AZİMET VE RUHSAT.. 1

Tarifleri: 1

Ruhsatın Sebebleri: 2

1. Yapma Ruhsatı (Ruhsat-ı Fiil): 2

2.  Yapmama Ruhsatı (Ruhsatı Terk): 2

3. Asıl Hükmü Düşüren Ruhsat (Ruhsat-ı Iskat): 2

4.  Serbest Bırakan Ruhsat (Ruhsat-ı Terfih): 2

5.  Geçmiş Ümmetlerdeki Hükmü Düşüren Ruhsat: 3

6. Kuraldışı Akidlere İzin Veren Ruhsat: 3

Bir Başka Yönü ile Ruhsatların Ayırımı: 4

1.  Gerçek Ruhsatlar: 4

2. Nisbi Gerçek Ruhsatlar: 5

3. Mecazi Ruhsatlar; 5

4. Nisbi Mecazi Ruhsatlar (Düşüren Ruhsatlar): 6

Genel Olarak Ruhsatların Hükümleri: 7

1. Caiz Olan Ruhsatlar; 7

2. Vacib Olan Ruhsatlar: 8

3. Caiz Olmayan Ruhsatlar: 9

Azimet ve Ruhsatın Hikmetleri: 9

 

AZİMET VE RUHSAT

 

Azimet ve ruhsat, teklifi hükümlerle ilgili olan konulardır. Çünkü her tür­lü şarta rağmen hükümler, aynen İfâ edilirse azimet, zaruretten dolayı bir far­zın terkedilmesine veya bir haramın işlenebilirliğine İzin bulunursa ruhsat söz-konusu olur.

İşte bu nedenledir ki, teklifi fiillerin akabinde ruhsat ve azimet zikredil­mektedir.

 

Tarifleri:

 

a. Azimet; kulların özürlerinin sebeb olmadığı itk ve asıl hükümlerdir. Mü­kellefin, yolcu olmasına rağmen, Ramazan orucunu tutması, müslümamn Ölümle tehdit edilmesine rağmen, iyiliği emredip kötülüğe mani olması azi­mettir.

b. Ruhsat; bir kolaylık ve bir müsaade olmak üzere kulların özürleri se­bebiyle ortaya çıkan geçici bir hükümdür. Seferi olan bir mükellefin Rama­zan orucunu yiyebilmesi, hasta bir kadının kadın doktor bulamadığı bir yerde erkek doktora tedavi maksadıyla namahrem yerlerini gösterebilmesi gibi.[1]

Tariflerden de anlaşıldığı gibi azimet, asıl olan hükümdür. Mükellefler, as­lında azimeti yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu itibarla azimeti seçmek takvalık nişanesidir. Ruhsat ise, azimetin yapılması zor olunca kullara kolay­lık sağlayan geçici mahiyette bir hükümdür.

 

Ruhsatın Sebebleri:

 

Daha sonra teferruatıyla izah edileceği üzere, ruhsata yol açan sebebler, zorlama (İkrah), zaruret, nefsi müdafaa, zorluk ve meşakkat gibi hususlardır.

Ruhsatın Kıs unları:

Fıkıh usulü alimleri azimet ve ruhsatı çeşitli yönlerden İncelemişler ve ruh­satları bir çok kısımlara ayırmışlardır. Ruhsatın kısımlarını şu şekilde özetle­mek mümkündür.

 

1. Yapma Ruhsatı (Ruhsat-ı Fiil):

 

Her hangi bir şey yasaklanmış olur (haram kılınır) da bununla beraber bir zaruret veya ihtiyaçdan dolayı onu yapmaya izin verilmiş olursa, bu durum­da "yapma ruhsatı" bulunmuş olur. Mesela namahrem bir erkeğin kadının ba­kılması haram olan yerlerine bakması haramdır. Ancak kadının hasta olma­sı ve onu tedavi edecek kadın doktorun da bulunmaması halinde ortada bir ihtiyaç bulunduğundan erkek doktorun bu hasta kadını tedavi etmesine ruhsat vardır. Bu bir işi yapma ruhsatıdır.

 

2.  Yapmama Ruhsatı (Ruhsatı Terk):

 

Herhangi bir şeyin yapılması farz kılınmış olur, bununla birlikte belli bir zaruret veya zorluktan dolayı bu şeyi yapmamaya izin verilmiş olursa "yap­mama ruhsatı" söz konusu olur. Mesela Ramazan ayında oruç tutmak farz­dır. Bununla birlikte kişi hasta veya yolcu olursa, ortada bir zorluk bulundu­ğundan böyle bir kişinin orucunu yemesine ruhsat vardır.

 

3. Asıl Hükmü Düşüren Ruhsat (Ruhsat-ı Iskat):

 

Herhangi bir zaruretten dolayı, asıl hükmü bırakıp ruhsatı seçmek vacip ve azimeti seçmek günah olursa, işte bu durumda hükmü düşüren ruhsat mev­cuttur. Mesela aslında leş yemek haramdır. Ancak açlığından dolayı öleceğin­den korkan bir insanın leşten ölmesini önleyecek kadar yemesi vaciptir. Bu­nu yemeyip ölecek olursa, günahkâr olur. İşte burada İeşten yeme ruhsatı, onun haram olma hükmünü düşürmüştür. Bu itibarla bu bir ruhsat-ı iskattır.

 

4.  Serbest Bırakan Ruhsat (Ruhsat-ı Terfih):

 

Herhangi bir zaruret vey.: zorluk, belli bir şeyin asıl hükmünün yapılıp ve­ya yapılmamasını eşit hale getirir ve yükümlüyü onu yapıp veya yapmama­da serbest bırakacak olursa "terfih" ruhsatı mevcut olur. Mesela Ramazan ayında yolculuk yapmak, oruç tutmakla yükümlü olan kişiyi bunu tutup veya tut­mamada serbest kılar. Bu itibarla, burada ruhsatı terfih sözkonusu olur.[2]

 

5.  Geçmiş Ümmetlerdeki Hükmü Düşüren Ruhsat:

 

Geçmiş ümmetlere farz kılınmış veya yasaklanmış olan zor hükümleri Muhammed ümmetinden düşüren ruhsatlardır.

Bu türden olan ruhsatlara "Mecazi Ruhsatlar" İsmi verilmiştir. Zira bura­da düşen asıl hükümler, aslında Muhammed ümmetine farz kılınan veya ya­saklanan sonra kaldırılmış olan hükümler değillerdir. Mesela İsrailoğulların-dan bazılarının tevbe etmeleri, ancak birbirlerini öldürmeleriyle mümkündü. Bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor: "Musa kavmine şöyle demişti, ey kavmim buzağıyı ilah edinmekle şüphesiz kendinize zulmettiğiniz. O halde yaratanınıza tevbe edin ve birbirinizi öldürün, yaratanınızın katın­da bu sizin için daha hayırlıdır."[3]

Allah Teala Muhammet ümmetinin günah işleyenlerinden bu şekilde tev­be etme yükümlülüğünü kaldırmıştır. Bu da mecazi anlamda oİsa bile, üm-met-i muhammed için bir ruhsattır.

 

6. Kuraldışı Akidlere İzin Veren Ruhsat:

 

Bunlar, genel kurallara ters düşen, akîdlerin yapılmalarına İzin veren ruhsatlardır. Mesela marangoza bir masanın yapılmasını veya terziye bir el­bisenin dikilmesini sipariş vermek yahut bir yolcuyla belli bir şeyi ısmarla­mak bu İstisnai akidlerdendir. Zira kural olarak bir İnsanın fülen elinde bu­lunmayan bir şeyi satması caiz değildir. Çünkü bu hususta Resulullah'dan şun­lar rivayet edilmektedir. Hekim bin Hizam, diyor ki "Ben Resulullah'a, ey Al­lah'ın Rasulü bazı insanlar bana geliyor ve bende bulunmayan bir şeyi ken­dilerine satmamı İstiyorlar. Ben onlara istedikleri şeyi satıp sonra da o şeyi çarşıdan alarak onlara teslim edebilir miyim?" dedim. Resulullah da "kendin­de bulunmayan bir şeyi satma" buyurdu.[4] Diğer bir rivayette "kendinde bulunmayan bir şeyi satman helal değildir" buyurmuştur.[5] Buna karşılık ba­zı hadis-i şerifler "selem akdi" diye adlandırılan sipariş verme veya ısmarla­ma akidlerinin yapılmasına ruhsat verildiğini beyan etmekte ve kişinin elin­de bulunmayan bir malı satamayacağı genel kuralına istisna getirildiğini bildirmektedir. Bu da bir nevi ruhsattır.

Abdurrahman bin Ebza ve Abdullah bin Ebu Evfa diyorlar ki: "Biz Resulullah'la beraber ganimet elde ediyorduk. Bizlere, Şam'da yaşayan ve Nebat[6] diye adlandırılan insanlar geliyorlardı. Biz onlara (bedelini peşin Ödeyerek ve verecekleri eşyanın) vadesini belirterek buğday, arpa ve kuru üzüm ısmar­lıyorduk. Ravi Muhammed bin Ebu Mucalid sormuş ki: Sizin bunları ısmar­ladığınız zamanda onların ekinleri var mıydı, yok muydu? Abdullah bin Ebu Evfa: "Biz onlara bunu sormuyorduk" demiştir.[7] Diğer bir rivayette "Ab­dullah bin Ebu Evfa demiş ki: Biz Resulullah'ın Ebu Bekir'in ve Ömer'in dö­nemlerinde (bedelini peşin verip) buğday, arpa, kuru üzüm ısmarlıyor­duk"[8]

Yine "Abdullah bin Ebu Evfa diyor ki: Biz (bedelini peşin verip) mikta­rını ve vadesini tayin ederek Şam'da yaşayan Nebatlara buğday, arpa ve zey­tin yağı ısmarlıyorduk" Muhammed bin Ebu Mucalid diyor ki: Ben dedim ki siz bunları ellerinde bu inallar bulunan kişilere mi ısmarlıyordunuz? Abdul­lah bin Ebu Evfa: "Biz onlara bunu sormuyorduk" dedi. Sonra ben Abdurrah­man bin Ebza'dan da bunu sordum, o da "Resulullah'ın sahabeleri, onun dö­neminde ısmarlama (selem) yapıyorlardı. Biz kendileriyle bu tür şeyleri ıs­marladığımız İnsanlara, ekinleri olup olmadığını sormuyorduk" dedi.[9]

Abdullah bin Abbas (ra) diyor ki: "Resulullah'ın Medine'ye geldiği zaman orada yaşayan insanlar, bir yıl veya iki yıl vade ile hurma ısmarlıyorlardı. Bu­nun üzerine Resulullah "Kim hurma ısmarlarsa ölçü ve tartısını belirterek ısmarlasın" buyurdu.[10] İşte bu hadis-i şerifler, selem akdine ruhsat verildi­ğini beyan etmektedir. Bu da ruhsatın çeşitlerinden biri sayılmıştır. Bazı fıkıh usulü âlimleri ruhsatı daha farklı bir taksimatla ayırmışlardır. Mesela Nesefi, "Menar" isimli eserinde ruhsatları hakiki ruhsatlar mecazi ruhsatlar diye iki kısma ayırdıktan sonra bunlardan her birini tekrar kendi aralarında iki kıs­ma ayırarak ruhsatları şu dört bölüme ayırmaktadır. Bunlar sırasıyla;

 

Bir Başka Yönü ile Ruhsatların Ayırımı:

 

1.  Gerçek Ruhsatlar:

 

Bu ruhsatlar, haram kılan sebebin ve hükmün varlığına rağmen yüküm­lüye haramı işleyebilme izni sağlayan ruhsatlardır. Mesela öldürülmekle ve­ya bir organının kopanlmasıyla tehdit edilen bir müslümanın, sadece dili ile kâfir olduğunu söylemesi, yine bunun Ramazan ayında orucunu yemesi, ya­hut başkasına ait olan bir malı telef etmesi ya da iyiliği emretmeyi ve kötü­lüğe mani olmayı terk etmesi, ya da hacda ihramlı İken ihrama ters düşen bir suçu işlemesi bu tür ruhsatlardandır. Keza açlıktan dolayı öleceğinden kor­kan bir İnsanın, başkasına ait olan bir maldan zaruret miktarı yemesi gerçek ruhsatlardandır.

Bu türden ruhsatların hükmü: Bunların bulunması halinde yükümlünün azimeti tercih edip ruhsatlara baş vurmaması daha evladır. Zira bu durum­da hem haram kılan sebeb hem de haram olan hüküm fiilen mevcuttur. Sa­dece bu hükmün yapılabileceğine bir ruhsat vardır. Bu gibi yerlerde dini yü­celtmek için azimeti seçmek metanetli olmanın nişanesidir. Bu itibarla azi­meti seçer de öldürülür veya ölürse, şehid sayılır. Bununla beraber, mükel­lefin ruhsatı seçmesi günah değildir.

 

2. Nisbi Gerçek Ruhsatlar:

 

Burada hükmün sebebi mevcuttur. Fakat hükmün kendisi ertelenmiş olur. Bu itibarla yükümlünün hükmü terk edip bilahare yapmasına ruhsat var­dır. Mesela yolcu olan bir insanın yolculuğu esnasında Ramazan orucunu ye-yip sonra gününe gün oruç tutması bu türden olan ruhsatlardandır. Burada hükmün sebebi olan Ramazan ayı mevcuttur. Ancak yolculuk dolayısıyla oruç tutmak hükmü ertelenmiş olur.

Bu türden olan ruhsatların hükmü: Bunlarda da azimeti tercih etmek da­ha evladır. Zira hükmün sebebi mevcuttur ve verilen ruhsatın kolaylığa mı yoksa zorluğa mı sebeb olacağı da belli değildir.[11] Haneliler buna dayana­rak Ramazan ayında yolculuk yapan bir İnsanın, zayıf düşmemesi şartıyla oruç tutmasını daha evla görmüşlerdir.

İmam Şafiiden nakledilen bir görüşe göre, burada ruhsatı seçmek daha ladır. Bu itibarla yolcunun orucunu yemesi daha iyidir.

 

3. Mecazi Ruhsatlar;

 

Bunlar, geçmiş ümmetlere farz kılman ve ümmeti Muhammedden kaldı­rılmış olan pek çetin ameller ve amellerde aranan ağır şartlardır. Bunlar, Mu-hammed ümmetine hiç farz kılınmadığı İçin bunlara mecazi ruhsatlar ismi ve­rilmiştir.

Bu ruhsatlara misal olarak şunları zikretmek mümkündür. İsrailoğulların-dan buzağıya tapanların günahlarının affedilmesi için ancak birbirlerini öl­dürerek tevbe edebilmeleri emredilmiştir. Bu hususta Allah Teaîa şöyle bu­yuruyor: "Bir zaman Musa kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Buzağıyı ilah edinmekle şüphesiz kendinize zulmettiniz, o halde yaratanınıza tevbe edin ve birbirinizi öldürün. Yaratanınız katında bu sizin için daha hayırlı­dır.. "[12] Muhammed ümmetinin tevbesi ise, sadece kalben vazgeçmesi ve di­liyle aff dilemesiyledir.

Keza geçmiş ümmetlere sadece mabetlerde namaz kılmaları, oruçlarını yal­nız akşamleyin açmaları, sadece su ile temizlenebilmeleri, zekat olarak mal­larının dörtte birini vermeleri, namaz kılarken eski elbise giymeleri, ellerini boyunlarına bağlamaları gibi hükümler farz kılınmıştı. Muhammet ümmetin­den bu tür hükümler kaldırılmıştır. Bunların kaldırılması bir hafifletmedir ve bir nevi ruhsattır. Peygamber efendimiz kendisine ve ümmetine has kılınan ruhsatları sayarken: "... yeryüzü bana mescid ve temiz kılınmıştır...”[13] buyur­muştur.

 

4. Nisbi Mecazi Ruhsatlar (Düşüren Ruhsatlar):

 

Bunların bulunması halinde, kuldan yükümlü olduğu hüküm düşer ve onun azimeti seçme İhtimali kalmaz. Bunlar bir yönden mecazi ruhsatlara di­ğer yönden de hakiki ruhsatlara benzemektedirler.

Zira bunların bulunması halinde hüküm düşer ve azimeti seçme ihtima­li kalmaz.

Bu yönden mecazi ruhsatlara benzemektedirler. Diğer yandan bunların bu­lunmaması halinde hükmün kendisi ve sebebi mevcut olur. Bu yönleriyle de gerçek ruhsatlara benzemektedirler.

Bunlara misal olarak şunlar zikredilmektedir.

a. Yolcunun dört rekatli namazları iki rekat kılması. Burada yolculuk dört rekatı ikiye düşürmüştür. Şafiiler, bunu hakiki bir ruhsat saymışlardır.[14]

b. Öldürülmekle tehdit edilen veya açlığından dolayı öleceğinden korkan bir kişinin leş yemesi veya İçki İçmesi. Burada cebir ve zaruret leşin ve iç­kinin haramhğını düşürmüştür. Şafii ve Ebu Yusuf, bunların da hakiki ruh­satlar olduklarını söylemişlerdir.

Bu türden olan ruhsatların hükmü: Hanefilere göre, öldürülmekle teh­dit edilen veya açlığından yahut susuzluğundan dolayı öleceğinden korkan bir kişiden leşin ve içkinin haramlığı düşmüş olduğundan bunların canları­nı kurtarmaları için bu şeylerden yeme ve içmeleri gereklidir. Bunların azi­meti seçmeye bîr imkanları yoktur. İşte bu nedenledir ki bu durumda olan bir insan, leşi yemez veya içkiyi içmez de Ölür veya öldürülür ise, günahkâr olur.[15] Şafii ve Ebu Yusuf a göre ise müminin bu hallerde azimeti seçerek ölü­mü tercih etme hakkı vardır. Bunu yapar da ölür veya öldürülür İse, günah­kâr olmaz.[16]

c. Bir kısım alimlere göre ayağına mest giyen insandan nıesh etme süre­since ayağını yıkama farzının düşmesi de hükmü düşüren ruhsatlardandır. Bu­rada asıl hüküm ayakların yıkanmasıdır. Mest giyen insandan yıkama hük­mü düşmüş olur. Bazı alimler İse bunu hükmü düşüren ruhsatlardan sayma­yıp hükmü serbest kılan ruhsatlardan saymışlardır.

 

Genel Olarak Ruhsatların Hükümleri:

 

Ruhsatları, hükümlerine göre caiz olan ruhsatlar, vacip olan ruhsatlar, ca­iz olmayan ruhsatlar diye üç kısma ayırmak mümkündür.

 

1. Caiz Olan Ruhsatlar;

 

Bazı hallerde ruhsatı seçmek caizdir. Onu seçmek her hangi bir günahı İcab ettirmez. Bununla beraber azimeti seçmek daha evladır. Takvaya vesile olur. Mesela, Öldürülmekle tehdit edilen bir müslüman, ruhsatı seçerek, kalbi imanla dolu olmasına rağmen, diliyle kâfir olduğunu söyleyip, öldürül­mekten kurtulabilir.

Zira bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Kim iman ettikten sonra, Allah'ı inkâr eder, kalbini inkara açık tutar­sa, Allah'ın gazabı onların üzerinedir. Onlara büyük bir azap vardır. Kal­bi imanla dolu olduğu halde inkâra zorlanan hariç."[17]

Diğer yandan dininden dönmesi için öldürülmekle tehdit edilen böyle bir müslümanın azimeti seçmesi daha evladır. Öldürülürse şehid olur. Taham­mül edip yaşarsa sevaba nail olur. Bu hususta Allah Teala Hz. Lokman'm oğ­luna yapmış olduğu tavsiyeleri naklederek buyuruyor ki: Lokman oğluna şöy­le dedi: "Ey yavrum namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülüğe mani ol başına gelecek musibete sabret, şüphesiz ki sabretmek işlerin azimetlerindendir."[18]

İslâm dini gelince Hz. Ebu Bekir, Hz. Hatice ve Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas dışında, önce köleler iman etmişlerdir.[19] Kendilerine yapılan işkenceler karşısında bazıları azimeti ve bazıları da ruhsatı seçmişlerdir.

Mesela Zeyd bin Harise, Bilal bin Rebah, Amir bin Fuheyre, Ammar bin Yasir, Ubeyd bin Zeyd, Ebu Fukeyhe (ra)ler ilk iman eden kölelerdendir. Bu hususta Ammar bin Yasir şöyle diyor:

"Ben Resulullah'ın Öyle bir zamanını biliyorum ki, onunla beraber müs­lüman olarak sadece beş köle, iki kadın, bir de Ebu Bekir bulunuyordu."[20]

İşte bu mustaz'afların İman ettiklerini gören müstekbir müşrikler, bunu iç­lerine sindiremeyip, kaba kuvvete başvurmuşlar, günümüzde benzerleri müslümanlara yapılan bir çok işkenceyi bu ilk müslümanlara yapmışlardır.

Daha sonra da İzah edileceği üzere, işkenceye maruz kalan müslüman-lardan bazıları, ruhsatı seçip müşriklerin ellerinden canlarını kurtarmışlardır. Ammar bin Yasir bunlardandır. Diğer bazı müslümanlarsa azimeti seçmişler, işkencelere karşı sabretmişler ve İslamın ilk şehidi olma şerefine nail olmuş­lardır. Ammar'ın annesi Sümeyye bunlardandır. Müşrikler Ammar'ın annesi Sümeyye'yi İki devenin arasına bağlamışlar ve ona; "Sen, müslüman erkek­ler hoşuna gittiği için müslüman oldun" diyerek işkence etmişlerdir. Sümey­ye boyun eğmeyince müşrikler o iffetli hanımın avret mahalline mızrak so­karak şehid etmişlerdir."[21]

Hubeyb bin Zeyd de bu şehidi erdendir. Şöyle ki Museylimetu'l-Kezzab ad­lı mürted, Hubeyb bin Zeyd'e "Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğu­na şehadet ediyor musun?" diye sorunca Hubeyb "Evet" demiş, Museylime; "Benim Allah'ın Peygamberi olduğuma şahidlik eder misin?" deyince de Hubeyb "kulaklarım duymuyor" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Musey­lime Hubeyb'i parça parça etmiştir.[22]

Resulullah, Hubeyb'in bu haberini işitince; "Hak uğrunda parçalandı, ne mutlu ona”[23] buyurmuştur.

Çeşitli İşkencelere katlanıp, buna rağmen, Allah dilemediği İçin katledil­meyen Hz. Bilal de bu kahramanlardandır. Müşrikler ona çeşitli işkenceler etmişler, hatta Mekke'nin sıcağında göğsüne büyük bir taş koyup, sokakla­rında sürüklemişlerdir. Fakat Bilal:

"Ehadun Ehad" (Allah birdir, Allah birdir) sözlerini söylemeden geri dur­mamış ve müşriklere: "Allah'a yemin olsun ki, eğer sizi bundan daha fazla kızdıracak bir söz bilsem mutlaka söylerim"[24] demiştir.

 

2. Vacib Olan Ruhsatlar:

 

Bazı hallerde ruhsatı seçmek mecburidir. Ruhsat almayıp azimeti seçen ki­şi günahkar olur. Açlıktan öleceğinden korkan kimsenin açlığım gidermesi İçin domuz eti, leş ve kan gibi haramlardan zaruret miktarı yemesi bu tür ruh­satlara bir misaldir.

Cumhur ulemaya göre, bu hallere maruz kalan bir müslüman ruhsatı seç­mek zorundadır. Mükellef olmadığı azimeti seçer de ölür veya öldürülürse

günahkâr olur.[25] Zira Allah Teala bu hususta şöyle buyuruyor:

"... Allah size haram olan şeyleri açıklamıştır. Çaresiz olarak yemek zo­runda kaldıklarınız hariçtir.”[26]

Görüldüğü gibi, çaresiz kalarak yenilen şeyler haramlar çerçevesinden çı­karılmış ve mubahlardan sayılmıştır. Mubah olan bir şeyi yemeyip ölenin ve­ya öldürülenin günahkar olacağı muhakkaktır.

İmam Şafii ve İmam Yusuf a göre ise, bu duruma düşen bir müslüman azi­meti seçer, haram olan şeylerden yemez ve İçmez de Ölürse günahkâr olmaz. Çünkü bu hallere maruz kalan insanlardan azimet düşmüş değildir. Nitekim şu âyet-i celile bunu göstermektedir:

"Şüphesiz ki Allah size leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah'dan başka­sı adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse mecbur kalır, zaruret haddi­ni aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden yer ise ona günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. "[27]

Görüldüğü gibi âyet-i celilenin sonunda "ona günah yoktur, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir" ifadeleri zikredilmiştir. Bu da zaruret halinde olan bir mükellefin bunları yapması durumunda günahkar ol­mayacağını, Allah'ın affına mazhar olacağını gösterir. Azimetin düştüğüne de­lil olmaz. O halde azimeti tercih edip bu haramlardan uzak kalan kişi elbetteki günahkar olmayacaktır.

Diğer yandan kullar bu tür yasaklan aslında yapmamakla mükelleftirler. Bunların zaruret halinde yapılabilmeleri bir İstisnadır. İstisnayı bırakıp asıl hük­me uyanın günahkâr olduğunu söylemek makul bir şey değildir.[28]

 

3. Caiz Olmayan Ruhsatlar:

 

Bir kısım haller de vardır ki, mükellef için artık bu hallerde ruhsat yok­tur. Sebebler ne olursa olsun, kişi azimeti seçmek zorundadır. Mesela, başkasını öldürmediği taktirde Öldürülmekle tehdit edilen kişi, öldürülmesi is­tenen kişiyi öldüremez. İleride açıklanacağı üzere bir müslümana: "Şu kişi­yi öldür veya organlarından birini kesip kopar, yoksa seni öldürürüz veya or­ganlarından birini kesip koparırız" şeklinde bir tehdit yapılacak olsa, teh­dit edilen bu müslüman, o kişiyi öldüremez veya bir organını kesemez. Ke­za zina yapmadığı taktirde öldürülmekle tehdit edilen kişi zina yapamaz. Ha­nefî mezhebine göre, ölümle tehdit edilen kişi anne-babasını az veya çok dö-vemez.

 

Azimet ve Ruhsatın Hikmetleri:

 

Azimet ve ruhsatın hikmetlerinden biri de Allah Tealanın kullarını imtihan edip onları birbirlerine tanıtması, gerçekten iman edenleri münafıklardan ayık-lamasıdır. Böylece herkesin ne olduğu açığa çıkmış olsun. Müminler çevre­lerindeki insanlara layık oldukları şekilde davransınlar.

Allah Teala, kullarının İman etmelerini emretmektedir. Bazı kulları buna İsteyerek uymakta, diğerleri ise, bunu reddetmektedirler. Allah Teala redde­denlerin bazılarını daha dünyada iken cezalandırır. Diğerlerinin cezasını ise ahirete bırakır. Diğer yandan iman eden kullarını bazan bu imansızlar va­sıtasıyla bazan da vereceği çeşitli âfet ve musibetlerle imtihan etmektedir. İş­te bu imtihanlar vuku bulduğunda azimet ve ruhsat söz konusu olmaktadır.

Bu konuya girmeden önce azimet ve ruhsatı seçmeye vesile olan imtihan­ların neden kaynaklandığına ve bu imtihanlar karşısında insanların tarih bo­yunca nasıl davrandıklarına, neticede ne gibi akıbete uğradıklarına kısaca de­ğinmekte fayda görülmektedir.

Herkese malumdur ki, Allah Teala bütün varlıkları kendisini bilmeleri ve kendisine kulluk etmeleri için yaratmıştır. Nitekim bir âyet-i celilede şöyle bu­yu rulmaktadır:

"Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.”[29]

İnsanlar ve cinler dışında bütün yaratıklar Allah'a boyun eğmekte ve ya­ratılış gayelerine uygun bir surette O'na itaat etmektedirler. Allah Teala şöy­le buyuruyor:

"Yedi gök, yer ve onlarda bulunan varlıklar, Allah'ı teşbih ve tenzih ederler. Aslında hiçbir şey yok ki, Allah'ı hamd ile teşbih etmesin. Ne var ki, siz onların teşbih etmesini anlamazsınız.”[30]

Fakat cüz'i iradeye (bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücüne) sa­hip olan ve günah işleme temayülünde olduğu için "ağır yüklü iki varhk" di­ye adlandırılan insanoğlu ve cinler, Allah'a kulluk bakımından farklıdırlar. Bazıları mümin diğerleri ise kafirdir.

Allah Teala, insan ve cinden hiçbir varlığa mazeret ileri sürecek herhan­gi bir açık kapı bırakmayıp kendisini tanıtacak bütün vasıtaları yaratmış ve göndermiştir:

Mesela, insanlara, iyi olanı kötüden seçmeleri, doğruyu yanlıştan ayırde-debilmeleri, hayrı serden seçebilmeleri için akıl gücünü vermiştir. Kur'an-ı Kerim'de onüç âyetin sonunda "Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?"[31] ifade­si zikredilmektedir. Yine Allah Teala insanlara kendi içlerinden peygamber­ler göndermiş, bunlar vasıtasıyla ilahi nizamını onlara açıklamıştır. Bir âyet-i celilede şöyle buyuruluyor: "Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz. "[32]

Ayrıca Allah Teala peygamberlerin ömürleri sınırlı olduğundan onlardan sonra gelen insanların da ilahi nurla bizzat muhatab olmaları için semavi ki­taplar göndermiştir.

Bütün bu lütuflara rağmen, yine de insanların çoğu şehvani arzularının kö­lesi olmaktan kurtulamamış, dünyada açgözlülüğünü yenememiş ve şeyta­nın takipçisi olmuşlardır. Neticede bunlar kendilerini yoktan var eden ve en güzel şekilde yaratıp düşünme kabiliyeti veren yaratıcılarına karşı İsyan et­mişler, hatta akıl ve güçlerini ters yönlerde kullanarak onlara bu gücü vere­ni inkâra kalkışmışlardır.

Allah Teala, peygamberleri aracılığıyla bu tür insanları çeşitli yollarla uyarmış, iman edenleri kurtarıp kafirleri yok etmiştir. Evet, Allah Teala'nın varlığını, birliğini, mutlak kudrete sahip olduğunu ve sadece O'nun gönder­diği nizamın geçerli olduğunu kabul etmeyenler, her zaman hüsrana uğra­mışlar, daha dünyada iken bile ilahi azaba duçar olmuşlardır. İman edenler İse imtihanı kazanıp dünya ve ahiretlerini mamur etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'İn çeşitli yerlerinde kıssaları geçen Nuh, Ad, Semud ve Lut kavimleri Medyen halkı, Firavn ve benzerleri bu tür helak edilen kâfir şımarıklardandır.

a.  Nuh kavmi hakkında Allah Teala şöyle buyuruyor:

"Doğrusu Biz, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. O, kavmi­ne; şüphesiz ben, sîzin İçin apaçık bir uyarıcıyım. Ancak Allah'a kulluk edin. Ben sizin için can yakıcı bir günün azabından korkarım, dedi.”[33]

"Buna rağmen, Nuh'u yalanladılar, Biz de Nuh ve Onunla beraber ge­mide olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, gerçeği görmeyen kör bir millet idiler."[34]

b. Ad kavmi hakkında ise; "Ad kavmine de kardeşleri Hud'u peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, si­zin İçin O'ndan başka bir ilah yoktur. Allah'tan hiç korkmaz mısınız?"[35]

"Biz, Hud ve beraberindekileri rahmetimizle kurtardık. Ayetlerimizi ya­lanlayanların da kökünü kazıdık. Çünkü onlar, müminlerden değillerdi”[36] buyurmuştur.

c.  Semud Kavmi hakkında ise şöyle buyuruyor:

"Semud kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. On­lara şöyle dedi: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için ondan başka ilah yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir mucize gelmiştir. İşte Allah'ın şu dişi devesi size bir mucizedir. Bırakın onu Allah'ın arzında otlasın. Ona bir kötülük yapmayın. Sonra can yakıcı bir azaba uğrarsınız."[37] "Deveyi kestiler ve böylece Rablerinin emrine isyan ettiler. Ve dediler ki Ey Salih! Eğer gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit etmekte olduğun aza­bı bizlere getir. "Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi de evlerinde dizüstü kapanıp kaldılar."[38]

d. Lut kavmi hakkında İse Allah Teala şöyle buyuruyor: "Lut'u da kavmi­ne peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: Sizden önce âlemler­den hiçbirinin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz? "Siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz?" Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz. "[39] "Lut kavmine azab emrimiz gelince, yaşadıkları ülke­nin altını üstüne çevirdik. Üzerine Rabbin tarafından işaretlenmiş kızgın taşları sağanak halinde yağdırdık. Bu azap, zalimlerden hiçbir zaman uzak değildir.”[40]

e.  Medyen halkı hakkında da şöyle buyuruyor:

"Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'i peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: "Ey kavmini! Allah'a kulluk edin. Sizin İçin ondan başka İlah yoktur."[41] "Azab emrimiz gelince Şuayb'i ve onunla beraber iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Zalimleri ise korkunç bir çığlık ya­kaladı. Böylece yurtlarında dizüstü yığılıp kaldılar."[42]

f. Firavun ve topluluğu hakkında ise Allah Teala Şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki Biz, Musa'yı mucizelerimizle ve apaçık bir kuvvetle Fira­vun ve topluluğuna peygamber olarak gönderdik. Fakat topluluğu Fi-ravna uydu. Oysa Firavun'un emri doğruya ulaştırıcı değildL"[43] "Musa, Firavuna en büyük mucizeyi gösterdi." Fakat Firavun yalanladı ve isyan et­ti" "Sonra yüz çevirip fesad çıkarmaya girişti" "İnsanları topladı ve haykırarak şöyle dedi: "Ben, sizin en yüce Rabbinizim."[44] "Bunun üzerine on­ları cezalandırdık. Ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmala­rı nedeniyle onları denizde boğduk. "[45]

Allah Teala Hud Sûresi'nde geçmiş ümmetlerin nasıl cezalandırıldıkları­nı beyan ettikten sonra şöyle buyuruyor:

"Rabbinin, zalim olan ülkeleri yakaladığı zaman, yakalaması işte böy­ledir. Şüphesiz Rabbinin yakalaması can yakıcıdır, şiddetlidir."[46]

Allah Teala kendisini tanımayan şımarık kafirleri hep böyle cezalandırmış­tır. Çağımızın firavunları, karunlan bu tür cezalandırmalardan azade olduk­larını sanmasınlar. Allah Teala mühlet verir amma hiçbir zaman İhmal etmez. Azabın pek yakın olduğundan korkulur. Zira günümüzde insanlık kafirliğin zirvesine ulaşmıştır. Bir yanda Allah'ın varlığını İnkâra kalkışanlar, diğer yanda Allah'ın varlığını zahirde kabulleniyor gibi görünen, fakat bütün ulu-hiyyet sıfatlarını İnsanlara isnad eden yığınlarca insan bulunmaktadır. Hat­ta eskiden İslâm nizamıyla idare edilen ve müslüman sayılan ülkelerde bi­le dinden çıkma esas sayılmış ve müslüman olmak istisnayı teşkil eder olmuş­tur. Artık bu ülkelerde Allah nizamı diye bir şey kalmamış, heykeller ilalılaş-tırılmış, kanunlar onların adına konur olmuştur. İslâmî bir düşünce bile suç sayılıp cezalandırılmıştır. Artık bu kavimlerin Ad veya Semud yahut Firavun kavimlerinden farkı nedir?

Diğer yandan Allah Teala inatçı kafirleri böylece helak ettiği gibi, bunla­rın döneminde yaşayan müminleri de çeşitli imtihanlara tabi tutmuştur. Böy­lece Allah Teala gerçek müminleri münafıklardan, zayıf imanlıları İmanı bütün olanlardan ayırır ve müminlere gerçek imanlıları tanıtmış olur.

Bu tür imtihanlara duçar olan müminlerin bazıları, azimeti seçip şehidlik derecesine ulaşırken, diğer bazıları Allah'ın kendilerine müsaade ettiği ruh­satları seçerler ve kendilerini kurtarıp dünya hayatına devam ederler. Bu iki grup dışında, mümin göründükleri halde, iman etmemiş olan münafık güruh vardır ki kafirlere yaranıp maddî çıkarlar elde edebilmek için, müminlerin im­tihan edildikleri zamanlan fırsat sayarak, kafirlerle beraber olur ve mümin­leri ele vermeye, onlara çeşitli suçlar İsnad etmeye çalışırlar.

Aşağıda zikredilecek olan âyetler müminlerin dünyada çeşitli imtihanla­ra tabi tutulacaklarını, zor durumlarda ve sıkıntılı hallerde yaşayacaklarını ve ancak sabredenlerin kurtuluşa erebileceklerini İfade etmektedir:

"Sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gel­meden önce, cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz. Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu ve şiddetle sarsılmışlardı. Öyle ki, Peygamber ve onunla beraber olanlar: Allah'ın yardımı ne zaman gelecek? demişler­di. Bilin ki Allah'ın yardımı pek yakındır."[47]

"İnsanlar, sadece İman ettik, demekle bırakılıp imtihan edilmeyecek­lerini mi sandılar?" Doğrusu Biz, onlardan Öncekileri de İmtihan ettik. Al­lah elbette, sözüne sadık olanları da bilir, yalancıları da bilir.”[48]

Yine Allah Teala azimeti seçen müminlere işaretle buyuruyor ki; "İnsan­lar onlara: Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun, de­diklerinde bu onların imanını artırmıştır ve şöyle demişlerdir: AUah bi­ze yeter, One güzel vekildir."[49] "Yoksa Allah, İçinizden cihad edenleri be­lirlemeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi zannettiniz..."[50]

Evet, gerçek mümin, kahramanlık ve yiğitlik simgesi olan "cihad etme" sı­fatıyla bilinir. Metanet ve Allah'a güvenin alameti olan 'sabııiıhk" vasfıyla ta­nınır. Böylece bir mümin, korkaklıkla tedbiri birbirine karıştıran, dengesiz­likle kahramanlığı aynı kefeye koyan ürkek ve hırçın kişilerden pek uzak­tır. O, canının nerede verilmesi gerektiğini de bilir. Bütün baskı ve zorluk­lara karşı sabretmesini de.

Allah Teala şu âyet-i celilelerde de müminlerin tabi tutulacakları İmtihan­ların çeşitlerini beyan ederek buyuruyor:

"Şüphesiz sizi, biraz korku, açlık, mal ve can ve ürün eksikliğiyle im­tihan edeceğiz. Ey Muhammedi Sabredenleri müjdele." "Onlara bir musi­bet dokunduğu zaman: Şüphesiz biz, AUah içiniz ve mutlaka O'na döne­ceğiz, derler. İşte Rablerinin af ve rahmeti onlaradır. Doğru yolda bulu­nanlar da onlardır."[51]

"Şüphe yok ki siz mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan oluna­caksınız, Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak ko­şanlardan mutlaka birçok eziyet verici söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, biliniz ki, bu azmi gerektiren işlerdendir,"[52]

Allah Teala imtihanlar karşısında münafıkların nasıl tavır takındıklarını be­lirterek buyuruyor ki: "İki topluluğun karşı karşıya geldiği günde size ge­len musibet Allah'ın izniyledir. Allah'ın müminleri ortaya çıkarması, münafıkları da belirtmesi içindir. O münafıklara: Gelin Allah yolunda savaşın veya kendinizi savunun denildiği zaman şöyle derler: Biz savaşma­yı bilseydik size tabi olurduk. O gün onlar kafirliğe, imandan daha yakın­dılar. Kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. Allah onların giz­lediklerini çok iyi bilir."[53]

Heyhat! Münafıklar imtihanlarından Öğüt alsınlar! Allah Teala'nın da bil­dirdiği gibi onlar ne yaptıklarından vazgeçerler ne de başlarına gelen fela­keti düşünürler!

"Onlar hiç görmüyorlar mı ki, yılda bir veya iki defa İmtihan oluyor­lar, yine de tevbe etmiyor ve öğüt almıyorlar."[54]

Konumuz ahkamı şeriyye ile ilgili olarak azimet ve ruhsattır. Bu konula­ra sebeb teşkil eden "ikrah", "zaruret", "nefsi müdafaa" ve bezeri mevzular bilinmedikçe azimet ve ruhsatı gereği gibi bilmek mümkün değildir. Bu iti­barla önce ikrah, sonra zaruret, daha sonra nefsi müdafaa konularının işle-nilmesi ve bunlar çerçevesinde neyin azimet ve neyin de ruhsat olduğunun misallerle ortaya konması zarureti hasıl olmuştur.

 



[1] Bu hususta, "Bedaî es-Sanaî" adlı eserin sahibi Hanefi fıkıh çıkıntıdan Alaaddin Ka-şani şunları söylemektedir: "Eğer bir kadın erkek doktorun bakması haram olan bir yerinden hasta olursa, onu tedavi etmeyi biten bir kadın tedavi eder. Tedavi etmesini bilmiyorsa, öğrenir sonra tedavi eder.

Şayet tedavi etmesini bilen veya öğrenen bir kadın bulunmaz ise ve hasta kadının he­lak olacağından veya sakat kalacağından yahut tahammül edilemeyecek bir acı­ya maruz kalacağından korkulursa, işte o zaman erkek bir doktor, bu kadını te­davi edebilir. Fakat sadece tedavi etmesi gereken yeri açabilir ve gücü yettiği öl­çüde gözünü kapar. Çünkü şer'an haranı olan şeylerin haramhğı zaruret halinde düşer. Fakat zaruret miktarı aşılamaz. Zira hükmün asıl dayanağı zarurettir. Zaru­ret olmayan yerde helal kıldığı hükmü de yoktur. (Bkz. Bedâi es-Sanaî, c. VI, sn. 2962, Matbaatı İmam, Kahire, Mısır).

[2] Zikredilen bu misalde oruç tutup veya tutmama serbest ise de bu iki şık tam eşit değildir. Ebu Hanife, Şafii ve İmanı Malİk'e göre oruç tutmaya gücü yeten yolcu veya hastanın oruç tutmaları daha evlâdır. Zira Allah Teala; "... Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha evladır." (Bakara, 184) buyurmuştur. Şayet yolcu veya hasta oruç tutmada zorlanıyorlarsa bunların oruçlarını yemeleri daha evladır. Zi­ra Allah Teala: "Allah size kolaylık diler. Zorluk dilemez." (Bakara, 185) buyur­muştur.

İmam Ahmed bin Hanbele göre ise, her halükarda Ramazanda yolcu veya hastanın oruç tutmamaları daha evladır. Zira Resulullah bir hadis-i şerifinde şöyle buyur­muştur. "Allah yasakladığı şeylerin yapılmamasını sevdiği kadar, ruhsat verdi­ği şeylerin de yapılmasını sever." (Müsned, îmanı Ahmed, c. II, sh. 108)

[3] Bakara, 54

[4] Nesei, Kit. Buyu, bab: 60; Tirmizi, Kit. Buyu, bab: 13, hn. 1232-1233; EbuDavud, Kit. Buyu, bab: 70, hn. 3503

[5] Ebu Davud, Kir Buyu, bab: 70, İm. 3504; Nesei, Kit. Buyu, 60; Tirmizi, Kit. Bu­yu, bab: 19, hn. 1234

[6] Nabatlar, asılları arap sonra Araplıklarını kaybeden, dillerini ve dinlerini değişti­ren. Şanı ve civarında yaşayan hristiyan oldukları söylenen ve tarımla meşgul olan insanlardır.

[7] Buharı, Kit. Selem, bab: "

[8] Buharı, Kit. Selem, bab: 21; Ebu Davud, Kir. Buyu. bab: 57, hn. 3464; Nesei, Kit. Buyu, bab: 62; İbn Mace, Kit. Ticaret, bab: 59; lın. 2282

[9] Buharı, Kit. Selem bab: 3; Ebu Davud, Kit. Buyu, bab: 57, hn. 3464; Nesei, Kit. Bu­yu, bab: 62

[10] Buharı, Kit. Selem, bab: 1-7; Müslim, Kit. Musakat, bab: 127, hn. 604; Nesei, Kit. Buyu, bab: 63: Ebu Davud, Kit. Buyu, bab: 57, hn. 3463; İbn Mace, Kit. el-ticarat, bab: 59; lın. 2280

[11] Zira yolcu iken orucu yemek bir kolaylık sağlıyorsa da, bütün insanlar oruç tutar­ken oruç tutması, tek başına oruç tutmasından daha kolaydır. Bu itibarla misafi­rin orucu yiyebilme ruhsatı kolaylığa mı yoksa zorluğa mı sebeb olur, bilinmemek­tedir ki "misafir kolayı seçsin" denilebilsin.

[12] Bakara, 52.

[13] Buharı Kit. Teyemmüm, bab: 1, Kİt. Salat, bab: 56, Müslim, Kit. Mesacid, bab: 3, hn. 521

[14] Hanefiler, yolculukta dört rekatli farzları iki rekat olarak kılmayı "asıl hükmü dü­şüren" ruhsatlardan saymışlar ve misafirin azimeti seçerek dört rekat kılamayaca-ğını söylemişlerdir. Zira Ya'la bin Ünıeyye diyor ki: "Ben Ömer bin Hattab'a de­dim kî: Allah Teala; "Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman, kafirlerin size fe­nalık yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur" buyuruyor (Nisa, 101) Bıı gün ise, insanlar güven içindeler, korku yoktur (namaz niçin kısaltılıyor) Ömer şöyle dedi: "Senin hayret ettiğin bu şeye ben de hayret et­miştim ve bunu Resulullah'tan sormuştum. O bana şu cevabı vermişti: "Bu Allah'ın size vermiş olduğu bir sadakadır. Onun sadakasını kabul edin." (Müslim, Kit. Mi­safirin, bab: 4, hn. 686; Ebu Davud, Kit. Salat, bab: 271, hn. 1199; Tirmizi, Kit. Tef­sir, sure 4, hn. 3037) hadis-i şerif yolculuğun düşürücü ruhsatlardan olduğunu gös­termektedir.

Şafii ise; yolculukta dört rekath farzları iki rekat olarak kılmayı "gerçek ruhsatlardan" saymış ve "yolcunun" iki rekat kılmasına ruhsat vardır. Ancak azimeti seçerek dört rekat kılması daha evladır demiştir. Zira Allah Teala: "Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman kafirlerin size fenalık yapmalarından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur," buyurmaktadır. "Size bir günah yoktur" ifa­desi yolcunun namazı kısaltmasına izin verildiğini gösterir. Kısaltmakla yükümlü olduğunu göstermez. Bu da azimeti seçip namazı tam olarak kılmasının daha ev­la olduğunu ifade eder. Hanefiler, Safilere cevaben şöyle demişlerdir: "Ayetteki «bir günah yoktur» ifadesi müminlerin gönlünü hoşnut etmek için zikredilmiştir. Zira onların kalbine namazı kısaltmadan dolayı bir kusur işledikleri hissi gelmiş olabi­lir. Ayet-i kerime bunu bertaraf etmiş ve namazı kısaltmanın günah olmadığını be­yan etmiştir."

[15] Zira bu hususta Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah size haram olan şeyle­ri geniş olarak açıklamıştır. Mecbur kalma durumunuz hariçtir..." (En'am, 119). Ayeti kerimede mecbur kalma durumu haramlardan istisna edilmiştir. Bu da mec­bur kalandan bu haramların düştüğünü ve mubah olduğunu gösterir. Kişi kendi­sine mubah olan bu şeyleri bırakır da ölür veya öldürülür İse, günahkar olur.

[16] Zira Allah Teala diğer bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah size, ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Bîr kimse mecbur kalır zaruret haddini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden bun­lardan yer ise, ona günah yoktur. Şüphesiz Allah çok affedendir ve çok merhamet edendir." (Bakara, 173)- / ... Ayetteki 'Allah çok affedendir" ifadesi, burada zikredilen haramların haranıiığının düşmediğini ancak zaruret halinde bulunanın bunlardan yemesi durumunda hesa­ba çekilmeyeceğini lıeyan etmektedir. Bu da bu haramları yemenin azimet olduğunu ve bunu seçenin günahkâr olmayacağını ifade eder. Hanefiler, ayetteki "Allah çok affedendir" ifadesinin haramlardan yiyen aç kişinin zaruret miktarını tesbitte ha­ta etmesi halinde Allah'ın onu affedeceğini beyan ettiğini söylemişler ve bu ifadenin: "Bu haramlar mecbur kalan insandan düşmez" sonucunu çıkarmanın doğ­ru olamayacağını beyan etmişlerdir.

[17] Nahl, 106

[18] Lokman, 17

[19] Buhari, Kit. Fadail, bab: 15

[20] Bukari, Kit. Fedaİl Eshab-ı Nebi, bab: 5. Buradaki kölelerin Zeyd, Amir, Ebu Fukey­he, Ubeyd ve Bilal oldukları, kadınların da Hz. Hatice ve Ummul Fadl veya Um-mu Eynıen yahut Sümeyye oldukları zikredilmektedir. (Bkz. Umdetu'l-Kari, c. XVI, sh. 179)

[21] Tefsir el-Kurtubi, c. X, sh. 180, Daru'l Kütüb, Kahire baskısı; Tefsir Ruhu'l-Meanİ, c. XIV, sh. 237, İdaretu'l-Muniriyye, Kahire baskısı.

[22] Fizilalİ'l-Kuran, c. XIV, sh. 102, Daru'l-Arabiyye, Beyrut baskısı

[23] Ruhul Meani, c. XIV, sh. 238

[24] el-Müstedrek li'l Hakim, c. III, sh. 284, bab: Menakıb-ı Bilal; Fizilali'l-Kur'an, c. XIV, sh. 102

[25] Bkz. Fıkıh Usulü, M. Ebu Zehra, sh. 53, Daru't-Tebliğ, İst; Haşiyetu Şerki't-Menâr, sh. 602-603

[26] En'am, 119

[27] Bakara, 173

[28] Haşiyetu Şerhu'l Menar, sh. 603, Daru's-Saade baskısı.

[29] Zariyat, 56

[30] İsra, 44

[31] Bakara, 44, 76; Ali İınran, 67 vd.

[32] İsra, 15

[33] Hud, 25-26

[34] Araf, 64

[35] Araf, 65

[36] Araf, 72

[37] Araf, 73

[38] Araf, 77-78

[39] Araf, 80-81

[40] Hud, 82-83

[41] Araf, 85

[42] Hud, 94

[43] Hud, 96-97

[44] Naziat, 20-24

[45] Araf, 136

[46] Hud, 102

[47] Bakara, 214

[48] Ankebut, 2-3

[49] Ali İmran, 173

[50] Ali İmran, 142

[51] Bakara, 155-157

[52] Ali İmran, 186

[53] Ali İmran, 166-167

[54] Tevbe, 126