecek olsa kısas
gerekir. Eğer hırsızın en küçük bir ihtimalle karşı saldırıya geçeceğini
bekliyorsa öldürsün. Ona bir şey de gerekmez. Çünkü o kendi kendisini
savunmaktadır.»
Eğer katil, öldürdüğü
adamı, canını, namusunu veya malını savunmak için öldürürse, iddiasına delil
getirebilirse sözü kabul edilir, kısas ve diyet de düşer. Yok iddiasına delil
getiremezse, sözü kabul edilmez, işi kan sahibine havale edilir. Dilerse
bağışlar, dilerse kısas yapar. Zira asıl olan suç sabit olana kadar suçsuz
olmaktır.
İmam Ali'ye (r.aJ : Karısıyla beraber bir adam yakalayan
ve ikisini öldüren adamın durumu soruldu. Dedi ki: «Eğer dört şahid
getiremezse, başını versin.»[16]
Eğer katil delil
getiremez fakat kan sahibi öldürmenin savunma olduğunu itiraf edecek olursa,
katilden sorumluluk kalkar ve hem kısas hem de diyet düşer.
Sa'id bin Mansûr,
Sünen'inde Ömer (r.a.)'dan rivayet eder ki: «Ömer bir gün kahvaltı yapıyordu.
Bir adam koşa koşa geldi. Elinde kana bulanmış bir kılıç vardı. Ardında
kendisini kovalayan bir topluluk bulunuyordu. Adam geldi. Ömer'le beraber
oturdu. Diğerleri de geldiler.
Dediler ki:
— Ey Mü'minlerin Emiri! Bu adam arkadaşımızı
öldürdü. Ömer (r.a.) ona dedi ki:
— Ne diyorlar? Dedi ki:
— Ey Mü'minlerin Emiri! Ben karımın iki
bacağına vurdum. Eğer iki bacağı arasında bir adam varsa, onu Öldürmüşümdür.
Ömer (r.a.) dedi ki:
— Ne diyor?... Dediler ki:
— Ey Mü'minlerin Emiri! O kılıçla vurmuş, adamın ortasına kadının
bacaklarına gelmiş.
Ömer (r.a.) adamın
kılıcını aldı, şöyle bir salladı, sonra ona
verdi.
Ve:
— Eğer onlar tekrar ederlerse sen de tekrar et,
dedi.= Zübeyr'den rivayet edilmiştir:
«O, bir gün savaştan geri
kalmıştı. Yanında bir
cariyesi de vardı, iki adam yanma geldiler ve:
— «Bize bir şey ver,» dediler.
Yanında bulunan bir
yemeği onlara verdi.
Dediler ki:
— «Cariyeyi bize
bırak!»
Kılıcıyla onlara
saldırdı. Bir tek darbe ile onları parçaladım
İbn Teymiye der ki:
«Eğer katil, Ölenin
kendisine silah çektiğini iddia etse ve ölünün sahipleri bunu reddetse, bu
durumda eğer ölü iyilikle bilinen bir adamsa ve kuşku yaratmayan bir yerde
öldürülmüş-se, katilin sözü kabul edilmez.
«Eğer ölen kötülükle
tanınan bir adamsa, öldüren de iyilikle bilinen bir adamsa, söz yeminle
beraber katilin sözüdür, özellikle bundan önce kendisine sataşmasıyla
biliniyorsa.»
Kim kendi evinde normaldeki
haliyle bir ateş yakar da rüzgar eser, bir kıvılcım uçurup bir canı ya da malı
yakacak olursa bunda zararı ödemesi gerekmez.
Vekî', Abdülaziz bin
Husayn'dan, Yahya bin Yahya el-Gassani'den kaydederek der ki:
« Bir adam kendisi
için bir ateş yaktı. Ateşten bir kıvılcım fırlayıp komşusunun bir şeyini
yaktı.» Der ki: «Adam Abdülaziz bin Husayn'a durumunu yazdı. O da cevaben
yazdı ki: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
«Sessiz şeyler tin
neden olduğu suçlar) in cezası yoktur.» «Ben de ateşin neden olduğu şeyin
cezası olmayacağı kanısındayım.»
Eğer başkasına ait bir
ekini normalden fazla bir şekilde sular ve ekin de bozulursa, zararını öder.
Eğer ona haberi olmadan su sızacak olursa, zararını ödemez; zira bu iş kasıtlı
bir şekilde ondan kaynaklanmamıştır.
Bir gemisi bulunan
adam, onunla insanları ve hayvanları taşıyorsa, eğer doğrudan kendisinden
kaynaklanan bir sebep olmadan batacak olursa, geminin batmasıyla telef olan
malların ve canların zarannı çekmez.
Eğer kendisi batmasına
neden olursa, o zaman zararı öder.
Alimler, tıp konusunda
bir yetkinliği olmayanın bir hastayı tedavi ederken herhangi bir felakete
neden olduğunda işlediği suçtan sorumlu olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. Buna
göre adam neden olduğu kadarıyla zararı öder. Zira o, bu hareketi ile haddini
aşmış sayılır. Zararı kendi malından öder.
Zira Amr bin Şuayb,
babasından, o da dedesinden Rasûlul-lan sallallahü aleyhi ve sellem'in şöyle
dediğini rivayet eder:
«Kim doktorluğa
soyunursa ve ondan Önce tabib olduğu hakkında bir malumat yoksa, o zararı
öder.»
(Hadisi Ebû Dâvûd,
Nesâi ve İbn Mâce rivayet etmiştir.)
Abdülaziz bin Ömer bin
Abdülaziz der ki: «Babamın huzuruna geîen elçilerden bazıları bana haber
verdiler ki: Rasû-lüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;
«Kim bir topluluğa
doktorluk yapmaya soyunursa, eğer bundan önce doktorluk yaptığı bilinmiyorsa,
hastaya zarar verdiğinde zararını öder.»
(Hadisi Ebû Dâvûd
rivayet etmiştir.)
Fakat doktor, tıp
konusunda uzman olduğu halde hata ederse, fakihlere göre ona diyet gerekir.
Fakihlerin çoğunluğuna göre diyeti de akilesi öder.[17]
Bir söylentiye göre,
diyeti malından ödenir.
Zararı ödemenin hüküm
olarak konmuş olması, canları korumak, doktorların görevlerine dikkatle
yönelmelerini sağlamak, onların insan hayatı ile ilgili çalışmalarında gerekli
olan ihtiyat tedbirlerini almaktan kaynaklanmaktadır.
Malik'ten rivayet
edildiğine göre: Bu durumda doktora bir şey gerekmez.
Kişi hanımı ile cinsel
ilişkide perdesini yırtarsa, eğer eşi cinsel ilişki yapılabilecek kadar
büyükse zararı ödemek zorunda değildir[18].
Eğer cinsel ilişkiye girilemeyecek kadar küçük olursa, diyet vermesi gerekir.
-Perdeyi yırtma»
olarak verilen «ifzâ» kavramı «feza» kökünden gelmektedir ki, geniş yer
anlamına gelir. Cinsel ilişki anlamına geldiği de olur. Bu anlamlardan biri şu
ayette geçmektedir :
«Nasıl onu geri
alıyorsunuz? Halbuki siz birbirinizle cinsel ilişkide bulundunuz."
Dokunmak anlamına da
gelir. Bu anlamına şu hadiste rastlıyoruz
«Biriniz eliyle
zekerine dokunduğu zaman abdest alsın.»
Burada ifza'dan kasıt:
Ön cinsel organ ile dübür arasındaki perdeyi yırtmaktır.
Duvar yola ya da
başkasının mülküne doğru eğilir, sonra da bir adamın üzerine yıkılıp öldürürse,
eğer daha önce sahibinden onu düzeltmesi istenmiş ve o da düzeltme imkanına sahip
olduğu halde düzeltmemişse, yıkılışı ile sebep olduğu zararı öder, yoksa
ödemez.[19]
Eşheb'in Malik'ten
rivayeti ise : Zarara neden olacağından kesin emin olunmadığı kadar endişe
verici hale gelirse, onunla telef olan şeyin zararını öder. İster daha önce
yapmış olsun, ister olmasın. İster görmüş olsun isterse görmesin farketmez.
Ahmed'ten gelen
rivayetlerin en meşhuruna, Şafiilerden gelen en güzel yaklaşımlara göre kişi
onun zararını ödemez.
Bir kimse bir kuyu
kazar, başka biri de gelip kuyuya düşerse, eğer sahip olduğu mülkünde kazmışsa
ya da sahip olmadığı bir yerde kazmış fakat sahibinden zararını çekmeyeceğine
dair izin almışsa (zararını çekmez). Eğer sahip olmadığı yerde kazar, yer
sahibinden izin almazsa zararım öder. Eğer kendi emrinde bulunan yahut
sahibinin izin verdiği yada ekilip biçilmeyen bir yerde kazmışsa aşağıda gelen
hadise göre zararını ödemez. RasûJüllah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor
ki :
«Kuyu (nun neden
olduğu suçlar) heder olur.»
Yani bu durumlarda
biri kuyuya düşerse kanı heder olur. Diyeti olmaz.
Malik der ki:
-Eğer normal herkesin
kazdığı bir yerde kazmışsa, zararını ödemez. Eğer bunun dışında bir biçimde
kazacak olursa, zararını çeker.
«Eğer biri mükellef
olan bir kişiye kuyuya inmesi yada bir ağaca çıkmasını isteyecek olursa, adam
da kuyuya inmekle yada ağaca çıkmakla ölecek olursa, emreden zararını ödemez.
Zira onu bu işe zorlamış değildir.
«Hakim de bu iş için
bir adam tutar adam da ölecek olursa, zararını ödemesi gerekmez, zira burada
suçlu ve taşkınlık sözkonusu değildir.
«Eğer bir kimse
kendisini yada çocuğunu güzel yüzme bilen birine teslim edecek olursa,
boğulduğunda yüzücüye zararı ödemesi gerekmez.»
Cumhur ulemaya göre
hiç kimse başkasına ait bir hayvanı onun izni olmadan sağamaz. Eğer kişi zor
durumda kalır ve sahibi de orada değilse, o zaman sağabilir. Sütünü içebilir,
sahibine zararını öden
Diğer yiyecekler ve
ağaçlarda asılı bulunan meyveler de böyledir. Zira darda kalma başkasının
hakkını hükümsüz kılmaz.
Malik, Nafi'den, îbn
Ömer'den, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu rivayet
eder:
«Kimse kimsenin
hayvanını onun izni olmadan sağmasın. Biriniz başkasının odasında (meşrübe)[20]
saklı bulunan eşyanıza gelip eşyasını sakladığı kabı kırarak yiyeceğinizi alıp
götürmesini hoş karşılar mısınız Onlara da hayvanları yiyeceklerini depo
etmektedir. Kimse kimsenin hayvanını onun izni olmadan sağmasın.»
Şafii der ki: Zararını
ödemez. Zira darda kalmakla sorumluluk düşer. Çünkü burada Şari'nin izni
vardır. îzin ile zararı ödeme bir arada olmaz.
İyilik ve güzellik
anlamında kullanılır. Burada Kasâme'den maksat yeminlerdir. Bu kavram: «Akseme,
yuksimu, iksâmen ve kasameten» fiilinden alınmıştır.
Yani bu kavram
kasemden türemiş bir mastardır. Nasıl ki cemaat kavramı da cem' kökünden
türemiştir.
Kasâme'nin uygulama
biçimi: Ortada katili bilinmeyen bir ölü vardır. Bu durumda içlerinden birinin
katil olduğunda kuşku olmayan bir topluluk tümden kasameye tabi tutulur. Yalnız
ortada apaçık bir alamet, işaret, iz, belirti bulunmalıdır. Mesela : ölü,
düşmanlardan bir topluluk arasında bulunur ve onlardan başkası da onlara
karışmamış olur. Ya da bir grup insan bir evde yada çölde toplanır ve
arkalarında bir ölü bırakır yada bir bölgede ölü biri bulunur ve orada onun
kanına bulaşmış biri görülür.
Bu durumda eğer ölü,
bir beldede yada yollarından birinde yada ona yakın bir yerde bulunursa kasâme
o belde halkına uygulanır.
ölünün cesedi iki
belde arasında bulunursa, ölünün cesedine en yakın olan belde halkına kasâme
uygulanır.
Kasâmenin uygulama
şekli: ölünün sahibi belde halkından elli adam seçer. Onlar onu
öldürmediklerine ve katilini bilmediklerine dair Allah'ın adına yemin ederler.
Eğer bunlar yemin
edecek olursa, onlardan diyet düşer. Yemin etmezlerse, belde halkı ortaklaşa
diyeti verir.
Eğer iş karışırsa,
ölünün diyeti beytu'l-mâl'den ödenir.
Kasâme, cahiliye
döneminde yürürlükte olan bir düzendi. İslâm onu olduğu gibi bıraktı.
İslâm'ın bu düzeni
iptal etmemiş olmasının hikmeti, bu düzenin canları koruma ortamlarından
birini hazırlamış olmasi-dır. Bu uygulamanın ölünün kanının heder olmasını
sağlamasıdır.
«Buharı ve Nesâî, İbn
Abbâs'dan tahric ederek der ki. Cahiliye döneminde uygulanan ilk kasâme şudur :
«Haşimoğullarından birini Kureyş'in diğer boylarından bir adam işçi olarak
tutmuştu. Develeriyle birlikte onu
(çöle) götürmüştü. Orada
Haşimoğullarından biri yanından geçmiş çuvalın ağzını bağladığı ipi
kopmuştu. Bana devenin bağlandığı bir ip
ver de onunla çuvalımın ağzını bağlayayım, develer kaçmasın, demiş, o da ona
bir ip vermiş adam da çuvalının ağzını bağlayıp gitmişti.
Bir yere
konakladıklarında develeri teker teker bağladı. Onu işçi olarak tutan adam dedi
ki:
— Develer arasında bu deve neden bağlanmamış?
— Onun ipi yok, dedi işçisi.
Adam; «öyleyse ipi
nerde?...» dedi. Sopasını ona fırlattı. Bu darbe onu sonradan ölümüne neden
olacak şekilde yaraladı. Bu sırada Yemen halkından biri işçinin yanından geçti.
İşçi:
— Hacca mı gidiyorsun?... diye sordu.
— Hacca gitmiyorum. Ama belki de bidebilirim,
dedi.
— Ne zaman olursa olsun benden bir mesaj iletir
misin?... dedi.
Adam : «Evet,» dedi.
«Oraya vardığın zaman
: «Ey Kureyş!» diye bağır. Onlar yanma geldiğinde bu sefer: "Ey
Haşimoğulları!» diye bağır. Eğer onlar sana karşılık verirlerse, Ebü Talib'i
sor ve ona falanın beni bir ip için öldürecek şekilde yaraladığını haber ver,»
dedi.
Sonra işçi orada vefat
etti.
Onu işçi olarak tutan
adam geri gelince; Ebû Tâlib ona giderek :
— Arkadaşımız
nerede?... diye soruşturdu.
Adam: «O hastalandı.
Ona güzelce baktım, sonra da gömdüm,- dedi.
Ebû Talib : «Zaten ona
öyle davranman gerekiyordu (!)» dedi.
Bir süre bekledi,
sonra ölünün vasiyet ettiği adam sözünde durdu. Hacca gelip mesaimi iletmeye
çalıştı.
— Ey Kureyş! dîye bağırdı.
— Kureyş burda. dediler.
— Ey Haşimoğullan! dedi.
— Haşimoğullan burada, dediler.
— Ebû Taîib nerde?,.. diye sordu.
— Işıe Ebü Talib, dediler.
— Falan
adam, sana bir mesaj iletmemi
söyledi: «Falan adam onu bir ip için
ağır yaralamış-... dedi. Ve onun öldüğünü bildirdi.
Ebû Talib adama gidip:
«Bizden üç seçenekten birini seç: İstersen yüz deveyi diyet olarak ver. Çünkü
arkadaşımızı öldürmüşsün. İstersen kavminden elli kişiye onu öldürmediğine yemin
ettir. Eğer bunu da reddedersen onun yerine seni de öldürürüz," dedi.
Adam yakınlarına gidip
durumu haber verdi.
— Yemin ederiz, dediler.
Onlardan biri ile evli
olan ve ondan bir çocuğu olan kadın Ebû Talib'e geldi ve dedi ki:
— Ey Ebû Talib! Ben şu oğlumu elli adamdan biri
saymamanı ve başka bir adamı yerine kabul etmeni ve onun yeminini, yeminlerin
toplandığı zamana bırakmanı istiyorum.
Ebû Talib de öyle
yaptı; onlardan bir adam yanma geldi: -Elli adamdan yüz deve yerme yemin
etmelerini istedin. Her adama iki deve düşmekledir. îşte iki deve. Onları
benden kabul et. Yeminlerin toplandığı her nerede olursa olsun yeminimi isteme.-
dedi.
Ebü Talib ikisinin de
İsteğini kabul etti. Kırk sekiz kişi ise gelip yemin etti. İbn Abbâs
(r.a.) der ki'-.
«Allah'a yemin olsun
ki, daha sene geçmeden bu kırksekiz kişiden hayata gözlerini kapamayan kimse
kalmadı.»
Alimler, kasâme ile
hükmetmenin gerekliliğinde ihtilaf etmişlerdir.
Fakihlerin cumhuruna
göre, kasâme ile hükmetmek gereklidir.
Alimlerden bir grup
ise; kasâme ile hükmetmek caiz değildir, demektedir.
İbıı Rüşd,
«Bidâyetü'l-MüctehicUte der ki:
«Her zaman onunla
hükmetmek gerekir görüşünde olanlar Cumhur fukaha'dır. Bunlar; Mâlik, Şâfi-i,
Ebû Hanife, Ahmed, Süfyân, Dâvûd ve arkadaşları ile başka beldelerin
fakihleridir.
Alimlerden bir grup
ise; kasâme ile hükmetmek caiz değildir, der : Salim bin Abdullah, Ebû Kılâbe,
Ömer bin Abdülazîz ve İbnu Uleyye bunlar arasındadır.
Cumhurun delili,
Rgsülüllah sallaîlahu aleyhi ve seîlem'den sabit Huyayyisa ve Muhayyisa
hadisidir ki, hadis alimleri onun sahihliğinde ittifak etmişler, yalnız
lafızlarında ihtilaf etmişlerdir.
İkinci grubun, «kasâme
ile hükmetmek caiz değildir,- görüşünün delili ise :
Zira kasâme şeriatın,
sağlamlığında ihtilaf edilmeyen temellerine aykırı düşmektedir. Bunlardan
biri:
Şeriat'ta asıl olan
hiç kimsenin kesin olarak bilmediği ve bizzat müşahade etmediği konularda yemin
etmemesidir. Eğer burada da durum aynıysa o zaman kan sahipleri ölüyü görmedikleri
halde yemin edebilirler. Halbuki onlar bir beldede, öldürme ise başka bir
yerde meydana gelmiştir.
Bu nedenle : Buharı,
Ebû Kilâbe'den tahric eder ki: «Ömer bin Abdülaziz bir tahtını dışarı çıkardı
ve halkın yanma gelmesi için izin verdi ve onlara :
'Kasâme hakkında ne
diyorsunuz?- dedi. Haîk hiddetlenip dediler ki: «Biz şöyle diyoruz :
Kasâme ile kısas
yapılır. Bu doğru bir iştir. Halifeler de onunla kısas yapmışlardır.
Ömer». «Ey Ebû Kılâbe!
Sen ne diyorsun?» diye sordu. Ve beni halkın karşısına çıkardı.
Ben : «Ey Mü'minlerin
Emiri! Katında araplarm İleri gelenleri, ordu komutanları var. Eğer onlardan
elli kişi, bir kişinin
Şam'da zina ettiğini
iddia eder ve onu görmediklerine şahidlik ederse sen o adamı recmeder misin?»
dedim.
«Hayır.» karşılığını
verdi.
Ben dedim ki: «Yanında
bulunan elli adam bir kişinin Hu-mus'ia hırsızlık yaptığına şahitlik eder ve
onu görmediklerini söylerse onun elini keser misin?»
«Hayır.» dedi.
Bazı rivayetlerde ise
:
Ona dedim ki:
«Öyleyse, nasıl oluyor da, onlar senin yanında oldukları halde, bir adamın
falan yerde öldürdüğüne şahitlik ediyorlar, sen de onların şahitliğiyle adama
kısas uyguluyorsun?:»
Ebü Kılâbe der ki:
«Ömer bin Abdülaziz, kasâme ile ilgili şunları yazdı: 'Eğer onlar iki adil
şahit getirip; falan adamın onu öldürdüğüne tanıklık ederlerse ona kısas
uygula. Fakat adam, yemin eden elli kişinin şahidliği ile öldürülmez.»
Dediler ki: «Şeriat'ın
temellerinden biri de şudur: Yeminlerin, kan dökülmesinde bir etkisi yoktur.»
Şeriat'm temellerinden
bir diğeri de şudur: -İddia sahibine delil, inkâr edene de yemin vardır.»
Onların delillerinden
biri de şudur: Orîîara göre bu hadislerde Rasülüllah sallallahu aleyhi ve
sellem'in kasâme ile hükmettiğine dair bir uygulama yoktur. Bu ancak bir
cahiliye hükmüdür. Rasülüllah sallallahu aleyhi ve sellem nazik davranarak
bununla nasıl hükmetmek gerekmediğini göstermiştir. Zira İslâmi temellere
balğı kalınarak bu hüküm uygulanamaz. Bu nedenle onlara: «Siz —yani kan
sahiplerine ki bunlar Ensar'dır— elli yemin eder misiniz?!» diye sormuş.
Onlar da: «Görmeden
nasıl yemin edelim ki?!» demişler. Bu sefer o : «Yahudiler size yemin eder.»
der. Onlar ise : «Biz kâfir bir topluluğun yeminlerini nasıl kabul edebiliriz?»
derler.»
Derler ki: «Eğer
görmeden yemin etmek sünnet olsaydı, Rasülüllah sallallahu aleyhi ve seilem
onlara; -Sünnet olan budur.» derdi.
Denir ki: Eğer bu
rivayetler kasâme ile hükmetmede nass değilse, te'vîl de götürüyorsa, onları
te'vil ile asıllara uydurmak daha yerinde olur.
Kasâmeyi kabul edenlere
göre ise; bunlar arasında özellikle Malik'e göre; kasâme sünneti, başlıbaşma
bir sünnettir. Şe-riat'ın diğer asıllarını tahsis etmiştir. Bu da tahsis eden
sair sünnetler gibidir. Malik burada illetin kanlan korumak için ihtiyat
olduğunu zannetmiştir. Şöyle ki : Öldürme çoğaldığından katil de öldürme
eylemi için kimsenin olmadığı yerleri seçmekle şahid bulma imkanı da
azaldığından bu sünnet kanlan korumak için kabul edilmiştir.
Fakat bu iilet yol
kesiciler ve hırsızlar hakkında onun aleyhine döner. Zira hırsıza tanıklık
etmek de zordur. Yol kesicinin durumu da böyledir.
Bu nedenle Mâlik,
malları soyulan adamların soyguncular aleyhindeki sahiciliğini — şeriatın
asıllarına aykırı olmasına rağmen — caiz görmüştür. Halbuki malları
soyulanlar, soyulmalarında iddia sahibi konumundadırlar.» inteha.
Ta'zir; ta'zim ve
yardım anlamına gelir. Allah Sübhanehü ve Teâlâ'nm şu sözü bu anlamdadır:
“Allah'a ve Rasûlüne
iman etmeniz, O'na yardım etmeniz için."
(Fetih : 9)
Yani ona ta'zimde
bulunup yardım etmeniz için...
Ta'zir, horlama
anlamına da gelir. Azzere falanın falanen denir ki: Kendisinden bir suç sadır
olduğunda azarlama ve eğitme amacıyla horladı demektir.
Şeriafta (hukukta)
ta'zirden maksat: Ne had ne keffaret düşmeyen günahlara karşı eğitme amacıyla
uygulanan ceza demektir.
Ta'zir'cezası, hakimin[21] bir
cinayet[22] yada
günahtan dolayı takdir ettiği bir cezadır. Şeriat bu konuda herhangi bir ceza
tayin etmemiş yada belli bir cezayı tayin ettiği haîde cezayı tatbik etmek için
gereken şartlar gerçekleşmemiş olabilir, ön taraf dışında başka bir yolla
ilişkide bulunma, el kesme cezasının uygulanmayacağı bir hırsızlık yapma,
kısas bulunmayan bir cinayet işleme, kadın kadına cinsel ilişki, zina dışında
bir suçla iftirada bulunma vesaire gibi suçlar ta'zirlik suçlardandır.
Çünkü günahlar üç
bölümdür :
1- Had
cezası olup keffaret cezası olmayan suçlar:
Bun-iar daha önce kaydettiğimiz hadlerdir.
2- Keffaret
cezası olan fakat had cezası olmayan günahlar: Ramazan gündüzünde cinsel
ilişki, ihramdayken cinsel ilişki gibi.
3- Ne had
cezası ne de keffaret cezası gerekmeyen günahlar: Bu da daha önce sözü edilen
günahlar gibidir. Bunlarda ta'zir gerekir.
Ta'zirin meşru
olduğunu gösteren seri temel Ebû Dâvud, Tirmizi, Nesâi ve Beyhaki'nin Behz bin
Hâkim'den, onun babasından, onun ria dedesinden tahric ettiği hadistir. Buna
göre : «Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem töhmet altında bulundurulan
kimseyi hapsetmiştir.'- (Hakim bu hadisi sahih saymıştır.)
Bu hapsetme cezası
ihtiyaten alınmış bir karardı. Kişi gerçek ortaya çıkıncaya kadar
hapsedilmişti.
Buhâri, Müslim ve Ebü
Dâvüd da Hani' bin Neyyar'dan tahric ettikleri hadiste Hani; Rasülullah
sallallahu aleyhi ve sellem'-den şunları duymuştur :
«On kamçıdan fazla
dayak atmayın. Ancak Allah'ın belirlediği hadlerden biri sözkonusuysa o
başka.»
Ömer bin Hattab'm
(r.a.) da başını tıraş etme, sürgün etme ve dövme ile ta'zir ve uslandırmada
bulunduğa sabittir. Ömer (r.a.)'ın içki dükkanlarını ve içinde içki satılan
köyleri yakması gibi. Sa'd bin Ebi Vakkas'm Küfe'deki sarayını, onu halktan
koparınca yakmıştı.
Ayrıca bir kamçı
yaptırmış, onunla dövmeyi hak edenleri dövmüş, hapis olarak kullanılmak amacıyla bir ev
yaptırmış,
saçları görününceye
kadar ölüye bağırıp çağırarak ağlayan kadınlar: dövmüştür.[23]
Üç imama göre ta'zir
cezası vacibtir.[24]
Şafii der ki: Ta'zir
uygulamak vacib değildir.
İslâm Dini
isyankârları ve düzene karşı koyanları cezalandırmak amacıyla ta'ziri yasal
bir cezalandırma olarak görmüştür. Bunun hikmeti de daha önce yeri geldikçe
sözü edilen şer'î hadlerin hikmeti gibidir. Yalnız ta'zir cezası üç yönden
hadlerden aynlr.
1- Hadlerde tüm insanlar eşit kabul edilir. Fakat ta'zir
de onların durumlarına göre cezaları farklılık gösterebilir.
İyi ahlaklı bir adam
bir hata ettiğinde bu hatasının ceza-landırıîmayıp affedilmesi caizdir. Eğer
cezalandınlacaksa onun cezalandırılması şersf ve mevki yönünden ondan daha
aşağıda bulunan bir kimsenin cezasından daha hafif olması mümkündür.
Ahmed, Ebû Dâvûd,
Nesâi ve Beyhaki Rasülüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunr
tahric ederler:
«İyi insanların
hatalarını hoşgörün. Allah'ın belirlediği hadler müstesna.»
Yani kötülük iie tanınmayan
bir kimse bir hata işlediğinde yahut küçük günahlardan birine bulaştığında,
yahut kişi itaatli olduğu halde ilk defa hataya düşüyorsa onu hemen cezalandırmayın.
Eğer ille de
cezalandırılması gerekiyorsa o zaman daha hafif bir şekilde cezalandırılsın.
2- Allah'ın belirlediği hadler hakime havale edildikten sonra onlarda şefaatte bulunmak
caiz değildir. Bunun yanında ta'zir suçlarında şefaatte bulunmak caizdir.
3- Ta'zir
cezası ile öldürülen bir kimsenin zararını ödemek gerekir.Zira Ömer b. Hattab (r.a.)bir
kadını korkutmuş o da düşük yaparak ölü bir cenin doğurmuştu. Ömer de cenininin
diyetini ödemişti.[25]
Ta'zir kınama,
azarlama, tehdit etme, vaaz gibi sözlü bir şekilde yapıldığı gibi durma göre
dövme, hapsetme, bağlama, sürgün etme, uzaklaştırma, azletme gibi bilfiil
müdahalelerle de gerçekleşebilir.
Ebü Davud'un tahric
ettiğine göre; Peygamber sallallahu aleyhi ve seîlem'e muhannes (kadın gibi
davranan) bir adam getirilmişti. Adam ellerine ve ayaklarına kına yakmıştı.
Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve seliem buyurdu ki: «Bu neden böyle yapmış?»
«Kadınlara özeniyor,»
dediler. Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve seliem, onun Bekî'e sürülmesini
emretti.
«Ey Allah'ın. Rasûlü,
öldürelim mi?» dediler. Rasûlüllah sallalahu aleyhi ve seliem buyurdu ki
.-«Benim, namaz kılanları öldürmem yasaklandı.»
Ta'zir sakalı tıraş
etmekle, evi yıkmakla, bostanları, ekinleri, meyveleri ve ağaçlan tahrib etmek
şeklinde uygulanmaz.
Yine burun koparmakla,
kulak, dudak veya parmak uçlarını kesmek şeklinde de uygulanmaz. Zira bu tür
bir uygulama sahabilerin hiçbiri tarafından uygulanmamıştır.
Daha önce Hani' bin
Neyyar hadisinde kaydedildiğine göre ta'zirin on kamçıdan fazla olması
yasaklanmıştır.
Ahmed, Leys, İshak ve
Şafi'ilerden bir grup bu görüşe katılmış ve hadisi aynen benimsemişler, Sâri'
tarafından belirlenen on kamçıdan daha fazlasıyla ta'zirde bulunmak caiz değildir,
demişlerdir.
Mâlik, Şafi'i, Zeyd
bin Âli ve başkaları ise ta'zirin ondan daha fazla olmasını caiz görmüşlerdir.
Yalnız bu fazlalık en küçük haddin miktarına ulaşmamalıdır.
Bir grup ise, herhangi
bir günahın ta'ziri onun haddi seviyesine ulaşmamalıdır, demişlerdir.
Korunmamış bir yerden
çalman malın ta'zir cezası, el kesme haddine ulaşmamalı, zina dışındaki bir
sövmenin cezasında zina iftirasında bulunma cezasına ulaşmamalıdır.
Bir görüşe göre ise,
idareciler bu konuda içtihad eder, cezayı maslahatın gereği ve suçun durumuna
göre belirler.
Öldürme yolu ile
ta'zirde bulunmayı bazı alimler caiz görmüş diğer bazıları ise yasaklamıştır.
İbn Abidin, Hafız İbn
Teymiyye'den yaptığı nakilde diyor ki • «Hanefîîerin usûl kurallarından biri
şudur ki; ağır bir şeyle öldürme, erkekler arası fuhuş vs. gibi öldürme cezası
olmayan suçlar tekrarlandığında imamın bu tür fiilleri yapanları öldürme
yetkisi vardır. Yine bu konuda maslahat görüyorsa, belirlenen haddin daha
fazlasını vurdurabilir.»
Mal alma ile ta'zirde
bulunmak caizdir. Bu Ebü Yûsuf'un görüşüdür. Malik de bu görüşü kabul etmiştir.
«Mu'înüT-Hükkâm»
sahibi der ki:
«Mal ile cezalandırma
nesh edilmiştir, diyenler imamların mezheplerini yanlış göstermiş olurlar. Bu
hem nakil hem de istidlal yönünden böyledir. Bu konuda nesh iddiasında
bulunmak kolay değildir. Zira onların iddialarını sağladığını gösterecek ne bir
sünnet ne de icma sözkonusudur. Neshi gösteren bir delil yoktur,
«Ancak onlar
diyebilirler ki: «Bizim arkadaşların görüşüne göre caiz değildir.»
Îbnü'l-Kayyim der ki.Peygamber
sallallahü aleyhi ve sellem, ganimetten payına düşeni vermemek suretiyle
bazılarını ta'zir etmiştir. Zekâtını vermeyenin malının yarısının alınmasıyla
ta'zire çarptırılacağını haber vermiştir. Ahmed, Ebû Dâ-vûd ve Nesâi'nin tahric
ettiğine göre Peygamber saliallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
«Kim sevap almak
niyetiyle zekâtını verirse ona mükafaatı vardır. Kim de onu vermezse biz onu ve
malının yansını Rab-bımızin emirlerinden biri olarak alırız.»
Ta'zir işini hakim
yerine getirir. Zira onun tüm müslüman-lar üzerinde genel velayeti vardır.
«Sübülü's-Selâm»'da
deniyor ki:
-İmamdan başkasının
ta'zirde bulunma yetkisi yoktur. Üç
kişi hariç :
1- Baba:Babanın
küçük olan çocuğuna eğitim öğretim amacı ile ve kötü ahlaktan sakmdîrmak için
ta'zirde bulunması caizdir. Zahir olan görüşe göre anne de çocukluk
zamanlarında ve babasının himayesinde bu hakka sahiptir. Namaz kılması hususunda
ve bu konuda dövmek suretiyle ta'zirde bulunabilir. Bulûğ
çağma ermiş bir çocuk kötü yolda bile olsa babasının onu ta'zire hakkı yoktur.
2- Efendi:Kendi
hakkında ve Allah'ın haklarından biri hususunda
efendi kölelerini ta'zirde bulunabilir. Doğru olan görüş budur.
3-
Koca:Kendisine karşı itaatsizlikte bulunan
karısını ta'zirde bulunabilir. Kur'an'da bu konu açıkça belirtilmiştir.
Namazı ve benzeri şeyleri terkettiğinde onu dövebilir mi? Zahir olan görüşe
göre eğer bu konuda azarlama ve tehdit yeterli gelmiyorsa dövebilir. Çünkü bu
kötülüğü reddetme konularına girer. Koca da kötülüğü eli yahut dili yada kalbi
ile reddetmekle mükellef olan kimselerdendir. Burada kastedilen, ilk ikisidir.
Öğretmenin de
çocukları uslandırmak için dövmesi caizdir.
Baba oğlunu, eğitmek
amacı ile dövdüğünde zararını ödemez.
Koca karısını, yine
eğitmek amacı ile dövdüğünde o da zararı ödemez.
Hakim de suçluyu
uslandırmak amacı ile dövdüğünde aşırı kaçmamak şartı ile zararı ödemez. Burada
hepsi de amacı gerçekleştiren miktarla yetinmek durumundadır.
Eğer bunlardan biri
uslandırmada başvurdukları çarelerde aşırılığa kaçacak olurlarsa taşkınlık
yapmış sayılırlar ve taşkınlıkları nedeniyle telef ettikleri şeylerin zararını
Öderler.
[1] îbnu'I BeylemânI, kendisiyle delil getirilebilecek
biri değildir. Bu hadisi ayrısa mürseldir. Ebû Abdülkâsım bin Sellâm der ki:
«Bu hadis müsned değildir. Onun gibileri kendisiyle kan dökülen imam
kılınamaz.»
[2] Eğer öldürülenin varisi yoksa, katile yapılacak
muamele hakime kalır. Müslümanların maslahatına hangisi uygunsa onu tercih eder.
îster kısas yapar, İsterse diyet alarak onu bağışlar. Diyet almadan bağışlama
yetkisi yoktur. Çünkü bu onun hakkı değil, müsiümanların hakkıdır.
[3] Kurtubi, il, 360.
[4] Kurtubi, II, 259.
[5] Altın sahipleri/Ehlü'z-Seheb: Şam ve Mısır halkıdır.
Gümüş sahipleri/Ehlü'l-Verik : Irak halkıdır. Muvatta'da böyle kaydedilmiştir.
II. Cild.
[6] Tarihu'l-Fıkh; s. 82.
[7] Ebû Hanife ve kendisinden gelen İki rivayetten birinde Ahmed der ki :
«Kasten Öldürme diyeti
dört parçadır :
«Yirmi beş tanesi iki
yaşında deve, yirmi beş tanesi üç yaşında deve, yirmibeş tanesi dört yaşında
deve, yirmibeş tanesi de tam olgunlaşmış devedir.»
Kasten öldürmeye benzer cinayetlerde de her iki imama göre durum budur.
Şaf j'I başka bir rivayette der ki: «Diyet, otuzu dört yaşındaki deve, otuzu
olgunlaşmış deve, kırkı da yavruîannı karınlarında taşıyan gebe devedir. Hata
ile öldürme diyeti ise beş bölümdür: Yirmisi olgunlaşmış deve. yirmisi dört
yaşındaki deve, üç yaşında dişi deve, yirmisi iki yaşında erkek deve, yirmisi
de iki yaşında dişi deve. Malik ve Şafii de iki yaşındaki deve yerine üç
yaşındaki develeri koymuştur.
[8] Cinayeti işleyen küçük ya da deli olursa; Ebû Hanife
ve Malik'e göre diyeti yakın akrabasına düşer. Şâfii der ki: «Küçüğün kasten
öldürme diyeti onun malından verilir.»
[9] Aynı şekilde küçük ve delinin kasten öldürme diyeti de
akile (yakın akraba)ya yüklenir. Katâde, Ebû Sevr, Ibn Ebî Şeybe ve îbn
Şİbrime der ki: «Kasten Öldürmeye benzer suçlarda diyet suçluya düşer. Bu görüş
zayıftır.»
[10] Malik, Ebû Hanife, imam Ahmed'den gelen iki rivayetin
en açığına göre asabeye; baba da, oğul da girer...
[11] Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu akile
diyetini gönülleri birbirine ısındırmak ve kişilerin arasını düzeltmek amacıyla
onu bir defada veriyordu. İslâm tam egemen olduğu zaman bu süreyi sahabe
yukarıda belirtilen şekilde belirlediler, İmanı diyetin peşin ödenmesinde bir
yarar görürse öyle yapabilir.
[12] Şâfi'i der ki : «Yanlışlıkla işlenen suçun diyeti
akilenin boynunda-dır. Suç az olsun çok olsun farfeetmez. Zira çok olana borçlanan
adam azı da borçlanır. Nasıl ki kasten Öldürmesinin diyeti suçlunun malından
verilir. Diyet az olsun çok olsun farketmez.»
[13] Alimler, anne ölüp cenini karnında kaldığı ve cenini
çıkarılmadığı zamanlarda bir şeyin gerekmeyeceği konusunda sözbirliği etmişlerdir.
Karnına vurulan bir darbeyle Ölüp, Ölümünden sonra cenini Ölü olarak çıkarıldığı
durumlarda ise ihtilaf etmişlerdir. Cumhur'u Fukaha bunda da bir şey olmadığına
kanaat getirmiş, Leys b. Sa'd ve Davud İse onda Ğurra olduğunu belirtmiştir.
Zira burada önemli olan darbe anında annesinin sağ olmasıdır. Başka hiçbir şey
değil.
[14] Ceninin düşürülmesi sırf ona karşı kasten işlenen bir
suç değildir. Annesine karşı kasten işlenen bir suçtur. Cenin hakkında ise
yanlışlıkla işlenen bir suç olarak kabul edilir.
[15] Ebu Hanife de bu görüştedir. Zira kendisine karşı suç
işlenen adam acıdan başka bir şeye maruz kalmamıştır. Sırf acısının ise bir
değeri yoktur. Bu bir kişiye sövmekle, hakaret etmekle kalbini kıran adamın
dununu gibidir. Onun zararını ödemek diye bir şey yoktur. Her ne kadar söven
kimse sövmesinin sorumluluğundan kurtulamaz tazir yoluyla cezalandırılır, yahut
ona karşılık kısas yapılırsa da durum değişmez. Sövme ile ilgili farklı
görüşler kitabımızın ilgili yerinde açıklanmıştır. Ebu Yusuf ise der ki: Suçlu
verdiği acının diyetini öder. Bunu adil bir mahkeme belirler. Muhammed der ki:
«Suçluya doktorun ücretini ödemesi ve ilaç parası vermesi düşer.»
[16] İki şahid de yeter denilmiştir. «Başını versin» yani
başını Ölünün sahiplerine teslim etsin ki onu öldürsünler.
[17] Hasta öldüğünde, doktora kısas gerekmez. Diyet lazım
gelir. Zira tedavi hastanın İzni ile gerçekleşmiştir.
[18] Bu Ahmed ve Ebû Hanife'nin görüşüdür. Şâfi'î ve bir
rivayetinde Mâlik der ki : Diyet vermesi gerekir. Mâlik'in meşhur görüşüne
göre ise hüküm mahkeme kararına bırakılır.
[19] Bu Hanefîlerin görüşüdür.
[20] Meşrübe: Oda gibi bir yerdir. îçine eşya konur.
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem hayvanların memelerini sütü muhafaza
açısından, insanın eşyasını sakladığı odaya benzetmiştir. Hadisten kıyasın
kullanılabileceği ve bir şeyi benzeri İle muhakeme etmenin doğru olduğu
anlaşılmaktadır.
[21] Hakim : İslâm'ın hükümlerini uygulayan, hadleri infaz
eden ve temel ilkelerine bağlı kalan kimsedir.
[22] Cinayet :
Hukuk literatüründe : «Cezası,
idam, hapis ya da ağır işlerde çalışma olan suçlardır.»
[23] Bu konuda daha geniş bilgi için İbn Kayyim
el-Cevziyye’nin setü'I-Lehfân» isimli eserine bakılabilir.
[24] Yani ta'zir uygulaması gereken yerde ta'zir vacibdir.
[25] Bir görüşe göre diyet beytü'lmal'den ödenir. Başka bir
görüşe göre ise idarecilerin aknesi öder.