FIKIH ISTILAHLARI 2

A.. 2

ABD.. 2

B. 8

C.. 13

D.. 17

E. 20

G.. 27

H.. 28

I 40

K.. 51

L. 60

M.. 61

N.. 79

O.. 84

Ö.. 84

P. 84

R.. 84

S. 88

Ş. 93

T. 99

U.. 106

V.. 107

Y.. 114

Z. 115


FIKIH ISTILAHLARI

 

A

 

Abd (Köle): Hürriyetten mahrum ve başkası­nın mülküne dâhil olan erkek kişi demektir. Abd'in çoğulu Abîd'dir. Kulluk anlamına gelen ubudiyet, aslında tezellül ve gönül alçaklığı mânâlarını ifâde eder. Hürriyetini kaybetmiş olan bir kimse de, tezellül ve huzûa mâruz ve efendisine bağlanmaya mecbur ola­cağından dolayı, kendisine abd (kul) denilmiştir.

Abım Mahcur: Münâkehât ve muâvezat (ni­kâh ve karşılıklı alış-veriş) gibi tasarruflardan men edilmiş olan köledir.

Abd-i Mahcûr'un yapacağı nikâh, alış-veriş, borç ve rehin gibi tasarruflar, efendisinin izni lâhık olmayınca (ulaşmayınca, eklenmeyince) bâtıl (geçersiz) olur.

Abd-i Me'zûn: Genel anlamda ticâret yapması­na yahut bir bedel karşılığında azâd edilmesi için, kazanç sahasına atılmasına sarahaten veya delâleten izin verilmiş bulunulan köledir. Abd-i Me'zûn, Me'zûn-i Kebîr ve me'zûn-i sağır kı­sımlarına ayrılır.

Efendisi tarafından, kendisine: "Bana şu kadar meb­lâğ ödersen hürsün." denilen bir köle, -onun ka­bulüne bağlı olmaksızın- delâlet yolu ile kazanç sağlamaya me'zûn (izinli) olmuş olur. Bundan do­layı, bahsedilen meblağı kazanıp, efendisine verin­ce azâd olmuş bulunur. Hatta, o meblağı mevlâsı'nın (efendisinin) -mâniasız olarak- elini uzatıp ala­bileceği bir yere bırakmasıyla da azâd edilmiş olur.

Buna tahliye (önünü, yolunu açmak, maniaları kal­dırmak) denir.

Abd-i Me'sûr: Düşmana esir düşmüş bulunan kö­le demektir.

ABD-i DÂL: Bir kasde bağlı olmadan yolunu kay­beden ve efendisinin ikâmetgâhına gidemeyen köle demektir.

HABES: Boş ve saçma şey.

Abesle iştigâl etmek: Boş ve saçma olan şeylerle uğraşmak,

ABIK: Efendisinden temerrüden (= ona karşı ko­yarak, dik başlılıkla, inatla ve direnerek) kaçan ve efendisinden bir korkusu ve meşakkatli işlerden bir endişesi olmadığı hâlde, nefs-ü hevâsina uyarak, itaat dairesinden çıkan köle demektir. Efendisi tarafından, kiraya verilen, emânet olarak bı­rakılan yahut ödünç verilen bir kölede, nezdinde bu­lunduğu şahıstan kaçarsa, o da abık hükmünde olur.

İBAK: Bir kölenin, bu şekilde temerrüden kaçması demektir.

ABUS: Somurtkan

KACÂIB: Anlaşilmasıl güç, çok tuhaf ve şaşılacak şey.

ACÂİB-İ SEB'A-İ ÂLEM: Dünyanın yedi acibesi, (yedi=harîkası).

ACÂİBÂT: Acâibler.

ACEB: Acaba, hayret, gariplik, şaşılacak şey.

ACEM: Arap olmayan; araptan gayri olan kavim. Bu kelime, İranlılar anlamında da kullanılır.

ACEZE: Düşkün ve güçsüz kimseler; beceriksiz­ler, zayıflar.

DÂRÜ'L-ACEZE: Düşkünler ve güçsüzler yurdu.

ACİR: Bir şeyi kiraya veren kimse demektir. Kiraya veren şahsa MUCİR ve MÜKRİ de denilir.

ACÛL: Aceleci; içi dar kimse.

ADALET: Doğruluk, cevz ve zulümden berî, is­tikâmetle muttasıf ve yapılması lâzım gelen şeyleri yapmaya mülâzım olmak demektir.

ÂDİL: Adaletle muttasıf olan kimse demektir.   .

UDÛL: Âdfl'fa çoğuludur; yani âdil kimseler de­mektir.

Adaletin mukabili (= zıddı = karşıtı) zulümdür; gadrdir; haksızlıktır; hakka tecâvüzdür ve bir şeyi yerinden başka bir yere koymaktır. Adalet iki kısımdır:

1- Güzelliği aklın iktizası olup, hiç bir zamanda ve hiç bir mekânda nesh ve tebdil edilmesi kabil olma­yan adalet. İyiliğe karşı iyilik yapmak gibi...

2- Ancak, şer'i şerîf ile bilinebilen adalettir ki, bu­nun, bazı zamanlarda sârii mübîn tarafından nesh ve tebdil edilmesi mümkün bulunmuştur. Cinayetlere mahsus diyet ve kısas gibi bir kısım cezalar bu ka­bildendir.

ADED-İ RÜUS: Bir mîras mes'elesinde, mîrascı olan şahısların sayısına aded-i rüûs denilir. Meselâ: Bir kimse ölüp, geride mirasçı olarak sâde­ce dört oğlunu bırakmış olsa, "mes'elenin mahreci, mirasçıların aded-i rüûsundari kurulur." denir ki, bu, "bu mes'elenin mahreci (= paydası), mirasçıların sayılarının toplamı olan dört'ten kurulur." demektir.

ADEDİYYÂT: Adedî olan yani sayılan (miktarı sayı ile tesbit edilen) şeyler demektir.  

A'dûd kelimesi de, adedî (= sayılan gey) an­lamında kullanılır.

A'dûdât kelimesi ma'dûd'un çoğuludur ve ade-dîyyat yani miktarı sayılarak tesbit edilen şeyler an­lamında kullanılır.

Ceviz, yumurta ve kavun, karpuz gibi şeyler adediy-. yattandır.

Adediyyât iki kısımdır.

1- ADEDİYYÂT-IMÜTKKÂRİBE: Bir tanesi Ue, cinsinin diğer fertleri arasında kıymet bakımından mühim bir fark bulunmayan adedî şeyler demektir ki, bunların tamamı misliyyât'tandır. Ceviz ve yu-nnirta gibi...

2- ADEDİYYÂT-I MÜTEFÂVİTE: Ahad ve ef­radı (= bir tanesi ile cinsinin diğer fertleri) arasında kıymetçe tefâvüt (= mühim farklılık) bulunan adedî şeyler demektir ki, bunların da hepsi kıyemiyyât'-tandır. Kavun ve karpuzlar gibi...

MADEDLERİN VEFKI: Mevcut iki sayıdan biri­nin, diğerine kalansız olarak bölünemediği hâlde, bu iki sayının, üçüncü bir sayıya kalansız olarak bölü-nebilmelerine TEVÂFUK denir. Mevcut iki sayıyı da kalansız olarak bölebilen üçün­cü sayıya ise ORTAK BÖLEN (= Kâsım-i müşte­rek) denir.

Bu iki sayıdan her birinin, ortak bölen'e bölünmesi neticesinde hâsıl olan yeni sayılara yeni bölüm'lere de o sayının VEFK'ı denir. Meselâ: 9 ile 6 sayılan, birbirlerine kalansız olarak bölünemezler; fakat, bu, sayıların ikisi de 3 sayışma kalansız olarak bölünebilir. 9 sayısı, burada ortak bölen olan 3'e bölününce, bö­lüm 3; 6 sayısı 3'e bölününce de bölüm 2 olur. Bu duruma göre, burada 9'un vefkı 3; 6 vefkı ise 2'dir.

Yani bu iki sayı arasında muvafakat bi's-sülüs yani, üçte bir'le muvafakat vardır. 9'un î/3 ü 3; 6'nin üç­te biri ise 2'dir.

ÂDET: Alışkanlık, görenek, insanlar arasında ötedenberi sürüp gelen ve selim ta-biatlerce çirin bulunmayıp, makbul görülen ve aynı tarzda tekrar tekrar yapılan işlere âdet denir. Âdet kelimesi, örf kelimesi ile müteradif (= eş an­lamlı) gibidir.

ÂDİLE: Ashâb-ı ferâizin sehimleriyle, mes'elenin mahrecinin eşit olduğu bir irs (= mîras) mes'elesidir. Ashâb-ı ferâizin sehimlerinin, mes'elenin mahrecinden dûn (= aşağı, düşük) olması ve aralarında asa-be bulunarak bâkfyi (= terekeden geride kalan kısmını) onun alması hâlinde de, sehimlerle, mah­reç arasında eşitlik bulunmuş olur ki, bu hâle de adi­le denir.

Diğer bir tarife göre âdile: Hisselerin (= payla­rın) toplamının, mahrece (= ortak paydaya) eşit ol­ması hâlidir.

ADL = ADALET

ADL: Doğruluk, istikâmet, müsavat (= eşitlik) an­lamına gelir.

Adalet sıfatı ile muttasıf olan kimseye de; mübala­ğa maksadıyla ADL denir. Âdil şahide ŞÂHİD-İ ADL denilmesi gibi...

A'DÎL: Adi İle hükmetmek; şâhidleri tezkiye ey­lemek ve bazı şeyleri müsâvî (= eşit) bir hâlde tut­mak anlamlarına gelir.

ADELE: Şahitleri tezkiye eden kimseler demektir.

MUADELE: İki veya daha çok şeyler arasında bir eşitlik, bir muvâzene, bir vahdet meydana getirmek demektir.

ADIL Misil; nezir; ölçüde ve miktarda eşitlik de­mektir.

IDL kelimesi de ADÎL anlamındadır.

İ'TİDAL: Bir şeyin mütenâsip; hâd ve üslûp ba­kımından mutevâkıf; kem ve keyf (= miktar ve du­rum) itibariyle mütevassıt bir hâlde bulunması

demektir.

UDUL: Yoldan sapmak; haktan ayrılmak; geriye dönmek gibi anlamlara gelir.

MADİL = MADÛL: Dönüp sapacak ve sapacak yer demektir.

ADALET: Doğruluk; cevr ve zulümden berî, is­tikâmetle muttasıf ve yapılması gereken şeyleri yap­maya mülâzim olmak demektir.

MADÂLET de ADALET anlamında kullanılır.

ADİL: Adalet sıfatı ile muttasıf olan, doğru, dü­rüst; zulmetmekten uzak kimse demektir.

UDUL: Âdil'in çoğuludur; yani: Âdil kimseler de­mektir,

Adaletin zıddı zulümdür; gadrdir, haksızlıktır, hak­ka tecâvüzdür; bir şeyi, kendi yerinin hâricinde bir yere koymaktır.

Adalet İki nevidir:

1-) Güzelliği aklın iktizâsı olup, hiç bir zamanda ve hiç bir yerde neshedilmesi ve değiştirilmesi kabil ol­mayan adalettir, iyiliğe karşı iyilik yapmak gibi...

2-) Ancak şeriat vasıtası ile bilinebilen Adalet. Bu nevi adaletin, bazı zamanlarda şârii Mübîn tara­fından mesh ve tebdil edilmesi mümkün bulunmuştur. Cinayetlere ait diyet ve kısas gibi bir kısım cezalar, önceki ümmetlerde daha değişik idi. İslâm şeriatin-de lüıikmetin tebdil edilmiştir.

Adalete riâyet etmek, İslâm Hukukunca en büyük bir vecîbedir ve en çok övülen bir haslettir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîminde: "—Şübhesiz ki AUah adaleti, iyiliği ve (özellikle) ak­rabaya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emre­der..." buyurmuştur. (Nahl Sûresi; âyet: 90) Diğer bir âyet-i kerîmede ise, Yüce Rabbimiz, şöy­le buyurmuştur.

"—.... (Her işinizde) adalet (le hüreket) edin. Şüb­hesiz ki Allah, âdil olanı sever." (Hucurât Suresi, âyet: 9)

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de, bir hadîs-i şe­riflerinde şöyle buyurmuştur: "—Âdil olanlar, hükümlerinde ehil ve iyalleri hak­kında ve memur oldukları hususlarda adalette bulu­nanlar, Allahu Teâlâ'nın İndinde nurdan minberler üzerindedirler"

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, diğer bir hadîs-i şerîfleride de şöyle buyurmuşlardır: ' '—Âdil bir hükümdarın bir saatlik ibâdeti, başkası­nın yetmiş senelik ibâdetine muâdil (= eşit = denk) bulunur."

ADL(dadİIe): Lügatte men etmek anlamına gelir. Istılahta Adi: Bir kadını, kocaya varmaktan zutmen men etmek demektir. Şöyle ki: Bir kadının küfüv ve münâsibi zuhur etmiş ve iki taraf nikâha istekli ol­duğu hâlde, bu kadını, velîsinin mehr-i misli İle ev­lendirmekten kaçınması bir adl'dir.

MÂFÂKÎ: Hac ıstılahında: Mekke-i Mükerreme'-nin etrafındaki Mîkât denilen noktaların sınırladığı bölgenin dışında kalan yerlerde ikâmet eden kimse demektir:

Âfâkî olanlar, Mekke-i Mükerreme'ye giderken, Mî­kât sınırını ikramsız geçemezler.

AFV(= AF)

AFV: Lügatte: Mahv mânâsına gelir. Bundan dolayı, bir şahsı affetmek, onun işlediği bir kusuru, bir suçu mahv ve izâle etmek; onun, hiç yapılmamış gi­bi saymak anlamına gelir. ÂFÎ: Yapılan bir kusuru, bir kabahati veya bir cina­yeti affeden, örten ve bunu işleyeni muâhaze etme­yen kimse demektir.

MAFÜVVÜN ANH: Affedilen, affedilmiş olan şa­hıs demektir.

AFV ANİ'L-KISÂS: Veliyyi cinayetin veya biz­zat kendisi hakkında cinayet işlenilmiş bulunan kim­senin, bundan dolayı îcâbeden kısas hakkım iskât etmesi, (düşürmesi, bağışlaması) demektir.         '

MAFÜVVÜN LEH: Caniyi, bir bedel karşılığın­da affeden velî demektir. MUTA LEH de bu mâ­nâdadır.

Bu durumda afv, fazl ve ihsan manâsına gelmiş olur

AFV ANİ'L-CİNÂYE: Kendisine karşı, kısası ve­ya diyeti gerektiren bir cinayet işlenilmiş bulunan kimsenin, yahut bu hususta onun velisi Blan şahıs kı­sas veya diyet hakkından vazgeçmesi demektir.

AFV ANTL-KAT': Bir uzvu kesilmiş olan bir kim­senin, bu sebeple mâlik olduğu kısas veya diyet hak­kım cânîden iskat etmesi yani vaz geçmesi ve bağişiamasidır.

AFV ANİ'L-CERÂHA: Bir kimsenin, kendisini, kısas veya diyeti gerektiren bir şekilde yaralayan şah­sa karşı mâlik olduğu kısas veya diyet yahut hükümet-i adıi hakkından vazgeçmesi demektir.

AFV ANİ'Ş-ŞECCE: Başta veya yüzde yara açan bir suçta üzerine lâzım gelen kısas veya diyet yahut hükûmet-İ adi hakkından, yaralanan kimsenin vaz­geçmesi, bu suçu işleyen kimseyi affetmesi demektir.

AHFÂD: Evlâdın —ilâ nihâye— evlâdı; yani To­runlar demektir.

Bunlar, oğulların ve kızların çocukları ve bu çocuk­ların da —ilâ nihâye— çocuklarıdır.

HAFİD: Ahfâd'ın tekilidir; yani: Hafîd: Torun demektir.

AHİD-NÂME:  Miiâhede-nâme maddesine bakınız.

AHİR : Başkasının nikâhlısı ile, gayr-i meşru mü-kârenette bulunan fâcir kimse demektir. Ahir tâbiri, lügatte fısk, fücur ve gayr-i meşru cinsî ilişki, mânâsım ifâde eden ahr (=ayın+çift gözlüne+re) kelimesinden türetilmiştir.

AHKAM : Hüküm Maddesine bakınız.

AHKÂM-I ASLİYE:  HÜKÜM Maddesine bakınız.

AHKÂM-I ŞER'İYYE: ŞERİAT Maddesine bakınız

AKABE CEMRESİ: HAC / CEMRELER Mad­desine bakınız.

AKAR; Gelir getiren gayr-i menkûl mâl demektir.

Bu kelime İçin Mâl maddesine de bakınız.

AKD

AKD: Lügate: Bağ, bağlama, bağlanma, düğüm­leme; kurma, düzme; sözleşme, kararlaştırma gibi anlamlan ifade eder.

Istılahta AKD: Nikâh, hibe, vasiyet, alış-veriş gibi bir şer'î muameleyi iki tarafın iltizam ve teahhüt et­meleri demektir. Buna göre AKD, icap ile kabûT-ün irtibatından ibarettir.

MÜN'AKİD: Akdedilmiş, —neticeye— bağlanmış muamele.

İN'IKAD: İcap ve kabulün, müteallakinde eseri zahir olacak şekilde, bir birine meşru bir surette ta­alluk etmesidir. Yani akdin meydana gelmiş olması hâlidir.

Meselâ: Bir nikâh muâmelisi, iki tarafın, îcap ve ka-bûlü ile vücûda gelir.

Böyle bir îcap ve kabulün birbirine müteallakinde (meselâ Kan-kocahğın meydana gelmesinde) eseri za­hir olacak şekilde, şer'an irtibat etmesi hâli, bir in'-ikadtan ibarettir.

ÂKİD: Âkid yapan taraflardan herbiri.

ÂKİDEYN: Akid yapan tarafların her ikisi.

ÂKTDÎN: Akid yapanlar.

MA'KÜDÜN ALEYH: Hakkında akid yapılan şey.

AKD-İ ENCÜMEN: Encümen kurma.

AKD-İ MECLİS = AKD-İ MEŞVERET: Mec­lis kurma. Konuşup danışmak için toplanma.

AKD-İ MUÂVAZA: İki tarafın, karşılık vererek yaptığı akid.-Satış, trampa gibi...

AKD-İ İZDİVAÇ = Evlenme.

AKD-İ SAHİH: SAHİH Maddesine bakınız.

AKD-i ZİMMET: Zimmet Maddesine bakınız,

AKIL

AKIL: Ruhun bir kuvvetidir ve insan onunla bilgi sa­hibi olur; iyiyi kötüyü birbirinden ayırır; eşyanın ha­kikatlerini onunla sezebilir. Diğer bir tarife göre akıl: İnsanın yürüyeceği yolu aydınlatan ve inşam haktan hakikatten haberdâr eden ruhanî bir nurdur.

Bu ruhî kuvveti hâiz olan kimseye âkil (= akıllı) denir.

Akil'dan mahrum bulunan kimseye de mecnûn (= deli, akılsız) denir.

AKİB: Bir kimseye, babalan cihetinden müntesip olan şahıs demektir.

Şöyle ki: Bir kimsenin sulbî evlâdı kendisinin akîbİ olduğu gibi, erkek evlâdının evlâdı da akîbidir. Fa­kat, kız evladının evlâdı, bir kimsenin akîbi değil­dir. Çünkü onlar, babalan yönünden başka bir sülâleye mensupturlar.

ÂKİLE

ÂKİLE: Diyeti, tahammül edip (= üzerine alıp, yüklenip) ödeyen asaba, aşiret, ehl-i dîvan ve saire­dir. Bunlar, kendi fertlerinden birinin şubhe-i and ve­ya hatâ yoluyla işlediği cinayetin diyetini veya gurre denilen tazminatım ödemekle mükellef bulunurlar. Diyet ödemeyi tahammül eden (yüklenen, üzerine alan) şahıslardan her birine Âkil,- hepsine birden ise Akile denir ki, burada âkile, cemâat-i âkile anla­mındadır.

Âkile'nin çoğulu AVÂKİL gelir. İslâm hukukunda, bir cinayetten dolayı îcâbeden di­yeti ödemeye akl denildiği gibi, bizzat diyetin ken­disine de akl denilmektedir. Akl'in çoğulu ukûl'dür.

Aslında akl lafzı, imsak, istimsâk (= tutmak, bağ­lamak; tutulmak, bağlanmak) mânâlanna gelir. De­venin ayağını büküp, bilekçesini bağlamaya akl denir. Devenin dizlerini bağladıklan ipe ve deve veya ko­yun için bir sene içinde verilmesi gereken zekâta da ikâl denir,

Vaktiyle Arabistanda carî bir âdete göre, ceninin âkı-lesi, diyet'develerini veliyyi cinayetin evinin önüne, geceleyin götürüp bağlarlardı. Bundan dolayı diyet develerine akl denilmiş ve daha sonra da, bir aymm yapmaksızın bütün diyetlere bu ad verilmiştir. Bununla beraber diyet ödenmesi, kan dökülmesini men ve imsak edecek, bir müeyyide kuvveti olması sebebiyle de, diyeti akl denilmiş olması mümkündür.

İnsanın hareketlerini nizâma koyduğu ve kendisini fena şeylerden men ve imsak ettiği için, insandaki bilinen o yüksek kuvvete de akıl denilmiştir. Bir ceninin âkilesi tarafından ödenen diyete de TA'-LÛKE denir. Bunun çoğulu TEAKIL'dır.

AKZİYE: Kaza Maddesine bakınız.

ALÂKA: Bir şeye, muhabbet veya husûmet sure­tiyle olan bağlılık demektir.

ULÛK kelimesine de bakınız.

ALÛK: ULÛK Maddesine bakınız.

MALAMET: Lügatte, işaret, iz, emare, nişan ve bel­ge anlamlarına gelir.

Istılahta alâmet ise: Kendisine, bir hükmün meyda­na gelmesi veya vacip olması taallûk etmediği hâl­de, sadece bir hükmü bildiren ve ona delâlet eden şey demektir.

Meselâ: Bir kimse: "evimi, gelecek ocak ayının ba­şından itibaren, bir sene müddetle kiraya verdim." dese; burada ocak ayı, bu kira hükmünün müddeti için bir alâmet olmuş olur.

ALÂİM ve ALÂMÂT kelimeleri, alâmet kelime­sinin çoğuludur.

AHZ: Bir kimsenin, bir şeyi alması, tutması; tah­sil edip kendi malına katması demektir. Ahz, meşru bir şekilde olabileceği gibi, bazen de katır ve galebe yoluyla olur ve gasb veya sirkat sayılabilir.

ÂLET-İ CÂRİHA: Bedenin cüzlerini birbirinden ayıran yaralama âleti demektir.

Âlet-İ Câriha lafzı, mânâ itibariyle, silah lafzından daha umûmîdir. Kılıç, süngü, kama, mızrak, balta, kurşun, keskin taş, keskin ağaç, keskin cam ve ateş gibi şeyler câriha (= yaralama) âletlerindendir.

Vücûdu parçalayan ve delen her şey, âlet-i câriha-dır. Bunlar, gerek demirden, gerekse bakırdan veya tunç ve gümüş gibi bir şeyden yapılmış olabilir.

ALIÇ; Güçlü, kuvvetli, İri-yan, iş ehli, nefsini mü­dâfaaya ve kendisine yapılan tecâvüzleri def etme­ye gücü yeten kimse demektir. Alic'in çoğulu, ULÛC'tur.

ALTIN OLUK: KA'BE/KA'BENİN KISIMLA­RI Maddesine bakınız.

AMDEN CERH: Bir kimseyi âlet-i câriha ile ve­ya başka bir şeyle, haksız yere ve kasden yaralamak demektir.

AMDEN KATL: Öldürülmesi meşru olmayan bir insanı, âlet-İ cârihadan biri ile ve kasden öldürmek demektir.

ÂMİR: EMİR Maddesine bakınız.

AMME: Umûma mahsus olan. Genel.

ÂMME HUKUKU: Bir iclimâî hey'eti teşkil eden fertlerin müştereken hâiz oldukları kuvvetler, selâ-hiyet ve bu fertlerle buıüan idare eden ve koruyan devlet arasındaki uyulması gereken münâsebetler ve alâkalar âmme hukûku'nu meydana getirirler. Bir diğer tarife göre, şahıslar ile devlet arasındaki münâsebetleri ve alâkalan gösteren ve şahısiann, dev­lete karşı hâiz oldukları selâhiyetleri ve yerine ge­tirmek mükellefiyetinde bulundukları vazifeleri tâyin ve tanzim eden bu yönden hukuk ilminin bir bölü­mü olan usûl ve kaidelerle, bazı mes'ele ve hüküm­lerin hey'et-i mecmuasına (= tamâmına) Amme Hukuku denir.

Âmme'nin karşıtı hâssa'dır. Hassa: Husûsî, özel de­mektir.

AMME: Başta açılan bir yaradır. Bu nevi yara­lamada,! et kesilmiş ve dimağ, (= beyin) ile kemik arasındaki deri meydana çıkmış olur.

Kemiğin altında ve beynin üstünde bulunan bu deri-. ye Ümmü'r-Re's ve Ümmü'd-Dimağ denir. Bu yaraya Me'mûnme de denilir.

AN'ANE: Lügatte, gelenek, âdet; ağızdan ağıza nakledilen söz, rivayet demektir. Istılahta an'ane: Bir haberin veya bir hadfs-i şerifin "filandan, filandan (duydum. işittim)..." diye nak-ledilmesidir.

ARAFAT: Mekke'nin güney-doğusunda,yaya al­tı saatlik (yaklaşık 25 km uzaklıkta) bir bölgenin adıdır.

Hac ibâdetinin iki rüknünden biri olan vakfe, Zilhicce ayının dokuzuncu (= arafe) gününde burada yapılır.

CEBEL-İ RAHME denilen tepe de Arafat'tadır. Nemîre Mescidi'nin güney kısmı, Arafat Bölgesi'-nin dışında kalır.

ARAZÎ

ARAZÎ: Yerler, topraklar.

ARAZİYİ ÖŞRİYYE: Vaktiyle müslümanlar ta­rafından fethedilerek, fetheden mücâhidlere veya di­ğer müslümanlara temlik edilmiş olan arazîdir.

Cezîretü'1-Arab ve Basra arazîsi bu kabildendir. Bu gibi arazî ziraat olundukça, hasılatından her se­ne, beytü'ş-sadaka'ya konmak üzere öşür alınır.

ARAZÎYİ ÂMİRE: Kendisinden, her hangi bir şekilde intifa olunan (= faydalanılan) yerler demektir.

ARAZÎYİ EMÎRİYYE: Rakabesi beytü'l-raâle ait olarak, devlet tarafından fertlere dağıtılan yerler de­mektir. Bu tâbir tarla, çayır, yaylak, kışlak, koru ve benzeri yerleri içine alır.

ARAZÎYİ EMÎRİYYEYİ MEVKÛFE: Yalnız hazîne menfaatleri veya yalnız tasarruf haklan ve­yahut her ikisi, bir hayır kurumuna tahsis olunan mîrî arazî demektir.

ARAZÎYİ EMÎRİYYEYİ SffiFA: Beytü'1-mâle âit menfaatleri ve tasarruf haklarından hiç biri, bir cihete tahsis edilmeyip, devlete âit olan ve fertlere tefviz olunan (= bir bedel karşılığında bırakılan) memleket arazîsi demektir.

ARAZÎYİ GÂMİRE: Harap; su baskım altında kalmış veya henüz çift girmemiş olan yerler. (Ara­zîyi Amire'nin mukabili, zıddı, tersi).

ARAZÎYİ HÂLİYE: Boş ve sahipsiz topraklar.

ARAZÎYİ HARACİYYE: Müslümanlar tarafın­dan savaşılarak fethedildiği hâlde, eski gayr-i müs-lim ahâlisinin elinde bırakılan veya hâriçten getirilen gayr-ı müslim ahâliye temlik edilen yahut sulh yo­luyla fethedilip, bir vergi konularak, eski gayr-i müs­lim ahâlisine terkolunan arazîdir.

Vaktiyle Şam ve Mısır arazîsi harâc arazisi olduğu gibi Sevâd-ı Irak (yani Basra hâriç olmak üzere Bağ-dad ve Küfe köyleri) de bu kabil arazilerdendi.

ARAZÎYİ MAHLÛLE: Mutasarrıfının, intikal sa­hibi mirasçı bırakmadan ölmesiyle mahlûl olan ara­ziye araziyi emîriyye demektir.

ARAZİYİ MAHMİYYE: Rakabesi beytü'1-mâle ait bulunan arazîden koru, mer'a, yol, pazar yerleri gibi halkın ihtiyaçlarına tahsîs edilmiş olan yerler.

ARAZÎYİ MEFTÛHA: Fetih hakkının taalluk et­tiği yerler.

Kaide olarak, arazîyi meftûha, devletin malı sayılır. Devlet bu kabil arazîyi gânimlere veya başkalarına dağıtır veya kendi sahiplerinin elinde bırakır.

ARAZÎYİ MEKTÛME: Beytü'1-mâle haber verilmeden tasarruf olunan mahlûl veya müstahik-i ta­pu olan yerler.

ARAZÎYİ MEMLEKET: Müslümanlar tarafın­dan vaktiyle fethedilip de, hiç kimseye temlik edil­meksizin ve bir müddete bağlanmadan bütün müs-1 lümanlar için ibkâ edilen arazidir. Vaktiyle öşür veya harâc arazisinden iken, bilâhare, sahiplerinin tamamen inkıraz etmeleriyle, beytu'l-mâle intikâl eden arazî de bu kabildendir. Sam ve Mısır gibi yerlerin bir çok arazîsi, daha son­ra memleket arazisi hâline gelmiştir. ARAZÎYİ MEMLEKET'e, ARAZÎYİ EMÎRİYYE, ARAZİYİ MİLLİYYE, ARAZİYİ HAV adı da verilir.

ARAZÎYİ MEMLÛKE: Araziyi Memleketten sa­yılıp, beytü'1-mâle âit iken, bilâhare bir bedel karşı­lığında hükümetten satın alınmış olan mülk arazîdir. Mülkiyet yolu ile tasarruf edilir.

ARAZÎYİ METRUKE: Terkedilmiş, bırakılmış topraklar.

ARAZÎYİ MEVÂT: Kimsenin temellük ve tasar­rufunda olmadığı ve ahâliye terk ve tahsîs kûmma-dığı hâlde, yüksek sesli bir kimsenin sesi işitilmeyecek derecede, köy ve kasaba gibi ma' mur yerlerden uzak bulunan yani tahminen yaya yarım saat mesâfelik uzaklığı olan, taşlık ve kıraç yerlerdir.

Mevât arazî, veliyyü'l-emrin izni ile İhya edilir, imâm Ebû Yûsufa göre, arazîyi mevât, arazîyi öşriyyeye komşu ise Öşriyye; araziyi haraciyyeye komşu ise ha-raciyye olur. Müftâbih olan budur.

ARAZÎYİ MEVKÛFE: Vakfedilmiş toprak; Vak-folunmuş arazî. (Arazî kanununa göre, mîrî menfa-ateri, bir cihete tahsis olunan yer.)

ARAZÎYİ MEVKÛFE-İ SAHÎHA: Arazîyi mem-lûkeden, şartlarına uygun olarak vakfolunan yerler. (Bunların rakabesi ve bütün tasarruf haklan vakfa aittir.)

ARAZÎYİ MEVKÛFE-İ GAYR-İ SAHÎHA:

Arazîyi emîriyyeden ifraz olunarak, ülû'l-emrin ve­ya onun izni ile başkalannın vakfetmiş olduğu ara­zî. (Buradaki vakfiyet, tahsîs münâsebetinden ibarettir).

ARAZÎYİ MÎRİYYE: Devlete ait arazî ARAZI, kelime olarak; yer ve toprak anlamına gelen ARZ kelimesinin çoğuludur.

ARÂZİ-İ MUHTEKERE: Müste'ciri tarafından, üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere, se­neliğini, belirli bir meblağ mukabilinde kiraya ve­rilmiş olan arazî demektir.

Bu arazînin müste'ciri, belirlenmiş bulunan icâre be­delini, arazî sahibine her sene vererek, bu araziyi elin­de istibkâ eder. (= bırakır). Bu, bir istihkar muamelesi demektir:

ARİYET

ARİYET: Âriyyet tarzında da okunabilen bu la­fız, Teâvür kelimesinden İsm-i masdar olan âre ke­limesinden alınmıştır.

TEÂVÜR: Tenâvüb, tenâvül yani nöbetleşme, bir­birinden alma anlamına gelir, ariyet (= ödünç) ve­rilen şey; veren ile alan arasında nöbetle kullanıldığı için, bu adı almış demektir.

ARİYET kelimesinin, gidip - gelmek anlamına ge­len âre'den alındığına kail olanlar da vardır, ARİYET kelimesi arâ - yâ'ri fiilinden türetilmiş bir isimdir diyenler de vardır. Ariyet, meccânen veri­lip, ıvezden (= bedelden, karşılıktan) uzak olduğu için bu ismi almış demektir.

Bazılanna göre ise Ariyet, âr lafzına mensuptur, Âr da ayıp demektir.

Ariyet (= ödünç) mal istemekde bir nevi zillet ve ayıp bulunduğundan ariyet, âr'a nisbet edilmiştir. Ancak, bu nisbet, pek doğru görülmemiştir.

İstılâhda ARİYET: Bir kimseye, menfaati meccâ­nen (yani bedelsiz olarak) ve rücûu kabil olmak üzere nihâi temlik olunan (yani ödünç verilen) maldır. Ariyet bu tarifteki "meccânen" kaydiyle icâre'den; "fılhal" kaydiyle vasiyyet'ten w "rücûu kabil olmak" kaydiyle de hibe'den ayrılmaktadır,

MÜSTEAR: Bu kelime de ariyet anlamına gel­mektedir.

MÜAR kelimesi de müstear yani ariyet mânâsında kullanılmaktadır.

İARE: Ariyet (= ödünç) vermek; yani: Bir malın menfaatinin, bir kimseye, o malı geri alabilmek üzere, filhâl meccânen temlik etmektir.

MUÎR: Ariyet (= ödünç) veren; yani: Bir malın menfaatini, o malı geri alabilmek üzere, meccânen bir başkasına temlik eden kimse demektir.

MÜSTEÎR: Ariyet (= ödünç) alan; yani: Bir ma­lın menfaatini, o malı geri vermek üzere, meccânen temellük eden kimsedir.

İSTİARE: Ariyet (= ödünç) almak; yani: Bir malm menfaatini meccânen istimlâk etmek ve bir malın menfaatin meccânen temlik edilmesini istemek an­lamlarını ifâde eder.

MASABE: Lügate: Baba tarafından akraba olanlar demektir. Bu kelime, bir ve birden çok erkek ve ka­dın için kullanılır;

USÛBET: Baba tarafından akrabalık demektir.

TA'SİB: Bir kimseyi asabe kılmsk; bir şahsa asa-be mîrâsi vermek demektir.

ASABE kelimesi, kuvvet ve şiddet anlamlarını ta­şır. Baba tarafından olan akrabalıktan bir kuvvet hâsıl olacağından, bu isimle anılırlar.

ISABE: Cemâat demektir.

Istılahta ASABE: Mirasta belirli bir hissesi (pa­yı, sahiri) olmayıp, ashâb-ı ferâiz (yani belirli pay­lan bulunan mirasçılar), hisselerini anladıktan sonra, mîrasın geri kalanını (yalnız bulundukları takdirde ise terikenin tamamını) alan mirasçılardır. Asabe'ler iki kısımdır.

1-) ASABE-İ NESEBİYYE: Ölen kimseye nesep (kan) yönünden akrabalığı olan kimselerdir. Nesebi Asabe'den olaniar ile üç nevidir, a-) Asabe bi nefsihî: Ölüye nisbetinde kadınlar dâ­hil olmayan erkek kimselerdir. Baba, oğul, baba'-nın dedesi, oğlun oğlu gibi... b-) Asabe bi gayrihî: Erkek kardeşleriyle birlikte (vâris) olunca asabe olup, erkek kardeşleri olmayın­ca, belirli pay sahibi olan kadınlara asabe bi gayrihî denir.

Asabe maa gayrihî: Asabeden olmayan bir ka­dınla beraber (mîrascı) bulundukları takdirde asabe­den olan kadınlardır. Bunlar da ölen şahsın, kızı İle beraber (mîrascı) .bulunan, anne-baba bir veya sade­ce baba bir kız kardeşlerdir.

2-) ASABE-İ SEBEBİYYE: Velâ' sebebiyle olan asabedir ki, bu mevle'l-ıtaka ve onun bi nefsihî asabesidir.

Meselâ: Azâd edilmiş bir köle veya câriye ölünce; kendisinin nesebî asabesi yoksa; bu durumda, onu azâd eden kimse, onun asabesi olur. Azâd eden şahıs daha önce ölmüşse, onun bi nefsihî asabesi ken­disinin yerine geçer.

ASL-I MES'ELE: (= MAHREÇ): Bir mîras

nıes'elesinde, sehimlerin mahreci olan ve onları ihata eden yani terikenin kaç kısma bölündüğünü göste­ren sayı demektir.

Meseiâ: Paylaşılacak bir mîrâs mes'elesinde iki mi­rasçıdan biri 1/3 (sülüs), diğeri de 1/4 (= nıbu'l hisse alacak fflsalar, bu mes'elede en küçük mahreç (= or­tak payda) 12 olur ki bu 12 asl-ı mes'eie'dir.-

MAKE.SÇ: Asl-ı Mes'ele anlamındadır.

PAVîî da, Asl-ı mes'ele ve mahreç mânâsına kullanılan bir kelimedir.

OKTAK PAYDA tabiri, de mahreç ve aslı mes'­ele anlamında kullanılır.

Meselâ: Ölen bir kimsenin, geride bir karısı ile bir oğlu kalsa; bu durumda mîras mes'elesinin mahreci (= asl-ı mes'ele = ortak payda = paydası) 8 olmuş olur. Ve terikenin sümünü (= l/8)i zevcenin (= ka­rının) kalan 7/8 de oğul'un olur.

ASHÂB-I  FERÂİZ:   FERÂİZ   Maddesine bakınız.

MASHAB-IRED: Neseb cihetiyle ashâb-ı ferâizden olan ve kendilerinden başka asabe bulunmadığı tak­dirde, hem muayyen sehimleri alan, hem de geride kalan (= mütebâkî) sehîmlere red yoluyla hak sahi­bi olan kimselerdir. Zevç (= koca) veya onunla be­raber bulunan kız gibi...

ASHÂB-I TERCİH: Tercih Maddesine bakınız.

ÂŞİR: Lügatte: Onuncu demektir.

İstılahta AŞIR: Ticaret mallarından zekât nâmı ile alınacak olan vergiler için, memleket dâhilinde — îcâbina göre, bir veya daha çok yerde meydana ge­tirilen, bir mâlî müessesenin baş memuru demektir. Öşr, onda bir anlamına gelir. Bununla beraber, bu kelime ıstılahta mutlaka onda bir anlamında kulla­nılmaz. Âşirin, muhtelif miktarlarda topladığı ver­giler anlamında, bir cins ismi olarak kullanılır. Bundan dolayı, onda bire öşür denildiği gibi, yirmi­de bire de, kırkta bire de, öşür denir. Âşir de, böyle bir vergiyi toplayan şahıs demektir. Âşirin alacağı vergi genellikle öşr (= 1/10), nısf-ı ö$r (= 1/20), rub'u öşr (= 1/40) nisbetinde olaca­ğından, bu şahsa âşir denilmiş oluyor.  

Uşşâr: Âşirler demektir.

ATIK: Azâd olmuş, yanut azâd edilmiş köle veya câriye demektir. Atîk'in çoğulu UTEKÂ'dır.

ATÎKA: Azâd edilmiş cariye demektir. Bunun ço­ğulu da ATÂİK'tir.

Atik kelimesi, aslında kerîm ve cemi! olan; zaman, mekan veya rütbe itibariyle kıdemli bulunan şey an­lamına gelir. Azâd edilmiş olan kimse de, hürriye­tin şeref, izzet ve onuruna kavuşacağı içirt atîk nâmını almıştır.

ATİYYE: İhsan, bahşiş, hediyye anlamına kulla­nılır. Bu anlamı itibariyle atiyye kelimesi, hibe, he­diye ve sadaka'dan daha geniş anlamlıdır. Atiyye'nin çoğulu ATÂYÂ'dır.

Avâid-i  Örfiyye: VAKIF  Maddesine bakınız.

AVÂİD-İ  ŞER'İYYE: VAKIF  Maddesine bakınız.

AVÂİP-İ VAKIF: VAKİF Maddesine bakınız.

MAVÂRİZ: Engeller, kazalar, belâlar, engebeler.

Fevkalâde hâllerde Özellikle savaş yıllarında alınan muvakkat vergi.

AVÂRIZ-I SEMÂVİYYE: Delilik, küçüldük, bunaklık, hastalık ve ölürri gibi, insanın kesbi, ira­desi ve ihtiyarı olmaksızın meydana gelen ve kişi­nin ehliyet-i vücubunu ve ehliyet-i edasını tamamen veya kısmen ortadan kaldıran mânâlar demektir.

Avârız-ı Müktesebe: İnsanın, kesbi, .irade ve ihtiyarı ile meydana gelip, kişinin ehliyetine az çok tesir eden, cahillik, sarhoşluk, ikrah gibi mani­alardır.

Avârız-ı Dîvâniyye: Bu, önceki devirlerde alınan bir çeşit vergidir ve "Tanzîmat-i Hayriyye'-den önceki zamanlarda câri kanun ve nizamlara gö­re alınan vergi ve resimler" demektir.

AVARIZ  VAKIFLARI: VAKIF Maddesine bakınız.

AVL: Mirasçıların hisselerinin (= paylarının) top­lamının, mahreçten (= ortak yapdan) büyük olması hâlidir.

AVLIYYE: Bir mîras mes'elesinde, ashâb-ı ferâ-izin sehimlerinin toplamının, mes'elenin mahrecin­den büyük olması hâlidir. Bu tâbir, lügatte ref, galebe ve çevre meyi anlamla­rını ifâde eden avl lafzından gelmektedir. Burada paylar (= hisseler), ortak payda'nın(= mah-rec'in = asl-ı mes'elenin) miktarını aşmaktadır.

Meselâ:

3                        4

nısıf (= 1/2)                            sülüsân (= 2/3)

M ------------------------------------------   es'ele : 6

zevç           uhteyn lehümâ           Avliye 7

{= koca).                     (= ana-baba

bir iki kız kardeş)

AVNE: Kahr ve galebe çalmak demektir. Bundan dolayı, kahren vuku bulan bir fethe anveten feth denilir.

Bununla beraber, bu kelime pek çok mânâyı da ifâ­de eder. Mesela: Anve kelimesi, itaat ve inkiyat mâ­nâlarında da kullanılır. Bu durumda İse anveten feth: Rıfk ve sulh yolu ile yapılan fetih demek olur.

AYN: Dışarda mevcut, muayyen ve müşahhas bir şey demektir.

Meselâ: Bir kitap, bir ev, bir otomobil, meydanda mevcut belirli miktardaki para, bir miktar buğday, belirli bir ev eşyası birer ayn'dır.

AYNE: Rıba Faiz ımıâmelesindeki fazla miktar (= faiz) demektir.

Ayne: Bir kimsenin, bir malı, bir şahsa, belli bir bedel ile, veresiye olarak satıp, aynı malı, o mecliste, o şahıstan, o bedelden daha noksana ve peşin olarak satın almasi mânâsına da gelir.                          '

ÂZÂ: Uzuv Maddesine bakınız.

AZİMET: Kulların özürlerine mebuî olmaksızın, ibtidâen meşru kılınan şey demektir. Sefer halinde, ramazan orucunun tutulması gibi.. [1]

 

B

 

Bab: Kapı, bölüm.

Bâc: Halktan alınan Öşür ve haraç ile tacirlerden alınan temettü resminden ve gümrük resimlerinden ve benzerlerinden ibarettir.

Büyük bir hükümdarın, kendisinden daha aşağı mer­tebedeki hükümdarlardan aldığı aidata da BÂC denilir.

BÂDİYE: Çöl, kır. M BAGY

BAGY: Lügatte: Mutlak olarak talep (= istemek) ve kesb (= çalışıp kazanmak) anlamına gelir. BAGY kelimesi lügat örfünde: Cevr ve zulüm gibi yapılması helâl olmayan bir şeyi İstemek anlamında meşhur olmuştur.

Bu İtibarla BAGY kelimesi: Zulüm, teaddî (= düş­manlık), fesat çıkarma gayretinde olmak, fücura (= işaret ve günah işlemeye) düşkünlük, hakdan ayrıl­ma mânâlarında kullanılmaktadır. Fıkıh İstılahında BAGY: Veliyyü'l-emr'in daire-i ita­atinden, bir te'vile dayanarak, haksız yere çıkıp, te-gallübte bulunmak demektir. Görüldüğü gibi, bu kelimenin, ileri gitme, azgınlık, sezkeşlik ve isyan gibi anlamlan da bulunmaktadır.

BAĞI: Muhik olan (= hakkı yerine getiren; hak­lı, doğru) bir veüyyü'1-emre veya nâbiine karşı, bir te'vile (yani: Kendisince doğru görülen bir delile) is­tinaden isyan ederek, itaat dairesinden çıkan; bununla beraber, müslümanlann katledilmesini, mallarının

müsaderesini, zürriyeüerinin esir edilmesini helâl gör­meyen mennee (= kuvvet) sahibi bir mûslümandır.

BUGAT: Bagî'nin çoğuludur.

EHL-İ BAGY: Bagüer topluluğu demektir.

FİE-İ BAGİYYE: Bagîler topluluğu; bagîler gü­ruhu; bagîler taifesi; bagîler takımı demektir.

BAHA: Kıymek, bedel, değer.

BAHÂDIR: Cesur, yiğit, kahraman.

BAHİS (MÜBÂHASE)

MÜBÂHASE: Bir iş, bir mes'ele hakkında, iki ve­ya daha çok kimsenin, mütâlaya başlayıp, bir tara­fın müddeasını isbata kıyam etmesine karşı, diğer tarafın itiraz edici bir tavır alması; karşılıklı konuşa ma ve bahse girişme gibi anlamlara gelir.

Bir mübâhasede, yapılan itiraza karşı, işin özüne mu­vafık ve hakkı ortaya çıkartmaya hizmet edecek şe^ kilde verilecek olan cevâba CEVÂB-I TAHKİKİ denir.

Aksine, işin özüne muvafık olmayıp, sadece hasmı­nı, itiraz edeni susturmak maksadıyla verilecek ce­vâba da CEVÂB-I CEDELÎ denir. CEDEL Maddesine de bakınız.

BAHŞ: Bağış, ihsan.

BAHŞETMEK: Bir şey bağışlamak ihsan etmek.

BA'L: Zevç (= koca) demektir.

Ba'l'ın çoğulu BUÛLE'dir.

BAffR: Deniz; büyük göl veya nehir.

BAHRİ: Denize ait; denize mensup; denizle ilgili.

BAHRİYYE: Donanmaya ait işler.

BAHR-İ MUHIYT: Okyanus.

BAHRİYYÛN: Denizciler —Kaptan ve gemiciler gibi—, deniz işerim bilen kimseler.m bâtıl

Bâtıl: Tamamen veya kısmen rükünlerini ve şartla­rını câiiiİ bulunmayan her hangi bir İbâdet veya nu-âmele demektir.

Bir özür bulunmadığı hâlde, tahâretsiz kılınan namaz gibi...

BATN: Karın. Nesil, soy anlamına gelir. BüTÛN, batınlar demektir/ EBTÂN da aynı an­lamdadır.

Btr kimsenin evlad ve torunları, kendisine nazaran birer batındır. Şöyle ki, bir kimsenin sulbî evlâdı bi­rinci batm; evlâdının evlâdı ikinci batnı bunların ev­lâdı da üçüncü batnı teşkil eder. BATNEN BA'DE BATNIN: Soydan soya; nesilden nesile; kuşaktan kuşağa.. "Evvelki batında kimse var­ken, ikinci batında olan kimse istifâde edemez." an­lamına kullanılır.

BAZIA: Bir yara çeşitidir. Bâzıada deri ile bir­likte biraz da et kesilmiş olur.

BAZİK: Üzüm usaresinin yani sıkılmış üzüm su­yunun, ateşte veya güneşte, üçte birinden daha az bir kısmının buharlaşıp kaybolmasına kadar pişirilmesi neticesinde elde edilen ve sarhoşluk verecek hâle gel­miş olan bir içki çeşididir.

BED: Fena, yaramaz, çirkin. Kötülük

BEDBAHT; Bahtsız. Talihsiz. Kara bahtlı.

BEDEL; Başkası adına hac eden, vekil olarak hacca gönderilen kimse demektir.

BEDEL-İ İCARE: VAKIF (Mukâtaa) Madde­sine bakınız.

BEDEL-İ R AKABE: Bir köle veya cariyenin şahsı makamına kâim olan kıymeti yahut nefsi mukabilin­de ödemeyi deruhte ettiği ıtk veya kitabet bedeli de­mektir.

BEDENE; (Hac'da) deve ve sığır cinsinden olan kurbana bedene adı verilir.

BENÜ'L AHYAF: -Sadece- ana bir, erkek ve kız kardeş demektir. Bunlara EVLÂD-IÜM denir. Her birine ise ah liüm (= ana bir erkek kardeş) ve uht liüm (= ana bir kız kardeş) denilir.

BENÜ'L-ALLÂT: -Sadece- baba bir erkek ve kız kardeş demektir. Bunların her birine ah lieb (= baba bir erkek kardeş) ve uht lieb (= baba bir kız kardeş) denir.

BENÜ'L-ÂYÂN: Ana-baba bir erkek ve kızkar-deşler demektir. Ki bunlara, ah liebeveyn (= ana-baba bir erkek kardeş ve uht liebeveyn (= ana-baba bir kız kardeş) denir.

BERÂET

BERÂET: Bir şahsın zimmetinin (yani, nefsinin, bir şeyin vâcîp ve lazım olmasından) hâli olması; İddia edilen hak ile meşgul olmaması demektir. Buna, berâet-i zimmet, (= zimmetinde bir şey bu­lunmama, her türlü borçtan ve da'vâdan kurtulmuş olma) da denir.

BERÂET: Bir kimsenin; kendisi hakkında İddia edi­len bir suçtan beri olduğuna veya kendisine isnad edi­len suçun, aslında bir suç teşkil etmediğine dair, hâkim tarafından verilen hüküm mânâsında da kul­lanılır.

İbra kelimesine de bakınız.

BEY': Bir malı, başka bir malla değiştirme; sat­ma; satış; satılma; satın alma gibi anlamlara gelir. Bey'; mün'akid ve gayr-i mün'aldd olmak üzere iki kısma ayrılır.

Bey'-i gayr-i mün'akid, bey'-i bâtıl (= geçersiz sa­tış) demektir.

Bey'-i mün'akid ise;

1-) Sahih,

2-) Fâsid,

3-) Nâ-fîz,

4-) Mevkuf kısımlarına ayrılır. Bey', mebi' (= satılan şey) itibariyle de şu dört kısma ayrılır:

1-) Bey'-i Mutlak,

2-) Bey'-i Sarf,

3-) Eey'-i Mükâyaza,

4-) Bey'-i Selem.

?."Ü:^Ü'L-BEY(: Yani bey'in (= satışın) mâhi­yeti, bir malı, diğer bir mal ile değişmekten İbarettir. Ancak, mübadeleye delâlet etmesi hasebiyle, satış­taki îcab ve kabul ile teâtîye (= karşılıklı alip-vermeye) de RÜKNÜ'L-BEY' denir.

BAYI': Bir malı, başkasına satan kimse; sattcı de­mektir.

ŞİRÂ ve İŞTİRA, satın almak: MÜŞTERİ de, bir malı, bir şahıstan satın alan kimse demektir,

BEY'-İ MÜN'AKİD: în'ikad bulan (= akdedilen, tamamlanan) bey'dir. (Satıştır) Yani, bey'a mahsus îcab ve kabulün müteallikinde yani satılan şeyle, ba­delinde eseri zahir olacak şekilde, birbiri ile irtibat etmesi ile meydana gelir. Bu eserden maksat da, sa­tan şansın semene (= bedele), satın alan şahsın da mebi'e (= satın aldığı şeye) mâlik olmalarından iba­rettir.

BEY'-İ GAYR-İ MÜN'AKİD: Kendisinde, in'i-kad şartlan tamamen veya kısmen bulunmayan ve do-layısıyle bâtıl (= geçersiz) olan bey'dir. Meselâ: Bir mecnunda (= delide) in'ikad (= akid-leşme) şartlarından biri olan tasarruf ehliyeti bulun­madığından,   onun  alım-satımı   mün'akid   (= akdedilmiş, gerçekleşmiş) olmaz; batıldır. (= geçer­sizdir.)

BEY-İ SAHİH: Zatı ve sıfatı itibariyle me§rû' olan satış akdi demektir. Buna, BEY'-İ CAİZ de denir. Bir bey'in zâtı itibariyle meşru' olması; îcâb ve ka­bulün meşru bir şekilde birbirine bağlanması ile mey­dana gelir.

Vasıf itibariyle meşru olması ise, âfddleriıı (= bu alış­veriş akdini yapan tarafların) rızâları ile ve semenin mâlûmiysti (= bedelin belli olması, bilinmesi) ile ta­hakkuk eder,

BEY'-İ FÂSİD: Esas itibariyle sahih olduğu hâl­de, vasıf itibariyle sahih olmayan (yani: Zâtı itiba­riyle mün'akid olduğu hâlde, bazı haricî vasıflan bakımından meşru' olmayan) bey'dir. Semenin, gayr-i mütekavvinı (= bedelin, dayanık­sız, çürük) bir mal olması gibi...

BEY'-İ BÂTIL: Kendisinde in'ikad şartlan tama­men veya kısmen bulunmadığından dolayı, asla sa­hih olmayan bey'dir. Ki bu, hiç bir hüküm ifâde etmez. Lâşe gibi, —mütekavvim olmayan— bir şeyi satmak gibi...

BEY-İ MEVKUF: Başka bir şahsın hakkı taalluk ettiği içni, geçerli olması, o şahsın iznine bağlı olan bulunan bey' (= satış) işlemidir.

Bey'-İ Fuzûlî gibi..

Fuzûlî: Bir başkası hakkında, onu İzni bulunmadan

tasarrufta bulunan kimse demektir.

BEY'-İ NAFİZ: Bir başkasının hakkı taallûk et­meyen satış akdi demektir. Bu akidde hemen mülki­yet terettüp eder.

NEFAZ: Şer'î bir tasarruf üzerine, eserinin derhal terettüp etmesi demektir.

Bundan dolayı, üçüncü bir şahsın hakkı taallûk et­meyen böyle mün'akid bir bey', hemen mülkiyet ifâde eder. Yani, malı satan şahıs semene (= bedele), sa­tın alan şahıs da mebi'e (= satın aldığı şeye) hemen mâlik olur.

BeyM Nafiz iki nev'e ayrılır.

1-) BEY'-İ LÂZIM; Hıyar-i şart, hıyar-ı rü'yet gi­bi muhayyerliklerden ârî olan nafiz bey' demektir. Bu satış akdini, âkidlerden sadece biri feshedemez.

2-) BEY'-İ GAYR-İ LÂZIM: Kendisind muhayyer­liklerden biri bulunan, nafiz bey'dir. (= geçerli sa­tıştır.) Bu satış akdini İse, sâdece muhayyer olan taraf feshedebilir.

BEY'-İ Bİ'L-VEFÂ: Bir malı; bu mala ödenen se­men (= bedel), satıcı tarafından geri verildiğinde, malı da, müşterinin satıcıya geri vermesi üzere, be­lidi bir bedel karşılığında satmak demektir. Yani, sa­tan şahıs, aldığı semeni, müşteriye geri verince, müşteri de satın almış olduğu şeyi, satıcıya iade eder. Bu İşlem; müşterinin nebi' (= satın aldığı şey) den faydalanması cihetinden bey'-i sahih hükmündedir. Ve bu muamele, her iki tarafında, bunu feshetmeye muktedir olmasından dolayı da bey'-i fâsid hük­mündedir.

Bir müşteri, bu şekille satın aldığı bir şeyi, başkası­na satamıyacağı için de, bu muamele rehin hükmün­dedir. Ve bu işlemin rehin olması yönü galiptir. VEFA, yapılan bir ahde ve verilen bir söze riayet etmek demektir.

Bey'-i bVl-vefâ'ya BEY'-İ Bİ ŞARTİ'L-VEFÂ da denir.

BEY'-İ Bİ'L-İSTİĞLÂL: Bir kimsenin, bir ma­lı, bizzat kendisi isticar etmek (= kira ile tutmak) üzere, bir başkasına vefâen satması demektir. Meselâ: Bir kimse, kendi evini, on milyon liraya ve­fâen satıp, bu evi, aylık yüz bin lire ücretle, satın alan kimseden kiraya tutsa; bu işlem bi/ bey'-i bi'l-istiğsal olur.

BEY'-İ MUTLAK: Bir malı, bir semen (= be­del, karşılık) mukabilinde derhal satmakla meydana gelen ve mutad veçhile dâima yapılmakta olan satış muâmelesidir.

BEY'-İBAT: Bey'-i Kat'îdemektir.

Bey'-i Bat tâbiri, bey'-i bi'1-Vefa ile bey'-i bi'I-İstiğlâTin mukabili yani zıddıdır. Bey'-i Bat tâbiri, bazan da bey'-i bi'I-hıyâr'm mu­kabili (= zıddı) anlamında kullanılır.

BEY'-İ SARF: Nakdi; nakid karşılığında satmak demektir. Yani: Sikkeli veya sikkesiz altını, altın kar­şılığında; gümüşü gümüş karşılığında satmak yahut altını gümüş, gümüşü altın karşılığında satmaktır ki, bu işleme para bozma denir.

Sarf kelimesi, lügatte: Bozmak, tahvil ve tağyir et­mek mânâsına gelir.

Bey'-i Sarfla meşgul olan kimseye SARRAF veya Sayrefî denir.

BEY'-İ MUKÂYAZA: Nakid kabilinden olmayan bir aynı, başka bir ayn İle (yâni, altın ve gümüşten başka bir malı, diğer bir mal ile) mübadele etmek (= değiştirmek) demektir ki, bu işleme lisanımızda TIRAMPA denir.

Bir kitabı, diğer bir kitapla değişmek gibi....

BEY'-İ SELEM: Müecceli, muaccel bir şey kar­şılığında satmak yani: Peşin para veya peşin verilen başka bir mal ile, veresiye bir mal satın almak de­mektir.

SELEM: Lügatte: Takdim (= Öne geçirmek) mâ­nâsına gelir.

Bu işlemde, peşin parayı veya malı veren müşteriye SÂHİBÜ'S-SELEM veya RABBÜ'S-SELEM denir.

Veresiye mal verecek olan sancıya da MÜSLEMÜN İLEYH denir.

Bu şekilde satın alınan mala MÜSLEMÜN FÎH ve peşin verilen paraya veya mala da RE'SÜ'L-MÂL-İ SELEM denilir.

Selem işlemine SELEF de denilir. Bununla beraber Selef tâbiri, Karz-ı hasen mânâsında da kullanılır. Bundan dolayı Selef tâbiri, selem tâbirinden daha ge­niş anlamlıdır.

BEY'-İ MUSÂVEME: Bir kimsenin, almış oldu­ğu bir malı, kendisine kaça mâl olduğunu söyleme­den, belli bir bedel karşılığında ve nzâ ile satması demektir.

Bir tacirin, elinde bulunan bir malı, kaç liraya aldı­ğını söylemeden bir başka şahsa, şu kadar liraya sat­ması gibi... Satış işlemlerinde en ziyâde câri olan usûl budur.

BEY'-İ MURABAHA: Bir kimsenin, almış oldu­ğu bir malı, kendisine kaça mal olduğunu söyliye-rek, bundan daha fazla bir semen karşılığında bir başka şahsa rızası ile satmasıdır.

Bir kimsenin, bir malı, "Bin liraya aldığını" söyli-yerek, bin yüz liraya satması bir bey'-i mürâbaha'-dır ve bu yüz lira kâr (= nbıh) olmuş olur.

BEY'-I TEVLIYE: Bir kimsenin, almış olduğu bir malı, kendisine kaça mal olduğunu söyleyerek, tam maliyet fiyatına satması demektir.

Bir kimsenin, bin liraya aldığım söylediği bir malı, yine bin liraya satması gibi...

BEY'-İ VAZÎA: Bir kimsenin, bir malın kendisf-ne kaça mal olduğunu söyliyerek, bu malı maliye­tinden daha düşük bir fiata satmasıdır.

Bir kimsenin, bin liraya aldığını söylediği bir malı, dokuzyüz liraya satması gibi...

BEYÂN

BEYÂN: (Lügatte): İzhâr etme, ortaya koyma, açı­ğa çıkarma mânâsına gelir. Dam ve tebyîn anlamın­da da kullanılır.

Istılahta BEYAN: Söz olsun, iş olsun, vuku bulan bir şeyden maksad ve muradın ne olduğunu, o şey ile ilgi ve münâsebeti bulunan bir söz ile veya bir fiil ile açığa çıkarmak demektir. Meselâ: "Namazı dosdoğru kılınız." emrini, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, kendi fiilleri İle yani kıl-dıklan namazlarla beyat etmiş ve bu hususta: "Na­mazı, benim kıldığım gibi taliniz." buyurmuştur. BEYÂN beş nevidir:

1-) BEYÂN-I TAKRİR: Bir sözü, mecazî ve husû­sî bir anlama gelme ihtimâlini kesecek bir şey ile te'-kid etmektir.

Meselâ: "Kanatlariyle uçan şu kuşlar da sizin gibi birer canlıdır." cümlesindeki "kanatianyla uçan" vasfı, bir te'kidtir ve bu te'kid "kuşlar" lafzından mecazî bir mânâ kasdedilmediğini gösterir.

2-) BEYÂN-I TEFSİR: Kendisinde gizlilik bulunan bir şeyi îzah etmek, açıklamak demektir. Şöyle ki, kendisinde gizlilik bulunup mücmel, müş-kil ve hafî gibi kısımlara aynlan sözler, beyânı tef-sîr sayesinde tebeyyün etmiş ve açıklık kazanmış olur. Meselâ: "Zekâtınızı veriniz." mealindeki bir emir mücmeldir; miktan muayyen değildir. Resûl-i Ek­rem (S. A.V.) Efendimizin :"Mallannızın kırkta bi­rini zekât olarak getirip veriniz.' nielâlindeki emirleri ise, zekâtın miktarını tâyin ettiğinden, bu hususta bir beyân-ı tefsirdir.

3-) BEYÂN-I TAGYÎR: Sözün evvelinin mûcebiui ve bundan muradın ne olduğunu, diğer bir lafız ile izhar ederek değiştirmektir. Tahsîs, istisna, sıfat gaye ve bedel denilen şeyler, bi­rer beyân-i tağyîr'dir.

Meselâ: "Bey' helâl, ribâ haramdır." ibâresindeki ilk cümle, yâni "Bey' helâldir." cümlesi, ribâ şekliyle yapılan bir bey' (= satış) muamelesine de şâ­mildir. "Ribâ haramdır." cümlesi ise, bu şümulü tağyîr ederek, bey'in helâlliğini, ribâ yolu ile olma­yan bey' muamelesine tahsis kılmıştır. Keza: "Şu paranın bin lirası müstesna olmak üzere, hepsi Zeyd'e aittir." cümlesinde, istisna, bir beyâo-i tağyn-'dir. Ve, "Şu paranın hepsi Zeyd'e aittir." iba­resinin mücebini değiştirmiştir.

4-) BEYÂN-I ZARURET: Bir şeyi, lafzen tavzîha mevzu olmayan bir şeyle, bir nevi izah etmektir. Bu beyanın bir kısmı mantuk hükmündedir; bir kısmı ise vakt-i hacetteki sükûttan ibarettir. Meselâ: "Yalnız anası ile babası bulunan bir müte­veffanın terikesinin üçte biri anasınmdır." denildi­ğinde, "bu terikenin kalan kısmı da babasınındır." denilmiş olur. Vakıa, bu son söz, meskûtün anhtir. Fakat, siyâk-ı kelâm (= sözün başı, gelişi) itibariy­le, örfen mantuk (= söylenmiş) hükmünde bir beyan-ı zarûret'ten ibarettir.

Keza, bülûga ermiş bakire bir kıza, babası onu ev­lendireceğini söylediği hâlde, bu kız sükût etse; bu sükût evlenmeye muvâfakattan ibaret olur. Vakıa, bu sükût, tavzihe mevzu olan bir şey değildir. Fakat, söze hacet bulunan bir sırada vuku' bulduğundan, bu sükût, bir beyân-ı zaruret sayılır.

5-) BEYÂN-I TEBDİL: Fer'î hükümlerden olan ve te'bidi gösteren bir kayıtla mukayyet bulunmayan, şer'î bir hükmün hilâfına, ondan^aha sonra bir şen delilin delâlet etmesidir ta, buna nesh de denilir. Bu durumda sonradan olan şer'i delile NÂSH bu delille kaldırılan şer'î hükme de MENSUH denilir. Meselâ: Evvelce, ebeveyne vasiyet yapılması ferz idi; daha sonra, bu farziyet, şer'î bir delille neshedilmiştir.

BEYTÜ'L-MÂL-İ MÜSLİMÎN: İslâm hüküme­tinin mâliye hazînesi demektir ve bu, bütün müslü-manlara aittir.

MBEYYİNE: Kuvvetli hücet, delil burhan demektir.

BEYYİNÂT: Beyyineler demektir. Haktan tebeyyün ve tecellîsine hizmet ettiğinden do­layı şahâdet'e de beyyine denilmektedir.

TEÂRÜZ-İ BEYYİNÂT: Beyyinelerin heryönden teâdü ve tekabül etmesi yani her bir beyyinenin, di­ğer beyyinenin nefyettiğini isbât eder bir hâlde bu­lunması demektir.

Bu durumda, bu beyyinelerden hiç biriyle amel edil­meyeceğinden, bu beyyinelerin hepsi de sakıt ve ge­çersiz olur.

TERCÎH-İ BEYYİNE: Hasımlar tarafından ikâme edilen şahitlerden bir kısmının, diğer bir kısmı üze­rine takdim edilerek, ona göre hüküm verilmesi de­mektir.

Meselâ: Ölmüş bir kimsenin, bir şeyi, sıhhatli hâ­linde İkrar etmiş olduğuna dair ikâme edilecek bey­yine, hasta hâlinde ikrar etmiş olduğuna dair olan beyyine üzerine tercih olunur.

BIA: Hınstiyanlara ait kilise demektir. Bîa'mn ço­ğulu BİYA'dır.

BID'AT: Lügatte: Sonradan meydana çıkan şey de­mektir.

İstılahta ise, BID'AT: Din hususunda ashâb-ı kiram ile tabiînin iltizam etmediği ve şer'î delilin iktiza ey-lemediğİ muhdes (= sonradan meydana çıkan şey­ler demektir.

İslâm mezheplerinden birine intisap etmiş bulundu­ğunu iddia ettiği hâlde, ehl-İ sünnet ve'I-cemâatin aki­desine muhalif inanç taşıyan kimseye de MÜBTEDİ ( = bid'atcı = din hususunda yeni bir şey ortaya koyan kişi) denir.

BİGAYRİHİ ASABE: ASABE maddesine bakı­nız.

BİLÂ-REYB: Reyb Maddesine bakınız.

Bİ'L-İCÂRETEYN MUTASARRIF: VAKIF

Maddesine batanız.

BİKR

BIKR: Kocaya varmamış olan kız demektir.

EBKÂR: bikr'in çoğuludur. Bikr iki nev'e ayrılır:

1-) BİRK-İ HAKÎKÎ: Erkek ile asla mücâmaatta bu­lunmamış olan kız demektir. Kocaya varmamış olduğu gibi, hiç bir sebeple bekâ­reti zail olmamış olan bir kız bikr-i hakîkî olduğu gibi; kocaya vardığı hâlde, kocasının mecbub (= ze­keri, husyeleri kesilmiş) veya ınnîn (= iktidarsız) ol­masından dolayı, kendisine yaklaşılmadan, kocasından talâk veya ölüm sebebiyle ayrılan kızda bikr-i hakîkî sayılır.

Yüksek bir yerden atlamak, çok hayız kanı görmek, uzun bir müddet evlenmeden yaşamak veya cerahat gibi bir sebeple bekâret zan zail olan kız da, yine bikr-i hakîkî sayılır.

2-) BİKR-İ HÜKMÎ Tekerrür etmemek ve haktan-da hadd-i zina icra edilmiş olmamak şartıyle, zina fiilinde bulunduğu bilinen kız demektir.

BİNEFSİHİ ASABE: Asabe Maddesine batanız.

UBİRR: (Lügatte): Sevap, hayır, lütuf, ihsan, ibâ­det, tâat, doğru sözlü olmak anlamlarını ifâde eder.

İstılahta BİRR: Yemininde sâdık olmak demektir.

BÂR: Lütuf ve ihsan sahibi ve yemininde duran kimse demektir.

BİRR-İ VÂLİDEYN": Baba ve anaya hizmet et­mek ve ihsanda bulunmak demektir.

BİRR'm mukabili ı.= zıddı) UKÛK'tur.

UKÛK: Hukuka riâyet etmemek ve hukuku zayi et­mek demektir.

BİRZEVN: \cem at'ı demektir. Lügatte: Üzeri­ne semer vurulan at anlamında kullanılır. Birzevnrin çoğulu BERAZÎN'dir.

Dişisine birzevne denir.

Birzevn, kulakları sarkık bir at olduğu için Ebû'I-ahtar diye künyelenir.

BUHTEC: Pişilince, kabarıp iştidad eden yani ek-şiyerek sarhoşluk verecek bir hâle gelen yaş üzüm suyu demeirtir

Şarap tortusundan çekilerek elde edilen ve arak adı erilen rakı da buhtec hükmündedir.

BUTLAN: Bâtıilık; boşluk; çürüklük; beyhûdelik.

BUTLÂN-I DA'VÂ: Da'vânın esassız, haksız, boş 'İması.

BULÛĞ: Lügatte: Vâsıl olmak; kavuşmak demektir.

İstılahta BULÛĞ: Çocukluk çağının sona ermesi de­mektir.

BALİĞ: Bulûğa eren erkek;

BÂLİĞA: Bulûğa eren kız demektir. Bulûğ çağının başlangıcı, erkek çocuklarda on iki ya­şın amamlanması; kız çocuklarda İse dokuz yaşın ta­mamlanmasıdır.

Bulûğ yaşının en son nokkatı İse, — Imâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin en son ve en meşhur kavline göre,— ihtilâm, ihbal ve inzal gibi bir sebeple bâlığ olma­yan erkekler için, on sekiz ve hayız,.ihtilam ve habil gibi bir sebeple bulûğa erdiği ortaya çıkmayan kızlar için de on yedidir. Çünkü, bu yaşa gelmiş olan bir insan artık reşid sayılmaktadır ve bu durumdaki bir kimsenin baliğ sayımlaması uygun olmaz. Kadınların büyümesi ve idrâki, erkeklerden daha ça­buk olduğundan, erkeklerin bulûğ yaşı, bir sene sonra olmuştur.

Imâmeyn'e göre, gerek erkek, gerekse kızlar İçin bulûğ çağının sonu onbeş yaştır. Bu yaşa erişen bir kimseye kendisinde bulûğ alâmetleri görülmese bi­le, hükmen bulûğa ermiş sayılır ve hakkında, bu yolda ahkâm câri olur. Çünkü, bu yaşta olanların bulûğa ermeleri galip ve şâyîdir. Ve, insanların ömürleri tasa olduğundan, kendilerinin bu müddetten daha fazla ehliyet-i kâmileden mahrum tutulmaları uygun gö­rülmez.

Müffâbih olan kavil, İmâmeyn'in bu kavlidir. Me-celle'de de bu kavil kabul edilmiştir.

BÜR': Bir şecce'nin (= başta veya yüzde bulu­nan bir yaranın) veya bir cerahatin yahut kesilmiş bir uzun tamamen veya kısmen iyileşip kapanması de­mektir.

Aslında bür' kelimesi, bir şeyin, başka bir şeyden ayrılıp hâlis, saf bir hâlde bulunması mânâsına ge­lir. Bundan dolayı, hastalıktan ifâkat kesbedip (iyi­leşip) nekâhat hâlinde bulunmaya da bür' denilmiştir.

BURHAN: Kat'î olan delil demektir. Burhan: Mukaddimât-ı yakîniyyeden müteşekkil, şartlarını câmî olan mantıkî kıyâstır ki, netice hak­kında ilm-i yakın ifâde eder.

BÜZÜ: Nikâh mânâsına kullanılır. Bu kelime, ka­dının tenasül uzun anammı da ifâde eder.

MÜBÂZAA: Mücâmeât, cinsî ilişki demektir. [2]

 

C

 

CÂBÖ VAKIF : VAKIF Maddesine bakınız.          

CAM': Cem eden; derleyen, toplayan; içine alan.

ICAİFE: Cevfe (= boşluğa) kadar nüfuz eden ya­ra demektir. Göğüste, arkada ve karında açılıp, cevfe kadar giden yaralar gibi...

GAYR-İ CÂİFE: Cevf (= boşluğa) nüfuz etmeyen her hangi bir yara demektir. Elde, ayakta, boyunda meydana gelen yaralar gibi...,

CÂİZ

CAİZ: Yapılması şer'an memnu (= yasak) bulunma­yan şey demektir.

Caiz kelimesi, bazen sahih yerinde, bazen de mübâh yerinde kullanılır.

Bazı muameleler, dünya ahkâmı bakımından sahih olduğu hâlde, âhiret ahkâmı bakımından caiz olmaz. Meselâ Cum'a namazı ile mükellef bir kimsenin, cum'a ezanı okunurken yaptığı alış-satış muamelesi gibi.. Bu muamele sahihtir ve geçerlidir. Ancak, ma­nevî mes'ûliyeti gerektirdiği için caiz değildir.

CALİB: Celbeden, kendine çeken, çekici

CÂLİB-İ DİKKAT: Dikkat çeken.

CÂMEKİYYE: Bir vakfın gallesiden vazife sa­hiplerine verilmesi mürettep olan aylık atiyyelerdir. Bu bir vecihten ücret, bir vecihten de sıla mahiye­tindedir. Elbise ücreti nâmiyle verilen paralar bu ka­bildendir.

Câmekiyye, vazifenin aylık kısmmdandir. Bunun senelik kısmına ise ATÂ denilir.

VAKIF ve VAZİFE Maddelerine de bakınız.

CAMI4: İçinde namaz kılman ibâdet yeri; içinde cum'a namazı kılınan mescid.

CÂMİ'A: Topluluk

CANI: Cinayet işleyen, kendisinden cinayet sadır olan şahıs demektir.

MECNİYYÜN ALEYH: Kendisine karşı cinayet işlenilmiş bulunulan şahıs.

MEN ALEYHTL-CİNÂYE tâbiri de, mecniyyün aleyh-yani kendisi üzerine cinayet vuku' bulan kim­se demektir.

CİNAYET Maddesine de bakınız.

CÂR-I MÜLÂSIK: Şüf a Maddesine bakınız.

CARİH: Cerh eden, yaralayan; bîr kimsenin ba­şından ve yüzünden başka herhangi bir uzvunda ce­riha (= yara) meydana getiren şahıs demektir.

MECRUH: Yaralanan kimse demektir.

CERIH de: Yaralanan kimse anlamındadır.

CURHA: Cerîhin çoğuludur, yani: Yaralanan kim­seler demektir.

CARİYE: Bir kimsenin memlûkesi olan, genç veya yaşlı kadındır.

Câriye'nin çoğulu CEVÂRÎ'dir.

CEBBAR: Kahir, gâlib ve mütekebbir kimse de­mektir.

CEBEL-İ  RAHME:  ARAFAT  Maddesine bakınız.

CEBR = İCBAR: İkrah (= zorlama) demektir.

MÜCBİR: İcbar eden (= cebreden), bir şeyi zor­la yaptıran demektir.

VELİYYİ MÜCBİR: Velayeti altıdaki kimseler hakkıda, —onlar, isteseler de, istemeseler de— ta­sarrufu geçerli olan velî demektir.

CEBR kelimesi, ıslâh ve telâfi manasına da gelir. Cebr'in zıddı, ihtiyar; kaerahatm zıddı ise, nzâ'dır.

CEDD: Dede, büyük baba.

CEDD-İ SAHİH: Bir kimseye (miras konusunda ölen şahsa) nisbetinde, kadınlar dâhil olmayan dede de­mektir. Babanın, babası, babanın babasının babası... gibi. (= ebü'l-eb, ebü'1-ebi'I-eb...) (Miras hukukun­da cedd-i sahîh, ashâb-i ferâizdendir.

CEDD-İ FASİD: Bir kimseye (miras hukukunda ölen şahsın) nisbetinde anne dâhil dede demektir. Ananın babası, babanın annesinin babası gibi.,. (Ebü'l-üm, ebü'Mimmi'1-eb...) (Bunlar, miras hukukunda, zevi'l-erham'dandır.)

CEDDE-İ SAHİIIA: Bir kimseye (mîras hukukun­da ölen şahsa) nisbetinde, cedd-İ fâsid dâhil olma­yan büyük annedir. Ölen şahsa nisbetin gerek kadınlar,-gerek erkekler ve gerekse hem kadınlar hem de erkekler vâsıtası ile alması arasında bir fark yoktur. Ananın anası (= ümmü'î-um), babanın anası (= üınmü'1-eb), babanın babasının anası (= ümmü'l-ebi'l-eb) gibi... Bunlar da ashâb-ı ferâizdendir.

ICEDEL: Sadece hasmı ıskat ve ilzam için cere­yan eden sert münâkaşa, tartışma demektir.

DELIL-İ İKVAI: Cedel esnasında ortaya konan delil demektir.

DELÎL-İ İLZAMI de Deffl-i İnâî anlamındadır.

MÜCÂDİL: Cidâl'de, Sert tartışmada bulunan ta­raflardan her biri.

CEFA: Eziyet, incitme; cevr, ezâ.

CELD: Lügatte: Deri üzerine vurmak demektir.

CELDE: Deri üzerine bir defa vurmak anlamına gelir.

Bu kelime, deriden yapılmış kamçı gibi bir şeyle vur­mak mânâsında da kullanılır. Fflah İstılahında CELD: Muhsan olmayan, mükellef bir zânî veya zâniyenin, belirli uzuvlarına, vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mucrihim (= suçlunun) cildi (= derisi) üze­rine tatbik edildiği için CELDE adım almıştır.

CELSE: (Namazda:) İki secde arasında —bir defa "Sübhâne Rabbiyelazîm" diyecek kadar— otur­maktır.

CEM-İMÜNEKKER: Üç ve üçten daha çok şey­leri İfâde etmek üzere konulmuş, çokluk ifade eden lafızdır. Rical (= kimseler, erkekler) ve nisa (= ka­dınlar) gibi....

CEM-İ TAKDİM: -İkincisinin vakti henüz gir­mediği hâlde,— İki vakit namazı, —birincisinin vaktinde— birlikte kılmak demektir.

Hac'da Arafe (9 Zilhicce) günü, Arafat'ta öğle ile ikindi namazlarını, öğle namazının vaktinde birlikte kılmak sünnettir.

CEM-I TEHİR: -Birincisinin vakti çıktıktan sonra— iki vaktin namazını birlikte kılmak demektir. Hac esnasında, bayram gecesinde, akşam ve yatsı na­mazlarım, Müzdelife'de, yatsı namazının vakti gir­dikten sonra, birlikte kılmak vaciptir.

CEMRELER

CEMRE: Mina'da birbirine birer ok atımı mesa­fede bulunan üç taş kümesinden her birine CEMRE denilir.

1-) AKABE CEMRESİ: (= CEMRE-İ AKABE) Buna, halk arasında Büyük Şeytan denir.

2-) ORTA CEMRE (= CEMRE-İ VÜSTÂ) Buna.da, halk arasında Orta Şeytan denir.

3-) KÜÇÜK CEMRE (= CEMRE-İ ÛLÂ) Halk arasında, buna da Küçük Şeytan denir.

REMY-İ CİMÂR: (Yani: ŞEYTAN TAŞLAMA) bu üç cemreye yapılır.

CENÎN: Henüz anasının rahminde bulunan ço­cuktur'.

Cenîn lafzı, aslında setr ve ihfa (= Örtme ve gizle­me) mânâsına da gelen cen ve icnân maddelerinden alınmıştır. Bundan dolayı, henüz annesinin rahmin­de bulunan çocuğa cenîn denilmiştir. Ceninler, hilkatlerinin muhtelif safhalarına göre şu kısımlara ayrılmıştır.

CENÎN-İ MÜSTEBÎNİ'L-HİLKA: Yaratılışı tebey-yün etmiş yâni âzası belirmiş olan cenindir.

CENÎN-İ GAYR-İ MÜSTEBÎNİ'L-HİLKA: Azası henüz belirmemiş (veya kısmen belirmiş) olan cenin­dir. Bu cenîn, aleka ve kan parçası mesâbesidedir.

CENÎN-İ TÂMMİ'L-HİLKA: Âzası tamamen te­şekkül etmiş olan cenindir.

CENÎN-İ GAYR-İ TÂMMİ'L-HİLKA: Âzası, kıs­men teşekkül etmiş olan cenîn demektir.

CENÎN-İ ZÎ-HAYÂT: Anasının rahminde canlan­mış olan cenindir.

CENÎN-İ GAYR-İ ZÎ-HAYAT: Henüz, kendisine ruh üflenmemiş olan cenîn demektir.

CENÎN-İ KÂZIB: Gerçek olmayan gebelik de­mektir.

CENÎN-İ SAKIT: Düşük, düşen çocuk.

ISKÂT-I CENÎN: Çocuk düşürmek demektir.

CERH: Bu kelime aslında bir şeyi kusurlandırma, ayıplandırma ve değerini noksanlaştırma demektir. CERH kelimesi.bir kimseye sövmek, kötüsöz söy­lemek, bühtan ve ta'n etmek ve bir hâkimin, şahid-lerinin şahitliklerini red ve iskat etmesi gibi mânâlara da gelir.

CERH: Bir şahidin şâhidliğini reddetmeye sebep ola­cak bir kusurunu meydana çıkarma anlamına da gelir. CERH: Yaralamak anlamına da kullanılır. Çünkü, yara da insanda bir ayıb, bir noksanlık teşkil et­mektedir.

CERH: Yaralanmaak anlamına da kullanılır. Fıkıh  ıstılahında

CERH:  —Başın  ve  yüzün hâricinde— vücudun herhangi bir uzvunu yaralamak demektir.

CERH- İ NÜSHIN: Mecruh olan (= yaralanmış bulunan) bir şahsın, bir gün veya bir günden daha az bir süre yaşaması umulamıyacak bir şekilde "1 mış olduğu yara anlamındadır.

CERH-İ MÜHLİK: Mecruhun (= yaralanan şah­sın) helakine müeddî (= sebep) olan yaradır.

CÜRH = CİRÂHE: -Baş ve yüzün hâricindeki-uzuvlardan birinde meydana gelen yara demektir.

CÜRÜH, CİRÂH, CİRÂHAT kelimeleri, Cürh ke­limesinin çoğuludur.

CEVARİB: Yırtıcı kuşlar, vahşi hayvanlar ve in­sanların elleri ile ayaklan anlamına gelir.

CARİHE: Cevârih kelimesinin müfredidir. (= te­kilidir.) Bu kelime, hem erkek için ve hem de dişi için kullanılır.  

CEVÂB-ICEDELÎ: BAHİS Maddesine bakınız.

CEVÂB-I TAHKÎKÎ:  BAHİS  Maddesine bakınız.

CEYŞ: En az, dört yüz nefer süvari ve piyadeden meydana gelen, askerî bir kıt'a demektir.

CÜYÛŞ, Ceyş'in çoğuludur. Bu miktardaki akser, gerek veliyyü'1-emr tarafından meydana getirilmiş olsun, gerekse gönüllü gazilerden müteşekkil bulunsun CEYŞ adını alır.

CEYŞ-İ AZÎM: En az, on iki bin kişilik askerî bir­lik demektir.

ASKER-İ AZÎM: On iki bin veya daha fazla asker­den maydana gelen birlik demektir.

CEZA

CEZA: Bu kelime mücâzat, mükâfat, yapılan bir şeye, ona eşit bir şeyle karşılık verme; itaatin seva­bı, ma'siyetin azabı ve ikâbı gibi anlamlan ifâde et­mektedir.

CEZA tabiri, lisanımızda, daha çok ukubet mânâ­sında kullanılmaktadır. Bu da suç İşleyenlere, bu suç­larından dolayı tatbik edilecek şey (= ukubet = ceza) demektir.

Bu mânâda ceza, hapsetmek, dövmek veya hareket serbestliğine mâni olmak şekillerinde uygulanır.

İCTİZA: Bir kimseden ceza (yani mükâfat) iste­mek demektir.

İCZÂ: Bir geyin, başka bir şey yerine, mümkün mertebe kâim olmasıdır.

TECZİYE: Bir şeyi parçalamak, cüzlere ayırmak demektir.

Varlığı veya yokluğu bir şarta rabt ve ta'lik edi­len şeye de CEZA denir. Bir kimse istikâmette bu­lunursa, tefeyyüz eder." denilmesinde, tefeyyüz etmek, istikâmet şartına bağlı bir cezadır.

CİBÂYET: Vergilerin ve başka devlet gelirleri­nin tahsil edilmesi. Câbilik. Cibâyet'in çoğulu CİBÂYÂT'tır. CÂBÎ de.vergi tahsildan anlamında kulanılır.

CİBÂYET: VAKIF Maddesine bakınız.

CİBİLLİYET CİBİLLET: Huy, yaratdış, fıt­rat anlamına gelir.

CİBİLLÎ: Yaratılışta bulunan; tabiî.

CİHÂD

CİHÂD: Lügatte: Bütün vüs'u (- güç ve kuvve­ti) vetâkati bezietmektîr. (= sonuna.kadar harca­maktır).

CİHÂD: kelimesi: Cehd (= çalışma, çabalama); bir işde mübalağa gösterme; her hangi bir hususta ziya­desiyle çalışma mânâlanna da gelir.

Istılahta CİHAD: Hak yolunda vuku bulacak savaş­larda gerek nefs ile, gerek mal ve lisan ile ve gerek­se diğer vâsıtalarla çalışarak bütün güç ve takati sarfetmek demektir.

MÜCÂHEDE: Çalışmak ve savaşmak anlamına gelir.

MÜCÂHİD: Nefsi İle veya harbîlerle mücâhede ve muharebede bulunan müslüman demektir.

CİHÂT: VAKTE Maddesine bakınız.

CİHÂT-I ASLİYE: VAKIF Maddesine bakınız.

CİHÂT-I BEDENİYYE: VAKTE Maddesine bakınız.

CİHÂT-I  FER'İYYE:   VAKTE  Maddesine bakınız.

CİHÂT-I  İLMİYYE:  VAKIF  Maddesine bakınız.

CİHÂT-I GAYR-İ ZARÛRİYYE: VAKIF Mad­desine bakınız.

CİHET: VAKIF Maddesine bakınız.

CİHÂT-I ZARÛRİYYE: VAKIF Maddesine balınız.

CİNAYET: Hac esnasında, yapılması hâlinde ce­zayı gerektiren fiil ve davranışlara da CİNAYET denir.

CİNAYET

CİNAYET kelimesi aslında ağaçtan meyveyi dü­şürmek anlamına gelir.

İCTİNÂ kelimesi de bu anlamdadır.

CİNAYET: İnsanlann işledikleri heıhangi bir kö­tülük ve şer mânâsına kullanılmaktadır.

Bundan dolayı

CİNAYET: Muâhazeyi gerektiren herhangi bir cürümce suç demek olur. Yani, insanlann nefislerine, uzuvlanna, kuvvetleri­ne, mallarına, ırzlarına, karşı yasaklanmış herhangi bir fiil işlemek bir CİNÂYET'tir. Ancak, —canlı veya cansız— mallara karşı işlenen cinayetler GABS, NEHB, SİRKAT, İTLAF gibi isimlerle anılırlar.

Fıkıh ıstılahında CİNAYET: Bir insanın nefsine veya âzâ vekuvvetlerinden herhangi birine tealluk eden memnu' (= yasaklanmış bir fiilden ibarettir. Başka bir tarif ile CİNAYET: Kısas veya tazminatı gerektirecek bir şekilde, bir insanın nefsi veya be­deni hakkında vâki olan teeddî (= düşmanlık) de­mektir.

CİNAYET Bİ'N-NEFS: Bir insanın nefsine teal­luk eden yani İnsanın hayattan mahrum olması neti­cesini doğuran cinayettir. Bu da, haksız yere vuku bulan bir KATL (= öldürme) hadisesinden ibarettir.

KATL: Maddesine de bakınız.

CİNAYET MÂ DÛNE'N-NEFS: Bir insanın uzuvlarından veya hassalarından ve kuvvetlerinden birine kanş işlenen cinayettir. Ve bu cinayet cerh (= yaralama), kat' (= kesme), havas ve kuvâyı (= his ve kuvvetleri) tatil etme şekillerinden meydana ge­tirilir.

Buna, CİNAYET FÎ'L-ETRAF da denir.

CİNAYET ALE'R-REKİK: Bir köle veya cari­yeye vuku bulan cinayettir.

CİNAYET ALE'L-BEHÎME: Bir hayvan hakkın­da, gasb veya telef etme suretiyle vuku bulan cina­yettir.

CİNAYET ALE'L-BEHÂİM: Hayvanlara karşı iş­lenen cinayet demektir.

CİNÂYET-İ BEHÎME: Bir hayvanın basmasıy­la, sadmesiyle, sıçramasıyla, ön ayağını vurması veya arka ayağını tepmesiyle yahut kuyruğunu çarpmasiyİe meydana gelen cinayettir.

Bunun çoğulu da CİNÂYÂTÜ'L-BEHÂİM'dir.

CİNÂYET-İ RÂKİB: Bir kimsenin, binmiş olduğu hayvan vâsıtasiyle vücûda getirdiği cinayettir.

CİNÂYET-İNÂHİS: Bir şahsın bir hayvana vur-inak veya dürtmek suretiyle meydana gelmesine se­bebiyet verdiği cinayettir.

CİNÂYET-İ HÂİT: Bir duvarın yıkılıp, bir insa­nın telef olmasına sebebiyyet vermesi demektir.

CİNÂYÂT-I MÜNFERİDE: Bir şahsın işlemiş ol­duğu, başka başka cinayetler demektir.

CİNÂYÂT-I MÜŞTEREKE: İki veya daha çok kimsenin, bir şahıs hakkında, beraberce işlemiş ol-duklan cinayetlerdir.

CİNÂYÂT-IMÜCTEMİA: Bir şahsın, bir anda, aynı fiille meydana getirmiş olduğu birden çok ci­nayetlerdir. Atılan bir kurşun ile, bir kaç kişinin Öl­dürülmesi gibi...

CİNAYETLERİN TEDAHÜLÜ: Müteaddid ci­nayetlerin, yalnız bir cinâyetmiş gibi sayılıp, bun­lardan yalnızca birinin —kısas gibi, diyet gibi— cezâsıyle iktifa edilmesi hâlidir.

CİNNET: Mecnûn Maddesine bakınız.

CİNS: Lügatte: Eşyadan bir sınıf, bir kısım de­mektir.

Cins kelimesi, nev' kelimesinden daha umûmî ve da­ha geniş kapsamlıdır.

Meselâ: At kısmı, hayvanlardan bir cinstir. Arap atı ise, at cinsinden bir nevidir. Fıkıh ıstılahında CİNS: Şamil olduğu fertleri arasında garaz (- Niyet, gaye, kasıt) bakımından büyük fark­lılıklar bulunmayan şey demektir. Meselâ: İnsan gibi... İnsan'm nevileri kadın ile er­kektir ve bunların aralarında da fazla bir tefâvüt (= ayrılık, farklılık, zıtlık) yoktur. İnsanlık mahiyetin­de tamamen müşterektirler. İnsan, at, deve koyun ve hayat sahibi diğer mahlûk­lar arasında, garaz itibariyle fahiş tefâvüt bulundu­ğundan, bunlar başka başka cinslerdir. Mantıkta ise, bunların hepsi bir cins sayılır. Ve bun­lardan her biri canlılar cinsinin bir nev'i olarak ka­bul edilir.

CİZYE: Gayr-i müslimerin mükellef olan erkek­lerinden, senede bi defa alınan şahsî bir vergidir.

HARCÜ'R-RÜÛS: Baş vergisi anlamına gelen bu tâbir de cizye yerinde kullanılmaktadır.

Aslında cizye, ıvez ve kifâyen anlamına gelir. Müs­lümanların zimmetine, ahd ve emânma nail olan ve müslümanlarm lehinde ve aleyhindeki bir çok huku­ka iştirak eden gayr-i müslim tebaadan olunan cüz'î bir vergi, nail oldukları nimet ve selâhiyete bir nevi ivez (= karşılık) olmak üzere kâfi görüldüğünden ciz­ye nâmını almıştır.

Bununla birlikte cizye kelimesi, ceza mânâsına da ge­lir. Ceza ise, hem mükâfat hem de ukubet (= mücâ-zat) anlamına gelir,

CVÜL: Hizmet mukabilinde verilen ücret demektir. Abık'ı (= Efendisinden kaçmış bulunan bir köleyi)

efendisine (= sahibine, mâlikine) geri vermek üze­re, bi'1-işhâd (= şahid edinerek; şâhid göstererek) yakalayan kimsenin, bu hizmeti mukabilinde nıüs-tahik olduğu (= olmaya hak kazandığı) ücrete de CU-UL denir.

CUUL ALE'L-CİHÂD: Gazada bulunmak yani savaşa katılmak üzere alınan veya verilen ücret de­mektir.

Cihâda yardımcı olmak üzere, mücâhidlere verilen atiyyeye de CUUL denilmiştir.

CUUL kelimesi, sulh mukâbiinde verilen bir nevi taz­minat mânâsına da kullanılır.

CEÎLE ve CİÂLE kelimeleri de CUUL anlamında kullanılmaktadır.  .

CÜBAR: Heder olmak; tazmini lâzım gelmeksi­zin telef olmak anlamındadır.

CÜRM

CURM: Günâh. Yapılması yasak olan şey. Suç.

CERİME, de cürm anlamındadır..

CERAİM: Cürm'ün çoğuludur ve cürümler, suç­lar demektir.

ÜCRİM: Cürüm sayılan herhangi bir fiili irti-kab eden, suc işleyen kimse demektir.

CÜRM-Ü MEŞHÛD: Göz önünde işlenen suç. Suçüstü.

CÜND: Asker, çeri; yardımcı mânâlarına gelir.

CÜNDÎ: Bir asker demektir,

Cünd'ün çoğulu, CÜNÛD ve ECNÂD olarak kul- . Ianlır.

CÜNHA: Ma'siyet. Cinayetten aşağı mertebede bir kabahat. + CUNUN: Mecnûn Maddesine bakınız.

CÜZÂF(= MÜCÂZEFE): Götürü pazarlık; ya­ni: Bir şeyi Ölçmeden, tartmadan, tahmin üzerine sat­mak ve satın almak demektir. Bİr yığın buğdayı, şu kadar liraya almak veya sayıl­madan gösterilen bir avuç para ile şu kadar arpayı satın almak gibi... Bu işleme MACÂZEFE de denilir. [3]

 

D

 

DABBE: Yük ve binek hayvanı.

DÂHİL: İç; içere; içeri girmiş

DÂHİLEN: İçenden; içten.

DAHİLÎ: İç ile ilgili; içe, içeriye mensup

DALÂL, DALÂLET: Doğru yoldan sapma.

DÂL: Yolunu şaşırmış insan demektir..

DÂLLE: Kaybolmuş, yerinden uzak düşmüş, yi­tik hayvan demektir.

DAMIA: Başta veya yüzde meydana getirilmiş bir küçük yara olup, kendisinden, akmayan, göz yaşı ka­dar bir kan çıkmış bulunur.

DÂMIĞA: Başa veya yüze isabet eden bir yara olup, bu yara ile ümmü'd-dimağ denilen deri yırtıl­mış ve dimağ yaralanmış, olur.

Bu yaradan sonra, âdeten, hayatın devam etmesi kabil olmadığından, bu aslında secce (= yara) değil, kati demektir.

DAMİYE: Başa veya yüze isabet edip, kendisin­den göz yaşı kadar kan çıkan ve akan yara demektir.

DARB: Dövmek, vurmak.

DARBE: Vuruş, vurma, çarpma.

DARBEN: Vurarak, döverek, çarparak.

DÂR-IADL: Bir veliyyü'l-emrin riyaseti, adaleti ve hâkimiyeti dâiresinde bulunan herhangi bir İslâm beldesi demektir.

DİR-İBAĞY: Bağîlerin idaresi ve hâkimiyeti al­tında bulunan bir İslâm Beldesi demektir.

DÂR-İEMÂN: İslâm Ordusu tarafından fetholu-nup, içinde ehl-i zimmet ikâmet ettirilen beldedir. Böyle bir belde. İslâm hükümetinin himâyesi ve hâ­kimiyeti altında bulunacağından, dâr-ı İslâm'a mül­haktır. (= İlhak olunmuş, sonradan katılmış demektir.)

DÂR-İ HARB: Müslümanlarla, aralarında müvâ-dea ve müsâîeha (= barış ve sulh) bulunmayan gayr-i muslimlerin ülkesidir.

DÂR-I İSLÂM: Müslümanların eli altında ve ha­kimiyeti dairesinde bulunan yerlerdir ki, mûslümanlar buralarda emn ve emân içinde yaşarlar.

DÂRV'R-RİDDE: Mürtedlerden (= İslâm dînin­den dönenlerden) meydana gelmiş bir taifenin istîla ederek, hâkimiyetleri, altına almış bulundukları yer­lerdir.

DÂR-İ ZİMMET: Müslümanların ahd ve emâm-ra, himayesini kabul etmiş olan gayr-i müslimlere mahsus yerlerdir.

Bir vakitler idâri muhtariyet verilmiş olan bazı eyâ­letler, bu kabileden olan yerlerdi.

DA'VÂ;

DA'VÂ: Lügatte: Duâ, talep, niyaz, temenni, nida ve rağbet gibi mânâlara gelir. Bir kimsenin, münazaa hâlinde, bir şeyi kendi nef­sine izafe etmesine (meselâ:' 'Bu maî benimdir.'' de­mesine) de DA'VÂ denir.

Istılahta DA'VÂ: Bir kimsenin, bir başkasından, hâ­kimin huzurunda, bir hak talep etmesi demektir. Bir başka tarife göre DA'VÂ: Bir kimsenin, başka­sının elinde veya zimmetinde bulunan bir şeye hak sahibi olduğunu iddia etmesidir. Meselâ: Bir kimse­nin: "Şu şahsın elinde bulunan, şu mal benimdir." demesidir.

Da'vâ'nın çoğulu, DEÂVTdır. İDDİA: Lügatte: TedânT (= Birbirini def etme; itiş­me, kakışma; kendini koruma) mânâsına gelir. Istılahta İDDİA: Bir kimsenin, bir şey hakkında ''şöyledir.'', meselâ:''O şey benimdir.'' diye zu'm (= zan) etmesi ve da'vâda bulunmasıdır.' Bu zu'm (~ zan) isabetli (= hak) olabileceği gibi bâtıl da (isa­betsiz de) olabilir.

MÜDDEÎ: Da'vâcı. Bir şeyi da'vâ eden şahıs. Bİr hakkın kendisine ait olduğunu, hâkimin huzurunda, talep eden kimse. Da'vacı, dilerse, bu talebini terkedebilir.

Halk arasında, müddeî diye, iddia ettiği şey hakkın­da, delili olmayan kimseye de denir. Çünkü, böyle bir kimse, delil getirmedikçe, hâkim tarafından da müddeî diye anılır. Delil getirince ise muhîk adını alır.

MÜDDEÂ ALEYH: Da'vâlı. Aleyhinde da'vâ açı­lan şahıs.

Kendisinden, hâkimin huzurunda, bir hak taieb edi­len şahıstır ki, bu şahıs, bu talebi terkedemez ve hu­sûmete (= hasımlığa, da'vâlaşmaya) mecburdur. Da'vâlı, iki kişi olursa, kendilerine müddeâ aley-hima; ikiden fazla olurlarsa, müddeâ aleyhim denir. Müddeî ile müddeâ aleyh'e (= da'vâcı ile da'vâlı'-ye), mütedâiyân da denilir. MÜDDEA: Müddînin (= da'vâcımn), da'vâ ettiği şey. İddia olunmuş şey. Da'vâ olunun şey. Meselâ' Bir kimse, bir şahıstan, yüz bin lira alacağı olduğunu irîdia etse; bu durumda, bu yüz bin lira müddeâ olmuş oku.

MÜDDEÂ BİH: Müddeâ anlamında kullanılan bir lafızdır.

DA'VET: Bir kimseyi, yemeğe veya başka bir şeye çağırmak mânâsına gelir.

Da'vet: Ziyafet, ahd, yemin, paymangibi mânâlara da gelir.

Dİ'VE: Nesep İddiasında bulunmak demektir.

DAI: Da'vet edici. Bir kimseyi bir şeye sevk ve te$ vik eden kimse demektir.

DUA: Söz; okumak.

Allahu Teâlâ'ya niyaz ve ibtihâlde (= yalvarıp ya­karmada) bulunmak, dergâh-ı Ulûhiyetinden hayır ve rahmet ricasında bulunmak demektir.

DEF-İ DA'VÂ: Da'vâlı tarafından, da'vâcının da'-vâsmı bertaraf edecek bir da'vâ ortaya konması de­mektir.

Aslında def tâbiri, bir şeyi zor kullanarak öteye sav­mak, bertaraf etmek mânâsına gelir.

DEIY; Nesebi, başkasından sabit oluduğu hâlde, diğer bir şahıs tarafından tebennî olunan, yani: Ev-lâd edinilen çocuk demektir ki; bu çocuk, o şahsın evlâdı olmuş olmaz.

ED'IYÂ: Evlad edinilen çocuklar, evlâtlıklar an­lamına gelir. DEIY kelimesinin çoğuludur

MVTEBENNÎ : Evlâd edinmiş olan kimse de­mektir.

MÜTEBENNÂ: Deıy yâni evlâd edinilen çocuk anamında kullanılır.

DELALET: Söylenilen bir sözün, nasıl bir mâ­nâya mevzu olduğunu bilen kimseler tarafından— anlaşılmasıdır.

DELÂLET lafzı, alâmet ve bir şeyin varlığına veya yokluğuna nişane anlamında da kullanılır.

DELÂLET-İ MUTÂBIKİYYE: Bir lafzın, vaz' olunduğu mânânın tamâmına delâlet etmesidir. Meselâ: insan lafzının, tam mâhiyeti, olan hayvan-ı nâtık'â (= konuşan hayvan'a) delâlet etmesi gibi....

DELÂLET-İ TAZAMMUNİYYE: Bir lafzın, vaz olduğu mânânın bir cüz'üne delâlet etmesidir. Meselâ: insan lafzının, sadece hayvana ve sadece nâ-tık'a (= konuşana) delâlet etmesi gibi...

DELÂLET-İ İLTİZÂMİYYE: Birlafzın, vaz olunduğu mânânın lâzımına delâlet etmesidir. Meselâ: İnsan lafzın;::, ilim ile kitabete kabiliyeti­nin bulunduğuna delâlet etmesi gibi... Yani bu kâ-biliyet, insanın mânâsının tamâmı veya cüz'ü değil; belki mâhiyetinin lazımıdır.

DÂL Bİ'L-İBÂRE: Delâlet-i Mutâbıkiyye veya Delâlet-i Tazammuniyye yahut de Delâlet-i Dtizâmiye ile sevk edildiği mânâya ibaresi ile delâlet eden la­fızdır.

Meselâ: "Zekat, müslümanların fakirlerine verilir; hiç bir zengine verilemez." ibaresi; zekâtın, yalnız muslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutâbıkiyye İle delâlet eder; zengin bulunan Zeyd'e ve Amr'e ve­rilemeyeceğine de, delâlet-i tazammuniyye İle delâ­let eder; zekât hususunda fakirlerin babalarından sabit olacağına delâlet-i ütizânüyye ile bi'1-işâre delâlet eder. Çünkü, babanın mevlûdün leh olması, nesebin kendisinden sabit olmasını müstelzimdir.

DAL BI'D-DELÂL'E: Asıl vaz' olunduğu mânâ­nın lâzımına, —aralarındaki müşterek ve Iügât baKi-mından anlaşılır bir illet vasıtasıyle— delâlet eden lafızdır.

Meselâ: "Anana babana öf deme." sözü: ebeveyne karşı "öf diye şeamet (= usanç) göstermenin ya­sak olduğuna; ibaresi ile delâlet ettiği gibi; döğme-nin, sövmenin yasak olduğuna da delâlet-i iügaviyesiyle delâlet eder. Çünkü "öf demekte ezâ vardır. Bu eza, bu "öf demenin yasakhğı için rey ve kıyâs yoluyla değil, belki lügatin delaletiyle hirillettir.

Ve bu illet döğmede de, sövmede de ziyadesiyle var­dır. Bunun içindir ki, be müşterek iUet dolayısıyla "öf demek yasak olduğu gibi, dövmek ve sövmek de yasaktır ile zenginler arasında fark bulunduğuna ise, delâlet-i iltizâmiyye İle delâlet eder.

DÂL Bİ'L-İŞÂRE: Üç nevi delâletten biriyle sevk edildiği mânânın gayrisine (yani: Söylenince asıl mak-sudolmayan bir mânâya) delâlet eden lafızdır. Meselâ: "Allahu Teâlâ bey'i helâl, ribâyı haram kıl­mıştır." ibaresi, bey' (= satış) ile ribâ (= faiz) ara­sında fark bulunduğunu beyân için sevkolunmuş-tur.Bundan asıl murad budur.

O hâlde bu ibare, bey' ile ribâ arasında fark bulun­duğuna, delâleti- mutâbikiyye ile delâlet ettiği gibi; bey'in helâl, ribânın ise haram olduğuna yine delâlet-i mutâbıkiyye ile bi'1-işâre delâlet etmiş olur. Bir malın Zeyd'e verilmesini (veya verilmemesini) isteyen bir kimseye karşı:' 'Bu malı hiç bir şahsa ver­mem." sözü de, bu malın, Zeyd'e de verilmeyece­ğine delâlet-i tazammuniyye ile bi'1-işâre delâlet eder. "Evlâdın nafakaları, mevlûdün leh üzerinedir." İba­resi de, çocukların neseb

DÂL Bİ'L-İKTİZÂ: Şer'an muhtâcün ilevh olan bir lâzım'a delâlet eden lafızdır.

Diğer bir tarife göre DÂL Bİ'L-İKTİZÂ: Vaz' olun­duğu mânâdan mukaddem isbâtına şer'an lüzum ye ihtiyaç bulunan bir medlule delâleteden ibaredir. Meselâ: Bîr Bmse, diğer bir şahsa hitaben: "Köle-

ni, şu kadar liraya benim nâmıma azâdet." deyip, o şahıs da azâd etse; bu köle, o kadar lira karşılığın­da, emreden şahıs nâmına azâd edilmiş olur. Çün­kü, bu söz ile "köleni, şu kadar liraya bana sat ve sonra onu, benim nâmıma azâd et." denilmiş olur. "Köleni azâd et." emri,bir muktezîdir. Bu kölenin satılması ise muktezâdır. Bu muktezâ olmadıkça, öyle bir emrin mânası hükümsüz kalır. Artık, öyle bir em­rin sıhhati için, önceden bu muktezânın vücûdune (= bulunmasına) lüzum ve ihtiyaç vardır. Binâenaleyh o emir, bu muktezâya bi'1-iktizâ delâlet etmektedir.

DELÎL-İ İKNÂÎ: CEDEL Maddesine bakınız.

DELÎL-İ İLZÂMÎ: CEDEL Maddesine bakınız.

DEM: (Hac'da) koyun ve keçi cinsinden olan kur­bana dem adı verilir.

DERB: Lügatte: Büyük sokak, mahalle, kale ka­pısı ve herhangi bir geniş kapı gibi mânâlara gelir, örfen DERB: Derbend yani, dâr-İ harbin girişi de­mektir ki, böyle bir yer, dâr-i İslâm ile dâr-ı harb arasında bir hatt-ı fasıl meydana getirir.

DİRAB: Derbler yani tampon bölgeler demektir.

DEVERAN: Bir şeyin, diğer bir şeye vücûden ve adâmen (yani, varlık ve yokluk bakımından) bağlı bu­lunmasıdır.

Meselâ: Akıl ve bulûğ mevcut olunca, mükellefiyet de mevcut olur; bunlar madun (= yok olunca ise, mükellefiyet de bulunmaz.

DEYR: Hıristiyanların mâbedlerine verilen bir isim. Klişe.

EDYAR: Deryrler, klişeler.

DELİL

DELÎL: Kendisene, sahih bir nazarla bakıldığın­da, bir haberi matluba vâkıf olma imkânı hâsıl olan bir şeydir.

Meselâ:

"Emânetleri sahiplerine iade etmek, dînen lâzım mı­dır?" suâli bir haberi matlûbu hâvidir. "Muhakkak ki Allah size emânetleri ehline verme­nizi emreder..." (Nisa / 58) âyeti- kerimesi de bu hususta bir delildir.

Bu delile iyi bir şekilde bakınca, emâneterin, sahip­lerine iade edilmelerinin lüzumuna muttali oluruz.

EDİLLE: Delîl'in çoğuludur; yani: Deliller: İşâretler, kılavuzlar, rehberler; herhangi birda'vâyı isbat etmeye yarayan şeyler demektir.

DELÂİL de, deliller demektir.

EDİLLE-İ ŞER'İYYE: Şer'î deliller.

EDÎLLE-İ ASLİYYE: Şer'î hükümlerin çıkani-masmda İlk baş vurulan (kitap, sünnet, icmâ ve kı-yâs gibi) delillerdir.

EDİLLE-İ TALÎYE: Örf, âdet, teamül, istishâb, asıl ve ameİ, maslahat-ı mürsele, kâide-i külliye, âsâr-ı sahabe, âsâr-i kibâr-ı tabiîn gibi delillerdir.

EDİLLE-İ ERBA: Şer'î hükümlerin çıkarılmasında baş vurulan ve kitap, sünnet, icma ve kıyâs-ı fuka-hâ'dan ibaret olan, dört delil demektir.

EDİLLE-İ AKLİYE: Aklî deliller.

EDİLLE-İ KAVİYYE: Sağlam ve güçlü deliller,

DELİL: Yol gösteren, kılavuz; şahit, belge, tanık; beyyine, bürhân.

DELÎL-i AKLÎ: Akılla, düşünülerek bulunan delîl

DELÎL-İ NAKLÎ: Nakle, üstâddan işitmeye da­yanan delil.-

DEYN

DEYN: İstikraz, istihlâk, iştira ve kefalet gibi bir sebeple.bir şahsın uhtesinde, zimmetinde sabit olan şey demektir.

Meselâ: Borç alınan bin lire, bîr deyn olduğu gibi, istihlâk edilen herhangi bir veznî veya keylî şey de, sahibine karşı o müstehlikin zimmetinde sabit bir deyndir.

Keza, bir akdin karşılığı olduğu hâlde meydanda mev-cud bulunmayan şu kadar lira veya adediyyâttan şu kadar yumurta deyn olduğu gibi, meydanda mevcut olan paranın ve misliyyattan bir şeyin (meselâ: Bir yığm buğdaym) ifrazdan evvel, belirli bir miktarı da deyn kabilindendir.

DAİN: Borç veren; alacaklı şahıs demektir.

MEDYUN: Borç almış oan; borçlu şahıs demektir.

DEYN-Î MUACCEL: Derhâl verilmesi lâzım, ge­len borç demektir.

Peşin para ile satın alınan bir malın, zimmete teal-luk eden bedeli gibi....

DEYN-İ MUACCEL: Bir müddete kadar tecil (ve tehir) edilmiş borçtur.

Bir sene müddetle borç olarak verilen para gibi....

DEYN-i HÂL: Muaccel (= vadeli) iken, müddeti sona erip, vâdesi hülûl eden (yani ödeme zamanı ge-îen) borçtur.

DEVN-i GAYR-Î SAHÎH: Ödenmeden veya ha­kikaten yahut hükmen ibra olunmadan dahî sakıt olan (= düşeh, ortadan kalkan) borç demektir.

DEYN-İ LÂZIM-I SAHİH: Ödenmedikçe yanut hakîkaten veya hükmen ibra olunmadıkça, sakıt ol­mayan borç demektir.

HAKÎKATEN DEYN: Borç alman para veya icâre bedeli gibi borçlardır.

HÜKMEN DEYN: Misliyle veya kıymetiyle maz­mun (= ödenmesi lâzım) olan borç demektir, Gasbedilen veya bey'i fâsid İle satın alınıp, ele de alman bir mâl bu kabildendir.

DUYÛN: Deynler (= borçlar) demektir.

GARIM: Dâin yani alacaklı anlamındadır.

GUREMA: Alacaklılar anlamına gelir.

MEDIN: Medyun yani borçlu anlamındadır.

İDÂNE: Borç vermek demektir.

İSTİDÂNE: Borç almak anlamına gelir.

DİN: Lügatte: Tâat, âdet, yol, alâmet, şaivcezâ, mükâfat gibi anlamlan ifâde eder.

Istılahta DİN: Allahu Teâlâya kulluk yolu demektir.

MÜTEDEYYİN: Dindar kimse demektir.

DİYANET: Emânet, istikâmet, itaat ve dini hü­kümlere riâyet etmek demektir.

Dinler iki kısma ayrılır:

1-) HAKÎKİ DİNLER: Bunlar, büyük peygamber­ler tarafından insanlara tebliğ edilmiş olan ilâhî din­lerdir.

Bunlara, ulviyetlerinden dolayı SEMAVİ DİNLER de denilir.

Semavî dinlerin sonuncusu ve ekmeli yüce İslâm Dİ-ni'dir.

2-) BÂTIL ve MUHARREF DİNLER: Bunlar, in­sanlar tarafından uydurulup ortaya konmuş veya — önceleri hak din İken— daha sonra insanlar tarafın­dan tebdil ve tağyir edilmiş (= değiştirilmiş ve baş-kalaştırılmış) olduğu için, ilâhi din olmak mâhiyetinden mahrum bulunan dinlerdir, İslâm dininin haricindeki bütün dinler —bugün— bâtıl ve muharref dinlerdendir.

İSLÂM DÎNİ: Bütün Peygamberlerin sonuncusu, efdali ve eşrefi olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin, Allahu Teâlâ tarafından, bü­tün insanlık âlemine tebliğ eimeye memur edildiği hükümleri, bütün beşeriyete yöneliktir ve kıyamete kadar bakîdir.

DWE: Henüz doğmuş veya henüz anasının rah­minde bulunan bir çocuk hakkında: "Bu, bendendir." veya: "Bu, benim çocuğumdur." diye ikrar ve iti­rafta bulunmak demektir.

DÎ\'ÂNÜ'S-SALTANA: İslâm hükümetinin ida­rî, askeri ve mâlî işlerine ait malûmat ve kayıtlan ihtiva eden defterler ve siciîlât'tan müteşekkil vesi­kalar demektir.

Dîvân, ilk defa Hz. Ömer (R.A-)'m halifeliği sıra­sında meydana getirilmiştir.

Dîvân dört kısma ayrılır:

1-) DÎVÂNÜ'L-CÜYÛŞ: İslâm mücâhidlerinin ad­larını, neseplerini, ırklarını, kabilelerini ve her biri­ne. —İdaresine yetecek miktarda— vİrelecek, atıyyeleri ve yapacakları görevleri muhtevi sicillerdir.

EHL-I DÎVAN: Dîvânü'İ-cüyûşe kayıtlı bulunan islâm mücâhidi demektir.

2-) DÎVÂN-I AMAL: Kayıtlan; hukuka, şehirlerin, kasabaların, mezraların ve diğer yerlerin ahvâline, bunların nasıl fethedildiğine dair malumatı ihtiva eden siciller demektir.

3-) DIVAN-IUMMAL: Devlet memurlarının tayin­lerine, azillerine ve hâl tercümelerine dair siciller de­mektir.

4-) DÎVÂN-I İSTİFA: Betü'l-mâlın varidat ve mas­raflarını (~ gelir ve giderlerini) ihtiva eden sicillerdir.

DİVÂN-I MEZÂLİM: Halk arasında meydana ge­len bir kısım cürümler ve yolsuz hareketler hakkın­da zecren ( = zoraki) bazı idâri ve siyâsî tetbir almaya izinli ve yetili olan memur bulundukları müesseseye verilen isimdir.

DİYET: Bir cinayet sebebiyle, mecniyyün aleyhe (= kendisine karşı cinayet işlenen şahsa) veya vâ­rislerine —bir nevi tazminat mahiyetinde— ödenmesi icâbeden maldır.

Diğer bir tarife göre DİYET: Kati suretiyle vuku bu­lan cinayetlerde, maktulün nefsine karşılık, uzuvlarda vâki olan cinayetlerde ise yaralanan veya kesilen uzva karşılık olmak üzere cânî veya cânî ile âkilesi üzeri­ne lâzım gelen, muayyen miktardaki mâl demektir.

DİYÂT: Diyeî'İn çoğuludur: yani: Diyetler demektir.

XTTİDA: Bir cinayetin velisinin, kısas icra ettire­rek, bu şekilde intikam olmaya kalkışmayip, diyet olmakla iktifa etmesi demektir.

MEN ALEYBİ'D-DİYE: Diyet ödemesi lâzım ge­len şahıs demektir.

MEN LEHÜ'D-DİYE: Diyet almaya hak sahibi olan kimse demektir.

DİYET-İ KÂMİLE: Katledilen bir şahsın nefsi-"ne bedel olarak, cânîden veya cani ile birlikte onun

âkilesinden alınan tam diyet demektir.

DİYET-İ MUGALLAZA: Sibh-i amd suretiyle vu­ku buîan bir katiden dolayı verilmesi lâzım gelen di­yet demektir.

DUHÛL: Lügatte bir yere girme; içeri girme: bir şeyin içine girme gibi anlamlar ifâde eden bu keli­me, nikâh ıstılahında: kocanın, karışma mükârenet ve mücâmaatta bulunması demektir. Zifaf hâli anla­mına da kutlanılır.

MEDHÛLÜN BİHÂ: Kendisine, kocası tarafından tekarrüp olunan kadm demektir.

GAYR-İ MEDHÛLÜN BİHÂ: Kendisine, kocası tarafından tekarrübte bulunulmamış olan kadm de­mektir. [4]

 

E

 

ECEL-İ KAZA: Kaza Maddesine bakınız.

ECR; Lügatte: Mükâfat, ücret, sevap, karşılık an­lamlarına gelir.

Istılahta ECR: Ecîre (= Ücretle tutulmuş olan kim­seye) verilen ücret demektir.   % ECR iki kısma ayrılır:

1-) ECR-İ MİSİL: Garazdan hâlî, yani: Mucir ve müstecir ile bir ilgisi bulunmayan ehl-i vukufun tak­dir edecekleri ücret demektir. .

2-) ECR-İ MÜSEMMA: İcâre akdi esnasında zik­redilen ve tâyin olunan ücret demektir. Bİr evin, bir aylık kirası olan yüz bin lira gibi... Ecr-İ müsemmâ, ecr-i misle eşit veya ondan fazla ya: hut noksan olabilir.

ECİR: Bİr işi yapmak için, nefsini kiraya veren kimse; ücretli, işçi demektir. Ecir iki kısma ayrılır:

1-) ECIR-I HAS: Yalnız, müste'cirine iş yapmak üzere tutulan ecîr (= işçi, hizmetkâr demektir. Ay­lıklı hizmetçi gibi....

2-) ECÎR-İ MÜŞTEREK: "Sadece müstecirine ça­lışacak başkasına iş yapmayacak diye bir şartla ka­yıtlı olmayan ecîr demektir. Hamal, terzi, saatçi, köy çobanı gibi... Böyle bir kimse, bir başkasına bi'1-fiil İŞ yapmasa bile, yine müşterek ecîr sayılır. Çünkü, bu iş yapmaya selâhiyeti vardır.

EDA: Bİr emir ile vâcib olan (= yapılması gerek­li kılınan, farz olan) bir şeyin (yani: Me'mûriin Bih'-in) aynını, müstahakkına teslim etmek demektir.

Meselâ: Muayyen (= belirli) bir vakitte kılınması etn-rolunan bir namazı o vakitte kılmak bir edâ'dır. Keza: Gasbedilmiş bulunan, bir malı sahibine ver­mek de bîr edadır.

ED'IYÂ: De'y Maddesine bakınız.

EDİLLE: DELİL Maddesine bakınız.

EF'ÂL

EF'ÂL: Fiiller; işler; ameller demektir.

EF'ÂL-İ HASENE: İyi işler; iyi fiiller.

EF'ÂL-İ SEYYİE: Kötü işler; kötü hareketler.

EF'ÂL-İ ŞER'İYYE: Meydana gelenleri, birer Şer'î hükme bağlı bulunan fiillerdir. Namaz, oruç, alış-veriş, icâre, hibe fiilleri gibi.... Bunlar, şer'î şart­lan dairesinde birer şer'î fiil olurlar.

EF'ÂL-İ HİSSİYE: Meydana gelmeleri için sa­dece his ve müşâhade kâfi olan fiillerdir. Hırsızlık, adam öldürme ve zina gibi... Bu gibi fiillerin tahak­kuku için, bir takım şer'î kaidelerin telâkkisine ha­cet yoktur.

EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN

Efâl-i mükellefin: Mükelleflerin (= akıllı bulunan ve buluğa ermiş olan insanların) yaptıkları işler de­mektir.

Efâl-i mükellefin şu tasımlara ayrılır:

1-) Farz;

2-) Vacip;

3-) Sünnet;

4-) Müstehap;

5-) Helâl;

6-) Mübâh;

7-) Mekruh;

8-) Haram;

9-) Sahih;

10-) Fâsid:

11-) Bâtıl.

Bunların her biri aynca açıklanacaktır.

EHÂDÎS; Hadis Maddesine bakınız.

EHL-İADL: Adaletle muttasıf olan kimseler de­mektir.

EHL-İ ADL tâbiri, bugât'ın (= bağüer ve asîler) tâ­birinin zıddıdır.

EHL-İ BAĞY: Bağîlerin hey'et-i mecmuası; bağîler güruhu, bağîler topluluğu demektir.

BEHL-İ BEYT: Bir kimsenin, babası tarafından İs­lâmiyet devrine ilk yetişmiş olan, en üstteki ceddine kadar nesep yönünden muttasıl olan insanlardır. Bu cedd-i âlânın (= en üstteki dedenin müslüman ol­muş bulunması şart değildir. ÂL ve CİNS kelimeleri de Ehl-i Beyt anlamında kul­lanılır.

EHL-İ BEYT: Ev ehli; ev halta; çoluk-çocuk an­lamlarına- da gelir.

EHL-İ BEYT tabiri,  genellikle, Peygamber (S.AV.) Efendimizin ev halta, O'nun evine men­sup olanlar mânâsında kullanılmaktadır.

EHL-İ DÎVÂN: Bir sancak altında hareket eden, bir divanda mukayyed bulunan, belirli atiyeleri alan kimselerin hey'et-i mecmuasıdır. Bu hey'et, o divânda kayıtlı bulunan her şahsın âkİ-lesi sayılır.

LHL-İ EMÂNET: Hiyânetten uzak ve itimâda şa­yan olan kimse demektir.

EHL-İ KİTAB: KİTAB Maddesine batanız.

EHL-İ KÜFR: Küfr Maddesine batanız.

EHL-İ RAZH: Razh Maddesine bakınız.

EHL-İ SÜNNET: SÜNNET Maddesine batanız.

EHL-İ UKUBET: Yaptıkları yasaklanmış işlerden (= memnûattan) dolayı, haklarında ceza tertip edil­mesi kabil olan, akıllı ve bulûğa ermiş kimselerdir.

EHL-İ VAKIF: Bir vakfın gailesinden bi'1-fiil hisse olan kimseler demektir.

VAKIF Maddesine de bakınız.

EHL-İ VEZÂİF: VAKIF Maddesine bakınız.

EHLIYET; Bir kimsenin üzerine, leh ve aleyhine olan şer'î tekliflerin teveccüh etmesine ve vücûbuna selâhiyetli bulunması hâline EHLİYET denir. Ehliyet ita tasma ayrılır;

1-) EHLİYET-İ VÜCÛB: Mahkûmun aleyhin (ya­ni: Mükellef bulunan bir insanın) kendi lehine ve aley­hine ait meşru hakların vücûbuna selâhiyetdâr olması demektir!

Meselâ: İnsanlar, vâris ve muris olma haklarının lü­zumuna selâhiyetli bulunmaktadırlar.

2-) EHLİYET-İ EDÂ: Mahkûmun aleyhin (yani: Mükellef bulunan bir İnsanın), kendisinden, şerân muteber olacak şekildeki fiillerin sâdır olması de­mektir.

Ehliyet-i Edâ da ita tasma ayrılır:

a-) Ehliyet-i Kâmile,

b-) Ehüyet-i Kâsıra

Meselâ Âkil ve baliğ bir insan ehliyet-i kâmile sa­hibidir. Ve böyle bir şahsın, kendisinden nikâh, alış­veriş, icâre gibi fiillerin sâdır olmasına selâhiyeti vardır.

Mümeyyiz bir çocuk veya bir matuh (= bunak) ise, ehliyet-i kâsıra sahibidir. Bu şahıslardan sâdır olan fiillerin, bir kısmı sahih ve muteber olur; bir kısmı ise sahih ve muteber olmaz.

EHL-İ ZİMMET: Zimmet Maddesine bakınız.

EMÂN

EMÂN: Korkusuzluk, asûdelik, endişeden uzak ve beri olmak anlamına gelir.

Emân'ın mukabili (= zıddı, karşıtı) havftır. (= korkudur.)

EMEN, EMÂNE ve İMN kelimeleri de EMÂN ke­limesi ile eş anlamlıdır.

EMİN: korkusuz, endişeden beri ve hayatı mah­fuz olan kimse demektir.

ÂMİN kelimesi de emin anlamına gelir. Aynca EMİN kelimesi: Mûtemed, gadr ve hıyanet­ten uzak, mevsuk ve başkasına itimat eden kimse için de kutlanılır.

Bu kökten gelen EMÂNET kelimesi de: Bir zâtın emin ye mütemed olması mânâsına geldiği gibi; emin bir zâtın uhdesine tevdî edilen şey mânâsına da gelir. Meselâ: "Emâneti edâ etti." demek; "kendisine tevdi edilmiş olan bir şeyi sahibine iade eyledi." demektir.

Harb ıstılahında EMÂN: "Emniyete nail olduğu hakkında, düşmana söylenen söz veya yapılan işaret" demektir.

İSTİ'MÂN: Emân istemek veya emâna nail olmak demektir.

EMÂN-ISARÎH: Bir kimseye karşı:' 'Sana emân verdim."; "Siz eminsiniz."; "Size bir zarar yok­tur." gibi bir tâbirle verilen emandir.

EMÂN Bİ'L-KİTÂBE: Ehl-i harbe, emân-nâme göndermek suretiyle verilen emândır.

Ancak, bu emân-nâmeyi gönderen şahsın, emîn, mûs-lûman ve diğer şartlan hâiz bir kimse olduğunun bi­linmesi gereklidir.

Bu durum, beyyine ile bilinmedikçe, emân tahakkuk etmiş oîmaz.

EMÂN Bİ'L-KİNÂYE: Emânı irşab ve imâm eden (= kapalı ve dolaylı bir şekilde gösteren Ve anlatan) bir tâbir veya bir işaretle verilen emân demektir.  . Meselâ: Bir harbîye: "Geliniz." "Kormayınız." tar­zında hitap edilmesi gibi... Ki kendisine bu şekilde hitap edilen şahıslar, bunun emân olduğuna zâhİb ol-duklan takdirde emâna nail olmuş olurlar. Parmakla semâya doğru işaret edilmesi de bu kabil­dendir. Bu işaret: "Sen, gökleri yaratanın hakkı içni,'benden eminsin." veya: "Sana, gökleri yaratan Âleminin Hâhı'nın zimmetini, ahd ve emânını veri­yorum." gibi bir mânâyı işrab etmektedir.

EMÂN-I MUTLAK: Bir müddet ile tahdid edil­meyen emândır.

EMÂN-I MUVAKKAT: Muayyen bir müddet için verilen emândır. Verilen müddetin sona ermesi ile bu emân da sona erer.

Bir kaleyi muhasara eden bir İslâm komutanının, o kalenin İçinde bulunan düşmana vermiş olduğu şu ka­dar günlük emân bu kabildendir.

EMÂN-I MÜEBBED: Bu, "müvâdea ve müsâle-ha(= banş ve sulh)" demektir. Ve, iki tarafın, bir­birlerine karşı savaşmamak üzere,  silâhlanın terketmeleri ile meydana gelir.

İslâm ordusu ile savaşan bir kavmin, zimmet akdini kabul etmesi de bir emân-ı müebbed'dir.

EMÂN-I HAS; Müslümanlardan, şartlanın taşı­yan herhangi bir ferdin, düşmanlardan herhangi be­lirli bir şahsa veya bir topluluğa vermiş olduğu emândır.

EMÂN-I AM: Savaşan düşmanların tamâmına ve­rilen, umûmî bir emândır. Bu emân da bir sulh akdi mahiyetindedir. Dolayısiyle, bu emânı vermek se-lâhiyeti, sadece veliyyü'l-emr'e ve naibine aittir.

EMÂNET

EMÂNET: Zügâtte: Emin olmak anlamını ifâde eder.

Istılahta EMÂNET: Emin sayılan veya emin itti­haz edilen bir kimsenin yanına bırakılan, başkasına ait bir mal demektir.

EMÂNÂT: Emânet'in çoğuludur; yani: Emânet­ler demektir.

EMÂNETTEN: Emânet olarak, emânet suretiyle demektir.

EMÎN: Emniyet sahibi; korkusuz; kendisinden kor­kulmayan; kendisine güvenilen; şüphe etmiyen; doğ­ru; kendisine emniyet ve itimat olunan kimse anlamındadır.

EMÂN-NÂME (= KİTÂBÜ'L-EMÂN): Emân verilmiş olduğunu gösteren yazı vesika demektir.

EMARE: Alâmet, nişan, eser, ipucu, belirti. Mukaddimelerinden biri veya her ikisi zannî olan kı­yâsa da emare denir ki, netici hakkında zannî bir bilgi ifâde eder.

EMDÂD: Meded Maddesine bakınız-.

EMÎR: kumandan. Veliyyii'1-emr tararından bir hususa (meselâ: Askeri sevk ve idare etmeye, mu­harebe işlerine bakmaya) tâyin edilen kişi demektir. Bu görevi yürüten şahsa EMÎRÜ'1-CEYŞ denir.

EMVÂL-İ BÂTINA: Sahiplerinin ikâmetgâhlaruı-da veya ticarethanelerinde bulunan ve bundan dola­yı saklanması mümkün olan altın, gümüş ve ticâret mallandır.

EMVÂL-İ ZAHİRE = ZAHİRİ MALLAR: Giz­lenmesi mümkün olmayan mallar demektir. Ekinler, meyveler ve otlak hayvanlan gibi...

Bir memleketten, Diğer bir memlekete, bir beldenen diğer bir beldeye, ticaret için giden tüccarların elle­rinde bulunan altın, gömüş ve ticâret eşyaları (= uruz) da emvâl-i zahirden sayılır.

EMVÂT: Meyyit Maddesine bakınız.

ENFÂL: Tenffl Maddesine bakınız.

ENFÂR: NEFİR Maddesine bakınız.

ENSÂL: NESİL Maddesine bakınız.

ERBÂB-i SİYÂSET: SİYÂSET Maddesine balanız.

ERBÂH: Ribh Maddesine balanız.

ERİKKÂ: Rakik Maddesine bakınız.

BİERŞ: Yaralanan ve kesilen uzuvlardan dolayı ve­rilmesi lâzım gelen diyet demektir. ERŞ kelimesi, aslmda fesâd mânâsına gelir. Bu kelime, eşyadaki noksanlar için de kullanılmıştır. Bu münâsebetle diyet'e de erş denildiği gibi ayıbı za­hir olan bir mâlın bedelinden indirilen miktara da ERŞ adı verilmiştir.

ERŞ kelimesi; niza, ihtilâf, rüşvet, hulk, tırmalamak, fışkırtmak ve diyet istemek gibi mânâlara da gelir.

ERŞ-İ MUKADDER: Uzuvlara mahsus olup, mik-tarlan şer'an tayin edilmiş bulunan diyettir.

ERŞ-İ GAYR-İ MUKADDER: Uzuvlara mahsus olmakla birlikte, miktan şer'an muayyen olmayan ve ehl-i vukufun takdir ve tâyinine havale edilen diyet demektir.

Buna HÜKÜMET-İ ADL de denir.

EMR

EMİR: (yazılı veya sözlü) emir; buyruk; buyrultu. Diğer bir tarife göre EMİR: Kendisi ile, —cezm ve istilâ yoluyla— bir fiilin yapılması İstenilen sözdür.

AMİR: Bir fiili kat'î surette ve istilâ yoluyla iste­yen şahıs demektir.

ETVIUR: Kendisinden, kat'î surette ve isti'la yolu ile bir fiil istenilen şahıs demektir.

EMİR kelimesi, iş, şey, husus, vakıa, hâdise an­lamlarına da gelir. Bu anlamlara geldiğinde emir ki-lemisinin çoğulu UMUR gelir.

EVAMİR kelimesi ise, iş buyurma anlamında kul­lanılan emir kelimesinin çoğuludur.

EMR-İ MUTLAK: Kendisi ile istenilen fiil, be­lirli bir vakitle mukayyet bulunmayan emirdir. Ze­kât ve fıtra hakkındaki emirler gibi... Umum, tekrar ve husus karinelerinden hâli olan emir­ler de emr-i mutlak kabilindendir.

EMR-İ MUKAYYED: Kendisi Ue istenilen fiil bir vakit ile mukayyed bulunan bir emirdir. Bu iş, be­lirli zamandan sonra yapılırsa, ya kaza sayılır veya meşru kabÛI edilmez.

Meselâ: Namaz hakkındaki emir mukayyed bir emir­dir. Ve, vaktinden sonra kılınan namaz, bir kaza olur. Bir akid hakkındaki îcâbın muayyen mecliste kabul

edilmesine dair olan emir de mukayyed bir emirdir. O belirli meclisten sonraki kabul edilmediği gibi meş­ru da ve bu akdin sıhhatini gerektirmez.

ESARET: Bir savaş neticesinde veya başka bir şe­kilde mağlûbiyet eseri olarak düşman eline düşmek, hürriyetten mahrum kalmak hâlidir. Esaretin zıddı hürriyettir.

ESİR: Savaşta, diri olarak elde edilen mukâüllerden herhangi bir şahıstır.

Esîr'in çoğulu: Urerâ, Üsârâ (= esirler) dır.

ESER: Hadîs Maddesine bakınız.

ETEH: Bunaklık demektir.

A'TÛH Maddesine de bakınız.

EVKAF: VAKIF Maddesine bakınız.

EVLÂD EVLÂD: Oğullar ve kızlar demektir.

EVLÂD-ISULBİYYE: Bir kimsenin bizzat ken­disinden türeyen evlâdı demektir. Bundan dolayı, to­runlar sulbî evlâdtan sayılmaz.

VELED: evlâd'ın tekilidir. Yani, oğul ve kız de­mektir.

Veled tâbiri, bir tâbir-i âm olduğundan bir çocuğa da, birden çok çocuğa da ıtlak olunur.

EVLÂD-I BÜTÜN: Bir kimsenin kızlan ile kız­larının erkek ve kız evlâtları demektir.

EVLÂD-I ZUHUR: Bir kimsenin, kendi erkek ve kız evlâdı ile, oğullarının erkek ve kız evlâdı de­mektir.

EVZÂN: Vezniyyât Maddesine bakınız.

EYYÂM-I MA'LÛMAT: HAC / HAC GÜN­LERİ Maddesine bakınız.

EYYÂM-I MİNA: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.

EYYÂM-I NAHR : HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.

EYYÂM-I TEŞRIYK: HAC / HAC GÜNLE­Rİ Maddesine bakınız.

EYYİM: Gerek bikr, gerek seyyibe olsun ve ge­rek küçük, gerekse büyük bulunsun, kocasız kadın demektir. Eyyim'in çoğulu: EYÂMÂ'dır.

EZ-KAZA: Kaza Maddesine bakınız.

FÂCİA: Âfet, musibet

FAHİŞ: Aşın, taştan, mübalağalı.

KAVL-İ FAHİŞ: Çirkin söz.

HATAYİ FAHİŞ: Çok kötü bir yanlış

FAHR: Şeref, onur, öğünme, fazilet.

FAHRİ ÂLEM = FAHRİ KÂİNAT: Peygam­berimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz

FÂİL-İ MÜBAŞİR: Mübâşereten İtlaf Madde­sine bakınız.

FÂRİS: Atlı. Süvari. Herhangi bir at'a binmiş bu­lunan İslâm mücâhidi.

FARK: Asıl'da bulunup, illiyette medhali bulunan bir vasfın, fer' sayılacak bir şeyde bulunmamasını beyân etmek demektir.

Bu durumda o asıl, bu fer' için makûsun aleyh (= kendisine kıyas edilen şey) olamaz.

FARZ

Farz: Yapılması dinen kat-î bir şekil'de lazım gelen herhangi bir vazifedir. Farzlar,

1-) Farz-ı Kat'î

2-) Farz-ı Zannî gibi iki kısma ayrıldığı gibi;

A-) Farz-ı Ayn

B-) Farz-ı Kifâye diye de iki kısma ayrılır. Şimdi bunların mahiyetini ayn ayrı inceleyelim. Farzı-i Kat'î: Mutlaka şer'î bir delille sabit olan; ya­ni, ya Kur'ân-ı Mübînin sarîh bir ayeti ile veya Pey­gamber (S.A.V.) Efendimizin sarîh ve sabit bir hadîs-i şerifi ile yapılması kat'ı bir şekilde bildiril­miş olan bir vazifedir.

Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi.... Farz-ı Zannî: Müctehid imamlar'tarafından, kat'î bir delile yakın derecede kuvvetli görülen zannî bir de­lille sabit olan bir vazifedir. Bu farz, amelî husus­larda farz-ı kat'î kuvvetinde olan bir farzdır. Farz-ı zannî'ye farz-ı amelî'de denir. Bununla birlikte, böyle bir vazifeye, delilinin zannî olmasından dolayı vacip de denilir. Bu durumda farz-ı zannî, farz nevilerinin zayıfi, va­cip nevilerinin ise kuvvetlisidir. Meselâ: Abdest alırken, başa meshetmekvbir farz-ı kat'îdir; başın dörtte birine meshetmek ise, bir farz-ı amelî'dir (= amelî) bir farzdır.

Farz-ı Ayn: Mükellef bulunan her şahsın yapması lâzım gelen farzdır.

Beş vakitte kılınması gereken namaz gibi... Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bazılarının yapmaları hâlinde diğerlerinden sakıt olan (= düşen), yani onlar için yapmak mecburiyeti kalmayan farzdır. Cenaze namazı, gibi....

Farzın hükmü: Farzların yapılmasında büyük sevap­lar vardır.

Farzların özürsüz olarak terkedilmesi ise ilâhî aza­ba sebep olur.

Farz-ı kifâyeyi, müslümanlardan hiç biri yapmadığı takdirde, bundan haberi olup ve bunu yapmaya muk­tedir bulunan bütün müslümanlar Allah indinde mes'-ûl ve günahkâr olurlar. Farz-ı katiyi inkar küfürdür. Farz-ı amelî'yi inkâr ise bid'attir ve günahı gerektirir. Farz'm çoğulu Ferâiz'dİr.

FARZ OLAN HAC: HAC Maddesine bakınız.

FÂSİD

Fâsid: Asıl itibariyle sahih olduğu hâlde, vasıf yö­nünden sahih olmayan; yani kendi nefsinde meşru iken, gayr-i meşru' bir şeye mukâreneti sesebiyle meşruiyetten (= meşru olmaktan) çıkan şeydir. İbâdet bakımından fâsid ile bâtıl aynı hükümdedir. Müfsid: Meşru' olan bir ameli bozup ibtâl eden şey demektir.

Müfsidin kasden vukuu azaba sebep olur; ancak müf­sid sehven (= unutarak) vâki olursa azaba sebep olmaz.

Namaz İçinde gülmek müfsiddir ve aslında sahih olan namazı ifsâd eder.

FASL = FİSÂL: Bu kelime de -fitanı gibi- ço­cuğu sütten kesmek anlamına gelir.

FATM = FİTAM: Çocuğu sütten kesmek de­mektir.

Sütten kesilecek çağa gelmiş olan çocuğa da MUFTIM denir.

FAZÎHA: Ayıp, rüsvaylık, rezilâne bîr iş. Utan­maz, rezil; fena, çirkin.

Sır kabilinden olan kötü hâllerin açılıp fâş olması.

FEZÂHAT: Edepsizlik, alçaklık.

Sır kabilinden olan kötü hallerin açıklanması. Fezâhat'm çoğulu Fezâyih'tir.

KAVL-İ FAZÎH: Çirkin, fena söz.

FEZÂHAT-İ LİSÂNİYYE: Utanılacak bir tarz­da söz söyleme

FEDÂ = FİDÂ: Düşmandan alınan esirleri bir mal karşılığında veya İslâm esirleri İle mübadele etmektir. Fida laftı, lügatte ata, bezi, işar ve bedel vermek mâ­nâlarını ifâde eder.

FEDÂ-İ DİYET: Bir kölenin yaptığı bir cinayet­ten dolayı, üzerine terettüp eden diyeti, efendisinin kendi üzerine alması ve men lehüd-diyete Ödemesi demektir.

FEKK-İ HACR: Hacri izâle etmek (= ortadan kal­dırmak); mahcûr'a izin vermek yani mahcurun bü­tün tasarruflarına müsâde etmek demektir.

FEKK-İ RAKABE: Rakabe Maddesine batanız.

FEKK-İ REHN: Rehin Maddesine batanız.

FERAĞ

FERAĞ: Lügatte: Boşaltmak; bir işten kurtulmak; bir işi terk etmek anlamlarını ifâde eder. Ferağ, hukuk bakımından bir icar mahiyetindedir. Çünkü ferağ, menfaati temlikten ibarettir.

Vakıf ıstılahında ise FERAĞ: Bir kimsenin, va­kıf müstegallât veya müsakkafâttaki tasarruf hakkı­nı, başkasının başkasının uhtesine terk ve tefviz" etmesi demektir.

Bunu tefviz eden kimseye FARİĞ; uhtesine tefviz edilen kimseye MERFUGUN LEH;.ferağ olunan

müstegal veya musakkafa da MEFRÛĞUN BİH denir.

Bu tefviz mukabilinde fariğin, mefrûğun leh'den aldığı bedele de BEDEL-İ FERAĞ denilir.

FERÂĞ-I KAT'Î: Hiç bir şart bulunmadan yapı­lan ferağdır. Ve bu, filhâl kat'î surette terk ve tef­vizden ibarettir.

VAKIF MÜSAKKEFÂT VE MÜSTEGALLÂT-DA FERAĞ Bİ'L-VEFÂ: Bir kimsenin tasarrufa al­tında bulunan ev, bahçe gibi vakıf bir şeyi, zimmetinde olan borcu ödeyince, kendisine geri ve­rilmek üzere; bu borcu mukabilinde alacaklısına fe­rağ etmesidir.

Bu İşlem, kısmen rehin hükmündedir.

FERAĞ Bİ'L-İSTİĞLÂL: Vakıf müsakkafât ve müstegallâttan birini, mutasarrıfının yine kendisi is­ticar etmek üzere, başkasına vefâen ferağ etmesi de­mektir.

FERAĞ ANİ'L-CİHÂT: Bir kimsenin, uhdesin­deki cihetlerden el çekerek, bunları başkasına ferağ (= terk) etmesidir. Ki bu, hâkimin tasvip ve tevci­hine iktiran etmedikçe muteber olmaz.

FERÂİZ

FERÂIZ: Farz lafzından türetilmiş olan ferîza: (= farz; lâzım; borç, vazife; mirasçılara düşen şer'î hisse) kelimesinin çoğuludur.

FARZ: Lügatte: Takdir, beyân bir şeyin cüz-ü an­lamlarına gelir.

Farz kelimesi, sünnet ve kıraat mânâsına da kul­lanılır.

istilânda FARZ: Vâris için mukadder nasip ve ya­pılması, sarih bir nas ile beyan olunan herhangi bir fariza demektir.

FARİZA: Takdir olunmuş şey; miktarı belirli mi­ras hissesi; yerine getirilmesi Allahu Teâlâ tarafın­dan  kat'î  bir  şekilde  beyan  buyrulan vazife anlamlarına gelir.

FARİZA: atiyye mânâsına da gelir.

FERÂIZ: tabiri, vârislerin hisselerini bildiren ilim mânâsına da kullanılır.

FERÂİZ İLMİ: İslâm Hukukunun mühim bir kıs­mını teşkil eden mîrasla ilgili bir takım mes'ele ve kaidelerin bütünüdür.

Diğer bir tarife göre FERÂİZ İLMİ: Ölen bir kim­senin terikesi ite ilgili haklardan ve terikenin muay­yen sebimler üzere taksim edilmesinden bahseden bir ilimdir.

Bu haklar; ölünün techîz ve tekfininden, borçlarını ödemeden, vasiyetlerini yerine getirmeden ve teri-kesinin geride kalan kısmını da vârisleri arasında tak­sim etmekten İbarettir.

İLMÜ'L-MEVÂRİS ve KİTÂBÜ'L-MEVÂRİS tabirleri de ferâiz ilmi anlamında kullanılmaktadır.

FERAZÎ ve FERÂİZÎ kelimeleri, ferâiz ilmini bi­len şahıs anlamına gelir.

FÂRİZÎ: Vârislerin hisselerini takdir ve tâyin eden hâkim anlamında kullanılır.

ASHÂB-I FERÂİZ: Terekeden kendilerine nas-san muayyen sehim takdir edilmiş bulunan vârisler­dir. Ve bunlar on iki kimsedir, (ilgili bölümde genişçe anlatılmıştır.)

MFESÂD-I VAZ': Bir illet üzerine, muktezâstnın nakizı'mn terettüp etmesi demektir. Meselâ: Bir şey hakkında, o şeyin haramlığını ge­rektirir gibi görülen bir illet üzerine, o şeyin helâl olduğu terettüb etse; bu, bir fesâd-ı vaz' olmuş buluşur.

FESÂD-I İTİBÂR: İddia edilen bir mes'elenin kı­yâsa mahal olmasının, hilâfına mevcut olan bir nas-dan dolayı yasak bulunmasıdır.

BtESH: Lügatte: Zafiyet, cahillik, rey ve tedbiri ifsâd, bir şeyi elden atmak, bir akdi veya bir ahdi bozmak, âzâyı yerinden ayırmak gibi anlamlan'ifâ­de eder.

Nikâh ıstılahında FESH: Kocanın bir sebebiyeti ol­madan, vukuuna, yalnız kan tarafından sebebiyet ve­rilen veya koca tarafından vuku' bulmakla beraber, aynı sebebin kan tarafından da vukuu mümkün bu­lunan müfârekat (= ayrılma) anlamına gelir.

FETH: Bir beldeyi, bir ülkeyi sulh yolu ile veya kahren (= savaşla) ele geçirmek demektir. Feth: aslında kapalı bir şeyi açmak, bir işgali gider­mek mânâsına gelir ve hem maddiyatta, hem de mâ'neviyatta kullanılır. Kapıyı fethetmek; bir şehri fethetmek; kalbleri.fethetmek gibi....

FUTUH: Açmak, açılmak mânâsına gelir. Fütûh, zafer, hakikatleri keşfetmek ve açıklamak, hatır yüksekliği gibi mânâlarda da kullanılır. Fütûh'un çoğulu FÜTÛHÂT'tır!

El FETVA:  Bir mes'elenin hal ve beyânı zunmında vâküolan suâlin cevâbına Fetva denir. Fetva ve Fütya kelimeleri, genellikle şer'î mesele­lerle ilgili suâllerin cevaplan için kuîlamhr. Bu iki kelime, gençlik ve kuvvetli olma anlamına ge­len FETÂ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü fetva ile de, bir mes'elenin hükmü beyan edilmiş ve müş-kil bir hâdise hal ve takviye edilmiş olur. FETÂVÂ, Fetva kelimesinin çoğuludur. .

ISTİFTÂ: Fetva istemek; bir mes'elenin şer'î hük­münü müftî'den sormak demektir.

MÜSTEFTÎ: Fetva isteyen; bir mes'elenin şer'î hük­münü j müftî'den soran kimse demektir.

IFTA: Fetva vermek; bir kimseye müşkîl bir husu­su beyân ve izhar etmek; bir şer'î mes'elenin hük­münü sözle veya yazılı olarak beyan etmek demektir.

MÖT: Fetva veren; şer'î mes'elelerin hükmünü beyân etmeye memur olan kimse demektir.

MÜFTÂ BÎH: Bir mes'ele hakkında kendisiyle fet­va verilen şer'î hüküm demektir. Bir hâdise hakkındaki muhtelif fıkhî kavillerden — tercih edilerek— kendisi i!e fetva veriler, kavil anla­mına da gelir.

BÂB-I FETVA = DÂİRE-İ FETVA: Şeyhülislâm kapısı anlamında kullanılır.

FETVA EMÎNİ: Şeyhü'l-İslâm kapısında, fetva iş­leriyle meşgul olan dairenin başkanı.

FETVÂ-HANE: Meşîhat Dairesindeki, meşhur if-tâ müessesesi.

Müftünün bulunduğu resmî daire. Müftülük.

FETVÂ-HÂNE-İ ÂLÎ: Şeyhü'l-îslâmlık Dâiresinde, şer'î mahkeme ve müftülerin mercîi olmak üzere ku­mlan iftâ müessesesi.

FETVÂ-PENÂH: (= Fetvaya sığınan) Şeyhü'l-İslâm.

'FEVAT: Arafat vakfesine zamanında yetişememek ve vakfenin vaktini kaçırmak demektir. Bu durumda, gelecek yıllarda o haccm kaza edilme­si îcâbeder.

FEVR: Emredilen bir şeyi, imkân ânında edâ edip yerine getirmek demektir. Böyle bir emre FEVRİ denir. Meselâ: Hac fevri bir ibâdettir. Şartlarını taşıyıp, ken­disine hac farz olan bir kimse, bu görevi ilk imkân anında yerine getirecektir.

Tevrî'nin mukabili TERAHÎ'dir.

FEY: Lügatte (rücû = dönmek) anlamına gelir. Güneşin, batıdan doğuya doğru dönmeye başlayan gölgesine de fey' denilmiştir. Bu İse zeval vaktidir. Tam bu zeval ânında, güneşe karşı dikilmiş olan bir şeyin yere düşen gölgesine de FEY'-İ ZEVAL denir. Güneşin batmasına kadar olan gölgeye de FEY' denilir.

Harâc, cizye, ticâret rüsumu, gayr-i müslimler-den savaşılmadan alınan sulh bedelleri ve onlar­dan hak ile alınan diğer mallara da FEY' denilmektedir.

Beytü'l-mâlde mevcut bulunan herhangi bir ma­la da FEY' denir.

FIKIH                                   

FIKIH: Lügatte: Bilmek, iyice anlamak; bîr şeyi iz'-âm ile, fetânetle ve şuurlu bir hâlde idrak etmek; bir şeyin künhüne vâkıf olmak; kapalı bir şeyin hakikatine tesirli bir şekilde bakıp, onu görebilmek ve ken­disine hüküm taalluk eden, gizli bir mânâya muttali olmak gibi mânâlan ifâde eder. Istılahta FIKIH: İnsanın, amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer'î hükümleri, bir meleke hâlinde bil­mesi demektir.

Diğer bir tarife göre FIKIH: Amelî şeylere (yani ibâ­detlere, cezalara ve muamelâta) taalluk eden şer'î hü­kümleri, tafsilatlı delilleri İle bilmektir. Netice itibariyle, bu İki tarif birdir. Yani FIKIH: Amellerle ilgili şer'î hükümleri, tafsilatlı delilleri ile bilmek ve kavramak demektir.

FEKÂHET: Amellerle ilgili olan şen hükümleri, bu şekilde derinlemesine bilip kavramak demektir.

FAKIYH: Bu hükümleri, böylece bilen şahsa da fakıyh denilmektedir. Fakıyh'm çoğulu FUKAHÂ'dır.

TEFEKKÜH: Fıkıh ilmini tahsil etmek demektir.

FIKIH İLMİ: Amellerle ilgili şer'î hükümleri, mu­fassal delilleri ile bildiren bir ilim demektir.

FIKIH İLMİ: "İbâdetler, muamelât ve ukûbât'la il­gili şer'î mes'elelerin hey'et-i mecmuasıdır. (= ta­mamı = bütünüdür.)" diye de tarif edilir. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (R. A.) hazretleri FIKIH İLMİ'ni: "Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir." diye tarif etmiştir. Bu tarife göre, fıkha itikat ve ahlâk mes'eleleri de dâhil bulunmaktadır.

Ancak, itikat ve ahlâk mes'eleleri zaman içinde ola­bildiğince genişlemiş ve yayılmış ve mevzûlan fıkıh ilminden ayrılmış olduğundan, İmâm-ı A'zam (R.A.) hazretlerinin fıkıh tarifine ... min ciheti'1-amel ( = ... amel yönünden) kaydı eklenmiş ve itikad İle ah­lâk, fıkhın —şumûl dairesinin— dışında bırakılmıştır.

Dolayısiyle, bu gün fıkıh ilmi, akaid ve kelâm ilim­leri ile ahlâk ilmi birer müstakil ilim hâlinde bulun­maktadır.

FİDYE: İbâdetlerde yapılan kusur ve noksanlann tamamlanması İçin ödenen cezalara fidye denilir.

FİİLÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine batanız.

FİRÂŞ = fİRÂŞİYYET: Bir kadının, sahibi bu­lunan bir şahıs için, doğurmaya teayyün etmiş olması demektir.

Burada sahip, ya koca veya mâlik (= efendi) dir.

MÜSTEFREŞE: Sahibi için doğurmaya teayyün etmiş kadın demektir.

MÜSTEFRİŞ: Müstefreşe olan bir kadının koca­sı veya mâliki olan erkek demektir.

Firaş dört kısma ayrılmıştır:

1-) FİRAŞ-I KAVİ: Menkûhenin ve ric'iyyen muT-tedde olan bir kadının firâşıdır.

2-) FİRAŞ-I MÜTEVASSIT: Ümmü veledin fi-raşıdır.

3-) FİRÂŞ-IAKVÂ: Talâk-ı Bain'den dolayı iddet bekliyen bir kadının Tıraşıdır.

4-) FİRÂŞ-I ZÂİF: Henüz istilâd edilmemiş olan ca­riyenin firâşıdır.  

FÜKÛK: Rehin maddesine bakınız.

FÜRÛ; Erkek ve taz evladlan ile, bunlann —ilâ nihâye— evladlan ve tonınlan anlamına da kuîlanıhr. Fürû'un müfredi (= tekili) FERİ'dir.

FÜZÛLÜ'L-GANÂİM: Ganîmet mallarının tâyin ve tevziinden sonra, geride kalan az bir miktar mâl­dan ibarettir ki, bu mâl fakirlere dağıtılır. [5]

 

G

 

GABÎR-İ SEBİL: Yoldan geçip giden kimse de­mektir.

Mârre: Maddesine de bakınız.

GABN

GABN: Lügatte: Hile, hud'a, aldatmak ve bir şe­yin miktarını azaltmak mânâlarına gelir. Istılahta GABN iki kısma ayrılır: .

1-) GABN-İ FAHİŞ: Urûz'da, yirmide bir, hayvan­larda onda bir, akar'da beşte bir ve dirhemde kırkta bir veya daha çok nismette aldanmak demektir. Meselâ: Bir evin hakîkî kıymeti on milyon olduğu hâlde, on iki milyon liraya veya daha fazla bir fiata satdsa veya yedi milyon dokuzyüz doksan dokuz bin yahut daha aşağı bir fiata satın alınsa; bu muamele­de fahiş bir gabn bulunmuş olur.

2-) GABN-İ YESÎR: Bu, gabn-i fahişteki nisbetler-den daha az bir miktarda aldanmaktır. Meselâ: Hakîki kıymeti on bin lira olan bir hayvan, on bin beş yüz liraya satılsa veya dokuz bin beş yüz liraya satın alınsa; bu muamele bir gabn-i yesîr ol­muş olur.

MAĞBUN: Bir gabin muamelesinde aldanmış bu­lunan kimse demektir.

GADR: Hainlik etmek, ahdi bozma; muâhade ah­kâmını bozmak demektir.

GAFLET: Gafillik, boş bulunma; dalgınlık; dik­katsizlik, ihtiyatsızlık; ihmâl etmek; endişesizlik.

GAFİL: Gaflette bulunan; ihmâl eden; ilerisini iyi düşünmeyen; dikkatsiz, dalgın; ihtiyatsız

GAFLETEN: Gaflet eseri olarak; dalgınlıkla

GAİLE: Dert, sıkıntı, keder; felâket, musîbet, savaş.

GALAT: Yanlış, yanılma.

GALLE-İ VAKIF: VAKDJ Maddesine bakımz.

GANİMET: Savaş esnasında veya bir biri ile sa­vaşan iki ordunun ilk karşılaşmaları sırasında, gazi­lerin küveti ile, harbîlerden kahren alınan mal demektir.

MAGNEM kelimesi de GANİMET anlamına gelir. GANÂİM, Gannnet'in, MEGANÎM de magnem'in çoğuludur.

GANİM: Bir savaşta mukâtil olarak hazır bulu­nup, ganimete nail olan muzaffer İslam mücâhidi de­mektir.

GANİMİN: Ganim kelimesinin çoğuludur.

GANÂİM-İ ME'LÛFE: Savaş sırasında düşman­dan kahren alman menkûl mallardır.

GANÂİM-İ GAYR-İ ME'LÛFE: Harb sebebiy­le, düşmandan, kahren veya sulh yolu ile alman gayr-İ menkûl mallar yani düşman topraklan demektir.

GANÂİM-İ HÂLİSE: Enfâl adı verilen ganimet mallandır ki, bu mallar, mücâhid askerlerden bir kıs­mına tenfîl suretiyle tahsis edilmiş bulunur.

TENFÎL: lafzına da bakınız.

GANÂİM-İ MAKSÛME: Beste biri beytül-mâl'e alındıktan sonra, geride kalanı gânimler arasında (ak­sim edilmiş ve dağıtılmış olan ganimet mallan de­mektir.

GANÂİM-İ GAYR-İ MAKSÜME: Düşmandan iğtinam olunduğu (= ganimet olarak alındığı) hâl­de, henüz gânimler arasında tevzi ve taksim olun­mamış bulunan mallardır.

GARÂMET GÜRÜM: Bir kimsenin, ödemesi lâ­zım gelen borç ve diyet gibi şeydir.

GÂRİM: Borçlu medyun yani üzerinde hak bulu­nan kimse demektir

GARIM: Alacaklı kimse demektir.

GURfiMÂ: Alacaklılar anlamına gelir.

GARAZ: Maksat, niyet, gaye, kasıt. Ok atılan ni­şangâh, hedef. Kötü niyet, kin.

GARAZ-I ASLÎ: Asıl gaye, esas maksat.

GARRE Aybın veya başkasından iddet beklemekle olduğunu sakhyarak, kendisine talip olan erkeği al­datan kadın demektir.

GASB: Lügatte: Başkasına ait bir şeyi, istimal et­mek (= kullanmak) İçin, düşmanlık ve tegallüb yo­luyla alıvermektir. Bu şekilde alınan mal, gerek mal olsun, gerek olmasın farketmez. Istılahta GASB: Bir kimsenin mütekavvim ve muh­terem bir malını, serâhaten ve delâleten veya âdete nazaran, sahibinin izni olmaksızın, haksız yere elin­den veya dâire-i tasarrufundan ahzeâfiek yani al­maktır.

Gasbın lügat mânâsı, ıstılahı mânâsından daha umû­mî ve daha şümullüdür.

Meselâ: Hür bir inşam alıp kaçırmaya, lügatte gasb denilirse de, ıstılahta, gasb denilmez;

İĞTİSÂB: Gasb anlamında kullanılan bir ke­limedir.

GÂSIB: Başkasının malını elinden veya daİreji ta­sarrufundan tegallüb (= hile veya zor kullanarak, zor­balık) yoluyla, haksız yere, alenen ahzeden (= alan) kimse demektir.

Meselâ: Bir kimsenin emniyet ettiği bir şahısta bu­lunan bir malı, kendisinin dâire-i tasarrufunda bu­lunmuş olur. İşte bu malı, bir başkasının tegallüben (= zor kullanarak, zoraki) alması bir gasbtır. Gâ-sıb, o şahsın elini kasretmiş, yani bu malında tasar­rufta bulunmasına mâni olmuş olur.

MAĞSÛB: Başkasından, haksız7ere, tegallüben (= zor kullanarak veya hile ile) ve alenen ahezdilen (= alman) şey demektir.

Bu şekilde alınan bir malın ıstılâhen mağsûb sayılabilmesi için mütekavvim ve muhterem bir mal olması lâzımdır.

Gasb lafzı, mağsûb anlamında da kullanılabilir.

MAĞSÛBÜN MİNH: Elindeki veya tasarrufu altındaki bir mal, başka bir şahıs tarafından tegallü­ben (= zor kullanılarak veya hile ile) alınmış bulunan şahıs; kendisinden gasbedilen kimse demektir.

GAYR-İ LÂZIM: LÂZfti Maddesine bakınız.

GAZA = GAZVE : Harb maksadiyle düşmana doğru yönelmek; sefere çıkmak; gayr-i müslimlerle savaşmak demektir.

GAZEVÂT, gazve'nin çoğuludur.

GAZI: Gaza eden; gayr-i müslimlerle savaşan kim­se demektir.

GEDİK

GEDİK: Bazı esnaf ve sanat ehlinin daimi surette kalmak üzere isticar etmiş bulunduğu, mülk veya va­kıf bir" dükkan yahut benzeri bir akar içine, müste'-cirin malı (parası) ve mülk sahibi veya mütevellimin izni ile yapılmış bulunan bir takım binalara dolapla­ra, raflara ve içerisine konulmuş bulunan lüzumlu âletlere GEDİK denilir.

Gediklerden bir kısmının içerisine konulmuş bulun­duğu yer (yani müstakarrun fîh) vakıf bir yer olabi­lir. Bu durumda vakıf olan bu (dükkan ve saire gibi) yerlere de.mülk denir.

MÜSTAHLAS GEDİK: Mülkü yanmış plan ge­dik demektir.

Vakıf musakkafâtda, —mütevellilerin izni ile— müste'cirler tarafından, karar üzere yapılmış olan raf, dolap ve benzeri şeyler de birer GEDİK' tir. Bunla­ra KİRDAR da denir.

GÖNÜLLÜ: Mütetavvia Maddesine bakınız.

GÜLÜL: Ganimetlerden çalmak, yani ganimet mal­larından, —taksimden önce— hıyanet yolu ile bir şey almak demektir.

GURRE: İskat edilen bir ceninden dolayı veril­mesi îcâbeden mâlî bir tazminattır. Gurre'nin miktarı, hanefîlere göre beş yüz, safîlere göre ise altı yüz dirhemdir. Gurre, aslında: Bir şeyin ilki, başlangıcı demektir. Bundan dolayı kamerî ayların ilk günlerine gurre-i şehr denir. Gurre-i Şa'ban: Şa'ban ayının İlk günü ve gecesi demektir.

Köle'ye, cariyeye,ve malların en seçkinine gurretü'l-emvâl denir.

Güzel ve parlak yüze vech-i eğer, açık ve nûrânî alma da cebbe-i garra denir ki, bu kelimeler de, aynı kök­ten türetilmiştir. [6]

 

H

 

HABER: Herhangi bir zâttan rivayet olunan sözdür.

Hadîs ilmi ıstılahında HABER: Sünnet ve hadîs ta­birleri ile eş anlamlıdır.

ESER kelimesi de, hadîs ıstılahında haber (yani sünnet ve hadîs) anlamına gelir.

Bazı zevata göre HABER:  Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'den başka zâtlardan (meselâ: Sahâbe-i Ki-râm'dan) rivayet edilen sözdür.

Eser kelimesi de, sahâbinin veya selefin sözü an­lamında kullanılır.

Hadîs Maddesine de bakınız.

HABS: Tutmak, tevkif etmek, men eylemek, bir şahsı veya bir malı, bir yerede nezâret altıda bulun­durmak demektir.

HABS-İ NEFS: Bir şahsı hapsetmek.

HABS-İ AYN: Bir malı hapsetmek.

HILA, IHLA ve TAHLİYE tabirleri HABS tabi­rinin mukabili (= zıddı) dır ve serbest bırakmak an­lamına gelir.

Allah yolunda savaşacaklar için at; toplum için bir akar veya ağaçlar vakfedilmesine de HABS ve HU-BÜS denir.

MAHBUS: Hapsedilen şahıs veya mal demektir.

MAHBİS: Hapishane, tavkifhane demektir.

MAHBES DE Habs anlamındadır.

HAC

HAC: Belirli bir zamanda, Ka'be'yi ve etrafinda-ki mukaddes yerleri usûlüne uygun olarak ziyaret et­mek ve buralarda yapılması gereken diğer menâsikİ yerine getirmek demektir.

Hac üç kısma ayrılır:

1-) FARZ OLAN HAC: Belirli şartlan hâiz olan kimselerin, ömürlerinde bir defa yapmaları gereken haçtır.

2-) VACİP OLAN HAC: Adamış olan haca»yeri­ne getirilmesi vacip olduğu gibi, başlanıldıktan son­ra bozulan nafile bir haccın kaza edilmesi de vaciptir.

3-) NAFİLE HAC: Farz olan hac yerine getirildik­ten sonra yapılan haclar ile çocuk, deli, köle ve bu-naklann yaptıkları haclar ise NAFİLE HAC nev 'indendirler.

HACCIN EDÂ ŞEKİLLERİ:

Edâ edilişi bakımından üç çeşit hac vardır:

1-) HACC-I İFRÂD: Umresiz olarak yapılan haçtır. Hac mevsimi içinde, hacdan önce umre yapmadan, yalnızca hac menâsikini yerine getirmiş olanlar D7-RAD HACCI yapmış olurlar.

2-) TEMETTÜ4 HACCI: Bir hac mevsiminde um­re ve haccı ayn ihramlarla edâ etmek demektir. Hac aylan girdikten sonra umre yapıp ihramdan çı­kan ve daha sonra hac günlerinde yeniden ihrama gi­rerek hac menâsikini de edâ eden kimseler HACC-I TEMETTÜ' yapmış olurlar.

3-) HACC-I KIRAN; Hac ve umreyi, —ikisine bir­den niyet ederek— bir ihramda birleştirmek demektir. Bir kimse, bir hac mevsiminde önce umre yapıp, — ihramdan çıkmadan— hac günlerinde, hac menâsi­kini de yerine getiren kimseler KIRAN HACCI yap­mış olurlar.

HAC AYLARI: Hac menâsikinin başladığı ve de­vam ettiği aylardır ki, bunlar da Seval ve Zilkade ayları ile Zilhicce' nin ilk on günüdür.

HAC GÜNLERİ

1-) EYYÂM-I MA'LÛMÂT: Zilhicce ayının ilk on günüdür.

2-) YEVM-İ TERVİYE: Zilhicce ayının 8. günü­dür. Yani, arafe gününden bir gün önceki gündür.

3-) YEVM-İ ARAFE: Zilhicce'nin dokuzuncu günüdür.

3-) YEVM-İ NAHR (= KURBAN KESME GÜNÜ): Zilhicce ayının onuncu (yani: Kurban bayra­mının ilk) günüdür,

5-) EYYÂM-I NAHR: (= KURBAN KESME GÜNLER): Zilhicce ayının 10,11 ve 12. günleridir. Hacılar, bu günlerde MİNA'da bulunduklarından, bu günlere EYYÂM-I MİNA (= Mina Günleri) da denir.

6-) EYYÂM-I TEŞRIYK: Arafe günü ile, kurban bayramının dört günüdür. Arafe sabahından başlayıp, kurban bayramının dör­düncü gününü akşamına kadar, farz namazların so­nunda teşnyk tekbiri getirilir.

7-) EYYÂM-I MİNA: Mina'da şeytan taşlama me­nâsikinin yapıldığı, bayram günleridir.

flUL; Mekke'de, Harem Bölgesi ile, Mîkad sı­nırlan arasında kalan yerlere HTLL denilmektedir.

HACC-I EKBER: Hac (veya Arafe günü Cuma'-ya rastlıyan hac) anlamına gelir.

HACC-I ASĞAR: Umre demektir.

HACAMET: Boynuz veya şişe ile vücûdun bir or­ganına kanı topladıktan sonra, neşter ve mengene de­nilen âletlerle kan alma. Hacamat Bu kelimenin doğrusu HİCÂMET'tir.

HACB

HACB: Lügatte: Men etmek; bir şeyden alıkoy­mak anlamına gelir.

Istılahta HACB: Başka vâris bulunması sebebiyle,

bir şahsı, tamamen veya kısmen mirastan men etmek demektir.

HACİB: Bir kimseyi mirastan men eden vâris an­lamındadır.

MAHCÛB; Mirastan men edilen kimse demektir.

HACB iki çeşittir:

1-) HACB-İ HİRMÂN: Bir vârisi, mîrâstan tama­men mahrum etmek demektir.

2-) HACB-İ NOKSAN: Bir vârisin hissesini, çok­tan aza indirmek demektir.

MAHRUM: Kölelik ve din aynlığı gibi bir sebe'-le mîrâstan memnu' olan şahıs demektir.

HACET: İhtiyaç, lüzum, gereklik, muhtaçlık.

HACER-İ ESVED: KA'BE / KA'BE'NİN KI­SIMLARI Maddesine bakınız.

Hâcib: Perdedâr, kapıcı (= vezir, âmir); perde, hâil.

Hacr: Lügatte: Men etmek anlamına gelir. Bu kelime, basta ve haram mânâlannı da ifâde et­mektedir.

Hacr: kelimesi, akıl mânâsına da gelir. Çünkü akıl, sahibini çirkin ve akıbeti zararlı olan şeylerden men eder.

Istılahta HACR: Belirli bir şahsı, kavlî (= sözlü) ta­sarrufundan men etmektir.

MAHCUR: Hacredilmiş şahıs demektir.

Kavli tasarruftan men etmek demek, otasarrufiıMkümsüz, gayr-i sabit ve gayr-İ nafiz (= geçersiz) saymak demektir.

Hacr fiilde de geçerli değildir. Çünkü, bir fiilin, vukuundan sonra reddi mümkün olmaz. Bu sebeple fiilden hacr etmek de tasavvur olunamaz.

Hîcr kelimesi de bu anlamda kullanılır.

HACR-İ KAVİ: Bir şahsı, tasarrufun aslından men etmek demektir. Ve bu durumda o tasarruf asla na­fiz (= geçerli) olamaz.

Meselâ: Mecnûn-i mutbik'i (= deliliği devamlı olan şahsı) ve mümeyyiz olmayan çocuğu, alış-veri, icar, nikâh, talâk, İkrar ve hibe gibi kavlî tasarruflardan menetmek gibi... Bunlann, bu gibi tasarruflan asla sabit olmaz.

HACRİ MUTEVASSIT: Bir şahsın kavlî tasar­rufunu vasfi (yani geçerliliği) itibariyle men etmek demektir.

Meselâ: Bir ma'tuhun (= bunağın) vaya mümeyyiz olan bir çocuğun menfaat ile zarar arasında olan kavlî tasarrufları gibi... Bu tasarruflar, bu bunağın veya mümeyyiz çocuğun velilerinin İzinleri olmathkça ge­çerli olmaz.

HACR-İ ZAİF: Bir şahsın kavlî tasarrufunun vas­fının vasfinı (yani bu tasarrufun o anda tahakkuk et­mesini) men etmektir.

Meselâ: Hacr altında bulunan bir borçlunun, "baş­kasına borçlu bulunduğunu ikrar etmesinin" hacr al­tında iken geçerliliğini men etmek gibi.... Hacr altında bulunan borçlunun bu ikrarı, hacri fek edi­lince (= kaldırılınca) —borç zimmetine taallûk et­miş olarak— muteber olur.

HAD

HAD: Lügatte: Men etmek demektir, insanları girip çıkmaktan men ettikleri için kapıcı ve gardiyanlara da HADDAD derler.

HAD bir şeyin mâhiyetini tarif ve tâyin şey anlamı­na da gelir. HÜDUD, hadd'in çoğuludur; yani: Hadler demektir.

HAD: İki şey arasındaki hâil (= peyde, mâni olan şey) anlamına da gelir.

Gayr-i menkûllerin (arazilerin, tarlaların, arsaların v.s.) nihayetlerine (yani: Sınırlarına da) HÜDUD denilir.

Çünkü bunlar, arazilerin sahalarını tâyin eder ve baş­kalarına karışmalarına mâni olur. Bu münâsebetle, bir kısmı cezalara da HAD (ve HU-DUD) adı verilmiştir. Çünkü bu cezalar» bütün in­sanlığı zararları dokunan bir takım fena hareketlerden insanları önlerler ve men ederler. Bu hadler, mücrimlar hakkında birer ukubet (= ce­za) olduğu gibi, bunları görenler hakkında da birer ibret ve intibah vesilesi teşkil ederler ve ammenin menfaatlerini mutazammın olurlar.

HADD-İ SİRKAT: Şartlan mevcut ve usûlü dâi­resinde sabit olan bir hırsızlıktan dolayı, sârik(= hır­sız) hakkında kat'-i uzuvf (= uzuv kesme)t suretiyle yerine getirilecek bir ukubettir. (= cezadır.)

HADD-İ SEKR: Hamr'den (= şaraptan başka müskir (= sarhoşluk veren) içilecek şeylerden biri- j

nin, ihtiyarla (= istenilerek) içilmesinden meydana gelmiş olan sekr (= sarhoşluk) hâlinden dolayı îcâ-beden ukubettir. (= cezadır.) Ve bunun miktarı da 1 hadd-i hamr (= şarap haddi) kadardır.

HADD-İ HAMR; Hamr (şarap) denilen mâyiin az veya çok miktarda istenilerek içilmesinden dolayı tat­bik edilmesi îcâbeden ukubettir. (= cezadır) Hadd-i Hamr'in miktarı hür olan erkek ve kadın hak­kında seksen; köle hakkında ise kırk celde (= değ­nek veya kırbaç) dır.

HADD-İ KAZF: Bir muhsan veya muhsane'ye ya­ni: Mükellef, hür, müslüman, zinadan afif (nefsini zinadan korumakla tanınan bir kimseye) dâr-ı adil'-de, ta'yîr (= utandırma) ve şetm (= sövüp sayma) kasdiyle, zina isnâd eden, mükellef bir şahıs hakkında tatbik edilecek bir ukubet (= ceza) dır.

Bunun miktarı ise, hür erkek ve kadın hakkında sek­sen, köle hakkında kırk değnek vurulmasıdır.

HADD-İ ZİNA: Şartlan dâhilinde vâki ve sabit olan zina edepsizliğinden dolayı, bu fiili işleyen hakkın­da tatbik edilecek bir ukubet (= ceza) demektir. Bu ukubet, muhsan ve muhsane olanlar hakkında re­cim, ihsan sıfatını hâiz olmayanlar hakkında ise cel­de yoluyla uygulanır.

Bu celdelerin sayısı, hür olan erkek ve kadın hak­kında yüz, rakîk (= köle) hakkında ise elli vuruştur.

HADES

Hades: Şer'an bazı ibâdetlerin yapılmasına mâni olan ve hükmî necaset (= hükmî pislik) sayılan bir hâldir. Hades,

1-) Hades-i asgar,

2-) Hades-i ekber; diye iki kısma ayrılır. Hades-i asgar: Taharet-i suğra ile (meselâ: Sadece abdest almakla) giderilebilen tahâretsizlik hâlidir. Bevfetnıek veya ağız, burun gibi bir uzuvdan kan gel­mesi bir sebeple meydana gelen hadese, hades-i as­gar (= küçük hades) denir.

Hadesi-i ekber: Tahâret-i kübrâ ile (yanı.usulünce gusledilerek) giderilebilen tahâretsizlik hâlidir. Bu da cünüplük, hayız ve nifas hallerinden meyda­na gelir.

Habeş: Maddeten temiz olmayan herhangi bir şey demektir.

Habeş, necis ve necâset-i hakikiyye anlamında da kullanılır.

(NECASET maddesine bakınız.)

HADİS

HADİS: Lügatte: Söz; haber; sonradan meydana gelen şey anlamlanna gelir.

Istılahta HADÎS: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin buyurmuş olduğu herhangi bir mübarek söz demektir, HADÎS kelimesi, Peygamber (S.A.V.)'İn sünneti an­lamında da kullanılmaktadır.

EHÂDÎS: Hadîsler anlamına gelir.

MUHADDİS: Hadîs ilmi ile uğraşan ve bu ilmin usûlünü ve bir çok furûunu bilen şahıs demektir.

ŞEYHU'L-HADÎS: Hadîs ilminde kâmil bir üstâd olan ve kendisinden hadis rivayet-olunan kimse demektir.

İMÂM:  (Hadîs ilminde) Şeyhu'l-hadîs anla­mındadır.

HÂFIZU'L-HADÎS: Hadis ilminin usûl ve furû-undan bir çoğunu hıfzeden (= ezberleyen) ve bir kav­le göre, yüz bin hadîs-i şerifi, senetleri ile birlikte ezberlemiş bulunun zâttır.

HÂKİMÜ'L-HADÎS: Rivayet edilmiş bulunan bü­tün hadisleri, metinleri ve senetleri ile ve râvîlerinİn tarihleri, cerh ve ta'dilleri ile hıfz ve ihata eden zâttır. Zannedildiğine göre hadîste hâkim, sadece İmân Bu-hari'dir. Çünkü, "Buhârî'nin bilmediği bir hadis, hadis değildir." sözü, âlimler arasında yaygındır.

MUHARRİC-İ HADÎS: Bir hadîsi, isnatsız ola­rak nakleden şahıs demektir.

HADÎS-İ MERFÛ: Peygamber (S.A.V) Efendi­mize, tasrîhan veya hükmen müntehî olan hadistir. Meselâ: "Resulullah şöyle buyurdu.", "NebiyyiZî-Şân'dan şöyle işittim.'' diye rivayet edilen hadisler, tasrîhan Peygamber (S.A.V.) Efendimize dayanan bi­rer merfû' hadîstir.

"Biz, Resulullah (S.A.V.) zamanında şöyle yapar­dık.", "Şöyleyapmak sünnettir." tarzında rivayet edilen haberler de birer hükmen merfû' hadîstir.

HADÎS-İ MUTTASIL: Bütün râvîleri sırası ile zik­redilerek nakledilen hadîstir.

HADÎS-İ MEVKUF: Sahâbe-i kiramdan birinin kavline veya fiiline yahut takririne ait olan bir ha­berdir. Ve bu haber, bütün râvîleri zikredilerek nak­ledilmiş olur.

HADÎS-İ MÜSNED: Zahiren muttasıl bir zened ile ve nihayet sahâbe-i kiramdan bir zât vasıtasıyla Peygamber (S.A.V) Efendimnize ref ve isnâd olu­nan hadîstir.

Bazı hadîs kitapların ada MÜSNED adı verilmiştir.

Imâm-ı A'zam'ın ve imâm Ahmed İbni Hanbel'i müsnedleri vardır.

MESANİD: Müsned'İn Cem'idir; yani müsnedler demektir.

HADÎS-İ MAKTU: Tebe-i tabiînden birinin kav­line veya fiiline ait olmak üzere, kendilerine bir ri­vayet silsilesi ile ulaşan haberdir.

HADÎS-İ MUANAN: Senedinin bir veya bir kaç yerinde an veya enne tabiri kullanılan (meselâ: "Had-desenâ Şu'betü an Hâlidin Ebî Kılâbete..." diye ri­vayet edilen) hadistir.

Buna, AN'ANE YOLUYLA RİVAYET de denir. Bu şekilde rivayette bulunan şahsa MUANIN denir.

HADÎS-İ MÜRSEL: Tabiînden (yani, sahabeyi görmüş zatlardan) birinin, sahâbî İsmini zikretme­den, Resûl-i Ekrem fS.A.V.)'e ref ve isnâd ettiği hadistir.

Meselâ: Hasan-ı Basri1, bir hadîs-i şerifi, Hz. Ali (R.A.)'den işitmiş olduğu hâlde, Onun adını zikret­meden: "Resulullah şöyle buyurdu:..." diye riva­yette bulunsa; bu hadîs, bir ntürsd hadîs olmuş olur. Bu şekilde, kendisinden rivayette bulunulan zât ile râvî arasındaki vâsıtayı terk etmeye İRSAL denir.

HADÎS-İ MUNKATI: Tebe-i tabiîn tarafından, vâ-sitalan terk edilip Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'e ref edilen hadistir.

Meselâ: Tebe-i tabiînden olan bir zâtın, tâbİî'yi ve sahabeyi zikretmeden: "Rasulullah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur..'" diyerek naklettiği bir hadîs, mun-katı' hadîs'tir.

Hadîs usûlü âlimlerine göre hadîs-i munkatı' de, bir mürsel hadîstir.

HADÎS-İ MÜDREC: Metnine veya senedine hâ­riçten bir şey dere ve idhâl edilmiş olan hadistir. Müdrec hadîs: a-) Müdrecü'1-Metn,

b-) Müdrecü'l-Isnâd kısımlarına ayrılır.

HADÎS-İ MUZTARİB: Birbirine metin veya se-ned itibariyle muhalif olmak üzere iki suretle riva­yet edilen hadîstir ki, ya metninde veya isnadında takdim, tehir yahut ilâve ve çıkarma yapmakla veya râvisinin yerine başka bir râvî veyahut metninin ye­rine başka bir metin ikâme etmekle vücûde gelir.

HADÎS-İ MUSAHHAF: Metninde veya senedin­de hat şekli bozulmamak üzere yalnız bir harfinin ve­ya birden çok harflerinin noktası değiştirilmiş olan hadîstir.

HADÎS-t MUHARREF: Metninde veya senedin­de yazı şekli ve sureti bozulmamakla beraber, bir har­finin yahut birden çok harfinin harekesi değiştirilen ve bu sebeple başka bir kelimeye kalbedilmiş olan hadîstir.

HADÎS-İ MÜBHEM: Râvîsinin zikredilen adı ve­ya künyesi yahut lakabı veya sıfaö, san'ati, nesebi sikalar arasında mechûl bulunan hadîstir.

Bu şekildeki bir hadîs, râvîsinin mâruf ismi zikre-dilmedikçe kabul olunmaz.

HADÎS-İ MEVZU: Peygamber (S.A.V.) Efendi­miz namına hilâf-ı hakikat olarak vaz' edilmiş (ya­lan olarak uydurulmuş) hadistir.

Diğer bir tarife göre MEVZU' HADÎS: Bir şahıs ta­rafından herhangi bir maksatla tertip edilerek (= uy­durularak) Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafın­dan beyan buyrulmuş gibi gösterilen hadîstir. Mevzu' Radîs'e HADÎS-İ MUHTELÂK da denir. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz adına bu şekilde ha­dis uydurmak, büyük bir günâhtır.

HADİS-İ ZÂİF: Sahîh hadîsteki şartlan hâiz ol­mayan (meselâ: Râvileri arasında kizb ile veya ada­letsizlikle yahut kesret-i galat ile veya bid'at ve cehaletle tanınan bir kimse bulunan yahut şüzûz'dan, nekâretten salım bulunmayan hadîstir. Muallâk, mür-sel, mu'dal, munkaü', müdelles, muallel, şaz, mün-ker ve metruk olan hadîsler, zâif hadîs kabilindendir.

HADİS-İ MUALLAK: Bir muhaddisin, baş taraf­taki râvilerden bir ikisini (yani, kendi şeyhini ve şey­hinin şeyhini) terk ederek, onlardan sonraki râvîden işitmiş gibi rivayet ettiği bir hadîstir.

Meselâ: Bir hadîsci.bir hadîsi İmâm Mâlik'ten, o da Nâfî'den işitmiş olduğu hâlde, o hadîsi "Nâfî dedi ki:'' diye rivayet ederse, böyle rivayet edilen hadîs, bir hadîs-İ muallak olur.

HADÎS-İ MU'DÂL: Râvîlerden, -sahabe-i kira­ma varıncaya kadar— iki veya daha çok vâsıta zik-redilmeyip, iskât edilmiş olan hadîstir. Usulcülere göre, bu hadîs de, mürsel'dir.

HADÎS-İ MÜDELLES: Râvilerinden birinin is­mi, hadîs İmamlarının hazıklarından başkası muttali ol­mayacak bir şeküde,an'aneden iskât edilerek, o vâsıta mevcûd değilmiş gibi rivayet edilen hadîs demektir. Bu şekilde rivayette bulunmaya TEDLÎS denir. Bu rivayet şekli mekruhtur, mezmûndur.

MÎÎDELLİS: Tedlîs yolu ile hadîs rivayet eden şa­hıs demektir.

HADÎS-İ  MUALLEL: Hakkında  kadhı icsk^stcek— ayıplardan salim görülmekle beraber, hakikatta sıhhate dokunabilecek gizli bir illet, bir kadih sebebi bulunan hadîstir.

Muallel bir hadîsin illetini bulan hadisciye MUALLİL denir.

HADÎS-İ ŞÂZ: Makbul olan bir râvînin, kendi­sinden daha makbul bir râvînin rivayetine muhalif bir şekilde rivayet ettiği hadîstir.

Bu durumda, daha makbul olan râvînin rivayet et­miş olduğu hadîse MAHFUZ denir.

HADÎS-İ METRUK: Hiç bir sika râvînin rivaye­tine muhalif olmamakla beraber kizb ile, fisk ile, gaf­let ile veya kearet-i galat ile itham edilen bir râvîden naklolunan hadîstir.

HADÎS-İ MÜNKER: Zâif bir râvînin rivayetine muhalif olarak, ondan daha zâif bir râvînin rivayet ettiği hadîstir.

Zâif bir râvînin münferiden rivayet ettiği hadise de MÜNKER denir.

Sika bir râvînin bu şekildeki rivayetine ise MA'RÛF HADÎS denir.

HABERİ AHAD: Bir zâtın veya iki üç gibi mah­dut zâtların, yine bir zâttan veya İki-üç gibi mahdut zâtlardan naklettiği haberdir.

Bu  şekilde  ahad  tarikiyle  Resûl-i  Ekrem (S.A.V.)'den rivayet edilen bir habere de HADÎS-İ AHAD denir.

Peygamber (S.A.V.) Efendimizden, bir zâtın rt-vâyet ettiği bir hadîs-i şerifi, o zâttan bir cemâatin nakletmesi de HABER-İ AHAD kabilindendir.

Kendisinde tevatür şartlarını tamamen bulundur­mayan bir habere de HABER-İ AHAD denilmiştir. Bu itibarla, haber-İ meşhur da aslında HABER-İ AHAD kabilindendir.

Haber-i ahad'in râvîleri pek mahdut olduğundan, onun muhberün anh'e (= kendisinden haber verilen sahsa) ittisalinde (= ulaşmasısda) hem şekil bakımın­dan, hem de manen şüphe bulunur.

HABER-İ MEŞHUR: Başlangıçta ikiden fazla, fa­kat mahdut zâtlar tarafından rivayet edilmişken, bi-lâhere ikinci ve üçüncü asırlarda şöhret bulup, yalanda ittifakları düşünülemiyen bir cemaat tarafından nak­lolunan haberdir.

Buna, HABER-İ MÜSTEFİZ de denir. Bu şekilde nakledilegelen bir hadîs-i şerife HADIS-İ MEŞHUR denir. Bunda, Peygamber (S.A.V.) 1 Efendimiz'e ittisalinde ilk râvilerm mahdut olmasın­dan dolayı sûreten bir şüphe var ise de, daha sonra şöhret bulup, ümmet tarafından alınmasından dola­yı da manen bir şüphe yoktur.

HABER-İ MÜTEVÂT: Yalan söylemek üze­re ittifak etmelerini, âdete göre, akim caiz görmedi­ği bir cemâatin verdiği haberdir. Böyle, mütevâor bir şekilde rivayet edilen bir hadîs-i şerifin Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimize ulaşma­sında (yani: O'nun mübarek sözü olduğunda) sûre­ten de, manen de bir şüphe bulunmaz. Haber-i mütevâtirle gelen hadîs-i şerife HADIS-I MÜTEVÂTIR unvanı verilir. Meselâ Kur'an-ı Kerim'in bir İlâhî Kelâm olmak üze­re Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz tarafindan, üm­metine tebliği edildiği, bu şekilde mütevâtir surette nakledile gelmiştir.

Keza, zekâtın miktarını beyân eden "Mallarınızın kırkta birini zekât olarak veriniz." hadîs-i şerifi de, mütevâtiren nakledilmiştir.

HADÎS-İ SAHÎH: Âdil ve zabt yönünden tam olan zâtlar tanfndaa $âz ve muallel olmayan muttasıl bir senet ile naklolunan hadîs demektir.

Sahih hadis, İki kısma ayrılır:

1-) SAHÎH Lİ-AYNİHÎ: Râvîlerin adi ve zabtında hiç bir kusur bulunmayan sahih hadîstir.

2-) SAHÎH Lİ-GAYRİHÎ: Râvîlerin adaletinde ve zabtında bir nevi kusur görülmekle beraber, başka yollarla da rivayet edilmiş veya başka bir sahîh ha-, dîsle teyid edilmiş bulunan hadîslere li-gayrihî sa-Mb hadîs denir.

HADÎS4ÜASEN: Hadîs-i sahîh üe hadîs-i garîb arasında bir mertebede bulunan hadîs-i şeriftir. Bu hadîs nev'inde, râviler arasında kizb (= yalancılık) ile itham edilen kimse bulunmaz ve benzeri, diğer yollardan da rivayet edilmiş olduğu için, bu hadîs şaz

(= kaide dışı, kaideye uymayan) bir hadîs sayılmaz. Bazı hadîstiler, bir kısım hadîsleri, başka başka nok­talardan bakarak, hadîs-i hasen-i sahîh diye adlan­dırırlar.

Hasen Hadisler de iki kısma ayrılır:

1-) Lİ-ZÂTİHÎ HASEN HADÎS: Râvîsinin, sâdece zabünda bir nevî kusur görülüp, kendisinde başka bir kusur bulunmayan hadîstir.

2-) Lİ-GAYRİHÎ HASEN HADÎS: Râvînin adale­tinde, zabtında ve senedinin ittisalinde bir nevî nok­san bulunan veya aslında zâif hadîs iken, zaafı rivayet tariklerinin çokluğu ile müncebir olan hadîsler, li-gayrihî hasen hadîs sayılır.

HADÎS-İ GARÎB: Zuhri ve Katâde gibi, rivayet ettikleri hadîs-i şerifler bir çok zât tarafından topla­nan meşhur imamlardan birinden, sadece bir kişinin rivayet ettiği hadîs'e garîb hadîs denir.

HADÎS-İ AZİZ: Zuhri ve Katâde gibi meşhur bir hadis imamından iki veya üç kişinin rivayet etmiş bu­lunduğu hadîs-i şeriflere ise azîz hadîs denilir.

HADEME-İ  EVKAF:  VAKIF  Maddesine bakınız.

M'HAFÎ: — Sîgasından dolayı değil— bir arızadan do­layı mânâsı kapalı kalan lafızdır. Meselâ: Sarık (= hırsız) lafzı, tarrâr (= yan kesi­ci) ile nebbâş (= mezar ve kefen soyucu'ya) göre hafidir.

Yan kesici de, kefen soyucu da hırsızdır. Fakat, bun­lar başka birer isimle anıldıkları için, hırsız tâbiri­nin bunlar için kullanılması hafî bulunmuştur.

HAFÎD: AHFAD Maddesine bakınız.

HÂİLE: Gebe olmayan kadın.

HÂİT: Bir yeri çevreleyen duvar, çit; tahta per­de. Hâit'in çoğulu HÎTÂN'dır.

HAK

HAK: Muhtelif mânâlar ifâde eden bir tâbirdir. Hak lafzı, pek çok ayrı mânâlarda kullandır. Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: Hak: Aslında, mutabakat ve muvafakat demek olup, bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak îcât eden zâta da, hikmetin muktezasına göre yaratılmış olan şeye de bu tâbir ıtlak olunur.

Bu yönden, Allahu Teâlâ'ya Hak denildiği gibi; Al-lahu Teâlâ'nın her fiiline de Hak denir. Hak: Kur'ân-ı Kerîm; İlâhî vahiy; hikmet; nusret sa­adet; te'yit, büyük bir iş mânâlarına da gelir.

Allahu Teâlâ'mn varlığı sabit ve Rubûbiyyeti müte-hakkık olduğu için, O'nun yüce isimlerinden biri de Hak'tır.

Hak hikmete uygun olarak meydana gelen hüküm mânâsına da gelir. Meselâ: "Bu karar haktır." de­nilmesi gibi...

Hal ve fasl edilmiş, hükmü verilmiş olan herhangi bir işe de hak denir.

Emr-i Hak: Kazaya iktiran etmiş (bağlanmış) hâdi­se demektir.

Hak, adalet mânâsına da gelir. Bunun İçindir ki ada­letli kimselere eh!-i hak denilir. Bu mânâda hakka­niyet tabiri de kullanılmaktadır. Hak, vacip ve lâzım olmak mânâsına da gelir. Me­selâ: "Şöyle yapılması bir hakür." denildiği zaman, bu ".... vecîbedir." mânasına gelir. Hak, bir şeyi sabit, vacip kılmak mânâsına da gelir. "Filân şahıs, dâvasını hak etti." denilmesi gibi... Hak, Mal ve mülk anlamına da kullanılır. Meselâ: "Şu şey, filân kimsenin hakkıdır." denilmesi gibi... Hak, bir kimseye faydalı olan ve ondan bir zaran kaldıran şey mânâsına da gelir.

Hak, bir akarın merafikına, meselâ: Bir eve tâbi olan şeylerden olup, ondan aynlımıyacak olan şeyler mâ­nâsına da gelir. Mesela: Yol hakkı, mesîl (= su yo­lu) hakkı gibi...

Hak, Bir kimseye mahsus olan mânevi bir kudrettir ki, o kimse, bu kudretle tasarruf selâhiyetini veya mâ-likiyet vasfını elde etmiş olur. piger bir tâbirle hak, şeriatın kabul ettiği bir İkti­dardır ki, insanlar bu kudretle bazı şeyleri yapmaya ve istemeye selâhiyet sahibi olurlar.

HUKUK: Hak kelimesinin çoğuludur. Haklardan bahseden ilme de HUKUK İLMİ denir. Hasılı hak, sabit olma, uygun düşme, bir şeyin var­lığının kat'i olarak ortada olması demektir. Ezhan ile âyân; enfiis ile âfak ve ilim ile malum arasında uy­gunluk ve mutabakat tarzında da ifade edilebilen hak, sözlere, inançlara, dinlere ve mezheplere vasıf ola­rak kullanıldığında sıdk ve sevap anlamını irade eder. Ancak, ezhânın ayana, diğer bir tâbir ile hükmün va­kıaya, itikadın hârice uygun düşmesine sıdk denil­diği hâlde; âyânın ezhâna, vâki olan şeyin hükme, hâricin itikada uygun düşmesine hak denilmektedir. Sıdk tabiri özellikle akvâl de,(sözlerde) kullanılmak-,( tadır. Meselâ: "Hak itikat.." ve "sadık (= doğru) söz...." gibi... * Hak kökünden alınmış bir takım tâbirler daha vardır. Bunların başlıcalan da şunlardır.

TAHKİK: Bir şeyin hakikatine muttali olmak ve o şeyi yakînen idrak etmek demektir. "Şu mes'eleyi tahkik ettim." denilmesi gibi.... Tahkikat: Tahkîk kelimesinin çoğuludur.

TAHAKKUK: Bir şeyin sahih olduğunun ortaya çık­ması ve mâhiyetinin olduğu gibi anlaşılması demek­tir, "Şu haber tahakkuk etti." denilmesi gibi...

MUHİK: Metîn, râsin, sabit ve doğru olan şey de­mektir. "Muhiksöz..."; "Muhikda'vâ..." gibi...

HAKİKAT: Bir şeyin aslı, esâsı, mâhiyeti demektir. Kat'iyyen ve manen sabit olan ve mahallinde müs-takır bulunan şey içinde hakikat tabiri kullanılır. Ha­kikat gerçek ve doğru demektir. Istılahta hakikat: Esasen, vaz edilmiş bulunduğu mâ­nâda kullanılan ve başka bir mânâya nakledilmemiş olan söz demektir. Buna göre hakikat mecaz kelime­sinin mukabilidir.

Yani bir kelime neyi anlatmak için konulmuşşa, bu kelimenin o mânâda kullanılmasına hakikat denir ki, el kelimesinin, bilinen uzuv mânâsında kullanılması bir hakikat, değişik bir anlamda kullanılması ise me­cazdır.

Meselâ: SaJât lâfzı, lügat bakımından dua anlamın­da hakikat; namaz anlamında kullanılması ise mecaz­dır. Bunun aksine olarak vaz'-ı şer1! bakımından İse salât lâfzı, namaz mânâsında hakikat, duâ mânâsın­da ise mecazdır.

İHKÂK-I HAK: Bir şeyin hak olduğunu delillerle isbat etmek veya bir şeyin hak olduğuna hükmetmek demektir.

İhkâk-i hak, yani bir hakkı usulü dâiresinde yerine getirmek veya bir şeyin hak olduğunu isbat ve izhar etmek ya alâmet ve delillerin ortaya konmasıyla ya­hut da şer'î hükümlerin İkmâl edilmesi suretiyle te­cellî eder.

İSTİHKAK: Bir hakkın istenmesi ve bir şeyin, bir şahsa ait, bir hak olduğunun ortaya çıkması mânâsı­na gelen bir lâfızdır, istihkak iki kısımdır:

a-) İstihkâk-ı Mobtil: Bu, birinin mülkiyetini bütü­nü ile ortadan kaldıran istihkaktır. Bir kölenin hür­riyetine kavuşması gibi... Bu durumda, o şahsın üzerinde bulunan başkalarının mâlildyet hakkı mubtil (= ibtâl edilmiş = ortadan kalkmış) olur.

b-) İstihkâk-ı Nâkil: Bir mülkü, bir şahıstan, diğer bir şahsa nakleden istihkaktır. Ahş-saüş işlemi sonucunda, satın alan şahsın, satın aldığı şeye hak sahibi olması gibi...

HAKEM: Tahkim Maddesine balanız.

HÂKİM: Kadı Maddesine bakınız.

HAKK: Bu kelimenin pek çok anlamı vardır. Bunlann bir kısmı ise şunlardır:

1-) Allah

2-) Doğruluk ve İnsaf

3-) Bir insana ait olan şey

4-) Da'vâ ve iddiada hakikate uygunluk, doğruluk

5-) Birine geçmiş, harcanmış emek.

6-) Pay, hisse

7-) Doğru, gerçek

8-) Lâyık, münasip, uygun

HAKK-IÂMHÛYTET: Amirlik hakkı

HAKKI KADAR: KİRDAR Maddesine bakınız.

HAKK-I MECRA; Bir yerden su akıtmak; su bo­rusu geçirme yetkisi. Bu hakka, HAKK-I MESÎL de denir.

HAKK-I MESÎL: Bir evin veya başka bir yerin, hârice (yani, bir başkasının mülküne) suyunun ve se­limin akması ve damlalık hakkı demektir.

Bu hak da, mücerred haklardandır.

MESÎL: Suyun aktığı, geçip gittiği yer demektir.

TESBÎL de: Su akıtmak mânâsında kullanılır.

HAKK-I MÜHÜR: Bir yoldan veya bir yerden gelip-gitme, geçme hakkı, yetkisi, selâhiyeti.

HAKK-IMÜRÎR: Bir kimsenin, bir başkasının mülkünden —sadece— geçme hakkıdır.

Bu, mücerred haklardandır; ıskat ile sakıt olur.

HAKK-IŞEFE: Muhrez olmayan (= el altına alın­mış bulunmayan) sulardan, herkesin sahip bulundu­ğu su içebilme hakkı demektir.

HAKK-IŞEFE: Su içme hakkı. Yani insanların ve hayvanların bir sudan, alıp içmeye hak sahibi ol­maları demektir.

ŞEFE: Lügatte: dudak demektir. Burada şefeden maksat, harareti gidermek, yemek pişirmek ve temiz­lik yapmak için gereken su demektir.

HAKK-I ŞİRB: Bir akarsu'dan veya durgun bir sudan muayyen ve malûm olan hisse demektir ki, tar­la, bağ, bahçe ve hayvan sulamak için su ile intifa etme (sudan faydalanma) nöbeti anlamına gelir.

HAKKI-I TERCEME: Tercüme etme hakkı.

HALİL: Koca, zevç. Bir kadına zevciyet suretiy­le helâlolan erkek demektir.

HALILE: Bir erkeğe kan-koca bağı ile helâl olan kadın; kan; zevce demektir. Çoğulu HALÂİL'dir.

HALTT: Su hissesi ve yol hissesi gibi bir mülke ortak bulunan kimsedir.

Meselâ: Bir kanalda su hissesi bulunan iki kimse, bir­birlerinin haliti olurlar.

Şüf a Maddesine de bakınız.

HALTTAN: Karışık olarak bir miktar pişirilmiş hur­ma İle kuru üzüm demektir.

HALK Ve TAKSİR

HALK: Saçların dipten tıraş edilmesi demektir.

TAKSİR İse: Saçların kısatılması anlamına gelir.

Hac ve umre ibâdetleri yapılırken, ihramdan çıkmak için, başın tıraş edilmesi (halk) veya sacların kısatıl­ması (taksir) vaciptir.

Hac esnasında halk veya taksirin bayram günlerinde ve Harem Bölgesinde; Umre'de ise tavaf ve sa'y'den sonra yapılması gerekir.

HALVET

HALVET: Zevç İle zevcenin (= kan ile kocanın), —izinleri olmadıkça, üçüncü bir şahsın muttali ola-mıyacağından emin bulundukları— bir yerde, yalnız­ca bulunmalan demektir. Halvet iki kısma ayrılır:

1-) HALVET-İ SAHÎHA: Kan ile kocanın, hiç bi­rinde, tekarrübe mâni bir sebep bulunmadan, birbir­leri ile içtima etmeleridir. (= Bir araya gelmeleridir)

2-) HALVET-İ FASİDE: Zevç ile zevcenin, birin­de, tekarrübe mâni bir sebep bulunduğu hâlde, di­ğeri ile içtimâ etmelerinden ibarettir.

TEKARRÜBE MİNİ HALLER

Kan - kocanın birbirlerine tekarrüblerine mâni olan hâller şunlardır:

a-) MEVÂNÎ-İ HİSSİYYE, MEVÂNÎ-İ HAKÎ-KİYYE: (Hissi Manialar, hakîkî manialar): Meselâ: Kocanın, halvet esnasında hasta bulunması bir hissi veya hakîkî maniadır.

b-) MEVÂNÎ-İ TABÜYYE: Halvet esnasında, üçüncü (âkil) bir şahsın bulunma­sı da tabii bir maniadır.

c-) MEVÂNÎ-İ ŞER'İYYE Kan ile kocadan birinin, ramazan-i şerifte oruçlu bu­lunması veya karının hayız veya nifâs hâlinde olma­sı ise, şer'î manialardan sayılmıştır.

HÂMİLE: Gebe olan kadın,

HAMIS: Büyük ordu demektir.

Vaktiyle, ordular: Mukaddime, kalb, meymene, mey-sere ve saka nâmı ile beş kısımdan meydana gelirdi. Bunun içindir ki, bu beş kısmı da ihtiva eden büyük orduya hamiş denilmiştir.

HAMULE: Yük çeken deve, at ve diğer hayvan­lara hamule denir. Üzerinde yük bulunsun veya bu­lunmasın, yük hayvanına bu isim verilir. İnsanların ezâ ve cefasına tahammül eden kimseye de hamûl denir.

HAMR: Kendi kendine (yani: Pişirilmeden) kay­nayıp kabaran ve iştidad eden (= yani: Kuvvetlenip sarhoşluk verici hâle gelen) yaş üzüm suyu (= ŞA­RAP) demektir. Köpüğünü atıp atmamış olması ara­sında da bir fark yoktur.

Bu tarif İmâmeyn'e ve diğer bazı müctehidlere göredir.

Imâm-ı A'zam'a göre böyle bir üzüm suyu, köpü­ğünü atmadıkça, —had hususunda— hamr (= şarap) sayılmaz.

HARÂC

HARAÇ: Lügatte: Kira, gaile anlamına gelir.

Istılahta HARÂC: Harâc arazisinden ve ihya edil­miş olan bir kısım araziyi mevâttan, belirli alan öl­çülerine göre, beytü'1-mâl nâmına alınan bir vergidir. Harâc iki lasma ayrılır:

1-) HARÂC-IMUKASEME: Arazinin hâsılatından, yerin tahammülüne göre alınacak olan bir vergidir. Harâc-ı mukâseme, hâsılata tealluk eder. Bir sene içinde, hâsılat tekerrür ederse (yani: Bu cins bir ara­zîden bir sene içinde, bir kaç kere mahsûl alınırsa), bu harâc da tekerrür eder. Ve mahsulât mevcûd ol­mayınca, bu vergi de alınmaz.

2-) HARÂC-Iİ MUVAZZAF: Arazi üzerine, dönüm başına, yıllık ve maktu' olarak, muayyen bir mik­tarda alınacak bir vergidir.

HARÂC-I VAZİFE de, HARACI MUVAZZAF anlamındadır.

Bu vergi zimmete tealluk eder ve arazîden sadece fi­ilen faydalanılmakla değil, intifâa temekkün ile de tahakkuk eder. Bunun içindir ki, böyle bir arazîyi, sahibi kasden muattal bıraksa bile, yine haracını ver­mekle muvazzaf (= vazifeli yükümlü) olur.

HARACÜ'R-RUÛS: Cizye Maddesine bakınız.

HARAM: Yapılmasının, Şârii Mübîn tarafından nehiy ve men edildiği kat'î delîl ile sabit olan, her­hangi bir şeydir. Haram iki kısma ayrılır:

1-) HARAM Lİ-AYNİHÎ: Bizzat kendisi hürmete, menşe' olan haram demektir. Sarhoşluk verici şey­ler gibi...

2-) HARAM Lİ-GAYRİHÎ: Bizzat kendisi hürme­te menşe' olmayıp, başka bir sebepten dolayı haram olan şey demektir. Bir başkasının malını, izni olma­dan yemek gibi...

Muharremât: Haram olan şeyler demektir. Haramın Hükmü: Haramın terkedilmesin jen dolayı sevap; yapılmasıdan dolayı ise azap vardır. Haram olduğu ittifakla ve kat'îa surette sabit olan bir şeyi helâl saymak ise, kişiyi imândan uzaklaştırır.

HARB (= MUHAREBE): Düşman üe savaşmak; mukâtele etmek demektir.

HURÛB, harb'in, MUHÂREBÂT da muhârebe'-nin çoğuludur.

HARB kelimesi savaşçı, bahâdır anlamında da kul­lanılır.

MİHREB ve MİHRÂB kelimeleri de şiddetli sa­vaşan, cengâver kişi anlamına gelir.

MUHAREBE = HİRÂB = TEHÂRÜB = İHTİ-RÂB kelimeleri de, birbiri ile cenk etmek, kıtal et­mek, savaşmak anlamına gelir.

HARBÎ: Müslümanlarla aralarında muvâdea (= banş) ve musâleha (= sulh) bulunmayan gayr-i müs-limlere ait ülke halkından her birine harbî denir. Mü-ennesi harbiyye' dir.

HAREM BÖLGESİ: Mekke ve etrafında, bitki­lerinin koparılması ve hayvanlarının avlanılması ya­saklanılmış bulunan ve sınırları belirlenmiş olan bölgeye HAREM denir.

HH,L ise: Harem Bölgesinin dışmda kalan yerler demektir.

HAREM BÖLGESİNİN SINIRI: Harem Bölge-si'nin sının, Cebrail (A.S.)'in göstermesiyle, Hz. İb­rahim (A.S) tarafından belirlenmiş ve bu sınırlan gösteren işaretler, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yeniden belirlenmiştir.

Harem Bölgesi'nin Mekke'ye en uzak sınırı, Cidde istikâmetinde HUDEYBİYE; en yalan sının ise, Me-dîne istikametindeki TEN'ÎM'dir. Harem Bölgesi'nde ikâmet edenler, Umre için ihra­ma girmek üzere, genellikle TEN’ÎM'e gittikleri için, buraya UMRE de denilmektedir.

HÂRİÇ: Bir malı elinde bulundurmayan vetoda mâliki olarak tasarrufla bulunmayan ancak, ojey hak­kında "Benimdir." diven kimse demektir.

Meselâ: Bir başkasının elinde bulunan bir mâlı, o ma­la vaz'-i yed etmediği (= onu elinde bulundurmadı­ğı) hâlde "Benimdir." diye da'vâ eden kimseye HARİÇ denir.

Bir malda eşit şekilde tasarrufta bulunan iki kimse­den her biri zi'l-yed sayılır. Ancak iki kimse bir malda eşit derecede tasarrufta bulunmaz, yani birinin tasarrufu daha fazal, daha kuv­vetli, daha zahir olursa; bu şahıs zi'l-yed sayılır; di­ğeri ise hark telakki edilir.

HARIM: Bir yerin çevresinde bulunan ve ona tâ­bi olan yer; saha demektir ve o şeyin hukku ve me-râfıkı cümlesinden sayılır.

Böyle bir yerde sahibinden başkasının herhangi bir tasarrufta bulunması haram ve yasak olduğu için, bu gibi yerlere HARIM denilir.

HÂRISA: Kan akmaksızın, sadece derinin yırtıl­ması ile meydana gelen, başa ve yüze mahsus bir yara çeşididir.

HARK: VAKIF (Mukâtaa) Maddesine bakınız.

HAŞEM: İYÂL Maddesine bakınız.

HÂŞIME: Başda veya yüzde bulunup, kemiğinde kırılmış olduğu bir yara çeşididir.

HATÂ HÜKMÜNDE CERH: Gayr-i ihtiyarî bir fiil ile meydana gelen yaralama demektir.

Buna HATÂ MECRASINA CÂRİ CERH de denir. Bir kimsenin ihtiyan olmaksızın, arkasındaki yükün düşüp, bir şahsı yaralaması gibi....

HATÂEN CERH: Bir insanı, -kasde makrun olmaksızın— yanlışlıkla yaralamak demektir.

Bir kimsenin, av zannı ile atılan bir kurşunla yara­lanması gibi....

HATÂEN KATL: Bir insanı, -kasde mükarin olmadan— yanlışlıkla öldürmek demektir.

HATÂ MECRASINA CÂRİ KATL: Gayri ih­tiyarî bir fiil ile vukua gelen kati (= öldürme) dir. Bir hamalın sırtındaki veya elindeki bir yükün kaza­en düşerek bir insanı telef etmesi gibi...

HATİM ve HICR-I KA'BE: KA'BE / KA'BE-NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.

HATIRA: KA'BE / KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.

HAVA7c-/ASL/FE:Aslîihtiyaçlardemektirki, bunlar: Ev, ev eşyası, yazlık-kışlık elbise, İüzumlu

silâh, âlet, kitap, binek hayvanı, hizmetçi, bir aylık (veya sahih görülen kavle göre bir yıllık) yiyecek ve içecekten ibarettir.

Elde, borç karşılığı olarak bulunan nakitler de havâic-i asliye hükmündedir.

HAVALE

HAVALE: Lügatte: —Mutlak olarak— nakil ve te'vil anlamına gelir ve ayn İçin de, deyn için de kul­lanılır.

Istılahta HAVALE: Bir deyini (= borcu), bir zim­metten, diğer bir zimmete yani bir zattan, diğer bir zata nakletmektir ve böylece o deyn, bu ikinci zim­mete tahvil edilmiş, bu zimmet sahibinden mütâle-besİ (= istenilmesi) lâzım gelmiş olur.

MUHİL: Havale eden yani: Borcunu, başkasının zimmetine nakil ve tahvil eden borçlu kimse demektir.

MUHALÜN LEH: Dâin (= alacaklı) olup, mu-büde bulunan alacağının, bir başka şahsa havale edil­mesini kabul eden kimse demektir.

Mnhâlün Leh'e MUHTÂT de denilir.

MÜHÂLÜN ALEYH: Kendi üzerine yapılan ha­valeyi kabul edip, muhîlin borcunu ödemeyi iltizam eden şahıstır.

Muhalim Ateyh'e MÜHTELÜN ALEYH de denir.

MÜHÂLÜN BİH: Havale olunan mal demektir ki, bu da muhıl'in (= havale eden şahsın) zimmetinde­ki borçtan ibarettir.

HAVÂLE-İ MUTLAKA: Muhflin mûhâlün aleyh­te (= kendi üzerine havaleyi kabul eden şahısta) bu­lunan bir malından verilmesi şeklindeki bir kayıtla kayıtlı bulunmayan bir havaledir. Muhîlin, muhâlün aleyhte alacağını bulunup bulunmaması halleri de mü­savidir.

HAVÂLE-İ MUKAYYEDE: Muhîlin (= havale eden şahsın), mahâlûn aleyhin (= havaleyi kendi üzerine kabul eden şahsın) zimmetindeki veya elin­deki, mazmun veya gayr-i mazmun maundan veril­mek üzere yapılan havale demektir.

Meselâ: Bir şahsın zimmetindeki on bin lira borçtan veya elindeki emânet yahut gasbedilmiş bir mâl'dan verilmek kaydıyle yapılan havale gibi...

HAVÂLE-İ LÂZİME: Mühîl ile nıühâliin leh (= alacaklı ve muhalin aleyh (= havaleyi kabul edip, borcu ödemeyi üzerine alan şahıs) tarafından kabul edilip, şartlarını cami olan havaledir.

HAVÂLE-İ CÂİBE: Sıhhat şartlarını cami' olan bir havale olup, mûhâliin aleyhin, satılacak olan bir malının semeninden (= bedelinden) verilmek üzere mukayyed bulunan bir havale çeşididir ve bu caiz olabilir.

HAVÂLE-İ FASİDE: Sıhhat- şartlarını cami' ol­mayan havaledir.

Meselâ: Muhîlin (= havale eden şahsın) satılacak bir» malının bedelinden verilmek şartı ile mukayyed olan bir havale işlemi gibi... Muhalin aleyh (= havaleyi kabul eden şahıs) bu şartı yerine getirmeye mukte­dir olamıyacağından, bu havale fâsiddir. Çünkü, mu-hâlün aleyh, onun izni olmadıkça muhîlin mülkünde bir tasarrufta bulunamaz.

HAVÂLE-İ MÜBHEME: Mühâlün bîh'in (= ha­vale olunan borcun) tacil veya tecilli olduğu açıklan-miyan havaledir.

HAVÂLE-İ GAYR-İ MÜBHEME: Havale olu­nan borcun tacili veya tecili (peşin veya vadeli oldu­ğu) beyan olunan havaledir.

TEVÂ: Lügatte: Telef ve helak olmak anlamına gelir.

Isülâhta TEVA: Havale edilen borcun, bu borcu öde­meyi kabul eden şahıstan, tamamen alınmasının pek zor olması hâli demektir. Imâm-ı A'zam'a göre tevâ iki sebeple olur:

a-) Muhâlün aleyhin, bu havaleyi yemin ederek in­kar etmesi ve bu havaleyi, muhil ile mühâlün leh'in isbat edememeleri hâli.

b-) Mühâlün aleyhin iflas eüniş olarak vefat edip, mu­hâlün bihe (= havale olunan mala, borcu) kefilin bu­lunmaması hâli Imâmeyn'e göre, tevâ'nın bir sebebi daha vardır. Bu da: Mühâlün aleyhin iflasına hüküm verilmiş olma­sıdır. Bu şekilde teva meydana çıkınca, borç, yine muhîlin zimmetine avdet eder.

HAVÂŞI: Usul ve furû bakımından olmayan ak­raba demektir. Kardeşler, amcalar, dayılar ve diğer akrabalar gibi.. Babalar, dedeler, anneler ve nineler ise usûlden; oğullar, kızlar ve torunlar da füru'den ibarettir.

HAVF: Korka; korkutmak.

HAVF-i BÂRI: Allah korkusu.

UAVL-İ HAVELÂN: Kamerî bir yılın (yaklaşık olarak üç yüz elli beş günün) geçmesi demektir. Meselâ: Ticâret mallarından zekât vermenin lüzumu için, havl-İ havelân yani kameri bir yılın geçmesi lâ­zımdır.

HAYAT

HAYAT: Yaşamak, sağ ve hayatta olmak demektir. Mîrâs ıstılahında iki türlü hayat vardır.

1-) HAKÎKÎ HAYAT: Mîrâs bırakan şahsın ölümü sırasında, mirasçının sağ olması demektir.

2-) TAKDİRİ HAYAT: Ana rahminde bulunan ço­cuğun hayatıdır.

Mîrâs bırakan şahsın ölümü sırasında ana rahminde bulunan bir çocuk, —sağ olarak doğmak şartiyle— o tarihte sağ olarak kabul edilir.

HAYVÂNAT-IEHLİYYE = EHLÎHAYVAN-

LAR: Koyun, sığır, deve, at gibi insanların nezdin-de beslenen ve medenî hayata hizmet eden, hayvanlardır. Ehlî hayvanlara HAYVÂNÂT-IÜN-SİYYE'de denilir.

HAYVÂNÂT-ISÂİME: Yılın, yansından fazla­sında meralarda otlayarak barınan ve kendilerinden süt, döl alınması veya kendilerinin semizlenip yağ­lanması matlup olan koyun, sığır ve deve gibi hay­vanlardır. Bunlara HAYVÂNÂT-I SÂİYYE' de denir.

HAYZ: Lügatte: Akmak, cerayan etmek demektir.

Fıkıh ıstılahında HAYZ: Kadınlardan —doğum se­bebiyle olmaksızın— sıhhatli hâllerinde ve muayyen vakitlerde rahim yoluyla akıp gelen cibillî (= yara­tılışta olan, tabiî) bir kandır.

Diğer bir tarife göre HAYZ: Evsafı bel1 o mr itan seDeoiyıe meyoana geıen ve Du Kar r^en müddetince devam edip, bir kısım dînî ve ailevî va­zifelerin ve tasarrufların yerine getirilmesini tehire ujŞr-îtan şer'î bir maniadır.

HÂZİN: Rebbü'l-Hazane Maddesine bakınız.

MUAZR

HAZR: (Lügatte) men etmek demektir.

Hazr kelimesi, mahzur anlamında da kullanılır. .Bu durumda hazr: Memnu' (= yasak) anlamına gelir.

HECİN: Babası arap atı, anası ise acem ah olan ferestir (= attır.)

Babası arap, anası câriye olan veya babası, anasın­dan hayırlı bulunan şahsa da HECİN denir.

HEDY: Harem Bölgesinde, hac'la ilgili olarak ke­silen kurbana hedy adı verilir.

HELÂL:

HELÂL: Yapılmasından ve istimal edilmesinden dola­yı itap lâzım gelmeyen ve şer'an caiz görülen her­hangi bir şey demektir.

Helâlin, her türlü şaibeden uzak, saf ve temiz kıs­mına tıyp, tayyip denir.

HERVELE: (Hac sırasında): Sa'ym her şavtında Safa ve Merve tepeleri arasındaki vadinin tabanına inildiğinde, yeşil sütunlar arasında, erkeklerin sür'-atli, çalımlı ve canlı yürümeleridir.

Kadınlar hervele yapmazlar.

HIRSIZLIK: Sirkat: Maddesine bakınız.

HBtZ: Bir malın, —âdet olduğu şekilde— muha­faza edilmesine mahsus yer demektir.

HIRZ Bİ-NEFSİHÎ: İçinde eşya saklanmak üze­re hazırlanmış olan ve içerisine izin alınmadan giril­mesi yasaklanmış bulunan yer demektir. Evler, dükkanlar ve çadırlar gibi... Sandıkları ve kasalar da bu hükümdedir.

EORZ Bİ-GAYRİHİ: Aslında eşya saklamak için hazırlanmayan ve içerisine izinsiz girmesi yasakla­nılmış bulunmayan, ancak, içerisine konulacak mal­ların yambaşında bekçisi bulunan herhangi bir yer demektir. Mescid, yol ve sahra gibi yerler bu çeşit huz'tartfcn ffphr.

HlTBE: Bir kızı veya bir kadım, evlenmek üzere istemek; bir kadının nikâhına talip olmak demektir.

HATTB: Bir kadının nikâhına talip olan erkek.

MAHTÛBE: Kendisi ile evlenilmek isteniler kız «eya kadın demektir.

HJYÂNET: Emniyeti kötüye kullanmak ve hile-kâlıkta bulunmak demektir.

HAİN: Hilebaz ve itimadı kötüye kullanan şahıs demektir.

Emânet bir mâldan haksız yere, bir miktar almak veya böyle bir malı saklayıp inkâr etmek de bir HTYÂ-NET'tir.

HIYAR: Muhayyer olmak demektir. Bu da, bir ak­di tenfiz (= geçerli kılmak) ile fesh (= bozmak) ara­sında muhtar (= serbest) olmaktan İbarettir. Kendisinde muhayyerlik hakla bulunan bir kimse, yaptığı bir akdi, diğer tarafın rızâsına ihtiyaç kalma­dan bozabilir.

Hıyar kelimesi, aslında ihtiyar (= seçme, seçilme) kelimesinden ism-i masdardır ve iki işin hayırlısını talep etmek anlamına gelir. Muhayyerlik selâhiyetini taşıyan kimseye MUHAY­YER veya MEN LEHÜ'L-HTYAR denilir.

HIYÂR-I ŞART: Âkidlerden (= ahş-veriş akdi yapan taraflardan) birinin veya ayrı ayn her ikisinin, akdi, belirli bir müddet içinde feshetmek veya ica­zetle (= izin vererek) infaz etmek (= geçirli kılmak) hususunda, muhayyer olması demektir.

Hıyâr-ı şart, bey', icâre, kısmet (= taksim), kefalet ve havale gibi feshedilmesi kabil olan lâzım akidier-de sahihtir.

Hıyâr-ı Şart, nikâh talâk, ikrar, yemin ve nezir gibi feshedilmesi kabil olmayan akidlerde sahih değildir. Hıyâr-ı Şart, vekâlet, vasiyet, hibe, vedia ve ariyet gibi gayr-ı lâzım akidlerde de sahih değildir. Rehin işleminde de, hıyâr-i şart, mürtehin için sa­hih değildir. Çünkü rehin, mürtehin için lâzım de­ğildir; dilerse, bunu râhine iade edebilir.

HIYÂR-I VASIF: Ahş-veriş akdine konu olan şey­de, bulunması müşteri tarafından şart kılınan veya örfen şart kılınmış olan, istenilen ve güzel bir vasfın bulunmaması sebebiyle, âkidlerden biri için sabit olan mukayyerliktir. "Sağılır." diye satılan bir ineğin, süt­ten kesilmiş olması gibi...

HIYÂR-I NAKİD: Satilan bir şeyin bedelinin, be­lirli bir zamanda, satan şahsa verilmek veya satın ala­cak şahsa iade edilmek; semen satan şahsa verilmediği veya satın alacak şahsa iade edilmediği takdirde, bu sanş muamelesinin yapılmaması üzere yapılan pazar­lıktan dolayı meydana gelen muhayyerliktir.

HIYÂR-I TA'YİN: Kiyemiyâttan olan ve fiatlan ayn ayn beyan edilen iki veya üç şeyden, müşteri­nin dilediğim alması yahut satıcının dilediğim ver­mesi üzerine muhayyer olmaları demektir.

HIYÂR-I RÜ'YET: (= Görme Muhayyerliği): Bir şey hakkında, b şey görülmeden yapılan bir alış-veriş akdinden dolayı, âkidlerden (= akdi yapan taraflar­dan) biri için, —O şeyi gördüğü zaman— sabit olan muhayyerliktir.

Meselâ: Bir malı görmeden satın alan bir kimsenin, onu gördüğü zaman yâni, o şeyin satın alınmasında­ki asıl maksadı bildiren hâline ve mahalline vâkıf ol­duğu zaman muhayyer olmasıdır ki, o şeyi, böyle görünce, dilerse kabul eder, dilerse reddedir.

HIYAR-IAYB: Bir şeyde mevcut olan bir kusu­run, alış-veriş akdinden sonra ortaya çıkmasından do­layı, bu alış-veriş akdini yapan şahıslardan birisi için sabit olan muhayyerliktir.

Satılan bir malın, akidden sonra ortaya çıkan, fakat, akidden öncedenberi bulunan (kadim) bir kusurun­dan dolayı, müşteri hakkında sabit olan muhayyer­lik gibi...

HIYÂR-I TAĞYİR: Alış-veriş akdini yapan tarf-lardan birinin; diğeri tarafından aldatılarak gabn-i fa­hiş (= hile ve fazla fıat) ile satmasından veya satın almasından dolayı, bu satış işlemini feshetmek hu­susunda muhayyer olması demektir.

HIYÂR-I TEFRİK: Zevcenin (= karının) ayrıl­mak hususunda muhayyer olması, yani: Bazı sebep­lerden dolayı, kocası ile arasında bulunan nikâhı ortadan kaldırıp kaldırmamakta muhtar (= muhay­yer ve serbest) bulunması demektir.

HIYÂR-I BULÛĞ; Baliğ olarak, velayet altından kurtulan bir şahsın, hakkındaki nikâhı kabul veya fes-hettirebilmek selâhiyeti, muhayyerliği demektir. Buna, HIYÂR-I İDRÂK de denir.

HIYÂR-I TTK: Bir cariyenin, efendisi tarafından yapılmış olan nikâhını, azâd edilmesi sebebiyle ibkâ veya fesh edebilmeye yetkili olması hâlidir. Buna, HIYAR-I ATAKA da denir.

HIZÂNE = İHTİZAN: Lügatte: Kucağa almak; besleyip büyütmek üzere, yanında bulundurmak; bir kuşun, yumurtalarını kanatlarının altına alarak, ora­da sıkıp tutması gibi mânâları ifade eder. Istılahta HIZÂNE: Bir çocuğu, seiâhiyet sahibi olan bir şahsın, belirli müddeti içinde yanında tutması v. terbiye etmesi demektir.

Mecnun ve bunak gibi, çocuk hükmünde bulunan âciz kimseleri, seiâhiyet sahibi şahısların koruyup terbi­ye etmeleri; bunların yiyeceklerine, içeceklerine bak­maları  ve  temizliklerini,   istirahatlerini  temine

çalışmaları; kendilerini zararlı şeylerden korumaya gayret etmeleri de HIZANE demektir.

REBBÜ'L-HAZÂNE: Hizâne hakkına mâlik olan kimse demektir. Buna, HÂZİN, HÂZİNE, MEN LEHÛ'L-HAZANE de denir.

MAHZUN ve MAHZÛNE: Hizane'ye tabi olan ço­cuk demektir.

HİBE

HİBE: Lügâtde: Bir kimseye, istifâde edeceği bir şe­yi, lütuf ve ihsan olarak vermek; bağışlamak de­mektir.

Hibe edilen şey mal olabileceği gibi olmayabilir de. Bu mânâya göre, bir malın, bir şahsa meccâne ve­rilmesi bir hibe olacağı gibi, Allahu Teâİâ'nın bir ku­luna evlad ihsan buyurması da bir hibedir, bir atiyyedir.

Istılahta HİBE: Bir malı, bir kimseye ivazsız (= kar­şılıksız) olarak derhal temlik etmektir. Yani sıhhat ve inikadı için ivaz (= karşılık) verilmesi şart olma­yan bir temliktir. İvazın şaft koşulup, koşulmaması arasında da bir fark yoktur. HİBE, "ivazsız" kaydiyle satıştan, "derhal" kay-dİyle de vasiyetten ayrılmış olur. HİBE lafzı, MEVHUB mânâsına da kullanılır.

VAHİB: Bağışlayan; hibe eden; bir malı, bir şahsa, bağışlamak suretiyle temlik eden kimse demektir. MEVHÛBÜN LEH; Kendisine bir mal hibe edilmiş olan kimse

MEVHUB: Bir kimseye hibe edilen, bağışlanan şey. Bu anlamda HİBE kelimesi de kullanılır.

İTTİHAB; Hibeyi kabul etmek.

İSTÎHAB: Hibe talebinde bulunmak temektir.

HEDIYYE: Bir kimseye, ikram için hibe olarak ve­rilen veya gönderilen mal demektir. Hediyye'nin çoğulu HEDÂYÂ'dır.

HİDAD - İHDAD: Kocasından, vefat veya bain talâkla ayrılmış bulunan, mükellef ve müslüman bir kadının, iddeti içinde süslenmekten ve zinet takın­maktan kaçınması demektir.

HİKMET: Fayda, maslahat, sebep, garez, illet-i gâiye, gaye hedef, eşyanın hakikatlerini olduğu gibi bilmek ve gerektiği şekilde hareket etmek gibi mâ­nâlara gelir.

Hikmet'İn çoğulu hikem'dir. Bir mes'ele hakkındaki şer'î hüküm ile hedeflenen maddî-mânevî fayda; umûmun maslahatı ve toplumun menfaatleri bir hükmün, şer'î hikmetlerini mey­dana getirir. Bunlara, hikem-i teşriiyye denir.

MİHEVS; Günah anlamına gelir. Yapılan bir yemine riâyet etmeyip, onun hilâfına ha­reket etmek anlamında da kullanılır.

HÂNIS: Yeminine riâyet etmiyen ve aksini yapan şahıs demektir.

HİSSE-İ ŞAYİA: Müşâ Maddesine bakınız.

MHİYÂZE: Bir şeyi ahz ve ihraz etmek, (= almak ve elde tutmak), yani, sahipsiz veya herkes tarafın­dan alınması mübâh olan bir malı alıp, kendi mül­küne katmak demektir:

HJZÂNE = İHTİZÂN: Lügatte: Kucağa almak; besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak; ku­şun, yumurtalarını kanatlarının altına alarak onları koruması mânâsına gelir.

Istılahta HIZÂNE: Bir çocuğu; seiâhiyet sahibi olan bir kimsenin, muayyen müddeti içinde yanında tutması ve terbiye etmesi demektir.

Mecnûn (= deli) ve matuh (= bunak) gibi, çocuk hükmünde bulunan âciz kimseleri, seiâhiyet sahibi şahısların hıfe ve terbiye etmeleri, bunların yiyecek­lerine, içeceklerine bakmaları; temizlik ve istirahat­larını temin etmeye çalışmaları, kendilerini zararlı şeylerden korumaya gayret sarfetmeleri de  HİZÂNE'dir.

HVCCET: Bir davayı isbat eden şehâdetten, ye­minden veya yeminden nükûl etmekten {= vazgeç­mekten, kaçınmaktan, geri dönmekten ve caymaktan) ibarettir.

Başında hâkimin, sonunda da şahitlerin imzaları bu­lunan ve abş-Verişe, nafakaya, vasiyete, vekâlete, ik­rara, müdâyeneye, kefalette veya benzeri şeylerden birine dair yazılmış olan vesikaya da HÜCCET denilir. HÜCEC, hüccetin çoğuludur.

HUDÛDDA VELÂYET-İİSTİFÂ: Sirkat ve şürb-i hamr (= hırsızlık ve şarap içmek) gibi, had uygu­lanmasını gerektiren bir suç işleyen mükellef şahıs­lar hakkında, icâbeden bu şer'î hadleri tatbik etme yetkisi demektir ve bu seiâhiyet âmme nâmına hare­ket eden veliyyü'1-emr ile hâkimlere aittir.

HUDVD-İ ŞER'İYYE: Amme mesâlihi için (ya-'ni: Topluma ait fesâdlan def, menfaatleri celb için) îcâbeden ve miktarları şer'an belirlenmiş bulunan hadd-i sirkat, hadd-i sekr, hadd-i hamr, hadd-i kazf, hadd-i zina ve yol kesicilere uygulanan hadlerden iba­rettir.

Bunlara EDITHUDÛD-İ HÂLİSE denildiği gibi, HUKÛKULLAH da denir.

HULÛ = MÜHÂLEA: Nikâh mülkünü, zevce­nin (= karının) kabulüne bağlı olarak ve —mühalaaya has— özel lafızlarından biri ile İzâle etmek yani or­tadan kaldırmak demektir. MUHÂLEA, bir ivaz (= karşılık, bedel) mukabi­linde olup olmaması yönünden iki kısma ayrılır. Ancak, genellikle hulû (= mühâlea) denildiği za­man, —şer'an, bir örfi hakikat olarak— ivaz (= kar­şılık) mukabilindeki mühâlea anlaşılır.

HULÜV: Bir akann, evvelce elde edilmiş ve be­lirli bir bedel ile kiralanmış bulunmasına karşılık olan mücerred bir menfaatten ibarettir. Meselâ: Bir kimse için, —kiraya tutmuş olduğu mülk veya vakıf bir dükkandan dolayı— sabit olan, men­faat elde etme hakkına HULÜV denir. Ecr-İ mislinden (= benzerinin ücretinden) daha dü­şük bir bedel ile tutulan bir akann mutassanfına hiz­met nâmı ile verilen meblağa da HULÜV denilir. Bu meblağ da ücret olacağından, akar, vakıf ise, mü­tevellisinin, bu meblağı vakfa sarfetmesi gerekir. Bu mânâda hulüv, sahibine hiç bir hak bahşetmez. Bazen, gediklere de HULÜV adı verilir.

Hava parası veya peştemallık adiyle verilen ve as­lında bîr rüşvet mahiyetinde olan meblağlar da HU­LÜV demektir. Bunları ödeyen kimse, ödediği bu meblağlardan dolayı, —kiraladığı akar üzerinde— bir hak sahibi olamaz. Müddeti tamamlanınca, o akan tahliye etmesi gerekir.

HÜCCET: Delil demektir. Ve hüccet kelimesi, ister kafi olsun, ister kat'î olmasın mutlak delil an­lamında kullanılır.

HÜKÜM

HÜKÜM: Lügatte: Karar vermek ve bir şeyi di­ğer bir şeye, isbât veya nefı suretiyle isnâd etmek demektir.

Meselâ: "Bu kitap Ahmed'indir." denilince; kitap, Ahmed'e isbât yoluyla isnâd edilmiş olur. Aksine, ''Butatap Ahmed'İndeğildir." denilincede, kitap, Ahmed'e nefyen isnâd edilmiş bulunur. Bir şey üzerine terettüp eden esere de HÜKÜM denilir.

AHKAM: Hüküm kelimesinin çoğuludur.

AHKAM-I ASLÎYE: İtikad (= inanç) essalany-la ilgili şer'î hükümler demektir.

AHKÂM-I FER'İYYE: İbâdetlere ve muamelâta ait şer'î hükümler demektir.

HÂKİM: Bir şey hakkında isbât veya nefy yoluy­la hükmeden, karar veren kimse demektir.

Şer'î hükümlerde asıl hâkim olan Allahu Teâlâ Haz­retleridir.

Akü da, bazı şeylerin hüsn ve kubhuna (= güzelli­ğine ve çirkinliğine) hükmedebilir ve Şâri-İ Mübîn'in hükmündeki hikmetleri anlayabilir.

HÜKM-İ SERÎ: ŞERİAT Maddesine bakınız.

HÜKÜMETİN ADL: Gayr-i mukadder bir erş de­mektir. Yâni: Miktarı şer'an belirlenmiş olmayıp, ehl-i vukufun usûlüne uygun olarak takdir ve tâyin ede­ceği diyet anlamındadır. Buna, HÜKMÜ'L-ADL de denir.

HÜKVMETİ'L-ELEM: Şecce ve cirâhesi kapa­nıp iyileşmiş ve eseri kalmamış olan meşcûc ve mec­ruh için, çekmiş olduğu elemden dolayı, ehl-i vukûfon takdir edeceği bir erş, bir tazminat demektir. Buna ergi elem (= acı bedeli) de denilmektedir.

ŞECCE ve CÜRH kelimelerine de bakınız.

HÜKÜMET-İ ADL: Erş Maddesine bakınız.

HÜLEFÂ-İ RÂŞİDÎN: Rüdş Maddesine bakınız.

Hür bir kadın hakkında üç, câriye hakkında ise iki talâk ile meydan,, gelen hir-mettir ki, buna BEYNUNET-İ KÜBRÂ ve BEYNÛNET-İ MUGALLAZA da denir.

HÜRMET-İ HAFİFE: Bir veya iki talâk ile mey­dana gelen hürmettir ki, buna HÜRMET-İ SUĞRÂ

ve BEYNUNET-İ SUĞRÂ da denir.

HÜRMET-İ MÜEBBEDE: Hükmü devam edip duran hürmet (= haramlık) demektir. Nikahları hiç bir zaman caiz olmayan kadınlar hakkındaki haram­lık (= hürmet) gibi... Bu haramide sebebi asla zari olmadığından ilebed devam eder. Bu şahsın kızı kar­deşi ile evlenmesi gibi..,

HÜRMET-İMVSAHARA: Sihriyyet (= Evlilik­ten dolayı meydana gelen akrabalık sebebiyle mey­dana gelen hürmettir (= haramhktır), ki, bu hâl nikâhın sihhatine mâni olur.

HÜRMET-İ MUVAKKATE :Bir zaman için ge­çerli olduğu hâlde, daha sonra ortadan kalkan hür­mettir.   (=   haramliktır).   Nikâhlanmalan,  bazı sebeplere dayanarak, bir müddet için memnu (= ya­saklanmış) olan kadınlar hakkındaki hürmet (= ha­ramlık) gibi ki, bu sebeplerin ortadan kalkması ile bu haramlık hâli de ortadan kalkar. Bir kimsenin, bir başka şahıstan iddet bekliyen bîr kadınla evlenmesi gibi, ki iddetin sona ermesi ile haramlık ortadan kalkar.

HÜRMET-İ RA0A : Bir çocuğa süt emzirmek­ten meydana gelen hürmettir. (= haramlıktır.) ki, bu da nikâhın sıhhatine mâni olur.

HÜRRİYET: Esaretten beri ve insanî haklara ta­mamen mâlik olmak demektir.

HÜR: Başkasının mülkü olmaktan âzâde olup, in­sanî hakların tamamına sahip bulunan kinişe de­mektir.

AHRAR: Hür kelimesinin çoğuludur. Aslında, başka şeylerle karışmış olmaktan uzak bu­lunan ve hâlis olan şeye HÜR denilir. Bundan dola­yı, birinin mülkiyeti altında bulunmayan bir şahıs da, başkalarının kayd-ı asâretînden halâs bulmuş olaca­ğı cihetle HÜR namım almıştır.

HÜSÜN: Bir şeyin dünyada övülmeyi, âhirette de sevaba müteallak olması demektir. İbâdet ve tâat gibi. HÜSÜN: Bir şeyin tab'a mülâim olması demektir. Ferrah gibi...

HÜSÜN: Bir şeyin kemâl sıfatı olması demektir. İlim gibi. [7]

 

I

 

İDDET

IDDET: Lügatte: Sayı anlamına gelen aded keli­mesinden alınmış olup, tâdâd, ihsâ, müddet gibi mâ­nâlara gelmektedir.

Istılahta İDDET: Bir erkeğin veya bir kadının, mü-fârekâttan (= karı - kocanın birbirlerinden ayrılma­larından) sonra, belirli bir müddet başkası İle evlenmeyip terebbüs ve intizârda bulunması.{= bek­lemesi) demektir. Bu itibarla ıddet:

a-) IDDET-İ RİCAL,

b-) IDDET-İ NİSA olmak üzere iki kısma ayrılır. Ancak, IDDET tabiri mutlak olarak zikredilince, ge­nellikle DDDET-İ NİSA anlamına kollanılır.

Î'TİDÂD: Iddet (= belirli bir müddet) beklemek demektir.

MÜ'TEDDE: Iddet bekliyen kadm demektir.

Iddet bekliyen kadın, boşanmış bulunduğu talâk'-ın  nevine  göre  MU'TEDDE-İ  RİC'İYYE, MU'TEDDE-İ BAİNE gibi isimler alır.

IDDET: Kocasından ayrılmış olan bir kadının, bir başkası ile evlenebilmek için beklemek zorunda ol­duğu müddet. Bu müddet, üç defa hayız görüp, te­mizleninceye kadar geçecek olan müddet demektir. (Kocasından boşanan kadın 100 gün, kocası ölen ka-dan ise 130 gün ıddet bekler.)

IDDET-İ EŞHÜR: Ay hesabına göre ıddet bekle­mek demektir.

Akd-i sahîh ile nikâhlı olup, hakîkaten veya hükmen medhûlün bihâ olan veya zât-ı hayz olmayan kadın­lar, boşanma tarihinden itibaren hür ise, üç ay; câri­ye ise, bir buçuk ay ıddet bekler.

IDDET-İ HAML: Çocuk doğurmakla biten ıddet.

IDDET-İ HAYZ: Hayz ile ikmâl olunad ıddet Talâk veya fesih vuku bulduğunda zât-ı hayz Olan hür kadınlar, tam üç hayız ile, ve cariyeler de tam İki hayız ile bu ıddeti bitirmiş olurlar.

IDDET-İ VEFAT: Ölüm ile lâzım gelen ıddet de­mektir.

Kocası vefat eden kadın hür ise, dört ay on gün; câ­riye ise iki ay beş gün ıddet bekler. MfflLÂL: Dalâlete düşürmek; doğru yoldan çıkar­mak; azdırmak; saptırmak.

IDLÂLİYYÂT: İnsanı azdıracak, saptıracak ve doğru yoldan çıkaracak bahis ve düşünceler

IDL: ADL Maddesine batanız.

H1SAN

İHSAN: Bu kelime hısn lafzından türetilmiş bir kelimedir.

HISN ise: Müstahkem, yüksek, ulaşılması zor bir yer, bir kal'a demektir.

Böyle bir yere girip, tahassunda bulunmaya lügatte D3SAN denilir.

Daha sonra bu kelime, yani İHSAN: İslâm, hürri­yet, tezvîc ve başından sahih bir nikâh geçmiş olmak mânâlarında da kullanılmıştır.

İslâm hukukunda İHSAN: Şer'î had icra edilebilmesi için bulunması şer'an lâzım gelen, —islâm, hürriyet, bülûg, sahih bir nikâhla evlenmiş bulunmak gibi— bazı vasıfların bir şahısla içtimâi (= birlikte bulun­ması) demektir. ihsan iki nevidir:

1-) IHSAN-IKAZF: Bir kimsede, akıl, bulûğ, hür­riyet, islâm ve zina etmemiş olma vasıflarının içti­ma etmesi yani bir şahısta, bu vasıflanıl birlikte bulunması demektir.

2-) SAN-I RECM: Birşahsta şu yedi vasfın içti­mâ etmesidir.

1-) Akıl;

2-) Bulûğ;

3-) Hürriyet:

4-) İslâm;

5-) Sa­hih bir nikâhla evli bulunma;

6-) Zevcesinin (= ka­rısının) de bu sıfatlan taşıması;

7-) Bu vasıfların ictimâından sonra da, aralarında mücâmaat (= cinsî ilişki) vuku bulmuş olması

MUHSAN: Akıllı, bulûğa ermiş, hür, müslüman ve afif (= iffetli, namuslu, zinadan uzak) olan er­kek demektir.

MUHSANE: Akıllı, bulûğa ermiş, hür, müslüman ve iffetli kadın demektir.

Bu vasıflan kendisinde toplamış bulunan bir erkek ile bif kadın, birbirleriyle sahih bir nikâh ile evlenip mücâmaatta (= cinsî ilişkide) bulunmuş -olunca, ıhsan-ı recm sıfatını elde etmiş olurlar.

IKÂB: Ukubet Maddesine bakınız.

lKTÂ' Hükümdarın toprak bağışlaması; nıaktû'-an ihale. Delil göstererek susturma.

İRS: Zevce, kan demektir. URÛS, Irs'ın çoğuludur.

IRZ: Şan ve şeref, namus, iffet.

EHL-İ IRZ: Namuslu kimseler.

MlSHÂR: Sıhriyet, akrabalık, hısımlıl: meydana ge­tirmek; dâmât olmak; dâmât edinmek demektir.

Sıhriyyet Maddesine de bakınız.

ISKAT: Düşürme, düşürülme; yok etme; hüküm­süz bırakma anlamlarına gelir. Bu kelime, ölünün azaptan kurtulması için dağıtılan bazı sadakalara da isim olmuştur.

KÂT-I CENİN: Çocuk düşürmek demektir.

lSLAH: İyileştirme; iyi bir hâle koyma; düzeltme.

1SLÂH-ITERİKE: Mirâsçılann, ölen şahsın (= murisin) bütün borçlarını Ödeyerek, borca batmış olan terikeyi kurtarmalan demektir. Vârisler, terikeyi, borcu kısmen ödeyerek veya te-rikenin kıymetini vererek kurtaramazlar. Bu durumda alacaklılar, terikeyi sattırarak, satış bedelini — alacakları nisbetinde— aralarında paylaşırlar.

ISTILAH

ISTILAH: (Lügatte) ittifak demektir. Dim dilinde ise ISTILAH: Muayyen bir cemaatin, bir meslek erbabının bir lafzı, lügat mânâsından çı­kararak, hep birlikte, başka bir mânâda kullanmala-n demektir.

ISILAH: "Bir mevzu ile ilgili bir takım müdevven1 mesele ve kaidelerin hey'et-İ mecmuası" mânâsına da kullanılır. Bu ikinci mânâ, özel bir ıstılahtan iba­rettir.

Bİr lafzm lügat mânâsı ile ıstılah mânâsı arasında, ya bir münasebet bulunur veya bulunmaz. Lügat mânâsı ile münasebeti bulunan ıstılah! tabire MENKÛL denir.

Lügat manâsı ile münasebeti bulunmayan ıstılahı ta­bire ise MÜRTECEL adı verilir. Bununla birlikte, bir kaç mânâda kullanıldığı hâlde, sonradan ilk mânâsında kullanılması terk edilmiş bu­lunulan lafızlara da MENKÛL denilmektedir. Bu durumda nâkil ya şer'-i şerîf veya örf-ü âm ya­hut örf-ü has olur.

MENKÛL-Ü ŞER'Î: Lügat manâsı ile ilgisi bulu­nan ıstılâhî tabirin nâkilinin şer'-i şerif olması de­mektir.

Meselâ: "Salât" lafzı, lügatte "duâ" manâsına iken, bilâare şer'-i şerîf tarafından "duayı içine alan ma­lum erkân ve efâl-i mahsûsa" (= namaz) mânâsına nakledilmiştir.

MENKÛL-Ü ÖRFÎ: Lügat mânâsı ile ilgisi bulu­nan ıstılahı tâbirin bu mânâya nakledicİsi (= nâkili) örf-ü âm (= genel, umûmî örf) olursa; o ıstılâhî ta­bir menkûl-ü örfi olur.

Meselâ: "Dabbe" kelimesi, —aslında— yer yüzün­de yürüyen bütün canlılar için kullaıulırken, daha son­ra, amme tarafından, —sadece— dört ayaklı hayvanlar için kullanılır olmuştur.

MENKÛL-Ü ISTILÂHÎ: Lügat mânâsı ile ilgisi bulunan ıstılâhî tâbiri, bu yeni mânâya nakleden örf-ü has ise, buna da münkûl-ü ıstılahı denir. Fukahâ'nın, ediblerin, diğer ilim, san'at ve sanayi erbabının kullanmakta olduğu bir takım tabirler, menkûl-u ıstılâhî dir.

ISTISNA'; Lügatte: San'at ve bir İşin yapılması­nı İstemek anlamına gelir. Istılahta İSTİSNA' Bir kimsenin, bir .san'at ehli (= san'atkâr) ile, o san'atkann, san'atı ile ilgili bir şey yapması üzerine mukavele yapması demektir. O şeyi yapan şahsa SANI'; yaptıran şahsa MUŞTASI­NI yapılan şeye de MASNU' denir. Bir kimsenin, bir terzi ile, kumaşı ve lâzım olan di­ğer şeyler terziden olmak üzere, bir kat elbise dik­mesi için mukavele yapması gibi... Aslında istisna' bir bakıma ma'dûmu (= mevcut ol­mayan bir şeyi) satmak demektir. Fakat, insanların ihtiyaçlanna binâen, kıyâsın hilâfına olarak caiz gö­rülmüştür.

ISTTYÂD: Sayd Maddesine bakınız.

ITAK: Arap atlarının güzel bir nev'idir. Bu kelimenin tekili olan Atik: Azâd edilmiş, köle an­lamında kullanılır. UTEKÂ: Atik'in çoğuludur. Utekâ kelimesi, kadîm, nefis, kerîm ve cemîl mâ-nâlanni da ifâde eder.

l'TÂK: Azâd etmek demektir. Bu da, köleye şer'î bir kuvvet, bir ehliyet ve mâlik olma hakkı vermek anlamındadır.

Bir başka tarif ile I'TÂK: Memlûk (= Köle) üze­rindeki, efendisinin mâlikiyet hakkını, vech-i mah­sus ile ıskat etmektir ve memlûk bu işlem (yani ı'tak) neticesinde hürriyetine kavuşur. Böylece de, velayet, şehâdet ve diğer tasarruflarla; başkalannın kendisi üzerindeki tasarruflannı def etmeye kudret bulmuş olur.

I'TAK tabiri, aslında kuvvet meydana getirmek an­lamındadır. Memlûkiyyeti ıskat edilen (yani köleli­ği düşürülüp, hürriyetine kavuşan) bir şahıs, bütün hukukî tasarruflara kudret bulmuş olacağından, bu işleme de ı'tak denilmiştir.

ITÂK-I SAHİH: Itk işleminde kullanılan sarih la-fizlardan biri ile yapılan ıtk (= azâd etme) demektir. Bir kimsenin, kölesine: "Seni ıtk ettim." veya: "Seni azâd ettim." demesi gibi...

1'TÂK-ı VÂCİB: Kaü'den, zihar'dan, yeminden ve orucu bozmaktan dolayı keffâret olarak yerine ge­tirilmesi icabeden ıtk yani azâd etme demektir.

I'TÂK-I MENDÛB: Allah rızâsı için yapılan ıtk'tır.

I'TÂK-I MÜBÂH: Hiç bir şeye niyet edilmeden yapılan ıtk demektir.

I'TÂK-I MAHZUR: Gayr-i meşru bir cevih için, (meselâ: Putlar nâmına) yapılan ıtk'tır.

I'TÂK-I CEBRÎ: Bir kölenin, sahibinin rızâsına bakılmadan, hâkimin hükmü İle azâd edilmesi de­mektir.

|/TX: Azâd etmek demektir. Yani ITK: Bir kölede,  —hürriyete kavuşması sebebiyle— şer'î bir kuvvetin, bir ehliyetin ve bir se-lâhiyet kudretinin (= yetkinin) sabit olması anlamı­nı ifâde eder.

Diğer bir tarife göre ITK: Efendinin, köle üzerinde olan mâlikiyet hakkının, vech-i mahsus (yani özel bir şekil) ile düşmesi ve ortadan kalkması demektir ki, bu sayede memlûk (= köle veya cariye) azâd oluna­rak, hürriyete kavuşmuş olur. Bununla birlikte ITK kelimesi I'TAK anlamında da kullanılır.

ITK-I MUALLAK: Bir şarta ta'lik (= bağlanmak) suretiyle meydana gelen ıtk demektir.

Meselâ: Bir kimsenin, kölesine: "Şu işi yaparsan hür­sün." demesi gibi.. Bu durumda o köle, şart koşu­lan işi yaparsa, hürriyete kavuşmuş olur.

ITK-I MÜNECCEZ: Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmadan, derhâl vuku bulan ıtk de­mektir.

Meselâ: Bİr kirrisenin, ınemlûküne: "Seni, azâd et­tim." demesi gibi,.. Böyle bir sözle, köle, derhâl hür­riyetine kavuşmuş olur

ITK-I MUZAF: Bir zamana; bir vaktin girmesi­ne veya bir vaktin çıkmasına izafe edilen ıtk'tır. Bir kimsenin, kölesine: "Sen, gelecek aym başında hürsün." demesi gibi... Bu durumda o ayın başın­da, ıtk olayı gerçekleşmiş olur.

ITK ALÂ MÂL: Bir köle veya cariyenin, -kitabet yolu ile olmadan—, cins ve miktan belirli olan bir mâl yahut belirli bir hizmet karşılığında azâd edil­mesi demektir.

Buna, ITK ALÂ CU'L de denir.

ITK-I KÜL: Bir köle veya cariyeyi tamamen azâd etmek demektir.

Meselâ: Bir efendinin, tek başına sahip bulunduğu bir köleye: "Seni, azâd ettim." demesi gibi...

ITK-I CÜZ': Bir memlûkün (* bir köle veya bir cariyenin), —beiirtmeksizin— bir cüz'ünü azâd et­mek demektir.

Imâm-ı A'zam (R.A.)'a göre, bu durumda mu'tîfc (= azâd eden şahıs), o cüz' ile ne miktar kasdettîği-ni açıklamaya mecburdur. ITK-I BA'Z hakkındaki hüküm de böyledir. Bir köle veya cariyeye ortak bulunan iki kişiden bi­rinin, kendi hissesini azâd etmesi de ITK-I BA'Z ka-bilindendir.

ITK-I SEHM: Bir memlûkün, -belirmeksizin-bir sehmini azâd etmek demektir ki, bu durumda, İmâm-ı A'zam'a göre, o memlûkün altıda biri; Imâ-meyn'e göre ise tamamı azâd edilmiş olur.

ITK-I MÜBHEM: Bir çok memlûkten birini ve­ya bir kaçını, hangisi olduğunu belirtmedeki azâd et­mek demekitr.

ITK-I MÜŞTEREK: İki veya daha çok kimsenin ortaklaşa sahibi bulundukları bir köle veya cariyeyi azâd etmeleri demektir.

ITK-NÂME: Azâd edilmiş bulunan bir köle veya cariyeye, azâd edildiğini bildirmek üzere verilen ve-sîkadır.

ITKU'N-NESEME: Neşeme Maddesine bakınız.

IYD

Iyd: Bayram demektir. Iyd'ın çoğulu a'yâd (= bayramlar)'dır. Iyd-i fitr: Ramazanı Şerif bayramı. Iyd-ı adhâ: Kurban haramı.

IZTTBÂ: (Hac esnasında) Ridânin (= Belden yu­karıya örtülen ihram'ın) bir ucunu, sağ koltuk altın­dan geçirip, sol omuz üzerine atmak; böylece sağ omuz ve kolu ihramın dışında bırakmak demektir. Remel yapılması gereken tavafların her şavtinda ıztıbâ' yapmak sünnettir. Diğer zamanlarda iztıbâ ya­pılmaz. [8]

 

İ

 

ÎÂDE: Geri gönderme, gönderilme; geri çevirme. Eski hâline getirme.

İARE: ARİYET Maddesine bakınız.

İÂNE: Yardım için toplanan para; yardım parası.

İÂNET: Yardım

İÂNÂT: İaneler

İÂNETEN: İane olarak; yardım suretiyle.

İAŞE;  Yaşatma;   geçindirme;   geçindirilme; besleme.

İBÂDET

İbâdet: (Lügatte) Kullukta bulunmak demektir. Istılahta ibâdet: Yapılmasında sevap olan ve güzel niyette mukârin bulunan, Allahu Teâlâya ta'zim için yapılan bir amel demektir. Namaz kümak, zekât ver­mek, hacca gitmek gibi... ibâdet eden yani kulluk görevini yerine getiren kimseye âbid denir. Ma'bed: İbâdet edilecek yer demektir. Abld, zâhid (yani çok ibâdet eden kimse) yerine de kullanılır.

İBİHE

Ibâbe: Mübâh kılmak, yani bir şeyin yapılmasını da' yapılmamasını da caiz görmek demektir. Bir şeyin yapılmasına izin vermek, bir ibâhedir. Selâhiyetli bir şahsın, bir kimseye, bir şeyi yemesi için izin vermesine de ibâhe denir. Mübâh"kelimesine de bakınız.

IBAHE Lügatte: Bir kimseyi, bir şeyi, alıp alma­mak hususunda muhayyer bırakmak demektir. Istılahta İBÂHE: Bir kimseye, yenilecek veya içile­cek bir şeyi ivazsız (= karşılıksız) olarak yeyip iç­mek için izin ve ruhsat vermektir.

İBÂHİYYET: Muharremâtm mübâh olduğuna kail olmak veya bazı ibâdetlerin sakıt olduğunu (= kalk­tığını, düştüğünü) iddiaya cür'et göstermek demektir.

İBÂHİYYE: Muharremâtm mübâh olduğunu ve­ya bazı ibâdetlerin sakıt olmuş bulunduğunu iddia eden taifeye verilen isim.

İBÂHÎ: İbâhiyye taifesine mensup olan şahıslar­dan her biri..

İBRA;

İBRA: Bir kimseyi, bir da'vâdan veya bir haktan berî kılmak* temize çıkartmak, aklamak; yani bir kim­seyi da'vâ etmekten veya ondan bir hak talebinde bu­lunmaktan vaz geçmek demektir.

İBRÂ-İ ÂM: Bir kimseyi, bütün da'vâlardan ibra etmek, temize çıkartmak demektir.

Yani, bir kimsenin zimmetini büün haklardan ve da'­vâlardan beri kılmaya ibrâ-i âra denir. Lügatte, bir hastayı iyi etmeye de ibrâ-i âm denil­mektedir.

IBRA-I HAS: Bir kimseyi bir çok haklardan sa­dece birinden veya bir çok da'vâdan yalnızca bir da'­vâdan berî kılmak temize çıkarmak demektir.

İBRÂ-İ İSTİFA: Bir kimsenin zimmetinde bulu­nan bir hakkın alınmış, kabzedilmiş olduğunu itiraf etmek demektir.

İbrâ-i İstifa, bir nevi ikrar demektir.

İBRA İ İSKÂTî : Bir kimsenin zimmetindeki, is-kâtı kâb.l olan bir hakkı veya bütün haklan.iskât et­mek veya böyle bir hakkın bir kısmını hat ve tenzil etmek demektir.

Yani bir kimsenin, bir başkasındaki hakkım kısmen veya tamamen terk etmesi, bağışlaması demektir.

Berâet kelimesine de bakınız.

İBZÂ: Bir kimsenin", kân tamamen kendisine ait olmak üzere, bir başka şahsa sermâye vermesi de­mektir.

Bu sermâyeye BİZÂA: bunu veren kimseye de MÜBZİ'; alan şahsa ise MÜSTEBZİ' denir. Bu du­rumda kârın tamamı, sermâye sahibinin olur. Bir şahsa, kârın tamamı kendisine ait olmak üzere sermaye vermek suretiyle yapılan bir akid ise, bir KARZ muâmelesidir.

İCÂB: Bir akdi yapmak için, ilk önce söylenilen söz, teklif demektir. Ve, akid ve tasarruf bununla is-bât olunur.

Meselâ: Bir mal sahibinin, müşteriye karşı:' 'Şu ma­lımı, şu kadar liraya sana sattım." demesi bir îcâbtır. Ki, bununla müşteri için satın almak selâhiyeti isbât edilmiş olur. Kabul Maddesine de bakınız.

İCAR: Kiralamak, kiraya vermek; kira parası gi­bi mânâlara gelir. Meselâ: Bir dükkanı, bir sene müddetle, bir başkasına, şu kadar kira karşılığında vermek bir İcar mu­âmelesidir.

İCÂRE-İ VÂHİDELİ VAKIF: VAKIF Madde­sine bakınız.

İCÂRE-İ ZEMİN: VAKIF (Mukâtaa) Maddesi­ne bakınız.

İCÂRE: Lügatte hem ücret mânâsına, hem de, hır şeyi kiraya vermek mânâsında kullanılır. Istılahta İCARE: Cins ve miktarı bilinen bir menfa­ati, belirli bir bedel (= ivaz) karşılığında satmak de­mektir, yani: Sahibinin, bir menfaati, belirli bir zaman için, başkasına temlik ve ibâha kılmasıdır. İcâredeki bedel, bir ayn olabileceği gibi, bir menfâ­at de olabilir. Ancak kiralanan menfaatin cinsinden olamaz. Bir evi, diğer bir ev karşılığında kiralamak gibi....

İCÂRE-İ SABÎHA: Zâtı ve vasfı itibariyle meşru' olan yâni in'ikad şartlarım ve sıhhat şartlarını cami' olan icâredir. Bu İcâre, şuyû-ı asilden ve ifsad edici şarttan hâlî olmak üzere, belirli bir mehfaati, belirli bir bedel karşılığında temlik etmekten ibarettir.

İCÂRE-İ MÜN'AKİDE: -Satış işleminde oldu­ğu gibi— in'ikad şartlarını tamamen cami' olan icâredir.

İCÂRE-İ GAYR-İ MÜN'AKİDE: İa'ikad şart­larının tamamını veya bir kısmını cami olmayan icâredir.

İcârenin bu nev'ine İCÂRE-İ BÂTILA da denir.

İCÂRE4 MEVKÛFE: Bir başkasının hakkı taal­lûk* onun icazeti (izni) lâhık olmadıkça (= ulaşma­dıkça, bulunmadıkça), nafiz (= geçerli) olmayan icâredir.

Fuzûlî tarafından yapılan icâre gibi...

İCÂRE-İ LÂZIME: Hıyâr-ı şart, hıyâr-ı ayb ve hıyâr-ı rü'yet gibi muhayyerliklerden ân olan, sahih bir icâredir. Mucir ve müste'cirden herhangi biri, bir özre müstemit olmadıkça bir icâreyi feshedemez.

İCÂRE-İ GAYR-İ LAZİME: Kendisinde hıyâr-ı şart, hıyâr-ı ayb, hıyâr-ı rü'yet, hıyâr-ı gabn ve hıyâr-ı vasf gibi muhayyerliklerden biri bulunan icâredir.

İCÂRE-İ FASİDE: Kendisinde, in'ikad şartlan-nı cami bulunduğu hâlde, sıhhat şartlannı tamamen veya kısmen cami' olmayan icâredir.

Bu icâre aslında meşru' olduğu hâlde, vasıf itibâriy le meşru' olmamış olur. Bunun içindir ki, böyle bir icâreyi mucir veya müstecir feshedebilir.

İCÂRE-İ MÜNECCEZE: Bir şeyi, icâre akdi ânından itibaren kiraya vermek demektir.

Akid zamanında, kiranın başlangıcı söylenerek be-lirlenmezse, bu kira bir icâre-i münecceze olarak ka­bul edilir.

İCÂRE-İ MUZÂFE: Bir şeyi, gelecek belirli bir vakitten itibaren kiraya vermek demektir. Meselâ: Bir evi, gelecek filan ayın birinden İtibaren, bir sene müddetle şu kadar liraya kiraya vermek, bir icâre-i muzâfe'dir.

Bazen, bir şeyde icâre-i münecceze ile icâre-i mu-zâfe bir araya getirilmiş olur. Meselâ: Bir dükkanı, akid zamanından itibaren, bir sene müddetle Ahmed'e; bu bir seninin tamamlan­masından itibaren de, şu kadar müddetle Mehmed'e kiraya vermek gibi...

İCÂRE-İ NAFİZE: Şartlannı cami' olan ve ken­disine başka bir şahsın hakkı taallûk etmeyen icâre demektir.

İCÂRE-İ GAYR-İ NAFİZE: İcâre-i Nâfizenin mu­kabilidir. (Zıddıdır).

İCÂRE-İ TAVÎLE: Uzun bir müddet üzerine ya­pılan icâre demektir.

Bir maslahata veya vâkıfın şartına dayanılmadıkca, vakıf bir akar bir seneden; vakıf bir arazi de üç se­neden fazla bir müddetle icâreye verilmez. Yetimlerin mallan hakkında da, hüküm böyledir.

İCÂRE-İ MÜŞÂHERE: Aylık olarak yapılan icar akdi demektir.

Birevi, bir aylığına kirayavermek gibi...

İCÂRE-İ MÜSÂNEHE: Yülık olarak yapılan icar akdi demektir.

Bir dükkanın, bir sene müddetle kiraya verilmesi gibi...

iCARE-I ZEMİN: Bir arsanın icare verilmesi kar­şılığında alınan icar bedeli demektir.

İCÂRE-İ VAHİDE: Bir şeyin menfaati karşılığında alınan belirli bir ücret, bir kira demektir. Bu icâre şekli, genellikle Vakıflarda söz konusu olur.

İCÂRE-İ AKAR: Ev ve arsa gibi şeylerin kirası.

İCÂRE-İ HAYVAN: Hayvan'kiralama

İCÂRE-İ MUACCELE: Peşin kira.

İCÂRE-İ URUZ: Belirli bir müddet için, belirli bir bedel karşılığında elbise ve menkûl eşyanın ki­ralanması demektir.

İCÂRETEYN: Bir şeyin menfaati karşılığında, bir kısmı peşin, bir kısmı muayyen zamanlarda verilmesi şart kılman kira bedeli demektir.

Bu icâre şekli genellikle vakıflarda kullanılır ve İcâ-reteyn tabiri, iki kiralı vakıf anlamına gelir.

İCMÂ1

İCMÂ': Lügatte: İttifak ve kasd anlamına gelir. Istılahta İCMÂ': Bir asırda bulunan islâm müctehid-lerinin, bir şer'î hüküm üzerinde ittifak etmeleridir. Buna İCMÂ-İ ÜMMET de denir.

Aklî bir hüküm üzerindeki veya bilinmesi yalnız sa-rîh nakle dayanan şeyler üzerindeki ittifaka icmâ de­nilmez.

Avâ-ı nâsın bir şey hakkındaki ittifaklan da icmâ' sayılmaz.

İCTİHÂD: Fer' iyyâta taalluk eden (yani ibâdet ve mâmelâtla ilgili) şer'î bir hükmü, delilinden istinbât (= çekip çıkarmak) için, bütün takati sarfetmek de­mektir.

MÜCTEHİD: Fer'î hükümleri, delillerinden is­tinbât eden zât demektir.

Ahkâm-i asliyede yani itikad mes'elelerinde ictihâd câri değildir. İtikâdî mes'eleler katiyyâttandır.

İdİHÂD-I ÖRFÎ: Hükmü örf ile sabit olan bir asi nazar-ı itibâre alınarak meydana getirilen icti-haddır.

İCTİHÂD-I ŞER'Î: İctihâd-ı Örfî'nin mukabili ya-ni zıddıdır ve bunda, hükmü şer'an sabit olan bir asi, bir esas nazar-ı dikkate alınır.

ICTİZA: Ceza Maddesine bakınız.

ICZA: Ceza Maddesine batanız.

ÎDÂ: VEDİA Maddesine bakınız.

IDANE: Deyn Maddesine bakınız.

İDARESİ MAZBUT VAKIFLAR : VAKIF Maddesine bakınız.

İDDET: Bu kelime, lügat bakımından sayı mânâ­sına gelen aded kelimesinden alınmış olup, sayma, hesap etme ve müddet anlamlarım ifâde eder. Istılahta İDDET: Bir erkeğin veya bir kadının, mü-fârekattan (= ayrıldıktan) sonra, muayyen bir müd­det, başkası ile evlenemeyip, bir müddet beklemesi demektir.

İddet:

1-) İddet-i Nisa (= Kadınların İddeti)

2-) İddet-i Rical (= Erkeklerin İddeti) olmak üzere iki kısma ayrılır.

Ancak, iddet tabiri mutlak olarak zikredilince iddet-i nisa anlamına kullanıldığı kabul edilir.

İ'TİDAD: Belirli bir süre (= iddet) beklemek de­mektir.

MU'TEDDE: İddet bekliyen kadın demektir.

İddet bekliyen kadın (= mu'tedde), boşanmış bulun­duğu talâk'ın nev'ilerine göre

a-) MU'TEDDE-İ RİÇİYYE

b-) MU'TEDDE-İ BÂİNE

İFTAR

İFTAR: Mânâ olarak imsakin zıddıdır. Yani iftar, hiç oruç tutmamak anlamına geldiği gibi; güneşin bat­masını takiben orucu açmak anlamına da gelir. Oruç tutulurken, orucu bozacak bir şeyin yapılma­sına da iftar denir. İftar eden kimseye müftir denir. Orucu bozan şeylerin her birine de müftir denil­mektedir.

Bunun çoğuluna ise-müftirâf denilmektedir ki, bu kelime "orucu bozan şeyler'' anlamına gelmektedir.

İETİKÂK: Rehin Maddesine bakınız.

İGARE; Bu malı, başkasından cebren ve alenen (zorla ve açıkça), çabukça almak demektir. Igâre, setrinim ve çapul anlamına da kullanılır.

IFKÂÜ: Bir şeyi gâib ettirmek demektir.

İFİ'İKAD: Gâib olan bir şeyi araştırma demekitr.

TEFEKKÜD da: —iftikad gibi— gâib olan bir şeyi arama araştırma demektir.

Mefkûd Maddesine de bakınız.

İFLAS: Bir kimsenin malının tükenip, muhtaç hâle gelmesi; mallarının fülüse (yani pula, mangıra, al­tın ve gümüş olmayıp, değersiz olan paraya) tehav-vül ederek, sıfni'1-yed (= elinin bog} kalması demektir.

MÜFLİS: İflâs etmiş, elinde bir şey kalmamış olan kimse.

TEFLIS: Bir şahsın iflâsına, hâkim tarafından hü­küm verilmesi demektir.

IHKAR: Bir yeri, üzerinde bina yapmak veya ağaç dikmek üzere istibkâ veçhiyle kiralamaktır. Şöyle ki: Üzerinde müste'ciri tarafından bina yapı­lacak veya ağaç dikilecek olan arazinin yüz ölçümü belirlenir ve her metrekaresi için, icar olarak bir meb­lağ takdir edilir. Müste'cir, artık bu icâreyi yenile­meye muhtaç olmadan, her sene, takdir edilmiş olan meblağı, arazi sahibine vererek, üzerindeki binala­rını veya ağaçlarını ibkâ eder. Bu muamele, bazı yerlerde kıyâsa muhalif bulunmuş ve teamül hükmünü almıştır. Bu muameleye İSTİHKAR da denir. Zemini mukâtaalı vakıflar bu kabildendir.

İHRAM

İHRAM: Bir kimsenin, kendisine; Hac veya Um­re niyyetiyle, —diğer zamanlarda helâl olan— bir kı­sım fiil ve davranışları, belirli bir süre için haram kılması demektir.

Aynca, hac ve umre sırasında, erkeklerin üzerine alıp örtündükleri nda ve izar denilen ve iki parça­dan meydana gelen örtüye de —halk arasında— İH­RAM denilmektedir.

ihram, niyyet ve telbiye üe olur.

MUHRIM: ihrama giren kimse, ihramlı bulunduğu süre içinde MUHRİM adı ile anılır.

İHRAM NAMAZI: Hac veya umreye niyyet eden kimsenin, ihrama girmeden önce, iki rek'at namaz kılması sünnettir.

Bu namazın ilk rek'atinde, Fatİhâ'dan sonra Kafi-rân, ikinci rek'âtinde ise Ihlâs Sûresinin okunması efdâldır.

İHRAM YASAKLARI: Hac veya umre myyetiyle ihrama girmiş bulunan şahsın yapması hâlinde ceza gerektiren —tırnak kesmek, elbise giymek gibi— fi­il ve davranışlardır.

İHRAZ: Alma; kazanma; ele geçirme, elde etme anlamlarına gelir;

Bu kelime için Mâl (Mütekavvim Mal) maddesi­ne de bakınız.

İHRAZ: Elde etme; alma; kazanma ve erişme an­lamlarına gelir.

Diğer bir tarif ile BİRAZ: Bir malı, hara denilen mahftız bir yere koymak demektir. Düşmandan alınan bir mal, onu alanların mahfuz olan ülkesine idhâl edilmekle (götürülüp sokulmakla) İH­RAZ edilmiş olur.

İHRAZ kelimesi, maddî veya mânevi bir şeyi kaza­nıp elde etmek anlamında da kullanılır. Meselâ: Ga­nimetlerin ihrazı veya zafer ihrazı gibi...

İHSAR: Hac veya umre için ihrama girmiş olan bir şahsın, düşmanın engel olması veya hastalık gi-bibir sebeple, hac veya umreyi tamamlayamadan ih­ramdan çıkmak zorunda kalması demektir.

İHTİBAS: Vakıf demektir.  İlgili Maddeye bakınız.

İHTİLAS: Bir malı, sahibinin elinden veya evin­den, onun gafletinden istifâde ederek, alenen ve sür'-atle kapıp almaktır.

İHTİSAB MEMURLUĞU: Bir nevi belediye za­bıtası veya ahlâk zabıtası gibi bir makam memur­luğudur.

MUHTESİB: İhtisab Memurluğu görevini yapan yani memleket dâhilinde, bir kısım nizam ve İntizam­ları temin ve muamelâta nezâret görevini yürüten şa­hıstır.

Muhtesip, bir nevî ahlâk zabıtası veya belediye za­bıtası görevini yapardı.

VELÂYET-İ HİSBE: İntisap memurluğu anla­mındadır.

IHİİTÂF: Bİr malı, sahibinin elinden veya evin­den alenen kapıp kaçmak demektir.

Lisanımızda, bu fiile kap-kaçcüik denir. İhtitaf kelimesi sür'at ifade eder.

ihtizân: Hizâne Maddesine bakınız.

İHYA: Diriltme; diriltilme; canlandırma; imar. Bir araziyi, nâmî hayat sahibi kılmak, yani bir araziyi irâate elverişli bir hâle getirmek demektir.

ÎKÂZ: Yakaza Maddesine bakınız.

IKRAR

İKRAR: Lügatte, bir şeyi saklamayıp söylemek; iti­raf etmek; bildirmek; dil ile söylemek; isbat etmek; mütezelzil olan bir şeyi yerinde durdurmak gibi an­lamlar ifâde eder.

Istılahta İKRAR: Bir kimsenin, kendisi ile alâkadar olup, başkasına ait bulunan bir hakkı haber vermek demektir.

Meselâ: Bir kimse, kendisinin veya vekilinin elinde bulunan bir malm, "filan şahsa ait olduğunu" ha­ber vermesi bir ikrar olur.

İNKAR, İKRAR'ın zıddıdır.

IKRAR-IAM: Bir takım şeylerin, hey'et-İ mecmuası hakkında vuku bulan ihbardır. "Elimde bulunan —az veya çok— her mal, filânın­dır." denilmesi gibi...

İKRAR-I HAS: Muayyen bir şey hakkında yapılan bir ikrardır.

"Bu kitap, filan zatındır." denilmesi gibi...

İKRAR Bİ'L-KİTÂBE: Yazı ile yapılan ikrar de­rnektir. Borç senetleri ve hüccetleri, yazılı ikrar ör­neklerindendir.

İKRAR-I SARÎH: Başkasına ait bir hakkı, ikrar efâ-de eden bir tâbirle İtiraf etmektir. ' 'Filan zata, hin lira borcum var.'' denilmesi gibi...

İKRAR-I ZIMNİ: Bir söz veya muamele zımmın-da, delâleten vuku bulan ikrardır. Buna DELÂLETEN İKRAR da denir. Meselâ, bir kimsenin elindeki malı satm almak iste­mek; o malm, o kimseye ait olduğunu zunmen (= dolaylı olarak; kendiliğinden; üstü kapalı olarak) ka­bul etmek demektir.

MIIKIRR: Lügatte: İkrar eden, doğru söyleyen, ku­surunu - kabahatini gizlemeyen kimse demektir.

Istılahta MUKIRR: Başkasına ait, olup, kendisi­nin alâkadar bulunduğu bir hakkı haber veren, ikrar eden kimse demektir.

MUKARRÜN LEH: Kendisine ait bulunan bir hak, başkası tarafından ikrar ve itiraf olunan hakîkî veya hükmî şahıs demektir.

Meselâ: Bir malın kendisine ait oludğu ikrar ve iti­raf olunan bir şahıs veya vakıf gibi...

MUKARRÜN BİH: Bir kimsenin alakadar olup, başkasına ait bufcınduğunu ikrar ettiği hak demekti. Meselâ: bir.şahsın borçlu olduğunu haber verdiği şu kadar lira gibi...

NEFY-İ MÜLK: Bir kimse tarafından,' 'bir malın, başkasına ait olduğunun haber verilmesi ile, kendi­sine ait olmadığının itiraf edilmesi" demektir. Meselâ: "Elimde bulunan bütün mallarım zevcemin-dir; benim, bunlarda asla alakam yoktur.'' denilme­si gibi... Bu, hibe mâhiyetinde bir İkrardır.

İKRAH: Lügatte: Bir kimseyi, istemediği bir sö­zü seylemeye veya istemediği bir işi yapmaya zorla­mak demektir.

İstılahta İKRAH: Bir kimseyi, tehdit ederek, kor­kutarak —rızâsı olmaksızın— bir sözü söylemeye ve­ya bir işi yapmaya haksız yere sevk etmek anlamına gelir.

MÜKREH: Kendisine, bir sözü söylemesi veya bir işi yapması için ikrah edilen, baskı yapılan kim­se demektir.

MÜKREHÜN ALEYH: Bir kimsenin yapması içm icbar edildiği iş demektir.

MÜKREHÜN BİH: İkrah, fiilinde, mükrehi* korkmasını gerektiren gey demektir.

MÜKRIH: ikrah eden, zorlayan kimse demektir.

MÜCBİR: İcbar eden, zorlayan, mukrih anlamı­na gelir.

İKRÂH-IMÜLCÎ: Nefsi itlaf (= öldürme), uz­vu kat' (= kesme) veya bunlardan birine müddei ola­cak, şiddetli darb (= dövme, vurma) ile yapılan ikrahtır. Ve bu ikrah, mükrehin rızâsını izâle ve ih­tiyarını ifsâd eder. Ancak, asıl ihtiyarı yine sabit bulunur.

İKRÂH-I GAYR-İ MÜLCÎ: Nefsi itlaf ve uzvu kat' 'a müeddî olmayıp, sadece gam ve elemi gerek­tirecek derecedeki darb (= dövme) ve hapsetme gi­bi şeylerle yapılan, ikrahtır. Bu ikrah mükrehin rızâsını izâle ederse de, ihtiyarım ifsâd etmeye mü­eddî (= sebep olmuş) olamaz.

IKRAH-I TAM: Kendini öldürmeye veya uzvun­dan bir yere kesmeye sebeb olacak yolda meydana gelen mecburiyet demektir.

İKRÂH-I NAKIS: Dayak ve hapis gibi, kederi ve sıkıntıyı gerektiren şeylerden meydana gelen mec­buriyet demektir.

İKRÂHEN: Zorla, zoraki. İkrah ederek; iğrene­rek, tiksinerek.

İCBAR: Cebr Maddesine bakınız.

İKSÂM; Yemin etmek demektir.

Kasâme Maddesine de bakınız.

İKTÂ': Beytü'1-mâle ait arazînin rakabesi veya menfaatini, beytü'l-mâlde istihkakı bulunan bir kim­seye, veliyyü'l-emr'in temlik ve îtâ etmesidir.

İKTÂ'AT-I MEVKÛFE: Veliyyü'1-emr tarafın­dan beytü'l-mâlde istihkakı bulunan bir şahsa tem­lik suretiyle verilmiş veya şer'î usûlleri dairesinde beytü'l-mâlden satınalmmaş yahut vehîyyû'l-emr'in müsaadesiyle mülkiyet yönünden ihya edilerek mâ­liki tarafından bir cihete vakfedilmiş bulunan arazîdir.

VAKIF Maddesine de bakınız.

İKTÂ: Memleket arazîsinden bazı parçaların (= çiftliklerin) vergilerini, veliyyü'l-emrin —beytü'l-mâlden vazife almaya müstahik olan— bazı zatlara tevcih ve tahsîs etmesi demektir.

Bu durumda, bu gibi yerlerin vergilerini toplama yet­kisi, bu zatlara ait olur.

İKRAZ: Karz Maddesine bakınız.

ILA: Lügatte: Yemin etmek anlamına gelir. Istılahta ÎLÂ: Bir kimsenin, "karısına tekarrüp et­memek (= yaklaşmamak = cinsî münâsebette bu­lunmamak üzere" yemin etmes idemektir.

İLÂ üç kısma ayrılır:

1-) ÎLÂ-İ MUVAKKAT: Dört ay, sekiz ay gibi bir müddetle mukayyet olan ilâdır.

2-) ÎLÂ-İ MÜEBBED: Bir kimsenin' 'karısına, ebe-diyyen tekarrüp etmemek üzere" yaptığı yemindir.

3-) ÎLÂ-İ MEÇHUL: Belirli bir müddetle veya mü-ebbed kaydı ile kayıtlanmadan yapılan îlâ'dir. Meselâ: Bir kimsenin, karısına: "Yemin olsun kf ben, sana yakınlık etmiyeceğim. (yani, seninle cinsî iliş­kide bulunmayacağım." demesi gibi....

İLÂDAN- FEY: Zevç (= kan) hakkında yapılan, adem-i tekarrüb (= cinsî münâsebette bulunmama) yemininden dönmek demektir İd, bu dönüş fiilen, — bazı hallerde de kavlen— vuku bulur.

İLİ

MÛLÎ: îlâ yapan koca;

MULÂ MINHA ise: îlâ olunan zevce demektir. Mİ'LÂN: Bir şeyi meydana çıkarmak; açığa vurmak; yapmak anlamlarına gelir.

İ'LÂN-I HARB: Savaş açmak.

İ'LÂN-I İFLÂS: Bir tüccarın, iflâs ettiğini açığa vurmak demektir.

İ'LÂNAT: İ'lânlar demektir.

İ'LÂNEN: İ'lân yoluyla; i'lan ederek anlamında -kullanılır.

ÎLÂM: Bir şeyi, başkalarına bildirmek demektir. Isılâhta ÎLÂM: Bir da'vânın, mahkemece nasıl bir hüküm ve karara bağlandığını bildiren, usulünce ya­zılıp imzalanmış ve mühürlenmiş resmî vesîka anla­mına gelir.

ÎLÂMÂT: İlâm kelimesinin çoğuludur ve bir da'­vânın, mahkemece nasıl bir hükme bağlandığım gös-teren vesikalar demektir.

ÎLÂMÂT-I ŞER'İYYE: (Osmanlı Devletinde) Şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmlar demektir.

ÎLÂMÂT-INİZÂMİYYE: (Osmanlı Devletinde) Nizâmiyye Mahkemelerinden çıkan üâmlar'demektir.

İLÂ-NİHÂYE: Nihayete kadar; sonuna kadar. ile'1-ebed

İLCA: Mecbur bırakmak; zorlamak, sevk etmek; .. zorunda bırakmak anlamlarına gelir.

İĞTİSÂB: Gasb Maddesine bakınız.

ILHAD: Hak yolundan yüz çevirip, küfür yönle­rinden birine meyletmek demektir.

MULHU): nhâd sahibi yani inkarcı, dinsiz, İmansız kimse demektir.

Bir- inkarcı, gerek küfrünü saklasın, gerek saklama­sın ve gerek evvelce ulûhiyet ve risâîeti tasdik etmiş bulunsun, gerek bulunmasıfl mühlid sayılır. Dolayi-siyle Uhâd mefhumu, nifak, irtidâd ve inkâr mefhum­larından daha şümullüdür.

İLLET-İ KIYÂS: KIYÂS Maddesine bakınız.

İLMÜ'L-MEVÂRİS:   FERÂİZ  Maddesine bakınız.

ILSAK: Bitiştirme, bitiştirilme; kavuşturma, ka­vuşturulma.

IILTKAD: Bir çocuğu, atılmış olduğu yerden alıp kaldırmaktır.

LÂKTT ve MÜLTEKTT Maddelerine de bakınız.

İLZAM: Hâkimin, bir hususa hüküm vermesi de­mektir.

Da'vâlının ikrarı üzerine, aleyhine verilen hükme İL­ZAM denilmesi de yaygındır. Çünkü, bununla da'vâh mahkûmun aleyh (= aleyhinde hüküm verilmiş şa­hıs) olur.

İMÂN

ÎMÂN: inanç; inanmak; itikad etmek; İslâm Di­ninde kat'î bir şekilde sabit olup, zarûriyyât-ı cfi-nîyye denilen esasları ve hükümleri kalb ile tasdik ve iz'ân (= kavrayıp itaat) etmek demektir:

MÜ'MÎN: İslâm Dinine gerektiği gibi inanan, zarûriyyât-ı dînîyyeyi kalbi ile tasdik eden kimse de­mektir.

ÎMÂN-I MAKBUL: İnsanların îmânı

ÎMÂN-I MA'SÛM: Peygamberlerin imâm.

ÎMÂN-I MATBU: Meleklerin imâm.

ÎMÂN-I MERDÛD: Münâfiklann îmânı.

İMÂM:

İmâm:

1-) Namazda kendisine uyulan kimse.

2-) Önder; önde bulunan, önayak olan kimse.

3-) Devletin başıoda bulunan kimse; halife

4-) Bir mezhep kuran müctehid zât. İmamet: imamlık, önderlik. İmâm-ı A'zam: Hanefî mezhebinin kurucusu olan Hz. Ebû Hanîfe Nu'man bjn Sâbit'İn unvanı. Imâm-ı A'zam, "en büyük imâm" demektir. Eimme: imâm kelimesinin çoğuludur ve imamlar demektir.

Eimme-i erbaa: Ehl-i sünnetin amelî mezheplerin­den meşhur ve hak olan dört mezhebin kurucuları bu­lunan imam Ebû Hanîfe, imâm Mâlik bk Enes, imâm Muhammed İbni İdris eş-Sâfi ve imâm Ahmed İbni Muhammed İbni Hanbel'İn dördüne birden eimme-i erbaa (= dört imâm) denir. Eimme-i seiâse: Diğer üç mezhebin imamlarına eimme-i seiâse (= üç imam) denir. Ennme-i sdase: (Hanefî mezhebinde) imâm Ebû Ha­nîfe, imâm Ebû Yûsuf ve imâm Muhammed'e de eimme-i seiâse (= üç imâm) denir. Usûl-ü Fıkıhta eimme-i seiâse: Ebû Zeyd ed-Deb bû-sî, Fahra'l-İslâm Pezdevî ve Şemsü'l-Emimme Se-' rahsîdir.

Imârnü'l-Haremeyn: (= Mekke ve Medînenin imâ­mı) Ebû'l-Muzaffer Yusuf bin İbrahim Cürcânî bu unvanı taşır.

İmâmeyn: İmâm Ebû Yûsuf la imâm Muhammed, İmâmeyn (= iki imâm) diye anılır. Bu iki imâma sâhıbeyn (= iki arkadaş) da denir). Ebû Hanîfe ile imâm Muhammed'e tarafeyn denir. Şemsü'!-eimme: (= İmamların güneşi) Bu unvan Ebdü'1-aziz Halvânî, Muhammed Serahsî, Muham­med bin Abdü's-settâr el-Kerderî ve Mahmud Öz-kendî gibi âlimler için kullanılır. Şemsü'l-Eimme unvanı yalnız başına kullanılınca İmâm Serahsî anlaşılır.

İmâm kelimesi mutlak olarak söylenince, âkıhta Ebû Hanîfe, tefsir ve kelâmda Fahreddin Râzî, nahiv'de ise Sibeveyh kasdolunur.

İmâmü'l-müslimîiı: Müslümanların imâmı, başka­nı demektir.

İMARET: Beylik, komutanlık.

İMARET ALE'L-CİHÂD: Harb için komutan tâ­yin edilmesi anlamına gelen bu kelime, savaş komu­tanlığı mânâsına da kullanılır.

imaret ale'l-cihâd iki kısımdır:

1-) İMÂRET-İ HASSA: Sadece orduyu idareye ve harb işlerini yürütmeye mahsus-komutanlık.

2-) İMÂRET-İ ÂMME: Savaşı yönetme, ganimet mallarını taksim, sulh akdi yapma gibi, bütün'savaş işlerine şâmil olan komutanlıktır.

İMÂRET-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.

IMDAD: Meded Maddesine bakınız.

IMZÂ-İ KAZA: Bir hakim tarafından, verilen bir hükmün bi'1-fiil infaz ve icra edilmesi demektir.

İMSAK

İmsak: Tutmak demektir. Istılahta İmsak: Şer'an müftirât denilen şeylerden nef­si hakikaten veya hükmen men etmek demektir. Sehven ve unutularak bir şey yenilip içildiği takdir­de hükmen imsak mevcut bulunacağından oruç bo­zulmuş olmaz.

INTİHAB: Bu kelime nehb kökünden alınmıştır. Ve yuvarlak he ile yazılır.

Mânâsı: Yağma ile mal alma; kapışma; talanlama de­mektir.

Diğer bir tarife göre İNTİHÂB: Bir şehirde veya bir köyde bulunan bir şeyi kahren ve alenen almak de­mektir.

NEHB kelimesi de bu anlama gelir. Bununla birlikte, dileyenin kapıp aldığı ganimet ma­lına da nehb denir. Ve ganimet malını dileyenin kapıp alması ise INTİHAB'tır.

İNTİSÂB: Neseb Maddesine bakınız.

İRBÂH: Rıbh Maddesine bakınız.

İRDA': Çocuğa süt vermek, emzirmek demektir. . * İRHÂN: Rehin Maddesine bakınız.

İRTİHAN : Rehin Maddesine bakınız.

İRTİŞA: RÜŞVET Maddesine bakınız.

İRS: MİRAS Maddesine bakınız.

İRTİDÂD

İRTİDÂD: Lügatte: Dönmek, rücû' etmek analmina gelir.

Istılahta İRTİDÂD: İslâm Dininden, -Kabul ettik­ten sonra— dönmek demektir. Yani: Aslında müslüman olan veya daha sonra İs­lâm dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın, daha son­ra dönüp, başka bir dîne intisap etmesi veya hiç bir dine bağlanmayıp, sadece inkâra sapması demektir. İrtidâd hâline RİDDET de denir ve riddet: Hakkı yerine getirmekten kaçınmak mânâsına gelir.

MÜRTED: İrtidad eden yani İslâm Dininden çı­kan, bu yüce dini terk edip, ondan dönen kimse de­mektir.

ÎSÂ: Vasiyet mânâsına gelen bu kelime, aynı za­manda vasî seçmek ve tâyin etmek anlamında da kul­lanılır.

ÎSA kelimesi TAVSİYE yerine de kullandır ki: "Bir şeyin yapılmasını, bir şahsa ısmarlamak, sipariş etmek" demektir.

VASİYET Maddesine de bakınız.

I'SAR: Usur kökünden alınmış olan bu kelime if-tikâr, fakirlik anlamına gelir.

U'SİR: Fakir demektir.

İSKAN: Süknâ Maddesine bakınız.

İSKÂT-I CENİN: Henüz annesinin rahmide bu­lunan bir çocuğun düşürülmesidir.

SIKT (= DÜŞÜK): Anasının rahminden vakitsiz düşen çocuk demektir.

İSLÂM DÎNÎ: DİN Maddesine bakınız.

İBNİYYE: Bir kimsenin oğlunun öz kızı (yani, bir kimsenin oğlundan, öz kız torunu) demektir.

İSMET: Lügatte: Men etmek; korumak; mâlın ve canın dokunulmazlığını gerektiren özel bir vasıf an­lamına geldiği gibi', masiyetlerden maattemekkün ka­çınmak melekesi anlamına da gelir.

Bir başka tarif ile İSMET: Günahsızlık, masumluk; günâhlardan kaçınma melekesi. Suçsuzluk. Dokunul­mazlık, anlamlarını ifâde eder.

İSMET: Bütün peygamberlerin müşterek vasıfların­dan da biridir ve bu durumda:' 'Peygambelerin, hiç bir zaman, gizli veya aşikar, herhangi bir mâsiyete yaklaşmamaları, günâh ve şaibelerden uzak olmaları" demektir.

İSMET-İ MUKAVVİME: Şahsî bir masuniyet ya­ni dokunulmazlık demektir ki, buna tecâvüz edilmesi kısası veya mâlî tazminatı gerektirir.

İSMET-İ MÜESSİME: Bu da, şahsî mâsûniyye-tin (= kişisel dokunulmazlığın) bir çeşididir ki, bu­na tecâvüz de bulunmak da günâhı müstelzim olur. Yani ismet-i müessîme'ye tecâvüz eden şahıs günâh İşlemiş bulunur.

İSTİRDÂD: Verilen bir şeyi geri almak istemek ve başkasının eline geçen bir malı veya bir yeri geri almak demektir.

İSTIRKAK: Bir şahsın, köle veya câriye olması­nı istemek, bir kimseyi rakîk (= köle) ittihaz etmek demektir.

İSRAF: Bir şeyi, harcanması uygun olan bir yer­de, manâsip olan miktardan fazla sarfetmek demektir.

MÜSRİF: Bir şeyi, harcanması uygun olan bir ye­re, münâsip olan miktardan fazla harcayan kimse de­mektir.

İSTİARE: ARİYET Maddesine bakınız.

İSTİBDÂL-İ  VAKIF:. VAKIF  Maddesine bakınız.

İSTİ'CAR: Kira ile tutmak demektir. Meselâ: Bir evi, içinde bir sene oturmak veya bir şah­sı, bir ay çalıştırmak üzere kiralamak, bir isti'car mu-âmelesidir.

İSTİDA: VEDÎA Maddesine bakınız.

İSTİDÂNE: Deyn Maddesine bakınız.

İSTİDLAL: Delile bakma. Bir delile dayanarak, bir şeyden, bir netice çıkarma. Delil ile inanma. Zih­nin, eserden müessire veya müessirden esere, inti­kâl etmesine de istidlal denir. Güneşin, yer yüzündeki ışığını görüp, bundan güneşin doğmuş olduğunu an­lamak gibi...

İSTİDLAL Bİ-ADEMİ'L-MEDÂRİK: Varlığı­na delil bulunmayan herhangi bir şeyi nefy ve inkâr etmektir ki, bu doğru bir istidlal tarzı değildir. Çün­kü, delilin yokluğundan, medlulün yokluğu lâzım gelmez.

İSTİHÂZE: Kadınlardan, bir hastalık sebebiyle zu­hur eden ve rahimden başka bir yerden gelip, tenasül uzvu yoluyla akan bir kandır.

Bulûğ çağından evvel ve iyas (= analık hâli görme) yaşından sonra gelen kanlarda istihâze'den sayılır. Kendisinden böyle bir kan gelen kadına da, Müstehâze denir.

İSTİHSÂN

İSTİHSÂN: Lügatte: Güzel bulma, güzel sayılma; beğenme, beğenilme demektir. Fıkıh usûlcülerinin ıstılahında İSTİHSÂN: Kıyâs-ı hafî demektir. Müctehidlerin anlayışları, fehimleri bu kıyâsın illetine, tarîkine çabukça nüfuz edemez ve bu hususta tetkik ve ta'mîka (= araştırma ve de­rinleşmeye) muhtaç olurlar. Fıkıh ıstılahına göre İSTİHSÂN: Kıyâs-ı celiye mu­kabil ve muâriz olan, herhangi bir delildir. Ve bu, kıyâs-ı hafî'den dah ageniş ve daha umûmidir. Meselâ: Fıkıhta bazı hükümler kıyâsı celîye muhâ-Uf görüldüğü hâlde, hadîs veya icma' gibibir delil ile sabit olur da: "Bu hüküm, istihsânen sabittir." denilir.

İSTİLA; Lügatte: Galebe çalmak; üstün gelmek anlamındadır.

Istılahta İSTİLÂ: Bir yeri küvet kullanarak ele ge­çirme; yayılma; kaplama demektir. Diğer bir tarife göre İSTİLÂ: Bir kavmin ülkesini veya mallarını, diğer bir kavmin —galebe ile— elde etmesi demektir.

İSTİLAM; (Hac ıstılahında): Hacer-i Esved'i se­lâmlamak demektir.

Tavafa başlarken ve tavaf esnasında her şartı tamam­layıp, hizasına geldikçe ve sa'ye başlanacağı zaman, Hacer-i Esved'i istilâm sünnettir. Bunun için, Hacer-i Esved'e dönüp; namaza durur gibi tekbir ve tehlil edilerek eller kulak hizasına kal­dırılır. "Bismillahi Allahu Ekber" denilerek, Hacer-i Esved'in üzerine konulur ve eller arasından Hacer-i Esved öpülür.

izdiham sebebiyle Hacer-i Esved'e yaklaşılmazsa; avuçların içi Ka'be'ye çevrilerek, eller yukanda söy­lendiği şekilde kaldinlır ve üzerine konuluyormuş gi­bi, karşıdan işaret edilir ve Hacer-i Esved selâmlanır; sonra da sağ elin içi öpülür.

İSTÎLÂD: Bir cariyeyi ümm-ü veled kılmak de­mektir.

Şöyle ki: Bir efendi, cariyesinin kendi fîrâşından do­ğurduğunu söyler veya hâmil bulunduğu çocuk hak­kında: "Bu, bendendir." diye ikrar ve itirafta bulunursa, istîlad'da bulunmuş olur. Ve böylece efendi, o çocuğu kendi nesebine ilhak et­miş olur.

İSTİLHÂK: Bir cariyeden doğan çocuğun nese­bini iddia etmek demektir.

Şöyle ki: Bir efendi, İstifraş etmiş bulunduğu cari­yesinin doğurduğu çocuk hakkında: "Bu, benden­dir." diye ikrar ederse, istilhâkta bulunmuş yani o çocuğu kendi nesebine ilhak etmiş olur.

İSTİ'MÂN: EMAN Maddesine bakınız.

İSTİMDAD: Meded Maddesine bakınız.

İSTİMTA': Temettü' edinme, faydalanma. İstif­raş etmek (= yatağa alma; beraber yatma) anlamın­da da kullanılır.

İSTİNAF: Lügatte: Yeniden başlama; sözün baş­langıcı, söz başı gibi anlamlan ifâde eder.' Hukuk ıstılahında İSTİNAF: Bidayet mahkemesin­den verilen bir hükmün, bir üst mahkemeye müra­caat ederek feshini istemek demektir.

İSTÎNÂFEN: İstinaf suretiyle, istinaf yolu ile.

İSTINZAL: Muhazrip bir düşmandan teslim ol­masını ve hakkında verilecek herhangi bir hükme mu­vafakat etmesini istemek demektir.

Buna inzal de denir.

Bizzat savaşılan düşmanın, kendi hakkında böyle bir muamele yapılmasını istemesine de İSTİNZÂL de­nilmektedir.

İST7'RAZÜ'L-CEYŞ: Komutanın, orduyu görmek ve teftiş etmek istemiş; resm-i geçit yaptırması de­mektir.

İSTİRŞÂ: RÜŞVET: Maddesine bakınız.

İSM: Bir memlûkun (= köle veya cariyenin) çalışıp kazanç temin etmesini isteyerek, onu çalış­tırmak demektir.

Kendisi ile kitabet akdi yapılan veya kısmen azâd edi­len bir köle veya cariyenin kitabet bedelini yahut azâd olunmamış bulunan kısmına ait bedeli ödeyebilmek için, ücretle, bir işte çalıştırılması bir İSTİS'Âdır.

Kölesinin say' etmesini (= kazanç sahasına atılma­sını) isteyen kimseye MÜSTES'I denir.

MÜSTESA: Çalışması istenilen köle demektir.

MÜSTES'AT: Çalışması istenilen câriye demektir.

I&rİSHAB; Mâzîde sabit olan bir şeyin, —tebeddül ettiği (= değiştiği) bilinmedikçe— hâlen de sabit ve bakî olduğuna kail olmaktan ibarettir. Mesciâ: On sene önce hayatta olduğunu bildiğinmiz bir kimsenin, vefatı hakkında bir bilgi bulunmayın­ca, bu gün de hayatta bulunduğuna kail oluruz ve bu, bir istishâb mes'elesidir.

Lügatte İSTİSHÂB: Yanına alma, yatana alınma; beraber götürme gibi anlamlan ifâde eder.

Bir kısım şeylerin hükumü İçine girmek­ten, bazı şeyleri illa (= ancak) gibi bir edat ile hâriç bırakmaktır.

MÜSTESNA: İstisna edilen şey demektir,

MÜSTESNA MİNH: Kendisinden, bazı şeylerin istisna edildiği şey demektir.

Meselâ: "Mecnunlardan ve çocuklardan başka her insan mükelleftir." cümlesinde "her insan" sözü müstesna minh; "mecnunlar ve çocuklar" sözü müstesnâ'dır. illâ (= ... dan başka) lafzı ise, istisna edatıdır.

İstisna, beyân-ı tağyir kabilindendir. İstisna iki kısma ayrılır:

1-) İSTİSNÂ-İ MUTTASIL: Müstesna olan şeyle­rin, müstesna minh olan şeylerle aynı cinsten oldu­ğu istisnâ'du.

Meselâ: "Her hibe caizdir; kâsirlann hibesi, müs­tesna." cümlesinde olduğu gibi....

2-) İSTİSNÂ-IMÜNKATÎ': Müstesna olan şeylerle, müstesna minh olan şeylerin aynı cinsten olmama-lan demektir. Yani, bu istisnada, sadr-i kelâm, on­dan istisna edilen şeylere mütenâvil bulunmuş olmaz."

Meselâ: "Her hibe caizdir; gasb müstesna" ibare­sinde olduğu gibi.. Burada müstesna minh olan hi­be; müstesna olan gasba aslında şâmil değildir.

İŞTİRA: Satın almak demektir.

İŞTİRAK: Ortaklık demektir.

Şirket Maddesine de bakınız.

IİTHÂM: Bir kimseye töhmet ilkâ ve isaâd etmek. Birine, bir kabahat yüklemek; suçlandırmak demettir.

İTTİHAM da, İtham anlamında kullanılır.

MÜTHEM ve MÜTTEHEM ise: İtham edilen; töhmetli; kendisine bir suç veya kabahat isnâd ede-lin şahıs anlamına gelir.

Töhmet Maddesine de bakınız.

İ'TİDAL: ADL Maddesin ebakımz.

İ'TİMAN: Te'min Maddesine bakınız.

İTİSAF: ZULÜM Maddesine bakınız.

İTTİDA: Divet Maddesine bakınız.

İYÂL: Bir kimsenin bakmakla yükümlü bulundu­ğu kimseler demektir. Bu kimselerin bakmakla mü­kellef bulunan şahsın evinde olup olmamaları arasında bir fark yoktur.

HAŞEM de, İYÂL anlamında bulandır.

İZAR: Hac veya umre sırasında, ihrama giren erkeklerin bellerinden aşağıya doladıklan, peştemal gibi ve dikişsiz olan örtüye İZAR denilmektedir.

İZDİVAÇ: Evlenmek; kan - koca olmak.

İZİN: Lügatte: İÜâk (= salıvermek) anlamına gelir.

İbâhaye, müsâade etmeye, ilâma ve fekk-i hacre (= hacir hâlini kaldırmaya) da İZİN denilir.

külahta İZİN: Bir şahıs hakkındaki hacri fekketmek (= ortadan kaldırmak), tasarruflarda bulunmasına müsaade vermek demektir.

ME'ZÛN: Kendisine izin verilmiş, hacr hâli kal­dırılmış, tasarruflarda bulunmasına müsâade edilmiş kimse demektir.

ME'ZÛNÜN LEH de, me'zun anlamındadır.

Bu izin, İmâm Züfer ve İmâm Şafiî'ye göre tevkîl (= vekâlet verme) ve inâbedir.

Hacr Maddesine de bakınız

İZZİLAM: ZULÜM Maddesine bakınız. [9]

 

K

 

KA'HE

KA'BE: Mekke-i Mükerreme'de, Mescid-i Haram denilen cami-i şerifin ortasında, yaklaşık 11 metre eninde, 12 metre boyunda ve 13 metre yükseldiğin­de, taştan yapılmış, dört köşe bir binadır. Ka'be, haccın sebebi ve bütün namazlarımızda kiblegâhımizdır.

Ka'be-i Muazzamayı, Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte, —yaklaşık olarak— mîladdan 2000 yıl kadar önce inşa edilmiştir. Ka'be'nin üzeri,   —her  sene  hac  mevsiminde yenilenen— siyah bir örtü ile örtülmektedir.

KA'BE'NİN KISIMLARI

A-) KA'BE'NİN KÖŞELERİ:

1-) RÜKN-İ HÂCER-İ ESVED: Bu, Ka'be'nin do­ğudaki köşesidir. Buna RÜKN-İ ŞARKÎ de denir.

2-) RÜKN-İ YEMÂNÎ: Ka'be'nin güneydeki kö­şesidir.

3-) RÜKN-İ ŞÂMÎ: Ka'be'nin batıdaki köşesidir.

5-) RÜKN-İ İRÂKÎ: Ka'be'nin kuzeydeki köşesidir.

B-) HATİM ve HICR-I KA'BE: Rükn-i Irakî İle Rükn-ü Şamî arasında (Ka'be'nin kuzey-batısmda) olan duvarının karşısında bulunan ve zeminden 1 metre kadar yüksek, 1,5 metre kalınlığında, yarım dai­re şeklindeki duvara HATİM denir.

Hatim ile Beytu'Dâh arasındaki boşluğa da HICR-I KA'BE veya sadece HICR yahut HICR-I İSMA­İL veya HATÎRA denilir. Hıcr-ı Ka'be'de namaz kılınır, dua edilir; ancak, kıble olarak, buraya karşı namaz kılınmaz. Hz. İbrahim'in yaptığı Ka'be binasına, Hıcr-ı Ka'­be de dâhildi. Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz'e Peygamberlik vazifesinin verilmesinden 5 yıl kadar önce, Kureyş tarafından Ka'be tamir edilirken, in­şaat malzemesi kâfi gelmediği için, bu kısım bina­nın dışında bırakılmıştır.

Hz. İsmail ile annesi Hâcer'in Hıcr-ı Ka'be'ye def­nedilmiş oldukları rivayet edilir. Hıcr-ı Ka'be, Ka'be'ye dâhil olduğu için, tavaf bu duvarın dışından yapılması vaciptir.

C-) KA'BE KAPISI ve MÜLTEZEM: Ka'be'nin kuzey-doğusundaki (Rükn-i Hâcer-i Es-ved ile Rükn-i Irakî arasındaki) duvarda, zeminden 2 metre kadar yükseklikte KA'BE KAPISI vardır. Bu duvarın RÛKN-İ HÂCER-İ ESVED Ue Ka'be Kapısı arasında kalan kısmına MÜLTEZEM denir.

D-) HACER-İ ESVED: 18 -19 santim çapında, kırmızunsı esmer ve parlak bir mübarek taştır. flacer-i Esved, Hz. İsmail tarafından, Ebu Kubeys Dağı'ndan getirilmiş ve tavafa başlanacak yere işa­ret olmak üzere, bu gün bulunduğu köşeye konul­muştur.

Tavafa başlarken ve her şavtm sonunda, ayrıca *sa'-ye baslarken, Hacer-i Esved'i istilâm etmek sünnettir. E-) E-) E-) MAKÂM-I İBRAHİM: Hz. İbrahim'in KaTıe'yi inşâ ederken iskele olarak kullandığı veya halkı hacca da'vet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yere MAKÂM-I İBRAHİM denir. Tavaf namazının, —mümkün olursa— Makâm-ı İb-râhta'm arkasında kılınması efdâldir.

F-) MİZÂB-İ KA'BE (= ALTIN OLUK): Ka'be'­nin üzerine yağan yağmurların aşağıya aktığı altın­dan yapılmış oluktur.

Altın oluk, Hatîm'in karşısında bulunan Ka'be du-vanın üstünde ve orta kısmındadır.

KABUL: Bir tasarrufu yapmak için ikinci olarak söylenen sözdür ki, bu söz İle akid tamam olur. Meselâ: Bir mâl sahibinin: "Şu malımı, sana, şu ka­dar liraya sattım." demesi üzerine, müşterinin: "Ben de, onu, o veçhile satın aldım." veya, sadece: "Ka­bul ettim." demesi gibi...

KABÎH: Çirkin; yakışıksız; fena; ayıp.

FİİL-İ KABÎH: Ayıp iş, yakışıksız davranış.

VECH-İ KABÎH: Çirkin yüz.

KA'DE

KA'DE; (Namazda:) Teşehhüt (yani: Ettehiyyâtü lülahL.'yi okumak) için oturmak demektir.

Bir namazda iki defa oturuluyorsa, birinci oturuşa KA'DE-I ULA (= ilk oturuş) ikinci oturuşa ise, KA'DE-İ AHİRE (= Son oturuş) denir.

KADI

KADI: Hâkim. Yani: İnsanlar arasında meydana gelen husûmetleri (= da'vâlan) ilgili şer'î hüküm­lere uygun olarak hail ve fasl için velliyyü'I-emr (= en büyük yetkili; devlet başkanı) tarafından tâyin edi­len kimse demektir.

HAKİM: Kadı Ue aynı anlamı taşıyan bu kelime; kadı kelimesine göre daha geniş ve umûmî bir mânâ ifâde eder.

Çünkü bikini unvanı kadı için kullanıldığı gibi, veliyyü'1-emir anlamında da kullanılır.

KADİ'L-KUDÂT: Kadıların kadısı; en büyük kadı, Şeyhu'l-İslâm veya Kazasker rütbesinde bulunan kimse.

KAZASKER: Batiye sınıfının en yükseğinde bu­lunan şahıs.

KADÎM: Eski; eski zaman; başlangıcı olmayan; uzun zamandan beri var olan gibi anlamlan ifade den KADÎM kelimesi, fikıh ıstılahında: Evvelini (= baş­langıcım) bilen hiç kimsenin bulunmadığı şey de­mektir.

Yani fakıhlere göre KADÎM: Bulunduğu hâlin hila­fını (= zıddını, tersini) görmek, suretiyle (= an mü-şâhadetin) bilen hiç kimsenin bulunmadığı bir. şeydir. Bir kadîm uygulama, ammeye zararlı olmadıkça bu­lunduğu hâl Üzere bırakılır. Nitekim, vakıflarda ka­dîm teamüle riâyet olunur.

KAİDE: —Bir çok cüz'î hükmün kendisine uygun bulunduğu— kat'î ve küllî bir hüküm demektir. Meselâ: "Kelâmda aslolan hakîkî mânâdır." cüm­lesi küllî bir kaidedir. Bir çok cümleyi bu kaideye tatbik ederek, o cümlelerin hakîkî mânâlarına göre hükmederiz.

KAVÂİD: Kâide'nin çoğuludur; yani: Kaideler demektir.

KÂİF: Lügatte: İzleri, eserleri, alâmetleri ve şüp­heleri araştıran ve takip eden kimse denektir. Istılahta KÂİF: Allahu Teâlâ'mn kendisine vermiş oludğu bir hassa, bir özellik sayesinde, nesepleri il­hak eden, yanı: Hangi şahsın, nesep yönünden han­gi şahsa bağlı olduğunu, inde'l-iştibâh cismânî alâmetler delaletiyle tâyin edebilen kimse demektir.

KÂFE: Kâif in çoğuludur.

KÂİM-İ MAKÂM-I MÜTEVELLİ: VAKIF Maddesine bakınız.

KARABET KARABET: Yakınlık, hısımlık, akrabalık demektir.

Karabet İki kısma ayrılır:

1-) KARÂBET-İ VİLÂDET: Bu, usûl üe fûrû' ara­sındaki akrabalıktan ibarettir.

2-) KARABET- GAYRİ VİLÂDET: Usûl ve ffl-rû'un dışında kalan akrabalardır. Bunlar da iki kısma ayrılır:

a-) KARÂBET-İ MUHARRİME: Nikâhı haram kı­lan akrabalık demektir. Kardeşlerin, amcaların, da­yıların akrabalığı gibi...

b-) KARÂBET-İ GAYR-İ MUHARRİME: Nikâ­hı haram kılmayan akrabalık demektir. Amca, hala ve teyze çocukları arasındaki akrabalık gibi..

KARÂBET-İ EB: Baba ve dedeler tarafından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) demektir. Baba-ana bir veya yalnız baba bir kardeşler ve bun­ların çocukları ile yakın ve uzak amcalar, halalar ve bunların çocukları gibi..

KARÂBET-İ UM: Anne ve büyük anneler tara­fından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) de­mektir.

Ana bir kardeşler ve bunların çocukları ile yakın ve uzak dayılar teyzeler ve bunların çocukları gibi...

KARİNE: Bir şeyin varlığına delâlet eden emare ve nişanedir.

KARİNE: Karışık bir iş veya mes'elenin anlaşılma­sına ve çözülmesine yarayan hâl, ip ucu, amare an­lamına da gelir.

KARÎNE-İ KÂTTA: Lâyık olan dereceye ulaşan (kuvvetli) emare.

Meselâ; Bir şahsın, elinde bir bıçakJa, bir evden çık­tığı sırada, o evde, henüz öldürülmüş biri görülün­ce, o evden çıkan kimsenin, ölenin katili olduğuna hükmetmek gibi...

KARÎNE-İ KÂTIA-İ KÂNÛNİYYE: Hükmünse-beplerinden olan yemin, şahitlik ve benzeri şoylei demektir.

KARÎNE-İ KÂTIA-İ TAKDÎRİYYE: Bir tücca­rın ticâreti meslek edinip, devamlı olarak bu işle meş­gul olması gibi,..

KARÂİN: Karîne'nin çoğuludur.

KARZ: Ödünç vermek; ödünç verilen mal anla mına gelir.

Bir kimsenin, nükût veya meköattan olan bir malım1 daha sonra mislini olmak üzere, başka bîr şahsa ver­mesine de karz denir.

İKRAZ da, ödünç vermek demektir.

MUKRİZ: Ödünç alan şahıs demektir.

MÜSTAKRİZ: Ödünç olan şahıs demektir.

TEKÂRÜZ: İki şahsın birbirlerinden ödünç alma­ları demektir.

KİRAZ ve MUKARRAZA kelimeleri, müdâre-be anlamında kullanılır.

KAPİAT: Bir yere su isâle etmek (= ulaştırmak, götürmek) için, yere döşenen künk ve kâriz demektir.

KANEVAT ve KANA kelimeleri, kanat kelime­sinin çoğuludur.

MlKASÂME: Bu kelime, lügatte: Yüz güzelliği an­lamına gelir.

KASÂME: —Kasem gibi— yemin mânâsında da kul­lanılır.

KSÂM: Yemin etmek demektir.

İslâm Hukukunda KASÂME: Katili mechûl olan ve üzerinde kati eseri bulunan bir maktulün (= kati­lin) bulunduğu yer halkından elli kimsenin, özel şekli üzere yemin etmeleri demektir.

KÂSIM-I MÜŞTEREK: NİSEB-İ A'DÂT Mad­desine bakınız.

KAT'-I TARÎK: Yol kesicilik demektir.

dâr-i islâm'da, müslûmanlann veya zimmöerin mal­larını tegaîlüben ve mücâhereten {= Zorbalıkla ve açıktan açığa) almak; hayatlarına kasdetmek; halkı korkuya düşürmek için bir takım kimselerin veya kuv­vet ve satvet sahibi bir şahsın yollan tutması demektir ki, bu yüzden halk geçip gitmekten çekinir ve yollar kesilmiş olur.

KÂTT-I TARİK: İnsanların mallarını zorbalıkla ellerinden almak üzere, yıl kesicilik yapan şahıs de­mektir.

MAKTÛUN ALEYH: Yolu, bir kimse tarafından zorbalıkla kesilen şahıslardan her biri.

MAKTÛUN LEH: Yol kesiciler tarafından zorla olunan mâl demektir.

MAKTÛUN FÎH: Yol kesme olayının cerayan et­tiği yer demektir.

MlKAT'-IUZV

KAT(-I UZV: Bir kimsenin bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf etmek de­mektir.

Meselâ: El ve ayak gibi uzuvları kesmek;.göz, dış gibi uvuzlan çıkarmak ve kaşları, kirpikleri yolmak, kat' sayılır.

KÂTP-I UZUV: Bir kimsenin, bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf eden şahıs demektir.

MAKTÛ'U'L-UZUV: Bir uzvu kesilmiş olan kim­se demektir.

UZV-İ MAKTU: Kesilmiş bulunan bir uzuv de­mektir.

KAZÂ

KAZA: Lügatte: Hüküm; ahkâm; imza (= infaz); takdir; halk etme; yerine getirme; vahiy; ferağ; ölüm; san'at ve iş; bir hâdiseyi sözle veya fiille halletme ve çözme; bir hakkı sahibine ödeme; zam ve îcâb; bir şeyi lâzım kılmak; arzu edilen bir şeye gönlün istediği şekilde nail olmak gibi mânâları ifâde eder. Şer'an KAZA: Özel bir velayetten yâni hâkimlikten (= husûmetleri hail ve fasletmekten) ibarettir. KAZA;'' Velâyet-i mahsusa üzerine terettüp eden hü­kümdür." veya: "uzam etmeye yetkili olan bir şah­sın, bir kimseyi, bir şer'î hükümle ilzam etmesidir." şeklinde de tarif olunmuştur.

Kazâ'nın diğer mânâ ve tarifleri de şöyledir.

KAZA: Cenâb-ı Hak tarafından, olacağı ezelden tak­dir edilen şeylerin, vukua gelmesi anlamına da gelir.

KAZA: Da'vâlan görme işi; kadılık görevi; bir ka­dı'nin idaresi altında bulunan yer mânâlarını da ifâ­de eder.

KAZA: Vaktinde edâ edilmeyen namaz, oruç gibi ibâdet borçlarının, usûl ve kaidesine göre, sonradan yerine getirilmesi mânâsına da gelir.

KAZA; İstenmeden yapılan ve elden çıkan kötü ve zararlı bir iş anlamına da gelir. KAZA: Kaymakamlık; üçe.

SİLKİ KAZA: Kadılık mesleği; hâkimlik yolu.

ECEL-İ KAZA: Bir kaza neticesinde meydana ge­len ölüm.

TAHT-I KAZA: Bir kadı'mn idaresi altında olan...

EZKAZA: Kaza olarak; kaza suretiyle; .. şayet olursa.

KAZA: Tehlike.

KAZA: Hâdise, Vukuat

AKZİYE: Kazâ'nın çoğuludur; yani kazalar de­mektir.

KAZÂ-İ HACET: Abdest bozma.

KAZÂ-İ FİİLÎ: Kadı'mn (= hâkimin) bir yetimin malını taması gibi fiilen olan yani uygulamalı hüküm demektir.

KAZA-I İLZAM: Hâkimin, muhakemeyi vech-i mahsus üzere hail ve' fasl ederek: "Şöyle hükmet­tim, (veya: "Kaza ettim." yahut: "uzam ettim.") İddia edilen şeyi, müddeîye(= da'vâcıya)ver." gibi sözleriyle, mahkûmun bih'i (= hakkında hüküm ve­rilen şeyi), mahkûmun.aleyh'e (= aleyhine hüküm verilen kimseye) lâzım kumaşıdır.

KAZÂ-İ İSTİHKAK: Bu da, Kaza-i İlzam anla­mındadır.

KAZÂ-İ KAVLÎ: Bir hâkimin: "Hükmettim."; "İlzam ettim." gibi sözleri söyleyerek bildirdiği hü­küm demektir.

KAZÂ-İ TERK: Hâkimin: "Hakkın yoktur."; "Münazaadan memnusun." gibi sözlerle da'vâcıyı husûmetten men etmesi demektir.

KAZAEN: Kaza olarak; kaza suretiyle; bilmeye­rek; yanlışlıkla elden çıkarak. Ez-kazâ; kazârâ.

KAZA: Emir ile vacip plan bir şeyin mislini, müs-tahıkkına teslim etmek demektir. Meselâ: Muayyen bir vakitte tutulması gereken bir orucu o vakitten sonra, tutmak bir kazadır. Keza, gasbedilen bir malın mislini veya kıymetini sa­hibine teslim etmek de bir kazadır. KAZA tâbiri, hüküm, takdir ve mukadder olan bir şeyi vücût sahasına çıkarmak anlamına da gelir.

KAZF: Lügatte: Atmak demektir.

Hukuk ıstılahında KAZF: Bir kimseye, —ta'yir (= sucunu yüzüne vurma) ve şetm (= küfretme, söv­me) maksadiyle zina isnâd etmek demektir.

KÂZİF: Bir kimseye zina isnâd eden şahıs de­mektir.

MAKZÛF: Kazfediliniş yani kendisine zina isna­dında bulunulmuş kimse demektir.

MAKZÛFÜN FÎH: Kazfin meydana geldiği yer demektir.

KAZF-İ SARİH: Bir kimseye karşı, seraheten zi­na fiilini ifade eden bir lafız ile yapılan kaziftir. "Filan zânîdir." demek gibi...

KAZF Bİ'L-KİNÂYE: Bir kimseye, kinâî bir tâbir ile zina isnâd etmekten ibarettir.

Bir kadına hitaben: "Eyfâcire!" veya: "Kocanı rüsvay ettin." denilmesi gibi...

KEFÂET (= DENKLİK, EŞİTLİK) KEFÂET: Lügatte: Eşitlik, müsavat ve münasebet anlamların] ifade eder.

KÜFÜV: Nazîr ve kefâeti haiz olan yani benzerlik ve denklik sahibi bulunan kimse demektir. Küfliv'ün çoğulu EKFÂ'dır. Fıkıh ıstılahında KEFÂET: Zevç ile zevcenin, (= kan ile kocanın), bazı hususlarda birbirine müsâvî ve mümasi (= eşit, denk ve benzer) olmaları veya karının, şeref itibariyle kocasından daha aşağıda bu­lunması demektir.

KARÂBET-İ NESEBİYYE: (= Nesebi akraba­lık:) İki kişi veya daha fazla kişiler arasında nesep yönünden bulunan yakınlık, akrabalık, hısımlık de­mektir.

KASM: Bir kocanın, gücünün yettiği şeylerde, soh­bet ve dostulk için gece kalma gibi hususlarda, zev­celeri ( hanımları arasında adalet ve eşitliği temin etmeye riâyet etmesi demektir.

KEFFÂRET

KEFFÂRET: Lögâtte: Mahv, (= Yok etme) izâ­le, (= ortadan kaldırma), setr (= Örtme) ve ıhfâ (= gizleme) mânâlarını ifâde etmektedir.

Cenâb-t Hakkın bazı kusur ve günâhları; bir lakım vesilelerle setr (= örtme), ıhfâ (= gizleme) ye af­fetmesi sesebiyle, bu vesilelerin her birine KEFF­RET denilmiştir.

Nitekim, işlenilmiş günâhları, hiç işlenilmemiş gibi setr ve ıhfâya (= Örtme ve gizlemeye) yani affetme­ye TEKFÎR-İ ZÜNÛB denilmiştir.

KEFFÂRÂT: Keffâret'in çoğuludur; yani Keffâret-ler demektir.

İslâm Hukukunda KEFFÂRET: Hazr ile ibâha arasında bulunan, yani: Bir vecihten memnu (= ya­sak), diğer taraftan ise mübâh olan bazı hareketler­den dolayı, yapılması îcâbeden bazı Özel fiiller demektir.

Keffâretler bir cihetten ibâdet, bir cihetten de uku­bet (= ceza) mâhiyetindedirler. Keffâretler şu altı kısma ayrılır: 1-) KEFFÂRET-İ KATL: Bazı katillerden (öldür­melerden) dolayı —verilecek diyetlerden başka— îfâ edilmesi îcâbeden bir keffârettir. Bu da, bir mü'min köle veya cariyeyi azâd etmekten, bu bulunmadığı takdirde ise, arka arkaya kesintisiz olarak iki ay oruç tutmaktan ibarettir.

2-) KEFFÂRET-İ ZIHÂR: Karısının tamamını ve­ya yansı gibi şayi bir cüz'ünü yahut rakabe gibi şah­siyetinin tamamım mu'şir bulunan bir uzvunu; kendisine, nikâhı müebbeden haram olan bir kadı­nın tamamına veya bakması haram olan bir uzvuna benzeten (meselâ: "Sen, bana anam gibisin." veya: ".... anamın arkası gibisin " yahut senin botynun anamın arkası gibidir." diyen) bir mükellef müslü-mana lâzım gelen keffâretten ibarettir. Kendisine keffâret-i zihar îcâbeden bir kimsenin; bu keffâreti yerine getirmeden karısı İle cima etmesi helâl olmaz.

Keffâret-i zıhar da, köle azâd etmek; buna güç yet­miyorsa, peşpeşe iki ay oruç tutmak; buna da muk­tedir olunamıyorsa, altmış fakire bir sabah ve bir akşam yemeği yedirmekle yerine getirilmiş olur.

3-) KEFFÂRET-İ SAVM: Ramazân-ı şerifte, hiç bir özrü bulunmadan ve muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin; müslim veya gayr-i müslim bir köle azâd etmesinden; buna muktedir de­ğilse, aralıksız ve peşpeşe iki ay oruç tutmasıdan; bu­na da gücü yetmiyorsa, altmış fakire —bir sabah, bir akşam olmak üzere— yemek yedirmesinden ibarettir. Ancak, bu yemek böylece yedirilibileceği gibi, ken­disinin veya bedelinin fakire temlik edilmesiyle de keffaret yerine gelmiş olur.

4-) KEFFÂRET-İ YEMİN: Yaptığı bir yemine ri­âyet etmeyip hânis olan (= yani, yaptığı yemini bo­zan) bir müslümanm yerine getirmesi gereken keffârettir.

Keffâret-i Yemin şu şekilde yerine getirilir. Yeminini bozan şahıs; muktedir ise, müslüman ve­ya gayri- müslim bir köle yahut bir câriye azâd eder; buna muktedir değilse, on fakiri, —sabahlı, akşamlı— doyorur veya on fakire, —orta halde— birer parça libas giydirir. Yeminini bozan şahıs, bu üç şeyden hiç birini yapmaya muktedir değilse, üç gün, — peşpeşV- oruç tutar.

5-) KEFFÂRET-İ CİNÂYÂTPL-HAC: Hac için ihrama girdiği hâlde, bir özre mebnî olarak, saçlan-nı vaktinden evvel tıraş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibarettir.

Bu oruçta tevâlî şart değildir. Yani bu oruç, ayrı ay­rı günlerde de tutulur.

KerBret-i cinâyâti'l-hacc'a, KEFFÂRET-İ HALK da denilir.  

KATI

KATL: Cesetten, ruhu ayıran ve gideren, mües­sir bir fiilin adıdır.

Başka bir tarife göre KATL: Hayatın sonar erme­sinde, —âdeten— müessir olan fiilin İsmidir.

KATİL: Bir hayat sahibini öldüren; onun ruhunu, cesedinden ayırma işini fiilen yapmış bulunan kim­se demektir.

MAKTUL: Bir kimse tarafından öldürülmüş bu­lunan hayat sahibi kimse demektir.

KATİL: Kelimesi, maktul anlamında kullanılır.

KAVÂME: Rükû'dan kıyama kalkıp, bir defa "Süb-hâne Rabbiye'1-azîm" diyecek kadar durmaktır.

KAVED: Genellikle kısas mânâsına gelir. Bununla birlikte, çoğu kere kısas fî'n-nefs anlamında kullanılır.

Katilin boyununa ip takılarak, kısâs'm uygulanaca­ğı yere götürülmesi sebebiyle, kısâs'a kaved denil­miştir. -

KAİD: Yöneten, idare eden; bir hayvanı, bir yere sevk eden anlamına gelir.

KAVL Bİ-MÜCEBİ'L-İLLE: Hükümdeki ihtilaf baki kalmakla beraber, da'vâcının irad ve ilzam et­tiği şeyi iltizam etmek demektir.

Meselâ: "Irâd edilen delil haddi zâtında doğrudur; fakat, bu delil, iddia edilen şeyi isbât etmeye kâfi de-Pdir; iddia edilen hüküm, bu delile sabit olmaz." denilmesi gibi....

KAVM-İ MAHSUR: VAKIF Maddesine bakınız.

KAVMİ GAYR-İ MAHSUR: VAKIF Madde­sine bakınız.

KAYYIM-I VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.

KEFALET

KEFALET: Lügatte: Zam ve ilâve anlamına gelir. Istüahta KEFALET: Bir şeyin raütâlebesi hakkın­da, zimmeti zimmete zam etmektir. Yani, bir malın veya bir nefsin (= kişinin, şahsın) mütâlebesi (= ta­lep edilmesi = istenmesi) hususunda, kendi zatını, başkasının zatına ilâve ederek, o başkası hakkında lazım gelen mutâlebe hakkını, kendisi de iltizam ve taahhüt etmektir.

KEFALET kelimesi yerine ZEAMET, KABALE, HEMALE, ZAMAN kelimeleri de kullanılır. GARÂMET kelimesi ise, edası lâzım olan şey ve böyle bir şeyi edâ etmek anlamına gelir. Bu kelime de, kefalet kelimesinin yerine kullanılan kelimeler­dendir.

KEFALET Bİ'N-NEFS: Bir kimsenin; diğer bir şahsın kendisini mahkemeye veya başka belirli bir yere ihzar ve teslim etmeyi iltizam etmesi demektir. Bu nevi kefalete, KEFALET Bİ'L-VECH de denir.

KEFALET Bİ'T-TALEB: Borçluyu teftiş etme­ye ve onun şahsına; bulunduğu yeri göstermeye ke­fil olmak demektir.

Kefalet bi't-Taleb, borçluyu ihzar (= hazır etme hu­zura getirme) hususunda, Kefalet bi'1-Vech ile müş­terektir. Ancak, kefalet bİ'1-Vech, yalnız borçlular hakkında carîdir; Kefalet bi't-Taleb ise yalnız mala ve medyunlara (= borçlulara) muhtes olmayıp, kı­sas ve hudud gibi bedenî haklardan dolayı da caizdir.

KEFALET Bİ'L-MÂL; Hariçte mevcut veya zim­mette sabit olan bir mâli ödemek Üzere kefil olmaktır. Kefalet bi'l-Mâl iki kısma ayrılır:

1-) KEFALET Bİ'L-AYN

2-) KEFALET Bİ'D-DEYN Deyn (= borç), zimmette sabit bir vasıf ise de, kab-zedildikten (= teslim alındıktan) sonra, bu da, ken­disinden istifâde edilecek bir ayn olacağı İçiii, borç da bu itibarla mal sayılmıştır.

KEFALET Bİ'D-DEREK: Satılan bir şey, hakkı ile müterinin elinden alınıp, zabtolunduğu takdirde, bu müşterinin vermiş olduğu semeni (= bedeli, kar­şılığı) kendisine geri vermeye ve teslim etmeye ve­ya o şeyi satan kimsenin şahsını müşteriye teslim etmeye kefil olmaktır.  . Kefâletbi'd-Derek de iki kısma ayrılır:

1-) Kefalet bi'l-Mâl

2-) Kefalet bi'n-Nefs.

Derek ve derkç lafızları lügatte, bir kimsenin ardın-dancyetişmek, ona lâhik olmak (= ulaşmak) anlamı­na gelir.

KEFÂLET-İ MUTLAKA; Tecil, tacil ve taksit bir şart kayıtlı bulunmayan kefalettir. Buna, KEFÂLfeT- İ MÜRSELE de denir. Bir kimsenin: "Ben, filanın borcuna kefilim." de­mesi gibi...

KEFÂLET-İ MUKAYYEDE: Bir şeyin mütâle-besinde, bir kayıt ile mukayyet olarak kefil olmaktır. Bir kimsenin: "Filân kimse borcunu ödemeden öl-dtjğu takdirde, o borca, ben zâminim." demesi gibi...

KEFÂLET-İ MUALLAKA: Kefalete elverişli bir şarta talik edilmiş {= bağlanmış) olan kefalettir. "Filân şahıs şu borcunu ödemeden çıkıp giderse, onu ben veririm." denilmesi gibi...

KEFÂLET-İ MÜNECCEZE: Bir şarta bağlı ve gelecek zamana izafe edilmiş olmayan kefalettir. Filân şahsın borcuna veya şahsına; filân malın tesli­mine fî'l-hâl (= bu anda, hemen, şimdi) kefil olmak gibi....

KEFÂLET-İ MUACCELE: Tâcfl (= acele) kay-dıyle mukayyet olan kefalet; hemen ödemek kaydıyle kefalet. Yani, bir şeye kefalet akdinin yapıldığı za­mandan itibaren kefil olmaktır. Yahut, bir şeye, mu-accelen edâ olunmak üzere kefalette bulunmak demektir.

KEFÂLET-İ MÜECCELE; Tecil kaydıyle yapı­lan kefalettir.

Bİr kimsenin borcunu, filân vakitte ödemek üzere ke­fil olmak gibi..

Yahut, Kefâlet-i Müeccele; Muayyen bir müddet­ten sonra muteber olmak üzere yapılan kefalettir;

"Filânın borcunu edaya veya nefsini teslim etmeye, bir ay sonra kefilim." denilmesi gibi... Bu durum­da kefalet, bu sözden itibaren bir ay geçtikten sonra başlar. Bu bir ay içinde kefil, kefaletle mütâlebe olu­namaz. Çünkü bu müddetin zikredilmesi, bu mütâ-lebeyi tehir içindir.

Hatta:' 'Ben, bir ay sonra kefilin; ondan sonra kefa­letten beriyim." denilse bu durumda asla kefalet mün'âkid (= akdedilmiş) olmaz. Çünkü, bir aydan Önce kefalet vücûda gelmiş olmayacaktır; ondan sonra ise, kefaletten uzak olunacağı söylenmeştir.

KEFÂLET-İ MUVAKKATE: Belirli bir zaman için vuku bulan kefalettir.

"Filânın borcunu ödemeye veya şahsını teslim etme­ye, bu günden şu güne kadar kefilim.'' şeklinde ya­pılan kefalet gibi.... Bahsedilen son günden sonra, bu kefilet zail olur.

KEFÂLET-İ MÜTESELSİLE: Bir haktan dola­yı kefil olan şahsan, diğer bir şahsa; o şahsa da başka bir kimsenin kefil olması şeklinde yapılan kefalettir.

KEFÂLET-İ MÜŞTEREKE: Bir hakkın edâ edil­mesine veya bir şahsın teslim edilmesine, iki veya daha çok kimsenin beraberce kefil olmaları demektir.

KEFÂLET-İ MEŞRUTA: Bir şarta bağlanarak ya­pılan kefalettir.

Bu şart müteâref (= herkesçe bilinen, meşhur) olursa, kefalet sahih, şartta muteber olur Müterâref olmaz­sa, yine kefalet sahih olursa da, bu şart muteber olmaz.

Meselâ: Bir kimse, dâine (= alacaklıyı) hitaben: "Ben, senin filân şahıstaki alacağına kefilim; ancak, bu alacağım filân tacir üzerine havale etmeyi de şart koşuyorum." der ve alacaklı ile o tacir de bunu ka­bul ederse; bu kefalet sahih, şart da muteber olur. Bunu, alacaklı ve tacir kabul etmezse, kefil olan kim­seye bir şey lâzım gelmez. Ancak: "Ben, alacağıma kefilim; şu şart ile ki, fi­lân ve filan şahıslar da bu alacağının şu miktarına kefil olsunlar." demesi hâlinde de, kefalet yine sahih ol­duğu hâlde, bu şart muteber olmaz. Çünkü, bu şartı yerine getirme, ilk kefil ile mekfulün leh'in gücü­nün yeteceği bir şey değildir. Bu sebeple de, bu şart bâtıldır (= geçersizdir), hükümsüzdür. Bu durum­da, onlar bu kefaletten kaçınsalar bile, o kimse, ke­faleti iltizam etmiş olur.

KEFÂLET-İ NAKDİYYE: Bir hususu temin için, depozito yatırmak suretiyle kefil olmak demektir.

KEFÂLETEN: Kefil olmak suretiyle; kefil olarak.

KEFİL Kefalet eden; asıl borçlu ödemekten ka­çındığı takdirde, onun borcunu ödemeyi; birimin bir şeyi yapması gerekirken, yapmaması hâlinde, o işi yapmayı kendi üstüne alan kimse.

Bir başka deyişle KEFİL: Kendi zimmetini, başka­sının zimmetine zam eden, yani: Başkasının üzerine lâzım gelen veya gelmeyen bir mütâbeyi, kendi» için iltizam eyleyen kimsedir. Başkasına ait olup, ikrar edilen veya edilmeyen bir borcu ödemeyi üzerine alan kimse gibi... ZÂMİN, GÂRİM, ZÂYİM, KABÎL ve SABÎR ke-limelerî de KEFİL amîamında kullanılır.

KEFFÂRET: Hac ıstılahında: İşlenen bir cinayet karşılığında çekilmesi gereken ceza demektir. Ki bu ceza; oruç, sadaka veya kurban ile yerine getirilebilir.

KELÂ: Ot yani sapı olmayan ye bitince yerlere serilen bitki demektir. Bu kelime ağaçlara şâmil değildir. Mantar da ot hükmündedir. Deve dikeni denilen bitki sapı (= kök ve dallar ara­sındaki kısmı) bulunduğu ve biraz yerden yükseldi­ği için, fakıyhlerce ağaç sayılmıştır.     

KERAHAT: Mekruh Maddesine bakınız.

KERÂHİYET

KERÂHİYET: (Lügatte) Zahmet, meşakkat, şiddet ve bir şeyi kötü görmek mânâlarına gelir. Istılahta kerâhiyet: Terkedilmesi evlâ olan bir şeyin terkedilmemesi ve yapılması demektir. Kerahet de bu mânâdadır.

KENÎSE: Bu kelime, önceleri yahudîlerin ve hı-ristiyanlann mabedleri İçin kullanılan bir isimdi. Son­raları ise, sadece hınstiyanlann mabedleri yani klişeler için kullanılmaya başlanmıştır.

KENÂİS: Kenîse'nin çoğuludur.

KENZ

KENZ: Define demektir. Yani, yer altinda med-fun olup, sahibi bilinmeyen altın, gümüş sikkelerle silâhlar, âletler ve ev eşyası gibi mal ve eşyalardan ibaret olan kenz (= define) üç kışıma aynin;

1-) KENZ-İ İSLAMÎ: Üzerinde kelime-i şehâdet gibi bir İslâm alâmeti bulunan veya müslümanlara aid ol­duğu bilinen bir nakış taşıyan sikke ve benzeri defi­neler demektir.

2-) KENZ-İ CÂHİLİ: Üzerinde câhiliyye damgası olarak put veya bir gayr-i müslim hükümdar resmî bulunan, medfun sikkeler ve diğer şeyler demektir.

3-) KENZ-İ MÜŞTEBEH: Husûsî bir damga taşı­mayan veya darb ve nakşı karışık olduğundan mü-sülmanlara mı, gayr-i müslimlere mi ait olduğu an­laşılmayan meskukat ve diğer definelerdir.

KAVLÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine bakınız.

KEYLÎ: Mekîlât Maddesine bakınız.

KEYLİYYÂT : Mekîlât Maddesine bakınız.

KISAS

KISAS: Lügatte: Eşitlik mânâsına müşir bir keli­me olup, bir şeyin izine tâbi olmak ve o şeyin misli­ni (= benzerini) getirmek demektir.

Cûrm ile ceza arasında mümâselet (= benzeme, an­dırma, benzeyiş) matlûp olduğundan dolayı, KISAS islâm hukukundaki özel bir ceza nev'ine isim ol­muştur. Buna göre ıstılahta KISAS: Seran, katili, makul mu-

kabilinde öldürmek veya mecruh yahut maktu (= ya­ralanmış yahut kesilmiş) olan bir uzuv mukabilinde, cârih'in ve kâti'in (= yaralayan'ın ve kesen şahsm) ona mümasil olan uzvunu cerh ve kat' etmektir. (= yaralamak ve kesmektir.)

KISAS FÎ'N-NEFS: Bir katili, maktulün (= kat­ledilmiş, öldürülmüş şahsın) nefsi mukabilinde öl­dürmek demektir.

KISAS FÎ'L-ETRAF: Yaralanmış veya kesilmiş bir uzuv (= organ) mukabilinde yaralayan veya ke­sen şahsm, mümasil uzvunu yaralamak veya kesmek demektir.

KrSÂSEN KATL: Amden katil olan bir şahsın, şeraiti dâiresinde Öldürülmesi demektir.

KISÂSEN: Kısas yoluyla, öldüreni öldürerek, ya-ralıyanı yarahyarak, bir fiilin, (işlenen suça) müsâ-vî olacak şekilde cezalandırılması yoluyla.. demektir.

MEN ALEYHİ'L-KISÂS: Üzerine kısas icra edil­mesi îcâbeden şahıs demektir.

MUKTASSUN MİNH: Hakkında, bi'1-fiil kısas hükmü uygulanmış olan şahıs veya uzuv demektir.

KISMET

KISMET; Taksim etmek; bir şeyi bölmek, bölüş­mek, bölüştürmek demektir.

Yani TAKSİM: Müteaddid kimselerin,bir şeydeki hisse-i şayialarını (= müşterek bir malın her cüzüne sirayet eden hisse, paylarını) bir mikyas (= birim, ölçü) ile tâyin ve tahsis etmek demektir. Meselâ: Ağırlık ölçüsü ile ölçülen yani tartılan bir şeyi, tarüile; uzunluk ölçüsü ile ölçülen bir şeyi, met­re ile; hacim ölçüsü ile ölçülen bir şeyi ölçek veya litre gibi bir hacim ölçüsü birimi ile ölçerek, hisse­ler belirlenir ve sahiplerine verilir.

KISMETLER:

A-) KISMET-İ AYAN

B-) KISMET-İ MENÂFİ diye ikiye ayrılır. Ayan hakkidaki kısmetler de:

1-) KISMET-İ CEMİ

2-) KISMETİ TEFRİK nevilerine ayrılır. Bu iki kısmet de kendi aralarında ikiye ayrılırlar. ŞÖyleki:

1-) KISMET-İ CEMİ

a-) KISMET-İ RIZÂ

b-) KISMET-İ KAZA

2-) KISMET-İ TERRİK

a-) KISMET-İ RIZÂ

b-) KISMET-İ KAZA

Simde bunların her birini hangi mânâya geldiğini ayn ayrı görelim:

KISMET-İ ÂYÂN: Menkûl veya gayr-i menkûl ayn'lardaki şayi hakların tâyin ve tahsis edilmesi yani belirlenip, sahiplerine tahsis edilmeleri verilmeleri demektir.

KISMET-İ MENÂFİ': Müşterek menfaatleri tâ­yin ve tahsis etmek demektir. Ve bu taksim şekli, kıyemiyatta cereyan eder.

Bu durumda, taksim edilen bu şeylerin ayn'lan baki kalıp, kendileri ile menfaatlerime mümkün olur. Müşterek bir evde, ortaklardan her birinin, belirli va­kitlerde nöbetleşerek ikâmet etmeleri, bir kismet-i menâfi' (= bir şeyin menfaatini bölüşmek) olur.

KISMET-İ CEMİ': Müşterek ayn'iann (= mü-teaddid şahısların ortak bulunduğu şeylerin asılları­nın) parçalara bölünerek, bunların her birinde bulunan şayi hisselerin, bu bölünen kısımlarında cem edilmiş

(= toplanılmış) olmasından ibarettir. Meselâ: Üç kişinin, ortak bulundukları otuz koyu­nu, onar onar, üçe taksim etmeleri gibi.. Bu durum­da, her bir ortağın otuz koyunun her birinde bulunan hisseleri, onar koyunda cem edilmiş (= toplanmış) olmaktadır.

KISMET-İ TEFRİK: Bir müşterek ayn'm (= or­tak bir malın) (aksim edilip, her cüz'ünde şayi olan hisselerin bölünen kısımların her birinde tâyin edil­mesi demektir.

Buna, KISMET-İ FERD de denir.

Meselâ: İki kişinin yan yanya ortak bulundukları bir arsanın ikiye taksim edilmesi gibi...

KISMET-İ RIZÂ; Ortakların, kendi nzâlan ile yaptıkları taksim (= bölüşme) demektir.

Bu taksim, ya ortakların, kendi aralarında, nzâlan ile taksim etmeleri ve ortakların nzâsı ile hâkimin taksim etmesi şeklinde gerçekleşir.

KISMET-İ KAZA; Ortaklardan bazılarının tale­bi ile, hâkim tarafından cebren ve hükmen yapılan taksim demektir.

KISMET-İ GANİMET: Savaş sırasında düşman­dan alınmış bulunulan malların, dâr-i islâmda, gaziler arasında kafi surette taksim edilmes ive hak sahiplerine dağıtılması demektir.

KISMET-İ MÜLK de, kısmet-i ganimet anlamında kullanılır.

KISSÎS Keşiş; hıristiyanlann ilim ve din bakımın­dan reisleri.

KIYÂS

KIYÂS: Bir şey hakkında sabit olan bir hükmün mislini, —o hükmün ictihâdî illetini hâiz olduğu için— diğer bir şeyde de, bir rey ve ictihâd neticesi olarak izhar etmektir.

Meselâ: Buğdayın ribevî mallardan olduğu nas ile sa­bittir. Yani, bir miktar buğday, o miktardan fazla bir buğday karşılığı olarak satılamaz. Satılırsa faiz olur. Bu asıldır.

Bunun İctihâden illeti ise keyliyet (= ölçekle ölçü­lür olma) ile cinsiyettir.

Bu illet de, pirinç ve danda da vardır. Bu da, fer'dir. Dolayısıyle, buğdaya kıyâs edilerek, pirincin ve da-nnm da ribevî mallardan olduğuna rey ile hükmedi­lir ki, bu bir kıyâs mes'elesidir.                            :

MÂHSÜN ALEYH: Kıyâsta asıl olan hüküm de­mektir.

MÂKIS: Kıyâs'ta fer' demektir.

Kıyâs-ı fukahâ, cüz'iden cüz'iye istidlal tarîki ol­duğundan, bu işlem mantıktaki temsil kabilinden sayılır.

İLLET-İ KIYÂS: Şer'î hükmü nas ile sabit olan bir şeyin, müştemil olduğu vasıflardan olup, bu şer'î hükme ictihâden sebep ve alâmet telâkki edilen şeydir. Meselâ: Bir kile (= ölçek) arpa, yine bir kile arpa karşılığında veresiye olarak satılamaz; bu bir ribâ-dır; haramdır.

Bu haram hükmünün ictihâdî illeti, arpadaki cinsi­yet ve keyliyet vasıflandır. Artık, buna kıyâsen, bir kile darının da, bir kile dan mukabilinde veresiye ola­rak satdmasının haram olduğuna kail oluruz. Çün­kü, arpa hakkındaki hükme illet olan cinsiyet ve keyliyet vasfı, danda da mevcuttur. İşte bunlar, bu illete müşterek olduklanndan, aynı hükme tâbi bu­lunurlar.

Bu durumda arpa asıl, dan da fer'i olmuş olur.

İLLET: Lügatte: Tağyir edici (= değiştirici) şey an­lamına gelir.

Fıkıh ıstılahında İLLET: Bir hükmün sabit obuası, ilk önce kendisine nisbet ve izafe olunan şeydir. Meselâ: Alış-veriş akdi, müşteri için mülkiyetin sâ-bit olmasının illetidir.

KEV; Köle ve câriye (= rakik) demektir. Kın'in müennesi (= dişili) KINNE'dir. Bazılarına göre KIN: —Müdebber gibi— alınıp sa­tılması caiz olmayan köle demektir.

KISMET-İ ÎDÂ; Ganimet mallarım, dâr-i harb-te, gaziler arasında, sehimleri nisbetinde, muvakka­ten tevzi etmek demektir. Gaziler, bu mallan kendi vâsıtalanyle dâr-i islâm'a götürerek, hepsini tekrar bir yerde toplarlar. Sonra, bu ganimet mallan, ye­niden kısmet-i ganimet suretiyle taksim edilir.

KITAL: (= MUKÂTELE): Muharebe ve muhâ-seme (= savaş ve kavga) demektir.

MUKÂTİL: Bünyesi kıtale müsait olup, fiilen sa­vaşan veya mukâteleye hazır bulunan kimse demektir.

HYEMÎ; Çarşı ve pazarda misli bulunmayan ve­ya az bulunan; bulunsa bile fiat bakımından birbi­rinden farklı olan şey demektir. Yazma kitaplar; san'atkârâne İşlenmiş kaplar; hayvanlar; karpuz ve kavun gibi şeyler bu kabildendir.

KTYEMİYYAT: Kıyemi olan şeyler demektir.

KIYMET

KIYMET: Değer demektir. Bu kelime, —aynca-bedel, baha, tutar; şeref, itibar gibi mânâlan da ifâ­de eder.

KAİMEN KIYMET: Binâlann ve ağaçlann, bu-lunduklan yerde durmak üzere kıymeti demektir. Kaimen hymet'in tesbit edilmesi için, bina veya ağaç­lann bulunduklan yerin kıymeti, önce bu bina veya ağaçlar ile beraber, sonra da bunlar yokmuş gibi tesbit edilir yani buraya her iki durumu için, --ayn ayrı— kıymet biçilir. Bu iki kıymet arasındaki farka bakı­lır; bu fark, o yerdeki bina veya ağaçların kaimen kıymeti olmuş olur.

Meselâ: Bir arsanın kıymeti, üzerindeki bina İle be-, raber on beş milyon; binadan hâli olarak da on mil­yon ise, aradaki beş milyonluk bu fark, o binanın kaimen kıymeti olmuş olur.

MEBNİYYEN KIYMET: Binâlann kaimen kıy­meti anlamındadır.

NÂBÎTEN KIYMET: Ağaçlann kâimen.kıymeti anlamındadır.

MAKLÛAN KIYMET: Bir arsa üzerindeki binanın veya ağaçlann kal'ından (= yıkılmasından, sö­külmesinden) sonraki kıymeti demektir. Meselâ: Bir binanın kıymeti, arsa üzerinde iken on milyon lira; yıkıldığı zaman da iki milyon lira ise; makluan kıymeti, kaimen kıymetinin beşte biri ka­dar olmuş olur.

MÜSTAHİKKU'L-KAL' OLAN KIYMET: Bir binanın veya ağacın maklûaa kıymetinden yıkma ya­hut söküp atma ücreti çıkarıldıktan sonra baki kalan miktardır.

Meselâ: Bir binanın maklûan kıymeti iki milyon li­ra, yıkma ücreti de üç yüz bin Ura takdir edilse, bu binanın müstahıkku'1-kal' olan kıymeti, bir milyon yedi yüz bin lira olmuş olur.

MA'MÛREN Bİ'L-KAL' KIYMET: Bu tabir de, müstahikku'1-kal' olan kıymet anlamına gelir.

ZÎ-KIYMET: Kıymetli, değerli.

KIYMET-İ HAKÎKİYYE: Hakîki (= gerçek) değer.

KIYMET-İ İ'TİBÂRİYYE: Devletçe kabul edi­len değer; fiat.

KTYMET- MEVZUA: Bir şeye, satıcı tarafından konan değer; fiat.

KIYMET-İ MUTLAKA^Mutlak değer.

KIYMET-İ ZÂTİYYE: Bir şeyin veya şahsıa ken­di öz değeri.

KİRA: Ücret mânâsına geldiği gibi icâre (= kira­ya verme) mânâsına da gelen bir kelimedir. Kira'ya, MÜKÂRAT da denir.

İKTİRÂ: Bir şeyi kira ile tutmak demektir*:

MUKRÎ: Bir şeyi kira İle tutan şahıs demektir.

MUKÂRÎ: Ev veya hayvan gibi bir malı kiraya veren kimse demektir.

KİRAB: Bir yeri sürüp aktararak ziraate elverişli hâle getirmek demektir.

KİRDAR: Bir kimsenin, veliyyü'1-emr tarafından,, ekip-dikmesi (= müzâraa) için, kendisine tefviz edil-' miş bulunan bir arazi üzerine yaptığı bina, diktiği ağaç ve kendi mülkünden naklederek —tarla hâline getirmek İçin,— o arazinin çukur ve yank yerlerine dol­durduğu toprak anlamlarına gelir. Buna, bazı yerlerde HAKKI KARAR denilmektedir.

KİNAYE: Hakikat olsun, mecaz olsun, kendisi ile ne kasdedildiği kapalı olan lafızdır. Kullanılması mehcur olan ve terkedilmiş bulunan ha­kikatler birer kinaye oludğu gibi, daha müteâref ol­mayan mecazlarde birer kinayedir. Meselâ: Bir kimse, karısına: "Benden tesettür et." "Git, ailene iltihâk et." dese; bu sözleri, niyetine göre, birer talâktan kinaye olur.

KSSB: Bir arazinin, —tarla hâline getirilebilmesi için— çukurlarına doldurulan toprak demektir.

KİSVE: Libas, elbise, giyilecek şey demektir.

KİSRÂ: Eski İran hükümdarlarından Nûştrevân-ı Âdil'in lakabı olup, kendisinden sonra gelen hüküm­darlar da bu lakapla anılmışlardır.

EKÂSİRE-İ ACEM: İran kisrâlan yanı İran hüküm­darları demektir.

KİTAH

KİTAB: Lügatte: Mektûb yani yazılmış şey de­mektir.

Fıkıh ıstılahında KİTÂB: Bir takım bablardan ve fa­sıllardan meydana gelen ve fıkhî mes'eleleri ihtiva eden yazıların hey'et-i mecmuasıdır. Fıkıh Usûlü ıstılahında ise KİTÂB: Kur'ân-ı Ke-rün'dir. Yani: Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)'e, Allahu Teâlâ tarafından, Cibrîl-i, Emin vasıtasiyle vahy ve inzal buyurulmuş olan ve mânâ ile nazm-ı celiden ibaret bulunan Kur'ân âyetlerinin hey'et-i mecmuasıdır.

KİTÂBULLAH: Kur'ân-ı Kerim

EHL-İ KİTÂB: Kitabî. Dört mukaddes kitaptan birine inanan ve bağlı kalan kimse. Kur'ân-ı Kerî­me îmân eden ve bağlı kalan şahsa müslüman; İn­cil'e, Tevrad'a ve Zebur'a bağlı kalanlara ise EHL-İ KİTÂB (= KİTABÎ) denilmektedir.

KİTABET r= MÜKÂTEBE)

Kitabet (= Mükâtebe): Bir köle ile efendisi arasın­da, bir bedel karşılığında, yapılan akiddir. KİTABET (= Mükâtebe): Bir köleyi, elinde bulun­durma cihetinden hâlen (= hâlde, hemen); Köleliği cihetinden ise İstikbâlen (= gelecekte) azâd etmektir. Yani KİTABET: Bir köleyi, deruhte (= ödemeyi kabûl )ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üzere, hâlen (hemen, kitabet akdi ile) tasarruf hürriyetine ve mülk edinme hakkına nail kalmaktır. Bu sayede köle, kendi adına ve nisabına kazanç temin eder ve kitabet bedelini ödeyince kölelikten kurtulur. Kitabetin bir kaç çeşidi vardır;

KİTÂBET-İ SAHÎHA: Cinsi belli, miktarı muay­yen ve kat'î bir bedel üzerine yapılmış olan yani şart­larını cami mükâtebedir.

KİTÂBET-İ FASİDE: Fâsid bir şarta mukârin olan mükâtebedir. Bu kitabet, fâsid olarak akdedilmiş olur. Meselâ: İki taksitte yüzer dinardan iki yüz dinar ve­rilmek ve bîr taksit zamanında ödenmediği takdirde otuz dinar daha ödenek yapılan bir kitabet akdi bu kabildendir. Köle bu bedeli ödeyince azâd olmuş olur. KİTÂBET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarını kendi' sinde bulundurmayan kitabet demektir ki, bununla kitabet ahkâmı sabit olmaz. Teslim edilmesi elden gelmeyen veya (ölü gibi...) mal sayılmayan bir bedel karşılığında yapılan kitabet, bu kabildendir.

KİTABET

KİTABET: Bir efendi ile kölesi (= mevlâ ile mem-lûkü) arasıda, muâveze (~ karşılık vermek) tarikiy­le cereyan eden bir akiddir. Buna, MÜKÂTEBE de denir. Başka bir tarife göre KİTABET (MÜKÂTEBE): Bir kimsenin, kölesini, elde bulundurması bakımından hâlen (= hemen); kölelik bakımından ise istikbâlen (= gelecekte) azâd etmesi demektir. Yâni KİTABET: Bir köleyi, ödemeyi kabul ve te-ahhüd ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üze­re, hâlen = şimdi, hemen) tasarrufta bulunma hürriyetine ve mülk edinme hakkına mâlik kılmak­tır. Bu sayede köle, kendi hesabına çalışıp kazanır; kitabet bedelini ödeyince de kölelikten kurtulur.

MÜKÂTEB: Efendisi ile kitabet akdi yapmış bulu­nan köle,

MÜKÂTEBE: Efendisi ile kitabet akdi yapmış bu­lunan câriye.

MÜKÂTİB: Memlûkünü (= kölesini veya cariye­sini) kitabete bağlamış olan efendi demektir. • KİTÂBET-İ SAHİHA: Şartlarım bulunduran ki­tabet demektir ki, bunda kitabet bedeli olarak öde­necek şeyin, cinsi malum, miktarı belirli ve kaf î olur.

KİTÂBET-İ FASİDE: Bir fâsid şarta mukârin (=bağlı, bitişik) olarak akdedilen mükâtebedir ki, fâ-sid olarak münakid olmuş olur. - Meselâ: İki taksitte, her birinde şu kadar dirhem gü­müş ödemek ve takdin biri zamanında ödenmediği takdirde, şu kadar dirhem gümüş daha Ödemek şar-tıyle yapılan bir kitabet akdi KİTÂBET-İ FASİDE kabilindendir. Bedelin ödenmesi hâlinde ıtk {= azâd olma) tahakuk eder.

KİTABET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarım ken­disinde tamamen bulundurmayan mükâtebe demek­tir. Ve, böyle bir akidle kitabet ahkâmı sabit olmaz. Meselâ: Teslim edilmesi makdur (= güç ve kuvvet dâhilinde) olmayan veya —ölü hayvan gibi— mal sa­yılmayan, bir bedel karşılığında yapılan kitabet, bâ­tıl bir kitabettir.

.MÜKÂTEBTÜ'L-VASÎ: Bir vasînin vesayeti altın­daki bir yetime ait bulunan bir memlüku (= köle veya cariyeyi) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kita­bet akdi caizdir.

MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Ticârete izinli bulunan bir memlûkü (= köle veya cariyeyi) kitabete bağla­mak demektir.

Bu kitabet de caizdir. Ancak, ticarete izinli bukınan memlûk borçlu ise, alacaklılar bu kitabeti reddede­bilirler.

MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlan­mış bir kölenin, kendi memlûkünü (= köle veya ca­riyesini) kitabete bağlaması demektir. Bu kitabet de, muvâzene kabilinden olduğu İçin caizdir.

MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa ermemiş bulunan bir kölenin kitabete bağlanması demektir. Böyle bir akidde bu küçüğün durumuna bakılır: Eğer, âkil (yani kitabetin ne olduğunu müdrik ve alış-verişe .aklı yeten biri) ise, bu kitabet sahih olur. Aksi tak­dirde sahih olmaz.

KİTÂBET-İ SIKS: Bir köle veya cariyenin bir kıs­mını (meselâ yansını veya üçte birin).... kitabete bağ­lamaktır.

KİTÂBET-İ MÜŞTEREKE: İki şahsın müştere­ken (= ortaklaşa) mâlik bulundukları bir köle veya câriye hakkında bir akid ile yaptıkları mükâtebe de­mektir.

Kirâat: (Namazda) Kur'ân-ı Kerîmden bir miktar okumak demektir.

KİTABİ: Eses itibariyle semavî bir dîne, Allah ta­rafından indirilmiş bir kitaba itikad etmiş bulunan gayr-i müslim kimse demektir.

KİTÂBİYYE: Kitabî tabirin müennesidir; yani: Kitabî olan kadın demektir.

EHL-İ KİTAP: Kitabîlerin hey'et-i umûmîsi; ki­tabiler; kitabiler topluluğu demektir. Yahudiler ve hıristiyanlar ehl-i kitaptırlar.

KTTABÜ'L-CİHÂD: Siyer Maddesine batanız.

KİTABÜ'L-MEVÂRİS: FERÂİZ Maddesine bakınız.

KİTÂBÜ'S-SİYER: Siyer Maddesine bakınız.

KİTÂBÜ'L'EMÂN: Düşmana (veya düşmanlara) emân verildiğini gösteren vesika, yazı demektir. ■k EMÂN Maddesine de bakınız.

KÜBA MESCİDİ: Medîne-i Münevvere'ye (es­kiden) bir saat mesafede bulunan Küba köyünde, hic­ret esnasında, bizzat Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yaptırılmış olan mescidtir.   '

Küba Mescidi, Kur'ân-ı Kerîm'de TAKVA MES­CİDİ diye zikredilmiştir. (Tevbe Sûresi, âyet: 108) Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Medîne-i Münev­vere'de bulunduğu sıralarda, her cumartesi günü, bu mescidi ziyaret eder ve orada namaz kılardı.

KUBVH: Bîr şeyin aklen ve şer'ân müstehcen olup, dünyada zemme, âherette de azaba veya itaba ma­hal olmasıdır.

Küfür gibi.. Hür bir kimseyi satmak gibi...^ Böyle bir şey LİAYNİHÎ KABÎH'tir. IİGAYRİHÎ KABÎH ise: Haddi zâtında meşru iken, bir sebepten dolayı çirkin görülen şey demektir. Nehyedilmİş olan günlerde tutulan oruç gibi...

KUDRET: İktidar ve kuvvet demektir. Ve kud­ret, bir şeyi yapabilmek için bulunması lâzım gelen iktidardan ve kabiliyetten ibâretir.

Fiite mukârin olan ve onda müessir bulunanicudrete İSTİTAAT ve KUDDET MAA'L-FÜL denir. KUDRET MAA'L-FÜL, fiilde müessir olduğundan, o fiilen illetinden sayılır.

KUDRET-İ MÜMEKKİNE; İnşam, bir şey ya­pabilmek için, mütemekkin, muktedir kılan ve vâsı­ta ve sebeplerin selâmetinden ibaret bulunan kudrettir ki, bu, her vacibin edasının şartıdır.

KUDRET-İ MUYESSİRE: Vasıta ve sebeplerin selâmetinden ibaret olup, bir şeyi kolaylıkla yapa-250 bilmeye vesüe olan bir kudrettir. Ki bu, bir tasım mâlî vecîbelerin vücûbu ve zimmette devana için şart­tır. Zekâtın vücûbu, bu kudretin varhğıfla bağlıdır.

KURBET

KURBET: Yakınlık demektir. Istılahta kurbet: Allahu Teâiâ'ya manevî bir hâlde yakınlığa sebep olan herhangi bir güzel amel demek­tir. Sadaka vermek, nafile namaz kılmak gibi...

KUDÜM TAVAFI: HAC / TAVAF / TAVA­FIN NEVİLERİ Maddesine bakınız.

KUVVAM: VAKIF Maddesine bakınız.

KÜÇÜK CEMRE: HAC / CEMRELER Mad­desine bakınız.

IKÜRÂ: At, deve, katır, eşek, fil ve üzerine yük

yüklemeye alıştırılmış öküz gibi hayvanlar demektir.

EKÂRI; Kürâ'nın çoğuludur; yani yük hayvan­ları demektir.

KÜFRz Aslında setr ve ihfa (= örtme ve gizleme) mânâlarına gelir.

Istılahta KÜFR: Allahu Teâlâ'mn varlığın veya bir­liğini yahut İlâhî şerîatlerden veya nebî ve resuller­den herhangi birini inkâr etmek demektir.

KÂFİR: Allahu Teâlâ'nın varlığını veya birliğini . yahut İlâhî Şerîatlerden veya Peygamberlerden her­hangi birini inkar eden şahıs demektir.

EHL-İ KÜFR: Kâfirler; kâfirler topluluğu[10]

 

L

 

LAFZ

LAFIZ: Söz demektir.

KELİME; manâlı lafz; tek başına anlamı olan söz demektir.

HARF: Tek başına bir anlamı bulunmayıp, mânâ­sı —edatlarda olduğu gibi-^başkalanyle meydana ge­len lafızdır.

LAFZ-I HAS: Münferiden, —başlı başına— bir mânâya vaz'olunan lafızdır.

Zeyd, Amr, insan, erkek, kadın gibi...

LAFZ-I MÜŞTEREK: İki veya daha fazla mânâ­ya, —birinden diğerine nakil şeklinde obuadan— baş­ka başka vaz edilmiş lafızdır.

Meselâ: Ayn lafzı gibi ki, bu lafız: Hem göz, hem altın, hem de mâhiyet gibi mânâlara mevzudur. (... gelir; konulmuştur.)

LAFZ-I ÂM; Gayr-i mahsur (yani: Sayısız mü-semmâlan içine alan ve aynı cinsen bir çok fertlere birden delâlet eden lafızdır.

Kavim, cemaat, rical, nisa lafızları gibi...

LAFZ-I MUTLAK: Şumulsüz, tayinsiz olarak, cinsinde şayi olan lafızdır ve bu Lafz-i Hass'ın efrâdındandır.

Meselâ: "Üç gün" denilse; bundan, belirsiz üç gün kasdedilmiş olur.

"Bir kitap okudum." denildiğinde de, bundan, ki­tap cinsiden lalettayin bir kitap okunduğu ifâde edil­miş bulunur ki, bunlar, birer mutlak lafızdır?

LAFZ-I MUKAYYED: Bir kayıd ile, bir vecih ile şüyûdan, cinsinin her ferdine şümulden çıkmış olan lafızdır.

Meselâ: " \rd arda üç gün.."; "bir fıkıh kitabı" de­nildiğinde; bunlar, birer mukayyed lafız olmuş bulunur.

MÜŞTEREK-İ MANEVÎ: Müteaddid mânâları içine almakta olan bir mânâyı külliye, bir vaz İle ko­nulmuş bulunan lafızdır.

"Hayvan", "ağaç" lafızları gibi ta, "hayvan" ke­limesi, bütün hayat sahiplerine; "ağaç" kelimesi de, her cins ağaca şâmildir.

LAFZ-I MENKÛL: Mezvûu leh'inin dışında bir mânâda kullanılması, —bir münâsebet ve alâkadan dolayı— yaygın bulunan ve bu mânâsı bir karineye ihtiyaç hissedilmeden anlaşılan lafız demektir.

ir Istüâh Maddesine de batanız.

LAFZ-IMÜEVVEL: Delâlet ettiği bir çok mâ­nâdan ve vecihten bazdan delîl-i zannî ile, rey-i gâ-iip ile tereccüh eden müşterek lafızdır.

Meselâ; Kur' lafa, hayz ve tuhr arasında müşterektir. Bu müşterek laftın tuhr veya hayz mânâsı tercih edi­lirse, bu münevvel bir lafiz olmuş olur.

LAFZ-I ZAHİR: Teemmül ve tefekküre ihtiyaç duyulmadan, sadece işitilmekle mânâsı anlaşılan söz demektir.

Meselâ: "Alış-veriş helâldir, "sözü, zahir bir lafadır. Bunun zıddına da Lafz-ı Hafi denir.

NAS: Söyleyen yönünden ileri gelen bir sebeple, mânâsı zahirden daha açık olan lafızdır. Meselâ: Ümin şerifini ve faziletini bildirmek isteyen bir zât: "bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?" de­se; bu söz, bilmek İle bilmemek arasındaki farkı ifâ­de hususunda nas olmuş olur.

Te'vile ihtimâli olmayan size de NAS denir.

LAĞV: Hükümsüz bırakma; kaldırma. Faydasız, beyhude, boş. Yanılma, atlama.

LAHD: Mezar; çukur; kabir.

LAKIT: Bİr çocuğu, atılmış bulunduğu yerden alıp kaldıran kimse demektir. + Btikat ve Mültekıt Maddelerine de bakınız.

LAKİT: Lügatte: Melkûd (= gâib) mânâsına ola­rak, yerden kaldırılmış şey demektir. Bu kelimenin, —daha sonra— MELBUZ (yani atıl­mış, terkedilmiş) ÇOCUK anlamında kullanılması yaygınlaşmıştır.

Çünkü, yere atılan şeyler, —âyete göre— yerden alı­nıp kaldırılır. Ve bu şey, himaye edilmeye lâyık bir şeyse, himaye edilir, korunur. Bir yere atılan çocuk da, oradan kaldırılacağı İçin, kendisine, LAKİT nâmı verilmiştir. Istılahta LAKİT: Ehli (= ailesi) tarafından bir yere atılmış, diri veya ölü çocuk demektir.

İltikat ve Menbuz Maddelerine de bakınız.

LUKATA: Lügatte, alıp, kaldırmak anlamına ge­len Lakit lafzından alınmış bir kelimedir. Kaydolmuş ve düşürülmüş bir mala da, —âdete göre— alınıp saklandığı için LÜKATA adı verilmitir. LÜKATA tâbiri, arzı da, çoğuda ifâde eden bir — çoğul anlamlı— isimdir. Ancak bunun kelime ola­rak çoğulu da LÜKATÂT"ür.

LÜKATA:

1-) "Canlı veya cansız, yitik mal."

2-) "Sahibi bilinmeyen, düşmüş mal."

3-) "Yolunu şa­şırmış hayvan."

4-) "Ziyâa(= kaybolmaya) maruz, herhangi bir masum mal." şekillerinde tarif olunmuş­tur ki, bu tarifler netice itibariyle aynıdır, birdir.

Lükatayı bulunduğu yerden alıp kaldıran kim­seye LÂKİT veya MÜLTEKİT denir. İLTİKAT ise, kayıp bir şeyi, bulunduğu yerden alıp kaldırmak demektir.

Diğer bir tarife göre LÜKATA: Zayi olan bir şeyi, —temellük için değil de— sahibi nâmına muhâaza et­mek için, bulunduğu yerden alıp kaldırmaktır. Bu tarif, aym zamanda İLTİKAT'm de tarifi'dir.

LAZIM: Hıyârâttan (= muhayyer olma hâllerin­den) hâli olan bir akiddir. Ki üzerine terettüp eden eserin ref i mümkün olmaz.

Meselâ: Bir kimse, muhayyer olmamak üzere, bir malını, bir şahsa, şartlan dairesinde satsa, bu mua­mele lâzım olur. Ve artık, satan şahsın, bu satış mu­amelesini bozmaya, hiç bir selâhiyeti olmaz. Lâznn'ın mukabili GAYR-İ LAZIM' dır. Ve bu da: Kendisinde muhayyerlik bulunan akid demektir.

LEBEN-İFAHL: Bir erkeğin mukâreneti netice­sinde, bir kadında meydana gelen süt demektir. Bu süt, kan ile kocanın birleşmesi sebebiyle ve her iki­sinin madde-i mahsûsasından meydana gelir.

LEHAKı Yetişmek, idrâk etmek; bir topluluğa gi­dip katılmak, iltihâk edip, tabî olmak anlamına gelir.

LVBÎK da lehak anlamındadır.

LÂKİK ve MÜLHAK kelimeleri de: Sonradan ye­tişip tâbi olan kimse anlamına gelir.

I LİKA; Görmek, yetişmek; tesadüf etmek, kar­şılamak demektir.

TİLKA kelimesi ise hiza ve muvâzî anlamına gelir.

LEHV: Oyun, eğlence,, çalgı, faydasız iş. Gafil olmak.

LEHHİYYÂT: İnsanı gaflete düşüren, neftinin ar­zularına nail bırakan şeyler; oyunlar, eğlenceler de­mektir.

LEVM: Zemmetme, çekiştirme, kötüleme, pay­lama, başa kakma.

LEVS: Bir maktulün velîlerinin iddialarında sadık olduklarına dair bir zann-ı gâlib meydana getiren, bir karîne-i hâliyye veya fiiliye demektir. Bu alâmet ve i uygun olarak dörder defa şehâdeöe bu hısta katlin nişanesi veya maktul ile aralarında zam jjg^g. Esv3P) elbîse hir bir düşmanlığın bulunması gibi karineler, birer levs'ür.

ÛAN: Lügatte: Lânetleşmek, yani, iki kişinin bir-      

LV'B: Oyun, eğlence birine lanet okuması demektir.

LEIB: Oyunlar, eğlenceler.

ÂUNlLTIANddnır

LtoİYYAT: Oy^ar, [11]

 

M

 

MAA GAYRİHÎ ASABE: ASABE Maddesine bakınız.

MAÂRİF: Ma'rifetler, bilgiler. Bilgi, kültür.

MAÂRİF-İ RABBÂNİYYE: İlâhî bilgiler.

MAAŞ: Geçinecek şey. Yaşayış, dirlik. Memur­lara, emeklilere, dul ve yetimlere verilen aylık.

MADÂLET: ADL Maddesine bakınız.

MA'DEN

MA'DEN: Lügatte: İkâmet anlamına gelen adn maddesinden alınmıştır. Ve aslında: "Bir şeyin istikrar üzere duracağı yer" mânâsına gelmektedir.

MAÂDİN: Ma'den kelimesinin çoğuludur.

Lrtuahta MA'DEN Yaratıldığı günden beri, yer altında müstekar olarak bulunan bir takım ecza ve cisimlerden ibarettir.

Ma'denler, başlıca üç kısma ayrılır:

1-) İzabeye (yani ateşle yumuşayıp erimeye) ka­biliyetli olan ma'denler. Altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun gibi....

2-) İzabeye kabiliyeti olmayan ma'denler Kireç, alçı, yakut ve zümrüt gibi...

3-) Mayi (= akıcı) hâlde bulunan ma'denleı Su, tuz, zift, cıva, neft gibi...

MADIL: ADL Maddesine bakınız.

MA'DÛp: Adediyyat Maddesine bakınız.

MAĞBÛN: Gabn Maddesine bakınız.

MAGNEM: Ganimet demektir.

MEGÂNİM: Magnem'in çoğuludur; yani mağ-nemier, ganimetler anlamında bir kelimedir.

MAĞSÛB: Gasb Maddesine bakınız.

MAĞSÛBÜN MİNH: Gasb Maddesine bakınız.

MAHALL-İ  VAKIF:  VAKIF Maddesine bakınız.

MAHCUR: Hacr Maddesine bakınız.

MAHDÛD: Sınırlanmış, tahdid edilmiş; sınırlı, be­lirli, muayyen.

MAHCÛB: HACB Maddesine bakınız.

MAHDĞD: Sınırlan {hadleri, hududlan) tayin edil­mesi mümkün olan akar demektir. Arsa ve tarla gibi...

Had Maddesine de bakınız.

MAHRUM: HACB Maddesine bakınız.

MAHKÛM

MAHKÛM: Kendisine hükümolunan; birinin hük­mü altında bulunan; bir mahkemece hüküm giymiş olan kimse.

MAHKÛMUN BİH: Kendisine Şârii Mübînin hi­tabı tealluk eden fiildir. Yani, mükellef bir kimse­nin, bu hitaba dayanarak yapacağı şey demektir. Meselâ: Biz, namaz kılmakla, zekât vermekle mü­kellefiz. Ve bizim fiilimiz olan bu namaz ve zekât birer mahkûmun bih'tir.

MAHKÛMUN ALEYH: Kendi fiiline Şâiri Mü-bîn'in hitabı teallûk eden mükellef insan demektir, insan ise, ruh ve bedenden meydana gelmiş bir mah­lûktur.

MAHKÛNÜ'D-DEM: Hayatı mahfuz ve öldürül­mesi memnu' (= yasak) olan kimse demektir.

MÜBÂHÜ'D-DEM: Mahkûnü'd-Dem'in muka­bili yani zıd anlamlısı olup; hayatı mahfuz ve öldü­rülmesi memnu' olmayan kimse demektir.

MUHDERÜ'D-DEM: Kanı heder olan ve kısası, deyite gerektirmeyen şahıs demektir.

Dâr-i Harbde, gayr-i müslimler arasında bulunan ve onlara atılan kurşunla telef edilip Öldürülen bir müs-lüman gibi...

MAHREÇ: Asıl-ı MES'ELE Maddesine bakınız.

MAHKEME-İ ŞER'İYYE: ŞERİAT Maddesi­ne bakınız.

MAHREM: Hürmet ve ihtiram mânâsına gelen bu kelime, nikâh ıstılahında: Karabetten (= akrabalık­tan, yakınlıktan) dolayı, nikâhı haram olan kimse de­mektir. Meselâ: Bir kıza göre, onun erkek kardeşi gibi....

Mahrem'in zıddı nâ mahrem (= gayr-i mahremedir.

MUHARREMÂT: Nikâh edilmeleri muvakkaten ve­ya müebbeden haram olan kadınlara Muharremât denir.                                                           

MAHREC-İFÜRÛZ: Bir mîras mes'elesinde vâ­rislere taksim edilmesi gereken terike demektir. Bu, bir vâhid-i kıyâsîdir. (= birimdir.). Vârislere göre, eşit kısımlara ayrılmış bir sayı hâlinde bulunur ve bu şekilde, tashih-i mes'ele meydana gelmiş olur. Meselâ: Ölen bir kadının, geride kocası İle üç oğlu kalsa; bu mes'elenin mahreci 4 olur ve varislerden her birine birer hisse verilir.

MAHZAR: Mahkemelerde tutulan ve kendisine ka­rarların ayrıntılı bir tarzda yazıldığı defter.

Bu deftere, iki hasım arasındaki ikrara, inkâra, bey-yineye veya yeminden dönmeye dayanılarak verilen hükme dair cereyan etmiş olan şeylerin tamamı, iş-tibâh kaldıracak birşekilde yazılır.

MEHAZIR: Mahzar kelimesinin çoğuludur.

MAHZUR

Mahzur: Memnu' (= yasak) anlamına gelir. Mahzurun çoğulu mahzûrât'tır. Istılahta mahzûrât: Şer'an, yapılması memnu (= ya­sak) olan şeyler demektir.

MAHZÛNE: Rebbü'l-Hazane Maddesine bakınız.

MÂ-İ VŞR: Yağmur sulan ile —harâc arazisinin haricindeki— dere, kuyu ve çeşme sulan demektir. Hiç bir kimsenin velayeti altında bulunmayan deniz sulan da MÂ-İ UŞR sayılırlar.

MÂ-İ HARÂC: Seyhun, Ceyhun, Dicle, Fırat ne­hirleri ile Arap olmayan kavimler tarafından vaktiy­le kazınmış olup, daha sonra müslümanlann eline geçen su kanalları demektir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir. Çün­kü, bir ırmaklar üzerine köprü kurulur ve bu şekilde himaye altında bulunurlar. Fakat imâm Muhammed (R.A.)'e göre, bunlar, hiç kimsenin himâyesi altında bulunmayan denizler me­sabesinde olduklan için miyâh-ı uşriyyeden sayılırlar. Haraç arazisinin içinde bulunan çeşmeler ve kuyu su­lan da mâ-i harâc'tır.

MAKÂM-I İBRAHİM: KA'BE / KA'BENİN KISIMLARI Maddesine bakınız.

MAKLÛAN KIYMET: Kıymet Maddesine balanız.

MAKTUL: Kati Maddesine bakınız.

MAKTU'U'L-UZUV: KatM Uct Maddesine bakınız.

MMAKZtYYVNİLEYH: Lehine hüküm verilen kimse demektir. Buna, Mahkûmun Leh de denir.

Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.

MAKZİYYÜN ALEYH: Meyhine hüküm veri-len şahıs demektir.

Buna, "Mahkûmun Aleyh'de denir.

Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.

MAKZİYYÜN BİH: Hakkında hüküm verilen ya­ni, hâkimin mahkûmun aleyhe ilzam ettiği şeydir. Buna, Mahkûmun Bih de denir. Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.

Meselâ: Ahmed, Mehmed'den yüz bin lira —alacaklı olduğunu— iddia edip, bu da'vâsını da beyyine ile isbât edince; hâkim,' 'Mehmed'm, bu yüzbin lirayı vermesine" hükmetse; bu durumda Ahmed, makziy-yün ileyh; Mehmed, makziyyün aleyh; bu yüz bin lira da makziyyün bih olur.

MEChİS-İ KAZA: Mahkeme (yani: Hâkimin, içinde da'vâlan hail ve fasl edeceği yer) demektir.

KAZA Maddesine de bakınız.

MAKZUF: Kazf Maddesine bakınız.

MAKZÛFÜN FÎH: Kazf Maddesine bakınız.

MÂL

MÂL: insanın kendisine meylettiği ve ihtiyaç vakti için toplanıp saklanabilen; kişinin tasarrufu altında bulunan değerli ve gerekli şey demektir.

Mâl, bir kaç tasma ayrılır:

1-) MENKÛL MÂL: Bir yerden^diğer bir yere nak­ledilmesi mümkün olan mâl demektir. Nata'dler, uruz, hayvanlar, kile (= ölçek) ile ölçü­len ve terazi ile tartılan şeyler menkûl mâl sayıldığı gibi, vakıf arsaların ve millî arazilerin üzerindeki bi-nâlar ağaçlar ve asma çubukları da menkûl mâl sayılır.

2-) GAYR-İ MENKÛL MÂL: Akar (= gelir geti­ren mülk) denilen ev, dükkan ve arsa gibi, başka bir yere taşınması mümkün olmayan mâl demektir. Bir kimsenin mülkiyeti altında bulunan arsa üzerin­deki binalar ve ağaçlar da, o arsaya tâbi olarak gayr-i menkûl'dür.

AKAR: Istılahta: Gayr-i menkûl mâl demektir. İnsanlar arasında ise, AKAR tâbiri, kiraya verilip, gelir getiren şeyler için kullanılır.

3-) MÜTEKAVVİM MÂL: Şer'an alınıp yenilme­si ve faydalanılması mübâh olan mâl demektir. Örfen MÜTEKAVVİM MÂL ise: Muhrez olan (= elde edilmiş, elde bulundurulan) mâl demektir.

MÜTEKAVVİM MÂL, bu iki anlamda da kulla­nılmaktadır.

MÜTEKAVVİM kelimesi, lügatte: Kıymet sahibi, kıymetli anlamım ifâde eder. Meselâ: Besmele ile kesilmiş olan bir koyunun eti, şer'an mübâh olduğu İçin, bir mütekavvim mâl sayılır.

Denizdeki balık, havadaki kuş İse, gayr-i muhrez (= elde edilmemiş) olduğu müddetçe gayr-i raütekavvim'dirler. Ancak, bunlar avlanılarak, yakalanılarak ihraz olunduğu (= ele geçirlidiği) zaman, birer mü­tekavvim mal olurlar.

İHRAZ: Sahibi bulunmayan bir şeyi, meşru' bir şe­kilde ele geçirmek demektir. 4-) GAYR-İ MÜTEKAVVİM MÂL: Mütekavvim olmayan, yani: Şer'an alınıp yenilmesi meşru' olma­yan ve elde edilmemiş olan mâl demektir.

MÂL-İ MÎRÎ: Hükümete ait olan mâl.

MÂL-İ NÂTİK: At, deve, katır gibi canlı mallar.

MÂL-İ SÂMİT: Cansız mal.

MÂL-İ GAYBÎ: Sahibi çıkmayan, bulunmuş mâl. »

MÂL

MAL: Bir kimsenin tasarrufu altında bulunan de­ğerli ve gerekli şey; varlık, servet; para, nakit gelir.

RE'SÜL-MÂL; Ana para, sermâye.

MÂL-İ MENKÛL; Nakledilebilen, taşınabilen mâl.

MÂL-İ GAYR-İ MENKÛL: Arazî ve bina gibi taşınamıyan, nakledilemiyen mal

MÂL-İ MÜTEKAVVİM: Faydalanılması mübâh olan mâl demek olan bu tabir muhrez mâl (= elde edilmiş, ele geçirilmiş, ele alınmış mâl) anlamında da kullanılır.

Meselâ: Denizdeki balık gayr-i mütekavvimdir; tu­tularak ihraz olununca mâl-i mütekavvim olur. Keza, şıra ile intifa etmek mübâh olduğu için, bu mâl-i mütekavvimdir.

MÂL-İ GAYR-İ MÜTEKKAVVİM: İntifa' (= kendisinden faydalanılması) mübâh olmayan veya mûbâh olduğu hâlde ihraz edilmiş bulunmayan mâl demektir.

Meselâ: Şarap mâl ise de, İslâm'a göre ondan intifa etmek mübâh olmadığından, şarap mütekavvim mal değildir.

MÂL-İ NAMI: Nema bulan (= yani, ziyâdeleşen, artan, çoğalan) mâl demektir.

Nema iki nev'e ayrılır:

a-) NEMÂYİ HAKÎKÎ: Bir malın doğum, tenasül ve ticâret yoluyla artması demektir.

b-) NEMAYI TAKDİRÎ: Bir mâlın arttırılmasına kudret ve istidat bulunması demektir. Sahibinin ve­ya sahibinin naibinin elinde bulunan nakidlerin te-dâvül yoluyla artmaya kabiliyeti gibi...

MÂL-İ MÜŞTEREK: Bir şirketin sermâyesi olan mal demektir.

Şirket Maddesine de bakınız.

MA'MÛREN BİyL-KAL KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.

MÂM; Bir şey ile ondan maksud olan şey arasına girip, bunların arasım ayıran hâl demektir. Meselâ: Zevciyet (= kan - koca olma) hâli, koca­nın şehâdeti ile, karısının bunu kabûlu arasına gire­rek, karısının lehine olan hükme mâni olur.

MEVÂNİ: Mâni'm çoğuludur.

MANTUK: Bir lafzın (sözün, kelimenin) nutuk ma­hallinde (söylendiği yerde, söz sahasında) üzerine de­lâlet ettiği şeydir.

Meselâ: "Şu kitabı satın aldım." denildiği zaman, bu lafzın mantuku, "o kitabın satın alınmış olma-sı"dir.

MANTÜK: Lügatte: Söylenilmiş, denilmiş (söz); söz, kelâm nutuk, mânâ ve mefhum anlamlarına gel­mektedir.

MARAZ: Hastalık demektir.

MARAZ-I MEVT: Ölüm hastalığı; yani: Erkeği, evin dışında, kadını ise evin içinde iş görmekten men eden ve başladığı târihten itibaren en az bir yıl için­de ölümle neticelenen hastalık demektir.

MARAZ-I MÜSTEVLİ: İstilâ eden hastalık; sal­gın hastalık.

MARAZ-I MÜZMİN: Müzmin, devamlı, sürün­cemede bırakan hastalık

MARAZ-I SÂRÎ: Sirayet edici, yani bulaşıcı hastalık.

MA'RUF HADÎS: HADÎS-İ MÜNKER Mad­desine bakınız.

MA'REKE: Harb meydanı demektir. Ma'kere'nin çoğulu MAÂRİK'tir.

MÂRRE: Herkese ait yoldan mürur ve ubûr eden (= gelip geçen) kimseler demektir.

MÜRUR Ü UBÛR: Gelip geçme demektir.

Gabîr-i Sebîl'e de bakınız.

MASLAHAT: Bir şeyin salih ve hayırlı obuasına saik ve sebep olan şey demektir.

MEFSEDET: Maslahat'ın zıddıdır.

Maslahat bir kaç kısma ayrılır:

1-) MASLAHAT-IDÎNİYYE: Zihni hurafelerden ve bâtıl fikirlerden lecrit etmek; fikri tenmiye (= ge­liştirme, bereketlendirmek); ahlata tezhib ve terbi­ye ederek; ruhu, güzel itikatlarla ve güzel amellerle tezyin ve tekmil eylemek yani süslemek ve kemâle erdirmek demektir.

Bu gayelere ulaşmaya hizmet eden her şeyde maslahat-ı dîniyyeye mündemiçtir.

2-) MASLAHAT-I DÜNYEVİYYE: Dünyevi işle­rin intizamı temine hizmet eden ve bir takım zararlı şeylerin meydana gelmesine mâni olup; toplum ha­yatının refah ve saadetine vesile olan herhangi bir şey demektir.

3-) MASLAHAT-I ZARÛRİYYE: Bütün semavî dinlerin müşterek hedefi olan:

1-) Nefsi,

2-) Dîni,

3-) Aklı,

4-) Nesli ve

5-) Malı korumaya lıızmet eden şey demektir.

Meselâ: Nikahlanma, nesli koruma; cihâd, dini ko­ruma maslahatından dolayı meşru kılınmıştır. Sarhoşluk veren şeylerin haram kılınması, aklı, ma­lı ve şerefi muhafaza gibi maslahatlara müstenittir.

4-) MASLAHAT-I HACİBE: İnsanların zaruret de­recesine baliğ olmayan ihtiyaçları ile ilgili olan her­hangi bir maslahattır ki, bunun bulunmayışı hâlinde toplum hayatında müzayaka (= sıkıntı, darlık, yok­luk) ve meşakkat yüz gösterir. Müzâraa, selem, is­tisna ve bey-i bi'1-vefâ gibi muamelelerin meşru olması bu kabil maslahatlara dayanmaktadır.

5-) MASLAHAT-I MÜRSELE: Şer-i şerif tarafın­dan kendisine itibar edildiği veya itibâr edilmeyip ibtâl ve ilga edildiği bilinmeyen yani meskûtün anh bıra­kılmış (= hakkında susulmuş) olan maslahat demek­tir. Bu maslahat da, bazı hususlarda bir delil olarak kabul edilir.

Sirkat (= hırsızlık) gibi bir cürümle İtham edilen bir şahsın bu suçunu ikrar etmesi için hapsedilerek ve­ya dövülerek sıkıştırılması gibi.. İmâm Mâlik hazretleri, maslahat-ı mürsel ile amel etmiştir.

6-) MASLAHAT-I TAHSİNİYE: -Bir zaruret ve hacetten dolayı değil— sadece, evlâ olanı ihtyar ve insanın kıymetini yükseltmek kabilinden olan mas­lahattır. Bazı haşerelerle, İnsamn nefret edeceği ha­bis sayılan şeylerin haram olması, bu maslahata dayanmaktadır.

7-) MASLAHAT-I MU'TEBERE: Bir hükmü koy­mak ve sabitleştirmek hususunda, şer'-i şerifin iti­bar ettiği illet ve maslahattır. Kumarın ve sarhoşluk veren şeylerin yasaklanması bu maslahatla ilgilidir.

8-) MASLAHAT-IMERDÛDE: Şer-i Şerifin ibtâl ve ilga ettiği maslahattın Meselâ: Riba (= faiz) ve müskirat (= sarhoşluk ve­ren şeyler) nassen haramdır. Bu durumda-, para ka­zanmak maslahatına mebnî olarak, bu haram şeyleri yapmak asla caiz görülmez. Böyle bir maslahat mer-dûdtur; bunun zararı, faydasından çoktur.

MÂSÛMİ)'D-DEM: Kendisine kısas uygulanma­sını gerektirecek bir cinayette bulunmamış olan her­hangi bir müslüman veya zimmî demektir.

MA'TÛH: Aleh getirmiş, yani bunamış, bunak an­lamına gelir.

Diğer bir tarife göre MA'TÛH: Şuuru muhtel (= ihlâl edilmiş, bozulmuş, bozuk karışmış) olan şahıs demektir ki, böyle bir kimsenin anlayışı az, sözü ka­rışık ve tedbiri bozuk olur. Bu hâle ETEH (= Bunaklık) denir. Ve bu hâl, ak­lın noksanlığından ibarettir. Ancak, ma'tûh, deliller gibi değildir ve başkalarına sövmeye veya onlara vurmaya kalkışmaz.

MAZBUT VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.

MAZLUM; ZULÜM Maddesine bakınız.

MAZMUN: Zaman Maddesine bakınız.

MAZÛN: Rebbü'l-Hazene Maddesine bakınız.

MEBİ' Satılan şey demektir.

Yani MEBİ' Satışta teayyün eden bir ayindir. Ve bey'den (= satıştan) asıl maksat olan da bu şeydir. Çünkü, intifa ancak eyân ile olur. Semen (= paha, kıymet, tutar, değer, fiat) İse, malların değişilmesinde bir vâsıtadır.

Bunun içindir ki, bir insan, meselâ: Belirli bir kita­bı, bin liraya satsa, o kitap, bu satış muamelesinde taayyün eder ve müşteriye onu vermek lâzım gelir. Bunun semeni olan bin lira ise taayyün etmez; yani, herhangi bir bin lira semen olarak verilebilir.

MEBNİYYEN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.

MEBTÛTE: Kocasından, üç talâk ile ayrılmış olan kadın demektir.

Kocasından bu şekilde ayrılmış olan ve hünez iddet içinde bulunan bir kadına MUTEDDE-İ MEBTU-TE denir.

MECAZ: Aralarındaki bir miinâsebt ve alakadan dolayı, vaz' edilmiş olduğu mânâdan başka bîr mâ­nâda kullanılan lafızdır.

Meselâ: Vasiyet lafzının, irs, hibe ve sadaka anlam­larında kullanılması mecazdır, Rakabe'nin, bütün beden anlamında kullanılması da mecazdır.

Mecaz'ın zıddı hakîkat'tir.

MECHÛLÜ'N-MSEB: Doğduğu yerde babası bi­linmeyen kimse demektir.

MECNÛN: Deli demektir. Mecnûn iki kısma ayrılır:

1-) MECNÛN-İ MUTBİK: Deliliği devamlı olan (yani en az bir ayının veya bir yılının bütün vakitle­rini kapsamış bulunan) cinnet-i aralıksız devam eden kimse demektir.

2-) MECNÛN-İ GAYR-İ MUTBİK: Bir yıl veya bir ay içinde, kâh mecnûn olup, kâh iyileşen (= ifâkat bulan) kimse demektir.

MUTBİK: İtibak kelimesinden alınmıştır. Bir şeyi tamamen örtüp kaplayan ve bir şeydan asla ayrılma­yan şey anlamındadır.

Bu sebepten dolayı, sahibinden ayrılmayan bir cin­nete CÜNÛN-İ MUTBİK; sahibinden zaman zaman ayrılan cinnete de CÜNÛN-İ GAYR-İ MUTBİK de­nilmiştir.

CÜNÛN-İ MUTBİK'İN MÜDDETİ: imâm Ebû YûsoFtan gelen rivayetlerden birine gö­re, cünûn-i mutbik senenin ekserisine şâmil olan ve bu müddet içinde aralıksız devam eden cünûn (= cin­net = delilik) demektir.

imâm Ebû Yûsuf tan gelen diğer bir rivayete göre ise, bir gün bir geceden fazla olan cinnet, cünûn-i mutbik'tir. Çünkü, bu kadar devam eden bir cinnet ile kazâ-i salât sakıt olur. Diğer bir rivayete göre ise, cünûn-i mutbik'in müd­deti, tam bir aydır.

Imâm-i A'zam'ın bir kavli de böyledir. imâm Muhammed'den gelen bir rivayete göre, bir aydan az devam eden bir cinnet, uzun bir cünûn sa­yılmaz.

Nitekim, bir kimse, "borcunu acilen veya yakında Ödeyeceğine" yemin else; bir ay içinde ödeyince, ye­mininde bârr; bir ay bittikten sonra ödeyince ise ye­mininde hânis olur. Ve, bir ayı kaplayan bir cünûn (= delilik) dolayısiyle ramazân-i şerif orucu sâkit olur. Bundan noksanı ise, cünûn-i mutbik sayılmaz. Bunlarla beraber, imâm Muhamnıed'den gelen di­ğer bir kavle göre de, cünun-i mutbikin müddeti tam bir senedir.

Imâm-ı A'zam'dan da böyle bir kavil gelmiştir. Çünkü, bu kadar uzayan bir cinnet ile zekât ve şâire gibi bütün ibâdetler sakıt olur. Aynca, böyle dört mevsimi içine alan bir müddet zar­fında ifâkat bulmayan mecnûnun asıl aklında bir âfet bulunduğu anlaşılmış ve mecnûnun cinneti tekarrûr etmiş olur.

Tasarruflarda İmâm Muhanımed'in bu kavli muh­tardır.

MECRUH: Cârih Maddesine bakınız.

ME'CÛR: Kiraya verilen şey demektir.

Buna MÛCER, MÜSTACER, MÜKRÂ, MÜKTE-r ve MÜSTEKRA da denir. İcâre Maddesine bakınız. MECÛS: Ateşe tapanların bağlı bulundukları bâ-til din.

Bu müşrikler aydınlık ile karanlığı iki ayn ilâh; bun­ların birini hayır, diğerini şer menbâ olarak tanır ve kabul ederler.

MECÛSÎ: Mecûs dininde bulunan; ateşe tapan kim­se demektir.

MEDED: Savaş meydanındaki mücâhidlere yar­dıma koşup, onlara katılan topluluk demektir.

EMDÂD: Meded'in çoğuludur.

Meded kelimesi, aslında yardım, nusrat ve cemâat anlamına gelir.

İMDÂD: Yardıma koşmak anlamındadır.

İSTİMDÂD ise: Yardım istemek demektir..

MA'DUM: Yok olan, mevcud olmayan

MEDYUN: Deyn Maddesine bakınız.

MEDYUN: Deyn Maddesine bakınız.

MEFHÛM

MEFHUM: Bir sözden çıkardan mânâ kavram. La­fızdan anlaşılan, fehmolunan şey. Diğer bir tarife göre MEFHÛM: Bir lafzın delâlet ettiği şey demektir.

Meselâ: Bİr kimse: "Şu kitabımı sattım." dediğin­de, bu söz, söyleyen şahsın o kitaptaki mâlikiyet hak­kının ortadan kalktığına delâlet eder ve bu bir mefhûmdur. Mefhûmlar:

1-) MEFHÛM-U MUTABAKAT

2-) MEFHÛM-U MUHALEFET, olmak, üzere iki bsma ayrılır.

MEFHÛM-U MUTABAKAT: Bir ibarede mes­kûtün anh olan şeyin, mantuk olan şeye isbât veya nefi (= olumluluk veya olumsuzluk) itibariyle mu vafik olmasıdır ki buna DELÂLET-İ NAS, FEH-VÂYİ HİTÂB ve LAHN-İ HİTÂB da denir. Meselâ: "Annene babana Öf deme." mantükuna, "onları dövme ve onlara sövme" meskûtün anhi tamamen mutabıktır. Biri menhiyyün anh olduğu gi­bi, diğeri de menhiyyün anhtir. (Yani her ikisi de yasaklanmıştır.)

MEFHÛMU MUHALEFET: Bir ibarede meskû­tün anh (= söylenmemiş) olan şeyin, mantuk ve mez­kûr olan (= söylenen) şeye, isbât ve nefyi itibariyle, hükmen muhalif olmasıdır ki, buna DELİL-İ HİTÂB ve TAHSÎSÜ'S-ŞEY Bİ'Z-ZİKR de denilir. Mefhûmu Muhalefet şu sekiz kısma ayrılır:

1-) MEFHÛMU LAKAB: Bir cinve isminin veya bir özel ismin hükmünü, bunların mütenâvil olma­dığı şeylerden ve kimselerden nef İ demektir. Meselâ: "Bu mal, erkeklere —veya Zeyd'e— helâl­dir." denildiğinde; bu malın, kadınlara —ve Zeyd'-den başkasına— helâl olup olmaması meskûtün anh bulunmuş olur. Yani, bu hususta bir şey söylenme­miş, susulmuş olur.

2-) MEFHUMU SIFAT: Bir vasıf ile tavsif veya tak-yid edilen bir şey hakkındaki hükmün, o vasıf ile mut-tasıf ve mukayyed olmayan şeylerden nefy edilmesidir.

Meselâ:' 'Akıllı ve bülûga ermiş insanlar alış-verişe, ehildir.'' denilince; akıllı ve bulûğa ermiş bulunma­yan insanların, alış-verişe ehil olmadıkları, anlaşılır.

3-) MEFHUMU ŞART: Bir şarta bağlanan bir hük­mü, o şartın bulunmaması hâlinde, nefyetmek de­mektir.

Meselâ: "Bu kitabı, gelirse, filan şahsa ver." denil­mesi gibi...

4-) MEFHÛMU GAYE: Bir gaye ile veya bir had ile mukayyed ve muallak olan bir hükmü, o gayenin sona ermesi ile mefkûd (= yok, kayıp) telakkî et­mektir.

Meselâ: "Cîüneşgurub edinceye kadar oruç tutunuz." denildiğinde, "orucun vücûbu, güneşin batmasına ka­dar devam eder; ondan sonraya şamil olmaz," de­nilmiş olur.

Ve, bir mal, b.ir kimseye, bir ay müddetle ariyet ve­rilmiş olsa; bu âriyet.hükmü, o aydan sonra geçerli olmaz.

Bu mefhuma MANTUK-İ İŞARET denilir ve bu­nun âlimler arasında ittifakla kabul edilen bir mef­hûm olduğuna kail olanlar da vardır.

5-) MEFHÛMU İSTİSNA: Bu mefhum, müstesna­ya verilen hükmün, başkalarına şâmil olmadığına de­lâletten ibarettir. Meselâ: "Zeyd'den başka faziletli yoktur." denilse; faziletli vasfi, Zeyd'den başkasından nefyedilmiş, yalnız Zeyd'e isbât edilmiş olur.

6-) MEFHUMU İNNEMÂ; İnnemâ (= ancak) ida-ti ile beyan olunan şey hakkındaki hükmü, ondan baş­kasından mefyedivermektir. Meselâ: "Ameller, ancak niyetlere göredir." deni­lince; amellerin hükmü, dâima niyyete bağlı oldu­ğu,   niyetsiz  bir  amelin hükümsüz,  kıymetsiz bulunduğu anlaşılmış olur.

7-) MEFHUMU ADEDî Bir adede (= sayıya) tah­sis edilen hükmün, başka adedlerden nefyedilmiş ol-duğnua delâletten ibarettir. Meselâ: Kadınların iddetleri için, üç kuru' (= hayız veya tuhur) diye, bir aded tahsis edilmiş olduğun­dan, iddetin iki kuru' ile tamam olmayacağı ve İd-det için dört kuru' da îcâbetmiyeceği anlaşılmış olur.

8-) MEFHÛMU HASR: Bir hükmün,'yalnız bir şeye veya bir şahsa hasr ve tahsisine delâletten ibarettir. Meselâ: "Fâzıl Zeyd'dİr." denilse, fazl vasfı, yal­nız Zeyd'e tahsis edilmiş olur.

MEFKĞD: Yeri, ölü mü, diri mi olduğu bilinme­yen gâib kimse demektir. Mefkûd'a, gaybet-i munkatia ile gâib nâmı da verilir.

Böyle bir kimseye hem beldesinden ayrılıp gâib ol­ması hem de alâkadarlar tarafından araşünlmasi münâsebetiyle MEFKÛD denilmiştir.

Çünkü, mefkâd ve fâkid tâbirleri lügat itibariyle: Gâib etmek, mâdum (= yok) olmak ve araştırmak anlamlarını ifâde etmektedir. Mefkûd kelimesi, fakd kelimesinden türetilmiştir.

FIKDAN ve FÜKÛD kelimeleri de FAKD gibi, gâib etme; gâib olma; var olduktan sonra yok olma mânâlarını ifâde eder.

Bu kelimelerin mukabilleri (= zıd anlamlıları, kar­şıtları), vücud (= var olma) ve vicdan (= bulma, bulunma) lafızlarıdır.

MEGÂZI: Gazve (= savaş) anlamına gelen mağ-zâ veyamagzatkelimesininçoğuludur; yani; savaş­lar, gazveler demektir.

MEGAZI: tabiri, —siyer ve şehname gibi— umu­miyetle gazilerin menkibeleri anlamında kullanılır.

MEHİR:

MEHİR Zevcenin (= kaniun) nikâh akdi ile hak sahibi olduğu mal demektir ki, bu malı, kadın koca­sından alır.

Mehr'in çoğulu MÜHÜR ve EMHÂR'dır. Şu kelimeler de, zaman zaman mehir anlamında kul­lanılabilir: SADAK, NİHLE, ALAİK, FARÎZE, SADAKA, ATIYYE

MEHR-İ MÜSEMMÂ: İki tarafın -az veya çok olarak— tesmiye ve tayin ettiği (emsini ve miktarını belirtip açıkladığı) mal veya kâbil-i mübadele olan menfaat demektir.

MEHR-İ MİSİL: Kadının, babası tarafından (şa­yet yoksa, beldesi halkından) nikâh akdi tarihinde yaş, güzellik, bekâret gibi vasıflar bakımından akran ve emsali olan kadınların mehri demektir.

MEHR-İ MUACCEL: Peşin (hemen) verilmesi şart kılman mehir demektir.

MEHR-İ MÜECCEL: Bilâhare (= sonra) veril­mesi meşrut olan mehirdir. Burada, belirli bir müd­det zikredilmemişse, bu mehir, vefat"veya talâk (ölüm yahut boşanma) halinde teaccül eder. (- Muaccel olur, hemen ödenmesi gerekir.)

Bir mehrin, tamamı muaccel olabileceği gibi, bir kıs­mı da müeccel olabilir.

MEKKÎ: Hac ıstılahında: Mekke'de ve mîkat sı­nırlan içinde ikâmet eden kimselerden her biri de­mektir.

Mekkî olanlar, —mikat sınırlarının dışına çıkmadıkça— Mekke'ye ihramsız olarak girip çıka­bilirler.

İkâmet ettikleri yer, Mîkat ile Hdl sınırlan arasın­da olan kimseler hac ve umre için HılI Bölgesi'nde ihrama girerler ve Harem BÖlgesi'ne ihramsız geç­mezler.

Harem sınırlan içinde ikâmet edenler ise, hac için Harem-i Şerîf den veya bulunduklan yerden; umre için ise, Harem Bölgesi dışından (yani: Hıll'den) ik­rama girerler.

MEKRUH: Terkedilmesi tercih edilen ve yapıl­ması hakkında kat'î bir yasak bulunmayan bir fiil­dir. Ve, bunu terketmek memdûh (= övülmüş), yapmak ise mezmundur. (yani kötülenmiştir). Böyle bir fiilde KERAHAT bulunmuş olur. Ve ke-rahat iki kısma ayrılır:

1-) KERAHAT-İ TAHRÎMJYE: Harama yakın mekruh (yani tabrimen mekruh) olan fiiller de­mektir.

2-) KERAHAT-İ TENZİHİYYE: Helâle yakın mekruh, (yani tenzîhen mekruh) olan fiillerdir.

KERAHAT Maddesine de bakınız.

MEKBVH-KERÂHAT

Mekruh: (Lügatte) sevilmeyen, kerîh ve nahoş gö­rülen bir şey demektir.

Istılahta mekruh: Nehy ve menedildiği sabit olma­makla birlikte, hilâfına bir emare görüldüğünden, ya­pılması doğru olmayıp, terkedilmesi iyi görülen şey demektir.

KERAHET: Lügatte) bir şeyi fena görmek, bir şe­ye razı olmamak mânâsına gelir. Istılahta kerahet: Terkedilmesi iyi olan bir şeyin ter-kedilmemesi ve yapılması demektir. Kerâhat İki kısma aynlır: 1-) Kerâhat-i tahrîmiyye: (= Tahrîmen mekruh): Bu, harama yakın olan kerahattır. 2-) Kerabat-i tenzîhiyye: (= Tenzîhen mekruh): Bu da helâle yakın oian kerahettir. Bu tasnif, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (R.A.) ve imâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göredir, imâm Muhammed (R.A.)'e göre İse, kerâhat-i tah-rîmiye ile mekruh olan şey, haram kabilindendirf Ya­ni, bunlan yapmak da, haram İşlemek gibi âhiret azabını gerektirir.

Kerâhet-i tenzîhiyye ile mekruh olan şey ise, imam­larımızın ittifakı ile helâle yakındır. Ve bunun ya­pılması ahiret azabım gerektirmez. Ancak kerahat-i tenzihiyyenin terk edilmesi de, sevaba vesile olur. Fıkıh kitaplarında kerâhat-tabiri mutlak olarak kul­lanılınca çoğu zaman kerahat-ı tahrîmiyye kastedilir.

MELHEME: Büyük kıtal vak'ası, savaş ve savaş alanı demektir. Harb sahalarına MEVÂTÎNÜ'L-HARB de denilir.

MEMLÛK: Bir kimsenin mülküne dâhil olan şey demektir.

MEMLÛKE: Memlûk'uo müennesisidir. Mâl-i memlûk^arâzî-i memlûke gibi.. Ancak MEMLÛK tâbiri, özellikle bir kimsenin mül­künde bulunan köle ve câriye gibi erkeğe de, dişiye de şâmildir.

MEMNUÂT: Nehiy Maddesine bakınız.

ME'MÛR: EMİR Maddesine bakınız.

MEN': Bir delîlin mukaddimelerinden birini ka-bÛl etmeyip, hakkında delil istemektir.

Buna MÜNÂKAZA da denir.

Bir hususta, böyle, sadece delil istemekle iktifa olu­nursa, onu MEN'~İ MÜCERRET denir. Fakat, onu teyit için bir söz ilâve edilirse, bu durumda MEN'-İ MAA'S-SENET adını alır. Bu senedi izah için bir söz ilâve edilirse, ona da TENVÎR-İ SENET denilir.

MENFA

MENEA; Lügatte: Kuvvet ve cemaat anlamını ifâde eden bu kalime hem isim, hem mastar ve hem de ma-i'in çoğulu olarak kullanılabilir.

Çoğul kabul edildiği zaman: "Bir şahsın hâmisi ve aşîreti olup, o şahsa başkalannm tecâvüz etmelerine mâni olan kimseler" anlamında kullanılır.

ZÎ-MENEA: En az on (diğer bir kavle göre de dört) kişiden müteşekkil bir kuvvete mâlik olan kimse de­mektir. Buna SÂHİB-İ MENEA da denir.

MENEA-İ MÜMTENİA: Kuvvetli, şevketli ve menea sahibi demektir.

MEN ALEYHİ'D-DİYE: Diyet Maddesine bakınız.

MEN ALEYHİ'L-KISAS: Kısas Maddesine bakınız.

MENÂSİK: Hacla ilgili ibâdet ve fiiller demektir.

NÜSÜK ve MENSEK kelimeleri, MENASK ke­limesinin tekilidir. Ve bu kelimeler "hacla ilgili iş ve ibâdetlerden her biri" anlamına gelir.

MENSÜZ: —Bazı zâtlara göre— doğar doğmaz bir yere atılmış bulunan çocuk demektir.

Lakit ise, böyle değildir. Lakit: Kendi mesâlihini (meselâ; yiyip içmesini) kendi kendine beceremiyen ve böyle âciz bir hâlde bulunan, herhangi bir erkek veya kız çocuk demektir.

Lakit Maddesine de bakınız.

MENDÛB: Yapılması şeriatee uygun, râcih ve memdûh görülmekle beraber, terkedümesi hakkın­da bir yasaklanma bulunmayan ve dinde dâima sü­lük  edilmiş  bir  yol   olmayan  fiildir.   Buna MÜSTEHAB da denilir. Nafile namaz kılmak, ta-tavvu olarak sadaka vermek gibi...

MENHJYYAT: NEHİY Maddesine bakınız.

MENHİYYÜN  ANH:  NEHİY  Maddesine bakınız.

MEN LEHÜ'D-DİYE: Diyet Maddesine bakınız.

MEN LEHÜ'L-HAZENE: Rebbü'l-Hazene Maddesine bakınız.

MENN

MENN: Esirleri, bir lütuf olmak üzere karşılıksız (= meccânen) salıvermek ve düşmanın, dâr-i harbe dönüp gitmesine —bedelsiz olark— müsâade etmek anlamında kulandan bu kelime lütuf, ihsan, kat' ve minnet mânâlarına da gelir.

MENN: Lisânımızda batman denilen özel bir ölçü birimi

MERÂFIK: Lügatte: Mifrek (= dirsek) kelime­sinin çoğuludur.

Istılahta MERÂFIK: Bîr şeyin tamamlayıcılarından ve müştemilâtından olup, kendisine ihtiyaç duyulan şeyler anlamına gelir.

Meselâ: Bir evin su yollan, onun merafikındandır.

MEREMMET: TERMİM Maddesine bakınız.

MERHÛN: Rehin Maddesine bakınız.

MERSAD: Bir vakfın tamiratından meydana ge­len borçtur.

Yani: Tâmirata muhtaç olduğu hâlde gailesi (= ge­liri) mevcut olmayan ve tamir edilmesine yetebile­cek bir ücretle peşinen kiraya da verilemiyen bir Vakıf yeri, ileride bu vakfa rücû' etmek üzere, kendi pa­rası ile tamir ettiren bir kiracının, bu yüzden, o va­kıfta bulunan alacağıdır. Bu kiracı, bu alacağını ya kira bedellerine mahsup eder veya vakfın diğer ge­lirlerinden alır.

VAKIF Konusuna da bakınız.

MERSÛM: Resm ve âdete uygun olarak yazılan vesika demektir. Borç senedi, makbuz, ilmühaber ve tüccarların defterlerindeki kayıtlar gibi...

MEKFÖLÜNANH: Borcunun ödenmesi veya şah­sının teslim edilmesi hususunda kendisine kefil olu­nan (= asıl borçlu = medyun) kimse demektir. Kefalet Maddesine de bakınız.

MEKFÛLÜNBİH: Kefalet olunan şey veya kim­se; yani kefilin edasını ve teslim edilmesini iltizam edip üzerine aldığı şey demektir. Buna MAZMUN da denir. Kefalet bi'n-Nefs'te, mekfûlün anh ile mekfülün bih aynıdır, birdir.

Kefalet Maddesine de bakınız.

MEKFÛLÜN LEH: Kefaletle alacağı temin edil­miş olafi alacaklı demektir. Bu, bir malın ödenmesi­ni veya bir şahsın teslim edilmesini kefilinden talep

ve dâva etmeye hakkı oları kimsedir ki, kefaletin men­faati bu şahsa ait olur. Buna TALİP ve MAZMUNUN LEH de denir.

MEKÎLAT = KEYLİYYÂT: Keyfi" olan yani kile (denilen ölçekle ölçek) ile ölçülen şeyler demektir. KEYLÎ anlamında MEKÎL kelimesi de kullanılır. Keylî'nin çoğulu Keyüyyât, mekilin çoğulu ise Me-kîlattır.

Buğday ve arpa gibi şeyler keyliyyattan yani ölçek­le ölçülen şeylerdendir,

MA'DÛDÂD: Adediyyâd Maddesine bakınız.

MEKS: Ticaret mallarından öşür ve bâc nâmıyle alacak olan vergidir.

MEKKÂS: Meks denilen vergileri toplamaya memur olan kimse (= gümrükçü) demektir.

öşür ve bâc'ı toplamaya da MEKS denir,

MEKS tabiri, aslında bir şeyin eksikliğini; bir şe­yin, diğerinden eksik bir fiatla alınmasını ve zulüm ile teaddî (= haksızlık, düşmanlık) anlamlarını ifâ­de eder.

Tacirlerden alınacak vergi ile, onların mallarına bir noksanlık geleceğinden, bu vergiye MEKS adı ve­rilmiştir.

MES'Â: Safa ile Merve arasında sa'y edilen yere Mes'â denir.

MESALLİH-İ MESCİD: Mescidden maksud olan gayenin tahakkuku, kendilerinin mevcut olmalarına bağlı bulunan kimselerle, lüzumlu diğer şeylere Mesâlih-i mescid denilmektedir.

imâm, hatip ve müezzin gib İhademe-İ hayrat ile mes­cidin aydınlatılması ve abdest sulan mesâlih-i mes­cid cümlesindendir.

MESÂRİF-İ  VAKIF:  VAKIF  Maddesine batanız.

MESANİD: HADÎS-İ MÜSNED Maddesine batanız.

MESCİD-İHAYF: Mina'da, Cemre-i Ulâ'nın gü­neyinde bulunan camidir.

MESÇİD-İ AKSA: Kudüs'teki, BEYT-İ MAK-DİS diye de anılan mescittir.

Mescid-i Aksa yer yüzünde Mescid-i Haram'dan sonra yapılan İlk mescittir. Mescid-i Aksa: "Çok uzak mescid" demektir ve Mescid-i Haram'a bir aylık bir uzaklıkta bulunması sebebiyle bu ismi almıştır. Hz. Musa'dan, Hz. îsâ zamanına kadar pek çok pey­gamberin gelip gittiği Mescid-i Aksa, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de miraçta yol uğrağı olmuştur.

peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir hadîs-i şe­riflerinde şöyle buyurmuşlardır:

«'—Fazla sevap umarak içinde namaz kılmak ve ibâdet etmek için, şu üç mescid dışında, hiç bir mescid için sefere çıkmak (= yolculuk yapmak) uygun olmaz:

1-) Mescid-i Haram,

2-) Mescid-i Nebi

3-) Mescid-i Aksa.*

Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Ter­cümesi; cilt: 4; sayfa: 199.

MESCİD-İ NEBÎ: Peygamber (S.A.V.) Efendi­mizin Medîne-i Münevvere'deki Mecsid-i Şerif­leridir.

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin Kabr-i Seâdetle-ri de, bu mübarek Camiin içindedir. Mescid-i Nebî'ye, MESCİD-İ SEÂDET de denir. Bu mübarek mescid, bizzat Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yaptırılmış,, daha sonra da, bir çok defa yenilenmiş ve genişletilmiştir.

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir hadîs-i şe­riflerinde şöyle buyurmuşlardır:

—"Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, — Mescid-i Haram dışındaki— diğer mescidlerde kı­lman bin namazdan daha hayırlıdır."*

Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Ter­cümesi; cilt: 4; sayfa: 249; Hadis No: 605

MESCİD-İ HARAM: Mekke-i Mükerreme'de, or­tasında Ka'be-i Muazzama'nm bulunduğu Câmi-i Şe­riftir.

Mescid-i Haram'a, HAREM-İ ŞERÎF de denir. Buranın HARAM lafzı ile anılması, kendisine ihti­ram ve saygının vacip olmasından dolayıdır. Kendisine karşı hürmetsizlik caiz olmadığı için Mek­ke Şehri'ne de BELDE-İ HARAM denilir.

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir hadis-i şe­riflerinde şöyle buyurmuşlartır:

"— Mescidimde kılman bir namaz, —Mescid-i Ha­ram hâriç— başka mescidlerde kılınan bin namaz­dan efdâldir.

Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz da, diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdâl­dir."

Süneni- İbn-i Mâce, elit: 1, sayfa: 450, hadis no: 1406

MESCİD-İNEMÎRE: Arafat'ta, güney kısmı Üre­ne Vadisi sınırlan içinde bulunan camidir. Bu mes­cidin Ürene Vadisi sınırlan içinde kalan kısmında vakfe caiz değildir.

MES'ELE: Kendisine bir takım cüz'iyyâtın mu­tabık bulunduğu, bir külli kaziyye demektir. Meselâ; "Şartlarını câmî olan bir vakıf lüzum İfâde eder." denildiğinde, bu: "Şartlarını câmİ olan her vakıf, lüzum ifâde eder." tarzında bir mes'ele olur ve bu, bir külli kaziyye (= hükmî mevzuu, bütün efradına şamil olan madde)'dir.

Ve bundan, Ahmed, Mehroed gibi şahısların şartla­rına uyarak yapacakları vakfın da, lüzum ifâde ede­ceği anlaşılmış olur.

"Alış-veriş caizdir."; "İcâre meşrudur."; "Hîbe menduptur." gibi cümleler de, bu şekilde küllî ka­ziyye mahiyetinde birer mes'eledir.

MES'ELE: Lügatte: Sorulup, karşılığı istenilen şey; çözülmesi istenilen problem; ehemmiyetli iş gibi mâ­nâlara gelir.

TASHJH-İ MES'ELE: Bir mîras mes'elesinde, vârislerin hisselerinin kalansız ve kesirsiz olarak, — mümkün olduğu kadar en küçük sayı ile— gösterile­bilmesi için yapılan işlemdir.

Meselâ: Ölen bir erkeğin, zevcesiyle (= kansiyle), babası ve iki de oğlu kalsa, bu mîras mes'elesi şu şekilde tashih edilir:

3                            4                        17

Sümün (= 1/8        Südüs (= 1/6        bakî

_______;_____________________  es'ele:    24

Zevce                 eb                 ibn                 ibn

(= karı)      (= baba)      (= oğul)      (= oğul)

6                  8              17         17x2/48

MES'ELE: (Mirasta:) Mirasın, vârisler arasında, hisselerine görej>aylaştınlması demektir.

MESÎL: Hakk-ı Mesîl Maddesine bakınız.

MESNÛN: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tara­fından, —farz ve vacip olmaksızın— bazan da terk edilmek üzere, bir ibâdet kabilinden olarak yapılmış olan fiil ve hareket demektir.

Sünnet Maddesine bakınız.

MES'ÛLİYET: Bir şahsın mükellef olduğu veya bi'1-iltizam (= bile bile, kasden) yaptığı şeylerden dolayı suâle maruz kalması ve icâbına göre mükâfat veya ceza görmesi yani sorumlu olması demektir.

MES'ÛL: Mes'ûliyet altında olan. Sorumlu. Ce­zaya çarptırılmış kişi.

MES'ÛLİYET-İ DÜNYEVİYYE: Bir kimsenin, dünyada deruhte ettiği (= üzerine aldığı) şeylerden dolayı sorguya çekilerek cezalandırılması demektir.

MES'ÜLİYET-İ UHREVİYYE: Bir mükellefin, dünyada yapmış olduğu şeylerden dolayı, âhiret âle­minde suâle ve cezaya maruz kalması demektir.

MEŞ'AR-f HARAM: Müzdelife'de Kuze Dağı üzerinde bir tepenin adıdır. Zirvesinde silindir biçi­minde MIKADE denilen bir taş vardır. Müzdelife vakfesinin, Meş'ar-i Haram yalanında yapılması sün­nettir.

MEŞEDD-İMÜSKE: Bir başkasının (meselâ: Bir vakfin) arazisi üzerinde sabit olan bir istihkaktır. Yani, bir başkasına ait bir araziyi sürüp aktarmak, onun su yollarını kazıp tamir etmek üzere, —o arazide— bir şahsa verilmiş olan ziraat yapma hak­kıdır. Bir arazi, —kirası verildikçe— o hak sahibi­nin elinden alınarak, başka birisine icara verilemez. MEŞEDD ve MÜSKE tabirleri de, tek başlarına MEŞEDD-İ MÜSKE tabirinin yerine kullanıl­maktadır.

Meşed tabiri, kuvvet anlamına gelen şiddet kelime­sinden türetilmiştir.

Müske ise, tutunulacak vesika demektir. Maske tâbiri, bazen Kirdar'ı da içine alan bir an­lamda kullanılmaktadır.

MEŞFÛ' : Şfif a Maddesine bakınız.

MEŞFÛUN BİH: Şûf a Maddesine bakınız.

MEŞRUTUN LEH: VAKIF Maddesine bakınız.

METÂF: Ka'be'nİn etrafındaki tavaf edilen yerin adıdır.

TAVAF Maddesine de bakınız.

MEVÂŞÎ

MEVAŞI: Davar (= koyun, keçi) ve sığır (= öküz, inek) gibi hayvanlar.

MEVÂŞÎ SADAKASI? SSime (» çayıra başıboş ' olarak salıverilen hayvan) olup, müslümanlara ait bu­lunan hayvanlardan, senede bir defa sâi (= zekât toplanan şahıs) tarafından, muayyen bir nisbet dâhi­linde alman vergidir..

MEVLA: Lügatte Nasır (= yardım edici), seyyid (= efendi), asabe (= akraba), komşu, amca oğlu ve veliyyü'I-emr mânâlarına gelmektedir. Istılahta MEVLÂ: Efendi, seyyid; yani, azâd edil­memiş bir köle veya cariyenin sahibi anlamında kul­lanılır.

Aslında MEVLÂ kelimesi; hem memlükünü azâd et­miş olan zat; hem de azâd edilmiş bulunan köle an­lamına gelmektedir.

MEVÂLI: Mevlâ kelimesinin çoğuludur.

Azâd eden ve âzad olunan kimseler arasında velâ, tenâsur ve teâvün carî olacağından, bu münâsebetle hem köle veya cariyesini azâd eden mâlike, hem de azâd olunan memlûke MEVLA denilmiştir.

MEVLÂ-İ ALA: Köle azâd etmiş bulunan şahıs.

MEVLÂ-İ ESFEL: Azâd olunmuş bulunan şahıs demektir.

MEVFLÂ'IMTAKA: Velâ Maddesine bakınız.

MEVLÂ'L-ÂTÜK: VELÂ Maddesine bakınız.

MEVKUF: VAKIF Maddesine bakınız.

MEVKUFUN ALEYH: VAKIF Maddesine bakınız.

MEVKUF: Bir hüküm ifade etmesi, başkasının izin ve icazetine muhtaç bulunan bir fiil veya akiddir. Meselâ: Bir kimsenin, başka birine ait olan bir ma­lı, fuzûlî olarak satması hâli gibi... Ki, bu satış mu­amelesinin müşteriye mülk ifâde etmesi, sahibinin icazetine bağlı bulunur.

MEVSİM: Hac ıstılahında: Haccın edâ edildiği za­man demektir. Ve bununla, Zilhicce ayının ilk on gü­nü kastedilir.

MEVRÛS: MİRAS Maddesine bakınız.

MEVT: Ölüm demektir.

Üç türlü öiüjn (= mevt) vardır:

1-) HAKÎKÎ ÖLÜM: Mûris'in gerçekten ölmüş ol­ması demektir.

2-) HÜKMÎ ÖLÜM: Mefkud (= kaybolmuş) olup, ölü mü, diri mi olduğu bilinmeyen bir kimsenin mah­keme karan ile ölmüş sayılmasıdır.

3-) TAKDİRÎ ÖLÜM: —Düşürülmesinden dolayı, düşürmeye sebep olan cânî üzerine gurre veya di­yet gereken— ceninin ölümüdür.

Meselâ: Bir kimse, hâmile olan bir kadına tekme vu­rur ve bu kadın bu yüzden müstebînü'l-hılka (= uzuv­ları tamamen veya kısmen belirmiş) bir cenin düşürarse, vuran kimsenin gurre veya diyet ödemesi gerekir.

Bu şekilde, bir cenînin dıştan yapılan etki sebebiyle Ölmesine TAKDİRÎ ÖLÜM denir.

MEVZU HADÎS: HADÎS-İ MEVZU Maddesi­ne balanız.

MEVZUN: Vizniyyât: Maddesine bakınız.

MEYYİT: —Kendisinde cerahat {= yara) gibi, darb (= vurma) izi gibi bir kati (= Öldürülme) alâ­meti bulunmadan— ölmüş kimse demektir.

MEYT kelimesi de, aym anlamdadır.

EMVÂT: Meft'ler (= ölüler) demektir.

MEZRÛÂT: Zira' (= arşın denilen bir uzunluk Ölçüsü birimi) ile ölçülerek miktarı belirlenen şey­ler demektir. Bez, çuha vekumaşlar gibi..

ZERİ' : Ölçülen şey demektir:

MEZRU': Zeri' anlamındadır, yani bu kelime de öl­çülen şey mânâsına gelir.

ZERİYYÂT: Zeri"in çoğuludur.

MEZRÛÂT: MezrÛ'un çoğuludur.

MİKAT: Mekke-i Mükerreme'ye giden afakîle­rin ihramsız olarak geçemiyecekleri sınırlan belir­leyen noktalardır.

Mîkat bölgesine, —Mekke^'ye gitme kastı ile gelen afakilerin— ihramlı olarak girmeleri vaciptir.

MİNHAÎÜ'L-HÜKKÂM: RÜŞVET Maddesi­ne bakınız.

MİNA: Müzdelife ile Mekke arasında ve Harem sınırlan içinde bulunan bir bölgenin adıdır. Büyük, Orta ve Küçük Cemreler Mina'dadır. Bayram günlerindeki Remy-i Cimâr (= şeytan taş­lama) da burada yapılır.

Hac esnasında kesilmesi vacip olan Kiram ve Temettü haca kurbanları da genellikle Mina'da kesilir. Arafata çıkmadan önce, Tevriye gününü, Arafe gü­nüne bağlayan gece ile bayram gecelerini Mina'da geçirmek sünnettir.

MİRAS

MİRAS: "ölen bir kimsenin terikesinden, kaarib-Ierine (= yakınlarına, akrabalarına) intikâl eden mâla*' denir.

İRS de MİRAS anlamındadır.

TİRAS da MİRAS (= İRS) anlamına gelir.

VÂRİS: İrse (= mîrasa) müstahikt= hak sahibi) ) olan kimse demektir.

MEVRÛS: Vârise intikâl eden mâl demektir.

MÜVERRİS: Malı, vârisine intikâl eden ölü şa­hıs demektir.

TEVRİS: Bir kimseyi, ölün bir şahsa vâris kdmak demektir.

VERESE: Vâris'in çoğuludur; yâni: Vârisler de­mektir.

VERASET: Ölen bir şahsın terikesine hilâfet yo­luyla mâlik olmak anlamındadır.

TEVARÜS de, VERASET mânâsına gelir.

MÜVÂRESE: Müteaddit kimselerin birbirlerine vâris obuaları demektir.

MİSU: Çarşı ve pazarda mu'teddün bih (yani: Fiat değişikliğini gerektiren) bir fiat farklılığı bulunma­dan, misli (= kendi gibisi) bulunan şey demektir. Kile (= ölçek) ile ölçülen, terazi ile tartılan şeyler­le, ceviz ye yumurta gibi adediyât-ı mütekâribeden olan şeyler bu kabildendir. Ancak, başka bir cins ile karışmış bulunan mekîlât (= ölçekle ölçülen şeyler) mislî değildir. Veznî^olan (= ağırlık Ölçüsü ile tartılan) altın veya gümüşten yapılmış kaplar da mislî olamaz.

MİSLİYYÂT: Mislî olan şeyler demektir.

MİYÂRE: Kumaş, meta ve yiyecek gibi şeylerdir.

MİZ'AB-I KÂ'BE: KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.

MUADELE: ADL Maddesine bakınız.

MUADDÜNIJ'L-İSTİGLÂL: Kiraya verilmek üzere hazırlanmış olan şey demektir. Aslında kiraya vermek üzere yapılmış veya bu mak­satla satın alınmış han, ev, dükkan ve hamam gibi akarlarla kira arabaları ve diğer nakliye vasıtaları gibi menkûlat ve hayvanattan olan şeyler muâddün li'l-isüglâldir.

Bir şeyin, aralıksız üç sene kiraya verilmesi de.Tr şeyin muâdün U'1-İstiğlâl olduğunun delilidir. Bir kimse, nefsi için yaptırmış olduğu bir şeyin fflft-addün li'1-istiglâl olduğunu insanlara haber verir, fcBdirir ve üân ederse, o şey de muaddün li'1-istiglâl olmuş olur.

İcare Maddesine de bakuıız.

MUÂHEDE: Harbe son veren, iki savaşan kavim arasında yapılan mukavele ve savaşı terkle ilgili bir teahhüd demektir.

MUÂKEBE: Ukubet Maddesine bakınız.

MUÂRAZA

MUÂRAZA: Bir kimsenin, hasmının ortaya koy­duğu delile taamız etmeyip; ancak, bu delilin muk-tezasına muhalif ve zıddmı isbât eden diğer bir delil ikâme etmesi demektir.

Şöyle ki: iki delilden biri, bir şeyin (meselâ:) caiz olduğunu, diğeri de caiz olmadığım gerektirse; bu durumda bir muâraza meydana gelmiş olur.^

MUÂRAZA Bİ'L-KALB: Hasmın delilini, aynen alıp, onun (hasmın) aleyhine delil olarak ortaya koy­mak demektir.

MUANNİN: HADÎS-İ MUANNAN Maddesine bakınız.

MUASKER: Ordugâh (= Akserlerin birikip top­landığı yer) demektir.

MÜCÂDİL: CİDAL: Maddesine bakınız.

MÜCİB-İKJS.ÂS: Aslında, ebediyyen mahkunü'd-dem (= hayatı mahfuz ve Öldürülmesi yasak) olan bir kimseyi, amden (= kasden ve bile bile) öldür­mek veya yaralamaktan ibarettir. Ve bu, öldürme­den veya yaralamadan yahut bir uzvu kesmekten dolay! kısas istifasını (= kısas hakkının bi'1-fiil ye­rine getirilmesini sabit kılan şey demektir.

MÛCEB-İ CİNAYET: Caniler (= suç işleyenler) hakkında tatbiki îcâbeden ceza, te'dib ve ta'zib de­mektir.

MUCİR: Acir Maddesine bakınız.

MÛDA: VEDİA Maddesine bakuıız.

MUDİ: VEDİA (= Emânet) Maddesine bakınız.

MUHADDİS: Hadîs Maddesine bakınız.

MÜHÂDENAT (*= HVDNE): - Bir bedel kar­şılığında olsun, olmasın— harbîlerle müsâleha akdet­mek demektir.

Bu kelimeler, aslında sakin olma, rahatlık, âsâyiş mâ­nâlarım ifâde etmektedir. Bundan dolayı, âleme sükûn veren ve fitneyi yatıştı­ran sulha da MÜHÂDENET denilmektedir.

MUHAKEME

MUHAKEME: Da'vâcının, da'vâlıyı, hâkimin huzuruna da'vet edip muhasamada, murafaada bu­lunması

Da'vâ için, iki tarafın mahkemeye başvurması.  İki tarafı dinleyip hüküm verme. Bir hüküm çıkarmak için, bir İşi, zihinde inceleme. Akıl yürütme Yargılama.

MUHALÜL

Beynûnet-i kfibrâ'dan (= üç talâkla boşandıktan) ve iddetten sora, mütallaka'mn (= boşanmış bulunan kadınm) nefsini tezvic ettiği ikinci kocası demektir. Böyle bir kadının, kendisini boşamiş bulunan önce­ki kocasına da MUHALLELÜN LEH denilir. Hil husulüne sebep olan, ikinci bir nikâh ile tekarrüp ise TAHLİL muamelesinden ibarettir.

MUHAKKEM Tahkim Maddesine bakınız.

MUHÂLÜN BİH: Havale Maddesine bakınız.

MUHÂLÜN LEH: Havale Maddesine bakınız.

MUHAREBE: Harb Maddesine bakınız.

MUHÂLÜN ALEYH:  Havale:  Maddesine bakınız.

MUHARRİC Tahric Maddesine bakuıız.

MUHARREMÂT-I ŞERTİYE: İslâm Şerîatinin yasaklamış ve haram kılmış bulunduğu şeyler de­mektir.

Adam öldürmek, hırsızlık yapmak, iffetten veya doğ­ruluktan mahrum bulunmak gibi..

MVHÂSAMA = HUSÛMET

MUHÂSAMA (= HUSÛMET: iki taraf arasındaki düşmanlık; hasımlıkjJNiza' Mücâdele, çekişmek

Karşılıklı da'vâda bulunmak; da'vâlaşmak.

İHTİŞAM = MÜNAZAA

İki tarafın birbiriyle husûmette bulunmaya, da'vâlaş-maya da ihtişam (= Münazaa) denilir.

HASIM kelimesi, HUSÛMET anlamına kullanıl­dığı gibi hasîm (= iki taraftan, iki düşmandan her biri) anlamında da kullanılır.

Hasîm'in çoğulu HÜSEMÂ'dır.

FASL-I HUSÛMET: Bir da'vâyı tetkik ederek bir hükme bağlamak demektir.

MUHSANA: ihsan maddesine bakınız.

İMUHÂYEE: Bölüşülmesi kabil olmayan bir ?e-yi sıra ile yanı nöbetleşerek kullanmak demektir. Diğer bir tarife göre MUHÂYEE: Menfâatlerin tak* sim edilmesinde nöbetleşmek demektir. Muhâyee iki nevidir:

1-) ZAMANEN MUHÂYEE: Müşterek bir evde, bir ay bir ortağın, bir ay da diğer ortağın oturması gibi...

2-) MEKÂNEN MUHÂYEE: Müşterek bir evin, bir odasında ortaklardan birinin, diğer odasında da, di­ğer ortağın oturması gibi...

MUHİL: Havale Maddesine balanız.

MUHSAN: İhsan Maddesine bakınız.

MUHKEM: Müfesser'den daha kuvvetli olan söz­dür. Ve bunların neshedilme ihtimâli de yoktur. Meselâ:' 'Bir kimseye, kayın validesi ebediyyen ha­ramdır." veya: "Cihâd, kıyamete kadar devam ede­cektir." sözleri, birer muhkemdir.

MUHRİM: İHRAM Maddesine bakınız.

MUHTESİB: İhtisab Memurluğu Maddesine bakınız.

MUİR: ARİYET Maddesine bakınız.

MUNAKKILE: Başta veya yüzde meydana gelen bir ara çeşididir. Bu yarada kemik kırılıp yerinden oynamış veya ufanmış olur.

MUNASSAF: Pişirilerek yansı giden ve kuvvet­lenip, nüksir (= sarhoşluk verici) bir hâle gelen yaş üzüm suyudur.

Yani, munassaf da, bir cins şarapar.

MÜRDIA: Süt anne demektir.

MÜSTERDI': Ücretle süt anne tutan kimse de­mektir.

MÜRDI': Çocuğa fUhâİ sütveren, emziren kadın demektir.

MÛSÂ BİH: VASİYET Maddesine bakuıız.

MUSADDIK: Nakil ve ticari eşya kabilinden olan malların zekâtlarını, hükümet memuru sıfatıyle ci-bâyet ve tahsil eden şahıs demektir.

MÛSÂ İLEYH: Vasiyet Maddesine bakınız.

MÛSÂ LEH: VASİYET Maddesine bakınız.

MUSÂNAA: RÜŞVET Maddesine bakınız.

MÛSİ : Vasiyet Maddesine bakınız.

MVSKITÂT-IHUDÛD: Had cezalarını iskât ve izâle eden (= düşüren Ve ortadan kaldıran) sebeple-den ibarettir. Zina ettiğini ikrar eden bir kimsenin, bu ikrarından rücû etmesi (= vaz geçmesi, geri dön­mesi) gibi...

MU'TAK; Efendisi tarafından azâd edimiş bulu­nan köle demektir.

MU'TAKA: Azâd edilmiş bulunan câriye demektir.

MU'TİK: Mülkiyeti altında bulunan köle veya ca­riyeyi azâd etmiş bulunan kimse demektir.

MU'TEMİL: —Tuttuğu işi, san'atı güzelce yap­maya muktedir olamasa bile— çalışmaya gücü ye­ten fakir kimse demektir.

MVTALUK: Karısını boşayan erkek.

MUTALLAKA: Kocasından boşanmış olan kadın demektir.

MUTALLAKA-İ RİC'İYYE: Kocasından, talâk-ı ric'î boşanmış olan kadın demektir.

MUTALLAKA-İ BAİNE: Kocasından, talâk-ı ba-in ile boşanmış olan kadın demektir.

MUKADDERAT: Miktarı, ölçek, tartı, sayı ve­ya uzunluk Ölçüsü ile tâyin ve takdir olunan şeyler demektir.

Mukadderat tabiri mekîlat, mevzûnât, adediyyâtve mezrûât'ı içine alır. ,

Mekilât mevzûnât, adediyyât ve mezrûat mad­delerine —ayn ayrı— bakuıız.

MUKADDİME

MUKADDİME; Bir takım mes'elelerin ve bahis­lerin güzelce anlaşılması için ilgili bulundukları bir kısım mebâdîden (= prensiplerden başlangıçlardan, ilk unsurlardan) İbarettir.

Mün^ura ilmi ıstılahında MUKADDİME: Delilin sıhhati, kendisinin üzerine tevakkuf eden şey de­mektir.

Meselâ: Bir mantıkî kıyâsta suğrâdan ve kübrâdan (= küçük ve büyük önerilerden) herbiri bir mukaddime-i deüTdir.

MUKÂRİN: Bitişik, ulaşmış, erişmiş, yaklaşmış, bir yere gelmiş.

MUKÂRENET: YAKLAŞMA, KAVUŞMA, bi­tişme, bitişildik; uygunluk.

MUKÂTAA: VAKIF Maddesine bakınız.

MÜKÂTAAU VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.

UMUKRİB: Anası arap aü, babası ise acem aü olan beygir demektir.

Babası köle, anası aslen hür bir kadın olan şahsa da lügatte MUKDİB denilir.

MUKRİH: İkrah Maddesine bakınız.

MUKRİZ: Karz Maddesine bakınız1.

MUKTASSUN MİNH : Kısas Maddesine balanız.

MUZÂLEME: ZULÜM Maddesine bakınız.

MUZİHA: Şecce aksamından bir yaradır. Bu ya­rada et ile baş kemiği arasındaki zar gibi deri yırtı­lıp, kemik meydana çıkmış olur.

MÜÂHEDE-NÂME (=KİTÂBÜ'L-MUÂHEDE): Sulh şartlarım bildiren ve iki muha-sım tararından kabul ve imza edilen müsâleha (= sululaşma) vesikası demektir.

Buna ADİH-NÂME de denir. Bununla beraber AHİD-NAME tâbiri,  —daha ziyâde— bir taraftan verilen ahd ve emânı müş'ir (= bildiren, haber veren) vesikaya ıtlak olunmaktadır.

MÜAR: ARİYET Maddesine bakınız.

TİBÂH: Yapılması da, yapılmaması da şer'an caiz olan şey demektir.

Mubahın yapılmasında sevap, terkedilmesinde de gü­nâh yoktur.

Helâl olan bir yiyeceği, meyveyi yemek veya yeme­mek gibi...

MUBAH: §âri-i Mübîn'İn nazarında yapılması veya yapılmaması eşit olan bir fiildir.

Meselâ: Helâl olan herhangi bir yiyeceği yemek ve­ya yememek gibi...

İBABE: Bir şeyi mübâh görmek anlamına gelen bu kelime, ayrıca:' 'Bir yiyeceğin yenilmesine veya bir malın alınıp kaldırılmasına verilen izin ve müsâade" mânâsını da ifâde etmektedir.

MÜBAŞERETEN KATL: Bir şahsın, bir kimse­yi, asiden veya hatâen ve bizzat vurup öldürmesi de­mektir.

MÜBAŞERETEN İTLAF: Bir şeyi, bir başkası­nın bir füli araya girmeksizin, bizzat itlaf etmektir.

Bir şeyi, böyle mübâşereten, —-başkasının fiili olmadan— itlaf eden şahsaFÂİL-İ MÜBAŞİR denir.

FÂİL-İ MÜBAŞİR: Bir şeyi, bizzat telef eden kim­se demektir.

MÜBÂREZE: Birbirinin dengi sayılacak İki sa­vaşçının, savaş meydanına atılarak, karşılıklı savaş­maya başlamaları demektir.

MÜBAŞİR: Bizzat fâü olan, yani: Bir şeyi, biz­zat husule getiren kimse demektir.

MUBAYAA: Karşılıklı olarak yapılan alım - sa­tım işlemi demektir.

MÜBEZZİR: Tebzîr Maddesine bakınız.

MÜCÂHEDE: Muharebe, savaş; nefs-i emmâre ile mücâdele ve muharebede bulunup; ona, ağır, me-şakatli geldiği hâlde, şer'an matlup olan şeyleri yük­lemek demektir.

MÜCÂBİD: Düşmanla veya nefs-i emmâresi ile, mücâhede eden, savaşan müslüman kimse demektir.

Cihâd, Maddesine de bakınız.

MÜCBÎR: İkrah ve İcbar Maddelerine bakınız.

MÜCÂZEFE: Cüzaf Maddesine bakınız.

MÜCMEL: Mânâsı anlaşılmayacak derecede ka­palı olan ve anlaşılması, ancak o sözü söyleyen şa­hıs tarafından bir beyân (= açıklama) ilâvesine bağlı bulunan lafızdır.

Az kullanıldığı için garaibten sayılan lafızlarla, mü-teaddid mânâlara vaz edilmiş lafızlar ve kendisi ile, söyleyen şahsm ne kasdettiği anlaşılmayan lafızlar bu kabildendir.

Meselâ: Hırsı çok, sabrı az kişi anlamına gelen HE-LÛ lafzı garâibten olduğu için mücmeldir. Ribâ lafa da bu cümledendir.

MÜCRİM; Cürm Maddesine bakınız.

MÜDÂFAA: Savunma. Def etme. Bir saldırışa karşı koyma. Kuruma. Korunma. Hasmın iddiasına karşı karşı koyma. Birborcu, "bugün,yann.."diyerekoyalamavete-hir etme anlamında da kullanılır.

MÜDÂFAA-İ MEŞRÜA = MEŞRU MÜD­FAA: Haksız yere vuku bulan bir tecâvüze, bir sû-i kasde karşı, meşru, bîr şekilde mukavemette bulu­nup, onu def etmeye çalışmak demektir.

MÜDEBBER: Azâd olması, efendisinin ölmesi­ne bağlanmış bulunan köle demektir.

MÜDEBBERE: Müdebber'in müennesidir; yani azâd olması efendisinin Ölmesine bağlanmış bulunan câriye demektir.

MVDDEÎMUALLİL: Bir mes'eleyi iltizam ede­rek, hakkında delil irâd eden kimseye, âdab ilmi ıs­tılahında: Müddet, muaHil denilir.

SAİL: Müddeî, MuaUiPin ortaya koyduğu delili kabul etmiyen şahıs demektir.

Bir mes'eleyi mücerret hikâye edip ahhatini veya adem-i sıhhatini iltizam etmeyen kimseye de NA­KİL denilmektedir.

MÜDEBBİR: Memlûkumm itkini (= köle veya cariyesinin hürriyete kavuşmasını) kendisinin ölümü­ne bağlamış olan efendi demektir. Yani, memlûkü-ne: "Ben öldüğüm zaman, azâd ol." demiş olan efendidir.

MÜDÂYENE: Karşılıklı borç edinmek; bir biri­ne borç para vermek anlamına gelir.

Deyn Maddesine de bakınız.

MVESSESÂT7HAYRİYYE: Mescitler, medre­seler, mektepler, kütüphaneler, hanlar, zaviyeler, ri-batlar, imarethaneler, çeşmeler, köprüler, kuyular, hastahâneler, kabristanlar gibi, ammeye faydalı olan vakfedilmiş eserler demektir.

VAKIF Lİ'S-SEBÎL tâbiri de MÖessesât-ı Hay-riyye anlamında kullanılır.

VAKIF Maddesine de bakınız.

MÜFÂDÂT-IÜSERÂ: Birbirleri ile savaşan iki kavmin almış oldukları esirleri karşılıklı olarak de­ğiştirmeleri demektir.

MÜFÂREKAT

MÜFAREKAT: Lügatte: İki şeyin veya iki kim­senin, birbirinden ayrılması, iftirak etmesi demektir.

' Fıkıh ıstılahında MÜFÂREKAT: Zevciyet rabıtası­nın (= kan - kocalık bağımn) çözülmesiyle, kan ile kocanın birbirinden ayrılması demektir. Kan - kocanın birbirlerinden aynlması ya talâk (= boşanma) ile veya nikâh akdinin feshedilmesiyle vuku bulur.

Mûfârekat tâbiri, ayrılığın bu iki şeklini de İçine alır. Bu hususta FİRKAT tâbiri de kullanılır.

MÜFAVVİZE

MÜFAVVİZE: Nikâh işini, velisine tefviz ve ha­vale eden ve mehirden bahsetmeyen kadın demektir.

TEVFİZ: Lügatte: İhmâl anlamına gelir. Mehrin tâyin ve tesmiye edilmemesi bir ihmâl de­mek olduğundan, mehir tesmiye edilmeden veya nef-yedilerek yapılan bir nikâh işine tefviz denilmiştir. Nikâh İşinde tefviz iki kısımdır:

1-) TEFVİZÜ'L-BÜZU': Bir kimsenin, velayeti ic­bar altında bulunan bir kızı, bir şahsa, mehir olma­dan tezvic etmesi veya bir kadının mehirsiz tezvic edilmesi için velîsine izin vermesi demektir.

2-) TEFVİZÜ'L-MEHR: Bir kimsenin, bir kadını, kendisinin veya o kadının yahut onun velîsinin veya bir yabancının söyleyiceği bir mehir üzerine tezev-vüc etmesidir.

MÜFESSER: Beyân-i tefsir veya beyân-ı takrir se­bebiyle, mânâsı nas'dan daha vazıh (= açık, anlaşı­lır) olan söz demektir. Ki, bu sözün, neshten başka bir şeye ihtimâli bulunmaz.

Meselâ: "Seni azâd ettim." sözü bir nas'tu-; "Seni, kölelikten azâd edep, hürriyete kavuşturdum." sö­zü İse müfesserdir.

MÜFLİS : İflas Maddesine bakınız.

MÜKÂBERE: Bir ilmî mes'ele hakkında, -doğruyu ortaya çıkarmak için değil— bilakis, sade­ce hasmı ilzam ve ıskat için münazarada bulunmak demektir ki, böyle bir davranış, dinimizce pek kötü ve mezmûm görülmüştür.

ÜMÜK ATEHE: Efendi ile memlûkü arasında, bir karşîlik mukabilinde memlûkün hürriyete kavuşma­sı hususunda yapılan karşılıklı anlaşma, sözleşme de­mektir.

KİTABET Maddesine de bakınız.

MÜKATEB: Efendisi ile kitabet akdinde bulun­muş olan köle demektir.

MÜKÂTEBE: Efendisi ile kitabet akdinde bulun­muş olan câriye demektir.

MÜKÂTİB: Memiûkünü (= köle veya cariyesi­ni) kitabete bağlamış bulunan efendi demektir.

MÜKÂTEBETÜ'L-VASÎ: Bir vasinin, vesayeti altındaki yetime ait olan bir köle veya cariyeyi kita­bete bağlaması demektir.

MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Kendisine ticâret yap­ması için izin verilmiş bulunulan bir memlûkü kita­bete bağlamak demektir.

Ancak, bu izinli memlûk borçlu bulunursa, alacak­lılar bu kitabeti reddedebilir.

MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlan­mış bir kölenin, kendi memlükûnü (= köle veya ca­riyesini) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kitabet akdi de muvâzene kabilinden olduğu için caizdir.

MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa erme­miş olan bir küçüğün kitabete bağlanması demektir ki, duruma bakılır: Eğer, bu küçük akıllı (yani kita­betin ne demek olduğunu müdrik) ve akış-verişe mü­sait ise, bu kitabet sahih olur; aksi takdirde sahih olmaz.

MÜKÂTEBE: Kitabet Maddesine bakınız.

MÜKÂTEBE : Kıtâi Maddesine bakınız.

MÜKELLEF: Kendisine, Şârii HaMm tarafından bir şey yapmak veya yapmamak külfeti, zahmeti il­zam edilen akıllı kimsedir.

Bu külfeti Üzâm etmeye de TEKLİF denir.

MÜKREHÜN ALEYH:  İkrah  Maddesine bakınız.

MÜKREHÜN BİH: İkrah Maddesine bakınız.

MÜKREH: İkrah Maddesine bakınız.

MÜLHAK VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.

MÜLK

MÜLK: Bir şansın mâlik olduğu, yani: Kendisin­de ihtûnve İstiklâl veçhile tasarrufu bulunma yet­kisine sahip bulunduğu, —gerek ayandan, gerekse menfaat cinsinden olan— şeydir.

Meselâ: Ev, arazi, dükkan veya bir miktar para bir mülk olduğu gibi, bir menfaat de bir mülktür.

MÜLK-İ MUTLAK: Miras veya muayyen bir kimseden satın almak gibi, mülk edinme sebeplerin­den biri de mukayyed olmayan mâlikiyettir. Meselâ: Bir kimse: "Bu ev benimdir." dese, bir mfilk-i mutlak iddiasında bulunmuş olur.

MÜLK-İ YEMİN: Bir kimsenin temellükünde (= sahipliği altında) bulunan köle ve câriye demektir.

MÜLK-İ MÜKAYED: Miras, satıh alma veya it-tihâb (= bir karşılıksız hibeyi kabul etmek) gibi, mülk edinme sebeplerinden biriyle kayıtlı olan mülkiyettir.

Meselâ: Bir kimsenin: "Bu evi, filândan satın al­dım." veya: "Bu evi, filân şahıs bana hibe etti; bu cihetle, bu ev, benim mülkümdür." şeklinde yapı­lan bir iddia, bir mukayyed mülk da'vâsıdır. Mülk-i Mükayyed'e MÜLK Bİ-SEBEBİN de denir. Meşhur olan kavle göre, irs (= mîras) da'vası, bir mülk-i mutlak da'vâsıdır.

MÜLTEKÂYİNESEB: İki veya daha çok kişi­nin, neseblerinin birleştiği şahıs demektir.

MÜLTEKTF: Atılmış bir çocuğu, bulunduğu yer­den alıp kaldıran kimse demektir.

Lâkit ve İltikad Maddelerine de bakınız.

MÜLTEZEM: KA'BE / KA'BE'NİN KISIM­LARI Maddesine bakınız.

MÜMÂNAA: Bir tarafın (= muallilin) isbât etti­ği bir şeyi, diğer tarafın (= yani sâilin) —delilsiz olarak— kabul etmekten kaçınması demektir.

MÜMANAA: Muayyen bir mukaddimeyi men' et­mek anlamına da gelir.

MÜMÂTELE: Borcun vadesi geldiği hâlde, "bu gün, yann" diyerek, Ödemeyi uzatıp durmak, tehir etmek demektir.

METAL de, Mümâtele anlamındadır.

MÜMÂTİL: "Bu gün, yann" diyerek borcunu ödemeyi geciktiren, tehir eden kimse demektir.

MÜ'MİN: îmân Maddesine bakınız.

MÜMTALE: Borcu, borcun vâdesini, "bugün, yann" diyerek uzatmak ve tehire bırakmak demektir.

MEDYÛN-İ MÜMÂTİL: Ödemeye muktedir ol­duğu hâlde "Bu gün, yann" diyerek, borcunu öde­meyi tehir eden kimse demektir.

METAL: Bir şeyi (meselâ: Bir borcu ödemeyi) uza­tıp durmak demektir ki, bu bir zaruretten dolayı ya-pılmıyorsa zulüm sayılır.

MÜMTEDDETÜ'D-DEM: Kendisinden, durmak­sızın kan gelip akan kadın demektir.

Böyle bir kadın, kendisinin ayda veya İki-üç^yda bir gördüğü hayız günlerini unutmuş bulunursa, MÜTE-HAYYİRE adını alır.

Hayız görmeye başlamış olduğu hâlde, —gebelikten veya iyâstan dolayı olmaksızın— bir arızaya bağlı ola­rak, uzun müddet âdetten kesilen bir kadına da MÜNTEDDETÜ'T-TUHR denir.

MÜNAFIK: Nifak Maddesine bakınız.

MÜNÂSEHA: Lügatte: Nakil ve tahvil (= değiş­tirme, değiştirilme; çevirme, döndürme) demektir.

Miras ıstılahında MÜNÂSEHA: Ölen bir kim­senin terikesi henüz taksim edilmeden, mirasçıların­dan birinin veya bir kaçının daha ölüp, 6 terikedeki hisselerinin kendi mirasçılarına intikal etmesi de­mektir.

MÜNÂSEBET: Nescb Maddesine bakınız.

MÜNAKAZA

MÜNÂKAZA: Bir delilin mukaddimlerini teşrih ve tâyin etmeksizin, nefs-i delilin butlanını, diğer bir delil ile isbât etmektir.

Bu şekildeki itiraza âdab (= münazara) ilmi ıstıla­hında NAKZ da denilir.

Meselâ: Bir maddede, müddeinin delili câri olduğu hâlde hüküm tehâllüf ettiği (= ^ıygun bulunmadığı) veya müddeinin delili, husûsî bir fesadı (meselâ: Devr ve teselsülü yahut iki zıddın içtima etmesini) gerek­tirdiği beyân olunarak, müddeinin delili isbât edil­se; bu, bir münâkaza olmuş olur. Bu durumda münâkızın irad etitği delile ŞAHİİ) denilir.

MÜNÂKIZ: Nakzeden; muhalif; zıt.

MÜNAZARA

MÜNAZARA: İki şey arasındaki nisbet hakkın­da, (Meselâ: Bir şeyin caiz veya gayri- caiz olduğu hususunda) iki tarafın, —doğruyu ortaya çıkarmak için— basiretli nazarla mütâlâada bulunmalan de­mektir.

Diğer bir tarife göre MÜNAZARA: Hmi bir mes'e-le hakkında, kaideye uygun olarak, karşılıklı konuş­mak ve tartışmak demektir.

MÜNÂZIR: Münazara eden taraflardan her biri.

MÜNÂZIRÎN: Münazara edenler.

MÜRÂŞAT : RÜŞVET Maddesine bakınız.

MURAVEZA: Düşman ile müzâkere ve mükâle-mede, sulh görüşmelerinde bulunmak demektir. Bu kelime lügatte: Müdara etmek, bir kimseyi bir hud'a ile veya kahr suretiyle ikna eylemek mânâsı­na gelir.

MÜRDV, MÜRDİA: Bir çocuğu emziren veya emzirmiş bulunan kadın demektir. MÜDRİ'in çoğulu MERÂDİ'dir.

MÜDRİK: İdrak eden, anliyan; idrak etmiş, anlamış; Kuvve-i müdrike (= idrak kuvveti): Akıl

MÜRABITÎN : Rıbat Maddesine bakınız.

MÜRABİTA: Ribat Maddesine bakınız.

MURAFAA: Da'vâ edilen şeyi hâil ve fasletmek İçin, da'vâlıyı, hâkimin huzuruna celb etmek de­mektir.

MÜRÂHEKA

MÜRÂHEKA: Bulûğ yaşına yaklaşmak demektir. Fakıyhler: "Buluğ yaşının başlangıcına ulaştığı hâl­de, henüz bulûğa ermemiş olan erkeğe MÜRAHIK, bu durumdaki kıza da MÜRÂHKA" derler.

MÜRSEL: Risâlet: Maddesine bakınız.

MÜRSELÜN  İLEYH:  Risâlet Maddesine bakınız.

MÜRSİL: Risâlet Maddesine bakınız.

MlMÜRTECEL: Mevzuu lehinin dışında -ve hiç bir alâkası bulunmadan— sahih bir kullanış tarzı ile kul-tanılan lafız demektir.

Meselâ: Süreyya lafzı, belirli bir yıldızın adı oldu­ğu hâlde, şahıs İsmi olarak da kullanılır. Ve bunla-nn arasında da bir alâka yoktur.

MÜRETTEBAT-! VAKFİYYE: VAKIF Mad­desine bakınız.

MÜRTEHEN: Rehin Maddesine bakınız.

MÜKTEHİN: Rehin Maddesine bakınız.

MÜRTES: Savaş esnasında yaralanıp, henüz ru­hunu teslim etmeden önce, savaş alanının dışına nak­ledilen ve biraz yiyip içtikten veya konuştukatn yahut uyuduktan veya ilaç kulandıktan ve yahut da aklı ba­şında olarak, üzerinden bir namaz vakti geçtikten son­ra vefat eden müslüman mücâhid demektir. Mürtes hakkında tamamen şehid hükümleri câri değildir. Mürtes kelimesi, aslında zafiyet, eskiyip İşe yaramaz hâle gelme gibi mânâları ifâde eden res lafzından alın­mıştır.

İRTİŞÂS: Mürtes olma hâli demektir.

MÜRTEŞÎ: RÜŞVET Maddesine bakınız.

MMVR1T.ZİKA: Ashâb-ı dîvan yani askerî divan­da kayıtlı bulunan ve kendilerine meytü'l-mâlden münasip bir miktarda atiyye tahsis  edilmiş olan mücahidlerdir. Zamammızdaki MUVAZZAF ve İHTİYAT erleri MÜRTEZİKA'dandır.

MÜRTEZİKA: VAKIF: Maddesine bakınız.

MÜVÂCERE: insanlar arasında insanlar hakkın­da yapılan icâre akitleri için kullanılan bir tabirdir. Ve bu tâbir insanlar hakkındaki İcâre için kullanılır.

MÜVÂDEA: Mütâreke demektir.

Bu kelime, MÜSÂLEHA ve MÜSÂLEMET anlam­larında da kullanılır.

Bu lafiz, aslında terk anlamına gelen vadı'dan alın­mıştır. Bu balamdan, savaşın terk edilmesine MÜ­VÂDEA denilmiştir.

MÜVÂRESE: MÎRAS Maddesine bakınız.

MÜVÂSEBE: Şüf a maddesine bakınız.

MÜVEKKELÜN BİH: Vekâlet Maddesine bakınız.

MÜVEKKÜLÜN FÎH: Vekâlet Maddesine bakınız.

MÜVERRİS: MİRAS: Maddesine bakınız.

MÜVEKKİL: Vekâlet Maddesine bakınız.

MÜRÛR-İZAMAN: Bir hâdise üzerinden belirli bir müddetin geçmesi demektir. Bu hâl, bazen, o hâ­dise hakkındaki da'vâmn dinlenmesine bir mâni teş­kil eder.

MÜRÜVVET: İnsaniyet, mertlik yiğitlik; cömert­lik, iyilik-severlik; himmet; haya lâyık olmayan şey­leri terketmek anlamlarını ifâde eder.

Bir kimsenin, kendi ortamında yasayan emsalinin mü-bâh olan ahlâk ve tavriyla ahlâkîanması oir mürüv­vet hâlidir.

Mürüvvet, kişiyi güzel ahlâka, güzel âdetlere sev-keden nefsî edeblerden ibarettir.

MMÜSÂDAKA ALE'L-İSTİHKÂK: İki şahsın, bir hakkın, hangisine ait oluduğu hususunda ittifak et­meleridir,

Meselâ: Vakfiye gereğince, vakfın gailesinden ken­disine şu kadar sehim verilmesi îcâbeden Zeyd, bu sehmin hiç bir kimseye ait olmayıp, yalnız Amr'e ait bir hak olduğunu, bir bedel mukabilinde olmak­sızın, samimî bir surette ve Amr'in tasdikine muka-rin iddia ve ikrar etse; aralarında müsâdaka bulunmuş olur. Bu durumda Zeyd'in ikrarı, sadece kendi hak­kında muteber olduğundan, o sehim, —Zeyd hayatta olduğu müddetçe— Amr'e verilir. Fakat Zeyd ile Amr'den hangisi önce vefat ederse, o sehim, Zeyd'-den sonra müşrûtün leh olan cihehete ait olur; bun­lardan hayatta olana verilmez.

MÜSÂHARE: Bir aileden kız almak suretiyle mey. dana gelen damatlık, kayınpederlik kayınvâlidelik gibi hısımlıktır.

Buna SIHRİYYET de denir.

MVSÂKÂT: Bir taraftan ağaçlar, diğer taraftan da, onların bakımı ve sulanması olmak şartıyle ve meydana gelecek semerelerin (= meyvelerin) de, be­lirlenen nisbetier dâhilinde taksim edilmesi üzere ya­pılan bir nevi ortaklıktır, şirkettir.

Buna, MUAMELE FÎ'L-ESMÂR da denir. Yonca ve üzüm çubukları gibi, yerde, bir seneden fazla kalan nebatlar da ağaç sayılırlar.

MÜSÂLEHA (= SULH): Barışmak ve savaşan iki tarafın, harbe son vererek, bir muahede yapma­ları demektir.

Aslında, bir fesâdm zeval bulmasına SALAH denir. Mükâteleye son vererek, niza ve fesadı bertaraf ede­ceği cihetle, muhâsameyi terk etmeye SULH ve MÜ-SALEHA denilmiştir.

MÜSAVİM Bİ'N-NAZAR: Sevm Maddesine bakınız.

MÜSAVİM  Bİ'Ş-ŞİRA:  Sevm  Maddesine, balanız.

MÜSEKKAFÂT-IVAKFİYYE: VAKIF Mad­desine bakınız.

MÜSENNAT: Sınır, su bendi ve su arklarının ke­narları anlamına gelir.

MÜSENNEYÂT: MÜSENNAT'ın çoğuludur.

MÜSELLES: Lügatte: Üçlestirilen; üçlü; üçgen gibi anlamlara gelen bu kelime, ıstılahta: Pişirilerek üçte ikisi giden ve işdidât edip müskir (= sarhoşluk verici) bir hâle gelen yaş üzüm suyudur.

Diğer bir tarife göre MÜSELLES: Üç kere tasfiye olunarak çekilmiş bir cins şaraptır. Buna ULA da denir.

MÜSKİR: Yenilmesi veya içilmesiyle insana sar-hoşJuk veren şey demektir.

MÜSKÎRÂT: Müskir'in çoğuludur. Yani: Yenil­mesi veya içilmesi neticesinde insana sarhoşluk ve­ren şeyler demektir.

MÜSLE: Başkalarına ibret olmak üzere, bir düş-jnana burnunu, kulağını ve diğer bazı uzuvlarını kes­mek, gözlerini oyarak kendisini çirkin bir şekle sokmak gibi bir şekilde ukubette bulunmak demektir.

MÜSEMMEN: Semen Maddesine bakınız.

MÜSRERŞÎ : RÜŞVET Maddesine bakınız.

MÜSRİF: İsraf Maddesine bakınız.

MÜSKTTÂT-I KISAS: îcâbeden (= uygulanma­sı gereken) bir kısası iskât ve izâle eden (= düşüren ve ortadan kaldıran) sebepler demektir. Sulh, cinnet, mevt (= ölüm) gibi...

MÜSNED: Hadîs-i Müsned Maddesine bakınız.

MÜSTAHIKKIKISAS: Bir caniyi (= suç işle­yen bir kimseyi), kısas yoluyla cezalandırmak hak­kına mâlik olan kimse demektir.

MÜSLİM: İslâm dinine mensup olan kimse de­mektir.

MÜSTAHİKKU'L-KAL' OLAN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.

MÜSTAKRİZ: Karz Maddesine bakınız.

MÜSTEAR: ARİYET Maddesine bakınız.

MÜSTEGALLÂT-I VAKFİYYE: VAKIF Mad­desine bakınız.

MÜSTE'CİR: İsticar eden yani bir şeyi kiralayan şahıs demektir. Buna MÜSTEKRÎ ve MÜKTERÎ de denir.

İcâre maddesine bakınız.

MÜSTECERRÜN FİH: Bir ecîrin(= ücretle tu­tulan bir kimsenin) yapılan icâre akdi ile, üzerine al­dığı iş demektir.

İcâre, İcar ve Ecîr Maddelerine de bakınız.

MÜSTEHÂP

Müstehâp: (Lügatte) Sevilmiş şey demektir. Istılahta Müstehâp: Peygamber (S.A.V.) Efendimi­zin bazen yapıp, bazen terk buyurdukları şeydir. Kuş­luk namazı gibi...

Görüldüğü gibi müstehâp, bir nevi sünnet-i gayri- müekkede demektir.

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, müstehâp dediği­miz şeyleri sevmiş ve yapmıştır. Bizden önceki sâlih kimselerde, müstehâp olan şey­leri seve seve yapmışlar ve bunların yapılmasını din kardeşlerine tavsiye etmişlerdir. Müstehâplara, mendûp, fazilet, nafile, tatavvu' ve edeb isimleri de verilir. Müstehâp olan bir şeye, sevabı çok olup, islenmesi

matlup olduğu için mendup ve fazilet denir. Müstehâp, farz ile vacip üzerine ilâve olarak yapıl­dığı için de, buna nafile (= nafl) denir. Kat'î bir emr dayanmadığından ve sadece teberru su­reti ile yapıldığı için de, müstehâba, tetavvu denir.

Müstehâp güzel ve övülen bir haslettir. Bunun için de, müstehâba edep!denilmiştir.

Müstehabın hükmü: Müstehâbm yapılmasında se­vap vardır. Yapılmamasında ise itap, levnı ve — tenzîhen bile— kerahet yoktur.

MÜSTEÎR ARİYET Maddesine bakınız.

MÜSTE'MİN

MÜSTE'MİN: Bu kelime, hem eman isteyen; hem de emâna nail olan kimse anlamında kullanılır. Bu kelime, ism-i mef ûl sîgasiyle MÜSTE'MEN diye de okunabilir. Bu durumda ise: Kendisine eman ve­rilmiş kimse mânâsını ifâde eder.

Buna AMİN de denir.

Fıkıh ıstılahında MÜSTE'MİN: Başka bir milletin ülkesine eman ile (= müsâade ile) giren kimse de­mektir. Bu şahıs müsüman olabileceği gibi, zimmî veya harbî de olabilir.

MÜSTENFİR: NEFİR Maddesine bakınız.

MÜSTESNA VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.

MÜSTESNA: İstisna Maddesine bakınız.

MÜSTESNA MİNH: İstisna Maddesine bakınız.

MÜSTEVDİ : VEDİA Maddesine bakınız.

MÜSTEVLEDE: Ümmü'l-Veled (yani: Çocuğu­nun nesebi, mâlikinden sabit olan câriye) demektir.

Mâlik, bu cariyenin ister bir kısmına, ister tamamı­na sahip olsun, ve o cariyeye gerek hakîkaten ve ge­rekse hükmen mâliki bulunsun farketmez.

Mevlânın (= efendinin) babası, cariyenin hükmen mâliki sayılır.

ÜMMÜ VELED: Efendisinin (= mevlâsmm) fi-raşından çocuk doğurmuş bulunan ve bu çocuğun ne­sebi, efendisinden, —kendi ikran ile— sabit olan câriye demektir.

ÜMMÜHÂTÜ'L-EVLÂD: Ümmü Veled'in ço­ğuludur.

MUŞA: Şayi hisseleri ihtiva eden müşterek şey,. mal anlamına gelir.

Meselâ: İki kişi arasında yan yarıya ortak bulunu­lan bir mal bir müşâ'dır.

Diğer bir tarife göre MÛŞÂ: Müşterek bir maldaki yan, üçte bir, dörtte bir, altıda bir gibi şâyİ hisse­lerden herhangi biridir. Ve bu hisselerden her biri, bu malın cüz'üne yayılmış ve ona şâmil bulunmuştur.

ŞÂYİ HİSSE (= FIİSSE-İ ŞAYİA): Müşterek bir malın her cüz'üne sârî ve şâmil olan sehim demektir. HİSSE: Sehim, nasip anlamına gelir.

HİSAS: Hisseler demektir.

MÜŞKÎL: Mânâsı yani kendisi ile ne murad edil­diği teemmülsüz (= iyice ve etraflıca düşünmeden) .anlaşılmıyacak derecede kapalı olan lafızdır ki; bu­rada kapalı olmak, ya mânâsındaki incelikten ve de­rinlikten veya kendisindeki bediî bir istiareden ileri gelmiş bulunur.

Meselâ: Gusûlde tetahhur (= iyice temizlenme) ile me'muruz. Ancak, bu tetahhurun ağzın içine de şa­mil olup olmadığında işkâl vardır. Fakat, teem­mül neticesinde, bu temizlenmenin ağzın içine de şâ­mil olduğu anlaşılıyor.

Keza: "Gümüşten cam bardakları..." tâbirinde de bir işkal vardır: Bir bardak, camdan yapılmış olun­ca, ona nasıl gümüşten denebilir? Ancak, iyice dü­şününce anlıyoruz ki, burada bediî bir istiare vardır ve bununla bardağın gümüş kadar beyaz; cam kadar da şeffaf olduğunu işaret edilmiş olmaktadır.

MÜŞRİF-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.

MÜSRİF: VASİYET Maddesine bakınız.

MÜŞTERİ: Başka bir şahıstan, bir malı satın alan kimse demektir.

MUT'A: Lügatte: Mutlak rlarak istifâde olunacak şey; kifayet miktarı azık; faydalandırmak gibi mâ­nâlara gelir.

Istılahta MUT'A: Bir koca tarafından, boşadığı ka­rısına verilecek üç veya beş parça giyecekten ibaret­tir. Üç parça olunca, bir baş örtüsü, bir gömlek ve bir çarşaftan meydana gelir. Beş parça olunca ise, bunlara bir entari ile, bir başka giyecek daha ilâve edilir.

Koca bunlann ayınlannı veya bedellerini vermekte muhayyerdir.

Koca, kamının, ona bakmasının ve mukâreneöe bu­lunmasının helâl olması gibi menfâatlerinden istifâ­de etme hakkına sahiptir. Bu istihkaka raülk-i müt'a denilmiştir. Bunun mukabili mülk-i rakabe'dir. Bu İki mülk arasıda, umûmi ve husus yönünden fark­lılıklar vardır. Meselâ: Mölk-i rakabe, genellikle,

mülk-i müt'ayı içine alır; fakat, mülk-İ müt'a, mülk-i rakabeyi istilzam etmez. Şöyle ki: Bir kimse, bir câ­riye satın aldığında, onun rakabesine (= kendi zatı­na) malik olacağı gibi, menfâatlerine de mâlik olur. fakat, bir kadınla evlenen kimse, sadece, onun bir kısım menfâatine mâlik olur; rakabesine mâlik olamaz.

MÜTÂREKE: Düşman ile, sulh yapmak üzere, mükâteleyi (= savaşı), geçici bir süre için tek etmek demektir.

MUTEBÂ YİÂN: Bir malı satan ve satın alan ki­şiler demektir. Bunlara AKİDEYN de denir,

MÜTEBENNÂ = Deiy Maddesine bakınız.

MÜTEBENNİ= Deyn Maddesine batanız.

MÜTEDEYYİN: DİN Maddesine batanız.

MÜTEKELLİM ALE'L-VAKF: VAKIF Mad­desine batanız.

MirrELÂfflME: Başa veya yüze isabet eden bir yaradır. Bu yarada, deri ile beraber epeyce de et ke­silmiş olur.

MÜTESEBBİB: Tesebbüben İtlaf Maddesine batanız.

MMVTESEBBİB: Bir şeyin meydana gelmesine -âdetin cereyanına göre— sebep olan, bir işi vücûde getiren kimse demektir.

Bir şahsın içine düşüp öldüğü bir kuyuyu kazmış olan kimse, —âdetin cereyanına göre— o şahsın ölümü­nün müsbbib'i olmuştur.

MÜTEŞÂBİH: Ümmet fertleri arasında kendisi ile ne murad edildiğinin anlaşılması ümîdi kalmamış olan lafız demektir.

Meselâ: Bazı sûrelerin başında bulunan "elif, İfim mâm" "TıHıâ" "Yâ-sbı" gibi hurûf-u mukattaa ile yedullah, vechullah gibi tâbirler bu cümledendir.

MÜTETAVVIA: Askerî Divandan hâriç olup, sırf Allah rızâsı için cihâda iştirak eden, bir şehir, köy veya badiye'nin müslüman halta demektir.

Bunlara lisanımızda GÖNÜLLÜ denir.

MÜTEVELLİ: VAKIF Maddesine bakınız.

MÜZÂREA: Arazi bir taraftan, çalışma da (yani zirâat de) diğer taraftan olmak üzere ve meydana ge­lecek mahsûlün aralarında müşâen taksim edilmesi şartıyle yapılan bir nevi şirkettir. Müzârea'ya MUHABERE ve MUHÂKALE de denir.

Müzârea, ZERİ keimesinden alınmıştır.

ZERİ ise: Lügatte: Tohum ekmek demektir.

Buna ZİRÂAT de denir.

Tohum eken şahsa ZARİ, tohum ekilecek yere de MEZREA denilmektedir.

MÜZÂHERÜN MİNHÂ: ZfflÂR Maddesine bakınız.           

MÜZAHİR: ZfflÂR Maddesine batanız.

MÜZDELİfE: Arafat ile Mina arasında bir böl­genin adıdır.

Arafe (9 Zilhicce) günü, güneş battıktan sonra, Ara-fet'tan Müzdelife'ye gelinir. Ve o gün, akşam ile yatsı namazları, yatsı vakti girdikten sonra, burada cem-i tehir ile kılınır. Ve gece burada geçirilir. Bayram günlerinde şeytan taşlamak için atılacaktaş-lar, genellikle Müzdelife'den toplanır. Bayramın birinci günü sabahı, fecr-i sâdık ile güne­şin doğması arasındaki surede, Müzdelife'de vakfe yapmak vaciptir.

Bu vakfe, Muhassir Vâdisi'nin dışında Müzdelife'-nin her yerinde yapılabilir. Müzdelife Vakfesini, Meş'ar-i Haram yakınında yap­mak sünnettir.

MÜZÂHERÜN BİHÂ:  Zıhâr Maddesine bakınız.

MÜZÂHARE: ZIHÂR Maddesine batanız. [12]

 

N

 

NÂBİT: Yerden çıkıp büyüyen; yerden biten.

NEBAT: Bitki. Topraklan biten her türlü şey.

NEBATAT: Bitkiler.

NEBATÎ: Nebat ile ilgili, bitkisel.

NÂBİTEN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız,

NÂDÂN: Kaba; terbiyesi kıt. Bilmez.

NADİDE: Görülmemiş; görülmedik. Pek seyrek bulunan ve çok değerli şey.

NADİM: Pişman olan, pişmanlıkla...

NÂDIMANE: Pişman olan nedamet duyan kimse pişmanlıkla

NÂDİMJYYET: Pişmanlık.

NÂDİR: Az (= seyrek, ender) bulunan şey

en-Nâdirü Ke'1-ma'dûm: Nadir olan (= az bulu­nan şey) yok gibidir

NÂDİRAT: Seyrek ve az bulunan şeyler.

NEVADIR: Bu kelime de nâdirât yani az bulu­nan, nâdir şeyler anlamındadır.

NÂDİR: Nâdirât ve Nevâdir kelimelerinin tekili­dir. Ve: Az bulunan; seyrek; nâdir bulunan şey an­lamındadır.

Nâdfrii'l-vücûd: Benzeri pek az bulunan (insan) demektir.

ŞAFAK A

NAFAKA: Lügatte: Çıkmak, gitmek, sarf etmek mânâlarını ifâde eder. Bir insanın ev halkına sarf ve infak ettiği şey anlamına da gelir. Fıkıh ıstılahında NAFAKA: Yiyecek, giyecek ve sük-nâ ile bunlara tâbi olan şeyler demektir. Örfen, na­faka tabiri sadece yiyecekler için kullanılır. Bundan dolayıdır ki, diğerleri nafaka üzerine affolunarak, na­faka, giyecek ve süknâ denilir. Nafaka'nın çoğulu Nafakât'tır. Nafaka, tâbiri, sadaka yerinde de kullanılır.

İNFAK: Nafaka vermek. Bir malı, bir mahalle sarf etmek demektir.

MEN LEHÜ'N-NAFAKA: Nafaka olmaya müs-tehik (= hak sahibi) olan kimse demektir.

MEN ALEYHİ'N-NAFAKA: Nafaka yermesi ica-beden kimseler demektir. Bu anlamda MIİNFIK ke­limesi de kullanılır.

NAFAKA-İ MARZİYYE; Nafaka alacak kimse ile, nafaka verecek kimsenin aralarında rızâ ile tâ­yin ettikleri nafaka demektir.

Bu şekilde nzâ ile nafaka tâyinine RIZAEN TAK­DİR denilir.

NAFAKA-İ MAKZİYYE: Nafaka almaya hak ka­zanmış bulunan bir şahsın, müracaatı üzerine, hâkim tarafından tâyin edilen nafaka demektir.

Bu şekilde nafaka takdir edilmesine KAZAEN TAK­DİR denilir.

KADR-İ MARUF NAFAKA: Takdirden fazla, is­raftan az bulunan nafaka demektir. Ki, bu herkesin hâline göre, ortalama bir hâlde takdir olunur.

CİNS-İ NAFAKA: Nafaka olacak şeyler para, et, ekmek, un, yağ ve giyecek gibi şeylerdir. Hayvanât, ev eşyası ve akar gibi şeyler ise, nafaka cinsinden olmayan mallardır.

CİHAZ: Kocaya varacak kadınların hazırlamaları âdet olan elbise, sergi, yatak takımı ve süs esyas» gibi eşyalardır.

Bu kelime, lisanımızda çeyiz, cehiz tarzında telaf­fuz edilir.

Yolcunun erzaki, eşya ve mühimmatı ile ölünün ke­fenine de CİHAZ denir. Cihaz'ın çoğulu ECHİZE'-dir. CEHAZ kelimesi de, hem yukarıda zikrettiğimiz eşya anlamında, hem de kadınların tenasül uzvu anlamında kullanılır.

TEÇHİZ: Kadınların, yolcuların ve ölülerin muh­taç oldukları eşyayı hazırlamak, tertip ve tanzim et­mek demektir.

NAFİLE: Farz ve vacip olmadığı hâlde, fazla se­vap kazanmak için yapılan ibâdetlere NAFİLE ve­ya TATAVVU denir.

NAFİLE = NEFL: Lügatte ziyâde anlamındadır, ibâdet ıstılahında NAFİLE: Farizalar üzerine ziyâ-deleştirilen ibâdetler anlamına gelir.

Siyet ıstılahında ise NAFİLE: Gazilere tahsis edİ-îen emvalin (= malların) sehimlerinden ziyâde ol­ması demektir.

NEFL de, nafile anlamındadır. Nefl'in çoğulu olan ENFÂL ise: Ganimetler anla­mına kullanılır.

NAFİLE OLAN HAC: Hac Maddesine bakınız.

NAFİLE TAVAF : HAC / TAVAF / TAVA­FIN NEVİLERİ Maddesine bakınız.

NAFİZ: Başkasının hakla tealluk etmeyen (mese­lâ: icazetine mevkuf bulunmayan) bir muameledir. Şartlarım ve erkanını cami olan bir akid, NAFİZ BÎR AKİD'tir. Ve AKD-i NAFİZ iki kısma ayrılır:

1-) Lâzım olan Nafiz Akid: Kendisinde muhayyer­lik bulunmayan nafiz akiddir.

2-) Gayr-i Lâzım olan Nafiz Akid: Kendisinde mu­hayyerlik bulunan nafiz akiddir.

NAFİZ: Geçirli; GAYR-İ NAFİZ ise: Geçersiz anlamına da kullanılır.

NAKİD: Altın ve gümüşten ibarettir. Alün ve gümüş ister meşkûk (= sikkelenmiş) olsun, ister külçe hâlinde bulunsun, semeniyyet (= bedel, karşılık) için kullamldıklanndan nakit sayılırlar. Balar paralar da râyic (= geçerli) oldukları zaman nakit hükmündedirler. Kesada uğradıkları zaman ise uruz ve meta kabilinden olarak kıyemî mallardan sa­yılırlar.

NUKÜD: Nakid kelimesinin çoğuludur ve nakid-ler demektir.

Nakid kelimesi, bir şeyin bedelini peşinen ödemek ve para olarak bulunan servet anlamlarını da ifâde eder.

NÂKİL: MÜDDEÎ, MUALLİL Maddesine bakınız.

NAKZ: MÜNÂKAZA Maddesine bakınız.

NAKZ-IAHD: Muahede ahkâmını bozmak ve ve­rilen sözde durmamak anlamına gelir.

NEBZ-İ AHD de: Bir muahedeyi fesh ve nakzet­mek demektir.

NEBZ kelimesi, lügatte: İlkâ, İlâm ve az bir şey an­lamlarına gelmektedir.

NAM-IMÜSTEAR: Bir kimsenin, kendi adından başka, eğreti olarak aldığı isim demektir.

İkrar ıstılahında NÂMI MÜSTEAR: Başkasına ait bir şeyin, bilâf-ı hakikat olarak, diğer bir şahsa iza­fe edilmesi ve onun ismi ile anılması demektir. "Bir kimseye ait olan bir haklan senette başka bir şahıs nâmına yazılması...." gibi. Bu, muvazaa yoluyla yapılmış bir ikrar demektir.

ikrar Maddesine bakınız.

NAS: Lafe Maddesine bakınız.

UNÂŞİZE: Kocasının evinden, onun izni olmadan çıkıp, kendisini, haksız yere'kocasından men eden kadın demektir. Bu çıkış, hakM bir çıkış olabilece­ği gibi, hükmî bir çıkış da olabilir.

NAZİR: VASİYET Maddesine bakınız.

NÂZffi-I VAÖF: VAKIF Maddesine bakınız,

NEBİZ-İ TEMR: Birazcık pişirilmiş ve iştidâd ede­rek, müskir (= sarhoşluk verici) bir hâle gelmiş olan kuru veya yaş hurma suyu; yani, hurmadan elde edil­miş, —köpüklü veya köpüksüz— bir nevi hurma şa­rabı demektir.

NEBİZ-İ ZEBİB: Su içine atılarak, az bir jmüd-det pişirilmiş ve ekşiyerek müksir bir hâle gelmiş olan kuru üzüm suyu; yani, kuru üzümden elde edilmiş bir nevîjaraptır.

NECÂBET: Asalet; soyluluk; soy temizliği

NECASET

Necaset (= Necsi): Aslında veya ânzî (= geçici) ola­rak temiz bulunmayan bir madde demektir. Necis'in çoğulu ecnâs'tir. Meselâ: İdrar aslında Necistİr. Sidikli bir elbise ise *ânzî olarak) necistir; pistir, murdardır. Aslında pis (= necis) olan şeye neces de denilir. Necasetler,

1-) Necâset-i hafife.

2-) Necâset-i galîza (= Necâset-i mugallaza) olmak üzere ikiye ayrıldıkları gibi; akıcı olup olmadıkları­na göre de.

A-) Mayi

B-) Câmid; olmak üzere ikiye ayrılırlar. Ayrıca, görünüp görünmemeleri itibariyle de

a-) Necaseti- mer'îyye

b-) Necâset-i gayr-i meriyye kısımlarına da ayrılır. Şimdi bunları ayrı ayrı açıklayalım: Necâset-i hafife: Pis olduğu hususunda, —başka bir dellille çeüşili bulunan— serî bir delil olan şeydir. Bu gibi necasetler, bir delile göre pis görülmekte ise de, diğer bir delile göre pis sayılmamaktadır. Eti ye­nen hayvanların bevilleri gibi... Necâset-i galîza: Pis olduğuna dair şer'î bir delil bu­lunduğu hâlde, bunun zıddına ait bir delil bulunma­yan şeydir. Lâşe gibi...

Necâset-i mer'iyye: Hacmi bulunan veya kuruduk­tan sonra görülebilen herhangi bir pis maddedir. Ak­mış kanlar gibi...

Necâset-i gayr-i mer'iyye: Câmid bir hacmi bulun­mayan veya bulaştığı yerde kuruduktan sonra görülemiyen herhangi bir pis maddedir. Sidik gibi... Hakikaten veya hükmen temiz olmayan şeyler, bazi ibâdetlerin yapılmasına mânidir.

NECIB: Soyu sopu temiz; nesli pâk olan kimse.

NECM: Yıldız demektir.

Bir zamanlar, vakitler, yıldızların doğuşları ile tâ­yin edildiği için; giren vakitlere ve ödenme vakti gelen borçlar İle vazifelere, mecaz yolu İle necm denil­miştir.

Bundan dolayı, İslâm* hukukunda: Bir borcun taksit­lerini ödemek için hülûl eden belirli vakte ve vakti hülûl eden belirli borca ve bilhassa mükâtebin efen­disine ödemeyi üzerine aldığı kitabet bedelinin her taksidine NECM adı verilmektedir.

NEDAMET: Pişmanlık; pişmanlık duymak; piş­man olmak.

NADİM: Nedamet duyan, pişman olan kimse.

NÂDİMİYYET: Pişmanlık.

NEHİY

NEHİY: Yasak etme; yasak.

Diğer bir tarife göre NEHİY: Kendisi ile cezm ve istilâ yolu ile bir fiilin terk edilmesi istenilen sözdür. "Yalan söyleme.", "Hırsızlık etme." sözleri gibi...

NÂHÎ: Bir şeyi yasaklayan; bir fiilin terkedilmes-ni kat'î ve âmirâne bir sıfat ve şekilde men eden kimse demektir.

MENHİYYÜN ANH: Terkedİimesi ve kendisin­den çekinibnesi istenilen yani yasaklanan şey de­mektir.

MENHİYYAT ve MEMNÛÂT tabirleri de yasak­lanan ve men edilen şeyler demektir.

NEFSİ VÜCÛB: VÜCÛB: Maddesine bakınız.

SEFER: Sayılan üçten on'a kadar olan askerî birlik demektir.

Ancak NEFER kelimesi bir asker için de kullanılır. NEFER kelimesi çoğul anlamında yani askerler mâ­nâsında da kullanılır.

SEFİR

NEFİR: Lügatte: Cemaat anlamına gelir.

Istılahta NEFİR: Bir beldede bulunan halkın; can­larına, mallarına, çoluk-çocuklarına saldırmak üze­re, düşmanın gelmekte olduğundan haberdar edilmesi demektir. Ki, böyle bir durumda, o belde halkından muktedir olan bütün müslümanlar üzerine cihâd farz olur.

ENFÂR: Nefir'in çoğuludur; yani: Nefirler de­mektir.

MÜSTENFİR: Gazaya çıkılmasını flân ve talep eden kimse demektir.

NEFR: Harbe sürüklenip götürülen kimseler de­mektir.

NEFÎR-İ ÂM: Harb mıntıkasında bulunan bütün efradın, harb için seferber hâle gelmesi demektir. Kİ buna, düşmanın bir islâm beldesine bağteten (= an­sızın, birdenbire, apansız) hücum ettiği ve bu düş­manı,   İslâm   kuvvetlerinden   bir   kısmının defedemiyeceği. takdirde müracaat olunur. Ve, bunun dairesi ihtiyaca göre genişleyip, imkân olduğu ölçüde, İslâm âleminin şark ve garbına kadar yayı­lırlar. Nefîr-i âm: :umûmî Seferberlik demektir.

NEFÎR-İ HÂSS: Muharebe için, yalnız bir kısım efradın seferber hâle gelmesi demektir.

Yani NEFÎR-İ HÂSS: Kısmî seferberlik hâli de­mektir.

Nefir-i Hâssa: Fazla kuvvet toplamaya lüzum gö­rülmediği durumlarda başvurulur. Meselâ: Ülke hududlanndan birinde zuhur eden bir harb hâdisisini bertaraf etmek için, o sahada bulu­nan İslâm kuvvetleri kifayet ettiği takdirde diğer ef­radın silâh altına alınmasına lüzum görülmez.

NEFL: Tenfîl Maddesine bakınız.

NEHY = TEGRÎB: SÜRGÜN : Mücrim olan kimselerin, bir müddet için, bulundukları yerlerden, başka beldelere uzaklaştrnlmalan, sürülmeleri de­mektir.

NEKİ-İ TEMR: Kendi kendine kabaran ve kuv­vetlenerek müskir (= sarhoşluk verici) bir hâle ge­len, pişirilmiş kuru hurma suyu yani kuru hurmadan elde edilen bir nevi şarap demektir.

NEKİ-İ ZEBÎB: Kendi kendine galeyan eden ve kuvvetlenerek müskir bir hâle gelen, pişirilmemiş ku­ru üzüm şırası, yani kuru üzümden elde edilen bir nevi şarap demektir.

NESEB: Aslında, bir beldeye veya bir kabileye ya­hut bir mesleğe olan nisbet ve izafe demektir. NESEB: tâbiri, karabet (= yakınlık, akrabalık) an­lamında, öteden beri kullanılagelmektedir.

Buna göre NESEB: Baba ve ana cihetleriden olan ittisal ve iştirak anlamına gelir. Bununlabirlikte NESEB kelimesi, genellikle, baba cihetinden olan akrabalıklar içni kullanılır. Bu cihetle, neseb iki nevidir:

1-) NESEB Bİ'T-TÛL = ÂMÛDÎ NESEB: Baba­lar ile ve babaların —ilâ nihayet— babalan ile; oğul­lan ve oğullann -ilâ nihâye- oğullan arasındaki ittisaldir.

2-) NESEB BPL-ARZ = UFKÎ NESEB: Erkek kar­deşler ile bunların oğullan ve amca oğullan arasın­da olan ittisalden ibarettir.

NİSBET: Bu kelime, hem nesep mânâsına gelir, hem de bazı zâtlar yahut ayni cinsten olan eşyalar ara­sındaki belirli hususiyetlere ve miktarlara ıtlak olunur.

İki şey arasındaki mümâselet (= benzerlik) ve mü-şâkele {= aym şekilde olma) hâline MÜNÂSEBET denir.

İNTİSÂB: Bir şahsın, diğer bir şahsa yahut bir yere veya bir mesleğe olan bağlılığı ve alakası demektir.

NEŞEME: Lügate: Neft, insan ve her şeyin baş­langıcı anlamlanna gelmektedir.

Istılahta NEŞEME: Azâd edilmek üzere satın alınan rakabe (= köle veya câriye) demektir.

NEŞEM: Neseme'nin çoğuludur.

ITKU'N-NESEME: Azâd edilmek satın alınmış bir köleyi azâd etmek demektir.

Kendisine vasiyette bulunulmuş olan bir şahsın, va­siyette bulunmuş olan şahıs namına bir köle satın alıp, azâd etmesi gibi....

NESİL: Bir kimsenin babalan ve dedeleri mânâ­sına geldiği gibi sulbî çocuklan ve torunları anlamı­na da gelir.

Bir rivayete göre nesil tabiri, kızların evlâdına da şâ­mildir.

ENSÂL: Nesiler demektir.

NEZİR (= ADAK) TAVAFI: HAC / TAVAF TAVAFIN NEVİLERİ Maddelerine bakınız.

NIKZ-I VAKF: VAKIF Maddesine bakınız.

NİFAK: Bir kimsenin, zahiren müslüman görül­düğü hâlde, kalben küfür mesleklerinden biline bağlı bulunması demektir. Böyle bir şahsa MÜNAFIK denir.

NİFAS: Annelik yâni çocuk doğurma hâli yâni lo-husalık demektir.

Bu durumda yani lohusahk hâlinde zuhur eden kana da nifas denir. Lohusalık hâlinde bulunan kadına da nfifesâ denir.

NİKÂB

NİKÂH: Evlenmek, tezvic akdi yapmak demek­tir. Yani, kasden mülk-i müt'ayı müfid olan bir akiddir.

Nikâh akdi ile bir aile teşekkül eder. Ve bu akidle, bir erkek ile bir kadın arasında bir takım haklar eder ve bunlann birbirlerinden meşru surette istifâde et­meleri caiz olur.

MUNAKEHE: Bir erkekle bir kadının nikâh ak­dinde bulunmaları demektir.

MÜNÂKEHÂT: MÜNAKEHE'nin çoğuludur.

İSTİNKÂH: Nikahlanmak ve nikâh talebinde bu­lunmak mânâlarını ifâde eder.

NİKÂHI SAHİH: Sıhhat şartlarının tamamını ken­disinde bulunduran nikâhtır.

Nikâh-ı Sahih iki kısma ayrılır:

1-) Nikâh-ı Nafiz: Nikâh şartlarım tamamen cami olup, hiç bir kimsenin İznine bağlı (= icazetine mev­kuf) bulunmayan nikâhtır. Bu da İki tasma ayrılır:

a-) Lâzım Nikâh: Nafiz (= geçerli) ve hıyâr-i fesih­ten (= feshetme muhayyerliğinden) uzak olup, fe­sih tehlikesine mâruz bulunmayan nikâhtır.

b-) Gayr-i Lâzım Nikâh: Nafiz (= geçerli) olmak­la beraber, feshedilmesi kabil olan (yani böyle bir tehlikeye manız bulunan) nikâhtır ki, muhayyer olan, bu nikâh akdini feshedebilir.

2-) Nikâh-ı Gayri- Nafiz: Sıhhat şartlarını cami ol­makla beraber, nikâh sahibinin veya velisinin iznine bağlı (= icazetine mevkuf) bulunan nikâhtır. Nikâh-ı Gayr-i Nâfiz'e, Nikâh-ı Mevkuf da denir.

NİKÂH-I FÂSİD: Sıhhat şartlarını cami olma­yan nikâhtır. Şahitsiz aktedilen nikâh gibi...

NİKÂH-I BÂTIL: Üzerine asla nikâh hükümleri terettüp etmeyen nikâhtır. Başkasının zevcesi ile bi­lerek evlenmek gibi...

NİKÂH-I MUVAKKAT: Muayyen bir zaman için veya belirsiz bir müddet ile mukayyed olarak yapı­lan nikâhtır.

NİKÂH-I MUT'A: Müt'â (= muvakkat kazanç) temettü (= kâr, fayda) veya istimta (= faydalanma) gibi bir tâbir ile, bir müddet için yapılan nikâhtır.

NİKÂH-I SİGAR: İta" kadının, mehir tesmiye edilmeden (= belirlenmeden), biri diğerine muka­bil olmak üzere, iki erkeğe .tezvic edilmesi demektir. Meselâ: İki erkek, birbirine, kız kardeşlerini bu şe­kilde tezvic edecek olurlarsa, bu durumda, bir nikâh-ı şigâr meydana gelmiş olur.

Aslında şigâr ve şügûr kelimeleri, lügatte hulüv (= hâlîlik, boşluk) mânâsına gelir. Nitekim, hükümdar­dan hâli olan bölgeye veya beldeye belde-i şâgıre denilir.

Böyle bir nikâh da, mehirden hâlî olduğu için, bu ismi almıştır.

NİKÂH-I FUZÛLÎ: Asıl, velî, vekil veya elçi olmayan bir şahsın, başkası nâmına yapmış oludğu nikâhtır.

NİKÂH MECLİSİ: Nikâh akdi için toplanılan yer.

NİKÂH AHKÂMI: Nikâhın akdedilmesi üzerine terettüp eden mehir ve nafaka gibi eserler, semere­ler demektir.

NİKÂH AKDİ: Bir kadınla bir erkeğin nikâhı il­tizam ve taahhüd etmeleri ve bu husustaki îcâb ve kabulün birbirlerine rabtedilmesindeıı (bağlanmasın­dan) ibarettir.

Nikâh akdine Nikâh Kıymak da denir. Akid, aslında lügatte düğmelemek, düzmeyi ilikle­mek mânâlarına gelir.

İCÂB—I NİKÂH: Nikahı vücude getirmek için ilk önce söylenilen sözdür. Nikâh bu sözle sabit ol' -maya başlamış olur.

KABÛL-İ NİKÂH: Nikâhı meydana getirmek için, îcâbtan sonra söylenilen sözdür. Nikâh, bu kabul sözü ile tamamlanmış olur.

Meselâ: Nikâhta erkeğin: "Seni tezevvöc ettim." de­mesi îcâb; bundan sonra da, kadının: "Ben de nef­simi sana tezvic ettim." demesi kabuldür. Bunun aksine olarak, Önce kadının: "Ben, nefsimi sana tezvic ettim." demesi îcâb ve erkeğin, kadının bu sözünden sonra: "Bende, seni tezevvüc ettim." demesi de —yine— kabuldür.

NİSÂB: Zekât gibi bazı vecibelerle, hadd-i sirkat gibi bazı cezaların vücûbuna alâmet olmak bazı ce­zaların vûcubuna alâmet olmak üzere Şâri-î Hakim tarafından nasbedilen ve bilerlenen muayyen bir mik­tardır.

Meselâ: Zekâtta iki yüz dirhem gümüş'ün veya yir­mi müskâl altının nisâb olması gibi...

NİSÂB-ISİRKAT: Hadd-i sirkati (= hırsızlıktan dolayı uygulanacak haddi) icâbettirecek mal mik-tandır.

Bu miktar, hanefî mezhebine göre bir dinar veya hâlis gümüşten darbedilmiş on dirhem; yahut kıymeti bu miktara eşit olan maldır.

NİSEB-İ A'DÂT (= SAYILARIN BİRBİRİ İLE NİSBETÎ): Sayılar arasında mukayese demektir. İki sayı birbiriyle karşılaşdnldığında, şu dört durum­dan biri meydana gelir.

1-) TEMÂSÜL: İki sayının bir birine eşit (= müsâ-vî) olması hâlidir. 6=6 gibi...

2-) TEDAHÜL: İki sayıdan, büyük olanının küçük olana kalansız olarak bölünebilmes hâlidir. Meselâ: 8 ile 4 sayılan arasında tedahül vardır. Çün­kü: 8 sayısı, 4 sayışma kalansız olarak bölünebilir (8:4 = 2)

Keza: 6 ile 3 arasında da tedahül vardır. (6:2 = 2) 3-) TEVÂFUK: İki sayıdan birinin, diğerine kalan­sız olarak bölünmeyip; bu iki sayının, üçüncü bir sayı ile kalansız olarak bölünebilmeleri hâlidir. Her iki sayıyı da kalansız olarak bölebilen bu üçün­cü sayıya ORTAK BÖLEN (= KÂSIM-I MÜŞTE­REK) denir.

Bu iki sayıdan her birinin, ortak bolüne bölünmesin­den meydana gelen sayıya (yani bölüm'e) o sayının VEFK'i denir.

Meselâ: 9 ve 6 sayılan, birbirlerine kalansız olarak bölünemez. Ancak, bu sayılardan her ikisi1 de 3 sa­yısına kalansız olarak bölünebilir. 9 sayısı 3'e bölününce bölüm 3 olur..6 sayısı 3'e bö­lününce ise, bölüm iki olur. Bu durumda 9'un vefk'i 3; 6'nın vekfk'ı ise 2 olmuş olur.

(9:3 = 3) ve (6:3 = 2)

TEBÂYÜN: İta' sayı arasında bir'den başka or­tak bölen bulunmaması halidir. N sselâ; 9 ile 10 veya 6 ile 5 sayılan gibi.... B s sayılar birbirlerine bölünmedikleri gibi; bunla­rın l'den başka ortak bölenleri (= kâsım-i müşte­rekleri) de yoktur.

NİŞANLANMA: Evlenme talebi özerine verilen olumlu cevap, söz ve bunun üzerine yapılan bir ta­kım merasimler demektir.

NİYYET

Niyyet: Kasd mânâsına gelir ve kalbin bir şeye az­metmesi, yönelmesi demektir. Şer'an niyyet: Yapilaa bir vazife ile, Allahu Teâlâ'-ya tâatte bulunmayı ve O'na manen yakınlaşmayı kas-detmek demektir.

Bir amelin ibâdet olabilmesi için, böyle bir niyete ih­tiyaç vardır.

Meselâ: Biz, namazı sadece Allahu Teâlâ'nın emri­ne itaat etmek, O'nun rızâsını kazanmak için kıla-nz. Bu, namaz hakkında bir niyettir. Yoksa, yalnız başkalarına göstermek veya Öğretmek yahut bedenen istifâde etmek için namaz seklinde ya­pılacak davranışlar, bir ibâdet sayılmaz. Niyete mukârin olan bir taharet (meselâ: Abdest al­mak, gusletmek) de bir ibâdettir.

NOKSAN

NOKSAN: Eksiklik, azalma, azlık; eksik, kusur­lu, nakıs gibi anlamlan İfâde eder.

NOKSÂN-I ARZ: Bİr yere ekin ekilmeden veya bina yapılmadan önce değeri olan kira bedeli ile, ekin ekildikten yahut bina yapıldıktan sonra alınan kira bedeli arasındaki miktar demektir.

Meselâ: Bİr tarlanın ekilmeden önceki kira bedeli yüz bin lira, ekildikten sonraki kira bedeli ise seksen bin lira olsa; bu durumda noksân-ı arz yirmi bin lira ol­muş olur.

Müffâbih olan budur.

Bazı fakryhlere göre ise, böyle bir tarlanın ekilme­den önce satıldığı takdirde kıymeti ile, ekildikten son­raki kıymetine bakılır. Bu iki kıymet arasındaki fark ise, noksân-ı arz olmuş olur.

NOKSÂN-I FAHİŞ: Bir şeyin dörtte biri ölçüsünde veya daha fazla olan kısmı

NOKSÂN-I YESİR: Bir şeyin, değerinin dörtte birine ulaşmayan noksanlıktır.

NOKSÂN-I SEMEN: Tarafsız bir bilirkişinin ih-bâriyle (= haber vermesiyle) mâ'lüm olan (= bili­nen) semen noksanı demektir.

NUSRET: Yardım, ava ve inayet ve imdada ye­tişmek demektir.

İNTİŞÂR: Yardım İstemek anlamında kullanılır.

NÜKÛL: Vazgeçmek; geri dönmek; caymak; ka­çınmak.

NÜSÜK: MENÂSİK Maddesine batanız.

NÜZUL ANİ'L- VEZÂFİF: VAKIF Maddesi­ne bakınız. [13]

 

O

 

ORUÇ (= SAVM = SİYAM) Oruç: İkinci fecirden itibaren, güneşin batmasına ka­dar, yemekten, içmekten ve cinsî yakınlaşmadan nefsi men etmek demektir. Orucun Arabcast Savm ve siyam'dır. Siyam, savm'in çoğulu olarak da kullanılır.

ORTAK PAYDA: ASL-I MES'ELE Maddesi­ne bakınız.

ORTAK BÖLEN: NİSEB-İ A'DÂT Maddesine bakınız.

ORTA CEMRE: HAC / CEMRELER Madde­sine bakınız. [14]

 

Ö

 

ÖLÜM: MEVT Maddesine bakınız. M ÖMÜR: Yaşama, yaşayış, hayat.

ÖMR-İ CÂVİD: Ebedî hayat

ÖMR- TAVÎL: Uzun ömür.

ÖRF:

ÖRF: Akılların şahadeti ile şöhrete ermiş olan ve tab'an kabul edilen, herhangi müstahsen bir şey; âdet gelenek demektir.

ÖRF-İ ÂM: Vâzin belirli olmayan ve her tarafta veya bazı beldelerde câri bulunan örf demektir.

ÖRF-İ HÂS: Bİr meslek müntesiplerine veya bir kav­me yahut bir kavme veya bir belde ahâlisine mahsus olan ÖRF.

ÖRF-İ KAVtî: Bir cemâatin, bir lafzı belirli bir mâ­nâda kullanmaları demektir ki, o lafzı işiten kimse­nin aklına, başka bir mânâ gelmez. "Sobayı yak" denilmesinde olduğu gibi...

ÖRF-Î TÂRÎ: Örf ve âdete hamlolunacak şeyin vu­kuu sırasında ve ondan önce bulunmayıp, sonradan hadis olan örf.

ÖREN: Örf ve âdet üzere.

ÖRFÎ, ÖRFİYYE: Örfle, âdetle ilgili.

ÖRFÎ İDARE: —İcâbetüği zaman— sivil idare ye­rine askerî idare. Sıkı yönetim.

ÖRFİYYÂT: Örf, âdete, geleneğe bağlı olan şeyler.

ÖZÜR: Bir kusur veya suçun bağışlanmasını, hoş görülmesini gerektiren sebep. Mazeret. Suçun bağış­lanması. Engel. Kusur. Eksiklik. [15]

 

P

 

PAK: Temiz

PARE: Parça

PAYDA: ASL-I MES'ELE Maddesine batanız.

PERDEDİR: Perdeci. Büyük bir kimsenin kapı­sında bekleyip, içeri girecek şahıslara kapı perdesi­ni açmakla görevli olan.kimse. [16]

 

R

 

RABITA: İkİ şeyi birbirine bağlayan şey; bağ. Mü­nâsebet; ilgi; alâka. Bağlılık; mensup olma.

RÂCİL: (Askerlikte) yaya, piyade demektir. Ganimetlerden hisse almak hususunda, deve, katır, eşek gibi  —düşmanı  korkutmayan  ve dehşete düşürmeyen— hayvanlara binmiş bulunanlar da râ-cil (= yaya -= piyade) sayılırlar.

RADA'

RADA': Lügatte; Meme emmek demektir.

RAD\ RADAA, İRTİDA' kelimeleri de meme emmek anlamına gelir.

IRDA': Meme emzirmek demektir.

MÜRADAA ve RIDA' kelimeleri, iki çocuğun bir memeden süt emmesi anlamına gelir. Bu durumda, emen çocuklardan her biri, diğerini RÂDİ-İ olmuş olur.

Istılahta RADA': En az dokuz yaşında bulunan ve­ya daha yaşlı olan bir kadının sütünün, belirli vak­tinde, bir çocuğun midesine girmesi demektir.

RADÎ': Süt emen çocuk ve bir memeden süt emen çocuklardan her biri anlamlarına kullanılır.

Bu anlamda RÂDİ' ve MÜRTEDİ' kelimeleri de kullanılmaktadır.

RÂHİLE: Erkek olsun, dişi olsun, binek hayvanı

olarak kullanılan deve demektir. RâhOe kelimesi, —mutlak olarak— binek hayvanı an­lamında da kullanılır.

RAHİP: Hıristiyanlar arasında âbid ve zâhid kim­se demektir.

Rehb: Korku, haşyet anlamına gelir. Rahibin çoğulu: REHÂBİB'tir.

RAKABE: Köle ve câriye demektir.

RİKAB, RAKABÂT ve RUKÛB kelimeleri RA­KABE kelimesinin çoğuludur. Yani bu kelimelerden her biri köleler, cariyeler anlamına gelir.

RAKABE kelimesi aslında boyun ve boyun kökü anlamındadır. Esirlerin boyunlarına kement takılma­sından dolayı, köle ve cariyeye kinaye olarak bu isim verilmiştir.

Bununla beraber, her şeyin aslına zâtına da RAKA­BE denilmesi yaygındır. Rakabe-i Vakf gibi...

FEKK-İ RAKABE: Köle veya cariyeyi azâd et­mek; memlûkün boynundaki esaret halkasını çözüp, serbest bırakmak demektir.

RAKABE ETMEK: VAKIF Maddesine batanız.

RAVZA-İ MVTAHHARA: Mescid-i Nebî'nin Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin Kabr-i Seadetle-ri ile Minber-i Şerif arasında kalan kısmıdır. Burası, 10 metre genişliğinde ve 20 metre uzunluğunda (yani 200 metrekarelik) pek mübarek bir yerdir.

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz biriıadîs-i şerif­lerde şöyle buyurmuşlardır:

—"Evimle minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir:"

Halk arasında, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimi­zin Kabr-i Seâdetlerine de RAVZA-İ MÜTAHHA-RE denilmektedir.

Sahih-i Buhârî Muhtasan Tecrîd-i Sarîh Terce-mesi; elit: 4; sayfa: 268; Hadis No: 607

RAYB: Şek, şüphe ve hacet anlamlarına gelir.

RÜYÛB: Reybler demektir.

RIBE: Şek ve töhmet anlamında kullanılır.

RAYBÜ'L-MENÛN: Dünya hâdiseleri demektir.

REYB—Ü GÜMÂN: Şüphe ve zan demektir.

BİLÂ REYB: Şüphesiz demektir.

RAZH: Savaşta hizmetleri görülen kadınlarla, ço­cuklara, kölelere ve zımnîlere ganimet mallarından verilen bir miktar mal demektir.

Razh'ın miktarı fiilen savaşanlara verilen hisselerdan az olur.

Razh'ın miktarını belirleme yetkisi veliyyü'1-emre aittir.

RAZH kelimesi, lügatte; Az bir şey vermek ve az bir miktarda verilen şey anlamlarını ifâde eder.

Kendileri mükâtil ve mücâhidlerden sayılmadıkla-n hâlde, savaşta bazı hizmetleri görüldüğü için ga-nîmet mallarından razh namı ile mal alan kimselere EHLİ RAZH denir.

REBBÜ'L-HAZANE: Hizâne hakkına mâlik bu­lunan kimse demektir.

Buna  HÂZİN,   HÂZİNE,  MEN  LEHÜ'L-HAZENE de denir.

MAZÛN, MAHZÛNE: Hızâneye tâbi çocuk de­mektir.

RECM: Lügatte: Kati, şetm, tard, terk, bühtan, tel'in, efrîn, sadık ve nedîm mânâlarına gelir. Atılaniaşa da RECM denir.

RÜCÛM: Recm'in çoğuludur. Istılahta RECM: Muhsan olan zânî ile muhsana bu­lunan zâniyeyi vech-i mahsus üzere taşlayarak öldür­mek demektir.

RED

RED: Ashâb-ı ferâiz hisselerini aldıktan sonra, te-rikeden kalan kısmı (= bakîyi), nisbî senim sahip­lerinin sehimleri nisbetinde, kendilerine dağıtmak demektir.

REDDİYYE: Hisselerin (= payların) toplamınm, mahreçten (= ortak paydan) eksik çıktığı miras mes'-elesidir.

REHN-tügâne: Sabit, dâim ve payidar anlamına gelen bu kelime, aynı zamanda herhangi bir sebep­ten dolayı, bir şeyi mahbus ve mevkuf kılmak anla­mını da ifâde eder.

Fıkıh ıstılahında REHN: Bir malı; kendisinden ta­mamen veya kısmen istifa edilmesi (= alınması, öde-tihnesi) mümkün olan mâlîbir hak mukabilinde, o hak sahibinin veya bir başka şahsın elinde, rızâ ile mahbûs ve mevkuf kılmak demektir.

MERHUN: Bir başkasının elinde mahbüs ve mev­kuf bırakılan yani rehin verilen mal demektir. REHİN kelimesi, MERHÛN anlamında da kul­lanılır.

Rehin'in çoğulu: RÜHÛN ve RİHAN gelir.

REHİN = REHİNE: Bir şeyi rehin etmek, rehin bırakmak mânâsına gelir; yani bu kelimeler MER­HÛN mânâsında da kullanılır.

REHÎNE'nin çoğulu REHÂYİN'dir.

IRHÂN: Rehin bırakmak anlamında kullanılır.

RÂHİN: Rehin veren; yani: Hakîkaten veya hük­men medyun (= borçlu) olup; —bunun karşılığın­da, bir şeyi— rehin bırakan kimse demektir.

MÜRTEHİN: Hak sahibi saatiyle rehin alan kimse demektir.

MÜRTEHEN: Bir şey mukabilinde rehin olarak ahkonan şey anlamındadır.

İRTİHÂN: Bir hakkın istifasını (= geri alınması­nı) temin için, rehin almak demektir.

REHN-İ SAHİH: Sıhhat şartlarım cami olan; di­ğer bir deyişle: Asıl ve vasıf itibariyle sahih bulu­nan rehin akdi demektir.

REHN-İ FÂSİD: Asıl itibariyle sahih olup, vasıf İtibariyle sahih olmayan, yani: Aslında mün'akid ol­duğu hâlde, bazı haricî vasıfları itibariyle gayr-i meşru . bulunan rehindir.

Müşa'ı (= hisseleri ayrılmamış, ortak bir malı) ve­ya meşgul bir şeyi rehin vermek gibi...

REHN-İ BÂTIL: Aslen sahih olmayan rehindir. Mal olmayan bir şeyi rehin vermek ve binefsihî maz* mun (= ödenmesi gerekli) olmayan bir şey mukabi­linde rehin almak gibi...

TERHİN: Bir mali, bir hak karşılığında rehin ver­mek, mahpus bulundurmak demektir.

FEKK-İ REHN; Rehn izâle etmek (= ortadan kal­dırmak); borcu ödeyip, merhûnu rehiniyetten tahlîs etmek (= kurtarmak); rehni çözmek demektir.

FÜKÛK: Rehni kurtarmak anlamındadır.

İFTİKÂK da: Rehni kurtarmak anlamına gelir.

REHAVET; Tembellik, gevşeklik, pörsüklük, ih­malkârlık

REDİ': Kendisi için süt anne tutulan çocuk de­mektir. Rıdaâ Maddesine de bakınız.

Rek'at: Namazın bölümlerinden her biri demek­tir. Bir namazda, birbirini takip eden kıyam, rükû ye iki secdeden meydana gelen bölüme rek'ât denir.

REMY-İ CİMÂR: (= ŞEYTAN TAŞLAMAK): Mina'da, Cemre adı verilen taş kümelerine ufacık taşlar atmak demektir.

Hac sırasında, bayram günlerinde, Mina'da, Akabe Cemresi, Orta Cemre ve Küçük Cemre adı verlilen üç Cemreye usûlüne göre taş atmak vaciptir.

CEMRE MaddesİRe de bakınız.

REMEL: (Hac'da) erkeklerin, tavafın ilk üç şav-, tında, kısa adımlarla koşarak ve omuzlan silkerek, çalımlı ve sür'atli bir şekilde yürümektir.

Kendisinden sonra sa'y yapılacak olan tavaflarda re­mel yapmak sünnettir.

Sonunda sa'y yapılmayacak olan tavaflarda remel yapmak gerekmez.

RE'SÜ'L-MÂL: Sermaye. Bir ticaret veya bir şir­ket için kullanılan asıl mal demektir.

RE'SÜ'L-MÂL: Ana para, sermâye kapital.

MAL: MAL Maddesine de bakınız.

RIK: Lügatte: Kulluk (= ubudiyet) anlamına gelir. Istılahta RIK: Varlığı ile insanı temellüke (= mülk

olmaya) mahal kılan hükmî bir vasıftır, Diğer bir tarife göre RIK: Esir edilen harbî hakkın­da sabit olan manevî bir sıfattır ki, o esir, bu yüzden hürriyetini kaybetmiş olur.

RAKİK: Köle, câriye demektir.

Bu kelime bir köle ve câriye için kullanıldığı gibi, birden çok köle veya câriye için de kullanılabilir.

ERİKKÂ: Rakikler demektir.

Esir olan kimselere düştükleri zaraf ve rikkatten dolayı RAKK denilmiştir. Dâr-ı harbten alınan esir­ler, rakik sayılmakla birlikte; bunlar dâr-i islâma ge­tirilip, el altına alınmadıkça memlûkiyet (= sölelik) sıfatı ile sıfatlanmış olmazlar. Görüldüğü gibi, bu esir­lerde nk, memlûkiyyetten ayrılmış oluyor.

RÎBÂ; Lügatte: Fazlalık, ziyâde dernektir. Istılahta RÎBÂ: Veznî veya keylî (= tartılan veya Ölçekle ölçülen) bîr malı, aynı cinsten ve daha fazla miktardaki bir mal ile, —bu fazlalığın bir karşılığı olmaksızın— değişmek demektir. Veya RİBA: Cinsleri muhtelif (= ayrı ayrı) olduğu hâlde, veznî, keylî, zira'î veya adedî olma yönün­den aynı olan İki şeyden birini, diğeri karşılığında veresiye olarak değişmektir. Meselâ: On cumhuriyet altını, on bir cumhuriyet al­tım ile değiştirilse; fazla olan bir altın, —bir ivaz mu­kabilinde olmadığından— riba (= faiz) o'»r. Riba'iki kısımdır:

1-) RİBÂ-İ FAZL: Mevzûnat ve mekîlat (= Terazi ile tartılan ve ölçekle ölçülen) cinslerinden olan şey­leri, kendi cinsleriyle, peşin olarak, biri fazla olmak üzere değişmek demektir. Meselâ: On gram gümüşü, On bir gram gümüş ile,. derhal değişmek gibi..

2-) RİBÂ-İ NESÎ-E: Bir cinsten olan iki şeyden biri­ni, diğeri kadılığında veresiye olarak satmak veya başka başka cinslerden oldukları hâlde veznî, keylî, zira'î veya adedî olmak hususunda aynı sınıfta bulu­nan iki şeyden birini, diğeri karşılığında veresiye ola­rak değişmektir İd, bu durumda bu şeylerin miktarları eşit olsa bile, bu değişim (ahş-veriş) yine de caiz olmaz.

EMVÂL-İ RİBEVİYE: Kendisinde ribâ câri olan mallar demektir. Arpa, buğday ve nakidler gibi...

RIBAT: Serhadde (= hudud boyunda) düşmanın hücum etme ihtimali bulunan bir yerde, sadece İs­lâm yurdunu muhafaza ve müdâfaa (= koruma ve savunma) maksadiyle ikâmet etmek mânâsım ifade eden bir tâbirdir.

Aslında RİBAT: Müdâvemet (= devamlılık, bir iş­te devamlı çalışmak) demektir.

RİBAT: Herhangi bir şeyi iyice bağlamak için kul­lanılan ip, bağ ve at sürüsü anlamlarında da kullanılır.

RİBÂTÜ'L-HAYL: Hudutta bağlı bulunan süva­ri atlan anlamına gelir.

İmâret-hânelere, tekkelere ve kervansaraylara da RİBAT denilmektedir.

İslâmı kuvvetlendirmek ve müslümanlan düşman­ların şerrinden korumak maksadiyle, serhatte ikâmet' etme hâline MÜRÂBITA denilir.

MÜRABIİÎN: İslâmı kuvvetlendirmek ve müs­lümanlan düşmanların şerrinden korumak için, de­vamlı  olarak  hudutta  ikâmet eden  mücâhidler demektir.

RİBH: Faİde ve kâr anlamlarına gelir. Meselâ; Bin liraya alınan bir mal, bin yüz liraya sa­tılsa; bu yüz lira bir RİBH olmuş bulunur.

ERBÂH: Ribh'in çoğuludur.

İBRAH ise: Bir maldan kâr temin etmek demektir.

RİDÂ: Belden yukarıya örtülen, havlu veya ben­zeri şeylerden yapılan örtü. (Hıramın üst kısmı).

RİDDET: İslâm Dini«Jen dör>mek; küfre düşmek demektir.

İtidâd: Maddesine de bakınız.

RİKAZ: Lügatte: Tesbit mânâsına gelen rekz kö­künden gelen ve merküz(= rekzolunmuş, dikilmiş, saplanmış) anlamına kullanılan bir kelimedir. Istılahta RHCAZ: Yer altında tabiî olarak bulunan mâ­denler ve defineler demektir.

RİSÂLET

RİSÂLET: Sefaret; elçilik; bir kimsenin, tasarrufta mezuniyet ve dahli olmaksızın, bir şahsın sözünü, başkasına tebliğ etmesidir.

RESUL: E'çi. Peygamber.

RISALET: Bir şahsı, bir görevle, bîr yere gön­dermek. Elçilik. Peygamberlik.

MÜRS1L: (Elçi) gönderen, yollayan.

MÜRSELÜN İLEYH: Kendisine (elçi) gönderil­miş olan ve söz kendisine tebliğ olunan kimse de­mektir.

MÜRSEL: Gönderilmiş, yollanmış (elçi); Pey­gamber.

RİVAYET: Bir sözü veya bir olayı başkasına nak­letmek demektir.

"Filan şöyle dedi." veya".... demiş." yahut, "Şöyle bir vak'a oldu." veya "... olmuş." tâbirleri birer rivayettir.

RAVI: Bir sözü veya bir olayı rivayet eden şahıs demektir.

RÜVAT: Râvî'nin çoğuludur; yânî râvîler de­mektir.

Nâkil de, râvî anlamındadır. Hadîs ıstılahında RÂVÎ: Bir hadîs-i şerifi, senetleri­ni zikrederek nakleden kimse demektir.

RUHSAT: Kulların özürlerinden dolayı, kendile­rine bir suhulet (= kolaylık) ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru kılınan bir şeydir. Meselâ: Se­fer (= yolculuk) hâlinde ramazan-ı şerif orucunun tutulmaması gibi...

Meydana gelen bir ikrah (= zor kullanma, tehdit, baskı) neticesinde, bir başkasının malını itlaf da bu kabildendir ve bu durumda, bu itlaf hakkında şer'î bir ruhsat bulunmuş olur. Bîr hâdisede azimet ile ruhsat bir araya gelince, azi­met yolunu İltizam etmek, bir takva nişanesi sayılır.

Rükû: (Lügatte) eğilmek demektir.

Istılahta rükû: Namaz kılan bir kimsenin, kırâaten sona eğilerek, başı ile arkasını düz bir vaziyete ge­tirmesidir.

RÜKN-İ HÂCER-İ ESVED: KA'BE / KA'BE-NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.

RÜKN-IIRÂKÎ: KA'BE / KA'BENİN KISIM­LARI Maddesine bakınız.

RÜKN-İ ŞÂMÎ: KA'BE / KA'BE'NİN KISIM­LARI Maddesine bakınız.

RÜKÜN: Bir şeyin en sağlam tarafı, temel direği, ayakta durmasını sağlayan dayanağı anlamına gelir. Başka bir tarif ile RÜKÜN: Bir şeyin mâhiyetini teş­kil ve takvim (= tertip, tanzim) eden herhangi bir şeydir.

Rükün, bazen basit, bazen de mürekkep olur.

Meselâ: Bey' (= satış) akdinin rüknü, îcâb ve kabûl'dür. Bunlar bulunmayınca, bey' (= saüş işlemi) de bulunmaz.

Rükiin'ler iki kısma ayrılır:

1-) RÜKNÜ ASLÎ: Kendisi bulunmayınca diğer bir şey ve hüküm muteber olmayan rükündür.

Meselâ: İmânda, kalb ile tasdik, aslî bir rükündür.

Bu kalbi tasdik bulunmayınca îmân da bulunmaz.

2-) RÜKNÜ ZÂİD: Kendisinin bulunmamasından

dolayı, bir şeyin veya bir hükmün gayr-i muteber olması lâzım gelmeyen rükündür.

Meselâ: îmânda, dil ile ikrar bir zâid rükündür ve bunun bulunmamasından dolayı, îmânın bulunmaması

RÜKN-İ YEMÂNÎ: KA'BE / KA'BE'NİN KI­SIMLARI Maddesine bakınız.

RÜŞD: Din ve dünya salâhı; dine ve dünyaya za­rar verip vermiyecek şeyleri bilmek; doğru yolu bu­lup gitmek; doğru yolda gitmek anlamlannı İfâde eder.

Hakka ve Kur'ân'a da RÜŞD denir.

REŞED: Hayır, rahmet ve hidâyet demektir.

REŞÂD: Kuvvetli akıl sahibi olmak demektir.

REŞÎD: Malını korumak hususunda lekayyüd ede­rek sefahatten ve israftan kaçman kimse anlamına gelir.

İşlerim güzelce idare etmeye gücü yeten ve bulûğa ermiş kimseye de REŞID denilir.

RÂŞİD: Akıllı, doğru yola giden; hak yol üzere bulunan kimse demektir.

RÂŞİDÎN: Râşid kelimesinin çoğuludur. Yâni: Akıllılar; doğru yolu bulunlar; hak yolunu tutmuş olanlar demektir.

HÜLEFÂ-İ RÂŞİDÎN: Peygamber (S.A.V.) Efen­dimizin, ilk dört halifesi demektir.

RÜŞVET

RÜŞVET: Lügatte: Bir şahsa yaptığı bir iş karşı­lığında verilen ücret; ayak kirası demektir. Örf de RÜŞVET: Bir hacete ve bir maksada, bir us­talık suretiyle kavuşmak için verilen mal veya yapı­lan herhangi bir muamele demektir. Rüşvet, reşâ kelimesinden türetilmiştir. Reşa ise: Kendisi ile kuyudan su çıkanlan ip demektir. Rüş­vet de, bir maksadın meydana gelmesine sebep ol­duğu için bu adı almıştır.

Rüşvet, bir hakkı ibtâle veya bir bâtılı terviç veya teşmiyete âlet olduğu için haramdır. Ve rüşvet, en büük günâhlardan sayılmıştır.

Rüşvet fiilini irtikap edenler lanetlenmiştir. Nitekim, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: —"Bir hüküm hususunda, rüşvet verene de, rüş­vet alana da Allahu Teâlâ lanet etsin." Fakat, bir hakka kavuşmak veya bir zulmü defetmek için verilen rüşvet; bunu vermeye mecbur kalan hak sahibi için bir rüşvet-i menhiyye sayılmaz. Bunun mes'ûliyeti, bu rüşveti haksız yere alan şahsa râcîdir,

REŞV: Rüşvet demektir.

RÂŞÎ: Rüşvet veren.

MÜRTEŞÎ: Rüşvet alan.

MÜSTERŞÎ: Rüşvet isteyen.

İRTİŞA: Rüşvet almak.

İSTİRŞÂ: Rüşvet istemek

MÜRÂŞAT: Bir şahsa, -serini def için- biraz mal vermek.

MÜRÂŞAT: Müsâade ve müsamaha anlamlannı da İfâde eder.

MUSÂNAA: Rüşvet anlamında kullanılan bir ke­limedir.

'MİNHATİtr-HÜKKÂM: Hâkimlere verlıen bir kısım hadiyeler demektir ki, bunlar da maksada bir nevi tasannu (= kurnazlık) yoluyla kavuşmaya se­bep olduğundan rüşvet hükmündedir. [17]

 

S

 

SADAKA:

SADAKA: Sevap yani Allahu Teâlâ'nın rızâsına nail olmak içni, fakirlere —hîbe olarak— verilen mal de­mektir. SADAKA: Zekât anlamına da gelir.

SADAKAT: Sadakalar demektir.

MÜTESÂDDIK: Sadaka veren şahıs.

MÜTESADDIKÜN ALEYH: Kendisine sadaka verilen yani sadakayı alan, kabul eden şahıs demektir.

SADAKA-İ MEVKÛFE: Bir vakfi inşâ için (kur­mak, tesis etmek için) kullanılan sarih lafızlardan (açık sözlerden) biridir.

Bir şeyi vakfettiğini bildirmek için: "Vakfettim.", Hapseyledim.'' denilebileceği gibi,".... Sadaka-i mevkûfe kıldım." da denilebilir. Ve bu sözle de va­kıf inşa edilmiş olur.

Şu lafızlar da, SADAKA-İ MEVKÛFE anlamında kullanılmaktadır:

SADAKA-İ MAHBUSE, SADAKA-İ MUHARREME, SADAKA-İ MUHBE-SE, SADAKA-İ MÜEBBEDE.

SADAKA-İ FİT1K: Ramazan ayımn sonuna yeti­şen ve havâic-i asliyesinden başka, en az nisap mik­tarı bir mala mâlik olan her müsJüman için verilmesi vacip olan Özel bir sadakadır.

Sadaka-i fitre, sadece FITRA da denilir ki, fıtrat sa­dakası yani AHah nzası için verilen yaratılış atiyye-si anlamına gelir. Sadaka-i fıtır; buğday, buğday unu, arpa, arpa unu,

kuru üzüm ve hurma gibi yiyecek miktarlarından be­lirli miktarda verilir. Bunların asılları verilebileceği gibi, rayice göre, bedelleri de verilebilir.

SARİH: Hakikat olsun, mecaz olsun, kendisinden ne kasdedildiği açıkça anlaşılan lafız (= söz) de­mektir.

Meselâ: "Şu malı satın aldım." ve "Şu eve ayak bas­mam." sözleri gibi...

İSAFA veMERVE: Mescid-i Haram'ın doğusun­da ve yaklaşık olarak birbirlerine 350 metre mesa­fede bulunan iki tepedir ki, güneyde olan tepenin adı SAFA, kuzeydeki tepenin adı ise MERVE'dir. SA'Y, bu iki tepeciğin arasında yapılır.

SAĞÎR: Sabî, yani: Henüz, bülug çağma erme­miş olan çocuk demektir. Sağır:

1-) Sagİr-i Mümeyyiz.

2-) Sağîr-i Gayr-i Mümeyyiz; olmak üzere iki kıs­ma ayrılır:

SAĞÎR-İ MÜMEYYİZ: Alış-verişi anlayan, ya­ni: Satmanın, satılan şeydeki mülkiyet hakkını orta­dan kaldırdığını; bir şeyi satın almanın da mülkiyeti calip olduğunu bilen ve —yüzde elli aldanmak gibi— gabn-i fahiş olduğu açık ve herkesçe bilinen bir gabni, gabn-i yesîrden ayırabilen çocuk demektir.

SAĞÎR-İ GAYR-İ MÜMEYYİZ: Satmanın, mül­kiyeti ortadan kaldırdığını, satın almanın da mülki­yeti celbettiğini bilmeyen ve gabn-i fahişi, gabn-i yesîrden ayırmaya kadir olmayan çocuk demektir.

SAHİBİ-İLEBEN: Bir kadının; sütünün, kendi­sinin mukârenetinden dolayı meydana gelmiş bulun­duğu kocası demektir.

SÂHİB-İ MÂİDE: Evindeki yiyeceğinden, ken­disinden nafaka almaya hak sahibi olan kimselerin, kâfi miktarda alıp yemeleri mümkün olan kimse de­mektir.

SÂHİBÜ'L-MEKÂSİM: Ganimet mallarını, mü-câhidler arasında dağıtmakla görevlendirilen kimse dönektir.

Sâhibü'l-Mekâsim tabiri kassânn ganâim anlamın­da kullanılmaktadır.

SÂHİB-İ MENEA: MENEA Maddesine bakınız.

SAHİB-İ TAHRÎC: Tahric Maddesine bakınız.

SAHİH: Şartlarını, rükünlerini, vasıflarını tama­men cami olan herhangi bir fiildir.

Bir fiilin bu vasıflan cani olması hâline de SIHHAT denilir.

Meselâ: Mükellef bir kimsenin kendi malını, usûlü dâiresinde birisine satması, sahih bir bey' (= satış) muâmelesidir.

Bu şekilde şartlarını ve rükünlerini cami olan bir akde de AKDİ-İ SAHİH denir

SÂÎ: Mevâşî denilen hayvanların vergilerim, bu­lundukları yerlerde toplamak üzere tâyin edilen beytü'1-mâl memurudur. Bu memur, köylerde ve ka­bileler arasında dolaşarak, bu mevâşî sadakasını top­larlar.

SAİBUN: Arap ırkına mensup, ehl-i kitaptan ve-, ya puta tapanlardan bir taifedir.

SAİBİ: Bir dinden, diğer bir dine dönen her bir şahıs demektir. SABİÛN: Sâibî'nin çoğuludur.

SAİL: Müddeî, Muallil Maddesine bakınız.

SAKK: Şer'î mahkemeden verilen îlâm; berat. Hâ­kimin da'vâ edilen muameleye, hâdiseye ve bu hu­sustaki hükmüne dâir tanzim etmiş bulunduğu vesîka SAKK'm çoğulu SÜKÛK'tur.

SAIÂH:

SALAH: Doğruluk, iyilik, düzgünlük, banş, di­ne olan bağlılık demektir. Yani salah, fesadın zıddidır.

SALİH: Nefsinde müstakimü'1-hâl olan kimse yani dinin emrettiği şeyleri yapıp yasakladığı işlerden ka­çman kimse demektir.

Diğer bir tarife göre, sâlih: Hukukullah ve hukuk-i ibâdı {= kulların haklarını) yerine getiren kimse de­mektir.

İSALÂT = NAMAZ

Salât: Namaz demektir. Salât: (Lügatte) duâ mânâsına gelir. Istılata salât: Namaz dediğimiz —ve mâhiyetini bildiğimiz— mübarek ibâdet, erkan ve ezkâr de­mektir.

Namaz kılan kimseye musallî denir. Salât'ın çoğulu salavât (= namazlar)'dır. Salavât, —ayrıca— Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'-in adı anılınca, getirdiğimiz: "Allahümme salli ve selim alâ seyyidinâ Muhâmmed'in ve âlâ âli seyyi-dinâ Muhammed (= Allahun! Efendimiz Hazreti Mu-hammed'e ve Efendimiz Muhâmmed'in âline salât ve selâm buyur." şeklinde ettiğimiz dua mânâsına da gelir.

Musalla kelimesi de, namaz kılınan yer anlamına kul­lanılmaktadır.

SA T; Hac esnasında, SAFA Ue MERVE tepeleri arasında gidip-gelmek demektir. Sa'y, Safa'dan Merve'ye 4 gidiş; Merve'den Safâ'-ya 3 dönüş olmak üzere, 7 şavt'tan ibarettir. Bütüntavaflardan sonra sa'y yapmak gerekmez. Hac ve umre için sadece birer sa'y yapılır.

SA'Y'DE ŞAVT: ŞAVT Maddesine bakınız.

SAYD: Av, av avlamak, avcılık etmek mânâları­na gelir.

ISTİYAD: Avcılık etmek demektir.

SAYYÂD: Avcı demektir.

SAYD: AvuAvlanmak; av avlamak.

ISTİYAD: Avcılık etmek.

SAYILARIN BİRBİRİ İLE NİSBETİ: NİSEB-İ A'DÂT Maddesine bakınız.

SEBEB: Lügatte: Bir gayeye ulaştıran yol, vası-- ta, urgan ve kapı anlamlarına gelir.

Istılahta SEBEB: Bir hükme mevzu ve müessir ol­madığı hâlde, mücerred bir yol teşkil eden şeydir. Meselâ: Bir hırsıza yol gösteren kimse, onun hırsız­lığına sebep olmuş olur.

SEBK: Resmî bir vesikanın, meselâ: Bir Mâmın, belirli usûl dâiresinde tanzim edilmesi, yazılması de­mektir. İbarenin tarz ve tertibi.

SEBY = SİBA: Esir alma anlamındadır. Bu kelimeler —Mesbiy gibi— esir alınan şahıs mâilâsına da gelir.

Bu kelime, genellikle, harbîlerin esir alınan çoluk-çocuklan için kullanılır. Ve tekili ile çoğulu aynıdır.

SEBİY: Bu kelime esir anlamına gelir.

Savaş sırasında, düşmanların içinden diri olarak el­de edilen, herhangi bir kadın veya çocuk mânâsında da kullanılır. Sebiy kelimesinin çoğulu SEBÂYÂ (= esirier)'dir.

SECDE

Secde: Namaz kılarken eğilerek yüzün belli bir mik­tarını Allahu Teâlâ'ya ta'zim için yere koymaktır.

Secdeteyn: Birbiri ardınca yapılan iki secde de­mektir.

Sücûd ise, secdeler mânâsına geldiği gibi, secde etmek mânâsına da gelir.

Sâcid de, secde eden şahıs demektir.

SEFİH: Malını boş ve faydasız yere harcayan ve masraflarından israf edip, saçıp-savurarak, mülkle­rini itlaf ve izâa (= telef ve zayi) eden kimse de­mektir.

SEFEH ve SEFÂHET de, sefih olma hâli anla­mına gelir.

Ebleh ve sade dil olması sebebiyle kazanç yolunu bilmeyen ve alış-verişlerinde aldanan kimse de SE­FİH sayılır.

Malını şer uğrunda saçıp-savuran bir kimse hacr edileceği gibi, bütün mallarını hayra sarf edip fakir düşüp ve eli boş kalacak olan kimse de hare edilebilir.

Hacr Maddesine de bakınız.

SEHİM

SEHİM: Lügatte: Hisse demektir.

Mîras ıstılahında SEHİM: Varislerden her birinin, terkedenolmayahak sahibi oldukları,—nısıf (= 1/2), sülüs (= l/3),jrubu* (= 1/4) gibi,— miktarı muay­yen olan mal demektir.

SİHAM: Sehimler demektir.

SİHAM-I MEFRÛZA: Miktarlan, -sarih veya gayr-i sarih bir şekilde— nas ile tâyin edUmiş olan hisseler demektir.

SEKER; Pişirilmediği hâlde, kendi kendine gale­yan eden ve kaynayıp iştidad ederek müsbir (= sar­hoşluk verici) hâle gelen yaş (= taze) hurma suyu demektir.

SEKRAN: Müskirattan (= sarhoşluk verici şey­lerden) birini kullanarak sarhoş olmuş bulunan kimse demektir.

SEKR: Kullanılan bir müskirin (= sarhoş edici şe­yin) dimağa ulaşan tesiri ile meydana gelen özel bir hâldir. Dilimizde bu hale SARHOŞLUK denil­mektedir.

SELEB: Bir kimsenin üzerinde bulunan elbisesi, silâhı, parası ve bİnilİ bulunduğu olduğu hayvanı ile bu hayvanın üzerinde ki eşyasıdır. Başka hayvanı ile onun üzerindeki mallan selebten sayılmaz. Seleb, meslub anlamında kullanılır. Çoğulu ise ES-LÂB'tır.

SEMEN

SEMEN: Paha, kıymet, değer, tutar. Bir şeyin be­deli, pahası anlamına gelir.

Semen'in zimmete taalluku sahih olur. Meselâ; Bir kimse, bir kitabı üç bin liraya satın alsa, bu üç bin lira, o kitabın semeni olur. Ve bu para, hemen ve­rilmezse, zimmete taalluk etmiş bir borç olur.

SEMEN-İ HÂL: Peşin olan semen, kıymet.

SEMEN-İ MİSL: Bir şeyin hakiki kimetinin bilir kişi tarafından tâyin edilmesi.

SEMEN-İ MÜSEMMÂ: Bir şeyi satan şahısla, sa­tın alan şahsın, alış-veriş akdi şuasında tâyin ve tes­miye etmiş oldukları paha, kıymet demektir ki, bu satılan malın gerçek kıymetine eşit olabileceği gibi, ondan fazla veya noksan da olabilir.

SEMEN-İ RÂYİC: Geçen, yürürlükte olan değer; sürümü olan kıymet demektir.

MÜSEMMEN: Semen mukabilinde satılmış olan veya semeni tâyin edilmiş, bedeli belirlenmiş bulu­nan şey demektir.

SENED:

SENED: Lügatte: Mutemed; melce'; penâh, dayanılacak şey; belge anlamlarına gelir. Istılahta SENED: Hüccet ve burhan mânâlarına gelir. Dâvâcı, bu hüccet ve burhana dayandığı için, buna sened denilmiştir.

SENEDÂT: Senetler demektir.

SENED-İ ÂDİ: Adî senet,; tasdik edilmemiş senet.

SENED-İ BAHRÎ: Bir geminin kime ait olduğu­nu bildiren senet.

SENED-İ HÂKÂNÎ: Tapu senedi.

SENED-İ MÜSBİT: İsbat edici senet.

SENED—İ RESMÎ: Resmî senet; resmen kabul edilmiş senet.

Hadîs ıstılahında

SENET: Birhadîs-i şerifi rivayet eden şahısların hey'et-i mecmuasıdır.

İSNAT: Bir hadîsin râvîlerinin isimlerini zikrede­rek rivayet etmek demektir.

İki senedi (yani: İki terîki, iki râvSer silsilesi bu­lunan bîr hadîsin, bu iki senedinden hangisinin ri­cali daha az ise, o SENED-İ ÂLÎ, diğeri de SENED-İ NAZİL adım alır.

Meselâ: Bir hadîs-i şerifin, bir senedindeki râvîler, Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'e kadar üç, diğer senetteki râvîler de dört zat olsa; birinci senet ALÎ olur. Ve onunla yapılan isnada da ISNAD—I ÂLÎ denir. Di­ğeri de sened-i nazil ve isnâd-i nazil olmuş bulunur. Sened-i âlimin ricali sika kişiler olunca, kıymet-i bü­yük ve müreccah olur. Çünkü râvîlerin adedi aza-îınca sevih ve nisyân (= unutma ve yanılma) ihtimâli de azalır; hadîs-i şerifin kuvveti artar. Bundan dola­yı muhaddisler, âlî senetleri araştırmış, buna pek bü­yük ehemmiyet vermişlerdir. İmâm Mâlik ve İmâm Buharî gibi tabiîn devrinde yaşamış zâtların rivayet ettikleri hadislerin senetleri, onlardan sonraki muhad-dislerin rivayet ettikleri hadîslerin senetlerinden da­ha âlî olduğundan kıymetleri de o nisbette büyük bulunmuştur.

SERİYYE: Sayılan dört ilâ dört yüz arasında olan askerden meydana gelen müfreze demektir.

SERAYA: Seriyye'nin çoğuludur; yani seriyyeler demektir.

SERİYYE lafzı; ya geceleyin yürümek demek olan SERA'dan veya nefis şey anlamındaki SERİY'den

yahut da müatehab mânâsina gelen İSTİRÂ kelime­sinden alınmıştır.

SEVM: Talep etmek, istemek demektir.

SEVM-İ ŞIRA: Bir kimsenin, bir malı satlığa çı­karması, arzetmesi ve satılacağı fiatı tâyin eylemesi demektir.

Buna SEVMÜ'L-BÂYİ de denir.

SEVMÜ'L-MÜŞTERİ: Bir malı, şu kadar fiatla satın almak istemek demektir. Sevm-i Şira tâbiri bu mânâda da kullanılır.

SEVM-İ NAZAR: Satın alınması istenilen bir malı görmek veya bir başkasına göstermek üzere, satın ala­cak olan kimsenin, satacak şahıstan istemesi demektir.

MÜSAVİM Bİ'Ş-ŞİRÂ: Bir malı görerek almak ta­lebinde bulunan kimse demektir.

MÜSAVİM Bİ'N-NAZAR: Bir mala bakma talebin­de bulunan kimse demektir. Bu gibi kimseler için bayi ve müşteri tabirinin kullanılması mecazdır.

M SEVMEA: Hıristiyan rahiplerinin insanlardan ay­rılıp, inzivaya çekilmeleri için tesis edilmiş olan hüc­relerdir.

SEVÂMÎ: Sevmealar demektir. Bunlar hakkında da, klişelerle ilgili hükümler câridir.

SEYYİB: Kadın görmüş yani evlenmiş bulunan er­kek demektir.

SEYYİBE: Erkek görmüş yani evlenmiş kadın de­mektir.

SDHR: Zevcenin ( bir kimsenin kamının) anası, babası gibi mahrem olan bütün zî-rahim akrabalandır. SfflR'm çoğulu ASHÂR'dır.

SIKT: İskât-ı Cenin Maddesine bakınız.

SİÂYE = SAY': Lügatte: Çalışmak, iş görmek, bir şey için çalışmak, bir maksat uğruna koşup dur­mak demektir.

Bu kelime, jurnalcilik anlamında da kullandır. Istılahta SAY' ve SİÂYE ise, bir kölenin, sölelik-ten kurtulması İçin, çalışıp mal kazanması demektir. Meselâ: Bir mükâtebin, kitabet bedelini ödeyebilmek için, çalışıp durması bir SİÂYE'dir. SÂÎ: —Fıkıhta— sadakalan toplamaya memur edi­len kimse demektir.

SUAT: Sâî'nin çoğuludur.

ŞİÂYE-İ MÜLK: Kazancı, efendisinin mülkü sayılan, bir kölenin çalışması demektir.

Meselâ: Bir müdebber'in kazancı efendisine aittir.

SİÂYB-İ ZAMAN: Kazancı efendisinin mülkü sa­yılmayan ve sadce kendi borcunu ödemek için çalı­şan bir kölenin say' etmesi (= çalışması) demektir. Meselâ: Bir mükâtep, efendisine karşı sadece borç­lu bulunduğu kitabet bedelini ödemek için çalışır. Ümm-ü Veledin siâye'si de bu kabildendir.

SİCİL; Vesikaları, ilâmları ve mukaveleleri yaz­maya mahsus resmî defter demektir.

SİCİLLÂT: Siciler demektir.

TESCİL: Bir vesikayı (meselâ: Bir vakfiyeyi) böyle resmî bir deftere yazıp imza etmek demektir.

Bazen, lâzımı zikr, melzûmu irâde kabilinden olarak, hâkimin verdiği hükme de TESCİL denil­mektedir. Çünkü, bu hüküm bir sicile kaydedile­cektir.

Bundan dolayıdır ki, hem sicile kaydedflmiş vak­fa ve hem de lüzumuna hükmedilmiş bulunan vak­fa VAKFI MÜSECCEL denir.

VAKIF Konusuna da bakınız.

SİLK-İ KAZA: Kaza Maddesine bakınız.

SILM: Sulh ve barışmak mânâlarına gelir. Yani Müsâlemet ile eş anlamlıdır. SILM: Müslümanlık, emniyet ve selâmet anlamla­rını da ifade eder.

SELM kelimesi de silm anlamına kullanılır.

SIMHAK: Başa veya yüze isabet eden bir yaradır ki, bu yarada et kesilmiş ve et ile baş kemiği arasın­daki ince bir zar gibi olan deri görünmeye başlan­mış olur. Bu ince deriye de SİMHAK denilir.

SİRÂYETFİ'L-CİNÂYE: Yapılan bir cinayet ne­ticesinde meydana gelen şeccenin veya cirâhatin ge­nişlemesi ve ölüme sebep olması demektir.

SİRKAT

SİRKAT: Hırsızlık; uğruluk; çalışmak, başkası­nın malını gizlice almak demektir.

Bir kimsenin malını gizlice amak, —bu mal, az ol­sun, çok olsun; haddi gerektirsin veya gerektirmesin- SİRKAT yani HIRSIZLIK'ur.

SERÎKA da, SİRKAT anlamındadır.

SARIK: Hırsız; başkasının malım gizlice alaa ya­ni çalan kimse demektir.

Sârik'in çoğulu SÜRRÂK'tür.

MESRUK: Gizlice alınmış yani çalınmış mal de­mektir.

MESRURUN MİNH: Malı gizlice alınmış yani malı çalınmış olan kimse demektir.

MESRÛKUN FÎH: Bir maun gizlice alındığı ya­ni çalındığı yer demektir.

SİRKATİ SUĞRÂ: Alalâde küçük hırsızlık de­mektir.

Sirkat-i Suğrâ'nın haddi gerektiren kısmı şu şekil­de tarif edilir: Mükellef bir şahsın en azından sirkat nisabı kadar tafih ve çabucak bozulacak cinsten ol­mayan, mütekavvim bir malı, mahfuz bulunduğu yer­den gizlice alıp, dışarı çıkarmak demektir. Ve bu işi yapan şahsın, o mal da bir hakkı bulunmadığı gibi, mülk şüphesi de olmaz.

SİRKAT-İ KÜBRÂ: Bu kat'-ı tarik yani yol ke-sicilik demektir.

Kat'-ı tarîk Maddesine de bakınız.

SERİKAT-İ MÜTTEHİDE: Başka başka şahıs­lara ait olduğu hâlde, aynı hur (= malın muhafaza­sına mahsus yer) içinde bulunan malların çalınması demektir.

SERİKAT-İ MUHTELİFE: Gerek tek bir kim­seye, gerekse başka başka kimselere ait olup muhte­lif hırzlarda bulunan mallan çalmak demektir.

SERİKAT-İ MÜŞTEREKE: Bir kaç şahsın bir­likte yapmış oldukları hırsızlık demektir.

SİYÂSET

SİYASET: Bu kelime, aslında işler hakkında alı­nacak tedbir; her işi güzelce görmeye ve yürütmeye çalışmak gibi geniş anlamlı bir kelimedir. SİYÂSET kelimesinin pek çok anlamı vardır ve bir kısmı şunlardır:

SİYÂSET: Hükümet ve memleket idaresi.

SİYÂSET: Ceza; özellikle îdam cezası.

SİYÂSET: Diplomatlık; politika.

SİYÂSET: Seyislik, at idare etme; at işleriyle uğraşma.

ERBÂB-I SİYÂSET: Siyâset adamları, diplomat­lar, politikacılar.

MEYDÂN-I SİYÂSET: îdam cezasının uygulan­dığı meydan.

SİYÂSÎ: Siyâsetle ilgili şey / şahıs.

SİYASİYAT: Siyâsîler.

SİYÂSİYYÛN: Siyaset erbabı; siyâsetle uğraşan şahıslar.

İslâm Hukukunda SİYÂSET: Tâzirden (yani: Had cezası seviyesinden daha aşağıda bulunan bir te'dib ve cezadan) ibarettir. Bu ceza, gerektiğinde darb (= dövmek), hapsetmek ve diğer yollarla yerine getirilir. Siyâset mefhumu, bir cihetten ta'zirden daha genel ve şümullüdür.

Bu balamdan, İslâm Hukukunda SİYÂSET şu şe­killerde de tarif edilmektedir.

SİYÂSET: "Veliyyü'l-emrin, raiyye üzerindeki (= en büyük yetkilinin, halk üzerindeki) emir ve nehyİ" demektir.

SEYÂSET: "Âdaba, maslahata, malların intizâ­mına riâyet İçin konulmuş olan kanun" demektir.

SİYÂSET: "İnsanları, dünya ve âhirette kurtula­cakları bir yola irşâd ederek, beşeriyetin salâhına çalışmak" demektir.

SİYÂSET-İ ŞER'İYYE: Beşeriyetin salâh ve in­tizâmı için, şer'-i şerifin kabul ve iltizâm ettiği bir kısım yüce hükümlerden ibarettir.

SİYÂSET-İ ÂDİLE: İnsanların haklarını, zulm ve itisaf erbabının (= zâlimlerin ve yoldan çıkmış sa­pıkların) elinden kurtaran siyâsettir ki, bu siyâset, şe-riatten sayılmıştır.

SİYÂSET-İ ZÂLİME: Halkın, haklarına aykırı olan bir siyâsettir id, bu, şer'-i şerîfce yasaklanmıştır.

SİYÂSET-İ ÂMME: Bütün bir cemiyetin salâh ve intizâmı için iltizâm olunan bir kısmı hükümler demektir.

SİYÂSET-İ HASSA: Cürüm işleyen bazı kimse­ler hakkında, —velev kati suretiyle olsun— vuku bu­lacak zecr ve te'dîb demektir.

Meselâ: Nehb ve garet gibi, fısk ve fücur gibi ya­saklanmış fiillere mükerrem cür'et eden kimselerin kahr «e tenkfl edilmesi, siyâset-i hâssa kabilindendir.

SİYER: Sîret kelimesinin çoğuludur.

SÎRET ise: Aslında —takip edilen— yol, haslet, hey'et ve bir nevi hareket mânâlarını ifâde eder.

Bununla birlikte, SİYER tabiri, tarihçiler tara­fından, çoğunlukla "Peygamber (S.A.V.) Efendimi­zin     vasıflarından,     menkıbelerinden     ve mücâhadelerinden bahsetmekte olan kitaplara veri­len bir unvandır.

Bu sebeple kitâbü's-siyer tarih ilminin özel bir şu­besi olarak kabul edilir.

Hukuk kitaplarında, cihâde ait bahis ve hükümleri ihtiva eden kısma da KTTABÜ'L-CİHÂD denildi­ği gibi, KİTÂBÜ'S-SİYER de denilir.

SULBİYYE: Bir kimsenin öz kız çocuğu demektir.

SULH

SULH (= MUSÂLEHA): Muhâsama'nın zıddı-dir. Asimda, istikâmetü'1-hâl mânâsına gelen salâh kelimesi ile mânâ alâkası vardır.

Istılahta SULH: İki tarafın, yani da'vâcı ile da'vâlı-nın, rızâları ile, aralarındaki nizâi ortadan kaldıran bir akid demektir.

TESÂLÜH: Musâlaha yan sulhlaşmak demektir. Anlam itibariyle hasımlaşmamn yani da'vâlaşmanm zıddıdır. Müsâlemet (= Barış içinde olma) anlamı­na gelir.

MUSÂLIH: Sulh akdi yapan kimse demektir. Dolayısıyle, asaleten veya vekâleten yahut velâye-ten da'vâcı veya da'vah sıfatiyle musâlahada bulu­nan kimseye Musâlih denir.

MUSÂLEHÜN ANH: Müddeâbiholan(= da'vâ edilen ve üzerinde sulh yapılan) şeydir. Yani, şahsî bir hak olarak da'vâ ve talep edilen şeyden ibarettir. Hukûk-i İlâhiyeden dolayı sulh caiz değildir.

MUSÂLEHÜN ALEYH: Sulh bedeli demektir. Sulh, mal veya menfâat karşılığında yapılabilir.

SULH: Müsâleha Maddesine bakınız.

SÜFTECE

SÜFTECE: Bir nevi poliçe demektir. Ve "Bir bel­dede verilen bir paranın, bir Ödüncün, bir ödeme emri ile diğer bir beldede ödenip hesabın kapatılması'' an­lamına gelir.

Meselâ:.Bir kimse, bulunduğu beldede, bir tacire, bir miktar para verip, ondan aldığı ödeme emri(ni

havi mektup) ile, bu parayı, gideceği diğer bir bel­dedeki, bir tacirden veya başka bir şahıstan alacak olursa, bu durumda bir süftece muamelesi meydana gelmiş olur.

Bu muamele, genellikle yol tehlikesini veya yük zah­metini ortadan kaldırabilmek için yapılır.

Bu işlem, havale anlamındaki bir nevi ikraz muâme-lesidir. Menfaat mülâhazasına dayandığı ve ödeme mektubu yazmak şartına mukârin bir karz mâhiye­tinde olduu için, bu İşlem bazı fakjyhlerce mekruh veya gayr-i caiz görülmüştür. Fakat, böyle bir mektup yazma şartına bağlı olma­dan ikraz yapılır; müsfakriz de, böyle bir ödeme mek­tubu yazarsa, bunda bir mahzur yoktur.

SÜFTECE: Parayı poliçe etmek demektir.

SÜGUR: Hudud, serhad, derbent ağızlan ve düş­manın hücum etmesinden korkulacak açık yerler de­mektir.

SUĞR: Siigur'un tekilidir ve lügatte: Dağınık, mü­teferrik şey mânâsına gelir.

SÜKNÂ: İkâmetgâh; oturulacak yer; konak. Ev, menzil, oda.

ISKAN: Bir yere oturtma; sakin kılma; ev sahibi etme; yerleştirme.

KÂBİL-İ SÜKNÂ: Oturmaya elverişli yer.

TETİMME-İ SÜKNÂ: Oturmak üzere verilen Iü~ zumu kadar arsalar.

SÜNNET

SÜNNET: Lügatte: Âdet ve takip edilen yol de­mektir.

Fıkıhta SÜNNET: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından, —farz ve vacip olmaksızın ve bazen

de terk edilmek üzere İltizam buyurulmuş olan, herhangi bir fiil ve harekettir.

Bu fiil ve hareket, eğer ibâdet kabilinden ise SÜNNET-İ HÜDÂ denir.

Bu fiil ve hareket, Peygamber (S.A.V.) Efendimize mahsus âdet-i seniyye kabilinden ise SUNNET-İ ZEVAİD adını alır.

Fıkıh Usûla ıstılahında ise SÜNNET: Peygam­ber (S.A.V.) Efendimizden sâdır olan sözler ile kasdî fiillerden ve takrirlerden herhangi biridir. Buna göre; KAVLÎ SÜNNET: Peygamber (S.A.V.) Efendimi­zin mübarek sözleri demektir.

FÜLrİ SÜNNET: Peygamber (S.A.V.) Efendimi­zin fiilleri ve davranışları demektir.

TAKRİRİ SÜNNET: Peygamber (S.A.V.) Efendi­mizin, yapıldığını gördüğü bir şeye karşı sükût et­mesi ve onu, red ve inkâr buyurmaması demektir ki bu hâl, o şeyin cevazına delâlet eder.

SÜNNET-İ MÜEKKEDE: Peygamber (S.A.V) Efendimizin hemen hemen dâima edâ ettikleri sün­net demektir.

SÜNNET-İ GAYR-İ MÜEKKEDE: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin çoğu kez edâ edip, bazen de terk ettikleri sünnet demektir.

SÜNNETULLAH: Allanın mevcudata koyduğu ni­zâm demektir.

SÜNNET-İ SENİYYE: Peygamber (S.A.V) Efen­dimizin mübarek ve yüce sünneti demektir.

EHLİ SÜNNET: Şia mezhebi haricinde olan İs­lâm mezheplerine bağlı bulunan kimseler. Ki yer yü­zündeki   müslümanların  tamamına  yakın  bir çoğunluğu ehl-i sünnettendir. [18]

 

Ş

 

ŞADIM VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.

ŞAİBE: Leke, kusur; noksan, nakısa. Kötü eser, iz.

ŞÂRİH: Bir kitabı şerh eden kimse.

ŞAKTK: Ana-baba bir demektir.

AH-İ ŞAKIK: Ana-baba bir erkek kardeş.

UHT-İ ŞAKIRA: Ana-baba bir kız kardeş.

AMM-İ ŞAKIK: Ana-baba bir amca demektir.

ŞART: Lügatte: Lâzım olan alâmet anlamına gelir.

ŞÜRÛT: Şart'ın çoğuludur; yani şartlar demektir.

ŞERAİT: Bu da şart'ın çoğuludur ve şartlar de­mektir.

Istılahta ŞART: Kendisinin üzerine tesir ve ifzâ (= Isâl = ulaştırma) bulanmaksızın hükmün varlığı te­vakkuf eden şeydir.

Meselâ: Nikâhın sıhhati İçin, şahitlerin mevcut ol­ması şarttır. Şahit ise, nikâha* müessir ve mufzî de­ğildir; şahit bulunduğu hâlde nikâh akdedilmeyebilir. Fakat nikâhın sahih bir şekilde akdedilmesi şahidin mevcudiyetine mütevakkıftır.

SÜRGÜN: Nefy Maddesine bakınız.

ŞART-I HAKÎKİ: Kendi üzerine, işin aslında veya şeriat nazarında bir şeyin vücûdu tevakkuf eden bir şarttır ki, bu şart bulunmayınca, o şey hakkındaki hü­küm sahih olmaz. Meselâ: Nikâhta, şahidlerin bu-

lunması,   bir  şart-ı  hakîkîdir.   Yani,   şahitler bulunmazsa, nikâh sahih olmaz.

ŞART-I CA'Ü: Mükellef tarafından üzerine bir tasarrufun sarahaten veya delâleten ta'lik edilmiş (bağlanmış) bulunduğu şarttır. Bu şart ya, şart edatı Ue yapılır. Şöyle ki: Bir kimsenin, karısına hitaben: "Filân yere gidersen, boş ol." demesi gibi... Bu durumda, kadın o yere gidince, talâk hükmünün şartı bulunmuş olur. Ve, bu şart tahakkuk etmedik­çe, talâk da vâki olmaz.

Yahut, bu şart, şart edatı söylenmeden, şart kelime­sini, içine alacak bir şekilde yapılır. Şöyle ki: Bir kim­senin, karısına hitaben "Filân yere gittiğinde benden boşsun.'' demesi gibi... Görüldüğü gibi, bu ifade de "... gidersen...." mânâsı mütezarnmmdır. Bu ikinci şekle DELÂLETEN ŞART adı da verilir. Şart-ı câ'lî'ler iki kısma ayrılır:

a-) ŞART-I TA'LÜrf: Bir cümlenin mazmununun meydana gelmelini, Diğer bir cümlenin mazmunu­nun meydana gelmesine bağlamak demektir. Burada bağlanan cümleye muallak bi'ş-şart, ken­disine bağlanan cümleye de muallakün aleyh veya sadece şart denir.

Muallakün aleyh olan şart, henüz madum olduğu hâl­de, daha sonra meydana geleceği umulan bir şeyse, ta'lik keyfiyeti tahakkuk eder; aksi takdirde ta'lik ta­hakkuk etmez.

b-) ŞART-I TAKYİDİ: Şart edâü zikredilmeden, asıl akdi bir kayıt Ue takyid etmek demektir.

Burada, takyid edilen şeye meşrut veya mukayyed bi'ş-şart; o kayda da şart denilir. Bu şart, genellik­le "üzerine" "şartıyle" lafızlanyla ifâde edilir. Ve bu şart, sahih ve fâsid kısımlarına ayrılır.

ŞAVT

TAVAFTA ŞAVT: Ka'be'nin etrâfim, Hacer-i Es-ved'den başlayıp, tekrar aynı yere gelinceye kadar, bir defa dolaşmak demektir. 7 şavt, bir tavaf olur.

SA'Y'DE ŞAVT: Safâ'dan Merve'ye gidiş ve Mer-ve'den Safâ'ya dönüşlerden her biri demektir.

ŞAYİ*: Herkes tarafından bilinen; yayılmış, du­yulmuş.

ŞAYİ': Taksim edilmemiş müşterek hisse.

ŞAYİ* HİSSE: Müşâ Maddesine bakınız.

ŞEBHUN: Gece baskını. Düşmana geceleyin hü­cum etmek ve igâre (= çapul, yağma etme) mânâla­rına gelir.

Lûgât anlamı: Gayrete düşürmek, teşvik etmek de­mektir.

ŞEC: Bir kimsenin başını veya yüzünü ayralamak fiilidir.

ŞAC: Şecce denilen yarayı açan şahıs demektir.

MEŞCÛC: Şecce denilen yarayı alan yani bir baş­kası tarafından başından veya yüzünden yaralanmış bulunan kimse demektir.

ŞEC: Aslında, geminin sulan yararak denizde ka­yıp gitmesi demektir.

Başta veya yüzde deriyi ve eti yararak kemiğe doğ­ru sirayet eden yaralara da, bu gibi benzerliklerden dolayı ŞECCE denilmiş olması muhtemeldir.

ŞECCE: Başa veya yüze isabet eden yara demektir.

ŞİCÂC: Şecceler demektir.

Şecceler; hârisa, dâmia, dâmiye, bâzıa, mütelâhime, simhâk, muzîha, hâsime, münakkile, âmme, dâmi-ğa isimleri ile on bir. kısma ayrlır. ! Bu kelimeler için ilgili maddelere bakınız.

H Şet (= Çift) Namazların her iki rek'atine bir şef denir.

Dört rek'atli bir namazın Önceki iki rek'atine şef-i evvel; diğer iki rek'atine ise şeF-i sânî denir.

Üç rek'atli bir namazın üçnücü rek'atine de şef-i sânî denilir.

ŞEHÂDET

ŞEHÂDET: Bir kimsenin, başka bir şahısta bulunan hakkını isbat için, şehâdet lafzıyla hâkimin huzurunda ve hasmın muvacehesinde vâki olan doğru ihbarı de­mektir.

Meselâ: Bir kimsenin hâkimin huzuruda: "Bu da'-vâcının, bu da'valıda, karz cihetinden, su kadar ala­cağı olduğuna şehâdet ederim." denilmesi gibi...

ŞAHİD: Bir kimsenin, başka bir şahısta, bir hak­kının bulunduğunu, hâkimin huzurunda, bu tarafla­ra karşı haber veren kimse demektir.

MEŞHUDUN LEH: Lehinde şehâdetle bulunu­lan kimse.

MEŞHUDUN ALEYH: Aleyhinde şehâdette bu­lunulan kimse.

MEŞHUDUN BİH: Hakkında şahitlik yapılan hu­sus demektir.

ŞEHÂDET-İ HİSBE: Bazı hususlar hakkında, sırf Allah rızası için ve bir talep vâki olmadan gidip şa­hitlik yapmak demektir.

ŞEHÂDET-İ Bİ'T-TESÂMU:' Bir kimsenin halk­tan işittiği bir olay hakkında, mahkemede şehâdette bulunması demektir.

Meselâ, bir kimsenin, bir yerin vakıf olduğu hakkın­da, hâkimin huzurunda: "Ben, bu yerin vakıf oldu­ğunu, güvenilir kimselerden işittim." demesi, bir şebâdet-i bi't-tesâmu'dur.

ŞEHÂDET Bİ'T-TEVÂTÜR: Bir hâdise hakkın­da, tevatür haddine ulaşan bir topluluk tarafından ya­pılan şehâdet demektir.

ŞEHÂDET ALE'Ş-ŞEHÂDE: Bir olay hakkında şahit olan bir kimsenin bu husustaki şahitliğine, bir başka kimsenin şehâdet etmesidir.

TAHAMMÜL-İ ŞEHÂDET: Bir kimsenin, ken­disinden hakkında şahitlik etmesi istenilecek hususu iyice ihata etmesi ve o konuda şahadeti yerine geti­rebilecek bir vukufa mâlik olması demektir.

EDÂ-İ ŞEHÂDET: Bir kimsenin, muttalî olduğu birşey hakkında, mahkemede, bilfiil şehâdette bulun­ması demektir.

ŞEHÂDET-İ ZÛR: Yalan yere, hakikate muhalif olarak yapılan şehâdet demektir.

İŞHAD: Bir kimseyi, bir husus hakkında şahit tut­mak; bir hâdiseyi, ona şehâdet edecek kimseye gös­terip, hikâye etmek demektir. Buna İSTİŞHÂD da denir.

Bununla beraber İSTİŞHÂD: Şahit talep etmek an­lamında da kullanılır.

NİSÂB-I ŞEHÂDET: Bir hâdise hakkında, şehâ-deÛeri makbul olacak kimselerin sayısı demektir. Meselâ: Borç hakkında nisâb-ı şehâdet iki erkek ve­ya bir erkekle iki kadındır.

TEZKİYE-İ ŞÜHÛD: Bir hadise hakkında şahit­lik yapan kimselerin, bu şehâdete ehil bulundukları­nı, başka kimselerden gizli veya açıktan sorularak tesbit edilmesi demektir.

Bundan dolayı, şahitlerin tezkiyesi:

a-) Sirren (= gizli) tezkiye

b-) Alenî (= açık) tezkiye olmak üzere İM kısma ayrılır.

MÜZEKKÎ: Şahitlerin şehâdete ehil olduklarını haber veren yani onların temiz olduğunu bildiren zât demektir.

MÜZEKKÂ: Tezkiye edilmiş olan şahit demektir.

TA'DÎL-İ ŞÜHÛD: Bir hâdise hakkında şehâdet­te bulunan kimselerin tezkiye edilmeleri yani onla­rın şehâdete ehil ve âdil kimseler olduklarına dâir karar verilmesi demektir.

ADÂLET-İ ŞÜHÛD: Edâ-i Şehâdette bulunacak kimselerin kebîrelerden müctenip, sağîrelere de gayr-i musir olması keyfiyetidir. Yani, şahitlik yapacak kim­selerin, büyük günâhlardan kaçınan ve küçük günâh­larda İsrar etmeyen bir kimse olması hâlidir.

ADÂLET-İ ŞÜHÛD: Şahitlerin hasenatının seyyi-âtuıa galip olması, yani iyiliklerinin kötülüklerinden (sevaplarının, günâhlarından) fazla bulunması anla­mına da kullanılır.

TA'N-İ ŞUHÛD: Bir olaya şahitlik eden şahısla­rın, bu şehâdette yalancı olduklarına dair da'vâcı ta­rafından ortaya atılan iddia demektir.

Makbul sebeplere dayanan bir tâ'na TECRÎH-İ ŞÜ­HÛD da denir.

CERH-İ ŞÜHÛD: Şahidlerin fışkını ve adaletten . mahrum bulunduklarını iddia etmek ve ortaya koy-

mak demektir.

Cerh-i ^âhûd iki kısma aynlır:

1-) CERH-İ MÜCERRED: Şahide, belirli bir ilâhî hakla veya kul hakkını mutazammın olmayan bir şe­kilde ta'nde bulunmaktır.

Meselâ: "Bu şahitler fâsıktırlar."; "Bunlar, yalan yere yemin eden kimselerdir." denilmesi gibi... Meşhudun aleyh (= aleyhinde şahitlik yapılan kim­se) bu cerh-i mücerredi, hâkime, gizlice haber verir ve şahit getirerek bu İddiasını isbât ederse; bu du­rumda hâkim mecruh olmuş bulunan bu şahitlerin şehâdetlerini reddeder. Bu şahitlerin önceden tezkiye edilmiş olmaları hâlinde de, bu hüküm değişmez.

2-) CERH-İ MÜREKKEB: Belirli bir İlahî hakta veya belirli bir kul hakkını mutazammın bulunan cerh'tir.

Meselâ: "Bu şahitler, bir şahsı amden katletmişler­dir." veya:' 'Bu şahitler, yalan yere şahitlik yapmak için şu kadar para almışlardır." denilmesi gibi... Meşhudun aleyh (= aleyhinde şahitlik yapılan kim­se) bu cerhi, beyyine ile isbât ederse; bu şahitlerin şehkdetleri reddolunur.

FISK-I ŞÜHÛD: Şahitlerin, şehâdetlerinin kabul edilmesine manî olacak gayr-i meşru' bir ma'siyetle, kötü bir hâl ile muttasıf bulunmaları hâlidir.

RÜCU' ANİ'Ş-SEHÂDE: Bir kimsenin, yapmış olduğu şehâdetten dönmesi ve (meselâ): "Yalan ye­re şehâdet ettim."; "Yanlış şehâdette bulundum." diyerek şehâdetini iptal etmek istemesidir ki, görül­düğü gibi bu, isbât edilen bir şeyi nefyetmek de­mektir.

ŞEHÂDET Fİ'IAZİNÂYE: Bir cinayet hakkın­da, mahkemede vuku' bulan şehâdet demektir.

ŞEHÎD

ŞEHÎD: Allah yolunda yapılan bir muharebe es­nasında yahut *hl-i bağy ile veya yolkesicilerle mukâtele sırasında haksız yere öldürülen ve bu esnada baliğ ve tâbir bulunan herhangi bifmüslüman de­mektir.

Bu şekilde öldürülen şahıs, hem dünya, hem de âhi-ret ahkâmı bakımından şehîd olduğundan, kendisi­ne ŞEHİDİ HAKÎKÎ denir.

ŞEHİD-İ HÜKMÎ: Suda boğularak ölen, ateşte ya­narak ölen, garib olarak ölen; tahsil yolunda ölen; zâtü'1-cenb (= satlıcan = akciğer Örtüsünün iltihâbı) gibi bir hastalıktan ölen herhangi bir müslüman da hükmî şehîd sayılır.

Bunlar, şehid sevabına nail olacakları cihetle, sade­ce âhirei ahkâmı bakımından şehid sayılırlar. Fakat, dünya ahkamı bakımından şehid olmadıklarından, defnedilmeden önce gasl edilirler. ŞEHÎD tâbiri, huzur anlamına gelen şuhûd'dan ve­ya şahadetten alınmıştır.

Hak yolunda hayatım feda eden bir mücâbid, bu şe­refli ölüm sayesinde Allahu Teâlâ Hazretlerinin ma­nevî huzuruna nail olacağı veya o mücâhidin, bu şanlı ölümünde, melaike-i kiramın hazır bulunacağı cihetle, kendisine ŞEHİD unvanı verilmiştir.

Şehr-i siyam: Ramazan-i şerîf ayı

ŞEHVET

ŞEHVET: Hevâyi nefis; nefsin meyletmesi; bir şeyi sevip, ona meyi ve rağbet etmek anlamlarına gelir.

iŞi İHA da şehvet anlamında kullanılabilir.

ŞEHVET'in çoğulu ŞEHAVÂT'dr.

TEŞEHHÎ: Bir kimseden, bir şeyi peyderpey arzu ve talep etmek demektir.

ŞEHVANÎ: Pek şehvetli kimse demektir.

ŞEHİYY: Görenlerin iştihasını celbeden şey anla­mına gelir.

Hürmet-i musâharayı icâbeden şehvetle dokunmak veya bakmaktan maksat, tam dokunurken veya ba­karken tenasül âletinin intişar etmesi; şayet o anda münteşir ise, bunun artmasıdır. Müftâbih olan budur. Dİğer bir kavle göre, bu şehvetten maksat, bu do­kunma ve bakma sırasmda, kalben vücûde gelen bir iştihâdır. Veya, bu durumda iştiha mevcud ise, bu­nun artmasıdır. Tenasül âletinin intişarı ve teharrü-kû şart kılınmamıştır.

ŞEKAVET: Eşkiyâlık, haydutluk. Bedbahtlık, bah-tıkaralık.

ŞEKÎK: Ana-baba bir erkek kardeş demektir ki, buna: AH LEHÜMA ve Lİ EBEVEYN AH da denir.

ŞEKÎKA: Ana-baba bir kız kardeş demektir ki, buna: UHT LEHÜMA ve Lİ EBEVEYN UHT da denir.

ŞERÂİR-Î VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.

ŞARAP:

Şarap: İçilen mayi (= akıcı) şey.

Şarabın çoğulu eşribe (= içilen sıvı şeyler)dir.

Istılahta şarap: Sarhoşluk veren herhangi bir mayi demektir.

Hamr denilen içkiye de şarap denir, Meşûbat: İçilen şeyler demektir. Bu kelime sarhoş­luk veren içecekler için kullanılmaz.

ŞERİAT

ŞERİAT: Aslında şen, şir'a, meşrea kelimeleri, insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol an­lamına gelir.

Daha sonra bu kelime ahkam-ı dîniyye (= dînî hü­kümler) anlamında kullanılmıştır. Çünkü, dînî hü­kümler de, insanları içtimaî ve manevî hayatın devamına sebep olan bir feyze ve yükselmeye kavuş­turacak olan ilâhî bir yoldur. ŞER' lafzı, bir şeyi ortaya koyma ortaya çıkarma; açıklama anlamlarını ifâde ettiği gibi, şeriat vaz et­mek anlamında da kullanılır. ŞER' kelimesi, ŞERİ­AT kelimesi ile eş anlamlıdır ve bu iki kelime birbirlerinin yerine de kullanılmaktadır. Istılahta ŞERİAT: Allahu Teâlâ'mn, kullan için vaz ' etmiş olduğu dini ve dünyevî hükümlerin hey'et-i mecmûasidır(= toplamıdır; tamamıdır). Bu itibarla şeriat kelimesi, din kelimesi ile eşanlam­lıdır. Ve şeriat hem inanç esaslarını, hem de ibâdet, ahlâk ve muamelâtı ihtiva etmektedir.            -

Bununla beraber şeriat kelimesinin, yalnız ahkâm-ı fer'iyye (yani ibâdet, ahlâk ve muamelât) için kullan nılması daha yaygındır.

Genel anlamına göre ŞERİAT: "Bir Peygamber ta­rafından tebliğ edilmiş olan İlâhî kanun" demektir.

ŞERÂİ: Şeriatler demektir.

ŞÂRİ'İ MÜBÎN: İlâhî kanunu yani şeriatı asıl vaz eden yüce zât yani Cenâb-ı Hakk anlamında kul­lanılır.

ŞÂRÎ: İlâhî kanunu İnsanlara tebliğ etmiş bulunan peygamber demektir.

AHKAMİ ŞER'İYYE: İlâhî kanunun hükümleri de­mektir ve bu tâbirle Kur'ân'a, hadîse ve icmâa da­yanan hükümler kasdedİlir. İslâm müctehidlerinin kıyâs ve ictihad yoluyla çıkar­dıkları hükümlere ise AHKÂM-I FIKHIYYE ve MESÂİL-İ FER'İYYE-İ AMELİYYE denir. An­cak, bunlar da —şer'î esaslara dayandığı için— abkâm-i şer'îyye ıtlak olunmaktadır. Dolayısiyle ahkâm-ı ftkhiyye, mesâil-i fikhiyye tâ­birleri de —aslında fürûata ait ve içtihada dayanan hüküm ve mes'eklerden ibaret olduğu hâlde,— hem nass ve icmâa dayanan şer'î ahkâm ve mes'elelere, hem de ictihad ve kıyâsa dayanan mes'elelere ve hü­kümlere şâmil, umûmî bir unvan olarak kullanıl­maktadır.

ŞERİAT-I GARRÂ İslâm Dini.

ŞERİÂT-I MÜHAMMEDİYYE: İslâm Dini.

ŞERİAT-I ÎSEVİFYE: Hz. İsa'nın şeriatı.

ŞERİAT-I SÂLİFE: Önceki Peygamberlerin şeriati.

ŞER'Î: Şeriate ait; şeriatle ilgili; şeriate uygun.

HÜKM-İ ŞER'Î: Şeriate uygun hüküm.

MAHKEME-İ ŞER'İYYE: Şer'i mahkeme. Da'-vâlara, şeriat hükümlerine göre bakan mahkeme.

ŞEYH

Şeyh:

1-) Büyük ve Ulu kişi; Yaşlı adam, ihtiyar.

2-) Âlim.

3-) Bir tekke veya zaviyede reislik eden ve müritleri

bulunan kimse.

4-) Kabile ve aşiret reisi.

Şeyh'in çoğulu meşâyih, şüyûh ve eşyâh gelir.

Şeyhayn (= iki şeyh): (Fıkıhta) Imâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ile İmâm Ebû Yûsuf

Şeyhayn: (Tarih ve Siyer Kitaplarında) Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer.

Şeyhayn: (Hadiste) Imâm-ı İslâm-ı Buhârî ile imâm Müslim.

Şeyhayn: (Usûl'de) Fahru'l-İslâm Pezdevî ve Şemsü'l-Eimme Serahsî

Şeyhu'l-İslâm: Fetva ve kadılık makamına yük­selen büyük fakryhlere verilen bir ünvardır.

Bazı âlimler, resmî vazifesi olmadan da şeyhu'I-Islâm unvanını taşır. BürhanücJdin Mergînânî gibi...

Şeyhûl'-Islâm ünvânı, hicrî beşinci asırdan sonra çok kullanılmıştır.

Şeyhu'l-Islâm'lık, Osmanlılarda resmî bir makam olmuştur. İlk Şeyhu'l-İslâm Molla Şemseddin Fe-

nârî, son şeyhu'l-İslâm ise Medenî Mehmed Nuri Efendi'dir,

ŞEYHU'L-HADİS: Hadis Maddesine bakınız.

ŞİAR

ŞİAR: Alâmet, işaret, iz anlamında olan bu keli­me parola mânâsında da kullanılır. Bu anlama göre ŞİAR (= Parola): Askerlerin, sa­vaş esnasında birbirlerini tanımaları ve bilmeleri İçin kendi aralarında belirledikleri alâmet ve tâbir de­mektir.

Ashâb-ı Kiramın bir çok savaşlarda şiarları (= pa­rolaları) "Emit! Emit. (= Öldür! öldür!" kelimele­ri İdi. düşmanı yenmekte uğur saydıkları için bu kelimeleri şiar olarak seçmişlerdir.

ŞİBH-İAMD: Öldürülmesi meşru olmayan bir in­sanı, âlât-ı cârihadan sayılmayan bir şey ile kasden öldürmek demektir. Şibh-i amd'e ŞİBH-İ HATÂ'da denir.

ŞİRÂ: Satın almak demektir.

ŞİRB-İHÂS: Madud (= sayılan belirli) şahısla­rın, ziraat yaptıkları yerleri sulamak için, bir akar sudaki şirb haklan (= sulama hisseleri) demektir.

Umûmun istifâde ettiği ırmaklardan su almak, şirb-i hâs kabilinden değildir.

Sayılan en çok yüzden ibaret olan şahıslar MA­DUD itibar olunurlar.

Aslında ŞİRB: Bir kimsenin, bir suda bulunan his­sesi, nasibi demektir.

ŞİRKET

ŞİRKET: Lügatte: Ortaklık; ortak olmak anlamı­na gelir.

Istılâhte ŞİRKET: Bir şeyin, birden fazla kimselere mahsus obuası ve o kimselerin o şey ile imtiyaz et­meleri demektir.

Bununla beraber ŞİRKET tâbiri, böyle bir ihtisasa (= mahsus kılmaya) sebep olan şirket akdetmek an­lamında da —yaygın olarak— kullanılır.

ŞERİK: Şirket sahiplerinden her biri yani ortak demektir.

İŞTERİK ve MÜŞÂRİK kelimeleri de, ortak an­lamına gelir.

MÂL-İ MÜŞTEREK: Bir şirketin sermâyesi olan mâl demektir.

Buna MÂL-İ MÜŞTEREKÜN FÎH de denilir.

İŞTİRAK: Ortaklık demektir.

Başlıca şirket çeşitleri şunlardır:

ŞİRKET-İ MÜLK: Bir malın, birden çok kimse­ye, mülk edinme sebeplerinden biri ile muhtes ol­ması (= ona ait bulunması) demektir.

Şirketi Mülk:

A-) İhtiyarî olan Şirket-i Mülk

B-) Gayr-i İhtiyarî olan Şirket-i Mülk olmak üze­re ild kısma aynin.

Satın alma, yapılan karşılıksız bir hibeyi veya bir vasiyeti kabul etme gibi, ortakların kendi fiilleriyle sabit olan şirket, bir İHTİYARÎ ŞİRKET'tir.

Mîras kalması veya malların bir birinden kolay­lıkla aynlamıyacak bir şekilde karışmış bulunması gibi bir sebeple meydana gelmiş bulunan —ve ortak­lıkların fiilleriyle sabit olmayan— şirket de, bir GAYRİ İHTİYARÎ ŞİRKET'tir.

Meselâ: Bir evde veya birbirine karışmış bir miktar zâhirdef, iki/şahsuı hisse sahibi olmaları gibi... Bu şahıslar, şerik, müteşarik, ortak ve hissedar gibi la­fızlarla anılırlar.

ŞİRKET-İ AKD: İki veya daha ziyâde kimseler arasında, bir akd ile (ya-ni: İcâb ve kabul ile) mey­dana gelen —bir şirkettir. Bu şirkel, elde edilecek kârın, müşterek (= ortaklaşa) olması amacıyla kurulur.

Şirket-i Akd:

1-) ŞİRKET-İ BVÂN

2-) ŞİRKET-İ MÜFÂVEDA olmak üzere iki kıs­ma ayrılır.

Bu iki şirketten her biri de:

a) ŞİRKETİ EMVAL

b-) ŞİRKETİ ÂMÂL

c- ŞIRKET-İ VÜCÛH olmak üzere üçer kısma ay­rılırlar. Şimdi, sırası ile bu şirketlere bakalım:

ŞİRKET-İ EVÂN: Ticâret gibi bir maksatla, iki veya daha fazla kimse tarafından sermâye konularak akd edilen bir şirkettir.

Bu şirkette, ortaklar arasında tem bir eşitliğin bulun­ması şart koşulmaz.

Meselâ: Birim sermayesi on bin, diğerin sermâyesi ise beş bin lira olabilir.

Inân: Zuhur mânâsına geldiği gibi, dizgin anla­mını da ifâde eder.

Bu ortaklığın, inan ortaklığı olarak anılmasının se­bebi, ya şirketin bazı mallar da zuhur etmesi veya bu şirket sayesinde ticâretin dizginin elde edilmiş ol­masıdır.

ŞİRKET-İ MÜFÂVEDA: Ortaklar arasında, hem sermâyenin miktarı, hem de ribhden (= kârden) his­seleri eşit bir hâlde bulunup; hiç birinin, fazla ticâ­rete elverişli malı bulunmamak üzere akkdedilenbir şirkettir.

Imâm-ı A'zam ile imâm Muhammed'e göre, bu şirkette ortakların tasarruflarının da eşitlik özere ol­ması şarttır, Dolayısiyle ortaklardan birinin, alıp-satabileceği bir şeyi, diğerleri de ahp-satabilmelidir. Bu duruma göre, bir müslüman, bir gayri- müslimle şirket-i müfâveda kuramaz. Çünkü, gayri- müslim, şarap ve domuz gibi alıp-satabileceği hâlde; bir müs­lüman, bunları alıp-satamaz. imâm Ebû Yûsuf a göre, bu şirkette ortakların ta­sarruflarında eşitlik şart değildir.

MÜFÂVİDÎN: Müfâveda yoluyla şirket kuran kim­seler demektir.

ŞİRKET-İ EMVAL: Ortakların, ortaya sermaye olarak bir miktar mal koyup, beraberce veya ayn ayn alıp-satmalan veya bu ciheti şart koşmadan alış­verişte bulunarak meydana gelecek kân, bir nisbet dahilinde, aralarında taksim etmeleri demektir.

ŞİRKET-İ A'MÂL: Ortakların, kendi amellerini i {= çalışmalarını) sermâye edinip, başkalanndan iş taahhüd ve itizâm etmeleri ve meydana gelen kazancı da aralannda taksim etmeleri demektir. Buna, ŞİRKET-İ EBDÂN, ŞİRKET-İ SANAYİ' ve ŞİRKET-İ TEKABÜL adlan da verilir.

İki mimarın, iki terzinin veya bir mimar ile bir bo­yacının ortak olmaları gibi....

ŞİRKET-İ VÜCÛH: Birden çok şahıslann, ser­mâyeleri olmadığı hâlde, itibarlariyle, veresiye mal ahp-satmalan ve ribhini (= kânnı) aralannda tak­sim etmeleri suretiyle kurmuş oldukları şirkettir. Buna, ŞİRKET-İ MEFÂLİS de denir.

Bu şirket, vecâhet ve itibar sahipleri tarafından ku­rulacağı için ŞİRKET-İ VÜCÛH; ortaklarının ser­mâyeleri bulunmadığı için de ŞİRKET-İ MEFÂLİS adını almaktadır.

ŞİRKET-İ İBÂHA; Mübâh olan şeyleri (yâni: El' atında bulunmayan sular, hüdâyi nâbit otlar ve av hay­vanları gibi, aslında hiç bir kimsenin mülkü olma­yan şeyleri) almak ve elde etmek, elde bulundurmak ile temellük hususunda, âmmenin müteşarik (= or­tak = hissedar) olması demektir.

ŞİRKET-I MUDARABE: Bir taraftan sermâye, diğer taraftan emek (= say' ve çalışma) olmak üze­re akdedilen bir şirket nev'idir.

Bu şirkette sermâye sahibine RABBÜ'L-MÂL; ça­lıdan şahsa da MÜDARİB denir.

ŞİRKET-İ CEBRİYE: Ortaklann fiilleriyle de­ğil, başka bir sebeple meydana gelen şirkettir. Mîrâs yolu İle veya birbirlerinden ayınlması güç olan mallann, kendi kendilerine kanşmalanyle meydana gelen ortaklık gibi...

ŞİRKET-İ İHTİYÂRİYYE: Ortaklann fiilleri ile meydana gelen şirkettir.

İki şahıs tarafından müştereken alınan bir evdeki or­taklık gibi..

ŞİRKET-İ AYN: Muayyen, mevcud ve iştiraki ka­bil olan bir mâldeki ortaklıktan ibarettir.

İki kimsenin satın almış oldukları bir evdeki ortak­lıkları gibi...

ŞİRKET-İ DEYN: İki veya daha çok kimseye ait olup, bir sebepten dolayı, bir şahsın zimmetinde sâ-bit olan alacaktaki ortaklık demektir.

İki şahsın, satmış oldukları, müşterek bir mallarının bedelinden dolalı, o malı satın alan müşterinin zim­metinde bulunan alacaklanndaki ortaklıkları gibi. Deyn-î Müşterek Maddesine bakınız.

ŞÜBHE: Sabit olmadığı hâlde sabite müşabih olan (= benziyen) şeydir.

Başka bir tarife göre ŞÜBHE: Haram mı, helâl mı olduğu yakînen bilinmeyen şey demektir.

ŞÜBHE-İ MÜLK: Bu şübhe, mahalde sabit olan bir şübhedir. Ve bu şübhe; hılle (= helâl olmayan) bir mâni bulunduğu hâlde, buna bakılmayarak, mü-cerred hürmete (= haram olmaya) münâfi görülen bir delilin mevcut bulunmasından ortaya çıkar. Buna, ŞÜBHE-İ MAHAL de denir.

Mahallin hılline dair bir şer'î hüküm şüphesi sabit olduğu için, buna ŞÜBHE-İ HÜKMİYYE de denil­miştir.

ŞÜBHE-İ AKD: Sûreteri mevcud bulunan bir ni­kâh akdinden meydana gelen şübhedir.

Buna, ŞÜBHE-İ NİKÂH da denir.

Meselâ: Şahidsiz olarak akdedilen bir nikâhın hıüi (= helâlliği) hakkındaki şübhe gibi...

Bu şübhe İle had sakıt olur.

ŞÜBHE-İ İŞTİBÂH: Bazı haklann ve hükümle­rin cereyanından ileri gelen şübhedir.

Bu şübhe, bazen şübhe-i akd ile birlikte bulunur.

ŞÜBHE-İ İBÂHA: Bir şeyin (alınmasının) mübâh obuası hakkındaki şübhe demektir.

ŞÜF'A: Bu kelime şef kelimesinden gelmektedir. ŞEF': Lügatte, çift (tek olmayan) anlamına gelir. Namazların her iki rek'atına da bir şef denir. Bu se­beple, dört rek'atlı bir namazın Önceki iki rek'atına: Şef-i Evvel; sonraki iki rek'atına da: Şef-i Sânî denilir.

ŞEF' kelimesi, cemi ve zam mânâsını da mutazam-mındır. Çünkü, bu kelime, anlam itibariyle, birşe-yin, diğer bir şeye zam ve ilâvesini göstermektedir.

ŞEFAAT kelimesi de şef kelimesinden türemiş­tir. Çünkü, şefaatle bir müzâharet meydana geliyor. Şefaat edenle, hakkında şefaat olunan kimse birleş­miş oluyor. Nitekim, Peygamber (S.A.V.)'in şefa­ati sayesinde günahkarlar âbidler zümresine zam edilmiş ve onlarla çift bulunmuş olacaktır.

Istılahta ŞÜF'A: Satılan veya ivaz şartıyle hibe edilen bir akan (veya bu hükümde olan bir malı), mügteriye veya mevhûbün lehe (= kendisine hibe edi­len şahsa) kaça mâl olmuşsa, o miktan vererek, müş­teriden veya satıcısından yahut kendisine bu şekilde hibe edilen şahıstan cebren alıp, temellük etmek de­mektir. Bu sebebten dolayı, şüf a sahibu, bu hakkı­nı kullanınca, şüf a ile aldığı mal', kendi mülküne zam etmiş olur.

ŞÜF'A: MeşftV olan bir malı temellük etmek anla­mında da kullanılır.

ŞEFİ' (= ŞÜF'ADAR): Satılan veya ivazla hibe edilen bir akarda şüf a hakkı bulunan (yani: O akara temellüke selâhiyeti olan) kimsedir.

Satılan bir akaAia hissesi bulunan veya kendisinin, satılan bu akara müteselsil bir akan olan kimse gibi...

MEŞFÛ': Satılmasından veya ivaz şartıyle hibe edilmesinden dolayı, kendisine şüf a hakkı taallûk eden akar demektir.

Meselâ: Satılan bir mülk dükkan hissesi, o dükkan­da hissesi bulunan kimse bakımından meşfû bir mülktür.

MEŞFÛ'UN BİH: Şefi"in şüf a hakkına nail ol­masına sebep olan mülk demektir.

Meselâ: Bir kısmı satılan mülk bir evde bulunup sa­tılmayan bir hisse-i şayia gibi... Bu hisse sebebiyle, sahibinin, —o satılan kısma karşı— şüfa hakkı mey­dana gelir.

TESLÎM-İ ŞÜF'A: Şüfa hakkını kullanmayıp, bundan feragat etmek; yapılan satış muamelesine razı oimak demektir.

Şüfa hakkı, Teslim-i Şüfa ile sakıt olur (= düşer; ortadan kalkar).

TALEB-İ MÜVÂSEBE = ŞÜF'A TALEP ET­MEK: Bir akarın satıldığını haber alan bir hisseda­rın veya halitin yahut câr-İ mülâsik'in, bu haberi aldığı mecliste, hemen şüfa talep ettiğine, delâlet eden bir söz söylemesi; mesela: "Ben, o akann şüf adarıyım." demesidir.

MÜVÂSEBE: Bir şeye hemen atılmak ve kalkışmak anlamına gelir.

Şûf a talebinin de derhal yapılması gerektiğinden, bu ismi almıştır.

CÂR-İ MÜLÂSİK: Bir akara, (mesela « Bir eve) muttasıl (= bitişik) bir akan, evi bulunan komşu de­mektir.

Bir akarın duvan altındaki yere ortak bulunan bir komşu ise, o akann kendisine ortak sayılarak, birin­ci derecede şüf adar olur. Çünkü, bir akann müşte­rek hissedarlan, o akara bitişik akarları bulunanlardan ehak (= daha haklı) olurlar. Ve şüfa hakkı, önce­likle bu hissedarlara ait olur. [19]

 

T

 

TAAM

Taam: Yenilen her şey. Met'âm: Tadılan, yenilen şey.  • Met'ûmât: Tadılan, yenilen şeyler. Taam'ın çoğulu efıme'dır.

TÂAT

Tâat: Emri tutmak, emre imtisal etmek demektir. İtaat, kelimesi de tâat anlamında kullanılır. Istılahta taât: Yapılmasından dolayı sevap bulunan ameldir.

İbâdette niyyet şart olduğu hâlde, tâatte niyyet şart değildir.

Kur'ân-ı Kerîm okumak ve Allahu Teâlâ'nm emir­lerini gönül isteği İle yerine getirmek birer tâattır.

TA'DİL: ADL Maddesine bakınız.

TAFÎH: Hakir olan; örf bakımından ehemmiyet­siz sayılan; başkaları tarafından alınması hususunda müsamaha gösterilen şey demektir. Yaş otlar, ağaç üzerindeki meyveler gibi...

TEFÂHET: Bir şeydeki kıymetsizlik, adîlik ve ehemmiyetsizlik demektir.

TAĞRİR: Aldatmak demektir.

GARR: Alfadan şahıs demektir.

MAĞRUR: Aldanan şahıs demektir.

GURUR ise: Bir kimsenin kendi kendine aldan­ması demektir.

TAHBÎS: VAKIF Maddesine bakınız.

TAHCİR: Arazinin etrafına, başkalan tarafından el konulmaması için taş ve saire koymak demektir.

TAHARET

Taharet: (Lügatte) temizlik, nezâfet demektir. Şer'an tehâret: Habeş ve necaset denilen maddeten pis şeylerin veya hades denilen şer'î manînin gide­rilmesi demektir. Tâhir: Temiz olan şey demektir. Temizleyici olan şeye de Tahûr veya Mutahhir denilir.

Tathîr ise temizlemek demektir. Tehâretler

1-) Tahâret-i Kübrâ (= Büyük temizlik)

2-) Tahâret-i suğrâ (= Küçük temizlik) diye ikiye aynlır.

Tahâret-i Suğrâ: Abdestsizlik hâlini gidermek için yapılan temizlik demektir. Abdest almak gibi... Tahâret-i Kübrâ: Cünüplük, hayız ve nifas hâlle­rinden çıkmak jf in, ağza ve buma su verip bütün vü­cûdu da yıkamak suretiyle yapılan temizlik demektir. Bilindiği gibi buna gusül, iğtisal (= boy abdest') denir.

TAHKİM: Bir da'vâ için hakem tâyin etmek; ya­ni: Bir da'vâ habnda hüküm vermek için bir şahsı tefvîz etmek (= yetkili kılmak, görevlendirmek) de­mektir.

Bir da'vâcı ile da'vâlıiun, aralanndaki da'vâyı hail ve fasl etmesi için, kendi rızâları İle, bir şahsı hâ­kim ittihaz etmeleri bir TAKÎM'dır.

Tarafların nzâsı İle da'vâyı halletmeye yetkili kı­lınan zât'a HAKEM ve MUHAKKEM denir.

Bir da'vâ için, birden çok şahıs hakem tâyin edi­lebilir.

TAHKİM Bİ'L-MEKÂN: Bazı hâdiseler hakkın­da, bu hâdisenin vuku bulmuş olduğu mekânın, hü­küm vesilesi olarak kabul edilmesi demektir.

TAHKÎM-İ DELÂLETÎ'L-HÂL: Bazı hususlar da, hâlin hakem ittihaz edilmesi demektir.

TAHKÎM-İ HÂL: Hâl-i hazin hakem kılmak de­mektir. Ve bu istishab kabiiindendir.

TENFIZ: Bir hâkimin vermiş bulunduğu bir hük­mü, diğer bir hâkimin istinâfen vâki olan tekkiki ne­ticesinde usûlüne uygun bulunarak tasdik etmesi demektir.

İSTİNAF Maddesine bakınız.

TAHKÎM-İ HÂL: Hâl-i hazin (= içinde bulunu­lan hâli) hakem kılmak demektir.

Bir da'vâda, murafaa esnasında mevcut olup, İki ta­raftan birinin lehine şehâdet ve delâlet eden hâl-i ha­zin hakem kılarak, ona göre hüküm vermektir. Bu, istishab kabiiindendir. Bir şeyin bu günkü hâline bakarak, onun, mazide de bu hâl üzerine olduğuna hükmedilmesi gibi...

TAHLİF

TAHLİF: Bir da'vâda, da'v.lcı ile da'vâlıdan bi­rine yemin vermek, yemin ettirmek demektir.

HALF: Yemin; yemin etme, and içme demektir. HALİF de aynı anlamdadır.

HAIF: Yemin eden, and içen kimse demektir.

MAHLÛFÜN ALEYH: Üzerine yemin edilen şey demektir.

ÎSTÎHLAF: Yemin ettirmek; birinin yemin etme­lini İstemek anlamındadır.

TAHLİL: Hürmet-i galîzayı ortadan kaldırarak; önceki koca için, nikâhı yenilemenin helâl olmasına vesile olan bir muameledir. Buna HÜLLE de denir.

TAHLİYE: Boşaltmak; halâs etmek (= kurtarmak); bir şeyi kabz etmek (= elde etmek, ele almak) için imkân vermek, yani: Kabza mâni olan şeyleri izâle ederek (= ortadan kaldırarak), kabzı (= elde etmeyi, ele almayı) mümkün kılacak bir durumda bu­lundurmak demektir.

TAHRÎC: Lügatte: Çıkarmak demektir. Istılahta TAHRÎC: Müctehidlerin; istinâd ettikleri naslara, kaidelere, asıllara uygun olarak, şer'î hü­kümleri çıkarmaları demektir.

Şöyle ki: Bir fikhî mezhebe tâbi olup, o mezhebin imamının istinâd ettiği naslar ile illetlere ve sebep­lere muttali olarak, o mezhepte tasrîh edilmemiş (= açıklığa kavuşturulmamış) bulunan herhangi bir mes'-elenin hükmünü, o mezhep dâhilinde istihraç ve tâ­yin eden zâta MÜHARRİC ve SAHİB-İ TAHRÎC denildiği gibi; bu şekilde hüküm çıkarmaya da TAH­RÎC denir.

TAHRÎR-İ RAKABE: Bir köleyi veya bir cari­yeyi azâd edip, hürriyete kavuşturmak demektir. Bu kelime genellikle, sırf Allah rızası için vuku bu­lan azâd edişler için kullanılır.

TAHRİR lafzı, aslında tahlis (= kurtarma, halâsa erdirme) anlamını ifâde eder. Bir memiûkü esaretten kurtarmak, onda hürriyeti isbât edeceği için, buna da tahrîr denilmiştir.

MTAHSIS: Âm olan bir sözü, mütenâvil olduğu ferd-lerden bazılarına —hakikaten veya hükmen muttasıl olan müstakil bir kelâm ile —hasretmektir ki bu, beyân-i tağyir kabiiindendir. Meselâ: "Namaz, her müslümana farzdır; baliğ ol­mayan mûslümanlara farz değildir." denildiğinde bu farziyet, yalnız baliğ olan mûslümanlara hasredilmiş olur.

TAHT-I KAZA: Kaza Maddesine bakınız.

TAKDİRΠ HAYAT:   HAYAT  Maddesine bakınız.

TAKDİRÎ ÖLÜM: MEVT Maddesine bakınız.

TAKLİT: Başkasının fiil ve hareketlerine tâbi ol­mak demektir.

Istılahta TAKLİT: Bir zâta uymanın vücûbu için bir delil bulunmadığı hâlde, sadece nıühîk (= haklı) ol­duğuna inanarak, ona intisap etmek ve tâbi olmak de­mektir.

Meselâ: Belirli bir müctehİde tâbi olmanın vücûbu için bir delil yoktur. Fakat, müslüma.. fertler, ictihâda hakkıyie muvaffak olan islâm âlimerinden her­hangi birine, —onun içtihadında muhik görerek tabî olabilir. Ve bu, meşru' bir taklittir.

MUKALLİD: Bir kimseyi taklit eden şahıs demektir.

TAKSİT Bir borcu, birden fazla ve belirli vakit­lerde, parça parça ödemek demetir.

Tekâsit, taksitler demektir.

TAKRÎRÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine bakınız.

TAKYÎD: Bir tasarrufu, bir akdin aslını, şart edatı olmaksızın, bir kayda bağlamaktır.

Takyid edilen şeye MEŞRUT, MÜKAYYED Bİ'Ş-ŞART denildiği gibi, o kayda da ŞART denir. Bu şart, "üzere" veya "şaıtıyle" lafızlanyle ifâde olunur.

Meselâ: "Bu malı, şu şeyi rehin vermek üzere sat­tım." denilmesi gibi..

TALÂK

TALÂK: Lügatte boşanmak, hissî veya manevî bir bağdan, kayıttan kurtulmak mânâsına gelir.

Bu kelime hem mastar, hem de -tatlîk mânâsında— isim olarak kullanılır.

Istılahta TALÂK: Nikâh akdini, özel lafzı İle, o an­da veya fi'I-meâl ref ve izâle etmek demektir. Bu tariften anlaşıldığı gibi talâklar

1-) Talâk-ı Ric'î

2-) Talâk-ı Baîn kısımlanna ayrılır.

TATLÎK: Bir kimsenin, kansını boşaması; ara­daki zevciyyet bağını, usûlü dairesinde izâle etmesi (= ortadan kaldırması) demektir.

TALÂK-1 RİC'Î: Zevceye tekarriipten (= erke­ğin, karısına yaklaşmasıdan) sonra vâki olup, sarâ-heten veya işareten, üç talâka delâlet etmeyen yahut bir ivaze mükarin olmayan ve beynîmete delâlet edici bir vasıfla mevsûf ve bir şeye teşbih edilmiş bulun­mayan talâktır.

Bu talâk sarih lafızlarla vâki olabileceği gibi, —talâkı ric'îyi gerektiren— kinaye lafızlarla da vâki olur.

RİCAT = RÜCÛ' Lügatte: Bir şeyi reddetmek; geri dönmek ve döndürmek anlamlarını ifâde eder. Nikâh ıstılahında RİCAT = RÜCÛ' Talâk-ı ric'î-den sonra, İddet içinde, henüz baki olan nikâhı, kav-len veya fiilen istidâne etmek (= devam ettirmeyi arzu etmek) demektir ki, bu durumda zevciyyet ra-

bıtası (= kan-kocalık bağı) ibkâ ve idâme edilmiş (= yerinde bırakılmış ve devam ettirilmiş) olur.

RİCAT-İ KAVLİYYE: Husûsî lafızlardan biri ile yapılan rücû'dur.

Bu lafızlar, sarih lafız veya kinaye olabilir. "Sana müracaat ettim." veya' 'Sen, benim zevcenisin.'' de­nilmesi gibi....

RİC'AT-İ FİİLİYYE: Hanefî mezhebine göre, hürmet-i mûsâharayı icabeden fiillerden biri ile vuku' bulan rücû'dur. Talâk-ı ric'îden sonra, iddet içinde vuku bulacak yakınlaşma veya şehvetle kucaklama sarılma gibi...

TALÂK-I BÂİN: Zevceye tekarrübden (= hanı­ma yaklaşmadan) önce vâki olan; veya tekarrübten sonra, beynûneti (= ayrılmayı) ifade eden kinâî bir lafız ile îkâ edilen; yahut sarih bir lafızla yapıldığı hâlde sarahaten veya işareten üç adedine veya bir kar­şılığa mükârin bulunan yahut beynûnete delâlet eden bir vasıf ile tavsif veya bîr şeye teşbih olunan talâktır. BÂİN beynûnet kökünden türemiş bir isimdir ve (fir­kat gibi) aynlmak manasınadır.

BEYNÛNET-İ SUĞRÂ: Bir veya iki tâ!âk-i bâin ile meydana gelen aynhktır.

BEYNÎJNET-İ KÜBRÂ: Üç talâk ile meydana ge­len ayrılık demektir. Buna BEYNÛNET-İ KAT'İY-YE de denir.

İBÂNE: Bâin olarak yapılan tatlîk (= boşama) de­mektir.

MÜBÂNE: Talâk-ı bâin ile boşanılmış bulunan kadın..

TALÂK-I SÜNNÎ

TALÂK-I SÜNNÎ: İtabı gerektirmeyecek bir şekil­de vuku bulan talâk demektir. Talâk-ı Sünnî iki kısma ayrılır: 1-) SÜNNÎ-İ HASEN: Medhûlün bihâ olan kanyı, esnasında tekarrüp vuku bulmamış olan bir tuhr (= temizlik) hâlinde, bir ric'î talâk ile boşamak ve id-detin sonuna kadar tuhr hâllerine (Adetten kesilmiş bir kadın İse aylara) tevzi ederek birer defa daha bo­şamaktır. Böylece, üç talâk, müteferrikan tamamlan­mış olur.

Cariyeler hakkında, bu şekilde yapılan iki talâk da aynı hükümdedir.

2-) SÜNNÎ-İ AHSEN: Medhûlün bihâ olan bir kanyı, içinde mükârenet bulunmayan bir tuhr (= te­mizlik) hâlinde, bir ric'î talâk ile boşamaktır. Bu durumda, kadının iddeti sona erinceye kadar, bir daha tatlik edilmiş (= boşanmış) olmaz.

TALÂK-I BİD'Î: İtabı gerektirecek şekilde yapı­lan talâktır. Bu talâk, kanyı, ya hayız hâlinde veya kendisine mükârenet vuku bulmuş olan bir tuhr (= (emizlik) hâli İçinde, birden fazla olmak üzere boşa­mak demektir.

Bir tuhr (= temiz olma hâli) içinde, defaten veya müteferrikan (= bir defada veya ayn ayrı) birden ziyâde yapılan talâklar bu kabildendir. Bid'î talâklar da, —mezmum ve menhî (= kötü gö­rülmüş ve yasaklanmış) olmakla beraber— vâkidir; vuku bulur, gerçekleşir.

TALÂK-I SARİH: Sarih lafızlarla yapılan talâk demektir. Bunun vâki olması için, niyet etmiş olmak gerekli değildir. Bu talâk ric'î de olsa, bain de olsa, hüküm böyledir.

TALÂK-I Bİ'L-KİNÂYE: Kinaye ifâde eden ta­birlerden biri ile yapılan talâktır.

SARİH TALAK LAFIZLARI: Sadece kan bo­şamakta kullanılan lafızlar demektir ki, bunlar: Bo­şamak ve tatlik etmek gibi lafızlardır.

ELFAZ-I KİNÂE-İ TALÂK: Talâka mevzu oI-: madiği hâlde, hem talâkta kullanılan hem de başka mânâlara gelmesi muhtemel olan lafızlar demektir. Bırakmak, terketmek gibi...

TALÂK-I MÜNECCEZ^ir şeye ta'lik ve İzafe edilmeden, hemen uygulanan talâk demektir.

TALÂK-I MUALLAK: Bir şeye ta'lik suretiyle (bir şarta bağlanarak) yapılan talâktır. "Şu işi yapar­san, boş ol." denilmiş olması gibi .

Buna, YEMİN Bİ'T-TALÂK da denjr.

TALÂK-I MUZAF: Bir zamana izâf edilen talâk'-ür. "Yarından sonra, boşuyacağım." denilmesi gibi.

TALÂK-I FÂR: Bir kimsenin, maraz-ı mevtinde (= Ölümle biten hastalığında) yapmış olduğu talâk­tır, Boşayan şahıs, böyle yapmakla, karısının mirastan pay almasından kaçınması gayesini ortaya koymuş olur.

TALÂK-I FUZÛLÎ: Asil veya vekil olmayan bir şahsın yaptığı talâktır.

Meselâ; "Felânm zevcesi boş olsun" denilmesi gibi...

TALÂK ALÂ MÂL: Bir mal karşılığında yapı­lan boşama demektir.

TEFVİZ-İ TALÂK: Kocanın, talâkı, karısına tem­lik ve havale etmesi veya talâkı elçisine yahut veki­line veya karısının velisine tevdi etmesidir.

Tef vîz-i Talâk üç kısma ayrılır:

1-) TEFVİZ-İ MUTLAK: Bir vakitle kayıtlı bulun­mayan tefvizdir. Bir kocanın, karısına hitaben: "Nef­sini tatlik et." demesi gibi...

2-) TEFVİZ-İ MUKAYYED: Bir zaman ile kayda bağlanmış olan tefvizdir. Bir kocanın, karısına: "Nef­sini, yann boşa." demesi gibi...

3-) TEFVÎZ-İ ÂM: Bütün vakitleri içine alan bir za­man zarfına mükarin olarak yapılan tefvizdir. Bir ko­canın, karısına: "Ne zaman istersen nefsini boşa." demesi gibi...

TEBENNİ

TEBENNI: Nesebi başkasından sabit olan bir çocu­ğu, bir kimsenin evlâd edinmesi demektir. Evlad edinilen çocuğa MÜTEBENNÂ veya DEIY denir.

Evlâd edinen şahsa ise MİİTEBENNÎ denir. ! Taleb-i Miivâsebe: ŞüPa Madesine bakınız.

TALÎA: Casus. Düşmanın hâl ve durumunu öğ­renip, mensup olduğu tarafı haberdar etmek üzere gönderilen veya bir görevi kendiliğinden yapan kimse demektir.

PİTAIİK: Bir cümlenin mazmununun husulünü, diğer bir cümlenin mazmûnnun husulüne şartedâh ile rabdetmektir.

Meselâ: Bir kimse, kölesine; "Filan işi yaparsan azâd ol." dediğinde, azâd olmanın meydana gelmesini, o işin yapılmasına bağlamış olur. O iş yapılınca azâd keyfiyeti meydana gelmiş olur. Buna ŞART-I TA'LİKÎ de denir.

TAIJK: Sebili tahliye edilmiş (serbest bırakılmış) esir demektir.

Talîk'in cem'i TÜLEKÂ'dır.

TARÂRİYYET: Yankesicilik demektir.

TARRAR: Yankesici yani, uyanık bir kimsenin     , korumak istediği bir malını bu şahsın gafletinden istifâde ederek ve bir hiyle ile çalan şahıs demektir. Yankesici de, hırsız hükmündedir.

TASJK

TARÎK: Yol.

TARÎK-I ÂM: Geniş yol, cadde. Herkesin gidip gelmekte olduğu yol. Buna nafiz yol denir. Gayr-i nafiz tarîk, çıkmaz yol demektir.

TARÎK-İ HÂS: Bir veya bir kaç eve mahsus çık­maz sokak veya mahdüd kimselerin mülkünde bulu­nan yol demektir. Bu da nafiz veya gayr-i nafiz tarîk olmak üzere iki kısma ayrılır.

KUTTÂ-İ TARÎK: Yol kesen haydud.

ÛLÂ Bİ'T- TARÎK: En iyi, en âlâ yol.

TARİKAT: Allahu Teâlâ'ya ulaşmak arzusu ile tutulan yol. Tasavvufî meslek.

TAKIYK-IHAS: Belirli kimselerin mülkü olan müşterek sokak demektir. Bazı çıkmaz sokaklar, tanyk-ı hâs kâbilindendir.

TASARRVF-I MÜLLÂK: Bir şey hakkında, meşru' ve nafiz bir şekilde, asaleten vâki olan tasar­ruf demektir.

Bir kimsenin, sahibi bulunduğu evini tamir etmesi; arazisini ekip-biçmesi; vasıtasına binmesi; elbisesi­ni giymesi gibi....

TA'SÎB: ASABE Maddesine bakınız.

TATA VW': Farz ve vacip olmadığı hâlde, fazla sevap kazanmak için, naile olarak yapılan ibâdetle­re TATAVVU' veya NAFİLE denir.

TAVAF: Ka'be-i Muazzama'mn etrafım, usûlüne uygun olarak 7 defa dolaşmaktır. Bu dolaşmalardan (= devirlerden) her birine ŞAVT denilir.

METAF: Ka'be'nin etrafındaki, —tavaf işinin yapıldığı— yer demektir.

TAVAF NAMAZI: -İster farz, ister vacip, ister sünnet, ister nafile olsun— bütün tavaflardan sonra, iki rek'at kılmak vaciptir.

Tavaf namazı, —kerahet vakti olmadıkça tavaftan he­men sora, hemen kılınır. Efdâl olan budur. Ancak, daha sonra, —hatta memlekete döndükten sora— kılmakla da, bu vâcib edâ edilmiş olur; an­cak, böyle yapmak mekruhtur.

Tavaf namazının Makâm-i İbrahim'in arkasında kı­lınması müstehaptır. Burada kılmak mümkün olmaz­sa, Hıcr'de Altın oluğun altında veya Hıcr'in her hangi bir yerinde yahut Mescid-İ Haram'ın münâsip bir yerinde kılınır.

Tavaf namazı bu saydığımız yerlerde küınamamış-sa, Harem Bölgesi içinde kılınır. Harem sınırlan dı­şında kılınması uygun olmaz.

İhram namazında olduğu gibi, bu namazın ilk rek'atinde de Fâtihâ'dan sonra Kâfirun; ikinci rek'atinde de Ihlâs sûrelerinin okunması efdâldir.

TAVAF'JN NEVİLER:

Tavafın yedi nev'i vardır.

1-) KUDÜM TAVAFI: Bu, Mekke-i Mükerreme'ye geliş tavafı demektir.

Ve bu tavafı, ifrad veya Kıran haccı yapan afakîler yaparlar.

Sadece umre veya temettü haccı yapanlar ile mîkat sınırları İçerisinde bulunanlar kudüm tavafı yapa­mazlar.

2-) ZİYARET TAVAFI: Buna İFÂZA TAVAFI da denir.

Hac'da farz olan tavaf, bu tavaftır. Ve, ziyaret tavafı, Arafat vakfesinden sonra yapılır.

3-) VEDA TAVAFI: Buna SADER TAVAFI da denir.

Mîkat sınırları dışından gelen hacıların, ziyaret ta­vafından sonra ve Mekke'den ayrılırken yaptıkları tavaftır.

4-) UMRE'TAVAFI: Sadece umre yapmak üzere Mekke'ye gelenler ile Temettü' veya Kıran haccı ya­panların Mekke'ye geldikleri zaman yapacaktan ta­vaftır.

Bu tavaftan sonra umre'nin sa'yi yapılacağı için, bu tavafta ıztıba ve ilk üç şavtta remel de yapılır.

5-) NEZİR (= ADAK) TAVAFI: Herhangi bir se­beple, Ka'be'j* tavaf etmeyi adamış bulunan bir kim­senin bu adağını yerine getirmesi vaciptir. Nezredilen bir tavaf için, bir zaman belirlenmişse, tayin edilen bu zamanda; bir zaman belirlenmemiş­se istenilen zamanda, tavaf yapılarak adak yerine ge­tirilmiş olur.

6-) TAHTYYETÜ'L-MESCİD TAVAFI: Mescid-i Haram'a her girilişinde, tahiyyetü'l-mescid nama­zı yerine, hürmet ve Ka'be'yi selâmlamak kasdı ile yapılan nafile tavaftır. Tahiyyetü'l-Mescid Tavafı müstehaptır.

7-) NAFİLE TAVAF: Bir kimsenin Mekke'de bu­lunduğu süre içinde, —hacla ilgili olarak yapılması gereken tavaflar dışında— fırsat buldukça ve arzu et­tikçe yaptığı tavaftır.

Afakîlerin nafile (= tatavvu') tavaf yapmaları, Mescid-i Haram'da nafile namaz kılmalarından ef-dâldir. Hac Mevsiminin dışında, Mekkelİler için de hüküm böyledir.

—Diğer ibâdetlerde olduğu gibi— niyyet edilip baş­lanılmış bulunulan nafile bir tavafın bitirilmesi vâ-, cip olur.•  TAVAFTA ŞAVT: ŞAVT Maddesine batanız.

T A VAR

TA'ZİR: Çok anlamlı bir kelimedir.

Lügatte TA'ZİR: Men, red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tutmak anlamlarına geldiği gibi tasarruf, iane, takviye, tevkir ve ta'zîm mânâlarını da ifâde eder. islâm Hukku ıstılahına göre İse, TA'ZÎR: Hakkın­da muayyen bir ukubet (= belirli bir ceza), şer'i bir hadd bulunmayan cürümlerden dolayı tertip ve tat­bik edilecek olan te'dîb ve cezadan ibarettir.

TA'ZÎR-İ EŞRÂFİ'L-EŞRÂF: Ulemâ ve şürefâ (= âlimler ve şerefli kişiler) hakkında uygulanacak ta'zirdir ki, bu uygulama mücerred i'lâm suretiyle yapılır

TA'ZİRÜ'L-EŞRÂF: Emirler, yüksek tacirler ve köyün ileri gelenleri gibi şerefli kimseler hakkında­ki ta'zirdir ki, bi'1-vâsıta i'lâm suretiyle veya mah­kemeye celbederek bi'1-müvâcehe ihtar suretiyle uygulanır.

TA'ZÎR-İ EVSÂT: İçtimaî mevkileri orta hâlde bulunan kimseler hakkındaki ta'zirdir ki, bu ta'zir-hem mahkemeye celp ile İhtar suretiyle; hem de hap­setmek ve dövmek suretinde uygulanabilir.

TA'ZİR-İ AHİSSA: İçtimâi vaziyetleri düşkün, sefil sayılan kimseler hakkındaki ta'zirdir ki, hem mahkemeye celbederek ihtar süreliyle, hem de haps ve darb suretiyle uygulanabilir.

TE'DÎBEN TA'ZÎR: Âkil olduğu hâlde, henüz mükellefiyet çağında bulunmayan bir çocuğun, yap­tığı bir cürümden dolayı hakkında te'dîb ve tehzîb maksadıyla uygulanan ta'zirdir.

TE'DÎB: Hafif bir ceza ile ıslâh ve terbiye etmek demektir.

TAZLİM: ZULÜM Maddesine batanız.

MlTAZMIN: Bir kimseyi ilzamla borçlu etmek ve bir şeyi garâmeten ödemek; sebep olunan, zarar ve ziyanı ödemek gibi mânâlara gelir.

TAZAMMUN: Tazmini kabul etmek; kefil olmak; taahhüt etmek gibi anlamlara gelen bu kelime, ayrı­ca: Bir şeye şamil olmak, içine almak, ihtiva etmek mânâlarını da ifâde eder.

ZIMN: Bİr şeyin İçi, iç taraf ve açıkça soylenme-yip, dolayısıyle anlatılmak istenilen söz; maksat istek.

TEADDÎ: Zulmetme, adaletsizlik; saldırma; öte­ye geçme; geçme; örf, âdet ve kanunların sınırını aşma.

MiTEADDÜD: Birden çok olma; çoğalma; sayısı artma.

M'TEADDVD-VZEVCÂT: Bir kimsenin, nikâhı al­tında, birden çok kadın bulundurması demektir. İs-lâmiyete göre, çok evliliğin yani, nikâhı altında fazla kadın bulundurmanın azamî haddi dörttür.

TEAHHUD: Bİr işi üzerine alma, yapılması için söz verme. Bir işin yapılması için resmi olarak sözleşme.

'TEALLÛK; Asılı (ilgili, ilişik) olma; asılma, İli­şiği, ilgisi, alâkası olma. Ait olma. Sevme.

TEALLUKÂT: Akraba ve hısımlar.

TEAMÜL; Bir şeyin ziyade istimal olunması (= çok kullanılması) demektir. Başka bir deyişle TEAMÜL: Bir şey hakkındaki mu­amelenin mûtad bulunması demektir. Bir tek kimsenin istimaliyle teamül vücûda gelmez.

TEAMÜL: Bir işin oluşu; öteden beri olagelen mu­amele. Örf, âdet.

TEÂMÜL-İ KADÎM; Eskiden beri yapılageldiği için, kanun gibi sağlamlaşan bir usûl

TEBÂYÜN:   NİSEB-İ  A'DÂT  Maddesine bakınız.

TEBENNÎ: Nesebi başkasından sabit olan bir ço­cuğu, evlâd edinmek demektir.

MÜTEBENNÎ: Evlâd edinen şahıs demektir.

MÜTEBENNÂ: (= Dey): Evlâd edilmen çocuk demektir.

TEBZİR: Bir şeye, harcanması uygun olmayan bir yere harcamak; har vurup, harman savurmak de­mektir.

MÜBEZZİR: Lüzumsuz harcamada bulunan; har vurup harman savuran kimse demektir.

MÜBEZZİRÎN : Mübezzirler demektir.

TECHÎZ'TEKFİN Ölüyü kefenlemek ve defnet­mekle ilgili işler.

Terike üzerindeki ilk hak, murisin teçhiz ve tekfin masraflarıdır.

TECİL-İ DEYN: Deyn Maddesine bakınız.

TECZİYE: Ceza Maddesine bakınız.

TEDAHÜL:   NİSEB-İ  A'DÂT  Maddesine bakınız.

TEDÂHÜL-İİDDETEYN; İdûtt beklemekte ol­duğu halde, bir şübheye binâen kendisine cima edi­len bir kadın hakkında, yeniden lazım gelen iddetin, önceki iddetle karışması demektir.

TEDBÎR; Bir azâd etme şeklidir. Efendi, azâd ol­ma işinin vukuunu, kendisinin vefat etmesi şartına bağlamış olunca, bu azâd ediş şekline TEDBİR denir. Aslında TEDBÎR: İşlerin âkibetlerini düşünerek, icâ­bına göre harekette bulunmak demektir. Bu münâ­sebetle, bir kimsenin âhirette mesûbata nail olmak için hayatının sona ermesi şartına bağlı olarak yap­mış olduğu ı'taka (= azâd etmeye) de TEDBÎR de­nilmiştir.

TEDBÎR-İ MUTLAK: Alelı Hak, efendinin ölü­müne bağlanmış olan tedbîrdir.

Bir efendinin, kölesine; "Ben, Öldüğüm zaman, sen hürsün." demesi gibi...

TEDBÎR-İ MUALLAK: Bir şarta bağlanmış olan tedbîrdir.

Bir kimsenin, memlûküne: "Şen, şu işi yaparsan mü-debbersin." demesi gibi...

TEDBÎR-İ MUKAYYED: Efendinin, bir vasıf ile ölmesi kaydına bağlanmış olan tedbîrdir.

Bir efendinin, kölesine: "Ben bu hastalığımdan ölür­sem, sen hürsün." demesi gibi..

TEDBÎR- MUZAF: Bir vaktin girmesine veya çik-' masına izafe edilen tedbirdir.Bir efendinin kölesi­ne:   "Sen   gelecek   ayın  başından   itibaran müdebbersin." demesi gibi.

TEFLÎS: İflas Maddesine bakınız.

TEGRÎB: Nefy Maddesine bakınız.

TEBALLVL: Hac veya umre için ihrama girmiş bulunan bir kimsenin ihramdan çıkması demektir. Hac veya umre için ihrama giren kimse, belirli me-nâsiki edâ ettikten sonra, tıraş olarak ihramdan çıkar. Belirli menâsik tamamlanılıp, tıraş olunmadıkça ih­ramdan çıkılmaz.

TEHARÜC: Vârislerden birinin veya bir kaçının, terikeden belirli bir miktarda mâl alarak mirastan çe­kilmesi için, diğer vârisler ile sulh olması demektir.

TEHÂLÜF: Hâkimin, iki tarafa da yemin verme­si yani, hem da'vâcının, hem de da'vâlının yemin et­mesi demektir.

TEHÂLÜF kelimesi, ahidleşmek, teahhüdde bu­lunmak anlamına da gelir.

HALİF: Yemin ederek, birbiri ile sözleşen şahıs­lardan her biri anlamına gelir.

Bu kelime yardımcı mânâsında da kullanılır.

TEHLİL;' 'Lâ ilahe illaliahü vahdehû lâ şerike leh, lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve nüve alâ külli şey'in kadîr. (= Allah'tan başka ilâh yoktur, O birdir, eşi - ortağı yoktur. Mülk O'nun ve hamd O'nun için­dir. Ve O, her şeye kadirdir.)" demektir.

TEKÂBBÜL: Kabul etmek; bir işi teahhüd ve il­tizam eylemek demektir. Bir evin yapılmasını, bir elbisenin dikilmesini, bir kimsenin deruhte etmesi, üzerine alması demektir.

TEKADDİMt Meydana gelmesi düşünülebilen bir zararın def ve izâlesi için, ilgililere, Önceden yapı­lan tavsiye ve uyarma demektir.

TEKÂDVM-İ AHD: Bir hâdiseden sonra, takibat yapılmadan, belirli bir vaktin geçmesi ve müruru za­man vâki olması demektir.

TEKÂRÜZ: Karz Maddesine bakınız.

TEKBİR:''Allahü Ekber, Allahü Ekber, lâ ilahe ülallâhü VaUahü Ekber, Allahü Ekber ve lillahi'l-hamd. {= Allah en büyük, Allah en büyük, Allah'­tan başka ilâh yok ve Allah en büyük, Allah'ın en büyük ve hamd O'nâ mahsustur.)" demektir.

TEKBÎR: (Namaz'da): "Aliahu Ekber" de­mektir.

TEKFÎR-İ ZÜNÛB: Keffâret Maddesine hakiniz.

TELBIYE

TELBİYE: "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk, lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk, inne'l-hamâe ve'n-ni'mete leke ve'1-mülk, lâ şerike lek." demektir.

Telbiye, ihramlı olarak ve yüksek sesle yapılır. Ka­dınlar ise, seslerini yükseltmezler.

TELKÎN-İ RÜCÛ: Zina fiilini işlediğini ikrar eden bir şahsa, hâkim tarafından: "Belki aranızda bir ni­kâh var idi." veya: "Bir hâdise, bir şüpheye mebuî vuku' bulmuş olmasın." yahut: "Bir rüya görmüş olmayasın." gibi bir şekilde yapılan, ikrardan dön­me telkîmidir.

TEKLİF

Teklif: (Lügatte) Bir kimseye, meşakkatli bir şeyi emir ve ilzam etmek demektir. Istılahta teklif: İslâm şeriatinin, ehliyet ve selâhiyet sahibi olan insanlara, bir takım şeyleri yapmalarını, bir takım şeyleri de terk etmelerini emir ve ilzam bu­yurması demektir.

Bu emirlerle dinen me'mur ve muvazzaf olan şahsa Mükellef denir.

Mükellefin çoğulu Mükellefindir. İnsanlar ehliyeti ve kudretleri nisbetinde mükellef olurlar.

Mükellef olmak İçin,

a-) Âkil (= akıllı)

b-) Baliğ (= bulûğa ermiş) bulunmak gerekir. Akil ve baliğ olan kimsenin ehliyeti tam olacağın­dan, dini emirlerle mükellefiyeti de o nisbette tam olur.

TEHASÜL : NİSEB-İ A'DÂT: Maddesine bakınız.

TE'MÎN = İ'TİMÂN: Bir kimseyi bir şey üzeri­ne emin kılmak demektir. TE'MİN kelimesi: Birisine emân vermek, bir şahsı emn ve emân kılmak; bir şahsa güvenlik hissi ver­mek; sağlamlaştırmak; elde etmek gibimânâlara da gelir.

EMÂN Maddesine de bakınız.

TEMETTÜ4 HACCI: HAC Maddesine bakınız.

TENAKUZ: Lügatte: Tedâfü (= itişme, kakışma; birbirini defetme) anlamında kullanılır. Istılahta TENAKUZ: Bir hakkı da'vâ eden bir şa­hıstan, kendi iddiasına aykırı, o iddiasının bâtıl ol­masını gerektiren bir söz veya bir davranış yahut sükûtun zuhur etmesi demektir.

Meselâ:

Bir kimse: "Bu mal benimdir." dedikten sonra: "Bu mal filânındır" derse veya bir mal satın aldığı hâl­de, dönüp: "Bu mal, zâten benimdir." diyerek mül­kiyet İddiasında bulunursa; yahut, bir malın satıldığını gördüğü hâlde, susup; daha sonra: "Bu mal benimdir'' diye müşteriden da'vâ ederse, tenakuzda bulunmuş olur.

TENÂZU BVL-EYDÎ: Müteaddid kimselerden her birinin, "bir mala, kendisinin vâziu'1-yed olduğunu" iddia ederek, bu hususta münazarada bu­lunmaları demektir.

M'TENEKKÛH: Nikahlamak; evlenmek; karı-koca olmak.

MiTENFÎL: Bir vel|iyyü'l-emrin veya emîrin, gör­düğü lüzum üzerine; fazla bir sehim, bir atiyye ve­ya muayyen bir para vermek üzere, mücâhidleri savaşa tergîb ve teşvikte bulunması demektir. Bu şekilde gazilere tahsis edilen ve verilen mallara da ENFÂL denir. NEFL kelimesi ise, enfâl'in tekilidir.

TENFÎL-İ HÂS: Veliyyü'1-emr tarafından, har­be tergîb ve teşvik için, bir kısım gazilere, fazla se­him veya bazı şeyler tahsis etmek ve vermek demektir.

TENFÎL-İ ÂM: Bütün gazilere karşı vuku bulan tenfîl demektir.

TEN'İM: HAREM BÖLGESİ Maddesine bakınız.

MiTERAHI: Emredilen bir şeyin, hemen edâ edil­mesinin gerekmemesi, daha sonra yapılmasının da kifayet etmesi demektir.

MlKKCÎH: Vasıf bakımından birbirine mümasil olan iki delilden birinin, diğerine fazl ve rüchânını (= üs­tünlüğünü ve tercih edileceğini) isbât etmek demektir.

Bu şekilde mütemâsfl (= birbirine benzeyen) de­lillerden birini, diğerine tercih etmeye muktedir olan zâtlara ASHÂR-1 TERCİH denir.

TERHİN: Rehin Maddesine bakınız.

TERMİM

TERMİM: Meremmet etmek, yani: Ta'mir ve ıs­lahta bulunmak demektir.

Terinim iki kısımdır:

1-) MEREMMET-İ MÜSTEHLEKE: Binalardan ayrılıp alınması kabil olan ta'mir ve ıslâhlardır. Bo­ya, sıva gibi...

2-) MEREMMET-İ GAYR-İ MÜSTEHLEKE: Bi­nalardan ayrılıp alınması kabil bulunmayan tamir ve onarımlardır. Bir binaya yeniden İlâve edilen bina, camekânlar, takılan camlar, avluya döşenen mermer­ler gibi...

MTERİKE: Lügatte: Terk lafzından alınmış oluh, metruk (= terk edilmiş, geride bırakılmış) olan şey manasınadır.

Istılahta TERİKE: "Ölen bir kimsenin, kendisi­ne ait olmak üzere terk etmiş olduğu mal" demektir. Dolayısiyle, Ölen bir şahsın yanında, emânet olarak bulunan şey, onun terikesinden sayılmaz.

TEREKE: Aslı TERİKE olan bu kelime, zaman­la TEREKE şeklinde de kullanılmaya başlanılmıştır.

TESAFFÜH-İ CEYŞ: Mücâhidler (askerler) için zararlı olacak şahıslardan, ordunun tasfiye edilmesi demektir.

TESÂMÜ

TESAMU: Lügatte: Başkasından işitip nakletme; başkasından işitilip nakledilen şeyler demektir. Istılahta TESÂMÜ' İştihar yani şöhret bulma, meş­hur olma anlamına gelir. Şöhret de iki nevidir:

1-) ŞÖHRET-İ HAKÎKİYYE: Tevatür yolu İle hâsıl olan şöhret

2-) ŞÖHRET-İ HÜKMİYYE: İki âdil erkeğin ve­ya âdil bir erkek İle âdil İlci kadının şehâdet lafzı ile haber vermeleri neticesinde meydana gelen şöhret de­mektir.

TESBÎL: Hakk-i Mesîl Maddesine bakınız.

TESEBBVBEN CERH: Bir kimsenin yaralanma­sına sebep olmak; yani: Âdete göre, bir insanın ya­ralanmasına sebep olan bir fiili işlemek demektir. Herkesin gelip geçmesine açık olan bir yolda, mü­sâade alınmadan kazılan bir kuyuya, bir şahsın dü­şüp yaralanması gibi...

TESEBBVBENİTLAF: Bir şeyin telef olmasına sebep olmak demektir. Yâni, bir şeyde, başka bir şe­yin, cereyan ettiği âdet üzerine telefine sebep olan birisi vücuda getirmektir.

MÜSTEŞEBBİB: Bir şeyin telef olmasına sebep olan kimse demektir.

Meselâ: Bir kimse; asılmış bir kandilin ipini keser ve bu kandil yere düşüp kırılırsa; bu İpi kesen kim­se, ipi kesmiş olması yönünden fâil-i mübaşir (= bu işi bizzat yapan kişi); kandilin kırılmasına sebe­biyet vermesi bakımından da müstesebbib bulunmuş olur.

TESEBBVBEN KATL: Bir kimsenin ölmesine se­bep olmak demektir. Yani, bir kimsenin yaptığı bir şeyle, bir kimsenin âdet üzere telef olmasına sebep olacak bir fiil meydana getirmesi demektir. Ammeye mahsus bir yol üzerinde açılan bir kuyu­ya, bir şahsın düşüp ölmesi gibi...

TESEBBVBEN SİRKAT: Bir kaç kişinin, bera­berce ve gizlice mahaü-i hirza (= depoya) girip, al­dıkları (yani çaldıkları) mallan, içlerinden birine yükleyerek, hârice çıkarmaları şeklinde yaptıkları hır­sızlıktır.

TESCİL: Sicil Maddesine bakınız.

TESCÎL-İ İSTİBDÂL : VAKIF Maddesine bakınız.

TESÎL-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.

TESLÎM-İ ŞÜF'A: ŞüFa Maddesine bakınız.

TESHİK: Bir mücrimin (suçlunun), yüzüne kara sürerek veya kendisini, bir eşeğe ters bindirerek şe­hir içinde dolaştırmak demektir. Bu gibi şahıslan halka ilan etmeye de TECRÎS denir.

TEŞHİRİ SİLÂH: Bir kimseye karşı, öldürmek veya yaralamak kasdiyle silâh çekmek demektir.

MÜŞTEHERÜN ALEYH: Kendisine silâh çeki­len kimse demektir.

MEŞHURUN ALEYH: Bu kelime de kendisine silâh çekilen (şahıs) anlamındadır.

TEVÂ: Havale Maddesine bakınız.

TEVÂFUK: NİSEB-İ  A'DÂT  Maddesine bakınız.

TEVARÜS: MİRAS Maddesine bakınız.

TEVÂTÜR: Lügatte: Birçok şeyin, bir biri ardın­ca meydana geimesj; bir haberin ağızdan ağıza do­laşarak yayılması demektir. Istılahta TEVATÜR: Yalan üzerinde içtima ve itti­fak etmeleri aklen caiz olmayan bir cemâatin (= top­luluğun), hisse müstenid (= duyu organları ile algılanabilen) bir şeyi haber vermeleri demektir.

MÜTEVÂTİR: Tevatür yolu ile gelen haber anla­mına gelir.

Bir cemaatin, möcerred aklî bir mes'ele üzeinde it­tifak etmeleri, fikir ve kanaat yönünden müttefik ol-malan tevatür sayılmaz,

TEVBİE: Bir cariyenin, efendisi veya efendisinin ehli ve ıyâli tarafından istihdam edilmeyip, kocası­na, evinde teslim edilmesi demektir.

TEVKİL: Vekâlet Maddesine bakınız.

TEVRİS: MİRAS Maddesine bakınız.

TEVSİK: Vesika Maddesine bakınız.

TEZELLÜM: ZULÜM Maddesine bakınız.

TEZEVVÜC: Evlenmek; kan - koca olmak de­mektir.

TILA: Bir cins şarap

TİRAS: MİRAS Maddesine bakınız.

TÖHMET: Zam ve tevehhüm olunan haslet ve sa­bit olması hâlinde ceza ve muâhazeyi gerektiren suç demektir.

İSNÂD-I TÖHMET: Suçlama; suç isnad etme. Bir kimseyi, işlediği sanılan, fakat gerçekliği henüz mey­dana çıkmamış olan bir suç veya kabahatle itham etme.

TÖHMET-İ ZAHİRE: îsbât etmeye lüzum gö­rülmeyecek kadar aşikâr olan töhmet, suç.

TÖHMET-İ ZİNA: Zina şübhesini uyandıran vaziyet

İtham Maddesine de bakınız.

TUKÛU GALLE: Vakıf maddesine bakınız. [20]

 

U

 

UBÛBİYYET: Kulluk; kölelik. Birine aşırı bağlılık.

Arz-i ubûdiyyet: Bir kimseye bağlılığını bildirmek.

UCB: Kendini beğenme hâli. Kendini beğenmişlik.

DHİYYE: Belirli şartlan taşıyan kimselerin, Kur­ban Bayramında kesmeleri vacip olan kurban de­mektir.

UDUL: ADL Maddesine bakınız.

UHREVÎ: Âfaİrete âit. Âhiret günü ile ilgili

ÜHREVİYYE: Uhrevî ile aynı anlamı taşır.

UKR: Mutlak olarak mebr anlamına gelmekle be­raber, çoğunlukla mehri- misil anlamında kullanı­lan bir kelimedir.

Şöyle ki: Hür bir kadının mehr-i misline ukr denil­diği gibi, bir cariyenin güzelliği ve efendisi itibariy­le benzerleri olan cariyelere göre hak sahibi olacağı mehre de ukr denilir. Yani, bu cariyelerin nikâhla­rına ne kadar mal ile rağbet edilmekte ise, bu mik­tar, bu cariyenin uknı olmuş olur. Bazı fakıyhlere göre, cariyelerin ukrlan; eğer bun­lar bikr iseler kıymetlerinin onda biri, seyyib iseler yirmide biri nisbetindedir. Bununla beraber UKR tabiri, genellikle, kendisine şüphe ile yaklaşılan bir kadına, mehrine mâdil ola­rak verilen tazminat anlamına kullanılır. Gasb yolu ile vuku bulan bir mukârenetten dolayı,

diyet makamında verilen bedele de nkr denilir. AKİR: Gebe kalmıyan kadın anlamına kullanılan bu kelime, aynı zamanda çocuk yapamıyan erkek anla-mındada kullanılır.

MUKÛBET: Ceza ve azap mânâsına gelir. İslâm hu­kukunda ceza, darb (= vurma, dövme), hapsetme, kat'-i uzuv ve recm gibi yollarla yerine getirilir.

UKÛBAT: Ukûbet'in çoğuludur; yani: Cezalar de­mektir.

IKÂB ve MUÂKEBE lafızları da azâb ve ta'zîb anlamlarında kullanılan lafızlardır.

Azab, cürmü takip edeceğinden, bu münâsebetle, azâb'a ukubet gibi isimler verilmiştir.

UKÛK: Birr Maddesine bakınız.

ULÛK

ULÛK: Bir şeye ilgili olmak; yapışkan ve ilişken; iki şey arasınaki sadâkat veya husûmet; bir şeye ili­şip tutunmak; gebafcalmak; rahim gibi anlamlan ifâde eder.

ALÛK da arzu ve süt mânâsına gelir.

ALÂKA: Bir şeye muhabbet veya husûmet sure­tiyle olan bağlılık demektir.

UMRE: Ka'beyi Muazzamayi, belirli bir zamana bağlı olmayarak, usûlüne uygun bir şekilde ziyaret etmek ve yapılması gereken diğer menâsiki yerine getirmektir.

UMRE TAVAM: HAC / TAVAF / TAVAFIN NEVİLERİ Maddelerine bakınız.

URVZ: Araz'ın çoğuludur ve nukûd, hayvanât ve mekîlat (= ölçekle Ölçülen) şeylerle, diğer mevzû-nâttan (= tartılan şeylerden) başka olan, kitap, eşya ve kumaş gibi şeyler demektir.

Uruz tâbiri bazen hayvan ve akar'ın mukabilinde (= zıddı olarak) kullanılır.

USÛBET : ASABE Maddesine bakınız.

USÛL: Asi'm çoğuludur.

USUL kelimesi, lügatte: Temel ve esas mânâlarına kullanılır.

Asıl ise: Maddî veya manevî temel; esas; istinâtgah, dayanak demektir.

Asıl: Râcih, delil ve kaide mânâlarında da kullanılır.

USÛL: Bir kimsenin, babası, anası, dedesi ve ni­nesi gibi, kendisinin meydana gelmesine sebep olan —İlânihâye— atalarına ASL denir. USÛL ise bunun çoğuludur. Yani USÛL: Babalar, analar, dedeler, ni­neler... demektir.

Necîb olan bir kimseye ASÎL ZÎ ASALET, SAHİB-İ ASALET denir.

USÛL-İ FIKIH İLMİ: Fıkhı bilgilerin esası ve dayanağı olan bir flinadir. Şer'î hükümlerin mufas­sal ve muayyen delilleri ile hikmetleri bu ilim saye­sinde bilinir. Ve blu dînî hükümler, bu muayyen, müşahhas deliller vâsıtasiyie istinbat ve isbat olunur. Bu ilme, hikmet-i teşrüyye ilmi de denilir.

UZLET: Bir yere çekilip, kendi başına ve tenhâ­da yaşamak. Yalnızlık köşesine çekilmek, inziva

UZUV: Bedeni terkip ve teşkil eden herhangi bir cüz' ( = parça) demektir.

AZA: Uzv'un çoğuludur; uzuvlar demektir. Bir cemiyet veya hey'eti meydana getiren fertlerden

her birine de mecazen uzu ve âzâ denilmektedir.

UZVÎ: Beden uzuvlarına mensup olan veya neşvû nemaya müsait görülen şey demektir.

UZV-İ MAKTU:  KAT-I UZV Maddesine bakınız.

ÜCRET: Menfaat karşılığı olan şey demektir. Meselâ: Bir evde oturulması suretiyle elde edilen menfaat mukâblinde veya bir şahsın istihdam edil­mesi suretiyle sağlanan menfaat mukabilinde, veri­len bedel (= karşılık) bir ÜCRET'tir.

İcâre Maddesine bakınız.

ÜCÛR: Ecirler, sevaplar.

ÜCÛR-İ CEZÎLE: Bol sevaplar.

ÜCÜRAT: Ücretler.

ÜCRET: Bir hizmete karşılık olarak verilen para veya mal.

BİLÂ-ÜCRET: parasız, meccânen.

UFÛL: Batma, kaybolma; görünmez olma. Ölme.

Alışma, kaynaşma; görüşüp konuşma; ah-bablık, dostluk.

ÛMEM: Ümmetler, milletler.

NAYRÜ'L-ÜMEM: Müslümanlar.

ÜMEM-İ KADÎME: Eski ümmetler.

ÜMEM-İ SÂLİFE: Geçmiş ümmetler.

ÜMMET: Bir peygambere İnanıp bağlanan toplu­luk, millet.

ÜMM-Ü VELED:  Müstevlede  Maddesine bakınız.

ÜNSİYYET: Alışkanlık, ahbaplık, arkadaşlık, dostluk. [21]

 

V

 

VACİP

Vacip: Yapılması, şer'an kat'î bir delille sabit olma­makla birlikte, herhalde pek kuvvetli bir delille sa­bit olan bir vazifedir, Vitir namazı ve bayram namazları gibi... Vacibin hükmü: Vaciplerin yapılmasında sevap; terk edilmesinde ise azap vardır. Vacibin inkâr edilmesi bid'at ve mâsiyettir. Vecîbe tabiri, bazan farz, bazan da vacip yerine kul­landır. Vacibin çoğulu vecâib'dir.

VACİP OLAN HAC: HAC Maddesine batanız.

VAHÎM: Sonu tehlikeli, çok korkulu.

VAHŞET: Vahşilik, yabanilik, ıssızlık, tenhalık; korku, ürküntü.

VAHŞİ; Yabanî, insandan kaçan. Ürkek, korkak. Duygusuz, merhametsiz.

VAKFE (= VUKUF)

VAKFE (= VUKUF): Lügatte: Belirli bir yerde, bir süre kalmak demektir.

Hac sırasında, Arafat ve Müzdeüfe denilen mev­kilerde vakfe vardır.

Arafat vakfesi farz ve haccın rüknüdür. Bu vakfe, arafe günü yapılmazsa, hacca yetişilmemiş ve hac fevt olmuş olur ki, böyle bir haccın, gelecek yıllarda ka­za edilmesi gerekir.

Mûzdelife vakfesi ise vaciptir. Bu vakfe, mazeret­siz olarak terk edilirse, ceza kurbanı kesmek gerekir.

VASİYET

VASİYET: Lügatte: Emir, bir işi, bir başka şah­sa ısmarlama demektir.

VESÂYA: Vasiyet'in çoğuludur.

Istılahta VASİYET Bir malı veya bir menfaati, ölümden sonraya izafe ederek, bir şahsa veya bir ha­yır cihetine teberru yoluyla (yani: Meccânen) tem­lik etmektir.

Vasiyet:

Bu tarifteki "ölümden sonra" kaydıyle; hibe gibi fil-hâl vâki olan teberrûlardan; "teberru yoli'vla" kay-diyle de, bir malı satmak veya kiraya vf • ;k gibi, bir karşılığı (= bedeli, ücreti) olan işlemn.;den ay­rılmıştır.

MÛSÂBİH: Kendisiyle vasiyet olunan (yani: Ölümden soraya izafe edilerek, teberru yoluyla temlik edilen) mal veya menfaattir.

MÛSÂLEH: Kendisinde vasiyette bulunulan şa­hıs veya bir hayır cihetidir.

VASİYYİ MUHTAR: Bir kimse tarafından, ve­fatından sonra, terikesinde veya diğer işlerinde ta­sarrufta-bulunmak üzere tâyin olunan vasidir. Buna VASİYYÜ'L-MEYYİT de denir. Vasiyyi   Muhtar,   vârislerin   hallerine  göre,

VASİYYÜ'L-EB, VASİYYÜ'L-AH veya VASİY­Yİ ZEVİ'L-ERHAM da denilir.

VASİYYİ MANSUB: Hâkim tarafından, bir kim­senin her hangi bir işi için nasb ve tâyin olunan vasidir.

Buna, VASİYYÜ'L-KÂDÎ da denir.

NAZIR: Vasî'nin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere, mûsî veya hâkim tarafindan tâyin olunan zattır.

Buna MÜSRİF de denir.

VASİYET-İ MÜRSELE: Mûsâ bibin (= vasiyet edilen şeyin) miktarı belirli olan ve sülüs (= 1/3) ve subû (= I /4) gibi bir kesirle mukayyed bulunmayan bir vasiyettir.

Meselâ: Bir şahsa, yüz bin lira vasiyet edilmesi gibi.

VASİYET-İ GAYR-İ MÜRSELE Mûsâ bihin (= vasiyet edilen şeyin) miktarı malum olmayıp, sülüs (= 1/3), rubû (= 1/4) ve südüs {= 1/6) gibi bir ke­sir ile mukayyed olan vasiyettir.

Meselâ: Bir kimsenin, terikesinin üçte birini, bir şahsa vasiyet etmesi gibi...

VASİYET-İ MUTLAKA: Muayyen bir hâdise ile veya bir vakit yahut mekân İle takyid edilmeyen va­siyettir.

Meselâ: Bir şahsın: "Malının dörtte birini, şu cihe­te vasiyet ettim." demesi gibi...

VASİYET-İ MUKAYYEDE: Belirli bir hâdise ve­ya belirli bir vakit yahut mekân ile takyid edilen va­siyettir,

Meselâ: Bir kimsenin: "Şu yolculuğunda veya şu bel­dede ölürsem, terikenin üçte biri şu cihete vasiyet ol­sun." demesi gibi..

da Vasiyet-i Mukayyetle kabilindendir. Meselâ: Bir kimsenin: "Şu hastalığımda., ölürsem, şu malım, filana vasiyet olsun." demesi gibi...

MÜSÎ: Vasiyet eden (yani: Bir malı veya bir men­faati, vefatından sonraya izafe ederek, bir şahsa ya­hut bir hayır cihetine, teberru yoluyla tahsis ve tendik eden kimse) demektir.

VASİ: Bir kimsenin mallarında veya çocuklarının işlerinde tasarrufta bulunmak üzere nasbedilen kimsedir.

Vasî'ye MÛSÂ İLEYH de denir.

VESAYET: Vasilik, vasînin hâiz olduğu sıfat de­mektir.

VÂRİS: MİRAS Maddesine bakınız.

VEDA TAVAFI: HAC / TAVAF / TAFAVIN NEVİLERİ Maddelerine bakınız.

VEDİA: Lügatte: Metruk (= terkedilmiş şey) an­lamındadır.

Istılahta VEDÎA: Koruması, saklaması, hıfzetmesi İçin bir veya birden çok kimseye emânet bırakılmış olan mal demektir.

IDÂ: Bir malın muhafaza edilmesini, sarahaten ve­ya delâleten, bir başkasına ihale etmek yani bir mali' emânet bırakmak demektir.

Buna İSTİDA' da denilir.

MUDİ: Bir malın muhafazama, bir başkasına ihale eden yani bir malı emânet bırakan kimse demektir. Buna MÜSTEVDİ de denilir.

MÛDA: Bir malın, kendisine havale edilen muha­fazasını yani emâneti kabul eden şahıs demektir. Buna VEDİ de denir.

VEFK: NİSEB-İ A'DAT Maddesine bakınız.

VAKIF: Bir mülkün menfaatini halka tahsis edip, aynını —Allahu Teâlâ'nın mülkü hükmünde olmak üzere— temlik ve temellükten ebediyyen men etmek demektir.

Bu tarif, Imâmeyn'e göredir. İmâm-i A'zam Ebû Hanife (R.A.)'ye göre VAKD7: Bir mülkün —aynı sahibinin mülkü hükmünde kal­mak üzere— menfaatinin bir cihete tasadduk edilmesi demektir.

VÂKIF: Bir şeyi vakfeden şahıs

MEVKUF: Vakfedilen şey

MAHALL-İ VAKIF de: Mevkuf yani vakfedilen şey demettir.

MEVKUFUN ALEYH: Bir ayn'in menfâati ken­disine vakf ve tahsis edilen şahıs veya mahal de­mektir.

MEŞRUTUN LEH: Mevkufun Aleyh anlamın­da kullanılır.

AVÂİD-İ VAKIF: Vakfın neması ve vakıfla ilgili gelirler demektir.

Avaldi Vakıf iki kısma ayrılır:

1-) AVÂİD-İ ŞER'İYYE: Bir vakfın, meşru suret­te meydana gelen gailesinden ibarettir. Bu, vakfın serî masraflarına sarfedilir.

2-) AVÂİD-İ ÖRFİYYE: Bu da, bir vakıfla ilgili olan şahısların, bu vakfa verdikleri atiyye ve saire-den ibarettir.

Şöyle ki: Bir, vakfın arazisini ekip biçenlerin, bu vakıf için, bir şey atiyye vermeleri, eskidenberi mûtad bir şey ise, bu atiyye alınıp vakfın umuruna sarfedilir. Fakat bunların, mütevelli nâmına yağ, yumurta gibi bir §ey vermeleri rüşvet olacağından, caiz olmaz. Ancak, vakıf arazinin hâsilâtindan bir miktarının (me­selâ: Onda birinin) mütevelliye verilmesi ötedenbe-ri bilinen bir şey ise, mütevelli bunu alabilir. Ve bu, 3 mütevelli hakkında avâid-i örfiyyeden sayılır.

MESÂRİF-İ VAKIF: Bu kelime de Mevkufun aleyh ve Meşrutun Leh yani: Bir ayn'in menfaati kendisine vakf ve tahsis edilen şahıs veya mahal de­mektir.

MÜRTEZİKA: Bu da Mevkufun Aleyh anlamı­na gelir.

EHLİ VEZÂİF: Bu kelime de Mevkufun Aleyh­in ifâde ettiği mânâları ifâde etmektedir.

VAKIF: tabiri, zaman zaman MEVKUF (= Vak­fedilen şey) anlamında da kullanılır.

EVKAF: Vakfın çoğuludur; yani: Vakıflar de­rnektir.

VUKUF kelimesi de Vakıf kelimesinin çoğulu ola­rak kullanılır.

İKTİBAS: Vakıf anlamında kullanılır.

TAHBÎS: Vakıf anlamında kullanılır.

TESBÎL: Vakıf anlamında kullanılır.

VAKF-I LÂZIM: Vâkıf veya hâkim tarafından fes­hedilmesi caiz olmayan vakıftır. Usûlüne göre, lü­zumuna hükmedilen her vakıf lâzım bir vakıftır.

VAKF-İ GAYR-İ LÂZIM: Vâkıf, hâkim veya vâ­kıfın vârisi tarafından fesh ve ibtâl edilmesi sahih olan vakıftır.

Vakf-ı Fuzûlî gibi...

VAKF-I MÜNECCEZ: Filhâl yapılan (yani: Bir şarta bağlı, istikbâle muzaf ve bir vakit ile mukay­yet bulunmayan) vakıftır.

VAKF-I MUALLAK: Bir şarta bağlı olarak ya­pılan vakıftır ki bu vakıf sahih değildir.

"Filan işim görülürse, şu mülküm vakıf olsun." de­nilmesi gibi..

VAKF-I MUZAF: Gelecekteki bir zamana izafe edilmek suretiyle yapılan vakıftır ki, bu da sahih de­ğildir.

Ancak, ölümden soraya muzaf olarak yapılan bir va­kıf, vasiyet hükmündedir ve sahihtir.

VAKF-I MUVAKKAT: Bir vakit ile kayıtlanan yani belirli bir vakit için kurulan vakıftır ki, bu da sahih değildir.

"Şu akarım, bir ay (veya biryıl) vakıf olsun." de­nilmesi gibi...

VAKF-I MÜŞÂ: Bir kimsenin, başka birisiyle müştereken mâlik olduğu bir yerdeki şayi hissesini vakfetmesidir. Bu vakıf, şartlan dâhilinde sahihtir.

VARF-I MÜŞTEREK: İki veya daha çok şahsın, ortaklaşa mâlik oldukları bir malı vakfetmeleridir. Bu vakıf da usûlü dâresinde sahih olur.

VAKF-I MARÎZ: Bir kimsenin, maraz-i mevtin­de (= ölüm hastalığında) yapmış olduğu vakıftır. Bu vakıf, vasiyet hükmünde olup, terikesinin üçte bi­rinden muteber olur.

VAKF-I FUZÛLÎ: Bir şahsın, mâlik olmadığı bir şeyi, sahibinin iznini almadan, bir cihete vakf etme-sidir..Ki bu vakıf, sahibinin icazetine mevkuf olur. Bunun zıddı VAKF-I GAYR-İ FUZÛLÎ'dir.

VAKF-I İRSÂDÎ: Beytü'1-mâle ait olan bir mül­kün, —rakabesi yine beytü'1-mâle ait olmak üzere—menfaatinin veliyyü'l-«mr tarafından veya onun mü­saadesiyle başka bir şahıs tarafından; bir kimseye ya­hut bir cihete tahsis edilmesi demektir.

Buna, TAHSÎSAT KABİLİNDEN VAKD7 da denir. Bu vakıf, İki nev e ayrılır:

1-) İRSÂD-I SAHİH: Beytü'1-mâle ait bir mülkün menfaatini, veliyyü'l-emrin veya onun müsaadesiy­le başka bir şahsın, beytü'l-mâl'den istifâdeye hak sahibi olan kimselere tayin ve tahsis etmiş olması­dır. Camilere, medreselere ve müslümanlann diğer mesâlihine tahsis edilmesi gibi..

2-) İRSÂD-I GAYR-İ SAHİH: Beytü'1-mâle ait bir mülkün, veliyyü'1-emr tarafından veya onun müsâdesiyle, başka bir şahıs tarafindan, beytü'1-mâle is­tihkakı olmayan bir kimseye tahsis edilmesidir.

Arâzî-i millîyeden bir parçanın vergisini, her hangi bir şahsa vakıf ve tahsis etmek gibi.. Bunun ibtâli caizdir.

VAKF-IEHIİ: Mahsur bir kavme ait olan vakıftır.

KAVM-İ MAHSUR: Sayısı yüzden aşağı olan ce­mâat demektir.

KAVM-İ GAYR-İ MAHSUR: Sayısı yüz ve yüz­den fazal olan topluluk demektir. Bu kavil, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'undur ve Me-celle'de de bu kavil kabul edilmiştir. KÂBİL-İ İHSÂ ve GAYR-İ KÂBİL-İ İHSÂ tâbir­leri de Kavm-i Mahsur ve Kavm-i Gayr-i Mahsur tâbirleri yerine kullanılır.

MÜSTEGALLÂT-I VAKFİYYE: Müessesât-ı hayriyyenin idaresi için gereken vâridât-ı temin et­mek üzere vakfedilmiş olan şeylerdir.

Bunlar, akar olabileceği gibi, bağ, bahçe ve nükûd da olabilir.

Vakıf gedikler de bu kabilindendir. Bunun müfredi MÜSTEGAL'dir.

Bir vakfi gallelendinnek, faidelendirmek. Meselâ: Bir akan kiraya verip, kira bedelini almak anlamında da

istiglâl kelimesi kullanılır.

MÜSEKKAFÂT-I VAKFİYYE: Tavanlı binâ-lan ihtiva eden vakıf müstegâllat demektir. Han, ev, mağaza gibi..

Bunun müfredi MÜSAKKAFtır.

İMÂRET-İ VAKIF: VakfedUen bir şeyin, vakfe-dildiği sıradaki hâli üzere bulundurulması veya meşrut bir hâle getirilmesi için gereken tamiratın yapılması demektir.

NIKZ-IVAKF: Asü vakfin taş, kereste, kireç gi­bi döküntüleri demektir. Bunlar da vaktin rakabe-sinden.

TESCÎL-İ VAKIF: Bir vakfin lüzumuna, selâhi-yetli bir hâkimin şer'î usûlü dâiresinde hükmetmesi demektir.

TESCİL: Lügatte: Bir ilâmı, sicile yazmak demektir.

VAKFİYYE: Bir vakfa dâir, vâkıfin takririni ve şartlarım ihtiva eden vesikadır.

VAKFİYE-İ MÜSECCELE: Bir hâkim trafindan tescil edilmiş bulunan vakfiye demektir.

İSTİBDÂL-İ VAKIF: Bir vakfi, bir mülk ile veya nakid ile mübadele etmek (yani: Değişmek) de­mektir. Ki bu, şartlan dâiresinde caizdir.

TESCÎL-İ İSTİBDÂL: Bir istibdâlin (= vakfin değiştirilmesinin), bozulması kabil olmamak üzere sıhhat hâlinde bulunduğuna bir hâkim tarafından hü­küm verilmesidir ki, artık bu istibdâl muamelesi fes­hedilmez.

GALLE-İ VAKIF: Vakfin varidatı, gelirleri, mah­sulatı demektir.

Buna REY-İ VAKIF da denir. Vakıf bahçelerin meyveleri; vakıf akarların kirala­rı; vakıf paralann ribihleri bu kabildendir.

TULÛÜ GALLE: Vakfin gailesinin zuhura, mey­dana gelmesi demektir. Bu, vakfina göre değişir. Şöy­le ki: Mezrûattan olan gailenin tuîûu; eklerin yetişip, tane bağlaması veya mütekavvim bir hâle gelmesiy­le olur.

Meyvelerden ibaret olan bir gailenin tulûu ise; mey­velerin yetişip, âfetten emin bir hâle gelmesile olur. Kira bedellerinden ibaret bulunan bir gailenin tulûu da, bu bedellere ait taksit zamanlarının girmesiyle olur.

RAKABE ETMEK: Bir vakfir. gailesini aslına il­hak etmek demektir.

Şöyle ki: Bir vakfin nakidlerden bir kısmı, kasıt ve düşmanlık olmadan zayi olsa; bu noksanlık, o vak­fin gailesinden hâkimin hükmü ile ikmâl edilmedik­çe, mürtezikasına birşey verilmeyebilir. Bu duruma fetva lisânında MÜRTEZİKA'NIN VA­ZİFELERİ RAKABE ETMEK denir.

MÜTEVELLİ: Vakfin işlerini ve mesâlihini, şer'î hükümler ve vakıf şartlan dâiresinde idare etmek üze­re tayip olunan kimsedir.

Mütevelli iki kısma ayrılır:

1-) Meşrûtiyet vechi ile mütevelli: Bu durumda, bir şahsın mütevelli olması vâkıfin şartı gereğidir.

2-) Meşrûtiyet vechi ile olmayan mütevelli: Müte-vellüiği münhal bulunan bir vakfa, —meşrutun leh'i bulunmadığı için— hâkim tarafindan tayin edilen mü­tevellidir.

MÜTEKELLİM ALE'L-VAKF tâbiri de MÜTE­VELLİ anlamında kullanılır.

KAYYIM-I VAKIF: Mtttevellî demektir.

KUVVÂM: Kayyım'ın çoğuludur.

KAYYIM: Kendisine, vakfin korunması, cem'i ve tefriki vazifesi verilmiş bulunan kimse demektir. Bu tarife göre kayyım, vakfin, mütevellisinin idare­si altında bulunmuş olur. Mütevellinin daha geniş yetkileri vardır. Çünkü, mütevelliye vakıfta tasarrufta bulunma vazifesi de verilmiş olur.

NÂZIR-I VAKIF: Mütevellinin vakıf hakkındaki tasarruflarına nezâret etmek ve mütevelli için vakıf işlerinde danışma mercii olmak üzere nasb olunan kimsedir.

Bazı yerlerde nazır kelimesi, mütevelli yerinde kul­lanılır. Böyle yerlerde nâzın bulunan bir vakfa, ay-nca bir mütevelli nasb olunmaz.

MÜŞRİF-İ VAKIF: Bir vakfa, mütevellisinin ta­sarruflarını mürâkebe altında bulundurmak üzere tâ­yin olunan kimsedir. Buna, NÂZIR-I VAKIF da denir.

Müsrifin vazife ve yetkileri, bulunduğu yerin örf ve âdetine göre değişir.

Bir vakfin malını muhafaza eden veznedar ve anbar memura gibi kimselere de MÜSRİF denir.

ŞADD-I VAKIF: Bir vakfin umur ve hususunu mu­rakabe eden (meselâ: Mescidlerin açılıp açılmadığı­nı;   temizliklerine  dikkat  edilip  edilmediğini araştırmak üzere, mescidlere devam) eden kimse de­mektir.

Bunlara, zamanımızda VAKIF MÜFETTİŞLERİ. VAKIF MURÂKIBLARI denir.

Namaz vakitlerini Sân eden (mesela: Namaz vak­ti girince "es-Salât!" diye yüksek sesle nidada bu­lunan) kimseye de ŞADD-I VAKIF denilir.

KÂİMİ MAKÂM-I MÜTEVELLİ: Bir vakıfta bazı hususlarda, mütevelli yerine kâim olmak, mü­tevelliye ait işleri yürütmek üzere, hâkim tarafindan nasb edilen kimsedir.

Bir vakfin gailesini korumak için, —gâib olan mü­tevellisinin yerine— muvakkaten tâyin olunan kay­yım da, kâim-i makâm-ı mütevelli kabilindendir.

CÂBÜ VAKIF: Bir vakfin gailesini toplamaya me­mur edilen kimsedir.

Câbii Vakıf: Vakfin tahsildan sayılır.

CİBÂYET: Vakfin gelirlerini toplamak demektir. CİBÂYÂT, cibâyet'in çoğuludur.

HADEME-İ EVKAF: Vabflanırfcizmetlerini yü-

rüten kimseler denmekdir. İmamlar, müezzinler, mü­derrisler ve mütevelliler bu cümledendir.

ŞERÂİR-İ VAKIF: Mevcut bulunmamaları vak­fin muattal olmalarım gerektiren kimseler ile vakıf için lâzım olan diğer şeylerdir.

Mescidlere göre; imamlar, hatipler, müezzinler, ten­virat, tefrişat ve abdest muslukları gibi şeyler şerâir-i vakıf sayılır.

Medrese müderrislerine, imamlara, hatiplere ve mü­ezzinlere ERBÂB-I ŞERÂİR denir.

NÜZUL ANİ'L-VEZÂİF: Bir vakıfta; mütevel­li, nazır ve câbî gibi cihât sahiplerinin, uhtelerinde-ki görevlerden, bu görev başkalarına verilmek üzere istifa etmeleri demektir.

Bir ciheti başka birine ferağ (= terk) etmek de nü­zulden sayılır

CİHÂT: Vakıf müesseselerine ait, imamlık, mü­ezzinlik, kayyımlık, müderrislik, vaizlik, hâfiz-i kü-tüplük gibi ait hizmetlerdir.

CİHET: Cihât'm tekilidir.

Cihetler iki kısma ayrılır:

1-) CÎHÂT-I ZARÛRİYYE: Bir vakıf müessesesi­nin başlıca mesâlihinden plan, (başka bir deyişle, bir vakıf müessesinin başlıca gayesini temin eden) cihet­lerdir.

Meselâ: Vakıf mescitlere göre, imamlık, hatiplik ve müezzinlik hizmetleri gibi...

2-) CİHÂT-I GAYR-İ ZARÛRİYYE: Bir vakıf mü­essesesinin tâli derecedeki mesâlihinden olan cihet­lerdir.

Meselâ: Cibâyet ve hâzin-i kütüplük hizmetleri gibi... Bir vakfin zarurî olmayan imaretleri de bu kabil­dendir.

Bir vakfin gailesi müsaid olmadığı takdirde, cihât-ı zarûriyye sahipleg, diğer cihet sahiplerinin önüne ge­çerler.

VÜCÛH-İ VAKF: Bir vakfin meşrutun lehi olan cihetlerdir.

Vücûh-i Vakf üç tasma ayrılır:

1-) Sadece fakirler.

2-) Önce zenginler; sonra fakirler.

Meselâ: Önce vâkıfın evlâdına; bunlardan sonra da fakirlere meşrut vakıflarda olduğu gibi...

3-) Önce fakirlere, sonra zenginlere.

Meselâ: Mescidler, kütüphaneler, köprüler, kabristanlar bu kabil vakıflardandır ve bu gibi vakıflardan fakirler de, zenginler de istifâde ederler.

VAZİFE

VAZD7E: Bir insana, her gün için takdir edilen yi­yecek veya erzak demektir.

Vakıf ıstılahında VAZİFE: Bir vakfin gailesinden ve­rilen maaş ve tayinâttan ibarettir.

MÜRTEZİKA: Bir vakıftan maaş ve tayinât alan kimseler demektir.

EHL-Π VEZÂİF:   Bu  kelime  de,   -vakıf ıstılahında— mürtezika anlamında kullanılır.

VAZİFE: Yapılması lâzım olan her- hangi bir hiz­met mânâsına da gelir ve bu mânâda kullanılması daha yaygındır.

VEZÂİF Vazifeler demektir.

VAKIF MÜSAKKEFÂT ve MÜSTEGALLÂ-TINDA FERAĞ Bİ'L-VEFA: FERAĞ Maddesi­ne bakınız.

VEZÂİF-İ ŞÂGİRE: Boş kalan yani inhilâl eden veya muattal bırakılan vazifeler demektir.

MÜRETTEBÂT-I VAKFİYYE: Bir vakfın gai­lesinden, bir kimseye ilmi, salâhı veya fakirliğinden dolayı, —bir hizmet mukabili olmadan— verilen şeydir.

Buna, Örfde ZEVÂİD derler.

Bundan dolayı, meselâ, fakirlere meşrut olan bir gaile müretteb zevâid kabilinden olmuş olur.

VAZİFELERDE TA'LÎKÜ'T-TARİK veya TA'LİKÜ'T- TEVCİH: Vezâif-i vakfiyye hakkın­daki tevcihlerin hâkim tarafından yapılması demek­tir ki, bu sahih olur.

Meselâ: Hâkimin, bir şahsa hitap ederek: "Şu vazi­fenin sahibi ölürse (veya şöyle bir vazife inhilâl eder­se), onu, sana tevcih ettim." demesi gibi..

MEN LEHÛ'L-İSTİĞLÂL: Vakıf bir yerin gai­lesi kendisine şart kılınmış olan kimse demektir.

MEN LEHÛS'S-SÜKNÂ: Vakıf bir akann için­de oturmaya hak sahibi olan ldmse demektir. Süknâ için mi, istiğlâl için mi vakfedildiği bilinme­yen bir akar, istiğlâl için vakfedilmiş sayılır,

CİHÂTıI AStÎYYE:   Bir vakfin başlıca gayesi , olan hizmetlerdir.

imamet, hitabet, müezzinlik, kayyımlık gibi...,

CİHÂT-IFER'İYYE: Bir vakfın ikinci derecede gayesi olan veya vakfiyeti ikinci derecede görülen hizmetlerdir.

Bir camide okunması şart koşulmuş bulunan tefsir, hadis, fıkıh veya şifâ-i şerîf, delâilü'l-hayrât vazife­leri gibi...

Bu tabirler, son zamanlarda Türkiyemizdekulla-nılan tabirlerdendir. Ve cihât-ı fer'iyye lağvedilmiştir.

CİHATrI İLMİYYE: Bir vakıfta, vazifelerin ye­rine getirilmesi, ilim tahsiline bağlı bulunan cihet­lerdir.

Müderrislik, hatiplik, imamlık, hâfiz-ı kütüplük, mü-tevellüik ve câbîük gibi...

CİHÂlfl BEDENİYYE:   Bir vakıfta, yapılma­ları sadece çalışma ve san'ata bağlı olup, ilim tahsi­line ihtiyaç görülmeyen cihetlerdir. Kayyımlık, faraşlık, türbedarlık gibi...

ME'ZÛNİYET-İ DÂİMEYE SEVK: Bir vakıf­ta, imamlık ve müezzinlik gibi bir cihet sahibini, — fazla İhtiyarlığı veya görülen dâimi bir mazereti sebebiyle— aylık ücretinin bir miktarı ile, bu hizmeti yürütmekten affetmektir. Bu, bir nevi emekliye sevk demektir.

NİZAMLI MEVKUF GEDİKLERİ: Sultan ikinci Mahmud'un vakıflarıyla, Harameyn-i Muhteremeyn vakıflarından olan gediklerdir.

Diğer vakıflardan olan gediklere ADÎ GEDİKLER denilmektedir.

Hicrî 1277 yılından itibaren, yemden gedik uygula­ması yapılması yasaklanmıştır.

İCARETEYNIİ VAHFLAR: İcâreteyn ile (ya­ni: İcâre-i Muaccele ve icâre-i Müeccele ile) kiraya verilen vakıflardır.

İcâre-i Muaccele: Peşin alınan kira bedeli demektir. İcâre-i Müeccele ise: Seneden seneye veya aydan aya alınan kira bedeli demektir.

Bİ'L-İCÂRETEYN MUTASARRIF: İcâreteynli bir vakfin müste'ciri demektir.

Bu mutasarrıf, bu vakfı, kendi nâmına bir başkasına kiraya verirse, bu durumda, kendisine de, —meşhur mânâsınca— MUCİR denir.

îcâreteynli vakıflarda ferağ, intikal ve başkalarına kiraya verme muameleleri carîdir.

MAZBUT VAKIFLAR: Doğrudan doğruya Ev­kaf Nezâretince (günümüzde Vakıflar Gnele Müdür­lüğünce) idare edilen vakıflardır.

Mazbut vakıflar Üd tasma aynür:

1-) Osmanlı Hükümdarları ve bunların müteaUikâtı-na ait vakıflar.

Bunların yönetiminin, hükümdar bulunan zat tarafın­dan yürütülmesi meşrut olup; bu hususa Evkaf Na­zırları tevkil edilirdi. (= vekil kılınırdı)

2-) Vâkıfların zürriyetlerinden ve müteallikâündan olup, mütevelli olmaları meşrut bulunan kimselerin inkiraz bulmaları (= soylarının kesilip, kimsenin kal­maması) dolayısiyle, Evkaf idareleri tarafından zabt ve idare olunan vakıflardır.

İDARESİ MAZBUT VAKIFLAR: Vakfiyeleri gereğince, meşrutun leh mütevellileri bulunduğu hâl­de, kendilerine belirli miktarlarda maaşlar tahsis edi­lerek, Evkaf Daireleri tarafından, —bu şahıslara müdâhele ettirilmeden— yönetilen vakıflardır. Köprülü, ve Şehid Mehmet Paşa Vakıfları gibi...

MÜSTESNA VAÖFLAR: Evkaf idârelerinis ne­zâret ve müdâheleleri olmadan, yalnız mütevellileri tarafından idare edilen vakıflardır.

Eskiden, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bayrâm-ı Velî ve Evranos Bey Vakıfları bu şekildeki vakıf­lardandı.

AVARIZ VAKIFLARI: Gaileleri (= gelirleri) bir köy veya mahalle halkının ihtiyaçlarına sarfedilmek üzere kurulmuş olan vakıflardır.

Bir köy veya mahalledeki fakir kimselerin teçhiz ve tekfinine, hastaların tedavisine, fakir kızların çeyi­zine, su yollarının tamirine sarfedilmek üzere vak­fedilmiş olan paralar ve vakıf yerler bu cümledendir.

İCÂRE-İ VÂHİDELİ VAKIF: Mütevellileri ve­ya evkaf idareleri tarafından, (bir ay veya bir yıl gi­bi) birer kısa müddet belirtilerek, muvakkaten kiraya yerilen vakıf müsakkafât ve müstegallâttır. İcâre-i Vâhideli Vakıflar'da ferağ ve intikâl câri de­ğildir.

MÜLHAK VAKIFLAR: Evkaf idarelerinin ne­zâreti altında olmak üzere husûsî mütevellileri tara­fından yönetilen vakıflardır.

Vaktiyle, bir takım vakıfların, Sadr-ı Âzamlık, Şeyhü'l-îslâmlık, Fetva Eminliği ve Vilâyet Kadılığı gibi makamlar tarafından idare edilmesi, bu va­kıftan tesis eden zevat tarafından şart koşulmuştur. Daha sonra, bu gibi vakflann yönetimi de Evkaf Ne­zaretine, bilâhere de Vakıflar Genel Müdürlüğüne tevdi edilmiştir.

Bu şekildeki meşrutun leh'Ieri mevcut bulunan va­kıflardan, evkaf idârderinin tasarruflarının meşru ola­bilmesi için, bu meşrutun leh'lerden vekâlet almaları icâbeder. Çünkü, tevliyet ve nezârette vekâlet câridir.

MUKÂTAALI VAKIF: Asası mukâtaah olan vakıf ile binâlan veya ağaçlan mülk veya vakıf olan mü­sakkafât ve müstegallât demektir.

MUKÂTAA: Üzerinde mülk bina veya ağaçlar meydana getirilmiş bulunan vakıf bir arsa için tâyin edilmiş olan yıllık ücrettir. Buna İCÂRE-İ ZEMİN ve BEDELİ HARK da denir.

HARK: Mukâtaa için yapılan mukavele demektir.

VEKÂLET

VEKÂLET: Lügatte: Koruma, zamanın yeterli­ği; İtimad, riâyet etme, saklama, teslim ve tefviz gi­bi mânâlara gelir.

Istılahta VEKALET; Bir kimsenin, muamelât cin­sinden olan ve kendisinin de yapabileceği bir işini, bir başkasına tefviz (= havale) etmesi ve onu kendi yerine ikâme etmesi demektir.

VEKİL: Kendisine, bir başka şahıs tarafından, bir iş tefvîz (- havale) edilen şahıs demektir.

MÜVEKKİL: Muamelât cinsinden

VEKÂLET-İ AMME: Umumu bildiren bir tâbir ile yapılan ve bir çok muamelâta şamil olan bir ve­kâlettir.

UMÛMÎ VEKÂLET'e, VEKÂLET-İ MÜFAVVAZE de denir.

Bir kimsenin, diğerine: "Seni, bütün işlerime bak­mak üzere tevkil ettim." diyerek yaptığı vekâlet gibi,..

VEKALET-İ DEVRİYYE: Vekilin her azledili-Şİnde yenilenen vekâlettir.

Bir kimsenin, diğerine:' 'Seni, ne vakit azledersem vekilim olman üzere, şu işime tevkil ettim." diye­rek yaptığı vekâlet gibi....

VAHA: Çöl ortasında bulunup, suyu ve yeşilliği olan yer.

VAHAMET; Tehlikeli vaziyet; korkulacak hâl. Güçlük, ağırlık.

VAKAR: Ağır başlılık, temkinlilik.

VAKUR: Ağırbaşlı, temkinli kimse olan ve ken­disinin de yapabileceği bir İşini, bir başkasına hava­le (= tefviz) eden kimse demektir.

MÜVEKKELÜN BİH: Müvekkil'in, vekil'e ha-vâle ettiği iş demektir.

MÜVEKKELÜN FÎH: Bu da, müvekkilin vekile havale ettiği iş anlamına gelir.

TEVKİL: Vekil (ayin etme demektir.

VÜKELÂ: Vekiller demektir. Ancak, vekil keli­mesi erkek, kadın, mûfred ve cemiler için de kul­lanılır.

VEKİL-İ MUSAHHAR: Mahkemeye gelmekten ve vekil göndermekten kaçman; celp ve ihzân da kâbİI olmayan bir da'vâli namına, onun haklarını koruması için, hâkim tarafından nasbedilen vekildir. Bu da'-vâya, bu vekilin huzurunda bakılır ve hükme bağlanır.

VEKÂLET-İ MUTLAKA: Bir şarta bağlı ve bir kayıtla kayıtlı olmayan vekâlettir. Bir kimsenin, diğerine: "Seni, şu hususa tevkil etim." diye yaptığı vekâlet gibi... Buna, VEKÂLET-İ MÜRSELE de denir.

VEKÂLET-İ MUALLAKA: Bir şarta rabt ve tâlİk olunan vekâlettir.

Bir kimsenin, diğerine: "Filan şahıs,- aleyhime da'-vâ açarsa, onunla müdâfaada kıhinmaya vekilimsin.'' diyerek meydana getirdiği vekâlet gibi...

VEKÂLET-İ MUZÂFE: Muayyen bir vakitten iti­baren başlaması şart koşulan vekâlettir.

Bir kimsenin, diğerine: "Gelecek filan aym başın­dan itibaren, seni, şu hususa vekil ettim." diyerek verdiği vekâlet gibi...

VEKÂLET-İ MUKAYYEDE: Bir şarta bağlı ve bir vakit ile kayıtlı olan vekâlettir.

VEKÂLET-İ HASSA {= HUSÛSÎ VEKÂLET): Husus İfade eden bir söz ile yapılan ve mahdud ve belirli bir hususa ait olan vekâlettir.

Muayyen bir malın satılması için verilen vekâlet gibi...

VELÂ: Bir hükmî yakınlık demektir. Ve bu hük­mî karabet, irse (= mirasa) sebep olmaya sâlih bulunur.

Aslında VELÂ: Tasarruf, muavenet (= yardımlaş­ma) ve muhabbet demektir ve bu kelime kurb (= yakınlık) anlamına gelen VELY kelimesinden alın­mıştır.

Istılahta VELÂ: Bir efendinin, azâd etmiş bulundu­ğu köle veya cariyesi ile olan münâsebeti ve tarafla­rın birbirleri ile olan karşılıklı haklan demektir.

VELÂ-İ NAFİZ: Mu'tDri ma'lûm olan memlûk (= azâd edicisi belli olan köle veya câriye) hakkındaki velâ.

VELÂ-İ MEVKUF: Mu'tiki teayyün etmeyen memluk hakkındaki velâdır.

Meselâ: Bir kimse, satın aldığı bir kölenin, evvelki mevlâsı tarafından azâd edilmiş olduğunu iddia ve ikrar; mevlâ ise bunu inkâr eylese; vâki olan ikrara binâen köle azâd olursa, da, velâsi bu iki mevlâ-dan hiç birine ait olmayıp, mevkuf bulunur.

VELA-IATAKA: Mevlâ ile memlükü (= efendi ile köle veya cariyesi) arasında, ıtk {= azâdetme) ne­ticesinde meydana gelmiş olan bir velâdan ibarettir ki, mu'tak (= azâd edilen) bir cinayet işlediği hal­de, ve cinayetin diyetini mevlâsı (= efendisi) verir. Ve bu mu'tak vefat edip, derecesi mukadem (= mu'-taka daha yakın) bir vâris bırakmazsa; bu durumda da mirasına, mevîâsı nail olur,

Velâ-i ataka, memlukün hürriyet nimetine nail olmasından dolayı meydana geldiği için, buna VELÂ-İ Nİ'MET de denir.

Mellûkünü  azâd  eden  kimseye MEVLA'L-ATAKA veya MEVLÂ'L-ATİK adı verilir.

VELÂ-İ MÜVÂLÂT: Nesebi meçhul olan (^ ba­bası belli olmayan) bir şahsın, şeraiti dâhilinde, başka bir şahıs ile akdetmiş olduğu bir velâdan, bir tenâ-sur rabıtasından (= yardımlaşma bağlantısından) iba­rettir.

Bu velâya talip olan nesebi meçhul şahsa MEVLA-İ ESFEL; bunu kabul eden kimseye de MEVLÂ-İ ÂLÂ veya MEVLÂ'L-MÜVÂLAT adı verilir. MÜVÂLÂT tâbiri, aslmda velâyet'ten alınmış olup, muvasala, müsâdeka ve tenâsur mânâlarını ifâde eder.

VELÂYET-İ HİSBE: İhtisab Memurluğu Mad­desine batanız.

VELÂYET-İNİKÂH: Bir şahsın evlenmesi hu­susunda, diğer bir şahsın hâiz olduğu velayet ve se-lâhiyet demektir ta, îki tasma ayrılır: ,

1-) VELÂYET-İ İCBAR: Velayet altında bulunan bir şahsın, evlenmesi hususunda razı olsada, olmasa da, velayeti hâiz olan diğer bir şahsın sözünü tenfiz edebilmek selâhiyetidir. Çocuklar, mecnunlar, bu­naklar bu velayet altında bulunurlar.

2-) VELÂYET-İ NEDB: Mücerred kendisini hicab-dan vikaye ve kötü ahlâka nisbet olunmaktan muha­faza İçin, nikâh işini velisine tefvîz eden bulûğa ermiş ve akıllı bir kız hakkında vekâlettir. Buna, VEKÂLET-İ İSTİHBAB da denir.

VEKÂLET Fİ'D-DEM: Kısas da'vâlannda da'-vâcı veya da'vâîı tarafından, bir kimsenin vekil ta­yin edilmesi demektir.

VELÂYET-İ CERÂİM: Halk arasında meydana gelen cürümler, yolsuz hareketler hakkında idâri ve siyasî bir takım tedbirler almaya mezuniyet ve selâ-hiyet demektir.

Buna, VELÂYET-İ MEZÂLİM dedenir

Bu görevi üzerine alan kimseye de VALİ-İ CERAİM veya VÂLİ-İ MEZÂLİM unvanı verilir.

VELÂYET-İ KISAS: Kısas ettirme hakkına mâ­lik olmak demektir.

Bu hakka mâlik olan kimseye VELİYYİ KISAS, MEN LEHÜ'L-KISÂS, VELİYYİ KATİL ve VE­LİYYİ CİNÂYE denir.

VELEV-Î MÜLİANE: Bir karı - kocanın usûlü­ne göre yaptıktan mülâane (= lânetleşme)'den son­ra, nesebinin kocadan nefyine hukmolunan çocuk demektir.

VELED-İ ZİNA: Aralarında -sahih, fâsid, bâtü-hiç bir nikâh bağı bulunmayan erkek ile kadının cin­sî münâsebetlerinden doğan çocuk demektir.

VELİYYİ MÜCBİR: CEBR Maddesine batanız.

VELÎME: Evlenme merasimi dolayısıyle verilen ziyafet; düğün yemeği demektir.

Verâ: Harama düşmek korkusu ile, şübhelî şey­lerden lrayıhmak demektir.

Verâ sahibine müteverri denilir.

Takva ve İttikâ kelimeleri de verâ mânâsına gelir.

VERASET: MİRAS Maddesine bakınız.

VERESE: MİRAS Maddesine batanız.

VESİKA: Bir hususu isbat ve îlâm için tanzim edil­miş olan, sağlam delil, belge. Ahde ve muhkem şeye de vesika denir.

VESAİK: Vesîka'nın çoğuludur. (Yani vesikalar demektir.)

TEVSİK: Bir şeyi takviye, tebyîn ve takrir etmek; belgelemek; bir şeyin bir hâdisenin doğruluğunu ve­sika ile isbat etmek demektir.

VEZNİYYÂT: Vezni olan yani terazi ile tartılan şeyler demektir.

MEVZUN kelimesi de, veznî anlamında kullanılır.

VEZİN: Hem tartmak, hem de tartacak şey anla­mında kullanılır.

EVZÂN: Vezin kelimesinin çoğuludur.

Veznî'nin çoğulu VEZNİYYÂT; mevzûn'un ço­ğulu ise MEVZÛNÂT'tır.

VÜCÛB

VÜCÛB: Bir şeyin seran zimmete terettüp etme­si; bir şeyin vacip ve lüzumlu olması demektir.

VÜCÛB-İ EDÂ: Sebebin vücûdünden sonra, mu­ayyen bir zamanda, bir fiili yapmanın veya bir malı ödemenin lüzumudur.

Meselâ: Mükellef bir insan için, her namaz vaktin­de namaz kılmak lâzımdır. Keza, servet sahibi olan her mükellef için, her on ita ay tamamlanmasından itibaren zekât vermek lâzimdır.

Bunlar, vücûb-i âdâdan ibarettir. Vâdesi dolmuş bir borç hakkında da bu vücûp tahak­kuk eder.

NEFSİ VÜCUB: Sebebinin vücûbundan sonra, herhangi bir vakitte bir fiili yapmanın veya bir malı edanın lüzumudur.

Meselâ: Mükellef olan her insan için, namaz kılmak, zekât vermek esasen lâzımdır. Ve bu, nefsi vücûbtan ibarettir ki, daha edâ zamanı gelmeden de sabittir. [22]

 

Y

 

YABAN: Çöl, sahra

YABANI: Yabana mensup, ıssız yerde yaşayan; vahşî.

MYAKAZA: Uyanık olma hâli demektir.

YAKZAN: Uyanık olan kimse demektir.

İKAZ ise: Uyandırmak, uyarmak, bir tehlikeyi ön­ceden haber vermek gibi mânâları ifâde eder.

YED: El, nimet, minnet, kuvvet, kudret, mâlik ol­mak, cemâat ve kuddam gibi bir çok anlamlan ifâde eden bir kelimedir. YED kelimesinin çoğulu EYÂDÎdir.

YED-İADIL: Âdil sayılan bir kimsenin eli, nezdi (= yanı) ve şahsı demektir. Ve, emânet böyle bir kimseye tevdi olunur.

Rehin bahsinde ADİL şahıstan maksat: Râhin ile mür-tehîn'ın veya hâkimin kendisine emniyet edip, rehni yanına tevdi ve tesiim ettiği, akıllı kimsedir. Bu şah­sın, haddi zâtında adaletle muttasıf olup olmaması da, —rehin hususunda— bir şey değiştirmez. + Rehin Maddesine de bakınız.

YEKPARE: Tek parça; bir parçadan ibaret olan şey; bütün; som.

YEMİN: (Lügatte): Kuvvet demektir. Istılahta YEMİN: And içmek yani: Bir haberin iki tarafindan birini Allafau Teâtâ'nın mübarek ismini zikrederek veya bir şeye ta'lİk suretiyle takviye etmek anlamına gelir.

Meselâ: "Vallahi şu şöyledir." sözü bir yemin ol­duğu gibi, "Şu şöyle değilse, kölem azâd olsun." sözü de bir yemindir. _

KASEM: Allahu Teâlâ'nın mukaddes ismi üzeri­ne yapılan yemin demektir.

YEMİN-İ İSTİZHAR: Bazı da'vâlardan dolayı beyyine ikâme eden da'vâcıya, hakkın ortaya çıkma­sını temin etmek için tevcih edilen yemindir.

YEMİN-İ MERDÛDE: Da'vâhmn, kendisine tev­cih edilen yeminden kaçınması üzerine, da'vâcıya tev­cih olunan yemindir.

YEMİN-İ LAĞV: Bir kimsenin, bir şey hakkın­da, zannına göre yemin etmesi ve o şeyin aslında zan-nedildiği gibi olmaması demektir.

YEMİN-İ GÂMUS: Geçmiş zamanda yapılmış olan veya yapılmamış bulunan bîr iş hakkında, ya­lan yere edilen yemin demektir.

YEMİN-İ SABR: Bir müslümanm malını elinden; çıkarmak için, yalan yere ve kasden yapılan yemin demektir.                

YEMİN-İ MÜN'AKİDE: Geleceğe ait bir iş için; veya bir işi terk için yapılan yemin demektir.      

BÎRR: Yeminde sadık olmak; yapılan bir yemini yerine getirmek demektir.

BER ve BÂR kelimeleri ise, yeminin yerine geti­ren şahıs anlamında kullandır.

Ber'in çoğulu BURUR, bâr'ın, çoğulu ise EB-RAR'dır.

HINS: Günâh, yeminde sadık olmamak, yemini yerine getirmemek demektir.

HÂNIS: Yaptığı yemini yerine getirmeyen; ye­mininde sadık olmayan kimse demektir.

NÜKÛL ANİ'L-YEMİN: Bir da'vâcı veya da'-vâlının, kendisine tevcih ve teklif edilen yeminden kaçınması demektir.

Bu şekilde yemin etmekten kaçınan kimseye NAKİL denir.

Tek düzen; biteviye; değişmez.

ÜE'S: Me'yus olmak; bir şey hakkında ümitsiz bu­lunmak; istenilen bir şeyin meydana geleceğinden ümid kesmek demektir.

Ye's anlamında KÜNUT kelimesi de kullanhr.

YESÂR: Yüsür kökünden alınmış olan bu kelime

İstiğna, zenginlik anlamına gelir. MUSİR: Zengin demektir.

YEGÂNE: Biricik, tek.

Gün; gündüz. Vakit. Güneşin  doğmasından,   batmasına kadar  geçen müddet.

Şer'î yevm (= gündüz, gün): ikinci fecrin tulûun-dan, güneşin batışına kadar olan vakittir. Yevm'in çoğulu EYYÂM'dır. .

YEVM-İ ARAFE: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.

YEVMİ NAR: HAC / HAC GÜNLERİ Mad­desine bakınız.

YEVM-İ TERVİYE: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.

YOL BESİCİLİK: Kat'-ı Tarîk Maddesine bakınız.

YÜSR: Kolaylık, rahatlık; rahat. Suhulet.

YESÎR: Kolay. Az şey. [23]

 

Z

 

ZABITA: Kaide mânâsına gelir. Bir şeyin zabt ve rabüna memur veya hadim olan şeye de ZABITA denir, Zâbıta'mn çoğulu ZEVABIT'tır.

ZABT; Anlama, kavrama. Sıkı tutma. İdaresi al­tına alma; kendine mâletme. Bir yeri, silâh kuvveti ile alma. Kaydetme; bir şeyin özetini yazma.

ZAFER: Düşmana karşı galip gelmek demektir. Aslında zafer kelimesi, bir şeye pençe atmak, tır­nak geçirmek demektir.

ZAFER: Fevz ve necat; korktuğundan kurtulup, um­duğuna ve maksadına nâli olmak anlamına da gelir.

ZÂJSB: Bir fikir veya zanna uyan, kapılan. Gidi-&, giden.

Z4JBD; Dîn! emirlere sıkı bağlı olan kimse.

ZÂHJR: Açık, belli, meydanda, görünen, gö-rûnücü.

ZAHİREN: Görünüşe göre; görünüşte; aşikare; meydanda olarak.

ZAHİR: Mücerred ibaresi îşitilmekle mânası bili­nen; yani: Söyleyenin maksadı, düşünmeden anlaşı­lan söz demektir.

Meselâ: "Alış-veriş helâldir." sözü zahirdir.

ZAHİRÎ MALLAR: Emvâl-ı Zahire Maddesi­ne bakınız.

ZAHR: Arka, sırt. Bir şeyin arka tararı, gerisi

ZAMAN: Kefil olma; kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere, zarara karşı kefil olma; garanti demektir.

Bir başka tarife göre ZAMAN: Başkasının üzerinde bulunan vacip bir hakkı İltizam etmek; bir şeyin, ~ misliyyât'tan ise— mislini, kıyemiyât'lan ise kıyme­tini ödemektir.

MAZMUN: Ödenmesi lâzım gelen şey demektir..

ZÂMİN: Kefil anlamında kullanılan bir kelime dir. Bu kelimenin yerineZAMÎN kelimesi de kul­lanılır.

Kefalet ve TEZMİN Maddesine de bakınız.

ZAMÂN-I AMEL: Üzerine alma; deruhte eünej iltizam

ZAMANI DEREK: Bi'1-istihkak zabtedilen me+ bun (= satın alınan şeyin) semenini (= bedelini), ka­fi! bi'd-derek olan kimsenin müşteriye geri vermesi demektir.

ZAMÂN-IGARÛR: Muvazaa akdi zımminda bir kimsenin, bir şahsı aldatmış olması ve zararım zâ-min obuası demektir.

ZAMÂN-I MEBÎ': Henüz teslim edilmeden zayi olan mebî'in (= satılan şeyin) semeni ile mazmun obuası demektir. Yani: Satılan bir şey henüz müşte­riye teslim edilmeden, satan şahsın elinde telef olsa; bu sabci, semeni (kabzetmişse), müşteriye iade eder ki, ZAMÂN-I MEBÎ budur.

ZAMÂN-I MENFAAT: Gasb yoluyla, yani sahil-binin izni olmaksızın, kullanılan malın menfaatimi ödeme; yani o mal ile intifa etmesi karşılığında ecrij-misil ödeme demektir.

ZAMÂN-I RÜCÛ: Cayma, dönme tazminatı.

ZAMÂNÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlanmış olan kölenin birisi hakkında kefil bi'l-mâl veya kefil bi'n-nefs olması, demektir ki, bu caiz değildir. Gei-rek velîsinin izni ve mekfûlün anh'ın emriyle olsun ve gerek olmasın farketmez.

ZÂT-ILEBEN: Süt sahibi olan yani memesinde süt bulunan kadın demektir.

ZEKÂT

Zekât: (Lügâtte^Temizlik, bereket, artma-çoğalma, güzel zikîr gibi mânâlara gelir. Istılahta zekât: Bir malın, muayyen bir miktarım, mu­ayyen bir zaman geçtikten sonra, hak sahibi olan bir kısım müslûmanlara, Allah rızâsı için tamamen temlik etmek demektir.

Zekât'a sadaka da denir. Bununla beraber sadaka ta­biri daha umumîdir ve vaciplerle nafileleri de içine alır.

Tezkiye: Zekât vermek demektir. Müzekkî: Zekât veren şahıs mânâsına gelir. Şahit­lerin temiz ve dürüst kişiler olduğunu bildirmeye de tezkiye denilir.

ZEMZEM: Ka'benin doğusunda, Allahu Teâlâ'-nın Hz. Hâcer ile oğlu Hz. İsmail'e ihsan ettiği su­yun yerinde kazılan mübarek kuyunun suyudur, Zemzem, yeryüzündeki suların efdalidir. Zemzem, bol bol içilir; abdest ve gusülde de kul­lanılır.

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efenuımiz: "Zemzem hangi maksatla içilirse, o maksat içindir." buyurmuştur. Bu sebeple, "kıyamette, hesap gününde susuzluk çekilmemesi" dilek ve niyeti ile içilmesi uygun olur.

ZEVDEKA.: Allah'ın varlığını inkâr eden; Cenâbı-Hakkk şirk koşan; haşri ve Hikmet-i Üâhiyyeyi tas­dik etmemek mânâlarına kullanılan bir kelimedir.

ZINDIK: İnkarcı ve müşrik demektir.

ZENÂDIK ve ZENÂDIKA: Zınddc kelimesinin ço­ğuludur yanı Zındıklar demektir.

Bazı zevata göre ZINDIK: Hem dinsiz olan ve hem de dehrin (= âlemin, dünyânın) baki olduğuna ve mallarla, zevcelerin müşterek (= ortak mal) oldu-

ğuna kail olan, buna inanan şahıstır.

ZERİ : MÜZÂREA Maddesine bakınız.

ZERİ': Müzrûât Maddesine bakınız.

ZERİYYÂT: Mezrûat Maddesine bakınız.

ZEVC; Koca; bir kadının nikâhına sahip olan er­kek demektir.

EZVÂC: Zevcîer (= kocalar) demektir.

ZEVCE: Kan; bir erkeğin nikâhı altında bulunan kadın.

ZEVCÂT: Zevceler (= kanlar, hanımlar) demektir.

ZİHÂR

ZİHÂR: Lügatte: İki şey arasında, bir mutabakat ve mümâselet meydana getirmek anlamındadır. Ve ZİHÂR, arka anlamına gelen zahr kelimesinden türemiştir.

Nikâh ıstılahında ZİHÂR: Bir kocanın, karısını, ne­sep, süt emme veya müsâharet yönünden müebbe-' den mahremi olan bir kadının, kendisi tarafından bakılması caiz olmayan arkası, karnı, uyluğu gibi bir uzvuna teşbih etmesi, benzetmesidir. Bir kocanın, karısının rakabesini veya nısıf (= 1/2), sülüs {= 1/3) gibi, şayi bir cüz'ünü, mezkûr uzuv­lardan birine benzetmek de bu kabildendir. Zihâr, helâli harama teşbih etmek demek olduğun­dan mezmûmdur.

Bu teşbihe zahâr denilmesi, genellikle bunun zahr'e (= arkaya, sula) izafetle yapılması ve zahr'ler ara­sıda, diğer uzuvlardan daha çok benzerlik bulunma­sı yönündendir.

Zahr kelimesi, çoğu kere —edep gereği— batın (= kaim) ve tenasül uzvu yerinde kullanılmıştır.

Zihâr; Cahiliye Devrinde, araplar arasında carî bir işlem idi ve talâk (= boşama, boşanma) nevilerin­den biri oîarak kabul edilirdi. Şeriat-i İslâmiye tara-findan bu nevi talâk yasaklanmış ve zevci için zıbâi eden kimseye keffâret vaz' olunmuştur.

MÜZAHİR: Zihâr yapan, yani zevcesini; kendi­sine müebbeden mahrem olan bir kadının sırtı veys karnı gibi, —bakması haram olan— bîr uzvuna ben­zeten koca demektir.

Hakkında bu şekilde teşbih yapılan zevceye MÜ-ZÂHERÜN MİNHÂ denilir.

Zihâr için kullanılan tâbirlerden her birine ise MÜ-ZÂHERÜN BİHÂ denilir.

ZIMN: Tazmin Maddesine bakınız.

ZİKARABET

ZÎKARABET: Bir kimseye babası veya anası ta-rafindan —İslama yetişmiş bulunan ilk büyük ced­dine kadar— mensubiyeti olan her hangi bir şahıs demektir.

Bu tarifte mahrem olanlarla olmayanlar; erkeklerle kadınlar ve yakınlarla uzaklar müsavidir. Ana-baba ile evlâda karabet nâmı verilmez

Zİ ERHAM: Bu tabir de ZÎ KARABET anlamı­na gelir.

Zİ-RAHM: Lügatte: Mutlak olarak karabet sahi­bi (= yakın, akraba) demektir. Istılahta ZÎ-RAHM: Terikeden sülüs (= 1/3) ve rubû (= 1/4) gibi belirli bir sehmi olmayan ve terikeyi, asabeden olmak sıfatıyle ihraz etmeyen, herhangi bir Jcarîb (= yakın, akraba) demektir.

ZEVİ'L-ERHÂM: Zİ-RAHM'ın çoğuludur.

Zİ ENSAB: Bu tâbir de ZÎ ERHAM ve Zİ KA­RABET mânâlarında kullanılır.

ZÎ-ÖYMET: Kıymet Maddesine bakınız.

Zİ'L-YED: Lügatte: El sahibi demektir. Isülâhta ZTL-YED: Bir malı, bir gayr-i menkûlü (ya­ni bir aynı) elinde bulunduran ve bu malı, —sahibi kendisi olsun veya olmasın— kullanmakta olan (kim­se) demektir.

Zi'1-yed'in mukabili (f= zıddı, karşılığı, karşılı) HÂ-•RİC'tir.

ZİMMET

ZİMMET: insanda bulunan manevî bir vasıftır ve insan, lehine *eya aleyhine olan şeylere, ancak bu vasıfla ehil olur; yani insanda ehliyet-i vücûp, bu zim­met sayesinde meydana gelir.

ZİMMET: And ve borç anlamında da kullanılır.

ZİMMET: Lügatte: And, emân, tazmin ve hak mâ­nâlarını ifade eder.

Ahdi bozmak zemmi gerektiren bir davranış olduğu İçin, ahd'e zimmet denilmiştir.

ZİMEM: Zimmet'in çoğuludur.

EHL-İ ZİMMET: İslâm zimmetini yani ahd ve emânını hâiz bulunan gayri- müslimlere (İslam tabi-iyyetiride bulunan, ancak müslüman olmamış bulu­nan fertlere ve bu fertlerden meydana gelen topluluğa)

EHL-İ ZİMMET denilmektedir.

ZİMMI: Ehl-i zimmetten olan erkeklerden her biri

ZİMMİYYE: Zimmet ehlinden olan kadınlardan her biri.

AKP-İ ZİMMET: Harbî bulunan bir şahsın veya bir topluluğun, İslâm ahd ve emanını yani İslâm ta­biiyetini kabul etmesi demektir.

ZÎ-MENEA: Mena Maddesine balanız.

ZİNA: Şer'î bir akde dayanmadan, istek ile yapı­lan haram bir cinsî ilişkidir. (= .... mücâmeattır.) Bu şekilde cinsî ilişkide bulunan erkeğe ZANI kadı­na ise ZÂNİYE denir.

Böyle bir haram cinsî münâsebeti kendi isteği ile yap-mıyan erkeğe MEZNİYYÜN BİH kadına ise MEZNİYYE ve MEZNİYYÜN BİHÂ denilir.

ZİRÂAT: Müzârea Maddesine bakınız.

ZİYÂRET: Lügatte: Görmeye ve görüşmeye git­mek demektir.

Hac ıstılahında ZİYARET: İhramh olarak tavaf, sa'y ve vakfe gibi hac menâsikini usûlüne uygun olarak yapmak demektir.

Ziyaret, belirli zamanda ve Arafat vakfesi ile bir­likte olursa HAC^her hangi bir zamanda ve vakfe-siz olursa UMRE adını alır.

ZİYARET TAVAFI: HAC / TAVAF / TA-VAF'IN NEVİLERİ Maddesine bakınız.   '

ZOR: Yalan. Hakikate uymayan ve aykırı olan şey. Mâsivâullah (= Allah'tan başka bütün varlıklar).

ŞÂHİR-İ ZOR: Yalancı şâhid. Yalan yere şehâ-det eden kimse.

ZULÜM

ZULÜM: Lügatte: Zulmet kelimesinden alınmış­tır ve bu kelime asıl itibariyle, "bir şeyi, kendisine mahsus mahalden başka bir yere koymakla mânâsı­na gelir.

Istılahta ZULÜM: Bir kimsenin meşru bir hakkı­na tamamen veya kısmen tecâvüzde bulunmak de­mektir.

Meselâ: Bir kimsenin bir malını gasbetmek veya bir alacağım noksan ödemek yahut vaktinde ödemekten kaçınmak birer zulümdür.

ZILAM: Bir kimseye zulmetmek-demektir.

MUZÂLEME: Zılâm yani bir kimseye zulmetmek anlamındadır.

ZÂLİM: Zulmeden kimse demektir.

ZELÛM: Bir kelime de zâlim anlamındadır.

MAZLUM: Kendisine zulm edilen, zulme uğra­yan, zulüm gören kimse demektir.

MAZLİME: Zâlimin, mazluma karşı yaptığı zu­lüm ve haksızlık fiili demektir.

Buna ZULÂME de denir.

IZZİLAM: Bir kimsein zulmüne istiyerek veya bir mecburiyet ile boyıın eğmek demektir. İNZİLAM kelimesi de, izzüâm mânâsında kullanılır.

TEZALLÜM: Bir kimseye zulmetmek; bir kim­senin, bir zulmü, kendi nefsine isnâd etmesi ve bir zâlimin bu zulmünden şikâyet etmek anlamlarına gelir.

TAZLİM: Bir kimseyi zulme nisbet etmek de­mektir.

İTİSAF: Zulüm anlamında kullanılır.

ZÜHD

Zöhd (Lügatte) bir şeye rağbet etmemek; bir ştden kaçınmak demektir.

Istılahta zühd: Dünyaya meyletmeyip, ibâdet ve aile fazla meşgul olmak anlamına gelir.

Zfihid: Dünyaya "meyletmeyen ve fazlaca ibâdet tâatle meşgul olan kimse.

Zâhid'in çoğulu Zühhâd'dır.

ZÜHUK: Helak olmak. Bâtıl ve müzmahil olm Ruhun, bedenden alâkasını kesmesi. Ok'un nişan rinden geçmesi.

ZÜRRİYET: Bir kimsenin çocukları ve torun veya nesli demektir.

ZURRIYET: Bir kimsenin hanımları ye çocun demektir.

Çoğulu, ZERÂRÎ ve ZÜRRİYÂT şekillerinde g Zürriyet lafzı, lügatte nesil'e, oğula ve kıza, m zen de babaya ıtlak olunur. [24]



[1] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/173-181.

[2] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/182-187.

[3] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/188-192.

[4] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/193-197.

[5] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/198-205.

[6] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/206-207.

[7] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/208-222.

[8] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/223-226.

[9] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/227-237.

[10] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/238-250.

[11] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/251-253.

[12] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/254-275.

[13] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/276-281.

[14] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/282.

[15] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/283.

[16] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/284.

[17] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/285-289.

[18] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/290-296.

[19] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/297-304.

[20] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/305-314.

[21] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/315-316.

[22] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/317-325.

[23] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye   (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/326-327.

[24] İsmail Karakaya, Feteva-i Hindiyye  (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 16/328-331.