Birden Çok Karısı Bulunan Kimsenin Karılarını Eşit Tutarak
Sıra İle
Yanlarında Yatmanın Vücubu
(Nikâh kıyılırken
kadına bir mehir biçilmese de sahihtir.) Çünkü
nikâh, erkek ile kadının evlilik hayatını yaşamalarını helâl kılmak için
yapılan bir akittir. Nikâh kıyılırken kadına mehir
biçilmese de, erkek ile kadının varlığı akdin sıhhati için yeterljdir.
Kaldı ki mehir, kadının şerefli bir varlık olduğunu
belirtmek için şeriatın vacip kıldığı bir şeydir. Bunun için, nikâhın
kıyılması sırasında eğer kadına mehir biçilmese de
akdin sahih olması lâzım gelir. Hattâ eğer bir kimse herhangi bir kadınla
evlenirken ona mehir vermemeyi bile şart koşsa, aynı
sebebe binaen yine akit sahihtir, îmam Mâlik tRahimehullah)
ise bu görüşe katılmayıp, içinde kadına mehir
verilmemesi şart koşulan nikâhın fasit olduğunu söylemiştir.
(Mehrin en azı
on dirhemdir.) İmam-ı Şafiî (Rahime-hullah) : -Mehrin en azı diye bir
şey yoktur. Alım - satımlarda satın alman mala karşılık olarak verilebilen her
şey mehir olabilir. Çünkü mehir
kadının hakkı olduğu için takdir ona aittir-
demiştir. Biz, Peygamber Efendimiz'in;-On dirhemden
az mehir yoktur» ([1])
hadisine dayanıyoruz. Aynca, mehrin
şeriat tarafından kadının şerefli bir varlık olduğunu belirtmek için vacip
kılınan bir şey olması da, hatırı sayılır bir miktardan az olmamasını
gerektirir. Bu miktar da en az on dirhemdir. Zira hırsızın eli ancak on dirhem
değerinde olan bir şeyi çaldığı zaman kez silir. Şayet bir nikâh on dirhemden daha az bir miktar
üzerinde kı-yılırsa -bize
göre -kadına yine on dirhem düşer.) îmam Z ü-f e r: «Bu durumda kadına mehr-i misil düşer. Çünkü mehir
olamayan bir miktarın biçilmesi, hiç bir şeyin biçilmemesi hükmündedir. Hiç
bir şey biçilmediği zaman ise, kadına mehr-i misil
lâzım gelir» demiştir. Biz
diyoruz ki.: Mehrin on dirhemden az olduğu zaman
fasit olması, şeriatın emrine uyulmadığı içindir. Zira Şeriat on dirhemden az
biçilmemesini emretmiştir. Kadın da on dirhemden aza razı olduğuna göre on
dirheme daha da razıdır. Kadına hiç bir şey biçilmediği zaman ona Mehr-i misil lâzım geldiğine ise kıyas olunamaz. Çünkü ona
hiç bir şey biçilmediği zaman olabilir ki üstünlük göstererek hiç bir şey
almaz da, ona az bir şey verildiği zaman kabul etmez. Eğer kendisine on
dirhemden az bir mehir biçilen kadının kocası, onunla
gerdeğe girmeden onu boşarsa -her üç imamımıza göre d- kadına beş dirhem lâzım
gelir, imam Züfer: «Ona -hiç bir şey biçilmediği
zamanda olduğu gibi- müt'a lâzım gelir» demiştir.
(Eğer nikâh bayılırken
kadına on dirhem veyahut daha fazla bir miktar biçilir ve kocası kendisiyle
gerdeğe girer, ya da gerdeğe girmeden Ölürse, kadına
biçilen mehrin tamamı, lâzım gelir.) Zira erkeğin
gerdeğe girmesi kadının kendini pna teslim etmesi
demektir. Bunun için kadın, karşılığını almayı hak etmiş olur. ölümle de evlilik
hayatı sona erer ve bir şey sona erdiği zaman karşılığı hak olur.
(Eğer kişi, karısını,
onunla gerdeğe girmeden veya tenhalaşmadan boşarsa, kadına biçilen mehrin yansı lâzım gelir.)
Zira;«Eğer siz kadınlara dokunmadan onlan
boşarsanız ve daha önce onlara mehir biçmişseniz
biçtiğiniz mehrin yansı onlara düşer» ([2])
âyet-i kerimesi bunu emrettiği gibi akli deliller de birbirleriyle çatıştığı
için burada merci nasstır. Çünkü erkeğin kendi is-teğile kadını boşaması kadına biçilen mehrin
tamamının lâzım gelmesini, kadına dokunmadan onu boşaması da ona hiç bir şeyin
lâzım gelmemesini gerektirir.
Metinde «ve
tenhalaşmadan» diye söyledik. Çünkü biz Hane-f i 1 e r' e göre kadınla
tenhalaşmak da kadınla gerdeğe girmek gibidir. (Eğer nikâh kıyılırken kadına mehir
biçilmez veyahut ona mehir verilmemek kaydı ile
nikâh kıyüırsa -eğer kocası kendisiyle gerdeğe
girer, yahut gerdeğe girmeden kocası, ya kendisi
ölürse- ona mehr-i misil düşer.) tmam-ı
Şafiî: -Kocası kendisiyle gerdeğe girmeden, ikisinden birinin ölmesi halinde
ona bir şey düşmez» demiştir. Kocasının kendisiyle gerdeğe girmesi halinde ise,
Şafiî-1 e r' in çoğu ona mehr-i misil düşmesi görüşündedirler,
tmam-ı Şafii: «Çünkü mehir
yalnız kadının hakkıdır. Kadın onu sonradan bağışlayabildiği gibi, başta da istemiyebilir» demiştir.
Biz diyoruz ki: Mehir -yukanda da geçtiği üzere- şeriatın vacip kıldığı bir şey olduğu için,
kadın başta: «Benim nikâhım mehir-siz olsun» diyemez.
Ancak onun hakkı olduktan sonra almayabilir.
(Eğer nikâhı
kıyılırken kendisine mehir biçilmeyen kadının kocası
kendisiyle gerdeğe girmeden onu boşarsa,
ona müt'a düşer.) Yâni kocasının kendisine -üzüntüsünü hafifletmek için-
bir hediye vermesi gerekir. Zira Cenâb-ı Hak (Azze ve Celle);
Kadınlara dokunmadan ve onlara bir mehir biçmeden onlan boğarsanız
size günah yoktur. Ancak onlara -zengin kendi haline, fakir kendi haline göre-
fayda dokundurun» ([3]) buyurmuştur.
Sonra bu mut'a, yâni
bu kadına bir sa'y verilmesi âyette em-redildiği için vâcibtir. İmam
Mâlik ise: «Âyetin sonunda
gelen .Bu, iyi davrananların şanına
yakışır, bir borçtur» cümlesine bakarak: «Müstahabtır-
demiştir.
(Mut'a: Kadının emsali
tarafından giyilen üç parça elbisedir.)
Bu üç parça elbise de Hz. Âişe ile îbn-i
Abbâs (Radıyallâhü anh)'dan rivayet olunduğuna göre bir gömlek, bir baş örtüsü
ve bir çarşaftır. Metinde
geçen «Kadının emsali tarafından giyilen» kadından bu konuda kadının haline bakıldığı
anlaşılmaktadır, ki K e r h i de böyle söylemiştir. Çünkü mut'a mehr-i mislin yerine geçer. Mehr-i
misi de kadının haline göredir. Fakat doğrusu şudur ki -yukarıda geçen âyeti
kerîmede «zengin kendi haline fakir kendi haline göre» diye buyurulduğu
için erkeğin haline bakılır.
Şunu da bilmek gerekir
ki Mut'a, ne mehr-i mislin yarısından fazla ve ne de
beş dirhemden az olur.
(Eğer nikâh kıyılırken
kadına mehir biçilmez, ancak sonradan erkek ile kadın
kendi aralarında bir şey üzerinde uyuşurlarsa, eğer
erkek gerdeğe girer veya gerdeğe girmeden
ölürse, üzerinde uyuştukları şey kadına düşer. Eğer gerdeğe girmeden kadını
boşarsa kadına mut'a düşer.) İmam Ebû Yûsuf un
birinci görüşüne göre ise kadına üzerinde uyuştukları şeyin yarısı düşer, ki
îmam-ıŞâfii de buna kaildir. Zira üzerinde uyuşulan
şey de biçilen mehir gibidir. Biçilen mehir nasıl, kendisiyle gerdeğe girilmeden boşanan kadına
onun yansı düşüyorsa bu da öyledir. Biz diyoruz ki: kadına mehir
biçildiği için ona mehr-i misi lâzım gelmişti. Bunun
için bu, mehr-i mislin yerine geçen bir şeydir.
Kendisi ile gerdeğe girilmeden boşanan kadına nasıl mehr-i
mislin yarısı değil de, mut'a lâzım geliyorsa, bu da mehr-i
mislin yerine geçtiği için mehr-i
misi gibidir.
(Eğer erkek akitten
sonra kadının mehrini arttınrsa
arttırdığı miktar da ona lâzım gelir.) İmam Züfer:
«lâzım gelmez-demiştir, ki biz bunu -Allah izin verirse satış akdi bahsinde de söyliyeceğiz. (Ancak eğer erkek gerdeğe girmeden onu
boşarsa arttırdığı miktarın yarısı ona lâzım gelmez.) İmam Ebû
Yûsuf un birinci görüşüne göre lâzım gelir. Zira İmam E b ü Hanife ile İmam Muhammed'e göre tensif,
yâni mehrin yarısının lâzım gelmesi, akit esnasında
biçilen mehre mahsus ise de, İmam Ebû Yûsuf'a göre akitten sonra biçilen mehre
de şâmildir.
(Eğer akitten sonra
kadın, mehrinde indirim yaparsa bu indirim de
sahihtir.)
(Eğer erkek, kadınla
tenhalaşır ve onunla gerdeğe girmesi için bir engel bulunmadığı halde gerdeğe
girmeden onu boşarsa kadına mehrin tamamı düşer.)
İmam-ı Şafii: «Kadına mehrin yarısı düşer. Çünkü
evlenmenin amacı ancak cinsel ilişki ile sağlanmış olur. Bunun için, cinsel
ilişki olmayınca mehir hak edilmiş olamaz» demiştir.
Biz diyoruz ki: satış
ve kiralama gibi diğer akitlerde satılan veya kiraya verilen malın alıcı veya
kiracıya teslimi ile -alıcı veya kiracı ondan yararlanmasa bile- nasıl semen
veya kira hak oluyorsa, bu da öyledir. Çünkü kadına düşen, kendini ona teslim
etmekti. Kadın onunla tenhalaşmakla ise -eğer ortada sıhhi veya şer'i bir
mazeret yoksa- bunu yapmıştır. (Eğer erkek kadınla tenhalaşırken ikisinden biri hasta, ya ramazanda oruçlu, ya hac veya
umre ihramında veya kadın aybaşı halinde olursa, bu hallerin hiçbirinde onunla
tenhalaşmış sayılmaz.)
Bu durumlann
hangisinde kadım boşarsa kadma mehrm
yarısı düşer. Zira bu durumların hepsi cinsel ilişkiye mâni birer haldir. Fakat
hastalıktan maksat ya tamamen cinsel ilişkiye engel
olan, ya da onunla artarak tehlikeli bir duruma giren
cinsel ilişkiye engel olan, ya da onunla artarak
tehlikeli bir duruma giren hastalıktır.
Kimisi demiştir ki:
hastalın, az da olsa, kişide kırgınlık ve gevşeklik yarattığı için mutlaka
mânidir. Bu ayrıntı da kadının hasta-lığındadır. Erkeğin hastalığı ise ne
şekilde olursa olsun mânidir. Ramazan orucu da, mânidir, çünkü ramazan orucunu
bozmak hem kaza hem kefareti gerektirir. Hac veya umre ihramında cinsel ilişkide
bulunmak da hac veya umreyi fesada götürdüğü gibi hem kazayı ve hem kurban
kesmeyi gerektirir. Kadının aybaşı halinde olması da hem tab'en,
hem şer'en mânidir. (Fakat eğer erkek veya kadınm
orucu sünnet olursa, kadma mehrin
tamamı düşer.) Çünkü sünnet olarak oruçlu olan kimse mazeretsiz oiarak orucunu bozabilir. Müenteka'nın
rivayetine göre kaza orucu ile adak orucu da sünnet orucu gibidirler. Zira bu
iki oruçta da kefaret yoktur. Namaz da oruç gibi olup namazın farzı orucun
farzı, namazın sünneti orucun sünneti gibidir.
(Tenasül âleti kesik
olan kimseye, eğer karısıyla tenhalaştıktan sonra onu boşarsa İmam Ebû Hanife'ye göre mehrin tamamı, diğer iki İmama göre yansı lâzım gelir.)
Çünkü bu kimse cinsel ilişkiye karşı daha da güçsüzdür. Fakat erkeklik gücü
bulunmayan kimse tenasül aleti bulunduğu için öyle değildir. İmam Ebû Hanife ise : «Adamın âleti
kesik dahi olsa, kadına düşen kendini ona teslim etmektir, ki bunu yapmıştır,
demiştir.
(Bu hallerin hepsinde kadma) istihsanen (iddet lâzım gelir.) Zira bu hallerin hepsinde kadının gebe
kalması ihtimali bulunduğu için ihtiyatın gereği, ona iddet
lâzım gelmesidir. Çünkü iddet kadının değil,
şeriatın ve çocuğun hakkıdır. Bunun için ne kadınm ve
ne de kocasının cinsel ilişkide bulunmadıklarına dair sözleri dinlene-mez. Mehir ise mal olduğu için iddet gibi olmayıp onun hakkında ihtiyat gerekmez.
K u d u r i, şerhinde
demiştir ki; eğer mâni, oruç ve aybaşı hali gibi -şer'î olursa iddet vâcibtir.- Çünkü bu durumda
cinsel ilişkiye gerçekte imkân vardır. Fakat eğer -hastalık veya çocukluk gibi-
tabir olursa cinsel ilişkiye gerçekte imkân bulunmadığı için iddet vâcib değildir.
(Bir kadından başka,
boşanan bütün kadınlara mut'a vermek müstehabtır. Bu
kadın da, mehri biçilip de kendisi ile gerdeğe girilmeden
boşanmış olan kadındır.) İmam-ı Şafiî: -Bu kadından başka, boşanan bütün
kadınlara mut'a vermek vâcibtir. Çünkü mut'a, boşanan
kadının üzüntüsünü hafifletmek için vazedilen bir-şeydir. Kadında bu üzüntüyü
yaratan da kocası olduğu için ona vaciptir. Bu kadın ise, kendisine mut'a yolu
ile mehrin yarısı düştüğü için ona ikinci kez mut'a
düşmez. Zira kendisi ile gerdeğe girilmeden boşandığı için. boşanması
nikâhının bozulması manâsmdadır. Mut'a da tekerrür
etmez» demiştir.
Biz diyoruz ki: -Mut'a
mehrin yerine geçen bir bedeldir. Bunun için mehrin tamamı veya bir kısmı kadına lâzım geidiği zaman, muf-anın lâzım
gelmemesi gerekir. Zira bedel ile asıl beraber olamaz. Mut'anın
boşanan kadındaki üzüntüyü hafifletmek için olmasına gelince : Her ne kadar bu
kadında bir üzüntü varsa da bu üzüntüyü kendisinde yaratan kocası onu boşamakla
bir suç işlemiş değildir, ki ona ceza lâzım gelsin. O halde Mut'a kişinin kendi
isteğine bağlı bir iyiliktir.
(Eğer iki kişiden herbiri diğerine, kendi kızını veyahut kizkar-deşini diğerinin kızı veya kızkardeşi
karşılığında nikahlarsa, her iki akit de sahihtir ve kızlara mehr-i misi lâzım gelir.) İmam Şafii: -Akit fasittir.
Çünkü bu akitle kızlardan herbiri diğer kız ile kızın
babası arasında ortaklı bir mal durumuna girmiş olur. Yani yarısı kızın mehri, diğer yarısı da kızın babasının nikâhlı karısı olur.
Oysa bu bapta ortaklık olamaz. Bunun için akit sahih değildir» demiştir.
Biz diyoruz ki: burada
mehir olarak biçilen şey mehire
yaramadığı için diğerine mehir olamaz, ki onunia babası arasında ortaklı bir mal durumuna girmiş
olsun. Nihayet bu da -domuz eti veya şarap gibi- satılması şer'an
caiz olmayan bir şey üzerine kıyılan nikâh gibidir. O nikâh nasıl sahih olup
kadına mehr-i misi düşüyorsa bu da öyledir.
(Eğer hür bir kimse bir kadınla, kadına
bir yıl hizmet etmek veyahut ona Kur'an-ı Kerim'i
öğretmek kaydı ile evlenirse, kadına mehr-i misi
düşer. İmam Muhammed: -Kadına bir yıl hizmet etmenin ücreti düşer» demiştir.
Eğer bir köle efendisinin izni ile bir kadınla, kadına bir yıi
hizmet etmek kaydı ile evlenirse, caizdir ve
kadına bir yıl hizmet
etmek zorundadır.) İmam-ı Şafiî birinci meselede: -Hür olan kimsenin kadına
bir yıl hizmet etmesi veyahut Kur'an-ı Kerim'i
Öğretmesi gerekir.- demiştir. Zira İmam-ı Ş â f i i' ye göre ücret karşılığı,
yaptırılan herşey mehir
olabilir. Bizim kaidemize göre ise, teslimi mümkün olan mal veya menfaat
dışında hiçbirşey mehir
olamaz.
(Eğer bir kimse bir
kadınla evlenirken ona bin dirhem mehir biçer ve
ayrıca kadını kendi memleketinden çıkarmayacağını veyahut ondan başka bir
kadınla evlenmiyeceğini şart koşarsa, eğer koştuğu
şartı gözetirse kadına biçtiği mehirden başka bir şey
düşmez.)
Çünkü kadına mehir olarak biçtiği şey hem mehre
yarar ve hem de kadm ona razı olmuştur. (Eğer koştuğu
şartı gözetmezse kadına mehr-i misi düşer.) Çünkü
kadın kendisine biçilen mehre şartlı olarak razı
olmuştur. Şart yerine gelmeyince kadının rızâsı da ortadan kalkmış olur. Bunun
için kadının mehr-i misli ne ise o lâzım gelir.
(Eğer bir kimse bir
kadınla, kendisi kadının yanında kalırsa kadına bin dirhem, kadın onun yanına
gelirse kadına iki bin dirhem vereceği kaydı ile evlenir ve kendisi kadının
yanında kalırsa kadına bin dirhem düşer. Eğer kadın onun yanına gelirse
kadına, ikibin dirhemden fazla ve bin dirhemden az
olmamak şartı ile mehr-i misi düşer. Bu da İmam Ebû Hanife'ye göredir. Diğer iki
İmam ise s Her İki şart da caiz olup) eğer kendisi kadının yanında kalırsa
kadına bin dirhem, kadm onun yanına gelirse kadına ikibin dirhem düşer» (demişlerdir.) İmam Züfer de: -Her iki şart da fasit olup her iki takdirde de
kadına bin dirhemden ve iki bin dirhemden çok olmamak şartiyle
mehr-i misil düşer» demiştir.
Allah izin verirse bu mesele icareler bahsinde daha ayrıntılı olarak gelecektir.
imam Ebû Hanife'ye göre (eğer bir
kimse bir kadınla -Senin mehrin şu iki şeyden biri
olsun» diyerek evlenir ve o iki şeyden biri ucuz, biri pahalı olursa, eğer
kadının mehr-i misü ucuz
olan şeyden daha az olursa ona o iki şeyin ucuzu, eğer mehr-i
misli pahalı olan şeyden daha çok olursa ona pahalısı, eğer ikisi arasında ona mehr-i misil düşer.) Diğer iki İmam ise: Her üç ihtimalde
de kadına o iki şeyin ucuzu düşer» demişlerdir. (Eğer kişi gerdeğe girmeden kadmı boşarsa –İttifakla- her üç İhtimalde de kadına ucuz
olan şeyin yansı düşer.) îki İmam: «Çünkü ancak biçilen mehrin
düşmesine imkân olmadığı zaman, mehr-i misle gidilir.
Burada ise ucuz olan şeyin düşmesi -kesin olarak bilindiği için- mümkündür- demişlerdir.
İmam Ebû Hanife ise: «Mehirier içinde en adaletlisi mehr-i
misi olduğu için asıl olan mehr-i misidir ve ancak
biçilen mehir sahih olduğu zaman mehr-i
misilden udul edilir. Burada ise biçilen mehir iki şeyden hangisi olduğunun bilinmediği için sahih
değildir. Ancak şu var ki eğer kadının mehr-i misli
pahalı olan şeyden az olursa erkek daha çoğa razı olmuştur- demiştir. Bu kadının,
kendisi ile gerdeğe girilmeden boşanması halinde ona ucuz olan şeyin yarısının
lâzım geldiğine gelince: Çünkü böyle olan kadınlara mut'a düşer. Ucuz olan
şeyin yarısı ise, normal olarak mut'a-dan fazla olduğu için o lâzım gelir. Zira
adam ona razı olmuştur.
(Eğer kadına evsafı
belirtilmeyen bir hayvan mehir olarak bi-çilirse, sahih olup orta
kaliteli bir hayvan lâzım gelir ve kişi muhayyer olup isterse bizzat
hayvanı, isterse değerini
verir.) Bunun
mânâsı şudur ki: «Bir at,» «bir katır- ve
benzeri deyimlerde olduğu gibi, eğer hayvanın türü belirtilip de evsafı
belirtilmezse hüküm böyledir. Çünkü eğer hayvanın türü de belirtilmezse,
biçilen mehir sahih olmayıp mehr-i
misi lâzım gelir. imam-ı
Şafii: «Her iki surette de mehr-i misi lâzım gelir-
demiştir. Çünkü ona göre satışlarda karşılık olarak verilmeye yaramayan şeyler
nikâhta mehir olamazlar. Zira satış nasıl bir şeyi
bir başka şeyle değiştirme akdi ise, nikâh akdi de öyledir.
Biz diyoruz ki: nikâh akdi, bir malı mal
olmayan bir şeyle değiştirme akdi olduğu için sanki değiştirme olmayıp da
karşılıksız olarak bir malı vermeyi kabullenme akdidir. Diyetler ve ikrar ile
lâzım gelen alacaklar gibi karşılıksız olarak verilmesi kabullenen mallarda
ise evsafın bilinmesi şart değildir. Ancak her iki taraf da mağdur olmasın
diye biz mehrin -hîç değilse- türü bilinen bir mal
olmasını şart koşuyoruz. Çünkü her tür malın iyisi, ortası ve kötüsü vardır ve
ortası verildiği zaman her iki tarafın da hakkı gözetilmiş olur. Fakat eğer
biçilen mehrin türü de bilinmezse, mal türleri
sayısız olduğu için ortak kalitelisini bulmak mümkün değildir. Bunun için bu
durumda mehr-i misi lâzım gelir.
(Eğer evsafı
bilinmeyen bir elbise parçası mehir olarak biçilir-se) elbise parçasının türü bilinmediği için (kadına mehr-i misi lâzım gelir.) Eğer elbise parçasının türü
açıklanırsa mehir sahihtir. Fakat kişi, elbise
parçası ile değerinden hangisini isterse verebilir. Çünkü orta kalitelisi ancak
değer biçme ile
bilinir, ölçülen veya
tartılan bir mal da mehir olarak biçildiği zaman -eğer türü belirtilir ve
fakat evsafı belirtilmezse- kişi yine muhayyer olup isterse onu, isterse
değerini verebilir. Fakat hem türü hem evsafı belirtilmiş ise, kişi değerini
veremez. Çünkü ölçülen veya tartılan cinsten olan mallar, türü ve evsafları
bilindiği zaman sıhhatli olarak zimmete geçerler.
(Eğer bir müslüman, domuzu veya şarabı mehir
kılarsa nikâh sahihtir ve kadına mehr-i misi lâzım
gelir.) Çünkü şarabı veya domuzu kabul etmeyi şart koşmak fasit bir şarttır.
Bunun için nikâh sahihtir fakat şart fasittir. Domuz veya şarabı satmak ise
öyle değildir. Çünkü fâsid şartlarla yapılan
satışlar fâsidtir. Ancak biçilen mehir
sahih değildir. Zira domuz ve şarab müslüman kişi için mal sayılmaz. Bunun için mehr-i misi lâzım gelir.
(Eğer karşıda duran
bir küpe işaret edilerek: «Şu sirke kadının mehri
olsun- demek sureti ile nikâh kıyılır ve ondan sonra küpün içindeki sıvının
sirke olmayıp şarap olduğu anlaşılırsa -İmam Ebû Hanife ile İmam Muharamed'e göre-
kadına mehr-i misi lâzım gelir. İmam Ebû Yûsuf ise: -Ona o şarabın ağırlığı kadar sirke lâzım
gelir- demiştir.) imam Ebû Yûsuf: -Çünkü malı kadına
göstermek suretiyle kadında mala karşı istek uyandırılmış-tır. Bunun için
kadına, eğer malın benzeri varsa benzerinin, benzeri yoksa değerinin verilmesi
gerekir- demiştir.
İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed de : «Burada adam malın adını
vermekle beraber malı gösterdiği için, sanki: -Şu şarab
kadının mehri olsun, demiş gibi olur. Çünkü gözle
göstermek, ad vermekten daha etkilidir- demişlerdir.
(Eğer kişi daha kansi ile gerdeğe girmemişken, nikâh fâsid
olduğu için hâkim onları birbirinden ayırırsa,
kadına mehir düşmez.) Zira fâsid
nikâh ile -eğer gerdeğe girilmezse- mehir lâzım gelmez.
Kğer kişi gerdeğe girmezse kadınla tenhalaşsa dâhi
yine etkisi yoktur. Zira nikâh fâsid olduğu zaman
tenhalaşmak gerdeğe girmenin yerine geçmez. Eğer
gerdeğe girdikten sonra hâkim onları ayırırsa, kadına
—biçilen mehirden fazla olmamak şartıyla— mehr-i misi lâzım gelir.) Bize göre böyledir. İmam Züfer fâsid olan nikâhı da fâsid olan satışa kıyas ederek: «Mehr-i
misi ne kadar olursa olsun tamamı lâzım gelir- demiştir.
Biz diyoruz ki: nikâh
satışa kıyas olunamaz. Zira kadının gerdeği mal olmadığı için ancak kadına
biçilen mehir ile değer biçilir.
Eğer biçilen mehir mehr-i mislden
fazla olursa, fazla olan miktar lâzım gelmez. Çünkü nikâh fâşid
olduğu için biçilen mehir de fâ-siddir.
Eğer biçilen mehir mehr-i mislden az olursa, bu sefer biçilen mehirden
fazla olan miktar lâzım gelmez. Satış ise öyle değildir. Çünkü satış akdinde
satılan şey gerçekte değeri bulunan bir mal olduğu için değeri lâzım gelir.
Soyların birbirine
karışmaması için ihtiyaten (Bu kadına iddet de lâzım
gelir.) Bu iddetin başlangıcı -sahih olan kavle göre-
son cinsel ilişkide bulundukları gün değil, hâkimin onları biribirinden
ayırdığı gündür. Çünkü aralarındaki nikâh her ne
kadar fasit idiyse de, kadına bu nikâhtan dolayı iddet
lâzım gelir. Bu nikâh da hâkimin onlan birbirinden ayırması ile ortadan kalkar. ([4])
(Bu kadının doğurduğu çocuğun soyu da
sabittir.) Zira çocuk her ne kadar fasit nikâhın mahsulü ise de, onu besleyip
yaşatmak vâcibtir. Çocuğun soy süresi de - îmam
Muhammed'e göre- babası ile annesinin ilk cinsel ilişkide bulundukları günden
itibaren başlar, ki fetva da buna göredir. Zira fâsid
olan nikâh cinsel ilişkiyi helâllaştırmaz. Nikâhın
cinsel ilişki yerine geçmesi ise, cinsel ilişkiyi helâllaştırdığı içindir. ([5])
(Kadının mehr-i misli, kız kardeşlerinin, halalarının ve amca kızlarının
mehri kadardır.) Zira Abdullah İbn-i
Mesud (Radıyallâhü anh) : «Kadına, mensubu bulunduğu aile kadınlarının mehri kadar mehir verilir. Ne
fazla ve ne de eksik verilmez. Mensubu bulunduğu aile kadınları da, baba
tarafından kendisine akraba olan kadınlardır- demiştir. Hem de, kişi babasının
familyasından olduğu için babası ailesinin değeri ne ise, onun da değeri odur.
Bunun için (kadının mehrinde -eğer babasının ailesinden
değillerse- anne ve teyzesinin mehirlerine
bakılmaz.) Eğer annesi babasının ailesinden, meselâ : amcası kızı oiursa o zaman onun mehrinde
annesi mehrine bakılır.
(Mehr-i
misilde, iki kadının yaşta, güzellikte, zenginlikte, akılda ve dindarlıkta eşit
olmaları, aynı yerde oturmaları ve aynı çağda yaşamaları şarttır.) Zira mehr-i misi bu vasıfların değişmesiyle değişir. Derler ki:
İkisinin ayrıca ya kız veya dul olmaları da gerekir.
Zira kadının kızken ve dulken değeri bir değildir.
(Kadının velîsi,
kadının mehrini tefekkül
ederse kefaleti muteberdir.) Zira kendisi kefalete ehil olduğu gibi, mehir de alacak kabilinden olduğu için, kefalet kabul eden
bir şeydir. (Sonra kadın muhayyer olup mehrini) diğer
kefaletlerde olduğu gibi (İsterse velîsinden, isterse kocasından istiyebilir.) Velî de kadının mehrini
ödediği zaman -eğer kocasının sözü ile ödemiş ise- kefaletlerde usul olduğu
gibi- kocasından ister. Bu kefalet, kız küçük de olsa yine sahihtir. Fakat eğer
baba, çocuğunun malını sattığı zaman parasını kendi üzerine alırsa caiz
değildir. Zira velî nikâhta sadece tercümandır. Satışta ise satan kendisi
olduğu için bütün sorumluluk ona aittir.
(Kadın, mehrini almadıkça kendini kocasına teslim etmek zorunda
olmadığı gibi, onunla birlikte başka yerlere de gitmeyebilir.)
Nasıl ki satıcı da sattığı şeyin parasını
almadıkça onu teslim etmek zorunda değildir. Kocası da mehrini
vermedikçe onu yolculuk yapmaktan, evinden çıkıp başka yerlere gitmekten,
komşu ve yakınlarına uğramaktan alıkoyamaz. Ancak eğer mehir
vadeli olursa, o zaman kadın mehrini almadan da
kendini kocasına teslim etmek zorunda olur. Nasıl ki vâde ile satılan malın da
parası alınmadan alıcıya teslimi gerekmektedir. Zira kendisi mehrini vadeli yaparken bunu kabul etmiştir. Fakat İmam Ebû Yûsuf: «Mehir vadeli de
olsa, kadın mehrini almadıkça kendini teslim etmek
zorunda değildir- demiştir. îmam Ebû Hanife'ye göre şayet kişi gerdeğe girmiş olsa bile yine
hüküm böyledir. Fakat diğer iki îmam: «Eğer kadın bir kere kendini teslim
ederse artık imtina edemez» demişlerdir. Bu da eğer kocası onun isteğiyle
gerdeğe girmiş ise böyledir. Eğer kocası onu icbar etmiş, yahut kendisi daha erginlik
çağına varmamış veya deli ise, o zaman onun hakkı ittifakla bakidir. Bu
ihtilâf, kocasının kendisiyle tenhalaşması halinde de câridir. Kadının
nafakaya müstahak olup olmaması da aynı ihtilâfa dayanır. İki İmam: «Kadın bir
kere kendini kocasına teslim edince, geride bir şey bırakmış olmuyor ki, onu mehrini almadıkça teslim etmiyebilsin.
Bunun içindir ki kadın bir kere dahi olsa, cinsel ilişki ile mehrin tamamım hak etmiş olur. Nasıl ki satıcı da malı,
alıcıya teslim ettikten sonra bir daha ondan geri alamaz» demişlerdir, îmam Ebû Hanife de: -Cinsel ilişkinin
her bir defası mehir karşılığında erkeğe helâl olmuştur.
Bunun için hiçbir defası karşılıksız değildir. Kadının bir kere ile mehrin tamamım hak etmesi ise, birinci kereden sonra kaç
kere daha vâki olacağının bilinmediği içindir» demiştir.
(Kişi karısının mehrini
verdikten sonra onu beraberinde istediği yere götürebilir.) Zira Cenâb-ı Hak (Aze ve Celle) :-Kadınları gücünüz oranında kendi
oturduğunuz yerde yerleştirin» ([6])
buyurmuştur. Kimisi: «Onu oturduğu yerden başka yere götüremez. Zira
yabancılık zordur. Ancak şehrin yakın köyleri yabancı sayılmaz- demiştir.
(Eğer bir kimse bir
kadınla evlendikten sonra mehrin miktarı hakkında
ihtilâfa düşerlerde -İmam Ebû Hanife
ile İmam Muham-med'e göre- kadmın mehr-i misi miktarına
kadar söz kadınındır. -Mehr-i mislinden fazla olan
miktarda ise söz erkeğindir. İmam Ebû
Yûsuf ise: «Kadını boşamış olsun olmasın
söz erkeğindir. Ancak eğer erkeğin iddia ettiği miktar çok az bir şey olursa o
zaman sözü din-lenemez» demiştir.) Sahih olan görüşe
göre çok az bir şeyden murat kadına mehir olması
akla uymayan miktardır. îmam E b ü Yûsuf: «Kadın, kocasının dediğinden fazla
bir şey iddia ediyor. Erkek ise bu fazlalığı inkâr ediyor. Söz ise, inkâr
edenin yeminli sözüdür. Meğer akla uymayan bir şeyi söylemiş olsun» demiştir.
îmam Ebû Hanife ile îmam Muhammed de :
-Davalarda daima, zavahir kimi haklı gösteriyorsa
onun sözü dinlenir. Zavahir de mehr-i
misli iddia edeni haklı gösterir. Zira nikâh babında mehr-i
misi asıldır. Yahut bu ihtilâf da boyacı ile kumaş sahibinin ihtilâfı gibidir.
Boyacı ile kumaş sahibi boyama ücreti mikdan
hakkında ihtilâfa düştükleri zaman nasıl boyanın değeri ile hükmediliyorsa
burada da mehr-i misi ile hükmedilir» demişlerdir.
Sonra kadının, kendisi ile gerdeğe
girilmeden boşanması halindeki ihtilâfta kadına mehrin
yarısı ile hükmedildiği, K u d u r i ile el-Cami us-Sağir'in
rivayetleridir. El-Cami ul-Kebir'de ise «Kadının
sözü dinlenmeyip ona emsaline verilen mut'a ile hükmedilir» diye geçmektedir, ki kıyas da bunu gerektirir.
(Erkek ile kadının
ikisi de öldükleri zaman eğer erkek ona bir mehir
biçmiş ise, kadının vârisleri biçilen mehri erkeğin
terekesinden alabilirler. Eğer biçilmemiş ise -İmam Ebû
Hanife'ye göre- kadının vârislerine birşey yoktur. İki İmam ise: «Kadının vârislerine her iki
surette de mehir düşer- demişlerdir.) Yâni birinci
surette onlara biçilen mehir, ikinci surette mehr-i misi düşer. Zira biçilen mehir
nasıl erkeğin boynuna geçen ve ölümüyle kesinleşen bir borç ise, mehr-i misi de onun boynuna geçmiş bir borç olup erkek ile
kadından birisi öldüğü zaman nasıl sakıt olmuyorsa, ikisinin ölmesi halinde de
sakıt olmaz. İmam Ebû Hanife
ise: «İkisinin ölmesi, yaşlarında olan herhangi bir kimsenin sağ kaldığını
gösterir. Bu durumda, hâkim mehr-i misli kimin mehriyle takdir edecektir?- demiştir.
(Eğer bir kimse karısına birşey verdikten sonra kadın ona s «Sen bunu bana hediye
olarak verdin- o da: «Hayır, ben onu sana roeh-rinden mahsuben verdim- dese, söz erkeğindir.) Zira veren
olduğu için ne niyetle verdiğini ancak o bilir. Kaldı ki borçlu olan kimse,
önce borcunu ödemeye çalışır. (Meğer ki verdiği -şey yiyecek bir Şey olsun, o
zaman söz kadının sözüdür.) Yiyecekten maksat yemeğe hazır olan şey demektir.
Çünkü çoğunlukla yemeğe hazır olan şeyler hediye edilir. Buğday ve arpa gibi çiğ olan
yiyecek maddelerinde ise -yukarıda geçen sebebe binaen- söz erkeğin sözüdür.
Kimisi demiştir ki: Eğer adamın, karısına verdiği şey -baş örtüsü, gömlek v.b.
gibi- kadına verilmesi gereken şeyler kabilinden olursa erkeğin sözü
dinlenmez. Zira görünüm, erkeğin yalan söylediğini göstermektedir.[7]
(Eğer İslâm idaresi
altında yaşıyan gayrimüslim bir erkek, gayrimüslim
bîr kadınla bir murdar karşılığında veyahut mehirsiz
olarak evlenir ve onunla gerdeğe girer, ya da
gerdeğe girmeden onu boşar veya ölürse, kadına mehir
lâzım gelmez. İslâm idaresi altında olmayan gayrimüslimler de böyledir.) Bu,
İmam Ebû Hani f e ' ye göredir. Diğer iki îmama göre
ise İsiâm idaresi altında olmayan gayrimüslimler
öyledir. Fakat İslâm idaresi altında yaşıyan
gayrimüslim kadına eğer kocası onunla gerdeğe girer veyahut ölürse mehr-i misi, eğer kocası onunla gerdeğe girmeden onu boşar-sa mut'a düşer.
îmam Züfer ise: -İslâm idaresi altında olmayan gayrimüslim
kadına da mehr-i misi düşer. Çünkü Şeriat herhangi
bir kadınla evlenmeyi ancak mal karşılığında helâl kılmıştır. Şeriatın emirleri
ise bütün insanlara şâmildir» demiştir. İmam Muhammed ile îmam Ebû
Yûsuf da: -İslâm idaresi altında olmayan gayrimüslimler İslâm ahkâmını
kendileri yüklenmedikleri gibi, idaremiz altında olmadıkları için biz de onlan yükümlü tutamayız. Fakat İslâm idaresi altında olan
gayrimüslimler öyle değildir. Çünkü onlar -zina ve faiz gibi- muamelata
ilişkin hususlarda İslâm ahkâmını yüklendikleri gibi, idaremiz altında
oldukları için biz de onları yükümlü tutabiliriz.» demişlerdir.
İmam EbûHanife
de: -İslâm idaresi altında olan gayrimüslimler dahi diyanetle ilgili olan
hükümleri yüklenmedikleri gibi doğruluğuna inanmadıkları için muamelâta
müteallik hükümleri de yüklenmiş değillerdir. Bizim onları yükümlü tutmamız da
ancak ya kılıç zoru, ya da
tartışma yolu ile olur, ki biz ikisini de yapamayız. Zira onlara
dokunmayacağımıza ve onları kendi dinlerinde serbest bırakacağımıza dâir
güvence vermişizdir. Bunun için onlar da İslâm idaresi altında olmayan gayr-i müslîmler gibidirler. Zina ile faiz öyle değillerdir. Zira zina bütün
dinlerde yasaktır. Faiz de, onlarla yaptığımız akitlerden müstesnadır. Çünkü
Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm) : «Faiz işleyen kimse, bizimle onun arasında güvence
yoktur» buyurmuştur.
İmam Ebû Hanife'ye göre (eğer İslâm
idaresi altında olan gayrimüslim bir erkek, gayrimüslim bir kadınla) belli
olan (bir şarab veya domuz karşılığında evlendikten
sonra her ikisi veyahut biri müslüman olursa, kadına
o aynı şarab veya domuzdan
başka bir şey düşmez.) Eğer şarab veya domuz belli olmayıp fiz-zimme olur ve kadın onu müslüman
olmadan önce teslim almamışsa kadına şarapta değer, domuzda mehr-i misi lâzım gelir.
İmam Ebû Yûsuf: -Her iki surette de ona mehr-i
misi», îmam Muhammed: «Her iki surette de ona değer düşer» demişlerdir. İki
İmamın dayanağı şudur ki: Satın alman bir malı teslim almak, o mala sahip
olmayı kesinleştirdiği için o malı satın alamıyorsa, müslüman
değilken satm aldığı şarab
veya domuzu müslüman olduktan sonra teslim de alamaz
ve bu itibarla bu şarab veya domuz sanki belli
olmayıp fiz-zimme imiş gibi
olurlar. Bir malı teslim alma
hali o malı satın alma akdine benzeyin-cede: İmam Ebû Yûsuf: -Eğer nikâhları kıyılırken müslüman
olsalardı nasıl kadma mehr-i
misi lâzım gelecek idiyse, bu durumda da öyledir-, îmam Muhammed de: «Nikâhları
kıyıhrken müslüman
olmadıkları için biçtikleri mehir sahihtir. Çünkü şarab ile domuz onlarca maldır. Ancak müslüman
oldukları için teslim alamazlar. Bunun için teslim almadan zayi olduğu zaman
nasıl değer düşüyorsa, burada da değer düşer» demiştir.
imam Ebû Hanife de: -Belli olan bir şey mehir
olarak biçildiği zaman kadın ona nikâh akdiyle mâlik olur. Bunun içindir ki
onda her türlü tasarruf yetkisine sahip olur. Teslim alma ile sadece erkeğin
uhdesinden kadının uhdesine geçer. Bunun için müslüman
olduktan sonra dahi, teslim almak caizdir. Nasıl ki gasbe-dilen
bir şarabı geri almak da caizdir. Fakat biçilen mehir
fiz-zimme olduğu zaman,
teslim almak teslim alman şeye mâlik olmayı sağladığı için müslüman
olduktan sonra caiz değildir ve caiz olmayınca, tartılan ve ölçülen şeylerden
olmadığı için domuzun değerini de al-
mak caiz değildir. Çünkü değerini almak aynısını almak
kabilin-dendir. Fakat şarab öyle değildir. Zira şarab tartılan ve ölçülen şeylerdendir. Nitekim eğer müslüman olmadan önce erkek, domuzun değerini kadına vermiş
olsaydı kadm onu almak zorunda olurdu da, şarabın
değerini almak zorunda olmazdı» demiştir. Eğer bu erkek, karısı ile gerdeğe girmeden onu
boşarsa, kadına «mehr-i misi düşer» diyene göre
mut'a, -değer düşer,» diyene göre de değerin yansı düşer.[8]
imam Ebû Hanife'ye göre (eğer bir
gayr-i müslîm şâhidsiz
olarak veyahut bir başka gayr-i müslimin iddetinde evlenir ve ondan sonra ikisi müslüman
olurlarsa, eğer bu durum dinlerinde caiz ise kendi hallerinde bırakılırlar.)
İmam Züfer: -Bu durum dinlerinde caiz olsun olmasın
nikâhları fâsiddir. Çünkü islâm
ahkâmı bütün insanlara şâmildir. Anak güvencemiz altuıda oldukları için, müslüman
olmadıkça veya bize baş vurmadıkça biz onlara dokunmayız. Ne zaman ki müslüman olur veyahut bize baş vururlar ve haramlık da
hâlâ devam ediyorsa o zaman biz onları bi-ribirinden ayırırız» demiştir.
İki İmam da birinci durumda İmam Ebü Hanife gibi, ikinci durumda da İmam Züfer
gibi söylemişlerdir. Dayanakları da şudur ki: iddetle
olan kadının evlenmesi ittifakla bâtıldır. Bunun için onlar da iddetle evlenmeyi yüklenmiş sayılırlar. Fakat şâhidsiz olarak evlenmenin cevazında ihtilâf bulunduğu
için buna yükümlü değillerdir.
fEğer bir mecusî, annesi veya
kızı İle evlendikten sonra müslüman olurlarsa onları
biribirinden ayırmak
gerekir.) Zira iki İmama göre, birbirleriyle evlenmeleri caiz olmayan
akrabaların nikâhı, onların arasında da bâtıl hükmündedir. İmam Ebü Hanife ' ye göre de, her ne
kadar bâtıl hükmünde değilse de müslüman oldukları
için onları biribirinden ayırmak
lâzımdır. Çünkü birbirleriyle evlenmelerinin haram olması nikaha aykırıdır. İddette evlenmek ise öyle değildir. Zira iddette evlenmek nikâha aykın değildir.
İmam Ebû Hanife'ye göre eğer ikisi müslüman
olmayıp yalnız birisi de müslüman olsa yine onları biribirinden ayırmak gerekir.
Fakat eğer ikisi hâkime baş vurmayıp yalnız birisi baş
vurursa onları ayırmak
gerekmez. İki İmam ise: -Bu surette de onları ayırmak
lâzımdır» demişlerdir. (Mürted olan kimse, ne müslüman,
ne gayr-i müslîm ve ne de mürted
olan bir kadınla evlenemez.) Çünkü mürted öldürülmeyi
hak etmiş bir kimsedir. Aynı sebebe binâen (mürted
olan kadm da ne müslüman,
ne gayr-i müslîm ve ne de mürted
olan bir erkekle evlenemez.)
(Eğer eşlerden biri müslüman iken onlardan çocuk doğarsa, çocuk ona tâbi olur.
Bunun gibi eğer eşlerden biri müslüman olurken onun
çocuğu bulunursa, onun müsiümanlığıyle çocuk da müslüman olmuş sayılır.) Çünkü çocuk için müslüman olan anne veya babasının tâbi kılınmasında kâr
vardır (Eğer çocuğun anne veya babasından biri mecusî,
biri ehli kitab olursa çocuk ehl-İ
kitaptır.) Zira rae-cusilik
ehl-i kitab olmaktan daha
kötü olduğu için mecusüiğe göre Ehl-i
Kitap olmakta yarar vardır. İ m a m-ı Şafiî, iki ilhak arasında taarüz bulunduğu için bu görüşe katılmamıştır. ([9])
(Eğer kadın müslüman
olup da kocası gayr-ı müslîm kalırsa, kocasına da:
»Müslüman ol» diye teklif edilir.) Kabul ederse ne alâ. Etmezse hâkim onları ayırır ve İmam Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e göre bu ayırma
boşanmadır. (Eğer erkek müslüman olup da, nikâhı
altında bir mecusî kadın bulunursa, bu sefer kadına
: «Müslüman ol» diye teklif edilir. Kabul ederse nealâ.
Kabul etmezse hâkim onları ayırır ve fakat bu ayırma boşanma sayılmaz.) İmam Ebû
Yûsuf: -Her iki surette de hâkimin ayırması boşanma
değildir» demiştir. Müslüman
olmayan eşe müslümanlığı teklif etmek de bizim mez-hebimizdir. İmam-ı Şafii:
«Teklif edilmez. Çünkü edersek onlara dokunmuş oluruz. Oysa biz onlara
dokunmayacağımıza güvence vermiş bulunuyoruz. Ancak şu var ki: eğer kişi daha
gerdeğe girmeden kendisi veya kansı müslüman olup da
diğeri gayr-i müslim kalırsa, nikâh henüz güç
kazanmadığı için hemen ortadan kalkar. Eğer gerdeğe girdikten sonra bu durum olursa, nikâh güç
kazandığı için -boşanmada olduğu gibi- kadının üç kez aybaşı âdetini görmesi
gerekir- demiştir.
Biz diyoruz ki i
Eşlerden birinin müslüman olması halinde
biri-birinden ayrılmaları için bir sebep gerekir Müslümanlık ise buna sebep
olamaz. Çünkü müslümanhk bir suç değil, bilâkis
Allah'ın emrine itaattir. Bunun için, biz müslüman
olmayan eşe müslümanhğı teklif ediyoruz ki, ya o da müslüman olsun, yahut
eğer olmazsa onun müslümanhğı kabul etmemesi
ayrılmalarına sebep olsun.
İmam Ebû Yûsuf da: «Bu ayrılma, aralarında müşterek bulunan din
ayrılığından ileri geldiği için boşanma olamaz-demiştir. ([10])
îmam Ebû Hanife ile îmam Muhamme d'in de dayanağı şudur: «Birinci surette müslümanhğı kabul etmeyen, erkek olduğu için hâkim onun
yerine geçer ve bu itibarla hâkimin onlan ayırması, erkeğin kadım boşaması hükmünde olur. İkinci surette
ise, müslümanlıği kabul etmeyen kadındır. Kadın ise,
kendini boşamaya yetkili olmadığı için hâkim onun yerine geçemez,
ki onlan ayırması boşanma
kararı hükmünde olsun.» (Sonra,
kadının müslümanhğı kabul etmemesi için hâkimin onları
ayırması halinde, eğer kocası onunla gerdeğe girmiş
ise ona me-hir düşer.) Zira
nikâh gerdeğe girmekle güç kazanır. (Eğer gerdeğe girmemiş ise ona bir şey
düşmez.l Çünkü kocası kendisiyle gerdeğe girmediği için nikâhı güç kazanmadığı
gibi bu ayrılmaya da kendisi sebep olmuştur. (Eğer İslâm idaresi altında olmayan bir kadın müslümanhğı kabul edip de, kocası gayr-ı müslîm kalırsa, yahut bir erkek müslümanhğı
kabul edip de karısı Mecusî kalırsa, kadın üç kez aybaşı âdetini görmedikçe
kocasından ayrılmış sayılmaz.) Zira müslümanhk
ayrılma sebebi olamaz. İslâm idaresi altında olmadıkları için onlara müslümanhğı teklif etmek de mümkün değildir. Bunun için biz
ayrılmanın şartı olan üç kez aybaşı âdetini görmeyi ayrılmanın sebebi yerine
ikâme ediyoruz. Bunda, kendisiyle gerdeğe girilen ve girilmeyen kadınlar
arasında fark yoktur. İ m a m -1 Şafii ise, bu iki kadın arasında İslâm idaresi
altında oldukları zaman nasıl ayırım yapıyorsa, İslâm idaresi altında
olmadıkları zamanda da ayırım yapmaktadır.
Kocasından ayrılan bu
kadına -müslümanhğı kabul eden kendisi bile olsa-
İslâm idaresi altında olmadığı için, îmam Ebû H a n i
f e " ye göre iddet lâzım gelmez. Fakat diğer
iki İmam: Eğer müslümanhğı kabul eden kendisi olursa,
ona iddet lâzım gelir- demişlerdir. Allah izin
verirse bu mesele sonradan da gelecektir.
(Eğer gayr-ı müslim bir erkek müslüman olup
kansı Hıristiyan veya yahudî kalırsa, nikâhları devam
eder. Zira müslüman olan erkeğin Hıristiyan veya
Yahudi kadınlarla evlenmesi caiz olduğuna göre, Hıristiyan veya Yahudi bir
kadınla evli iken müslümanlıği kabul eden kimsenin
nikâhına bir halel gelmemesi evleviyetle lâzım gelir.
(Eğer eşlerden biri müslüman olup kendi ülkesinden İslâm ülkesine göç ederse,
birbirinden ayrılmış olurlar.) İmam-ı Şafii: Ayrılmış olmazlar» demiştir.
(Eğer eşlerden biri esir alınırsa, yine
birbirinden ayrılmış olurlar. Fakat ikisinin birlikte esir alınmaları halinde
birbirinden ayrılmazlar.) İmam-ı Şafiî: -Bu durumda da birbirinden ayrılırlar»
demiştir. îmam-ı Şafii ile aramızdaki bu ihtilâf şundan kaynaklanmaktadır: Ona
göre ayrılmanın sebebi esir alınmalarıdır. Bize göre ise, ülke ayrılığıdır.
(Eğer gayr-ı müslîm bir kadın ülkesini bırakıp İslâm ülkesine göç ederse
evlenebilir ve -İmam Ebû Hanife
ye göre ona iddet de gerekmez.) Diğer iki îmam ise : -Ona iddet gerekir. Zira kadın İslâm ülkesine girdikten sonra
kocasından ayrılmış sayılır. Bunun için onun hakkında İslâm ahkâmı uygulanır-
demişlerdir. İmam E bû Hanife de: «îddet geçmiş nikâhın eseri olup geçmiş nikâhın değerini
belirtmek için vacip kılınmıştır. İslâm idaresi altında olmayan gayr-ı müslîmin nikâhı ise değersizdir. Bunun içindir ki esir
alınan kadına iddet gerekmez- demiştir. (Eğer İslâm
ülkesine göç eden kadin gebe olursa, doğum yapmadıkça
evlenemez.) İmam E b û H a n i f e ' den: -Eğer evlenirse -zinadan gebe olan
kadın gibi- nikâhı sahihtir. Fakat doğum yapmadıkça kocası ona yaklaşamaz» diye
söylediği de rivayet olunmuştur. Birinci görüşün dayanağı da şudur: Bu kadının
gebeliği kimden olduğu bilindiği için zinadan olan gebelik gibi olmayıp ihtiyatan ona saygı göstermek gerekir.»
îmam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yûsuf'a göre liki eşden biri eğer dinden çıkarsa, biribirinden
ayrılırlar. Fakat bu ayrılma boşanma olmayıp nikâhın bozulmasıdır.) İmam Muhanımed ise: «Dinden çıkanın erkek olduğu zaman boşanmadır-
demiştir. (Sonra eğer dinden çıkan erkek olur ve dinden çıkmasa da kadmla gerdeğe girdikten sonra olursa, kadına mehrin tamamı düşer. Eğer onunla gerdeğe girmeden olursa,
kadına mehrin yansı düşer. Eğer dinden çıkan, kadın
olursa ve dinden çıkması kocası kendisiyle gerdeğe girdikten sonra olursa,
yine kadına mehrin tamamı düşer. Eğer gerdeğe
girmeden olursa kadına ne mehir ve ne de nafaka
düşmez.) Çünkü bu ayrılmaya kendisi sebeb olmuştur.
(Eğer İkisi birlikte dinden çıkar ve bir
daha birlikte müslüman olurlarsa nikâhları) istisanen (devam eder.) İmam Züfer:
«Nikâhları bozulur. Çünkü birisi dinden çıktığı zaman nikâh bozulduğuna göre
ikisinin de dinden çıkması halinde yine birisi dinden çıkmış olur- demiştir.
Biz ise, Hanife oğulları kabilesi hakkındaki rivayete dayanıyoruz.
Zira rivayete göre bu kabilenin bütün erkek ve kadınları dinden çıkıp tekrar müslüman oldukları halde Ashab'dan
hiçbiri, onlara nikâhlarını yenilemelerini emretmem iştir.
Fakat eğer ikisi birlikte dinden
çıktıktan sonra birisi müslüman olursa, diğeri
dinsizlikte direttiği için nikahlan bozulur.[11]
(Eğer bir kimsenin,
ikisi de hür olan iki karısı bulunursa -ister ikisi de kız, ister dul, ister
biri kız biri dul olsun- onları bir tutarak sıra ile yanlarında yatması
gerekir.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) :
«Kim ki iki karısı
olur da onlan eşit tutmazsa Kıyamet günü bir tarafı
sarkık olarak ortaya gelir- ([12])
buyurmuştur. H z . Â i ş e (Radıyallâhü anhl'dan da rivayet olunmaktadır ki Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bütün eşlerini bir tutar ve:
-Allah'ım, bu benim elimde olan şeylerde
eşlerimi eşit tutmamdır. Elimde olmayan şeyde ise (yâni herhangi birini fazla
sevmekte) beni sorumlu tutma- ([13])
diye duâ ederdi. Sonra eski ve yeni kadınlar arasında da fark yoktur. Zira
rivayet ettiğimiz bu hadislerde -görüldüğü üzere- bir istisna veya ayırım
bulunmadığı gibi, eşitlik nikâhın gereğidir. Nikâhta ise eski ile yeni kadın
arasında fark yoktur.
Sonra kişi eşleri
yanında kaçar gece yatması hususunda muhayyerdir. Zîrâ kendisine vâcib olan, sadece onlan bir
tutmaktır. Bir tutmanın şeklini tâyin etmek ise kendisine aittir. Kendisine vâcib olan eşlerini bir tutması da cinsel ilişkide olmayıp
sadece eşit surelerle yanlarında yatmadadır. Zira cinsel ilişki uyanan cinsel
arzunun bir sonucu olduğu için elde olmayan bir şeydir.
(Eğer kadınlardan biri
hür, diğeri câriye olursa hür olan kadm cariyenin iki
katı hakka sahiptir.) Ashab'dan bu şekilde rivayet
olunmuştur. Hem de câriye başkasının malı olduğu için ancak zorunluk halinde nikâhlanabilir. İşte cariyenin bu
eksikliğini belirtmek için hakkının da eksik olması gerekir. Kendisiyle kitabet
akdi yapılan câriye ile, efendisinden çocuk doğuran câriye de diğer cariyelerin
hükmündedirler. Zira bunlarda da henüz cariyelik vasfı bulunmaktadır. (Kişi
bir yolculuğa çıkmak İstediği zaman kanlarının eşitlik hakkı sakıt olur. Kişi
aralarından istediğini seçip beraberinde götürebilir. Fakat aralarında kura
çekip kendisine kura isabet edeni beraberinde götürmesi daha iyidir.) İmara-ı
Şafiî: «Kura çekmek vaciptir. Zira rivayet olunmaktadır ki Peygamber Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
bir yolculuğa çıkmak istediğinde eşleri arasmda kura
çekerdi- ([14]) demiştir.
Biz diyoruz ki: Peygamber Efendimiz,
eşlerinin gönlünü almak için aralarında kura çekerdi. Bunun için biz de diyoruz
ki: Kişinin kura çekip kendisine kura isabet edeni beraberinde götürmesi daha
iyidir. Zira erkeğin yolculukta olduğu sırada kadının onda bir hakkı yoktur.
Nitekim hiç birini o beraberinde götürmeyebilir. O halde aralarından birini
götürmek istediği zaman da onu götürebilir ve onu beraberinde bulundurduğu
süre de sırasından sayılmaz. (Kanlardan birinin, kendi sırasını bir başkasına bağışlaması caizdir.}
Zira Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in eşlerinden Z a m' a kızı Şevde, Peygamber
Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
onu boşayınca Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem)'den kendisini bir daha nikâhı altına almasını
rica etmiş ve Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi
ve Sellem) onu bir daha nikâhı altına alınca, kendi
sırasını H z . Â i -ş e' ye bağışlamıştır. ([15])
(Bunu yapan bir kadının sözünden cayması da caizdir.) Çünkü henüz vacip
olmayan bir hakkı bağışlamakla o hak sakıt olmaz.[16]
[1] Bu hadis yukarıda geçen
«Kadınları ancak veliler evlendirir ve kadınlar ancak küfüleriyle
evlendirilebilirler...» mealindeki hadisin-sonunda gelen bir (Kefaet) C. 7 S. 132 de kayıtlı ise de. Darekutni
ile Beynaki*nln ikisi de zalf olduğunu söylemişlerdir. Nasb-ürraye C. 3 S. 199
[2] Bakara : 237
[3] Bakara: 238
[4] îmam Züfer
: «Bu kadının İddeti son cinsel ilişkide bulundukları
günden itibaren başlar. Çünkü ona, kocası kendisiyle cinsel ilişkide bulunduğu
için iddet lâzım gelmiştir. Hatta eğer son cinsel
ilişkiden sonra üç kez aybaşı adetini görür ve ondan sonra hakim onları ayırırsa, kocasından ayrılmadan önce iddeti
bitmiş olur» demiştir. Biz diyoruz ki :
Kadına iddetin lâzım gelmesi her ne kadar
kocası kendisiyle cinsel ilişkide bulunduğu için ise de, bu cinsel ilişki, kocası
ile arasında -fasit de olsa- mevcut nikâha dayandığı için muteber sayılır. Netekim zina nikâha dayanmayan bir ilişki olduğu içindir ki
ondan dolayı kadana İddet lâzım gelmez. Aralarında
mevcut olan nikâh da hakimin onları birbirlerinden ayırması
ile ortadan kalkar. Bunun İçindir ki, hakimin onlan ayırmasından önce bulundukları cinsel ilişki ile onlara
şer'i ceza lâzım gelmez de, hakim onları ayırdıktan
sonra eğer cinsel ilişkide bulunurlarsa onlara şer'i ceza lâzım gelir. el-Kifaye C. 4 S. 245-246
[5] Okuyucunun bu son iki cümleyi
anlayabilmesi İçin kanaatimce bir açıklamaya ihtiyaç vardır :
Fıkhın
ana kaidelerinden biri de şudur ki: Evli olan bir kadın eğer evlendikten altı
ay veya daha fazla bir zaman sonra doğum yaparsa -kocası kendisiyle cinsel
ilişkide bulunmamış veya bulunmuş da aradan altı ay geçmemiş
olsa bile- doğan çocuğun kadının kocasmdan olduğuna
hükmedilir. Zira Peygamber Efendimiz EL VELEDÜ LÎL FÎRAŞİ «Çocuk kimin
döşeğinde doğarsa onundur» diye buyurmuştur. Bu da eğer kadın geçerli bir nikâh
akdi ile evli ise böyledir. Çünkü geçerli olan nikâh akdi cinsel ilişkiyi helal
kıldığı için cinsel ilişkinin yerine geçer. Yani kadının kocası kadınla cinsel
ilişki için, onunla cinsel İlişkide bulunmuş gibi olup kadının, kendisiyle
evlendikten altı ay sonra doğurduğu çocuğun kendisinden olduğuna hükmedilir.
Geçersiz yani fasit bir nikâh akdi ile evli olan kadına gelince : İmam Ebu Hanife İle İmam Ebu Yusuf bu kadını da diğerine kıyas ederek aynı hükmü ona
da vermişlerse de, İmam Muhammed Fasit olan nikâhın cinsel ilişkiyi helallaştırmadığı gerekçesiyle, onun yerine geçmediğini ileri sürerek, doğan çocuğun kadının
kocasından olduğuna hükmedebilmek için, kocasının kendisiyle cinsel ilişkide
bulunmuş ve aradan en az altı ay geçmiş olmasını şart koşmuştur, ki fetva da
buna göredir, Müellifin bu son iki cümle ile. yani «Çocuğun soy süresi de -İmam
Muhammed'e göre- babası ile annesinin ilk cinsel ilişkide bulundukları günden
itibaren başlar. Zira fasit olan nikâh cinsel ilişkiyi helal-laşhrmaz Nikâhın dinsel ilişkinin yerine geçmesi ise, cinsel ilişkiyi helallastirdı-ğı içindir» sözü ile demek istediği iste budur.
[6] Talak sureti ayet 6
[7] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/28-42.
[8] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye Tercümesi,
Kahraman Yayınları: 2/42-44.
[9] İmam-ı Şafii'nin iki ilhak
arasında bulunduğunu söylediği taarüz, bir dâvada iki
deîilin birbirleriyle çatışması demek değildir. Çünkü
burada böyle bir durum yoktur. Burada iki İlhak, yâni çocuğu ya Mecusi, ya Ehl-i
Kitap saymak şıklan vardır. Birinci şıkta çocuğun
kestiği eti yemenin ve eğer kız ise müslüman
erkeklerle evlenmesinin caiz olmaması, ikinci Sıkta ise bunların caiz t>l-masi lâzım gelir. İşte buradaki taarüz
budur ve bu taarüzü önlemek için İmam-ı Şafii birinci
şıkkı, Hanefi imamları da -metinde geçtiğitizere-
çocuğun yararını göz önünde bulundurarak ikinci şıkkı tercih etmişlerdir.
[10] Hakimin onları ayırması boşanma olup olmadığı hakkındaki ihtilâfın faydası
şudur ki : Eğer boşanma olursa onunla talâk sayısı azalır. Boşanma olmayıp
nikâhın feshi olursa onunla talâk sayısı azalmaz. Yâni eğer müslüman
olmayan erkek veya kadın sonradan müslüman olup
birbirleriyle bir daha evlenirlerse, ayrılmalarının boşanma olduğu takdirde bu
erkek, kadını ancak bir kez boşa* yıp bir daha nikâhı
altına alabilir. Eğer ikinci kez kadını boşarsa onu bir daha ne nikâhı altına
alabilir ve ne de yeni bir nikâh akdi ile onunla evlenebilir. Çünkü hâkimin onlan ayırması boşanma olduğu
için talâk sayılan üçten ikiye inmiştir. Hâkimin onlan
ayırmasının boşanma olmayıp nikâhın feshi olduğu
takdirde ise, talâkları sayısında bir azalma olmadığı için erkek, kadını iki
kez boşayıp bir daha nikâhı altına alabilir ve onu ancak üçüncü kez boşadığı
takdirde bir daha nikâhı altına alamaz, işte ihtilâfların semeresi budur
[11][11] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/44-48.
[12] Sünen-i Arbaa
Hüreyre (R.A.)'dan : Tirmizî
(Kumaları bir tutma babı) C. 1 S. 147, Ebû Dâvud (Nikâh) 38, Danmİ (Nikâh)
24, el-Müstedrek (Kadınları eşit tutmanın vücubu) C. 2 S. 186
[13] Sünen-i Erbaa Hz. Aişe (R.A.)'dan : Tirmizi (Kumaları bir tutma babı) C. 1 S. 147, Ebû Dâvud (Kadınlar arasında
eşitlik) C. 1 S. 290, el-Müstedrek C. 2 S. 187.
[14] Sihah-ı
Sitte'nin rivayet ettikleri bu hadis! Buhâri birkaç yerde kaydetmiştir ki o yerlerden biri de
(Nur sûresinin tefsiri) bahsidir. C. 2 S. 696, Müslim de (Tevbe
bahsi îfk hadisi bâbOnda
kaydetmiştir. C. 1 S. 364
[15] Müslim {Nikâh-Kadının
sırasını kumasına vermesinin caiz olması babı) C. 1 S. 473, Buhâri (Hibe bahsi-Kadının kocasına hibe etmesi bibi) C. l'S. 353 ve (Müşkül hallerde kur'a babı) C. 1 S. 370
[16] Şeyhü'l-Îslâm
Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 2/48-51.