Tarifi: İkrahın lügat
manası; bir kimseyi İstemediği bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya
zorlamaktır. Istılahı manası ise; Bir kimseyi korkutmak veya tehdit etmek
suretiyle nzası olmaksızın bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya haksız yere
zorlamaktır.[1]
İkrah tehdit edilen
cezanın kişiye fiilen uygulanmış veya uygulanmamış olması bakımından, maddi
ikrah ve manevi ikrah diye iki kısma ayrılmaktadır.
Bu kısımda, tehdit
edilen kişinin dövülmesi, boğazının sıkılması, bacağının bükülmesi gibi, bir
kısım işkencelerin fiilen yapılmış olması gereklidir. Sadece tehdit etmek,
maddi İkrah değildir,
Bu kısımda ise, mecbur
edilen kişiye sadece tehdit yapılır. Fiilen işkence görmüş olması şart
değildir.
Fıkıh alimleri,
ruhsata sebeb olacak ikrahın hangisi olması gerektiği hususunda iki kısma
ayrılmışlardır:
a. İmam Ebu
Hanife, Şafii ve Malik'e göre manevi ikrah ruhsatın tahakkuku için yeterlidir.
Bunlara göre ruhsata neden olacak ikrahın gerçekleşmesi için bir kısım
işkencelerin fiilen yapılması şart değildir. Bunlar görüşlerini şu delillere
dayandırmışlardır:
Umumiyetle zorlamalar,
"seni öldürürüm", "sana sopa atarım", "sana işkence
ederim" şeklindeki tehditlerle yapılır. Fiilen yapılıp bitmiş olan işkenceler
ise, artık kaçınmayı gerektirmeyen ve korku kaynağı olmaktan çıkan şeylerdir.
Zira sıkıştırılan kişiyi korkuya salan asıl sebeb, derhal yapılacağı bildirilen
bir kısım tehditlerdir. İşte bunun içindir ki, tehdit edilen kişinin, tehlikelerden
kurtulması için bazı yasaklan İşlemesine ruhsat verilmiştir. Tehlikeleri
atlatan bir insanın artık böyle bir hakkı yoktur.
Kendisine fiilen
işkence yapılan kişi, kendisinden istenileni yapmadığı taktirde yeniden
işkencelere maruz kalacağına zannı galiple kanaat getirirse veya böyle bir
tehditle karşı karşıya kalırsa, bu da hiç işkence görmemiş olan ve sadece
tehdit edilen insan gibi, ikrahdan kaynaklanan ruhsatlardan istifade edebilir.
b. İmam
Ahmed bin Hanbel'den ise, iki görüş rivayet edilmektedir: Birinci görüşe göre,
ruhsata yol açacak ikrah maddi ikrahtır. İkinci görüşe göre ise, manevi ikrahın
da yeterli olacağı şeklindedir. Daha sonra da izah edileceği gibi, Hanbeli
mezhebi alimlerinden olan İbni Kudame bu son görüşü tercih etmektedir.
Hangi şeylerin
yapılması veya söylenilmesiyle İkrahın (zorlamanın) gerçekleşeceği ve bu
sebeble şer'i bir hükmü yapmak veya bir yasaktan kaçınmak olan azimetin
terkedilip ruhsata başvurulabileceği hakkında sahabelerden, selef-i şalinden ve
mezheb imamlarından çeşitli görüşler nakledilmektedir:
a. Hz. Ömer'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir:
"Aç bıraktığın
veya dövdüğün yahut bağladığın kişi güven içinde değildir."[2] Diğer
bir rivayette: "Korkuttuğun veya bağladığın yahut dövdüğün kişi güven
içinde değildir."[3] Başka
bir rivayette: "Dövdüğün veya ansızın yakaladığın veya aç bıraktığın kişi
güven içinde değildir" buyurmuştur.[4] Bu rivayetler
birleştirildiğinde, Hz. Ömer'in, insanı aç bırakmayı, dövmeyi, bağlamayı,
tehdit etmeyi ve aniden yakalamayı ikrah (zorlama) kabul ettiği görülür.
b. Huzeyfe'nin (ra) şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir:
"Kamçının
işkencesi kılıcın işkencesinden daha beterdir." Bu nasıl olabilir? diye
sorulunca şu cevabı vermiştir: "Kişi kamçıyla dövülerek kendisine ne
yapılacağını açıkça bildiği halde idam sehpasına çıkar.[5] Evet,
Huzeyfe'nin (ra) kişiyi verdiği acı dolayısıyla idam sehpasına çıkaran
kamçıdır, sözü, ikrahın öldürme tehdidiyle gerçekleştiği gibi ölümcül derecede
dövme tehdidiyle de gerçekleştiğini gösterir.
c. Cabir bin
Abdullah'dan (ra)"Beni itaat etmeye mecbur kılan bir zalime itaat etmemde
bir günah görmüyorum"[6]
dediği nakledilmektedir.
Cabir (ra)'in her
türlü zorlamayı ikrah saymakta olduğu anlaşılmaktadır.
d. Şûreylı "Kişiyi bağlamak ikrahtır.
Tehdit etmek ikrahtır. Dövmek ikrahtır. Hapsetmek ikrahtır"[7] demiştir.
Görüldüğü gibi Hz.
Ömer döneminden başlayarak Hicri onsekiz ve yet-mişdokuzuncu yılları arasında
Küfe şehrinin kadılığını (hakimliğini) yapan Şureyh de kişiyi bağlamanın,
tehdit etmenin ve dövmenin ikrah sayıldığını söylemektedir.
e. Tabiinden
olup zamanın güvenilir müftüsü olan ve "Hadis Sarrafı" adı verilen
İbrahim en-Nehai de "Kişiyi bağlamak ikrahtır. Hapsetmek ikrahtır."[8]
demiştir.
f. Abdullah
bin Abbas (ra): "Takiyye ancak dil ile olur. Elle olmaz"[9] demiştir.
Bunun manası; "Kişi zorlama karşısında, dili ile herhangi bir şeyi söyleyerek
kendisini kurtarabilir. Fakat eliyle başka bir insanı öldürerek kendisini
kurtaramaz. Kendi canını feda edip başka masum insanın canına kıymamalıdır"
demektir.
g. Hasan
el-Basri: "Müminin takiyye yapması kıyamete kadar caizdir. Fakat Allah
Teala başkasını öldürerek kendi canını kurtarma şeklindeki takiyyeye izin
vermemiştir"[10]
demiştir.
h. Abdullah bin Mes'ud
(ra) "Ben, bana iki kamçı vurmayı uzaklaştıracak her sözü söylerim"
demiştir.[11] Serahsi bu sözü şöyle
izah etmektedir: "Burada iki kamçı vurmaktan maksad elem verici bir
şekilde dövmektir. Velev ki bu dövmek İki kamçı vurmak şeklinde olsun. Yahut bu
söz, sopadan dolayı öleceğinden korkana bir misaldir. Kişiye iki kamçı vurulur
da o da sopa neticesinde helak olacağını hissederse, her sözü söyleme
ruhsatına sahip olur. Yoksa Abdullah bin Mes'ud gibi bir sahabenin, tehlikeye
sürüklemeyecek iki kamçı vurulması korkusuyla kişinin kafir olmayı dili ile
söyleyebileceğine izin vermesi İmkansızdır."[12]
Bazİ alimler;
"Abdullah bin Mes'ud İçin iki kamçı vurmak Ölüme sebeb olabilirdi. Çünkü
onun vücudu pek zayıftı" demişlerdir.
Mezheb alimleri de
ikrahın mahiyeti hakkında çeşitli izahlar yapmışlardır. Bu izahları şöylece
özetlemek mümkündür:
İkrahı iki kısma
ayırmaktadırlar:
Eğer mecbur edilen
kişi, öldürülmekle veya bir organının koparılmasıy-la yahut ölünceye kadar
dövüleceğiyle ciddi bir şekilde tehdit edilirse ya da ölecek derecede aç
bırakılırsa ikrah tamdır.
Hanefilere göre, tam
ikraha maruz kalan kişinin dört şey hariç her türlü sözü söylemesine ve her
çeşit İşi yapmasına ruhsat vardır. Tam ikrahın bulunmasına rağmen yapılmasına
ruhsat bulunmayan dört iş ise şunlardır: Bir müslümanı öldürmek, erkeğin zina
etmesi, anne ve babayı dövmek ve bir müslümanın herhangi bir azasını koparmak
veya onu ölüme götürecek derecede dövmek.
Cebredilenin
hapsedilmesi, bağlanması, ölüme sebeb olmayacak derecede dövülmesi veya tam
ikrahta zikredilenler dışında herhangi bir işkenceye uğratılması halinde eksik
ikrah gerçekleşmiş olur. Hanefilere göre, katıksız hapsetmek tam ikrahtan
sayılmamıştır. Eksik ikrahta hapis ve sopa için belli bir sayı söz konusu
değildir. Kişiyi kedere düşürmesi yeterli görülmüştür.
Hanefilere göre, eksik
ikraha maruz kalan kişinin ruhsatlardan istifade etmesi oldukça sınırlıdır.
Çoğu hallerde azimeti seçmek zorundadır. Bu tür ikrahla karşı karşıya katan
insan, bütün yaptıklarından sorumludur. Ancak ka-dın olduğu halde eksik ikrahla
zinaya zorlanır da, zinaya teslim olursa kendisine, zina cesazı uygulanmaz
veya bir insan eksik ikrahla içki içerse ona içki içme cezası tatbik edilmez.
Bir de tarafların hem ittifaklarını hem de rızalarını gerektiren ahş-veriş,
kira, bağış ve benzeri muameleler, eksik ikrahla yapılsa dahi fasiddir.[13]
Hanefi mezhebine göre,
ikrahın detaylı bir şekilde izahı bilahare yapılacağından burada özetlenmeye
çalışılmıştır.
Cebredilen kişiden
kişiye değişeceği gibi zorla yaptırılması istenilen İşten İşe de farklı
olabilir.
Genellikle kişiyi ağır
bir şekilde dövme veya uzun zaman hapsetme yahut malını imha etme ile tehdit
etmek, İkrahtır. Bununla beraber şahsiyetli insanları hafif bir şekilde dövmek
veya hapsetmek yahut darlık içinde olan bir insanın az bir malını imha etmek
ikrah sayılır.
Kısaca aklı selim
sahibi bir insanın, tehdit edilen cezaya katlanmaktansa, kendisinden yapılması
zorla istenilen işi yapmayı tercih ettiği her yerde ikrah mevcuddur.
Şafii alimlerine göre
kişinin ana-babası gibi usulünü veya oğlu-torunu gibi füruunu öldürmesi
tehdidi de ikrahtır.
Bu mezhebte zayıf olan
bazt görüşlere göre, ikrah, kişinin öldürülmekle tehdit edilmesidir. Bunun
dışındaki tehditler ikrah sayılmaz. Çünkü ancak bu tür bir tehdit kişinin
düşünce ve iradesini felce uğratır ve sorumluluğunu düşürür. Zayıf olan başka
bir görüşe göre de ikrah, kişinin öldürülmesiyle veya bir organının
koparıtmasıyla yahut Ölüme sürükleyecek şekilde dövülme-siyle tehdit
edilmesidir.
Şafii mezhebine göre,
İkrah ne olursa olsun şu iki şeyi yapmaya ruhsat yoktur:
a. (Tehdit edenin öldürülmesini istediği) bir
müslümanı öldürmek. Şayet cebredilen kendi canını kurtarmak için böyle bir suçu
işlerse, bir görüşe göre kısas edilir. Diğerine göre ise kısas edilmez. Fakat
günahkar olur.
b. Zina
etmek. Şayet tehdit edilen kişi bu hayasızlığı yaparsa, tehdit şüphesi olduğu
için zina cezasına çarptırılmaz. Zina edenin erkek veya kadın olması Şafii
mezhebine göre hükmü değiştirmez.[14]
Bir İnsanı korkutmak
veya bağlamak, yahut dövmek veya hapsetmek ikrahtır. İmam Malİk'e göre,
dövmede veya hapsetmede belli bir sayı söz konusu değildir. Dövmenin elem
verici olması, hapsetmenin mağdura sıkıntı vermesi kâfidir. Herhangi bir
şekilde cebredilene şiddetli bir acı vermek veya organını şiddetli bir şekilde
ağrıtmak ikrahtır. Kişinin helak olacağından korkması şart değildir.
Maliki mezhebine göre
de İkrah ne olursa olsun şu iki şeyi yapmaya ruhsat yoktur:
a. Tehdit
sebebiyle başka bir İnsanı öldürmek veya döverek yahut benzeri şeyler yaparak
şahsiyetini çiğnemek. Böyle bir imtihana düşenin canını verme pahasına da olsa
sabretmesi gerekir.
b. Zina etmek. Şayet erkek zina ederse
cezalandırılır, kadın zina ederse cezanın düşürülmesi gerekir.[15]
a. İmam
Ahmed bin Hanbel'den nakledilen meşhur görüşe göre, sadece tehdit ikrahın
gerçekleşmesi için yetmez. Zorlanılan kişinin dövülmesi veya boğazının
sıkılması yahut bacağının bükülmesi veya kafasının suya sokulması gibi bir
işkenceye fiilen maruz kalması şart koşulmuştur. Zira müşrikler Hz. Ammar'a,
suya sokma gibi, işkenceler yapüktan sonra Ammar, onların istediğini söylemiş
ve serbest bırakılmış, Resulullah'da bu davranışı tasvib etmiştir. Keza Hz.
Ömer, ikrahı tarif ederken "Bir insanı aç bırakırsan veya döversen yahut
bağlarsan artık o kişi güven içinde değildir" buyurmuştur. Hz. Ömer'in
söylediği şeyler fiilen yapılan İşkencelerdir. Tehdit değildir.
b. İmam
Ahmed'den nakledilen ikinci bir görüşe göre ise, tehditler de ikrahtan
sayılmıştır. Bu görüşü İmam Ahmed'den ibn Mansur nakletmekte ve İmam Ahmed'in
şöyle söylediğini bildirmektedir: "İkrah, kişinin öldürülmesinden veya
ağır bir şekilde dövülmesinden korkması halinde gerçekleşir."
Hanbeli mezhebine
ınensub olan alimlerden İbn Kudame, bu son görüşü tercih ederek diyor ki:
"Fıkıh alimlerinin çoğunluğu bu görüştedir. Ebu Ha-nife ve Şafii de bu
görüştedirler Zira ikrah, aslında tehditle gerçekleşir. Çünkü yapılmış olan
işkenceler, kişiyi kendinden istenilen şeyi yapmaya zorlayamaz. Zira
İşkenceler artık bitmiştir. Halbuki insanı bir şeyi yapmaya zorlayan etken,
onun gelecekte uğratılmasından korktuğu İşkencelerdir. Birinci görüş kabul
edilirse., ölümle tehdit edilen kişiye ruhsat verilmez. Tehdit uygulanır da
mağdur ölürse, arlık bundan sonra ona ruhsat tanınmasının ne değeri kalır.
Ayrıca Hz. Ömer'in,
tehditle hanımını boşayan adama tekrar karısını İade ettiği rivayet
edilmektedir.[16] Bu da sadece tehdidin
ikrah sayıldığını gösterir.
Hanbeli mezhebine
göre, ağır bir şekilde dövmek, uzun vadeli hapsetmek veya bağlı tutmak, cana
kıymak ikrah sayılmış, buna mukabil sövmek, az miktarda mal almak ikrah
sayılmamıştır.
Zarar vermek ise,
aldırış etmeyen insan için ikrah sayılmamış, fakat -az da olsa-zararla
kederlenecek veya teşhir edilecek bir insan için ikrah sayıl-mıştır.[17]
İkrahın şartları
hususunda da alimler şunları zikretmişlerdir. Yukarıda zikredilen özelliklerle
beraber İkrahın:
1. Zorlayanın
tehdit ettiği cezayı yapabilme gücünde olması gerekir. Zorlayanın akîl ve
baliğ olmast şart değildir. Çocuğun ve delinin tehdidi de ciddi olması
şartıyla geçerlidir.
Yalnız Ebu Hanife,
zorlayanın devlet yetkililerinden biri olmasını şart koşmuş ve "Devlet
adamı dışındaki insanların zorlamaları devletten yardım istenilerek telafi
edilebilir, fakat devletin zorlamasında böyle bir imkan yoktur" demiştir.
Ebu Hanife'nin
talebeleri, Ebu Yusuf ve Muhammed zorlayanın mutlaka devlet adamı olmasını şart
koşmamışlar, her gücü yetenin zorlamasını ikrah saymışlardır.
2. Mecbur
edilen kişinin, kendisinden istenileni yapmadığı taktirde, tehdit edilen
cezanın yapılacağına dair zannı galible kanaat getirmesi gerekir.
3. Tehdit edilen cezanın ise,
A. Hane
filer e göre; tam ikrahta bu cezanın öldürücü veya kişinin organlarından
birini kopana yahut ölüme sürükleyici mahiyette olması gerekir. Eksik ikrahta
ise, elem verici veya uzun zaman devam edici yahut derin bir kedere sebeb olucu
mahiyette olması şarttır.[18]
B.
Şafiileregöre, tehdit edilen cezanın mikdarı ve çeşidi kişiden kişiye değişebileceği
gibi yapılması islenilen işe göre de değişebilir. Mesela;
Her türlü hapsetme
ikrah sayılmış, fakat dövmenin kişiden kişiye değişebileceği, şahsiyetli
insanlar için az bir dövmenin de İkrah sayılacağı söylenmiştir. Yine imha
edilecek malın, mal sahibini sıkıntıya düşürmezse ikrah sayılmayacağı, düşürürse
sayılacağı söylenmiştir.[19]
C.
Malikilere göre, tehdit edilen cezanın elem verici ve mecbur edileni
ke-derlendirici mahiyette olması gerekir.
Malikilere göre, bîr
insanı korkutmak veya bağlamak yahut dövmek ya da hapsetmek ikrahın
gerçekleşmesi için yeterli sebebtir. Dövmede belli bir sayı aranmamış, sadece
can yakıcı olması şart koşulmuştur. Hapsetmede de belli bir zaman biçilmemiş,
sadece cebredileni sıkıntıya sokar mahiyette olması şart koşulmuştur.
Malİkilere göre, ikrahın gerçekleşmesi İçin cebredilen kişinin helak olmaktan
korkar bir durumda bulunması şart değildir.[20]
D.
Hanbelilere göre, tehdit edilen cezanın büyük bir zarar verici mahiyette
olması gereklidir. Mesela öldürme, ağır bir şekilde dövme, uzun zaman hapsetme
veya bağlama ikrahın gerçekleşmesi için yeterli sebeblerdir. Buna mukabil,
sövmek veya tahkir etmek ikrah sayılmayacağı gibi, az bir mikdar malı almakta
ikrah sayılmaz. Keza az bir zarar vermek de aldırış etmeyen insan için ikrah
sayılmaz. Fakat az da olsa zarara uğramak kişinin şahsiyetine gölge düşürürse
veya onu teşhir ederse başka bîr insan için ikrahtır. Yine çocuğunu dövme
tehdidi de sahih olan görüşe göre, ikrah sayılmıştır.[21] Ayrıca
Şafii, Hanefi ve Hanbeli mezhebleri ikrah için özel şartlar aramışlardır. Mesela;
a. Şafii
alimleri, mecbur edilen kişinin kaçma veya yardım İsteme gibi hiçbir çaresinin
kalmaması ve tehdidi kendinden uzaklaştırmaktan aciz kalmasını da şart
koşmuşlardır.
b. Hanefi
alimleri de tehdidle yaptırılmak istenen hususun, mecbur edilenin hakkına veya
başka bir insanın hakkına saldırı mahiyetinde olduğu veya dini bir hükmü ihlal
ettiği için cebredilenin tehditten önce bu işi yapmaktan imtina etmiş olmasını
şart koşmuşlardır.
c. Hanbeli
mezhebinde meşhur olan görüşe göre, İkrahın gerçekleşmesi için sadece tehdidin
yetmediği ve bir kısım işkencelerin fiilen yapılmış olması şart koşulmuştur.
Diğer bir görüşe göre İse ciddi tehditlerle de ikrahın tahakkuk edeceği
belirtilmiştir.
[1] Alimler, ikrahı, bakış açılarına göre farklı
şekillerde tarif etmişlerdir. Bu tariflerin önemli olanları şunlardır:
a. İkrah, bir İnsanın
başkasına, rızasını ortadan kaldıran veya iradesini İfsad eden bir
zorlamada bulunmasıdır.
b. İkrah, bir İnsanın
başkasına yaptığı zorlamadır. Bu zorlama cebredilen kişinin rızasını
yok eder veya iradesini
İfsad eder. Fakat yükümlülüğünü ve ehliyetini ortadan kaldırmaz.
c. İkrah, bir insanın başkasına yaptığı
zorlamadır. Bu zorlama cebredilen kişide
yapılması İstenen işi
yapmaya itilme hissi doğurur.
d. İkrah, cebir
kullanma gücünde olan kişinin başkasını, bir kısım acil cezalarla teh-
dit etmesi ve tehdit
edilenin de kendinden istenilen işi yapmaması halinde korkutulan cezaya
uğratılacağına zannı galiple kanaat getirmesi, aklı selim İnsanların, Zorlanan
işi veya sözü tercihe şayan görmesidir.
e. İkrah, bir İnsanın başkasına zarar veya acı veren her hangi bir şeyi
yapmasıdır.
[2] el-Muğni li îbn Kudame, c. VII, slı. 119, c. VIII, sh.
196
[3] Tefsir el-Kurtubi, o X, sh. 190
[4] el-Mebsut li es-Serahsi, c. XXIV, sh. 51
[5] A.g.e., c. XXIV, sh. 46
[6] A.g.e., c. XXIV, sh.
45, 46, 47
[7] el-Mebsut c. XXIV, sh. 51; el-Hattabi, Ebu Davud
Haşiyesi, c. II, sh. 643
[8] Tefsir, el-Kurtubi, c. X, sh. 190
[9] el-Mebsut li-Serahsi, c. XXIV, sh. 46
[10] Buharı, Kit. el-Ahkam, bab: 1; el-Mebsut, c. XXIV,
slı. 45; Tefsir, el-Kurtubî, c. X, sh. 190
[11] Tefsir el-Kurtubi, c. X, siı. 190; el-Mebsut, c. XXIV,
sh. 46
[12] el-Mebsut, c. XXIV, sh. 50
[13] Bkz. Bedai es-Sanai, c. IX, sh. 4479-4515; el-Mebsut c. XXIV, sh. 38-156
[14] Muğni el-Muhtac, c. IV, sh. 9-10
[15] Tefsir. el-Kurtubi, c. X, sh. 180-190
[16] el-Muğni, c. VII, sh. 119
[17] el-Muğni, c. VII, sh.
120
[18] Bkz. el-Mebsut li es-Serahsl, c. XXIV, sh. 49-51, Bedal es-Sanaî, c. IX, sh. 4489-4515
[19] Muğni el-Muhtaç, c. IV, sh. 9-10
[20] Tefsir el-Kurtubi, c. X, sh. 180-190
[21] el-Muğni, c. VII, sh. 120