4. NECASETTEN TAHARET (Temizlenme) KİTABI
15. Hades'ten Tahâret'in Hükmü
17. Necasetten
Temizlenmesi Gereken Yerler
19. Necasetin
Giderilme Şekilleri
Bu taharete ve bu
taharetin kaidelerine dair olan bahisler altı bab'ta toplanmaktadır.
Birinci bab, -bu
taharet vacib midir, sünnet midir? Vacib veya sünnet olması da sadece namazın
sıhhatine şart olduğu için midir, yoksa mutlak mıdır, diye- bu taharetin
hükmüne dairdir.
İkinci bab, necasetin
çeşitlerine dairdir.
Üçüncü bab, hangi
şeylerin necasetten temizlenmesi gerektiğine dairdir.
Dördüncü bab, necaseti
gideren şeylerin beyanına dairdir.
Beşinci bab, necaseti
gidermenin keyfiyetine dairdir.
Altıncı
bab, ayak yoluna gitmenin ve istinca etmenin âdabına dairdir. [1]
Bu bab'ın temeli,
"Elbiseni
temizle" [2] âyet-i kerimesidir.
Sünnet'ten de, bu hususta Peygamber (s.a.s) Efendimizden birçok hadis
gelmiştir.
«Kim
abdest alırsa, burnuna su çekip sonra çıkarsın ve her kim büyük abdestten
sonra kendini kurutması için taş kullanıla, sayısını tek yapsın» [3] ve
sahibi, azap içindedirler. Azap içinde olmaları da büyük bir günah yüzünden
değildir. Biri kendini bevl'den (sidik) korumuyordu» [4]
hadisleri ile elbiseyi hayız kanından yıkamaya [5] ve
Arabi'nin bevl ettiği yere bir kova su dökülmesine dair Peygamber (s.a.s)
Efendimizin emirleri bu kabildendir.
Fıkıh âlimleri de, bu
âyet ve hadisler karşısında necasetten taharetin şeriatta emredilmiş bir husus
olduğunda ittifak etmişlerse de, bu emrin gereği vücub mu, mendubluk mu diye
ihtilâf etmişlerdir.
îmam Ebû Hanife ile
imam Şafii'nin içinde bulundukları bir grup, necasetten taharetin farz
olduğunu söylemişlerdir. Kimisi de farz olmayıp sün-net-i müekkede olduğunu,
kimisi farz olup fakat bu farziyetin unutma halinde sakıt olduğunu
söylemiştir. Bu son iki görüş, İmam Mâlik ile tabi'lerinİn-dir.
Bu ihtilâf, üç
sebepten doğmuştur:
1-
"Elbiseni temizle" [6]mealinde
olan âyet-i kerime hakiki mânâda mıdır( yoksa cevaz mıdır, diye ihtilâf
etmeleridir.
2-
Necasetten taharetin vücubunda, hadis zahirlerinin birbirleri ile
çe-lişmesidir.
3- Emir ve
nehiylerden anlaşılan sebep ve hikmetler, o emir ve nehiyle-ri.n vücubtan
mendubluğa ve haramlıktan mekruhluğa hamîedilmeleri için karine olur mu, yoksa
sebep ve hikmeti bilinen ve bilinmeyen ibâdetler arasında bir fark olmayıp bu
sebepler, her ikisinde de buna karine olur mu, olmaz mı diye ihtilâf
etmeleridir.
Bu iki ibâdet arasında
fark görenler, sebebi bilinen hükümlerin çoğu ya ahlâk güzelliği veya maslahat
kabilinden olup bunların da çoğu mendub şeyler olduğu için bu farkı
görmüşlerdir.
"Elbiseni
temizle" âyetindeki ELBİSE kelimesini gerçek elbiseye hamledenler,
necasetten taharetin vacib olduğunu; âyetten muradın kalbi temizlemek olduğunu
söyleyenler ise, âyette, necasetten taharetin vücubunu. gösteren bir delil
bulunmadığını söylemişlerdir.
Birbirleri ile çelişen
hadislere gelince: Bunlardan biri yukarıda geçen, iki kabir sahibi hakkındaki
meşhur hadistir. Peygamber (s.a.s) bu hadiste «ficisi de azap içindedir. Fakat
çektikleri azap büyük bir günah işledikleri için değildir. Biri bevle
bulaşmaktan sakınmazdı» buyurmuştur. Bu hadisin zahiri necasetten taharetin
vacib olduğunu göstermektedir. Zira azap, ancak vacibi terk etmekle hak edilir.
Bu hadis ile çelişen
hadis de -sabit olduğu üzere- Peygamber (s.a.s) Efendimiz namaz içinde iken
üzerine kanlı ve içi zibil dolu deve işkembesi atılmış da Efendimiz (s.a.s)
namazını bozmamıştır mealindeki hadistir [7]. Eğer
necasetten taharet -abdestli olmak gibi- vacib olsaydı, Peygamber (s.a.s)
Efendimizin bu durumda namazını bozması gerekirdi.
Yine rivayet
olunduğuna göre, Peygamber (s.a.s.) Efendimiz bir gün ayakkabısı ile namaz
kılarken birden bire ayakkabısını çıkarmış ve ashab-ı kiram da ona bakarak
ayakkabılarını çıkarmışlardır. Peygamber (s.a.s) Efendimiz onlara
"Ayakkabılarınızı niçin çıkardınız?".
«Ben ayakkabımı -Cebrail
(a.s.) bana içinde pislik olduğunu söylediği için- çıkardım»[8] demiştir.
Bu hadisin zahirinden
de anlaşılmaktadır ki necasetten taharet vacib değildir. Zira eğer vacib
olsaydı Peygamber (s.a.s) Efendimiz bir kısmını neca-setli ayakkabıyla kıldığı
o namazı tamamlamazdı.
Bu hadislerin zahirini
tercih yoluna gidenlerden kimisi zahirinden far-ziyet anlaşılan birinci hadisi,
kimisi zahirinden mendubluk anlaşılan son iki hadisi tercih etmişlerdir.
Hadisleri te'lif
yoluna gidenlerden kimisi, vacib olduğunu ve fakat unutma ve güç yetmeme
hallerinde vücubun sakıt olduğunu söylemiş, kimisi de mutlaka vacibtir, fakat
namazın sıhhati için şart değildir demiştir. Bu son görüş, mes'ele hakkındaki
dördüncü görüş olup zayıf bir görüştür. Zira necasetten taharet, ancak namaz
içindir.
Sebep
ve hikmeti bilinen ibâdetlerle bilinmeyen ibâdetler arasında ayırım yapıp
ikinci çeşit ibâdetlerin vücubunu daha kuvvetli görenler de, abdest ve gusül
hakkındaki emri, necasetten temizlenme hakkındaki emirden daha kuvvetli görmüş
ve buna delil olarak; necasetten temizlenmekten maksat, malumdur ki,
nezafettir. Nezafet ise, iyi bir davranış ve güzel bir huydur. Ab-destsizlikten
taharet ise, sebep ve hikmeti bilinmeyen bir hüküm olmakla birlikte, -sabittir
ki- ashâb-ı kiram, necasetten korunması çoğu zaman mümkün olmayan ayakkabıları
ile namaz kılardı. Bundan başka, alimler bazı necasetlerin azı hakkında af
bulunduğuna dair icma1 da etmişlerdir. [9]
Fıkıh âlimleri,
necasetin çeşitleri içinde –kanı bulunan ve kesilmeden ölen kara hayvanları,
domuz eti, ölmüş veya diri olarak kara hayvanından akarak çıkan kan ve insanın
bevl (sidik) ve dışkısı olmak üzere- dört şeyin necis olduğunda müttefiktirler.
Ulemanın
çoğu şarabın da necis olduğunu söylemişlerse de, hadis ulemasından kimisi bu
görüşe katılmamışlardır. Bunlar dışında kalan diğer şeylerin necaseti ise,
ihtilaflı olup buna dair bahisler yedi mes'elede toplanmaktadır. [10]
Kanı olmayan hayvanın
ölüsü ile su hayvanı ölüsünün necaseti hakkında Ulema ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi bunların tahir (temiz) olduğunu söylemiştir. Bu görüş imam Mâlik ile
tabi'lerinin görüşüdür. Kimisi de, -sirke ve diğer yiyeceklerde oluşan kurtlar
gibi tahir olduklan üzerinde ittifak edilen canlılar dışında- kanı olsun olmasın
hayvan ölüleri arasında necaset bakımından fark görmemiş, ancak deniz hayvanı
ölüsünü istisna etmiştir. Bu da imam Şafii'nin görüşüdür.
Kimisi de, kara ve
deniz hayvanı ölüleri arasında fark görmemiş, ancak kanı olan hayvanları
istisna etmiştir. Buda İmam Ebû Hanife'nin görüşü dür.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Kesilmeden ölen murdar hayvan ve
kan size haram kılındı" [11]
âyet-i kerimesinin tefsirinde ihtilâf etmeleridir. Çünkü âyette geçen MURDAR
kelimesi her ne kadar âmm (genel) ise de, -tahmin ederim kibu âmm'dan husus
murad olduğunda ittifak ve fakat bu muradın ne olduğu hakkında da ihtilâf
etmişlerdir. Kimisi bundan, deniz Ölüsü ile kanı bulunmayan hayvan ölüsünü,
kimisi yalnız deniz ölüsünü kimisi de yalnız kanı bulunmayan Hayvan ölüsünü istisna etmiştir.
îstisna edilendeki bu
ihtilâflarının sebebi de herkesin kendine göre bir delilinin bulunmasıdır. Kanı
bulunmayan hayvanın ölüsünü istisna edenlerin delili, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in, bir yiyeceğe düşen sineğin o yiyeceğe daldırılmasına dair sabit
olan emridir. Diyorlar ki: Bu emirden, sinek ölüsünün tahir (temiz) olduğu
anlaşılmaktadır. Sineğin tahir olması için de, sineğin kanı bulunmayan
hayvanlardan olmasından başka herhangi bir sebep yoktur.
imam Şafii'ye göre, bu
hüküm yalnız sineğe mahsustur. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz, bir
kanadında hastalık, bir kanadında da ilaç bulunduğunu buna sebep göstermiştir.
İmam Şafii, sineğin tahir olması için kansız bir hayvan olduğunu sebep
göstermeyi, ayrıca âyetin mefhumu ile de çürütmeğe çalışmıştır. Zira âyetin
zahirinden, kesilmeden ölen hayvan ile kanın birbirinden ayrı iki necis çeşidi
oldukları anlaşılmaktadır. Bunlardan biri kesmekle helâl oluyor ki bunun, eti
yenilen hayvan olduğunda ittifak vardır. Diğeri de hakkında kesmek diye bir şey
düşünülmeyen kandır. Şu halde birbirinden ayrı olan bu iki şey bir şey kabul
edilemez ki kesilmeden ölen hayvanda kan kaldığı için hayvan necistir
denilebilsin.
îmam Şafii'nin bu
görüşü kuvvetlidir. Çünkü eğer kesilmeden ölen hayvanda kanın kalması hayvanın
necis olması için sebep olsaydı, hayvan kesilse de yine necis olması lâzım
gelirdi. Zira necis olduğu kabul edilen kan -az da olsa- kesilen hayvanda da
kalmaktadır. Şu halde kan haram olmak için sebep değildir. Çünkü sebep ortadan
kalkmadıkça müsebbeb (sonuç) de ortadan kalkmaz. Aksi takdirde sebep denilen
şey sebep değildir. Meselâ: Sarhoşluk verdiği için haram olduğunu söylediğimiz
üzüm şırasında haramlık vasfı bulunmadığı zaman, kendisinden sarhoş edicilik
vasfı da -eğer haram-hğım sebep görürsek- bizzarure kalkar.
Deniz ölüsünü istisna
edenlere gelince: Onlar da Câbir (r.a.)'den geldiği sabit olan hadise
dayanmaktadırlar. Çünkü bu hadiste, Câbir (r.a.)'in arkadaşları ile birlikte
denizin dışarı attığı ve günlerce dışarda kalan bir büyük balığın etini yiyip
kendilerine azık yaptıkları ve durumu Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e
anlattıklarında Efendimiz (s.a.s)'in bu hareketi uygun bulup onlara «O etten
bir şey kalmadı mı?» diye sorduğu rivayet olunm[12]aktadır.
Efendimiz (s.a.s)'in:
«O etten bir şey kalmadı mı?» diye sormasından, balığın etini onlara tecviz
etmesinin, yolculukta çektikleri açlık zaruretinden dolayı bir ruhsat olmadığı
anlaşılmaktadır. Deniz ölüsünü istisna edenler ay-nca,
«Deniz suyu paklayıcı
ve ölüsü helâl olan
(nimet)dir» hadisini de delil yapmışlardır.
îmam Ebû Hanife'ye
gelince: O, ya Câbir'in hadisini kesin olarak sahih bulamamış, ya onu bir
ruhsat kabul etmiş, ya da balığın, deniz tarafından dışarı atılması ile
öldüğüne ihtimal vermiş olacak ki- âyetin umumunu tercih etmiştir. Çünkü ona
göre murdar, kendiliğinden ölen, yani Ölümü harici bir sebepten ileri gelmeyen
hayvan demektir. Ulemanın
bu ihtilaflarına bir diğer sebep daha vardır. Oda
".Deniz avı ve
deniz avını yemek size de, yolculara da helâl kılınmıştır" [13]
âyet-i kelimesindeki
onun" zamirinin
hem denize, hem ava verilebilmesidir.
Zamiri denize
verenlere göre; âyet "Deniz avı ve deniz yiyecekleri size de, yolculara da
helâl kılınmıştır" mealinde olur. Bu meale göre, denizin yiyecekleri
kendiliğinden ölen deniz hayvanları demektir. Zamiri ava verenlere göre; âyet,
yukarıda verdiğimiz mealden, sadece deniz avının helâl olduğu anlaşılır. Küfe
müctehidleri zamirin ava verildiğine, kendiliğinden ölen balıkların haram
olduğunu bildiren bir hadisi de delil olarak göstermişlerdir. Bu hadis diğerlerince
zayıftır [14]
Fıkıh âlimleri,
kesilmeden ölen hayvanın çeşitlerinden hangilerinin murdar olduğunda nasıl
ihtilâf etmişlerse, murdarlığında ittifak ettikleri hayvanın vücut parçalarında
da ihtilâf etmişlerdir. Çünkü murdar hayvanın vücut parçalan içinde ittifakla
necis olduğunu söyledikleri, sadece murdar hayvanın etidir. Kemik ve kılları
hakkında ise, ihtilâf etmişlerdir.
îmam Şafii'ye göre
murdar hayvanın bütünü murdardır. îmam Ebû Hanife'ye göre kemik ve kılları murdar
değildir. İmam Mâlik de: "Kemik murdardır, fakat kıllar murdar
değildir", demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
«HAYAT» tabirinin azaların hangisine denildiğinde ihtilâf etmeleridir. «HAYAT,
gıdalanmak ve gelişmektir» diyenler -kemik ve kılların besin emdiği ve
geliştiği için- kemik ve kıllar murdardır demislerdir. HAYAT hissetmektir
diyenler ise; bunlarda his olmadığı için bunlar murdar olmaz demişlerdir.
imam Mâlik de:
Kemiklerde his vardır, kıllarda yoktur diyerek kemiklerin murdar olduğunu,
kılların murdar olmadığını söylemiştir. Kemiklerde his olup olmadığı tabibler
arasında ihtilaflı bir konudur.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz: iken hayvandan koparılan
herhangi bir parça murdardır» [15]buyurduğu
için diri hayvandan koparılan parçanın murdar olduğunda ve kırpılan kılların de
necis olmadığında ittifak etmelerinden anlaşılmaktadır. Yokluğuna ölüm adı
verilen HAYAT, besin emmek ve gelişmek demek değildir. Eğer besin emmek
olsaydı yerden koparılan bitkiye de ölü denecekti. Zira bitki de besin emen ve
gelişen bir şeydir. îmam Şafii diyebilir ki: Yokluğuna ölüm denilen besin
emmek, sadece his sahibi varlıkların besin emmesidir. [16]
Murdar hayvanın
derisini kullanmanın cevazında ihtilâf edilmiştir.
Kimisi, mutlaka
caizdir; kimisi, mutlaka caiz değildir; kimisi de, tabak edilirse caizdir,
edilmezse değildir demiştir. Bu.son görüş, İmam Şafii ile îmam Ebû Hanife'nin
görüşüdür. îmam Mâlik'ten ise, iki rivayet gelmiştir. Birisinde îmam Şafii'nin
dediği gibi söylemiş, diğerinde ise, deri tabaklanmakla tahir olmaz, fakat
kuru olarak kullanılabilir demiştir.
Deri, tabaklanmayla
tahir olur diyenlerin hepsi, eti yenen hayvanların derisinde müttefik olup:
Tabak, deri için kesme yerine geçer diyorlar. îmam Ebû Hanife -Domuz dışında-
bütün hayvanların derisi tabaklı tahir olur demiştir, îmam Dâvûd, domuzu da
istisna etmemiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu mevzuda gelen hadislerin birbirleriyle çelişmeleridir. Çünkü Hz. Meymûne
(r.a.)'nin hadisinde, murdar deriyi kullan-, manın mutlaka caiz olduğu varid
olmuştur. Hadisin metni şöyledir: «Rasûlullah (s.a.s) murdar olmuş bir hayvanın
yanından geçti ve
«Niçin derisinden yararlanmadınız?» dedi [17]. îbn
Ükeym'in hadisinde ise, murdar deriyi kullanmanın mutlaka caiz olmadığı
bildirilmektedir. Bu hadisin metni de şöyledir:
«Rasülullah (ş.a.s)
(murdarın) ne derisinden, ne sinirinden istifâde etmeyesiniz diye yazdı. Bu da
vefatından bir sene önce idi» [18].
Bazı hadislerde de tabaktan sonra kullanmanın caiz olduğu, tabak edilmeden caiz
olmadığı bildirilmektedir. Bu mevzuda sabit olan hadis, Îbn Abbas'ın rivayet
ettiği
«Deri tabak edildiği
zaman tahir olur» [19]
hadisidir.
îşte hadisler, böylece
birbirleri ile taaruz ettiği için ulema da bu hadislerin tefsirinde ihtilâf
etmişlerdir. Kimisi hadisleri, Îbn Abbas'ın hadisi mefhumunda te'lif etmiş,
yani tabak edilen ve edilmeyen deriler arasında hüküm ayırımı yapmıştır.
Kimisi, nesih yoluna giderek Îbn Ükeym'in hadisinde «Bu da vefatından bir sene
önce idi» denildiği için diğer hadislerin, îbn Ükeym'in hadisi ile nesh edildiğini
söylemiştir.
Kimisi de Hz.
Meymûne'nin hadisini tercih ederek: «îbn Abbas'ın hadisine göre bu hadiste
ziyadelik vardır ve tabak edilmemiş deriden istifadenin haram olması, İbn
Abbas'ın hadisinden anlaşılmaz. Zira istifade, taharet demek değildir. Her ne
kadar her tahir olan şeyden istifade caiz ise de, her istifade edilen şeyin
tahir olması gerekmez» demiştir. [20]
Fıkıh âlimleri, kara
hayvanının kanının necis olduğunda müttefiktirler; Fakat balığın kanı ile kara
hayvanı kanının azında ihtilâf etmişlerdir:
Kimisi, balığın kam
tahirdir demiştir. Bu görüş, îmam Mâlik'ten gelen iki rivayetten biri ve îmam
Şafii'nin görüşüdür.
Kimisi de, her kan
necis olduğu gibi balığın kanı da necistir demiştir. Bu da İmam Mâlik'ten
yazılı olarak gelen diğer rivayettir.
Ulema, kanın azı
hakkında da ihtilâf etmişlerdir: Kimisi; kan az olursa, hakkında af vardır
demiştir. Cumhur, bu görüştedir. Kimisi de kanın azı ile çoğu arasında hüküm
bakımından fark yoktur demiştir.
Balığın kanı
hakkındaki ihtilâfın sebebi; balığın Ölüsü hakkındaki ihtilâftır. Balığın
ölüsünü haramlar içerisine sokanlar, kanına da necis demişlerdir. Balığın
ölüsünü istisna edenler, kanını da istisna etmişlerdir. Çünkü bu hususta:
«Bize -çekirge ile balık ve ciğer ile
dalak olmak üzere- iki ölü ve iki kan helâl kılınmıştır» [21]diye
zayıf bir hadis vardır.
Kanın çoğu ve azı
hakkındaki ihtilâfın sebebi de, mukayyed'in mi mutlak'a, yoksa mutlak'ın mı
mukayyed'e hamledilmesi hususundaki ihtilâftır. Çünkü kanın haram olması
"Leş, kan ve do-muzeti, size haram
kılınmıştır" [22]
âyet-i kerimesi'nde mutlak olarak ve "De ki: Bana vahyolunaniar arasında, -leş,
akıtılan kan ve domuz etinden veyahut Allah'dan başkasının adına boğazlanmış
bir fisktan başka, yenilmesi haram kılınmış bir şey bulamıyorum" [23]
âyetinde ise "akıtılan kan" diye mukayyed olarak gelmiştir.
Mutlak'ı mukayyed'e
hamleden cumhur: Haram ve necis olan, ancak akacak derecede çok olan kandır
demiştir. Mukayyedde ziyade bulunduğu için mukayyedi mutlaka hamledenler ise;
Kanın azı da, çoğu da haramdır ve necistir, çünkü lizatihi (kendinden ötürü)
necis olan bir şeyin bir kısmı necis, bir kısmı tahir olamaz demiştir. [24]
Fıkıh âlimleri
-emzikli erkek çocuktan başka- insanın bevl'i ile dışkısının necis olduğunda
ittifak etmişlerdir. Diğer canlılarda ise görüş ayrılığında bulunmuşlardır.
îmam Şâfıi ile îmanı
Ebû Hanife, bu iki nesnenin mutlaka necis olduğunu söylemişlerdir. Kimisi,
yalnız insanın bu iki pisliği necis olup, diğer canlıların tahir olduğunu
söylemiştir. Kimisi de bunların tahir veya necis olması, etin tahir veya necis
olmasına bağlıdır. Eti haram olan hayvanların sidik ve pisliği necistir, eti
helâl olan hayvanların ise -pislik yememeleri şartı ile-tahirdir, eti mekruh
olan hayvanların pisliği de mekruhtur demiştir. Bu son görüş îmam Mâlik'indir.
Bu aynntıyı Ebû Hanife'nin hayvan artıkları hakkında yaptığı gibi yapmıştır.
Bu ihtilâfın iki
sebebi vardır: Peygamber (s.a.s) Efendimiz bir taraftan, davar ağıllannda
namaz kılmayı ve Üreyne kabilesinden olan meşhur kişilere develerin bevl ve
sütlerini içmeyi [25]
tecviz etmişken, diğer taraftan deve ağıllarında namaz kılmayı nehyetmiştir.
Ulema da, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den gelen bu tecviz ve nehyin
mefhumlarında ihtilâf etmişlerdir.
İhtilâfın birinci
sebebi budur.
İhtilâfın ikinci
sebebi de, hayvanları insana kıyas .etmekte ihtilâf etmeleridir. Hayvanları,
insanlara kıyas edip necaset bakımından hayvanlarda evleviyet (öncelik) gören
ve davar ağıllannda namaz kılmayı tecviz eden hadisten davarlann bevl ve
pisliklerinin tahir olduğu mânâsını çıkarmayanlar, bu tecvizi, sebebi
bilinmeyen bir taabbüd (kulluk) kabul etmişlerdir. Deve ağıllannda namaz
kılmaktan nehy edilme sinin, deve pisliğinin necis olduğu sebebine bağlayan ve
'Üreyneli kişilere develerin bevli tedavi için tecviz edilmiştir' diyenler
bütün bevl ve dışkılann necis olduğunu söylemişlerdir. Davar ağıllannda namaz
kılmanın ve Üreynelüere, develerin bevlini içmenin tecviz edilmesinden, davar
ve develerin bevl ve dışkılarının tahir olduğu mânâsını çıkaran ve deve
ağıllannda namaz kılmaktan nehyedilmesini de sebebi bilinmeyen bir taabbüd
kabul eden ya da başka bir sebebe bağlayan ve insanın bevl ve dışkısının
tiksindirici olup deve, davar ve sığırlaruıkinin böyle olmadığından insanlarla
bunlar arasında fark görenler, bevl ve dışkılan -Allah bilir- et'e tabi
kılmışlardır. Sözü geçen bu hayvanlara diğer hayvanlan da kıyas edenler ise,
-insanın bevl ve dışkısından başka- hiçbir hayvanın bevl ve dışkısına ne necis,
ne de haram dememişlerdir.
İşte görüldüğü gibi mes'ele,
bu ihtimallerin hepsini taşımaktadır. Her ne kadar mes'elede bu kadar ihtilâf
varsa da eğer daha önce herhangi bir mücte-hid tarafından söylendiği meşhur
olmayan bir sözü söylemek caiz olsaydı
diyebilirdik ki:
Hayvan pislikleri içinde, fazla kokan ve tiksinti verenlerle vermeyenler
-özellikle kokusu güzel olanlar- bir değildir. Nitekim «Amber» denilen maddenin
tahir olduğunda ittifak etmişlerdir. Halbuki bunun, denizde yaşayan bir
hayvanın pisliği olduğu söylenmektedir. Misk de böyledir. Çünkü o da
-denildiğine göre
misk taşıyan bir
hayvanın kan artığıdır. [26]
Ulema, necasetin azı
hakkında üç çeşit görüşte bulunmuşlardır. Kimisi azı ile çoğunu bir görmüştür.
îmam Şâfıi, bunlardandır. Kimisi, necasetin azı için af vardır ve necasetin azı
da bir dirhem miktarıdır demiştir. İmam Ebû Hanife de bunlardandır.
îmam Muhammed b. Hasan
şâzz bir görüşte bulunup, "Eğer necaset elbise parçasının dörtte biri
veya daha az olursa, o necasetle namaz kıhnabilir", demiştir.
Bir üçüncü grup da
"Necasetin azı ile çoğu birdir. Ancak kanın azı hakkında -yukarıda
geçtiği üzere- af vardır",
demiştir. Bu da İmam
Mâlik'in görüşüdür
İmam Mâlik'ten hayız
kani hakkında ise iki görüş rivayet olunmuştur.
Meşhurları; hayız
kanının da diğer kanlar gibi olmasıdır.
Bu ihtilâfın sebebi,
necasetin azmi kurutmak için taş kullanmadaki ruhsata [27]
kıyas etmekte ihtilâf etmeleridir. Bu kıyası caiz görenler, az necaset ile
namaz kılmayı caiz görmüşlerdir. Çünkü -kesinlikle bilinmektedir ki-taş
kullanıldığı zaman, az miktarda necaset kalır. Bunun içindir ki pisliğin çıkış
yerine kıyasen az necasete bir dirhem miktarı diye had koymuşlardır.
Taşla kurutmayı ruhsat
görüp de, ruhsatlara kıyas yapılamaz diyenler ise, bu kıyası men etmişlerdir.
İmam Mâlik'in necasetlerden, kanı istisna etmesinin sebebi de yukarıda geçti.
Hanefi mezhebi
ulemasının necaseti -ağır ve hafif olmak üzere- iki çeşi-te ayırıp, ağır
necasetten ancak bir dirhem miktarından, hafif necasetten ise, elbise
parçasının dörtte birinden af bulunduğunu, hafif necasetin de ehli hayvanların
pislikleri ile yollarda sakınılması güç olan necasetlerden ibaret bulunduğunu
söylemeleri cidden iyi bir görüştür. [28]
Meni'nin necis olup
olmadığında ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik ile İmam Ebû Hanife'nin içinde
bulunduğu bir grup, meninin necis olduğunu söylemişlerdir. Bir grup da tahir
olduğunu söylemektedir. İmam Şafii, İmam Ahmed ve İmam Dâvûd bunlardandırlar.
Bu ihtilâfın sebebi;
iki şeydir.
Biri Hz. Aişe
(r.a.)'nin hadisine dair rivayetlerin birbirlerine uymaması-dır. Çünkü bu
rivayetlerin bazılarında «Ben, Rasûlullah (s.a.s)'ın elbisesinden meniyi
yıkardım da elbisesinde yer yer su ıslaklığı göründüğü halde namaza çıkardı» [29].
Bazılarında
«Rasûlullah (s.a.s)'ın elbisesinden meniyi silerdim». Bazılarında da «Ben
silerdim de o elbise ile namaz kılardı» denilmektedir. Bu son rivayetteki ziyadeyi
Müslim kaydetmektedir [30].
İkinci sebep, meninin
bir yandan -bevl ve mezi gibi- bedenden çıkması abdesti bozan şeylere, diğer
yandan süt ve sümük gibi tahir sıvılara benzemesidir. Bu hadisleri te'lif edip
yıkamayı nezafete hamleden ve silmekten de meninin tahir olduğu mânâsını
çıkaranlar, meniyi süt ve sümük gibi tahir sıvılara kıyas ederek necis
görmemişlerdir.
Yıkama hadisini, silme
hadisine tercih eden ve ondan meninin necis olduğunu anlayanlar, meniyi necis
olan sıvılara kıyas ederek necis olduğunu söylemişlerdir. Silmenin de yıkamak
gibi necaseti giderdiğine inananlar
meninin necis olduğu,
yıkama hadisinden nasıl anlaşıhyorsa, silme hadisinden de anlaşılıyor
demişlerdir. Bu görüş de Ebû Hanife'nin görüşüdür.
Bu duruma göre, Hz.
Aişe (r.a.)'nin «Ben silerdim de o elbise ile namaz kılardı» sözünde, meninin
tahir olduğunu söyleyenler için delil yoktur. Belki bunda; sudan başka
şeylerle de necaset giderilir diyen İmam Ebû Hanife için delil vardır ki bu,
Mâlikîler'in görüşüne muhaliftir. [31]
Namaz kılanın, tahir
(temiz) olması gereken şeylerinin Önce bedeni, sonra elbisesi, daha sonra da
üzerinde namaz kıldığı yer olmak üzere üç şey olduğunda ihtilâf yoktur. Çünkü
bu üç şeyin temiz tutulması; Kur'an-ı Kerim ve hadiste açık olarak
emredilmiştir. Elbisenin temiz olması, elbise kelimesini hakîkî mânâsında görenlere
göre "Elbiseni temizle" [32]
mealindeki âyet-i kerimede ve Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in hayız kanı ile
bulaşan elbisenin yıkanmasını emrettiğine ve bir çocuk tarafından üstüne
işenen kendi elbisesine su döktüğüne dair hadislerde açıkça emrolunmuştur.
' Namaz kılınan yerin
de temiz olma şartı A'rabî'nin (göçebenin) bevl ettiği yere Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in bir kova su dökülmesini emretmesi ile sabittir.
Yine sabittir ki
Peygamber (s.a.s) Efendimiz, bedendeki mezi'nin ve necasetlerin çıktığı
yerlerin yıkanmasını emir buyurmuştur. Ancak fıkıh âlimleri, mezi'den zeker
(erkek tenasül uzvu) in hepsini yıkaması lâzım mıdır değil midir, diye ihtilâf
etmişlerdir. Çünkü, Hz. Ali (r.a.)'nin meşhur hadisinde anlatıldığına göre
mezi'nin hükmü Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e sorulmuş, o da «Zekerini (tenasül
uzvunu) yıkar ve abdest alır» demiştir [33].
Bu ihtilâfın sebebi,
kelime medlullerinin (kapsam)tamamım almak lâzım mıdır, yoksa medlûl'ün bir
kısmını yerine getirmekle yetinilebilir mi diye ihtilâf etmeleridir. Tamamını
almak lâzımdır, diyenler: Zekerin hepsi yıkanır demişlerdir. Medlûl'ün bir
kısmı ile yetinilebilir diyenler ise, sadece mezi'nin çıktığı yeri yıkamanın
kâfi olduğunu söylemişlerdir. [34]
îslâm müctehidleri,
tahir (temiz) ve mütahhir (temizleyici) olan su, namaz kılanın bedeninden,
elbisesinden ve namaz kıldığı yerden necaseti giderir ve taşlar da, bevl ve
dışkının çıktığı iki yerden necaseti giderir demişlerdir. Su ve taş dışında
kalan diğer sıvı ve katı şeylerin, necaseti giderip gider-mediğinde ihtilâf
etmişlerdir.
Kimisi,
"Necasetin aynını kaldıran şey, tahir olduktan sonra -ister sıvı, ister
katı olsun, necaset hangi şeyde ve hangi yerde olursa olsun- necaseti giderir",
demiştir. İmam Ebû Hanife ile
tabileri bu görüştedirler.
Kimisi de,
"Necaset başka bir şeyle giderilemez. Ancak istinca'da (kendini
kurutmada) taş kullanılabilir", demişlerdir. Bunu da îmam Mâlik ile İmam
Şâfıi demiştir.
Kemik ve zibil
(çer-çöp) ile istinca etmenin cevazında da ihtilâf etmişlerdir. Kimisi
"İstinca bunlarla caiz değildir, fakat bunlardan başka, necaseti kaldıran
her şeyle istinca etmek caizdir", demiştir. İmam Mâlik bunlardan, ekmek
gibi saygı gösterilmesi gereken yiyecek maddelerini istisna etmiştir.
Kimisi, altın ve yakut
gibi kullanılması israf sayılan şeyleri de istisna etmiştir. Kimisi de
"îstinca taştan başka hiçbir şeyle caiz değildir", demiştir. Bu da
Zahirîlerin görüşüdür.
Kimisi de
"İstinca, kemikle caiz değildir fakat zibil ile -her ne kadar mekruh ise
de- caizdir", demiştir. Taberî ise, şâzz bir görüşte bulunup, "-Tahir
olsun necis olsun- her şeyle istinca edilebilir", demiştir.
Bevl ve dışkının
çıktığı ilci yerin dışındaki necasetin giderilmesinde, sudan başka şeyleri
kullanmanın caiz olup olmadığında ihtilâflarının sebebi su ile necaseti
gidermekten gaye, necasetin aynını yok etmek midir, -eğer gaye bu ise bu işi
başka şeyler de görebilir-, yoksa suda, başka şeylerde bulunmayan ayrı bir
özellik mi vardır, diye ihtilâf etmeleridir. Suda ayn bir özellik görmeyenler -tahir olmak şartı
ile- ister sıvı, ister katı olsun diğer şeylerin de necaseti giderdiğini
söylemiş ve: "Nitekim istin-cada sudan başka şeylerin kullanılması
ittifakla caizdir", demişlerdir.
Bunlar bu görüşlerini
ayrıca, -Peygamber (s.a.s) Efendimizin «Ben uzun eteğe alışkın bir kadınım ve
pis yerlerde geziyorum» diyen mü Seleme'ye Ümmü Seleme'ye «Sonrası onu temizler» [35] diye
cevap vermesi ile ve
«Biriniz ayakkabıları
ile pisliğe bastığı zaman, toprak o pisliği temizler» [36]
hadisi gibi Ebû Davud'un kaydettiği hadislerle te'yid etmişlerdir.
Suda ayn bir özellik
gören Şâfiiler ise, istinca (büyük-küçük abdest temizliği) dışındaki şeylerde
sudan başkasının kullanılmasını caiz görmemişlerdir.
Hanefîler, Şâfiilere
"suyun bu özelliği nedir?" diye sorunca, Şâfiiler -buna makul bir
sebep gösteremedikleri için- "Necaseti gidermede yalnız suyun
kullanılmasının vücubu bir taabbüddür", demekten başka bir yol bulamamışlardır.
Hatta teslim etmektedirler ki, su gerçekten necaseti gidermez, suyun necaseti
gidermesi serî bir hükümdür. Necasetin su ile giderilmesinde bir hikmet var
mıdır, yoksa bir taabbüd müdür diye Şâfiilerle Hanefîler arasında bulunan
tartışma nesilden nesile devam edegelmiştir.
Şâfiiler nihayet, her
ne kadar diğer şeyler de su gibi necasetin aynını gi-deriyorsa da, necasetin
hükmünü kaldırmada o şeylerde bulunmayan bir serî kuvvetin suda bulunduğunu ve
necasetin aynını gidermekten gayenin, suya mahsus olan necasetin hükmünü
kaldırmak olduğunu söylemek zorunda kalmışlardır.
Şâfiiler daha önce,
Hanefılerin necasetten taharetin serî bir taharet olmadığı görüşüne katılıp
bunun için niyet getirmeğe ihtiyaç olmadığını söyledikleri halde "Başka
sıvı maddelerle necasetin, aynı (kendisi) gider de hükmü kalır", diyerek
maksattan uzaklaşmışlardır.
Eğer Şâfiiler
"Biz suda, elbise ve bedenlerden necaseti gidermede, başka şeylerde
bulunmayan bir kuvvet görüyoruz. Bunun içindir ki elbise ve
be-denlerinvtemizlenmesinde suyun kullanılması adet olmuştur", demek
sureti ile Hanefılerden ayrılmak isteselerdi iyi ve makul bir söz söylemiş
olurlardı.
Hatta diyebilirim ki:
Şeriatın, her necisi yıkamada su kullanmayı -suda bulunan bu özellik için-
emrettiğine inanmak vacibtir. Eğer Şâfiiler bunu demiş olsalardı, şeriatın her
hükmünde bir hikmet bulunduğu görüşüne uygun olurdu. Fıkıh âlimi -hasmı ile
olan tartışmalarında mecbur kalmadıkça- herhangi bir hüküm için, "bu
taabbüddür", demez. Bunu araştınrsan birçok yerlerde açık olarak
görürsün.
iyecasetıcn ı
Zibil hakkındaki ihtilâfların sebebi de,
Peygamber (s.a.s) Efendı-miz'in kemik ve zibil ile istinca edilmemesine dair
emrinin mefhumunda ihtilâf etmeleridir. Bu emirden caiz olmamayı anlayanlar,
zibil ile ıştınca etmenin caiz olmadığını, necasetin makul bir mânâ olduğunu
söyleyip emirden bunu anlamayanlar ise, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in bu emrim
mekruhluğa hamletmişlerdir. Kemik ile zibil arasında ayırım yapanlar da, zıbilm
necıs olduğunu benimsedikleri için bu ayırımı yapmışlardır. [37]
Fıkıh âlimleri,
necasetin -yıkamak, silmek ve su serpmek şekilleri olmak üzere- üç şekilde
giderildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü necasetten temizlenmenin bu üç
şekli de şeriatta varid olmuş ve hadislerle sabit olmuştur. Yine ittifak
etmişlerdir ki; necasetin bütün çeşitleri ve necis olan her şey, yıkamakla ve
defî tabiî'nin (büyük ve küçük abdestin) iki yeri de taşlarla ve ayakkabının
necaseti de kuru ot ile silmekle temiz olur. Kadının uzun eteğinin de yine
kuru otlara sürünmekle temizlendiğinde ittifak vardır.
Ancak üç konuda
ihtilâf etmişlerdir.
1- Su
serpmek, hangi necaset içindir?
2- Silmek,
necis olan hangi şey ve necasetin hangi çeşidi içindir?
3- Yıkama ve
silmede belli bir sayı şart mıdır? Su serpmeye gelince;
Kimisi "Henüz
yemek yemeyen emzikli çocuğun bevline mahsustur", kimisi erkek ve kız
çocukları arasında ayınm yaparak, "Erkek çocuğun bevli su serpmekle
temizleniyorsa da, kız çocuğunki ancak yıkamakla temizlenir", demiştir.
Kimisi de "Kesin olarak necis olduğu bilinen şeyler yıkamakla, necis
olması kesin olmayan şeyler ise su serpmekle temiz olur", demiştir. Bu son
görüş Mâlik b. Enes (r.a.)'in görüşüdür.
Bu ihtilâfların
sebebi; bu konuda varid olan hadislerin çelişmesidir. Çünkü su serpmek
hakkında, biri Hz. Âişe (r.a.)'nin, diğeri Enes b. Mâlik (r.a.)'in meşhur olan
hadisi olmak üzere iki hadis varid olmuştur.
Buhârî'nin aldığı
birinci hadiste, Hz. Âişe (r.a.): «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e çocuklar
getirilir, o da onlara dua eder ve onlara parmağını emzir-tirdi. Bir gün bir
erkek çocuk iistüne işedi. O da su isteyip çocuğun işediği yeri yıkamadı da,
oraya yalnız su serpti» demektedir [38].
Diğer hadiste, Hz.
Enes (r.a.) Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in kendi evinde kıldığı namazı
anlatırken, «Kullanıla kullanıla simsiyah kesilmiş (eski) bir hasırımız vardı.
Onu almağa davranıp üzerine su serptim» diyor [39]
Alimlerden kimisi Hz.
Aişe (r.a.) hadisinin muhtevası ile amel etmiş ve "Bu hüküm çocukların
bevline mahsustur", diyerek çocuk bevlini diğer be-villerden istisna
etmiştir.
Kimisi de, yıkama
hakkında varid olan hadisleri tercih edip bu hadisi hükümsüz kılmıştır. Bu,
tmam Mâlik'in görüşüdür. İmam Mâlik, yalnız Hz. Enes (r.a.)'in hadisindeki su
serpmeyi kabul etmektedir. O da, hadisin zahirinden, necis olmasının şüpheli
olduğu anlaşılan hasır parçası hakkındadır.
Erkek çocuğun bevli,
su serpme ile temizlenir, kız çocuğuriki temizlenmez diyenler de, Ebû Davud'un
Ebû Semh'den getirdiği «Kız çocuğun bevli yıkanır ve erkek çocuğun
bevline su serpilir» [40]
hadisine dayanmışlardır.
Bu iki bevl arasında
ayırım yapmayanlar ise, kız çocuğu, sıhhati sabit olan yukarıdaki hadiste geçen
erkek çocuğa kıyas etmişlerdir.
Silmeğe gelince:
Kimisi, "Eğer necaset, silmekle zail olursa -nerede ve hangi şeyde olursa
olsun- necaseti silmek caizdir", demiştir. Bu, îmam Ebû Hanife'nin
görüşüdür. Kimisi de, silmenin, ancak cevazı üzerinde ittifak edilen
istincada, ayakkabıda ve kadının uzun eteğinde caiz olduğunu söylemiştir.
Buda, ancak kuru otla olur. Bu görüş, îmam Mâlik'in görüşüdür. Bunlar, hakkında
şeriatın nass'ı bulunan bu üç şeyin dışına silmeyi çıkarmamışlardır. Diğerleri
ise, bu hükmü diğer şeylere de vermişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi
de; varid olan bu hüküm, bu üç şey hakkında bir ruhsat mıdır, yoksa, o da
yıkama gibi necaseti gidermenin yollarından biri olduğuna dair bir hüküm müdür,
diye ihtilâf etmeleridir.
Ruhsattır diyenler, bu
üç şeye başka şeyleri kıyas etmemişlerdir. Hükümdür diyenler, bunu her şey
için genelleştirmişlerdir.
Belli bir sayının şart
olduğu hakkındaki ihtilâfa gelince: Kimisi -yıkamada olsun, silmede olsun-
yalnız necaset aynının zail olmasını şart görmüş; kimisi de bundan başka, varid
olan sayıyı tamamlamak şarttır demiştir. Bunlarda ikiye ayrılıp kimisi "Bu
şart, hakkında sayı varid olan necislere mahsustur" demiş, kimisi bu
şartı başka necislere de vermiştir.
îmam Mâlik ile îmam
Ebû Hanife sayıyı şart görmeyenlerdendirler, îmam Şafii ile Zahirîler
"îstincada en az üç taş kullanmak şarttır", demişlerdir.
Köpeğin, ağzını
soktuğu kabı yedi defa yıkamak şarttır diyen ise yalnız îmam Şafii ile
tabi'leridir.
Ahmed b. Hanbel de
-kuvvetli tahminime göre- her necisi yedi defa yıkamanın şart olduğunu
söyleyenlerdendir.
îmam Ebû Hanife de,
"gözle görülmeyen necaseti üç defa yıkamak şarttır", demiştir.
Bu ihtilâfların da
sebebi; necasetten taharet emrinin mânâsı ile, içinde sayı zikredilen
hadislerin zahiri arasındaki çelişkidir. Ernrolunan taharetten-maksadın,
necasetin aynını (kendisini) gidermek olduğunu söyleyenler, ne yıkamada ne de
silmede herhangi bir sayıyı şart görmemiş ve istincada üç taştan aşağısının
kullanılmamasını
emreden Selman
Fârisî'nin hadisini [41]
mendub-luğa hamlederek taharet emrinin mefhumu ile hadislerin zahirini te'lif
etmiş ve -îmam Mâlik'ten, yukanda naklettiğimiz üzere- köpeğin, ağzını soktuğu
kabı yıkamada şart koşulan sayıyı da taabbüd kabul etmişlerdir.
Bu hadislerin zahirini
kabul edip taharet emrinin mefhumundan istisna edenler "Bu hadislerde şart
koşulan sayılar, sadece bu hadislerin varid olduğu necasetler
hakkındadır", demişlerdir.
Bu hadislerin
zahirini, taharet emrinden anlaşılan mefhuma tercih edenler ise, sayı şartını
bütün necasetlere teşmil etmişlerdir. Gözle, görülmeyen necasetleri üç defa
yıkamayı şart koşan îmam Ebû Hanife'nin delili de, yukanda metni geçen
«îçinizden biri, uykudan uyandığında elini abdest suyu içine sokmadan önce üç
defa yıkasın. Zira hiçbiriniz (uyku arasında) elinin, vücudunun neresine
değdiğini bilemez» hadisidir. [42]
Tuvalet ihtiyacı
duyulduğu zaman* gözlerden uzaklaşmak [43]tuvalet
esnasında konuşmamak [44] sağ
elle istinca etmemek [45] ve
eli ile zekerini tutmamak gibi istinca ve helaya girme âdabının çoğu -ki hepsi
sünnetten öğrenilmiştir- fıkıh âlimlerince mendubluğa yorulmuştur. Ancak bir
mes'ele hakkında ihtilâf edilmiştir. O da tuvalet esnasında kişinin kıbleye
yüzünü ve arkasını dönmesidir. Ulema -bunun nerede olursa olsun- caiz
olmadığını, -nerede olursa olsun- caiz olduğunu ve binalarda caiz olup kırda
caiz olmadığını söyleyip üç çeşit görüşte bulunmuşlardır.
Bu ihtilâfın sebebi;
bu hususta birbiriyle çelişen iki sabit hadisin vürûd (gelmesi) etmesidir.
Biri, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in: «Ayak yoluna gittiğiniz zaman ne önünüze, ne de
arkanıza kıbleyi almayınız, doğuya veya batıya yüzünüzü çeviriniz» [46]
buyurduğuna dair Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin hadisidir.
ikincisi Abdullah b.
Ömer'in «Kızkardeşim Hafsa'nın evinin damına çıkmıştım. Peygamber (s.a.s)
Efendimiz kaza-i hacet için Şam'a karsı ve arkası kıbleye dönük olarak iki
kerpiç üzerine oturduğunu gördüm» mealindeki hadisidir [47].
Ulema da, bu iki
hadisin yorumunda üç yol tutmuştur. Birincisi, te'lif, ikincisi tercih,
üçüncüsü birbirleri ile çatışan hadislerin ikisini de hükümsüz kılma yoludur.
Te'lif yoluna gidenler, Ebû Eyyûb'un
hadisini kırlara ve örtü bulunmayan yerlere, îbn Ömer'in hadisini de Örtü
bulunan yerlere yormuşlardır. Bu, îmam Mâlikin görüşüdür.
Tercih yoluna gidenler
Ebû Eyyûb'un hadisini tercih etmişlerdir. Çünkü bunlar: «İki hadis birbirleri
ile çeliştiği zaman, eğer birinde vaz'edilmiş bir hüküm bulunup da diğerinde
bulunmaz ve hangisinin önce rivayet edildiği bilinmezse, vaz'edilen hükmü
ihtiva eden hadisi almak lâzımdır. Zira -âdil kimseler tarafından rivayet
edildiği için- bu hadis ile amel etmek vacibtir. Çünkü, her ne kadar bu hadis
hükmünün tatbik edilmediği de yine âdil kimseler tarafından rivayet edilmiş
ise de, bunun, hükmün vaz'ından sonra mı yoksa önce mi olduğu bilinmez. Böyle
bir ihtimal ile, nesih olunduğunu söyleyip de amel edilmesi vacib olan bir
hükmü terk etmemiz -hükmün tatbik edilmeyişi vaz'ından sonra idi diye kesin bir
nakil bulunmazsa- caiz olamaz. Çünkü şer'î hükümler belli yerlerde zanna
dayanmaktadır ki o da hükmün ref (kaldırıldığı) veya ibka edildiği (sürdürüldüğü)
kanaatini veren zanlardır. Hemen rastgele herhangi bir zan değildir. Bunun
içindir ki,
"Zan ile amel
vacib olamaz. Ancak, kesin olarak bilinmekte olan asıl ile amel etmek
vacibtir" demişler ve bunlar, vaz'edildiği kesin olarak bilinen ve aynı
çeşitten olan zanlarla amel edilmesini gerektiren hükmü kasdetmişlerdir.
Bu da, Endülüslü Ebû
Muhammed b. Hazm'm prensibi olup güzel ve fıkıhta söz sahibi kimselerin
usûlüne uygun ve «Serî delil ile sabit olan bir hüküm şekk (şüphe) ile ortadan
kalkmaz» kaidesine dayanan bir prensiptir.
Çatışan hadislerin
ikisini de hükümsüz kılma yoluna gelince: O da, "Şekk, hükmü iskat eder»
(düşürür)", kaidesine dayanmaktadır ki bu da, îmam Dâvûd-i Zâhirî'nin
görüşüdür. Fakat Ebû Muhammed b. Hazm onun etba'ından olduğu halde onun bu
görüşüne katılmamıştır.
Taharet bahsinin usûl
ve kaideleri mesabesinde olduğunu zannettiğim mes'eleler işte bunlardır ki çoğu
şeriatın mantukudur (söylediklerindendir). Yani çoğu mantuka ya pek yakındır
veya mantuk ile az çok alâkalı olan şeylerdir. Naklettiğim görüşlerden her
birini kendi sahibine isnad ederken de çoğunda dayandığım kaynak, (îbn
Abdilberr'in) «EL-ÎSTİZKÂR» adındaki kitaptır. Okuyanlara herhangi bir hataya
rast geldiklerinde hatayı ıslah etmek için izin veriyorum. Yardım eden ve
basan veren yalnız Cenâb-ı Allah'tır. [48]
[1] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/185.
[2] Müddcssİr, 74/4
[3] Buhârî, Vudu\ 4/25, no: 161; Müslim, Taharet, 2/8, no:
237.
[4] Buhârî, Vudu\ 4/55, no: 216; Müslim, Taharet, 1/34,
no: 292; Ebû Dâvûd, Taharet 1/11, no: 20
[5] Mâlik, Taharet, 2/28, no: 103; Şafii, Unun, 1/84.
[6] Müddcssir, 74/4.
[7] Buhârî, Vudu\ 4/69, no: 240; Müslim, Cihad, 32/39, no:
1794
[8] Ebû Dâvûd, Salât, 2/89, no: 650; Dârimî, 1/320
[9] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/187-189.
[10] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/191
[11] Mâidc, 5/3.
[12] Buhârî, Megâzî, 64/65, no: 4362; Müslim, Sayd, 34/4,
no: 1935.
[13] Mâidc, 5/96
[14] Ebû Dâvûd, Et'ıme, 21/36, no: 3815; İbn Mâcc, Sayd,
28/18, no: 3247.
İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd,
Bidayetü’l-Müctehid ve
Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/191-193.
[15] Ebû Dâvûd, Sayd, 11/3, no: 2858; Tirmi/Î. Et'tmc,
18/4, no: 1480.
[16] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/193-194.
[17] Buhîiri, Zekât, 24/61, no: 1492; Müslim, Itayd, 3/27,
no: 363; Ebû Dâvûd, Libâs, 26/41. no: 4121.
[18] Ebû Dâvûd, Libâs, 26/42, no: 5/27; Şafii,
(Tethîsu'l-Habîr), 1/46, no: 41); Ahmcd, 4/310.
[19] Müslim, Hayd, 3/27, no: 366; Ebû Dâvûd, Libâs, 26/41,
no: 4123.
[20] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/194-195.
[21] İbn Mâce, Et'tme, 29/31, no: 3314; Ahmed, 2/97.
[22] Muide, 5/3.
[23] En'am, 6/145.
[24] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/195-196.
[25] Buhârî, Vudu\ 4/66, no: 233; Müslim, Kasâmc, 28/2, no:
1671.
[26] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/196-197.
[27] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/24, no: 40.
[28] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/197-198.
[29] Buhârî, Vudu\ 4/64, no: 229; Müslim, Taharet, 2/32,
no: 289.
[30] Müslim, Taharet, 2/32, no: 288.
[31] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/198-199.
[32] Müddessir, 74/4.
[33] Buhârî, Vudu', 4/59, no: 223; Müslim, Taharet, 2/31,
no: 287; Ebû Dâvûd, Taharet. 1/137, no: 374.
[34] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/201.
[35] Mâlik, Taharet, 2/4, no: 16; Ebû Dâvûd, Taharet,
1/140, no: 383.
[36] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/141, no: 385; Hâkim, 1/166.
[37] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/203-205.
[38] Buhârî, VudıC 4/59, no: 222.
[39] Buhârî, Salât, 8/20, no: 380; Müslim, Mesâcid, 5/48,
no: 658.
[40] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/137, no: 376.
[41] Müslim, Taharet, 1/17, no: 262; Ebû Dâvûd, Taharet,
î/4, no: 7.
[42] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/207-209.
[43] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/1, no: 1.
[44] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/7, no: 15.
[45] Buhârî, Vudu\ 4/19, no: 154; Müslim, Taharet, 1/8, no:
269.
[46] Buhârî, Taharet, 1/29, no: 394; Müslim, Taharet, 1/17,
no: 264; Ebû Dâvûd, Taharet 1/4, no: 9.
[47] Buhârî, Vudu', 4/12, no: 145; Müslim. Taharet, 2/17,
no: 266; Ebû Dâvûd, Taharet, 1/5. no: 12.
[48] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/211-212.