Abd (Köle):
Hürriyetten mahrum ve başkasının mülküne dâhil olan erkek kişi demektir.
Abd'in çoğulu Abîd'dir. Kulluk anlamına gelen ubudiyet, aslında tezellül ve
gönül alçaklığı mânâlarını ifâde eder. Hürriyetini kaybetmiş olan bir kimse de,
tezellül ve huzûa mâruz ve efendisine bağlanmaya mecbur olacağından dolayı,
kendisine abd (kul) denilmiştir.
Abım Mahcur:
Münâkehât ve muâvezat (nikâh ve karşılıklı alış-veriş) gibi tasarruflardan men
edilmiş olan köledir.
Abd-i Mahcûr'un
yapacağı nikâh, alış-veriş, borç ve rehin gibi tasarruflar, efendisinin izni
lâhık olmayınca (ulaşmayınca, eklenmeyince) bâtıl (geçersiz) olur.
Abd-i Me'zûn:
Genel anlamda ticâret yapmasına yahut bir bedel karşılığında azâd edilmesi
için, kazanç sahasına atılmasına sarahaten veya delâleten izin verilmiş
bulunulan köledir. Abd-i Me'zûn, Me'zûn-i Kebîr ve me'zûn-i sağır kısımlarına
ayrılır.
Efendisi tarafından,
kendisine: "Bana şu kadar meblâğ ödersen hürsün." denilen bir köle, -onun
kabulüne bağlı olmaksızın- delâlet yolu ile kazanç sağlamaya me'zûn (izinli)
olmuş olur. Bundan dolayı, bahsedilen meblağı kazanıp, efendisine verince azâd
olmuş bulunur. Hatta, o meblağı mevlâsı'nın (efendisinin) -mâniasız olarak-
elini uzatıp alabileceği bir yere bırakmasıyla da azâd edilmiş olur.
Buna tahliye (önünü,
yolunu açmak, maniaları kaldırmak) denir.
Abd-i Me'sûr:
Düşmana esir düşmüş bulunan köle demektir.
ABD-i DÂL:
Bir kasde bağlı olmadan yolunu kaybeden ve efendisinin ikâmetgâhına gidemeyen
köle demektir.
HABES: Boş
ve saçma şey.
Abesle iştigâl etmek:
Boş ve saçma olan şeylerle uğraşmak,
ABIK:
Efendisinden temerrüden (= ona karşı koyarak, dik başlılıkla, inatla ve
direnerek) kaçan ve efendisinden bir korkusu ve meşakkatli işlerden bir
endişesi olmadığı hâlde, nefs-ü hevâsina uyarak, itaat dairesinden çıkan köle
demektir. Efendisi tarafından, kiraya verilen, emânet olarak bırakılan yahut
ödünç verilen bir kölede, nezdinde bulunduğu şahıstan kaçarsa, o da abık
hükmünde olur.
İBAK: Bir
kölenin, bu şekilde temerrüden kaçması demektir.
ABUS:
Somurtkan
KACÂIB:
Anlaşilmasıl güç, çok tuhaf ve şaşılacak şey.
ACÂİB-İ SEB'A-İ ÂLEM: Dünyanın yedi acibesi, (yedi=harîkası).
ACÂİBÂT:
Acâibler.
ACEB: Acaba,
hayret, gariplik, şaşılacak şey.
ACEM: Arap
olmayan; araptan gayri olan kavim. Bu kelime, İranlılar anlamında da
kullanılır.
ACEZE:
Düşkün ve güçsüz kimseler; beceriksizler, zayıflar.
DÂRÜ'L-ACEZE:
Düşkünler ve güçsüzler yurdu.
ACİR: Bir
şeyi kiraya veren kimse demektir. Kiraya veren şahsa MUCİR ve MÜKRİ de denilir.
ACÛL:
Aceleci; içi dar kimse.
ADALET:
Doğruluk, cevz ve zulümden berî, istikâmetle muttasıf ve yapılması lâzım gelen
şeyleri yapmaya mülâzım olmak demektir.
ÂDİL:
Adaletle muttasıf olan kimse demektir.
.
UDÛL:
Âdfl'fa çoğuludur; yani âdil kimseler demektir.
Adaletin mukabili (=
zıddı = karşıtı) zulümdür; gadrdir; haksızlıktır; hakka tecâvüzdür ve bir şeyi
yerinden başka bir yere koymaktır. Adalet iki kısımdır:
1- Güzelliği
aklın iktizası olup, hiç bir zamanda ve hiç bir mekânda nesh ve tebdil edilmesi
kabil olmayan adalet. İyiliğe karşı iyilik yapmak gibi...
2- Ancak,
şer'i şerîf ile bilinebilen adalettir ki, bunun, bazı zamanlarda sârii mübîn
tarafından nesh ve tebdil edilmesi mümkün bulunmuştur. Cinayetlere mahsus diyet
ve kısas gibi bir kısım cezalar bu kabildendir.
ADED-İ RÜUS:
Bir mîras mes'elesinde, mîrascı olan şahısların sayısına aded-i rüûs denilir.
Meselâ: Bir kimse ölüp, geride mirasçı olarak sâdece dört oğlunu bırakmış
olsa, "mes'elenin mahreci, mirasçıların aded-i rüûsundari kurulur."
denir ki, bu, "bu mes'elenin mahreci (= paydası), mirasçıların sayılarının
toplamı olan dört'ten kurulur." demektir.
ADEDİYYÂT:
Adedî olan yani sayılan (miktarı sayı ile tesbit edilen) şeyler demektir.
A'dûd kelimesi de,
adedî (= sayılan gey) anlamında kullanılır.
A'dûdât kelimesi
ma'dûd'un çoğuludur ve ade-dîyyat yani miktarı sayılarak tesbit edilen şeyler
anlamında kullanılır.
Ceviz, yumurta ve
kavun, karpuz gibi şeyler adediy-. yattandır.
Adediyyât iki
kısımdır.
1- ADEDİYYÂT-IMÜTKKÂRİBE: Bir tanesi Ue, cinsinin diğer fertleri arasında
kıymet bakımından mühim bir fark bulunmayan adedî şeyler demektir ki, bunların
tamamı misliyyât'tandır. Ceviz ve yu-nnirta gibi...
2- ADEDİYYÂT-I MÜTEFÂVİTE: Ahad ve efradı (= bir tanesi ile cinsinin diğer
fertleri) arasında kıymetçe tefâvüt (= mühim farklılık) bulunan adedî şeyler
demektir ki, bunların da hepsi kıyemiyyât'-tandır. Kavun ve karpuzlar gibi...
MADEDLERİN VEFKI: Mevcut iki sayıdan birinin, diğerine kalansız olarak bölünemediği
hâlde, bu iki sayının, üçüncü bir sayıya kalansız olarak bölü-nebilmelerine
TEVÂFUK denir. Mevcut iki sayıyı da kalansız olarak bölebilen üçüncü sayıya
ise ORTAK BÖLEN (= Kâsım-i müşterek) denir.
Bu iki sayıdan her
birinin, ortak bölen'e bölünmesi neticesinde hâsıl olan yeni sayılara yeni
bölüm'lere de o sayının VEFK'ı denir. Meselâ: 9 ile 6 sayılan, birbirlerine
kalansız olarak bölünemezler; fakat, bu, sayıların ikisi de 3 sayışma kalansız
olarak bölünebilir. 9 sayısı, burada ortak bölen olan 3'e bölününce, bölüm 3;
6 sayısı 3'e bölününce de bölüm 2 olur. Bu duruma göre, burada 9'un vefkı 3; 6
vefkı ise 2'dir.
Yani bu iki sayı
arasında muvafakat bi's-sülüs yani, üçte bir'le muvafakat vardır. 9'un î/3 ü 3;
6'nin üçte biri ise 2'dir.
ÂDET:
Alışkanlık, görenek, insanlar arasında ötedenberi sürüp gelen ve selim
ta-biatlerce çirin bulunmayıp, makbul görülen ve aynı tarzda tekrar tekrar
yapılan işlere âdet denir. Âdet kelimesi, örf kelimesi ile müteradif (= eş anlamlı)
gibidir.
ÂDİLE:
Ashâb-ı ferâizin sehimleriyle, mes'elenin mahrecinin eşit olduğu bir irs (=
mîras) mes'elesidir. Ashâb-ı ferâizin sehimlerinin, mes'elenin mahrecinden dûn
(= aşağı, düşük) olması ve aralarında asa-be bulunarak bâkfyi (= terekeden
geride kalan kısmını) onun alması hâlinde de, sehimlerle, mahreç arasında
eşitlik bulunmuş olur ki, bu hâle de adile denir.
Diğer bir tarife göre âdile:
Hisselerin (= payların) toplamının, mahrece (= ortak paydaya) eşit olması
hâlidir.
ADL = ADALET
ADL:
Doğruluk, istikâmet, müsavat (= eşitlik) anlamına gelir.
Adalet sıfatı ile
muttasıf olan kimseye de; mübalağa maksadıyla ADL denir. Âdil şahide ŞÂHİD-İ
ADL denilmesi gibi...
A'DÎL: Adi
İle hükmetmek; şâhidleri tezkiye eylemek ve bazı şeyleri müsâvî (= eşit) bir
hâlde tutmak anlamlarına gelir.
ADELE:
Şahitleri tezkiye eden kimseler demektir.
MUADELE: İki
veya daha çok şeyler arasında bir eşitlik, bir muvâzene, bir vahdet meydana
getirmek demektir.
ADIL Misil;
nezir; ölçüde ve miktarda eşitlik demektir.
IDL kelimesi de ADÎL
anlamındadır.
İ'TİDAL: Bir
şeyin mütenâsip; hâd ve üslûp bakımından mutevâkıf; kem ve keyf (= miktar ve
durum) itibariyle mütevassıt bir hâlde bulunması
demektir.
UDUL: Yoldan
sapmak; haktan ayrılmak; geriye dönmek gibi anlamlara gelir.
MADİL = MADÛL:
Dönüp sapacak ve sapacak yer demektir.
ADALET:
Doğruluk; cevr ve zulümden berî, istikâmetle muttasıf ve yapılması gereken
şeyleri yapmaya mülâzim olmak demektir.
MADÂLET de ADALET
anlamında kullanılır.
ADİL: Adalet
sıfatı ile muttasıf olan, doğru, dürüst; zulmetmekten uzak kimse demektir.
UDUL:
Âdil'in çoğuludur; yani: Âdil kimseler demektir,
Adaletin zıddı
zulümdür; gadrdir, haksızlıktır, hakka tecâvüzdür; bir şeyi, kendi yerinin
hâricinde bir yere koymaktır.
Adalet İki nevidir:
1-)
Güzelliği aklın iktizâsı olup, hiç bir zamanda ve hiç bir yerde neshedilmesi ve
değiştirilmesi kabil olmayan adalettir, iyiliğe karşı iyilik yapmak gibi...
2-) Ancak
şeriat vasıtası ile bilinebilen Adalet. Bu nevi adaletin, bazı zamanlarda şârii
Mübîn tarafından mesh ve tebdil edilmesi mümkün bulunmuştur. Cinayetlere ait
diyet ve kısas gibi bir kısım cezalar, önceki ümmetlerde daha değişik idi.
İslâm şeriatin-de lüıikmetin tebdil edilmiştir.
Adalete riâyet etmek,
İslâm Hukukunca en büyük bir vecîbedir ve en çok övülen bir haslettir. Nitekim,
Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîminde: "—Şübhesiz ki AUah adaleti, iyiliği ve
(özellikle) akrabaya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emreder..."
buyurmuştur. (Nahl Sûresi; âyet: 90) Diğer bir âyet-i kerîmede ise, Yüce
Rabbimiz, şöyle buyurmuştur.
"—.... (Her
işinizde) adalet (le hüreket) edin. Şübhesiz ki Allah, âdil olanı sever."
(Hucurât Suresi, âyet: 9)
Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz de, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "—Âdil olanlar,
hükümlerinde ehil ve iyalleri hakkında ve memur oldukları hususlarda adalette
bulunanlar, Allahu Teâlâ'nın İndinde nurdan minberler üzerindedirler"
Fahr-i Âlem (S.A.V.)
Efendimiz, diğer bir hadîs-i şerîfleride de şöyle buyurmuşlardır: ' '—Âdil bir
hükümdarın bir saatlik ibâdeti, başkasının yetmiş senelik ibâdetine muâdil (=
eşit = denk) bulunur."
ADL(dadİIe):
Lügatte men etmek anlamına gelir. Istılahta Adi: Bir kadını, kocaya varmaktan
zutmen men etmek demektir. Şöyle ki: Bir kadının küfüv ve münâsibi zuhur etmiş
ve iki taraf nikâha istekli olduğu hâlde, bu kadını, velîsinin mehr-i misli
İle evlendirmekten kaçınması bir adl'dir.
MÂFÂKÎ: Hac
ıstılahında: Mekke-i Mükerreme'-nin etrafındaki Mîkât denilen noktaların
sınırladığı bölgenin dışında kalan yerlerde ikâmet eden kimse demektir:
Âfâkî olanlar, Mekke-i
Mükerreme'ye giderken, Mîkât sınırını ikramsız geçemezler.
AFV(= AF)
AFV:
Lügatte: Mahv mânâsına gelir. Bundan dolayı, bir şahsı affetmek, onun işlediği
bir kusuru, bir suçu mahv ve izâle etmek; onun, hiç yapılmamış gibi saymak
anlamına gelir. ÂFÎ: Yapılan bir kusuru, bir kabahati veya bir cinayeti
affeden, örten ve bunu işleyeni muâhaze etmeyen kimse demektir.
MAFÜVVÜN ANH:
Affedilen, affedilmiş olan şahıs demektir.
AFV ANİ'L-KISÂS: Veliyyi cinayetin veya bizzat kendisi hakkında cinayet işlenilmiş
bulunan kimsenin, bundan dolayı îcâbeden kısas hakkım iskât etmesi,
(düşürmesi, bağışlaması) demektir.
'
MAFÜVVÜN LEH:
Caniyi, bir bedel karşılığında affeden velî demektir. MUTA LEH de bu mânâdadır.
Bu durumda afv, fazl
ve ihsan manâsına gelmiş olur
AFV ANİ'L-CİNÂYE: Kendisine karşı, kısası veya diyeti gerektiren bir cinayet işlenilmiş
bulunan kimsenin, yahut bu hususta onun velisi Blan şahıs kısas veya diyet
hakkından vazgeçmesi demektir.
AFV ANTL-KAT':
Bir uzvu kesilmiş olan bir kimsenin, bu sebeple mâlik olduğu kısas veya diyet
hakkım cânîden iskat etmesi yani vaz geçmesi ve bağişiamasidır.
AFV ANİ'L-CERÂHA: Bir kimsenin, kendisini, kısas veya diyeti gerektiren bir şekilde
yaralayan şahsa karşı mâlik olduğu kısas veya diyet yahut hükümet-i adıi
hakkından vazgeçmesi demektir.
AFV ANİ'Ş-ŞECCE: Başta veya yüzde yara açan bir suçta üzerine lâzım gelen kısas veya
diyet yahut hükûmet-İ adi hakkından, yaralanan kimsenin vazgeçmesi, bu suçu
işleyen kimseyi affetmesi demektir.
AHFÂD:
Evlâdın —ilâ nihâye— evlâdı; yani Torunlar demektir.
Bunlar, oğulların ve
kızların çocukları ve bu çocukların da —ilâ nihâye— çocuklarıdır.
HAFİD:
Ahfâd'ın tekilidir; yani: Hafîd: Torun demektir.
AHİD-NÂME: Miiâhede-nâme maddesine bakınız.
AHİR :
Başkasının nikâhlısı ile, gayr-i meşru mü-kârenette bulunan fâcir kimse
demektir. Ahir tâbiri, lügatte fısk, fücur ve gayr-i meşru cinsî ilişki,
mânâsım ifâde eden ahr (=ayın+çift gözlüne+re) kelimesinden türetilmiştir.
AHKAM :
Hüküm Maddesine bakınız.
AHKÂM-I ASLİYE:
HÜKÜM Maddesine bakınız.
AHKÂM-I ŞER'İYYE: ŞERİAT Maddesine bakınız
AKABE CEMRESİ: HAC / CEMRELER Maddesine bakınız.
AKAR; Gelir
getiren gayr-i menkûl mâl demektir.
Bu kelime İçin Mâl maddesine
de bakınız.
AKD
AKD: Lügate:
Bağ, bağlama, bağlanma, düğümleme; kurma, düzme; sözleşme, kararlaştırma gibi
anlamlan ifade eder.
Istılahta AKD: Nikâh,
hibe, vasiyet, alış-veriş gibi bir şer'î muameleyi iki tarafın iltizam ve
teahhüt etmeleri demektir. Buna göre AKD, icap ile kabûT-ün irtibatından
ibarettir.
MÜN'AKİD:
Akdedilmiş, —neticeye— bağlanmış muamele.
İN'IKAD:
İcap ve kabulün, müteallakinde eseri zahir olacak şekilde, bir birine meşru bir
surette taalluk etmesidir. Yani akdin meydana gelmiş olması hâlidir.
Meselâ: Bir nikâh
muâmelisi, iki tarafın, îcap ve ka-bûlü ile vücûda gelir.
Böyle bir îcap ve
kabulün birbirine müteallakinde (meselâ Kan-kocahğın meydana gelmesinde) eseri
zahir olacak şekilde, şer'an irtibat etmesi hâli, bir in'-ikadtan ibarettir.
ÂKİD: Âkid
yapan taraflardan herbiri.
ÂKİDEYN:
Akid yapan tarafların her ikisi.
ÂKTDÎN: Akid
yapanlar.
MA'KÜDÜN ALEYH:
Hakkında akid yapılan şey.
AKD-İ ENCÜMEN:
Encümen kurma.
AKD-İ MECLİS = AKD-İ MEŞVERET: Meclis kurma. Konuşup danışmak için toplanma.
AKD-İ MUÂVAZA:
İki tarafın, karşılık vererek yaptığı akid.-Satış, trampa gibi...
AKD-İ İZDİVAÇ =
Evlenme.
AKD-İ SAHİH: SAHİH Maddesine bakınız.
AKD-i ZİMMET:
Zimmet Maddesine bakınız,
AKIL
AKIL: Ruhun
bir kuvvetidir ve insan onunla bilgi sahibi olur; iyiyi kötüyü birbirinden
ayırır; eşyanın hakikatlerini onunla sezebilir. Diğer bir tarife göre akıl:
İnsanın yürüyeceği yolu aydınlatan ve inşam haktan hakikatten haberdâr eden
ruhanî bir nurdur.
Bu ruhî kuvveti hâiz
olan kimseye âkil (= akıllı) denir.
Akil'dan mahrum
bulunan kimseye de mecnûn (= deli, akılsız) denir.
AKİB: Bir
kimseye, babalan cihetinden müntesip olan şahıs demektir.
Şöyle ki: Bir kimsenin
sulbî evlâdı kendisinin akîbİ olduğu gibi, erkek evlâdının evlâdı da akîbidir.
Fakat, kız evladının evlâdı, bir kimsenin akîbi değildir. Çünkü onlar,
babalan yönünden başka bir sülâleye mensupturlar.
ÂKİLE
ÂKİLE:
Diyeti, tahammül edip (= üzerine alıp, yüklenip) ödeyen asaba, aşiret, ehl-i
dîvan ve sairedir. Bunlar, kendi fertlerinden birinin şubhe-i and veya hatâ
yoluyla işlediği cinayetin diyetini veya gurre denilen tazminatım ödemekle
mükellef bulunurlar. Diyet ödemeyi tahammül eden (yüklenen, üzerine alan)
şahıslardan her birine Âkil,- hepsine birden ise Akile denir ki, burada âkile,
cemâat-i âkile anlamındadır.
Âkile'nin çoğulu
AVÂKİL gelir. İslâm hukukunda, bir cinayetten dolayı îcâbeden diyeti ödemeye
akl denildiği gibi, bizzat diyetin kendisine de akl denilmektedir. Akl'in
çoğulu ukûl'dür.
Aslında akl lafzı,
imsak, istimsâk (= tutmak, bağlamak; tutulmak, bağlanmak) mânâlanna gelir. Devenin
ayağını büküp, bilekçesini bağlamaya akl denir. Devenin dizlerini bağladıklan
ipe ve deve veya koyun için bir sene içinde verilmesi gereken zekâta da ikâl
denir,
Vaktiyle Arabistanda
carî bir âdete göre, ceninin âkı-lesi, diyet'develerini veliyyi cinayetin
evinin önüne, geceleyin götürüp bağlarlardı. Bundan dolayı diyet develerine akl
denilmiş ve daha sonra da, bir aymm yapmaksızın bütün diyetlere bu ad
verilmiştir. Bununla beraber diyet ödenmesi, kan dökülmesini men ve imsak
edecek, bir müeyyide kuvveti olması sebebiyle de, diyeti akl denilmiş olması
mümkündür.
İnsanın hareketlerini
nizâma koyduğu ve kendisini fena şeylerden men ve imsak ettiği için, insandaki
bilinen o yüksek kuvvete de akıl denilmiştir. Bir ceninin âkilesi tarafından
ödenen diyete de TA'-LÛKE denir. Bunun çoğulu TEAKIL'dır.
AKZİYE: Kaza
Maddesine bakınız.
ALÂKA: Bir
şeye, muhabbet veya husûmet suretiyle olan bağlılık demektir.
ULÛK kelimesine de
bakınız.
ALÛK: ULÛK
Maddesine bakınız.
MALAMET:
Lügatte, işaret, iz, emare, nişan ve belge anlamlarına gelir.
Istılahta alâmet ise:
Kendisine, bir hükmün meydana gelmesi veya vacip olması taallûk etmediği hâlde,
sadece bir hükmü bildiren ve ona delâlet eden şey demektir.
Meselâ: Bir kimse:
"evimi, gelecek ocak ayının başından itibaren, bir sene müddetle kiraya
verdim." dese; burada ocak ayı, bu kira hükmünün müddeti için bir alâmet
olmuş olur.
ALÂİM ve ALÂMÂT
kelimeleri, alâmet kelimesinin çoğuludur.
AHZ: Bir
kimsenin, bir şeyi alması, tutması; tahsil edip kendi malına katması demektir.
Ahz, meşru bir şekilde olabileceği gibi, bazen de katır ve galebe yoluyla olur
ve gasb veya sirkat sayılabilir.
ÂLET-İ CÂRİHA:
Bedenin cüzlerini birbirinden ayıran yaralama âleti demektir.
Âlet-İ Câriha lafzı,
mânâ itibariyle, silah lafzından daha umûmîdir. Kılıç, süngü, kama, mızrak,
balta, kurşun, keskin taş, keskin ağaç, keskin cam ve ateş gibi şeyler câriha
(= yaralama) âletlerindendir.
Vücûdu parçalayan ve
delen her şey, âlet-i câriha-dır. Bunlar, gerek demirden, gerekse bakırdan veya
tunç ve gümüş gibi bir şeyden yapılmış olabilir.
ALIÇ; Güçlü, kuvvetli,
İri-yan, iş ehli, nefsini müdâfaaya ve kendisine yapılan tecâvüzleri def etmeye
gücü yeten kimse demektir. Alic'in çoğulu, ULÛC'tur.
ALTIN OLUK: KA'BE/KA'BENİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
AMDEN CERH:
Bir kimseyi âlet-i câriha ile veya başka bir şeyle, haksız yere ve kasden
yaralamak demektir.
AMDEN KATL:
Öldürülmesi meşru olmayan bir insanı, âlet-İ cârihadan biri ile ve kasden
öldürmek demektir.
ÂMİR: EMİR
Maddesine bakınız.
AMME: Umûma
mahsus olan. Genel.
ÂMME HUKUKU:
Bir iclimâî hey'eti teşkil eden fertlerin müştereken hâiz oldukları kuvvetler,
selâ-hiyet ve bu fertlerle buıüan idare eden ve koruyan devlet arasındaki
uyulması gereken münâsebetler ve alâkalar âmme hukûku'nu meydana getirirler.
Bir diğer tarife göre, şahıslar ile devlet arasındaki münâsebetleri ve alâkalan
gösteren ve şahısiann, devlete karşı hâiz oldukları selâhiyetleri ve yerine getirmek
mükellefiyetinde bulundukları vazifeleri tâyin ve tanzim eden bu yönden hukuk
ilminin bir bölümü olan usûl ve kaidelerle, bazı mes'ele ve hükümlerin
hey'et-i mecmuasına (= tamâmına) Amme Hukuku denir.
Âmme'nin karşıtı
hâssa'dır. Hassa: Husûsî, özel demektir.
AMME: Başta
açılan bir yaradır. Bu nevi yaralamada,! et kesilmiş ve dimağ, (= beyin) ile
kemik arasındaki deri meydana çıkmış olur.
Kemiğin altında ve
beynin üstünde bulunan bu deri-. ye Ümmü'r-Re's ve Ümmü'd-Dimağ denir. Bu
yaraya Me'mûnme de denilir.
AN'ANE:
Lügatte, gelenek, âdet; ağızdan ağıza nakledilen söz, rivayet demektir.
Istılahta an'ane: Bir haberin veya bir hadfs-i şerifin "filandan, filandan
(duydum. işittim)..." diye nak-ledilmesidir.
ARAFAT:
Mekke'nin güney-doğusunda,yaya altı saatlik (yaklaşık 25 km uzaklıkta) bir
bölgenin adıdır.
Hac ibâdetinin iki
rüknünden biri olan vakfe, Zilhicce ayının dokuzuncu (= arafe) gününde burada
yapılır.
CEBEL-İ RAHME denilen
tepe de Arafat'tadır. Nemîre Mescidi'nin güney kısmı, Arafat Bölgesi'-nin
dışında kalır.
ARAZÎ
ARAZÎ:
Yerler, topraklar.
ARAZİYİ ÖŞRİYYE: Vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilerek, fetheden mücâhidlere
veya diğer müslümanlara temlik edilmiş olan arazîdir.
Cezîretü'1-Arab ve
Basra arazîsi bu kabildendir. Bu gibi arazî ziraat olundukça, hasılatından her
sene, beytü'ş-sadaka'ya konmak üzere öşür alınır.
ARAZÎYİ ÂMİRE:
Kendisinden, her hangi bir şekilde intifa olunan (= faydalanılan) yerler
demektir.
ARAZÎYİ EMÎRİYYE: Rakabesi beytü'l-raâle ait olarak, devlet tarafından fertlere
dağıtılan yerler demektir. Bu tâbir tarla, çayır, yaylak, kışlak, koru ve
benzeri yerleri içine alır.
ARAZÎYİ EMÎRİYYEYİ MEVKÛFE: Yalnız hazîne menfaatleri veya yalnız tasarruf haklan
veyahut her ikisi, bir hayır kurumuna tahsis olunan mîrî arazî demektir.
ARAZÎYİ EMÎRİYYEYİ SffiFA: Beytü'1-mâle âit menfaatleri ve tasarruf haklarından
hiç biri, bir cihete tahsis edilmeyip, devlete âit olan ve fertlere tefviz
olunan (= bir bedel karşılığında bırakılan) memleket arazîsi demektir.
ARAZÎYİ GÂMİRE:
Harap; su baskım altında kalmış veya henüz çift girmemiş olan yerler. (Arazîyi
Amire'nin mukabili, zıddı, tersi).
ARAZÎYİ HÂLİYE:
Boş ve sahipsiz topraklar.
ARAZÎYİ HARACİYYE: Müslümanlar tarafından savaşılarak fethedildiği hâlde, eski gayr-i
müs-lim ahâlisinin elinde bırakılan veya hâriçten getirilen gayr-ı müslim
ahâliye temlik edilen yahut sulh yoluyla fethedilip, bir vergi konularak, eski
gayr-i müslim ahâlisine terkolunan arazîdir.
Vaktiyle Şam ve Mısır
arazîsi harâc arazisi olduğu gibi Sevâd-ı Irak (yani Basra hâriç olmak üzere
Bağ-dad ve Küfe köyleri) de bu kabil arazilerdendi.
ARAZÎYİ MAHLÛLE: Mutasarrıfının, intikal sahibi mirasçı bırakmadan ölmesiyle mahlûl
olan araziye araziyi emîriyye demektir.
ARAZİYİ MAHMİYYE: Rakabesi beytü'1-mâle ait bulunan arazîden koru, mer'a, yol, pazar
yerleri gibi halkın ihtiyaçlarına tahsîs edilmiş olan yerler.
ARAZÎYİ MEFTÛHA: Fetih hakkının taalluk ettiği yerler.
Kaide olarak, arazîyi
meftûha, devletin malı sayılır. Devlet bu kabil arazîyi gânimlere veya
başkalarına dağıtır veya kendi sahiplerinin elinde bırakır.
ARAZÎYİ MEKTÛME: Beytü'1-mâle haber verilmeden tasarruf olunan mahlûl veya müstahik-i
tapu olan yerler.
ARAZÎYİ MEMLEKET: Müslümanlar tarafından vaktiyle fethedilip de, hiç kimseye temlik
edilmeksizin ve bir müddete bağlanmadan bütün müs-1 lümanlar için ibkâ edilen
arazidir. Vaktiyle öşür veya harâc arazisinden iken, bilâhare, sahiplerinin
tamamen inkıraz etmeleriyle, beytu'l-mâle intikâl eden arazî de bu kabildendir.
Sam ve Mısır gibi yerlerin bir çok arazîsi, daha sonra memleket arazisi hâline
gelmiştir. ARAZÎYİ MEMLEKET'e, ARAZÎYİ EMÎRİYYE, ARAZİYİ MİLLİYYE, ARAZİYİ HAV
adı da verilir.
ARAZÎYİ MEMLÛKE: Araziyi Memleketten sayılıp, beytü'1-mâle âit iken, bilâhare bir
bedel karşılığında hükümetten satın alınmış olan mülk arazîdir. Mülkiyet yolu
ile tasarruf edilir.
ARAZÎYİ METRUKE: Terkedilmiş, bırakılmış topraklar.
ARAZÎYİ MEVÂT:
Kimsenin temellük ve tasarrufunda olmadığı ve ahâliye terk ve tahsîs
kûmma-dığı hâlde, yüksek sesli bir kimsenin sesi işitilmeyecek derecede, köy ve
kasaba gibi ma' mur yerlerden uzak bulunan yani tahminen yaya yarım saat
mesâfelik uzaklığı olan, taşlık ve kıraç yerlerdir.
Mevât arazî,
veliyyü'l-emrin izni ile İhya edilir, imâm Ebû Yûsufa göre, arazîyi mevât,
arazîyi öşriyyeye komşu ise Öşriyye; araziyi haraciyyeye komşu ise ha-raciyye
olur. Müftâbih olan budur.
ARAZÎYİ MEVKÛFE: Vakfedilmiş toprak; Vak-folunmuş arazî. (Arazî kanununa göre, mîrî
menfa-ateri, bir cihete tahsis olunan yer.)
ARAZÎYİ MEVKÛFE-İ SAHÎHA: Arazîyi mem-lûkeden, şartlarına uygun olarak
vakfolunan yerler. (Bunların rakabesi ve bütün tasarruf haklan vakfa aittir.)
ARAZÎYİ MEVKÛFE-İ GAYR-İ SAHÎHA:
Arazîyi emîriyyeden
ifraz olunarak, ülû'l-emrin veya onun izni ile başkalannın vakfetmiş olduğu
arazî. (Buradaki vakfiyet, tahsîs münâsebetinden ibarettir).
ARAZÎYİ MÎRİYYE: Devlete ait arazî ARAZI, kelime olarak; yer ve toprak anlamına gelen
ARZ kelimesinin çoğuludur.
ARÂZİ-İ MUHTEKERE: Müste'ciri tarafından, üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere,
seneliğini, belirli bir meblağ mukabilinde kiraya verilmiş olan arazî
demektir.
Bu arazînin
müste'ciri, belirlenmiş bulunan icâre bedelini, arazî sahibine her sene
vererek, bu araziyi elinde istibkâ eder. (= bırakır). Bu, bir istihkar
muamelesi demektir:
ARİYET
ARİYET:
Âriyyet tarzında da okunabilen bu lafız, Teâvür kelimesinden İsm-i masdar olan
âre kelimesinden alınmıştır.
TEÂVÜR:
Tenâvüb, tenâvül yani nöbetleşme, birbirinden alma anlamına gelir, ariyet (=
ödünç) verilen şey; veren ile alan arasında nöbetle kullanıldığı için, bu adı
almış demektir.
ARİYET kelimesinin,
gidip - gelmek anlamına gelen âre'den alındığına kail olanlar da vardır,
ARİYET kelimesi arâ - yâ'ri fiilinden türetilmiş bir isimdir diyenler de
vardır. Ariyet, meccânen verilip, ıvezden (= bedelden, karşılıktan) uzak
olduğu için bu ismi almış demektir.
Bazılanna göre ise
Ariyet, âr lafzına mensuptur, Âr da ayıp demektir.
Ariyet (= ödünç) mal
istemekde bir nevi zillet ve ayıp bulunduğundan ariyet, âr'a nisbet edilmiştir.
Ancak, bu nisbet, pek doğru görülmemiştir.
İstılâhda ARİYET: Bir kimseye, menfaati meccânen
(yani bedelsiz olarak) ve rücûu kabil olmak üzere nihâi temlik olunan (yani
ödünç verilen) maldır. Ariyet bu tarifteki "meccânen" kaydiyle
icâre'den; "fılhal" kaydiyle vasiyyet'ten w "rücûu kabil
olmak" kaydiyle de hibe'den ayrılmaktadır,
MÜSTEAR: Bu
kelime de ariyet anlamına gelmektedir.
MÜAR kelimesi de
müstear yani ariyet mânâsında kullanılmaktadır.
İARE: Ariyet
(= ödünç) vermek; yani: Bir malın menfaatinin, bir kimseye, o malı geri
alabilmek üzere, filhâl meccânen temlik etmektir.
MUÎR: Ariyet
(= ödünç) veren; yani: Bir malın menfaatini, o malı geri alabilmek üzere,
meccânen bir başkasına temlik eden kimse demektir.
MÜSTEÎR:
Ariyet (= ödünç) alan; yani: Bir malın menfaatini, o malı geri vermek üzere,
meccânen temellük eden kimsedir.
İSTİARE:
Ariyet (= ödünç) almak; yani: Bir malm menfaatini meccânen istimlâk etmek ve
bir malın menfaatin meccânen temlik edilmesini istemek anlamlarını ifâde eder.
MASABE:
Lügate: Baba tarafından akraba olanlar demektir. Bu kelime, bir ve birden çok erkek
ve kadın için kullanılır;
USÛBET: Baba
tarafından akrabalık demektir.
TA'SİB: Bir
kimseyi asabe kılmsk; bir şahsa asa-be mîrâsi vermek demektir.
ASABE
kelimesi, kuvvet ve şiddet anlamlarını taşır. Baba tarafından olan
akrabalıktan bir kuvvet hâsıl olacağından, bu isimle anılırlar.
ISABE:
Cemâat demektir.
Istılahta ASABE:
Mirasta belirli bir hissesi (payı, sahiri) olmayıp, ashâb-ı ferâiz (yani
belirli paylan bulunan mirasçılar), hisselerini anladıktan sonra, mîrasın geri
kalanını (yalnız bulundukları takdirde ise terikenin tamamını) alan
mirasçılardır. Asabe'ler iki kısımdır.
1-) ASABE-İ NESEBİYYE: Ölen kimseye nesep (kan) yönünden akrabalığı olan
kimselerdir. Nesebi Asabe'den olaniar ile üç nevidir, a-) Asabe bi nefsihî:
Ölüye nisbetinde kadınlar dâhil olmayan erkek kimselerdir. Baba, oğul,
baba'-nın dedesi, oğlun oğlu gibi... b-) Asabe bi gayrihî: Erkek kardeşleriyle
birlikte (vâris) olunca asabe olup, erkek kardeşleri olmayınca, belirli pay
sahibi olan kadınlara asabe bi gayrihî denir.
Asabe maa gayrihî:
Asabeden olmayan bir kadınla beraber (mîrascı) bulundukları takdirde asabeden
olan kadınlardır. Bunlar da ölen şahsın, kızı İle beraber (mîrascı) .bulunan,
anne-baba bir veya sadece baba bir kız kardeşlerdir.
2-) ASABE-İ SEBEBİYYE: Velâ' sebebiyle olan asabedir ki, bu mevle'l-ıtaka ve
onun bi nefsihî asabesidir.
Meselâ: Azâd edilmiş
bir köle veya câriye ölünce; kendisinin nesebî asabesi yoksa; bu durumda, onu azâd
eden kimse, onun asabesi olur. Azâd eden şahıs daha önce ölmüşse, onun bi
nefsihî asabesi kendisinin yerine geçer.
ASL-I MES'ELE: (= MAHREÇ): Bir mîras
nıes'elesinde,
sehimlerin mahreci olan ve onları ihata eden yani terikenin kaç kısma
bölündüğünü gösteren sayı demektir.
Meseiâ: Paylaşılacak
bir mîrâs mes'elesinde iki mirasçıdan biri 1/3 (sülüs), diğeri de 1/4 (=
nıbu'l hisse alacak fflsalar, bu mes'elede en küçük mahreç (= ortak payda) 12
olur ki bu 12 asl-ı mes'eie'dir.-
MAKE.SÇ:
Asl-ı Mes'ele anlamındadır.
PAVîî da, Asl-ı
mes'ele ve mahreç mânâsına kullanılan bir kelimedir.
OKTAK PAYDA tabiri, de
mahreç ve aslı mes'ele anlamında kullanılır.
Meselâ: Ölen bir
kimsenin, geride bir karısı ile bir oğlu kalsa; bu durumda mîras mes'elesinin
mahreci (= asl-ı mes'ele = ortak payda = paydası) 8 olmuş olur. Ve terikenin
sümünü (= l/8)i zevcenin (= karının) kalan 7/8 de oğul'un olur.
ASHÂB-I
FERÂİZ: FERÂİZ Maddesine
bakınız.
MASHAB-IRED:
Neseb cihetiyle ashâb-ı ferâizden olan ve kendilerinden başka asabe bulunmadığı
takdirde, hem muayyen sehimleri alan, hem de geride kalan (= mütebâkî)
sehîmlere red yoluyla hak sahibi olan kimselerdir. Zevç (= koca) veya onunla beraber
bulunan kız gibi...
ASHÂB-I TERCİH:
Tercih Maddesine bakınız.
ÂŞİR:
Lügatte: Onuncu demektir.
İstılahta AŞIR:
Ticaret mallarından zekât nâmı ile alınacak olan vergiler için, memleket
dâhilinde — îcâbina göre, bir veya daha çok yerde meydana getirilen, bir mâlî
müessesenin baş memuru demektir. Öşr, onda bir anlamına gelir. Bununla beraber,
bu kelime ıstılahta mutlaka onda bir anlamında kullanılmaz. Âşirin, muhtelif
miktarlarda topladığı vergiler anlamında, bir cins ismi olarak kullanılır.
Bundan dolayı, onda bire öşür denildiği gibi, yirmide bire de, kırkta bire de,
öşür denir. Âşir de, böyle bir vergiyi toplayan şahıs demektir. Âşirin alacağı
vergi genellikle öşr (= 1/10), nısf-ı ö$r (= 1/20), rub'u öşr (= 1/40)
nisbetinde olacağından, bu şahsa âşir denilmiş oluyor.
Uşşâr: Âşirler
demektir.
ATIK: Azâd
olmuş, yanut azâd edilmiş köle veya câriye demektir. Atîk'in çoğulu UTEKÂ'dır.
ATÎKA: Azâd
edilmiş cariye demektir. Bunun çoğulu da ATÂİK'tir.
Atik kelimesi, aslında
kerîm ve cemi! olan; zaman, mekan veya rütbe itibariyle kıdemli bulunan şey anlamına
gelir. Azâd edilmiş olan kimse de, hürriyetin şeref, izzet ve onuruna
kavuşacağı içirt atîk nâmını almıştır.
ATİYYE:
İhsan, bahşiş, hediyye anlamına kullanılır. Bu anlamı itibariyle atiyye
kelimesi, hibe, hediye ve sadaka'dan daha geniş anlamlıdır. Atiyye'nin çoğulu
ATÂYÂ'dır.
Avâid-i Örfiyye:
VAKIF
Maddesine bakınız.
AVÂİD-İ
ŞER'İYYE: VAKIF Maddesine bakınız.
AVÂİP-İ VAKIF: VAKİF
Maddesine bakınız.
MAVÂRİZ:
Engeller, kazalar, belâlar, engebeler.
Fevkalâde hâllerde
Özellikle savaş yıllarında alınan muvakkat vergi.
AVÂRIZ-I SEMÂVİYYE: Delilik, küçüldük, bunaklık, hastalık ve ölürri gibi, insanın kesbi,
iradesi ve ihtiyarı olmaksızın meydana gelen ve kişinin ehliyet-i vücubunu ve
ehliyet-i edasını tamamen veya kısmen ortadan kaldıran mânâlar demektir.
Avârız-ı Müktesebe: İnsanın, kesbi, .irade ve ihtiyarı ile meydana gelip, kişinin
ehliyetine az çok tesir eden, cahillik, sarhoşluk, ikrah gibi manialardır.
Avârız-ı Dîvâniyye: Bu, önceki devirlerde alınan bir çeşit vergidir ve "Tanzîmat-i
Hayriyye'-den önceki zamanlarda câri kanun ve nizamlara göre alınan vergi ve
resimler" demektir.
AVARIZ VAKIFLARI: VAKIF Maddesine bakınız.
AVL:
Mirasçıların hisselerinin (= paylarının) toplamının, mahreçten (= ortak
yapdan) büyük olması hâlidir.
AVLIYYE: Bir
mîras mes'elesinde, ashâb-ı ferâ-izin sehimlerinin toplamının, mes'elenin
mahrecinden büyük olması hâlidir. Bu tâbir, lügatte ref, galebe ve çevre meyi
anlamlarını ifâde eden avl lafzından gelmektedir. Burada paylar (= hisseler),
ortak payda'nın(= mah-rec'in = asl-ı mes'elenin) miktarını aşmaktadır.
Meselâ:
3 4
nısıf (= 1/2) sülüsân (= 2/3)
M
------------------------------------------
es'ele : 6
zevç uhteyn lehümâ Avliye 7
{= koca). (= ana-baba
bir iki kız kardeş)
AVNE: Kahr
ve galebe çalmak demektir. Bundan dolayı, kahren vuku bulan bir fethe anveten
feth denilir.
Bununla beraber, bu
kelime pek çok mânâyı da ifâde eder. Mesela: Anve kelimesi, itaat ve inkiyat
mânâlarında da kullanılır. Bu durumda İse anveten feth: Rıfk ve sulh yolu ile
yapılan fetih demek olur.
AYN: Dışarda
mevcut, muayyen ve müşahhas bir şey demektir.
Meselâ: Bir kitap, bir
ev, bir otomobil, meydanda mevcut belirli miktardaki para, bir miktar buğday,
belirli bir ev eşyası birer ayn'dır.
AYNE: Rıba
Faiz ımıâmelesindeki fazla miktar (= faiz) demektir.
Ayne: Bir kimsenin,
bir malı, bir şahsa, belli bir bedel ile, veresiye olarak satıp, aynı malı, o
mecliste, o şahıstan, o bedelden daha noksana ve peşin olarak satın almasi
mânâsına da gelir.
'
ÂZÂ: Uzuv
Maddesine bakınız.
AZİMET:
Kulların özürlerine mebuî olmaksızın, ibtidâen meşru kılınan şey demektir.
Sefer halinde, ramazan orucunun tutulması gibi.. [1]
Bab: Kapı,
bölüm.
Bâc: Halktan
alınan Öşür ve haraç ile tacirlerden alınan temettü resminden ve gümrük
resimlerinden ve benzerlerinden ibarettir.
Büyük bir hükümdarın,
kendisinden daha aşağı mertebedeki hükümdarlardan aldığı aidata da BÂC
denilir.
BÂDİYE: Çöl,
kır. M BAGY
BAGY:
Lügatte: Mutlak olarak talep (= istemek) ve kesb (= çalışıp kazanmak) anlamına
gelir. BAGY kelimesi lügat örfünde: Cevr ve zulüm gibi yapılması helâl olmayan
bir şeyi İstemek anlamında meşhur olmuştur.
Bu İtibarla BAGY
kelimesi: Zulüm, teaddî (= düşmanlık), fesat çıkarma gayretinde olmak, fücura
(= işaret ve günah işlemeye) düşkünlük, hakdan ayrılma mânâlarında kullanılmaktadır.
Fıkıh İstılahında BAGY: Veliyyü'l-emr'in daire-i itaatinden, bir te'vile
dayanarak, haksız yere çıkıp, te-gallübte bulunmak demektir. Görüldüğü gibi, bu
kelimenin, ileri gitme, azgınlık, sezkeşlik ve isyan gibi anlamlan da
bulunmaktadır.
BAĞI: Muhik olan (=
hakkı yerine getiren; haklı, doğru) bir veüyyü'1-emre veya nâbiine karşı, bir
te'vile (yani: Kendisince doğru görülen bir delile) istinaden isyan ederek,
itaat dairesinden çıkan; bununla beraber, müslümanlann katledilmesini,
mallarının
müsaderesini,
zürriyeüerinin esir edilmesini helâl görmeyen mennee (= kuvvet) sahibi bir
mûslümandır.
BUGAT:
Bagî'nin çoğuludur.
EHL-İ BAGY:
Bagüer topluluğu demektir.
FİE-İ BAGİYYE:
Bagîler topluluğu; bagîler güruhu; bagîler taifesi; bagîler takımı demektir.
BAHA:
Kıymek, bedel, değer.
BAHÂDIR:
Cesur, yiğit, kahraman.
BAHİS (MÜBÂHASE)
MÜBÂHASE:
Bir iş, bir mes'ele hakkında, iki veya daha çok kimsenin, mütâlaya başlayıp,
bir tarafın müddeasını isbata kıyam etmesine karşı, diğer tarafın itiraz edici
bir tavır alması; karşılıklı konuşa ma ve bahse girişme gibi anlamlara gelir.
Bir mübâhasede,
yapılan itiraza karşı, işin özüne muvafık ve hakkı ortaya çıkartmaya hizmet
edecek şe^ kilde verilecek olan cevâba CEVÂB-I TAHKİKİ denir.
Aksine, işin özüne
muvafık olmayıp, sadece hasmını, itiraz edeni susturmak maksadıyla verilecek
cevâba da CEVÂB-I CEDELÎ denir. CEDEL Maddesine de bakınız.
BAHŞ: Bağış,
ihsan.
BAHŞETMEK:
Bir şey bağışlamak ihsan etmek.
BA'L: Zevç
(= koca) demektir.
Ba'l'ın çoğulu
BUÛLE'dir.
BAffR: Deniz;
büyük göl veya nehir.
BAHRİ:
Denize ait; denize mensup; denizle ilgili.
BAHRİYYE:
Donanmaya ait işler.
BAHR-İ MUHIYT:
Okyanus.
BAHRİYYÛN:
Denizciler —Kaptan ve gemiciler gibi—, deniz işerim bilen kimseler.m bâtıl
Bâtıl: Tamamen veya
kısmen rükünlerini ve şartlarını câiiiİ bulunmayan her hangi bir İbâdet veya
nu-âmele demektir.
Bir özür bulunmadığı
hâlde, tahâretsiz kılınan namaz gibi...
BATN: Karın.
Nesil, soy anlamına gelir. BüTÛN, batınlar demektir/ EBTÂN da aynı anlamdadır.
Btr kimsenin evlad ve torunları,
kendisine nazaran birer batındır. Şöyle ki, bir kimsenin sulbî evlâdı birinci
batm; evlâdının evlâdı ikinci batnı bunların evlâdı da üçüncü batnı teşkil
eder. BATNEN BA'DE BATNIN: Soydan soya; nesilden nesile; kuşaktan kuşağa..
"Evvelki batında kimse varken, ikinci batında olan kimse istifâde
edemez." anlamına kullanılır.
BAZIA: Bir
yara çeşitidir. Bâzıada deri ile birlikte biraz da et kesilmiş olur.
BAZİK: Üzüm
usaresinin yani sıkılmış üzüm suyunun, ateşte veya güneşte, üçte birinden daha
az bir kısmının buharlaşıp kaybolmasına kadar pişirilmesi neticesinde elde
edilen ve sarhoşluk verecek hâle gelmiş olan bir içki çeşididir.
BED: Fena,
yaramaz, çirkin. Kötülük
BEDBAHT;
Bahtsız. Talihsiz. Kara bahtlı.
BEDEL;
Başkası adına hac eden, vekil olarak hacca gönderilen kimse demektir.
BEDEL-İ İCARE: VAKIF (Mukâtaa) Maddesine bakınız.
BEDEL-İ R AKABE: Bir köle veya cariyenin şahsı makamına kâim olan kıymeti yahut nefsi
mukabilinde ödemeyi deruhte ettiği ıtk veya kitabet bedeli demektir.
BEDENE; (Hac'da)
deve ve sığır cinsinden olan kurbana bedene adı verilir.
BENÜ'L AHYAF:
-Sadece- ana bir, erkek ve kız kardeş demektir. Bunlara EVLÂD-IÜM denir. Her
birine ise ah liüm (= ana bir erkek kardeş) ve uht liüm (= ana bir kız kardeş)
denilir.
BENÜ'L-ALLÂT:
-Sadece- baba bir erkek ve kız kardeş demektir. Bunların her birine ah lieb (=
baba bir erkek kardeş) ve uht lieb (= baba bir kız kardeş) denir.
BENÜ'L-ÂYÂN:
Ana-baba bir erkek ve kızkar-deşler demektir. Ki bunlara, ah liebeveyn (=
ana-baba bir erkek kardeş ve uht liebeveyn (= ana-baba bir kız kardeş) denir.
BERÂET
BERÂET: Bir
şahsın zimmetinin (yani, nefsinin, bir şeyin vâcîp ve lazım olmasından) hâli
olması; İddia edilen hak ile meşgul olmaması demektir. Buna, berâet-i zimmet,
(= zimmetinde bir şey bulunmama, her türlü borçtan ve da'vâdan kurtulmuş olma)
da denir.
BERÂET: Bir
kimsenin; kendisi hakkında İddia edilen bir suçtan beri olduğuna veya
kendisine isnad edilen suçun, aslında bir suç teşkil etmediğine dair, hâkim
tarafından verilen hüküm mânâsında da kullanılır.
İbra kelimesine de
bakınız.
BEY': Bir
malı, başka bir malla değiştirme; satma; satış; satılma; satın alma gibi
anlamlara gelir. Bey'; mün'akid ve gayr-i mün'aldd olmak üzere iki kısma
ayrılır.
Bey'-i gayr-i
mün'akid, bey'-i bâtıl (= geçersiz satış) demektir.
Bey'-i mün'akid ise;
1-) Sahih,
2-) Fâsid,
3-) Nâ-fîz,
4-) Mevkuf
kısımlarına ayrılır. Bey', mebi' (= satılan şey) itibariyle de şu dört kısma
ayrılır:
1-) Bey'-i
Mutlak,
2-) Bey'-i
Sarf,
3-) Eey'-i
Mükâyaza,
4-) Bey'-i
Selem.
?."Ü:^Ü'L-BEY(: Yani bey'in (= satışın) mâhiyeti, bir malı, diğer bir mal ile
değişmekten İbarettir. Ancak, mübadeleye delâlet etmesi hasebiyle, satıştaki
îcab ve kabul ile teâtîye (= karşılıklı alip-vermeye) de RÜKNÜ'L-BEY' denir.
BAYI': Bir
malı, başkasına satan kimse; sattcı demektir.
ŞİRÂ ve İŞTİRA, satın
almak: MÜŞTERİ de, bir malı, bir şahıstan satın alan kimse demektir,
BEY'-İ MÜN'AKİD: în'ikad bulan (= akdedilen, tamamlanan) bey'dir. (Satıştır) Yani,
bey'a mahsus îcab ve kabulün müteallikinde yani satılan şeyle, badelinde eseri
zahir olacak şekilde, birbiri ile irtibat etmesi ile meydana gelir. Bu eserden
maksat da, satan şansın semene (= bedele), satın alan şahsın da mebi'e (=
satın aldığı şeye) mâlik olmalarından ibarettir.
BEY'-İ GAYR-İ MÜN'AKİD: Kendisinde, in'i-kad şartlan tamamen veya kısmen
bulunmayan ve do-layısıyle bâtıl (= geçersiz) olan bey'dir. Meselâ: Bir
mecnunda (= delide) in'ikad (= akid-leşme) şartlarından biri olan tasarruf
ehliyeti bulunmadığından, onun alım-satımı
mün'akid (= akdedilmiş,
gerçekleşmiş) olmaz; batıldır. (= geçersizdir.)
BEY-İ SAHİH:
Zatı ve sıfatı itibariyle me§rû' olan satış akdi demektir. Buna, BEY'-İ CAİZ de
denir. Bir bey'in zâtı itibariyle meşru' olması; îcâb ve kabulün meşru bir
şekilde birbirine bağlanması ile meydana gelir.
Vasıf itibariyle meşru
olması ise, âfddleriıı (= bu alışveriş akdini yapan tarafların) rızâları ile
ve semenin mâlûmiysti (= bedelin belli olması, bilinmesi) ile tahakkuk eder,
BEY'-İ FÂSİD:
Esas itibariyle sahih olduğu hâlde, vasıf itibariyle sahih olmayan (yani: Zâtı
itibariyle mün'akid olduğu hâlde, bazı haricî vasıflan bakımından meşru'
olmayan) bey'dir. Semenin, gayr-i mütekavvinı (= bedelin, dayanıksız, çürük)
bir mal olması gibi...
BEY'-İ BÂTIL:
Kendisinde in'ikad şartlan tamamen veya kısmen bulunmadığından dolayı, asla sahih
olmayan bey'dir. Ki bu, hiç bir hüküm ifâde etmez. Lâşe gibi, —mütekavvim
olmayan— bir şeyi satmak gibi...
BEY-İ MEVKUF:
Başka bir şahsın hakkı taalluk ettiği içni, geçerli olması, o şahsın iznine
bağlı olan bulunan bey' (= satış) işlemidir.
Bey'-İ Fuzûlî gibi..
Fuzûlî: Bir başkası
hakkında, onu İzni bulunmadan
tasarrufta bulunan
kimse demektir.
BEY'-İ NAFİZ:
Bir başkasının hakkı taallûk etmeyen satış akdi demektir. Bu akidde hemen
mülkiyet terettüp eder.
NEFAZ: Şer'î
bir tasarruf üzerine, eserinin derhal terettüp etmesi demektir.
Bundan dolayı, üçüncü
bir şahsın hakkı taallûk etmeyen böyle mün'akid bir bey', hemen mülkiyet ifâde
eder. Yani, malı satan şahıs semene (= bedele), satın alan şahıs da mebi'e (=
satın aldığı şeye) hemen mâlik olur.
BeyM Nafiz iki nev'e
ayrılır.
1-) BEY'-İ LÂZIM; Hıyar-i şart, hıyar-ı rü'yet gibi muhayyerliklerden ârî olan nafiz
bey' demektir. Bu satış akdini, âkidlerden sadece biri feshedemez.
2-) BEY'-İ GAYR-İ LÂZIM: Kendisind muhayyerliklerden biri bulunan, nafiz
bey'dir. (= geçerli satıştır.) Bu satış akdini İse, sâdece muhayyer olan taraf
feshedebilir.
BEY'-İ Bİ'L-VEFÂ: Bir malı; bu mala ödenen semen (= bedel), satıcı tarafından geri
verildiğinde, malı da, müşterinin satıcıya geri vermesi üzere, belidi bir
bedel karşılığında satmak demektir. Yani, satan şahıs, aldığı semeni,
müşteriye geri verince, müşteri de satın almış olduğu şeyi, satıcıya iade eder.
Bu İşlem; müşterinin nebi' (= satın aldığı şey) den faydalanması cihetinden
bey'-i sahih hükmündedir. Ve bu muamele, her iki tarafında, bunu feshetmeye
muktedir olmasından dolayı da bey'-i fâsid hükmündedir.
Bir müşteri, bu
şekille satın aldığı bir şeyi, başkasına satamıyacağı için de, bu muamele rehin
hükmündedir. Ve bu işlemin rehin olması yönü galiptir. VEFA, yapılan bir ahde
ve verilen bir söze riayet etmek demektir.
Bey'-i bVl-vefâ'ya
BEY'-İ Bİ ŞARTİ'L-VEFÂ da denir.
BEY'-İ Bİ'L-İSTİĞLÂL: Bir kimsenin, bir malı, bizzat kendisi isticar etmek
(= kira ile tutmak) üzere, bir başkasına vefâen satması demektir. Meselâ: Bir
kimse, kendi evini, on milyon liraya vefâen satıp, bu evi, aylık yüz bin lire
ücretle, satın alan kimseden kiraya tutsa; bu işlem bi/ bey'-i bi'l-istiğsal
olur.
BEY'-İ MUTLAK:
Bir malı, bir semen (= bedel, karşılık) mukabilinde derhal satmakla meydana
gelen ve mutad veçhile dâima yapılmakta olan satış muâmelesidir.
BEY'-İBAT:
Bey'-i Kat'îdemektir.
Bey'-i Bat tâbiri,
bey'-i bi'1-Vefa ile bey'-i bi'I-İstiğlâTin mukabili yani zıddıdır. Bey'-i Bat
tâbiri, bazan da bey'-i bi'I-hıyâr'm mukabili (= zıddı) anlamında kullanılır.
BEY'-İ SARF:
Nakdi; nakid karşılığında satmak demektir. Yani: Sikkeli veya sikkesiz altını,
altın karşılığında; gümüşü gümüş karşılığında satmak yahut altını gümüş,
gümüşü altın karşılığında satmaktır ki, bu işleme para bozma denir.
Sarf kelimesi,
lügatte: Bozmak, tahvil ve tağyir etmek mânâsına gelir.
Bey'-i Sarfla meşgul
olan kimseye SARRAF veya Sayrefî denir.
BEY'-İ MUKÂYAZA: Nakid kabilinden olmayan bir aynı, başka bir ayn İle (yâni, altın ve
gümüşten başka bir malı, diğer bir mal ile) mübadele etmek (= değiştirmek)
demektir ki, bu işleme lisanımızda TIRAMPA denir.
Bir kitabı, diğer bir
kitapla değişmek gibi....
BEY'-İ SELEM:
Müecceli, muaccel bir şey karşılığında satmak yani: Peşin para veya peşin
verilen başka bir mal ile, veresiye bir mal satın almak demektir.
SELEM:
Lügatte: Takdim (= Öne geçirmek) mânâsına gelir.
Bu işlemde, peşin
parayı veya malı veren müşteriye SÂHİBÜ'S-SELEM veya RABBÜ'S-SELEM denir.
Veresiye mal verecek
olan sancıya da MÜSLEMÜN İLEYH denir.
Bu şekilde satın
alınan mala MÜSLEMÜN FÎH ve peşin verilen paraya veya mala da RE'SÜ'L-MÂL-İ
SELEM denilir.
Selem işlemine SELEF
de denilir. Bununla beraber Selef tâbiri, Karz-ı hasen mânâsında da kullanılır.
Bundan dolayı Selef tâbiri, selem tâbirinden daha geniş anlamlıdır.
BEY'-İ MUSÂVEME: Bir kimsenin, almış olduğu bir malı, kendisine kaça mâl olduğunu
söylemeden, belli bir bedel karşılığında ve nzâ ile satması demektir.
Bir tacirin, elinde bulunan
bir malı, kaç liraya aldığını söylemeden bir başka şahsa, şu kadar liraya satması
gibi... Satış işlemlerinde en ziyâde câri olan usûl budur.
BEY'-İ MURABAHA: Bir kimsenin, almış olduğu bir malı, kendisine kaça mal olduğunu
söyliye-rek, bundan daha fazla bir semen karşılığında bir başka şahsa rızası
ile satmasıdır.
Bir kimsenin, bir
malı, "Bin liraya aldığını" söyli-yerek, bin yüz liraya satması bir
bey'-i mürâbaha'-dır ve bu yüz lira kâr (= nbıh) olmuş olur.
BEY'-I TEVLIYE:
Bir kimsenin, almış olduğu bir malı, kendisine kaça mal olduğunu söyleyerek,
tam maliyet fiyatına satması demektir.
Bir kimsenin, bin
liraya aldığım söylediği bir malı, yine bin liraya satması gibi...
BEY'-İ VAZÎA:
Bir kimsenin, bir malın kendisf-ne kaça mal olduğunu söyliyerek, bu malı maliyetinden
daha düşük bir fiata satmasıdır.
Bir kimsenin, bin
liraya aldığını söylediği bir malı, dokuzyüz liraya satması gibi...
BEYÂN
BEYÂN:
(Lügatte): İzhâr etme, ortaya koyma, açığa çıkarma mânâsına gelir. Dam ve
tebyîn anlamında da kullanılır.
Istılahta BEYAN: Söz
olsun, iş olsun, vuku bulan bir şeyden maksad ve muradın ne olduğunu, o şey ile
ilgi ve münâsebeti bulunan bir söz ile veya bir fiil ile açığa çıkarmak
demektir. Meselâ: "Namazı dosdoğru kılınız." emrini, Resûl-i Ekrem
(S.A.V.) Efendimiz, kendi fiilleri İle yani kıl-dıklan namazlarla beyat etmiş
ve bu hususta: "Namazı, benim kıldığım gibi taliniz." buyurmuştur.
BEYÂN beş nevidir:
1-) BEYÂN-I TAKRİR: Bir sözü, mecazî ve husûsî bir anlama gelme ihtimâlini kesecek bir
şey ile te'-kid etmektir.
Meselâ:
"Kanatlariyle uçan şu kuşlar da sizin gibi birer canlıdır."
cümlesindeki "kanatianyla uçan" vasfı, bir te'kidtir ve bu te'kid
"kuşlar" lafzından mecazî bir mânâ kasdedilmediğini gösterir.
2-) BEYÂN-I TEFSİR: Kendisinde gizlilik bulunan bir şeyi îzah etmek, açıklamak demektir.
Şöyle ki, kendisinde gizlilik bulunup mücmel, müş-kil ve hafî gibi kısımlara
aynlan sözler, beyânı tef-sîr sayesinde tebeyyün etmiş ve açıklık kazanmış
olur. Meselâ: "Zekâtınızı veriniz." mealindeki bir emir mücmeldir;
miktan muayyen değildir. Resûl-i Ekrem (S. A.V.) Efendimizin
:"Mallannızın kırkta birini zekât olarak getirip veriniz.' nielâlindeki
emirleri ise, zekâtın miktarını tâyin ettiğinden, bu hususta bir beyân-ı
tefsirdir.
3-) BEYÂN-I TAGYÎR: Sözün evvelinin mûcebiui ve bundan muradın ne olduğunu, diğer bir
lafız ile izhar ederek değiştirmektir. Tahsîs, istisna, sıfat gaye ve bedel
denilen şeyler, birer beyân-i tağyîr'dir.
Meselâ: "Bey'
helâl, ribâ haramdır." ibâresindeki ilk cümle, yâni "Bey' helâldir."
cümlesi, ribâ şekliyle yapılan bir bey' (= satış) muamelesine de şâmildir.
"Ribâ haramdır." cümlesi ise, bu şümulü tağyîr ederek, bey'in
helâlliğini, ribâ yolu ile olmayan bey' muamelesine tahsis kılmıştır. Keza:
"Şu paranın bin lirası müstesna olmak üzere, hepsi Zeyd'e aittir."
cümlesinde, istisna, bir beyâo-i tağyn-'dir. Ve, "Şu paranın hepsi Zeyd'e
aittir." ibaresinin mücebini değiştirmiştir.
4-) BEYÂN-I ZARURET: Bir şeyi, lafzen tavzîha mevzu olmayan bir şeyle, bir nevi izah
etmektir. Bu beyanın bir kısmı mantuk hükmündedir; bir kısmı ise vakt-i
hacetteki sükûttan ibarettir. Meselâ: "Yalnız anası ile babası bulunan bir
müteveffanın terikesinin üçte biri anasınmdır." denildiğinde, "bu
terikenin kalan kısmı da babasınındır." denilmiş olur. Vakıa, bu son söz,
meskûtün anhtir. Fakat, siyâk-ı kelâm (= sözün başı, gelişi) itibariyle, örfen
mantuk (= söylenmiş) hükmünde bir beyan-ı zarûret'ten ibarettir.
Keza, bülûga ermiş
bakire bir kıza, babası onu evlendireceğini söylediği hâlde, bu kız sükût
etse; bu sükût evlenmeye muvâfakattan ibaret olur. Vakıa, bu sükût, tavzihe
mevzu olan bir şey değildir. Fakat, söze hacet bulunan bir sırada vuku'
bulduğundan, bu sükût, bir beyân-ı zaruret sayılır.
5-) BEYÂN-I TEBDİL: Fer'î hükümlerden olan ve te'bidi gösteren bir kayıtla mukayyet
bulunmayan, şer'î bir hükmün hilâfına, ondan^aha sonra bir şen delilin delâlet
etmesidir ta, buna nesh de denilir. Bu durumda sonradan olan şer'i delile NÂSH
bu delille kaldırılan şer'î hükme de MENSUH denilir. Meselâ: Evvelce, ebeveyne
vasiyet yapılması ferz idi; daha sonra, bu farziyet, şer'î bir delille
neshedilmiştir.
BEYTÜ'L-MÂL-İ MÜSLİMÎN: İslâm hükümetinin mâliye hazînesi demektir ve bu,
bütün müslü-manlara aittir.
MBEYYİNE:
Kuvvetli hücet, delil burhan demektir.
BEYYİNÂT: Beyyineler
demektir. Haktan tebeyyün ve tecellîsine hizmet ettiğinden dolayı şahâdet'e de
beyyine denilmektedir.
TEÂRÜZ-İ BEYYİNÂT: Beyyinelerin heryönden teâdü ve tekabül etmesi yani her bir
beyyinenin, diğer beyyinenin nefyettiğini isbât eder bir hâlde bulunması
demektir.
Bu durumda, bu
beyyinelerden hiç biriyle amel edilmeyeceğinden, bu beyyinelerin hepsi de
sakıt ve geçersiz olur.
TERCÎH-İ BEYYİNE: Hasımlar tarafından ikâme edilen şahitlerden bir kısmının, diğer bir
kısmı üzerine takdim edilerek, ona göre hüküm verilmesi demektir.
Meselâ: Ölmüş bir
kimsenin, bir şeyi, sıhhatli hâlinde İkrar etmiş olduğuna dair ikâme edilecek
beyyine, hasta hâlinde ikrar etmiş olduğuna dair olan beyyine üzerine tercih
olunur.
BIA: Hınstiyanlara ait
kilise demektir. Bîa'mn çoğulu BİYA'dır.
BID'AT:
Lügatte: Sonradan meydana çıkan şey demektir.
İstılahta ise, BID'AT:
Din hususunda ashâb-ı kiram ile tabiînin iltizam etmediği ve şer'î delilin
iktiza ey-lemediğİ muhdes (= sonradan meydana çıkan şeyler demektir.
İslâm mezheplerinden
birine intisap etmiş bulunduğunu iddia ettiği hâlde, ehl-İ sünnet
ve'I-cemâatin akidesine muhalif inanç taşıyan kimseye de MÜBTEDİ ( = bid'atcı
= din hususunda yeni bir şey ortaya koyan kişi) denir.
BİGAYRİHİ ASABE: ASABE maddesine bakınız.
BİLÂ-REYB:
Reyb Maddesine bakınız.
Bİ'L-İCÂRETEYN MUTASARRIF: VAKIF
Maddesine batanız.
BİKR
BIKR: Kocaya
varmamış olan kız demektir.
EBKÂR:
bikr'in çoğuludur. Bikr iki nev'e ayrılır:
1-) BİRK-İ HAKÎKÎ: Erkek ile asla mücâmaatta bulunmamış olan kız demektir. Kocaya
varmamış olduğu gibi, hiç bir sebeple bekâreti zail olmamış olan bir kız
bikr-i hakîkî olduğu gibi; kocaya vardığı hâlde, kocasının mecbub (= zekeri,
husyeleri kesilmiş) veya ınnîn (= iktidarsız) olmasından dolayı, kendisine
yaklaşılmadan, kocasından talâk veya ölüm sebebiyle ayrılan kızda bikr-i hakîkî
sayılır.
Yüksek bir yerden
atlamak, çok hayız kanı görmek, uzun bir müddet evlenmeden yaşamak veya cerahat
gibi bir sebeple bekâret zan zail olan kız da, yine bikr-i hakîkî sayılır.
2-) BİKR-İ HÜKMÎ Tekerrür etmemek ve haktan-da hadd-i zina icra edilmiş olmamak
şartıyle, zina fiilinde bulunduğu bilinen kız demektir.
BİNEFSİHİ ASABE: Asabe Maddesine batanız.
UBİRR:
(Lügatte): Sevap, hayır, lütuf, ihsan, ibâdet, tâat, doğru sözlü olmak anlamlarını
ifâde eder.
İstılahta BİRR: Yemininde sâdık olmak demektir.
BÂR: Lütuf
ve ihsan sahibi ve yemininde duran kimse demektir.
BİRR-İ VÂLİDEYN": Baba ve anaya hizmet etmek ve ihsanda bulunmak
demektir.
BİRR'm mukabili ı.=
zıddı) UKÛK'tur.
UKÛK: Hukuka
riâyet etmemek ve hukuku zayi etmek demektir.
BİRZEVN:
\cem at'ı demektir. Lügatte: Üzerine semer vurulan at anlamında kullanılır.
Birzevnrin çoğulu BERAZÎN'dir.
Dişisine birzevne
denir.
Birzevn, kulakları
sarkık bir at olduğu için Ebû'I-ahtar diye künyelenir.
BUHTEC:
Pişilince, kabarıp iştidad eden yani ek-şiyerek sarhoşluk verecek bir hâle
gelen yaş üzüm suyu demeirtir
Şarap tortusundan
çekilerek elde edilen ve arak adı erilen rakı da buhtec hükmündedir.
BUTLAN:
Bâtıilık; boşluk; çürüklük; beyhûdelik.
BUTLÂN-I DA'VÂ:
Da'vânın esassız, haksız, boş 'İması.
BULÛĞ:
Lügatte: Vâsıl olmak; kavuşmak demektir.
İstılahta BULÛĞ: Çocukluk çağının sona ermesi demektir.
BALİĞ:
Bulûğa eren erkek;
BÂLİĞA:
Bulûğa eren kız demektir. Bulûğ çağının başlangıcı, erkek çocuklarda on iki yaşın
amamlanması; kız çocuklarda İse dokuz yaşın tamamlanmasıdır.
Bulûğ yaşının en son
nokkatı İse, — Imâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin en son ve en meşhur kavline göre,—
ihtilâm, ihbal ve inzal gibi bir sebeple bâlığ olmayan erkekler için, on sekiz
ve hayız,.ihtilam ve habil gibi bir sebeple bulûğa erdiği ortaya çıkmayan
kızlar için de on yedidir. Çünkü, bu yaşa gelmiş olan bir insan artık reşid
sayılmaktadır ve bu durumdaki bir kimsenin baliğ sayımlaması uygun olmaz.
Kadınların büyümesi ve idrâki, erkeklerden daha çabuk olduğundan, erkeklerin
bulûğ yaşı, bir sene sonra olmuştur.
Imâmeyn'e göre, gerek
erkek, gerekse kızlar İçin bulûğ çağının sonu onbeş yaştır. Bu yaşa erişen bir
kimseye kendisinde bulûğ alâmetleri görülmese bile, hükmen bulûğa ermiş
sayılır ve hakkında, bu yolda ahkâm câri olur. Çünkü, bu yaşta olanların bulûğa
ermeleri galip ve şâyîdir. Ve, insanların ömürleri tasa olduğundan,
kendilerinin bu müddetten daha fazla ehliyet-i kâmileden mahrum tutulmaları
uygun görülmez.
Müffâbih olan kavil,
İmâmeyn'in bu kavlidir. Me-celle'de de bu kavil kabul edilmiştir.
BÜR': Bir
şecce'nin (= başta veya yüzde bulunan bir yaranın) veya bir cerahatin yahut
kesilmiş bir uzun tamamen veya kısmen iyileşip kapanması demektir.
Aslında bür' kelimesi,
bir şeyin, başka bir şeyden ayrılıp hâlis, saf bir hâlde bulunması mânâsına gelir.
Bundan dolayı, hastalıktan ifâkat kesbedip (iyileşip) nekâhat hâlinde
bulunmaya da bür' denilmiştir.
BURHAN:
Kat'î olan delil demektir. Burhan: Mukaddimât-ı yakîniyyeden müteşekkil,
şartlarını câmî olan mantıkî kıyâstır ki, netice hakkında ilm-i yakın ifâde
eder.
BÜZÜ: Nikâh
mânâsına kullanılır. Bu kelime, kadının tenasül uzun anammı da ifâde eder.
MÜBÂZAA:
Mücâmeât, cinsî ilişki demektir. [2]
CÂBÖ VAKIF : VAKIF Maddesine bakınız.
CAM': Cem
eden; derleyen, toplayan; içine alan.
ICAİFE: Cevfe
(= boşluğa) kadar nüfuz eden yara demektir. Göğüste, arkada ve karında açılıp,
cevfe kadar giden yaralar gibi...
GAYR-İ CÂİFE:
Cevf (= boşluğa) nüfuz etmeyen her hangi bir yara demektir. Elde, ayakta,
boyunda meydana gelen yaralar gibi...,
CÂİZ
CAİZ: Yapılması
şer'an memnu (= yasak) bulunmayan şey demektir.
Caiz kelimesi, bazen
sahih yerinde, bazen de mübâh yerinde kullanılır.
Bazı muameleler, dünya
ahkâmı bakımından sahih olduğu hâlde, âhiret ahkâmı bakımından caiz olmaz.
Meselâ Cum'a namazı ile mükellef bir kimsenin, cum'a ezanı okunurken yaptığı
alış-satış muamelesi gibi.. Bu muamele sahihtir ve geçerlidir. Ancak, manevî
mes'ûliyeti gerektirdiği için caiz değildir.
CALİB:
Celbeden, kendine çeken, çekici
CÂLİB-İ DİKKAT:
Dikkat çeken.
CÂMEKİYYE:
Bir vakfın gallesiden vazife sahiplerine verilmesi mürettep olan aylık
atiyyelerdir. Bu bir vecihten ücret, bir vecihten de sıla mahiyetindedir.
Elbise ücreti nâmiyle verilen paralar bu kabildendir.
Câmekiyye, vazifenin
aylık kısmmdandir. Bunun senelik kısmına ise ATÂ denilir.
VAKIF ve VAZİFE
Maddelerine de bakınız.
CAMI4:
İçinde namaz kılman ibâdet yeri; içinde cum'a namazı kılınan mescid.
CÂMİ'A:
Topluluk
CANI:
Cinayet işleyen, kendisinden cinayet sadır olan şahıs demektir.
MECNİYYÜN ALEYH: Kendisine karşı cinayet işlenilmiş bulunulan şahıs.
MEN ALEYHTL-CİNÂYE tâbiri de, mecniyyün aleyh-yani kendisi üzerine cinayet vuku' bulan
kimse demektir.
CİNAYET
Maddesine de bakınız.
CÂR-I MÜLÂSIK:
Şüf a Maddesine bakınız.
CARİH: Cerh
eden, yaralayan; bîr kimsenin başından ve yüzünden başka herhangi bir uzvunda
ceriha (= yara) meydana getiren şahıs demektir.
MECRUH:
Yaralanan kimse demektir.
CERIH de: Yaralanan
kimse anlamındadır.
CURHA:
Cerîhin çoğuludur, yani: Yaralanan kimseler demektir.
CARİYE: Bir
kimsenin memlûkesi olan, genç veya yaşlı kadındır.
Câriye'nin çoğulu
CEVÂRÎ'dir.
CEBBAR:
Kahir, gâlib ve mütekebbir kimse demektir.
CEBEL-İ
RAHME: ARAFAT Maddesine
bakınız.
CEBR = İCBAR:
İkrah (= zorlama) demektir.
MÜCBİR:
İcbar eden (= cebreden), bir şeyi zorla yaptıran demektir.
VELİYYİ MÜCBİR:
Velayeti altıdaki kimseler hakkıda, —onlar, isteseler de, istemeseler de— tasarrufu
geçerli olan velî demektir.
CEBR kelimesi, ıslâh
ve telâfi manasına da gelir. Cebr'in zıddı, ihtiyar; kaerahatm zıddı ise,
nzâ'dır.
CEDD: Dede,
büyük baba.
CEDD-İ SAHİH:
Bir kimseye (miras konusunda ölen şahsa) nisbetinde, kadınlar dâhil olmayan
dede demektir. Babanın, babası, babanın babasının babası... gibi. (= ebü'l-eb,
ebü'1-ebi'I-eb...) (Miras hukukunda cedd-i sahîh, ashâb-i ferâizdendir.
CEDD-İ FASİD:
Bir kimseye (miras hukukunda ölen şahsın) nisbetinde anne dâhil dede demektir.
Ananın babası, babanın annesinin babası gibi.,. (Ebü'l-üm, ebü'Mimmi'1-eb...)
(Bunlar, miras hukukunda, zevi'l-erham'dandır.)
CEDDE-İ SAHİIIA: Bir kimseye (mîras hukukunda ölen şahsa) nisbetinde, cedd-İ fâsid
dâhil olmayan büyük annedir. Ölen şahsa nisbetin gerek kadınlar,-gerek
erkekler ve gerekse hem kadınlar hem de erkekler vâsıtası ile alması arasında
bir fark yoktur. Ananın anası (= ümmü'î-um), babanın anası (= üınmü'1-eb),
babanın babasının anası (= ümmü'l-ebi'l-eb) gibi... Bunlar da ashâb-ı
ferâizdendir.
ICEDEL:
Sadece hasmı ıskat ve ilzam için cereyan eden sert münâkaşa, tartışma
demektir.
DELIL-İ İKVAI:
Cedel esnasında ortaya konan delil demektir.
DELÎL-İ İLZAMI de
Deffl-i İnâî anlamındadır.
MÜCÂDİL:
Cidâl'de, Sert tartışmada bulunan taraflardan her biri.
CEFA:
Eziyet, incitme; cevr, ezâ.
CELD:
Lügatte: Deri üzerine vurmak demektir.
CELDE: Deri
üzerine bir defa vurmak anlamına gelir.
Bu kelime, deriden
yapılmış kamçı gibi bir şeyle vurmak mânâsında da kullanılır. Fflah
İstılahında CELD: Muhsan olmayan, mükellef bir zânî veya zâniyenin, belirli
uzuvlarına, vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza,
mucrihim (= suçlunun) cildi (= derisi) üzerine tatbik edildiği için CELDE adım
almıştır.
CELSE:
(Namazda:) İki secde arasında —bir defa "Sübhâne Rabbiyelazîm"
diyecek kadar— oturmaktır.
CEM-İMÜNEKKER:
Üç ve üçten daha çok şeyleri İfâde etmek üzere konulmuş, çokluk ifade eden
lafızdır. Rical (= kimseler, erkekler) ve nisa (= kadınlar) gibi....
CEM-İ TAKDİM:
-İkincisinin vakti henüz girmediği hâlde,— İki vakit namazı, —birincisinin
vaktinde— birlikte kılmak demektir.
Hac'da Arafe (9
Zilhicce) günü, Arafat'ta öğle ile ikindi namazlarını, öğle namazının vaktinde
birlikte kılmak sünnettir.
CEM-I TEHİR:
-Birincisinin vakti çıktıktan sonra— iki vaktin namazını birlikte kılmak
demektir. Hac esnasında, bayram gecesinde, akşam ve yatsı namazlarım,
Müzdelife'de, yatsı namazının vakti girdikten sonra, birlikte kılmak vaciptir.
CEMRELER
CEMRE:
Mina'da birbirine birer ok atımı mesafede bulunan üç taş kümesinden her birine
CEMRE denilir.
1-) AKABE CEMRESİ: (= CEMRE-İ AKABE) Buna, halk arasında Büyük Şeytan denir.
2-) ORTA CEMRE (= CEMRE-İ VÜSTÂ) Buna.da, halk arasında Orta Şeytan denir.
3-) KÜÇÜK CEMRE (= CEMRE-İ ÛLÂ) Halk arasında, buna da Küçük Şeytan denir.
REMY-İ CİMÂR: (Yani: ŞEYTAN TAŞLAMA) bu üç cemreye
yapılır.
CENÎN: Henüz
anasının rahminde bulunan çocuktur'.
Cenîn lafzı, aslında
setr ve ihfa (= Örtme ve gizleme) mânâsına da gelen cen ve icnân maddelerinden
alınmıştır. Bundan dolayı, henüz annesinin rahminde bulunan çocuğa cenîn
denilmiştir. Ceninler, hilkatlerinin muhtelif safhalarına göre şu kısımlara
ayrılmıştır.
CENÎN-İ MÜSTEBÎNİ'L-HİLKA: Yaratılışı tebey-yün etmiş yâni âzası belirmiş olan
cenindir.
CENÎN-İ GAYR-İ MÜSTEBÎNİ'L-HİLKA: Azası henüz belirmemiş (veya kısmen belirmiş) olan
cenindir. Bu cenîn, aleka ve kan parçası mesâbesidedir.
CENÎN-İ TÂMMİ'L-HİLKA: Âzası tamamen teşekkül etmiş olan cenindir.
CENÎN-İ GAYR-İ TÂMMİ'L-HİLKA: Âzası, kısmen teşekkül etmiş olan cenîn demektir.
CENÎN-İ ZÎ-HAYÂT: Anasının rahminde canlanmış olan cenindir.
CENÎN-İ GAYR-İ ZÎ-HAYAT: Henüz, kendisine ruh üflenmemiş olan cenîn demektir.
CENÎN-İ KÂZIB:
Gerçek olmayan gebelik demektir.
CENÎN-İ SAKIT:
Düşük, düşen çocuk.
ISKÂT-I CENÎN:
Çocuk düşürmek demektir.
CERH: Bu kelime
aslında bir şeyi kusurlandırma, ayıplandırma ve değerini noksanlaştırma
demektir. CERH kelimesi.bir kimseye sövmek, kötüsöz söylemek, bühtan ve ta'n
etmek ve bir hâkimin, şahid-lerinin şahitliklerini red ve iskat etmesi gibi
mânâlara da gelir.
CERH: Bir
şahidin şâhidliğini reddetmeye sebep olacak bir kusurunu meydana çıkarma
anlamına da gelir. CERH: Yaralamak
anlamına da kullanılır. Çünkü, yara da insanda bir ayıb, bir noksanlık teşkil
etmektedir.
CERH:
Yaralanmaak anlamına da kullanılır. Fıkıh
ıstılahında
CERH: —Başın
ve yüzün hâricinde— vücudun
herhangi bir uzvunu yaralamak demektir.
CERH- İ NÜSHIN:
Mecruh olan (= yaralanmış bulunan) bir şahsın, bir gün veya bir günden daha az
bir süre yaşaması umulamıyacak bir şekilde "1 mış olduğu yara
anlamındadır.
CERH-İ MÜHLİK:
Mecruhun (= yaralanan şahsın) helakine müeddî (= sebep) olan yaradır.
CÜRH = CİRÂHE: -Baş ve yüzün hâricindeki-uzuvlardan birinde meydana gelen yara
demektir.
CÜRÜH, CİRÂH, CİRÂHAT
kelimeleri, Cürh kelimesinin çoğuludur.
CEVARİB:
Yırtıcı kuşlar, vahşi hayvanlar ve insanların elleri ile ayaklan anlamına
gelir.
CARİHE:
Cevârih kelimesinin müfredidir. (= tekilidir.) Bu kelime, hem erkek için ve
hem de dişi için kullanılır.
CEVÂB-ICEDELÎ: BAHİS Maddesine bakınız.
CEVÂB-I TAHKÎKÎ:
BAHİS Maddesine bakınız.
CEYŞ: En az,
dört yüz nefer süvari ve piyadeden meydana gelen, askerî bir kıt'a demektir.
CÜYÛŞ, Ceyş'in
çoğuludur. Bu miktardaki akser, gerek veliyyü'1-emr tarafından meydana
getirilmiş olsun, gerekse gönüllü gazilerden müteşekkil bulunsun CEYŞ adını
alır.
CEYŞ-İ AZÎM:
En az, on iki bin kişilik askerî birlik demektir.
ASKER-İ AZÎM:
On iki bin veya daha fazla askerden maydana gelen birlik demektir.
CEZA
CEZA: Bu
kelime mücâzat, mükâfat, yapılan bir şeye, ona eşit bir şeyle karşılık verme;
itaatin sevabı, ma'siyetin azabı ve ikâbı gibi anlamlan ifâde etmektedir.
CEZA tabiri,
lisanımızda, daha çok ukubet mânâsında kullanılmaktadır. Bu da suç
İşleyenlere, bu suçlarından dolayı tatbik edilecek şey (= ukubet = ceza)
demektir.
Bu mânâda ceza,
hapsetmek, dövmek veya hareket serbestliğine mâni olmak şekillerinde uygulanır.
İCTİZA: Bir
kimseden ceza (yani mükâfat) istemek demektir.
İCZÂ: Bir
geyin, başka bir şey yerine, mümkün mertebe kâim olmasıdır.
TECZİYE: Bir
şeyi parçalamak, cüzlere ayırmak demektir.
Varlığı veya yokluğu
bir şarta rabt ve ta'lik edilen şeye de CEZA denir. Bir kimse istikâmette bulunursa,
tefeyyüz eder." denilmesinde, tefeyyüz etmek, istikâmet şartına bağlı bir
cezadır.
CİBÂYET:
Vergilerin ve başka devlet gelirlerinin tahsil edilmesi. Câbilik. Cibâyet'in
çoğulu CİBÂYÂT'tır. CÂBÎ de.vergi tahsildan anlamında kulanılır.
CİBÂYET: VAKIF
Maddesine bakınız.
CİBİLLİYET CİBİLLET: Huy, yaratdış, fıtrat anlamına gelir.
CİBİLLÎ:
Yaratılışta bulunan; tabiî.
CİHÂD
CİHÂD:
Lügatte: Bütün vüs'u (- güç ve kuvveti) vetâkati bezietmektîr. (= sonuna.kadar
harcamaktır).
CİHÂD:
kelimesi: Cehd (= çalışma, çabalama); bir işde mübalağa gösterme; her hangi bir
hususta ziyadesiyle çalışma mânâlanna da gelir.
Istılahta CİHAD: Hak yolunda vuku bulacak savaşlarda
gerek nefs ile, gerek mal ve lisan ile ve gerekse diğer vâsıtalarla çalışarak
bütün güç ve takati sarfetmek demektir.
MÜCÂHEDE:
Çalışmak ve savaşmak anlamına gelir.
MÜCÂHİD:
Nefsi İle veya harbîlerle mücâhede ve muharebede bulunan müslüman demektir.
CİHÂT: VAKTE
Maddesine bakınız.
CİHÂT-I ASLİYE: VAKIF Maddesine bakınız.
CİHÂT-I BEDENİYYE: VAKTE Maddesine bakınız.
CİHÂT-I
FER'İYYE: VAKTE Maddesine
bakınız.
CİHÂT-I
İLMİYYE: VAKIF Maddesine
bakınız.
CİHÂT-I GAYR-İ ZARÛRİYYE: VAKIF Maddesine bakınız.
CİHET: VAKIF
Maddesine bakınız.
CİHÂT-I ZARÛRİYYE: VAKIF Maddesine balınız.
CİNAYET: Hac
esnasında, yapılması hâlinde cezayı gerektiren fiil ve davranışlara da CİNAYET
denir.
CİNAYET
CİNAYET kelimesi
aslında ağaçtan meyveyi düşürmek anlamına gelir.
İCTİNÂ kelimesi de bu
anlamdadır.
CİNAYET:
İnsanlann işledikleri heıhangi bir kötülük ve şer mânâsına kullanılmaktadır.
Bundan dolayı
CİNAYET:
Muâhazeyi gerektiren herhangi bir cürümce suç demek olur. Yani, insanlann
nefislerine, uzuvlanna, kuvvetlerine, mallarına, ırzlarına, karşı yasaklanmış
herhangi bir fiil işlemek bir CİNÂYET'tir. Ancak, —canlı veya cansız— mallara
karşı işlenen cinayetler GABS, NEHB, SİRKAT, İTLAF gibi isimlerle anılırlar.
Fıkıh ıstılahında CİNAYET: Bir insanın nefsine veya âzâ
vekuvvetlerinden herhangi birine tealluk eden memnu' (= yasaklanmış bir fiilden
ibarettir. Başka bir tarif ile CİNAYET: Kısas veya tazminatı gerektirecek bir
şekilde, bir insanın nefsi veya bedeni hakkında vâki olan teeddî (= düşmanlık)
demektir.
CİNAYET Bİ'N-NEFS: Bir insanın nefsine tealluk eden yani İnsanın hayattan mahrum olması
neticesini doğuran cinayettir. Bu da, haksız yere vuku bulan bir KATL (=
öldürme) hadisesinden ibarettir.
KATL:
Maddesine de bakınız.
CİNAYET MÂ DÛNE'N-NEFS: Bir insanın uzuvlarından veya hassalarından ve
kuvvetlerinden birine kanş işlenen cinayettir. Ve bu cinayet cerh (= yaralama),
kat' (= kesme), havas ve kuvâyı (= his ve kuvvetleri) tatil etme şekillerinden
meydana getirilir.
Buna, CİNAYET
FÎ'L-ETRAF da denir.
CİNAYET ALE'R-REKİK: Bir köle veya cariyeye vuku bulan cinayettir.
CİNAYET ALE'L-BEHÎME: Bir hayvan hakkında, gasb veya telef etme suretiyle
vuku bulan cinayettir.
CİNAYET ALE'L-BEHÂİM: Hayvanlara karşı işlenen cinayet demektir.
CİNÂYET-İ BEHÎME: Bir hayvanın basmasıyla, sadmesiyle, sıçramasıyla, ön ayağını vurması
veya arka ayağını tepmesiyle yahut kuyruğunu çarpmasiyİe meydana gelen
cinayettir.
Bunun çoğulu da
CİNÂYÂTÜ'L-BEHÂİM'dir.
CİNÂYET-İ RÂKİB: Bir kimsenin, binmiş olduğu hayvan vâsıtasiyle vücûda getirdiği
cinayettir.
CİNÂYET-İNÂHİS:
Bir şahsın bir hayvana vur-inak veya dürtmek suretiyle meydana gelmesine sebebiyet
verdiği cinayettir.
CİNÂYET-İ HÂİT:
Bir duvarın yıkılıp, bir insanın telef olmasına sebebiyyet vermesi demektir.
CİNÂYÂT-I MÜNFERİDE: Bir şahsın işlemiş olduğu, başka başka cinayetler demektir.
CİNÂYÂT-I MÜŞTEREKE: İki veya daha çok kimsenin, bir şahıs hakkında, beraberce işlemiş
ol-duklan cinayetlerdir.
CİNÂYÂT-IMÜCTEMİA: Bir şahsın, bir anda, aynı fiille meydana getirmiş olduğu birden çok
cinayetlerdir. Atılan bir kurşun ile, bir kaç kişinin Öldürülmesi gibi...
CİNAYETLERİN TEDAHÜLÜ: Müteaddid cinayetlerin, yalnız bir cinâyetmiş gibi
sayılıp, bunlardan yalnızca birinin —kısas gibi, diyet gibi— cezâsıyle iktifa
edilmesi hâlidir.
CİNNET:
Mecnûn Maddesine bakınız.
CİNS:
Lügatte: Eşyadan bir sınıf, bir kısım demektir.
Cins kelimesi, nev'
kelimesinden daha umûmî ve daha geniş kapsamlıdır.
Meselâ: At kısmı,
hayvanlardan bir cinstir. Arap atı ise, at cinsinden bir nevidir. Fıkıh
ıstılahında CİNS: Şamil olduğu fertleri arasında garaz (- Niyet, gaye, kasıt)
bakımından büyük farklılıklar bulunmayan şey demektir. Meselâ: İnsan gibi...
İnsan'm nevileri kadın ile erkektir ve bunların aralarında da fazla bir
tefâvüt (= ayrılık, farklılık, zıtlık) yoktur. İnsanlık mahiyetinde tamamen
müşterektirler. İnsan, at, deve koyun ve hayat sahibi diğer mahlûklar
arasında, garaz itibariyle fahiş tefâvüt bulunduğundan, bunlar başka başka
cinslerdir. Mantıkta ise, bunların hepsi bir cins sayılır. Ve bunlardan her
biri canlılar cinsinin bir nev'i olarak kabul edilir.
CİZYE:
Gayr-i müslimerin mükellef olan erkeklerinden, senede bi defa alınan şahsî bir
vergidir.
HARCÜ'R-RÜÛS:
Baş vergisi anlamına gelen bu tâbir de cizye yerinde kullanılmaktadır.
Aslında cizye, ıvez ve
kifâyen anlamına gelir. Müslümanların zimmetine, ahd ve emânma nail olan ve
müslümanlarm lehinde ve aleyhindeki bir çok hukuka iştirak eden gayr-i müslim
tebaadan olunan cüz'î bir vergi, nail oldukları nimet ve selâhiyete bir nevi
ivez (= karşılık) olmak üzere kâfi görüldüğünden cizye nâmını almıştır.
Bununla birlikte cizye
kelimesi, ceza mânâsına da gelir. Ceza ise, hem mükâfat hem de ukubet (=
mücâ-zat) anlamına gelir,
CVÜL: Hizmet
mukabilinde verilen ücret demektir. Abık'ı (= Efendisinden kaçmış bulunan bir köleyi)
efendisine (=
sahibine, mâlikine) geri vermek üzere, bi'1-işhâd (= şahid edinerek; şâhid
göstererek) yakalayan kimsenin, bu hizmeti mukabilinde nıüs-tahik olduğu (=
olmaya hak kazandığı) ücrete de CU-UL denir.
CUUL ALE'L-CİHÂD: Gazada bulunmak yani savaşa katılmak üzere alınan veya verilen ücret
demektir.
Cihâda yardımcı olmak
üzere, mücâhidlere verilen atiyyeye de CUUL denilmiştir.
CUUL kelimesi, sulh
mukâbiinde verilen bir nevi tazminat mânâsına da kullanılır.
CEÎLE ve CİÂLE
kelimeleri de CUUL anlamında kullanılmaktadır.
.
CÜBAR: Heder
olmak; tazmini lâzım gelmeksizin telef olmak anlamındadır.
CÜRM
CURM: Günâh.
Yapılması yasak olan şey. Suç.
CERİME, de cürm
anlamındadır..
CERAİM:
Cürm'ün çoğuludur ve cürümler, suçlar demektir.
ÜCRİM: Cürüm
sayılan herhangi bir fiili irti-kab eden, suc işleyen kimse demektir.
CÜRM-Ü MEŞHÛD:
Göz önünde işlenen suç. Suçüstü.
CÜND: Asker,
çeri; yardımcı mânâlarına gelir.
CÜNDÎ: Bir
asker demektir,
Cünd'ün çoğulu, CÜNÛD
ve ECNÂD olarak kul- . Ianlır.
CÜNHA:
Ma'siyet. Cinayetten aşağı mertebede bir kabahat. + CUNUN: Mecnûn Maddesine
bakınız.
CÜZÂF(= MÜCÂZEFE): Götürü pazarlık; yani: Bir şeyi Ölçmeden, tartmadan, tahmin üzerine
satmak ve satın almak demektir. Bİr yığın buğdayı, şu kadar liraya almak veya
sayılmadan gösterilen bir avuç para ile şu kadar arpayı satın almak gibi... Bu
işleme MACÂZEFE de denilir. [3]
DABBE: Yük
ve binek hayvanı.
DÂHİL: İç;
içere; içeri girmiş
DÂHİLEN:
İçenden; içten.
DAHİLÎ: İç
ile ilgili; içe, içeriye mensup
DALÂL, DALÂLET:
Doğru yoldan sapma.
DÂL: Yolunu
şaşırmış insan demektir..
DÂLLE:
Kaybolmuş, yerinden uzak düşmüş, yitik hayvan demektir.
DAMIA: Başta
veya yüzde meydana getirilmiş bir küçük yara olup, kendisinden, akmayan, göz
yaşı kadar bir kan çıkmış bulunur.
DÂMIĞA: Başa
veya yüze isabet eden bir yara olup, bu yara ile ümmü'd-dimağ denilen deri
yırtılmış ve dimağ yaralanmış, olur.
Bu yaradan sonra,
âdeten, hayatın devam etmesi kabil olmadığından, bu aslında secce (= yara)
değil, kati demektir.
DAMİYE: Başa
veya yüze isabet edip, kendisinden göz yaşı kadar kan çıkan ve akan yara
demektir.
DARB:
Dövmek, vurmak.
DARBE:
Vuruş, vurma, çarpma.
DARBEN:
Vurarak, döverek, çarparak.
DÂR-IADL:
Bir veliyyü'l-emrin riyaseti, adaleti ve hâkimiyeti dâiresinde bulunan herhangi
bir İslâm beldesi demektir.
DİR-İBAĞY:
Bağîlerin idaresi ve hâkimiyeti altında bulunan bir İslâm Beldesi demektir.
DÂR-İEMÂN:
İslâm Ordusu tarafından fetholu-nup, içinde ehl-i zimmet ikâmet ettirilen
beldedir. Böyle bir belde. İslâm hükümetinin himâyesi ve hâkimiyeti altında
bulunacağından, dâr-ı İslâm'a mülhaktır. (= İlhak olunmuş, sonradan katılmış
demektir.)
DÂR-İ HARB:
Müslümanlarla, aralarında müvâ-dea ve müsâîeha (= barış ve sulh) bulunmayan
gayr-i muslimlerin ülkesidir.
DÂR-I İSLÂM:
Müslümanların eli altında ve hakimiyeti dairesinde bulunan yerlerdir ki,
mûslümanlar buralarda emn ve emân içinde yaşarlar.
DÂRV'R-RİDDE:
Mürtedlerden (= İslâm dîninden dönenlerden) meydana gelmiş bir taifenin istîla
ederek, hâkimiyetleri, altına almış bulundukları yerlerdir.
DÂR-İ ZİMMET:
Müslümanların ahd ve emâm-ra, himayesini kabul etmiş olan gayr-i müslimlere
mahsus yerlerdir.
Bir vakitler idâri
muhtariyet verilmiş olan bazı eyâletler, bu kabileden olan yerlerdi.
DA'VÂ;
DA'VÂ:
Lügatte: Duâ, talep, niyaz, temenni, nida ve rağbet gibi mânâlara gelir. Bir
kimsenin, münazaa hâlinde, bir şeyi kendi nefsine izafe etmesine (meselâ:' 'Bu
maî benimdir.'' demesine) de DA'VÂ denir.
Istılahta DA'VÂ: Bir
kimsenin, bir başkasından, hâkimin huzurunda, bir hak talep etmesi demektir.
Bir başka tarife göre DA'VÂ: Bir kimsenin, başkasının elinde veya zimmetinde
bulunan bir şeye hak sahibi olduğunu iddia etmesidir. Meselâ: Bir kimsenin:
"Şu şahsın elinde bulunan, şu mal benimdir." demesidir.
Da'vâ'nın çoğulu,
DEÂVTdır. İDDİA: Lügatte: TedânT (= Birbirini def etme; itişme, kakışma;
kendini koruma) mânâsına gelir. Istılahta İDDİA: Bir kimsenin, bir şey hakkında
''şöyledir.'', meselâ:''O şey benimdir.'' diye zu'm (= zan) etmesi ve da'vâda
bulunmasıdır.' Bu zu'm (~ zan) isabetli (= hak) olabileceği gibi bâtıl da (isabetsiz
de) olabilir.
MÜDDEÎ:
Da'vâcı. Bir şeyi da'vâ eden şahıs. Bİr hakkın kendisine ait olduğunu, hâkimin
huzurunda, talep eden kimse. Da'vacı, dilerse, bu talebini terkedebilir.
Halk arasında, müddeî
diye, iddia ettiği şey hakkında, delili olmayan kimseye de denir. Çünkü, böyle
bir kimse, delil getirmedikçe, hâkim tarafından da müddeî diye anılır. Delil
getirince ise muhîk adını alır.
MÜDDEÂ ALEYH:
Da'vâlı. Aleyhinde da'vâ açılan şahıs.
Kendisinden, hâkimin
huzurunda, bir hak taieb edilen şahıstır ki, bu şahıs, bu talebi terkedemez ve
husûmete (= hasımlığa, da'vâlaşmaya) mecburdur. Da'vâlı, iki kişi olursa,
kendilerine müddeâ aley-hima; ikiden fazla olurlarsa, müddeâ aleyhim denir.
Müddeî ile müddeâ aleyh'e (= da'vâcı ile da'vâlı'-ye), mütedâiyân da denilir. MÜDDEA: Müddînin (= da'vâcımn), da'vâ
ettiği şey. İddia olunmuş şey. Da'vâ olunun şey. Meselâ' Bir kimse, bir
şahıstan, yüz bin lira alacağı olduğunu irîdia etse; bu durumda, bu yüz bin
lira müddeâ olmuş oku.
MÜDDEÂ BİH:
Müddeâ anlamında kullanılan bir lafızdır.
DA'VET: Bir
kimseyi, yemeğe veya başka bir şeye çağırmak mânâsına gelir.
Da'vet: Ziyafet, ahd,
yemin, paymangibi mânâlara da gelir.
Dİ'VE: Nesep
İddiasında bulunmak demektir.
DAI: Da'vet
edici. Bir kimseyi bir şeye sevk ve te$ vik eden kimse demektir.
DUA: Söz;
okumak.
Allahu Teâlâ'ya niyaz
ve ibtihâlde (= yalvarıp yakarmada) bulunmak, dergâh-ı Ulûhiyetinden hayır ve
rahmet ricasında bulunmak demektir.
DEF-İ DA'VÂ:
Da'vâlı tarafından, da'vâcının da'-vâsmı bertaraf edecek bir da'vâ ortaya
konması demektir.
Aslında def tâbiri,
bir şeyi zor kullanarak öteye savmak, bertaraf etmek mânâsına gelir.
DEIY;
Nesebi, başkasından sabit oluduğu hâlde, diğer bir şahıs tarafından tebennî
olunan, yani: Ev-lâd edinilen çocuk demektir ki; bu çocuk, o şahsın evlâdı
olmuş olmaz.
ED'IYÂ:
Evlad edinilen çocuklar, evlâtlıklar anlamına gelir. DEIY kelimesinin
çoğuludur
MVTEBENNÎ :
Evlâd edinmiş olan kimse demektir.
MÜTEBENNÂ:
Deıy yâni evlâd edinilen çocuk anamında kullanılır.
DELALET: Söylenilen
bir sözün, nasıl bir mânâya mevzu olduğunu bilen kimseler tarafından— anlaşılmasıdır.
DELÂLET lafzı, alâmet
ve bir şeyin varlığına veya yokluğuna nişane anlamında da kullanılır.
DELÂLET-İ MUTÂBIKİYYE: Bir lafzın, vaz' olunduğu mânânın tamâmına delâlet
etmesidir. Meselâ: insan lafzının, tam mâhiyeti, olan hayvan-ı nâtık'â (=
konuşan hayvan'a) delâlet etmesi gibi....
DELÂLET-İ TAZAMMUNİYYE: Bir lafzın, vaz olduğu mânânın bir cüz'üne delâlet
etmesidir. Meselâ: insan lafzının, sadece hayvana ve sadece nâ-tık'a (=
konuşana) delâlet etmesi gibi...
DELÂLET-İ İLTİZÂMİYYE: Birlafzın, vaz olunduğu mânânın lâzımına delâlet
etmesidir. Meselâ: İnsan lafzın;::, ilim ile kitabete kabiliyetinin
bulunduğuna delâlet etmesi gibi... Yani bu kâ-biliyet, insanın mânâsının tamâmı
veya cüz'ü değil; belki mâhiyetinin lazımıdır.
DÂL Bİ'L-İBÂRE:
Delâlet-i Mutâbıkiyye veya Delâlet-i Tazammuniyye yahut de Delâlet-i Dtizâmiye
ile sevk edildiği mânâya ibaresi ile delâlet eden lafızdır.
Meselâ: "Zekat,
müslümanların fakirlerine verilir; hiç bir zengine verilemez." ibaresi;
zekâtın, yalnız muslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutâbıkiyye İle
delâlet eder; zengin bulunan Zeyd'e ve Amr'e verilemeyeceğine de, delâlet-i
tazammuniyye İle delâlet eder; zekât hususunda fakirlerin babalarından sabit
olacağına delâlet-i ütizânüyye ile bi'1-işâre delâlet eder. Çünkü, babanın
mevlûdün leh olması, nesebin kendisinden sabit olmasını müstelzimdir.
DAL BI'D-DELÂL'E: Asıl vaz' olunduğu mânânın lâzımına, —aralarındaki müşterek ve Iügât
baKi-mından anlaşılır bir illet vasıtasıyle— delâlet eden lafızdır.
Meselâ: "Anana
babana öf deme." sözü: ebeveyne karşı "öf diye şeamet (= usanç)
göstermenin yasak olduğuna; ibaresi ile delâlet ettiği gibi; döğme-nin,
sövmenin yasak olduğuna da delâlet-i iügaviyesiyle delâlet eder. Çünkü "öf
demekte ezâ vardır. Bu eza, bu "öf demenin yasakhğı için rey ve kıyâs
yoluyla değil, belki lügatin delaletiyle hirillettir.
Ve bu illet döğmede
de, sövmede de ziyadesiyle vardır. Bunun içindir ki, be müşterek iUet dolayısıyla
"öf demek yasak olduğu gibi, dövmek ve sövmek de yasaktır ile zenginler
arasında fark bulunduğuna ise, delâlet-i iltizâmiyye İle delâlet eder.
DÂL Bİ'L-İŞÂRE:
Üç nevi delâletten biriyle sevk edildiği mânânın gayrisine (yani: Söylenince
asıl mak-sudolmayan bir mânâya) delâlet eden lafızdır. Meselâ: "Allahu
Teâlâ bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibaresi, bey' (= satış) ile
ribâ (= faiz) arasında fark bulunduğunu beyân için sevkolunmuş-tur.Bundan asıl
murad budur.
O hâlde bu ibare, bey'
ile ribâ arasında fark bulunduğuna, delâleti- mutâbikiyye ile delâlet ettiği
gibi; bey'in helâl, ribânın ise haram olduğuna yine delâlet-i mutâbıkiyye ile
bi'1-işâre delâlet etmiş olur. Bir malın Zeyd'e verilmesini (veya
verilmemesini) isteyen bir kimseye karşı:' 'Bu malı hiç bir şahsa vermem."
sözü de, bu malın, Zeyd'e de verilmeyeceğine delâlet-i tazammuniyye ile
bi'1-işâre delâlet eder. "Evlâdın nafakaları, mevlûdün leh
üzerinedir." İbaresi de, çocukların neseb
DÂL Bİ'L-İKTİZÂ: Şer'an muhtâcün ilevh olan bir lâzım'a delâlet eden lafızdır.
Diğer bir tarife göre
DÂL Bİ'L-İKTİZÂ: Vaz' olunduğu mânâdan mukaddem isbâtına şer'an lüzum ye
ihtiyaç bulunan bir medlule delâleteden ibaredir. Meselâ: Bîr Bmse, diğer bir
şahsa hitaben: "Köle-
ni, şu kadar liraya
benim nâmıma azâdet." deyip, o şahıs da azâd etse; bu köle, o kadar lira
karşılığında, emreden şahıs nâmına azâd edilmiş olur. Çünkü, bu söz ile
"köleni, şu kadar liraya bana sat ve sonra onu, benim nâmıma azâd
et." denilmiş olur. "Köleni azâd et." emri,bir muktezîdir. Bu
kölenin satılması ise muktezâdır. Bu muktezâ olmadıkça, öyle bir emrin mânası
hükümsüz kalır. Artık, öyle bir emrin sıhhati için, önceden bu muktezânın
vücûdune (= bulunmasına) lüzum ve ihtiyaç vardır. Binâenaleyh o emir, bu
muktezâya bi'1-iktizâ delâlet etmektedir.
DELÎL-İ İKNÂÎ: CEDEL Maddesine bakınız.
DELÎL-İ İLZÂMÎ: CEDEL Maddesine bakınız.
DEM:
(Hac'da) koyun ve keçi cinsinden olan kurbana dem adı verilir.
DERB:
Lügatte: Büyük sokak, mahalle, kale kapısı ve herhangi bir geniş kapı gibi
mânâlara gelir, örfen DERB: Derbend yani, dâr-İ harbin girişi demektir ki,
böyle bir yer, dâr-i İslâm ile dâr-ı harb arasında bir hatt-ı fasıl meydana
getirir.
DİRAB:
Derbler yani tampon bölgeler demektir.
DEVERAN: Bir
şeyin, diğer bir şeye vücûden ve adâmen (yani, varlık ve yokluk bakımından)
bağlı bulunmasıdır.
Meselâ: Akıl ve bulûğ
mevcut olunca, mükellefiyet de mevcut olur; bunlar madun (= yok olunca ise,
mükellefiyet de bulunmaz.
DEYR:
Hıristiyanların mâbedlerine verilen bir isim. Klişe.
EDYAR:
Deryrler, klişeler.
DELİL
DELÎL:
Kendisene, sahih bir nazarla bakıldığında, bir haberi matluba vâkıf olma
imkânı hâsıl olan bir şeydir.
Meselâ:
"Emânetleri
sahiplerine iade etmek, dînen lâzım mıdır?" suâli bir haberi matlûbu
hâvidir. "Muhakkak ki Allah size emânetleri ehline vermenizi
emreder..." (Nisa / 58) âyeti- kerimesi de bu hususta bir delildir.
Bu delile iyi bir
şekilde bakınca, emâneterin, sahiplerine iade edilmelerinin lüzumuna muttali
oluruz.
EDİLLE:
Delîl'in çoğuludur; yani: Deliller: İşâretler, kılavuzlar, rehberler; herhangi
birda'vâyı isbat etmeye yarayan şeyler demektir.
DELÂİL de, deliller
demektir.
EDİLLE-İ ŞER'İYYE: Şer'î deliller.
EDÎLLE-İ ASLİYYE: Şer'î hükümlerin çıkani-masmda İlk baş vurulan (kitap, sünnet, icmâ ve
kı-yâs gibi) delillerdir.
EDİLLE-İ TALÎYE: Örf, âdet, teamül, istishâb, asıl ve ameİ, maslahat-ı mürsele, kâide-i
külliye, âsâr-ı sahabe, âsâr-i kibâr-ı tabiîn gibi delillerdir.
EDİLLE-İ ERBA:
Şer'î hükümlerin çıkarılmasında baş vurulan ve kitap, sünnet, icma ve kıyâs-ı
fuka-hâ'dan ibaret olan, dört delil demektir.
EDİLLE-İ AKLİYE: Aklî deliller.
EDİLLE-İ KAVİYYE: Sağlam ve güçlü deliller,
DELİL: Yol
gösteren, kılavuz; şahit, belge, tanık; beyyine, bürhân.
DELÎL-i AKLÎ:
Akılla, düşünülerek bulunan delîl
DELÎL-İ NAKLÎ:
Nakle, üstâddan işitmeye dayanan delil.-
DEYN
DEYN:
İstikraz, istihlâk, iştira ve kefalet gibi bir sebeple.bir şahsın uhtesinde,
zimmetinde sabit olan şey demektir.
Meselâ: Borç alınan
bin lire, bîr deyn olduğu gibi, istihlâk edilen herhangi bir veznî veya keylî
şey de, sahibine karşı o müstehlikin zimmetinde sabit bir deyndir.
Keza, bir akdin
karşılığı olduğu hâlde meydanda mev-cud bulunmayan şu kadar lira veya
adediyyâttan şu kadar yumurta deyn olduğu gibi, meydanda mevcut olan paranın ve
misliyyattan bir şeyin (meselâ: Bir yığm buğdaym) ifrazdan evvel, belirli bir
miktarı da deyn kabilindendir.
DAİN: Borç
veren; alacaklı şahıs demektir.
MEDYUN: Borç
almış oan; borçlu şahıs demektir.
DEYN-Î MUACCEL:
Derhâl verilmesi lâzım, gelen borç demektir.
Peşin para ile satın
alınan bir malın, zimmete teal-luk eden bedeli gibi....
DEYN-İ MUACCEL:
Bir müddete kadar tecil (ve tehir) edilmiş borçtur.
Bir sene müddetle borç
olarak verilen para gibi....
DEYN-i HÂL:
Muaccel (= vadeli) iken, müddeti sona erip, vâdesi hülûl eden (yani ödeme
zamanı ge-îen) borçtur.
DEVN-i GAYR-Î SAHÎH: Ödenmeden veya hakikaten yahut hükmen ibra olunmadan dahî sakıt olan
(= düşeh, ortadan kalkan) borç demektir.
DEYN-İ LÂZIM-I SAHİH: Ödenmedikçe yanut hakîkaten veya hükmen ibra
olunmadıkça, sakıt olmayan borç demektir.
HAKÎKATEN DEYN:
Borç alman para veya icâre bedeli gibi borçlardır.
HÜKMEN DEYN:
Misliyle veya kıymetiyle mazmun (= ödenmesi lâzım) olan borç demektir,
Gasbedilen veya bey'i fâsid İle satın alınıp, ele de alman bir mâl bu
kabildendir.
DUYÛN: Deynler
(= borçlar) demektir.
GARIM: Dâin
yani alacaklı anlamındadır.
GUREMA:
Alacaklılar anlamına gelir.
MEDIN:
Medyun yani borçlu anlamındadır.
İDÂNE: Borç
vermek demektir.
İSTİDÂNE:
Borç almak anlamına gelir.
DİN:
Lügatte: Tâat, âdet, yol, alâmet, şaivcezâ, mükâfat gibi anlamlan ifâde eder.
Istılahta DİN: Allahu Teâlâya kulluk yolu
demektir.
MÜTEDEYYİN:
Dindar kimse demektir.
DİYANET:
Emânet, istikâmet, itaat ve dini hükümlere riâyet etmek demektir.
Dinler iki kısma
ayrılır:
1-) HAKÎKİ DİNLER: Bunlar, büyük peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilmiş olan
ilâhî dinlerdir.
Bunlara,
ulviyetlerinden dolayı SEMAVİ DİNLER de denilir.
Semavî dinlerin
sonuncusu ve ekmeli yüce İslâm Dİ-ni'dir.
2-) BÂTIL ve MUHARREF DİNLER: Bunlar, insanlar tarafından uydurulup ortaya konmuş
veya — önceleri hak din İken— daha sonra insanlar tarafından tebdil ve tağyir
edilmiş (= değiştirilmiş ve baş-kalaştırılmış) olduğu için, ilâhi din olmak
mâhiyetinden mahrum bulunan dinlerdir, İslâm dininin haricindeki bütün dinler
—bugün— bâtıl ve muharref dinlerdendir.
İSLÂM DÎNİ:
Bütün Peygamberlerin sonuncusu, efdali ve eşrefi olan Hz. Muhammed Mustafa
(S.A.V.) Efendimizin, Allahu Teâlâ tarafından, bütün insanlık âlemine tebliğ
eimeye memur edildiği hükümleri, bütün beşeriyete yöneliktir ve kıyamete kadar
bakîdir.
DWE: Henüz doğmuş veya
henüz anasının rahminde bulunan bir çocuk hakkında: "Bu, bendendir."
veya: "Bu, benim çocuğumdur." diye ikrar ve itirafta bulunmak
demektir.
DÎ\'ÂNÜ'S-SALTANA: İslâm hükümetinin idarî, askeri ve mâlî işlerine ait malûmat ve
kayıtlan ihtiva eden defterler ve siciîlât'tan müteşekkil vesikalar demektir.
Dîvân, ilk defa Hz.
Ömer (R.A-)'m halifeliği sırasında meydana getirilmiştir.
Dîvân dört kısma
ayrılır:
1-) DÎVÂNÜ'L-CÜYÛŞ: İslâm mücâhidlerinin adlarını, neseplerini, ırklarını, kabilelerini
ve her birine. —İdaresine yetecek miktarda— vİrelecek, atıyyeleri ve
yapacakları görevleri muhtevi sicillerdir.
EHL-I DÎVAN:
Dîvânü'İ-cüyûşe kayıtlı bulunan islâm mücâhidi demektir.
2-) DÎVÂN-I AMAL: Kayıtlan; hukuka, şehirlerin, kasabaların, mezraların ve diğer
yerlerin ahvâline, bunların nasıl fethedildiğine dair malumatı ihtiva eden
siciller demektir.
3-) DIVAN-IUMMAL: Devlet memurlarının tayinlerine, azillerine ve hâl tercümelerine dair
siciller demektir.
4-) DÎVÂN-I İSTİFA: Betü'l-mâlın varidat ve masraflarını (~ gelir ve giderlerini) ihtiva
eden sicillerdir.
DİVÂN-I MEZÂLİM: Halk arasında meydana gelen bir kısım cürümler ve yolsuz hareketler
hakkında zecren ( = zoraki) bazı idâri ve siyâsî tetbir almaya izinli ve
yetili olan memur bulundukları müesseseye verilen isimdir.
DİYET: Bir
cinayet sebebiyle, mecniyyün aleyhe (= kendisine karşı cinayet işlenen şahsa)
veya vârislerine —bir nevi tazminat mahiyetinde— ödenmesi icâbeden maldır.
Diğer bir tarife göre DİYET: Kati suretiyle vuku bulan
cinayetlerde, maktulün nefsine karşılık, uzuvlarda vâki olan cinayetlerde ise
yaralanan veya kesilen uzva karşılık olmak üzere cânî veya cânî ile âkilesi
üzerine lâzım gelen, muayyen miktardaki mâl demektir.
DİYÂT: Diyeî'İn
çoğuludur: yani: Diyetler demektir.
XTTİDA: Bir
cinayetin velisinin, kısas icra ettirerek, bu şekilde intikam olmaya
kalkışmayip, diyet olmakla iktifa etmesi demektir.
MEN ALEYBİ'D-DİYE: Diyet ödemesi lâzım gelen şahıs demektir.
MEN LEHÜ'D-DİYE: Diyet almaya hak sahibi olan kimse demektir.
DİYET-İ KÂMİLE:
Katledilen bir şahsın nefsi-"ne bedel olarak, cânîden veya cani ile
birlikte onun
âkilesinden alınan tam
diyet demektir.
DİYET-İ MUGALLAZA: Sibh-i amd suretiyle vuku buîan bir katiden dolayı verilmesi lâzım
gelen diyet demektir.
DUHÛL:
Lügatte bir yere girme; içeri girme: bir şeyin içine girme gibi anlamlar ifâde
eden bu kelime, nikâh ıstılahında: kocanın, karışma mükârenet ve mücâmaatta
bulunması demektir. Zifaf hâli anlamına da kutlanılır.
MEDHÛLÜN BİHÂ:
Kendisine, kocası tarafından tekarrüp olunan kadm demektir.
GAYR-İ MEDHÛLÜN BİHÂ: Kendisine, kocası tarafından tekarrübte bulunulmamış
olan kadm demektir. [4]
ECEL-İ KAZA:
Kaza Maddesine bakınız.
ECR; Lügatte: Mükâfat,
ücret, sevap, karşılık anlamlarına gelir.
Istılahta ECR: Ecîre (= Ücretle tutulmuş olan kimseye)
verilen ücret demektir. % ECR iki kısma
ayrılır:
1-) ECR-İ MİSİL: Garazdan hâlî, yani: Mucir ve müstecir ile bir ilgisi bulunmayan ehl-i
vukufun takdir edecekleri ücret demektir. .
2-) ECR-İ MÜSEMMA: İcâre akdi esnasında zikredilen ve tâyin olunan ücret demektir. Bİr
evin, bir aylık kirası olan yüz bin lira gibi... Ecr-İ müsemmâ, ecr-i misle
eşit veya ondan fazla ya: hut noksan olabilir.
ECİR: Bİr
işi yapmak için, nefsini kiraya veren kimse; ücretli, işçi demektir. Ecir iki
kısma ayrılır:
1-) ECIR-I HAS:
Yalnız, müste'cirine iş yapmak üzere tutulan ecîr (= işçi, hizmetkâr demektir.
Aylıklı hizmetçi gibi....
2-) ECÎR-İ MÜŞTEREK: "Sadece müstecirine çalışacak başkasına iş yapmayacak diye bir
şartla kayıtlı olmayan ecîr demektir. Hamal, terzi, saatçi, köy çobanı gibi...
Böyle bir kimse, bir başkasına bi'1-fiil İŞ yapmasa bile, yine müşterek ecîr
sayılır. Çünkü, bu iş yapmaya selâhiyeti vardır.
EDA: Bİr
emir ile vâcib olan (= yapılması gerekli kılınan, farz olan) bir şeyin (yani:
Me'mûriin Bih'-in) aynını, müstahakkına teslim etmek demektir.
Meselâ: Muayyen (=
belirli) bir vakitte kılınması etn-rolunan bir namazı o vakitte kılmak bir
edâ'dır. Keza: Gasbedilmiş bulunan, bir malı sahibine vermek de bîr edadır.
ED'IYÂ: De'y
Maddesine bakınız.
EDİLLE: DELİL
Maddesine bakınız.
EF'ÂL
EF'ÂL:
Fiiller; işler; ameller demektir.
EF'ÂL-İ HASENE:
İyi işler; iyi fiiller.
EF'ÂL-İ SEYYİE:
Kötü işler; kötü hareketler.
EF'ÂL-İ ŞER'İYYE: Meydana gelenleri, birer Şer'î hükme bağlı bulunan fiillerdir. Namaz,
oruç, alış-veriş, icâre, hibe fiilleri gibi.... Bunlar, şer'î şartlan
dairesinde birer şer'î fiil olurlar.
EF'ÂL-İ HİSSİYE: Meydana gelmeleri için sadece his ve müşâhade kâfi olan fiillerdir. Hırsızlık,
adam öldürme ve zina gibi... Bu gibi fiillerin tahakkuku için, bir takım şer'î
kaidelerin telâkkisine hacet yoktur.
EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN
Efâl-i mükellefin:
Mükelleflerin (= akıllı bulunan ve buluğa ermiş olan insanların) yaptıkları
işler demektir.
Efâl-i mükellefin şu
tasımlara ayrılır:
1-) Farz;
2-) Vacip;
3-) Sünnet;
4-)
Müstehap;
5-) Helâl;
6-) Mübâh;
7-) Mekruh;
8-) Haram;
9-) Sahih;
10-) Fâsid:
11-) Bâtıl.
Bunların her biri
aynca açıklanacaktır.
EHÂDÎS;
Hadis Maddesine bakınız.
EHL-İADL:
Adaletle muttasıf olan kimseler demektir.
EHL-İ ADL tâbiri,
bugât'ın (= bağüer ve asîler) tâbirinin zıddıdır.
EHL-İ BAĞY:
Bağîlerin hey'et-i mecmuası; bağîler güruhu, bağîler topluluğu demektir.
BEHL-İ BEYT:
Bir kimsenin, babası tarafından İslâmiyet devrine ilk yetişmiş olan, en
üstteki ceddine kadar nesep yönünden muttasıl olan insanlardır. Bu cedd-i
âlânın (= en üstteki dedenin müslüman olmuş bulunması şart değildir. ÂL ve
CİNS kelimeleri de Ehl-i Beyt anlamında kullanılır.
EHL-İ BEYT:
Ev ehli; ev halta; çoluk-çocuk anlamlarına- da gelir.
EHL-İ BEYT
tabiri, genellikle, Peygamber (S.AV.)
Efendimizin ev halta, O'nun evine mensup olanlar mânâsında kullanılmaktadır.
EHL-İ DÎVÂN:
Bir sancak altında hareket eden, bir divanda mukayyed bulunan, belirli
atiyeleri alan kimselerin hey'et-i mecmuasıdır. Bu hey'et, o divânda kayıtlı
bulunan her şahsın âkİ-lesi sayılır.
LHL-İ EMÂNET:
Hiyânetten uzak ve itimâda şayan olan kimse demektir.
EHL-İ KİTAB: KİTAB Maddesine batanız.
EHL-İ KÜFR:
Küfr Maddesine batanız.
EHL-İ RAZH:
Razh Maddesine bakınız.
EHL-İ SÜNNET: SÜNNET Maddesine batanız.
EHL-İ UKUBET:
Yaptıkları yasaklanmış işlerden (= memnûattan) dolayı, haklarında ceza tertip
edilmesi kabil olan, akıllı ve bulûğa ermiş kimselerdir.
EHL-İ VAKIF:
Bir vakfın gailesinden bi'1-fiil hisse olan kimseler demektir.
VAKIF Maddesine de
bakınız.
EHL-İ VEZÂİF: VAKIF Maddesine bakınız.
EHLIYET; Bir
kimsenin üzerine, leh ve aleyhine olan şer'î tekliflerin teveccüh etmesine ve
vücûbuna selâhiyetli bulunması hâline EHLİYET denir. Ehliyet ita tasma ayrılır;
1-) EHLİYET-İ VÜCÛB: Mahkûmun aleyhin (yani: Mükellef bulunan bir insanın) kendi lehine ve
aleyhine ait meşru hakların vücûbuna selâhiyetdâr olması demektir!
Meselâ: İnsanlar,
vâris ve muris olma haklarının lüzumuna selâhiyetli bulunmaktadırlar.
2-) EHLİYET-İ EDÂ: Mahkûmun aleyhin (yani: Mükellef bulunan bir İnsanın), kendisinden,
şerân muteber olacak şekildeki fiillerin sâdır olması demektir.
Ehliyet-i Edâ da ita
tasma ayrılır:
a-)
Ehliyet-i Kâmile,
b-) Ehüyet-i
Kâsıra
Meselâ Âkil ve baliğ
bir insan ehliyet-i kâmile sahibidir. Ve böyle bir şahsın, kendisinden nikâh,
alışveriş, icâre gibi fiillerin sâdır olmasına selâhiyeti vardır.
Mümeyyiz bir çocuk
veya bir matuh (= bunak) ise, ehliyet-i kâsıra sahibidir. Bu şahıslardan sâdır
olan fiillerin, bir kısmı sahih ve muteber olur; bir kısmı ise sahih ve muteber
olmaz.
EHL-İ ZİMMET:
Zimmet Maddesine bakınız.
EMÂN
EMÂN:
Korkusuzluk, asûdelik, endişeden uzak ve beri olmak anlamına gelir.
Emân'ın mukabili (=
zıddı, karşıtı) havftır. (= korkudur.)
EMEN, EMÂNE ve İMN
kelimeleri de EMÂN kelimesi ile eş anlamlıdır.
EMİN:
korkusuz, endişeden beri ve hayatı mahfuz olan kimse demektir.
ÂMİN kelimesi de emin
anlamına gelir. Aynca EMİN kelimesi: Mûtemed, gadr ve hıyanetten uzak, mevsuk
ve başkasına itimat eden kimse için de kutlanılır.
Bu kökten gelen EMÂNET
kelimesi de: Bir zâtın emin ye mütemed olması mânâsına geldiği gibi; emin bir
zâtın uhdesine tevdî edilen şey mânâsına da gelir. Meselâ: "Emâneti edâ
etti." demek; "kendisine tevdi edilmiş olan bir şeyi sahibine iade
eyledi." demektir.
Harb ıstılahında EMÂN: "Emniyete nail olduğu
hakkında, düşmana söylenen söz veya yapılan işaret" demektir.
İSTİ'MÂN:
Emân istemek veya emâna nail olmak demektir.
EMÂN-ISARÎH:
Bir kimseye karşı:' 'Sana emân verdim."; "Siz eminsiniz.";
"Size bir zarar yoktur." gibi bir tâbirle verilen emandir.
EMÂN Bİ'L-KİTÂBE: Ehl-i harbe, emân-nâme göndermek suretiyle verilen emândır.
Ancak, bu emân-nâmeyi
gönderen şahsın, emîn, mûs-lûman ve diğer şartlan hâiz bir kimse olduğunun bilinmesi
gereklidir.
Bu durum, beyyine ile
bilinmedikçe, emân tahakkuk etmiş oîmaz.
EMÂN Bİ'L-KİNÂYE: Emânı irşab ve imâm eden (= kapalı ve dolaylı bir şekilde gösteren Ve
anlatan) bir tâbir veya bir işaretle verilen emân demektir. . Meselâ: Bir harbîye: "Geliniz."
"Kormayınız." tarzında hitap edilmesi gibi... Ki kendisine bu
şekilde hitap edilen şahıslar, bunun emân olduğuna zâhİb ol-duklan takdirde
emâna nail olmuş olurlar. Parmakla semâya doğru işaret edilmesi de bu kabildendir.
Bu işaret: "Sen, gökleri yaratanın hakkı içni,'benden eminsin." veya:
"Sana, gökleri yaratan Âleminin Hâhı'nın zimmetini, ahd ve emânını veriyorum."
gibi bir mânâyı işrab etmektedir.
EMÂN-I MUTLAK:
Bir müddet ile tahdid edilmeyen emândır.
EMÂN-I MUVAKKAT: Muayyen bir müddet için verilen emândır. Verilen müddetin sona ermesi
ile bu emân da sona erer.
Bir kaleyi muhasara
eden bir İslâm komutanının, o kalenin İçinde bulunan düşmana vermiş olduğu şu
kadar günlük emân bu kabildendir.
EMÂN-I MÜEBBED:
Bu, "müvâdea ve müsâle-ha(= banş ve sulh)" demektir. Ve, iki tarafın,
birbirlerine karşı savaşmamak üzere,
silâhlanın terketmeleri ile meydana gelir.
İslâm ordusu ile
savaşan bir kavmin, zimmet akdini kabul etmesi de bir emân-ı müebbed'dir.
EMÂN-I HAS;
Müslümanlardan, şartlanın taşıyan herhangi bir ferdin, düşmanlardan herhangi
belirli bir şahsa veya bir topluluğa vermiş olduğu emândır.
EMÂN-I AM:
Savaşan düşmanların tamâmına verilen, umûmî bir emândır. Bu emân da bir sulh
akdi mahiyetindedir. Dolayısiyle, bu emânı vermek se-lâhiyeti, sadece
veliyyü'l-emr'e ve naibine aittir.
EMÂNET
EMÂNET:
Zügâtte: Emin olmak anlamını ifâde eder.
Istılahta EMÂNET: Emin sayılan veya emin ittihaz
edilen bir kimsenin yanına bırakılan, başkasına ait bir mal demektir.
EMÂNÂT:
Emânet'in çoğuludur; yani: Emânetler demektir.
EMÂNETTEN:
Emânet olarak, emânet suretiyle demektir.
EMÎN:
Emniyet sahibi; korkusuz; kendisinden korkulmayan; kendisine güvenilen; şüphe
etmiyen; doğru; kendisine emniyet ve itimat olunan kimse anlamındadır.
EMÂN-NÂME (= KİTÂBÜ'L-EMÂN): Emân verilmiş olduğunu gösteren yazı vesika demektir.
EMARE:
Alâmet, nişan, eser, ipucu, belirti. Mukaddimelerinden biri veya her ikisi
zannî olan kıyâsa da emare denir ki, netici hakkında zannî bir bilgi ifâde
eder.
EMDÂD: Meded
Maddesine bakınız-.
EMÎR:
kumandan. Veliyyii'1-emr tararından bir hususa (meselâ: Askeri sevk ve idare
etmeye, muharebe işlerine bakmaya) tâyin edilen kişi demektir. Bu görevi
yürüten şahsa EMÎRÜ'1-CEYŞ denir.
EMVÂL-İ BÂTINA:
Sahiplerinin ikâmetgâhlaruı-da veya ticarethanelerinde bulunan ve bundan dolayı
saklanması mümkün olan altın, gümüş ve ticâret mallandır.
EMVÂL-İ ZAHİRE = ZAHİRİ MALLAR: Gizlenmesi mümkün olmayan mallar demektir. Ekinler,
meyveler ve otlak hayvanlan gibi...
Bir memleketten, Diğer
bir memlekete, bir beldenen diğer bir beldeye, ticaret için giden tüccarların
ellerinde bulunan altın, gömüş ve ticâret eşyaları (= uruz) da emvâl-i
zahirden sayılır.
EMVÂT:
Meyyit Maddesine bakınız.
ENFÂL:
Tenffl Maddesine bakınız.
ENFÂR: NEFİR
Maddesine bakınız.
ENSÂL: NESİL
Maddesine bakınız.
ERBÂB-i SİYÂSET: SİYÂSET Maddesine balanız.
ERBÂH: Ribh
Maddesine balanız.
ERİKKÂ:
Rakik Maddesine bakınız.
BİERŞ:
Yaralanan ve kesilen uzuvlardan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet demektir.
ERŞ kelimesi, aslmda fesâd mânâsına gelir. Bu kelime, eşyadaki noksanlar için
de kullanılmıştır. Bu münâsebetle diyet'e de erş denildiği gibi ayıbı zahir
olan bir mâlın bedelinden indirilen miktara da ERŞ adı verilmiştir.
ERŞ kelimesi; niza,
ihtilâf, rüşvet, hulk, tırmalamak, fışkırtmak ve diyet istemek gibi mânâlara da
gelir.
ERŞ-İ MUKADDER:
Uzuvlara mahsus olup, mik-tarlan şer'an tayin edilmiş bulunan diyettir.
ERŞ-İ GAYR-İ MUKADDER: Uzuvlara mahsus olmakla birlikte, miktan şer'an
muayyen olmayan ve ehl-i vukufun takdir ve tâyinine havale edilen diyet
demektir.
Buna HÜKÜMET-İ ADL de
denir.
EMR
EMİR:
(yazılı veya sözlü) emir; buyruk; buyrultu. Diğer bir tarife göre EMİR: Kendisi
ile, —cezm ve istilâ yoluyla— bir fiilin yapılması İstenilen sözdür.
AMİR: Bir
fiili kat'î surette ve istilâ yoluyla isteyen şahıs demektir.
ETVIUR:
Kendisinden, kat'î surette ve isti'la yolu ile bir fiil istenilen şahıs
demektir.
EMİR kelimesi, iş,
şey, husus, vakıa, hâdise anlamlarına da gelir. Bu anlamlara geldiğinde emir
ki-lemisinin çoğulu UMUR gelir.
EVAMİR kelimesi ise,
iş buyurma anlamında kullanılan emir kelimesinin çoğuludur.
EMR-İ MUTLAK:
Kendisi ile istenilen fiil, belirli bir vakitle mukayyet bulunmayan emirdir.
Zekât ve fıtra hakkındaki emirler gibi... Umum, tekrar ve husus karinelerinden
hâli olan emirler de emr-i mutlak kabilindendir.
EMR-İ MUKAYYED:
Kendisi Ue istenilen fiil bir vakit ile mukayyed bulunan bir emirdir. Bu iş, belirli
zamandan sonra yapılırsa, ya kaza sayılır veya meşru kabÛI edilmez.
Meselâ: Namaz
hakkındaki emir mukayyed bir emirdir. Ve, vaktinden sonra kılınan namaz, bir
kaza olur. Bir akid hakkındaki îcâbın muayyen mecliste kabul
edilmesine dair olan
emir de mukayyed bir emirdir. O belirli meclisten sonraki kabul edilmediği gibi
meşru da ve bu akdin sıhhatini gerektirmez.
ESARET: Bir
savaş neticesinde veya başka bir şekilde mağlûbiyet eseri olarak düşman eline
düşmek, hürriyetten mahrum kalmak hâlidir. Esaretin zıddı hürriyettir.
ESİR:
Savaşta, diri olarak elde edilen mukâüllerden herhangi bir şahıstır.
Esîr'in çoğulu: Urerâ,
Üsârâ (= esirler) dır.
ESER: Hadîs
Maddesine bakınız.
ETEH:
Bunaklık demektir.
A'TÛH Maddesine de
bakınız.
EVKAF: VAKIF
Maddesine bakınız.
EVLÂD EVLÂD:
Oğullar ve kızlar demektir.
EVLÂD-ISULBİYYE: Bir kimsenin bizzat kendisinden türeyen evlâdı demektir. Bundan
dolayı, torunlar sulbî evlâdtan sayılmaz.
VELED:
evlâd'ın tekilidir. Yani, oğul ve kız demektir.
Veled tâbiri, bir
tâbir-i âm olduğundan bir çocuğa da, birden çok çocuğa da ıtlak olunur.
EVLÂD-I BÜTÜN:
Bir kimsenin kızlan ile kızlarının erkek ve kız evlâtları demektir.
EVLÂD-I ZUHUR:
Bir kimsenin, kendi erkek ve kız evlâdı ile, oğullarının erkek ve kız evlâdı demektir.
EVZÂN:
Vezniyyât Maddesine bakınız.
EYYÂM-I MA'LÛMAT: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.
EYYÂM-I MİNA: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.
EYYÂM-I NAHR : HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.
EYYÂM-I TEŞRIYK: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.
EYYİM: Gerek
bikr, gerek seyyibe olsun ve gerek küçük, gerekse büyük bulunsun, kocasız
kadın demektir. Eyyim'in çoğulu: EYÂMÂ'dır.
EZ-KAZA:
Kaza Maddesine bakınız.
FÂCİA: Âfet,
musibet
FAHİŞ: Aşın,
taştan, mübalağalı.
KAVL-İ FAHİŞ:
Çirkin söz.
HATAYİ FAHİŞ:
Çok kötü bir yanlış
FAHR: Şeref,
onur, öğünme, fazilet.
FAHRİ ÂLEM = FAHRİ KÂİNAT: Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz
FÂİL-İ MÜBAŞİR:
Mübâşereten İtlaf Maddesine bakınız.
FÂRİS: Atlı.
Süvari. Herhangi bir at'a binmiş bulunan İslâm mücâhidi.
FARK:
Asıl'da bulunup, illiyette medhali bulunan bir vasfın, fer' sayılacak bir şeyde
bulunmamasını beyân etmek demektir.
Bu durumda o asıl, bu
fer' için makûsun aleyh (= kendisine kıyas edilen şey) olamaz.
FARZ
Farz: Yapılması dinen
kat-î bir şekil'de lazım gelen herhangi bir vazifedir. Farzlar,
1-) Farz-ı
Kat'î
2-) Farz-ı
Zannî gibi iki kısma ayrıldığı gibi;
A-) Farz-ı
Ayn
B-) Farz-ı
Kifâye diye de iki kısma ayrılır. Şimdi bunların mahiyetini ayn ayrı
inceleyelim. Farzı-i Kat'î: Mutlaka şer'î bir delille sabit olan; yani, ya
Kur'ân-ı Mübînin sarîh bir ayeti ile veya Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sarîh
ve sabit bir hadîs-i şerifi ile yapılması kat'ı bir şekilde bildirilmiş olan
bir vazifedir.
Namaz kılmak, oruç
tutmak, hacca gitmek gibi.... Farz-ı Zannî: Müctehid imamlar'tarafından, kat'î
bir delile yakın derecede kuvvetli görülen zannî bir delille sabit olan bir
vazifedir. Bu farz, amelî hususlarda farz-ı kat'î kuvvetinde olan bir farzdır.
Farz-ı zannî'ye farz-ı amelî'de denir. Bununla birlikte, böyle bir vazifeye,
delilinin zannî olmasından dolayı vacip de denilir. Bu durumda farz-ı zannî,
farz nevilerinin zayıfi, vacip nevilerinin ise kuvvetlisidir. Meselâ: Abdest
alırken, başa meshetmekvbir farz-ı kat'îdir; başın dörtte birine meshetmek ise,
bir farz-ı amelî'dir (= amelî) bir farzdır.
Farz-ı Ayn: Mükellef
bulunan her şahsın yapması lâzım gelen farzdır.
Beş vakitte kılınması
gereken namaz gibi... Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bazılarının yapmaları
hâlinde diğerlerinden sakıt olan (= düşen), yani onlar için yapmak mecburiyeti
kalmayan farzdır. Cenaze namazı, gibi....
Farzın hükmü:
Farzların yapılmasında büyük sevaplar vardır.
Farzların özürsüz
olarak terkedilmesi ise ilâhî azaba sebep olur.
Farz-ı kifâyeyi,
müslümanlardan hiç biri yapmadığı takdirde, bundan haberi olup ve bunu yapmaya
muktedir bulunan bütün müslümanlar Allah indinde mes'-ûl ve günahkâr olurlar.
Farz-ı katiyi inkar küfürdür. Farz-ı amelî'yi inkâr ise bid'attir ve günahı
gerektirir. Farz'm çoğulu Ferâiz'dİr.
FARZ OLAN HAC: HAC Maddesine bakınız.
FÂSİD
Fâsid: Asıl itibariyle
sahih olduğu hâlde, vasıf yönünden sahih olmayan; yani kendi nefsinde meşru
iken, gayr-i meşru' bir şeye mukâreneti sesebiyle meşruiyetten (= meşru
olmaktan) çıkan şeydir. İbâdet bakımından fâsid ile bâtıl aynı hükümdedir.
Müfsid: Meşru' olan bir ameli bozup ibtâl eden şey demektir.
Müfsidin kasden vukuu
azaba sebep olur; ancak müfsid sehven (= unutarak) vâki olursa azaba sebep
olmaz.
Namaz İçinde gülmek
müfsiddir ve aslında sahih olan namazı ifsâd eder.
FASL = FİSÂL:
Bu kelime de -fitanı gibi- çocuğu sütten kesmek anlamına gelir.
FATM = FİTAM:
Çocuğu sütten kesmek demektir.
Sütten kesilecek çağa
gelmiş olan çocuğa da MUFTIM denir.
FAZÎHA:
Ayıp, rüsvaylık, rezilâne bîr iş. Utanmaz, rezil; fena, çirkin.
Sır kabilinden olan
kötü hâllerin açılıp fâş olması.
FEZÂHAT:
Edepsizlik, alçaklık.
Sır kabilinden olan
kötü hallerin açıklanması. Fezâhat'm çoğulu Fezâyih'tir.
KAVL-İ FAZÎH:
Çirkin, fena söz.
FEZÂHAT-İ LİSÂNİYYE: Utanılacak bir tarzda söz söyleme
FEDÂ = FİDÂ:
Düşmandan alınan esirleri bir mal karşılığında veya İslâm esirleri İle mübadele
etmektir. Fida laftı, lügatte ata, bezi, işar ve bedel vermek mânâlarını ifâde
eder.
FEDÂ-İ DİYET:
Bir kölenin yaptığı bir cinayetten dolayı, üzerine terettüp eden diyeti,
efendisinin kendi üzerine alması ve men lehüd-diyete Ödemesi demektir.
FEKK-İ HACR:
Hacri izâle etmek (= ortadan kaldırmak); mahcûr'a izin vermek yani mahcurun bütün
tasarruflarına müsâde etmek demektir.
FEKK-İ RAKABE:
Rakabe Maddesine batanız.
FEKK-İ REHN:
Rehin Maddesine batanız.
FERAĞ
FERAĞ:
Lügatte: Boşaltmak; bir işten kurtulmak; bir işi terk etmek anlamlarını ifâde
eder. Ferağ, hukuk bakımından bir icar mahiyetindedir. Çünkü ferağ, menfaati
temlikten ibarettir.
Vakıf ıstılahında ise FERAĞ: Bir kimsenin, vakıf müstegallât
veya müsakkafâttaki tasarruf hakkını, başkasının başkasının uhtesine terk ve
tefviz" etmesi demektir.
Bunu tefviz eden
kimseye FARİĞ; uhtesine tefviz edilen kimseye MERFUGUN LEH;.ferağ olunan
müstegal veya
musakkafa da MEFRÛĞUN BİH denir.
Bu tefviz mukabilinde
fariğin, mefrûğun leh'den aldığı bedele de BEDEL-İ FERAĞ denilir.
FERÂĞ-I KAT'Î:
Hiç bir şart bulunmadan yapılan ferağdır. Ve bu, filhâl kat'î surette terk ve
tefvizden ibarettir.
VAKIF MÜSAKKEFÂT VE MÜSTEGALLÂT-DA FERAĞ Bİ'L-VEFÂ: Bir kimsenin tasarrufa altında bulunan ev, bahçe
gibi vakıf bir şeyi, zimmetinde olan borcu ödeyince, kendisine geri verilmek
üzere; bu borcu mukabilinde alacaklısına ferağ etmesidir.
Bu İşlem, kısmen rehin
hükmündedir.
FERAĞ Bİ'L-İSTİĞLÂL: Vakıf müsakkafât ve müstegallâttan birini, mutasarrıfının yine kendisi
isticar etmek üzere, başkasına vefâen ferağ etmesi demektir.
FERAĞ ANİ'L-CİHÂT: Bir kimsenin, uhdesindeki cihetlerden el çekerek, bunları başkasına
ferağ (= terk) etmesidir. Ki bu, hâkimin tasvip ve tevcihine iktiran etmedikçe
muteber olmaz.
FERÂİZ
FERÂIZ: Farz
lafzından türetilmiş olan ferîza: (= farz; lâzım; borç, vazife; mirasçılara
düşen şer'î hisse) kelimesinin çoğuludur.
FARZ:
Lügatte: Takdir, beyân bir şeyin cüz-ü anlamlarına gelir.
Farz kelimesi, sünnet
ve kıraat mânâsına da kullanılır.
istilânda FARZ: Vâris için mukadder nasip ve yapılması,
sarih bir nas ile beyan olunan herhangi bir fariza demektir.
FARİZA:
Takdir olunmuş şey; miktarı belirli miras hissesi; yerine getirilmesi Allahu
Teâlâ tarafından kat'î bir
şekilde beyan buyrulan vazife anlamlarına gelir.
FARİZA:
atiyye mânâsına da gelir.
FERÂIZ:
tabiri, vârislerin hisselerini bildiren ilim mânâsına da kullanılır.
FERÂİZ İLMİ:
İslâm Hukukunun mühim bir kısmını teşkil eden mîrasla ilgili bir takım mes'ele
ve kaidelerin bütünüdür.
Diğer bir tarife göre FERÂİZ İLMİ: Ölen bir kimsenin
terikesi ite ilgili haklardan ve terikenin muayyen sebimler üzere taksim
edilmesinden bahseden bir ilimdir.
Bu haklar; ölünün
techîz ve tekfininden, borçlarını ödemeden, vasiyetlerini yerine getirmeden ve
teri-kesinin geride kalan kısmını da vârisleri arasında taksim etmekten
İbarettir.
İLMÜ'L-MEVÂRİS ve
KİTÂBÜ'L-MEVÂRİS tabirleri de ferâiz ilmi anlamında kullanılmaktadır.
FERAZÎ ve FERÂİZÎ
kelimeleri, ferâiz ilmini bilen şahıs anlamına gelir.
FÂRİZÎ:
Vârislerin hisselerini takdir ve tâyin eden hâkim anlamında kullanılır.
ASHÂB-I FERÂİZ:
Terekeden kendilerine nas-san muayyen sehim takdir edilmiş bulunan vârislerdir.
Ve bunlar on iki kimsedir, (ilgili bölümde genişçe anlatılmıştır.)
MFESÂD-I VAZ':
Bir illet üzerine, muktezâstnın nakizı'mn terettüp etmesi demektir. Meselâ: Bir
şey hakkında, o şeyin haramlığını gerektirir gibi görülen bir illet üzerine, o
şeyin helâl olduğu terettüb etse; bu, bir fesâd-ı vaz' olmuş buluşur.
FESÂD-I İTİBÂR:
İddia edilen bir mes'elenin kıyâsa mahal olmasının, hilâfına mevcut olan bir nas-dan
dolayı yasak bulunmasıdır.
BtESH:
Lügatte: Zafiyet, cahillik, rey ve tedbiri ifsâd, bir şeyi elden atmak, bir
akdi veya bir ahdi bozmak, âzâyı yerinden ayırmak gibi anlamlan'ifâde eder.
Nikâh ıstılahında
FESH: Kocanın bir sebebiyeti olmadan, vukuuna, yalnız kan tarafından sebebiyet
verilen veya koca tarafından vuku' bulmakla beraber, aynı sebebin kan
tarafından da vukuu mümkün bulunan müfârekat (= ayrılma) anlamına gelir.
FETH: Bir
beldeyi, bir ülkeyi sulh yolu ile veya kahren (= savaşla) ele geçirmek
demektir. Feth: aslında kapalı bir şeyi açmak, bir işgali gidermek mânâsına
gelir ve hem maddiyatta, hem de mâ'neviyatta kullanılır. Kapıyı fethetmek; bir
şehri fethetmek; kalbleri.fethetmek gibi....
FUTUH:
Açmak, açılmak mânâsına gelir. Fütûh, zafer, hakikatleri keşfetmek ve
açıklamak, hatır yüksekliği gibi mânâlarda da kullanılır. Fütûh'un çoğulu
FÜTÛHÂT'tır!
El FETVA: Bir mes'elenin hal ve beyânı zunmında
vâküolan suâlin cevâbına Fetva denir. Fetva ve Fütya kelimeleri, genellikle
şer'î meselelerle ilgili suâllerin cevaplan için kuîlamhr. Bu iki kelime,
gençlik ve kuvvetli olma anlamına gelen FETÂ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü
fetva ile de, bir mes'elenin hükmü beyan edilmiş ve müş-kil bir hâdise hal ve
takviye edilmiş olur. FETÂVÂ, Fetva kelimesinin çoğuludur. .
ISTİFTÂ:
Fetva istemek; bir mes'elenin şer'î hükmünü müftî'den sormak demektir.
MÜSTEFTÎ:
Fetva isteyen; bir mes'elenin şer'î hükmünü j müftî'den soran kimse demektir.
IFTA: Fetva
vermek; bir kimseye müşkîl bir hususu beyân ve izhar etmek; bir şer'î
mes'elenin hükmünü sözle veya yazılı olarak beyan etmek demektir.
MÖT: Fetva
veren; şer'î mes'elelerin hükmünü beyân etmeye memur olan kimse demektir.
MÜFTÂ BÎH:
Bir mes'ele hakkında kendisiyle fetva verilen şer'î hüküm demektir. Bir hâdise
hakkındaki muhtelif fıkhî kavillerden — tercih edilerek— kendisi i!e fetva
veriler, kavil anlamına da gelir.
BÂB-I FETVA = DÂİRE-İ FETVA: Şeyhülislâm kapısı anlamında kullanılır.
FETVA EMÎNİ:
Şeyhü'l-İslâm kapısında, fetva işleriyle meşgul olan dairenin başkanı.
FETVÂ-HANE:
Meşîhat Dairesindeki, meşhur if-tâ müessesesi.
Müftünün bulunduğu
resmî daire. Müftülük.
FETVÂ-HÂNE-İ ÂLÎ: Şeyhü'l-îslâmlık Dâiresinde, şer'î mahkeme ve müftülerin mercîi olmak
üzere kumlan iftâ müessesesi.
FETVÂ-PENÂH:
(= Fetvaya sığınan) Şeyhü'l-İslâm.
'FEVAT:
Arafat vakfesine zamanında yetişememek ve vakfenin vaktini kaçırmak demektir.
Bu durumda, gelecek yıllarda o haccm kaza edilmesi îcâbeder.
FEVR:
Emredilen bir şeyi, imkân ânında edâ edip yerine getirmek demektir. Böyle bir
emre FEVRİ denir. Meselâ: Hac fevri bir ibâdettir. Şartlarını taşıyıp, kendisine
hac farz olan bir kimse, bu görevi ilk imkân anında yerine getirecektir.
Tevrî'nin mukabili
TERAHÎ'dir.
FEY: Lügatte
(rücû = dönmek) anlamına gelir. Güneşin, batıdan doğuya doğru dönmeye başlayan
gölgesine de fey' denilmiştir. Bu İse zeval vaktidir. Tam bu zeval ânında,
güneşe karşı dikilmiş olan bir şeyin yere düşen gölgesine de FEY'-İ ZEVAL
denir. Güneşin batmasına kadar olan gölgeye de FEY' denilir.
Harâc, cizye, ticâret
rüsumu, gayr-i müslimler-den savaşılmadan alınan sulh bedelleri ve onlardan
hak ile alınan diğer mallara da FEY' denilmektedir.
Beytü'l-mâlde mevcut
bulunan herhangi bir mala da FEY' denir.
FIKIH
FIKIH:
Lügatte: Bilmek, iyice anlamak; bîr şeyi iz'-âm ile, fetânetle ve şuurlu bir
hâlde idrak etmek; bir şeyin künhüne vâkıf olmak; kapalı bir şeyin hakikatine
tesirli bir şekilde bakıp, onu görebilmek ve kendisine hüküm taalluk eden,
gizli bir mânâya muttali olmak gibi mânâlan ifâde eder. Istılahta FIKIH:
İnsanın, amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer'î hükümleri, bir meleke
hâlinde bilmesi demektir.
Diğer bir tarife göre FIKIH: Amelî şeylere (yani ibâdetlere,
cezalara ve muamelâta) taalluk eden şer'î hükümleri, tafsilatlı delilleri İle
bilmektir. Netice itibariyle, bu İki tarif birdir. Yani FIKIH: Amellerle ilgili
şer'î hükümleri, tafsilatlı delilleri ile bilmek ve kavramak demektir.
FEKÂHET:
Amellerle ilgili olan şen hükümleri, bu şekilde derinlemesine bilip kavramak
demektir.
FAKIYH: Bu
hükümleri, böylece bilen şahsa da fakıyh denilmektedir. Fakıyh'm çoğulu
FUKAHÂ'dır.
TEFEKKÜH:
Fıkıh ilmini tahsil etmek demektir.
FIKIH İLMİ:
Amellerle ilgili şer'î hükümleri, mufassal delilleri ile bildiren bir ilim
demektir.
FIKIH İLMİ:
"İbâdetler, muamelât ve ukûbât'la ilgili şer'î mes'elelerin hey'et-i
mecmuasıdır. (= tamamı = bütünüdür.)" diye de tarif edilir. İmâm-ı A'zam
Ebû Hanîfe (R. A.) hazretleri FIKIH İLMİ'ni: "Kişinin lehine ve aleyhine
olan şeyleri bilmesidir." diye tarif etmiştir. Bu tarife göre, fıkha
itikat ve ahlâk mes'eleleri de dâhil bulunmaktadır.
Ancak, itikat ve ahlâk
mes'eleleri zaman içinde olabildiğince genişlemiş ve yayılmış ve mevzûlan
fıkıh ilminden ayrılmış olduğundan, İmâm-ı A'zam (R.A.) hazretlerinin fıkıh
tarifine ... min ciheti'1-amel ( = ... amel yönünden) kaydı eklenmiş ve itikad
İle ahlâk, fıkhın —şumûl dairesinin— dışında bırakılmıştır.
Dolayısiyle, bu gün
fıkıh ilmi, akaid ve kelâm ilimleri ile ahlâk ilmi birer müstakil ilim hâlinde
bulunmaktadır.
FİDYE:
İbâdetlerde yapılan kusur ve noksanlann tamamlanması İçin ödenen cezalara fidye
denilir.
FİİLÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine batanız.
FİRÂŞ = fİRÂŞİYYET: Bir kadının, sahibi bulunan bir şahıs için, doğurmaya teayyün etmiş
olması demektir.
Burada sahip, ya koca
veya mâlik (= efendi) dir.
MÜSTEFREŞE:
Sahibi için doğurmaya teayyün etmiş kadın demektir.
MÜSTEFRİŞ:
Müstefreşe olan bir kadının kocası veya mâliki olan erkek demektir.
Firaş dört kısma
ayrılmıştır:
1-) FİRAŞ-I KAVİ: Menkûhenin ve ric'iyyen muT-tedde olan bir kadının firâşıdır.
2-) FİRAŞ-I MÜTEVASSIT: Ümmü veledin fi-raşıdır.
3-) FİRÂŞ-IAKVÂ: Talâk-ı Bain'den dolayı iddet bekliyen bir kadının Tıraşıdır.
4-) FİRÂŞ-I ZÂİF: Henüz istilâd edilmemiş olan cariyenin firâşıdır.
FÜKÛK: Rehin maddesine
bakınız.
FÜRÛ; Erkek
ve taz evladlan ile, bunlann —ilâ nihâye— evladlan ve tonınlan anlamına da
kuîlanıhr. Fürû'un müfredi (= tekili) FERİ'dir.
FÜZÛLÜ'L-GANÂİM: Ganîmet mallarının tâyin ve tevziinden sonra, geride kalan az bir
miktar mâldan ibarettir ki, bu mâl fakirlere dağıtılır. [5]
GABÎR-İ SEBİL:
Yoldan geçip giden kimse demektir.
Mârre: Maddesine de
bakınız.
GABN
GABN:
Lügatte: Hile, hud'a, aldatmak ve bir şeyin miktarını azaltmak mânâlarına
gelir. Istılahta GABN iki kısma ayrılır: .
1-) GABN-İ FAHİŞ: Urûz'da, yirmide bir, hayvanlarda onda bir, akar'da beşte bir ve
dirhemde kırkta bir veya daha çok nismette aldanmak demektir. Meselâ: Bir evin
hakîkî kıymeti on milyon olduğu hâlde, on iki milyon liraya veya daha fazla bir
fiata satdsa veya yedi milyon dokuzyüz doksan dokuz bin yahut daha aşağı bir
fiata satın alınsa; bu muamelede fahiş bir gabn bulunmuş olur.
2-) GABN-İ YESÎR: Bu, gabn-i fahişteki nisbetler-den daha az bir miktarda aldanmaktır.
Meselâ: Hakîki kıymeti on bin lira olan bir hayvan, on bin beş yüz liraya
satılsa veya dokuz bin beş yüz liraya satın alınsa; bu muamele bir gabn-i yesîr
olmuş olur.
MAĞBUN: Bir
gabin muamelesinde aldanmış bulunan kimse demektir.
GADR:
Hainlik etmek, ahdi bozma; muâhade ahkâmını bozmak demektir.
GAFLET:
Gafillik, boş bulunma; dalgınlık; dikkatsizlik, ihtiyatsızlık; ihmâl etmek;
endişesizlik.
GAFİL:
Gaflette bulunan; ihmâl eden; ilerisini iyi düşünmeyen; dikkatsiz, dalgın;
ihtiyatsız
GAFLETEN:
Gaflet eseri olarak; dalgınlıkla
GAİLE: Dert,
sıkıntı, keder; felâket, musîbet, savaş.
GALAT:
Yanlış, yanılma.
GALLE-İ VAKIF: VAKDJ Maddesine bakımz.
GANİMET:
Savaş esnasında veya bir biri ile savaşan iki ordunun ilk karşılaşmaları
sırasında, gazilerin küveti ile, harbîlerden kahren alınan mal demektir.
MAGNEM kelimesi de
GANİMET anlamına gelir. GANÂİM, Gannnet'in, MEGANÎM de magnem'in çoğuludur.
GANİM: Bir
savaşta mukâtil olarak hazır bulunup, ganimete nail olan muzaffer İslam
mücâhidi demektir.
GANİMİN:
Ganim kelimesinin çoğuludur.
GANÂİM-İ ME'LÛFE: Savaş sırasında düşmandan kahren alman menkûl mallardır.
GANÂİM-İ GAYR-İ ME'LÛFE: Harb sebebiyle, düşmandan, kahren veya sulh yolu ile
alman gayr-İ menkûl mallar yani düşman topraklan demektir.
GANÂİM-İ HÂLİSE: Enfâl adı verilen ganimet mallandır ki, bu mallar, mücâhid askerlerden
bir kısmına tenfîl suretiyle tahsis edilmiş bulunur.
TENFÎL:
lafzına da bakınız.
GANÂİM-İ MAKSÛME: Beste biri beytül-mâl'e alındıktan sonra, geride kalanı gânimler
arasında (aksim edilmiş ve dağıtılmış olan ganimet mallan demektir.
GANÂİM-İ GAYR-İ MAKSÜME: Düşmandan iğtinam olunduğu (= ganimet olarak
alındığı) hâlde, henüz gânimler arasında tevzi ve taksim olunmamış bulunan
mallardır.
GARÂMET GÜRÜM:
Bir kimsenin, ödemesi lâzım gelen borç ve diyet gibi şeydir.
GÂRİM:
Borçlu medyun yani üzerinde hak bulunan kimse demektir
GARIM:
Alacaklı kimse demektir.
GURfiMÂ:
Alacaklılar anlamına gelir.
GARAZ:
Maksat, niyet, gaye, kasıt. Ok atılan nişangâh, hedef. Kötü niyet, kin.
GARAZ-I ASLÎ:
Asıl gaye, esas maksat.
GARRE Aybın veya
başkasından iddet beklemekle olduğunu sakhyarak, kendisine talip olan erkeği aldatan
kadın demektir.
GASB:
Lügatte: Başkasına ait bir şeyi, istimal etmek (= kullanmak) İçin, düşmanlık
ve tegallüb yoluyla alıvermektir. Bu şekilde alınan mal, gerek mal olsun,
gerek olmasın farketmez. Istılahta GASB: Bir kimsenin mütekavvim ve muhterem
bir malını, serâhaten ve delâleten veya âdete nazaran, sahibinin izni
olmaksızın, haksız yere elinden veya dâire-i tasarrufundan ahzeâfiek yani almaktır.
Gasbın lügat mânâsı,
ıstılahı mânâsından daha umûmî ve daha şümullüdür.
Meselâ: Hür bir inşam
alıp kaçırmaya, lügatte gasb denilirse de, ıstılahta, gasb denilmez;
İĞTİSÂB:
Gasb anlamında kullanılan bir kelimedir.
GÂSIB:
Başkasının malını elinden veya daİreji tasarrufundan tegallüb (= hile veya zor
kullanarak, zorbalık) yoluyla, haksız yere, alenen ahzeden (= alan) kimse
demektir.
Meselâ: Bir kimsenin
emniyet ettiği bir şahısta bulunan bir malı, kendisinin dâire-i tasarrufunda
bulunmuş olur. İşte bu malı, bir başkasının tegallüben (= zor kullanarak,
zoraki) alması bir gasbtır. Gâ-sıb, o şahsın elini kasretmiş, yani bu malında
tasarrufta bulunmasına mâni olmuş olur.
MAĞSÛB: Başkasından,
haksız7ere, tegallüben (= zor kullanarak veya hile ile) ve alenen ahezdilen (=
alman) şey demektir.
Bu şekilde alınan bir
malın ıstılâhen mağsûb sayılabilmesi için mütekavvim ve muhterem bir mal olması
lâzımdır.
Gasb lafzı, mağsûb
anlamında da kullanılabilir.
MAĞSÛBÜN MİNH:
Elindeki veya tasarrufu altındaki bir mal, başka bir şahıs tarafından tegallüben
(= zor kullanılarak veya hile ile) alınmış bulunan şahıs; kendisinden
gasbedilen kimse demektir.
GAYR-İ LÂZIM:
LÂZfti Maddesine bakınız.
GAZA = GAZVE :
Harb maksadiyle düşmana doğru yönelmek; sefere çıkmak; gayr-i müslimlerle
savaşmak demektir.
GAZEVÂT, gazve'nin
çoğuludur.
GAZI: Gaza
eden; gayr-i müslimlerle savaşan kimse demektir.
GEDİK
GEDİK: Bazı
esnaf ve sanat ehlinin daimi surette kalmak üzere isticar etmiş bulunduğu, mülk
veya vakıf bir" dükkan yahut benzeri bir akar içine, müste'-cirin malı
(parası) ve mülk sahibi veya mütevellimin izni ile yapılmış bulunan bir takım
binalara dolaplara, raflara ve içerisine konulmuş bulunan lüzumlu âletlere
GEDİK denilir.
Gediklerden bir
kısmının içerisine konulmuş bulunduğu yer (yani müstakarrun fîh) vakıf bir yer
olabilir. Bu durumda vakıf olan bu (dükkan ve saire gibi) yerlere de.mülk
denir.
MÜSTAHLAS GEDİK: Mülkü yanmış plan gedik demektir.
Vakıf musakkafâtda,
—mütevellilerin izni ile— müste'cirler tarafından, karar üzere yapılmış olan
raf, dolap ve benzeri şeyler de birer GEDİK' tir. Bunlara KİRDAR da denir.
GÖNÜLLÜ:
Mütetavvia Maddesine bakınız.
GÜLÜL:
Ganimetlerden çalmak, yani ganimet mallarından, —taksimden önce— hıyanet yolu
ile bir şey almak demektir.
GURRE: İskat
edilen bir ceninden dolayı verilmesi îcâbeden mâlî bir tazminattır. Gurre'nin
miktarı, hanefîlere göre beş yüz, safîlere göre ise altı yüz dirhemdir. Gurre,
aslında: Bir şeyin ilki, başlangıcı demektir. Bundan dolayı kamerî ayların ilk
günlerine gurre-i şehr denir. Gurre-i Şa'ban: Şa'ban ayının İlk günü ve gecesi
demektir.
Köle'ye, cariyeye,ve
malların en seçkinine gurretü'l-emvâl denir.
Güzel ve parlak yüze
vech-i eğer, açık ve nûrânî alma da cebbe-i garra denir ki, bu kelimeler de,
aynı kökten türetilmiştir. [6]
HABER:
Herhangi bir zâttan rivayet olunan sözdür.
Hadîs ilmi ıstılahında
HABER: Sünnet ve hadîs tabirleri ile eş anlamlıdır.
ESER kelimesi de,
hadîs ıstılahında haber (yani sünnet ve hadîs) anlamına gelir.
Bazı zevata göre
HABER: Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'den başka
zâtlardan (meselâ: Sahâbe-i Ki-râm'dan) rivayet edilen sözdür.
Eser kelimesi de,
sahâbinin veya selefin sözü anlamında kullanılır.
Hadîs Maddesine de
bakınız.
HABS:
Tutmak, tevkif etmek, men eylemek, bir şahsı veya bir malı, bir yerede nezâret
altıda bulundurmak demektir.
HABS-İ NEFS:
Bir şahsı hapsetmek.
HABS-İ AYN:
Bir malı hapsetmek.
HILA, IHLA ve TAHLİYE
tabirleri HABS tabirinin mukabili (= zıddı) dır ve serbest bırakmak anlamına
gelir.
Allah yolunda
savaşacaklar için at; toplum için bir akar veya ağaçlar vakfedilmesine de HABS
ve HU-BÜS denir.
MAHBUS:
Hapsedilen şahıs veya mal demektir.
MAHBİS:
Hapishane, tavkifhane demektir.
MAHBES DE
Habs anlamındadır.
HAC
HAC: Belirli
bir zamanda, Ka'be'yi ve etrafinda-ki mukaddes yerleri usûlüne uygun olarak
ziyaret etmek ve buralarda yapılması gereken diğer menâsikİ yerine getirmek
demektir.
Hac üç kısma ayrılır:
1-) FARZ OLAN HAC: Belirli şartlan hâiz olan kimselerin, ömürlerinde bir defa yapmaları
gereken haçtır.
2-) VACİP OLAN HAC: Adamış olan haca»yerine getirilmesi vacip olduğu gibi, başlanıldıktan
sonra bozulan nafile bir haccın kaza edilmesi de vaciptir.
3-) NAFİLE HAC:
Farz olan hac yerine getirildikten sonra yapılan haclar ile çocuk, deli, köle
ve bu-naklann yaptıkları haclar ise NAFİLE HAC nev 'indendirler.
HACCIN EDÂ ŞEKİLLERİ:
Edâ edilişi bakımından
üç çeşit hac vardır:
1-) HACC-I İFRÂD: Umresiz olarak yapılan haçtır. Hac mevsimi içinde, hacdan önce umre
yapmadan, yalnızca hac menâsikini yerine getirmiş olanlar D7-RAD HACCI yapmış
olurlar.
2-) TEMETTÜ4 HACCI: Bir hac mevsiminde umre ve haccı ayn ihramlarla edâ etmek demektir.
Hac aylan girdikten sonra umre yapıp ihramdan çıkan ve daha sonra hac
günlerinde yeniden ihrama girerek hac menâsikini de edâ eden kimseler HACC-I
TEMETTÜ' yapmış olurlar.
3-) HACC-I KIRAN; Hac ve umreyi, —ikisine birden niyet ederek— bir ihramda birleştirmek
demektir. Bir kimse, bir hac mevsiminde önce umre yapıp, — ihramdan çıkmadan—
hac günlerinde, hac menâsikini de yerine getiren kimseler KIRAN HACCI yapmış
olurlar.
HAC AYLARI:
Hac menâsikinin başladığı ve devam ettiği aylardır ki, bunlar da Seval ve
Zilkade ayları ile Zilhicce' nin ilk on günüdür.
HAC GÜNLERİ
1-) EYYÂM-I MA'LÛMÂT: Zilhicce ayının ilk on günüdür.
2-) YEVM-İ TERVİYE: Zilhicce ayının 8. günüdür. Yani, arafe gününden bir gün önceki
gündür.
3-) YEVM-İ ARAFE: Zilhicce'nin dokuzuncu günüdür.
3-) YEVM-İ NAHR (= KURBAN KESME GÜNÜ): Zilhicce ayının onuncu (yani: Kurban bayramının ilk)
günüdür,
5-) EYYÂM-I NAHR: (= KURBAN KESME GÜNLER): Zilhicce ayının 10,11 ve 12. günleridir. Hacılar, bu
günlerde MİNA'da bulunduklarından, bu günlere EYYÂM-I MİNA (= Mina Günleri) da
denir.
6-) EYYÂM-I TEŞRIYK: Arafe günü ile, kurban bayramının dört günüdür. Arafe sabahından
başlayıp, kurban bayramının dördüncü gününü akşamına kadar, farz namazların sonunda
teşnyk tekbiri getirilir.
7-) EYYÂM-I MİNA: Mina'da şeytan taşlama menâsikinin yapıldığı, bayram günleridir.
flUL; Mekke'de, Harem
Bölgesi ile, Mîkad sınırlan arasında kalan yerlere HTLL denilmektedir.
HACC-I EKBER:
Hac (veya Arafe günü Cuma'-ya rastlıyan hac) anlamına gelir.
HACC-I ASĞAR:
Umre demektir.
HACAMET:
Boynuz veya şişe ile vücûdun bir organına kanı topladıktan sonra, neşter ve
mengene denilen âletlerle kan alma. Hacamat Bu kelimenin doğrusu HİCÂMET'tir.
HACB
HACB:
Lügatte: Men etmek; bir şeyden alıkoymak anlamına gelir.
Istılahta HACB: Başka
vâris bulunması sebebiyle,
bir şahsı, tamamen
veya kısmen mirastan men etmek demektir.
HACİB: Bir
kimseyi mirastan men eden vâris anlamındadır.
MAHCÛB;
Mirastan men edilen kimse demektir.
HACB iki çeşittir:
1-) HACB-İ HİRMÂN: Bir vârisi, mîrâstan tamamen mahrum etmek demektir.
2-) HACB-İ NOKSAN: Bir vârisin hissesini, çoktan aza indirmek demektir.
MAHRUM:
Kölelik ve din aynlığı gibi bir sebe'-le mîrâstan memnu' olan şahıs demektir.
HACET:
İhtiyaç, lüzum, gereklik, muhtaçlık.
HACER-İ ESVED: KA'BE / KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
Hâcib:
Perdedâr, kapıcı (= vezir, âmir); perde, hâil.
Hacr:
Lügatte: Men etmek anlamına gelir. Bu kelime, basta ve haram mânâlannı da ifâde
etmektedir.
Hacr:
kelimesi, akıl mânâsına da gelir. Çünkü akıl, sahibini çirkin ve akıbeti
zararlı olan şeylerden men eder.
Istılahta HACR: Belirli bir şahsı, kavlî (=
sözlü) tasarrufundan men etmektir.
MAHCUR:
Hacredilmiş şahıs demektir.
Kavli tasarruftan men
etmek demek, otasarrufiıMkümsüz, gayr-i sabit ve gayr-İ nafiz (= geçersiz)
saymak demektir.
Hacr fiilde de geçerli
değildir. Çünkü, bir fiilin, vukuundan sonra reddi mümkün olmaz. Bu sebeple
fiilden hacr etmek de tasavvur olunamaz.
Hîcr kelimesi de bu
anlamda kullanılır.
HACR-İ KAVİ:
Bir şahsı, tasarrufun aslından men etmek demektir. Ve bu durumda o tasarruf
asla nafiz (= geçerli) olamaz.
Meselâ: Mecnûn-i
mutbik'i (= deliliği devamlı olan şahsı) ve mümeyyiz olmayan çocuğu, alış-veri,
icar, nikâh, talâk, İkrar ve hibe gibi kavlî tasarruflardan menetmek gibi...
Bunlann, bu gibi tasarruflan asla sabit olmaz.
HACRİ MUTEVASSIT: Bir şahsın kavlî tasarrufunu vasfi (yani geçerliliği) itibariyle men
etmek demektir.
Meselâ: Bir ma'tuhun
(= bunağın) vaya mümeyyiz olan bir çocuğun menfaat ile zarar arasında olan
kavlî tasarrufları gibi... Bu tasarruflar, bu bunağın veya mümeyyiz çocuğun
velilerinin İzinleri olmathkça geçerli olmaz.
HACR-İ ZAİF:
Bir şahsın kavlî tasarrufunun vasfının vasfinı (yani bu tasarrufun o anda
tahakkuk etmesini) men etmektir.
Meselâ: Hacr altında
bulunan bir borçlunun, "başkasına borçlu bulunduğunu ikrar
etmesinin" hacr altında iken geçerliliğini men etmek gibi.... Hacr
altında bulunan borçlunun bu ikrarı, hacri fek edilince (= kaldırılınca) —borç
zimmetine taallûk etmiş olarak— muteber olur.
HAD
HAD:
Lügatte: Men etmek demektir, insanları girip çıkmaktan men ettikleri için
kapıcı ve gardiyanlara da HADDAD derler.
HAD bir şeyin
mâhiyetini tarif ve tâyin şey anlamına da gelir. HÜDUD, hadd'in çoğuludur;
yani: Hadler demektir.
HAD: İki şey
arasındaki hâil (= peyde, mâni olan şey) anlamına da gelir.
Gayr-i menkûllerin
(arazilerin, tarlaların, arsaların v.s.) nihayetlerine (yani: Sınırlarına da)
HÜDUD denilir.
Çünkü bunlar, arazilerin
sahalarını tâyin eder ve başkalarına karışmalarına mâni olur. Bu münâsebetle,
bir kısmı cezalara da HAD (ve HU-DUD) adı verilmiştir. Çünkü bu cezalar» bütün
insanlığı zararları dokunan bir takım fena hareketlerden insanları önlerler ve
men ederler. Bu hadler, mücrimlar hakkında birer ukubet (= ceza) olduğu gibi,
bunları görenler hakkında da birer ibret ve intibah vesilesi teşkil ederler ve
ammenin menfaatlerini mutazammın olurlar.
HADD-İ SİRKAT:
Şartlan mevcut ve usûlü dâiresinde sabit olan bir hırsızlıktan dolayı, sârik(=
hırsız) hakkında kat'-i uzuvf (= uzuv kesme)t suretiyle yerine getirilecek bir
ukubettir. (= cezadır.)
HADD-İ SEKR:
Hamr'den (= şaraptan başka müskir (= sarhoşluk veren) içilecek şeylerden biri-
j
nin, ihtiyarla (=
istenilerek) içilmesinden meydana gelmiş olan sekr (= sarhoşluk) hâlinden
dolayı îcâ-beden ukubettir. (= cezadır.) Ve bunun miktarı da 1 hadd-i hamr (=
şarap haddi) kadardır.
HADD-İ HAMR;
Hamr (şarap) denilen mâyiin az veya çok miktarda istenilerek içilmesinden dolayı
tatbik edilmesi îcâbeden ukubettir. (= cezadır) Hadd-i Hamr'in miktarı hür
olan erkek ve kadın hakkında seksen; köle hakkında ise kırk celde (= değnek
veya kırbaç) dır.
HADD-İ KAZF:
Bir muhsan veya muhsane'ye yani: Mükellef, hür, müslüman, zinadan afif
(nefsini zinadan korumakla tanınan bir kimseye) dâr-ı adil'-de, ta'yîr (=
utandırma) ve şetm (= sövüp sayma) kasdiyle, zina isnâd eden, mükellef bir
şahıs hakkında tatbik edilecek bir ukubet (= ceza) dır.
Bunun miktarı ise, hür
erkek ve kadın hakkında seksen, köle hakkında kırk değnek vurulmasıdır.
HADD-İ ZİNA:
Şartlan dâhilinde vâki ve sabit olan zina edepsizliğinden dolayı, bu fiili
işleyen hakkında tatbik edilecek bir ukubet (= ceza) demektir. Bu ukubet,
muhsan ve muhsane olanlar hakkında recim, ihsan sıfatını hâiz olmayanlar
hakkında ise celde yoluyla uygulanır.
Bu celdelerin sayısı,
hür olan erkek ve kadın hakkında yüz, rakîk (= köle) hakkında ise elli
vuruştur.
HADES
Hades: Şer'an bazı
ibâdetlerin yapılmasına mâni olan ve hükmî necaset (= hükmî pislik) sayılan bir
hâldir. Hades,
1-) Hades-i
asgar,
2-) Hades-i
ekber; diye iki kısma ayrılır. Hades-i asgar: Taharet-i suğra ile (meselâ:
Sadece abdest almakla) giderilebilen tahâretsizlik hâlidir. Bevfetnıek veya
ağız, burun gibi bir uzuvdan kan gelmesi bir sebeple meydana gelen hadese,
hades-i asgar (= küçük hades) denir.
Hadesi-i ekber:
Tahâret-i kübrâ ile (yanı.usulünce gusledilerek) giderilebilen tahâretsizlik
hâlidir. Bu da cünüplük, hayız ve nifas hallerinden meydana gelir.
Habeş: Maddeten temiz
olmayan herhangi bir şey demektir.
Habeş, necis ve
necâset-i hakikiyye anlamında da kullanılır.
(NECASET maddesine
bakınız.)
HADİS
HADİS:
Lügatte: Söz; haber; sonradan meydana gelen şey anlamlanna gelir.
Istılahta HADÎS: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin
buyurmuş olduğu herhangi bir mübarek söz demektir, HADÎS kelimesi, Peygamber
(S.A.V.)'İn sünneti anlamında da kullanılmaktadır.
EHÂDÎS:
Hadîsler anlamına gelir.
MUHADDİS:
Hadîs ilmi ile uğraşan ve bu ilmin usûlünü ve bir çok furûunu bilen şahıs
demektir.
ŞEYHU'L-HADÎS:
Hadîs ilminde kâmil bir üstâd olan ve kendisinden hadis rivayet-olunan kimse
demektir.
İMÂM: (Hadîs ilminde) Şeyhu'l-hadîs anlamındadır.
HÂFIZU'L-HADÎS:
Hadis ilminin usûl ve furû-undan bir çoğunu hıfzeden (= ezberleyen) ve bir kavle
göre, yüz bin hadîs-i şerifi, senetleri ile birlikte ezberlemiş bulunun zâttır.
HÂKİMÜ'L-HADÎS:
Rivayet edilmiş bulunan bütün hadisleri, metinleri ve senetleri ile ve
râvîlerinİn tarihleri, cerh ve ta'dilleri ile hıfz ve ihata eden zâttır.
Zannedildiğine göre hadîste hâkim, sadece İmân Bu-hari'dir. Çünkü,
"Buhârî'nin bilmediği bir hadis, hadis değildir." sözü, âlimler
arasında yaygındır.
MUHARRİC-İ HADÎS: Bir hadîsi, isnatsız olarak nakleden şahıs demektir.
HADÎS-İ MERFÛ:
Peygamber (S.A.V) Efendimize, tasrîhan veya hükmen müntehî olan hadistir.
Meselâ: "Resulullah şöyle buyurdu.", "NebiyyiZî-Şân'dan şöyle
işittim.'' diye rivayet edilen hadisler, tasrîhan Peygamber (S.A.V.) Efendimize
dayanan birer merfû' hadîstir.
"Biz, Resulullah
(S.A.V.) zamanında şöyle yapardık.", "Şöyleyapmak sünnettir."
tarzında rivayet edilen haberler de birer hükmen merfû' hadîstir.
HADÎS-İ MUTTASIL: Bütün râvîleri sırası ile zikredilerek nakledilen hadîstir.
HADÎS-İ MEVKUF:
Sahâbe-i kiramdan birinin kavline veya fiiline yahut takririne ait olan bir haberdir.
Ve bu haber, bütün râvîleri zikredilerek nakledilmiş olur.
HADÎS-İ MÜSNED:
Zahiren muttasıl bir zened ile ve nihayet sahâbe-i kiramdan bir zât vasıtasıyla
Peygamber (S.A.V) Efendimnize ref ve isnâd olunan hadîstir.
Bazı hadîs kitapların
ada MÜSNED adı verilmiştir.
Imâm-ı A'zam'ın ve
imâm Ahmed İbni Hanbel'i müsnedleri vardır.
MESANİD:
Müsned'İn Cem'idir; yani müsnedler demektir.
HADÎS-İ MAKTU:
Tebe-i tabiînden birinin kavline veya fiiline ait olmak üzere, kendilerine bir
rivayet silsilesi ile ulaşan haberdir.
HADÎS-İ MUANAN:
Senedinin bir veya bir kaç yerinde an veya enne tabiri kullanılan (meselâ:
"Had-desenâ Şu'betü an Hâlidin Ebî Kılâbete..." diye rivayet edilen)
hadistir.
Buna, AN'ANE YOLUYLA
RİVAYET de denir. Bu şekilde rivayette bulunan şahsa MUANIN denir.
HADÎS-İ MÜRSEL:
Tabiînden (yani, sahabeyi görmüş zatlardan) birinin, sahâbî İsmini zikretmeden,
Resûl-i Ekrem fS.A.V.)'e ref ve isnâd ettiği hadistir.
Meselâ: Hasan-ı
Basri1, bir hadîs-i şerifi, Hz. Ali (R.A.)'den işitmiş olduğu hâlde, Onun adını
zikretmeden: "Resulullah şöyle buyurdu:..." diye rivayette bulunsa;
bu hadîs, bir ntürsd hadîs olmuş olur. Bu şekilde, kendisinden rivayette
bulunulan zât ile râvî arasındaki vâsıtayı terk etmeye İRSAL denir.
HADÎS-İ MUNKATI: Tebe-i tabiîn tarafından, vâ-sitalan terk edilip Resûl-i Ekrem
(S.A.V.)'e ref edilen hadistir.
Meselâ: Tebe-i
tabiînden olan bir zâtın, tâbİî'yi ve sahabeyi zikretmeden: "Rasulullah
(S.A.V.) şöyle buyurmuştur..'" diyerek naklettiği bir hadîs, mun-katı' hadîs'tir.
Hadîs usûlü âlimlerine
göre hadîs-i munkatı' de, bir mürsel hadîstir.
HADÎS-İ MÜDREC:
Metnine veya senedine hâriçten bir şey dere ve idhâl edilmiş olan hadistir.
Müdrec hadîs: a-) Müdrecü'1-Metn,
b-)
Müdrecü'l-Isnâd kısımlarına ayrılır.
HADÎS-İ MUZTARİB: Birbirine metin veya se-ned itibariyle muhalif olmak üzere iki suretle
rivayet edilen hadîstir ki, ya metninde veya isnadında takdim, tehir yahut
ilâve ve çıkarma yapmakla veya râvisinin yerine başka bir râvî veyahut metninin
yerine başka bir metin ikâme etmekle vücûde gelir.
HADÎS-İ MUSAHHAF: Metninde veya senedinde hat şekli bozulmamak üzere yalnız bir
harfinin veya birden çok harflerinin noktası değiştirilmiş olan hadîstir.
HADÎS-t MUHARREF: Metninde veya senedinde yazı şekli ve sureti bozulmamakla beraber,
bir harfinin yahut birden çok harfinin harekesi değiştirilen ve bu sebeple
başka bir kelimeye kalbedilmiş olan hadîstir.
HADÎS-İ MÜBHEM:
Râvîsinin zikredilen adı veya künyesi yahut lakabı veya sıfaö, san'ati, nesebi
sikalar arasında mechûl bulunan hadîstir.
Bu şekildeki bir
hadîs, râvîsinin mâruf ismi zikre-dilmedikçe kabul olunmaz.
HADÎS-İ MEVZU:
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz namına hilâf-ı hakikat olarak vaz' edilmiş (yalan
olarak uydurulmuş) hadistir.
Diğer bir tarife göre MEVZU' HADÎS: Bir şahıs tarafından
herhangi bir maksatla tertip edilerek (= uydurularak) Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz tarafından beyan buyrulmuş gibi gösterilen hadîstir. Mevzu' Radîs'e
HADÎS-İ MUHTELÂK da denir. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz adına bu şekilde hadis
uydurmak, büyük bir günâhtır.
HADİS-İ ZÂİF:
Sahîh hadîsteki şartlan hâiz olmayan (meselâ: Râvileri arasında kizb ile veya
adaletsizlikle yahut kesret-i galat ile veya bid'at ve cehaletle tanınan bir
kimse bulunan yahut şüzûz'dan, nekâretten salım bulunmayan hadîstir. Muallâk,
mür-sel, mu'dal, munkaü', müdelles, muallel, şaz, mün-ker ve metruk olan
hadîsler, zâif hadîs kabilindendir.
HADİS-İ MUALLAK: Bir muhaddisin, baş taraftaki râvilerden bir ikisini (yani, kendi
şeyhini ve şeyhinin şeyhini) terk ederek, onlardan sonraki râvîden işitmiş
gibi rivayet ettiği bir hadîstir.
Meselâ: Bir
hadîsci.bir hadîsi İmâm Mâlik'ten, o da Nâfî'den işitmiş olduğu hâlde, o hadîsi
"Nâfî dedi ki:'' diye rivayet ederse, böyle rivayet edilen hadîs, bir
hadîs-İ muallak olur.
HADÎS-İ MU'DÂL:
Râvîlerden, -sahabe-i kirama varıncaya kadar— iki veya daha çok vâsıta
zik-redilmeyip, iskât edilmiş olan hadîstir. Usulcülere göre, bu hadîs de,
mürsel'dir.
HADÎS-İ MÜDELLES: Râvilerinden birinin ismi, hadîs İmamlarının hazıklarından başkası
muttali olmayacak bir şeküde,an'aneden iskât edilerek, o vâsıta mevcûd
değilmiş gibi rivayet edilen hadîs demektir. Bu şekilde rivayette bulunmaya
TEDLÎS denir. Bu rivayet şekli mekruhtur, mezmûndur.
MÎÎDELLİS:
Tedlîs yolu ile hadîs rivayet eden şahıs demektir.
HADÎS-İ
MUALLEL: Hakkında kadhı icsk^stcek— ayıplardan salim görülmekle
beraber, hakikatta sıhhate dokunabilecek gizli bir illet, bir kadih sebebi
bulunan hadîstir.
Muallel bir hadîsin
illetini bulan hadisciye MUALLİL denir.
HADÎS-İ ŞÂZ:
Makbul olan bir râvînin, kendisinden daha makbul bir râvînin rivayetine
muhalif bir şekilde rivayet ettiği hadîstir.
Bu durumda, daha
makbul olan râvînin rivayet etmiş olduğu hadîse MAHFUZ denir.
HADÎS-İ METRUK:
Hiç bir sika râvînin rivayetine muhalif olmamakla beraber kizb ile, fisk ile,
gaflet ile veya kearet-i galat ile itham edilen bir râvîden naklolunan
hadîstir.
HADÎS-İ MÜNKER:
Zâif bir râvînin rivayetine muhalif olarak, ondan daha zâif bir râvînin rivayet
ettiği hadîstir.
Zâif bir râvînin
münferiden rivayet ettiği hadise de MÜNKER denir.
Sika bir râvînin bu
şekildeki rivayetine ise MA'RÛF HADÎS denir.
HABERİ AHAD:
Bir zâtın veya iki üç gibi mahdut zâtların, yine bir zâttan veya İki-üç gibi
mahdut zâtlardan naklettiği haberdir.
Bu şekilde
ahad tarikiyle Resûl-i
Ekrem (S.A.V.)'den rivayet edilen bir habere de HADÎS-İ AHAD denir.
Peygamber (S.A.V.)
Efendimizden, bir zâtın rt-vâyet ettiği bir hadîs-i şerifi, o zâttan bir
cemâatin nakletmesi de HABER-İ AHAD kabilindendir.
Kendisinde tevatür
şartlarını tamamen bulundurmayan bir habere de HABER-İ AHAD denilmiştir. Bu
itibarla, haber-İ meşhur da aslında HABER-İ AHAD kabilindendir.
Haber-i ahad'in
râvîleri pek mahdut olduğundan, onun muhberün anh'e (= kendisinden haber
verilen sahsa) ittisalinde (= ulaşmasısda) hem şekil bakımından, hem de manen
şüphe bulunur.
HABER-İ MEŞHUR:
Başlangıçta ikiden fazla, fakat mahdut zâtlar tarafından rivayet edilmişken,
bi-lâhere ikinci ve üçüncü asırlarda şöhret bulup, yalanda ittifakları
düşünülemiyen bir cemaat tarafından naklolunan haberdir.
Buna, HABER-İ MÜSTEFİZ
de denir. Bu şekilde nakledilegelen bir hadîs-i şerife HADIS-İ MEŞHUR denir.
Bunda, Peygamber (S.A.V.) 1 Efendimiz'e ittisalinde ilk râvilerm mahdut olmasından
dolayı sûreten bir şüphe var ise de, daha sonra şöhret bulup, ümmet tarafından
alınmasından dolayı da manen bir şüphe yoktur.
HABER-İ MÜTEVÂT: Yalan söylemek üzere ittifak etmelerini, âdete göre, akim caiz
görmediği bir cemâatin verdiği haberdir. Böyle, mütevâor bir şekilde rivayet
edilen bir hadîs-i şerifin Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimize ulaşmasında
(yani: O'nun mübarek sözü olduğunda) sûreten de, manen de bir şüphe bulunmaz.
Haber-i mütevâtirle gelen hadîs-i şerife HADIS-I MÜTEVÂTIR unvanı verilir.
Meselâ Kur'an-ı Kerim'in bir İlâhî Kelâm olmak üzere Resûl-i Ekrem (S.A.V.)
Efendimiz tarafindan, ümmetine tebliği edildiği, bu şekilde mütevâtir surette
nakledile gelmiştir.
Keza, zekâtın
miktarını beyân eden "Mallarınızın kırkta birini zekât olarak
veriniz." hadîs-i şerifi de, mütevâtiren nakledilmiştir.
HADÎS-İ SAHÎH:
Âdil ve zabt yönünden tam olan zâtlar tanfndaa $âz ve muallel olmayan muttasıl
bir senet ile naklolunan hadîs demektir.
Sahih hadis, İki kısma
ayrılır:
1-) SAHÎH Lİ-AYNİHÎ: Râvîlerin adi ve zabtında hiç bir kusur bulunmayan sahih hadîstir.
2-) SAHÎH Lİ-GAYRİHÎ: Râvîlerin adaletinde ve zabtında bir nevi kusur
görülmekle beraber, başka yollarla da rivayet edilmiş veya başka bir sahîh ha-,
dîsle teyid edilmiş bulunan hadîslere li-gayrihî sa-Mb hadîs denir.
HADÎS4ÜASEN:
Hadîs-i sahîh üe hadîs-i garîb arasında bir mertebede bulunan hadîs-i şeriftir.
Bu hadîs nev'inde, râviler arasında kizb (= yalancılık) ile itham edilen kimse
bulunmaz ve benzeri, diğer yollardan da rivayet edilmiş olduğu için, bu hadîs
şaz
(= kaide dışı, kaideye
uymayan) bir hadîs sayılmaz. Bazı hadîstiler, bir kısım hadîsleri, başka başka
noktalardan bakarak, hadîs-i hasen-i sahîh diye adlandırırlar.
Hasen Hadisler de iki
kısma ayrılır:
1-) Lİ-ZÂTİHÎ HASEN HADÎS: Râvîsinin, sâdece zabünda bir nevî kusur görülüp,
kendisinde başka bir kusur bulunmayan hadîstir.
2-) Lİ-GAYRİHÎ HASEN HADÎS: Râvînin adaletinde, zabtında ve senedinin
ittisalinde bir nevî noksan bulunan veya aslında zâif hadîs iken, zaafı
rivayet tariklerinin çokluğu ile müncebir olan hadîsler, li-gayrihî hasen hadîs
sayılır.
HADÎS-İ GARÎB:
Zuhri ve Katâde gibi, rivayet ettikleri hadîs-i şerifler bir çok zât tarafından
toplanan meşhur imamlardan birinden, sadece bir kişinin rivayet ettiği hadîs'e
garîb hadîs denir.
HADÎS-İ AZİZ:
Zuhri ve Katâde gibi meşhur bir hadis imamından iki veya üç kişinin rivayet
etmiş bulunduğu hadîs-i şeriflere ise azîz hadîs denilir.
HADEME-İ
EVKAF: VAKIF Maddesine
bakınız.
M'HAFÎ: —
Sîgasından dolayı değil— bir arızadan dolayı mânâsı kapalı kalan lafızdır.
Meselâ: Sarık (= hırsız) lafzı, tarrâr (= yan kesici) ile nebbâş (= mezar ve
kefen soyucu'ya) göre hafidir.
Yan kesici de, kefen
soyucu da hırsızdır. Fakat, bunlar başka birer isimle anıldıkları için, hırsız
tâbirinin bunlar için kullanılması hafî bulunmuştur.
HAFÎD: AHFAD
Maddesine bakınız.
HÂİLE: Gebe
olmayan kadın.
HÂİT: Bir
yeri çevreleyen duvar, çit; tahta perde. Hâit'in çoğulu HÎTÂN'dır.
HAK
HAK:
Muhtelif mânâlar ifâde eden bir tâbirdir. Hak lafzı, pek çok ayrı mânâlarda
kullandır. Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: Hak: Aslında, mutabakat
ve muvafakat demek olup, bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak îcât eden zâta
da, hikmetin muktezasına göre yaratılmış olan şeye de bu tâbir ıtlak olunur.
Bu yönden, Allahu
Teâlâ'ya Hak denildiği gibi; Al-lahu Teâlâ'nın her fiiline de Hak denir. Hak:
Kur'ân-ı Kerîm; İlâhî vahiy; hikmet; nusret saadet; te'yit, büyük bir iş
mânâlarına da gelir.
Allahu Teâlâ'mn
varlığı sabit ve Rubûbiyyeti müte-hakkık olduğu için, O'nun yüce isimlerinden
biri de Hak'tır.
Hak hikmete uygun
olarak meydana gelen hüküm mânâsına da gelir. Meselâ: "Bu karar
haktır." denilmesi gibi...
Hal ve fasl edilmiş,
hükmü verilmiş olan herhangi bir işe de hak denir.
Emr-i Hak: Kazaya
iktiran etmiş (bağlanmış) hâdise demektir.
Hak, adalet mânâsına
da gelir. Bunun İçindir ki adaletli kimselere eh!-i hak denilir. Bu mânâda
hakkaniyet tabiri de kullanılmaktadır. Hak, vacip ve lâzım olmak mânâsına da
gelir. Meselâ: "Şöyle yapılması bir hakür." denildiği zaman, bu
".... vecîbedir." mânasına gelir. Hak, bir şeyi sabit, vacip kılmak
mânâsına da gelir. "Filân şahıs, dâvasını hak etti." denilmesi
gibi... Hak, Mal ve mülk anlamına da kullanılır. Meselâ: "Şu şey, filân
kimsenin hakkıdır." denilmesi gibi... Hak, bir kimseye faydalı olan ve ondan
bir zaran kaldıran şey mânâsına da gelir.
Hak, bir akarın
merafikına, meselâ: Bir eve tâbi olan şeylerden olup, ondan aynlımıyacak olan
şeyler mânâsına da gelir. Mesela: Yol hakkı, mesîl (= su yolu) hakkı gibi...
Hak, Bir kimseye
mahsus olan mânevi bir kudrettir ki, o kimse, bu kudretle tasarruf selâhiyetini
veya mâ-likiyet vasfını elde etmiş olur. piger bir tâbirle hak, şeriatın kabul
ettiği bir İktidardır ki, insanlar bu kudretle bazı şeyleri yapmaya ve
istemeye selâhiyet sahibi olurlar.
HUKUK: Hak
kelimesinin çoğuludur. Haklardan bahseden ilme de HUKUK İLMİ denir. Hasılı hak,
sabit olma, uygun düşme, bir şeyin varlığının kat'i olarak ortada olması
demektir. Ezhan ile âyân; enfiis ile âfak ve ilim ile malum arasında uygunluk
ve mutabakat tarzında da ifade edilebilen hak, sözlere, inançlara, dinlere ve
mezheplere vasıf olarak kullanıldığında sıdk ve sevap anlamını irade eder.
Ancak, ezhânın ayana, diğer bir tâbir ile hükmün vakıaya, itikadın hârice
uygun düşmesine sıdk denildiği hâlde; âyânın ezhâna, vâki olan şeyin hükme,
hâricin itikada uygun düşmesine hak denilmektedir. Sıdk tabiri özellikle akvâl
de,(sözlerde) kullanılmak-,( tadır. Meselâ: "Hak itikat.." ve
"sadık (= doğru) söz...." gibi... * Hak kökünden alınmış bir takım
tâbirler daha vardır. Bunların başlıcalan da şunlardır.
TAHKİK: Bir
şeyin hakikatine muttali olmak ve o şeyi yakînen idrak etmek demektir. "Şu
mes'eleyi tahkik ettim." denilmesi gibi.... Tahkikat: Tahkîk kelimesinin
çoğuludur.
TAHAKKUK:
Bir şeyin sahih olduğunun ortaya çıkması ve mâhiyetinin olduğu gibi
anlaşılması demektir, "Şu haber tahakkuk etti." denilmesi gibi...
MUHİK:
Metîn, râsin, sabit ve doğru olan şey demektir. "Muhiksöz...";
"Muhikda'vâ..." gibi...
HAKİKAT: Bir
şeyin aslı, esâsı, mâhiyeti demektir. Kat'iyyen ve manen sabit olan ve
mahallinde müs-takır bulunan şey içinde hakikat tabiri kullanılır. Hakikat
gerçek ve doğru demektir. Istılahta hakikat: Esasen, vaz edilmiş bulunduğu mânâda
kullanılan ve başka bir mânâya nakledilmemiş olan söz demektir. Buna göre
hakikat mecaz kelimesinin mukabilidir.
Yani bir kelime neyi
anlatmak için konulmuşşa, bu kelimenin o mânâda kullanılmasına hakikat denir
ki, el kelimesinin, bilinen uzuv mânâsında kullanılması bir hakikat, değişik
bir anlamda kullanılması ise mecazdır.
Meselâ: SaJât lâfzı,
lügat bakımından dua anlamında hakikat; namaz anlamında kullanılması ise mecazdır.
Bunun aksine olarak vaz'-ı şer1! bakımından İse salât lâfzı, namaz mânâsında
hakikat, duâ mânâsında ise mecazdır.
İHKÂK-I HAK:
Bir şeyin hak olduğunu delillerle isbat etmek veya bir şeyin hak olduğuna
hükmetmek demektir.
İhkâk-i hak, yani bir
hakkı usulü dâiresinde yerine getirmek veya bir şeyin hak olduğunu isbat ve
izhar etmek ya alâmet ve delillerin ortaya konmasıyla yahut da şer'î
hükümlerin İkmâl edilmesi suretiyle tecellî eder.
İSTİHKAK:
Bir hakkın istenmesi ve bir şeyin, bir şahsa ait, bir hak olduğunun ortaya
çıkması mânâsına gelen bir lâfızdır, istihkak iki kısımdır:
a-) İstihkâk-ı
Mobtil: Bu, birinin mülkiyetini bütünü ile ortadan kaldıran istihkaktır. Bir
kölenin hürriyetine kavuşması gibi... Bu durumda, o şahsın üzerinde bulunan başkalarının
mâlildyet hakkı mubtil (= ibtâl edilmiş = ortadan kalkmış) olur.
b-)
İstihkâk-ı Nâkil: Bir mülkü, bir şahıstan, diğer bir şahsa nakleden
istihkaktır. Ahş-saüş işlemi sonucunda, satın alan şahsın, satın aldığı şeye
hak sahibi olması gibi...
HAKEM:
Tahkim Maddesine balanız.
HÂKİM: Kadı
Maddesine bakınız.
HAKK: Bu
kelimenin pek çok anlamı vardır. Bunlann bir kısmı ise şunlardır:
1-) Allah
2-) Doğruluk
ve İnsaf
3-) Bir insana
ait olan şey
4-) Da'vâ ve
iddiada hakikate uygunluk, doğruluk
5-) Birine
geçmiş, harcanmış emek.
6-) Pay,
hisse
7-) Doğru,
gerçek
8-) Lâyık,
münasip, uygun
HAKK-IÂMHÛYTET:
Amirlik hakkı
HAKKI KADAR: KİRDAR Maddesine bakınız.
HAKK-I MECRA;
Bir yerden su akıtmak; su borusu geçirme yetkisi. Bu hakka, HAKK-I MESÎL de
denir.
HAKK-I MESÎL:
Bir evin veya başka bir yerin, hârice (yani, bir başkasının mülküne) suyunun ve
selimin akması ve damlalık hakkı demektir.
Bu hak da, mücerred
haklardandır.
MESÎL: Suyun
aktığı, geçip gittiği yer demektir.
TESBÎL de:
Su akıtmak mânâsında kullanılır.
HAKK-I MÜHÜR:
Bir yoldan veya bir yerden gelip-gitme, geçme hakkı, yetkisi, selâhiyeti.
HAKK-IMÜRÎR:
Bir kimsenin, bir başkasının mülkünden —sadece— geçme hakkıdır.
Bu, mücerred
haklardandır; ıskat ile sakıt olur.
HAKK-IŞEFE:
Muhrez olmayan (= el altına alınmış bulunmayan) sulardan, herkesin sahip
bulunduğu su içebilme hakkı demektir.
HAKK-IŞEFE:
Su içme hakkı. Yani insanların ve hayvanların bir sudan, alıp içmeye hak sahibi
olmaları demektir.
ŞEFE:
Lügatte: dudak demektir. Burada şefeden maksat, harareti gidermek, yemek
pişirmek ve temizlik yapmak için gereken su demektir.
HAKK-I ŞİRB:
Bir akarsu'dan veya durgun bir sudan muayyen ve malûm olan hisse demektir ki,
tarla, bağ, bahçe ve hayvan sulamak için su ile intifa etme (sudan faydalanma)
nöbeti anlamına gelir.
HAKKI-I TERCEME: Tercüme etme hakkı.
HALİL: Koca,
zevç. Bir kadına zevciyet suretiyle helâlolan erkek demektir.
HALILE: Bir
erkeğe kan-koca bağı ile helâl olan kadın; kan; zevce demektir. Çoğulu
HALÂİL'dir.
HALTT: Su
hissesi ve yol hissesi gibi bir mülke ortak bulunan kimsedir.
Meselâ: Bir kanalda su
hissesi bulunan iki kimse, birbirlerinin haliti olurlar.
Şüf a Maddesine de
bakınız.
HALTTAN:
Karışık olarak bir miktar pişirilmiş hurma İle kuru üzüm demektir.
HALK Ve TAKSİR
HALK:
Saçların dipten tıraş edilmesi demektir.
TAKSİR İse:
Saçların kısatılması anlamına gelir.
Hac ve umre ibâdetleri
yapılırken, ihramdan çıkmak için, başın tıraş edilmesi (halk) veya sacların kısatılması
(taksir) vaciptir.
Hac esnasında halk
veya taksirin bayram günlerinde ve Harem Bölgesinde; Umre'de ise tavaf ve
sa'y'den sonra yapılması gerekir.
HALVET
HALVET: Zevç
İle zevcenin (= kan ile kocanın), —izinleri olmadıkça, üçüncü bir şahsın muttali
ola-mıyacağından emin bulundukları— bir yerde, yalnızca bulunmalan demektir.
Halvet iki kısma ayrılır:
1-) HALVET-İ SAHÎHA: Kan ile kocanın, hiç birinde, tekarrübe mâni bir sebep bulunmadan,
birbirleri ile içtima etmeleridir. (= Bir araya gelmeleridir)
2-) HALVET-İ FASİDE: Zevç ile zevcenin, birinde, tekarrübe mâni bir sebep bulunduğu hâlde,
diğeri ile içtimâ etmelerinden ibarettir.
TEKARRÜBE MİNİ HALLER
Kan - kocanın
birbirlerine tekarrüblerine mâni olan hâller şunlardır:
a-) MEVÂNÎ-İ HİSSİYYE, MEVÂNÎ-İ HAKÎ-KİYYE: (Hissi Manialar, hakîkî manialar): Meselâ: Kocanın,
halvet esnasında hasta bulunması bir hissi veya hakîkî maniadır.
b-) MEVÂNÎ-İ TABÜYYE: Halvet esnasında, üçüncü (âkil) bir şahsın bulunması
da tabii bir maniadır.
c-) MEVÂNÎ-İ ŞER'İYYE Kan ile kocadan birinin, ramazan-i şerifte oruçlu bulunması
veya karının hayız veya nifâs hâlinde olması ise, şer'î manialardan
sayılmıştır.
HÂMİLE: Gebe
olan kadın,
HAMIS: Büyük
ordu demektir.
Vaktiyle, ordular:
Mukaddime, kalb, meymene, mey-sere ve saka nâmı ile beş kısımdan meydana
gelirdi. Bunun içindir ki, bu beş kısmı da ihtiva eden büyük orduya hamiş
denilmiştir.
HAMULE: Yük
çeken deve, at ve diğer hayvanlara hamule denir. Üzerinde yük bulunsun veya bulunmasın,
yük hayvanına bu isim verilir. İnsanların ezâ ve cefasına tahammül eden kimseye
de hamûl denir.
HAMR: Kendi
kendine (yani: Pişirilmeden) kaynayıp kabaran ve iştidad eden (= yani:
Kuvvetlenip sarhoşluk verici hâle gelen) yaş üzüm suyu (= ŞARAP) demektir.
Köpüğünü atıp atmamış olması arasında da bir fark yoktur.
Bu tarif İmâmeyn'e ve
diğer bazı müctehidlere göredir.
Imâm-ı A'zam'a göre
böyle bir üzüm suyu, köpüğünü atmadıkça, —had hususunda— hamr (= şarap)
sayılmaz.
HARÂC
HARAÇ:
Lügatte: Kira, gaile anlamına gelir.
Istılahta HARÂC: Harâc arazisinden ve ihya edilmiş
olan bir kısım araziyi mevâttan, belirli alan ölçülerine göre, beytü'1-mâl
nâmına alınan bir vergidir. Harâc iki lasma ayrılır:
1-) HARÂC-IMUKASEME: Arazinin hâsılatından, yerin tahammülüne göre alınacak olan bir
vergidir. Harâc-ı mukâseme, hâsılata tealluk eder. Bir sene içinde, hâsılat
tekerrür ederse (yani: Bu cins bir arazîden bir sene içinde, bir kaç kere
mahsûl alınırsa), bu harâc da tekerrür eder. Ve mahsulât mevcûd olmayınca, bu
vergi de alınmaz.
2-) HARÂC-Iİ MUVAZZAF: Arazi üzerine, dönüm başına, yıllık ve maktu' olarak,
muayyen bir miktarda alınacak bir vergidir.
HARÂC-I VAZİFE de,
HARACI MUVAZZAF anlamındadır.
Bu vergi zimmete
tealluk eder ve arazîden sadece fiilen faydalanılmakla değil, intifâa temekkün
ile de tahakkuk eder. Bunun içindir ki, böyle bir arazîyi, sahibi kasden
muattal bıraksa bile, yine haracını vermekle muvazzaf (= vazifeli yükümlü)
olur.
HARACÜ'R-RUÛS:
Cizye Maddesine bakınız.
HARAM:
Yapılmasının, Şârii Mübîn tarafından nehiy ve men edildiği kat'î delîl ile
sabit olan, herhangi bir şeydir. Haram iki kısma ayrılır:
1-) HARAM Lİ-AYNİHÎ: Bizzat kendisi hürmete, menşe' olan haram demektir. Sarhoşluk verici
şeyler gibi...
2-) HARAM Lİ-GAYRİHÎ: Bizzat kendisi hürmete menşe' olmayıp, başka bir sebepten
dolayı haram olan şey demektir. Bir başkasının malını, izni olmadan yemek
gibi...
Muharremât: Haram olan
şeyler demektir. Haramın Hükmü: Haramın terkedilmesin jen dolayı sevap;
yapılmasıdan dolayı ise azap vardır. Haram olduğu ittifakla ve kat'îa surette
sabit olan bir şeyi helâl saymak ise, kişiyi imândan uzaklaştırır.
HARB (= MUHAREBE): Düşman üe savaşmak; mukâtele etmek demektir.
HURÛB, harb'in,
MUHÂREBÂT da muhârebe'-nin çoğuludur.
HARB kelimesi savaşçı,
bahâdır anlamında da kullanılır.
MİHREB ve MİHRÂB
kelimeleri de şiddetli savaşan, cengâver kişi anlamına gelir.
MUHAREBE = HİRÂB =
TEHÂRÜB = İHTİ-RÂB kelimeleri de, birbiri ile cenk etmek, kıtal etmek,
savaşmak anlamına gelir.
HARBÎ:
Müslümanlarla aralarında muvâdea (= banş) ve musâleha (= sulh) bulunmayan
gayr-i müs-limlere ait ülke halkından her birine harbî denir. Mü-ennesi
harbiyye' dir.
HAREM BÖLGESİ:
Mekke ve etrafında, bitkilerinin koparılması ve hayvanlarının avlanılması yasaklanılmış
bulunan ve sınırları belirlenmiş olan bölgeye HAREM denir.
HH,L ise: Harem
Bölgesinin dışmda kalan yerler demektir.
HAREM BÖLGESİNİN SINIRI: Harem Bölge-si'nin sının, Cebrail (A.S.)'in
göstermesiyle, Hz. İbrahim (A.S) tarafından belirlenmiş ve bu sınırlan
gösteren işaretler, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yeniden
belirlenmiştir.
Harem Bölgesi'nin
Mekke'ye en uzak sınırı, Cidde istikâmetinde HUDEYBİYE; en yalan sının ise,
Me-dîne istikametindeki TEN'ÎM'dir. Harem Bölgesi'nde ikâmet edenler, Umre için
ihrama girmek üzere, genellikle TEN’ÎM'e gittikleri için, buraya UMRE de
denilmektedir.
HÂRİÇ: Bir
malı elinde bulundurmayan vetoda mâliki olarak tasarrufla bulunmayan ancak,
ojey hakkında "Benimdir." diven kimse demektir.
Meselâ: Bir başkasının
elinde bulunan bir mâlı, o mala vaz'-i yed etmediği (= onu elinde bulundurmadığı)
hâlde "Benimdir." diye da'vâ eden kimseye HARİÇ denir.
Bir malda eşit şekilde
tasarrufta bulunan iki kimseden her biri zi'l-yed sayılır. Ancak iki kimse bir
malda eşit derecede tasarrufta bulunmaz, yani birinin tasarrufu daha fazal,
daha kuvvetli, daha zahir olursa; bu şahıs zi'l-yed sayılır; diğeri ise hark
telakki edilir.
HARIM: Bir
yerin çevresinde bulunan ve ona tâbi olan yer; saha demektir ve o şeyin hukku
ve me-râfıkı cümlesinden sayılır.
Böyle bir yerde
sahibinden başkasının herhangi bir tasarrufta bulunması haram ve yasak olduğu
için, bu gibi yerlere HARIM denilir.
HÂRISA: Kan
akmaksızın, sadece derinin yırtılması ile meydana gelen, başa ve yüze mahsus
bir yara çeşididir.
HARK: VAKIF
(Mukâtaa) Maddesine bakınız.
HAŞEM: İYÂL
Maddesine bakınız.
HÂŞIME:
Başda veya yüzde bulunup, kemiğinde kırılmış olduğu bir yara çeşididir.
HATÂ HÜKMÜNDE CERH: Gayr-i ihtiyarî bir fiil ile meydana gelen yaralama demektir.
Buna HATÂ MECRASINA
CÂRİ CERH de denir. Bir kimsenin ihtiyan olmaksızın, arkasındaki yükün düşüp,
bir şahsı yaralaması gibi....
HATÂEN CERH:
Bir insanı, -kasde makrun olmaksızın— yanlışlıkla yaralamak demektir.
Bir kimsenin, av zannı
ile atılan bir kurşunla yaralanması gibi....
HATÂEN KATL:
Bir insanı, -kasde mükarin olmadan— yanlışlıkla öldürmek demektir.
HATÂ MECRASINA CÂRİ KATL: Gayri ihtiyarî bir fiil ile vukua gelen kati (=
öldürme) dir. Bir hamalın sırtındaki veya elindeki bir yükün kazaen düşerek
bir insanı telef etmesi gibi...
HATİM ve HICR-I KA'BE: KA'BE / KA'BE-NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
HATIRA: KA'BE / KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
HAVA7c-/ASL/FE:Aslîihtiyaçlardemektirki,
bunlar: Ev, ev eşyası, yazlık-kışlık elbise, İüzumlu
silâh, âlet, kitap,
binek hayvanı, hizmetçi, bir aylık (veya sahih görülen kavle göre bir yıllık)
yiyecek ve içecekten ibarettir.
Elde, borç karşılığı
olarak bulunan nakitler de havâic-i asliye hükmündedir.
HAVALE
HAVALE:
Lügatte: —Mutlak olarak— nakil ve te'vil anlamına gelir ve ayn İçin de, deyn
için de kullanılır.
Istılahta HAVALE: Bir deyini (= borcu), bir zimmetten,
diğer bir zimmete yani bir zattan, diğer bir zata nakletmektir ve böylece o
deyn, bu ikinci zimmete tahvil edilmiş, bu zimmet sahibinden mütâle-besİ (=
istenilmesi) lâzım gelmiş olur.
MUHİL:
Havale eden yani: Borcunu, başkasının zimmetine nakil ve tahvil eden borçlu
kimse demektir.
MUHALÜN LEH:
Dâin (= alacaklı) olup, mu-büde bulunan alacağının, bir başka şahsa havale edilmesini
kabul eden kimse demektir.
Mnhâlün Leh'e MUHTÂT
de denilir.
MÜHÂLÜN ALEYH:
Kendi üzerine yapılan havaleyi kabul edip, muhîlin borcunu ödemeyi iltizam
eden şahıstır.
Muhalim Ateyh'e
MÜHTELÜN ALEYH de denir.
MÜHÂLÜN BİH:
Havale olunan mal demektir ki, bu da muhıl'in (= havale eden şahsın) zimmetindeki
borçtan ibarettir.
HAVÂLE-İ MUTLAKA: Muhflin mûhâlün aleyhte (= kendi üzerine havaleyi kabul eden şahısta)
bulunan bir malından verilmesi şeklindeki bir kayıtla kayıtlı bulunmayan bir
havaledir. Muhîlin, muhâlün aleyhte alacağını bulunup bulunmaması halleri de müsavidir.
HAVÂLE-İ MUKAYYEDE: Muhîlin (= havale eden şahsın), mahâlûn aleyhin (= havaleyi kendi
üzerine kabul eden şahsın) zimmetindeki veya elindeki, mazmun veya gayr-i
mazmun maundan verilmek üzere yapılan havale demektir.
Meselâ: Bir şahsın
zimmetindeki on bin lira borçtan veya elindeki emânet yahut gasbedilmiş bir
mâl'dan verilmek kaydıyle yapılan havale gibi...
HAVÂLE-İ LÂZİME: Mühîl ile nıühâliin leh (= alacaklı ve muhalin aleyh (= havaleyi kabul
edip, borcu ödemeyi üzerine alan şahıs) tarafından kabul edilip, şartlarını cami
olan havaledir.
HAVÂLE-İ CÂİBE:
Sıhhat şartlarını cami' olan bir havale olup, mûhâliin aleyhin, satılacak olan
bir malının semeninden (= bedelinden) verilmek üzere mukayyed bulunan bir
havale çeşididir ve bu caiz olabilir.
HAVÂLE-İ FASİDE: Sıhhat- şartlarını cami' olmayan havaledir.
Meselâ: Muhîlin (=
havale eden şahsın) satılacak bir» malının bedelinden verilmek şartı ile
mukayyed olan bir havale işlemi gibi... Muhalin aleyh (= havaleyi kabul eden
şahıs) bu şartı yerine getirmeye muktedir olamıyacağından, bu havale fâsiddir.
Çünkü, mu-hâlün aleyh, onun izni olmadıkça muhîlin mülkünde bir tasarrufta
bulunamaz.
HAVÂLE-İ MÜBHEME: Mühâlün bîh'in (= havale olunan borcun) tacil veya tecilli olduğu
açıklan-miyan havaledir.
HAVÂLE-İ GAYR-İ MÜBHEME: Havale olunan borcun tacili veya tecili (peşin veya
vadeli olduğu) beyan olunan havaledir.
TEVÂ:
Lügatte: Telef ve helak olmak anlamına gelir.
Isülâhta TEVA: Havale edilen borcun, bu borcu
ödemeyi kabul eden şahıstan, tamamen alınmasının pek zor olması hâli demektir.
Imâm-ı A'zam'a göre tevâ iki sebeple olur:
a-) Muhâlün
aleyhin, bu havaleyi yemin ederek inkar etmesi ve bu havaleyi, muhil ile
mühâlün leh'in isbat edememeleri hâli.
b-) Mühâlün
aleyhin iflas eüniş olarak vefat edip, muhâlün bihe (= havale olunan mala,
borcu) kefilin bulunmaması hâli Imâmeyn'e göre, tevâ'nın bir sebebi daha
vardır. Bu da: Mühâlün aleyhin iflasına hüküm verilmiş olmasıdır. Bu şekilde
teva meydana çıkınca, borç, yine muhîlin zimmetine avdet eder.
HAVÂŞI: Usul
ve furû bakımından olmayan akraba demektir. Kardeşler, amcalar, dayılar ve
diğer akrabalar gibi.. Babalar, dedeler, anneler ve nineler ise usûlden;
oğullar, kızlar ve torunlar da füru'den ibarettir.
HAVF: Korka;
korkutmak.
HAVF-i BÂRI: Allah
korkusu.
UAVL-İ HAVELÂN: Kamerî bir yılın (yaklaşık olarak üç yüz elli beş günün) geçmesi
demektir. Meselâ: Ticâret mallarından zekât vermenin lüzumu için, havl-İ
havelân yani kameri bir yılın geçmesi lâzımdır.
HAYAT
HAYAT: Yaşamak,
sağ ve hayatta olmak demektir. Mîrâs ıstılahında iki türlü hayat vardır.
1-) HAKÎKÎ HAYAT: Mîrâs bırakan şahsın ölümü sırasında, mirasçının sağ olması demektir.
2-) TAKDİRİ HAYAT: Ana rahminde bulunan çocuğun hayatıdır.
Mîrâs bırakan şahsın
ölümü sırasında ana rahminde bulunan bir çocuk, —sağ olarak doğmak şartiyle— o
tarihte sağ olarak kabul edilir.
HAYVÂNAT-IEHLİYYE = EHLÎHAYVAN-
LAR: Koyun,
sığır, deve, at gibi insanların nezdin-de beslenen ve medenî hayata hizmet
eden, hayvanlardır. Ehlî hayvanlara HAYVÂNÂT-IÜN-SİYYE'de denilir.
HAYVÂNÂT-ISÂİME: Yılın, yansından fazlasında meralarda otlayarak barınan ve
kendilerinden süt, döl alınması veya kendilerinin semizlenip yağlanması matlup
olan koyun, sığır ve deve gibi hayvanlardır. Bunlara HAYVÂNÂT-I SÂİYYE' de
denir.
HAYZ: Lügatte:
Akmak, cerayan etmek demektir.
Fıkıh ıstılahında HAYZ: Kadınlardan —doğum sebebiyle
olmaksızın— sıhhatli hâllerinde ve muayyen vakitlerde rahim yoluyla akıp gelen
cibillî (= yaratılışta olan, tabiî) bir kandır.
Diğer bir tarife göre HAYZ: Evsafı bel1 o mr itan seDeoiyıe
meyoana geıen ve Du Kar r^en müddetince devam edip, bir kısım dînî ve ailevî vazifelerin
ve tasarrufların yerine getirilmesini tehire ujŞr-îtan şer'î bir maniadır.
HÂZİN:
Rebbü'l-Hazane Maddesine bakınız.
MUAZR
HAZR: (Lügatte)
men etmek demektir.
Hazr kelimesi, mahzur
anlamında da kullanılır. .Bu durumda hazr: Memnu' (= yasak) anlamına gelir.
HECİN: Babası
arap atı, anası ise acem ah olan ferestir (= attır.)
Babası arap, anası
câriye olan veya babası, anasından hayırlı bulunan şahsa da HECİN denir.
HEDY: Harem
Bölgesinde, hac'la ilgili olarak kesilen kurbana hedy adı verilir.
HELÂL:
HELÂL: Yapılmasından
ve istimal edilmesinden dolayı itap lâzım gelmeyen ve şer'an caiz görülen herhangi
bir şey demektir.
Helâlin, her türlü
şaibeden uzak, saf ve temiz kısmına tıyp, tayyip denir.
HERVELE:
(Hac sırasında): Sa'ym her şavtında Safa ve Merve tepeleri arasındaki vadinin
tabanına inildiğinde, yeşil sütunlar arasında, erkeklerin sür'-atli, çalımlı ve
canlı yürümeleridir.
Kadınlar hervele
yapmazlar.
HIRSIZLIK:
Sirkat: Maddesine bakınız.
HBtZ: Bir
malın, —âdet olduğu şekilde— muhafaza edilmesine mahsus yer demektir.
HIRZ Bİ-NEFSİHÎ: İçinde eşya saklanmak üzere hazırlanmış olan ve içerisine izin
alınmadan girilmesi yasaklanmış bulunan yer demektir. Evler, dükkanlar ve çadırlar
gibi... Sandıkları ve kasalar da bu hükümdedir.
EORZ Bİ-GAYRİHİ: Aslında eşya saklamak için hazırlanmayan ve içerisine izinsiz girmesi
yasaklanılmış bulunmayan, ancak, içerisine konulacak malların yambaşında
bekçisi bulunan herhangi bir yer demektir. Mescid, yol ve sahra gibi yerler bu
çeşit huz'tartfcn ffphr.
HlTBE: Bir
kızı veya bir kadım, evlenmek üzere istemek; bir kadının nikâhına talip olmak
demektir.
HATTB: Bir
kadının nikâhına talip olan erkek.
MAHTÛBE:
Kendisi ile evlenilmek isteniler kız «eya kadın demektir.
HJYÂNET:
Emniyeti kötüye kullanmak ve hile-kâlıkta bulunmak demektir.
HAİN:
Hilebaz ve itimadı kötüye kullanan şahıs demektir.
Emânet bir mâldan
haksız yere, bir miktar almak veya böyle bir malı saklayıp inkâr etmek de bir
HTYÂ-NET'tir.
HIYAR:
Muhayyer olmak demektir. Bu da, bir akdi tenfiz (= geçerli kılmak) ile fesh (=
bozmak) arasında muhtar (= serbest) olmaktan İbarettir. Kendisinde muhayyerlik
hakla bulunan bir kimse, yaptığı bir akdi, diğer tarafın rızâsına ihtiyaç kalmadan
bozabilir.
Hıyar kelimesi,
aslında ihtiyar (= seçme, seçilme) kelimesinden ism-i masdardır ve iki işin
hayırlısını talep etmek anlamına gelir. Muhayyerlik selâhiyetini taşıyan
kimseye MUHAYYER veya MEN LEHÜ'L-HTYAR denilir.
HIYÂR-I ŞART:
Âkidlerden (= ahş-veriş akdi yapan taraflardan) birinin veya ayrı ayn her
ikisinin, akdi, belirli bir müddet içinde feshetmek veya icazetle (= izin
vererek) infaz etmek (= geçirli kılmak) hususunda, muhayyer olması demektir.
Hıyâr-ı şart, bey',
icâre, kısmet (= taksim), kefalet ve havale gibi feshedilmesi kabil olan lâzım
akidier-de sahihtir.
Hıyâr-ı Şart, nikâh
talâk, ikrar, yemin ve nezir gibi feshedilmesi kabil olmayan akidlerde sahih
değildir. Hıyâr-ı Şart, vekâlet, vasiyet, hibe, vedia ve ariyet gibi gayr-ı
lâzım akidlerde de sahih değildir. Rehin işleminde de, hıyâr-i şart, mürtehin
için sahih değildir. Çünkü rehin, mürtehin için lâzım değildir; dilerse, bunu
râhine iade edebilir.
HIYÂR-I VASIF:
Ahş-veriş akdine konu olan şeyde, bulunması müşteri tarafından şart kılınan
veya örfen şart kılınmış olan, istenilen ve güzel bir vasfın bulunmaması
sebebiyle, âkidlerden biri için sabit olan mukayyerliktir. "Sağılır."
diye satılan bir ineğin, sütten kesilmiş olması gibi...
HIYÂR-I NAKİD:
Satilan bir şeyin bedelinin, belirli bir zamanda, satan şahsa verilmek veya
satın alacak şahsa iade edilmek; semen satan şahsa verilmediği veya satın
alacak şahsa iade edilmediği takdirde, bu sanş muamelesinin yapılmaması üzere
yapılan pazarlıktan dolayı meydana gelen muhayyerliktir.
HIYÂR-I TA'YİN:
Kiyemiyâttan olan ve fiatlan ayn ayn beyan edilen iki veya üç şeyden, müşterinin
dilediğim alması yahut satıcının dilediğim vermesi üzerine muhayyer olmaları
demektir.
HIYÂR-I RÜ'YET:
(= Görme Muhayyerliği): Bir şey hakkında, b şey görülmeden yapılan bir
alış-veriş akdinden dolayı, âkidlerden (= akdi yapan taraflardan) biri için,
—O şeyi gördüğü zaman— sabit olan muhayyerliktir.
Meselâ: Bir malı
görmeden satın alan bir kimsenin, onu gördüğü zaman yâni, o şeyin satın
alınmasındaki asıl maksadı bildiren hâline ve mahalline vâkıf olduğu zaman
muhayyer olmasıdır ki, o şeyi, böyle görünce, dilerse kabul eder, dilerse
reddedir.
HIYAR-IAYB:
Bir şeyde mevcut olan bir kusurun, alış-veriş akdinden sonra ortaya
çıkmasından dolayı, bu alış-veriş akdini yapan şahıslardan birisi için sabit
olan muhayyerliktir.
Satılan bir malın,
akidden sonra ortaya çıkan, fakat, akidden öncedenberi bulunan (kadim) bir
kusurundan dolayı, müşteri hakkında sabit olan muhayyerlik gibi...
HIYÂR-I TAĞYİR:
Alış-veriş akdini yapan tarf-lardan birinin; diğeri tarafından aldatılarak
gabn-i fahiş (= hile ve fazla fıat) ile satmasından veya satın almasından
dolayı, bu satış işlemini feshetmek hususunda muhayyer olması demektir.
HIYÂR-I TEFRİK:
Zevcenin (= karının) ayrılmak hususunda muhayyer olması, yani: Bazı sebeplerden
dolayı, kocası ile arasında bulunan nikâhı ortadan kaldırıp kaldırmamakta
muhtar (= muhayyer ve serbest) bulunması demektir.
HIYÂR-I BULÛĞ;
Baliğ olarak, velayet altından kurtulan bir şahsın, hakkındaki nikâhı kabul
veya fes-hettirebilmek selâhiyeti, muhayyerliği demektir. Buna, HIYÂR-I İDRÂK
de denir.
HIYÂR-I TTK:
Bir cariyenin, efendisi tarafından yapılmış olan nikâhını, azâd edilmesi
sebebiyle ibkâ veya fesh edebilmeye yetkili olması hâlidir. Buna, HIYAR-I ATAKA
da denir.
HIZÂNE = İHTİZAN: Lügatte: Kucağa almak; besleyip büyütmek üzere, yanında bulundurmak;
bir kuşun, yumurtalarını kanatlarının altına alarak, orada sıkıp tutması gibi
mânâları ifade eder. Istılahta HIZÂNE: Bir çocuğu, seiâhiyet sahibi olan bir şahsın,
belirli müddeti içinde yanında tutması v. terbiye etmesi demektir.
Mecnun ve bunak gibi,
çocuk hükmünde bulunan âciz kimseleri, seiâhiyet sahibi şahısların koruyup
terbiye etmeleri; bunların yiyeceklerine, içeceklerine bakmaları ve
temizliklerini,
istirahatlerini temine
çalışmaları;
kendilerini zararlı şeylerden korumaya gayret etmeleri de HIZANE demektir.
REBBÜ'L-HAZÂNE:
Hizâne hakkına mâlik olan kimse demektir. Buna, HÂZİN, HÂZİNE, MEN
LEHÛ'L-HAZANE de denir.
MAHZUN ve MAHZÛNE:
Hizane'ye tabi olan çocuk demektir.
HİBE
HİBE:
Lügâtde: Bir kimseye, istifâde edeceği bir şeyi, lütuf ve ihsan olarak vermek;
bağışlamak demektir.
Hibe edilen şey mal
olabileceği gibi olmayabilir de. Bu mânâya göre, bir malın, bir şahsa meccâne
verilmesi bir hibe olacağı gibi, Allahu Teâİâ'nın bir kuluna evlad ihsan
buyurması da bir hibedir, bir atiyyedir.
Istılahta HİBE: Bir
malı, bir kimseye ivazsız (= karşılıksız) olarak derhal temlik etmektir. Yani
sıhhat ve inikadı için ivaz (= karşılık) verilmesi şart olmayan bir temliktir.
İvazın şaft koşulup, koşulmaması arasında da bir fark yoktur. HİBE,
"ivazsız" kaydiyle satıştan, "derhal" kay-dİyle de
vasiyetten ayrılmış olur. HİBE lafzı, MEVHUB mânâsına da kullanılır.
VAHİB:
Bağışlayan; hibe eden; bir malı, bir şahsa, bağışlamak suretiyle temlik eden
kimse demektir. MEVHÛBÜN LEH;
Kendisine bir mal hibe edilmiş olan kimse
MEVHUB: Bir
kimseye hibe edilen, bağışlanan şey. Bu anlamda HİBE kelimesi de kullanılır.
İTTİHAB;
Hibeyi kabul etmek.
İSTÎHAB:
Hibe talebinde bulunmak temektir.
HEDIYYE: Bir
kimseye, ikram için hibe olarak verilen veya gönderilen mal demektir.
Hediyye'nin çoğulu HEDÂYÂ'dır.
HİDAD - İHDAD:
Kocasından, vefat veya bain talâkla ayrılmış bulunan, mükellef ve müslüman bir
kadının, iddeti içinde süslenmekten ve zinet takınmaktan kaçınması demektir.
HİKMET:
Fayda, maslahat, sebep, garez, illet-i gâiye, gaye hedef, eşyanın hakikatlerini
olduğu gibi bilmek ve gerektiği şekilde hareket etmek gibi mânâlara gelir.
Hikmet'İn çoğulu
hikem'dir. Bir mes'ele hakkındaki şer'î hüküm ile hedeflenen maddî-mânevî
fayda; umûmun maslahatı ve toplumun menfaatleri bir hükmün, şer'î hikmetlerini
meydana getirir. Bunlara, hikem-i teşriiyye denir.
MİHEVS;
Günah anlamına gelir. Yapılan bir yemine riâyet etmeyip, onun hilâfına hareket
etmek anlamında da kullanılır.
HÂNIS:
Yeminine riâyet etmiyen ve aksini yapan şahıs demektir.
HİSSE-İ ŞAYİA:
Müşâ Maddesine bakınız.
MHİYÂZE: Bir
şeyi ahz ve ihraz etmek, (= almak ve elde tutmak), yani, sahipsiz veya herkes
tarafından alınması mübâh olan bir malı alıp, kendi mülküne katmak demektir:
HJZÂNE = İHTİZÂN: Lügatte: Kucağa almak; besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak; kuşun,
yumurtalarını kanatlarının altına alarak onları koruması mânâsına gelir.
Istılahta HIZÂNE: Bir çocuğu; seiâhiyet sahibi
olan bir kimsenin, muayyen müddeti içinde yanında tutması ve terbiye etmesi
demektir.
Mecnûn (= deli) ve
matuh (= bunak) gibi, çocuk hükmünde bulunan âciz kimseleri, seiâhiyet sahibi
şahısların hıfe ve terbiye etmeleri, bunların yiyeceklerine, içeceklerine
bakmaları; temizlik ve istirahatlarını temin etmeye çalışmaları, kendilerini
zararlı şeylerden korumaya gayret sarfetmeleri de HİZÂNE'dir.
HVCCET: Bir
davayı isbat eden şehâdetten, yeminden veya yeminden nükûl etmekten {= vazgeçmekten,
kaçınmaktan, geri dönmekten ve caymaktan) ibarettir.
Başında hâkimin,
sonunda da şahitlerin imzaları bulunan ve abş-Verişe, nafakaya, vasiyete,
vekâlete, ikrara, müdâyeneye, kefalette veya benzeri şeylerden birine dair
yazılmış olan vesikaya da HÜCCET denilir. HÜCEC, hüccetin çoğuludur.
HUDÛDDA VELÂYET-İİSTİFÂ: Sirkat ve şürb-i hamr (= hırsızlık ve şarap içmek)
gibi, had uygulanmasını gerektiren bir suç işleyen mükellef şahıslar
hakkında, icâbeden bu şer'î hadleri tatbik etme yetkisi demektir ve bu seiâhiyet
âmme nâmına hareket eden veliyyü'1-emr ile hâkimlere aittir.
HUDVD-İ ŞER'İYYE: Amme mesâlihi için (ya-'ni: Topluma ait fesâdlan def, menfaatleri celb
için) îcâbeden ve miktarları şer'an belirlenmiş bulunan hadd-i sirkat, hadd-i
sekr, hadd-i hamr, hadd-i kazf, hadd-i zina ve yol kesicilere uygulanan
hadlerden ibarettir.
Bunlara EDITHUDÛD-İ
HÂLİSE denildiği gibi, HUKÛKULLAH da denir.
HULÛ = MÜHÂLEA:
Nikâh mülkünü, zevcenin (= karının) kabulüne bağlı olarak ve —mühalaaya has—
özel lafızlarından biri ile İzâle etmek yani ortadan kaldırmak demektir.
MUHÂLEA, bir ivaz (= karşılık, bedel) mukabilinde olup olmaması yönünden iki
kısma ayrılır. Ancak, genellikle hulû (= mühâlea) denildiği zaman, —şer'an,
bir örfi hakikat olarak— ivaz (= karşılık) mukabilindeki mühâlea anlaşılır.
HULÜV: Bir
akann, evvelce elde edilmiş ve belirli bir bedel ile kiralanmış bulunmasına
karşılık olan mücerred bir menfaatten ibarettir. Meselâ: Bir kimse için,
—kiraya tutmuş olduğu mülk veya vakıf bir dükkandan dolayı— sabit olan, menfaat
elde etme hakkına HULÜV denir. Ecr-İ mislinden (= benzerinin ücretinden) daha
düşük bir bedel ile tutulan bir akann mutassanfına hizmet nâmı ile verilen
meblağa da HULÜV denilir. Bu meblağ da ücret olacağından, akar, vakıf ise, mütevellisinin,
bu meblağı vakfa sarfetmesi gerekir. Bu mânâda hulüv, sahibine hiç bir hak
bahşetmez. Bazen, gediklere de HULÜV adı verilir.
Hava parası veya
peştemallık adiyle verilen ve aslında bîr rüşvet mahiyetinde olan meblağlar da
HULÜV demektir. Bunları ödeyen kimse, ödediği bu meblağlardan dolayı,
—kiraladığı akar üzerinde— bir hak sahibi olamaz. Müddeti tamamlanınca, o akan
tahliye etmesi gerekir.
HÜCCET:
Delil demektir. Ve hüccet kelimesi, ister kafi olsun, ister kat'î olmasın
mutlak delil anlamında kullanılır.
HÜKÜM
HÜKÜM:
Lügatte: Karar vermek ve bir şeyi diğer bir şeye, isbât veya nefı suretiyle
isnâd etmek demektir.
Meselâ: "Bu kitap
Ahmed'indir." denilince; kitap, Ahmed'e isbât yoluyla isnâd edilmiş olur.
Aksine, ''Butatap Ahmed'İndeğildir." denilincede, kitap, Ahmed'e nefyen
isnâd edilmiş bulunur. Bir şey üzerine terettüp eden esere de HÜKÜM denilir.
AHKAM: Hüküm
kelimesinin çoğuludur.
AHKAM-I ASLÎYE:
İtikad (= inanç) essalany-la ilgili şer'î hükümler demektir.
AHKÂM-I FER'İYYE: İbâdetlere ve muamelâta ait şer'î hükümler demektir.
HÂKİM: Bir
şey hakkında isbât veya nefy yoluyla hükmeden, karar veren kimse demektir.
Şer'î hükümlerde asıl
hâkim olan Allahu Teâlâ Hazretleridir.
Akü da, bazı şeylerin
hüsn ve kubhuna (= güzelliğine ve çirkinliğine) hükmedebilir ve Şâri-İ
Mübîn'in hükmündeki hikmetleri anlayabilir.
HÜKM-İ SERÎ: ŞERİAT Maddesine bakınız.
HÜKÜMETİN ADL:
Gayr-i mukadder bir erş demektir. Yâni: Miktarı şer'an belirlenmiş olmayıp,
ehl-i vukufun usûlüne uygun olarak takdir ve tâyin edeceği diyet anlamındadır.
Buna, HÜKMÜ'L-ADL de denir.
HÜKVMETİ'L-ELEM: Şecce ve cirâhesi kapanıp iyileşmiş ve eseri kalmamış olan meşcûc ve
mecruh için, çekmiş olduğu elemden dolayı, ehl-i vukûfon takdir edeceği bir
erş, bir tazminat demektir. Buna ergi elem (= acı bedeli) de denilmektedir.
ŞECCE ve CÜRH
kelimelerine de bakınız.
HÜKÜMET-İ ADL:
Erş Maddesine bakınız.
HÜLEFÂ-İ RÂŞİDÎN: Rüdş Maddesine bakınız.
Hür bir kadın hakkında
üç, câriye hakkında ise iki talâk ile meydan,, gelen hir-mettir ki, buna
BEYNUNET-İ KÜBRÂ ve BEYNÛNET-İ MUGALLAZA da denir.
HÜRMET-İ HAFİFE: Bir veya iki talâk ile meydana gelen hürmettir ki, buna HÜRMET-İ
SUĞRÂ
ve BEYNUNET-İ SUĞRÂ da
denir.
HÜRMET-İ MÜEBBEDE: Hükmü devam edip duran hürmet (= haramlık) demektir. Nikahları hiç bir
zaman caiz olmayan kadınlar hakkındaki haramlık (= hürmet) gibi... Bu haramide
sebebi asla zari olmadığından ilebed devam eder. Bu şahsın kızı kardeşi ile
evlenmesi gibi..,
HÜRMET-İMVSAHARA: Sihriyyet (= Evlilikten dolayı meydana gelen akrabalık sebebiyle meydana
gelen hürmettir (= haramhktır), ki, bu hâl nikâhın sihhatine mâni olur.
HÜRMET-İ MUVAKKATE :Bir zaman için geçerli olduğu hâlde, daha sonra ortadan kalkan hürmettir. (=
haramliktır).
Nikâhlanmalan, bazı sebeplere
dayanarak, bir müddet için memnu (= yasaklanmış) olan kadınlar hakkındaki
hürmet (= haramlık) gibi ki, bu sebeplerin ortadan kalkması ile bu haramlık
hâli de ortadan kalkar. Bir kimsenin, bir başka şahıstan iddet bekliyen bîr
kadınla evlenmesi gibi, ki iddetin sona ermesi ile haramlık ortadan kalkar.
HÜRMET-İ RA0A :
Bir çocuğa süt emzirmekten meydana gelen hürmettir. (= haramlıktır.) ki, bu da
nikâhın sıhhatine mâni olur.
HÜRRİYET:
Esaretten beri ve insanî haklara tamamen mâlik olmak demektir.
HÜR:
Başkasının mülkü olmaktan âzâde olup, insanî hakların tamamına sahip bulunan
kinişe demektir.
AHRAR: Hür
kelimesinin çoğuludur. Aslında, başka şeylerle karışmış olmaktan uzak bulunan
ve hâlis olan şeye HÜR denilir. Bundan dolayı, birinin mülkiyeti altında
bulunmayan bir şahıs da, başkalarının kayd-ı asâretînden halâs bulmuş olacağı
cihetle HÜR namım almıştır.
HÜSÜN: Bir
şeyin dünyada övülmeyi, âhirette de sevaba müteallak olması demektir. İbâdet ve
tâat gibi. HÜSÜN: Bir şeyin tab'a
mülâim olması demektir. Ferrah gibi...
HÜSÜN: Bir
şeyin kemâl sıfatı olması demektir. İlim gibi.
[7]
İDDET
IDDET:
Lügatte: Sayı anlamına gelen aded kelimesinden alınmış olup, tâdâd, ihsâ,
müddet gibi mânâlara gelmektedir.
Istılahta İDDET: Bir erkeğin veya bir kadının,
mü-fârekâttan (= karı - kocanın birbirlerinden ayrılmalarından) sonra, belirli
bir müddet başkası İle evlenmeyip terebbüs ve intizârda bulunması.{= beklemesi)
demektir. Bu itibarla ıddet:
a-) IDDET-İ RİCAL,
b-) IDDET-İ NİSA olmak üzere iki kısma ayrılır. Ancak, IDDET tabiri mutlak olarak zikredilince,
genellikle DDDET-İ NİSA anlamına kollanılır.
Î'TİDÂD:
Iddet (= belirli bir müddet) beklemek demektir.
MÜ'TEDDE:
Iddet bekliyen kadm demektir.
Iddet bekliyen kadın,
boşanmış bulunduğu talâk'-ın nevine göre
MU'TEDDE-İ RİC'İYYE, MU'TEDDE-İ
BAİNE gibi isimler alır.
IDDET:
Kocasından ayrılmış olan bir kadının, bir başkası ile evlenebilmek için
beklemek zorunda olduğu müddet. Bu müddet, üç defa hayız görüp, temizleninceye
kadar geçecek olan müddet demektir. (Kocasından boşanan kadın 100 gün, kocası
ölen ka-dan ise 130 gün ıddet bekler.)
IDDET-İ EŞHÜR:
Ay hesabına göre ıddet beklemek demektir.
Akd-i sahîh ile
nikâhlı olup, hakîkaten veya hükmen medhûlün bihâ olan veya zât-ı hayz olmayan
kadınlar, boşanma tarihinden itibaren hür ise, üç ay; câriye ise, bir buçuk
ay ıddet bekler.
IDDET-İ HAML:
Çocuk doğurmakla biten ıddet.
IDDET-İ HAYZ:
Hayz ile ikmâl olunad ıddet Talâk veya fesih vuku bulduğunda zât-ı hayz Olan
hür kadınlar, tam üç hayız ile, ve cariyeler de tam İki hayız ile bu ıddeti
bitirmiş olurlar.
IDDET-İ VEFAT:
Ölüm ile lâzım gelen ıddet demektir.
Kocası vefat eden
kadın hür ise, dört ay on gün; câriye ise iki ay beş gün ıddet bekler.
MfflLÂL: Dalâlete düşürmek; doğru yoldan çıkarmak; azdırmak; saptırmak.
IDLÂLİYYÂT:
İnsanı azdıracak, saptıracak ve doğru yoldan çıkaracak bahis ve düşünceler
IDL: ADL
Maddesine batanız.
H1SAN
İHSAN: Bu
kelime hısn lafzından türetilmiş bir kelimedir.
HISN ise: Müstahkem,
yüksek, ulaşılması zor bir yer, bir kal'a demektir.
Böyle bir yere girip,
tahassunda bulunmaya lügatte D3SAN denilir.
Daha sonra bu kelime,
yani İHSAN: İslâm, hürriyet, tezvîc ve başından sahih bir nikâh geçmiş olmak
mânâlarında da kullanılmıştır.
İslâm hukukunda İHSAN:
Şer'î had icra edilebilmesi için bulunması şer'an lâzım gelen, —islâm, hürriyet,
bülûg, sahih bir nikâhla evlenmiş bulunmak gibi— bazı vasıfların bir şahısla
içtimâi (= birlikte bulunması) demektir. ihsan iki nevidir:
1-) IHSAN-IKAZF: Bir kimsede, akıl, bulûğ, hürriyet, islâm ve zina etmemiş olma
vasıflarının içtima etmesi yani bir şahısta, bu vasıflanıl birlikte bulunması
demektir.
2-) SAN-I RECM:
Birşahsta şu yedi vasfın içtimâ etmesidir.
1-) Akıl;
2-) Bulûğ;
3-)
Hürriyet:
4-) İslâm;
5-) Sahih
bir nikâhla evli bulunma;
6-)
Zevcesinin (= karısının) de bu sıfatlan taşıması;
7-) Bu
vasıfların ictimâından sonra da, aralarında mücâmaat (= cinsî ilişki) vuku
bulmuş olması
MUHSAN:
Akıllı, bulûğa ermiş, hür, müslüman ve afif (= iffetli, namuslu, zinadan uzak)
olan erkek demektir.
MUHSANE:
Akıllı, bulûğa ermiş, hür, müslüman ve iffetli kadın demektir.
Bu vasıflan kendisinde
toplamış bulunan bir erkek ile bif kadın, birbirleriyle sahih bir nikâh ile
evlenip mücâmaatta (= cinsî ilişkide) bulunmuş -olunca, ıhsan-ı recm sıfatını
elde etmiş olurlar.
IKÂB: Ukubet
Maddesine bakınız.
lKTÂ'
Hükümdarın toprak bağışlaması; nıaktû'-an ihale. Delil göstererek susturma.
İRS: Zevce,
kan demektir. URÛS, Irs'ın çoğuludur.
IRZ: Şan ve
şeref, namus, iffet.
EHL-İ IRZ:
Namuslu kimseler.
MlSHÂR:
Sıhriyet, akrabalık, hısımlıl: meydana getirmek; dâmât olmak; dâmât edinmek
demektir.
Sıhriyyet Maddesine de
bakınız.
ISKAT:
Düşürme, düşürülme; yok etme; hükümsüz bırakma anlamlarına gelir. Bu kelime,
ölünün azaptan kurtulması için dağıtılan bazı sadakalara da isim olmuştur.
KÂT-I CENİN:
Çocuk düşürmek demektir.
lSLAH:
İyileştirme; iyi bir hâle koyma; düzeltme.
1SLÂH-ITERİKE:
Mirâsçılann, ölen şahsın (= murisin) bütün borçlarını Ödeyerek, borca batmış
olan terikeyi kurtarmalan demektir. Vârisler, terikeyi, borcu kısmen ödeyerek
veya te-rikenin kıymetini vererek kurtaramazlar. Bu durumda alacaklılar,
terikeyi sattırarak, satış bedelini — alacakları nisbetinde— aralarında
paylaşırlar.
ISTILAH
ISTILAH:
(Lügatte) ittifak demektir. Dim dilinde ise ISTILAH: Muayyen bir cemaatin, bir meslek erbabının bir lafzı,
lügat mânâsından çıkararak, hep birlikte, başka bir mânâda kullanmala-n
demektir.
ISILAH: "Bir
mevzu ile ilgili bir takım müdevven1 mesele ve kaidelerin hey'et-İ
mecmuası" mânâsına da kullanılır. Bu ikinci mânâ, özel bir ıstılahtan ibarettir.
Bİr lafzm lügat mânâsı
ile ıstılah mânâsı arasında, ya bir münasebet bulunur veya bulunmaz. Lügat
mânâsı ile münasebeti bulunan ıstılah! tabire MENKÛL denir.
Lügat manâsı ile
münasebeti bulunmayan ıstılahı tabire ise MÜRTECEL adı verilir. Bununla
birlikte, bir kaç mânâda kullanıldığı hâlde, sonradan ilk mânâsında
kullanılması terk edilmiş bulunulan lafızlara da MENKÛL denilmektedir. Bu
durumda nâkil ya şer'-i şerîf veya örf-ü âm yahut örf-ü has olur.
MENKÛL-Ü ŞER'Î:
Lügat manâsı ile ilgisi bulunan ıstılâhî tabirin nâkilinin şer'-i şerif olması
demektir.
Meselâ:
"Salât" lafzı, lügatte "duâ" manâsına iken, bilâare şer'-i
şerîf tarafından "duayı içine alan malum erkân ve efâl-i mahsûsa" (=
namaz) mânâsına nakledilmiştir.
MENKÛL-Ü ÖRFÎ:
Lügat mânâsı ile ilgisi bulunan ıstılahı tâbirin bu mânâya nakledicİsi (=
nâkili) örf-ü âm (= genel, umûmî örf) olursa; o ıstılâhî tabir menkûl-ü örfi
olur.
Meselâ:
"Dabbe" kelimesi, —aslında— yer yüzünde yürüyen bütün canlılar için
kullaıulırken, daha sonra, amme tarafından, —sadece— dört ayaklı hayvanlar
için kullanılır olmuştur.
MENKÛL-Ü ISTILÂHÎ: Lügat mânâsı ile ilgisi bulunan ıstılâhî tâbiri, bu yeni mânâya
nakleden örf-ü has ise, buna da münkûl-ü ıstılahı denir. Fukahâ'nın, ediblerin,
diğer ilim, san'at ve sanayi erbabının kullanmakta olduğu bir takım tabirler,
menkûl-u ıstılâhî dir.
ISTISNA';
Lügatte: San'at ve bir İşin yapılmasını İstemek anlamına gelir. Istılahta
İSTİSNA' Bir kimsenin, bir .san'at ehli (= san'atkâr) ile, o san'atkann,
san'atı ile ilgili bir şey yapması üzerine mukavele yapması demektir. O şeyi
yapan şahsa SANI'; yaptıran şahsa MUŞTASINI yapılan şeye de MASNU' denir. Bir
kimsenin, bir terzi ile, kumaşı ve lâzım olan diğer şeyler terziden olmak
üzere, bir kat elbise dikmesi için mukavele yapması gibi... Aslında istisna'
bir bakıma ma'dûmu (= mevcut olmayan bir şeyi) satmak demektir. Fakat,
insanların ihtiyaçlanna binâen, kıyâsın hilâfına olarak caiz görülmüştür.
ISTTYÂD:
Sayd Maddesine bakınız.
ITAK: Arap
atlarının güzel bir nev'idir. Bu kelimenin tekili olan Atik: Azâd edilmiş, köle
anlamında kullanılır. UTEKÂ:
Atik'in çoğuludur. Utekâ kelimesi, kadîm, nefis, kerîm ve cemîl mâ-nâlanni da
ifâde eder.
l'TÂK: Azâd
etmek demektir. Bu da, köleye şer'î bir kuvvet, bir ehliyet ve mâlik olma hakkı
vermek anlamındadır.
Bir başka tarif ile I'TÂK: Memlûk (= Köle) üzerindeki,
efendisinin mâlikiyet hakkını, vech-i mahsus ile ıskat etmektir ve memlûk bu
işlem (yani ı'tak) neticesinde hürriyetine kavuşur. Böylece de, velayet,
şehâdet ve diğer tasarruflarla; başkalannın kendisi üzerindeki tasarruflannı
def etmeye kudret bulmuş olur.
I'TAK tabiri, aslında
kuvvet meydana getirmek anlamındadır. Memlûkiyyeti ıskat edilen (yani köleliği
düşürülüp, hürriyetine kavuşan) bir şahıs, bütün hukukî tasarruflara kudret
bulmuş olacağından, bu işleme de ı'tak denilmiştir.
ITÂK-I SAHİH: Itk
işleminde kullanılan sarih la-fizlardan biri ile yapılan ıtk (= azâd etme)
demektir. Bir kimsenin, kölesine: "Seni ıtk ettim." veya: "Seni
azâd ettim." demesi gibi...
1'TÂK-ı VÂCİB: Kaü'den,
zihar'dan, yeminden ve orucu bozmaktan dolayı keffâret olarak yerine getirilmesi
icabeden ıtk yani azâd etme demektir.
I'TÂK-I MENDÛB: Allah rızâsı için yapılan ıtk'tır.
I'TÂK-I MÜBÂH: Hiç
bir şeye niyet edilmeden yapılan ıtk demektir.
I'TÂK-I MAHZUR: Gayr-i meşru bir cevih için, (meselâ: Putlar nâmına) yapılan ıtk'tır.
I'TÂK-I CEBRÎ: Bir
kölenin, sahibinin rızâsına bakılmadan, hâkimin hükmü İle azâd edilmesi demektir.
|/TX: Azâd
etmek demektir. Yani ITK: Bir kölede,
—hürriyete kavuşması sebebiyle— şer'î bir kuvvetin, bir ehliyetin ve bir
se-lâhiyet kudretinin (= yetkinin) sabit olması anlamını ifâde eder.
Diğer bir tarife göre
ITK: Efendinin, köle üzerinde olan mâlikiyet hakkının, vech-i mahsus (yani özel
bir şekil) ile düşmesi ve ortadan kalkması demektir ki, bu sayede memlûk (=
köle veya cariye) azâd olunarak, hürriyete kavuşmuş olur. Bununla birlikte ITK
kelimesi I'TAK anlamında da kullanılır.
ITK-I MUALLAK: Bir
şarta ta'lik (= bağlanmak) suretiyle meydana gelen ıtk demektir.
Meselâ: Bir kimsenin,
kölesine: "Şu işi yaparsan hürsün." demesi gibi.. Bu durumda o köle,
şart koşulan işi yaparsa, hürriyete kavuşmuş olur.
ITK-I MÜNECCEZ: Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmadan, derhâl vuku bulan ıtk
demektir.
Meselâ: Bİr
kirrisenin, ınemlûküne: "Seni, azâd ettim." demesi gibi,.. Böyle bir
sözle, köle, derhâl hürriyetine kavuşmuş olur
ITK-I MUZAF: Bir
zamana; bir vaktin girmesine veya bir vaktin çıkmasına izafe edilen ıtk'tır.
Bir kimsenin, kölesine: "Sen, gelecek aym başında hürsün." demesi
gibi... Bu durumda o ayın başında, ıtk olayı gerçekleşmiş olur.
ITK ALÂ MÂL: Bir
köle veya cariyenin, -kitabet yolu ile olmadan—, cins ve miktan belirli olan
bir mâl yahut belirli bir hizmet karşılığında azâd edilmesi demektir.
Buna, ITK ALÂ CU'L de
denir.
ITK-I KÜL: Bir
köle veya cariyeyi tamamen azâd etmek demektir.
Meselâ: Bir efendinin,
tek başına sahip bulunduğu bir köleye: "Seni, azâd ettim." demesi
gibi...
ITK-I CÜZ': Bir
memlûkün (* bir köle veya bir cariyenin), —beiirtmeksizin— bir cüz'ünü azâd etmek
demektir.
Imâm-ı A'zam (R.A.)'a
göre, bu durumda mu'tîfc (= azâd eden şahıs), o cüz' ile ne miktar
kasdettîği-ni açıklamaya mecburdur. ITK-I BA'Z hakkındaki hüküm de böyledir.
Bir köle veya cariyeye ortak bulunan iki kişiden birinin, kendi hissesini azâd
etmesi de ITK-I BA'Z ka-bilindendir.
ITK-I SEHM: Bir
memlûkün, -belirmeksizin-bir sehmini azâd etmek demektir ki, bu durumda, İmâm-ı
A'zam'a göre, o memlûkün altıda biri; Imâ-meyn'e göre ise tamamı azâd edilmiş
olur.
ITK-I MÜBHEM: Bir
çok memlûkten birini veya bir kaçını, hangisi olduğunu belirtmedeki azâd etmek
demekitr.
ITK-I MÜŞTEREK: İki veya daha çok kimsenin ortaklaşa sahibi bulundukları bir köle veya
cariyeyi azâd etmeleri demektir.
ITK-NÂME: Azâd
edilmiş bulunan bir köle veya cariyeye, azâd edildiğini bildirmek üzere verilen
ve-sîkadır.
ITKU'N-NESEME: Neşeme
Maddesine bakınız.
IYD
Iyd: Bayram demektir.
Iyd'ın çoğulu a'yâd (= bayramlar)'dır. Iyd-i fitr: Ramazanı Şerif bayramı.
Iyd-ı adhâ: Kurban haramı.
IZTTBÂ: (Hac
esnasında) Ridânin (= Belden yukarıya örtülen ihram'ın) bir ucunu, sağ koltuk
altından geçirip, sol omuz üzerine atmak; böylece sağ omuz ve kolu ihramın
dışında bırakmak demektir. Remel yapılması gereken tavafların her şavtinda
ıztıbâ' yapmak sünnettir. Diğer zamanlarda iztıbâ yapılmaz. [8]
ÎÂDE: Geri
gönderme, gönderilme; geri çevirme. Eski hâline getirme.
İARE: ARİYET Maddesine
bakınız.
İÂNE: Yardım
için toplanan para; yardım parası.
İÂNET: Yardım
İÂNÂT: İaneler
İÂNETEN: İane
olarak; yardım suretiyle.
İAŞE; Yaşatma;
geçindirme; geçindirilme;
besleme.
İBÂDET
İbâdet: (Lügatte)
Kullukta bulunmak demektir. Istılahta ibâdet: Yapılmasında sevap olan ve güzel
niyette mukârin bulunan, Allahu Teâlâya ta'zim için yapılan bir amel demektir.
Namaz kümak, zekât vermek, hacca gitmek gibi... ibâdet eden yani kulluk
görevini yerine getiren kimseye âbid denir. Ma'bed: İbâdet edilecek yer
demektir. Abld, zâhid (yani çok ibâdet eden kimse) yerine de kullanılır.
İBİHE
Ibâbe: Mübâh kılmak,
yani bir şeyin yapılmasını da' yapılmamasını da caiz görmek demektir. Bir şeyin
yapılmasına izin vermek, bir ibâhedir. Selâhiyetli bir şahsın, bir kimseye, bir
şeyi yemesi için izin vermesine de ibâhe denir. Mübâh"kelimesine de
bakınız.
IBAHE Lügatte:
Bir kimseyi, bir şeyi, alıp almamak hususunda muhayyer bırakmak demektir.
Istılahta İBÂHE: Bir kimseye, yenilecek veya içilecek bir şeyi ivazsız (=
karşılıksız) olarak yeyip içmek için izin ve ruhsat vermektir.
İBÂHİYYET: Muharremâtm
mübâh olduğuna kail olmak veya bazı ibâdetlerin sakıt olduğunu (= kalktığını,
düştüğünü) iddiaya cür'et göstermek demektir.
İBÂHİYYE: Muharremâtm
mübâh olduğunu veya bazı ibâdetlerin sakıt olmuş bulunduğunu iddia eden
taifeye verilen isim.
İBÂHÎ: İbâhiyye
taifesine mensup olan şahıslardan her biri..
İBRA;
İBRA: Bir
kimseyi, bir da'vâdan veya bir haktan berî kılmak* temize çıkartmak, aklamak;
yani bir kimseyi da'vâ etmekten veya ondan bir hak talebinde bulunmaktan vaz
geçmek demektir.
İBRÂ-İ ÂM: Bir
kimseyi, bütün da'vâlardan ibra etmek, temize çıkartmak demektir.
Yani, bir kimsenin zimmetini
büün haklardan ve da'vâlardan beri kılmaya ibrâ-i âra denir. Lügatte, bir
hastayı iyi etmeye de ibrâ-i âm denilmektedir.
IBRA-I HAS: Bir
kimseyi bir çok haklardan sadece birinden veya bir çok da'vâdan yalnızca bir
da'vâdan berî kılmak temize çıkarmak demektir.
İBRÂ-İ İSTİFA: Bir
kimsenin zimmetinde bulunan bir hakkın alınmış, kabzedilmiş olduğunu itiraf
etmek demektir.
İbrâ-i İstifa, bir
nevi ikrar demektir.
İBRA İ İSKÂTî : Bir kimsenin zimmetindeki, is-kâtı kâb.l olan bir hakkı veya bütün
haklan.iskât etmek veya böyle bir hakkın bir kısmını hat ve tenzil etmek
demektir.
Yani bir kimsenin, bir
başkasındaki hakkım kısmen veya tamamen terk etmesi, bağışlaması demektir.
Berâet kelimesine de
bakınız.
İBZÂ: Bir
kimsenin", kân tamamen kendisine ait olmak üzere, bir başka şahsa sermâye
vermesi demektir.
Bu sermâyeye BİZÂA:
bunu veren kimseye de MÜBZİ'; alan şahsa ise MÜSTEBZİ' denir. Bu durumda kârın
tamamı, sermâye sahibinin olur. Bir şahsa, kârın tamamı kendisine ait olmak
üzere sermaye vermek suretiyle yapılan bir akid ise, bir KARZ muâmelesidir.
İCÂB: Bir
akdi yapmak için, ilk önce söylenilen söz, teklif demektir. Ve, akid ve
tasarruf bununla is-bât olunur.
Meselâ: Bir mal
sahibinin, müşteriye karşı:' 'Şu malımı, şu kadar liraya sana sattım."
demesi bir îcâbtır. Ki, bununla müşteri için satın almak selâhiyeti isbât edilmiş
olur. Kabul Maddesine de bakınız.
İCAR:
Kiralamak, kiraya vermek; kira parası gibi mânâlara gelir. Meselâ: Bir
dükkanı, bir sene müddetle, bir başkasına, şu kadar kira karşılığında vermek
bir İcar muâmelesidir.
İCÂRE-İ VÂHİDELİ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
İCÂRE-İ ZEMİN: VAKIF (Mukâtaa) Maddesine bakınız.
İCÂRE:
Lügatte hem ücret mânâsına, hem de, hır şeyi kiraya vermek mânâsında
kullanılır. Istılahta İCARE: Cins ve miktarı bilinen bir menfaati, belirli bir
bedel (= ivaz) karşılığında satmak demektir, yani: Sahibinin, bir menfaati,
belirli bir zaman için, başkasına temlik ve ibâha kılmasıdır. İcâredeki bedel,
bir ayn olabileceği gibi, bir menfâat de olabilir. Ancak kiralanan menfaatin
cinsinden olamaz. Bir evi, diğer bir ev karşılığında kiralamak gibi....
İCÂRE-İ SABÎHA:
Zâtı ve vasfı itibariyle meşru' olan yâni in'ikad şartlarım ve sıhhat
şartlarını cami' olan icâredir. Bu İcâre, şuyû-ı asilden ve ifsad edici şarttan
hâlî olmak üzere, belirli bir mehfaati, belirli bir bedel karşılığında temlik
etmekten ibarettir.
İCÂRE-İ MÜN'AKİDE: -Satış işleminde olduğu gibi— in'ikad şartlarını tamamen cami' olan icâredir.
İCÂRE-İ GAYR-İ MÜN'AKİDE: İa'ikad şartlarının tamamını veya bir kısmını cami
olmayan icâredir.
İcârenin bu nev'ine
İCÂRE-İ BÂTILA da denir.
İCÂRE4 MEVKÛFE:
Bir başkasının hakkı taallûk* onun icazeti (izni) lâhık olmadıkça (= ulaşmadıkça,
bulunmadıkça), nafiz (= geçerli) olmayan icâredir.
Fuzûlî tarafından
yapılan icâre gibi...
İCÂRE-İ LÂZIME:
Hıyâr-ı şart, hıyâr-ı ayb ve hıyâr-ı rü'yet gibi muhayyerliklerden ân olan,
sahih bir icâredir. Mucir ve müste'cirden herhangi biri, bir özre müstemit
olmadıkça bir icâreyi feshedemez.
İCÂRE-İ GAYR-İ LAZİME: Kendisinde hıyâr-ı şart, hıyâr-ı ayb, hıyâr-ı rü'yet,
hıyâr-ı gabn ve hıyâr-ı vasf gibi muhayyerliklerden biri bulunan icâredir.
İCÂRE-İ FASİDE:
Kendisinde, in'ikad şartlan-nı cami bulunduğu hâlde, sıhhat şartlannı tamamen
veya kısmen cami' olmayan icâredir.
Bu icâre aslında meşru'
olduğu hâlde, vasıf itibâriy le meşru' olmamış olur. Bunun içindir ki, böyle
bir icâreyi mucir veya müstecir feshedebilir.
İCÂRE-İ MÜNECCEZE: Bir şeyi, icâre akdi ânından itibaren kiraya vermek demektir.
Akid zamanında,
kiranın başlangıcı söylenerek be-lirlenmezse, bu kira bir icâre-i münecceze
olarak kabul edilir.
İCÂRE-İ MUZÂFE:
Bir şeyi, gelecek belirli bir vakitten itibaren kiraya vermek demektir. Meselâ:
Bir evi, gelecek filan ayın birinden İtibaren, bir sene müddetle şu kadar
liraya kiraya vermek, bir icâre-i muzâfe'dir.
Bazen, bir şeyde
icâre-i münecceze ile icâre-i mu-zâfe bir araya getirilmiş olur. Meselâ: Bir
dükkanı, akid zamanından itibaren, bir sene müddetle Ahmed'e; bu bir seninin
tamamlanmasından itibaren de, şu kadar müddetle Mehmed'e kiraya vermek gibi...
İCÂRE-İ NAFİZE:
Şartlannı cami' olan ve kendisine başka bir şahsın hakkı taallûk etmeyen icâre
demektir.
İCÂRE-İ GAYR-İ NAFİZE: İcâre-i Nâfizenin mukabilidir. (Zıddıdır).
İCÂRE-İ TAVÎLE:
Uzun bir müddet üzerine yapılan icâre demektir.
Bir maslahata veya
vâkıfın şartına dayanılmadıkca, vakıf bir akar bir seneden; vakıf bir arazi de
üç seneden fazla bir müddetle icâreye verilmez. Yetimlerin mallan hakkında da,
hüküm böyledir.
İCÂRE-İ MÜŞÂHERE: Aylık olarak yapılan icar akdi demektir.
Birevi, bir aylığına
kirayavermek gibi...
İCÂRE-İ MÜSÂNEHE: Yülık olarak yapılan icar akdi demektir.
Bir dükkanın, bir sene
müddetle kiraya verilmesi gibi...
iCARE-I ZEMİN:
Bir arsanın icare verilmesi karşılığında alınan icar bedeli demektir.
İCÂRE-İ VAHİDE:
Bir şeyin menfaati karşılığında alınan belirli bir ücret, bir kira demektir. Bu
icâre şekli, genellikle Vakıflarda söz konusu olur.
İCÂRE-İ AKAR:
Ev ve arsa gibi şeylerin kirası.
İCÂRE-İ HAYVAN:
Hayvan'kiralama
İCÂRE-İ MUACCELE: Peşin kira.
İCÂRE-İ URUZ:
Belirli bir müddet için, belirli bir bedel karşılığında elbise ve menkûl
eşyanın kiralanması demektir.
İCÂRETEYN:
Bir şeyin menfaati karşılığında, bir kısmı peşin, bir kısmı muayyen zamanlarda
verilmesi şart kılman kira bedeli demektir.
Bu icâre şekli
genellikle vakıflarda kullanılır ve İcâ-reteyn tabiri, iki kiralı vakıf
anlamına gelir.
İCMÂ1
İCMÂ':
Lügatte: İttifak ve kasd anlamına gelir. Istılahta İCMÂ': Bir asırda bulunan islâm müctehid-lerinin, bir şer'î hüküm
üzerinde ittifak etmeleridir. Buna İCMÂ-İ ÜMMET de denir.
Aklî bir hüküm
üzerindeki veya bilinmesi yalnız sa-rîh nakle dayanan şeyler üzerindeki
ittifaka icmâ denilmez.
Avâ-ı nâsın bir şey
hakkındaki ittifaklan da icmâ' sayılmaz.
İCTİHÂD:
Fer' iyyâta taalluk eden (yani ibâdet ve mâmelâtla ilgili) şer'î bir hükmü,
delilinden istinbât (= çekip çıkarmak) için, bütün takati sarfetmek demektir.
MÜCTEHİD:
Fer'î hükümleri, delillerinden istinbât eden zât demektir.
Ahkâm-i asliyede yani
itikad mes'elelerinde ictihâd câri değildir. İtikâdî mes'eleler katiyyâttandır.
İdİHÂD-I ÖRFÎ:
Hükmü örf ile sabit olan bir asi nazar-ı itibâre alınarak meydana getirilen
icti-haddır.
İCTİHÂD-I ŞER'Î: İctihâd-ı Örfî'nin mukabili ya-ni zıddıdır ve bunda, hükmü şer'an
sabit olan bir asi, bir esas nazar-ı dikkate alınır.
ICTİZA: Ceza
Maddesine bakınız.
ICZA: Ceza
Maddesine batanız.
ÎDÂ: VEDİA
Maddesine bakınız.
IDANE: Deyn
Maddesine bakınız.
İDARESİ MAZBUT VAKIFLAR : VAKIF Maddesine bakınız.
İDDET: Bu
kelime, lügat bakımından sayı mânâsına gelen aded kelimesinden alınmış olup,
sayma, hesap etme ve müddet anlamlarım ifâde eder. Istılahta İDDET: Bir erkeğin veya bir kadının,
mü-fârekattan (= ayrıldıktan) sonra, muayyen bir müddet, başkası ile
evlenemeyip, bir müddet beklemesi demektir.
İddet:
1-) İddet-i
Nisa (= Kadınların İddeti)
2-) İddet-i
Rical (= Erkeklerin İddeti) olmak üzere iki kısma ayrılır.
Ancak, iddet tabiri
mutlak olarak zikredilince iddet-i nisa anlamına kullanıldığı kabul edilir.
İ'TİDAD:
Belirli bir süre (= iddet) beklemek demektir.
MU'TEDDE:
İddet bekliyen kadın demektir.
İddet bekliyen kadın
(= mu'tedde), boşanmış bulunduğu talâk'ın nev'ilerine göre
a-) MU'TEDDE-İ RİÇİYYE
b-) MU'TEDDE-İ BÂİNE
İFTAR
İFTAR: Mânâ
olarak imsakin zıddıdır. Yani iftar, hiç oruç tutmamak anlamına geldiği gibi;
güneşin batmasını takiben orucu açmak anlamına da gelir. Oruç tutulurken,
orucu bozacak bir şeyin yapılmasına da iftar denir. İftar eden kimseye müftir
denir. Orucu bozan şeylerin her birine de müftir denilmektedir.
Bunun çoğuluna
ise-müftirâf denilmektedir ki, bu kelime "orucu bozan şeyler'' anlamına
gelmektedir.
İETİKÂK:
Rehin Maddesine bakınız.
İGARE; Bu
malı, başkasından cebren ve alenen (zorla ve açıkça), çabukça almak demektir.
Igâre, setrinim ve çapul anlamına da kullanılır.
IFKÂÜ: Bir
şeyi gâib ettirmek demektir.
İFİ'İKAD:
Gâib olan bir şeyi araştırma demekitr.
TEFEKKÜD da: —iftikad
gibi— gâib olan bir şeyi arama araştırma demektir.
Mefkûd Maddesine de
bakınız.
İFLAS: Bir
kimsenin malının tükenip, muhtaç hâle gelmesi; mallarının fülüse (yani pula,
mangıra, altın ve gümüş olmayıp, değersiz olan paraya) tehav-vül ederek,
sıfni'1-yed (= elinin bog} kalması demektir.
MÜFLİS:
İflâs etmiş, elinde bir şey kalmamış olan kimse.
TEFLIS: Bir
şahsın iflâsına, hâkim tarafından hüküm verilmesi demektir.
IHKAR: Bir
yeri, üzerinde bina yapmak veya ağaç dikmek üzere istibkâ veçhiyle
kiralamaktır. Şöyle ki: Üzerinde müste'ciri tarafından bina yapılacak veya
ağaç dikilecek olan arazinin yüz ölçümü belirlenir ve her metrekaresi için,
icar olarak bir meblağ takdir edilir. Müste'cir, artık bu icâreyi yenilemeye
muhtaç olmadan, her sene, takdir edilmiş olan meblağı, arazi sahibine vererek,
üzerindeki binalarını veya ağaçlarını ibkâ eder. Bu muamele, bazı yerlerde
kıyâsa muhalif bulunmuş ve teamül hükmünü almıştır. Bu muameleye İSTİHKAR da
denir. Zemini mukâtaalı vakıflar bu kabildendir.
İHRAM
İHRAM: Bir
kimsenin, kendisine; Hac veya Umre niyyetiyle, —diğer zamanlarda helâl olan—
bir kısım fiil ve davranışları, belirli bir süre için haram kılması demektir.
Aynca, hac ve umre sırasında,
erkeklerin üzerine alıp örtündükleri nda ve izar denilen ve iki parçadan
meydana gelen örtüye de —halk arasında— İHRAM denilmektedir.
ihram, niyyet ve
telbiye üe olur.
MUHRIM:
ihrama giren kimse, ihramlı bulunduğu süre içinde MUHRİM adı ile anılır.
İHRAM NAMAZI:
Hac veya umreye niyyet eden kimsenin, ihrama girmeden önce, iki rek'at namaz
kılması sünnettir.
Bu namazın ilk
rek'atinde, Fatİhâ'dan sonra Kafi-rân, ikinci rek'âtinde ise Ihlâs Sûresinin
okunması efdâldır.
İHRAM YASAKLARI: Hac veya umre myyetiyle ihrama girmiş bulunan şahsın yapması hâlinde
ceza gerektiren —tırnak kesmek, elbise giymek gibi— fiil ve davranışlardır.
İHRAZ: Alma;
kazanma; ele geçirme, elde etme anlamlarına gelir;
Bu kelime için Mâl
(Mütekavvim Mal) maddesine de bakınız.
İHRAZ: Elde
etme; alma; kazanma ve erişme anlamlarına gelir.
Diğer bir tarif ile
BİRAZ: Bir malı, hara denilen mahftız bir yere koymak demektir. Düşmandan
alınan bir mal, onu alanların mahfuz olan ülkesine idhâl edilmekle (götürülüp
sokulmakla) İHRAZ edilmiş olur.
İHRAZ kelimesi, maddî
veya mânevi bir şeyi kazanıp elde etmek anlamında da kullanılır. Meselâ: Ganimetlerin
ihrazı veya zafer ihrazı gibi...
İHSAR: Hac
veya umre için ihrama girmiş olan bir şahsın, düşmanın engel olması veya
hastalık gi-bibir sebeple, hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak
zorunda kalması demektir.
İHTİBAS:
Vakıf demektir. İlgili Maddeye bakınız.
İHTİLAS: Bir
malı, sahibinin elinden veya evinden, onun gafletinden istifâde ederek, alenen
ve sür'-atle kapıp almaktır.
İHTİSAB MEMURLUĞU: Bir nevi belediye zabıtası veya ahlâk zabıtası gibi bir makam memurluğudur.
MUHTESİB:
İhtisab Memurluğu görevini yapan yani memleket dâhilinde, bir kısım nizam ve
İntizamları temin ve muamelâta nezâret görevini yürüten şahıstır.
Muhtesip, bir nevî
ahlâk zabıtası veya belediye zabıtası görevini yapardı.
VELÂYET-İ HİSBE: İntisap memurluğu anlamındadır.
IHİİTÂF: Bİr
malı, sahibinin elinden veya evinden alenen kapıp kaçmak demektir.
Lisanımızda, bu fiile
kap-kaçcüik denir. İhtitaf kelimesi sür'at ifade eder.
ihtizân: Hizâne
Maddesine bakınız.
İHYA:
Diriltme; diriltilme; canlandırma; imar. Bir araziyi, nâmî hayat sahibi kılmak,
yani bir araziyi irâate elverişli bir hâle getirmek demektir.
ÎKÂZ: Yakaza
Maddesine bakınız.
IKRAR
İKRAR:
Lügatte, bir şeyi saklamayıp söylemek; itiraf etmek; bildirmek; dil ile
söylemek; isbat etmek; mütezelzil olan bir şeyi yerinde durdurmak gibi anlamlar
ifâde eder.
Istılahta İKRAR: Bir kimsenin, kendisi ile
alâkadar olup, başkasına ait bulunan bir hakkı haber vermek demektir.
Meselâ: Bir kimse,
kendisinin veya vekilinin elinde bulunan bir malm, "filan şahsa ait
olduğunu" haber vermesi bir ikrar olur.
İNKAR, İKRAR'ın
zıddıdır.
IKRAR-IAM:
Bir takım şeylerin, hey'et-İ mecmuası hakkında vuku bulan ihbardır. "Elimde
bulunan —az veya çok— her mal, filânındır." denilmesi gibi...
İKRAR-I HAS:
Muayyen bir şey hakkında yapılan bir ikrardır.
"Bu kitap, filan
zatındır." denilmesi gibi...
İKRAR Bİ'L-KİTÂBE: Yazı ile yapılan ikrar dernektir. Borç senetleri ve hüccetleri,
yazılı ikrar örneklerindendir.
İKRAR-I SARÎH:
Başkasına ait bir hakkı, ikrar efâ-de eden bir tâbirle İtiraf etmektir. '
'Filan zata, hin lira borcum var.'' denilmesi gibi...
İKRAR-I ZIMNİ:
Bir söz veya muamele zımmın-da, delâleten vuku bulan ikrardır. Buna DELÂLETEN
İKRAR da denir. Meselâ, bir kimsenin elindeki malı satm almak istemek; o malm,
o kimseye ait olduğunu zunmen (= dolaylı olarak; kendiliğinden; üstü kapalı
olarak) kabul etmek demektir.
MIIKIRR:
Lügatte: İkrar eden, doğru söyleyen, kusurunu - kabahatini gizlemeyen kimse
demektir.
Istılahta MUKIRR: Başkasına ait, olup, kendisinin
alâkadar bulunduğu bir hakkı haber veren, ikrar eden kimse demektir.
MUKARRÜN LEH:
Kendisine ait bulunan bir hak, başkası tarafından ikrar ve itiraf olunan hakîkî
veya hükmî şahıs demektir.
Meselâ: Bir malın
kendisine ait oludğu ikrar ve itiraf olunan bir şahıs veya vakıf gibi...
MUKARRÜN BİH:
Bir kimsenin alakadar olup, başkasına ait bufcınduğunu ikrar ettiği hak
demekti. Meselâ: bir.şahsın borçlu olduğunu haber verdiği şu kadar lira gibi...
NEFY-İ MÜLK:
Bir kimse tarafından,' 'bir malın, başkasına ait olduğunun haber verilmesi ile,
kendisine ait olmadığının itiraf edilmesi" demektir. Meselâ: "Elimde
bulunan bütün mallarım zevcemin-dir; benim, bunlarda asla alakam yoktur.''
denilmesi gibi... Bu, hibe mâhiyetinde bir İkrardır.
İKRAH:
Lügatte: Bir kimseyi, istemediği bir sözü seylemeye veya istemediği bir işi
yapmaya zorlamak demektir.
İstılahta İKRAH: Bir kimseyi, tehdit ederek, korkutarak
—rızâsı olmaksızın— bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya haksız yere sevk
etmek anlamına gelir.
MÜKREH:
Kendisine, bir sözü söylemesi veya bir işi yapması için ikrah edilen, baskı
yapılan kimse demektir.
MÜKREHÜN ALEYH:
Bir kimsenin yapması içm icbar edildiği iş demektir.
MÜKREHÜN BİH:
İkrah, fiilinde, mükrehi* korkmasını gerektiren gey demektir.
MÜKRIH:
ikrah eden, zorlayan kimse demektir.
MÜCBİR:
İcbar eden, zorlayan, mukrih anlamına gelir.
İKRÂH-IMÜLCÎ:
Nefsi itlaf (= öldürme), uzvu kat' (= kesme) veya bunlardan birine müddei olacak,
şiddetli darb (= dövme, vurma) ile yapılan ikrahtır. Ve bu ikrah, mükrehin
rızâsını izâle ve ihtiyarını ifsâd eder. Ancak, asıl ihtiyarı yine sabit
bulunur.
İKRÂH-I GAYR-İ MÜLCÎ: Nefsi itlaf ve uzvu kat' 'a müeddî olmayıp, sadece
gam ve elemi gerektirecek derecedeki darb (= dövme) ve hapsetme gibi şeylerle
yapılan, ikrahtır. Bu ikrah mükrehin rızâsını izâle ederse de, ihtiyarım ifsâd
etmeye müeddî (= sebep olmuş) olamaz.
IKRAH-I TAM:
Kendini öldürmeye veya uzvundan bir yere kesmeye sebeb olacak yolda meydana
gelen mecburiyet demektir.
İKRÂH-I NAKIS:
Dayak ve hapis gibi, kederi ve sıkıntıyı gerektiren şeylerden meydana gelen mecburiyet
demektir.
İKRÂHEN:
Zorla, zoraki. İkrah ederek; iğrenerek, tiksinerek.
İCBAR: Cebr
Maddesine bakınız.
İKSÂM; Yemin
etmek demektir.
Kasâme Maddesine de
bakınız.
İKTÂ':
Beytü'1-mâle ait arazînin rakabesi veya menfaatini, beytü'l-mâlde istihkakı
bulunan bir kimseye, veliyyü'l-emr'in temlik ve îtâ etmesidir.
İKTÂ'AT-I MEVKÛFE: Veliyyü'1-emr tarafından beytü'l-mâlde istihkakı bulunan bir şahsa
temlik suretiyle verilmiş veya şer'î usûlleri dairesinde beytü'l-mâlden
satınalmmaş yahut vehîyyû'l-emr'in müsaadesiyle mülkiyet yönünden ihya edilerek
mâliki tarafından bir cihete vakfedilmiş bulunan arazîdir.
VAKIF Maddesine de
bakınız.
İKTÂ:
Memleket arazîsinden bazı parçaların (= çiftliklerin) vergilerini,
veliyyü'l-emrin —beytü'l-mâlden vazife almaya müstahik olan— bazı zatlara
tevcih ve tahsîs etmesi demektir.
Bu durumda, bu gibi
yerlerin vergilerini toplama yetkisi, bu zatlara ait olur.
İKRAZ: Karz
Maddesine bakınız.
ILA:
Lügatte: Yemin etmek anlamına gelir. Istılahta ÎLÂ: Bir kimsenin,
"karısına tekarrüp etmemek (= yaklaşmamak = cinsî münâsebette bulunmamak
üzere" yemin etmes idemektir.
İLÂ üç kısma ayrılır:
1-) ÎLÂ-İ MUVAKKAT: Dört ay, sekiz ay gibi bir müddetle mukayyet olan ilâdır.
2-) ÎLÂ-İ MÜEBBED: Bir kimsenin' 'karısına, ebe-diyyen tekarrüp etmemek üzere"
yaptığı yemindir.
3-) ÎLÂ-İ MEÇHUL: Belirli bir müddetle veya mü-ebbed kaydı ile kayıtlanmadan yapılan
îlâ'dir. Meselâ: Bir kimsenin, karısına: "Yemin olsun kf ben, sana
yakınlık etmiyeceğim. (yani, seninle cinsî ilişkide bulunmayacağım."
demesi gibi....
İLÂDAN- FEY:
Zevç (= kan) hakkında yapılan, adem-i tekarrüb (= cinsî münâsebette bulunmama)
yemininden dönmek demektir İd, bu dönüş fiilen, — bazı hallerde de kavlen— vuku
bulur.
İLİ
MÛLÎ: îlâ
yapan koca;
MULÂ MINHA ise: îlâ
olunan zevce demektir. Mİ'LÂN: Bir şeyi meydana çıkarmak; açığa vurmak; yapmak
anlamlarına gelir.
İ'LÂN-I HARB:
Savaş açmak.
İ'LÂN-I İFLÂS:
Bir tüccarın, iflâs ettiğini açığa vurmak demektir.
İ'LÂNAT:
İ'lânlar demektir.
İ'LÂNEN:
İ'lân yoluyla; i'lan ederek anlamında -kullanılır.
ÎLÂM: Bir
şeyi, başkalarına bildirmek demektir. Isılâhta ÎLÂM: Bir da'vânın, mahkemece
nasıl bir hüküm ve karara bağlandığını bildiren, usulünce yazılıp imzalanmış
ve mühürlenmiş resmî vesîka anlamına gelir.
ÎLÂMÂT: İlâm
kelimesinin çoğuludur ve bir da'vânın, mahkemece nasıl bir hükme bağlandığım
gös-teren vesikalar demektir.
ÎLÂMÂT-I ŞER'İYYE: (Osmanlı Devletinde) Şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmlar
demektir.
ÎLÂMÂT-INİZÂMİYYE: (Osmanlı Devletinde) Nizâmiyye Mahkemelerinden çıkan üâmlar'demektir.
İLÂ-NİHÂYE:
Nihayete kadar; sonuna kadar. ile'1-ebed
İLCA: Mecbur
bırakmak; zorlamak, sevk etmek; .. zorunda bırakmak anlamlarına gelir.
İĞTİSÂB:
Gasb Maddesine bakınız.
ILHAD: Hak
yolundan yüz çevirip, küfür yönlerinden birine meyletmek demektir.
MULHU): nhâd
sahibi yani inkarcı, dinsiz, İmansız kimse demektir.
Bir- inkarcı, gerek
küfrünü saklasın, gerek saklamasın ve gerek evvelce ulûhiyet ve risâîeti
tasdik etmiş bulunsun, gerek bulunmasıfl mühlid sayılır. Dolayi-siyle Uhâd
mefhumu, nifak, irtidâd ve inkâr mefhumlarından daha şümullüdür.
İLLET-İ KIYÂS: KIYÂS Maddesine bakınız.
İLMÜ'L-MEVÂRİS:
FERÂİZ Maddesine bakınız.
ILSAK:
Bitiştirme, bitiştirilme; kavuşturma, kavuşturulma.
IILTKAD: Bir
çocuğu, atılmış olduğu yerden alıp kaldırmaktır.
LÂKTT ve MÜLTEKTT
Maddelerine de bakınız.
İLZAM:
Hâkimin, bir hususa hüküm vermesi demektir.
Da'vâlının ikrarı üzerine,
aleyhine verilen hükme İLZAM denilmesi de yaygındır. Çünkü, bununla da'vâh
mahkûmun aleyh (= aleyhinde hüküm verilmiş şahıs) olur.
İMÂN
ÎMÂN: inanç;
inanmak; itikad etmek; İslâm Dininde kat'î bir şekilde sabit olup,
zarûriyyât-ı cfi-nîyye denilen esasları ve hükümleri kalb ile tasdik ve iz'ân
(= kavrayıp itaat) etmek demektir:
MÜ'MÎN:
İslâm Dinine gerektiği gibi inanan, zarûriyyât-ı dînîyyeyi kalbi ile tasdik
eden kimse demektir.
ÎMÂN-I MAKBUL:
İnsanların îmânı
ÎMÂN-I MA'SÛM:
Peygamberlerin imâm.
ÎMÂN-I MATBU:
Meleklerin imâm.
ÎMÂN-I MERDÛD:
Münâfiklann îmânı.
İMÂM:
İmâm:
1-) Namazda
kendisine uyulan kimse.
2-) Önder;
önde bulunan, önayak olan kimse.
3-) Devletin
başıoda bulunan kimse; halife
4-) Bir
mezhep kuran müctehid zât. İmamet: imamlık, önderlik. İmâm-ı A'zam: Hanefî
mezhebinin kurucusu olan Hz. Ebû Hanîfe Nu'man bjn Sâbit'İn unvanı. Imâm-ı
A'zam, "en büyük imâm" demektir. Eimme: imâm kelimesinin çoğuludur ve
imamlar demektir.
Eimme-i erbaa: Ehl-i
sünnetin amelî mezheplerinden meşhur ve hak olan dört mezhebin kurucuları bulunan
imam Ebû Hanîfe, imâm Mâlik bk Enes, imâm Muhammed İbni İdris eş-Sâfi ve imâm
Ahmed İbni Muhammed İbni Hanbel'İn dördüne birden eimme-i erbaa (= dört imâm)
denir. Eimme-i seiâse: Diğer üç mezhebin imamlarına eimme-i seiâse (= üç imam)
denir. Ennme-i sdase: (Hanefî mezhebinde) imâm Ebû Hanîfe, imâm Ebû Yûsuf ve
imâm Muhammed'e de eimme-i seiâse (= üç imâm) denir. Usûl-ü Fıkıhta eimme-i
seiâse: Ebû Zeyd ed-Deb bû-sî, Fahra'l-İslâm Pezdevî ve Şemsü'l-Emimme Se-'
rahsîdir.
Imârnü'l-Haremeyn: (=
Mekke ve Medînenin imâmı) Ebû'l-Muzaffer Yusuf bin İbrahim Cürcânî bu unvanı
taşır.
İmâmeyn: İmâm Ebû
Yûsuf la imâm Muhammed, İmâmeyn (= iki imâm) diye anılır. Bu iki imâma sâhıbeyn
(= iki arkadaş) da denir). Ebû Hanîfe ile imâm Muhammed'e tarafeyn denir.
Şemsü'!-eimme: (= İmamların güneşi) Bu unvan Ebdü'1-aziz Halvânî, Muhammed
Serahsî, Muhammed bin Abdü's-settâr el-Kerderî ve Mahmud Öz-kendî gibi âlimler
için kullanılır. Şemsü'l-Eimme unvanı yalnız başına kullanılınca İmâm Serahsî
anlaşılır.
İmâm kelimesi mutlak
olarak söylenince, âkıhta Ebû Hanîfe, tefsir ve kelâmda Fahreddin Râzî,
nahiv'de ise Sibeveyh kasdolunur.
İmâmü'l-müslimîiı:
Müslümanların imâmı, başkanı demektir.
İMARET:
Beylik, komutanlık.
İMARET ALE'L-CİHÂD: Harb için komutan tâyin edilmesi anlamına gelen bu kelime, savaş komutanlığı
mânâsına da kullanılır.
imaret ale'l-cihâd iki
kısımdır:
1-) İMÂRET-İ HASSA: Sadece orduyu idareye ve harb işlerini yürütmeye mahsus-komutanlık.
2-) İMÂRET-İ ÂMME: Savaşı yönetme, ganimet mallarını taksim, sulh akdi yapma gibi,
bütün'savaş işlerine şâmil olan komutanlıktır.
İMÂRET-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
IMDAD: Meded
Maddesine bakınız.
IMZÂ-İ KAZA:
Bir hakim tarafından, verilen bir hükmün bi'1-fiil infaz ve icra edilmesi demektir.
İMSAK
İmsak: Tutmak
demektir. Istılahta İmsak: Şer'an müftirât denilen şeylerden nefsi hakikaten
veya hükmen men etmek demektir. Sehven ve unutularak bir şey yenilip içildiği
takdirde hükmen imsak mevcut bulunacağından oruç bozulmuş olmaz.
INTİHAB: Bu
kelime nehb kökünden alınmıştır. Ve yuvarlak he ile yazılır.
Mânâsı: Yağma ile mal
alma; kapışma; talanlama demektir.
Diğer bir tarife göre İNTİHÂB: Bir şehirde veya bir köyde
bulunan bir şeyi kahren ve alenen almak demektir.
NEHB kelimesi de bu anlama
gelir. Bununla birlikte, dileyenin kapıp aldığı ganimet malına da nehb denir.
Ve ganimet malını dileyenin kapıp alması ise INTİHAB'tır.
İNTİSÂB:
Neseb Maddesine bakınız.
İRBÂH: Rıbh
Maddesine bakınız.
İRDA':
Çocuğa süt vermek, emzirmek demektir. . * İRHÂN: Rehin Maddesine bakınız.
İRTİHAN :
Rehin Maddesine bakınız.
İRTİŞA: RÜŞVET
Maddesine bakınız.
İRS: MİRAS
Maddesine bakınız.
İRTİDÂD
İRTİDÂD:
Lügatte: Dönmek, rücû' etmek analmina gelir.
Istılahta İRTİDÂD: İslâm Dininden, -Kabul ettikten
sonra— dönmek demektir. Yani: Aslında müslüman olan veya daha sonra İslâm
dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın, daha sonra dönüp, başka bir dîne
intisap etmesi veya hiç bir dine bağlanmayıp, sadece inkâra sapması demektir.
İrtidâd hâline RİDDET de denir ve riddet: Hakkı yerine getirmekten kaçınmak
mânâsına gelir.
MÜRTED:
İrtidad eden yani İslâm Dininden çıkan, bu yüce dini terk edip, ondan dönen
kimse demektir.
ÎSÂ: Vasiyet
mânâsına gelen bu kelime, aynı zamanda vasî seçmek ve tâyin etmek anlamında da
kullanılır.
ÎSA kelimesi TAVSİYE
yerine de kullandır ki: "Bir şeyin yapılmasını, bir şahsa ısmarlamak,
sipariş etmek" demektir.
VASİYET Maddesine de
bakınız.
I'SAR: Usur
kökünden alınmış olan bu kelime if-tikâr, fakirlik anlamına gelir.
U'SİR: Fakir
demektir.
İSKAN: Süknâ
Maddesine bakınız.
İSKÂT-I CENİN:
Henüz annesinin rahmide bulunan bir çocuğun düşürülmesidir.
SIKT (= DÜŞÜK):
Anasının rahminden vakitsiz düşen çocuk demektir.
İSLÂM DÎNÎ: DİN
Maddesine bakınız.
İBNİYYE: Bir
kimsenin oğlunun öz kızı (yani, bir kimsenin oğlundan, öz kız torunu) demektir.
İSMET:
Lügatte: Men etmek; korumak; mâlın ve canın dokunulmazlığını gerektiren özel
bir vasıf anlamına geldiği gibi', masiyetlerden maattemekkün kaçınmak
melekesi anlamına da gelir.
Bir başka tarif ile İSMET: Günahsızlık, masumluk; günâhlardan
kaçınma melekesi. Suçsuzluk. Dokunulmazlık, anlamlarını ifâde eder.
İSMET: Bütün
peygamberlerin müşterek vasıflarından da biridir ve bu durumda:'
'Peygambelerin, hiç bir zaman, gizli veya aşikar, herhangi bir mâsiyete yaklaşmamaları,
günâh ve şaibelerden uzak olmaları" demektir.
İSMET-İ MUKAVVİME: Şahsî bir masuniyet yani dokunulmazlık demektir ki, buna tecâvüz
edilmesi kısası veya mâlî tazminatı gerektirir.
İSMET-İ MÜESSİME: Bu da, şahsî mâsûniyye-tin (= kişisel dokunulmazlığın) bir çeşididir
ki, buna tecâvüz de bulunmak da günâhı müstelzim olur. Yani ismet-i
müessîme'ye tecâvüz eden şahıs günâh İşlemiş bulunur.
İSTİRDÂD:
Verilen bir şeyi geri almak istemek ve başkasının eline geçen bir malı veya bir
yeri geri almak demektir.
İSTIRKAK:
Bir şahsın, köle veya câriye olmasını istemek, bir kimseyi rakîk (= köle)
ittihaz etmek demektir.
İSRAF: Bir
şeyi, harcanması uygun olan bir yerde, manâsip olan miktardan fazla sarfetmek
demektir.
MÜSRİF: Bir
şeyi, harcanması uygun olan bir yere, münâsip olan miktardan fazla harcayan
kimse demektir.
İSTİARE: ARİYET
Maddesine bakınız.
İSTİBDÂL-İ
VAKIF:. VAKIF Maddesine bakınız.
İSTİ'CAR:
Kira ile tutmak demektir. Meselâ: Bir evi, içinde bir sene oturmak veya bir şahsı,
bir ay çalıştırmak üzere kiralamak, bir isti'car mu-âmelesidir.
İSTİDA: VEDÎA
Maddesine bakınız.
İSTİDÂNE:
Deyn Maddesine bakınız.
İSTİDLAL:
Delile bakma. Bir delile dayanarak, bir şeyden, bir netice çıkarma. Delil ile
inanma. Zihnin, eserden müessire veya müessirden esere, intikâl etmesine de
istidlal denir. Güneşin, yer yüzündeki ışığını görüp, bundan güneşin doğmuş
olduğunu anlamak gibi...
İSTİDLAL Bİ-ADEMİ'L-MEDÂRİK: Varlığına delil bulunmayan herhangi bir şeyi nefy ve
inkâr etmektir ki, bu doğru bir istidlal tarzı değildir. Çünkü, delilin
yokluğundan, medlulün yokluğu lâzım gelmez.
İSTİHÂZE:
Kadınlardan, bir hastalık sebebiyle zuhur eden ve rahimden başka bir yerden
gelip, tenasül uzvu yoluyla akan bir kandır.
Bulûğ çağından evvel
ve iyas (= analık hâli görme) yaşından sonra gelen kanlarda istihâze'den
sayılır. Kendisinden böyle bir kan gelen kadına da, Müstehâze denir.
İSTİHSÂN
İSTİHSÂN:
Lügatte: Güzel bulma, güzel sayılma; beğenme, beğenilme demektir. Fıkıh
usûlcülerinin ıstılahında İSTİHSÂN:
Kıyâs-ı hafî demektir. Müctehidlerin anlayışları, fehimleri bu kıyâsın
illetine, tarîkine çabukça nüfuz edemez ve bu hususta tetkik ve ta'mîka (=
araştırma ve derinleşmeye) muhtaç olurlar. Fıkıh ıstılahına göre İSTİHSÂN: Kıyâs-ı celiye mukabil ve
muâriz olan, herhangi bir delildir. Ve bu, kıyâs-ı hafî'den dah ageniş ve daha
umûmidir. Meselâ: Fıkıhta bazı hükümler kıyâsı celîye muhâ-Uf görüldüğü hâlde,
hadîs veya icma' gibibir delil ile sabit olur da: "Bu hüküm, istihsânen
sabittir." denilir.
İSTİLA;
Lügatte: Galebe çalmak; üstün gelmek anlamındadır.
Istılahta İSTİLÂ: Bir yeri küvet kullanarak ele
geçirme; yayılma; kaplama demektir. Diğer bir tarife göre İSTİLÂ: Bir kavmin ülkesini veya mallarını, diğer bir kavmin
—galebe ile— elde etmesi demektir.
İSTİLAM;
(Hac ıstılahında): Hacer-i Esved'i selâmlamak demektir.
Tavafa başlarken ve
tavaf esnasında her şartı tamamlayıp, hizasına geldikçe ve sa'ye başlanacağı
zaman, Hacer-i Esved'i istilâm sünnettir. Bunun için, Hacer-i Esved'e dönüp;
namaza durur gibi tekbir ve tehlil edilerek eller kulak hizasına kaldırılır.
"Bismillahi Allahu Ekber" denilerek, Hacer-i Esved'in üzerine konulur
ve eller arasından Hacer-i Esved öpülür.
izdiham sebebiyle
Hacer-i Esved'e yaklaşılmazsa; avuçların içi Ka'be'ye çevrilerek, eller yukanda
söylendiği şekilde kaldinlır ve üzerine konuluyormuş gibi, karşıdan işaret
edilir ve Hacer-i Esved selâmlanır; sonra da sağ elin içi öpülür.
İSTÎLÂD: Bir
cariyeyi ümm-ü veled kılmak demektir.
Şöyle ki: Bir efendi,
cariyesinin kendi fîrâşından doğurduğunu söyler veya hâmil bulunduğu çocuk hakkında:
"Bu, bendendir." diye ikrar ve itirafta bulunursa, istîlad'da
bulunmuş olur. Ve böylece efendi, o çocuğu kendi nesebine ilhak etmiş olur.
İSTİLHÂK:
Bir cariyeden doğan çocuğun nesebini iddia etmek demektir.
Şöyle ki: Bir efendi,
İstifraş etmiş bulunduğu cariyesinin doğurduğu çocuk hakkında: "Bu,
bendendir." diye ikrar ederse, istilhâkta bulunmuş yani o çocuğu kendi
nesebine ilhak etmiş olur.
İSTİ'MÂN: EMAN
Maddesine bakınız.
İSTİMDAD:
Meded Maddesine bakınız.
İSTİMTA':
Temettü' edinme, faydalanma. İstifraş etmek (= yatağa alma; beraber yatma)
anlamında da kullanılır.
İSTİNAF:
Lügatte: Yeniden başlama; sözün başlangıcı, söz başı gibi anlamlan ifâde
eder.' Hukuk ıstılahında İSTİNAF:
Bidayet mahkemesinden verilen bir hükmün, bir üst mahkemeye müracaat ederek
feshini istemek demektir.
İSTÎNÂFEN:
İstinaf suretiyle, istinaf yolu ile.
İSTINZAL:
Muhazrip bir düşmandan teslim olmasını ve hakkında verilecek herhangi bir
hükme muvafakat etmesini istemek demektir.
Buna inzal de denir.
Bizzat savaşılan
düşmanın, kendi hakkında böyle bir muamele yapılmasını istemesine de İSTİNZÂL
denilmektedir.
İST7'RAZÜ'L-CEYŞ: Komutanın, orduyu görmek ve teftiş etmek istemiş; resm-i geçit
yaptırması demektir.
İSTİRŞÂ: RÜŞVET: Maddesine bakınız.
İSM: Bir
memlûkun (= köle veya cariyenin) çalışıp kazanç temin etmesini isteyerek, onu
çalıştırmak demektir.
Kendisi ile kitabet
akdi yapılan veya kısmen azâd edilen bir köle veya cariyenin kitabet bedelini
yahut azâd olunmamış bulunan kısmına ait bedeli ödeyebilmek için, ücretle, bir
işte çalıştırılması bir İSTİS'Âdır.
Kölesinin say'
etmesini (= kazanç sahasına atılmasını) isteyen kimseye MÜSTES'I denir.
MÜSTESA:
Çalışması istenilen köle demektir.
MÜSTES'AT:
Çalışması istenilen câriye demektir.
I&rİSHAB;
Mâzîde sabit olan bir şeyin, —tebeddül ettiği (= değiştiği) bilinmedikçe— hâlen
de sabit ve bakî olduğuna kail olmaktan ibarettir. Mesciâ: On sene önce hayatta
olduğunu bildiğinmiz bir kimsenin, vefatı hakkında bir bilgi bulunmayınca, bu
gün de hayatta bulunduğuna kail oluruz ve bu, bir istishâb mes'elesidir.
Lügatte İSTİSHÂB: Yanına alma, yatana alınma;
beraber götürme gibi anlamlan ifâde eder.
Bir kısım şeylerin
hükumü İçine girmekten, bazı şeyleri illa (= ancak) gibi bir edat ile hâriç
bırakmaktır.
MÜSTESNA:
İstisna edilen şey demektir,
MÜSTESNA MİNH:
Kendisinden, bazı şeylerin istisna edildiği şey demektir.
Meselâ:
"Mecnunlardan ve çocuklardan başka her insan mükelleftir." cümlesinde
"her insan" sözü müstesna minh; "mecnunlar ve çocuklar" sözü
müstesnâ'dır. illâ (= ... dan başka) lafzı ise, istisna edatıdır.
İstisna, beyân-ı
tağyir kabilindendir. İstisna iki kısma ayrılır:
1-) İSTİSNÂ-İ MUTTASIL: Müstesna olan şeylerin, müstesna minh olan şeylerle
aynı cinsten olduğu istisnâ'du.
Meselâ: "Her hibe
caizdir; kâsirlann hibesi, müstesna." cümlesinde olduğu gibi....
2-) İSTİSNÂ-IMÜNKATÎ': Müstesna olan şeylerle, müstesna minh olan şeylerin
aynı cinsten olmama-lan demektir. Yani, bu istisnada, sadr-i kelâm, ondan
istisna edilen şeylere mütenâvil bulunmuş olmaz."
Meselâ: "Her hibe
caizdir; gasb müstesna" ibaresinde olduğu gibi.. Burada müstesna minh
olan hibe; müstesna olan gasba aslında şâmil değildir.
İŞTİRA:
Satın almak demektir.
İŞTİRAK:
Ortaklık demektir.
Şirket Maddesine de
bakınız.
IİTHÂM: Bir
kimseye töhmet ilkâ ve isaâd etmek. Birine, bir kabahat yüklemek; suçlandırmak
demettir.
İTTİHAM da, İtham
anlamında kullanılır.
MÜTHEM ve MÜTTEHEM
ise: İtham edilen; töhmetli; kendisine bir suç veya kabahat isnâd ede-lin şahıs
anlamına gelir.
Töhmet Maddesine de
bakınız.
İ'TİDAL: ADL
Maddesin ebakımz.
İ'TİMAN:
Te'min Maddesine bakınız.
İTİSAF: ZULÜM
Maddesine bakınız.
İTTİDA:
Divet Maddesine bakınız.
İYÂL: Bir
kimsenin bakmakla yükümlü bulunduğu kimseler demektir. Bu kimselerin bakmakla
mükellef bulunan şahsın evinde olup olmamaları arasında bir fark yoktur.
HAŞEM de, İYÂL
anlamında bulandır.
İZAR: Hac
veya umre sırasında, ihrama giren erkeklerin bellerinden aşağıya doladıklan,
peştemal gibi ve dikişsiz olan örtüye İZAR denilmektedir.
İZDİVAÇ: Evlenmek;
kan - koca olmak.
İZİN:
Lügatte: İÜâk (= salıvermek) anlamına gelir.
İbâhaye, müsâade
etmeye, ilâma ve fekk-i hacre (= hacir hâlini kaldırmaya) da İZİN denilir.
külahta İZİN: Bir şahıs hakkındaki hacri
fekketmek (= ortadan kaldırmak), tasarruflarda bulunmasına müsaade vermek
demektir.
ME'ZÛN:
Kendisine izin verilmiş, hacr hâli kaldırılmış, tasarruflarda bulunmasına
müsâade edilmiş kimse demektir.
ME'ZÛNÜN LEH de,
me'zun anlamındadır.
Bu izin, İmâm Züfer ve
İmâm Şafiî'ye göre tevkîl (= vekâlet verme) ve inâbedir.
Hacr Maddesine de
bakınız
İZZİLAM: ZULÜM
Maddesine bakınız. [9]
KA'HE
KA'BE:
Mekke-i Mükerreme'de, Mescid-i Haram denilen cami-i şerifin ortasında, yaklaşık
11 metre eninde, 12 metre boyunda ve 13 metre yükseldiğinde, taştan yapılmış,
dört köşe bir binadır. Ka'be, haccın sebebi ve bütün namazlarımızda kiblegâhımizdır.
Ka'be-i Muazzamayı,
Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte, —yaklaşık olarak— mîladdan 2000 yıl
kadar önce inşa edilmiştir. Ka'be'nin üzeri,
—her sene hac
mevsiminde yenilenen— siyah bir örtü ile örtülmektedir.
KA'BE'NİN KISIMLARI
A-) KA'BE'NİN KÖŞELERİ:
1-) RÜKN-İ HÂCER-İ ESVED: Bu, Ka'be'nin doğudaki
köşesidir. Buna RÜKN-İ ŞARKÎ de denir.
2-) RÜKN-İ YEMÂNÎ: Ka'be'nin güneydeki köşesidir.
3-) RÜKN-İ ŞÂMÎ: Ka'be'nin batıdaki
köşesidir.
5-) RÜKN-İ İRÂKÎ: Ka'be'nin kuzeydeki
köşesidir.
B-) HATİM ve HICR-I KA'BE: Rükn-i Irakî İle Rükn-ü Şamî arasında (Ka'be'nin
kuzey-batısmda) olan duvarının karşısında bulunan ve zeminden 1 metre kadar
yüksek, 1,5 metre kalınlığında, yarım daire şeklindeki duvara HATİM denir.
Hatim ile Beytu'Dâh
arasındaki boşluğa da HICR-I KA'BE veya sadece HICR yahut HICR-I İSMAİL veya
HATÎRA denilir. Hıcr-ı Ka'be'de namaz kılınır, dua edilir; ancak, kıble olarak,
buraya karşı namaz kılınmaz. Hz. İbrahim'in yaptığı Ka'be binasına, Hıcr-ı Ka'be
de dâhildi. Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz'e Peygamberlik vazifesinin
verilmesinden 5 yıl kadar önce, Kureyş tarafından Ka'be tamir edilirken, inşaat
malzemesi kâfi gelmediği için, bu kısım binanın dışında bırakılmıştır.
Hz. İsmail ile annesi
Hâcer'in Hıcr-ı Ka'be'ye defnedilmiş oldukları rivayet edilir. Hıcr-ı Ka'be,
Ka'be'ye dâhil olduğu için, tavaf bu duvarın dışından yapılması vaciptir.
C-) KA'BE KAPISI ve MÜLTEZEM: Ka'be'nin kuzey-doğusundaki (Rükn-i Hâcer-i Es-ved
ile Rükn-i Irakî arasındaki) duvarda, zeminden 2 metre kadar yükseklikte KA'BE
KAPISI vardır. Bu duvarın RÛKN-İ HÂCER-İ ESVED Ue Ka'be Kapısı arasında kalan
kısmına MÜLTEZEM denir.
D-) HACER-İ ESVED: 18 -19 santim çapında, kırmızunsı esmer ve parlak bir mübarek taştır.
flacer-i Esved, Hz. İsmail tarafından, Ebu Kubeys Dağı'ndan getirilmiş ve
tavafa başlanacak yere işaret olmak üzere, bu gün bulunduğu köşeye konulmuştur.
Tavafa başlarken ve
her şavtm sonunda, ayrıca *sa'-ye baslarken, Hacer-i Esved'i istilâm etmek
sünnettir. E-) E-) E-) MAKÂM-I İBRAHİM: Hz. İbrahim'in
KaTıe'yi inşâ ederken iskele olarak kullandığı veya halkı hacca da'vet ederken
üzerine çıktığı taşın bulunduğu yere MAKÂM-I İBRAHİM denir. Tavaf namazının,
—mümkün olursa— Makâm-ı İb-râhta'm arkasında kılınması efdâldir.
F-) MİZÂB-İ KA'BE (= ALTIN OLUK): Ka'be'nin üzerine yağan yağmurların aşağıya aktığı
altından yapılmış oluktur.
Altın oluk, Hatîm'in
karşısında bulunan Ka'be du-vanın üstünde ve orta kısmındadır.
KABUL: Bir tasarrufu
yapmak için ikinci olarak söylenen sözdür ki, bu söz İle akid tamam olur.
Meselâ: Bir mâl sahibinin: "Şu malımı, sana, şu kadar liraya
sattım." demesi üzerine, müşterinin: "Ben de, onu, o veçhile satın
aldım." veya, sadece: "Kabul ettim." demesi gibi...
KABÎH:
Çirkin; yakışıksız; fena; ayıp.
FİİL-İ KABÎH:
Ayıp iş, yakışıksız davranış.
VECH-İ KABÎH:
Çirkin yüz.
KA'DE
KA'DE;
(Namazda:) Teşehhüt (yani: Ettehiyyâtü lülahL.'yi okumak) için oturmak
demektir.
Bir namazda iki defa
oturuluyorsa, birinci oturuşa KA'DE-I ULA (= ilk oturuş) ikinci oturuşa ise,
KA'DE-İ AHİRE (= Son oturuş) denir.
KADI
KADI: Hâkim.
Yani: İnsanlar arasında meydana gelen husûmetleri (= da'vâlan) ilgili şer'î
hükümlere uygun olarak hail ve fasl için velliyyü'I-emr (= en büyük yetkili;
devlet başkanı) tarafından tâyin edilen kimse demektir.
HAKİM: Kadı
Ue aynı anlamı taşıyan bu kelime; kadı kelimesine göre daha geniş ve umûmî bir
mânâ ifâde eder.
Çünkü bikini unvanı
kadı için kullanıldığı gibi, veliyyü'1-emir anlamında da kullanılır.
KADİ'L-KUDÂT:
Kadıların kadısı; en büyük kadı, Şeyhu'l-İslâm veya Kazasker rütbesinde bulunan
kimse.
KAZASKER:
Batiye sınıfının en yükseğinde bulunan şahıs.
KADÎM: Eski;
eski zaman; başlangıcı olmayan; uzun zamandan beri var olan gibi anlamlan ifade
den KADÎM kelimesi, fikıh ıstılahında: Evvelini (= başlangıcım) bilen hiç
kimsenin bulunmadığı şey demektir.
Yani fakıhlere göre KADÎM: Bulunduğu hâlin hilafını (=
zıddını, tersini) görmek, suretiyle (= an mü-şâhadetin) bilen hiç kimsenin
bulunmadığı bir. şeydir. Bir kadîm uygulama, ammeye zararlı olmadıkça bulunduğu
hâl Üzere bırakılır. Nitekim, vakıflarda kadîm teamüle riâyet olunur.
KAİDE: —Bir
çok cüz'î hükmün kendisine uygun bulunduğu— kat'î ve küllî bir hüküm demektir.
Meselâ: "Kelâmda aslolan hakîkî mânâdır." cümlesi küllî bir
kaidedir. Bir çok cümleyi bu kaideye tatbik ederek, o cümlelerin hakîkî
mânâlarına göre hükmederiz.
KAVÂİD:
Kâide'nin çoğuludur; yani: Kaideler demektir.
KÂİF:
Lügatte: İzleri, eserleri, alâmetleri ve şüpheleri araştıran ve takip eden kimse
denektir. Istılahta KÂİF: Allahu Teâlâ'mn kendisine vermiş oludğu bir hassa,
bir özellik sayesinde, nesepleri ilhak eden, yanı: Hangi şahsın, nesep
yönünden hangi şahsa bağlı olduğunu, inde'l-iştibâh cismânî alâmetler
delaletiyle tâyin edebilen kimse demektir.
KÂFE: Kâif
in çoğuludur.
KÂİM-İ MAKÂM-I MÜTEVELLİ: VAKIF Maddesine bakınız.
KARABET KARABET: Yakınlık, hısımlık, akrabalık demektir.
Karabet İki kısma
ayrılır:
1-) KARÂBET-İ VİLÂDET: Bu, usûl üe fûrû' arasındaki akrabalıktan ibarettir.
2-) KARABET- GAYRİ VİLÂDET: Usûl ve ffl-rû'un dışında kalan akrabalardır. Bunlar
da iki kısma ayrılır:
a-) KARÂBET-İ MUHARRİME: Nikâhı haram kılan akrabalık demektir. Kardeşlerin,
amcaların, dayıların akrabalığı gibi...
b-) KARÂBET-İ GAYR-İ MUHARRİME: Nikâhı haram kılmayan akrabalık demektir. Amca, hala
ve teyze çocukları arasındaki akrabalık gibi..
KARÂBET-İ EB:
Baba ve dedeler tarafından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) demektir.
Baba-ana bir veya yalnız baba bir kardeşler ve bunların çocukları ile yakın ve
uzak amcalar, halalar ve bunların çocukları gibi..
KARÂBET-İ UM:
Anne ve büyük anneler tarafından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) demektir.
Ana bir kardeşler ve
bunların çocukları ile yakın ve uzak dayılar teyzeler ve bunların çocukları
gibi...
KARİNE: Bir
şeyin varlığına delâlet eden emare ve nişanedir.
KARİNE:
Karışık bir iş veya mes'elenin anlaşılmasına ve çözülmesine yarayan hâl, ip
ucu, amare anlamına da gelir.
KARÎNE-İ KÂTTA:
Lâyık olan dereceye ulaşan (kuvvetli) emare.
Meselâ; Bir şahsın,
elinde bir bıçakJa, bir evden çıktığı sırada, o evde, henüz öldürülmüş biri
görülünce, o evden çıkan kimsenin, ölenin katili olduğuna hükmetmek gibi...
KARÎNE-İ KÂTIA-İ KÂNÛNİYYE: Hükmünse-beplerinden olan yemin, şahitlik ve benzeri şoylei
demektir.
KARÎNE-İ KÂTIA-İ TAKDÎRİYYE: Bir tüccarın ticâreti meslek edinip, devamlı olarak
bu işle meşgul olması gibi,..
KARÂİN:
Karîne'nin çoğuludur.
KARZ: Ödünç
vermek; ödünç verilen mal anla mına gelir.
Bir kimsenin, nükût
veya meköattan olan bir malım1 daha sonra mislini olmak üzere, başka bîr şahsa
vermesine de karz denir.
İKRAZ da, ödünç vermek
demektir.
MUKRİZ:
Ödünç alan şahıs demektir.
MÜSTAKRİZ:
Ödünç olan şahıs demektir.
TEKÂRÜZ: İki
şahsın birbirlerinden ödünç almaları demektir.
KİRAZ ve MUKARRAZA
kelimeleri, müdâre-be anlamında kullanılır.
KAPİAT: Bir
yere su isâle etmek (= ulaştırmak, götürmek) için, yere döşenen künk ve kâriz
demektir.
KANEVAT ve KANA
kelimeleri, kanat kelimesinin çoğuludur.
MlKASÂME: Bu
kelime, lügatte: Yüz güzelliği anlamına gelir.
KASÂME:
—Kasem gibi— yemin mânâsında da kullanılır.
KSÂM: Yemin
etmek demektir.
İslâm Hukukunda
KASÂME: Katili mechûl olan ve üzerinde kati eseri bulunan bir maktulün (= katilin)
bulunduğu yer halkından elli kimsenin, özel şekli üzere yemin etmeleri
demektir.
KÂSIM-I MÜŞTEREK: NİSEB-İ A'DÂT Maddesine bakınız.
KAT'-I TARÎK:
Yol kesicilik demektir.
dâr-i islâm'da,
müslûmanlann veya zimmöerin mallarını tegaîlüben ve mücâhereten {= Zorbalıkla
ve açıktan açığa) almak; hayatlarına kasdetmek; halkı korkuya düşürmek için bir
takım kimselerin veya kuvvet ve satvet sahibi bir şahsın yollan tutması
demektir ki, bu yüzden halk geçip gitmekten çekinir ve yollar kesilmiş olur.
KÂTT-I TARİK:
İnsanların mallarını zorbalıkla ellerinden almak üzere, yıl kesicilik yapan
şahıs demektir.
MAKTÛUN ALEYH:
Yolu, bir kimse tarafından zorbalıkla kesilen şahıslardan her biri.
MAKTÛUN LEH:
Yol kesiciler tarafından zorla olunan mâl demektir.
MAKTÛUN FÎH:
Yol kesme olayının cerayan ettiği yer demektir.
MlKAT'-IUZV
KAT(-I UZV:
Bir kimsenin bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf
etmek demektir.
Meselâ: El ve ayak
gibi uzuvları kesmek;.göz, dış gibi uvuzlan çıkarmak ve kaşları, kirpikleri
yolmak, kat' sayılır.
KÂTP-I UZUV:
Bir kimsenin, bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf
eden şahıs demektir.
MAKTÛ'U'L-UZUV:
Bir uzvu kesilmiş olan kimse demektir.
UZV-İ MAKTU:
Kesilmiş bulunan bir uzuv demektir.
KAZÂ
KAZA:
Lügatte: Hüküm; ahkâm; imza (= infaz); takdir; halk etme; yerine getirme;
vahiy; ferağ; ölüm; san'at ve iş; bir hâdiseyi sözle veya fiille halletme ve
çözme; bir hakkı sahibine ödeme; zam ve îcâb; bir şeyi lâzım kılmak; arzu
edilen bir şeye gönlün istediği şekilde nail olmak gibi mânâları ifâde eder.
Şer'an KAZA: Özel bir velayetten yâni hâkimlikten (= husûmetleri hail ve
fasletmekten) ibarettir. KAZA;'' Velâyet-i mahsusa üzerine terettüp eden hükümdür."
veya: "uzam etmeye yetkili olan bir şahsın, bir kimseyi, bir şer'î
hükümle ilzam etmesidir." şeklinde de tarif olunmuştur.
Kazâ'nın diğer mânâ ve
tarifleri de şöyledir.
KAZA:
Cenâb-ı Hak tarafından, olacağı ezelden takdir edilen şeylerin, vukua gelmesi
anlamına da gelir.
KAZA:
Da'vâlan görme işi; kadılık görevi; bir kadı'nin idaresi altında bulunan yer
mânâlarını da ifâde eder.
KAZA:
Vaktinde edâ edilmeyen namaz, oruç gibi ibâdet borçlarının, usûl ve kaidesine
göre, sonradan yerine getirilmesi mânâsına da gelir.
KAZA;
İstenmeden yapılan ve elden çıkan kötü ve zararlı bir iş anlamına da gelir.
KAZA: Kaymakamlık; üçe.
SİLKİ KAZA:
Kadılık mesleği; hâkimlik yolu.
ECEL-İ KAZA:
Bir kaza neticesinde meydana gelen ölüm.
TAHT-I KAZA:
Bir kadı'mn idaresi altında olan...
EZKAZA: Kaza
olarak; kaza suretiyle; .. şayet olursa.
KAZA:
Tehlike.
KAZA:
Hâdise, Vukuat
AKZİYE: Kazâ'nın
çoğuludur; yani kazalar demektir.
KAZÂ-İ HACET:
Abdest bozma.
KAZÂ-İ FİİLÎ:
Kadı'mn (= hâkimin) bir yetimin malını taması gibi fiilen olan yani uygulamalı
hüküm demektir.
KAZA-I İLZAM:
Hâkimin, muhakemeyi vech-i mahsus üzere hail ve' fasl ederek: "Şöyle
hükmettim, (veya: "Kaza ettim." yahut: "uzam ettim.")
İddia edilen şeyi, müddeîye(= da'vâcıya)ver." gibi sözleriyle, mahkûmun
bih'i (= hakkında hüküm verilen şeyi), mahkûmun.aleyh'e (= aleyhine hüküm
verilen kimseye) lâzım kumaşıdır.
KAZÂ-İ İSTİHKAK: Bu da, Kaza-i İlzam anlamındadır.
KAZÂ-İ KAVLÎ:
Bir hâkimin: "Hükmettim."; "İlzam ettim." gibi sözleri
söyleyerek bildirdiği hüküm demektir.
KAZÂ-İ TERK:
Hâkimin: "Hakkın yoktur."; "Münazaadan memnusun." gibi
sözlerle da'vâcıyı husûmetten men etmesi demektir.
KAZAEN: Kaza
olarak; kaza suretiyle; bilmeyerek; yanlışlıkla elden çıkarak. Ez-kazâ;
kazârâ.
KAZA: Emir
ile vacip plan bir şeyin mislini, müs-tahıkkına teslim etmek demektir. Meselâ:
Muayyen bir vakitte tutulması gereken bir orucu o vakitten sonra, tutmak bir
kazadır. Keza, gasbedilen bir malın mislini veya kıymetini sahibine teslim
etmek de bir kazadır. KAZA tâbiri, hüküm, takdir ve mukadder olan bir şeyi
vücût sahasına çıkarmak anlamına da gelir.
KAZF:
Lügatte: Atmak demektir.
Hukuk ıstılahında KAZF: Bir kimseye, —ta'yir (= sucunu
yüzüne vurma) ve şetm (= küfretme, sövme) maksadiyle zina isnâd etmek
demektir.
KÂZİF: Bir
kimseye zina isnâd eden şahıs demektir.
MAKZÛF:
Kazfediliniş yani kendisine zina isnadında bulunulmuş kimse demektir.
MAKZÛFÜN FÎH:
Kazfin meydana geldiği yer demektir.
KAZF-İ SARİH:
Bir kimseye karşı, seraheten zina fiilini ifade eden bir lafız ile yapılan
kaziftir. "Filan zânîdir." demek gibi...
KAZF Bİ'L-KİNÂYE: Bir kimseye, kinâî bir tâbir ile zina isnâd etmekten ibarettir.
Bir kadına hitaben:
"Eyfâcire!" veya: "Kocanı rüsvay ettin." denilmesi gibi...
KEFÂET (= DENKLİK, EŞİTLİK) KEFÂET: Lügatte: Eşitlik, müsavat ve münasebet anlamların]
ifade eder.
KÜFÜV: Nazîr
ve kefâeti haiz olan yani benzerlik ve denklik sahibi bulunan kimse demektir.
Küfliv'ün çoğulu EKFÂ'dır. Fıkıh ıstılahında KEFÂET: Zevç ile zevcenin, (= kan ile kocanın), bazı hususlarda
birbirine müsâvî ve mümasi (= eşit, denk ve benzer) olmaları veya karının,
şeref itibariyle kocasından daha aşağıda bulunması demektir.
KARÂBET-İ NESEBİYYE: (= Nesebi akrabalık:) İki kişi veya daha fazla kişiler arasında nesep
yönünden bulunan yakınlık, akrabalık, hısımlık demektir.
KASM: Bir
kocanın, gücünün yettiği şeylerde, sohbet ve dostulk için gece kalma gibi
hususlarda, zevceleri ( hanımları arasında adalet ve eşitliği temin etmeye
riâyet etmesi demektir.
KEFFÂRET
KEFFÂRET:
Lögâtte: Mahv, (= Yok etme) izâle, (= ortadan kaldırma), setr (= Örtme) ve
ıhfâ (= gizleme) mânâlarını ifâde etmektedir.
Cenâb-t Hakkın bazı
kusur ve günâhları; bir lakım vesilelerle setr (= örtme), ıhfâ (= gizleme) ye
affetmesi sesebiyle, bu vesilelerin her birine KEFFÂRET denilmiştir.
Nitekim, işlenilmiş
günâhları, hiç işlenilmemiş gibi setr ve ıhfâya (= Örtme ve gizlemeye) yani
affetmeye TEKFÎR-İ ZÜNÛB denilmiştir.
KEFFÂRÂT:
Keffâret'in çoğuludur; yani Keffâret-ler demektir.
İslâm Hukukunda KEFFÂRET: Hazr ile ibâha arasında
bulunan, yani: Bir vecihten memnu (= yasak), diğer taraftan ise mübâh olan
bazı hareketlerden dolayı, yapılması îcâbeden bazı Özel fiiller demektir.
Keffâretler bir
cihetten ibâdet, bir cihetten de ukubet (= ceza) mâhiyetindedirler.
Keffâretler şu altı kısma ayrılır: 1-)
KEFFÂRET-İ KATL: Bazı katillerden (öldürmelerden) dolayı —verilecek
diyetlerden başka— îfâ edilmesi îcâbeden bir keffârettir. Bu da, bir mü'min
köle veya cariyeyi azâd etmekten, bu bulunmadığı takdirde ise, arka arkaya
kesintisiz olarak iki ay oruç tutmaktan ibarettir.
2-) KEFFÂRET-İ ZIHÂR: Karısının tamamını veya yansı gibi şayi bir cüz'ünü
yahut rakabe gibi şahsiyetinin tamamım mu'şir bulunan bir uzvunu; kendisine,
nikâhı müebbeden haram olan bir kadının tamamına veya bakması haram olan bir
uzvuna benzeten (meselâ: "Sen, bana anam gibisin." veya: "....
anamın arkası gibisin " yahut senin botynun anamın arkası gibidir."
diyen) bir mükellef müslü-mana lâzım gelen keffâretten ibarettir. Kendisine
keffâret-i zihar îcâbeden bir kimsenin; bu keffâreti yerine getirmeden karısı
İle cima etmesi helâl olmaz.
Keffâret-i zıhar da,
köle azâd etmek; buna güç yetmiyorsa, peşpeşe iki ay oruç tutmak; buna da muktedir
olunamıyorsa, altmış fakire bir sabah ve bir akşam yemeği yedirmekle yerine
getirilmiş olur.
3-) KEFFÂRET-İ SAVM: Ramazân-ı şerifte, hiç bir özrü bulunmadan ve muayyen şartlar
dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin; müslim veya gayr-i müslim bir köle azâd
etmesinden; buna muktedir değilse, aralıksız ve peşpeşe iki ay oruç
tutmasıdan; buna da gücü yetmiyorsa, altmış fakire —bir sabah, bir akşam olmak
üzere— yemek yedirmesinden ibarettir. Ancak, bu yemek böylece yedirilibileceği
gibi, kendisinin veya bedelinin fakire temlik edilmesiyle de keffaret yerine
gelmiş olur.
4-) KEFFÂRET-İ YEMİN: Yaptığı bir yemine riâyet etmeyip hânis olan (=
yani, yaptığı yemini bozan) bir müslümanm yerine getirmesi gereken keffârettir.
Keffâret-i Yemin şu
şekilde yerine getirilir. Yeminini bozan şahıs; muktedir ise, müslüman veya
gayri- müslim bir köle yahut bir câriye azâd eder; buna muktedir değilse, on
fakiri, —sabahlı, akşamlı— doyorur veya on fakire, —orta halde— birer parça
libas giydirir. Yeminini bozan şahıs, bu üç şeyden hiç birini yapmaya muktedir
değilse, üç gün, — peşpeşV- oruç tutar.
5-) KEFFÂRET-İ CİNÂYÂTPL-HAC: Hac için ihrama girdiği hâlde, bir özre mebnî olarak,
saçlan-nı vaktinden evvel tıraş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan
ibarettir.
Bu oruçta tevâlî şart
değildir. Yani bu oruç, ayrı ayrı günlerde de tutulur.
KerBret-i
cinâyâti'l-hacc'a, KEFFÂRET-İ HALK da denilir.
KATI
KATL: Cesetten,
ruhu ayıran ve gideren, müessir bir fiilin adıdır.
Başka bir tarife göre KATL: Hayatın sonar ermesinde,
—âdeten— müessir olan fiilin İsmidir.
KATİL: Bir
hayat sahibini öldüren; onun ruhunu, cesedinden ayırma işini fiilen yapmış
bulunan kimse demektir.
MAKTUL: Bir
kimse tarafından öldürülmüş bulunan hayat sahibi kimse demektir.
KATİL: Kelimesi,
maktul anlamında kullanılır.
KAVÂME: Rükû'dan
kıyama kalkıp, bir defa "Süb-hâne Rabbiye'1-azîm" diyecek kadar
durmaktır.
KAVED: Genellikle
kısas mânâsına gelir. Bununla birlikte, çoğu kere kısas fî'n-nefs anlamında
kullanılır.
Katilin boyununa ip
takılarak, kısâs'm uygulanacağı yere götürülmesi sebebiyle, kısâs'a kaved
denilmiştir. -
KAİD:
Yöneten, idare eden; bir hayvanı, bir yere sevk eden anlamına gelir.
KAVL Bİ-MÜCEBİ'L-İLLE: Hükümdeki ihtilaf baki kalmakla beraber, da'vâcının
irad ve ilzam ettiği şeyi iltizam etmek demektir.
Meselâ: "Irâd
edilen delil haddi zâtında doğrudur; fakat, bu delil, iddia edilen şeyi isbât
etmeye kâfi de-Pdir; iddia edilen hüküm, bu delile sabit olmaz." denilmesi
gibi....
KAVM-İ MAHSUR: VAKIF Maddesine bakınız.
KAVMİ GAYR-İ MAHSUR: VAKIF Maddesine bakınız.
KAYYIM-I VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
KEFALET
KEFALET:
Lügatte: Zam ve ilâve anlamına gelir. Istüahta KEFALET: Bir şeyin raütâlebesi hakkında, zimmeti zimmete zam
etmektir. Yani, bir malın veya bir nefsin (= kişinin, şahsın) mütâlebesi (= talep
edilmesi = istenmesi) hususunda, kendi zatını, başkasının zatına ilâve ederek,
o başkası hakkında lazım gelen mutâlebe hakkını, kendisi de iltizam ve taahhüt
etmektir.
KEFALET kelimesi
yerine ZEAMET, KABALE, HEMALE, ZAMAN kelimeleri de kullanılır. GARÂMET kelimesi
ise, edası lâzım olan şey ve böyle bir şeyi edâ etmek anlamına gelir. Bu kelime
de, kefalet kelimesinin yerine kullanılan kelimelerdendir.
KEFALET Bİ'N-NEFS: Bir kimsenin; diğer bir şahsın kendisini mahkemeye veya başka belirli
bir yere ihzar ve teslim etmeyi iltizam etmesi demektir. Bu nevi kefalete,
KEFALET Bİ'L-VECH de denir.
KEFALET Bİ'T-TALEB: Borçluyu teftiş etmeye ve onun şahsına; bulunduğu yeri göstermeye kefil
olmak demektir.
Kefalet bi't-Taleb,
borçluyu ihzar (= hazır etme huzura getirme) hususunda, Kefalet bi'1-Vech ile
müşterektir. Ancak, kefalet bİ'1-Vech, yalnız borçlular hakkında carîdir;
Kefalet bi't-Taleb ise yalnız mala ve medyunlara (= borçlulara) muhtes olmayıp,
kısas ve hudud gibi bedenî haklardan dolayı da caizdir.
KEFALET Bİ'L-MÂL;
Hariçte mevcut veya zimmette sabit olan bir mâli ödemek Üzere kefil olmaktır.
Kefalet bi'l-Mâl iki kısma ayrılır:
1-) KEFALET Bİ'L-AYN
2-) KEFALET Bİ'D-DEYN Deyn (= borç), zimmette sabit bir vasıf ise de,
kab-zedildikten (= teslim alındıktan) sonra, bu da, kendisinden istifâde
edilecek bir ayn olacağı İçiii, borç da bu itibarla mal sayılmıştır.
KEFALET Bİ'D-DEREK: Satılan bir şey, hakkı ile müterinin elinden alınıp, zabtolunduğu takdirde,
bu müşterinin vermiş olduğu semeni (= bedeli, karşılığı) kendisine geri
vermeye ve teslim etmeye veya o şeyi satan kimsenin şahsını müşteriye teslim
etmeye kefil olmaktır. .
Kefâletbi'd-Derek de iki kısma ayrılır:
1-) Kefalet
bi'l-Mâl
2-) Kefalet
bi'n-Nefs.
Derek ve derkç
lafızları lügatte, bir kimsenin ardın-dancyetişmek, ona lâhik olmak (= ulaşmak)
anlamına gelir.
KEFÂLET-İ MUTLAKA; Tecil, tacil ve taksit bir şart kayıtlı bulunmayan kefalettir. Buna,
KEFÂLfeT- İ MÜRSELE de denir. Bir kimsenin: "Ben, filanın borcuna
kefilim." demesi gibi...
KEFÂLET-İ MUKAYYEDE: Bir şeyin mütâle-besinde, bir kayıt ile mukayyet olarak kefil
olmaktır. Bir kimsenin: "Filân kimse borcunu ödemeden öl-dtjğu takdirde, o
borca, ben zâminim." demesi gibi...
KEFÂLET-İ MUALLAKA: Kefalete elverişli bir şarta talik edilmiş {= bağlanmış) olan
kefalettir. "Filân şahıs şu borcunu ödemeden çıkıp giderse, onu ben
veririm." denilmesi gibi...
KEFÂLET-İ MÜNECCEZE: Bir şarta bağlı ve gelecek zamana izafe edilmiş olmayan kefalettir. Filân
şahsın borcuna veya şahsına; filân malın teslimine fî'l-hâl (= bu anda, hemen,
şimdi) kefil olmak gibi....
KEFÂLET-İ MUACCELE: Tâcfl (= acele) kay-dıyle mukayyet olan kefalet; hemen ödemek kaydıyle
kefalet. Yani, bir şeye kefalet akdinin yapıldığı zamandan itibaren kefil
olmaktır. Yahut, bir şeye, mu-accelen edâ olunmak üzere kefalette bulunmak
demektir.
KEFÂLET-İ MÜECCELE; Tecil kaydıyle yapılan kefalettir.
Bİr kimsenin borcunu,
filân vakitte ödemek üzere kefil olmak gibi..
Yahut, Kefâlet-i
Müeccele; Muayyen bir müddetten sonra muteber olmak üzere yapılan kefalettir;
"Filânın borcunu
edaya veya nefsini teslim etmeye, bir ay sonra kefilim." denilmesi gibi...
Bu durumda kefalet, bu sözden itibaren bir ay geçtikten sonra başlar. Bu bir
ay içinde kefil, kefaletle mütâlebe olunamaz. Çünkü bu müddetin zikredilmesi,
bu mütâ-lebeyi tehir içindir.
Hatta:' 'Ben, bir ay
sonra kefilin; ondan sonra kefaletten beriyim." denilse bu durumda asla
kefalet mün'âkid (= akdedilmiş) olmaz. Çünkü, bir aydan Önce kefalet vücûda
gelmiş olmayacaktır; ondan sonra ise, kefaletten uzak olunacağı söylenmeştir.
KEFÂLET-İ MUVAKKATE: Belirli bir zaman için vuku bulan kefalettir.
"Filânın borcunu
ödemeye veya şahsını teslim etmeye, bu günden şu güne kadar kefilim.''
şeklinde yapılan kefalet gibi.... Bahsedilen son günden sonra, bu kefilet zail
olur.
KEFÂLET-İ MÜTESELSİLE: Bir haktan dolayı kefil olan şahsan, diğer bir
şahsa; o şahsa da başka bir kimsenin kefil olması şeklinde yapılan kefalettir.
KEFÂLET-İ MÜŞTEREKE: Bir hakkın edâ edilmesine veya bir şahsın teslim edilmesine, iki veya
daha çok kimsenin beraberce kefil olmaları demektir.
KEFÂLET-İ MEŞRUTA: Bir şarta bağlanarak yapılan kefalettir.
Bu şart müteâref (=
herkesçe bilinen, meşhur) olursa, kefalet sahih, şartta muteber olur Müterâref
olmazsa, yine kefalet sahih olursa da, bu şart muteber olmaz.
Meselâ: Bir kimse,
dâine (= alacaklıyı) hitaben: "Ben, senin filân şahıstaki alacağına
kefilim; ancak, bu alacağım filân tacir üzerine havale etmeyi de şart
koşuyorum." der ve alacaklı ile o tacir de bunu kabul ederse; bu kefalet
sahih, şart da muteber olur. Bunu, alacaklı ve tacir kabul etmezse, kefil olan
kimseye bir şey lâzım gelmez. Ancak: "Ben, alacağıma kefilim; şu şart ile
ki, filân ve filan şahıslar da bu alacağının şu miktarına kefil
olsunlar." demesi hâlinde de, kefalet yine sahih olduğu hâlde, bu şart
muteber olmaz. Çünkü, bu şartı yerine getirme, ilk kefil ile mekfulün leh'in
gücünün yeteceği bir şey değildir. Bu sebeple de, bu şart bâtıldır (=
geçersizdir), hükümsüzdür. Bu durumda, onlar bu kefaletten kaçınsalar bile, o
kimse, kefaleti iltizam etmiş olur.
KEFÂLET-İ NAKDİYYE: Bir hususu temin için, depozito yatırmak suretiyle kefil olmak
demektir.
KEFÂLETEN:
Kefil olmak suretiyle; kefil olarak.
KEFİL
Kefalet eden; asıl borçlu ödemekten kaçındığı takdirde, onun borcunu ödemeyi;
birimin bir şeyi yapması gerekirken, yapmaması hâlinde, o işi yapmayı kendi
üstüne alan kimse.
Bir başka deyişle KEFİL: Kendi zimmetini, başkasının
zimmetine zam eden, yani: Başkasının üzerine lâzım gelen veya gelmeyen bir
mütâbeyi, kendi» için iltizam eyleyen kimsedir. Başkasına ait olup, ikrar
edilen veya edilmeyen bir borcu ödemeyi üzerine alan kimse gibi... ZÂMİN,
GÂRİM, ZÂYİM, KABÎL ve SABÎR ke-limelerî de KEFİL amîamında kullanılır.
KEFFÂRET:
Hac ıstılahında: İşlenen bir cinayet karşılığında çekilmesi gereken ceza
demektir. Ki bu ceza; oruç, sadaka veya kurban ile yerine getirilebilir.
KELÂ: Ot
yani sapı olmayan ye bitince yerlere serilen bitki demektir. Bu kelime ağaçlara
şâmil değildir. Mantar da ot hükmündedir. Deve dikeni denilen bitki sapı (= kök
ve dallar arasındaki kısmı) bulunduğu ve biraz yerden yükseldiği için,
fakıyhlerce ağaç sayılmıştır.
KERAHAT:
Mekruh Maddesine bakınız.
KERÂHİYET
KERÂHİYET: (Lügatte)
Zahmet, meşakkat, şiddet ve bir şeyi kötü görmek mânâlarına gelir. Istılahta
kerâhiyet: Terkedilmesi evlâ olan bir şeyin terkedilmemesi ve yapılması
demektir. Kerahet de bu mânâdadır.
KENÎSE: Bu
kelime, önceleri yahudîlerin ve hı-ristiyanlann mabedleri İçin kullanılan bir
isimdi. Sonraları ise, sadece hınstiyanlann mabedleri yani klişeler için
kullanılmaya başlanmıştır.
KENÂİS:
Kenîse'nin çoğuludur.
KENZ
KENZ: Define
demektir. Yani, yer altinda med-fun olup, sahibi bilinmeyen altın, gümüş
sikkelerle silâhlar, âletler ve ev eşyası gibi mal ve eşyalardan ibaret olan
kenz (= define) üç kışıma aynin;
1-) KENZ-İ İSLAMÎ: Üzerinde kelime-i şehâdet gibi bir İslâm alâmeti bulunan veya
müslümanlara aid olduğu bilinen bir nakış taşıyan sikke ve benzeri defineler
demektir.
2-) KENZ-İ CÂHİLİ: Üzerinde câhiliyye damgası olarak put veya bir gayr-i müslim hükümdar
resmî bulunan, medfun sikkeler ve diğer şeyler demektir.
3-) KENZ-İ MÜŞTEBEH: Husûsî bir damga taşımayan veya darb ve nakşı karışık olduğundan
mü-sülmanlara mı, gayr-i müslimlere mi ait olduğu anlaşılmayan meskukat ve
diğer definelerdir.
KAVLÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine bakınız.
KEYLÎ:
Mekîlât Maddesine bakınız.
KEYLİYYÂT :
Mekîlât Maddesine bakınız.
KISAS
KISAS:
Lügatte: Eşitlik mânâsına müşir bir kelime olup, bir şeyin izine tâbi olmak ve
o şeyin mislini (= benzerini) getirmek demektir.
Cûrm ile ceza arasında
mümâselet (= benzeme, andırma, benzeyiş) matlûp olduğundan dolayı, KISAS islâm
hukukundaki özel bir ceza nev'ine isim olmuştur. Buna göre ıstılahta KISAS:
Seran, katili, makul mu-
kabilinde öldürmek
veya mecruh yahut maktu (= yaralanmış yahut kesilmiş) olan bir uzuv
mukabilinde, cârih'in ve kâti'in (= yaralayan'ın ve kesen şahsm) ona mümasil
olan uzvunu cerh ve kat' etmektir. (= yaralamak ve kesmektir.)
KISAS FÎ'N-NEFS: Bir katili, maktulün (= katledilmiş, öldürülmüş şahsın) nefsi
mukabilinde öldürmek demektir.
KISAS FÎ'L-ETRAF: Yaralanmış veya kesilmiş bir uzuv (= organ) mukabilinde yaralayan veya
kesen şahsm, mümasil uzvunu yaralamak veya kesmek demektir.
KrSÂSEN KATL:
Amden katil olan bir şahsın, şeraiti dâiresinde Öldürülmesi demektir.
KISÂSEN:
Kısas yoluyla, öldüreni öldürerek, ya-ralıyanı yarahyarak, bir fiilin, (işlenen
suça) müsâ-vî olacak şekilde cezalandırılması yoluyla.. demektir.
MEN ALEYHİ'L-KISÂS: Üzerine kısas icra edilmesi îcâbeden şahıs demektir.
MUKTASSUN MİNH:
Hakkında, bi'1-fiil kısas hükmü uygulanmış olan şahıs veya uzuv demektir.
KISMET
KISMET;
Taksim etmek; bir şeyi bölmek, bölüşmek, bölüştürmek demektir.
Yani TAKSİM: Müteaddid kimselerin,bir
şeydeki hisse-i şayialarını (= müşterek bir malın her cüzüne sirayet eden
hisse, paylarını) bir mikyas (= birim, ölçü) ile tâyin ve tahsis etmek
demektir. Meselâ: Ağırlık ölçüsü ile ölçülen yani tartılan bir şeyi, tarüile;
uzunluk ölçüsü ile ölçülen bir şeyi, metre ile; hacim ölçüsü ile ölçülen bir
şeyi ölçek veya litre gibi bir hacim ölçüsü birimi ile ölçerek, hisseler
belirlenir ve sahiplerine verilir.
KISMETLER:
A-) KISMET-İ AYAN
B-) KISMET-İ MENÂFİ diye ikiye ayrılır. Ayan hakkidaki kısmetler de:
1-) KISMET-İ CEMİ
2-) KISMETİ TEFRİK nevilerine ayrılır. Bu iki kısmet de kendi aralarında ikiye
ayrılırlar. ŞÖyleki:
1-) KISMET-İ CEMİ
a-) KISMET-İ RIZÂ
b-) KISMET-İ KAZA
2-) KISMET-İ TERRİK
a-) KISMET-İ RIZÂ
b-) KISMET-İ KAZA
Simde bunların her birini
hangi mânâya geldiğini ayn ayrı görelim:
KISMET-İ ÂYÂN:
Menkûl veya gayr-i menkûl ayn'lardaki şayi hakların tâyin ve tahsis edilmesi
yani belirlenip, sahiplerine tahsis edilmeleri verilmeleri demektir.
KISMET-İ MENÂFİ': Müşterek menfaatleri tâyin ve tahsis etmek demektir. Ve bu taksim
şekli, kıyemiyatta cereyan eder.
Bu durumda, taksim
edilen bu şeylerin ayn'lan baki kalıp, kendileri ile menfaatlerime mümkün olur.
Müşterek bir evde, ortaklardan her birinin, belirli vakitlerde nöbetleşerek
ikâmet etmeleri, bir kismet-i menâfi' (= bir şeyin menfaatini bölüşmek) olur.
KISMET-İ CEMİ':
Müşterek ayn'iann (= mü-teaddid şahısların ortak bulunduğu şeylerin asıllarının)
parçalara bölünerek, bunların her birinde bulunan şayi hisselerin, bu bölünen
kısımlarında cem edilmiş
(= toplanılmış)
olmasından ibarettir. Meselâ: Üç kişinin, ortak bulundukları otuz koyunu, onar
onar, üçe taksim etmeleri gibi.. Bu durumda, her bir ortağın otuz koyunun her
birinde bulunan hisseleri, onar koyunda cem edilmiş (= toplanmış) olmaktadır.
KISMET-İ TEFRİK: Bir müşterek ayn'm (= ortak bir malın) (aksim edilip, her cüz'ünde
şayi olan hisselerin bölünen kısımların her birinde tâyin edilmesi demektir.
Buna, KISMET-İ FERD de
denir.
Meselâ: İki kişinin
yan yanya ortak bulundukları bir arsanın ikiye taksim edilmesi gibi...
KISMET-İ RIZÂ;
Ortakların, kendi nzâlan ile yaptıkları taksim (= bölüşme) demektir.
Bu taksim, ya
ortakların, kendi aralarında, nzâlan ile taksim etmeleri ve ortakların nzâsı
ile hâkimin taksim etmesi şeklinde gerçekleşir.
KISMET-İ KAZA;
Ortaklardan bazılarının talebi ile, hâkim tarafından cebren ve hükmen yapılan
taksim demektir.
KISMET-İ GANİMET: Savaş sırasında düşmandan alınmış bulunulan malların, dâr-i islâmda,
gaziler arasında kafi surette taksim edilmes ive hak sahiplerine dağıtılması
demektir.
KISMET-İ MÜLK
de, kısmet-i ganimet anlamında kullanılır.
KISSÎS
Keşiş; hıristiyanlann ilim ve din bakımından reisleri.
KIYÂS
KIYÂS: Bir
şey hakkında sabit olan bir hükmün mislini, —o hükmün ictihâdî illetini hâiz
olduğu için— diğer bir şeyde de, bir rey ve ictihâd neticesi olarak izhar
etmektir.
Meselâ: Buğdayın
ribevî mallardan olduğu nas ile sabittir. Yani, bir miktar buğday, o miktardan
fazla bir buğday karşılığı olarak satılamaz. Satılırsa faiz olur. Bu asıldır.
Bunun İctihâden illeti
ise keyliyet (= ölçekle ölçülür olma) ile cinsiyettir.
Bu illet de, pirinç ve
danda da vardır. Bu da, fer'dir. Dolayısıyle, buğdaya kıyâs edilerek, pirincin
ve da-nnm da ribevî mallardan olduğuna rey ile hükmedilir ki, bu bir kıyâs
mes'elesidir.
:
MÂHSÜN ALEYH:
Kıyâsta asıl olan hüküm demektir.
MÂKIS:
Kıyâs'ta fer' demektir.
Kıyâs-ı fukahâ,
cüz'iden cüz'iye istidlal tarîki olduğundan, bu işlem mantıktaki temsil
kabilinden sayılır.
İLLET-İ KIYÂS:
Şer'î hükmü nas ile sabit olan bir şeyin, müştemil olduğu vasıflardan olup, bu
şer'î hükme ictihâden sebep ve alâmet telâkki edilen şeydir. Meselâ: Bir kile
(= ölçek) arpa, yine bir kile arpa karşılığında veresiye olarak satılamaz; bu
bir ribâ-dır; haramdır.
Bu haram hükmünün
ictihâdî illeti, arpadaki cinsiyet ve keyliyet vasıflandır. Artık, buna
kıyâsen, bir kile darının da, bir kile dan mukabilinde veresiye olarak
satdmasının haram olduğuna kail oluruz. Çünkü, arpa hakkındaki hükme illet
olan cinsiyet ve keyliyet vasfı, danda da mevcuttur. İşte bunlar, bu illete
müşterek olduklanndan, aynı hükme tâbi bulunurlar.
Bu durumda arpa asıl,
dan da fer'i olmuş olur.
İLLET:
Lügatte: Tağyir edici (= değiştirici) şey anlamına gelir.
Fıkıh ıstılahında İLLET: Bir hükmün sabit obuası, ilk
önce kendisine nisbet ve izafe olunan şeydir. Meselâ: Alış-veriş akdi, müşteri
için mülkiyetin sâ-bit olmasının illetidir.
KEV; Köle ve
câriye (= rakik) demektir. Kın'in müennesi (= dişili) KINNE'dir. Bazılarına
göre KIN: —Müdebber gibi— alınıp satılması caiz olmayan köle demektir.
KISMET-İ ÎDÂ;
Ganimet mallarım, dâr-i harb-te, gaziler arasında, sehimleri nisbetinde,
muvakkaten tevzi etmek demektir. Gaziler, bu mallan kendi vâsıtalanyle dâr-i
islâm'a götürerek, hepsini tekrar bir yerde toplarlar. Sonra, bu ganimet
mallan, yeniden kısmet-i ganimet suretiyle taksim edilir.
KITAL: (= MUKÂTELE): Muharebe ve muhâ-seme (= savaş ve kavga) demektir.
MUKÂTİL:
Bünyesi kıtale müsait olup, fiilen savaşan veya mukâteleye hazır bulunan kimse
demektir.
HYEMÎ; Çarşı
ve pazarda misli bulunmayan veya az bulunan; bulunsa bile fiat bakımından
birbirinden farklı olan şey demektir. Yazma kitaplar; san'atkârâne İşlenmiş
kaplar; hayvanlar; karpuz ve kavun gibi şeyler bu kabildendir.
KTYEMİYYAT:
Kıyemi olan şeyler demektir.
KIYMET
KIYMET:
Değer demektir. Bu kelime, —aynca-bedel, baha, tutar; şeref, itibar gibi
mânâlan da ifâde eder.
KAİMEN KIYMET:
Binâlann ve ağaçlann, bu-lunduklan yerde durmak üzere kıymeti demektir. Kaimen
hymet'in tesbit edilmesi için, bina veya ağaçlann bulunduklan yerin kıymeti,
önce bu bina veya ağaçlar ile beraber, sonra da bunlar yokmuş gibi tesbit
edilir yani buraya her iki durumu için, --ayn ayrı— kıymet biçilir. Bu iki
kıymet arasındaki farka bakılır; bu fark, o yerdeki bina veya ağaçların kaimen
kıymeti olmuş olur.
Meselâ: Bir arsanın
kıymeti, üzerindeki bina İle be-, raber on beş milyon; binadan hâli olarak da
on milyon ise, aradaki beş milyonluk bu fark, o binanın kaimen kıymeti olmuş
olur.
MEBNİYYEN KIYMET: Binâlann kaimen kıymeti anlamındadır.
NÂBÎTEN KIYMET:
Ağaçlann kâimen.kıymeti anlamındadır.
MAKLÛAN KIYMET:
Bir arsa üzerindeki binanın veya ağaçlann kal'ından (= yıkılmasından, sökülmesinden)
sonraki kıymeti demektir. Meselâ: Bir binanın kıymeti, arsa üzerinde iken on
milyon lira; yıkıldığı zaman da iki milyon lira ise; makluan kıymeti, kaimen
kıymetinin beşte biri kadar olmuş olur.
MÜSTAHİKKU'L-KAL' OLAN KIYMET: Bir binanın veya ağacın maklûaa kıymetinden yıkma yahut
söküp atma ücreti çıkarıldıktan sonra baki kalan miktardır.
Meselâ: Bir binanın
maklûan kıymeti iki milyon lira, yıkma ücreti de üç yüz bin Ura takdir edilse,
bu binanın müstahıkku'1-kal' olan kıymeti, bir milyon yedi yüz bin lira olmuş
olur.
MA'MÛREN Bİ'L-KAL' KIYMET: Bu tabir de, müstahikku'1-kal' olan kıymet anlamına
gelir.
ZÎ-KIYMET:
Kıymetli, değerli.
KIYMET-İ HAKÎKİYYE: Hakîki (= gerçek) değer.
KIYMET-İ İ'TİBÂRİYYE: Devletçe kabul edilen değer; fiat.
KTYMET- MEVZUA:
Bir şeye, satıcı tarafından konan değer; fiat.
KIYMET-İ MUTLAKA^Mutlak değer.
KIYMET-İ ZÂTİYYE: Bir şeyin veya şahsıa kendi öz değeri.
KİRA: Ücret
mânâsına geldiği gibi icâre (= kiraya verme) mânâsına da gelen bir kelimedir.
Kira'ya, MÜKÂRAT da denir.
İKTİRÂ: Bir
şeyi kira ile tutmak demektir*:
MUKRÎ: Bir
şeyi kira İle tutan şahıs demektir.
MUKÂRÎ: Ev
veya hayvan gibi bir malı kiraya veren kimse demektir.
KİRAB: Bir
yeri sürüp aktararak ziraate elverişli hâle getirmek demektir.
KİRDAR: Bir
kimsenin, veliyyü'1-emr tarafından,, ekip-dikmesi (= müzâraa) için, kendisine
tefviz edil-' miş bulunan bir arazi üzerine yaptığı bina, diktiği ağaç ve kendi
mülkünden naklederek —tarla hâline getirmek İçin,— o arazinin çukur ve yank
yerlerine doldurduğu toprak anlamlarına gelir. Buna, bazı yerlerde HAKKI KARAR
denilmektedir.
KİNAYE:
Hakikat olsun, mecaz olsun, kendisi ile ne kasdedildiği kapalı olan lafızdır.
Kullanılması mehcur olan ve terkedilmiş bulunan hakikatler birer kinaye oludğu
gibi, daha müteâref olmayan mecazlarde birer kinayedir. Meselâ: Bir kimse,
karısına: "Benden tesettür et." "Git, ailene iltihâk et."
dese; bu sözleri, niyetine göre, birer talâktan kinaye olur.
KSSB: Bir
arazinin, —tarla hâline getirilebilmesi için— çukurlarına doldurulan toprak
demektir.
KİSVE:
Libas, elbise, giyilecek şey demektir.
KİSRÂ: Eski
İran hükümdarlarından Nûştrevân-ı Âdil'in lakabı olup, kendisinden sonra gelen
hükümdarlar da bu lakapla anılmışlardır.
EKÂSİRE-İ ACEM:
İran kisrâlan yanı İran hükümdarları demektir.
KİTAH
KİTAB:
Lügatte: Mektûb yani yazılmış şey demektir.
Fıkıh ıstılahında KİTÂB: Bir takım bablardan ve fasıllardan
meydana gelen ve fıkhî mes'eleleri ihtiva eden yazıların hey'et-i mecmuasıdır.
Fıkıh Usûlü ıstılahında ise KİTÂB: Kur'ân-ı Ke-rün'dir. Yani: Peygamberimiz Hz.
Muhammed (S.A.V.)'e, Allahu Teâlâ tarafından, Cibrîl-i, Emin vasıtasiyle vahy
ve inzal buyurulmuş olan ve mânâ ile nazm-ı celiden ibaret bulunan Kur'ân
âyetlerinin hey'et-i mecmuasıdır.
KİTÂBULLAH:
Kur'ân-ı Kerim
EHL-İ KİTÂB:
Kitabî. Dört mukaddes kitaptan birine inanan ve bağlı kalan kimse. Kur'ân-ı
Kerîme îmân eden ve bağlı kalan şahsa müslüman; İncil'e, Tevrad'a ve Zebur'a
bağlı kalanlara ise EHL-İ KİTÂB (= KİTABÎ) denilmektedir.
KİTABET r= MÜKÂTEBE)
Kitabet (= Mükâtebe):
Bir köle ile efendisi arasında, bir bedel karşılığında, yapılan akiddir.
KİTABET (= Mükâtebe): Bir köleyi, elinde bulundurma cihetinden hâlen (= hâlde,
hemen); Köleliği cihetinden ise İstikbâlen (= gelecekte) azâd etmektir. Yani KİTABET: Bir köleyi, deruhte (= ödemeyi
kabûl )ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üzere, hâlen (hemen, kitabet
akdi ile) tasarruf hürriyetine ve mülk edinme hakkına nail kalmaktır. Bu sayede
köle, kendi adına ve nisabına kazanç temin eder ve kitabet bedelini ödeyince
kölelikten kurtulur. Kitabetin bir kaç çeşidi vardır;
KİTÂBET-İ SAHÎHA: Cinsi belli, miktarı muayyen ve kat'î bir bedel üzerine yapılmış olan
yani şartlarını cami mükâtebedir.
KİTÂBET-İ FASİDE: Fâsid bir şarta mukârin olan mükâtebedir. Bu kitabet, fâsid olarak
akdedilmiş olur. Meselâ: İki taksitte yüzer dinardan iki yüz dinar verilmek ve
bîr taksit zamanında ödenmediği takdirde otuz dinar daha ödenek yapılan bir
kitabet akdi bu kabildendir. Köle bu bedeli ödeyince azâd olmuş olur. KİTÂBET-İ
BÂTILA: Akidieşme şartlarını kendi'
sinde bulundurmayan kitabet demektir ki, bununla kitabet ahkâmı sabit olmaz.
Teslim edilmesi elden gelmeyen veya (ölü gibi...) mal sayılmayan bir bedel
karşılığında yapılan kitabet, bu kabildendir.
KİTABET
KİTABET: Bir
efendi ile kölesi (= mevlâ ile mem-lûkü) arasıda, muâveze (~ karşılık vermek)
tarikiyle cereyan eden bir akiddir. Buna, MÜKÂTEBE de denir. Başka bir tarife
göre KİTABET (MÜKÂTEBE): Bir kimsenin, kölesini, elde bulundurması bakımından
hâlen (= hemen); kölelik bakımından ise istikbâlen (= gelecekte) azâd etmesi
demektir. Yâni KİTABET: Bir köleyi, ödemeyi kabul ve te-ahhüd ettiği bedeli
ödemesi anında azâd olmak üzere, hâlen = şimdi, hemen) tasarrufta bulunma
hürriyetine ve mülk edinme hakkına mâlik kılmaktır. Bu sayede köle, kendi
hesabına çalışıp kazanır; kitabet bedelini ödeyince de kölelikten kurtulur.
MÜKÂTEB: Efendisi
ile kitabet akdi yapmış bulunan köle,
MÜKÂTEBE: Efendisi
ile kitabet akdi yapmış bulunan câriye.
MÜKÂTİB: Memlûkünü
(= kölesini veya cariyesini) kitabete bağlamış olan efendi demektir. •
KİTÂBET-İ SAHİHA: Şartlarım
bulunduran kitabet demektir ki, bunda kitabet bedeli olarak ödenecek şeyin,
cinsi malum, miktarı belirli ve kaf î olur.
KİTÂBET-İ FASİDE: Bir fâsid şarta mukârin (=bağlı, bitişik) olarak akdedilen mükâtebedir
ki, fâ-sid olarak münakid olmuş olur. - Meselâ: İki taksitte, her birinde şu
kadar dirhem gümüş ödemek ve takdin biri zamanında ödenmediği takdirde, şu
kadar dirhem gümüş daha Ödemek şar-tıyle yapılan bir kitabet akdi KİTÂBET-İ
FASİDE kabilindendir. Bedelin ödenmesi hâlinde ıtk {= azâd olma) tahakuk eder.
KİTABET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarım kendisinde tamamen bulundurmayan mükâtebe demektir.
Ve, böyle bir akidle kitabet ahkâmı sabit olmaz. Meselâ: Teslim edilmesi makdur
(= güç ve kuvvet dâhilinde) olmayan veya —ölü hayvan gibi— mal sayılmayan, bir
bedel karşılığında yapılan kitabet, bâtıl bir kitabettir.
.MÜKÂTEBTÜ'L-VASÎ: Bir vasînin vesayeti altındaki bir yetime ait bulunan bir memlüku (=
köle veya cariyeyi) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kitabet akdi caizdir.
MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Ticârete izinli bulunan bir memlûkü (= köle veya cariyeyi) kitabete
bağlamak demektir.
Bu kitabet de caizdir.
Ancak, ticarete izinli bukınan memlûk borçlu ise, alacaklılar bu kitabeti
reddedebilirler.
MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlanmış bir kölenin, kendi memlûkünü (=
köle veya cariyesini) kitabete bağlaması demektir. Bu kitabet de, muvâzene
kabilinden olduğu İçin caizdir.
MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa ermemiş bulunan bir kölenin kitabete bağlanması demektir.
Böyle bir akidde bu küçüğün durumuna bakılır: Eğer, âkil (yani kitabetin ne
olduğunu müdrik ve alış-verişe .aklı yeten biri) ise, bu kitabet sahih olur.
Aksi takdirde sahih olmaz.
KİTÂBET-İ SIKS: Bir köle veya cariyenin bir kısmını (meselâ yansını veya üçte
birin).... kitabete bağlamaktır.
KİTÂBET-İ MÜŞTEREKE: İki şahsın müştereken (= ortaklaşa) mâlik
bulundukları bir köle veya câriye hakkında bir akid ile yaptıkları mükâtebe demektir.
Kirâat: (Namazda)
Kur'ân-ı Kerîmden bir miktar okumak demektir.
KİTABİ: Eses
itibariyle semavî bir dîne, Allah tarafından indirilmiş bir kitaba itikad
etmiş bulunan gayr-i müslim kimse demektir.
KİTÂBİYYE: Kitabî
tabirin müennesidir; yani: Kitabî olan kadın demektir.
EHL-İ KİTAP: Kitabîlerin
hey'et-i umûmîsi; kitabiler; kitabiler topluluğu demektir. Yahudiler ve
hıristiyanlar ehl-i kitaptırlar.
KTTABÜ'L-CİHÂD: Siyer Maddesine batanız.
KİTABÜ'L-MEVÂRİS: FERÂİZ Maddesine bakınız.
KİTÂBÜ'S-SİYER: Siyer Maddesine bakınız.
KİTÂBÜ'L'EMÂN: Düşmana
(veya düşmanlara) emân verildiğini gösteren vesika, yazı demektir. ■k
EMÂN Maddesine de bakınız.
KÜBA MESCİDİ: Medîne-i
Münevvere'ye (eskiden) bir saat mesafede bulunan Küba köyünde, hicret
esnasında, bizzat Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yaptırılmış olan
mescidtir. '
Küba Mescidi, Kur'ân-ı
Kerîm'de TAKVA MESCİDİ diye zikredilmiştir. (Tevbe Sûresi, âyet: 108) Fahr-i
Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Medîne-i Münevvere'de bulunduğu sıralarda, her
cumartesi günü, bu mescidi ziyaret eder ve orada namaz kılardı.
KUBVH: Bîr
şeyin aklen ve şer'ân müstehcen olup, dünyada zemme, âherette de azaba veya
itaba mahal olmasıdır.
Küfür gibi.. Hür bir
kimseyi satmak gibi...^ Böyle bir şey LİAYNİHÎ KABÎH'tir. IİGAYRİHÎ KABÎH ise:
Haddi zâtında meşru iken, bir sebepten dolayı çirkin görülen şey demektir.
Nehyedilmİş olan günlerde tutulan oruç gibi...
KUDRET: İktidar
ve kuvvet demektir. Ve kudret, bir şeyi yapabilmek için bulunması lâzım gelen
iktidardan ve kabiliyetten ibâretir.
Fiite mukârin olan ve
onda müessir bulunanicudrete İSTİTAAT ve KUDDET MAA'L-FÜL denir. KUDRET
MAA'L-FÜL, fiilde müessir olduğundan, o fiilen illetinden sayılır.
KUDRET-İ MÜMEKKİNE; İnşam, bir şey yapabilmek için, mütemekkin, muktedir kılan ve vâsıta
ve sebeplerin selâmetinden ibaret bulunan kudrettir ki, bu, her vacibin
edasının şartıdır.
KUDRET-İ MUYESSİRE: Vasıta ve sebeplerin selâmetinden ibaret olup, bir şeyi kolaylıkla
yapa-250 bilmeye vesüe olan bir kudrettir. Ki bu, bir tasım mâlî vecîbelerin
vücûbu ve zimmette devana için şarttır. Zekâtın vücûbu, bu kudretin varhğıfla
bağlıdır.
KURBET
KURBET: Yakınlık
demektir. Istılahta kurbet: Allahu Teâiâ'ya manevî bir hâlde yakınlığa sebep
olan herhangi bir güzel amel demektir. Sadaka vermek, nafile namaz kılmak
gibi...
KUDÜM TAVAFI: HAC / TAVAF / TAVAFIN NEVİLERİ Maddesine bakınız.
KUVVAM: VAKIF Maddesine bakınız.
KÜÇÜK CEMRE: HAC / CEMRELER Maddesine bakınız.
IKÜRÂ: At,
deve, katır, eşek, fil ve üzerine yük
yüklemeye alıştırılmış öküz
gibi hayvanlar demektir.
EKÂRI; Kürâ'nın
çoğuludur; yani yük hayvanları demektir.
KÜFRz
Aslında setr ve ihfa (= örtme ve gizleme) mânâlarına gelir.
Istılahta KÜFR: Allahu Teâlâ'mn varlığın veya birliğini
yahut İlâhî şerîatlerden veya nebî ve resullerden herhangi birini inkâr etmek
demektir.
KÂFİR: Allahu
Teâlâ'nın varlığını veya birliğini . yahut İlâhî Şerîatlerden veya
Peygamberlerden herhangi birini inkar eden şahıs demektir.
EHL-İ KÜFR: Kâfirler;
kâfirler topluluğu[10]
LAFZ
LAFIZ: Söz
demektir.
KELİME; manâlı
lafz; tek başına anlamı olan söz demektir.
HARF: Tek
başına bir anlamı bulunmayıp, mânâsı —edatlarda olduğu gibi-^başkalanyle
meydana gelen lafızdır.
LAFZ-I HAS: Münferiden,
—başlı başına— bir mânâya vaz'olunan lafızdır.
Zeyd, Amr, insan, erkek,
kadın gibi...
LAFZ-I MÜŞTEREK: İki veya daha fazla mânâya, —birinden diğerine nakil şeklinde obuadan—
başka başka vaz edilmiş lafızdır.
Meselâ: Ayn lafzı gibi ki,
bu lafız: Hem göz, hem altın, hem de mâhiyet gibi mânâlara mevzudur. (...
gelir; konulmuştur.)
LAFZ-I ÂM; Gayr-i
mahsur (yani: Sayısız mü-semmâlan içine alan ve aynı cinsen bir çok fertlere
birden delâlet eden lafızdır.
Kavim, cemaat, rical, nisa
lafızları gibi...
LAFZ-I MUTLAK: Şumulsüz,
tayinsiz olarak, cinsinde şayi olan lafızdır ve bu Lafz-i Hass'ın
efrâdındandır.
Meselâ: "Üç gün"
denilse; bundan, belirsiz üç gün kasdedilmiş olur.
"Bir kitap
okudum." denildiğinde de, bundan, kitap cinsiden lalettayin bir kitap
okunduğu ifâde edilmiş bulunur ki, bunlar, birer mutlak lafızdır?
LAFZ-I MUKAYYED: Bir kayıd ile, bir vecih ile şüyûdan, cinsinin her ferdine şümulden
çıkmış olan lafızdır.
Meselâ: " \rd arda üç
gün.."; "bir fıkıh kitabı" denildiğinde; bunlar, birer mukayyed
lafız olmuş bulunur.
MÜŞTEREK-İ MANEVÎ: Müteaddid mânâları içine almakta olan bir mânâyı külliye, bir vaz İle
konulmuş bulunan lafızdır.
"Hayvan",
"ağaç" lafızları gibi ta, "hayvan" kelimesi, bütün hayat
sahiplerine; "ağaç" kelimesi de, her cins ağaca şâmildir.
LAFZ-I MENKÛL: Mezvûu
leh'inin dışında bir mânâda kullanılması, —bir münâsebet ve alâkadan dolayı—
yaygın bulunan ve bu mânâsı bir karineye ihtiyaç hissedilmeden anlaşılan lafız
demektir.
ir Istüâh Maddesine de batanız.
LAFZ-IMÜEVVEL: Delâlet
ettiği bir çok mânâdan ve vecihten bazdan delîl-i zannî ile, rey-i gâ-iip ile
tereccüh eden müşterek lafızdır.
Meselâ; Kur' lafa, hayz ve
tuhr arasında müşterektir. Bu müşterek laftın tuhr veya hayz mânâsı tercih edilirse,
bu münevvel bir lafiz olmuş olur.
LAFZ-I ZAHİR: Teemmül
ve tefekküre ihtiyaç duyulmadan, sadece işitilmekle mânâsı anlaşılan söz
demektir.
Meselâ: "Alış-veriş
helâldir, "sözü, zahir bir lafadır. Bunun zıddına da Lafz-ı Hafi denir.
NAS: Söyleyen
yönünden ileri gelen bir sebeple, mânâsı zahirden daha açık olan lafızdır.
Meselâ: Ümin şerifini ve faziletini bildirmek isteyen bir zât: "bilenlerle
bilmeyenler eşit olur mu?" dese; bu söz, bilmek İle bilmemek arasındaki
farkı ifâde hususunda nas olmuş olur.
Te'vile ihtimâli olmayan
size de NAS denir.
LAĞV: Hükümsüz
bırakma; kaldırma. Faydasız, beyhude, boş. Yanılma, atlama.
LAHD: Mezar;
çukur; kabir.
LAKIT: Bİr
çocuğu, atılmış bulunduğu yerden alıp kaldıran kimse demektir. + Btikat ve
Mültekıt Maddelerine de bakınız.
LAKİT: Lügatte:
Melkûd (= gâib) mânâsına olarak, yerden kaldırılmış şey demektir. Bu
kelimenin, —daha sonra— MELBUZ (yani atılmış, terkedilmiş) ÇOCUK anlamında
kullanılması yaygınlaşmıştır.
Çünkü, yere atılan şeyler,
—âyete göre— yerden alınıp kaldırılır. Ve bu şey, himaye edilmeye lâyık bir
şeyse, himaye edilir, korunur. Bir yere atılan çocuk da, oradan kaldırılacağı
İçin, kendisine, LAKİT nâmı verilmiştir. Istılahta LAKİT: Ehli (= ailesi) tarafından bir yere atılmış, diri veya ölü
çocuk demektir.
İltikat ve Menbuz
Maddelerine de bakınız.
LUKATA: Lügatte,
alıp, kaldırmak anlamına gelen Lakit lafzından alınmış bir kelimedir.
Kaydolmuş ve düşürülmüş bir mala da, —âdete göre— alınıp saklandığı için LÜKATA
adı verilmitir. LÜKATA tâbiri, arzı da, çoğuda ifâde eden bir — çoğul anlamlı—
isimdir. Ancak bunun kelime olarak çoğulu da LÜKATÂT"ür.
LÜKATA:
1-)
"Canlı veya cansız, yitik mal."
2-) "Sahibi
bilinmeyen, düşmüş mal."
3-)
"Yolunu şaşırmış hayvan."
4-)
"Ziyâa(= kaybolmaya) maruz, herhangi bir masum mal." şekillerinde
tarif olunmuştur ki, bu tarifler netice itibariyle aynıdır, birdir.
Lükatayı bulunduğu yerden
alıp kaldıran kimseye LÂKİT veya MÜLTEKİT denir. İLTİKAT ise, kayıp bir şeyi,
bulunduğu yerden alıp kaldırmak demektir.
Diğer bir tarife göre LÜKATA: Zayi olan bir şeyi, —temellük
için değil de— sahibi nâmına muhâaza etmek için, bulunduğu yerden alıp
kaldırmaktır. Bu tarif, aym zamanda İLTİKAT'm de tarifi'dir.
LAZIM: Hıyârâttan
(= muhayyer olma hâllerinden) hâli olan bir akiddir. Ki üzerine terettüp eden
eserin ref i mümkün olmaz.
Meselâ: Bir kimse, muhayyer
olmamak üzere, bir malını, bir şahsa, şartlan dairesinde satsa, bu muamele
lâzım olur. Ve artık, satan şahsın, bu satış muamelesini bozmaya, hiç bir
selâhiyeti olmaz. Lâznn'ın mukabili GAYR-İ LAZIM' dır. Ve bu da: Kendisinde
muhayyerlik bulunan akid demektir.
LEBEN-İFAHL: Bir
erkeğin mukâreneti neticesinde, bir kadında meydana gelen süt demektir. Bu
süt, kan ile kocanın birleşmesi sebebiyle ve her ikisinin madde-i
mahsûsasından meydana gelir.
LEHAKı Yetişmek,
idrâk etmek; bir topluluğa gidip katılmak, iltihâk edip, tabî olmak anlamına
gelir.
LVBÎK da
lehak anlamındadır.
LÂKİK ve MÜLHAK kelimeleri de: Sonradan yetişip
tâbi olan kimse anlamına gelir.
I LİKA; Görmek,
yetişmek; tesadüf etmek, karşılamak demektir.
TİLKA kelimesi
ise hiza ve muvâzî anlamına gelir.
LEHV: Oyun,
eğlence,, çalgı, faydasız iş. Gafil olmak.
LEHHİYYÂT: İnsanı
gaflete düşüren, neftinin arzularına nail bırakan şeyler; oyunlar, eğlenceler
demektir.
LEVM: Zemmetme,
çekiştirme, kötüleme, paylama, başa kakma.
LEVS: Bir
maktulün velîlerinin iddialarında sadık olduklarına dair bir zann-ı gâlib
meydana getiren, bir karîne-i hâliyye veya fiiliye demektir. Bu alâmet ve i
uygun olarak dörder defa şehâdeöe bu hısta katlin nişanesi veya maktul ile aralarında
zam jjg^g. Esv3P) elbîse hir bir düşmanlığın bulunması gibi karineler, birer levs'ür.
ÛAN: Lügatte:
Lânetleşmek, yani, iki kişinin bir-
LV'B: Oyun,
eğlence birine lanet okuması demektir.
LEIB: Oyunlar,
eğlenceler.
ÂUNlLTIANddnır
LtoİYYAT: Oy^ar, [11]
MAA GAYRİHÎ ASABE: ASABE Maddesine bakınız.
MAÂRİF:
Ma'rifetler, bilgiler. Bilgi, kültür.
MAÂRİF-İ RABBÂNİYYE: İlâhî bilgiler.
MAAŞ:
Geçinecek şey. Yaşayış, dirlik. Memurlara, emeklilere, dul ve yetimlere
verilen aylık.
MADÂLET: ADL
Maddesine bakınız.
MA'DEN
MA'DEN:
Lügatte: İkâmet anlamına gelen adn maddesinden alınmıştır. Ve aslında:
"Bir şeyin istikrar üzere duracağı yer" mânâsına gelmektedir.
MAÂDİN:
Ma'den kelimesinin çoğuludur.
Lrtuahta MA'DEN Yaratıldığı günden beri, yer
altında müstekar olarak bulunan bir takım ecza ve cisimlerden ibarettir.
Ma'denler, başlıca üç kısma
ayrılır:
1-) İzabeye
(yani ateşle yumuşayıp erimeye) kabiliyetli olan ma'denler. Altın, gümüş, demir,
bakır ve kurşun gibi....
2-) İzabeye
kabiliyeti olmayan ma'denler Kireç, alçı, yakut ve zümrüt gibi...
3-) Mayi (=
akıcı) hâlde bulunan ma'denleı Su, tuz, zift, cıva, neft gibi...
MADIL: ADL
Maddesine bakınız.
MA'DÛp:
Adediyyat Maddesine bakınız.
MAĞBÛN: Gabn
Maddesine bakınız.
MAGNEM:
Ganimet demektir.
MEGÂNİM:
Magnem'in çoğuludur; yani mağ-nemier, ganimetler anlamında bir kelimedir.
MAĞSÛB: Gasb
Maddesine bakınız.
MAĞSÛBÜN MİNH:
Gasb Maddesine bakınız.
MAHALL-İ
VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
MAHCUR: Hacr
Maddesine bakınız.
MAHDÛD:
Sınırlanmış, tahdid edilmiş; sınırlı, belirli, muayyen.
MAHCÛB: HACB
Maddesine bakınız.
MAHDĞD:
Sınırlan {hadleri, hududlan) tayin edilmesi mümkün olan akar demektir. Arsa ve
tarla gibi...
Had Maddesine de bakınız.
MAHRUM: HACB
Maddesine bakınız.
MAHKÛM
MAHKÛM: Kendisine
hükümolunan; birinin hükmü altında bulunan; bir mahkemece hüküm giymiş olan
kimse.
MAHKÛMUN BİH:
Kendisine Şârii Mübînin hitabı tealluk eden fiildir. Yani, mükellef bir kimsenin,
bu hitaba dayanarak yapacağı şey demektir. Meselâ: Biz, namaz kılmakla, zekât
vermekle mükellefiz. Ve bizim fiilimiz olan bu namaz ve zekât birer mahkûmun
bih'tir.
MAHKÛMUN ALEYH:
Kendi fiiline Şâiri Mü-bîn'in hitabı teallûk eden mükellef insan demektir,
insan ise, ruh ve bedenden meydana gelmiş bir mahlûktur.
MAHKÛNÜ'D-DEM:
Hayatı mahfuz ve öldürülmesi memnu' (= yasak) olan kimse demektir.
MÜBÂHÜ'D-DEM:
Mahkûnü'd-Dem'in mukabili yani zıd anlamlısı olup; hayatı mahfuz ve öldürülmesi
memnu' olmayan kimse demektir.
MUHDERÜ'D-DEM:
Kanı heder olan ve kısası, deyite gerektirmeyen şahıs demektir.
Dâr-i Harbde, gayr-i
müslimler arasında bulunan ve onlara atılan kurşunla telef edilip Öldürülen bir
müs-lüman gibi...
MAHREÇ:
Asıl-ı MES'ELE Maddesine bakınız.
MAHKEME-İ ŞER'İYYE: ŞERİAT Maddesine bakınız.
MAHREM:
Hürmet ve ihtiram mânâsına gelen bu kelime, nikâh ıstılahında: Karabetten (=
akrabalıktan, yakınlıktan) dolayı, nikâhı haram olan kimse demektir. Meselâ:
Bir kıza göre, onun erkek kardeşi gibi....
Mahrem'in zıddı nâ mahrem
(= gayr-i mahremedir.
MUHARREMÂT:
Nikâh edilmeleri muvakkaten veya müebbeden haram olan kadınlara Muharremât
denir.
MAHREC-İFÜRÛZ:
Bir mîras mes'elesinde vârislere taksim edilmesi gereken terike demektir. Bu,
bir vâhid-i kıyâsîdir. (= birimdir.). Vârislere göre, eşit kısımlara ayrılmış
bir sayı hâlinde bulunur ve bu şekilde, tashih-i mes'ele meydana gelmiş olur.
Meselâ: Ölen bir kadının, geride kocası İle üç oğlu kalsa; bu mes'elenin
mahreci 4 olur ve varislerden her birine birer hisse verilir.
MAHZAR:
Mahkemelerde tutulan ve kendisine kararların ayrıntılı bir tarzda yazıldığı
defter.
Bu deftere, iki hasım
arasındaki ikrara, inkâra, bey-yineye veya yeminden dönmeye dayanılarak verilen
hükme dair cereyan etmiş olan şeylerin tamamı, iş-tibâh kaldıracak birşekilde
yazılır.
MEHAZIR:
Mahzar kelimesinin çoğuludur.
MAHZUR
Mahzur: Memnu' (= yasak)
anlamına gelir. Mahzurun çoğulu mahzûrât'tır. Istılahta mahzûrât: Şer'an,
yapılması memnu (= yasak) olan şeyler demektir.
MAHZÛNE:
Rebbü'l-Hazane Maddesine bakınız.
MÂ-İ VŞR:
Yağmur sulan ile —harâc arazisinin haricindeki— dere, kuyu ve çeşme sulan
demektir. Hiç bir kimsenin velayeti altında bulunmayan deniz sulan da MÂ-İ UŞR
sayılırlar.
MÂ-İ HARÂC:
Seyhun, Ceyhun, Dicle, Fırat nehirleri ile Arap olmayan kavimler tarafından
vaktiyle kazınmış olup, daha sonra müslümanlann eline geçen su kanalları
demektir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir. Çünkü, bir ırmaklar
üzerine köprü kurulur ve bu şekilde himaye altında bulunurlar. Fakat imâm
Muhammed (R.A.)'e göre, bunlar, hiç kimsenin himâyesi altında bulunmayan
denizler mesabesinde olduklan için miyâh-ı uşriyyeden sayılırlar. Haraç
arazisinin içinde bulunan çeşmeler ve kuyu sulan da mâ-i harâc'tır.
MAKÂM-I İBRAHİM: KA'BE / KA'BENİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
MAKLÛAN KIYMET:
Kıymet Maddesine balanız.
MAKTUL: Kati
Maddesine bakınız.
MAKTU'U'L-UZUV:
KatM Uct Maddesine bakınız.
MMAKZtYYVNİLEYH: Lehine hüküm verilen kimse demektir. Buna, Mahkûmun Leh de denir.
Kaza ve Hüküm Maddelerine
de bakınız.
MAKZİYYÜN ALEYH: Meyhine hüküm veri-len şahıs demektir.
Buna, "Mahkûmun
Aleyh'de denir.
Kaza ve Hüküm Maddelerine
de bakınız.
MAKZİYYÜN BİH:
Hakkında hüküm verilen yani, hâkimin mahkûmun aleyhe ilzam ettiği şeydir.
Buna, Mahkûmun Bih de denir. Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.
Meselâ: Ahmed, Mehmed'den
yüz bin lira —alacaklı olduğunu— iddia edip, bu da'vâsını da beyyine ile isbât
edince; hâkim,' 'Mehmed'm, bu yüzbin lirayı vermesine" hükmetse; bu
durumda Ahmed, makziy-yün ileyh; Mehmed, makziyyün aleyh; bu yüz bin lira da
makziyyün bih olur.
MEChİS-İ KAZA:
Mahkeme (yani: Hâkimin, içinde da'vâlan hail ve fasl edeceği yer) demektir.
KAZA Maddesine de bakınız.
MAKZUF: Kazf
Maddesine bakınız.
MAKZÛFÜN FÎH:
Kazf Maddesine bakınız.
MÂL
MÂL: insanın
kendisine meylettiği ve ihtiyaç vakti için toplanıp saklanabilen; kişinin
tasarrufu altında bulunan değerli ve gerekli şey demektir.
Mâl, bir kaç tasma ayrılır:
1-) MENKÛL MÂL:
Bir yerden^diğer bir yere nakledilmesi mümkün olan mâl demektir. Nata'dler,
uruz, hayvanlar, kile (= ölçek) ile ölçülen ve terazi ile tartılan şeyler
menkûl mâl sayıldığı gibi, vakıf arsaların ve millî arazilerin üzerindeki
bi-nâlar ağaçlar ve asma çubukları da menkûl mâl sayılır.
2-) GAYR-İ MENKÛL MÂL: Akar (= gelir getiren mülk) denilen ev, dükkan ve
arsa gibi, başka bir yere taşınması mümkün olmayan mâl demektir. Bir kimsenin
mülkiyeti altında bulunan arsa üzerindeki binalar ve ağaçlar da, o arsaya tâbi
olarak gayr-i menkûl'dür.
AKAR:
Istılahta: Gayr-i menkûl mâl demektir. İnsanlar arasında ise, AKAR tâbiri,
kiraya verilip, gelir getiren şeyler için kullanılır.
3-) MÜTEKAVVİM MÂL: Şer'an alınıp yenilmesi ve faydalanılması mübâh olan mâl demektir.
Örfen MÜTEKAVVİM MÂL ise: Muhrez
olan (= elde edilmiş, elde bulundurulan) mâl demektir.
MÜTEKAVVİM MÂL,
bu iki anlamda da kullanılmaktadır.
MÜTEKAVVİM
kelimesi, lügatte: Kıymet sahibi, kıymetli anlamım ifâde eder. Meselâ: Besmele
ile kesilmiş olan bir koyunun eti, şer'an mübâh olduğu İçin, bir mütekavvim mâl
sayılır.
Denizdeki balık, havadaki
kuş İse, gayr-i muhrez (= elde edilmemiş) olduğu müddetçe gayr-i raütekavvim'dirler.
Ancak, bunlar avlanılarak, yakalanılarak ihraz olunduğu (= ele geçirlidiği)
zaman, birer mütekavvim mal olurlar.
İHRAZ:
Sahibi bulunmayan bir şeyi, meşru' bir şekilde ele geçirmek demektir. 4-)
GAYR-İ MÜTEKAVVİM MÂL: Mütekavvim
olmayan, yani: Şer'an alınıp yenilmesi meşru' olmayan ve elde edilmemiş olan
mâl demektir.
MÂL-İ MÎRÎ:
Hükümete ait olan mâl.
MÂL-İ NÂTİK:
At, deve, katır gibi canlı mallar.
MÂL-İ SÂMİT:
Cansız mal.
MÂL-İ GAYBÎ:
Sahibi çıkmayan, bulunmuş mâl. »
MÂL
MAL: Bir
kimsenin tasarrufu altında bulunan değerli ve gerekli şey; varlık, servet;
para, nakit gelir.
RE'SÜL-MÂL;
Ana para, sermâye.
MÂL-İ MENKÛL;
Nakledilebilen, taşınabilen mâl.
MÂL-İ GAYR-İ MENKÛL: Arazî ve bina gibi taşınamıyan, nakledilemiyen mal
MÂL-İ MÜTEKAVVİM: Faydalanılması mübâh olan mâl demek olan bu tabir muhrez mâl (= elde
edilmiş, ele geçirilmiş, ele alınmış mâl) anlamında da kullanılır.
Meselâ: Denizdeki balık
gayr-i mütekavvimdir; tutularak ihraz olununca mâl-i mütekavvim olur. Keza,
şıra ile intifa etmek mübâh olduğu için, bu mâl-i mütekavvimdir.
MÂL-İ GAYR-İ MÜTEKKAVVİM: İntifa' (= kendisinden faydalanılması) mübâh olmayan
veya mûbâh olduğu hâlde ihraz edilmiş bulunmayan mâl demektir.
Meselâ: Şarap mâl ise de,
İslâm'a göre ondan intifa etmek mübâh olmadığından, şarap mütekavvim mal
değildir.
MÂL-İ NAMI:
Nema bulan (= yani, ziyâdeleşen, artan, çoğalan) mâl demektir.
Nema iki nev'e ayrılır:
a-) NEMÂYİ HAKÎKÎ: Bir malın doğum, tenasül ve ticâret yoluyla artması demektir.
b-) NEMAYI TAKDİRÎ: Bir mâlın arttırılmasına kudret ve istidat bulunması demektir.
Sahibinin veya sahibinin naibinin elinde bulunan nakidlerin te-dâvül yoluyla
artmaya kabiliyeti gibi...
MÂL-İ MÜŞTEREK:
Bir şirketin sermâyesi olan mal demektir.
Şirket Maddesine de
bakınız.
MA'MÛREN BİyL-KAL KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.
MÂM; Bir şey
ile ondan maksud olan şey arasına girip, bunların arasım ayıran hâl demektir.
Meselâ: Zevciyet (= kan - koca olma) hâli, kocanın şehâdeti ile, karısının
bunu kabûlu arasına girerek, karısının lehine olan hükme mâni olur.
MEVÂNİ:
Mâni'm çoğuludur.
MANTUK: Bir
lafzın (sözün, kelimenin) nutuk mahallinde (söylendiği yerde, söz sahasında)
üzerine delâlet ettiği şeydir.
Meselâ: "Şu kitabı
satın aldım." denildiği zaman, bu lafzın mantuku, "o kitabın satın
alınmış olma-sı"dir.
MANTÜK:
Lügatte: Söylenilmiş, denilmiş (söz); söz, kelâm nutuk, mânâ ve mefhum
anlamlarına gelmektedir.
MARAZ:
Hastalık demektir.
MARAZ-I MEVT:
Ölüm hastalığı; yani: Erkeği, evin dışında, kadını ise evin içinde iş görmekten
men eden ve başladığı târihten itibaren en az bir yıl içinde ölümle
neticelenen hastalık demektir.
MARAZ-I MÜSTEVLİ: İstilâ eden hastalık; salgın hastalık.
MARAZ-I MÜZMİN:
Müzmin, devamlı, sürüncemede bırakan hastalık
MARAZ-I SÂRÎ:
Sirayet edici, yani bulaşıcı hastalık.
MA'RUF HADÎS: HADÎS-İ MÜNKER Maddesine bakınız.
MA'REKE:
Harb meydanı demektir. Ma'kere'nin çoğulu MAÂRİK'tir.
MÂRRE:
Herkese ait yoldan mürur ve ubûr eden (= gelip geçen) kimseler demektir.
MÜRUR Ü UBÛR:
Gelip geçme demektir.
Gabîr-i Sebîl'e de bakınız.
MASLAHAT:
Bir şeyin salih ve hayırlı obuasına saik ve sebep olan şey demektir.
MEFSEDET:
Maslahat'ın zıddıdır.
Maslahat bir kaç kısma
ayrılır:
1-) MASLAHAT-IDÎNİYYE: Zihni hurafelerden ve bâtıl fikirlerden lecrit etmek;
fikri tenmiye (= geliştirme, bereketlendirmek); ahlata tezhib ve terbiye
ederek; ruhu, güzel itikatlarla ve güzel amellerle tezyin ve tekmil eylemek
yani süslemek ve kemâle erdirmek demektir.
Bu gayelere ulaşmaya hizmet
eden her şeyde maslahat-ı dîniyyeye mündemiçtir.
2-) MASLAHAT-I DÜNYEVİYYE: Dünyevi işlerin intizamı temine hizmet eden ve bir
takım zararlı şeylerin meydana gelmesine mâni olup; toplum hayatının refah ve
saadetine vesile olan herhangi bir şey demektir.
3-) MASLAHAT-I ZARÛRİYYE: Bütün semavî dinlerin müşterek hedefi olan:
1-) Nefsi,
2-) Dîni,
3-) Aklı,
4-) Nesli ve
5-) Malı
korumaya lıızmet eden şey demektir.
Meselâ: Nikahlanma, nesli
koruma; cihâd, dini koruma maslahatından dolayı meşru kılınmıştır. Sarhoşluk
veren şeylerin haram kılınması, aklı, malı ve şerefi muhafaza gibi
maslahatlara müstenittir.
4-) MASLAHAT-I HACİBE: İnsanların zaruret derecesine baliğ olmayan
ihtiyaçları ile ilgili olan herhangi bir maslahattır ki, bunun bulunmayışı
hâlinde toplum hayatında müzayaka (= sıkıntı, darlık, yokluk) ve meşakkat yüz
gösterir. Müzâraa, selem, istisna ve bey-i bi'1-vefâ gibi muamelelerin meşru
olması bu kabil maslahatlara dayanmaktadır.
5-) MASLAHAT-I MÜRSELE: Şer-i şerif tarafından kendisine itibar edildiği
veya itibâr edilmeyip ibtâl ve ilga edildiği bilinmeyen yani meskûtün anh bırakılmış
(= hakkında susulmuş) olan maslahat demektir. Bu maslahat da, bazı hususlarda
bir delil olarak kabul edilir.
Sirkat (= hırsızlık) gibi
bir cürümle İtham edilen bir şahsın bu suçunu ikrar etmesi için hapsedilerek veya
dövülerek sıkıştırılması gibi.. İmâm Mâlik hazretleri, maslahat-ı mürsel ile
amel etmiştir.
6-) MASLAHAT-I TAHSİNİYE: -Bir zaruret ve hacetten dolayı değil— sadece, evlâ
olanı ihtyar ve insanın kıymetini yükseltmek kabilinden olan maslahattır. Bazı
haşerelerle, İnsamn nefret edeceği habis sayılan şeylerin haram olması, bu
maslahata dayanmaktadır.
7-) MASLAHAT-I MU'TEBERE: Bir hükmü koymak ve sabitleştirmek hususunda, şer'-i
şerifin itibar ettiği illet ve maslahattır. Kumarın ve sarhoşluk veren
şeylerin yasaklanması bu maslahatla ilgilidir.
8-) MASLAHAT-IMERDÛDE: Şer-i Şerifin ibtâl ve ilga ettiği maslahattın
Meselâ: Riba (= faiz) ve müskirat (= sarhoşluk veren şeyler) nassen haramdır.
Bu durumda-, para kazanmak maslahatına mebnî olarak, bu haram şeyleri yapmak
asla caiz görülmez. Böyle bir maslahat mer-dûdtur; bunun zararı, faydasından
çoktur.
MÂSÛMİ)'D-DEM:
Kendisine kısas uygulanmasını gerektirecek bir cinayette bulunmamış olan herhangi
bir müslüman veya zimmî demektir.
MA'TÛH: Aleh
getirmiş, yani bunamış, bunak anlamına gelir.
Diğer bir tarife göre MA'TÛH: Şuuru muhtel (= ihlâl edilmiş,
bozulmuş, bozuk karışmış) olan şahıs demektir ki, böyle bir kimsenin anlayışı
az, sözü karışık ve tedbiri bozuk olur. Bu hâle ETEH (= Bunaklık) denir. Ve bu
hâl, aklın noksanlığından ibarettir. Ancak, ma'tûh, deliller gibi değildir ve
başkalarına sövmeye veya onlara vurmaya kalkışmaz.
MAZBUT VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.
MAZLUM; ZULÜM
Maddesine bakınız.
MAZMUN:
Zaman Maddesine bakınız.
MAZÛN: Rebbü'l-Hazene
Maddesine bakınız.
MEBİ' Satılan şey demektir.
Yani MEBİ' Satışta teayyün
eden bir ayindir. Ve bey'den (= satıştan) asıl maksat olan da bu şeydir. Çünkü,
intifa ancak eyân ile olur. Semen (= paha, kıymet, tutar, değer, fiat) İse,
malların değişilmesinde bir vâsıtadır.
Bunun içindir ki, bir
insan, meselâ: Belirli bir kitabı, bin liraya satsa, o kitap, bu satış
muamelesinde taayyün eder ve müşteriye onu vermek lâzım gelir. Bunun semeni
olan bin lira ise taayyün etmez; yani, herhangi bir bin lira semen olarak
verilebilir.
MEBNİYYEN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.
MEBTÛTE:
Kocasından, üç talâk ile ayrılmış olan kadın demektir.
Kocasından bu şekilde
ayrılmış olan ve hünez iddet içinde bulunan bir kadına MUTEDDE-İ MEBTU-TE
denir.
MECAZ:
Aralarındaki bir miinâsebt ve alakadan dolayı, vaz' edilmiş olduğu mânâdan
başka bîr mânâda kullanılan lafızdır.
Meselâ: Vasiyet lafzının,
irs, hibe ve sadaka anlamlarında kullanılması mecazdır, Rakabe'nin, bütün
beden anlamında kullanılması da mecazdır.
Mecaz'ın zıddı hakîkat'tir.
MECHÛLÜ'N-MSEB:
Doğduğu yerde babası bilinmeyen kimse demektir.
MECNÛN: Deli
demektir. Mecnûn iki kısma ayrılır:
1-) MECNÛN-İ MUTBİK: Deliliği devamlı olan (yani en az bir ayının veya bir yılının bütün
vakitlerini kapsamış bulunan) cinnet-i aralıksız devam eden kimse demektir.
2-) MECNÛN-İ GAYR-İ MUTBİK: Bir yıl veya bir ay içinde, kâh mecnûn olup, kâh
iyileşen (= ifâkat bulan) kimse demektir.
MUTBİK:
İtibak kelimesinden alınmıştır. Bir şeyi tamamen örtüp kaplayan ve bir şeydan
asla ayrılmayan şey anlamındadır.
Bu sebepten dolayı,
sahibinden ayrılmayan bir cinnete CÜNÛN-İ MUTBİK; sahibinden zaman zaman
ayrılan cinnete de CÜNÛN-İ GAYR-İ MUTBİK denilmiştir.
CÜNÛN-İ MUTBİK'İN MÜDDETİ: imâm Ebû YûsoFtan gelen rivayetlerden birine göre,
cünûn-i mutbik senenin ekserisine şâmil olan ve bu müddet içinde aralıksız
devam eden cünûn (= cinnet = delilik) demektir.
imâm Ebû Yûsuf tan gelen
diğer bir rivayete göre ise, bir gün bir geceden fazla olan cinnet, cünûn-i
mutbik'tir. Çünkü, bu kadar devam eden bir cinnet ile kazâ-i salât sakıt olur.
Diğer bir rivayete göre ise, cünûn-i mutbik'in müddeti, tam bir aydır.
Imâm-i A'zam'ın bir kavli
de böyledir. imâm Muhammed'den gelen bir rivayete göre, bir aydan az devam eden
bir cinnet, uzun bir cünûn sayılmaz.
Nitekim, bir kimse,
"borcunu acilen veya yakında Ödeyeceğine" yemin else; bir ay içinde
ödeyince, yemininde bârr; bir ay bittikten sonra ödeyince ise yemininde hânis
olur. Ve, bir ayı kaplayan bir cünûn (= delilik) dolayısiyle ramazân-i şerif
orucu sâkit olur. Bundan noksanı ise, cünûn-i mutbik sayılmaz. Bunlarla
beraber, imâm Muhamnıed'den gelen diğer bir kavle göre de, cünun-i mutbikin
müddeti tam bir senedir.
Imâm-ı A'zam'dan da böyle
bir kavil gelmiştir. Çünkü, bu kadar uzayan bir cinnet ile zekât ve şâire gibi
bütün ibâdetler sakıt olur. Aynca, böyle dört mevsimi içine alan bir müddet zarfında
ifâkat bulmayan mecnûnun asıl aklında bir âfet bulunduğu anlaşılmış ve mecnûnun
cinneti tekarrûr etmiş olur.
Tasarruflarda İmâm
Muhanımed'in bu kavli muhtardır.
MECRUH:
Cârih Maddesine bakınız.
ME'CÛR:
Kiraya verilen şey demektir.
Buna MÛCER, MÜSTACER,
MÜKRÂ, MÜKTE-r ve MÜSTEKRA da denir. İcâre Maddesine bakınız. MECÛS: Ateşe tapanların bağlı
bulundukları bâ-til din.
Bu müşrikler aydınlık ile
karanlığı iki ayn ilâh; bunların birini hayır, diğerini şer menbâ olarak tanır
ve kabul ederler.
MECÛSÎ:
Mecûs dininde bulunan; ateşe tapan kimse demektir.
MEDED: Savaş
meydanındaki mücâhidlere yardıma koşup, onlara katılan topluluk demektir.
EMDÂD:
Meded'in çoğuludur.
Meded kelimesi, aslında
yardım, nusrat ve cemâat anlamına gelir.
İMDÂD:
Yardıma koşmak anlamındadır.
İSTİMDÂD
ise: Yardım istemek demektir..
MA'DUM: Yok
olan, mevcud olmayan
MEDYUN: Deyn
Maddesine bakınız.
MEDYUN: Deyn
Maddesine bakınız.
MEFHÛM
MEFHUM: Bir
sözden çıkardan mânâ kavram. Lafızdan anlaşılan, fehmolunan şey. Diğer bir
tarife göre MEFHÛM: Bir lafzın
delâlet ettiği şey demektir.
Meselâ: Bİr kimse: "Şu
kitabımı sattım." dediğinde, bu söz, söyleyen şahsın o kitaptaki
mâlikiyet hakkının ortadan kalktığına delâlet eder ve bu bir mefhûmdur.
Mefhûmlar:
1-) MEFHÛM-U MUTABAKAT
2-) MEFHÛM-U MUHALEFET, olmak, üzere iki bsma ayrılır.
MEFHÛM-U MUTABAKAT: Bir ibarede meskûtün anh olan şeyin, mantuk olan şeye isbât veya nefi
(= olumluluk veya olumsuzluk) itibariyle mu vafik olmasıdır ki buna DELÂLET-İ
NAS, FEH-VÂYİ HİTÂB ve LAHN-İ HİTÂB da denir. Meselâ: "Annene babana Öf
deme." mantükuna, "onları dövme ve onlara sövme" meskûtün anhi tamamen
mutabıktır. Biri menhiyyün anh olduğu gibi, diğeri de menhiyyün anhtir. (Yani
her ikisi de yasaklanmıştır.)
MEFHÛMU MUHALEFET: Bir ibarede meskûtün anh (= söylenmemiş) olan şeyin, mantuk ve mezkûr
olan (= söylenen) şeye, isbât ve nefyi itibariyle, hükmen muhalif olmasıdır ki,
buna DELİL-İ HİTÂB ve TAHSÎSÜ'S-ŞEY Bİ'Z-ZİKR de denilir. Mefhûmu Muhalefet şu
sekiz kısma ayrılır:
1-) MEFHÛMU LAKAB: Bir cinve isminin veya bir özel ismin hükmünü, bunların mütenâvil olmadığı
şeylerden ve kimselerden nef İ demektir. Meselâ: "Bu mal, erkeklere —veya
Zeyd'e— helâldir." denildiğinde; bu malın, kadınlara —ve Zeyd'-den
başkasına— helâl olup olmaması meskûtün anh bulunmuş olur. Yani, bu hususta bir
şey söylenmemiş, susulmuş olur.
2-) MEFHUMU SIFAT: Bir vasıf ile tavsif veya tak-yid edilen bir şey hakkındaki hükmün, o
vasıf ile mut-tasıf ve mukayyed olmayan şeylerden nefy edilmesidir.
Meselâ:' 'Akıllı ve bülûga
ermiş insanlar alış-verişe, ehildir.'' denilince; akıllı ve bulûğa ermiş
bulunmayan insanların, alış-verişe ehil olmadıkları, anlaşılır.
3-) MEFHUMU ŞART: Bir şarta bağlanan bir hükmü, o şartın bulunmaması hâlinde, nefyetmek
demektir.
Meselâ: "Bu kitabı,
gelirse, filan şahsa ver." denilmesi gibi...
4-) MEFHÛMU GAYE: Bir gaye ile veya bir had ile mukayyed ve muallak olan bir hükmü, o
gayenin sona ermesi ile mefkûd (= yok, kayıp) telakkî etmektir.
Meselâ: "Cîüneşgurub
edinceye kadar oruç tutunuz." denildiğinde, "orucun vücûbu, güneşin
batmasına kadar devam eder; ondan sonraya şamil olmaz," denilmiş olur.
Ve, bir mal, b.ir kimseye,
bir ay müddetle ariyet verilmiş olsa; bu âriyet.hükmü, o aydan sonra geçerli
olmaz.
Bu mefhuma MANTUK-İ İŞARET
denilir ve bunun âlimler arasında ittifakla kabul edilen bir mefhûm olduğuna
kail olanlar da vardır.
5-) MEFHÛMU İSTİSNA: Bu mefhum, müstesnaya verilen hükmün, başkalarına şâmil olmadığına delâletten
ibarettir. Meselâ: "Zeyd'den başka faziletli yoktur." denilse;
faziletli vasfi, Zeyd'den başkasından nefyedilmiş, yalnız Zeyd'e isbât edilmiş
olur.
6-) MEFHUMU İNNEMÂ; İnnemâ (= ancak) ida-ti ile beyan olunan şey hakkındaki hükmü, ondan
başkasından mefyedivermektir. Meselâ: "Ameller, ancak niyetlere
göredir." denilince; amellerin hükmü, dâima niyyete bağlı olduğu, niyetsiz
bir amelin hükümsüz, kıymetsiz bulunduğu anlaşılmış olur.
7-) MEFHUMU ADEDî Bir adede (= sayıya) tahsis edilen hükmün, başka adedlerden
nefyedilmiş ol-duğnua delâletten ibarettir. Meselâ: Kadınların iddetleri için,
üç kuru' (= hayız veya tuhur) diye, bir aded tahsis edilmiş olduğundan,
iddetin iki kuru' ile tamam olmayacağı ve İd-det için dört kuru' da
îcâbetmiyeceği anlaşılmış olur.
8-) MEFHÛMU HASR: Bir hükmün,'yalnız bir şeye veya bir şahsa hasr ve tahsisine
delâletten ibarettir. Meselâ: "Fâzıl Zeyd'dİr." denilse, fazl vasfı,
yalnız Zeyd'e tahsis edilmiş olur.
MEFKĞD:
Yeri, ölü mü, diri mi olduğu bilinmeyen gâib kimse demektir. Mefkûd'a,
gaybet-i munkatia ile gâib nâmı da verilir.
Böyle bir kimseye hem beldesinden
ayrılıp gâib olması hem de alâkadarlar tarafından araşünlmasi münâsebetiyle
MEFKÛD denilmiştir.
Çünkü, mefkâd ve fâkid
tâbirleri lügat itibariyle: Gâib etmek, mâdum (= yok) olmak ve araştırmak
anlamlarını ifâde etmektedir. Mefkûd kelimesi, fakd kelimesinden türetilmiştir.
FIKDAN ve FÜKÛD kelimeleri
de FAKD gibi, gâib etme; gâib olma; var olduktan sonra yok olma mânâlarını
ifâde eder.
Bu kelimelerin mukabilleri
(= zıd anlamlıları, karşıtları), vücud (= var olma) ve vicdan (= bulma,
bulunma) lafızlarıdır.
MEGÂZI:
Gazve (= savaş) anlamına gelen mağ-zâ veyamagzatkelimesininçoğuludur; yani;
savaşlar, gazveler demektir.
MEGAZI: tabiri, —siyer ve
şehname gibi— umumiyetle gazilerin menkibeleri anlamında kullanılır.
MEHİR:
MEHİR
Zevcenin (= kaniun) nikâh akdi ile hak sahibi olduğu mal demektir ki, bu malı,
kadın kocasından alır.
Mehr'in çoğulu MÜHÜR ve
EMHÂR'dır. Şu kelimeler de, zaman zaman mehir anlamında kullanılabilir: SADAK, NİHLE, ALAİK, FARÎZE, SADAKA, ATIYYE
MEHR-İ MÜSEMMÂ:
İki tarafın -az veya çok olarak— tesmiye ve tayin ettiği (emsini ve miktarını
belirtip açıkladığı) mal veya kâbil-i mübadele olan menfaat demektir.
MEHR-İ MİSİL:
Kadının, babası tarafından (şayet yoksa, beldesi halkından) nikâh akdi
tarihinde yaş, güzellik, bekâret gibi vasıflar bakımından akran ve emsali olan
kadınların mehri demektir.
MEHR-İ MUACCEL:
Peşin (hemen) verilmesi şart kılman mehir demektir.
MEHR-İ MÜECCEL:
Bilâhare (= sonra) verilmesi meşrut olan mehirdir. Burada, belirli bir müddet
zikredilmemişse, bu mehir, vefat"veya talâk (ölüm yahut boşanma) halinde
teaccül eder. (- Muaccel olur, hemen ödenmesi gerekir.)
Bir mehrin, tamamı muaccel
olabileceği gibi, bir kısmı da müeccel olabilir.
MEKKÎ: Hac
ıstılahında: Mekke'de ve mîkat sınırlan içinde ikâmet eden kimselerden her
biri demektir.
Mekkî olanlar, —mikat
sınırlarının dışına çıkmadıkça— Mekke'ye ihramsız olarak girip çıkabilirler.
İkâmet ettikleri yer, Mîkat
ile Hdl sınırlan arasında olan kimseler hac ve umre için HılI Bölgesi'nde
ihrama girerler ve Harem BÖlgesi'ne ihramsız geçmezler.
Harem sınırlan içinde
ikâmet edenler ise, hac için Harem-i Şerîf den veya bulunduklan yerden; umre
için ise, Harem Bölgesi dışından (yani: Hıll'den) ikrama girerler.
MEKRUH:
Terkedilmesi tercih edilen ve yapılması hakkında kat'î bir yasak bulunmayan
bir fiildir. Ve, bunu terketmek memdûh (= övülmüş), yapmak ise mezmundur. (yani
kötülenmiştir). Böyle bir fiilde KERAHAT bulunmuş olur. Ve ke-rahat iki kısma
ayrılır:
1-) KERAHAT-İ TAHRÎMJYE: Harama yakın mekruh (yani tabrimen mekruh) olan
fiiller demektir.
2-) KERAHAT-İ TENZİHİYYE: Helâle yakın mekruh, (yani tenzîhen mekruh) olan
fiillerdir.
KERAHAT Maddesine de
bakınız.
MEKBVH-KERÂHAT
Mekruh: (Lügatte)
sevilmeyen, kerîh ve nahoş görülen bir şey demektir.
Istılahta mekruh: Nehy ve
menedildiği sabit olmamakla birlikte, hilâfına bir emare görüldüğünden, yapılması
doğru olmayıp, terkedilmesi iyi görülen şey demektir.
KERAHET:
Lügatte) bir şeyi fena görmek, bir şeye razı olmamak mânâsına gelir. Istılahta
kerahet: Terkedilmesi iyi olan bir şeyin ter-kedilmemesi ve yapılması demektir.
Kerâhat İki kısma aynlır: 1-) Kerâhat-i tahrîmiyye: (= Tahrîmen mekruh): Bu,
harama yakın olan kerahattır. 2-) Kerabat-i tenzîhiyye: (= Tenzîhen mekruh): Bu
da helâle yakın oian kerahettir. Bu tasnif, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (R.A.) ve
imâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göredir, imâm Muhammed (R.A.)'e göre İse, kerâhat-i
tah-rîmiye ile mekruh olan şey, haram kabilindendirf Yani, bunlan yapmak da,
haram İşlemek gibi âhiret azabını gerektirir.
Kerâhet-i tenzîhiyye ile
mekruh olan şey ise, imamlarımızın ittifakı ile helâle yakındır. Ve bunun yapılması
ahiret azabım gerektirmez. Ancak kerahat-i tenzihiyyenin terk edilmesi de,
sevaba vesile olur. Fıkıh kitaplarında kerâhat-tabiri mutlak olarak kullanılınca
çoğu zaman kerahat-ı tahrîmiyye kastedilir.
MELHEME:
Büyük kıtal vak'ası, savaş ve savaş alanı demektir. Harb sahalarına
MEVÂTÎNÜ'L-HARB de denilir.
MEMLÛK: Bir
kimsenin mülküne dâhil olan şey demektir.
MEMLÛKE:
Memlûk'uo müennesisidir. Mâl-i memlûk^arâzî-i memlûke gibi.. Ancak MEMLÛK
tâbiri, özellikle bir kimsenin mülkünde bulunan köle ve câriye gibi erkeğe de,
dişiye de şâmildir.
MEMNUÂT:
Nehiy Maddesine bakınız.
ME'MÛR: EMİR
Maddesine bakınız.
MEN': Bir
delîlin mukaddimelerinden birini ka-bÛl etmeyip, hakkında delil istemektir.
Buna MÜNÂKAZA da denir.
Bir hususta, böyle, sadece
delil istemekle iktifa olunursa, onu MEN'~İ MÜCERRET denir. Fakat, onu teyit
için bir söz ilâve edilirse, bu durumda MEN'-İ MAA'S-SENET adını alır. Bu
senedi izah için bir söz ilâve edilirse, ona da TENVÎR-İ SENET denilir.
MENFA
MENEA;
Lügatte: Kuvvet ve cemaat anlamını ifâde eden bu kalime hem isim, hem mastar ve
hem de ma-i'in çoğulu olarak kullanılabilir.
Çoğul kabul edildiği zaman:
"Bir şahsın hâmisi ve aşîreti olup, o şahsa başkalannm tecâvüz etmelerine
mâni olan kimseler" anlamında kullanılır.
ZÎ-MENEA: En
az on (diğer bir kavle göre de dört) kişiden müteşekkil bir kuvvete mâlik olan
kimse demektir. Buna SÂHİB-İ MENEA da denir.
MENEA-İ MÜMTENİA: Kuvvetli, şevketli ve menea sahibi demektir.
MEN ALEYHİ'D-DİYE: Diyet Maddesine bakınız.
MEN ALEYHİ'L-KISAS: Kısas Maddesine bakınız.
MENÂSİK:
Hacla ilgili ibâdet ve fiiller demektir.
NÜSÜK ve MENSEK kelimeleri,
MENASK kelimesinin tekilidir. Ve bu kelimeler "hacla ilgili iş ve
ibâdetlerden her biri" anlamına gelir.
MENSÜZ:
—Bazı zâtlara göre— doğar doğmaz bir yere atılmış bulunan çocuk demektir.
Lakit ise, böyle değildir.
Lakit: Kendi mesâlihini (meselâ; yiyip içmesini) kendi kendine beceremiyen ve
böyle âciz bir hâlde bulunan, herhangi bir erkek veya kız çocuk demektir.
Lakit Maddesine de bakınız.
MENDÛB:
Yapılması şeriatee uygun, râcih ve memdûh görülmekle beraber, terkedümesi
hakkında bir yasaklanma bulunmayan ve dinde dâima sülük edilmiş
bir yol olmayan
fiildir. Buna MÜSTEHAB da
denilir. Nafile namaz kılmak, ta-tavvu olarak sadaka vermek gibi...
MENHJYYAT: NEHİY Maddesine bakınız.
MENHİYYÜN
ANH: NEHİY Maddesine
bakınız.
MEN LEHÜ'D-DİYE: Diyet Maddesine bakınız.
MEN LEHÜ'L-HAZENE: Rebbü'l-Hazene Maddesine bakınız.
MENN
MENN:
Esirleri, bir lütuf olmak üzere karşılıksız (= meccânen) salıvermek ve
düşmanın, dâr-i harbe dönüp gitmesine —bedelsiz olark— müsâade etmek anlamında
kulandan bu kelime lütuf, ihsan, kat' ve minnet mânâlarına da gelir.
MENN:
Lisânımızda batman denilen özel bir ölçü birimi
MERÂFIK:
Lügatte: Mifrek (= dirsek) kelimesinin çoğuludur.
Istılahta MERÂFIK: Bîr şeyin tamamlayıcılarından
ve müştemilâtından olup, kendisine ihtiyaç duyulan şeyler anlamına gelir.
Meselâ: Bir evin su yollan,
onun merafikındandır.
MEREMMET: TERMİM Maddesine bakınız.
MERHÛN:
Rehin Maddesine bakınız.
MERSAD: Bir
vakfın tamiratından meydana gelen borçtur.
Yani: Tâmirata muhtaç
olduğu hâlde gailesi (= geliri) mevcut olmayan ve tamir edilmesine yetebilecek
bir ücretle peşinen kiraya da verilemiyen bir Vakıf yeri, ileride bu vakfa
rücû' etmek üzere, kendi parası ile tamir ettiren bir kiracının, bu yüzden, o
vakıfta bulunan alacağıdır. Bu kiracı, bu alacağını ya kira bedellerine mahsup
eder veya vakfın diğer gelirlerinden alır.
VAKIF Konusuna da bakınız.
MERSÛM: Resm
ve âdete uygun olarak yazılan vesika demektir. Borç senedi, makbuz, ilmühaber ve
tüccarların defterlerindeki kayıtlar gibi...
MEKFÖLÜNANH:
Borcunun ödenmesi veya şahsının teslim edilmesi hususunda kendisine kefil olunan
(= asıl borçlu = medyun) kimse demektir. Kefalet Maddesine de bakınız.
MEKFÛLÜNBİH:
Kefalet olunan şey veya kimse; yani kefilin edasını ve teslim edilmesini
iltizam edip üzerine aldığı şey demektir. Buna MAZMUN da denir. Kefalet
bi'n-Nefs'te, mekfûlün anh ile mekfülün bih aynıdır, birdir.
Kefalet Maddesine de
bakınız.
MEKFÛLÜN LEH:
Kefaletle alacağı temin edilmiş olafi alacaklı demektir. Bu, bir malın
ödenmesini veya bir şahsın teslim edilmesini kefilinden talep
ve dâva etmeye hakkı oları
kimsedir ki, kefaletin menfaati bu şahsa ait olur. Buna TALİP ve MAZMUNUN LEH
de denir.
MEKÎLAT = KEYLİYYÂT: Keyfi" olan yani kile (denilen ölçekle ölçek) ile ölçülen şeyler
demektir. KEYLÎ anlamında MEKÎL kelimesi de kullanılır. Keylî'nin çoğulu
Keyüyyât, mekilin çoğulu ise Me-kîlattır.
Buğday ve arpa gibi şeyler
keyliyyattan yani ölçekle ölçülen şeylerdendir,
MA'DÛDÂD:
Adediyyâd Maddesine bakınız.
MEKS:
Ticaret mallarından öşür ve bâc nâmıyle alacak olan vergidir.
MEKKÂS: Meks
denilen vergileri toplamaya memur olan kimse (= gümrükçü) demektir.
öşür ve bâc'ı toplamaya da
MEKS denir,
MEKS tabiri, aslında bir
şeyin eksikliğini; bir şeyin, diğerinden eksik bir fiatla alınmasını ve zulüm
ile teaddî (= haksızlık, düşmanlık) anlamlarını ifâde eder.
Tacirlerden alınacak vergi
ile, onların mallarına bir noksanlık geleceğinden, bu vergiye MEKS adı verilmiştir.
MES'Â: Safa
ile Merve arasında sa'y edilen yere Mes'â denir.
MESALLİH-İ MESCİD: Mescidden maksud olan gayenin tahakkuku, kendilerinin mevcut
olmalarına bağlı bulunan kimselerle, lüzumlu diğer şeylere Mesâlih-i mescid
denilmektedir.
imâm, hatip ve müezzin gib
İhademe-İ hayrat ile mescidin aydınlatılması ve abdest sulan mesâlih-i mescid
cümlesindendir.
MESÂRİF-İ
VAKIF: VAKIF Maddesine
batanız.
MESANİD: HADÎS-İ MÜSNED Maddesine batanız.
MESCİD-İHAYF:
Mina'da, Cemre-i Ulâ'nın güneyinde bulunan camidir.
MESÇİD-İ AKSA:
Kudüs'teki, BEYT-İ MAK-DİS diye de anılan mescittir.
Mescid-i Aksa yer yüzünde
Mescid-i Haram'dan sonra yapılan İlk mescittir. Mescid-i Aksa: "Çok uzak
mescid" demektir ve Mescid-i Haram'a bir aylık bir uzaklıkta bulunması sebebiyle
bu ismi almıştır. Hz. Musa'dan, Hz. îsâ zamanına kadar pek çok peygamberin
gelip gittiği Mescid-i Aksa, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de miraçta yol
uğrağı olmuştur.
peygamber (S.A.V.)
Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
«'—Fazla sevap umarak
içinde namaz kılmak ve ibâdet etmek için, şu üç mescid dışında, hiç bir mescid
için sefere çıkmak (= yolculuk yapmak) uygun olmaz:
1-) Mescid-i
Haram,
2-) Mescid-i
Nebi
3-) Mescid-i
Aksa.*
Sahih-i Buhârî Muhtasarı
Tecrid-i Sarih Tercümesi; cilt: 4; sayfa: 199.
MESCİD-İ NEBÎ:
Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Medîne-i Münevvere'deki Mecsid-i Şerifleridir.
Fahr-i Âlem (S.A.V.)
Efendimizin Kabr-i Seâdetle-ri de, bu mübarek Camiin içindedir. Mescid-i
Nebî'ye, MESCİD-İ SEÂDET de denir. Bu mübarek mescid, bizzat Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz tarafından yaptırılmış,, daha sonra da, bir çok defa yenilenmiş ve
genişletilmiştir.
Fahr-i Âlem (S.A.V.)
Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
—"Benim şu mescidimde
kılınan bir namaz, — Mescid-i Haram dışındaki— diğer mescidlerde kılman bin
namazdan daha hayırlıdır."*
Sahih-i Buhârî Muhtasarı
Tecrid-i Sarih Tercümesi; cilt: 4; sayfa: 249; Hadis No: 605
MESCİD-İ HARAM:
Mekke-i Mükerreme'de, ortasında Ka'be-i Muazzama'nm bulunduğu Câmi-i Şeriftir.
Mescid-i Haram'a, HAREM-İ
ŞERÎF de denir. Buranın HARAM lafzı ile anılması, kendisine ihtiram ve
saygının vacip olmasından dolayıdır. Kendisine karşı hürmetsizlik caiz olmadığı
için Mekke Şehri'ne de BELDE-İ HARAM denilir.
Fahr-i Âlem (S.A.V.)
Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlartır:
"— Mescidimde kılman
bir namaz, —Mescid-i Haram hâriç— başka mescidlerde kılınan bin namazdan
efdâldir.
Mescid-i Haram'da kılınan
bir namaz da, diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdâldir."
Süneni- İbn-i Mâce, elit:
1, sayfa: 450, hadis no: 1406
MESCİD-İNEMÎRE:
Arafat'ta, güney kısmı Ürene Vadisi sınırlan içinde bulunan camidir. Bu mescidin
Ürene Vadisi sınırlan içinde kalan kısmında vakfe caiz değildir.
MES'ELE:
Kendisine bir takım cüz'iyyâtın mutabık bulunduğu, bir külli kaziyye demektir.
Meselâ; "Şartlarını câmî olan bir vakıf lüzum İfâde eder."
denildiğinde, bu: "Şartlarını câmİ olan her vakıf, lüzum ifâde eder."
tarzında bir mes'ele olur ve bu, bir külli kaziyye (= hükmî mevzuu, bütün
efradına şamil olan madde)'dir.
Ve bundan, Ahmed, Mehroed
gibi şahısların şartlarına uyarak yapacakları vakfın da, lüzum ifâde edeceği
anlaşılmış olur.
"Alış-veriş
caizdir."; "İcâre meşrudur."; "Hîbe menduptur." gibi
cümleler de, bu şekilde küllî kaziyye mahiyetinde birer mes'eledir.
MES'ELE:
Lügatte: Sorulup, karşılığı istenilen şey; çözülmesi istenilen problem;
ehemmiyetli iş gibi mânâlara gelir.
TASHJH-İ MES'ELE: Bir mîras mes'elesinde, vârislerin hisselerinin kalansız ve kesirsiz
olarak, — mümkün olduğu kadar en küçük sayı ile— gösterilebilmesi için yapılan
işlemdir.
Meselâ: Ölen bir erkeğin,
zevcesiyle (= kansiyle), babası ve iki de oğlu kalsa, bu mîras mes'elesi şu
şekilde tashih edilir:
3 4 17
Sümün (= 1/8 Südüs (= 1/6 bakî
_______;_____________________ es'ele:
24
Zevce eb ibn ibn
(= karı) (= baba) (= oğul) (= oğul)
6 8 17 17x2/48
MES'ELE:
(Mirasta:) Mirasın, vârisler arasında, hisselerine görej>aylaştınlması
demektir.
MESÎL:
Hakk-ı Mesîl Maddesine bakınız.
MESNÛN:
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından, —farz ve vacip olmaksızın— bazan da
terk edilmek üzere, bir ibâdet kabilinden olarak yapılmış olan fiil ve hareket
demektir.
Sünnet Maddesine bakınız.
MES'ÛLİYET:
Bir şahsın mükellef olduğu veya bi'1-iltizam (= bile bile, kasden) yaptığı
şeylerden dolayı suâle maruz kalması ve icâbına göre mükâfat veya ceza görmesi
yani sorumlu olması demektir.
MES'ÛL:
Mes'ûliyet altında olan. Sorumlu. Cezaya çarptırılmış kişi.
MES'ÛLİYET-İ DÜNYEVİYYE: Bir kimsenin, dünyada deruhte ettiği (= üzerine
aldığı) şeylerden dolayı sorguya çekilerek cezalandırılması demektir.
MES'ÜLİYET-İ UHREVİYYE: Bir mükellefin, dünyada yapmış olduğu şeylerden
dolayı, âhiret âleminde suâle ve cezaya maruz kalması demektir.
MEŞ'AR-f HARAM:
Müzdelife'de Kuze Dağı üzerinde bir tepenin adıdır. Zirvesinde silindir biçiminde
MIKADE denilen bir taş vardır. Müzdelife vakfesinin, Meş'ar-i Haram yalanında
yapılması sünnettir.
MEŞEDD-İMÜSKE:
Bir başkasının (meselâ: Bir vakfin) arazisi üzerinde sabit olan bir
istihkaktır. Yani, bir başkasına ait bir araziyi sürüp aktarmak, onun su
yollarını kazıp tamir etmek üzere, —o arazide— bir şahsa verilmiş olan ziraat
yapma hakkıdır. Bir arazi, —kirası verildikçe— o hak sahibinin elinden
alınarak, başka birisine icara verilemez. MEŞEDD ve MÜSKE tabirleri de, tek
başlarına MEŞEDD-İ MÜSKE tabirinin yerine kullanılmaktadır.
Meşed tabiri, kuvvet
anlamına gelen şiddet kelimesinden türetilmiştir.
Müske ise, tutunulacak
vesika demektir. Maske tâbiri, bazen Kirdar'ı da içine alan bir anlamda
kullanılmaktadır.
MEŞFÛ' :
Şfif a Maddesine bakınız.
MEŞFÛUN BİH:
Şûf a Maddesine bakınız.
MEŞRUTUN LEH: VAKIF Maddesine bakınız.
METÂF: Ka'be'nİn
etrafındaki tavaf edilen yerin adıdır.
TAVAF
Maddesine de bakınız.
MEVÂŞÎ
MEVAŞI:
Davar (= koyun, keçi) ve sığır (= öküz, inek) gibi hayvanlar.
MEVÂŞÎ SADAKASI? SSime (» çayıra başıboş ' olarak salıverilen hayvan) olup,
müslümanlara ait bulunan hayvanlardan, senede bir defa sâi (= zekât toplanan
şahıs) tarafından, muayyen bir nisbet dâhilinde alman vergidir..
MEVLA:
Lügatte Nasır (= yardım edici), seyyid (= efendi), asabe (= akraba), komşu,
amca oğlu ve veliyyü'I-emr mânâlarına gelmektedir. Istılahta MEVLÂ: Efendi,
seyyid; yani, azâd edilmemiş bir köle veya cariyenin sahibi anlamında kullanılır.
Aslında MEVLÂ kelimesi; hem
memlükünü azâd etmiş olan zat; hem de azâd edilmiş bulunan köle anlamına
gelmektedir.
MEVÂLI:
Mevlâ kelimesinin çoğuludur.
Azâd eden ve âzad olunan
kimseler arasında velâ, tenâsur ve teâvün carî olacağından, bu münâsebetle hem
köle veya cariyesini azâd eden mâlike, hem de azâd olunan memlûke MEVLA
denilmiştir.
MEVLÂ-İ ALA:
Köle azâd etmiş bulunan şahıs.
MEVLÂ-İ ESFEL:
Azâd olunmuş bulunan şahıs demektir.
MEVFLÂ'IMTAKA:
Velâ Maddesine bakınız.
MEVLÂ'L-ÂTÜK: VELÂ Maddesine bakınız.
MEVKUF: VAKIF
Maddesine bakınız.
MEVKUFUN ALEYH: VAKIF Maddesine bakınız.
MEVKUF: Bir
hüküm ifade etmesi, başkasının izin ve icazetine muhtaç bulunan bir fiil veya
akiddir. Meselâ: Bir kimsenin, başka birine ait olan bir malı, fuzûlî olarak
satması hâli gibi... Ki, bu satış muamelesinin müşteriye mülk ifâde etmesi,
sahibinin icazetine bağlı bulunur.
MEVSİM: Hac
ıstılahında: Haccın edâ edildiği zaman demektir. Ve bununla, Zilhicce ayının
ilk on günü kastedilir.
MEVRÛS: MİRAS
Maddesine bakınız.
MEVT: Ölüm
demektir.
Üç türlü öiüjn (= mevt)
vardır:
1-) HAKÎKÎ ÖLÜM: Mûris'in gerçekten ölmüş olması demektir.
2-) HÜKMÎ ÖLÜM:
Mefkud (= kaybolmuş) olup, ölü mü, diri mi olduğu bilinmeyen bir kimsenin mahkeme
karan ile ölmüş sayılmasıdır.
3-) TAKDİRÎ ÖLÜM: —Düşürülmesinden dolayı, düşürmeye sebep olan cânî üzerine gurre veya
diyet gereken— ceninin ölümüdür.
Meselâ: Bir kimse, hâmile
olan bir kadına tekme vurur ve bu kadın bu yüzden müstebînü'l-hılka (= uzuvları
tamamen veya kısmen belirmiş) bir cenin düşürarse, vuran kimsenin gurre veya
diyet ödemesi gerekir.
Bu şekilde, bir cenînin
dıştan yapılan etki sebebiyle Ölmesine TAKDİRÎ ÖLÜM denir.
MEVZU HADÎS: HADÎS-İ MEVZU Maddesine balanız.
MEVZUN:
Vizniyyât: Maddesine bakınız.
MEYYİT:
—Kendisinde cerahat {= yara) gibi, darb (= vurma) izi gibi bir kati (=
Öldürülme) alâmeti bulunmadan— ölmüş kimse demektir.
MEYT
kelimesi de, aym anlamdadır.
EMVÂT:
Meft'ler (= ölüler) demektir.
MEZRÛÂT:
Zira' (= arşın denilen bir uzunluk Ölçüsü birimi) ile ölçülerek miktarı
belirlenen şeyler demektir. Bez, çuha vekumaşlar gibi..
ZERİ' :
Ölçülen şey demektir:
MEZRU':
Zeri' anlamındadır, yani bu kelime de ölçülen şey mânâsına gelir.
ZERİYYÂT:
Zeri"in çoğuludur.
MEZRÛÂT:
MezrÛ'un çoğuludur.
MİKAT:
Mekke-i Mükerreme'ye giden afakîlerin ihramsız olarak geçemiyecekleri sınırlan
belirleyen noktalardır.
Mîkat bölgesine, —Mekke^'ye
gitme kastı ile gelen afakilerin— ihramlı olarak girmeleri vaciptir.
MİNHAÎÜ'L-HÜKKÂM: RÜŞVET Maddesine bakınız.
MİNA:
Müzdelife ile Mekke arasında ve Harem sınırlan içinde bulunan bir bölgenin
adıdır. Büyük, Orta ve Küçük Cemreler Mina'dadır. Bayram günlerindeki Remy-i
Cimâr (= şeytan taşlama) da burada yapılır.
Hac esnasında kesilmesi
vacip olan Kiram ve Temettü haca kurbanları da genellikle Mina'da kesilir.
Arafata çıkmadan önce, Tevriye gününü, Arafe gününe bağlayan gece ile bayram
gecelerini Mina'da geçirmek sünnettir.
MİRAS
MİRAS:
"ölen bir kimsenin terikesinden, kaarib-Ierine (= yakınlarına,
akrabalarına) intikâl eden mâla*' denir.
İRS de MİRAS anlamındadır.
TİRAS da MİRAS (= İRS)
anlamına gelir.
VÂRİS: İrse
(= mîrasa) müstahikt= hak sahibi) ) olan kimse demektir.
MEVRÛS:
Vârise intikâl eden mâl demektir.
MÜVERRİS:
Malı, vârisine intikâl eden ölü şahıs demektir.
TEVRİS: Bir
kimseyi, ölün bir şahsa vâris kdmak demektir.
VERESE:
Vâris'in çoğuludur; yâni: Vârisler demektir.
VERASET:
Ölen bir şahsın terikesine hilâfet yoluyla mâlik olmak anlamındadır.
TEVARÜS de, VERASET
mânâsına gelir.
MÜVÂRESE:
Müteaddit kimselerin birbirlerine vâris obuaları demektir.
MİSU: Çarşı
ve pazarda mu'teddün bih (yani: Fiat değişikliğini gerektiren) bir fiat
farklılığı bulunmadan, misli (= kendi gibisi) bulunan şey demektir. Kile (=
ölçek) ile ölçülen, terazi ile tartılan şeylerle, ceviz ye yumurta gibi
adediyât-ı mütekâribeden olan şeyler bu kabildendir. Ancak, başka bir cins ile
karışmış bulunan mekîlât (= ölçekle ölçülen şeyler) mislî değildir. Veznî^olan
(= ağırlık Ölçüsü ile tartılan) altın veya gümüşten yapılmış kaplar da mislî
olamaz.
MİSLİYYÂT:
Mislî olan şeyler demektir.
MİYÂRE:
Kumaş, meta ve yiyecek gibi şeylerdir.
MİZ'AB-I KÂ'BE: KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
MUADELE: ADL Maddesine bakınız.
MUADDÜNIJ'L-İSTİGLÂL: Kiraya verilmek üzere hazırlanmış olan şey demektir. Aslında
kiraya vermek üzere yapılmış veya bu maksatla satın alınmış han, ev, dükkan ve
hamam gibi akarlarla kira arabaları ve diğer nakliye vasıtaları gibi menkûlat
ve hayvanattan olan şeyler muâddün li'l-isüglâldir.
Bir şeyin, aralıksız üç
sene kiraya verilmesi de.Tr şeyin muâdün U'1-İstiğlâl olduğunun delilidir. Bir
kimse, nefsi için yaptırmış olduğu bir şeyin fflft-addün li'1-istiglâl olduğunu
insanlara haber verir, fcBdirir ve üân ederse, o şey de muaddün li'1-istiglâl
olmuş olur.
İcare Maddesine de bakuıız.
MUÂHEDE:
Harbe son veren, iki savaşan kavim arasında yapılan mukavele ve savaşı terkle
ilgili bir teahhüd demektir.
MUÂKEBE:
Ukubet Maddesine bakınız.
MUÂRAZA
MUÂRAZA: Bir
kimsenin, hasmının ortaya koyduğu delile taamız etmeyip; ancak, bu delilin
muk-tezasına muhalif ve zıddmı isbât eden diğer bir delil ikâme etmesi
demektir.
Şöyle ki: iki delilden
biri, bir şeyin (meselâ:) caiz olduğunu, diğeri de caiz olmadığım gerektirse;
bu durumda bir muâraza meydana gelmiş olur.^
MUÂRAZA Bİ'L-KALB: Hasmın delilini, aynen alıp, onun (hasmın) aleyhine delil olarak
ortaya koymak demektir.
MUANNİN: HADÎS-İ MUANNAN Maddesine bakınız.
MUASKER:
Ordugâh (= Akserlerin birikip toplandığı yer) demektir.
MÜCÂDİL: CİDAL:
Maddesine bakınız.
MÜCİB-İKJS.ÂS:
Aslında, ebediyyen mahkunü'd-dem (= hayatı mahfuz ve Öldürülmesi yasak) olan
bir kimseyi, amden (= kasden ve bile bile) öldürmek veya yaralamaktan
ibarettir. Ve bu, öldürmeden veya yaralamadan yahut bir uzvu kesmekten dolay!
kısas istifasını (= kısas hakkının bi'1-fiil yerine getirilmesini sabit kılan
şey demektir.
MÛCEB-İ CİNAYET: Caniler (= suç işleyenler) hakkında tatbiki îcâbeden ceza, te'dib ve
ta'zib demektir.
MUCİR: Acir
Maddesine bakınız.
MÛDA: VEDİA
Maddesine bakuıız.
MUDİ: VEDİA
(= Emânet) Maddesine bakınız.
MUHADDİS:
Hadîs Maddesine bakınız.
MÜHÂDENAT (*= HVDNE): - Bir bedel karşılığında olsun, olmasın— harbîlerle
müsâleha akdetmek demektir.
Bu kelimeler, aslında sakin
olma, rahatlık, âsâyiş mânâlarım ifâde etmektedir. Bundan dolayı, âleme sükûn
veren ve fitneyi yatıştıran sulha da MÜHÂDENET denilmektedir.
MUHAKEME
MUHAKEME: Da'vâcının,
da'vâlıyı, hâkimin huzuruna da'vet edip muhasamada, murafaada bulunması
Da'vâ için, iki tarafın
mahkemeye başvurması. İki tarafı
dinleyip hüküm verme. Bir hüküm çıkarmak için, bir İşi, zihinde inceleme. Akıl
yürütme Yargılama.
MUHALÜL
Beynûnet-i kfibrâ'dan (= üç
talâkla boşandıktan) ve iddetten sora, mütallaka'mn (= boşanmış bulunan kadınm)
nefsini tezvic ettiği ikinci kocası demektir. Böyle bir kadının, kendisini
boşamiş bulunan önceki kocasına da MUHALLELÜN LEH denilir. Hil husulüne sebep
olan, ikinci bir nikâh ile tekarrüp ise TAHLİL muamelesinden ibarettir.
MUHAKKEM Tahkim
Maddesine bakınız.
MUHÂLÜN BİH: Havale
Maddesine bakınız.
MUHÂLÜN LEH: Havale
Maddesine bakınız.
MUHAREBE: Harb
Maddesine bakınız.
MUHÂLÜN ALEYH: Havale:
Maddesine bakınız.
MUHARRİC Tahric
Maddesine bakuıız.
MUHARREMÂT-I ŞERTİYE: İslâm Şerîatinin yasaklamış ve haram kılmış bulunduğu
şeyler demektir.
Adam öldürmek, hırsızlık
yapmak, iffetten veya doğruluktan mahrum bulunmak gibi..
MVHÂSAMA = HUSÛMET
MUHÂSAMA (= HUSÛMET: iki taraf arasındaki düşmanlık; hasımlıkjJNiza' Mücâdele, çekişmek
Karşılıklı da'vâda
bulunmak; da'vâlaşmak.
İHTİŞAM = MÜNAZAA
İki tarafın birbiriyle
husûmette bulunmaya, da'vâlaş-maya da ihtişam (= Münazaa) denilir.
HASIM kelimesi, HUSÛMET
anlamına kullanıldığı gibi hasîm (= iki taraftan, iki düşmandan her biri) anlamında
da kullanılır.
Hasîm'in çoğulu HÜSEMÂ'dır.
FASL-I HUSÛMET:
Bir da'vâyı tetkik ederek bir hükme bağlamak demektir.
MUHSANA:
ihsan maddesine bakınız.
İMUHÂYEE:
Bölüşülmesi kabil olmayan bir ?e-yi sıra ile yanı nöbetleşerek kullanmak
demektir. Diğer bir tarife göre MUHÂYEE:
Menfâatlerin tak* sim edilmesinde nöbetleşmek demektir. Muhâyee iki nevidir:
1-) ZAMANEN MUHÂYEE: Müşterek bir evde, bir ay bir ortağın, bir ay da diğer ortağın
oturması gibi...
2-) MEKÂNEN MUHÂYEE: Müşterek bir evin, bir odasında ortaklardan birinin, diğer odasında
da, diğer ortağın oturması gibi...
MUHİL:
Havale Maddesine balanız.
MUHSAN:
İhsan Maddesine bakınız.
MUHKEM:
Müfesser'den daha kuvvetli olan sözdür. Ve bunların neshedilme ihtimâli de
yoktur. Meselâ:' 'Bir kimseye, kayın validesi ebediyyen haramdır." veya:
"Cihâd, kıyamete kadar devam edecektir." sözleri, birer muhkemdir.
MUHRİM: İHRAM
Maddesine bakınız.
MUHTESİB:
İhtisab Memurluğu Maddesine bakınız.
MUİR: ARİYET
Maddesine bakınız.
MUNAKKILE:
Başta veya yüzde meydana gelen bir ara çeşididir. Bu yarada kemik kırılıp
yerinden oynamış veya ufanmış olur.
MUNASSAF:
Pişirilerek yansı giden ve kuvvetlenip, nüksir (= sarhoşluk verici) bir hâle
gelen yaş üzüm suyudur.
Yani, munassaf da, bir cins
şarapar.
MÜRDIA: Süt
anne demektir.
MÜSTERDI':
Ücretle süt anne tutan kimse demektir.
MÜRDI':
Çocuğa fUhâİ sütveren, emziren kadın demektir.
MÛSÂ BİH: VASİYET Maddesine bakuıız.
MUSADDIK:
Nakil ve ticari eşya kabilinden olan malların zekâtlarını, hükümet memuru
sıfatıyle ci-bâyet ve tahsil eden şahıs demektir.
MÛSÂ İLEYH:
Vasiyet Maddesine bakınız.
MÛSÂ LEH: VASİYET Maddesine bakınız.
MUSÂNAA: RÜŞVET
Maddesine bakınız.
MÛSİ :
Vasiyet Maddesine bakınız.
MVSKITÂT-IHUDÛD: Had cezalarını iskât ve izâle eden (= düşüren Ve ortadan kaldıran)
sebeple-den ibarettir. Zina ettiğini ikrar eden bir kimsenin, bu ikrarından
rücû etmesi (= vaz geçmesi, geri dönmesi) gibi...
MU'TAK;
Efendisi tarafından azâd edimiş bulunan köle demektir.
MU'TAKA:
Azâd edilmiş bulunan câriye demektir.
MU'TİK:
Mülkiyeti altında bulunan köle veya cariyeyi azâd etmiş bulunan kimse
demektir.
MU'TEMİL:
—Tuttuğu işi, san'atı güzelce yapmaya muktedir olamasa bile— çalışmaya gücü yeten
fakir kimse demektir.
MVTALUK:
Karısını boşayan erkek.
MUTALLAKA:
Kocasından boşanmış olan kadın demektir.
MUTALLAKA-İ RİC'İYYE: Kocasından, talâk-ı ric'î boşanmış olan kadın
demektir.
MUTALLAKA-İ BAİNE: Kocasından, talâk-ı ba-in ile boşanmış olan kadın demektir.
MUKADDERAT:
Miktarı, ölçek, tartı, sayı veya uzunluk Ölçüsü ile tâyin ve takdir olunan
şeyler demektir.
Mukadderat tabiri mekîlat,
mevzûnât, adediyyâtve mezrûât'ı içine alır. ,
Mekilât mevzûnât, adediyyât
ve mezrûat maddelerine —ayn ayrı— bakuıız.
MUKADDİME
MUKADDİME;
Bir takım mes'elelerin ve bahislerin güzelce anlaşılması için ilgili
bulundukları bir kısım mebâdîden (= prensiplerden başlangıçlardan, ilk
unsurlardan) İbarettir.
Mün^ura ilmi ıstılahında MUKADDİME: Delilin sıhhati, kendisinin
üzerine tevakkuf eden şey demektir.
Meselâ: Bir mantıkî kıyâsta
suğrâdan ve kübrâdan (= küçük ve büyük önerilerden) herbiri bir mukaddime-i
deüTdir.
MUKÂRİN: Bitişik,
ulaşmış, erişmiş, yaklaşmış, bir yere gelmiş.
MUKÂRENET: YAKLAŞMA, KAVUŞMA, bitişme, bitişildik; uygunluk.
MUKÂTAA: VAKIF Maddesine
bakınız.
MÜKÂTAAU VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
UMUKRİB: Anası
arap aü, babası ise acem aü olan beygir demektir.
Babası köle, anası aslen
hür bir kadın olan şahsa da lügatte MUKDİB denilir.
MUKRİH: İkrah
Maddesine bakınız.
MUKRİZ: Karz
Maddesine bakınız1.
MUKTASSUN MİNH : Kısas Maddesine balanız.
MUZÂLEME: ZULÜM Maddesine bakınız.
MUZİHA: Şecce
aksamından bir yaradır. Bu yarada et ile baş kemiği arasındaki zar gibi deri
yırtılıp, kemik meydana çıkmış olur.
MÜÂHEDE-NÂME (=KİTÂBÜ'L-MUÂHEDE): Sulh şartlarım bildiren ve iki muha-sım tararından
kabul ve imza edilen müsâleha (= sululaşma) vesikası demektir.
Buna ADİH-NÂME de denir.
Bununla beraber AHİD-NAME tâbiri, —daha
ziyâde— bir taraftan verilen ahd ve emânı müş'ir (= bildiren, haber veren)
vesikaya ıtlak olunmaktadır.
MÜAR: ARİYET Maddesine
bakınız.
TİBÂH: Yapılması
da, yapılmaması da şer'an caiz olan şey demektir.
Mubahın yapılmasında sevap,
terkedilmesinde de günâh yoktur.
Helâl olan bir yiyeceği,
meyveyi yemek veya yememek gibi...
MUBAH: §âri-i
Mübîn'İn nazarında yapılması veya yapılmaması eşit olan bir fiildir.
Meselâ: Helâl olan herhangi
bir yiyeceği yemek veya yememek gibi...
İBABE: Bir
şeyi mübâh görmek anlamına gelen bu kelime, ayrıca:' 'Bir yiyeceğin yenilmesine
veya bir malın alınıp kaldırılmasına verilen izin ve müsâade" mânâsını da
ifâde etmektedir.
MÜBAŞERETEN KATL: Bir şahsın, bir kimseyi, asiden veya hatâen ve bizzat vurup öldürmesi
demektir.
MÜBAŞERETEN İTLAF: Bir şeyi, bir başkasının bir füli araya girmeksizin, bizzat itlaf
etmektir.
Bir şeyi, böyle
mübâşereten, —-başkasının fiili olmadan— itlaf eden şahsaFÂİL-İ MÜBAŞİR denir.
FÂİL-İ MÜBAŞİR: Bir şeyi, bizzat telef eden kimse demektir.
MÜBÂREZE: Birbirinin
dengi sayılacak İki savaşçının, savaş meydanına atılarak, karşılıklı savaşmaya
başlamaları demektir.
MÜBAŞİR: Bizzat
fâü olan, yani: Bir şeyi, bizzat husule getiren kimse demektir.
MUBAYAA: Karşılıklı
olarak yapılan alım - satım işlemi demektir.
MÜBEZZİR: Tebzîr
Maddesine bakınız.
MÜCÂHEDE: Muharebe,
savaş; nefs-i emmâre ile mücâdele ve muharebede bulunup; ona, ağır, me-şakatli
geldiği hâlde, şer'an matlup olan şeyleri yüklemek demektir.
MÜCÂBİD: Düşmanla
veya nefs-i emmâresi ile, mücâhede eden, savaşan müslüman kimse demektir.
Cihâd, Maddesine de
bakınız.
MÜCBÎR: İkrah
ve İcbar Maddelerine bakınız.
MÜCÂZEFE: Cüzaf
Maddesine bakınız.
MÜCMEL: Mânâsı
anlaşılmayacak derecede kapalı olan ve anlaşılması, ancak o sözü söyleyen şahıs
tarafından bir beyân (= açıklama) ilâvesine bağlı bulunan lafızdır.
Az kullanıldığı için
garaibten sayılan lafızlarla, mü-teaddid mânâlara vaz edilmiş lafızlar ve
kendisi ile, söyleyen şahsm ne kasdettiği anlaşılmayan lafızlar bu kabildendir.
Meselâ: Hırsı çok, sabrı az
kişi anlamına gelen HE-LÛ lafzı garâibten olduğu için mücmeldir. Ribâ lafa da
bu cümledendir.
MÜCRİM; Cürm
Maddesine bakınız.
MÜDÂFAA: Savunma.
Def etme. Bir saldırışa karşı koyma. Kuruma. Korunma. Hasmın iddiasına karşı
karşı koyma. Birborcu, "bugün,yann.."diyerekoyalamavete-hir etme
anlamında da kullanılır.
MÜDÂFAA-İ MEŞRÜA = MEŞRU MÜDÂFAA: Haksız yere vuku bulan bir tecâvüze, bir sû-i kasde
karşı, meşru, bîr şekilde mukavemette bulunup, onu def etmeye çalışmak
demektir.
MÜDEBBER: Azâd
olması, efendisinin ölmesine bağlanmış bulunan köle demektir.
MÜDEBBERE: Müdebber'in
müennesidir; yani azâd olması efendisinin Ölmesine bağlanmış bulunan câriye
demektir.
MVDDEÎMUALLİL: Bir
mes'eleyi iltizam ederek, hakkında delil irâd eden kimseye, âdab ilmi ıstılahında:
Müddet, muaHil denilir.
SAİL: Müddeî,
MuaUiPin ortaya koyduğu delili kabul etmiyen şahıs demektir.
Bir mes'eleyi mücerret
hikâye edip ahhatini veya adem-i sıhhatini iltizam etmeyen kimseye de NAKİL
denilmektedir.
MÜDEBBİR: Memlûkumm
itkini (= köle veya cariyesinin hürriyete kavuşmasını) kendisinin ölümüne
bağlamış olan efendi demektir. Yani, memlûkü-ne: "Ben öldüğüm zaman, azâd
ol." demiş olan efendidir.
MÜDÂYENE: Karşılıklı
borç edinmek; bir birine borç para vermek anlamına gelir.
Deyn Maddesine de bakınız.
MVESSESÂT7HAYRİYYE: Mescitler, medreseler, mektepler, kütüphaneler, hanlar, zaviyeler,
ri-batlar, imarethaneler, çeşmeler, köprüler, kuyular, hastahâneler,
kabristanlar gibi, ammeye faydalı olan vakfedilmiş eserler demektir.
VAKIF Lİ'S-SEBÎL tâbiri de
MÖessesât-ı Hay-riyye anlamında kullanılır.
VAKIF Maddesine
de bakınız.
MÜFÂDÂT-IÜSERÂ: Birbirleri ile savaşan iki kavmin almış oldukları esirleri karşılıklı
olarak değiştirmeleri demektir.
MÜFÂREKAT
MÜFAREKAT: Lügatte:
İki şeyin veya iki kimsenin, birbirinden ayrılması, iftirak etmesi demektir.
' Fıkıh ıstılahında MÜFÂREKAT: Zevciyet rabıtasının (= kan
- kocalık bağımn) çözülmesiyle, kan ile kocanın birbirinden ayrılması demektir.
Kan - kocanın birbirlerinden aynlması ya talâk (= boşanma) ile veya nikâh
akdinin feshedilmesiyle vuku bulur.
Mûfârekat tâbiri, ayrılığın
bu iki şeklini de İçine alır. Bu hususta FİRKAT tâbiri de kullanılır.
MÜFAVVİZE
MÜFAVVİZE: Nikâh
işini, velisine tefviz ve havale eden ve mehirden bahsetmeyen kadın demektir.
TEVFİZ: Lügatte:
İhmâl anlamına gelir. Mehrin tâyin ve tesmiye edilmemesi bir ihmâl demek
olduğundan, mehir tesmiye edilmeden veya nef-yedilerek yapılan bir nikâh işine
tefviz denilmiştir. Nikâh İşinde tefviz iki kısımdır:
1-) TEFVİZÜ'L-BÜZU': Bir kimsenin, velayeti icbar altında bulunan bir
kızı, bir şahsa, mehir olmadan tezvic etmesi veya bir kadının mehirsiz tezvic
edilmesi için velîsine izin vermesi demektir.
2-) TEFVİZÜ'L-MEHR: Bir kimsenin, bir kadını, kendisinin veya o kadının yahut onun
velîsinin veya bir yabancının söyleyiceği bir mehir üzerine tezev-vüc
etmesidir.
MÜFESSER: Beyân-i
tefsir veya beyân-ı takrir sebebiyle, mânâsı nas'dan daha vazıh (= açık,
anlaşılır) olan söz demektir. Ki, bu sözün, neshten başka bir şeye ihtimâli
bulunmaz.
Meselâ: "Seni azâd
ettim." sözü bir nas'tu-; "Seni, kölelikten azâd edep, hürriyete
kavuşturdum." sözü İse müfesserdir.
MÜFLİS : İflas
Maddesine bakınız.
MÜKÂBERE: Bir
ilmî mes'ele hakkında, -doğruyu ortaya çıkarmak için değil— bilakis, sadece
hasmı ilzam ve ıskat için münazarada bulunmak demektir ki, böyle bir davranış,
dinimizce pek kötü ve mezmûm görülmüştür.
ÜMÜK ATEHE: Efendi
ile memlûkü arasında, bir karşîlik mukabilinde memlûkün hürriyete kavuşması
hususunda yapılan karşılıklı anlaşma, sözleşme demektir.
KİTABET
Maddesine de bakınız.
MÜKATEB: Efendisi
ile kitabet akdinde bulunmuş olan köle demektir.
MÜKÂTEBE: Efendisi
ile kitabet akdinde bulunmuş olan câriye demektir.
MÜKÂTİB: Memiûkünü
(= köle veya cariyesini) kitabete bağlamış bulunan efendi demektir.
MÜKÂTEBETÜ'L-VASÎ: Bir vasinin, vesayeti altındaki yetime ait olan bir köle veya cariyeyi
kitabete bağlaması demektir.
MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Kendisine ticâret yapması için izin verilmiş bulunulan bir memlûkü
kitabete bağlamak demektir.
Ancak, bu izinli memlûk
borçlu bulunursa, alacaklılar bu kitabeti reddedebilir.
MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlanmış bir kölenin, kendi memlükûnü (=
köle veya cariyesini) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kitabet akdi de
muvâzene kabilinden olduğu için caizdir.
MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa ermemiş olan bir küçüğün kitabete bağlanması demektir ki,
duruma bakılır: Eğer, bu küçük akıllı (yani kitabetin ne demek olduğunu
müdrik) ve akış-verişe müsait ise, bu kitabet sahih olur; aksi takdirde sahih
olmaz.
MÜKÂTEBE: Kitabet
Maddesine bakınız.
MÜKÂTEBE : Kıtâi
Maddesine bakınız.
MÜKELLEF: Kendisine,
Şârii HaMm tarafından bir şey yapmak veya yapmamak külfeti, zahmeti ilzam
edilen akıllı kimsedir.
Bu külfeti Üzâm etmeye de
TEKLİF denir.
MÜKREHÜN ALEYH:
İkrah Maddesine bakınız.
MÜKREHÜN BİH: İkrah
Maddesine bakınız.
MÜKREH: İkrah
Maddesine bakınız.
MÜLHAK VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜLK
MÜLK: Bir
şansın mâlik olduğu, yani: Kendisinde ihtûnve İstiklâl veçhile tasarrufu
bulunma yetkisine sahip bulunduğu, —gerek ayandan, gerekse menfaat cinsinden
olan— şeydir.
Meselâ: Ev, arazi, dükkan
veya bir miktar para bir mülk olduğu gibi, bir menfaat de bir mülktür.
MÜLK-İ MUTLAK: Miras
veya muayyen bir kimseden satın almak gibi, mülk edinme sebeplerinden biri de
mukayyed olmayan mâlikiyettir. Meselâ: Bir kimse: "Bu ev benimdir."
dese, bir mfilk-i mutlak iddiasında bulunmuş olur.
MÜLK-İ YEMİN: Bir
kimsenin temellükünde (= sahipliği altında) bulunan köle ve câriye demektir.
MÜLK-İ MÜKAYED: Miras, satıh alma veya it-tihâb (= bir karşılıksız hibeyi kabul etmek)
gibi, mülk edinme sebeplerinden biriyle kayıtlı olan mülkiyettir.
Meselâ: Bir kimsenin:
"Bu evi, filândan satın aldım." veya: "Bu evi, filân şahıs bana
hibe etti; bu cihetle, bu ev, benim mülkümdür." şeklinde yapılan bir
iddia, bir mukayyed mülk da'vâsıdır. Mülk-i Mükayyed'e MÜLK Bİ-SEBEBİN de
denir. Meşhur olan kavle göre, irs (= mîras) da'vası, bir mülk-i mutlak
da'vâsıdır.
MÜLTEKÂYİNESEB: İki veya daha çok kişinin, neseblerinin birleştiği şahıs demektir.
MÜLTEKTF: Atılmış
bir çocuğu, bulunduğu yerden alıp kaldıran kimse demektir.
Lâkit ve İltikad
Maddelerine de bakınız.
MÜLTEZEM: KA'BE / KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
MÜMÂNAA: Bir
tarafın (= muallilin) isbât ettiği bir şeyi, diğer tarafın (= yani sâilin)
—delilsiz olarak— kabul etmekten kaçınması demektir.
MÜMANAA: Muayyen
bir mukaddimeyi men' etmek anlamına da gelir.
MÜMÂTELE: Borcun
vadesi geldiği hâlde, "bu gün, yann" diyerek, Ödemeyi uzatıp durmak,
tehir etmek demektir.
METAL de, Mümâtele
anlamındadır.
MÜMÂTİL: "Bu
gün, yann" diyerek borcunu ödemeyi geciktiren, tehir eden kimse demektir.
MÜ'MİN: îmân
Maddesine bakınız.
MÜMTALE: Borcu,
borcun vâdesini, "bugün, yann" diyerek uzatmak ve tehire bırakmak
demektir.
MEDYÛN-İ MÜMÂTİL: Ödemeye muktedir olduğu hâlde "Bu gün, yann" diyerek,
borcunu ödemeyi tehir eden kimse demektir.
METAL: Bir
şeyi (meselâ: Bir borcu ödemeyi) uzatıp durmak demektir ki, bu bir zaruretten
dolayı ya-pılmıyorsa zulüm sayılır.
MÜMTEDDETÜ'D-DEM: Kendisinden, durmaksızın kan gelip akan kadın demektir.
Böyle bir kadın, kendisinin
ayda veya İki-üç^yda bir gördüğü hayız günlerini unutmuş bulunursa,
MÜTE-HAYYİRE adını alır.
Hayız görmeye başlamış
olduğu hâlde, —gebelikten veya iyâstan dolayı olmaksızın— bir arızaya bağlı olarak,
uzun müddet âdetten kesilen bir kadına da MÜNTEDDETÜ'T-TUHR denir.
MÜNAFIK: Nifak
Maddesine bakınız.
MÜNÂSEHA: Lügatte:
Nakil ve tahvil (= değiştirme, değiştirilme; çevirme, döndürme) demektir.
Miras ıstılahında MÜNÂSEHA: Ölen bir kimsenin terikesi
henüz taksim edilmeden, mirasçılarından birinin veya bir kaçının daha ölüp, 6
terikedeki hisselerinin kendi mirasçılarına intikal etmesi demektir.
MÜNÂSEBET: Nescb
Maddesine bakınız.
MÜNAKAZA
MÜNÂKAZA: Bir
delilin mukaddimlerini teşrih ve tâyin etmeksizin, nefs-i delilin butlanını,
diğer bir delil ile isbât etmektir.
Bu şekildeki itiraza âdab
(= münazara) ilmi ıstılahında NAKZ da denilir.
Meselâ: Bir maddede,
müddeinin delili câri olduğu hâlde hüküm tehâllüf ettiği (= ^ıygun bulunmadığı)
veya müddeinin delili, husûsî bir fesadı (meselâ: Devr ve teselsülü yahut iki
zıddın içtima etmesini) gerektirdiği beyân olunarak, müddeinin delili isbât
edilse; bu, bir münâkaza olmuş olur. Bu durumda münâkızın irad etitği delile
ŞAHİİ) denilir.
MÜNÂKIZ: Nakzeden;
muhalif; zıt.
MÜNAZARA
MÜNAZARA: İki
şey arasındaki nisbet hakkında, (Meselâ: Bir şeyin caiz veya gayri- caiz
olduğu hususunda) iki tarafın, —doğruyu ortaya çıkarmak için— basiretli nazarla
mütâlâada bulunmalan demektir.
Diğer bir tarife göre MÜNAZARA: Hmi bir mes'e-le hakkında,
kaideye uygun olarak, karşılıklı konuşmak ve tartışmak demektir.
MÜNÂZIR: Münazara
eden taraflardan her biri.
MÜNÂZIRÎN: Münazara
edenler.
MÜRÂŞAT : RÜŞVET Maddesine bakınız.
MURAVEZA: Düşman
ile müzâkere ve mükâle-mede, sulh görüşmelerinde bulunmak demektir. Bu kelime
lügatte: Müdara etmek, bir kimseyi bir hud'a ile veya kahr suretiyle ikna
eylemek mânâsına gelir.
MÜRDV, MÜRDİA: Bir
çocuğu emziren veya emzirmiş bulunan kadın demektir. MÜDRİ'in çoğulu
MERÂDİ'dir.
MÜDRİK: İdrak
eden, anliyan; idrak etmiş, anlamış; Kuvve-i müdrike (= idrak kuvveti): Akıl
MÜRABITÎN : Rıbat
Maddesine bakınız.
MÜRABİTA: Ribat
Maddesine bakınız.
MURAFAA: Da'vâ
edilen şeyi hâil ve fasletmek İçin, da'vâlıyı, hâkimin huzuruna celb etmek demektir.
MÜRÂHEKA
MÜRÂHEKA: Bulûğ
yaşına yaklaşmak demektir. Fakıyhler: "Buluğ yaşının başlangıcına ulaştığı
hâlde, henüz bulûğa ermemiş olan erkeğe MÜRAHIK, bu durumdaki kıza da
MÜRÂHKA" derler.
MÜRSEL: Risâlet:
Maddesine bakınız.
MÜRSELÜN
İLEYH: Risâlet Maddesine bakınız.
MÜRSİL: Risâlet
Maddesine bakınız.
MlMÜRTECEL: Mevzuu
lehinin dışında -ve hiç bir alâkası bulunmadan— sahih bir kullanış tarzı ile
kul-tanılan lafız demektir.
Meselâ: Süreyya lafzı,
belirli bir yıldızın adı olduğu hâlde, şahıs İsmi olarak da kullanılır. Ve
bunla-nn arasında da bir alâka yoktur.
MÜRETTEBAT-! VAKFİYYE: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜRTEHEN: Rehin
Maddesine bakınız.
MÜKTEHİN: Rehin
Maddesine bakınız.
MÜRTES: Savaş
esnasında yaralanıp, henüz ruhunu teslim etmeden önce, savaş alanının dışına
nakledilen ve biraz yiyip içtikten veya konuştukatn yahut uyuduktan veya ilaç
kulandıktan ve yahut da aklı başında olarak, üzerinden bir namaz vakti
geçtikten sonra vefat eden müslüman mücâhid demektir. Mürtes hakkında tamamen
şehid hükümleri câri değildir. Mürtes kelimesi, aslında zafiyet, eskiyip İşe
yaramaz hâle gelme gibi mânâları ifâde eden res lafzından alınmıştır.
İRTİŞÂS: Mürtes
olma hâli demektir.
MÜRTEŞÎ: RÜŞVET Maddesine bakınız.
MMVR1T.ZİKA: Ashâb-ı
dîvan yani askerî divanda kayıtlı bulunan ve kendilerine meytü'l-mâlden
münasip bir miktarda atiyye tahsis
edilmiş olan mücahidlerdir. Zamammızdaki MUVAZZAF ve İHTİYAT erleri MÜRTEZİKA'dandır.
MÜRTEZİKA: VAKIF: Maddesine bakınız.
MÜVÂCERE: insanlar
arasında insanlar hakkında yapılan icâre akitleri için kullanılan bir
tabirdir. Ve bu tâbir insanlar hakkındaki İcâre için kullanılır.
MÜVÂDEA: Mütâreke
demektir.
Bu kelime, MÜSÂLEHA ve
MÜSÂLEMET anlamlarında da kullanılır.
Bu lafiz, aslında terk
anlamına gelen vadı'dan alınmıştır. Bu balamdan, savaşın terk edilmesine MÜVÂDEA
denilmiştir.
MÜVÂRESE: MÎRAS Maddesine bakınız.
MÜVÂSEBE: Şüf
a maddesine bakınız.
MÜVEKKELÜN BİH: Vekâlet Maddesine bakınız.
MÜVEKKÜLÜN FÎH: Vekâlet Maddesine bakınız.
MÜVERRİS: MİRAS: Maddesine bakınız.
MÜVEKKİL: Vekâlet
Maddesine bakınız.
MÜRÛR-İZAMAN: Bir
hâdise üzerinden belirli bir müddetin geçmesi demektir. Bu hâl, bazen, o hâdise
hakkındaki da'vâmn dinlenmesine bir mâni teşkil eder.
MÜRÜVVET: İnsaniyet,
mertlik yiğitlik; cömertlik, iyilik-severlik; himmet; haya lâyık olmayan şeyleri
terketmek anlamlarını ifâde eder.
Bir kimsenin, kendi
ortamında yasayan emsalinin mü-bâh olan ahlâk ve tavriyla ahlâkîanması oir
mürüvvet hâlidir.
Mürüvvet, kişiyi güzel
ahlâka, güzel âdetlere sev-keden nefsî edeblerden ibarettir.
MMÜSÂDAKA ALE'L-İSTİHKÂK: İki şahsın, bir hakkın, hangisine ait oluduğu
hususunda ittifak etmeleridir,
Meselâ: Vakfiye gereğince,
vakfın gailesinden kendisine şu kadar sehim verilmesi îcâbeden Zeyd, bu sehmin
hiç bir kimseye ait olmayıp, yalnız Amr'e ait bir hak olduğunu, bir bedel
mukabilinde olmaksızın, samimî bir surette ve Amr'in tasdikine muka-rin iddia
ve ikrar etse; aralarında müsâdaka bulunmuş olur. Bu durumda Zeyd'in ikrarı,
sadece kendi hakkında muteber olduğundan, o sehim, —Zeyd hayatta olduğu
müddetçe— Amr'e verilir. Fakat Zeyd ile Amr'den hangisi önce vefat ederse, o
sehim, Zeyd'-den sonra müşrûtün leh olan cihehete ait olur; bunlardan hayatta
olana verilmez.
MÜSÂHARE: Bir
aileden kız almak suretiyle mey. dana gelen damatlık, kayınpederlik
kayınvâlidelik gibi hısımlıktır.
Buna SIHRİYYET de denir.
MVSÂKÂT: Bir
taraftan ağaçlar, diğer taraftan da, onların bakımı ve sulanması olmak şartıyle
ve meydana gelecek semerelerin (= meyvelerin) de, belirlenen nisbetier
dâhilinde taksim edilmesi üzere yapılan bir nevi ortaklıktır, şirkettir.
Buna, MUAMELE FÎ'L-ESMÂR da
denir. Yonca ve üzüm çubukları gibi, yerde, bir seneden fazla kalan nebatlar da
ağaç sayılırlar.
MÜSÂLEHA (= SULH): Barışmak ve savaşan iki tarafın, harbe son vererek, bir muahede yapmaları
demektir.
Aslında, bir fesâdm zeval
bulmasına SALAH denir. Mükâteleye son vererek, niza ve fesadı bertaraf edeceği
cihetle, muhâsameyi terk etmeye SULH ve MÜ-SALEHA denilmiştir.
MÜSAVİM Bİ'N-NAZAR: Sevm Maddesine bakınız.
MÜSAVİM
Bİ'Ş-ŞİRA: Sevm Maddesine,
balanız.
MÜSEKKAFÂT-IVAKFİYYE: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜSENNAT:
Sınır, su bendi ve su arklarının kenarları anlamına gelir.
MÜSENNEYÂT: MÜSENNAT'ın çoğuludur.
MÜSELLES:
Lügatte: Üçlestirilen; üçlü; üçgen gibi anlamlara gelen bu kelime, ıstılahta:
Pişirilerek üçte ikisi giden ve işdidât edip müskir (= sarhoşluk verici) bir
hâle gelen yaş üzüm suyudur.
Diğer bir tarife göre MÜSELLES: Üç kere tasfiye olunarak
çekilmiş bir cins şaraptır. Buna ULA da denir.
MÜSKİR:
Yenilmesi veya içilmesiyle insana sar-hoşJuk veren şey demektir.
MÜSKÎRÂT:
Müskir'in çoğuludur. Yani: Yenilmesi veya içilmesi neticesinde insana
sarhoşluk veren şeyler demektir.
MÜSLE:
Başkalarına ibret olmak üzere, bir düş-jnana burnunu, kulağını ve diğer bazı
uzuvlarını kesmek, gözlerini oyarak kendisini çirkin bir şekle sokmak gibi bir
şekilde ukubette bulunmak demektir.
MÜSEMMEN: Semen Maddesine
bakınız.
MÜSRERŞÎ : RÜŞVET Maddesine bakınız.
MÜSRİF:
İsraf Maddesine bakınız.
MÜSKTTÂT-I KISAS: îcâbeden (= uygulanması gereken) bir kısası iskât ve izâle eden (=
düşüren ve ortadan kaldıran) sebepler demektir. Sulh, cinnet, mevt (= ölüm)
gibi...
MÜSNED:
Hadîs-i Müsned Maddesine bakınız.
MÜSTAHIKKIKISAS: Bir caniyi (= suç işleyen bir kimseyi), kısas yoluyla cezalandırmak
hakkına mâlik olan kimse demektir.
MÜSLİM:
İslâm dinine mensup olan kimse demektir.
MÜSTAHİKKU'L-KAL' OLAN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.
MÜSTAKRİZ:
Karz Maddesine bakınız.
MÜSTEAR: ARİYET
Maddesine bakınız.
MÜSTEGALLÂT-I VAKFİYYE: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜSTE'CİR:
İsticar eden yani bir şeyi kiralayan şahıs demektir. Buna MÜSTEKRÎ ve MÜKTERÎ
de denir.
İcâre maddesine bakınız.
MÜSTECERRÜN FİH: Bir ecîrin(= ücretle tutulan bir kimsenin) yapılan icâre akdi ile,
üzerine aldığı iş demektir.
İcâre, İcar ve Ecîr
Maddelerine de bakınız.
MÜSTEHÂP
Müstehâp: (Lügatte)
Sevilmiş şey demektir. Istılahta Müstehâp: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin
bazen yapıp, bazen terk buyurdukları şeydir. Kuşluk namazı gibi...
Görüldüğü gibi müstehâp,
bir nevi sünnet-i gayri- müekkede demektir.
Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz, müstehâp dediğimiz şeyleri sevmiş ve yapmıştır. Bizden önceki sâlih
kimselerde, müstehâp olan şeyleri seve seve yapmışlar ve bunların yapılmasını
din kardeşlerine tavsiye etmişlerdir. Müstehâplara, mendûp, fazilet, nafile,
tatavvu' ve edeb isimleri de verilir. Müstehâp olan bir şeye, sevabı çok olup,
islenmesi
matlup olduğu için mendup
ve fazilet denir. Müstehâp, farz ile vacip üzerine ilâve olarak yapıldığı için
de, buna nafile (= nafl) denir. Kat'î bir emr dayanmadığından ve sadece teberru
sureti ile yapıldığı için de, müstehâba, tetavvu denir.
Müstehâp güzel ve övülen
bir haslettir. Bunun için de, müstehâba edep!denilmiştir.
Müstehabın hükmü: Müstehâbm
yapılmasında sevap vardır. Yapılmamasında ise itap, levnı ve — tenzîhen bile—
kerahet yoktur.
MÜSTEÎR ARİYET
Maddesine bakınız.
MÜSTE'MİN
MÜSTE'MİN:
Bu kelime, hem eman isteyen; hem de emâna nail olan kimse anlamında kullanılır.
Bu kelime, ism-i mef ûl sîgasiyle MÜSTE'MEN diye de okunabilir. Bu durumda ise:
Kendisine eman verilmiş kimse mânâsını ifâde eder.
Buna AMİN de denir.
Fıkıh ıstılahında MÜSTE'MİN: Başka bir milletin ülkesine
eman ile (= müsâade ile) giren kimse demektir. Bu şahıs müsüman olabileceği
gibi, zimmî veya harbî de olabilir.
MÜSTENFİR: NEFİR Maddesine bakınız.
MÜSTESNA VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜSTESNA:
İstisna Maddesine bakınız.
MÜSTESNA MİNH:
İstisna Maddesine bakınız.
MÜSTEVDİ : VEDİA Maddesine bakınız.
MÜSTEVLEDE:
Ümmü'l-Veled (yani: Çocuğunun nesebi, mâlikinden sabit olan câriye) demektir.
Mâlik, bu cariyenin ister
bir kısmına, ister tamamına sahip olsun, ve o cariyeye gerek hakîkaten ve gerekse
hükmen mâliki bulunsun farketmez.
Mevlânın (= efendinin)
babası, cariyenin hükmen mâliki sayılır.
ÜMMÜ VELED:
Efendisinin (= mevlâsmm) fi-raşından çocuk doğurmuş bulunan ve bu çocuğun nesebi,
efendisinden, —kendi ikran ile— sabit olan câriye demektir.
ÜMMÜHÂTÜ'L-EVLÂD: Ümmü Veled'in çoğuludur.
MUŞA: Şayi
hisseleri ihtiva eden müşterek şey,. mal anlamına gelir.
Meselâ: İki kişi arasında
yan yarıya ortak bulunulan bir mal bir müşâ'dır.
Diğer bir tarife göre MÛŞÂ: Müşterek bir maldaki yan, üçte
bir, dörtte bir, altıda bir gibi şâyİ hisselerden herhangi biridir. Ve bu
hisselerden her biri, bu malın cüz'üne yayılmış ve ona şâmil bulunmuştur.
ŞÂYİ HİSSE (= FIİSSE-İ ŞAYİA): Müşterek bir malın her cüz'üne sârî ve şâmil olan
sehim demektir. HİSSE: Sehim, nasip anlamına gelir.
HİSAS:
Hisseler demektir.
MÜŞKÎL:
Mânâsı yani kendisi ile ne murad edildiği teemmülsüz (= iyice ve etraflıca
düşünmeden) .anlaşılmıyacak derecede kapalı olan lafızdır ki; burada kapalı
olmak, ya mânâsındaki incelikten ve derinlikten veya kendisindeki bediî bir
istiareden ileri gelmiş bulunur.
Meselâ: Gusûlde tetahhur (=
iyice temizlenme) ile me'muruz. Ancak, bu tetahhurun ağzın içine de şamil olup
olmadığında işkâl vardır. Fakat, teemmül neticesinde, bu temizlenmenin ağzın
içine de şâmil olduğu anlaşılıyor.
Keza: "Gümüşten cam
bardakları..." tâbirinde de bir işkal vardır: Bir bardak, camdan yapılmış
olunca, ona nasıl gümüşten denebilir? Ancak, iyice düşününce anlıyoruz ki,
burada bediî bir istiare vardır ve bununla bardağın gümüş kadar beyaz; cam
kadar da şeffaf olduğunu işaret edilmiş olmaktadır.
MÜŞRİF-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜSRİF: VASİYET
Maddesine bakınız.
MÜŞTERİ:
Başka bir şahıstan, bir malı satın alan kimse demektir.
MUT'A:
Lügatte: Mutlak rlarak istifâde olunacak şey; kifayet miktarı azık;
faydalandırmak gibi mânâlara gelir.
Istılahta MUT'A: Bir koca tarafından, boşadığı karısına
verilecek üç veya beş parça giyecekten ibarettir. Üç parça olunca, bir baş
örtüsü, bir gömlek ve bir çarşaftan meydana gelir. Beş parça olunca ise,
bunlara bir entari ile, bir başka giyecek daha ilâve edilir.
Koca bunlann ayınlannı veya
bedellerini vermekte muhayyerdir.
Koca, kamının, ona
bakmasının ve mukâreneöe bulunmasının helâl olması gibi menfâatlerinden istifâde
etme hakkına sahiptir. Bu istihkaka raülk-i müt'a denilmiştir. Bunun mukabili
mülk-i rakabe'dir. Bu İki mülk arasıda, umûmi ve husus yönünden farklılıklar
vardır. Meselâ: Mölk-i rakabe, genellikle,
mülk-i müt'ayı içine alır;
fakat, mülk-İ müt'a, mülk-i rakabeyi istilzam etmez. Şöyle ki: Bir kimse, bir
câriye satın aldığında, onun rakabesine (= kendi zatına) malik olacağı gibi,
menfâatlerine de mâlik olur. fakat, bir kadınla evlenen kimse, sadece, onun bir
kısım menfâatine mâlik olur; rakabesine mâlik olamaz.
MÜTÂREKE:
Düşman ile, sulh yapmak üzere, mükâteleyi (= savaşı), geçici bir süre için tek
etmek demektir.
MUTEBÂ YİÂN:
Bir malı satan ve satın alan kişiler demektir. Bunlara AKİDEYN de denir,
MÜTEBENNÂ =
Deiy Maddesine bakınız.
MÜTEBENNİ=
Deyn Maddesine batanız.
MÜTEDEYYİN: DİN
Maddesine batanız.
MÜTEKELLİM ALE'L-VAKF: VAKIF Maddesine batanız.
MirrELÂfflME: Başa
veya yüze isabet eden bir yaradır. Bu yarada, deri ile beraber epeyce de et kesilmiş
olur.
MÜTESEBBİB: Tesebbüben
İtlaf Maddesine batanız.
MMVTESEBBİB: Bir
şeyin meydana gelmesine -âdetin cereyanına göre— sebep olan, bir işi vücûde
getiren kimse demektir.
Bir şahsın içine düşüp
öldüğü bir kuyuyu kazmış olan kimse, —âdetin cereyanına göre— o şahsın ölümünün
müsbbib'i olmuştur.
MÜTEŞÂBİH: Ümmet
fertleri arasında kendisi ile ne murad edildiğinin anlaşılması ümîdi kalmamış
olan lafız demektir.
Meselâ: Bazı sûrelerin
başında bulunan "elif, İfim mâm" "TıHıâ" "Yâ-sbı"
gibi hurûf-u mukattaa ile yedullah, vechullah gibi tâbirler bu cümledendir.
MÜTETAVVIA: Askerî
Divandan hâriç olup, sırf Allah rızâsı için cihâda iştirak eden, bir şehir, köy
veya badiye'nin müslüman halta demektir.
Bunlara lisanımızda GÖNÜLLÜ
denir.
MÜTEVELLİ: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜZÂREA: Arazi
bir taraftan, çalışma da (yani zirâat de) diğer taraftan olmak üzere ve meydana
gelecek mahsûlün aralarında müşâen taksim edilmesi şartıyle yapılan bir nevi
şirkettir. Müzârea'ya MUHABERE ve MUHÂKALE de denir.
Müzârea, ZERİ keimesinden
alınmıştır.
ZERİ ise: Lügatte:
Tohum ekmek demektir.
Buna ZİRÂAT de denir.
Tohum eken şahsa ZARİ,
tohum ekilecek yere de MEZREA denilmektedir.
MÜZÂHERÜN MİNHÂ: ZfflÂR Maddesine bakınız.
MÜZAHİR: ZfflÂR Maddesine batanız.
MÜZDELİfE: Arafat
ile Mina arasında bir bölgenin adıdır.
Arafe (9 Zilhicce) günü,
güneş battıktan sonra, Ara-fet'tan Müzdelife'ye gelinir. Ve o gün, akşam ile
yatsı namazları, yatsı vakti girdikten sonra, burada cem-i tehir ile kılınır.
Ve gece burada geçirilir. Bayram günlerinde şeytan taşlamak için
atılacaktaş-lar, genellikle Müzdelife'den toplanır. Bayramın birinci günü
sabahı, fecr-i sâdık ile güneşin doğması arasındaki surede, Müzdelife'de vakfe
yapmak vaciptir.
Bu vakfe, Muhassir
Vâdisi'nin dışında Müzdelife'-nin her yerinde yapılabilir. Müzdelife Vakfesini,
Meş'ar-i Haram yakınında yapmak sünnettir.
MÜZÂHERÜN BİHÂ:
Zıhâr Maddesine bakınız.
MÜZÂHARE: ZIHÂR Maddesine batanız. [12]
NÂBİT: Yerden
çıkıp büyüyen; yerden biten.
NEBAT: Bitki.
Topraklan biten her türlü şey.
NEBATAT: Bitkiler.
NEBATÎ: Nebat
ile ilgili, bitkisel.
NÂBİTEN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız,
NÂDÂN: Kaba;
terbiyesi kıt. Bilmez.
NADİDE: Görülmemiş;
görülmedik. Pek seyrek bulunan ve çok değerli şey.
NADİM: Pişman
olan, pişmanlıkla...
NÂDIMANE: Pişman
olan nedamet duyan kimse pişmanlıkla
NÂDİMJYYET: Pişmanlık.
NÂDİR: Az (=
seyrek, ender) bulunan şey
en-Nâdirü Ke'1-ma'dûm:
Nadir olan (= az bulunan şey) yok gibidir
NÂDİRAT: Seyrek
ve az bulunan şeyler.
NEVADIR: Bu
kelime de nâdirât yani az bulunan, nâdir şeyler anlamındadır.
NÂDİR: Nâdirât
ve Nevâdir kelimelerinin tekilidir. Ve: Az bulunan; seyrek; nâdir bulunan şey
anlamındadır.
Nâdfrii'l-vücûd: Benzeri
pek az bulunan (insan) demektir.
ŞAFAK A
NAFAKA: Lügatte:
Çıkmak, gitmek, sarf etmek mânâlarını ifâde eder. Bir insanın ev halkına sarf
ve infak ettiği şey anlamına da gelir. Fıkıh ıstılahında NAFAKA: Yiyecek, giyecek ve sük-nâ ile bunlara tâbi olan şeyler
demektir. Örfen, nafaka tabiri sadece yiyecekler için kullanılır. Bundan
dolayıdır ki, diğerleri nafaka üzerine affolunarak, nafaka, giyecek ve süknâ
denilir. Nafaka'nın çoğulu Nafakât'tır. Nafaka, tâbiri, sadaka yerinde de
kullanılır.
İNFAK: Nafaka
vermek. Bir malı, bir mahalle sarf etmek demektir.
MEN LEHÜ'N-NAFAKA: Nafaka olmaya müs-tehik (= hak sahibi) olan kimse demektir.
MEN ALEYHİ'N-NAFAKA: Nafaka yermesi ica-beden kimseler demektir. Bu anlamda
MIİNFIK kelimesi de kullanılır.
NAFAKA-İ MARZİYYE; Nafaka alacak kimse ile, nafaka verecek kimsenin aralarında rızâ ile tâyin
ettikleri nafaka demektir.
Bu şekilde nzâ ile nafaka
tâyinine RIZAEN TAKDİR denilir.
NAFAKA-İ MAKZİYYE: Nafaka almaya hak kazanmış bulunan bir şahsın, müracaatı üzerine,
hâkim tarafından tâyin edilen nafaka demektir.
Bu şekilde nafaka takdir
edilmesine KAZAEN TAKDİR denilir.
KADR-İ MARUF NAFAKA: Takdirden fazla, israftan az bulunan nafaka demektir. Ki, bu herkesin
hâline göre, ortalama bir hâlde takdir olunur.
CİNS-İ NAFAKA:
Nafaka olacak şeyler para, et, ekmek, un, yağ ve giyecek gibi şeylerdir.
Hayvanât, ev eşyası ve akar gibi şeyler ise, nafaka cinsinden olmayan
mallardır.
CİHAZ:
Kocaya varacak kadınların hazırlamaları âdet olan elbise, sergi, yatak takımı
ve süs esyas» gibi eşyalardır.
Bu kelime, lisanımızda çeyiz,
cehiz tarzında telaffuz edilir.
Yolcunun erzaki, eşya ve
mühimmatı ile ölünün kefenine de CİHAZ denir. Cihaz'ın çoğulu ECHİZE'-dir.
CEHAZ kelimesi de, hem yukarıda zikrettiğimiz eşya anlamında, hem de kadınların
tenasül uzvu anlamında kullanılır.
TEÇHİZ:
Kadınların, yolcuların ve ölülerin muhtaç oldukları eşyayı hazırlamak, tertip
ve tanzim etmek demektir.
NAFİLE: Farz
ve vacip olmadığı hâlde, fazla sevap kazanmak için yapılan ibâdetlere NAFİLE
veya TATAVVU denir.
NAFİLE = NEFL:
Lügatte ziyâde anlamındadır, ibâdet ıstılahında NAFİLE: Farizalar üzerine
ziyâ-deleştirilen ibâdetler anlamına gelir.
Siyet ıstılahında ise NAFİLE: Gazilere tahsis edİ-îen emvalin
(= malların) sehimlerinden ziyâde olması demektir.
NEFL de, nafile
anlamındadır. Nefl'in çoğulu olan ENFÂL
ise: Ganimetler anlamına kullanılır.
NAFİLE OLAN HAC: Hac Maddesine bakınız.
NAFİLE TAVAF : HAC / TAVAF / TAVAFIN NEVİLERİ Maddesine bakınız.
NAFİZ:
Başkasının hakla tealluk etmeyen (meselâ: icazetine mevkuf bulunmayan) bir
muameledir. Şartlarım ve erkanını cami olan bir akid, NAFİZ BÎR AKİD'tir. Ve
AKD-i NAFİZ iki kısma ayrılır:
1-) Lâzım
olan Nafiz Akid: Kendisinde muhayyerlik bulunmayan nafiz akiddir.
2-) Gayr-i
Lâzım olan Nafiz Akid: Kendisinde muhayyerlik bulunan nafiz akiddir.
NAFİZ:
Geçirli; GAYR-İ NAFİZ ise: Geçersiz anlamına da kullanılır.
NAKİD: Altın
ve gümüşten ibarettir. Alün ve gümüş ister meşkûk (= sikkelenmiş) olsun, ister
külçe hâlinde bulunsun, semeniyyet (= bedel, karşılık) için kullamldıklanndan
nakit sayılırlar. Balar paralar da râyic (= geçerli) oldukları zaman nakit
hükmündedirler. Kesada uğradıkları zaman ise uruz ve meta kabilinden olarak
kıyemî mallardan sayılırlar.
NUKÜD: Nakid
kelimesinin çoğuludur ve nakid-ler demektir.
Nakid kelimesi, bir şeyin
bedelini peşinen ödemek ve para olarak bulunan servet anlamlarını da ifâde
eder.
NÂKİL: MÜDDEÎ, MUALLİL Maddesine bakınız.
NAKZ: MÜNÂKAZA
Maddesine bakınız.
NAKZ-IAHD: Muahede
ahkâmını bozmak ve verilen sözde durmamak anlamına gelir.
NEBZ-İ AHD de: Bir
muahedeyi fesh ve nakzetmek demektir.
NEBZ
kelimesi, lügatte: İlkâ, İlâm ve az bir şey anlamlarına gelmektedir.
NAM-IMÜSTEAR: Bir
kimsenin, kendi adından başka, eğreti olarak aldığı isim demektir.
İkrar ıstılahında NÂMI MÜSTEAR: Başkasına ait bir şeyin,
bilâf-ı hakikat olarak, diğer bir şahsa izafe edilmesi ve onun ismi ile
anılması demektir. "Bir kimseye ait olan bir haklan senette başka bir
şahıs nâmına yazılması...." gibi. Bu, muvazaa yoluyla yapılmış bir ikrar
demektir.
ikrar Maddesine bakınız.
NAS: Lafe
Maddesine bakınız.
UNÂŞİZE:
Kocasının evinden, onun izni olmadan çıkıp, kendisini, haksız yere'kocasından
men eden kadın demektir. Bu çıkış, hakM bir çıkış olabileceği gibi, hükmî bir
çıkış da olabilir.
NAZİR: VASİYET Maddesine
bakınız.
NÂZffi-I VAÖF: VAKIF Maddesine bakınız,
NEBİZ-İ TEMR: Birazcık
pişirilmiş ve iştidâd ederek, müskir (= sarhoşluk verici) bir hâle gelmiş olan
kuru veya yaş hurma suyu; yani, hurmadan elde edilmiş, —köpüklü veya köpüksüz—
bir nevi hurma şarabı demektir.
NEBİZ-İ ZEBİB:
Su içine atılarak, az bir jmüd-det pişirilmiş ve ekşiyerek müksir bir hâle
gelmiş olan kuru üzüm suyu; yani, kuru üzümden elde edilmiş bir nevîjaraptır.
NECÂBET: Asalet;
soyluluk; soy temizliği
NECASET
Necaset (= Necsi): Aslında
veya ânzî (= geçici) olarak temiz bulunmayan bir madde demektir. Necis'in
çoğulu ecnâs'tir. Meselâ: İdrar aslında Necistİr. Sidikli bir elbise ise *ânzî
olarak) necistir; pistir, murdardır. Aslında pis (= necis) olan şeye neces de
denilir. Necasetler,
1-)
Necâset-i hafife.
2-)
Necâset-i galîza (= Necâset-i mugallaza) olmak üzere ikiye ayrıldıkları gibi;
akıcı olup olmadıklarına göre de.
A-) Mayi
B-) Câmid;
olmak üzere ikiye ayrılırlar. Ayrıca, görünüp görünmemeleri itibariyle de
a-)
Necaseti- mer'îyye
b-)
Necâset-i gayr-i meriyye kısımlarına da ayrılır. Şimdi bunları ayrı ayrı
açıklayalım: Necâset-i hafife: Pis olduğu hususunda, —başka bir dellille
çeüşili bulunan— serî bir delil olan şeydir. Bu gibi necasetler, bir delile
göre pis görülmekte ise de, diğer bir delile göre pis sayılmamaktadır. Eti yenen
hayvanların bevilleri gibi... Necâset-i galîza: Pis olduğuna dair şer'î bir
delil bulunduğu hâlde, bunun zıddına ait bir delil bulunmayan şeydir. Lâşe
gibi...
Necâset-i mer'iyye: Hacmi
bulunan veya kuruduktan sonra görülebilen herhangi bir pis maddedir. Akmış
kanlar gibi...
Necâset-i gayr-i mer'iyye:
Câmid bir hacmi bulunmayan veya bulaştığı yerde kuruduktan sonra görülemiyen
herhangi bir pis maddedir. Sidik gibi... Hakikaten veya hükmen temiz olmayan
şeyler, bazi ibâdetlerin yapılmasına mânidir.
NECIB: Soyu
sopu temiz; nesli pâk olan kimse.
NECM: Yıldız
demektir.
Bir zamanlar, vakitler,
yıldızların doğuşları ile tâyin edildiği için; giren vakitlere ve ödenme vakti
gelen borçlar İle vazifelere, mecaz yolu İle necm denilmiştir.
Bundan dolayı, İslâm*
hukukunda: Bir borcun taksitlerini ödemek için hülûl eden belirli vakte ve
vakti hülûl eden belirli borca ve bilhassa mükâtebin efendisine ödemeyi
üzerine aldığı kitabet bedelinin her taksidine NECM adı verilmektedir.
NEDAMET:
Pişmanlık; pişmanlık duymak; pişman olmak.
NADİM:
Nedamet duyan, pişman olan kimse.
NÂDİMİYYET:
Pişmanlık.
NEHİY
NEHİY: Yasak
etme; yasak.
Diğer bir tarife göre
NEHİY: Kendisi ile cezm ve istilâ yolu ile bir fiilin terk edilmesi istenilen
sözdür. "Yalan söyleme.", "Hırsızlık etme." sözleri gibi...
NÂHÎ: Bir
şeyi yasaklayan; bir fiilin terkedilmes-ni kat'î ve âmirâne bir sıfat ve
şekilde men eden kimse demektir.
MENHİYYÜN ANH:
Terkedİimesi ve kendisinden çekinibnesi istenilen yani yasaklanan şey demektir.
MENHİYYAT ve MEMNÛÂT
tabirleri de yasaklanan ve men edilen şeyler demektir.
NEFSİ VÜCÛB: VÜCÛB: Maddesine bakınız.
SEFER:
Sayılan üçten on'a kadar olan askerî birlik demektir.
Ancak NEFER kelimesi bir
asker için de kullanılır. NEFER kelimesi çoğul anlamında yani askerler mânâsında
da kullanılır.
SEFİR
NEFİR:
Lügatte: Cemaat anlamına gelir.
Istılahta NEFİR: Bir beldede bulunan halkın; canlarına,
mallarına, çoluk-çocuklarına saldırmak üzere, düşmanın gelmekte olduğundan
haberdar edilmesi demektir. Ki, böyle bir durumda, o belde halkından muktedir
olan bütün müslümanlar üzerine cihâd farz olur.
ENFÂR:
Nefir'in çoğuludur; yani: Nefirler demektir.
MÜSTENFİR:
Gazaya çıkılmasını flân ve talep eden kimse demektir.
NEFR: Harbe
sürüklenip götürülen kimseler demektir.
NEFÎR-İ ÂM:
Harb mıntıkasında bulunan bütün efradın, harb için seferber hâle gelmesi
demektir. Kİ buna, düşmanın bir islâm beldesine bağteten (= ansızın,
birdenbire, apansız) hücum ettiği ve bu düşmanı, İslâm
kuvvetlerinden bir kısmının defedemiyeceği. takdirde müracaat
olunur. Ve, bunun dairesi ihtiyaca göre genişleyip, imkân olduğu ölçüde, İslâm
âleminin şark ve garbına kadar yayılırlar. Nefîr-i âm: :umûmî Seferberlik
demektir.
NEFÎR-İ HÂSS:
Muharebe için, yalnız bir kısım efradın seferber hâle gelmesi demektir.
Yani NEFÎR-İ HÂSS: Kısmî seferberlik hâli demektir.
Nefir-i Hâssa: Fazla kuvvet
toplamaya lüzum görülmediği durumlarda başvurulur. Meselâ: Ülke hududlanndan
birinde zuhur eden bir harb hâdisisini bertaraf etmek için, o sahada bulunan
İslâm kuvvetleri kifayet ettiği takdirde diğer efradın silâh altına alınmasına
lüzum görülmez.
NEFL: Tenfîl
Maddesine bakınız.
NEHY = TEGRÎB: SÜRGÜN : Mücrim olan kimselerin, bir müddet için, bulundukları
yerlerden, başka beldelere uzaklaştrnlmalan, sürülmeleri demektir.
NEKİ-İ TEMR:
Kendi kendine kabaran ve kuvvetlenerek müskir (= sarhoşluk verici) bir hâle gelen,
pişirilmiş kuru hurma suyu yani kuru hurmadan elde edilen bir nevi şarap
demektir.
NEKİ-İ ZEBÎB:
Kendi kendine galeyan eden ve kuvvetlenerek müskir bir hâle gelen, pişirilmemiş
kuru üzüm şırası, yani kuru üzümden elde edilen bir nevi şarap demektir.
NESEB:
Aslında, bir beldeye veya bir kabileye yahut bir mesleğe olan nisbet ve izafe
demektir. NESEB: tâbiri, karabet (= yakınlık, akrabalık) anlamında, öteden
beri kullanılagelmektedir.
Buna göre NESEB: Baba ve ana cihetleriden olan
ittisal ve iştirak anlamına gelir. Bununlabirlikte NESEB kelimesi, genellikle,
baba cihetinden olan akrabalıklar içni kullanılır. Bu cihetle, neseb iki
nevidir:
1-) NESEB Bİ'T-TÛL = ÂMÛDÎ NESEB: Babalar ile ve babaların —ilâ nihayet— babalan ile;
oğullan ve oğullann -ilâ nihâye- oğullan arasındaki ittisaldir.
2-) NESEB BPL-ARZ = UFKÎ NESEB: Erkek kardeşler ile bunların oğullan ve amca oğullan
arasında olan ittisalden ibarettir.
NİSBET: Bu
kelime, hem nesep mânâsına gelir, hem de bazı zâtlar yahut ayni cinsten olan
eşyalar arasındaki belirli hususiyetlere ve miktarlara ıtlak olunur.
İki şey arasındaki
mümâselet (= benzerlik) ve mü-şâkele {= aym şekilde olma) hâline MÜNÂSEBET
denir.
İNTİSÂB: Bir
şahsın, diğer bir şahsa yahut bir yere veya bir mesleğe olan bağlılığı ve
alakası demektir.
NEŞEME:
Lügate: Neft, insan ve her şeyin başlangıcı anlamlanna gelmektedir.
Istılahta NEŞEME: Azâd edilmek üzere satın alınan
rakabe (= köle veya câriye) demektir.
NEŞEM:
Neseme'nin çoğuludur.
ITKU'N-NESEME:
Azâd edilmek satın alınmış bir köleyi azâd etmek demektir.
Kendisine vasiyette
bulunulmuş olan bir şahsın, vasiyette bulunmuş olan şahıs namına bir köle
satın alıp, azâd etmesi gibi....
NESİL: Bir
kimsenin babalan ve dedeleri mânâsına geldiği gibi sulbî çocuklan ve torunları
anlamına da gelir.
Bir rivayete göre nesil
tabiri, kızların evlâdına da şâmildir.
ENSÂL:
Nesiler demektir.
NEZİR (= ADAK) TAVAFI: HAC / TAVAF TAVAFIN NEVİLERİ Maddelerine bakınız.
NIKZ-I VAKF: VAKIF Maddesine bakınız.
NİFAK: Bir
kimsenin, zahiren müslüman görüldüğü hâlde, kalben küfür mesleklerinden biline
bağlı bulunması demektir. Böyle bir şahsa MÜNAFIK denir.
NİFAS:
Annelik yâni çocuk doğurma hâli yâni lo-husalık demektir.
Bu durumda yani lohusahk
hâlinde zuhur eden kana da nifas denir. Lohusalık hâlinde bulunan kadına da
nfifesâ denir.
NİKÂB
NİKÂH:
Evlenmek, tezvic akdi yapmak demektir. Yani, kasden mülk-i müt'ayı müfid olan
bir akiddir.
Nikâh akdi ile bir aile
teşekkül eder. Ve bu akidle, bir erkek ile bir kadın arasında bir takım haklar
eder ve bunlann birbirlerinden meşru surette istifâde etmeleri caiz olur.
MUNAKEHE:
Bir erkekle bir kadının nikâh akdinde bulunmaları demektir.
MÜNÂKEHÂT: MÜNAKEHE'nin çoğuludur.
İSTİNKÂH:
Nikahlanmak ve nikâh talebinde bulunmak mânâlarını ifâde eder.
NİKÂHI SAHİH:
Sıhhat şartlarının tamamını kendisinde bulunduran nikâhtır.
Nikâh-ı Sahih iki kısma
ayrılır:
1-) Nikâh-ı Nafiz: Nikâh şartlarım tamamen cami olup, hiç bir kimsenin İznine bağlı (=
icazetine mevkuf) bulunmayan nikâhtır. Bu da İki tasma ayrılır:
a-) Lâzım Nikâh: Nafiz (= geçerli) ve hıyâr-i fesihten (= feshetme
muhayyerliğinden) uzak olup, fesih tehlikesine mâruz bulunmayan nikâhtır.
b-) Gayr-i Lâzım Nikâh: Nafiz (= geçerli) olmakla beraber, feshedilmesi
kabil olan (yani böyle bir tehlikeye manız bulunan) nikâhtır ki, muhayyer olan,
bu nikâh akdini feshedebilir.
2-) Nikâh-ı Gayri- Nafiz: Sıhhat şartlarını cami olmakla beraber, nikâh
sahibinin veya velisinin iznine bağlı (= icazetine mevkuf) bulunan nikâhtır.
Nikâh-ı Gayr-i Nâfiz'e, Nikâh-ı Mevkuf da denir.
NİKÂH-I FÂSİD:
Sıhhat şartlarını cami olmayan nikâhtır. Şahitsiz aktedilen nikâh gibi...
NİKÂH-I BÂTIL:
Üzerine asla nikâh hükümleri terettüp etmeyen nikâhtır. Başkasının zevcesi ile
bilerek evlenmek gibi...
NİKÂH-I MUVAKKAT: Muayyen bir zaman için veya belirsiz bir müddet ile mukayyed olarak
yapılan nikâhtır.
NİKÂH-I MUT'A:
Müt'â (= muvakkat kazanç) temettü (= kâr, fayda) veya istimta (= faydalanma)
gibi bir tâbir ile, bir müddet için yapılan nikâhtır.
NİKÂH-I SİGAR:
İta" kadının, mehir tesmiye edilmeden (= belirlenmeden), biri diğerine
mukabil olmak üzere, iki erkeğe .tezvic edilmesi demektir. Meselâ: İki erkek,
birbirine, kız kardeşlerini bu şekilde tezvic edecek olurlarsa, bu durumda,
bir nikâh-ı şigâr meydana gelmiş olur.
Aslında şigâr ve şügûr
kelimeleri, lügatte hulüv (= hâlîlik, boşluk) mânâsına gelir. Nitekim, hükümdardan
hâli olan bölgeye veya beldeye belde-i şâgıre denilir.
Böyle bir nikâh da,
mehirden hâlî olduğu için, bu ismi almıştır.
NİKÂH-I FUZÛLÎ:
Asıl, velî, vekil veya elçi olmayan bir şahsın, başkası nâmına yapmış oludğu
nikâhtır.
NİKÂH MECLİSİ:
Nikâh akdi için toplanılan yer.
NİKÂH AHKÂMI:
Nikâhın akdedilmesi üzerine terettüp eden mehir ve nafaka gibi eserler, semereler
demektir.
NİKÂH AKDİ:
Bir kadınla bir erkeğin nikâhı iltizam ve taahhüd etmeleri ve bu husustaki
îcâb ve kabulün birbirlerine rabtedilmesindeıı (bağlanmasından) ibarettir.
Nikâh akdine Nikâh Kıymak
da denir. Akid, aslında lügatte düğmelemek, düzmeyi iliklemek mânâlarına
gelir.
İCÂB—I NİKÂH:
Nikahı vücude getirmek için ilk önce söylenilen sözdür. Nikâh bu sözle sabit
ol' -maya başlamış olur.
KABÛL-İ NİKÂH:
Nikâhı meydana getirmek için, îcâbtan sonra söylenilen sözdür. Nikâh, bu kabul
sözü ile tamamlanmış olur.
Meselâ: Nikâhta erkeğin:
"Seni tezevvöc ettim." demesi îcâb; bundan sonra da, kadının:
"Ben de nefsimi sana tezvic ettim." demesi kabuldür. Bunun aksine
olarak, Önce kadının: "Ben, nefsimi sana tezvic ettim." demesi îcâb
ve erkeğin, kadının bu sözünden sonra: "Bende, seni tezevvüc ettim."
demesi de —yine— kabuldür.
NİSÂB: Zekât
gibi bazı vecibelerle, hadd-i sirkat gibi bazı cezaların vücûbuna alâmet olmak
bazı cezaların vûcubuna alâmet olmak üzere Şâri-î Hakim tarafından nasbedilen
ve bilerlenen muayyen bir miktardır.
Meselâ: Zekâtta iki yüz
dirhem gümüş'ün veya yirmi müskâl altının nisâb olması gibi...
NİSÂB-ISİRKAT:
Hadd-i sirkati (= hırsızlıktan dolayı uygulanacak haddi) icâbettirecek mal
mik-tandır.
Bu miktar, hanefî mezhebine
göre bir dinar veya hâlis gümüşten darbedilmiş on dirhem; yahut kıymeti bu
miktara eşit olan maldır.
NİSEB-İ A'DÂT (= SAYILARIN BİRBİRİ İLE NİSBETÎ): Sayılar arasında mukayese demektir. İki sayı
birbiriyle karşılaşdnldığında, şu dört durumdan biri meydana gelir.
1-) TEMÂSÜL:
İki sayının bir birine eşit (= müsâ-vî) olması hâlidir. 6=6 gibi...
2-) TEDAHÜL:
İki sayıdan, büyük olanının küçük olana kalansız olarak bölünebilmes hâlidir.
Meselâ: 8 ile 4 sayılan arasında tedahül vardır. Çünkü: 8 sayısı, 4 sayışma
kalansız olarak bölünebilir (8:4 = 2)
Keza: 6 ile 3 arasında da
tedahül vardır. (6:2 = 2) 3-) TEVÂFUK: İki sayıdan birinin, diğerine kalansız
olarak bölünmeyip; bu iki sayının, üçüncü bir sayı ile kalansız olarak
bölünebilmeleri hâlidir. Her iki sayıyı da kalansız olarak bölebilen bu üçüncü
sayıya ORTAK BÖLEN (= KÂSIM-I MÜŞTEREK) denir.
Bu iki sayıdan her birinin,
ortak bolüne bölünmesinden meydana gelen sayıya (yani bölüm'e) o sayının
VEFK'i denir.
Meselâ: 9 ve 6 sayılan,
birbirlerine kalansız olarak bölünemez. Ancak, bu sayılardan her ikisi1 de 3 sayısına
kalansız olarak bölünebilir. 9 sayısı 3'e bölününce bölüm 3 olur..6 sayısı 3'e
bölününce ise, bölüm iki olur. Bu durumda 9'un vefk'i 3; 6'nın vekfk'ı ise 2
olmuş olur.
(9:3 = 3) ve (6:3 = 2)
TEBÂYÜN:
İta' sayı arasında bir'den başka ortak bölen bulunmaması halidir. N sselâ; 9
ile 10 veya 6 ile 5 sayılan gibi.... B s sayılar birbirlerine bölünmedikleri
gibi; bunların l'den başka ortak bölenleri (= kâsım-i müşterekleri) de yoktur.
NİŞANLANMA:
Evlenme talebi özerine verilen olumlu cevap, söz ve bunun üzerine yapılan bir
takım merasimler demektir.
NİYYET
Niyyet: Kasd mânâsına gelir
ve kalbin bir şeye azmetmesi, yönelmesi demektir. Şer'an niyyet: Yapilaa bir
vazife ile, Allahu Teâlâ'-ya tâatte bulunmayı ve O'na manen yakınlaşmayı
kas-detmek demektir.
Bir amelin ibâdet
olabilmesi için, böyle bir niyete ihtiyaç vardır.
Meselâ: Biz, namazı sadece
Allahu Teâlâ'nın emrine itaat etmek, O'nun rızâsını kazanmak için kıla-nz. Bu,
namaz hakkında bir niyettir. Yoksa, yalnız başkalarına göstermek veya Öğretmek
yahut bedenen istifâde etmek için namaz seklinde yapılacak davranışlar, bir
ibâdet sayılmaz. Niyete mukârin olan bir taharet (meselâ: Abdest almak,
gusletmek) de bir ibâdettir.
NOKSAN
NOKSAN:
Eksiklik, azalma, azlık; eksik, kusurlu, nakıs gibi anlamlan İfâde eder.
NOKSÂN-I ARZ:
Bİr yere ekin ekilmeden veya bina yapılmadan önce değeri olan kira bedeli ile,
ekin ekildikten yahut bina yapıldıktan sonra alınan kira bedeli arasındaki miktar
demektir.
Meselâ: Bİr tarlanın
ekilmeden önceki kira bedeli yüz bin lira, ekildikten sonraki kira bedeli ise
seksen bin lira olsa; bu durumda noksân-ı arz yirmi bin lira olmuş olur.
Müffâbih olan budur.
Bazı fakryhlere göre ise,
böyle bir tarlanın ekilmeden önce satıldığı takdirde kıymeti ile, ekildikten
sonraki kıymetine bakılır. Bu iki kıymet arasındaki fark ise, noksân-ı arz
olmuş olur.
NOKSÂN-I FAHİŞ:
Bir şeyin dörtte biri ölçüsünde veya daha fazla olan kısmı
NOKSÂN-I YESİR:
Bir şeyin, değerinin dörtte birine ulaşmayan noksanlıktır.
NOKSÂN-I SEMEN:
Tarafsız bir bilirkişinin ih-bâriyle (= haber vermesiyle) mâ'lüm olan (= bilinen)
semen noksanı demektir.
NUSRET:
Yardım, ava ve inayet ve imdada yetişmek demektir.
İNTİŞÂR:
Yardım İstemek anlamında kullanılır.
NÜKÛL:
Vazgeçmek; geri dönmek; caymak; kaçınmak.
NÜSÜK: MENÂSİK
Maddesine batanız.
NÜZUL ANİ'L- VEZÂFİF: VAKIF Maddesine bakınız. [13]
ORUÇ (= SAVM = SİYAM) Oruç: İkinci fecirden itibaren, güneşin batmasına kadar,
yemekten, içmekten ve cinsî yakınlaşmadan nefsi men etmek demektir. Orucun
Arabcast Savm ve siyam'dır. Siyam, savm'in çoğulu olarak da kullanılır.
ORTAK PAYDA: ASL-I MES'ELE Maddesine bakınız.
ORTAK BÖLEN: NİSEB-İ A'DÂT Maddesine bakınız.
ORTA CEMRE: HAC / CEMRELER Maddesine bakınız. [14]
ÖLÜM: MEVT
Maddesine bakınız. M ÖMÜR: Yaşama, yaşayış, hayat.
ÖMR-İ CÂVİD:
Ebedî hayat
ÖMR- TAVÎL:
Uzun ömür.
ÖRF:
ÖRF:
Akılların şahadeti ile şöhrete ermiş olan ve tab'an kabul edilen, herhangi
müstahsen bir şey; âdet gelenek demektir.
ÖRF-İ ÂM:
Vâzin belirli olmayan ve her tarafta veya bazı beldelerde câri bulunan örf
demektir.
ÖRF-İ HÂS:
Bİr meslek müntesiplerine veya bir kavme yahut bir kavme veya bir belde
ahâlisine mahsus olan ÖRF.
ÖRF-İ KAVtî:
Bir cemâatin, bir lafzı belirli bir mânâda kullanmaları demektir ki, o lafzı
işiten kimsenin aklına, başka bir mânâ gelmez. "Sobayı yak"
denilmesinde olduğu gibi...
ÖRF-Î TÂRÎ:
Örf ve âdete hamlolunacak şeyin vukuu sırasında ve ondan önce bulunmayıp,
sonradan hadis olan örf.
ÖREN: Örf ve
âdet üzere.
ÖRFÎ, ÖRFİYYE:
Örfle, âdetle ilgili.
ÖRFÎ İDARE:
—İcâbetüği zaman— sivil idare yerine askerî idare. Sıkı yönetim.
ÖRFİYYÂT:
Örf, âdete, geleneğe bağlı olan şeyler.
ÖZÜR: Bir
kusur veya suçun bağışlanmasını, hoş görülmesini gerektiren sebep. Mazeret.
Suçun bağışlanması. Engel. Kusur. Eksiklik. [15]
PAK: Temiz
PARE: Parça
PAYDA: ASL-I MES'ELE Maddesine batanız.
PERDEDİR:
Perdeci. Büyük bir kimsenin kapısında bekleyip, içeri girecek şahıslara kapı
perdesini açmakla görevli olan.kimse. [16]
RABITA: İkİ
şeyi birbirine bağlayan şey; bağ. Münâsebet; ilgi; alâka. Bağlılık; mensup
olma.
RÂCİL:
(Askerlikte) yaya, piyade demektir. Ganimetlerden hisse almak hususunda, deve,
katır, eşek gibi —düşmanı korkutmayan
ve dehşete düşürmeyen— hayvanlara binmiş bulunanlar da râ-cil (= yaya -=
piyade) sayılırlar.
RADA'
RADA':
Lügatte; Meme emmek demektir.
RAD\ RADAA, İRTİDA' kelimeleri de meme emmek anlamına gelir.
IRDA': Meme
emzirmek demektir.
MÜRADAA ve RIDA'
kelimeleri, iki çocuğun bir memeden süt emmesi anlamına gelir. Bu durumda, emen
çocuklardan her biri, diğerini RÂDİ-İ olmuş olur.
Istılahta RADA': En az
dokuz yaşında bulunan veya daha yaşlı olan bir kadının sütünün, belirli vaktinde,
bir çocuğun midesine girmesi demektir.
RADÎ': Süt
emen çocuk ve bir memeden süt emen çocuklardan her biri anlamlarına kullanılır.
Bu anlamda RÂDİ' ve
MÜRTEDİ' kelimeleri de kullanılmaktadır.
RÂHİLE:
Erkek olsun, dişi olsun, binek hayvanı
olarak kullanılan deve
demektir. RâhOe kelimesi, —mutlak olarak— binek hayvanı anlamında da
kullanılır.
RAHİP: Hıristiyanlar
arasında âbid ve zâhid kimse demektir.
Rehb: Korku, haşyet
anlamına gelir. Rahibin çoğulu: REHÂBİB'tir.
RAKABE: Köle
ve câriye demektir.
RİKAB, RAKABÂT ve RUKÛB
kelimeleri RAKABE kelimesinin çoğuludur. Yani bu kelimelerden her biri
köleler, cariyeler anlamına gelir.
RAKABE kelimesi aslında
boyun ve boyun kökü anlamındadır. Esirlerin boyunlarına kement takılmasından
dolayı, köle ve cariyeye kinaye olarak bu isim verilmiştir.
Bununla beraber, her şeyin
aslına zâtına da RAKABE denilmesi yaygındır. Rakabe-i Vakf gibi...
FEKK-İ RAKABE:
Köle veya cariyeyi azâd etmek; memlûkün boynundaki esaret halkasını çözüp,
serbest bırakmak demektir.
RAKABE ETMEK: VAKIF Maddesine batanız.
RAVZA-İ MVTAHHARA: Mescid-i Nebî'nin Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin Kabr-i Seadetle-ri
ile Minber-i Şerif arasında kalan kısmıdır. Burası, 10 metre genişliğinde ve 20
metre uzunluğunda (yani 200 metrekarelik) pek mübarek bir yerdir.
Fahr-i Âlem (S.A.V.)
Efendimiz biriıadîs-i şeriflerde şöyle buyurmuşlardır:
—"Evimle minberim
arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir:"
Halk arasında, Resûl-i
Ekrem (S.A.V.) Efendimizin Kabr-i Seâdetlerine de RAVZA-İ MÜTAHHA-RE denilmektedir.
Sahih-i Buhârî Muhtasan
Tecrîd-i Sarîh Terce-mesi; elit: 4; sayfa: 268; Hadis No: 607
RAYB: Şek,
şüphe ve hacet anlamlarına gelir.
RÜYÛB:
Reybler demektir.
RIBE: Şek ve
töhmet anlamında kullanılır.
RAYBÜ'L-MENÛN:
Dünya hâdiseleri demektir.
REYB—Ü GÜMÂN:
Şüphe ve zan demektir.
BİLÂ REYB:
Şüphesiz demektir.
RAZH:
Savaşta hizmetleri görülen kadınlarla, çocuklara, kölelere ve zımnîlere
ganimet mallarından verilen bir miktar mal demektir.
Razh'ın miktarı fiilen
savaşanlara verilen hisselerdan az olur.
Razh'ın miktarını belirleme
yetkisi veliyyü'1-emre aittir.
RAZH kelimesi, lügatte; Az
bir şey vermek ve az bir miktarda verilen şey anlamlarını ifâde eder.
Kendileri mükâtil ve
mücâhidlerden sayılmadıkla-n hâlde, savaşta bazı hizmetleri görüldüğü için
ga-nîmet mallarından razh namı ile mal alan kimselere EHLİ RAZH denir.
REBBÜ'L-HAZANE:
Hizâne hakkına mâlik bulunan kimse demektir.
Buna HÂZİN,
HÂZİNE, MEN LEHÜ'L-HAZENE de denir.
MAZÛN, MAHZÛNE:
Hızâneye tâbi çocuk demektir.
RECM:
Lügatte: Kati, şetm, tard, terk, bühtan, tel'in, efrîn, sadık ve nedîm
mânâlarına gelir. Atılaniaşa da RECM denir.
RÜCÛM:
Recm'in çoğuludur. Istılahta RECM: Muhsan olan zânî ile muhsana bulunan
zâniyeyi vech-i mahsus üzere taşlayarak öldürmek demektir.
RED
RED: Ashâb-ı
ferâiz hisselerini aldıktan sonra, te-rikeden kalan kısmı (= bakîyi), nisbî
senim sahiplerinin sehimleri nisbetinde, kendilerine dağıtmak demektir.
REDDİYYE:
Hisselerin (= payların) toplamınm, mahreçten (= ortak paydan) eksik çıktığı
miras mes'-elesidir.
REHN-tügâne:
Sabit, dâim ve payidar anlamına gelen bu kelime, aynı zamanda herhangi bir sebepten
dolayı, bir şeyi mahbus ve mevkuf kılmak anlamını da ifâde eder.
Fıkıh ıstılahında REHN: Bir
malı; kendisinden tamamen veya kısmen istifa edilmesi (= alınması,
öde-tihnesi) mümkün olan mâlîbir hak mukabilinde, o hak sahibinin veya bir
başka şahsın elinde, rızâ ile mahbûs ve mevkuf kılmak demektir.
MERHUN: Bir
başkasının elinde mahbüs ve mevkuf bırakılan yani rehin verilen mal demektir.
REHİN kelimesi, MERHÛN anlamında da
kullanılır.
Rehin'in çoğulu: RÜHÛN ve
RİHAN gelir.
REHİN = REHİNE:
Bir şeyi rehin etmek, rehin bırakmak mânâsına gelir; yani bu kelimeler MERHÛN
mânâsında da kullanılır.
REHÎNE'nin çoğulu
REHÂYİN'dir.
IRHÂN: Rehin
bırakmak anlamında kullanılır.
RÂHİN: Rehin
veren; yani: Hakîkaten veya hükmen medyun (= borçlu) olup; —bunun karşılığında,
bir şeyi— rehin bırakan kimse demektir.
MÜRTEHİN:
Hak sahibi saatiyle rehin alan kimse demektir.
MÜRTEHEN:
Bir şey mukabilinde rehin olarak ahkonan şey anlamındadır.
İRTİHÂN: Bir
hakkın istifasını (= geri alınmasını) temin için, rehin almak demektir.
REHN-İ SAHİH:
Sıhhat şartlarım cami olan; diğer bir deyişle: Asıl ve vasıf itibariyle sahih
bulunan rehin akdi demektir.
REHN-İ FÂSİD:
Asıl itibariyle sahih olup, vasıf İtibariyle sahih olmayan, yani: Aslında
mün'akid olduğu hâlde, bazı haricî vasıfları itibariyle gayr-i meşru . bulunan
rehindir.
Müşa'ı (= hisseleri
ayrılmamış, ortak bir malı) veya meşgul bir şeyi rehin vermek gibi...
REHN-İ BÂTIL:
Aslen sahih olmayan rehindir. Mal olmayan bir şeyi rehin vermek ve binefsihî
maz* mun (= ödenmesi gerekli) olmayan bir şey mukabilinde rehin almak gibi...
TERHİN: Bir
mali, bir hak karşılığında rehin vermek, mahpus bulundurmak demektir.
FEKK-İ REHN;
Rehn izâle etmek (= ortadan kaldırmak); borcu ödeyip, merhûnu rehiniyetten
tahlîs etmek (= kurtarmak); rehni çözmek demektir.
FÜKÛK: Rehni
kurtarmak anlamındadır.
İFTİKÂK da:
Rehni kurtarmak anlamına gelir.
REHAVET;
Tembellik, gevşeklik, pörsüklük, ihmalkârlık
REDİ':
Kendisi için süt anne tutulan çocuk demektir. Rıdaâ Maddesine de bakınız.
Rek'at: Namazın
bölümlerinden her biri demektir. Bir namazda, birbirini takip eden kıyam, rükû
ye iki secdeden meydana gelen bölüme rek'ât denir.
REMY-İ CİMÂR: (= ŞEYTAN TAŞLAMAK): Mina'da, Cemre adı verilen taş kümelerine ufacık
taşlar atmak demektir.
Hac sırasında, bayram
günlerinde, Mina'da, Akabe Cemresi, Orta Cemre ve Küçük Cemre adı verlilen üç
Cemreye usûlüne göre taş atmak vaciptir.
CEMRE
MaddesİRe de bakınız.
REMEL: (Hac'da)
erkeklerin, tavafın ilk üç şav-, tında, kısa adımlarla koşarak ve omuzlan
silkerek, çalımlı ve sür'atli bir şekilde yürümektir.
Kendisinden sonra sa'y
yapılacak olan tavaflarda remel yapmak sünnettir.
Sonunda sa'y yapılmayacak
olan tavaflarda remel yapmak gerekmez.
RE'SÜ'L-MÂL:
Sermaye. Bir ticaret veya bir şirket için kullanılan asıl mal demektir.
RE'SÜ'L-MÂL:
Ana para, sermâye kapital.
MAL: MAL
Maddesine de bakınız.
RIK:
Lügatte: Kulluk (= ubudiyet) anlamına gelir. Istılahta RIK: Varlığı ile insanı
temellüke (= mülk
olmaya) mahal kılan hükmî
bir vasıftır, Diğer bir tarife göre RIK: Esir edilen harbî hakkında sabit olan
manevî bir sıfattır ki, o esir, bu yüzden hürriyetini kaybetmiş olur.
RAKİK: Köle,
câriye demektir.
Bu kelime bir köle ve
câriye için kullanıldığı gibi, birden çok köle veya câriye için de
kullanılabilir.
ERİKKÂ:
Rakikler demektir.
Esir olan kimselere
düştükleri zaraf ve rikkatten dolayı RAKK denilmiştir. Dâr-ı harbten alınan
esirler, rakik sayılmakla birlikte; bunlar dâr-i islâma getirilip, el altına
alınmadıkça memlûkiyet (= sölelik) sıfatı ile sıfatlanmış olmazlar. Görüldüğü
gibi, bu esirlerde nk, memlûkiyyetten ayrılmış oluyor.
RÎBÂ;
Lügatte: Fazlalık, ziyâde dernektir. Istılahta RÎBÂ: Veznî veya keylî (=
tartılan veya Ölçekle ölçülen) bîr malı, aynı cinsten ve daha fazla miktardaki
bir mal ile, —bu fazlalığın bir karşılığı olmaksızın— değişmek demektir. Veya
RİBA: Cinsleri muhtelif (= ayrı ayrı) olduğu hâlde, veznî, keylî, zira'î veya
adedî olma yönünden aynı olan İki şeyden birini, diğeri karşılığında veresiye
olarak değişmektir. Meselâ: On cumhuriyet altını, on bir cumhuriyet altım ile
değiştirilse; fazla olan bir altın, —bir ivaz mukabilinde olmadığından— riba
(= faiz) o'»r. Riba'iki kısımdır:
1-) RİBÂ-İ FAZL: Mevzûnat ve mekîlat (= Terazi ile tartılan ve ölçekle ölçülen)
cinslerinden olan şeyleri, kendi cinsleriyle, peşin olarak, biri fazla olmak
üzere değişmek demektir. Meselâ: On gram gümüşü, On bir gram gümüş ile,. derhal
değişmek gibi..
2-) RİBÂ-İ NESÎ-E: Bir cinsten olan iki şeyden birini, diğeri kadılığında veresiye
olarak satmak veya başka başka cinslerden oldukları hâlde veznî, keylî, zira'î
veya adedî olmak hususunda aynı sınıfta bulunan iki şeyden birini, diğeri
karşılığında veresiye olarak değişmektir İd, bu durumda bu şeylerin miktarları
eşit olsa bile, bu değişim (ahş-veriş) yine de caiz olmaz.
EMVÂL-İ RİBEVİYE: Kendisinde ribâ câri olan mallar demektir. Arpa, buğday ve nakidler
gibi...
RIBAT:
Serhadde (= hudud boyunda) düşmanın hücum etme ihtimali bulunan bir yerde,
sadece İslâm yurdunu muhafaza ve müdâfaa (= koruma ve savunma) maksadiyle
ikâmet etmek mânâsım ifade eden bir tâbirdir.
Aslında RİBAT: Müdâvemet (= devamlılık, bir işte devamlı çalışmak)
demektir.
RİBAT:
Herhangi bir şeyi iyice bağlamak için kullanılan ip, bağ ve at sürüsü
anlamlarında da kullanılır.
RİBÂTÜ'L-HAYL:
Hudutta bağlı bulunan süvari atlan anlamına gelir.
İmâret-hânelere, tekkelere
ve kervansaraylara da RİBAT denilmektedir.
İslâmı kuvvetlendirmek ve
müslümanlan düşmanların şerrinden korumak maksadiyle, serhatte ikâmet' etme
hâline MÜRÂBITA denilir.
MÜRABIİÎN:
İslâmı kuvvetlendirmek ve müslümanlan düşmanların şerrinden korumak için, devamlı olarak
hudutta ikâmet eden mücâhidler demektir.
RİBH: Faİde
ve kâr anlamlarına gelir. Meselâ; Bin liraya alınan bir mal, bin yüz liraya satılsa;
bu yüz lira bir RİBH olmuş bulunur.
ERBÂH:
Ribh'in çoğuludur.
İBRAH ise:
Bir maldan kâr temin etmek demektir.
RİDÂ: Belden
yukarıya örtülen, havlu veya benzeri şeylerden yapılan örtü. (Hıramın üst
kısmı).
RİDDET:
İslâm Dini«Jen dör>mek; küfre düşmek demektir.
İtidâd: Maddesine de
bakınız.
RİKAZ:
Lügatte: Tesbit mânâsına gelen rekz kökünden gelen ve merküz(= rekzolunmuş,
dikilmiş, saplanmış) anlamına kullanılan bir kelimedir. Istılahta RHCAZ: Yer
altında tabiî olarak bulunan mâdenler ve defineler demektir.
RİSÂLET
RİSÂLET:
Sefaret; elçilik; bir kimsenin, tasarrufta mezuniyet ve dahli olmaksızın, bir
şahsın sözünü, başkasına tebliğ etmesidir.
RESUL: E'çi.
Peygamber.
RISALET: Bir
şahsı, bir görevle, bîr yere göndermek. Elçilik. Peygamberlik.
MÜRS1L:
(Elçi) gönderen, yollayan.
MÜRSELÜN İLEYH:
Kendisine (elçi) gönderilmiş olan ve söz kendisine tebliğ olunan kimse demektir.
MÜRSEL:
Gönderilmiş, yollanmış (elçi); Peygamber.
RİVAYET: Bir
sözü veya bir olayı başkasına nakletmek demektir.
"Filan şöyle
dedi." veya".... demiş." yahut, "Şöyle bir vak'a
oldu." veya "... olmuş." tâbirleri birer rivayettir.
RAVI: Bir
sözü veya bir olayı rivayet eden şahıs demektir.
RÜVAT:
Râvî'nin çoğuludur; yânî râvîler demektir.
Nâkil de, râvî
anlamındadır. Hadîs ıstılahında RÂVÎ: Bir hadîs-i şerifi, senetlerini zikrederek
nakleden kimse demektir.
RUHSAT:
Kulların özürlerinden dolayı, kendilerine bir suhulet (= kolaylık) ve müsaade
olmak üzere, ikinci derecede meşru kılınan bir şeydir. Meselâ: Sefer (=
yolculuk) hâlinde ramazan-ı şerif orucunun tutulmaması gibi...
Meydana gelen bir ikrah (=
zor kullanma, tehdit, baskı) neticesinde, bir başkasının malını itlaf da bu
kabildendir ve bu durumda, bu itlaf hakkında şer'î bir ruhsat bulunmuş olur.
Bîr hâdisede azimet ile ruhsat bir araya gelince, azimet yolunu İltizam etmek,
bir takva nişanesi sayılır.
Rükû: (Lügatte) eğilmek
demektir.
Istılahta rükû: Namaz kılan
bir kimsenin, kırâaten sona eğilerek, başı ile arkasını düz bir vaziyete getirmesidir.
RÜKN-İ HÂCER-İ ESVED: KA'BE / KA'BE-NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
RÜKN-IIRÂKÎ: KA'BE / KA'BENİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
RÜKN-İ ŞÂMÎ: KA'BE / KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
RÜKÜN: Bir
şeyin en sağlam tarafı, temel direği, ayakta durmasını sağlayan dayanağı
anlamına gelir. Başka bir tarif ile RÜKÜN:
Bir şeyin mâhiyetini teşkil ve takvim (= tertip, tanzim) eden herhangi bir
şeydir.
Rükün, bazen basit, bazen
de mürekkep olur.
Meselâ: Bey' (= satış)
akdinin rüknü, îcâb ve kabûl'dür. Bunlar bulunmayınca, bey' (= saüş işlemi) de
bulunmaz.
Rükiin'ler iki kısma
ayrılır:
1-) RÜKNÜ ASLÎ:
Kendisi bulunmayınca diğer bir şey ve hüküm muteber olmayan rükündür.
Meselâ: İmânda, kalb ile
tasdik, aslî bir rükündür.
Bu kalbi tasdik
bulunmayınca îmân da bulunmaz.
2-) RÜKNÜ ZÂİD:
Kendisinin bulunmamasından
dolayı, bir şeyin veya bir hükmün
gayr-i muteber olması lâzım gelmeyen rükündür.
Meselâ: îmânda, dil ile
ikrar bir zâid rükündür ve bunun bulunmamasından dolayı, îmânın bulunmaması
RÜKN-İ YEMÂNÎ: KA'BE / KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
RÜŞD: Din ve
dünya salâhı; dine ve dünyaya zarar verip vermiyecek şeyleri bilmek; doğru
yolu bulup gitmek; doğru yolda gitmek anlamlannı İfâde eder.
Hakka ve Kur'ân'a da RÜŞD
denir.
REŞED: Hayır,
rahmet ve hidâyet demektir.
REŞÂD:
Kuvvetli akıl sahibi olmak demektir.
REŞÎD:
Malını korumak hususunda lekayyüd ederek sefahatten ve israftan kaçman kimse
anlamına gelir.
İşlerim güzelce idare
etmeye gücü yeten ve bulûğa ermiş kimseye de REŞID denilir.
RÂŞİD:
Akıllı, doğru yola giden; hak yol üzere bulunan kimse demektir.
RÂŞİDÎN:
Râşid kelimesinin çoğuludur. Yâni: Akıllılar; doğru yolu bulunlar; hak yolunu
tutmuş olanlar demektir.
HÜLEFÂ-İ RÂŞİDÎN: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin, ilk dört halifesi demektir.
RÜŞVET
RÜŞVET:
Lügatte: Bir şahsa yaptığı bir iş karşılığında verilen ücret; ayak kirası demektir.
Örf de RÜŞVET: Bir hacete ve bir maksada, bir ustalık suretiyle kavuşmak için
verilen mal veya yapılan herhangi bir muamele demektir. Rüşvet, reşâ
kelimesinden türetilmiştir. Reşa ise: Kendisi ile kuyudan su çıkanlan ip
demektir. Rüşvet de, bir maksadın meydana gelmesine sebep olduğu için bu adı
almıştır.
Rüşvet, bir hakkı ibtâle
veya bir bâtılı terviç veya teşmiyete âlet olduğu için haramdır. Ve rüşvet, en
büük günâhlardan sayılmıştır.
Rüşvet fiilini irtikap
edenler lanetlenmiştir. Nitekim, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur: —"Bir hüküm hususunda, rüşvet verene de, rüşvet alana da
Allahu Teâlâ lanet etsin." Fakat, bir hakka kavuşmak veya bir zulmü
defetmek için verilen rüşvet; bunu vermeye mecbur kalan hak sahibi için bir
rüşvet-i menhiyye sayılmaz. Bunun mes'ûliyeti, bu rüşveti haksız yere alan
şahsa râcîdir,
REŞV: Rüşvet
demektir.
RÂŞÎ: Rüşvet
veren.
MÜRTEŞÎ:
Rüşvet alan.
MÜSTERŞÎ:
Rüşvet isteyen.
İRTİŞA:
Rüşvet almak.
İSTİRŞÂ:
Rüşvet istemek
MÜRÂŞAT: Bir
şahsa, -serini def için- biraz mal vermek.
MÜRÂŞAT:
Müsâade ve müsamaha anlamlannı da İfâde eder.
MUSÂNAA:
Rüşvet anlamında kullanılan bir kelimedir.
'MİNHATİtr-HÜKKÂM: Hâkimlere verlıen bir kısım hadiyeler demektir ki, bunlar da maksada
bir nevi tasannu (= kurnazlık) yoluyla kavuşmaya sebep olduğundan rüşvet
hükmündedir. [17]
SADAKA:
SADAKA:
Sevap yani Allahu Teâlâ'nın rızâsına nail olmak içni, fakirlere —hîbe olarak—
verilen mal demektir. SADAKA: Zekât
anlamına da gelir.
SADAKAT:
Sadakalar demektir.
MÜTESÂDDIK:
Sadaka veren şahıs.
MÜTESADDIKÜN ALEYH: Kendisine sadaka verilen yani sadakayı alan, kabul eden şahıs
demektir.
SADAKA-İ MEVKÛFE: Bir vakfi inşâ için (kurmak, tesis etmek için) kullanılan sarih
lafızlardan (açık sözlerden) biridir.
Bir şeyi vakfettiğini
bildirmek için: "Vakfettim.", Hapseyledim.'' denilebileceği
gibi,".... Sadaka-i mevkûfe kıldım." da denilebilir. Ve bu sözle de
vakıf inşa edilmiş olur.
Şu lafızlar da, SADAKA-İ
MEVKÛFE anlamında kullanılmaktadır:
SADAKA-İ MAHBUSE, SADAKA-İ MUHARREME, SADAKA-İ MUHBE-SE,
SADAKA-İ MÜEBBEDE.
SADAKA-İ FİT1K:
Ramazan ayımn sonuna yetişen ve havâic-i asliyesinden başka, en az nisap miktarı
bir mala mâlik olan her müsJüman için verilmesi vacip olan Özel bir sadakadır.
Sadaka-i fitre, sadece
FITRA da denilir ki, fıtrat sadakası yani AHah nzası için verilen yaratılış
atiyye-si anlamına gelir. Sadaka-i fıtır; buğday, buğday unu, arpa, arpa unu,
kuru üzüm ve hurma gibi
yiyecek miktarlarından belirli miktarda verilir. Bunların asılları
verilebileceği gibi, rayice göre, bedelleri de verilebilir.
SARİH:
Hakikat olsun, mecaz olsun, kendisinden ne kasdedildiği açıkça anlaşılan lafız
(= söz) demektir.
Meselâ: "Şu malı satın
aldım." ve "Şu eve ayak basmam." sözleri gibi...
İSAFA veMERVE: Mescid-i
Haram'ın doğusunda ve yaklaşık olarak birbirlerine 350 metre mesafede bulunan
iki tepedir ki, güneyde olan tepenin adı SAFA, kuzeydeki tepenin adı ise
MERVE'dir. SA'Y, bu iki tepeciğin arasında yapılır.
SAĞÎR: Sabî, yani: Henüz,
bülug çağma ermemiş olan çocuk demektir. Sağır:
1-) Sagİr-i Mümeyyiz.
2-) Sağîr-i
Gayr-i Mümeyyiz; olmak üzere iki kısma ayrılır:
SAĞÎR-İ MÜMEYYİZ: Alış-verişi anlayan, yani: Satmanın, satılan şeydeki mülkiyet hakkını
ortadan kaldırdığını; bir şeyi satın almanın da mülkiyeti calip olduğunu bilen
ve —yüzde elli aldanmak gibi— gabn-i fahiş olduğu açık ve herkesçe bilinen bir
gabni, gabn-i yesîrden ayırabilen çocuk demektir.
SAĞÎR-İ GAYR-İ MÜMEYYİZ: Satmanın, mülkiyeti ortadan kaldırdığını, satın
almanın da mülkiyeti celbettiğini bilmeyen ve gabn-i fahişi, gabn-i yesîrden
ayırmaya kadir olmayan çocuk demektir.
SAHİBİ-İLEBEN:
Bir kadının; sütünün, kendisinin mukârenetinden dolayı meydana gelmiş bulunduğu
kocası demektir.
SÂHİB-İ MÂİDE:
Evindeki yiyeceğinden, kendisinden nafaka almaya hak sahibi olan kimselerin, kâfi
miktarda alıp yemeleri mümkün olan kimse demektir.
SÂHİBÜ'L-MEKÂSİM: Ganimet mallarını, mü-câhidler arasında dağıtmakla görevlendirilen
kimse dönektir.
Sâhibü'l-Mekâsim tabiri
kassânn ganâim anlamında kullanılmaktadır.
SÂHİB-İ MENEA: MENEA Maddesine bakınız.
SAHİB-İ TAHRÎC:
Tahric Maddesine bakınız.
SAHİH:
Şartlarını, rükünlerini, vasıflarını tamamen cami olan herhangi bir fiildir.
Bir fiilin bu vasıflan cani
olması hâline de SIHHAT denilir.
Meselâ: Mükellef bir
kimsenin kendi malını, usûlü dâiresinde birisine satması, sahih bir bey' (=
satış) muâmelesidir.
Bu şekilde şartlarını ve
rükünlerini cami olan bir akde de AKDİ-İ SAHİH denir
SÂÎ: Mevâşî
denilen hayvanların vergilerim, bulundukları yerlerde toplamak üzere tâyin
edilen beytü'1-mâl memurudur. Bu memur, köylerde ve kabileler arasında
dolaşarak, bu mevâşî sadakasını toplarlar.
SAİBUN: Arap
ırkına mensup, ehl-i kitaptan ve-, ya puta tapanlardan bir taifedir.
SAİBİ: Bir
dinden, diğer bir dine dönen her bir şahıs demektir. SABİÛN: Sâibî'nin çoğuludur.
SAİL:
Müddeî, Muallil Maddesine bakınız.
SAKK: Şer'î
mahkemeden verilen îlâm; berat. Hâkimin da'vâ edilen muameleye, hâdiseye ve bu
husustaki hükmüne dâir tanzim etmiş bulunduğu vesîka SAKK'm çoğulu SÜKÛK'tur.
SAIÂH:
SALAH:
Doğruluk, iyilik, düzgünlük, banş, dine olan bağlılık demektir. Yani salah,
fesadın zıddidır.
SALİH:
Nefsinde müstakimü'1-hâl olan kimse yani dinin emrettiği şeyleri yapıp
yasakladığı işlerden kaçman kimse demektir.
Diğer bir tarife göre,
sâlih: Hukukullah ve hukuk-i ibâdı {= kulların haklarını) yerine getiren kimse
demektir.
İSALÂT = NAMAZ
Salât: Namaz demektir.
Salât: (Lügatte) duâ mânâsına gelir. Istılata salât: Namaz dediğimiz —ve
mâhiyetini bildiğimiz— mübarek ibâdet, erkan ve ezkâr demektir.
Namaz kılan kimseye musallî
denir. Salât'ın çoğulu salavât (= namazlar)'dır. Salavât, —ayrıca— Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz'-in adı anılınca, getirdiğimiz: "Allahümme salli ve
selim alâ seyyidinâ Muhâmmed'in ve âlâ âli seyyi-dinâ Muhammed (= Allahun!
Efendimiz Hazreti Mu-hammed'e ve Efendimiz Muhâmmed'in âline salât ve selâm
buyur." şeklinde ettiğimiz dua mânâsına da gelir.
Musalla kelimesi de, namaz
kılınan yer anlamına kullanılmaktadır.
SA T; Hac
esnasında, SAFA Ue MERVE tepeleri arasında gidip-gelmek demektir. Sa'y,
Safa'dan Merve'ye 4 gidiş; Merve'den Safâ'-ya 3 dönüş olmak üzere, 7 şavt'tan
ibarettir. Bütüntavaflardan sonra sa'y yapmak gerekmez. Hac ve umre için sadece
birer sa'y yapılır.
SA'Y'DE ŞAVT: ŞAVT Maddesine bakınız.
SAYD: Av, av
avlamak, avcılık etmek mânâlarına gelir.
ISTİYAD:
Avcılık etmek demektir.
SAYYÂD: Avcı
demektir.
SAYD:
AvuAvlanmak; av avlamak.
ISTİYAD:
Avcılık etmek.
SAYILARIN BİRBİRİ İLE NİSBETİ: NİSEB-İ A'DÂT Maddesine bakınız.
SEBEB:
Lügatte: Bir gayeye ulaştıran yol, vası-- ta, urgan ve kapı anlamlarına gelir.
Istılahta SEBEB: Bir hükme
mevzu ve müessir olmadığı hâlde, mücerred bir yol teşkil eden şeydir. Meselâ:
Bir hırsıza yol gösteren kimse, onun hırsızlığına sebep olmuş olur.
SEBK: Resmî
bir vesikanın, meselâ: Bir Mâmın, belirli usûl dâiresinde tanzim edilmesi,
yazılması demektir. İbarenin tarz ve tertibi.
SEBY = SİBA:
Esir alma anlamındadır. Bu kelimeler —Mesbiy gibi— esir alınan şahıs mâilâsına
da gelir.
Bu kelime, genellikle,
harbîlerin esir alınan çoluk-çocuklan için kullanılır. Ve tekili ile çoğulu
aynıdır.
SEBİY: Bu
kelime esir anlamına gelir.
Savaş sırasında,
düşmanların içinden diri olarak elde edilen, herhangi bir kadın veya çocuk
mânâsında da kullanılır. Sebiy kelimesinin çoğulu SEBÂYÂ (= esirier)'dir.
SECDE
Secde: Namaz kılarken
eğilerek yüzün belli bir miktarını Allahu Teâlâ'ya ta'zim için yere koymaktır.
Secdeteyn: Birbiri ardınca
yapılan iki secde demektir.
Sücûd ise, secdeler
mânâsına geldiği gibi, secde etmek mânâsına da gelir.
Sâcid de, secde eden şahıs
demektir.
SEFİH:
Malını boş ve faydasız yere harcayan ve masraflarından israf edip,
saçıp-savurarak, mülklerini itlaf ve izâa (= telef ve zayi) eden kimse demektir.
SEFEH ve SEFÂHET de, sefih
olma hâli anlamına gelir.
Ebleh ve sade dil olması
sebebiyle kazanç yolunu bilmeyen ve alış-verişlerinde aldanan kimse de SEFİH
sayılır.
Malını şer uğrunda
saçıp-savuran bir kimse hacr edileceği gibi, bütün mallarını hayra sarf edip
fakir düşüp ve eli boş kalacak olan kimse de hare edilebilir.
Hacr Maddesine de bakınız.
SEHİM
SEHİM:
Lügatte: Hisse demektir.
Mîras ıstılahında SEHİM: Varislerden her birinin,
terkedenolmayahak sahibi oldukları,—nısıf (= 1/2), sülüs (= l/3),jrubu* (= 1/4)
gibi,— miktarı muayyen olan mal demektir.
SİHAM: Sehimler demektir.
SİHAM-I MEFRÛZA: Miktarlan, -sarih veya gayr-i sarih bir şekilde— nas ile tâyin edUmiş
olan hisseler demektir.
SEKER;
Pişirilmediği hâlde, kendi kendine galeyan eden ve kaynayıp iştidad ederek
müsbir (= sarhoşluk verici) hâle gelen yaş (= taze) hurma suyu demektir.
SEKRAN:
Müskirattan (= sarhoşluk verici şeylerden) birini kullanarak sarhoş olmuş
bulunan kimse demektir.
SEKR:
Kullanılan bir müskirin (= sarhoş edici şeyin) dimağa ulaşan tesiri ile
meydana gelen özel bir hâldir. Dilimizde bu hale SARHOŞLUK denilmektedir.
SELEB: Bir
kimsenin üzerinde bulunan elbisesi, silâhı, parası ve bİnilİ bulunduğu olduğu
hayvanı ile bu hayvanın üzerinde ki eşyasıdır. Başka hayvanı ile onun
üzerindeki mallan selebten sayılmaz. Seleb, meslub anlamında kullanılır. Çoğulu
ise ES-LÂB'tır.
SEMEN
SEMEN: Paha,
kıymet, değer, tutar. Bir şeyin bedeli, pahası anlamına gelir.
Semen'in zimmete taalluku
sahih olur. Meselâ; Bir kimse, bir kitabı üç bin liraya satın alsa, bu üç bin
lira, o kitabın semeni olur. Ve bu para, hemen verilmezse, zimmete taalluk
etmiş bir borç olur.
SEMEN-İ HÂL:
Peşin olan semen, kıymet.
SEMEN-İ MİSL:
Bir şeyin hakiki kimetinin bilir kişi tarafından tâyin edilmesi.
SEMEN-İ MÜSEMMÂ: Bir şeyi satan şahısla, satın alan şahsın, alış-veriş akdi şuasında
tâyin ve tesmiye etmiş oldukları paha, kıymet demektir ki, bu satılan malın
gerçek kıymetine eşit olabileceği gibi, ondan fazla veya noksan da olabilir.
SEMEN-İ RÂYİC:
Geçen, yürürlükte olan değer; sürümü olan kıymet demektir.
MÜSEMMEN:
Semen mukabilinde satılmış olan veya semeni tâyin edilmiş, bedeli belirlenmiş
bulunan şey demektir.
SENED:
SENED:
Lügatte: Mutemed; melce'; penâh, dayanılacak şey; belge anlamlarına gelir.
Istılahta SENED: Hüccet ve burhan mânâlarına gelir. Dâvâcı, bu hüccet ve
burhana dayandığı için, buna sened denilmiştir.
SENEDÂT:
Senetler demektir.
SENED-İ ÂDİ:
Adî senet,; tasdik edilmemiş senet.
SENED-İ BAHRÎ:
Bir geminin kime ait olduğunu bildiren senet.
SENED-İ HÂKÂNÎ:
Tapu senedi.
SENED-İ MÜSBİT:
İsbat edici senet.
SENED—İ RESMÎ:
Resmî senet; resmen kabul edilmiş senet.
Hadîs ıstılahında
SENET:
Birhadîs-i şerifi rivayet eden şahısların hey'et-i mecmuasıdır.
İSNAT: Bir
hadîsin râvîlerinin isimlerini zikrederek rivayet etmek demektir.
İki senedi (yani: İki
terîki, iki râvSer silsilesi bulunan bîr hadîsin, bu iki senedinden hangisinin
ricali daha az ise, o SENED-İ ÂLÎ, diğeri de SENED-İ NAZİL adım alır.
Meselâ: Bir hadîs-i
şerifin, bir senedindeki râvîler, Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'e kadar üç, diğer
senetteki râvîler de dört zat olsa; birinci senet ALÎ olur. Ve onunla yapılan
isnada da ISNAD—I ÂLÎ denir. Diğeri de sened-i nazil ve isnâd-i nazil olmuş
bulunur. Sened-i âlimin ricali sika kişiler olunca, kıymet-i büyük ve müreccah
olur. Çünkü râvîlerin adedi aza-îınca sevih ve nisyân (= unutma ve yanılma)
ihtimâli de azalır; hadîs-i şerifin kuvveti artar. Bundan dolayı muhaddisler,
âlî senetleri araştırmış, buna pek büyük ehemmiyet vermişlerdir. İmâm Mâlik ve
İmâm Buharî gibi tabiîn devrinde yaşamış zâtların rivayet ettikleri hadislerin
senetleri, onlardan sonraki muhad-dislerin rivayet ettikleri hadîslerin
senetlerinden daha âlî olduğundan kıymetleri de o nisbette büyük bulunmuştur.
SERİYYE:
Sayılan dört ilâ dört yüz arasında olan askerden meydana gelen müfreze
demektir.
SERAYA: Seriyye'nin
çoğuludur; yani seriyyeler demektir.
SERİYYE lafzı; ya geceleyin
yürümek demek olan SERA'dan veya nefis şey anlamındaki SERİY'den
yahut da müatehab mânâsina
gelen İSTİRÂ kelimesinden alınmıştır.
SEVM: Talep
etmek, istemek demektir.
SEVM-İ ŞIRA:
Bir kimsenin, bir malı satlığa çıkarması, arzetmesi ve satılacağı fiatı tâyin
eylemesi demektir.
Buna SEVMÜ'L-BÂYİ de denir.
SEVMÜ'L-MÜŞTERİ: Bir malı, şu kadar fiatla satın almak istemek demektir. Sevm-i Şira
tâbiri bu mânâda da kullanılır.
SEVM-İ NAZAR:
Satın alınması istenilen bir malı görmek veya bir başkasına göstermek üzere,
satın alacak olan kimsenin, satacak şahıstan istemesi demektir.
MÜSAVİM Bİ'Ş-ŞİRÂ: Bir malı görerek almak talebinde bulunan kimse demektir.
MÜSAVİM Bİ'N-NAZAR: Bir mala bakma talebinde bulunan kimse demektir. Bu gibi kimseler için
bayi ve müşteri tabirinin kullanılması mecazdır.
M SEVMEA:
Hıristiyan rahiplerinin insanlardan ayrılıp, inzivaya çekilmeleri için tesis
edilmiş olan hücrelerdir.
SEVÂMÎ:
Sevmealar demektir. Bunlar hakkında da, klişelerle ilgili hükümler câridir.
SEYYİB:
Kadın görmüş yani evlenmiş bulunan erkek demektir.
SEYYİBE:
Erkek görmüş yani evlenmiş kadın demektir.
SDHR:
Zevcenin ( bir kimsenin kamının) anası, babası gibi mahrem olan bütün zî-rahim
akrabalandır. SfflR'm çoğulu ASHÂR'dır.
SIKT:
İskât-ı Cenin Maddesine bakınız.
SİÂYE = SAY':
Lügatte: Çalışmak, iş görmek, bir şey için çalışmak, bir maksat uğruna koşup
durmak demektir.
Bu kelime, jurnalcilik
anlamında da kullandır. Istılahta SAY' ve SİÂYE ise, bir kölenin, sölelik-ten
kurtulması İçin, çalışıp mal kazanması demektir. Meselâ: Bir mükâtebin, kitabet
bedelini ödeyebilmek için, çalışıp durması bir SİÂYE'dir. SÂÎ: —Fıkıhta—
sadakalan toplamaya memur edilen kimse demektir.
SUAT:
Sâî'nin çoğuludur.
ŞİÂYE-İ MÜLK:
Kazancı, efendisinin mülkü sayılan, bir kölenin çalışması demektir.
Meselâ: Bir müdebber'in
kazancı efendisine aittir.
SİÂYB-İ ZAMAN:
Kazancı efendisinin mülkü sayılmayan ve sadce kendi borcunu ödemek için çalışan
bir kölenin say' etmesi (= çalışması) demektir. Meselâ: Bir mükâtep, efendisine
karşı sadece borçlu bulunduğu kitabet bedelini ödemek için çalışır. Ümm-ü
Veledin siâye'si de bu kabildendir.
SİCİL;
Vesikaları, ilâmları ve mukaveleleri yazmaya mahsus resmî defter demektir.
SİCİLLÂT:
Siciler demektir.
TESCİL: Bir
vesikayı (meselâ: Bir vakfiyeyi) böyle resmî bir deftere yazıp imza etmek
demektir.
Bazen, lâzımı zikr, melzûmu
irâde kabilinden olarak, hâkimin verdiği hükme de TESCİL denilmektedir. Çünkü,
bu hüküm bir sicile kaydedilecektir.
Bundan dolayıdır ki, hem
sicile kaydedflmiş vakfa ve hem de lüzumuna hükmedilmiş bulunan vakfa VAKFI
MÜSECCEL denir.
VAKIF
Konusuna da bakınız.
SİLK-İ KAZA: Kaza
Maddesine bakınız.
SILM: Sulh
ve barışmak mânâlarına gelir. Yani Müsâlemet ile eş anlamlıdır. SILM:
Müslümanlık, emniyet ve selâmet anlamlarını da ifade eder.
SELM kelimesi
de silm anlamına kullanılır.
SIMHAK: Başa
veya yüze isabet eden bir yaradır ki, bu yarada et kesilmiş ve et ile baş
kemiği arasındaki ince bir zar gibi olan deri görünmeye başlanmış olur. Bu
ince deriye de SİMHAK denilir.
SİRÂYETFİ'L-CİNÂYE: Yapılan bir cinayet neticesinde meydana gelen şeccenin veya cirâhatin
genişlemesi ve ölüme sebep olması demektir.
SİRKAT
SİRKAT: Hırsızlık;
uğruluk; çalışmak, başkasının malını gizlice almak demektir.
Bir kimsenin malını gizlice
amak, —bu mal, az olsun, çok olsun; haddi gerektirsin veya gerektirmesin-
SİRKAT yani HIRSIZLIK'ur.
SERÎKA da, SİRKAT
anlamındadır.
SARIK: Hırsız;
başkasının malım gizlice alaa yani çalan kimse demektir.
Sârik'in çoğulu SÜRRÂK'tür.
MESRUK: Gizlice
alınmış yani çalınmış mal demektir.
MESRURUN MİNH: Malı
gizlice alınmış yani malı çalınmış olan kimse demektir.
MESRÛKUN FÎH: Bir
maun gizlice alındığı yani çalındığı yer demektir.
SİRKATİ SUĞRÂ: Alalâde
küçük hırsızlık demektir.
Sirkat-i Suğrâ'nın haddi
gerektiren kısmı şu şekilde tarif edilir: Mükellef bir şahsın en azından
sirkat nisabı kadar tafih ve çabucak bozulacak cinsten olmayan, mütekavvim bir
malı, mahfuz bulunduğu yerden gizlice alıp, dışarı çıkarmak demektir. Ve bu
işi yapan şahsın, o mal da bir hakkı bulunmadığı gibi, mülk şüphesi de olmaz.
SİRKAT-İ KÜBRÂ: Bu kat'-ı tarik yani yol ke-sicilik demektir.
Kat'-ı tarîk Maddesine de
bakınız.
SERİKAT-İ MÜTTEHİDE: Başka başka şahıslara ait olduğu hâlde, aynı hur (=
malın muhafazasına mahsus yer) içinde bulunan malların çalınması demektir.
SERİKAT-İ MUHTELİFE: Gerek tek bir kimseye, gerekse başka başka kimselere
ait olup muhtelif hırzlarda bulunan mallan çalmak demektir.
SERİKAT-İ MÜŞTEREKE: Bir kaç şahsın birlikte yapmış oldukları hırsızlık
demektir.
SİYÂSET
SİYASET: Bu
kelime, aslında işler hakkında alınacak tedbir; her işi güzelce görmeye ve
yürütmeye çalışmak gibi geniş anlamlı bir kelimedir. SİYÂSET kelimesinin pek
çok anlamı vardır ve bir kısmı şunlardır:
SİYÂSET: Hükümet
ve memleket idaresi.
SİYÂSET: Ceza;
özellikle îdam cezası.
SİYÂSET: Diplomatlık;
politika.
SİYÂSET: Seyislik,
at idare etme; at işleriyle uğraşma.
ERBÂB-I SİYÂSET: Siyâset adamları, diplomatlar, politikacılar.
MEYDÂN-I SİYÂSET: îdam cezasının uygulandığı meydan.
SİYÂSÎ: Siyâsetle
ilgili şey / şahıs.
SİYASİYAT: Siyâsîler.
SİYÂSİYYÛN: Siyaset
erbabı; siyâsetle uğraşan şahıslar.
İslâm Hukukunda SİYÂSET:
Tâzirden (yani: Had cezası seviyesinden daha aşağıda bulunan bir te'dib ve
cezadan) ibarettir. Bu ceza, gerektiğinde darb (= dövmek), hapsetmek ve diğer
yollarla yerine getirilir. Siyâset mefhumu, bir cihetten ta'zirden daha genel
ve şümullüdür.
Bu balamdan, İslâm
Hukukunda SİYÂSET şu şekillerde de tarif edilmektedir.
SİYÂSET: "Veliyyü'l-emrin,
raiyye üzerindeki (= en büyük yetkilinin, halk üzerindeki) emir ve nehyİ"
demektir.
SEYÂSET: "Âdaba,
maslahata, malların intizâmına riâyet İçin konulmuş olan kanun" demektir.
SİYÂSET: "İnsanları,
dünya ve âhirette kurtulacakları bir yola irşâd ederek, beşeriyetin salâhına
çalışmak" demektir.
SİYÂSET-İ ŞER'İYYE: Beşeriyetin salâh ve intizâmı için, şer'-i şerifin kabul ve iltizâm
ettiği bir kısım yüce hükümlerden ibarettir.
SİYÂSET-İ ÂDİLE: İnsanların haklarını, zulm ve itisaf erbabının (= zâlimlerin ve yoldan
çıkmış sapıkların) elinden kurtaran siyâsettir ki, bu siyâset, şe-riatten
sayılmıştır.
SİYÂSET-İ ZÂLİME: Halkın, haklarına aykırı olan bir siyâsettir id, bu, şer'-i şerîfce
yasaklanmıştır.
SİYÂSET-İ ÂMME: Bütün bir cemiyetin salâh ve intizâmı için iltizâm olunan bir kısmı
hükümler demektir.
SİYÂSET-İ HASSA: Cürüm işleyen bazı kimseler hakkında, —velev kati suretiyle olsun—
vuku bulacak zecr ve te'dîb demektir.
Meselâ: Nehb ve garet gibi,
fısk ve fücur gibi yasaklanmış fiillere mükerrem cür'et eden kimselerin kahr
«e tenkfl edilmesi, siyâset-i hâssa kabilindendir.
SİYER: Sîret
kelimesinin çoğuludur.
SÎRET ise: Aslında —takip
edilen— yol, haslet, hey'et ve bir nevi hareket mânâlarını ifâde eder.
Bununla birlikte, SİYER
tabiri, tarihçiler tarafından, çoğunlukla "Peygamber (S.A.V.) Efendimizin vasıflarından, menkıbelerinden ve mücâhadelerinden bahsetmekte olan
kitaplara verilen bir unvandır.
Bu sebeple kitâbü's-siyer
tarih ilminin özel bir şubesi olarak kabul edilir.
Hukuk kitaplarında, cihâde
ait bahis ve hükümleri ihtiva eden kısma da KTTABÜ'L-CİHÂD denildiği gibi,
KİTÂBÜ'S-SİYER de denilir.
SULBİYYE: Bir
kimsenin öz kız çocuğu demektir.
SULH
SULH (= MUSÂLEHA): Muhâsama'nın zıddı-dir. Asimda, istikâmetü'1-hâl mânâsına gelen salâh
kelimesi ile mânâ alâkası vardır.
Istılahta SULH: İki tarafın, yani da'vâcı ile
da'vâlı-nın, rızâları ile, aralarındaki nizâi ortadan kaldıran bir akid
demektir.
TESÂLÜH: Musâlaha
yan sulhlaşmak demektir. Anlam itibariyle hasımlaşmamn yani da'vâlaşmanm
zıddıdır. Müsâlemet (= Barış içinde olma) anlamına gelir.
MUSÂLIH: Sulh
akdi yapan kimse demektir. Dolayısıyle, asaleten veya vekâleten yahut
velâye-ten da'vâcı veya da'vah sıfatiyle musâlahada bulunan kimseye Musâlih
denir.
MUSÂLEHÜN ANH: Müddeâbiholan(=
da'vâ edilen ve üzerinde sulh yapılan) şeydir. Yani, şahsî bir hak olarak da'vâ
ve talep edilen şeyden ibarettir. Hukûk-i İlâhiyeden dolayı sulh caiz değildir.
MUSÂLEHÜN ALEYH: Sulh bedeli demektir. Sulh, mal veya menfâat karşılığında yapılabilir.
SULH: Müsâleha
Maddesine bakınız.
SÜFTECE
SÜFTECE: Bir
nevi poliçe demektir. Ve "Bir beldede verilen bir paranın, bir Ödüncün,
bir ödeme emri ile diğer bir beldede ödenip hesabın kapatılması'' anlamına
gelir.
Meselâ:.Bir kimse,
bulunduğu beldede, bir tacire, bir miktar para verip, ondan aldığı ödeme
emri(ni
havi mektup) ile, bu
parayı, gideceği diğer bir beldedeki, bir tacirden veya başka bir şahıstan
alacak olursa, bu durumda bir süftece muamelesi meydana gelmiş olur.
Bu muamele, genellikle yol
tehlikesini veya yük zahmetini ortadan kaldırabilmek için yapılır.
Bu işlem, havale
anlamındaki bir nevi ikraz muâme-lesidir. Menfaat mülâhazasına dayandığı ve
ödeme mektubu yazmak şartına mukârin bir karz mâhiyetinde olduu için, bu İşlem
bazı fakjyhlerce mekruh veya gayr-i caiz görülmüştür. Fakat, böyle bir mektup yazma
şartına bağlı olmadan ikraz yapılır; müsfakriz de, böyle bir ödeme mektubu
yazarsa, bunda bir mahzur yoktur.
SÜFTECE:
Parayı poliçe etmek demektir.
SÜGUR:
Hudud, serhad, derbent ağızlan ve düşmanın hücum etmesinden korkulacak açık
yerler demektir.
SUĞR:
Siigur'un tekilidir ve lügatte: Dağınık, müteferrik şey mânâsına gelir.
SÜKNÂ:
İkâmetgâh; oturulacak yer; konak. Ev, menzil, oda.
ISKAN: Bir
yere oturtma; sakin kılma; ev sahibi etme; yerleştirme.
KÂBİL-İ SÜKNÂ:
Oturmaya elverişli yer.
TETİMME-İ SÜKNÂ: Oturmak üzere verilen Iü~ zumu kadar arsalar.
SÜNNET
SÜNNET:
Lügatte: Âdet ve takip edilen yol demektir.
Fıkıhta SÜNNET: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz
tarafından, —farz ve vacip olmaksızın ve bazen
de terk edilmek üzere
İltizam buyurulmuş olan, herhangi bir fiil ve harekettir.
Bu fiil ve hareket, eğer
ibâdet kabilinden ise SÜNNET-İ HÜDÂ denir.
Bu fiil ve hareket,
Peygamber (S.A.V.) Efendimize mahsus âdet-i seniyye kabilinden ise SUNNET-İ
ZEVAİD adını alır.
Fıkıh Usûla ıstılahında ise
SÜNNET: Peygamber (S.A.V.) Efendimizden sâdır olan sözler ile kasdî fiillerden
ve takrirlerden herhangi biridir. Buna göre; KAVLÎ SÜNNET: Peygamber (S.A.V.)
Efendimizin mübarek sözleri demektir.
FÜLrİ SÜNNET:
Peygamber (S.A.V.) Efendimizin fiilleri ve davranışları demektir.
TAKRİRİ SÜNNET:
Peygamber (S.A.V.) Efendimizin, yapıldığını gördüğü bir şeye karşı sükût etmesi
ve onu, red ve inkâr buyurmaması demektir ki bu hâl, o şeyin cevazına delâlet
eder.
SÜNNET-İ MÜEKKEDE: Peygamber (S.A.V) Efendimizin hemen hemen dâima edâ ettikleri sünnet
demektir.
SÜNNET-İ GAYR-İ MÜEKKEDE: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin çoğu kez edâ edip,
bazen de terk ettikleri sünnet demektir.
SÜNNETULLAH:
Allanın mevcudata koyduğu nizâm demektir.
SÜNNET-İ SENİYYE: Peygamber (S.A.V) Efendimizin mübarek ve yüce sünneti demektir.
EHLİ SÜNNET:
Şia mezhebi haricinde olan İslâm mezheplerine bağlı bulunan kimseler. Ki yer
yüzündeki müslümanların tamamına
yakın bir çoğunluğu ehl-i
sünnettendir. [18]
ŞADIM VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
ŞAİBE: Leke,
kusur; noksan, nakısa. Kötü eser, iz.
ŞÂRİH: Bir
kitabı şerh eden kimse.
ŞAKTK:
Ana-baba bir demektir.
AH-İ ŞAKIK:
Ana-baba bir erkek kardeş.
UHT-İ ŞAKIRA:
Ana-baba bir kız kardeş.
AMM-İ ŞAKIK:
Ana-baba bir amca demektir.
ŞART:
Lügatte: Lâzım olan alâmet anlamına gelir.
ŞÜRÛT:
Şart'ın çoğuludur; yani şartlar demektir.
ŞERAİT: Bu
da şart'ın çoğuludur ve şartlar demektir.
Istılahta ŞART: Kendisinin
üzerine tesir ve ifzâ (= Isâl = ulaştırma) bulanmaksızın hükmün varlığı tevakkuf
eden şeydir.
Meselâ: Nikâhın sıhhati
İçin, şahitlerin mevcut olması şarttır. Şahit ise, nikâha* müessir ve mufzî değildir;
şahit bulunduğu hâlde nikâh akdedilmeyebilir. Fakat nikâhın sahih bir şekilde
akdedilmesi şahidin mevcudiyetine mütevakkıftır.
SÜRGÜN: Nefy
Maddesine bakınız.
ŞART-I HAKÎKİ:
Kendi üzerine, işin aslında veya şeriat nazarında bir şeyin vücûdu tevakkuf
eden bir şarttır ki, bu şart bulunmayınca, o şey hakkındaki hüküm sahih olmaz.
Meselâ: Nikâhta, şahidlerin bu-
lunması, bir
şart-ı hakîkîdir. Yani,
şahitler bulunmazsa, nikâh sahih olmaz.
ŞART-I CA'Ü:
Mükellef tarafından üzerine bir tasarrufun sarahaten veya delâleten ta'lik
edilmiş (bağlanmış) bulunduğu şarttır. Bu şart ya, şart edatı Ue yapılır. Şöyle
ki: Bir kimsenin, karısına hitaben: "Filân yere gidersen, boş ol."
demesi gibi... Bu durumda, kadın o yere gidince, talâk hükmünün şartı bulunmuş
olur. Ve, bu şart tahakkuk etmedikçe, talâk da vâki olmaz.
Yahut, bu şart, şart edatı
söylenmeden, şart kelimesini, içine alacak bir şekilde yapılır. Şöyle ki: Bir
kimsenin, karısına hitaben "Filân yere gittiğinde benden boşsun.'' demesi
gibi... Görüldüğü gibi, bu ifade de "... gidersen...." mânâsı
mütezarnmmdır. Bu ikinci şekle DELÂLETEN ŞART adı da verilir. Şart-ı câ'lî'ler
iki kısma ayrılır:
a-) ŞART-I TA'LÜrf: Bir cümlenin mazmununun meydana gelmelini, Diğer bir cümlenin mazmununun
meydana gelmesine bağlamak demektir. Burada bağlanan cümleye muallak bi'ş-şart,
kendisine bağlanan cümleye de muallakün aleyh veya sadece şart denir.
Muallakün aleyh olan şart,
henüz madum olduğu hâlde, daha sonra meydana geleceği umulan bir şeyse, ta'lik
keyfiyeti tahakkuk eder; aksi takdirde ta'lik tahakkuk etmez.
b-) ŞART-I TAKYİDİ: Şart edâü zikredilmeden, asıl akdi bir kayıt Ue takyid etmek demektir.
Burada, takyid edilen şeye
meşrut veya mukayyed bi'ş-şart; o kayda da şart denilir. Bu şart, genellikle
"üzerine" "şartıyle" lafızlanyla ifâde edilir. Ve bu şart,
sahih ve fâsid kısımlarına ayrılır.
ŞAVT
TAVAFTA ŞAVT:
Ka'be'nin etrâfim, Hacer-i Es-ved'den başlayıp, tekrar aynı yere gelinceye
kadar, bir defa dolaşmak demektir. 7 şavt, bir tavaf olur.
SA'Y'DE ŞAVT:
Safâ'dan Merve'ye gidiş ve Mer-ve'den Safâ'ya dönüşlerden her biri demektir.
ŞAYİ*:
Herkes tarafından bilinen; yayılmış, duyulmuş.
ŞAYİ':
Taksim edilmemiş müşterek hisse.
ŞAYİ* HİSSE:
Müşâ Maddesine bakınız.
ŞEBHUN: Gece
baskını. Düşmana geceleyin hücum etmek ve igâre (= çapul, yağma etme) mânâlarına
gelir.
Lûgât anlamı: Gayrete
düşürmek, teşvik etmek demektir.
ŞEC: Bir
kimsenin başını veya yüzünü ayralamak fiilidir.
ŞAC: Şecce
denilen yarayı açan şahıs demektir.
MEŞCÛC:
Şecce denilen yarayı alan yani bir başkası tarafından başından veya yüzünden
yaralanmış bulunan kimse demektir.
ŞEC:
Aslında, geminin sulan yararak denizde kayıp gitmesi demektir.
Başta veya yüzde deriyi ve
eti yararak kemiğe doğru sirayet eden yaralara da, bu gibi benzerliklerden
dolayı ŞECCE denilmiş olması muhtemeldir.
ŞECCE: Başa
veya yüze isabet eden yara demektir.
ŞİCÂC:
Şecceler demektir.
Şecceler; hârisa, dâmia,
dâmiye, bâzıa, mütelâhime, simhâk, muzîha, hâsime, münakkile, âmme, dâmi-ğa
isimleri ile on bir. kısma ayrlır. ! Bu kelimeler için ilgili maddelere
bakınız.
H Şet (= Çift) Namazların
her iki rek'atine bir şef denir.
Dört rek'atli bir namazın
Önceki iki rek'atine şef-i evvel; diğer iki rek'atine ise şeF-i sânî denir.
Üç rek'atli bir namazın
üçnücü rek'atine de şef-i sânî denilir.
ŞEHÂDET
ŞEHÂDET: Bir
kimsenin, başka bir şahısta bulunan hakkını isbat için, şehâdet lafzıyla
hâkimin huzurunda ve hasmın muvacehesinde vâki olan doğru ihbarı demektir.
Meselâ: Bir kimsenin
hâkimin huzuruda: "Bu da'-vâcının, bu da'valıda, karz cihetinden, su kadar
alacağı olduğuna şehâdet ederim." denilmesi gibi...
ŞAHİD: Bir
kimsenin, başka bir şahısta, bir hakkının bulunduğunu, hâkimin huzurunda, bu
taraflara karşı haber veren kimse demektir.
MEŞHUDUN LEH:
Lehinde şehâdetle bulunulan kimse.
MEŞHUDUN ALEYH:
Aleyhinde şehâdette bulunulan kimse.
MEŞHUDUN BİH:
Hakkında şahitlik yapılan husus demektir.
ŞEHÂDET-İ HİSBE: Bazı hususlar hakkında, sırf Allah rızası için ve bir talep vâki
olmadan gidip şahitlik yapmak demektir.
ŞEHÂDET-İ Bİ'T-TESÂMU:' Bir kimsenin halktan işittiği bir olay hakkında,
mahkemede şehâdette bulunması demektir.
Meselâ, bir kimsenin, bir
yerin vakıf olduğu hakkında, hâkimin huzurunda: "Ben, bu yerin vakıf olduğunu,
güvenilir kimselerden işittim." demesi, bir şebâdet-i bi't-tesâmu'dur.
ŞEHÂDET Bİ'T-TEVÂTÜR: Bir hâdise hakkında, tevatür haddine ulaşan bir
topluluk tarafından yapılan şehâdet demektir.
ŞEHÂDET ALE'Ş-ŞEHÂDE: Bir olay hakkında şahit olan bir kimsenin bu
husustaki şahitliğine, bir başka kimsenin şehâdet etmesidir.
TAHAMMÜL-İ ŞEHÂDET: Bir kimsenin, kendisinden hakkında şahitlik etmesi istenilecek hususu
iyice ihata etmesi ve o konuda şahadeti yerine getirebilecek bir vukufa mâlik
olması demektir.
EDÂ-İ ŞEHÂDET:
Bir kimsenin, muttalî olduğu birşey hakkında, mahkemede, bilfiil şehâdette
bulunması demektir.
ŞEHÂDET-İ ZÛR:
Yalan yere, hakikate muhalif olarak yapılan şehâdet demektir.
İŞHAD: Bir
kimseyi, bir husus hakkında şahit tutmak; bir hâdiseyi, ona şehâdet edecek
kimseye gösterip, hikâye etmek demektir. Buna İSTİŞHÂD da denir.
Bununla beraber İSTİŞHÂD:
Şahit talep etmek anlamında da kullanılır.
NİSÂB-I ŞEHÂDET: Bir hâdise hakkında, şehâ-deÛeri makbul olacak kimselerin sayısı
demektir. Meselâ: Borç hakkında nisâb-ı şehâdet iki erkek veya bir erkekle iki
kadındır.
TEZKİYE-İ ŞÜHÛD: Bir hadise hakkında şahitlik yapan kimselerin, bu şehâdete ehil
bulunduklarını, başka kimselerden gizli veya açıktan sorularak tesbit edilmesi
demektir.
Bundan dolayı, şahitlerin
tezkiyesi:
a-) Sirren
(= gizli) tezkiye
b-) Alenî (=
açık) tezkiye olmak üzere İM kısma ayrılır.
MÜZEKKÎ:
Şahitlerin şehâdete ehil olduklarını haber veren yani onların temiz olduğunu
bildiren zât demektir.
MÜZEKKÂ:
Tezkiye edilmiş olan şahit demektir.
TA'DÎL-İ ŞÜHÛD:
Bir hâdise hakkında şehâdette bulunan kimselerin tezkiye edilmeleri yani onların
şehâdete ehil ve âdil kimseler olduklarına dâir karar verilmesi demektir.
ADÂLET-İ ŞÜHÛD:
Edâ-i Şehâdette bulunacak kimselerin kebîrelerden müctenip, sağîrelere de
gayr-i musir olması keyfiyetidir. Yani, şahitlik yapacak kimselerin, büyük
günâhlardan kaçınan ve küçük günâhlarda İsrar etmeyen bir kimse olması
hâlidir.
ADÂLET-İ ŞÜHÛD:
Şahitlerin hasenatının seyyi-âtuıa galip olması, yani iyiliklerinin
kötülüklerinden (sevaplarının, günâhlarından) fazla bulunması anlamına da
kullanılır.
TA'N-İ ŞUHÛD:
Bir olaya şahitlik eden şahısların, bu şehâdette yalancı olduklarına dair
da'vâcı tarafından ortaya atılan iddia demektir.
Makbul sebeplere dayanan
bir tâ'na TECRÎH-İ ŞÜHÛD da denir.
CERH-İ ŞÜHÛD:
Şahidlerin fışkını ve adaletten . mahrum bulunduklarını iddia etmek ve ortaya
koy-
mak demektir.
Cerh-i ^âhûd iki kısma
aynlır:
1-) CERH-İ MÜCERRED: Şahide, belirli bir ilâhî hakla veya kul hakkını mutazammın olmayan
bir şekilde ta'nde bulunmaktır.
Meselâ: "Bu şahitler
fâsıktırlar."; "Bunlar, yalan yere yemin eden kimselerdir."
denilmesi gibi... Meşhudun aleyh (= aleyhinde şahitlik yapılan kimse) bu
cerh-i mücerredi, hâkime, gizlice haber verir ve şahit getirerek bu İddiasını
isbât ederse; bu durumda hâkim mecruh olmuş bulunan bu şahitlerin
şehâdetlerini reddeder. Bu şahitlerin önceden tezkiye edilmiş olmaları hâlinde
de, bu hüküm değişmez.
2-) CERH-İ MÜREKKEB: Belirli bir İlahî hakta veya belirli bir kul hakkını mutazammın
bulunan cerh'tir.
Meselâ: "Bu şahitler,
bir şahsı amden katletmişlerdir." veya:' 'Bu şahitler, yalan yere
şahitlik yapmak için şu kadar para almışlardır." denilmesi gibi...
Meşhudun aleyh (= aleyhinde şahitlik yapılan kimse) bu cerhi, beyyine ile
isbât ederse; bu şahitlerin şehkdetleri reddolunur.
FISK-I ŞÜHÛD:
Şahitlerin, şehâdetlerinin kabul edilmesine manî olacak gayr-i meşru' bir
ma'siyetle, kötü bir hâl ile muttasıf bulunmaları hâlidir.
RÜCU' ANİ'Ş-SEHÂDE: Bir kimsenin, yapmış olduğu şehâdetten dönmesi ve (meselâ):
"Yalan yere şehâdet ettim."; "Yanlış şehâdette bulundum."
diyerek şehâdetini iptal etmek istemesidir ki, görüldüğü gibi bu, isbât edilen
bir şeyi nefyetmek demektir.
ŞEHÂDET Fİ'IAZİNÂYE: Bir cinayet hakkında, mahkemede vuku' bulan şehâdet demektir.
ŞEHÎD
ŞEHÎD: Allah
yolunda yapılan bir muharebe esnasında yahut *hl-i bağy ile veya
yolkesicilerle mukâtele sırasında haksız yere öldürülen ve bu esnada baliğ ve
tâbir bulunan herhangi bifmüslüman demektir.
Bu şekilde öldürülen şahıs,
hem dünya, hem de âhi-ret ahkâmı bakımından şehîd olduğundan, kendisine ŞEHİDİ
HAKÎKÎ denir.
ŞEHİD-İ HÜKMÎ:
Suda boğularak ölen, ateşte yanarak ölen, garib olarak ölen; tahsil yolunda
ölen; zâtü'1-cenb (= satlıcan = akciğer Örtüsünün iltihâbı) gibi bir
hastalıktan ölen herhangi bir müslüman da hükmî şehîd sayılır.
Bunlar, şehid sevabına nail
olacakları cihetle, sadece âhirei ahkâmı bakımından şehid sayılırlar. Fakat,
dünya ahkamı bakımından şehid olmadıklarından, defnedilmeden önce gasl
edilirler. ŞEHÎD tâbiri, huzur anlamına gelen şuhûd'dan veya şahadetten
alınmıştır.
Hak yolunda hayatım feda
eden bir mücâbid, bu şerefli ölüm sayesinde Allahu Teâlâ Hazretlerinin manevî
huzuruna nail olacağı veya o mücâhidin, bu şanlı ölümünde, melaike-i kiramın
hazır bulunacağı cihetle, kendisine ŞEHİD unvanı verilmiştir.
Şehr-i siyam: Ramazan-i
şerîf ayı
ŞEHVET
ŞEHVET:
Hevâyi nefis; nefsin meyletmesi; bir şeyi sevip, ona meyi ve rağbet etmek
anlamlarına gelir.
iŞi İHA da şehvet anlamında
kullanılabilir.
ŞEHVET'in çoğulu
ŞEHAVÂT'dr.
TEŞEHHÎ: Bir
kimseden, bir şeyi peyderpey arzu ve talep etmek demektir.
ŞEHVANÎ: Pek
şehvetli kimse demektir.
ŞEHİYY:
Görenlerin iştihasını celbeden şey anlamına gelir.
Hürmet-i musâharayı
icâbeden şehvetle dokunmak veya bakmaktan maksat, tam dokunurken veya bakarken
tenasül âletinin intişar etmesi; şayet o anda münteşir ise, bunun artmasıdır.
Müftâbih olan budur. Dİğer bir kavle göre, bu şehvetten maksat, bu dokunma ve
bakma sırasmda, kalben vücûde gelen bir iştihâdır. Veya, bu durumda iştiha
mevcud ise, bunun artmasıdır. Tenasül âletinin intişarı ve teharrü-kû şart
kılınmamıştır.
ŞEKAVET:
Eşkiyâlık, haydutluk. Bedbahtlık, bah-tıkaralık.
ŞEKÎK:
Ana-baba bir erkek kardeş demektir ki, buna: AH LEHÜMA ve Lİ EBEVEYN AH da denir.
ŞEKÎKA:
Ana-baba bir kız kardeş demektir ki, buna: UHT LEHÜMA ve Lİ EBEVEYN UHT da
denir.
ŞERÂİR-Î VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
ŞARAP:
Şarap: İçilen mayi (=
akıcı) şey.
Şarabın çoğulu eşribe (=
içilen sıvı şeyler)dir.
Istılahta şarap: Sarhoşluk
veren herhangi bir mayi demektir.
Hamr denilen içkiye de
şarap denir, Meşûbat: İçilen şeyler demektir. Bu kelime sarhoşluk veren
içecekler için kullanılmaz.
ŞERİAT
ŞERİAT:
Aslında şen, şir'a, meşrea kelimeleri, insanı bir ırmağa, bir su kaynağına
götüren yol anlamına gelir.
Daha sonra bu kelime
ahkam-ı dîniyye (= dînî hükümler) anlamında kullanılmıştır. Çünkü, dînî hükümler
de, insanları içtimaî ve manevî hayatın devamına sebep olan bir feyze ve
yükselmeye kavuşturacak olan ilâhî bir yoldur. ŞER' lafzı, bir şeyi ortaya
koyma ortaya çıkarma; açıklama anlamlarını ifâde ettiği gibi, şeriat vaz etmek
anlamında da kullanılır. ŞER' kelimesi, ŞERİAT kelimesi ile eş anlamlıdır ve
bu iki kelime birbirlerinin yerine de kullanılmaktadır. Istılahta ŞERİAT:
Allahu Teâlâ'mn, kullan için vaz ' etmiş olduğu dini ve dünyevî hükümlerin
hey'et-i mecmûasidır(= toplamıdır; tamamıdır). Bu itibarla şeriat kelimesi, din
kelimesi ile eşanlamlıdır. Ve şeriat hem inanç esaslarını, hem de ibâdet,
ahlâk ve muamelâtı ihtiva etmektedir.
-
Bununla beraber şeriat
kelimesinin, yalnız ahkâm-ı fer'iyye (yani ibâdet, ahlâk ve muamelât) için
kullan nılması daha yaygındır.
Genel anlamına göre ŞERİAT:
"Bir Peygamber tarafından tebliğ edilmiş olan İlâhî kanun" demektir.
ŞERÂİ:
Şeriatler demektir.
ŞÂRİ'İ MÜBÎN:
İlâhî kanunu yani şeriatı asıl vaz eden yüce zât yani Cenâb-ı Hakk anlamında
kullanılır.
ŞÂRÎ: İlâhî
kanunu İnsanlara tebliğ etmiş bulunan peygamber demektir.
AHKAMİ ŞER'İYYE: İlâhî kanunun hükümleri demektir ve bu tâbirle Kur'ân'a, hadîse ve
icmâa dayanan hükümler kasdedİlir. İslâm müctehidlerinin kıyâs ve ictihad
yoluyla çıkardıkları hükümlere ise AHKÂM-I FIKHIYYE ve MESÂİL-İ FER'İYYE-İ
AMELİYYE denir. Ancak, bunlar da —şer'î esaslara dayandığı için— abkâm-i
şer'îyye ıtlak olunmaktadır. Dolayısiyle ahkâm-ı ftkhiyye, mesâil-i fikhiyye tâbirleri
de —aslında fürûata ait ve içtihada dayanan hüküm ve mes'eklerden ibaret olduğu
hâlde,— hem nass ve icmâa dayanan şer'î ahkâm ve mes'elelere, hem de ictihad ve
kıyâsa dayanan mes'elelere ve hükümlere şâmil, umûmî bir unvan olarak kullanılmaktadır.
ŞERİAT-I GARRÂ
İslâm Dini.
ŞERİÂT-I MÜHAMMEDİYYE: İslâm Dini.
ŞERİAT-I ÎSEVİFYE: Hz. İsa'nın şeriatı.
ŞERİAT-I SÂLİFE: Önceki Peygamberlerin şeriati.
ŞER'Î:
Şeriate ait; şeriatle ilgili; şeriate uygun.
HÜKM-İ ŞER'Î:
Şeriate uygun hüküm.
MAHKEME-İ ŞER'İYYE: Şer'i mahkeme. Da'-vâlara, şeriat hükümlerine göre bakan mahkeme.
ŞEYH
Şeyh:
1-) Büyük ve
Ulu kişi; Yaşlı adam, ihtiyar.
2-) Âlim.
3-) Bir
tekke veya zaviyede reislik eden ve müritleri
bulunan kimse.
4-) Kabile
ve aşiret reisi.
Şeyh'in çoğulu meşâyih,
şüyûh ve eşyâh gelir.
Şeyhayn (= iki şeyh):
(Fıkıhta) Imâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ile İmâm Ebû Yûsuf
Şeyhayn: (Tarih ve Siyer
Kitaplarında) Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer.
Şeyhayn: (Hadiste) Imâm-ı
İslâm-ı Buhârî ile imâm Müslim.
Şeyhayn: (Usûl'de)
Fahru'l-İslâm Pezdevî ve Şemsü'l-Eimme Serahsî
Şeyhu'l-İslâm: Fetva ve
kadılık makamına yükselen büyük fakryhlere verilen bir ünvardır.
Bazı âlimler, resmî
vazifesi olmadan da şeyhu'I-Islâm unvanını taşır. BürhanücJdin Mergînânî gibi...
Şeyhûl'-Islâm ünvânı, hicrî
beşinci asırdan sonra çok kullanılmıştır.
Şeyhu'l-Islâm'lık,
Osmanlılarda resmî bir makam olmuştur. İlk Şeyhu'l-İslâm Molla Şemseddin Fe-
nârî, son şeyhu'l-İslâm ise
Medenî Mehmed Nuri Efendi'dir,
ŞEYHU'L-HADİS:
Hadis Maddesine bakınız.
ŞİAR
ŞİAR:
Alâmet, işaret, iz anlamında olan bu kelime parola mânâsında da kullanılır. Bu
anlama göre ŞİAR (= Parola): Askerlerin, savaş esnasında birbirlerini
tanımaları ve bilmeleri İçin kendi aralarında belirledikleri alâmet ve tâbir demektir.
Ashâb-ı Kiramın bir çok
savaşlarda şiarları (= parolaları) "Emit! Emit. (= Öldür! öldür!"
kelimeleri İdi. düşmanı yenmekte uğur saydıkları için bu kelimeleri şiar
olarak seçmişlerdir.
ŞİBH-İAMD:
Öldürülmesi meşru olmayan bir insanı, âlât-ı cârihadan sayılmayan bir şey ile
kasden öldürmek demektir. Şibh-i amd'e ŞİBH-İ HATÂ'da denir.
ŞİRÂ: Satın
almak demektir.
ŞİRB-İHÂS:
Madud (= sayılan belirli) şahısların, ziraat yaptıkları yerleri sulamak için,
bir akar sudaki şirb haklan (= sulama hisseleri) demektir.
Umûmun istifâde ettiği
ırmaklardan su almak, şirb-i hâs kabilinden değildir.
Sayılan en çok yüzden
ibaret olan şahıslar MADUD itibar olunurlar.
Aslında ŞİRB: Bir kimsenin,
bir suda bulunan hissesi, nasibi demektir.
ŞİRKET
ŞİRKET:
Lügatte: Ortaklık; ortak olmak anlamına gelir.
Istılâhte ŞİRKET: Bir
şeyin, birden fazla kimselere mahsus obuası ve o kimselerin o şey ile imtiyaz
etmeleri demektir.
Bununla beraber ŞİRKET
tâbiri, böyle bir ihtisasa (= mahsus kılmaya) sebep olan şirket akdetmek anlamında
da —yaygın olarak— kullanılır.
ŞERİK:
Şirket sahiplerinden her biri yani ortak demektir.
İŞTERİK ve MÜŞÂRİK
kelimeleri de, ortak anlamına gelir.
MÂL-İ MÜŞTEREK:
Bir şirketin sermâyesi olan mâl demektir.
Buna MÂL-İ MÜŞTEREKÜN FÎH
de denilir.
İŞTİRAK:
Ortaklık demektir.
Başlıca şirket çeşitleri
şunlardır:
ŞİRKET-İ MÜLK:
Bir malın, birden çok kimseye, mülk edinme sebeplerinden biri ile muhtes olması
(= ona ait bulunması) demektir.
Şirketi Mülk:
A-) İhtiyarî
olan Şirket-i Mülk
B-) Gayr-i
İhtiyarî olan Şirket-i Mülk olmak üzere ild kısma aynin.
Satın alma, yapılan
karşılıksız bir hibeyi veya bir vasiyeti kabul etme gibi, ortakların kendi
fiilleriyle sabit olan şirket, bir İHTİYARÎ ŞİRKET'tir.
Mîras kalması veya malların
bir birinden kolaylıkla aynlamıyacak bir şekilde karışmış bulunması gibi bir
sebeple meydana gelmiş bulunan —ve ortaklıkların fiilleriyle sabit olmayan—
şirket de, bir GAYRİ İHTİYARÎ ŞİRKET'tir.
Meselâ: Bir evde veya
birbirine karışmış bir miktar zâhirdef, iki/şahsuı hisse sahibi olmaları
gibi... Bu şahıslar, şerik, müteşarik, ortak ve hissedar gibi lafızlarla
anılırlar.
ŞİRKET-İ AKD:
İki veya daha ziyâde kimseler arasında, bir akd ile (ya-ni: İcâb ve kabul ile)
meydana gelen —bir şirkettir. Bu şirkel, elde edilecek kârın, müşterek (=
ortaklaşa) olması amacıyla kurulur.
Şirket-i Akd:
1-) ŞİRKET-İ BVÂN
2-) ŞİRKET-İ MÜFÂVEDA olmak üzere iki kısma ayrılır.
Bu iki şirketten her biri
de:
a) ŞİRKETİ EMVAL
b-) ŞİRKETİ ÂMÂL
c- ŞIRKET-İ VÜCÛH olmak üzere üçer kısma ayrılırlar. Şimdi, sırası ile bu şirketlere
bakalım:
ŞİRKET-İ EVÂN:
Ticâret gibi bir maksatla, iki veya daha fazla kimse tarafından sermâye
konularak akd edilen bir şirkettir.
Bu şirkette, ortaklar
arasında tem bir eşitliğin bulunması şart koşulmaz.
Meselâ: Birim sermayesi on
bin, diğerin sermâyesi ise beş bin lira olabilir.
Inân: Zuhur mânâsına
geldiği gibi, dizgin anlamını da ifâde eder.
Bu ortaklığın, inan
ortaklığı olarak anılmasının sebebi, ya şirketin bazı mallar da zuhur etmesi
veya bu şirket sayesinde ticâretin dizginin elde edilmiş olmasıdır.
ŞİRKET-İ MÜFÂVEDA: Ortaklar arasında, hem sermâyenin miktarı, hem de ribhden (= kârden)
hisseleri eşit bir hâlde bulunup; hiç birinin, fazla ticârete elverişli malı
bulunmamak üzere akkdedilenbir şirkettir.
Imâm-ı A'zam ile imâm
Muhammed'e göre, bu şirkette ortakların tasarruflarının da eşitlik özere olması
şarttır, Dolayısiyle ortaklardan birinin, alıp-satabileceği bir şeyi, diğerleri
de ahp-satabilmelidir. Bu duruma göre, bir müslüman, bir gayri- müslimle
şirket-i müfâveda kuramaz. Çünkü, gayri- müslim, şarap ve domuz gibi
alıp-satabileceği hâlde; bir müslüman, bunları alıp-satamaz. imâm Ebû Yûsuf a
göre, bu şirkette ortakların tasarruflarında eşitlik şart değildir.
MÜFÂVİDÎN:
Müfâveda yoluyla şirket kuran kimseler demektir.
ŞİRKET-İ EMVAL:
Ortakların, ortaya sermaye olarak bir miktar mal koyup, beraberce veya ayn ayn
alıp-satmalan veya bu ciheti şart koşmadan alışverişte bulunarak meydana
gelecek kân, bir nisbet dahilinde, aralarında taksim etmeleri demektir.
ŞİRKET-İ A'MÂL:
Ortakların, kendi amellerini i {= çalışmalarını) sermâye edinip, başkalanndan
iş taahhüd ve itizâm etmeleri ve meydana gelen kazancı da aralannda taksim
etmeleri demektir. Buna, ŞİRKET-İ EBDÂN, ŞİRKET-İ SANAYİ' ve ŞİRKET-İ TEKABÜL
adlan da verilir.
İki mimarın, iki terzinin
veya bir mimar ile bir boyacının ortak olmaları gibi....
ŞİRKET-İ VÜCÛH:
Birden çok şahıslann, sermâyeleri olmadığı hâlde, itibarlariyle, veresiye mal
ahp-satmalan ve ribhini (= kânnı) aralannda taksim etmeleri suretiyle kurmuş
oldukları şirkettir. Buna, ŞİRKET-İ MEFÂLİS de denir.
Bu şirket, vecâhet ve
itibar sahipleri tarafından kurulacağı için ŞİRKET-İ VÜCÛH; ortaklarının sermâyeleri
bulunmadığı için de ŞİRKET-İ MEFÂLİS adını almaktadır.
ŞİRKET-İ İBÂHA;
Mübâh olan şeyleri (yâni: El' atında bulunmayan sular, hüdâyi nâbit otlar ve av
hayvanları gibi, aslında hiç bir kimsenin mülkü olmayan şeyleri) almak ve
elde etmek, elde bulundurmak ile temellük hususunda, âmmenin müteşarik (= ortak
= hissedar) olması demektir.
ŞİRKET-I MUDARABE: Bir taraftan sermâye, diğer taraftan emek (= say' ve çalışma) olmak
üzere akdedilen bir şirket nev'idir.
Bu şirkette sermâye
sahibine RABBÜ'L-MÂL; çalıdan şahsa da MÜDARİB denir.
ŞİRKET-İ CEBRİYE: Ortaklann fiilleriyle değil, başka bir sebeple meydana gelen
şirkettir. Mîrâs yolu İle veya birbirlerinden ayınlması güç olan mallann, kendi
kendilerine kanşmalanyle meydana gelen ortaklık gibi...
ŞİRKET-İ İHTİYÂRİYYE: Ortaklann fiilleri ile meydana gelen şirkettir.
İki şahıs tarafından
müştereken alınan bir evdeki ortaklık gibi..
ŞİRKET-İ AYN:
Muayyen, mevcud ve iştiraki kabil olan bir mâldeki ortaklıktan ibarettir.
İki kimsenin satın almış
oldukları bir evdeki ortaklıkları gibi...
ŞİRKET-İ DEYN:
İki veya daha çok kimseye ait olup, bir sebepten dolayı, bir şahsın zimmetinde
sâ-bit olan alacaktaki ortaklık demektir.
İki şahsın, satmış
oldukları, müşterek bir mallarının bedelinden dolalı, o malı satın alan
müşterinin zimmetinde bulunan alacaklanndaki ortaklıkları gibi. Deyn-î
Müşterek Maddesine bakınız.
ŞÜBHE: Sabit
olmadığı hâlde sabite müşabih olan (= benziyen) şeydir.
Başka bir tarife göre
ŞÜBHE: Haram mı, helâl mı olduğu yakînen bilinmeyen şey demektir.
ŞÜBHE-İ MÜLK:
Bu şübhe, mahalde sabit olan bir şübhedir. Ve bu şübhe; hılle (= helâl olmayan)
bir mâni bulunduğu hâlde, buna bakılmayarak, mü-cerred hürmete (= haram olmaya)
münâfi görülen bir delilin mevcut bulunmasından ortaya çıkar. Buna, ŞÜBHE-İ
MAHAL de denir.
Mahallin hılline dair bir
şer'î hüküm şüphesi sabit olduğu için, buna ŞÜBHE-İ HÜKMİYYE de denilmiştir.
ŞÜBHE-İ AKD:
Sûreteri mevcud bulunan bir nikâh akdinden meydana gelen şübhedir.
Buna, ŞÜBHE-İ NİKÂH da
denir.
Meselâ: Şahidsiz olarak
akdedilen bir nikâhın hıüi (= helâlliği) hakkındaki şübhe gibi...
Bu şübhe İle had sakıt
olur.
ŞÜBHE-İ İŞTİBÂH: Bazı haklann ve hükümlerin cereyanından ileri gelen şübhedir.
Bu şübhe, bazen şübhe-i akd
ile birlikte bulunur.
ŞÜBHE-İ İBÂHA:
Bir şeyin (alınmasının) mübâh obuası hakkındaki şübhe demektir.
ŞÜF'A: Bu
kelime şef kelimesinden gelmektedir. ŞEF': Lügatte, çift (tek olmayan) anlamına
gelir. Namazların her iki rek'atına da bir şef denir. Bu sebeple, dört
rek'atlı bir namazın Önceki iki rek'atına: Şef-i Evvel; sonraki iki rek'atına
da: Şef-i Sânî denilir.
ŞEF' kelimesi, cemi ve zam
mânâsını da mutazam-mındır. Çünkü, bu kelime, anlam itibariyle, birşe-yin,
diğer bir şeye zam ve ilâvesini göstermektedir.
ŞEFAAT kelimesi de şef
kelimesinden türemiştir. Çünkü, şefaatle bir müzâharet meydana geliyor. Şefaat
edenle, hakkında şefaat olunan kimse birleşmiş oluyor. Nitekim, Peygamber
(S.A.V.)'in şefaati sayesinde günahkarlar âbidler zümresine zam edilmiş ve
onlarla çift bulunmuş olacaktır.
Istılahta ŞÜF'A: Satılan
veya ivaz şartıyle hibe edilen bir akan (veya bu hükümde olan bir malı),
mügteriye veya mevhûbün lehe (= kendisine hibe edilen şahsa) kaça mâl olmuşsa,
o miktan vererek, müşteriden veya satıcısından yahut kendisine bu şekilde hibe
edilen şahıstan cebren alıp, temellük etmek demektir. Bu sebebten dolayı, şüf
a sahibu, bu hakkını kullanınca, şüf a ile aldığı mal', kendi mülküne zam
etmiş olur.
ŞÜF'A:
MeşftV olan bir malı temellük etmek anlamında da kullanılır.
ŞEFİ' (= ŞÜF'ADAR): Satılan veya ivazla hibe edilen bir akarda şüf a hakkı bulunan (yani:
O akara temellüke selâhiyeti olan) kimsedir.
Satılan bir akaAia hissesi
bulunan veya kendisinin, satılan bu akara müteselsil bir akan olan kimse
gibi...
MEŞFÛ':
Satılmasından veya ivaz şartıyle hibe edilmesinden dolayı, kendisine şüf a
hakkı taallûk eden akar demektir.
Meselâ: Satılan bir mülk
dükkan hissesi, o dükkanda hissesi bulunan kimse bakımından meşfû bir mülktür.
MEŞFÛ'UN BİH:
Şefi"in şüf a hakkına nail olmasına sebep olan mülk demektir.
Meselâ: Bir kısmı satılan
mülk bir evde bulunup satılmayan bir hisse-i şayia gibi... Bu hisse sebebiyle,
sahibinin, —o satılan kısma karşı— şüfa hakkı meydana gelir.
TESLÎM-İ ŞÜF'A:
Şüfa hakkını kullanmayıp, bundan feragat etmek; yapılan satış muamelesine razı
oimak demektir.
Şüfa hakkı, Teslim-i Şüfa
ile sakıt olur (= düşer; ortadan kalkar).
TALEB-İ MÜVÂSEBE = ŞÜF'A TALEP ETMEK: Bir akarın satıldığını haber alan bir hissedarın
veya halitin yahut câr-İ mülâsik'in, bu haberi aldığı mecliste, hemen şüfa
talep ettiğine, delâlet eden bir söz söylemesi; mesela: "Ben, o akann şüf
adarıyım." demesidir.
MÜVÂSEBE:
Bir şeye hemen atılmak ve kalkışmak anlamına gelir.
Şûf a talebinin de derhal
yapılması gerektiğinden, bu ismi almıştır.
CÂR-İ MÜLÂSİK:
Bir akara, (mesela « Bir eve) muttasıl (= bitişik) bir akan, evi bulunan komşu
demektir.
Bir akarın duvan altındaki
yere ortak bulunan bir komşu ise, o akann kendisine ortak sayılarak, birinci
derecede şüf adar olur. Çünkü, bir akann müşterek hissedarlan, o akara bitişik
akarları bulunanlardan ehak (= daha haklı) olurlar. Ve şüfa hakkı, öncelikle
bu hissedarlara ait olur. [19]
TAAM
Taam: Yenilen her şey.
Met'âm: Tadılan, yenilen şey. •
Met'ûmât: Tadılan, yenilen şeyler. Taam'ın çoğulu efıme'dır.
TÂAT
Tâat: Emri tutmak, emre
imtisal etmek demektir. İtaat, kelimesi de tâat anlamında kullanılır. Istılahta
taât: Yapılmasından dolayı sevap bulunan ameldir.
İbâdette niyyet şart olduğu
hâlde, tâatte niyyet şart değildir.
Kur'ân-ı Kerîm okumak ve
Allahu Teâlâ'nm emirlerini gönül isteği İle yerine getirmek birer tâattır.
TA'DİL: ADL
Maddesine bakınız.
TAFÎH: Hakir
olan; örf bakımından ehemmiyetsiz sayılan; başkaları tarafından alınması
hususunda müsamaha gösterilen şey demektir. Yaş otlar, ağaç üzerindeki meyveler
gibi...
TEFÂHET: Bir
şeydeki kıymetsizlik, adîlik ve ehemmiyetsizlik demektir.
TAĞRİR:
Aldatmak demektir.
GARR:
Alfadan şahıs demektir.
MAĞRUR:
Aldanan şahıs demektir.
GURUR ise:
Bir kimsenin kendi kendine aldanması demektir.
TAHBÎS: VAKIF
Maddesine bakınız.
TAHCİR:
Arazinin etrafına, başkalan tarafından el konulmaması için taş ve saire koymak
demektir.
TAHARET
Taharet: (Lügatte)
temizlik, nezâfet demektir. Şer'an tehâret: Habeş ve necaset denilen maddeten
pis şeylerin veya hades denilen şer'î manînin giderilmesi demektir. Tâhir:
Temiz olan şey demektir. Temizleyici olan şeye de Tahûr veya Mutahhir denilir.
Tathîr ise temizlemek
demektir. Tehâretler
1-)
Tahâret-i Kübrâ (= Büyük temizlik)
2-)
Tahâret-i suğrâ (= Küçük temizlik) diye ikiye aynlır.
Tahâret-i Suğrâ:
Abdestsizlik hâlini gidermek için yapılan temizlik demektir. Abdest almak gibi...
Tahâret-i Kübrâ: Cünüplük, hayız ve nifas hâllerinden çıkmak jf in, ağza ve
buma su verip bütün vücûdu da yıkamak suretiyle yapılan temizlik demektir.
Bilindiği gibi buna gusül, iğtisal (= boy abdest') denir.
TAHKİM: Bir
da'vâ için hakem tâyin etmek; yani: Bir da'vâ habnda hüküm vermek için bir
şahsı tefvîz etmek (= yetkili kılmak, görevlendirmek) demektir.
Bir da'vâcı ile da'vâlıiun,
aralanndaki da'vâyı hail ve fasl etmesi için, kendi rızâları İle, bir şahsı hâkim
ittihaz etmeleri bir TAKÎM'dır.
Tarafların nzâsı İle
da'vâyı halletmeye yetkili kılınan zât'a HAKEM ve MUHAKKEM denir.
Bir da'vâ için, birden çok
şahıs hakem tâyin edilebilir.
TAHKİM Bİ'L-MEKÂN: Bazı hâdiseler hakkında, bu hâdisenin vuku bulmuş olduğu mekânın, hüküm
vesilesi olarak kabul edilmesi demektir.
TAHKÎM-İ DELÂLETÎ'L-HÂL: Bazı hususlar da, hâlin hakem ittihaz edilmesi
demektir.
TAHKÎM-İ HÂL:
Hâl-i hazin hakem kılmak demektir. Ve bu istishab kabiiindendir.
TENFIZ: Bir
hâkimin vermiş bulunduğu bir hükmü, diğer bir hâkimin istinâfen vâki olan
tekkiki neticesinde usûlüne uygun bulunarak tasdik etmesi demektir.
İSTİNAF
Maddesine bakınız.
TAHKÎM-İ HÂL:
Hâl-i hazin (= içinde bulunulan hâli) hakem kılmak demektir.
Bir da'vâda, murafaa
esnasında mevcut olup, İki taraftan birinin lehine şehâdet ve delâlet eden
hâl-i hazin hakem kılarak, ona göre hüküm vermektir. Bu, istishab
kabiiindendir. Bir şeyin bu günkü hâline bakarak, onun, mazide de bu hâl
üzerine olduğuna hükmedilmesi gibi...
TAHLİF
TAHLİF: Bir
da'vâda, da'v.lcı ile da'vâlıdan birine yemin vermek, yemin ettirmek demektir.
HALF: Yemin;
yemin etme, and içme demektir. HALİF de aynı anlamdadır.
HAIF: Yemin
eden, and içen kimse demektir.
MAHLÛFÜN ALEYH:
Üzerine yemin edilen şey demektir.
ÎSTÎHLAF:
Yemin ettirmek; birinin yemin etmelini İstemek anlamındadır.
TAHLİL:
Hürmet-i galîzayı ortadan kaldırarak; önceki koca için, nikâhı yenilemenin
helâl olmasına vesile olan bir muameledir. Buna HÜLLE de denir.
TAHLİYE: Boşaltmak;
halâs etmek (= kurtarmak); bir şeyi kabz etmek (= elde etmek, ele almak) için
imkân vermek, yani: Kabza mâni olan şeyleri izâle ederek (= ortadan
kaldırarak), kabzı (= elde etmeyi, ele almayı) mümkün kılacak bir durumda bulundurmak
demektir.
TAHRÎC:
Lügatte: Çıkarmak demektir. Istılahta TAHRÎC: Müctehidlerin; istinâd ettikleri
naslara, kaidelere, asıllara uygun olarak, şer'î hükümleri çıkarmaları
demektir.
Şöyle ki: Bir fikhî mezhebe
tâbi olup, o mezhebin imamının istinâd ettiği naslar ile illetlere ve sebeplere
muttali olarak, o mezhepte tasrîh edilmemiş (= açıklığa kavuşturulmamış)
bulunan herhangi bir mes'-elenin hükmünü, o mezhep dâhilinde istihraç ve tâyin
eden zâta MÜHARRİC ve SAHİB-İ TAHRÎC denildiği gibi; bu şekilde hüküm çıkarmaya
da TAHRÎC denir.
TAHRÎR-İ RAKABE: Bir köleyi veya bir cariyeyi azâd edip, hürriyete kavuşturmak
demektir. Bu kelime genellikle, sırf Allah rızası için vuku bulan azâd edişler
için kullanılır.
TAHRİR lafzı, aslında
tahlis (= kurtarma, halâsa erdirme) anlamını ifâde eder. Bir memiûkü esaretten
kurtarmak, onda hürriyeti isbât edeceği için, buna da tahrîr denilmiştir.
MTAHSIS: Âm
olan bir sözü, mütenâvil olduğu ferd-lerden bazılarına —hakikaten veya hükmen
muttasıl olan müstakil bir kelâm ile —hasretmektir ki bu, beyân-i tağyir
kabiiindendir. Meselâ: "Namaz, her müslümana farzdır; baliğ olmayan
mûslümanlara farz değildir." denildiğinde bu farziyet, yalnız baliğ olan
mûslümanlara hasredilmiş olur.
TAHT-I KAZA:
Kaza Maddesine bakınız.
TAKDİRÎ
HAYAT: HAYAT Maddesine
bakınız.
TAKDİRÎ ÖLÜM: MEVT Maddesine bakınız.
TAKLİT:
Başkasının fiil ve hareketlerine tâbi olmak demektir.
Istılahta TAKLİT: Bir zâta
uymanın vücûbu için bir delil bulunmadığı hâlde, sadece nıühîk (= haklı) olduğuna
inanarak, ona intisap etmek ve tâbi olmak demektir.
Meselâ: Belirli bir
müctehİde tâbi olmanın vücûbu için bir delil yoktur. Fakat, müslüma.. fertler,
ictihâda hakkıyie muvaffak olan islâm âlimerinden herhangi birine, —onun
içtihadında muhik görerek tabî olabilir. Ve bu, meşru' bir taklittir.
MUKALLİD:
Bir kimseyi taklit eden şahıs demektir.
TAKSİT Bir
borcu, birden fazla ve belirli vakitlerde, parça parça ödemek demetir.
Tekâsit, taksitler
demektir.
TAKRÎRÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine bakınız.
TAKYÎD: Bir
tasarrufu, bir akdin aslını, şart edatı olmaksızın, bir kayda bağlamaktır.
Takyid edilen şeye MEŞRUT,
MÜKAYYED Bİ'Ş-ŞART denildiği gibi, o kayda da ŞART denir. Bu şart,
"üzere" veya "şaıtıyle" lafızlanyle ifâde olunur.
Meselâ: "Bu malı, şu
şeyi rehin vermek üzere sattım." denilmesi gibi..
TALÂK
TALÂK:
Lügatte boşanmak, hissî veya manevî bir bağdan, kayıttan kurtulmak mânâsına
gelir.
Bu kelime hem mastar, hem
de -tatlîk mânâsında— isim olarak kullanılır.
Istılahta TALÂK: Nikâh
akdini, özel lafzı İle, o anda veya fi'I-meâl ref ve izâle etmek demektir. Bu
tariften anlaşıldığı gibi talâklar
1-) Talâk-ı
Ric'î
2-) Talâk-ı
Baîn kısımlanna ayrılır.
TATLÎK: Bir
kimsenin, kansını boşaması; aradaki zevciyyet bağını, usûlü dairesinde izâle
etmesi (= ortadan kaldırması) demektir.
TALÂK-1 RİC'Î:
Zevceye tekarriipten (= erkeğin, karısına yaklaşmasıdan) sonra vâki olup,
sarâ-heten veya işareten, üç talâka delâlet etmeyen yahut bir ivaze mükarin
olmayan ve beynîmete delâlet edici bir vasıfla mevsûf ve bir şeye teşbih
edilmiş bulunmayan talâktır.
Bu talâk sarih lafızlarla
vâki olabileceği gibi, —talâkı ric'îyi gerektiren— kinaye lafızlarla da vâki
olur.
RİCAT = RÜCÛ'
Lügatte: Bir şeyi reddetmek; geri dönmek ve döndürmek anlamlarını ifâde eder.
Nikâh ıstılahında RİCAT = RÜCÛ' Talâk-ı ric'î-den sonra, İddet içinde, henüz
baki olan nikâhı, kav-len veya fiilen istidâne etmek (= devam ettirmeyi arzu
etmek) demektir ki, bu durumda zevciyyet ra-
bıtası (= kan-kocalık bağı)
ibkâ ve idâme edilmiş (= yerinde bırakılmış ve devam ettirilmiş) olur.
RİCAT-İ KAVLİYYE: Husûsî lafızlardan biri ile yapılan rücû'dur.
Bu lafızlar, sarih lafız
veya kinaye olabilir. "Sana müracaat ettim." veya' 'Sen, benim
zevcenisin.'' denilmesi gibi....
RİC'AT-İ FİİLİYYE: Hanefî mezhebine göre, hürmet-i mûsâharayı icabeden fiillerden biri
ile vuku' bulan rücû'dur. Talâk-ı ric'îden sonra, iddet içinde vuku bulacak
yakınlaşma veya şehvetle kucaklama sarılma gibi...
TALÂK-I BÂİN:
Zevceye tekarrübden (= hanıma yaklaşmadan) önce vâki olan; veya tekarrübten
sonra, beynûneti (= ayrılmayı) ifade eden kinâî bir lafız ile îkâ edilen; yahut
sarih bir lafızla yapıldığı hâlde sarahaten veya işareten üç adedine veya bir
karşılığa mükârin bulunan yahut beynûnete delâlet eden bir vasıf ile tavsif
veya bîr şeye teşbih olunan talâktır. BÂİN beynûnet kökünden türemiş bir
isimdir ve (firkat gibi) aynlmak manasınadır.
BEYNÛNET-İ SUĞRÂ: Bir veya iki tâ!âk-i bâin ile meydana gelen aynhktır.
BEYNÎJNET-İ KÜBRÂ: Üç talâk ile meydana gelen ayrılık demektir. Buna BEYNÛNET-İ
KAT'İY-YE de denir.
İBÂNE: Bâin olarak yapılan
tatlîk (= boşama) demektir.
MÜBÂNE:
Talâk-ı bâin ile boşanılmış bulunan kadın..
TALÂK-I SÜNNÎ
TALÂK-I SÜNNÎ:
İtabı gerektirmeyecek bir şekilde vuku bulan talâk demektir. Talâk-ı Sünnî iki
kısma ayrılır: 1-) SÜNNÎ-İ HASEN:
Medhûlün bihâ olan kanyı, esnasında tekarrüp vuku bulmamış olan bir tuhr (=
temizlik) hâlinde, bir ric'î talâk ile boşamak ve id-detin sonuna kadar tuhr
hâllerine (Adetten kesilmiş bir kadın İse aylara) tevzi ederek birer defa daha
boşamaktır. Böylece, üç talâk, müteferrikan tamamlanmış olur.
Cariyeler hakkında, bu
şekilde yapılan iki talâk da aynı hükümdedir.
2-) SÜNNÎ-İ AHSEN: Medhûlün bihâ olan bir kanyı, içinde mükârenet bulunmayan bir tuhr (=
temizlik) hâlinde, bir ric'î talâk ile boşamaktır. Bu durumda, kadının iddeti
sona erinceye kadar, bir daha tatlik edilmiş (= boşanmış) olmaz.
TALÂK-I BİD'Î:
İtabı gerektirecek şekilde yapılan talâktır. Bu talâk, kanyı, ya hayız hâlinde
veya kendisine mükârenet vuku bulmuş olan bir tuhr (= (emizlik) hâli İçinde,
birden fazla olmak üzere boşamak demektir.
Bir tuhr (= temiz olma
hâli) içinde, defaten veya müteferrikan (= bir defada veya ayn ayrı) birden
ziyâde yapılan talâklar bu kabildendir. Bid'î talâklar da, —mezmum ve menhî (=
kötü görülmüş ve yasaklanmış) olmakla beraber— vâkidir; vuku bulur,
gerçekleşir.
TALÂK-I SARİH:
Sarih lafızlarla yapılan talâk demektir. Bunun vâki olması için, niyet etmiş
olmak gerekli değildir. Bu talâk ric'î de olsa, bain de olsa, hüküm böyledir.
TALÂK-I Bİ'L-KİNÂYE: Kinaye ifâde eden tabirlerden biri ile yapılan talâktır.
SARİH TALAK LAFIZLARI: Sadece kan boşamakta kullanılan lafızlar demektir
ki, bunlar: Boşamak ve tatlik etmek gibi lafızlardır.
ELFAZ-I KİNÂE-İ TALÂK: Talâka mevzu oI-: madiği hâlde, hem talâkta
kullanılan hem de başka mânâlara gelmesi muhtemel olan lafızlar demektir.
Bırakmak, terketmek gibi...
TALÂK-I MÜNECCEZ^ir şeye ta'lik ve İzafe edilmeden, hemen uygulanan talâk demektir.
TALÂK-I MUALLAK: Bir şeye ta'lik suretiyle (bir şarta bağlanarak) yapılan talâktır.
"Şu işi yaparsan, boş ol." denilmiş olması gibi .
Buna, YEMİN Bİ'T-TALÂK da
denjr.
TALÂK-I MUZAF:
Bir zamana izâf edilen talâk'-ür. "Yarından sonra, boşuyacağım."
denilmesi gibi.
TALÂK-I FÂR:
Bir kimsenin, maraz-ı mevtinde (= Ölümle biten hastalığında) yapmış olduğu
talâktır, Boşayan şahıs, böyle yapmakla, karısının mirastan pay almasından
kaçınması gayesini ortaya koymuş olur.
TALÂK-I FUZÛLÎ:
Asil veya vekil olmayan bir şahsın yaptığı talâktır.
Meselâ; "Felânm
zevcesi boş olsun" denilmesi gibi...
TALÂK ALÂ MÂL:
Bir mal karşılığında yapılan boşama demektir.
TEFVİZ-İ TALÂK:
Kocanın, talâkı, karısına temlik ve havale etmesi veya talâkı elçisine yahut
vekiline veya karısının velisine tevdi etmesidir.
Tef vîz-i Talâk üç kısma
ayrılır:
1-) TEFVİZ-İ MUTLAK: Bir vakitle kayıtlı bulunmayan tefvizdir. Bir kocanın, karısına
hitaben: "Nefsini tatlik et." demesi gibi...
2-) TEFVİZ-İ MUKAYYED: Bir zaman ile kayda bağlanmış olan tefvizdir. Bir
kocanın, karısına: "Nefsini, yann boşa." demesi gibi...
3-) TEFVÎZ-İ ÂM: Bütün vakitleri içine alan bir zaman zarfına mükarin olarak yapılan
tefvizdir. Bir kocanın, karısına: "Ne zaman istersen nefsini boşa."
demesi gibi...
TEBENNİ
TEBENNI:
Nesebi başkasından sabit olan bir çocuğu, bir kimsenin evlâd edinmesi
demektir. Evlad edinilen çocuğa MÜTEBENNÂ veya DEIY denir.
Evlâd edinen şahsa ise
MİİTEBENNÎ denir. ! Taleb-i Miivâsebe: ŞüPa Madesine bakınız.
TALÎA:
Casus. Düşmanın hâl ve durumunu öğrenip, mensup olduğu tarafı haberdar etmek
üzere gönderilen veya bir görevi kendiliğinden yapan kimse demektir.
PİTAIİK: Bir
cümlenin mazmununun husulünü, diğer bir cümlenin mazmûnnun husulüne şartedâh
ile rabdetmektir.
Meselâ: Bir kimse,
kölesine; "Filan işi yaparsan azâd ol." dediğinde, azâd olmanın
meydana gelmesini, o işin yapılmasına bağlamış olur. O iş yapılınca azâd
keyfiyeti meydana gelmiş olur. Buna ŞART-I TA'LİKÎ de denir.
TAIJK:
Sebili tahliye edilmiş (serbest bırakılmış) esir demektir.
Talîk'in cem'i TÜLEKÂ'dır.
TARÂRİYYET:
Yankesicilik demektir.
TARRAR:
Yankesici yani, uyanık bir kimsenin ,
korumak istediği bir malını bu şahsın gafletinden istifâde ederek ve bir hiyle
ile çalan şahıs demektir. Yankesici de, hırsız hükmündedir.
TASJK
TARÎK: Yol.
TARÎK-I ÂM:
Geniş yol, cadde. Herkesin gidip gelmekte olduğu yol. Buna nafiz yol denir.
Gayr-i nafiz tarîk, çıkmaz yol demektir.
TARÎK-İ HÂS:
Bir veya bir kaç eve mahsus çıkmaz sokak veya mahdüd kimselerin mülkünde bulunan
yol demektir. Bu da nafiz veya gayr-i nafiz tarîk olmak üzere iki kısma
ayrılır.
KUTTÂ-İ TARÎK:
Yol kesen haydud.
ÛLÂ Bİ'T- TARÎK: En iyi, en âlâ yol.
TARİKAT:
Allahu Teâlâ'ya ulaşmak arzusu ile tutulan yol. Tasavvufî meslek.
TAKIYK-IHAS:
Belirli kimselerin mülkü olan müşterek sokak demektir. Bazı çıkmaz sokaklar,
tanyk-ı hâs kâbilindendir.
TASARRVF-I MÜLLÂK: Bir şey hakkında, meşru' ve nafiz bir şekilde, asaleten vâki olan
tasarruf demektir.
Bir kimsenin, sahibi
bulunduğu evini tamir etmesi; arazisini ekip-biçmesi; vasıtasına binmesi;
elbisesini giymesi gibi....
TA'SÎB: ASABE
Maddesine bakınız.
TATA VW':
Farz ve vacip olmadığı hâlde, fazla sevap kazanmak için, naile olarak yapılan
ibâdetlere TATAVVU' veya NAFİLE denir.
TAVAF:
Ka'be-i Muazzama'mn etrafım, usûlüne uygun olarak 7 defa dolaşmaktır. Bu
dolaşmalardan (= devirlerden) her birine ŞAVT denilir.
METAF:
Ka'be'nin etrafındaki, —tavaf işinin yapıldığı— yer demektir.
TAVAF NAMAZI:
-İster farz, ister vacip, ister sünnet, ister nafile olsun— bütün tavaflardan
sonra, iki rek'at kılmak vaciptir.
Tavaf namazı, —kerahet
vakti olmadıkça tavaftan hemen sora, hemen kılınır. Efdâl olan budur. Ancak,
daha sonra, —hatta memlekete döndükten sora— kılmakla da, bu vâcib edâ edilmiş
olur; ancak, böyle yapmak mekruhtur.
Tavaf namazının Makâm-i
İbrahim'in arkasında kılınması müstehaptır. Burada kılmak mümkün olmazsa,
Hıcr'de Altın oluğun altında veya Hıcr'in her hangi bir yerinde yahut Mescid-İ
Haram'ın münâsip bir yerinde kılınır.
Tavaf namazı bu saydığımız
yerlerde küınamamış-sa, Harem Bölgesi içinde kılınır. Harem sınırlan dışında
kılınması uygun olmaz.
İhram namazında olduğu
gibi, bu namazın ilk rek'atinde de Fâtihâ'dan sonra Kâfirun; ikinci rek'atinde
de Ihlâs sûrelerinin okunması efdâldir.
TAVAF'JN NEVİLER:
Tavafın yedi nev'i vardır.
1-) KUDÜM TAVAFI: Bu, Mekke-i Mükerreme'ye geliş tavafı demektir.
Ve bu tavafı, ifrad veya
Kıran haccı yapan afakîler yaparlar.
Sadece umre veya temettü
haccı yapanlar ile mîkat sınırları İçerisinde bulunanlar kudüm tavafı yapamazlar.
2-) ZİYARET TAVAFI: Buna İFÂZA TAVAFI da denir.
Hac'da farz olan tavaf, bu
tavaftır. Ve, ziyaret tavafı, Arafat vakfesinden sonra yapılır.
3-) VEDA TAVAFI: Buna SADER TAVAFI da denir.
Mîkat sınırları dışından
gelen hacıların, ziyaret tavafından sonra ve Mekke'den ayrılırken yaptıkları
tavaftır.
4-) UMRE'TAVAFI: Sadece umre yapmak üzere Mekke'ye gelenler ile Temettü' veya Kıran
haccı yapanların Mekke'ye geldikleri zaman yapacaktan tavaftır.
Bu tavaftan sonra umre'nin
sa'yi yapılacağı için, bu tavafta ıztıba ve ilk üç şavtta remel de yapılır.
5-) NEZİR (= ADAK) TAVAFI: Herhangi bir sebeple, Ka'be'j* tavaf etmeyi adamış
bulunan bir kimsenin bu adağını yerine getirmesi vaciptir. Nezredilen bir tavaf
için, bir zaman belirlenmişse, tayin edilen bu zamanda; bir zaman belirlenmemişse
istenilen zamanda, tavaf yapılarak adak yerine getirilmiş olur.
6-) TAHTYYETÜ'L-MESCİD TAVAFI: Mescid-i Haram'a her girilişinde, tahiyyetü'l-mescid
namazı yerine, hürmet ve Ka'be'yi selâmlamak kasdı ile yapılan nafile
tavaftır. Tahiyyetü'l-Mescid Tavafı müstehaptır.
7-) NAFİLE TAVAF: Bir kimsenin Mekke'de bulunduğu süre içinde, —hacla ilgili olarak
yapılması gereken tavaflar dışında— fırsat buldukça ve arzu ettikçe yaptığı
tavaftır.
Afakîlerin nafile (=
tatavvu') tavaf yapmaları, Mescid-i Haram'da nafile namaz kılmalarından
ef-dâldir. Hac Mevsiminin dışında, Mekkelİler için de hüküm böyledir.
—Diğer ibâdetlerde olduğu
gibi— niyyet edilip başlanılmış bulunulan nafile bir tavafın bitirilmesi vâ-,
cip olur.• TAVAFTA ŞAVT: ŞAVT Maddesine batanız.
T A VAR
TA'ZİR: Çok
anlamlı bir kelimedir.
Lügatte TA'ZİR: Men, red,
icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tutmak anlamlarına geldiği gibi tasarruf,
iane, takviye, tevkir ve ta'zîm mânâlarını da ifâde eder. islâm Hukku
ıstılahına göre İse, TA'ZÎR: Hakkında muayyen bir ukubet (= belirli bir ceza),
şer'i bir hadd bulunmayan cürümlerden dolayı tertip ve tatbik edilecek olan
te'dîb ve cezadan ibarettir.
TA'ZÎR-İ EŞRÂFİ'L-EŞRÂF: Ulemâ ve şürefâ (= âlimler ve şerefli kişiler)
hakkında uygulanacak ta'zirdir ki, bu uygulama mücerred i'lâm suretiyle yapılır
TA'ZİRÜ'L-EŞRÂF: Emirler, yüksek tacirler ve köyün ileri gelenleri gibi şerefli
kimseler hakkındaki ta'zirdir ki, bi'1-vâsıta i'lâm suretiyle veya mahkemeye
celbederek bi'1-müvâcehe ihtar suretiyle uygulanır.
TA'ZÎR-İ EVSÂT:
İçtimaî mevkileri orta hâlde bulunan kimseler hakkındaki ta'zirdir ki, bu
ta'zir-hem mahkemeye celp ile İhtar suretiyle; hem de hapsetmek ve dövmek
suretinde uygulanabilir.
TA'ZİR-İ AHİSSA: İçtimâi vaziyetleri düşkün, sefil sayılan kimseler hakkındaki
ta'zirdir ki, hem mahkemeye celbederek ihtar süreliyle, hem de haps ve darb
suretiyle uygulanabilir.
TE'DÎBEN TA'ZÎR: Âkil olduğu hâlde, henüz mükellefiyet çağında bulunmayan bir çocuğun,
yaptığı bir cürümden dolayı hakkında te'dîb ve tehzîb maksadıyla uygulanan
ta'zirdir.
TE'DÎB:
Hafif bir ceza ile ıslâh ve terbiye etmek demektir.
TAZLİM: ZULÜM
Maddesine batanız.
MlTAZMIN:
Bir kimseyi ilzamla borçlu etmek ve bir şeyi garâmeten ödemek; sebep olunan,
zarar ve ziyanı ödemek gibi mânâlara gelir.
TAZAMMUN:
Tazmini kabul etmek; kefil olmak; taahhüt etmek gibi anlamlara gelen bu kelime,
ayrıca: Bir şeye şamil olmak, içine almak, ihtiva etmek mânâlarını da ifâde
eder.
ZIMN: Bİr şeyin
İçi, iç taraf ve açıkça soylenme-yip, dolayısıyle anlatılmak istenilen söz;
maksat istek.
TEADDÎ:
Zulmetme, adaletsizlik; saldırma; öteye geçme; geçme; örf, âdet ve kanunların
sınırını aşma.
MiTEADDÜD:
Birden çok olma; çoğalma; sayısı artma.
M'TEADDVD-VZEVCÂT: Bir kimsenin, nikâhı altında, birden çok kadın bulundurması demektir.
İs-lâmiyete göre, çok evliliğin yani, nikâhı altında fazla kadın bulundurmanın
azamî haddi dörttür.
TEAHHUD: Bİr
işi üzerine alma, yapılması için söz verme. Bir işin yapılması için resmi
olarak sözleşme.
'TEALLÛK;
Asılı (ilgili, ilişik) olma; asılma, İlişiği, ilgisi, alâkası olma. Ait olma.
Sevme.
TEALLUKÂT:
Akraba ve hısımlar.
TEAMÜL; Bir
şeyin ziyade istimal olunması (= çok kullanılması) demektir. Başka bir deyişle
TEAMÜL: Bir şey hakkındaki muamelenin mûtad bulunması demektir. Bir tek
kimsenin istimaliyle teamül vücûda gelmez.
TEAMÜL: Bir
işin oluşu; öteden beri olagelen muamele. Örf, âdet.
TEÂMÜL-İ KADÎM;
Eskiden beri yapılageldiği için, kanun gibi sağlamlaşan bir usûl
TEBÂYÜN:
NİSEB-İ A'DÂT Maddesine
bakınız.
TEBENNÎ:
Nesebi başkasından sabit olan bir çocuğu, evlâd edinmek demektir.
MÜTEBENNÎ:
Evlâd edinen şahıs demektir.
MÜTEBENNÂ:
(= Dey): Evlâd edilmen çocuk demektir.
TEBZİR: Bir
şeye, harcanması uygun olmayan bir yere harcamak; har vurup, harman savurmak demektir.
MÜBEZZİR:
Lüzumsuz harcamada bulunan; har vurup harman savuran kimse demektir.
MÜBEZZİRÎN :
Mübezzirler demektir.
TECHÎZ'TEKFİN
Ölüyü kefenlemek ve defnetmekle ilgili işler.
Terike üzerindeki ilk hak, murisin
teçhiz ve tekfin masraflarıdır.
TECİL-İ DEYN:
Deyn Maddesine bakınız.
TECZİYE:
Ceza Maddesine bakınız.
TEDAHÜL:
NİSEB-İ A'DÂT Maddesine
bakınız.
TEDÂHÜL-İİDDETEYN; İdûtt beklemekte olduğu halde, bir şübheye binâen kendisine cima edilen
bir kadın hakkında, yeniden lazım gelen iddetin, önceki iddetle karışması
demektir.
TEDBÎR; Bir
azâd etme şeklidir. Efendi, azâd olma işinin vukuunu, kendisinin vefat etmesi
şartına bağlamış olunca, bu azâd ediş şekline TEDBİR denir. Aslında TEDBÎR:
İşlerin âkibetlerini düşünerek, icâbına göre harekette bulunmak demektir. Bu
münâsebetle, bir kimsenin âhirette mesûbata nail olmak için hayatının sona
ermesi şartına bağlı olarak yapmış olduğu ı'taka (= azâd etmeye) de TEDBÎR denilmiştir.
TEDBÎR-İ MUTLAK: Alelı Hak, efendinin ölümüne bağlanmış olan tedbîrdir.
Bir efendinin, kölesine;
"Ben, Öldüğüm zaman, sen hürsün." demesi gibi...
TEDBÎR-İ MUALLAK: Bir şarta bağlanmış olan tedbîrdir.
Bir kimsenin, memlûküne:
"Şen, şu işi yaparsan mü-debbersin." demesi gibi...
TEDBÎR-İ MUKAYYED: Efendinin, bir vasıf ile ölmesi kaydına bağlanmış olan tedbîrdir.
Bir efendinin, kölesine:
"Ben bu hastalığımdan ölürsem, sen hürsün." demesi gibi..
TEDBÎR- MUZAF:
Bir vaktin girmesine veya çik-' masına izafe edilen tedbirdir.Bir efendinin
kölesine: "Sen gelecek
ayın başından itibaran müdebbersin." demesi gibi.
TEFLÎS:
İflas Maddesine bakınız.
TEGRÎB: Nefy
Maddesine bakınız.
TEBALLVL:
Hac veya umre için ihrama girmiş bulunan bir kimsenin ihramdan çıkması
demektir. Hac veya umre için ihrama giren kimse, belirli me-nâsiki edâ ettikten
sonra, tıraş olarak ihramdan çıkar. Belirli menâsik tamamlanılıp, tıraş
olunmadıkça ihramdan çıkılmaz.
TEHARÜC:
Vârislerden birinin veya bir kaçının, terikeden belirli bir miktarda mâl alarak
mirastan çekilmesi için, diğer vârisler ile sulh olması demektir.
TEHÂLÜF:
Hâkimin, iki tarafa da yemin vermesi yani, hem da'vâcının, hem de da'vâlının
yemin etmesi demektir.
TEHÂLÜF kelimesi,
ahidleşmek, teahhüdde bulunmak anlamına da gelir.
HALİF: Yemin
ederek, birbiri ile sözleşen şahıslardan her biri anlamına gelir.
Bu kelime yardımcı
mânâsında da kullanılır.
TEHLİL;' 'Lâ
ilahe illaliahü vahdehû lâ şerike leh, lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve nüve alâ
külli şey'in kadîr. (= Allah'tan başka ilâh yoktur, O birdir, eşi - ortağı
yoktur. Mülk O'nun ve hamd O'nun içindir. Ve O, her şeye kadirdir.)"
demektir.
TEKÂBBÜL:
Kabul etmek; bir işi teahhüd ve iltizam eylemek demektir. Bir evin
yapılmasını, bir elbisenin dikilmesini, bir kimsenin deruhte etmesi, üzerine alması
demektir.
TEKADDİMt
Meydana gelmesi düşünülebilen bir zararın def ve izâlesi için, ilgililere,
Önceden yapılan tavsiye ve uyarma demektir.
TEKÂDVM-İ AHD:
Bir hâdiseden sonra, takibat yapılmadan, belirli bir vaktin geçmesi ve müruru
zaman vâki olması demektir.
TEKÂRÜZ:
Karz Maddesine bakınız.
TEKBİR:''Allahü
Ekber, Allahü Ekber, lâ ilahe ülallâhü VaUahü Ekber, Allahü Ekber ve
lillahi'l-hamd. {= Allah en büyük, Allah en büyük, Allah'tan başka ilâh yok ve
Allah en büyük, Allah'ın en büyük ve hamd O'nâ mahsustur.)" demektir.
TEKBÎR:
(Namaz'da): "Aliahu Ekber" demektir.
TEKFÎR-İ ZÜNÛB:
Keffâret Maddesine hakiniz.
TELBIYE
TELBİYE:
"Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk, lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk, inne'l-hamâe
ve'n-ni'mete leke ve'1-mülk, lâ şerike lek." demektir.
Telbiye, ihramlı olarak ve
yüksek sesle yapılır. Kadınlar ise, seslerini yükseltmezler.
TELKÎN-İ RÜCÛ:
Zina fiilini işlediğini ikrar eden bir şahsa, hâkim tarafından: "Belki
aranızda bir nikâh var idi." veya: "Bir hâdise, bir şüpheye mebuî
vuku' bulmuş olmasın." yahut: "Bir rüya görmüş olmayasın." gibi
bir şekilde yapılan, ikrardan dönme telkîmidir.
TEKLİF
Teklif: (Lügatte) Bir
kimseye, meşakkatli bir şeyi emir ve ilzam etmek demektir. Istılahta teklif:
İslâm şeriatinin, ehliyet ve selâhiyet sahibi olan insanlara, bir takım şeyleri
yapmalarını, bir takım şeyleri de terk etmelerini emir ve ilzam buyurması
demektir.
Bu emirlerle dinen me'mur
ve muvazzaf olan şahsa Mükellef denir.
Mükellefin çoğulu
Mükellefindir. İnsanlar ehliyeti ve kudretleri nisbetinde mükellef olurlar.
Mükellef olmak İçin,
a-) Âkil (=
akıllı)
b-) Baliğ (=
bulûğa ermiş) bulunmak gerekir. Akil ve baliğ olan kimsenin ehliyeti tam
olacağından, dini emirlerle mükellefiyeti de o nisbette tam olur.
TEHASÜL : NİSEB-İ A'DÂT: Maddesine bakınız.
TE'MÎN = İ'TİMÂN: Bir kimseyi bir şey üzerine emin kılmak demektir. TE'MİN kelimesi:
Birisine emân vermek, bir şahsı emn ve emân kılmak; bir şahsa güvenlik hissi
vermek; sağlamlaştırmak; elde etmek gibimânâlara da gelir.
EMÂN
Maddesine de bakınız.
TEMETTÜ4 HACCI: HAC Maddesine bakınız.
TENAKUZ:
Lügatte: Tedâfü (= itişme, kakışma; birbirini defetme) anlamında kullanılır.
Istılahta TENAKUZ: Bir hakkı da'vâ eden bir şahıstan, kendi iddiasına aykırı,
o iddiasının bâtıl olmasını gerektiren bir söz veya bir davranış yahut sükûtun
zuhur etmesi demektir.
Meselâ:
Bir kimse: "Bu mal
benimdir." dedikten sonra: "Bu mal filânındır" derse veya bir
mal satın aldığı hâlde, dönüp: "Bu mal, zâten benimdir." diyerek mülkiyet
İddiasında bulunursa; yahut, bir malın satıldığını gördüğü hâlde, susup; daha
sonra: "Bu mal benimdir'' diye müşteriden da'vâ ederse, tenakuzda bulunmuş
olur.
TENÂZU BVL-EYDÎ: Müteaddid kimselerden her birinin, "bir mala, kendisinin
vâziu'1-yed olduğunu" iddia ederek, bu hususta münazarada bulunmaları
demektir.
M'TENEKKÛH:
Nikahlamak; evlenmek; karı-koca olmak.
MiTENFÎL:
Bir vel|iyyü'l-emrin veya emîrin, gördüğü lüzum üzerine; fazla bir sehim, bir
atiyye veya muayyen bir para vermek üzere, mücâhidleri savaşa tergîb ve
teşvikte bulunması demektir. Bu şekilde gazilere tahsis edilen ve verilen
mallara da ENFÂL denir. NEFL kelimesi ise, enfâl'in tekilidir.
TENFÎL-İ HÂS:
Veliyyü'1-emr tarafından, harbe tergîb ve teşvik için, bir kısım gazilere,
fazla sehim veya bazı şeyler tahsis etmek ve vermek demektir.
TENFÎL-İ ÂM:
Bütün gazilere karşı vuku bulan tenfîl demektir.
TEN'İM: HAREM BÖLGESİ Maddesine bakınız.
MiTERAHI:
Emredilen bir şeyin, hemen edâ edilmesinin gerekmemesi, daha sonra
yapılmasının da kifayet etmesi demektir.
MlKKCÎH:
Vasıf bakımından birbirine mümasil olan iki delilden birinin, diğerine fazl ve
rüchânını (= üstünlüğünü ve tercih edileceğini) isbât etmek demektir.
Bu şekilde mütemâsfl (=
birbirine benzeyen) delillerden birini, diğerine tercih etmeye muktedir olan
zâtlara ASHÂR-1 TERCİH denir.
TERHİN:
Rehin Maddesine bakınız.
TERMİM
TERMİM:
Meremmet etmek, yani: Ta'mir ve ıslahta bulunmak demektir.
Terinim iki kısımdır:
1-) MEREMMET-İ MÜSTEHLEKE: Binalardan ayrılıp alınması kabil olan ta'mir ve
ıslâhlardır. Boya, sıva gibi...
2-) MEREMMET-İ GAYR-İ MÜSTEHLEKE: Binalardan ayrılıp alınması kabil bulunmayan tamir
ve onarımlardır. Bir binaya yeniden İlâve edilen bina, camekânlar, takılan
camlar, avluya döşenen mermerler gibi...
MTERİKE:
Lügatte: Terk lafzından alınmış oluh, metruk (= terk edilmiş, geride
bırakılmış) olan şey manasınadır.
Istılahta TERİKE:
"Ölen bir kimsenin, kendisine ait olmak üzere terk etmiş olduğu mal"
demektir. Dolayısiyle, Ölen bir şahsın yanında, emânet olarak bulunan şey, onun
terikesinden sayılmaz.
TEREKE: Aslı
TERİKE olan bu kelime, zamanla TEREKE şeklinde de kullanılmaya başlanılmıştır.
TESAFFÜH-İ CEYŞ: Mücâhidler (askerler) için zararlı olacak şahıslardan, ordunun tasfiye
edilmesi demektir.
TESÂMÜ
TESAMU:
Lügatte: Başkasından işitip nakletme; başkasından işitilip nakledilen şeyler
demektir. Istılahta TESÂMÜ' İştihar yani şöhret bulma, meşhur olma anlamına
gelir. Şöhret de iki nevidir:
1-) ŞÖHRET-İ HAKÎKİYYE: Tevatür yolu İle hâsıl olan şöhret
2-) ŞÖHRET-İ HÜKMİYYE: İki âdil erkeğin veya âdil bir erkek İle âdil İlci
kadının şehâdet lafzı ile haber vermeleri neticesinde meydana gelen şöhret demektir.
TESBÎL:
Hakk-i Mesîl Maddesine bakınız.
TESEBBVBEN CERH: Bir kimsenin yaralanmasına sebep olmak; yani: Âdete göre, bir insanın
yaralanmasına sebep olan bir fiili işlemek demektir. Herkesin gelip geçmesine
açık olan bir yolda, müsâade alınmadan kazılan bir kuyuya, bir şahsın düşüp
yaralanması gibi...
TESEBBVBENİTLAF: Bir şeyin telef olmasına sebep olmak demektir. Yâni, bir şeyde, başka
bir şeyin, cereyan ettiği âdet üzerine telefine sebep olan birisi vücuda
getirmektir.
MÜSTEŞEBBİB:
Bir şeyin telef olmasına sebep olan kimse demektir.
Meselâ: Bir kimse; asılmış
bir kandilin ipini keser ve bu kandil yere düşüp kırılırsa; bu İpi kesen kimse,
ipi kesmiş olması yönünden fâil-i mübaşir (= bu işi bizzat yapan kişi);
kandilin kırılmasına sebebiyet vermesi bakımından da müstesebbib bulunmuş
olur.
TESEBBVBEN KATL: Bir kimsenin ölmesine sebep olmak demektir. Yani, bir kimsenin
yaptığı bir şeyle, bir kimsenin âdet üzere telef olmasına sebep olacak bir fiil
meydana getirmesi demektir. Ammeye mahsus bir yol üzerinde açılan bir kuyuya,
bir şahsın düşüp ölmesi gibi...
TESEBBVBEN SİRKAT: Bir kaç kişinin, beraberce ve gizlice mahaü-i hirza (= depoya) girip,
aldıkları (yani çaldıkları) mallan, içlerinden birine yükleyerek, hârice
çıkarmaları şeklinde yaptıkları hırsızlıktır.
TESCİL: Sicil Maddesine
bakınız.
TESCÎL-İ İSTİBDÂL : VAKIF Maddesine bakınız.
TESÎL-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
TESLÎM-İ ŞÜF'A:
ŞüFa Maddesine bakınız.
TESHİK: Bir
mücrimin (suçlunun), yüzüne kara sürerek veya kendisini, bir eşeğe ters
bindirerek şehir içinde dolaştırmak demektir. Bu gibi şahıslan halka ilan
etmeye de TECRÎS denir.
TEŞHİRİ SİLÂH:
Bir kimseye karşı, öldürmek veya yaralamak kasdiyle silâh çekmek demektir.
MÜŞTEHERÜN ALEYH: Kendisine silâh çekilen kimse demektir.
MEŞHURUN ALEYH:
Bu kelime de kendisine silâh çekilen (şahıs) anlamındadır.
TEVÂ: Havale
Maddesine bakınız.
TEVÂFUK: NİSEB-İ
A'DÂT Maddesine bakınız.
TEVARÜS: MİRAS
Maddesine bakınız.
TEVÂTÜR:
Lügatte: Birçok şeyin, bir biri ardınca meydana geimesj; bir haberin ağızdan
ağıza dolaşarak yayılması demektir. Istılahta TEVATÜR: Yalan üzerinde içtima
ve ittifak etmeleri aklen caiz olmayan bir cemâatin (= topluluğun), hisse
müstenid (= duyu organları ile algılanabilen) bir şeyi haber vermeleri
demektir.
MÜTEVÂTİR:
Tevatür yolu ile gelen haber anlamına gelir.
Bir cemaatin, möcerred aklî
bir mes'ele üzeinde ittifak etmeleri, fikir ve kanaat yönünden müttefik
ol-malan tevatür sayılmaz,
TEVBİE: Bir
cariyenin, efendisi veya efendisinin ehli ve ıyâli tarafından istihdam
edilmeyip, kocasına, evinde teslim edilmesi demektir.
TEVKİL:
Vekâlet Maddesine bakınız.
TEVRİS:
MİRAS Maddesine bakınız.
TEVSİK:
Vesika Maddesine bakınız.
TEZELLÜM: ZULÜM
Maddesine bakınız.
TEZEVVÜC:
Evlenmek; kan - koca olmak demektir.
TILA: Bir
cins şarap
TİRAS: MİRAS
Maddesine bakınız.
TÖHMET: Zam
ve tevehhüm olunan haslet ve sabit olması hâlinde ceza ve muâhazeyi gerektiren
suç demektir.
İSNÂD-I TÖHMET:
Suçlama; suç isnad etme. Bir kimseyi, işlediği sanılan, fakat gerçekliği henüz
meydana çıkmamış olan bir suç veya kabahatle itham etme.
TÖHMET-İ ZAHİRE: îsbât etmeye lüzum görülmeyecek kadar aşikâr olan töhmet, suç.
TÖHMET-İ ZİNA:
Zina şübhesini uyandıran vaziyet
İtham Maddesine de bakınız.
TUKÛU GALLE:
Vakıf maddesine bakınız. [20]
UBÛBİYYET:
Kulluk; kölelik. Birine aşırı bağlılık.
Arz-i ubûdiyyet: Bir
kimseye bağlılığını bildirmek.
UCB: Kendini
beğenme hâli. Kendini beğenmişlik.
DHİYYE:
Belirli şartlan taşıyan kimselerin, Kurban Bayramında kesmeleri vacip olan
kurban demektir.
UDUL: ADL Maddesine
bakınız.
UHREVÎ:
Âfaİrete âit. Âhiret günü ile ilgili
ÜHREVİYYE:
Uhrevî ile aynı anlamı taşır.
UKR: Mutlak
olarak mebr anlamına gelmekle beraber, çoğunlukla mehri- misil anlamında
kullanılan bir kelimedir.
Şöyle ki: Hür bir kadının
mehr-i misline ukr denildiği gibi, bir cariyenin güzelliği ve efendisi
itibariyle benzerleri olan cariyelere göre hak sahibi olacağı mehre de ukr
denilir. Yani, bu cariyelerin nikâhlarına ne kadar mal ile rağbet edilmekte
ise, bu miktar, bu cariyenin uknı olmuş olur. Bazı fakıyhlere göre,
cariyelerin ukrlan; eğer bunlar bikr iseler kıymetlerinin onda biri, seyyib
iseler yirmide biri nisbetindedir. Bununla beraber UKR tabiri, genellikle,
kendisine şüphe ile yaklaşılan bir kadına, mehrine mâdil olarak verilen
tazminat anlamına kullanılır. Gasb yolu ile vuku bulan bir mukârenetten dolayı,
diyet makamında verilen
bedele de nkr denilir. AKİR: Gebe kalmıyan kadın anlamına kullanılan bu kelime,
aynı zamanda çocuk yapamıyan erkek anla-mındada kullanılır.
MUKÛBET:
Ceza ve azap mânâsına gelir. İslâm hukukunda ceza, darb (= vurma, dövme),
hapsetme, kat'-i uzuv ve recm gibi yollarla yerine getirilir.
UKÛBAT:
Ukûbet'in çoğuludur; yani: Cezalar demektir.
IKÂB ve MUÂKEBE lafızları
da azâb ve ta'zîb anlamlarında kullanılan lafızlardır.
Azab, cürmü takip
edeceğinden, bu münâsebetle, azâb'a ukubet gibi isimler verilmiştir.
UKÛK: Birr
Maddesine bakınız.
ULÛK
ULÛK: Bir
şeye ilgili olmak; yapışkan ve ilişken; iki şey arasınaki sadâkat veya husûmet;
bir şeye ilişip tutunmak; gebafcalmak; rahim gibi anlamlan ifâde eder.
ALÛK da arzu ve süt
mânâsına gelir.
ALÂKA: Bir
şeye muhabbet veya husûmet suretiyle olan bağlılık demektir.
UMRE:
Ka'beyi Muazzamayi, belirli bir zamana bağlı olmayarak, usûlüne uygun bir
şekilde ziyaret etmek ve yapılması gereken diğer menâsiki yerine getirmektir.
UMRE TAVAM: HAC / TAVAF / TAVAFIN NEVİLERİ Maddelerine bakınız.
URVZ:
Araz'ın çoğuludur ve nukûd, hayvanât ve mekîlat (= ölçekle Ölçülen) şeylerle,
diğer mevzû-nâttan (= tartılan şeylerden) başka olan, kitap, eşya ve kumaş gibi
şeyler demektir.
Uruz tâbiri bazen hayvan ve
akar'ın mukabilinde (= zıddı olarak) kullanılır.
USÛBET : ASABE
Maddesine bakınız.
USÛL: Asi'm
çoğuludur.
USUL kelimesi,
lügatte: Temel ve esas mânâlarına kullanılır.
Asıl ise: Maddî veya manevî
temel; esas; istinâtgah, dayanak demektir.
Asıl: Râcih, delil ve kaide
mânâlarında da kullanılır.
USÛL: Bir
kimsenin, babası, anası, dedesi ve ninesi gibi, kendisinin meydana gelmesine
sebep olan —İlânihâye— atalarına ASL denir. USÛL ise bunun çoğuludur. Yani
USÛL: Babalar, analar, dedeler, nineler... demektir.
Necîb olan bir kimseye ASÎL
ZÎ ASALET, SAHİB-İ ASALET denir.
USÛL-İ FIKIH İLMİ: Fıkhı bilgilerin esası ve dayanağı olan bir flinadir. Şer'î hükümlerin
mufassal ve muayyen delilleri ile hikmetleri bu ilim sayesinde bilinir. Ve
blu dînî hükümler, bu muayyen, müşahhas deliller vâsıtasiyie istinbat ve isbat
olunur. Bu ilme, hikmet-i teşrüyye ilmi de denilir.
UZLET: Bir yere
çekilip, kendi başına ve tenhâda yaşamak. Yalnızlık köşesine çekilmek, inziva
UZUV: Bedeni
terkip ve teşkil eden herhangi bir cüz' ( = parça) demektir.
AZA: Uzv'un
çoğuludur; uzuvlar demektir. Bir cemiyet veya hey'eti meydana getiren
fertlerden
her birine de mecazen uzu
ve âzâ denilmektedir.
UZVÎ: Beden
uzuvlarına mensup olan veya neşvû nemaya müsait görülen şey demektir.
UZV-İ MAKTU:
KAT-I UZV Maddesine bakınız.
ÜCRET:
Menfaat karşılığı olan şey demektir. Meselâ: Bir evde oturulması suretiyle elde
edilen menfaat mukâblinde veya bir şahsın istihdam edilmesi suretiyle sağlanan
menfaat mukabilinde, verilen bedel (= karşılık) bir ÜCRET'tir.
İcâre Maddesine bakınız.
ÜCÛR:
Ecirler, sevaplar.
ÜCÛR-İ CEZÎLE:
Bol sevaplar.
ÜCÜRAT:
Ücretler.
ÜCRET: Bir
hizmete karşılık olarak verilen para veya mal.
BİLÂ-ÜCRET:
parasız, meccânen.
UFÛL: Batma,
kaybolma; görünmez olma. Ölme.
Alışma, kaynaşma; görüşüp
konuşma; ah-bablık, dostluk.
ÛMEM:
Ümmetler, milletler.
NAYRÜ'L-ÜMEM:
Müslümanlar.
ÜMEM-İ KADÎME:
Eski ümmetler.
ÜMEM-İ SÂLİFE:
Geçmiş ümmetler.
ÜMMET: Bir
peygambere İnanıp bağlanan topluluk, millet.
ÜMM-Ü VELED: Müstevlede
Maddesine bakınız.
ÜNSİYYET:
Alışkanlık, ahbaplık, arkadaşlık, dostluk. [21]
VACİP
Vacip: Yapılması, şer'an
kat'î bir delille sabit olmamakla birlikte, herhalde pek kuvvetli bir delille
sabit olan bir vazifedir, Vitir namazı ve bayram namazları gibi... Vacibin
hükmü: Vaciplerin yapılmasında sevap; terk edilmesinde ise azap vardır. Vacibin
inkâr edilmesi bid'at ve mâsiyettir. Vecîbe tabiri, bazan farz, bazan da vacip
yerine kullandır. Vacibin çoğulu vecâib'dir.
VACİP OLAN HAC: HAC Maddesine batanız.
VAHÎM: Sonu
tehlikeli, çok korkulu.
VAHŞET:
Vahşilik, yabanilik, ıssızlık, tenhalık; korku, ürküntü.
VAHŞİ;
Yabanî, insandan kaçan. Ürkek, korkak. Duygusuz, merhametsiz.
VAKFE (= VUKUF)
VAKFE (= VUKUF): Lügatte: Belirli bir yerde, bir süre kalmak demektir.
Hac sırasında, Arafat ve
Müzdeüfe denilen mevkilerde vakfe vardır.
Arafat vakfesi farz ve
haccın rüknüdür. Bu vakfe, arafe günü yapılmazsa, hacca yetişilmemiş ve hac
fevt olmuş olur ki, böyle bir haccın, gelecek yıllarda kaza edilmesi gerekir.
Mûzdelife vakfesi ise
vaciptir. Bu vakfe, mazeretsiz olarak terk edilirse, ceza kurbanı kesmek
gerekir.
VASİYET
VASİYET:
Lügatte: Emir, bir işi, bir başka şahsa ısmarlama demektir.
VESÂYA:
Vasiyet'in çoğuludur.
Istılahta VASİYET Bir malı
veya bir menfaati, ölümden sonraya izafe ederek, bir şahsa veya bir hayır
cihetine teberru yoluyla (yani: Meccânen) temlik etmektir.
Vasiyet:
Bu tarifteki "ölümden
sonra" kaydıyle; hibe gibi fil-hâl vâki olan teberrûlardan; "teberru
yoli'vla" kay-diyle de, bir malı satmak veya kiraya vf • ;k gibi, bir
karşılığı (= bedeli, ücreti) olan işlemn.;den ayrılmıştır.
MÛSÂBİH:
Kendisiyle vasiyet olunan (yani: Ölümden soraya izafe edilerek, teberru yoluyla
temlik edilen) mal veya menfaattir.
MÛSÂLEH:
Kendisinde vasiyette bulunulan şahıs veya bir hayır cihetidir.
VASİYYİ MUHTAR:
Bir kimse tarafından, vefatından sonra, terikesinde veya diğer işlerinde tasarrufta-bulunmak
üzere tâyin olunan vasidir. Buna VASİYYÜ'L-MEYYİT de denir. Vasiyyi Muhtar,
vârislerin hallerine göre,
VASİYYÜ'L-EB, VASİYYÜ'L-AH
veya VASİYYİ ZEVİ'L-ERHAM da denilir.
VASİYYİ MANSUB:
Hâkim tarafından, bir kimsenin her hangi bir işi için nasb ve tâyin olunan
vasidir.
Buna, VASİYYÜ'L-KÂDÎ da
denir.
NAZIR:
Vasî'nin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere, mûsî veya hâkim
tarafindan tâyin olunan zattır.
Buna MÜSRİF de denir.
VASİYET-İ MÜRSELE: Mûsâ bibin (= vasiyet edilen şeyin) miktarı belirli olan ve sülüs (=
1/3) ve subû (= I /4) gibi bir kesirle mukayyed bulunmayan bir vasiyettir.
Meselâ: Bir şahsa, yüz bin
lira vasiyet edilmesi gibi.
VASİYET-İ GAYR-İ MÜRSELE Mûsâ bihin (= vasiyet edilen şeyin) miktarı malum
olmayıp, sülüs (= 1/3), rubû (= 1/4) ve südüs {= 1/6) gibi bir kesir ile
mukayyed olan vasiyettir.
Meselâ: Bir kimsenin,
terikesinin üçte birini, bir şahsa vasiyet etmesi gibi...
VASİYET-İ MUTLAKA: Muayyen bir hâdise ile veya bir vakit yahut mekân İle takyid edilmeyen
vasiyettir.
Meselâ: Bir şahsın:
"Malının dörtte birini, şu cihete vasiyet ettim." demesi gibi...
VASİYET-İ MUKAYYEDE: Belirli bir hâdise veya belirli bir vakit yahut mekân ile takyid
edilen vasiyettir,
Meselâ: Bir kimsenin:
"Şu yolculuğunda veya şu beldede ölürsem, terikenin üçte biri şu cihete
vasiyet olsun." demesi gibi..
da Vasiyet-i Mukayyetle
kabilindendir. Meselâ: Bir kimsenin: "Şu hastalığımda., ölürsem, şu malım,
filana vasiyet olsun." demesi gibi...
MÜSÎ:
Vasiyet eden (yani: Bir malı veya bir menfaati, vefatından sonraya izafe
ederek, bir şahsa yahut bir hayır cihetine, teberru yoluyla tahsis ve tendik
eden kimse) demektir.
VASİ: Bir
kimsenin mallarında veya çocuklarının işlerinde tasarrufta bulunmak üzere
nasbedilen kimsedir.
Vasî'ye MÛSÂ İLEYH de
denir.
VESAYET: Vasilik,
vasînin hâiz olduğu sıfat demektir.
VÂRİS: MİRAS
Maddesine bakınız.
VEDA TAVAFI: HAC / TAVAF /
TAFAVIN NEVİLERİ Maddelerine bakınız.
VEDİA:
Lügatte: Metruk (= terkedilmiş şey) anlamındadır.
Istılahta VEDÎA: Koruması,
saklaması, hıfzetmesi İçin bir veya birden çok kimseye emânet bırakılmış olan
mal demektir.
IDÂ: Bir
malın muhafaza edilmesini, sarahaten veya delâleten, bir başkasına ihale etmek
yani bir mali' emânet bırakmak demektir.
Buna İSTİDA' da denilir.
MUDİ: Bir
malın muhafazama, bir başkasına ihale eden yani bir malı emânet bırakan kimse
demektir. Buna MÜSTEVDİ de denilir.
MÛDA: Bir
malın, kendisine havale edilen muhafazasını yani emâneti kabul eden şahıs
demektir. Buna VEDİ de denir.
VEFK: NİSEB-İ A'DAT
Maddesine bakınız.
VAKIF: Bir
mülkün menfaatini halka tahsis edip, aynını —Allahu Teâlâ'nın mülkü hükmünde
olmak üzere— temlik ve temellükten ebediyyen men etmek demektir.
Bu tarif, Imâmeyn'e
göredir. İmâm-i A'zam Ebû Hanife (R.A.)'ye göre VAKD7: Bir mülkün —aynı
sahibinin mülkü hükmünde kalmak üzere— menfaatinin bir cihete tasadduk
edilmesi demektir.
VÂKIF: Bir
şeyi vakfeden şahıs
MEVKUF:
Vakfedilen şey
MAHALL-İ VAKIF de: Mevkuf
yani vakfedilen şey demettir.
MEVKUFUN ALEYH:
Bir ayn'in menfâati kendisine vakf ve tahsis edilen şahıs veya mahal demektir.
MEŞRUTUN LEH:
Mevkufun Aleyh anlamında kullanılır.
AVÂİD-İ VAKIF:
Vakfın neması ve vakıfla ilgili gelirler demektir.
Avaldi Vakıf iki kısma
ayrılır:
1-) AVÂİD-İ ŞER'İYYE: Bir vakfın, meşru surette meydana gelen gailesinden
ibarettir. Bu, vakfın serî masraflarına sarfedilir.
2-) AVÂİD-İ ÖRFİYYE: Bu da, bir vakıfla ilgili olan şahısların, bu vakfa verdikleri atiyye
ve saire-den ibarettir.
Şöyle ki: Bir, vakfın
arazisini ekip biçenlerin, bu vakıf için, bir şey atiyye vermeleri, eskidenberi
mûtad bir şey ise, bu atiyye alınıp vakfın umuruna sarfedilir. Fakat bunların,
mütevelli nâmına yağ, yumurta gibi bir §ey vermeleri rüşvet olacağından, caiz
olmaz. Ancak, vakıf arazinin hâsilâtindan bir miktarının (meselâ: Onda
birinin) mütevelliye verilmesi ötedenbe-ri bilinen bir şey ise, mütevelli bunu
alabilir. Ve bu, 3 mütevelli hakkında avâid-i örfiyyeden sayılır.
MESÂRİF-İ VAKIF: Bu kelime de Mevkufun aleyh ve Meşrutun Leh yani: Bir ayn'in menfaati
kendisine vakf ve tahsis edilen şahıs veya mahal demektir.
MÜRTEZİKA:
Bu da Mevkufun Aleyh anlamına gelir.
EHLİ VEZÂİF:
Bu kelime de Mevkufun Aleyhin ifâde ettiği mânâları ifâde etmektedir.
VAKIF:
tabiri, zaman zaman MEVKUF (= Vakfedilen şey) anlamında da kullanılır.
EVKAF:
Vakfın çoğuludur; yani: Vakıflar dernektir.
VUKUF
kelimesi de Vakıf kelimesinin çoğulu olarak kullanılır.
İKTİBAS:
Vakıf anlamında kullanılır.
TAHBÎS:
Vakıf anlamında kullanılır.
TESBÎL:
Vakıf anlamında kullanılır.
VAKF-I LÂZIM:
Vâkıf veya hâkim tarafından feshedilmesi caiz olmayan vakıftır. Usûlüne göre,
lüzumuna hükmedilen her vakıf lâzım bir vakıftır.
VAKF-İ GAYR-İ LÂZIM: Vâkıf, hâkim veya vâkıfın vârisi tarafından fesh ve ibtâl edilmesi
sahih olan vakıftır.
Vakf-ı Fuzûlî gibi...
VAKF-I MÜNECCEZ: Filhâl yapılan (yani: Bir şarta bağlı, istikbâle muzaf ve bir vakit
ile mukayyet bulunmayan) vakıftır.
VAKF-I MUALLAK:
Bir şarta bağlı olarak yapılan vakıftır ki bu vakıf sahih değildir.
"Filan işim görülürse,
şu mülküm vakıf olsun." denilmesi gibi..
VAKF-I MUZAF:
Gelecekteki bir zamana izafe edilmek suretiyle yapılan vakıftır ki, bu da sahih
değildir.
Ancak, ölümden soraya muzaf
olarak yapılan bir vakıf, vasiyet hükmündedir ve sahihtir.
VAKF-I MUVAKKAT: Bir vakit ile kayıtlanan yani belirli bir vakit için kurulan vakıftır
ki, bu da sahih değildir.
"Şu akarım, bir ay
(veya biryıl) vakıf olsun." denilmesi gibi...
VAKF-I MÜŞÂ:
Bir kimsenin, başka birisiyle müştereken mâlik olduğu bir yerdeki şayi
hissesini vakfetmesidir. Bu vakıf, şartlan dâhilinde sahihtir.
VARF-I MÜŞTEREK: İki veya daha çok şahsın, ortaklaşa mâlik oldukları bir malı
vakfetmeleridir. Bu vakıf da usûlü dâresinde sahih olur.
VAKF-I MARÎZ:
Bir kimsenin, maraz-i mevtinde (= ölüm hastalığında) yapmış olduğu vakıftır.
Bu vakıf, vasiyet hükmünde olup, terikesinin üçte birinden muteber olur.
VAKF-I FUZÛLÎ:
Bir şahsın, mâlik olmadığı bir şeyi, sahibinin iznini almadan, bir cihete vakf
etme-sidir..Ki bu vakıf, sahibinin icazetine mevkuf olur. Bunun zıddı VAKF-I
GAYR-İ FUZÛLÎ'dir.
VAKF-I İRSÂDÎ:
Beytü'1-mâle ait olan bir mülkün, —rakabesi yine beytü'1-mâle ait olmak üzere—menfaatinin
veliyyü'l-«mr tarafından veya onun müsaadesiyle başka bir şahıs tarafından;
bir kimseye yahut bir cihete tahsis edilmesi demektir.
Buna, TAHSÎSAT KABİLİNDEN
VAKD7 da denir. Bu vakıf, İki nev e ayrılır:
1-) İRSÂD-I SAHİH: Beytü'1-mâle ait bir mülkün menfaatini, veliyyü'l-emrin veya onun
müsaadesiyle başka bir şahsın, beytü'l-mâl'den istifâdeye hak sahibi olan
kimselere tayin ve tahsis etmiş olmasıdır. Camilere, medreselere ve
müslümanlann diğer mesâlihine tahsis edilmesi gibi..
2-) İRSÂD-I GAYR-İ SAHİH: Beytü'1-mâle ait bir mülkün, veliyyü'1-emr tarafından
veya onun müsâdesiyle, başka bir şahıs tarafindan, beytü'1-mâle istihkakı
olmayan bir kimseye tahsis edilmesidir.
Arâzî-i millîyeden bir
parçanın vergisini, her hangi bir şahsa vakıf ve tahsis etmek gibi.. Bunun
ibtâli caizdir.
VAKF-IEHIİ:
Mahsur bir kavme ait olan vakıftır.
KAVM-İ MAHSUR:
Sayısı yüzden aşağı olan cemâat demektir.
KAVM-İ GAYR-İ MAHSUR: Sayısı yüz ve yüzden fazal olan topluluk demektir. Bu
kavil, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'undur ve Me-celle'de de bu kavil kabul edilmiştir.
KÂBİL-İ İHSÂ ve GAYR-İ KÂBİL-İ İHSÂ tâbirleri de Kavm-i Mahsur ve Kavm-i
Gayr-i Mahsur tâbirleri yerine kullanılır.
MÜSTEGALLÂT-I VAKFİYYE: Müessesât-ı hayriyyenin idaresi için gereken
vâridât-ı temin etmek üzere vakfedilmiş olan şeylerdir.
Bunlar, akar olabileceği
gibi, bağ, bahçe ve nükûd da olabilir.
Vakıf gedikler de bu
kabilindendir. Bunun müfredi MÜSTEGAL'dir.
Bir vakfi gallelendinnek,
faidelendirmek. Meselâ: Bir akan kiraya verip, kira bedelini almak anlamında da
istiglâl kelimesi
kullanılır.
MÜSEKKAFÂT-I VAKFİYYE: Tavanlı binâ-lan ihtiva eden vakıf müstegâllat
demektir. Han, ev, mağaza gibi..
Bunun müfredi MÜSAKKAFtır.
İMÂRET-İ VAKIF:
VakfedUen bir şeyin, vakfe-dildiği sıradaki hâli üzere bulundurulması veya
meşrut bir hâle getirilmesi için gereken tamiratın yapılması demektir.
NIKZ-IVAKF:
Asü vakfin taş, kereste, kireç gibi döküntüleri demektir. Bunlar da vaktin
rakabe-sinden.
TESCÎL-İ VAKIF:
Bir vakfin lüzumuna, selâhi-yetli bir hâkimin şer'î usûlü dâiresinde hükmetmesi
demektir.
TESCİL:
Lügatte: Bir ilâmı, sicile yazmak demektir.
VAKFİYYE:
Bir vakfa dâir, vâkıfin takririni ve şartlarım ihtiva eden vesikadır.
VAKFİYE-İ MÜSECCELE: Bir hâkim trafindan tescil edilmiş bulunan vakfiye demektir.
İSTİBDÂL-İ VAKIF: Bir vakfi, bir mülk ile veya nakid ile mübadele etmek (yani: Değişmek)
demektir. Ki bu, şartlan dâiresinde caizdir.
TESCÎL-İ İSTİBDÂL: Bir istibdâlin (= vakfin değiştirilmesinin), bozulması kabil olmamak
üzere sıhhat hâlinde bulunduğuna bir hâkim tarafından hüküm verilmesidir ki,
artık bu istibdâl muamelesi feshedilmez.
GALLE-İ VAKIF:
Vakfin varidatı, gelirleri, mahsulatı demektir.
Buna REY-İ VAKIF da denir.
Vakıf bahçelerin meyveleri; vakıf akarların kiraları; vakıf paralann ribihleri
bu kabildendir.
TULÛÜ GALLE:
Vakfin gailesinin zuhura, meydana gelmesi demektir. Bu, vakfina göre değişir.
Şöyle ki: Mezrûattan olan gailenin tuîûu; eklerin yetişip, tane bağlaması veya
mütekavvim bir hâle gelmesiyle olur.
Meyvelerden ibaret olan bir
gailenin tulûu ise; meyvelerin yetişip, âfetten emin bir hâle gelmesile olur.
Kira bedellerinden ibaret bulunan bir gailenin tulûu da, bu bedellere ait
taksit zamanlarının girmesiyle olur.
RAKABE ETMEK:
Bir vakfir. gailesini aslına ilhak etmek demektir.
Şöyle ki: Bir vakfin
nakidlerden bir kısmı, kasıt ve düşmanlık olmadan zayi olsa; bu noksanlık, o
vakfin gailesinden hâkimin hükmü ile ikmâl edilmedikçe, mürtezikasına birşey
verilmeyebilir. Bu duruma fetva lisânında MÜRTEZİKA'NIN VAZİFELERİ RAKABE
ETMEK denir.
MÜTEVELLİ:
Vakfin işlerini ve mesâlihini, şer'î hükümler ve vakıf şartlan dâiresinde idare
etmek üzere tayip olunan kimsedir.
Mütevelli iki kısma
ayrılır:
1-)
Meşrûtiyet vechi ile mütevelli: Bu durumda, bir şahsın mütevelli olması vâkıfin
şartı gereğidir.
2-)
Meşrûtiyet vechi ile olmayan mütevelli: Müte-vellüiği münhal bulunan bir vakfa,
—meşrutun leh'i bulunmadığı için— hâkim tarafindan tayin edilen mütevellidir.
MÜTEKELLİM ALE'L-VAKF
tâbiri de MÜTEVELLİ anlamında kullanılır.
KAYYIM-I VAKIF:
Mtttevellî demektir.
KUVVÂM:
Kayyım'ın çoğuludur.
KAYYIM:
Kendisine, vakfin korunması, cem'i ve tefriki vazifesi verilmiş bulunan kimse
demektir. Bu tarife göre kayyım, vakfin, mütevellisinin idaresi altında
bulunmuş olur. Mütevellinin daha geniş yetkileri vardır. Çünkü, mütevelliye
vakıfta tasarrufta bulunma vazifesi de verilmiş olur.
NÂZIR-I VAKIF:
Mütevellinin vakıf hakkındaki tasarruflarına nezâret etmek ve mütevelli için
vakıf işlerinde danışma mercii olmak üzere nasb olunan kimsedir.
Bazı yerlerde nazır
kelimesi, mütevelli yerinde kullanılır. Böyle yerlerde nâzın bulunan bir
vakfa, ay-nca bir mütevelli nasb olunmaz.
MÜŞRİF-İ VAKIF:
Bir vakfa, mütevellisinin tasarruflarını mürâkebe altında bulundurmak üzere tâyin
olunan kimsedir. Buna, NÂZIR-I VAKIF da denir.
Müsrifin vazife ve
yetkileri, bulunduğu yerin örf ve âdetine göre değişir.
Bir vakfin malını muhafaza
eden veznedar ve anbar memura gibi kimselere de MÜSRİF denir.
ŞADD-I VAKIF:
Bir vakfin umur ve hususunu murakabe eden (meselâ: Mescidlerin açılıp
açılmadığını; temizliklerine dikkat
edilip edilmediğini araştırmak
üzere, mescidlere devam) eden kimse demektir.
Bunlara, zamanımızda VAKIF
MÜFETTİŞLERİ. VAKIF MURÂKIBLARI denir.
Namaz vakitlerini Sân eden
(mesela: Namaz vakti girince "es-Salât!" diye yüksek sesle nidada bulunan)
kimseye de ŞADD-I VAKIF denilir.
KÂİMİ MAKÂM-I MÜTEVELLİ: Bir vakıfta bazı hususlarda, mütevelli yerine kâim
olmak, mütevelliye ait işleri yürütmek üzere, hâkim tarafindan nasb edilen
kimsedir.
Bir vakfin gailesini
korumak için, —gâib olan mütevellisinin yerine— muvakkaten tâyin olunan kayyım
da, kâim-i makâm-ı mütevelli kabilindendir.
CÂBÜ VAKIF:
Bir vakfin gailesini toplamaya memur edilen kimsedir.
Câbii Vakıf: Vakfin
tahsildan sayılır.
CİBÂYET:
Vakfin gelirlerini toplamak demektir. CİBÂYÂT, cibâyet'in çoğuludur.
HADEME-İ EVKAF:
Vabflanırfcizmetlerini yü-
rüten kimseler denmekdir.
İmamlar, müezzinler, müderrisler ve mütevelliler bu cümledendir.
ŞERÂİR-İ VAKIF:
Mevcut bulunmamaları vakfin muattal olmalarım gerektiren kimseler ile vakıf
için lâzım olan diğer şeylerdir.
Mescidlere göre; imamlar,
hatipler, müezzinler, tenvirat, tefrişat ve abdest muslukları gibi şeyler
şerâir-i vakıf sayılır.
Medrese müderrislerine,
imamlara, hatiplere ve müezzinlere ERBÂB-I ŞERÂİR denir.
NÜZUL ANİ'L-VEZÂİF: Bir vakıfta; mütevelli, nazır ve câbî gibi cihât sahiplerinin,
uhtelerinde-ki görevlerden, bu görev başkalarına verilmek üzere istifa etmeleri
demektir.
Bir ciheti başka birine
ferağ (= terk) etmek de nüzulden sayılır
CİHÂT: Vakıf
müesseselerine ait, imamlık, müezzinlik, kayyımlık, müderrislik, vaizlik,
hâfiz-i kü-tüplük gibi ait hizmetlerdir.
CİHET:
Cihât'm tekilidir.
Cihetler iki kısma ayrılır:
1-) CÎHÂT-I ZARÛRİYYE: Bir vakıf müessesesinin başlıca mesâlihinden plan,
(başka bir deyişle, bir vakıf müessesinin başlıca gayesini temin eden) cihetlerdir.
Meselâ: Vakıf mescitlere
göre, imamlık, hatiplik ve müezzinlik hizmetleri gibi...
2-) CİHÂT-I GAYR-İ ZARÛRİYYE: Bir vakıf müessesesinin tâli derecedeki mesâlihinden
olan cihetlerdir.
Meselâ: Cibâyet ve hâzin-i
kütüplük hizmetleri gibi... Bir vakfin zarurî olmayan imaretleri de bu kabildendir.
Bir vakfin gailesi müsaid
olmadığı takdirde, cihât-ı zarûriyye sahipleg, diğer cihet sahiplerinin önüne
geçerler.
VÜCÛH-İ VAKF:
Bir vakfin meşrutun lehi olan cihetlerdir.
Vücûh-i Vakf üç tasma
ayrılır:
1-) Sadece
fakirler.
2-) Önce
zenginler; sonra fakirler.
Meselâ: Önce vâkıfın
evlâdına; bunlardan sonra da fakirlere meşrut vakıflarda olduğu gibi...
3-) Önce
fakirlere, sonra zenginlere.
Meselâ: Mescidler,
kütüphaneler, köprüler, kabristanlar bu kabil vakıflardandır ve bu gibi
vakıflardan fakirler de, zenginler de istifâde ederler.
VAZİFE
VAZD7E: Bir
insana, her gün için takdir edilen yiyecek veya erzak demektir.
Vakıf ıstılahında VAZİFE:
Bir vakfin gailesinden verilen maaş ve tayinâttan ibarettir.
MÜRTEZİKA:
Bir vakıftan maaş ve tayinât alan kimseler demektir.
EHL-Î VEZÂİF: Bu kelime
de, -vakıf ıstılahında—
mürtezika anlamında kullanılır.
VAZİFE:
Yapılması lâzım olan her- hangi bir hizmet mânâsına da gelir ve bu mânâda
kullanılması daha yaygındır.
VEZÂİF
Vazifeler demektir.
VAKIF MÜSAKKEFÂT ve MÜSTEGALLÂ-TINDA FERAĞ Bİ'L-VEFA:
FERAĞ Maddesine bakınız.
VEZÂİF-İ ŞÂGİRE: Boş kalan yani inhilâl eden veya muattal bırakılan vazifeler demektir.
MÜRETTEBÂT-I VAKFİYYE: Bir vakfın gailesinden, bir kimseye ilmi, salâhı
veya fakirliğinden dolayı, —bir hizmet mukabili olmadan— verilen şeydir.
Buna, Örfde ZEVÂİD derler.
Bundan dolayı, meselâ,
fakirlere meşrut olan bir gaile müretteb zevâid kabilinden olmuş olur.
VAZİFELERDE TA'LÎKÜ'T-TARİK veya TA'LİKÜ'T- TEVCİH: Vezâif-i vakfiyye hakkındaki tevcihlerin hâkim
tarafından yapılması demektir ki, bu sahih olur.
Meselâ: Hâkimin, bir şahsa
hitap ederek: "Şu vazifenin sahibi ölürse (veya şöyle bir vazife inhilâl
ederse), onu, sana tevcih ettim." demesi gibi..
MEN LEHÛ'L-İSTİĞLÂL: Vakıf bir yerin gailesi kendisine şart kılınmış olan kimse demektir.
MEN LEHÛS'S-SÜKNÂ: Vakıf bir akann içinde oturmaya hak sahibi olan ldmse demektir. Süknâ
için mi, istiğlâl için mi vakfedildiği bilinmeyen bir akar, istiğlâl için
vakfedilmiş sayılır,
CİHÂTıI AStÎYYE: Bir vakfin başlıca gayesi ,
olan hizmetlerdir.
imamet, hitabet,
müezzinlik, kayyımlık gibi...,
CİHÂT-IFER'İYYE: Bir vakfın ikinci derecede gayesi olan veya vakfiyeti ikinci derecede
görülen hizmetlerdir.
Bir camide okunması şart
koşulmuş bulunan tefsir, hadis, fıkıh veya şifâ-i şerîf, delâilü'l-hayrât
vazifeleri gibi...
Bu tabirler, son zamanlarda
Türkiyemizdekulla-nılan tabirlerdendir. Ve cihât-ı fer'iyye lağvedilmiştir.
CİHATrI İLMİYYE: Bir vakıfta, vazifelerin yerine getirilmesi, ilim tahsiline bağlı
bulunan cihetlerdir.
Müderrislik, hatiplik,
imamlık, hâfiz-ı kütüplük, mü-tevellüik ve câbîük gibi...
CİHÂlfl BEDENİYYE: Bir vakıfta, yapılmaları
sadece çalışma ve san'ata bağlı olup, ilim tahsiline ihtiyaç görülmeyen
cihetlerdir. Kayyımlık, faraşlık, türbedarlık gibi...
ME'ZÛNİYET-İ DÂİMEYE SEVK: Bir vakıfta, imamlık ve müezzinlik gibi bir cihet
sahibini, — fazla İhtiyarlığı veya görülen dâimi bir mazereti sebebiyle— aylık
ücretinin bir miktarı ile, bu hizmeti yürütmekten affetmektir. Bu, bir nevi
emekliye sevk demektir.
NİZAMLI MEVKUF GEDİKLERİ: Sultan ikinci Mahmud'un vakıflarıyla, Harameyn-i
Muhteremeyn vakıflarından olan gediklerdir.
Diğer vakıflardan olan
gediklere ADÎ GEDİKLER denilmektedir.
Hicrî 1277 yılından
itibaren, yemden gedik uygulaması yapılması yasaklanmıştır.
İCARETEYNIİ VAHFLAR: İcâreteyn ile (yani: İcâre-i Muaccele ve icâre-i Müeccele ile) kiraya
verilen vakıflardır.
İcâre-i Muaccele: Peşin
alınan kira bedeli demektir. İcâre-i Müeccele ise: Seneden seneye veya aydan
aya alınan kira bedeli demektir.
Bİ'L-İCÂRETEYN MUTASARRIF: İcâreteynli bir vakfin müste'ciri demektir.
Bu mutasarrıf, bu vakfı,
kendi nâmına bir başkasına kiraya verirse, bu durumda, kendisine de, —meşhur mânâsınca—
MUCİR denir.
îcâreteynli vakıflarda
ferağ, intikal ve başkalarına kiraya verme muameleleri carîdir.
MAZBUT VAKIFLAR: Doğrudan doğruya Evkaf Nezâretince (günümüzde Vakıflar Gnele Müdürlüğünce)
idare edilen vakıflardır.
Mazbut vakıflar Üd tasma
aynür:
1-) Osmanlı
Hükümdarları ve bunların müteaUikâtı-na ait vakıflar.
Bunların yönetiminin,
hükümdar bulunan zat tarafından yürütülmesi meşrut olup; bu hususa Evkaf Nazırları
tevkil edilirdi. (= vekil kılınırdı)
2-)
Vâkıfların zürriyetlerinden ve müteallikâündan olup, mütevelli olmaları meşrut
bulunan kimselerin inkiraz bulmaları (= soylarının kesilip, kimsenin kalmaması)
dolayısiyle, Evkaf idareleri tarafından zabt ve idare olunan vakıflardır.
İDARESİ MAZBUT VAKIFLAR: Vakfiyeleri gereğince, meşrutun leh mütevellileri
bulunduğu hâlde, kendilerine belirli miktarlarda maaşlar tahsis edilerek,
Evkaf Daireleri tarafından, —bu şahıslara müdâhele ettirilmeden— yönetilen
vakıflardır. Köprülü, ve Şehid Mehmet Paşa Vakıfları gibi...
MÜSTESNA VAÖFLAR: Evkaf idârelerinis nezâret ve müdâheleleri olmadan, yalnız
mütevellileri tarafından idare edilen vakıflardır.
Eskiden, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bayrâm-ı Velî ve Evranos Bey Vakıfları bu şekildeki
vakıflardandı.
AVARIZ VAKIFLARI: Gaileleri (= gelirleri) bir köy veya mahalle halkının ihtiyaçlarına sarfedilmek
üzere kurulmuş olan vakıflardır.
Bir köy veya mahalledeki
fakir kimselerin teçhiz ve tekfinine, hastaların tedavisine, fakir kızların
çeyizine, su yollarının tamirine sarfedilmek üzere vakfedilmiş olan paralar
ve vakıf yerler bu cümledendir.
İCÂRE-İ VÂHİDELİ VAKIF: Mütevellileri veya evkaf idareleri tarafından, (bir
ay veya bir yıl gibi) birer kısa müddet belirtilerek, muvakkaten kiraya
yerilen vakıf müsakkafât ve müstegallâttır. İcâre-i Vâhideli Vakıflar'da ferağ
ve intikâl câri değildir.
MÜLHAK VAKIFLAR: Evkaf idarelerinin nezâreti altında olmak üzere husûsî mütevellileri
tarafından yönetilen vakıflardır.
Vaktiyle, bir takım
vakıfların, Sadr-ı Âzamlık, Şeyhü'l-îslâmlık, Fetva Eminliği ve Vilâyet Kadılığı
gibi makamlar tarafından idare edilmesi, bu vakıftan tesis eden zevat
tarafından şart koşulmuştur. Daha sonra, bu gibi vakflann yönetimi de Evkaf Nezaretine,
bilâhere de Vakıflar Genel Müdürlüğüne tevdi edilmiştir.
Bu şekildeki meşrutun
leh'Ieri mevcut bulunan vakıflardan, evkaf idârderinin tasarruflarının meşru
olabilmesi için, bu meşrutun leh'lerden vekâlet almaları icâbeder. Çünkü,
tevliyet ve nezârette vekâlet câridir.
MUKÂTAALI VAKIF: Asası mukâtaah olan vakıf ile binâlan veya ağaçlan mülk veya vakıf
olan müsakkafât ve müstegallât demektir.
MUKÂTAA:
Üzerinde mülk bina veya ağaçlar meydana getirilmiş bulunan vakıf bir arsa için
tâyin edilmiş olan yıllık ücrettir. Buna İCÂRE-İ ZEMİN ve BEDELİ HARK da denir.
HARK:
Mukâtaa için yapılan mukavele demektir.
VEKÂLET
VEKÂLET:
Lügatte: Koruma, zamanın yeterliği; İtimad, riâyet etme, saklama, teslim ve
tefviz gibi mânâlara gelir.
Istılahta VEKALET; Bir
kimsenin, muamelât cinsinden olan ve kendisinin de yapabileceği bir işini, bir
başkasına tefviz (= havale) etmesi ve onu kendi yerine ikâme etmesi demektir.
VEKİL:
Kendisine, bir başka şahıs tarafından, bir iş tefvîz (- havale) edilen şahıs
demektir.
MÜVEKKİL:
Muamelât cinsinden
VEKÂLET-İ AMME:
Umumu bildiren bir tâbir ile yapılan ve bir çok muamelâta şamil olan bir vekâlettir.
UMÛMÎ VEKÂLET'e, VEKÂLET-İ
MÜFAVVAZE de denir.
Bir kimsenin, diğerine:
"Seni, bütün işlerime bakmak üzere tevkil ettim." diyerek yaptığı
vekâlet gibi,..
VEKALET-İ DEVRİYYE: Vekilin her azledili-Şİnde yenilenen vekâlettir.
Bir kimsenin, diğerine:'
'Seni, ne vakit azledersem vekilim olman üzere, şu işime tevkil ettim."
diyerek yaptığı vekâlet gibi....
VAHA: Çöl
ortasında bulunup, suyu ve yeşilliği olan yer.
VAHAMET;
Tehlikeli vaziyet; korkulacak hâl. Güçlük, ağırlık.
VAKAR: Ağır
başlılık, temkinlilik.
VAKUR:
Ağırbaşlı, temkinli kimse olan ve kendisinin de yapabileceği bir İşini, bir
başkasına havale (= tefviz) eden kimse demektir.
MÜVEKKELÜN BİH:
Müvekkil'in, vekil'e ha-vâle ettiği iş demektir.
MÜVEKKELÜN FÎH:
Bu da, müvekkilin vekile havale ettiği iş anlamına gelir.
TEVKİL:
Vekil (ayin etme demektir.
VÜKELÂ:
Vekiller demektir. Ancak, vekil kelimesi erkek, kadın, mûfred ve cemiler için
de kullanılır.
VEKİL-İ MUSAHHAR: Mahkemeye gelmekten ve vekil göndermekten kaçman; celp ve ihzân da
kâbİI olmayan bir da'vâli namına, onun haklarını koruması için, hâkim
tarafından nasbedilen vekildir. Bu da'-vâya, bu vekilin huzurunda bakılır ve
hükme bağlanır.
VEKÂLET-İ MUTLAKA: Bir şarta bağlı ve bir kayıtla kayıtlı olmayan vekâlettir. Bir
kimsenin, diğerine: "Seni, şu hususa tevkil etim." diye yaptığı
vekâlet gibi... Buna, VEKÂLET-İ MÜRSELE de denir.
VEKÂLET-İ MUALLAKA: Bir şarta rabt ve tâlİk olunan vekâlettir.
Bir kimsenin, diğerine:
"Filan şahıs,- aleyhime da'-vâ açarsa, onunla müdâfaada kıhinmaya
vekilimsin.'' diyerek meydana getirdiği vekâlet gibi...
VEKÂLET-İ MUZÂFE: Muayyen bir vakitten itibaren başlaması şart koşulan vekâlettir.
Bir kimsenin, diğerine:
"Gelecek filan aym başından itibaren, seni, şu hususa vekil ettim."
diyerek verdiği vekâlet gibi...
VEKÂLET-İ MUKAYYEDE: Bir şarta bağlı ve bir vakit ile kayıtlı olan vekâlettir.
VEKÂLET-İ HASSA {= HUSÛSÎ VEKÂLET): Husus İfade eden bir söz ile yapılan ve mahdud ve
belirli bir hususa ait olan vekâlettir.
Muayyen bir malın satılması
için verilen vekâlet gibi...
VELÂ: Bir
hükmî yakınlık demektir. Ve bu hükmî karabet, irse (= mirasa) sebep olmaya
sâlih bulunur.
Aslında VELÂ: Tasarruf,
muavenet (= yardımlaşma) ve muhabbet demektir ve bu kelime kurb (= yakınlık)
anlamına gelen VELY kelimesinden alınmıştır.
Istılahta VELÂ: Bir
efendinin, azâd etmiş bulunduğu köle veya cariyesi ile olan münâsebeti ve
tarafların birbirleri ile olan karşılıklı haklan demektir.
VELÂ-İ NAFİZ:
Mu'tDri ma'lûm olan memlûk (= azâd edicisi belli olan köle veya câriye)
hakkındaki velâ.
VELÂ-İ MEVKUF:
Mu'tiki teayyün etmeyen memluk hakkındaki velâdır.
Meselâ: Bir kimse, satın
aldığı bir kölenin, evvelki mevlâsı tarafından azâd edilmiş olduğunu iddia ve
ikrar; mevlâ ise bunu inkâr eylese; vâki olan ikrara binâen köle azâd olursa,
da, velâsi bu iki mevlâ-dan hiç birine ait olmayıp, mevkuf bulunur.
VELA-IATAKA:
Mevlâ ile memlükü (= efendi ile köle veya cariyesi) arasında, ıtk {= azâdetme)
neticesinde meydana gelmiş olan bir velâdan ibarettir ki, mu'tak (= azâd
edilen) bir cinayet işlediği halde, ve cinayetin diyetini mevlâsı (= efendisi)
verir. Ve bu mu'tak vefat edip, derecesi mukadem (= mu'-taka daha yakın) bir
vâris bırakmazsa; bu durumda da mirasına, mevîâsı nail olur,
Velâ-i ataka, memlukün
hürriyet nimetine nail olmasından dolayı meydana geldiği için, buna VELÂ-İ
Nİ'MET de denir.
Mellûkünü azâd
eden kimseye MEVLA'L-ATAKA veya
MEVLÂ'L-ATİK adı verilir.
VELÂ-İ MÜVÂLÂT:
Nesebi meçhul olan (^ babası belli olmayan) bir şahsın, şeraiti dâhilinde,
başka bir şahıs ile akdetmiş olduğu bir velâdan, bir tenâ-sur rabıtasından (=
yardımlaşma bağlantısından) ibarettir.
Bu velâya talip olan nesebi
meçhul şahsa MEVLA-İ ESFEL; bunu kabul eden kimseye de MEVLÂ-İ ÂLÂ veya
MEVLÂ'L-MÜVÂLAT adı verilir. MÜVÂLÂT tâbiri, aslmda velâyet'ten alınmış olup,
muvasala, müsâdeka ve tenâsur mânâlarını ifâde eder.
VELÂYET-İ HİSBE: İhtisab Memurluğu Maddesine batanız.
VELÂYET-İNİKÂH:
Bir şahsın evlenmesi hususunda, diğer bir şahsın hâiz olduğu velayet ve
se-lâhiyet demektir ta, îki tasma ayrılır: ,
1-) VELÂYET-İ İCBAR: Velayet altında
bulunan bir şahsın, evlenmesi hususunda razı olsada, olmasa da, velayeti hâiz
olan diğer bir şahsın sözünü tenfiz edebilmek selâhiyetidir. Çocuklar,
mecnunlar, bunaklar bu velayet altında bulunurlar.
2-) VELÂYET-İ NEDB: Mücerred kendisini
hicab-dan vikaye ve kötü ahlâka nisbet olunmaktan muhafaza İçin, nikâh işini
velisine tefvîz eden bulûğa ermiş ve akıllı bir kız hakkında vekâlettir. Buna, VEKÂLET-İ
İSTİHBAB da denir.
VEKÂLET Fİ'D-DEM: Kısas da'vâlannda da'-vâcı veya da'vâîı tarafından, bir kimsenin vekil
tayin edilmesi demektir.
VELÂYET-İ CERÂİM: Halk arasında meydana gelen cürümler, yolsuz hareketler hakkında idâri
ve siyasî bir takım tedbirler almaya mezuniyet ve selâ-hiyet demektir.
Buna, VELÂYET-İ MEZÂLİM
dedenir
Bu görevi üzerine alan
kimseye de VALİ-İ CERAİM veya VÂLİ-İ MEZÂLİM unvanı verilir.
VELÂYET-İ KISAS: Kısas ettirme hakkına mâlik olmak demektir.
Bu hakka mâlik olan kimseye
VELİYYİ KISAS, MEN LEHÜ'L-KISÂS, VELİYYİ KATİL ve VELİYYİ CİNÂYE denir.
VELEV-Î MÜLİANE: Bir karı - kocanın usûlüne göre yaptıktan mülâane (= lânetleşme)'den
sonra, nesebinin kocadan nefyine hukmolunan çocuk demektir.
VELED-İ ZİNA:
Aralarında -sahih, fâsid, bâtü-hiç bir nikâh bağı bulunmayan erkek ile kadının
cinsî münâsebetlerinden doğan çocuk demektir.
VELİYYİ MÜCBİR: CEBR Maddesine batanız.
VELÎME:
Evlenme merasimi dolayısıyle verilen ziyafet; düğün yemeği demektir.
Verâ: Harama düşmek korkusu
ile, şübhelî şeylerden lrayıhmak demektir.
Verâ sahibine müteverri
denilir.
Takva ve İttikâ kelimeleri
de verâ mânâsına gelir.
VERASET: MİRAS
Maddesine bakınız.
VERESE: MİRAS
Maddesine batanız.
VESİKA: Bir
hususu isbat ve îlâm için tanzim edilmiş olan, sağlam delil, belge. Ahde ve
muhkem şeye de vesika denir.
VESAİK:
Vesîka'nın çoğuludur. (Yani vesikalar demektir.)
TEVSİK: Bir
şeyi takviye, tebyîn ve takrir etmek; belgelemek; bir şeyin bir hâdisenin
doğruluğunu vesika ile isbat etmek demektir.
VEZNİYYÂT:
Vezni olan yani terazi ile tartılan şeyler demektir.
MEVZUN
kelimesi de, veznî anlamında kullanılır.
VEZİN: Hem
tartmak, hem de tartacak şey anlamında kullanılır.
EVZÂN: Vezin
kelimesinin çoğuludur.
Veznî'nin çoğulu VEZNİYYÂT;
mevzûn'un çoğulu ise MEVZÛNÂT'tır.
VÜCÛB
VÜCÛB: Bir
şeyin seran zimmete terettüp etmesi; bir şeyin vacip ve lüzumlu olması
demektir.
VÜCÛB-İ EDÂ:
Sebebin vücûdünden sonra, muayyen bir zamanda, bir fiili yapmanın veya bir
malı ödemenin lüzumudur.
Meselâ: Mükellef bir insan
için, her namaz vaktinde namaz kılmak lâzımdır. Keza, servet sahibi olan her
mükellef için, her on ita ay tamamlanmasından itibaren zekât vermek lâzimdır.
Bunlar, vücûb-i âdâdan
ibarettir. Vâdesi dolmuş bir borç hakkında da bu vücûp tahakkuk eder.
NEFSİ VÜCUB:
Sebebinin vücûbundan sonra, herhangi bir vakitte bir fiili yapmanın veya bir
malı edanın lüzumudur.
Meselâ: Mükellef olan her
insan için, namaz kılmak, zekât vermek esasen lâzımdır. Ve bu, nefsi vücûbtan ibarettir
ki, daha edâ zamanı gelmeden de sabittir. [22]
YABAN: Çöl,
sahra
YABANI:
Yabana mensup, ıssız yerde yaşayan; vahşî.
MYAKAZA:
Uyanık olma hâli demektir.
YAKZAN:
Uyanık olan kimse demektir.
İKAZ ise: Uyandırmak,
uyarmak, bir tehlikeyi önceden haber vermek gibi mânâları ifâde eder.
YED: El,
nimet, minnet, kuvvet, kudret, mâlik olmak, cemâat ve kuddam gibi bir çok
anlamlan ifâde eden bir kelimedir. YED kelimesinin çoğulu EYÂDÎdir.
YED-İADIL:
Âdil sayılan bir kimsenin eli, nezdi (= yanı) ve şahsı demektir. Ve, emânet
böyle bir kimseye tevdi olunur.
Rehin bahsinde ADİL
şahıstan maksat: Râhin ile mür-tehîn'ın veya hâkimin kendisine emniyet edip,
rehni yanına tevdi ve tesiim ettiği, akıllı kimsedir. Bu şahsın, haddi zâtında
adaletle muttasıf olup olmaması da, —rehin hususunda— bir şey değiştirmez. +
Rehin Maddesine de bakınız.
YEKPARE: Tek
parça; bir parçadan ibaret olan şey; bütün; som.
YEMİN:
(Lügatte): Kuvvet demektir. Istılahta YEMİN: And içmek yani: Bir haberin iki
tarafindan birini Allafau Teâtâ'nın mübarek ismini zikrederek veya bir şeye
ta'lİk suretiyle takviye etmek anlamına gelir.
Meselâ: "Vallahi şu
şöyledir." sözü bir yemin olduğu gibi, "Şu şöyle değilse, kölem azâd
olsun." sözü de bir yemindir. _
KASEM:
Allahu Teâlâ'nın mukaddes ismi üzerine yapılan yemin demektir.
YEMİN-İ İSTİZHAR: Bazı da'vâlardan dolayı beyyine ikâme eden da'vâcıya, hakkın ortaya
çıkmasını temin etmek için tevcih edilen yemindir.
YEMİN-İ MERDÛDE: Da'vâhmn, kendisine tevcih edilen yeminden kaçınması üzerine,
da'vâcıya tevcih olunan yemindir.
YEMİN-İ LAĞV:
Bir kimsenin, bir şey hakkında, zannına göre yemin etmesi ve o şeyin aslında
zan-nedildiği gibi olmaması demektir.
YEMİN-İ GÂMUS:
Geçmiş zamanda yapılmış olan veya yapılmamış bulunan bîr iş hakkında, yalan
yere edilen yemin demektir.
YEMİN-İ SABR:
Bir müslümanm malını elinden; çıkarmak için, yalan yere ve kasden yapılan yemin
demektir.
YEMİN-İ MÜN'AKİDE: Geleceğe ait bir iş için; veya bir işi terk için yapılan yemin
demektir.
BÎRR:
Yeminde sadık olmak; yapılan bir yemini yerine getirmek demektir.
BER ve BÂR kelimeleri ise,
yeminin yerine getiren şahıs anlamında kullandır.
Ber'in çoğulu BURUR,
bâr'ın, çoğulu ise EB-RAR'dır.
HINS: Günâh,
yeminde sadık olmamak, yemini yerine getirmemek demektir.
HÂNIS:
Yaptığı yemini yerine getirmeyen; yemininde sadık olmayan kimse demektir.
NÜKÛL ANİ'L-YEMİN: Bir da'vâcı veya da'-vâlının, kendisine tevcih ve teklif edilen
yeminden kaçınması demektir.
Bu şekilde yemin etmekten
kaçınan kimseye NAKİL denir.
Tek düzen; biteviye;
değişmez.
ÜE'S: Me'yus
olmak; bir şey hakkında ümitsiz bulunmak; istenilen bir şeyin meydana
geleceğinden ümid kesmek demektir.
Ye's anlamında KÜNUT
kelimesi de kullanhr.
YESÂR: Yüsür
kökünden alınmış olan bu kelime
İstiğna, zenginlik anlamına
gelir. MUSİR: Zengin demektir.
YEGÂNE:
Biricik, tek.
Gün; gündüz. Vakit.
Güneşin doğmasından, batmasına kadar geçen müddet.
Şer'î yevm (= gündüz, gün):
ikinci fecrin tulûun-dan, güneşin batışına kadar olan vakittir. Yevm'in çoğulu
EYYÂM'dır. .
YEVM-İ ARAFE: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.
YEVMİ NAR: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.
YEVM-İ TERVİYE: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.
YOL BESİCİLİK:
Kat'-ı Tarîk Maddesine bakınız.
YÜSR:
Kolaylık, rahatlık; rahat. Suhulet.
YESÎR:
Kolay. Az şey. [23]
ZABITA:
Kaide mânâsına gelir. Bir şeyin zabt ve rabüna memur veya hadim olan şeye de
ZABITA denir, Zâbıta'mn çoğulu ZEVABIT'tır.
ZABT;
Anlama, kavrama. Sıkı tutma. İdaresi altına alma; kendine mâletme. Bir yeri,
silâh kuvveti ile alma. Kaydetme; bir şeyin özetini yazma.
ZAFER:
Düşmana karşı galip gelmek demektir. Aslında zafer kelimesi, bir şeye pençe
atmak, tırnak geçirmek demektir.
ZAFER: Fevz
ve necat; korktuğundan kurtulup, umduğuna ve maksadına nâli olmak anlamına da
gelir.
ZÂJSB: Bir
fikir veya zanna uyan, kapılan. Gidi-&, giden.
Z4JBD; Dîn!
emirlere sıkı bağlı olan kimse.
ZÂHJR: Açık,
belli, meydanda, görünen, gö-rûnücü.
ZAHİREN:
Görünüşe göre; görünüşte; aşikare; meydanda olarak.
ZAHİR:
Mücerred ibaresi îşitilmekle mânası bilinen; yani: Söyleyenin maksadı,
düşünmeden anlaşılan söz demektir.
Meselâ: "Alış-veriş
helâldir." sözü zahirdir.
ZAHİRÎ MALLAR:
Emvâl-ı Zahire Maddesine bakınız.
ZAHR: Arka,
sırt. Bir şeyin arka tararı, gerisi
ZAMAN: Kefil
olma; kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere, zarara karşı
kefil olma; garanti demektir.
Bir başka tarife göre
ZAMAN: Başkasının üzerinde bulunan vacip bir hakkı İltizam etmek; bir şeyin, ~
misliyyât'tan ise— mislini, kıyemiyât'lan ise kıymetini ödemektir.
MAZMUN:
Ödenmesi lâzım gelen şey demektir..
ZÂMİN: Kefil
anlamında kullanılan bir kelime dir. Bu kelimenin yerineZAMÎN kelimesi de kullanılır.
Kefalet ve TEZMİN Maddesine
de bakınız.
ZAMÂN-I AMEL:
Üzerine alma; deruhte eünej iltizam
ZAMANI DEREK:
Bi'1-istihkak zabtedilen me+ bun (= satın alınan şeyin) semenini (= bedelini),
kafi! bi'd-derek olan kimsenin müşteriye geri vermesi demektir.
ZAMÂN-IGARÛR:
Muvazaa akdi zımminda bir kimsenin, bir şahsı aldatmış olması ve zararım zâ-min
obuası demektir.
ZAMÂN-I MEBÎ':
Henüz teslim edilmeden zayi olan mebî'in (= satılan şeyin) semeni ile mazmun
obuası demektir. Yani: Satılan bir şey henüz müşteriye teslim edilmeden, satan
şahsın elinde telef olsa; bu sabci, semeni (kabzetmişse), müşteriye iade eder
ki, ZAMÂN-I MEBÎ budur.
ZAMÂN-I MENFAAT: Gasb yoluyla, yani sahil-binin izni olmaksızın, kullanılan malın
menfaatimi ödeme; yani o mal ile intifa etmesi karşılığında ecrij-misil ödeme
demektir.
ZAMÂN-I RÜCÛ:
Cayma, dönme tazminatı.
ZAMÂNÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlanmış olan kölenin birisi hakkında kefil bi'l-mâl veya
kefil bi'n-nefs olması, demektir ki, bu caiz değildir. Gei-rek velîsinin izni
ve mekfûlün anh'ın emriyle olsun ve gerek olmasın farketmez.
ZÂT-ILEBEN:
Süt sahibi olan yani memesinde süt bulunan kadın demektir.
ZEKÂT
Zekât: (Lügâtte^Temizlik,
bereket, artma-çoğalma, güzel zikîr gibi mânâlara gelir. Istılahta zekât: Bir
malın, muayyen bir miktarım, muayyen bir zaman geçtikten sonra, hak sahibi
olan bir kısım müslûmanlara, Allah rızâsı için tamamen temlik etmek demektir.
Zekât'a sadaka da denir.
Bununla beraber sadaka tabiri daha umumîdir ve vaciplerle nafileleri de içine
alır.
Tezkiye: Zekât vermek
demektir. Müzekkî: Zekât veren şahıs mânâsına gelir. Şahitlerin temiz ve
dürüst kişiler olduğunu bildirmeye de tezkiye denilir.
ZEMZEM:
Ka'benin doğusunda, Allahu Teâlâ'-nın Hz. Hâcer ile oğlu Hz. İsmail'e ihsan
ettiği suyun yerinde kazılan mübarek kuyunun suyudur, Zemzem, yeryüzündeki
suların efdalidir. Zemzem, bol bol içilir; abdest ve gusülde de kullanılır.
Fahr-i Âlem (S.A.V.)
Efenuımiz: "Zemzem hangi maksatla içilirse, o maksat içindir."
buyurmuştur. Bu sebeple, "kıyamette, hesap gününde susuzluk
çekilmemesi" dilek ve niyeti ile içilmesi uygun olur.
ZEVDEKA.:
Allah'ın varlığını inkâr eden; Cenâbı-Hakkk şirk koşan; haşri ve Hikmet-i
Üâhiyyeyi tasdik etmemek mânâlarına kullanılan bir kelimedir.
ZINDIK:
İnkarcı ve müşrik demektir.
ZENÂDIK ve ZENÂDIKA: Zınddc kelimesinin çoğuludur
yanı Zındıklar demektir.
Bazı zevata göre ZINDIK:
Hem dinsiz olan ve hem de dehrin (= âlemin, dünyânın) baki olduğuna ve
mallarla, zevcelerin müşterek (= ortak mal) oldu-
ğuna kail olan, buna inanan
şahıstır.
ZERİ : MÜZÂREA
Maddesine bakınız.
ZERİ':
Müzrûât Maddesine bakınız.
ZERİYYÂT:
Mezrûat Maddesine bakınız.
ZEVC; Koca;
bir kadının nikâhına sahip olan erkek demektir.
EZVÂC:
Zevcîer (= kocalar) demektir.
ZEVCE: Kan;
bir erkeğin nikâhı altında bulunan kadın.
ZEVCÂT:
Zevceler (= kanlar, hanımlar) demektir.
ZİHÂR
ZİHÂR:
Lügatte: İki şey arasında, bir mutabakat ve mümâselet meydana getirmek
anlamındadır. Ve ZİHÂR, arka anlamına gelen zahr kelimesinden türemiştir.
Nikâh ıstılahında ZİHÂR:
Bir kocanın, karısını, nesep, süt emme veya müsâharet yönünden müebbe-' den
mahremi olan bir kadının, kendisi tarafından bakılması caiz olmayan arkası,
karnı, uyluğu gibi bir uzvuna teşbih etmesi, benzetmesidir. Bir kocanın,
karısının rakabesini veya nısıf (= 1/2), sülüs {= 1/3) gibi, şayi bir cüz'ünü,
mezkûr uzuvlardan birine benzetmek de bu kabildendir. Zihâr, helâli harama
teşbih etmek demek olduğundan mezmûmdur.
Bu teşbihe zahâr denilmesi,
genellikle bunun zahr'e (= arkaya, sula) izafetle yapılması ve zahr'ler arasıda,
diğer uzuvlardan daha çok benzerlik bulunması yönündendir.
Zahr kelimesi, çoğu kere
—edep gereği— batın (= kaim) ve tenasül uzvu yerinde kullanılmıştır.
Zihâr; Cahiliye Devrinde,
araplar arasında carî bir işlem idi ve talâk (= boşama, boşanma) nevilerinden
biri oîarak kabul edilirdi. Şeriat-i İslâmiye tara-findan bu nevi talâk
yasaklanmış ve zevci için zıbâi eden kimseye keffâret vaz' olunmuştur.
MÜZAHİR:
Zihâr yapan, yani zevcesini; kendisine müebbeden mahrem olan bir kadının sırtı
veys karnı gibi, —bakması haram olan— bîr uzvuna benzeten koca demektir.
Hakkında bu şekilde teşbih
yapılan zevceye MÜ-ZÂHERÜN MİNHÂ denilir.
Zihâr için kullanılan
tâbirlerden her birine ise MÜ-ZÂHERÜN BİHÂ denilir.
ZIMN: Tazmin
Maddesine bakınız.
ZİKARABET
ZÎKARABET:
Bir kimseye babası veya anası ta-rafindan —İslama yetişmiş bulunan ilk büyük
ceddine kadar— mensubiyeti olan her hangi bir şahıs demektir.
Bu tarifte mahrem olanlarla
olmayanlar; erkeklerle kadınlar ve yakınlarla uzaklar müsavidir. Ana-baba ile
evlâda karabet nâmı verilmez
Zİ ERHAM: Bu
tabir de ZÎ KARABET anlamına gelir.
Zİ-RAHM:
Lügatte: Mutlak olarak karabet sahibi (= yakın, akraba) demektir. Istılahta
ZÎ-RAHM: Terikeden sülüs (= 1/3) ve rubû (= 1/4) gibi belirli bir sehmi olmayan
ve terikeyi, asabeden olmak sıfatıyle ihraz etmeyen, herhangi bir Jcarîb (=
yakın, akraba) demektir.
ZEVİ'L-ERHÂM: Zİ-RAHM'ın çoğuludur.
Zİ ENSAB: Bu
tâbir de ZÎ ERHAM ve Zİ KARABET mânâlarında kullanılır.
ZÎ-ÖYMET:
Kıymet Maddesine bakınız.
Zİ'L-YED:
Lügatte: El sahibi demektir. Isülâhta ZTL-YED: Bir malı, bir gayr-i menkûlü (yani
bir aynı) elinde bulunduran ve bu malı, —sahibi kendisi olsun veya olmasın—
kullanmakta olan (kimse) demektir.
Zi'1-yed'in mukabili (f=
zıddı, karşılığı, karşılı) HÂ-•RİC'tir.
ZİMMET
ZİMMET:
insanda bulunan manevî bir vasıftır ve insan, lehine *eya aleyhine olan
şeylere, ancak bu vasıfla ehil olur; yani insanda ehliyet-i vücûp, bu zimmet
sayesinde meydana gelir.
ZİMMET: And
ve borç anlamında da kullanılır.
ZİMMET: Lügatte:
And, emân, tazmin ve hak mânâlarını ifade eder.
Ahdi bozmak zemmi
gerektiren bir davranış olduğu İçin, ahd'e zimmet denilmiştir.
ZİMEM:
Zimmet'in çoğuludur.
EHL-İ ZİMMET:
İslâm zimmetini yani ahd ve emânını hâiz bulunan gayri- müslimlere (İslam tabi-iyyetiride
bulunan, ancak müslüman olmamış bulunan fertlere ve bu fertlerden meydana
gelen topluluğa)
EHL-İ ZİMMET
denilmektedir.
ZİMMI: Ehl-i
zimmetten olan erkeklerden her biri
ZİMMİYYE:
Zimmet ehlinden olan kadınlardan her biri.
AKP-İ ZİMMET:
Harbî bulunan bir şahsın veya bir topluluğun, İslâm ahd ve emanını yani İslâm
tabiiyetini kabul etmesi demektir.
ZÎ-MENEA:
Mena Maddesine balanız.
ZİNA: Şer'î
bir akde dayanmadan, istek ile yapılan haram bir cinsî ilişkidir. (= ....
mücâmeattır.) Bu şekilde cinsî ilişkide bulunan erkeğe ZANI kadına ise ZÂNİYE
denir.
Böyle bir haram cinsî
münâsebeti kendi isteği ile yap-mıyan erkeğe MEZNİYYÜN BİH kadına ise MEZNİYYE
ve MEZNİYYÜN BİHÂ denilir.
ZİRÂAT:
Müzârea Maddesine bakınız.
ZİYÂRET:
Lügatte: Görmeye ve görüşmeye gitmek demektir.
Hac ıstılahında ZİYARET:
İhramh olarak tavaf, sa'y ve vakfe gibi hac menâsikini usûlüne uygun olarak
yapmak demektir.
Ziyaret, belirli zamanda ve
Arafat vakfesi ile birlikte olursa HAC^her hangi bir zamanda ve vakfe-siz
olursa UMRE adını alır.
ZİYARET TAVAFI: HAC / TAVAF / TA-VAF'IN NEVİLERİ Maddesine bakınız.
'
ZOR: Yalan. Hakikate
uymayan ve aykırı olan şey. Mâsivâullah (= Allah'tan başka bütün varlıklar).
ŞÂHİR-İ ZOR:
Yalancı şâhid. Yalan yere şehâ-det eden kimse.
ZULÜM
ZULÜM: Lügatte:
Zulmet kelimesinden alınmıştır ve bu kelime asıl itibariyle, "bir şeyi,
kendisine mahsus mahalden başka bir yere koymakla mânâsına gelir.
Istılahta ZULÜM: Bir
kimsenin meşru bir hakkına tamamen veya kısmen tecâvüzde bulunmak demektir.
Meselâ: Bir kimsenin bir
malını gasbetmek veya bir alacağım noksan ödemek yahut vaktinde ödemekten
kaçınmak birer zulümdür.
ZILAM: Bir
kimseye zulmetmek-demektir.
MUZÂLEME:
Zılâm yani bir kimseye zulmetmek anlamındadır.
ZÂLİM:
Zulmeden kimse demektir.
ZELÛM: Bir
kelime de zâlim anlamındadır.
MAZLUM:
Kendisine zulm edilen, zulme uğrayan, zulüm gören kimse demektir.
MAZLİME:
Zâlimin, mazluma karşı yaptığı zulüm ve haksızlık fiili demektir.
Buna ZULÂME de denir.
IZZİLAM: Bir
kimsein zulmüne istiyerek veya bir mecburiyet ile boyıın eğmek demektir.
İNZİLAM kelimesi de, izzüâm mânâsında kullanılır.
TEZALLÜM:
Bir kimseye zulmetmek; bir kimsenin, bir zulmü, kendi nefsine isnâd etmesi ve
bir zâlimin bu zulmünden şikâyet etmek anlamlarına gelir.
TAZLİM: Bir
kimseyi zulme nisbet etmek demektir.
İTİSAF:
Zulüm anlamında kullanılır.
ZÜHD
Zöhd (Lügatte) bir şeye
rağbet etmemek; bir ştden kaçınmak demektir.
Istılahta zühd: Dünyaya
meyletmeyip, ibâdet ve aile fazla meşgul olmak anlamına gelir.
Zfihid: Dünyaya
"meyletmeyen ve fazlaca ibâdet tâatle meşgul olan kimse.
Zâhid'in çoğulu Zühhâd'dır.
ZÜHUK: Helak
olmak. Bâtıl ve müzmahil olm Ruhun, bedenden alâkasını kesmesi. Ok'un nişan
rinden geçmesi.
ZÜRRİYET:
Bir kimsenin çocukları ve torun veya nesli demektir.
ZURRIYET:
Bir kimsenin hanımları ye çocun demektir.
Çoğulu, ZERÂRÎ ve ZÜRRİYÂT
şekillerinde g Zürriyet lafzı, lügatte nesil'e, oğula ve kıza, m zen de babaya
ıtlak olunur. [24]
[1] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/173-181.
[2] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/182-187.
[3] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/188-192.
[4] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/193-197.
[5] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/198-205.
[6] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/206-207.
[7] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/208-222.
[8] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/223-226.
[9] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/227-237.
[10] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/238-250.
[11] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/251-253.
[12] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/254-275.
[13] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/276-281.
[14] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/282.
[15] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/283.
[16] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/284.
[17] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/285-289.
[18] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/290-296.
[19] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/297-304.
[20] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/305-314.
[21] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/315-316.
[22] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/317-325.
[23] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/326-327.
[24] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
16/328-331.