1 -Edâ Edileceği Vakit Bakımından Vacibin Taksimi :
2- Matlûbun Belirtilmesi Bakımından Vacibin Taksimi :
3- Vacibin Miktar Bakımından Taksimi :
4 - Mükellef Belli Olup Olmama Bakımından Vacibin Taksimi:
b) Sünnet-i Gayr-i Müekkedeler:
2 - Vaz'î Hükümlerin Kısımları
Gazzâli'nin belirttiği
gibi, şer'î hükmü bilmek, Fıkıh ve Fıkıh Usûlü ile mümkün olur. Bu iki ilmin
faydası, mükelleflerin fiillerine ilişkin olan şer'î hükmü bilmektir. Ancak
Usûl, bu hükmü bilme metod ve kaynaklarını inceler. Fıkıh ise, Usûlür. çizmiş
olduğu daire çerçevesinde bilfiil istinbatı ele alır.
İbn4 Hâcib, hükmü;
"Şâri'nin iktizâ, tahyir ve vaz' (vad1) bakımından mükelleflerin
fiillerine ilişkin olan hitabıdır." diye tarif eder.
"Şâri'in
hitabı"ndan maksat, mükelleflerin fiiline Sâri' tarafından verilen bir
vasıftır; haram, mekruh, matlub, mubah, sahih, bâtıl, şart, sebeb, mâni vb.
tabirler böyledir. Fıkıh Usûlünün konusu olan bu gibi tabirleri ileride
açıklryacağız.
"İktiza"
talep demektir. İsterse bu bir işin yapılmasını talep olsun, isterse
menedilmesini talep olsun. Meselâ; haram, bir işin kesin olarak yapılmamasını,
vücub ise kesin olarak yapılmasını talep etmektir.
"Tahyir"
muhayyer bırakmaktır ki Sâri (Allah ve Peygamberdin, bir işi yapıp yapmamada
mükellefi serbest bırakması demektir. Meselâ; belirli bir zamanda bir şey
yemek veya uyumak gibi insan için mu-tad olan işler böyledir. Ancak bunları
tamamen terketmek caiz değildir.
"Vaz = Vad"
kelimesinin mânâsı, koymaktır. Burada o, Sâri' tarafından, mükellefin fiiline
ilişkin olan iki şeyin birbirine bağlanmasını ifade etmektedir. Meselâ;
mirasçı olmakla, murisin ölümü birbirine bağlıdır. Yani birinin ölümü,
yakınının ona vâris olmasına sebep teşkil eder. Bazan da Şârî\ biri diğerinin
gerçekleşmesi için şart olmak üzere, iki şeyi birbirine bağlar. Meselâ; namaz
için abdestin ve nikâh için sahicilerin bulunması şart kılınmıştır.
Şef'î hüküm, iktizâ ve
tahyir ifade ederse buna "teklîfî hüküm" denilir; iki şeyi birbirine
bağlarsa buna da "vaz'î hüküm" adı verilir.
Buna göre şer'î hüküm
iki kısma ayrılır: 1) Teklîfî hüküm, 2) Vaz'î hüküm.
Teklîfî hüküm, bir
işin yapılmasını veya yapılmamasını taieb etmeyi, ya da iki şey arasında
tahyiri ifade eder. Namaz kılmak, zekât vermek ve hacca gitmek yapılması
istenilen hükme misal olabilir. Yapılmamaşı istenilen hükümler için misal
olarak, yetim malının yenilmemesini bildiren bu ayetleri zikredebiliriz:
"Yetim, malına, en güzel seklin dışında yaklaşmayın..."[1] "Onu
(yetim mallarını) israf ederek memesini bildiren bu âyetleri zikredebiliriz:
"Yetim malına, en güzel ve tezelden yemeyin..."[2] Keza,
haksız yere başkalarının mallarını yemenin yasaklanışı da bu tür
hükümlerdendir. Nitekim Kur'an-ı Kerimde; "Mallarınızı aranızda
haksızlıkla yemeyin."[3]
buyurulmuştur. Tah-yir'e misal olarak yiyip içmeyi, gezinmeyi zikredebiliriz.
Kabir ziyareti de böyledir. Peygamber Efendimiz de; "Sizi kahir
ziyaretinden menet-mistim, artık ziyaret ediniz"[4] buyurmuştur.
Vaz'î hükme gelince;
biraz önce belirttiğimiz gibi, bu, biri ötekisine şart, sebeb veya mâni' olmak
üzere, iki şeyi birbirne bağlayan bir hükümdür. Sebeb'e misal olarak Ramazan
ayında hilalin görülmesini söyleyebiliriz. Peygamber (S. A,); "Hilali
görünce orucu tutun. Yine onu görünce oruca son verin."[5]
buyurmuş, Kur'an'da da; "... Sizden kim, Ramazan ayma şahid olursa onda
oruç tutsun.,."[6] diye
emredilmiştir ki böylece Ramazan hilalini- gören kimseye oruç farz olmaktadır.
Şart'a misal olarak, namaza nisbetle abdseti, muris Öldüğü zaman vârisin
hayatta olmasını, nikâh kıyılırken şahidlerin bulunmasını, namazın sıhhati
için kıbleye dönülmesini zikredebiliriz. Keza, bir kızla nikâhlanmanm haram
olması için, bu kızla evlenmek isteyen şahıs tarafından aynı kızın annesiyle
daha önce zifafa girilmiş olması şartı da böyledir.
Mâni' için misal
olarak, katil veya irtidadı verebiliriz. Peygamber (S. A.); "Kaatil'e (murisini
öldürene) miras yoktur."[7]
buyurmuştur. Mürted olan kimse de, müslüman olan yakınma mirasçı olamaz. Din
ayrılığı da böyledir, Peygamber'in, "Müslim, gayr-i müslime mirasçı
olmaz."[8] ve "ayrı ayrı dinden
olan kişiler birbirine mirasçı olmaz."[9]
buyurduğu rivayet edilmiştir.
Bir işin neticesi
sebeb, şart ve mani'in bulunup bulunmamasına göre tayin edilir. Sebeb veya şart
bulunursa ve mâni' bulunmazsa, yapılan iş sahih olur; aksi takdirde sahih ve
muteber olmaz.
Teklifi ve vaz'î
hükümlerin kısımları üzerinde burada daha geniş bilgi vermek istiyoruz.
Biraz önce
söylediğimiz gibi teklifi hüküm, iktizâ veya tahyir bakımından bir fiilin
yapılıp yapılmamasını Şâri'in talep etmesidir. Eğer bir .şeyin yapılmasını
talep kesin olursa, hüküm "vâcib" olur, kesin olmazsa
"mendiıb" olur. Bir şeyin yapılmamasını talep kesin olursa hükmün
muhtevası "haram" olur, kesin olmazsa "mekruh" olur.
Tahyir'in hükmü de "mubah'-tır. Buna göre teklifi hükümler beş
kısma.ayrılır: 1) Vâcib, 2) Mendub, 3) Haram, 4) Mekruh, 5) Mubah.[10]
Bu taksim, fakihlerin
çoğunluğuna göredir. Hanefiler ise, teklifi hükümleri yedi kısma ayırırlar: 1) Farz, 2) Vâcib, 3) Mendub, 4) Haram, 5) Tahrimen Mekruh, 6)
Tenzihen Mekruh, 7) Mubah. Bunları
açıklarken imamlar arasındaki ihtilafın sebeblerine de işaret edeceğiz.
Vâcib, cumhura (büyük
çoğunluğa) göre farz ile aynı" anlamdadır. Onu, Önce bu anlamda, sonra da
Hanefîlerin kullandığı anlamda açıklamaya çalışacağız.
Cumhura göre farz
anlamında olan vâcib, şer'an yapılması kesin olarak istenilen şey olup onu
terkeden günah işlemiş sayılır. Buna "lâzım" ve "mahtûm" da
denir. Bazı usul bilginleri, onu terkeden kınanır, diye tarif etmişlerdir. Her
farzı terk eden kınanır. Namazı bırakan, zekâtı vermeyen, ana-babasma iyilik
etmeyen,- kimseler kınanmıştır, mezmumdur. Her hangi bir farzı terkeden, Sâri'
tarafından hem kınanır, hem de cezayı hak eder. Bu son tarif neticeye göredir,
mahiyete göre değildir, e Ukmid î, "el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm"da bu
tarifi tercih etmiş ve "şöyle demek doğru olur: Şer'î vücûb, Şâri'in
hitabından ibarettir ki, onu terkeden şer'an kınanır." demiştir.
Hanefîler,
söylediğimiz gibi, farzı, vâcib ile şer'an eşanlamda görmezler; fakat sözlük
bakımından aynı anlama .geldiğini kabul ederler.
Hanefîler, farz ve
vacibin kesin olarak yapılması gerektiğinde cumhurla birleşirler. Ancak onlara
göre farz, kat'î bir delil ile, vâcib de zannî bir delil ile sabit olmuştur.
Böyle bir ayırımın neticesi şudur: Vacibin kesinliği, farzın kesinliğinden daha
azdır. Dolayısıyla şer'î bir işte fara terk edilirse bu iş bâtıl olur. Meselâ;
Arafat'ta vakfe yapmayan kimsenin haccı bâtıl olur; çünkü bu vakfa farzdır.
Bir kimse Safa ile Merve arasında sa'yi bıraksa haccı bâtıl olmaz; çünkü bu
sa'y vâcib olup ifâsı gerektiği kat'î bir delil ile sabit olmamıştır.
Hanelilere göre farz ile vâcib arasındaki ayırımın başka bir sonucu da şudur:
Farzı inkâr eden kâfir
olur; vacibi inkâr eden kâfir olmaz. Sözgelimi, namaz veya zekâtı inkâr eden
kâfir olur; çünkü bu durumda o, kat'î ve şüphesiz bir delil ile şer'an sabit
olan bir emri inkâr etmiştir. Fakat (sübut veya delâlet bakımından) zannî ve
şüpheli bir delil ile sabit olan bir emri (vacibi) inkâr eden kimse kâfir
olmaz.
Hanefîlerin ekserisi
vâcib ile amel etmeyi zarurî görürler ve buna "amelî farz" adını verirler.
Demek ki onlara göre farz iki kısma ayrılır: 1) Hem itikad, hem de amel bakımından farz; bu,'kat'î ve şüphesiz
bir delil ile sabit olan farzdır. 2)
Sadece amel bakımından farz; bu ise, zannî bir delil ile sabit ola farzdır.
Usûl'e göre, zannî bir delil ile sabit olan şey ,amel bakımından kesinlik ifade
eder; itifcad bakımından kesinlik ifade etmez.
Görünüşte farz ile
vâcib arasındaki ihtilaf nazarîdir. Ancak Hanefî mezhebinin furûunda bu
ihtilafın etkisini görmekteyiz. Meselâ, namazda Fâtihâ okunmazsa, Hanefîlere
göre namaz bâtıl olmaz; Şâfiüere göre bâtıl olur. Zira Şâfiîler, Fâtiha'nm
okunmasını farz olarak kabul etmektedirler; Hanefîler ise, bunu vacib
saymaktadırlar. Gerçekte bu ihtilafın esası şudur: Şâfîîler, "artık
Kur'andan kolayınıza geleni okuyun..."[11]
âyetini, Fatiha sûresini okuyun, diye tefsir ederler; çünkü Peygamber (S. A.);
"Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılınız."[12]
buyurmuştur. Hanefîler ise, o âyeti umûmî olarak kabul ederler ki, buna göre
Fatiha veya herhangi bir Kur'an parçasının okunmasıyla farz yerine gelmiş olur.
Bence bu ihtilaf
nazarî bir şeydir; çünkü Şâfiîler de, ötekiler de delillerin, kat'î ve zannî
olmak üzere, derecelere ayrılmasında ihtilaf, etmiyorlar. Bu sebeble el-Âmidî
şöyle demiştir: "Açıklık, kapalılık,
kuvvet ve zaaf bakımından vâciblerin (yani farzların) sabit olma yollarının
değişmesi, gerçekte vacibin değişmesini gerektirmez."[13]
Vâcib, bir kaç yönden
taksim edilir. Her taksim için ayrı ayrı unsurlar nazar-i itibara alınmaktadır.
Yani; 1 -vakit bakımından, 2-yapılması istenilen şey (matlup)
bakımından, 3- istenilen şeyin miktarı
bakımından 4 -talebin umûmî ve
husûsî oluşu bakımından vâcib kısımlara ayrılmıştır.
Vakitle kayıtlı
olup olmama bakımından
vâcib ikiye ayrılır:
1) Vakte
bağlı olmayan vâcib, 2) Vakte bağlı
olan vâcib. Edası, belli bir vakte bağlı olmayan vacibi geriye bırakan kimse
kınanmaz. Meselâ; özründen ötürü Ramazan orucunu kazaya bırakan kimse, bu orucu
istediği zaman tutabilir. Bu görüş, Ebu Hanife'ye aittir. Şafiî, aynı yıl
içinde bu orucun kaza edileceğini söylemiştir. Bazılarına göre hac da böyledir;
derhal yapılması yâcib değildir. Yemin keffâretleri de belli bir vakitle
mukayyed değildir. Zahirî âlimlerinden bazısına göre yemini bozmadan önce
keffâretini yerine getirmek icab eder; çünkü Peygamber (S. A); "Bir kimse
bir şey için yemin eder, sonra da ondan daha hayırlısını görürse, yeminini
bozsun ve keffâret versin."[14]
buyurmuştur. Fakat bu, yemini bozduktan sonra keffâret verilmesine engel teşkil
etmez. İşte bu gibi meselelerde vacibin edası belli bir zamana bağlı değildir.
Hac konusunda biraz
durmak gerekir. Bu farizanın hac aylarında yapılması, bazı rükünlerinin belli
günlerde edası gibi vakte bağlı cihetleri vardır. Meselâ; Araf at'da vakfe,
Arefe gününün zeval vaktinden sonra başlar. Haccın" diğer ibadetleri
(menasik-i iıacc) de belli vakitlerde edâ edilir. Bütün bunlar haccm edasıyla
ilgilidir; vâcib oluşuyla ilgili değildir. Vâcib oluşuna gelince; bazılarına
göre edası derhal vâcib olmayıp belli bir zamanla da mukayyed değildir. Namaz
gibi, oruç gibi belli bir vakit içinde edası şart değildir; yâni, haccm
vücû-bunda zamanın bir dahli ve sebeb teşkil etme durumu yoktur. Mükellef,
istediği hac mevsiminde onu edâ edebilir.
Vakte bağlı olan
vâcib'e gelince; belli bir zaman, bunun .vücûbu için sebeb teşkil eder. İşte
namazın vakti böyledir; çünkü vaktin girişi bu vacibin edasına delalet eder.
Meselâ ikindi olunca bu vaktin namazını kılmak gerekir. Ramazan ayı girince
oruç vâcib olur; çünkü Allah Taalâ; Sizden kim Hmazan ayma şahid olursa onda
oruç tutsun...[15] buyurmuştur.
Vakte bağlı olan
vâcibler de iki kısma ayrılır: 1)
Geniş vakitli vâcibler, 2) Dar
vakitli vâcibler. Vakit aynı cinsten başka bir ibadetin yapılmasına müsaid
olursa, bu vakitte edası gereken vâcib'e "geniş vakitli vâcib" denir.
İşte beş vakit namaz böyledir. Meselâ; öğle namazı vaktinde bir çok namaz
kılınabilir; asıl Öğle namazı ise bu vaktin az bir parçasını işgal eder. Bazı
bilginlere göre, geniş vakitli vâcib'de vücûb, vaktin muayyen olmayan bir
parçasına taalluk edip bu vaktin hangi ânında edâ edilirse sahih ve zamanında
yapılmış olur. Bir kısım usulcüler de şöyle der: Geniş vakitli vâcib'de emir,
vaktin ilk parçasına taalluk eder ve bu anda edâ edilirse yerine getirilmiş olur;
edâ edilmezse onu takibeden parçaya intikal eder ve böylece vakit daralmcaya
dek sürer.[16] Nihayet vaktin son
parçasında vücûb kesinleşir. Buna göre vaktin her parçası an bean teklif için
zarf teşkil eder. Geniş vakitli vâcib'de zaman hem bu vacibin, hem de
diğerlerinin edasına müsaid olduğu için onu kasıt ve niyetle yapmak, başkasına
karıştırmamak gerekir. Meselâ; Öğle namazını kılacak kimse, bu namaz için
niyet etmek mecburiyetindedir.
Dar vakitli vâcib'e
gelince; bunun vaktinde başka bir vâcib edâ edilemez. Meselâ; Ramazan ayı
böyledir; bu ayda başka bir oruç tutulamaz; zira Cenab-ı Hak; "sizden kim
Eamazan ayma şahid olursa onda
oruç tutsun."[17]
buyurmuştur. Bunun içindir ki, Hanefîlere göre bir kimse Ramazanda nafile bir
oruca niyet etse, bu yine Ramazan orucundan sayılır; çünkü vakit başka bir
orucun tutulmasına elverişli olmayıp farz olan oruç başkasına takdim edilir.
Zamanla mukayyed olan
ve olmadan vâciblere benzer hükümleri medenî kanunlarda da görüyoruz.
Sözgelimi; bazı işe müdahale, bir mahkemenin hükmünü temyiz etme, herhangi bir
davanın yeniden görülmesini isteme gibi bir çok hukukî muameleler belli
sürelerle sınırlandırılmıştır.
Vâcib, matlubun
(yapılması istenilenin) belirtilmesi bakımından ikiye ayrılır: 1) Muayyen vâcib, 2) Muhayyer vâcib. Muayyen vâcib'de yapılması istenilen şey
tek'tir. Borcu Ödemek, yapılmış olan akd'e bağlı kalmak, zekât vermek gibi
muayyen vâcibler böyledir. Bu türlü vâciblerde kişi muhayyer değildir. Ekseri
vâcib de bu türdendir.
Mu hay yer vâcib'de
ise, matlup belli' bir şey değil, iki veya üç şeyden biridir. İki şeyden
birinin yapılmasına misal olarak, "savaşta kâfirlerle karşılaştığınızda
boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş
sona erince onları ya karşılıksız, ya da fidye ile salıverin..."[18]
âyetinde beyan buyurulduğu gibi, devlet başkanının, esirleri ya karşılıksız,
ya da fidye ile salıvermesini zikredebiliriz. Üç şeyden birinin yapılmasına
misal olarak da, yemin keffâretini verebiliriz. Yeminini bozan kimse, ya bir
köle özad edecek, ya on kişiyi doyuracak veya giydirecek; bunlara gücü yetmezse
üç gün oruç tutacaktır. Nitekim Kur'an-ı Kerimde; "Allah, size rasgele yeminlerinizden
dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar. Yeminin
keffâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek veya
giydirmek, ya da bir köle âzad etmektir. (Bunları) bulamayan üç gün oruç
tutmalıdır. İşte yeminlerinizin keffâreti budur..."[19]
buyurul-muştür. Üç şeyden birini yapmada muhayyer bırakılan vâcib için diğer
bir misal de şudur: Hacca giden bir kimse, yalnız îiacca niyet ederek hacc-ı i
f r a d yapar veya hac mevsiminde önce U m r e'ye niyet eder, sonra hac
farizasına niyetlenerek hacc-ı temettü' yapar, ya da Umre ile haccı bir niyetle
ifâ ederek hacc-ı kıran yapar.
Muhayyer vâcib'de
istenileni toptan yapmamak günah olup zem-mi muciptir; ancak birini yapmakla
vâcib yerine getirilmiş olur. Muhayyer vâcib, bir bakıma geniş vakitli vâcib
gibidir. Geniş vakitli vâcib bütün zaman içinde yapılmayı gerektirir; zamanın
bir parçasında edâ edlirse günah kalkar. Muhayyer vâcib de böyledir; birisi
yapılınca günah kalkar. Bunda vacibin konusunda, ötekinde ise, vacibin zamanında
muhayyerlik vardır.
Bu bakımdan vâcib
ikiye ayrılır: 1) Miktarı ve sınırı
belli vâcib, 2) Miktarı ve sınırı
belli olmayan vâcib. Birincisi için bütün farzlar misal olabilir. İkincisi için
abdest alırken başa yapılan.mesh miktarı, namazda rükû' ve secde'de bekleme
miktarı, hâkim tarafından tayin edilmemişse yakınlara verilecek nafaka miktarı
ve şahsın tâkatı-na bırakılan diğer vâciblerin miktarı misal olabilir.
Biz, burada açıklayıcı
iki misal daha vereceğiz:
1) Zekât ve
Fıtır sadakası. Bunlarda vacibin miktarı bellidir. Birincisinde nisa b'a malik
olduktan sonra bir yıl geçmesi, ikincisinde ise, sadece nisab'a malik olmak
şarttır.
Allah yolunda hayır
işlemekle ilgili olan vâcib'e bir misal daha vardır ki, bunun miktarı
belirtilmemiştir. Bu da,' sıkıntı ve zaruret içinde kalan bir müslümana
ihtiyacını giderecek kadar malî bir yardımda bulunmaktır.
Bunun içindir ki,
hayır işlemekle mükellef olan kimse iki vacibi yerine getirecektir: Biri zekât
gibi miktarı belli vâcib, öteki de miktarı belli olmayan vâcib, yani imkânına
göre düşküne yardım etme. Bu, şu âyet-i kerîmenin muhtevasında mevcuttur.
"Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyi olmak demek değildir; lâkin
iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitab'a, peygamberlere inanan;
O'mm sevgisiyle yalanlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve
köleler (in âzâch) uğrunda mal veren, namaz kılan ve zekât verendir..."[20] Burada
görüyoruz ki Cenab-ı Hak, zekât ile birlikte, yakınlara, yetimlere ve
düşkünlere malî yardımı da zikretmiştir ki, zekât miktarı belli bir vâcib,
diğeri ise miktarı tayin ve takdir edilmemiş bir vâcib'tir.
2)
Yakınların nafakası, Bu, hâkim tarafından takdir ve tesbit edilmedikçe miktarı
belli olmayan bir vâcib'tir; çünkü burada esas olan, bir şahsın, gücü yettiği
nisbette, geçiminden aciz bulunan yoksul yakınının ihtiyacını gidermesidir.
Koca tarafından karısı
için verilen nafaka, da, hâkimin hüküm ve takdirinden önce böyle bir vâcib'tir;
çünkü burada esas olan yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyacını karşılamaktır ki,
bunlar miktarca tayin edilmiş şeyler' değildir. Ancak, hâkim tarafından hüküm
ve takdir edilirse miktarı belli vâcibler arasına girer.
Miktarı belli bir
vâcib, edâ edilmezse zimmete taalluk eden bir borç olur. Meselâ; zekât vaktinde
verilmezse borç olarak kalır. Ancak, fakihler arasında bunun şahıslara olan
âdî borçlar derecesinde olup olmadığı ve kişi ölürse terekesinden ödenmesi
gerekip gerekmediği ihtilaf konusudur. Nafaka da takdir edildikten sonra böyle
zimmete taalluk eden bir borç olur. Takdir edilmemişse, E b u H a n i-f e ve
arkadaşlarına göre bir borç teşkil etmez. Lakin f akihlerin «an-huru'na göre,
bir şahsın, üzerine düşen nafakayı vermediği sabit olursa, bunun bedelini
vermesi gerekir. Bu, zimmete geçmiş miktarı belli bir hak olarak değil, yerine
verilmemiş bir hakkın bedeli olarak ödenir. Bu sebeble geçmiş .bir mesele
hakkında hâkimin takdir yetkisi kalkmış olur. Bu gibi haklara medenî kanunda
"tabiî borç" veya "eksik borç" adı verilmektedir.
Hüküm veya takdir
edilmeden önce bu borcun miktarı bellidir de diyemeyiz; çünkü bunun esası,
münasip şekilde ihtiyacı gidermektir ki bu da, takdir edilmiş demek değildir.
Vâcib, bu yönden de iki
kısma ayrılır: 1) Aynî vâcib, 2) Kifâî vâcib. Birincisi,
mükelleflerin her birisine ayrı ayrı tevcih edilmiş ve yapılması gerekli bir
emirdir. Bunu bırakıp yapmayan her fert, zemme müstehak olur. Namaz, zekât,
akd'e vefa ve her hak sahibinin hakkım verme gibi farzlar bu nevindendir.
İkincisine gelince;
buna "kif aî f arz"da denir. Bu, cemaat tarafından yapılması
istenilen bir emirdir. Cemaatten bir kısmı bunu yerine getirirse,
ötekilerinden günah kalkar ve hiç birisi zemmi hak etmez. Eğer bunu hiç kimse
yerine getirmezse hepsi günahkâr olur. Allah yolunda cihad, emr-i tsi'î-ma'ruf
ve neîıy-i ani'l-münker (iyiliği emir, kötülüğü yasak etme), cenaze namazı,
müslümanlar arasında bir halife seçme gibi vâcibler böyledir. Cemalüddin
el-Hıllî bu konuda şöyle der: "Kifâî vâcib'te, her şahsın yaptığı Ötekinin
yerine kaim olur ve onu terkeden de yapmış sayılır"[21] Yani
herkes, toplum olarak onu yapmakla mükelleftir; fakat birisinin yapması
ötekisinin yerine geçer- ve böylece onu yapmayan da yapmış sayılır. Cemaatin
ferdleri arasında bir yardımlaşma mahiyetinde ve toplumun maslahatıyîa ilgili
olan bu türlü vâciblerde insanlar, birbirine vekâlet etmiş sayılırlar. İmam
Şafiî de; "Kifaî vâcib, umûmî olarak herkesin yapması istenilen ve bir
kısım insanların mutlak yapması kasdedüen bir emirdir" der. er-Risale'de
âmm'ı anlatırken, bir kısım âmm vardır ki onunla, umum kasdedilir; fakat ona
husus da dahil olur, der ve şu âyetleri misal olarak verir: "Medîneîüere
ve çevrelerinde bulunan bedevilere, savaşta Allah'ın Peygamberi'nden geri
kalmaları, O'nun katlandığı mihnetlere kendilerinin katlanmamaları yerinde
değildir."[22] "Yine yürüdüler:
sonunda varlıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasabalılar da hu
ikisini müsafir etmek istemediler..."[23]
Şafiî birinci âyet
hakkında şöyle der: "Bu âyet, beş vakit namaz, hac ve zekât gibi, gücü
yeten herkes için cihadın farz olduğunu ve hiç kimsenin bundan geri durmaması
gerektiğini ifade ettiği gibi, cihadın farz-ı kifâye olduğunu da ifade edebilir
ki, bu takdirde müşriklerle ci-had eden kimseler bu farzı yerine getirmiş ve
ganimet elde etmiş olur. Böylece cihad'a katılmıyanlardan da günah gider...
Bütün farz-ı kifâ-yeler böyledir. Müslümanların bir kısmı bunları yapınca
ötekiler tekliften kurtulmuş olur. İnşallah, bunda şüphem yoktur; çünkü Allah
Taâlâ; 'Cihad'a çıfemazsanız Allah, size yakıcı bir azabla azabeder...'[24]
buyurmuştur.”[25]
Şafiî'nin farz-ı
kifaye[26]'yi
"âmm olup bununla husus da kasdedilir" şeklinde ifade edişi, çok
yerinde bir şeydir; çünkü bütün cemaat, bu türlü farzları yerine getirmekle
vazifelidir. Ancak, bir çok hallerde insanların bir kısmı bunları yapar. Eğer
onların bir kısmı bu farzları yerine getirmezse hepsi sorumlu olur; zira gücü
yeten herkes, kifâî farzı yapmakla mükelleftir ve herkes yaratılışının icabını
yapacaktır.
Kifâî vâciblerde
teklif umûmî olup bir nevi yardımlaşma şeklinde bazı insanların bunları
yapmasıyla ötekilerinin sorumluluktan kurtulması gözönüne alınırsa, genel
olarak herkese şâmil olan bu vâciblerin bir kısım fert ve zümrelere dağıtılmış
olduğu anlaşılır. Meselâ; dinî ilimleri öğrenmek farz-ı kifâyedir; geometri,
ziraat ilmi, tıp ilmi ve cihd farz-ı kifâyedir; toplumun muhtaç olduğu,
iktisadî ve içtimaî nizamın temelini teşkil eden her çeşit ilim, iş ve sanat
farz-ı kifâyedir. Bütün ferdler bunlardan sorumludur; ancak güç ve imkânı
olanlar, bu vazife-leri yapmak zorundadır. Toplum da, bunların imkân ve
se-beblerini hazırlamakla mükelleftir. Toplum kendi içerisinden tabibler,
mühendisler, ziraatçılar, din bilginleri ve hukukçular yetiştirecek; böyle
meslek erbabı olma yeteneğine sahip bulunanların bu gibi görevleri yapmasıyla
hem umûmî, hem de husûsî teklif yerine gelmiş olacaktır. Böylece, bu vâcibler
yerine gelmezse niçin toplumun günahkâr olduğu ve bazı insanlar tarafından
yapılınca, sebeblerini hazırlamada payı bulunduğu için toplum olarak bütün
ferdlerin sorumluluktan nasıl kurtulduğu anlaşılmaktadır.
Ş â 11 b î,
el-Muvâfakât'mda bu hususu şöyle açıklamıştır :
"Bu farzların
yerine getirilmesiyle umûmî maslahat sağlanmış olur. Bunları yerine getirme
görevi ise, bütün ferdlere ait bir iştir. Kimisi doğrudan' doğruya bunları
yapmaya muktedirdir; diğerleri de, kendileri bunları yapmaya muktedir değilse,
muktedir olanları işbaşına getirmekle mükelleftirler. Meselâ; devlet başkanı
olmaya muktedir bir kimse bu görevi yapmak mecburiyetindedir. Bu görevi yapma
yeteneğine sahib olmayanlar da başka bir görevle mükelleftirler ki, o da, buna
muktedir olan şahsı işbaşına getirmektir. Böylece herkes kendi üzerine düşeni
yapmış olur. Bu ise "vacibin tamamlanmasın* sağlayan şey vâcib'tir"
prensibinin bir icabıdır."[27]
Ş â 11 b î'nin
ifadesine göre, insanların kabiliyetleri değişik, iş yapma güçleri farklıdır.
Birisi ilim için istidat sahibi, birisi idare ve başkanlık için uygun, ötekisi
sanat veya ziraat için elverişli, başka birisi güreşçilik yapacak yeteneğe
sahiptir. Herkes istidadına göre yetiştirilmelidir ki, hepsi de yaratılış ve
temayülüne göre parlayıp meydana çıksın ve üzerine düşeni yapsın.
Şâtıbî, sözlerine
şöyle devam eder:
"Bu sayede millet
üzerine farz'ı kifâye olan her iş, ortaklaşa bir gayretle yürütüldüğü için
gelişir. Onu yürüten şahıs bir noktada duraklarsa, demek ki toplumun yardımına
ihtiyaç duymaktadır. Yardım edilerek gücü artırılırsa farz-ı kifâyetlerdeki
gayelerin sonuna varıncaya dek yoluna devam eder. Bu suretle dünya ve âlıîret
işleri düzelir. İşte görüyorsunuz ki farz-ı kifâyeyi yerine getirmek bir
tertip üzere değildir. Bu, ne mutlak olarak kamunun, ne mutlak olarak ferdin
vazifesidir. Bu, ne vâsıtaları olmayan gayelerdir, ne de aksi. Ona bir zaviyeden
bakmak doğru olmaz. Onu, müslümanlar arasında paylaşılmış bir işbölümü olarak
görmek gerekir; aksi takdirde söylenilen söz yerinde olmaz."[28]
Bundan anlaşılıyor ki
farz-ı kifâyeyi gerçekleştirmek herkesin vazifesidir, herkes takati nisbetinde
bu işe katılacaktır. Gücü yeten onu bilfiil yapacak, gücü yetmeyen de ötekine
imkân hazırlryacaktır. Böyle-, ce bütün ferdler bu işe katılmış olacak ve
Cemalüddin e 1-H111V-nin dediği gibi, her şahsın yaptığı ötekinin yerine
geçecek ve onu terkeden de yapmış sayılacaktır.
Mendub, Şâri'nin kesin
olmayarak yapılmasını istediği iştir veya failine yaptığı zaman mükâfaat
verilen, terkettiği zaman ceza gerekmeyen şeydir. Başka bir tarife göre,
mendub öyle bir ödevdir ki, onu yapan şer'an övülür, terkeden kınanmaz. Bazı
Şiî fakihleri mendubu, "terkedilmesi caiz olmakla beraber yapılması üstün
olan şeydir." diye tarif etmiştir. Bu tarif mendubu daha iyi
açıklamaktadır; ancak "yapılması üstün" sözünden kesinlik mânâsı
çıkarılmamalıdır.
Mendulı'a
"nafile", "sünnet", "tatavvu",
"müstehab" ve "ihsan" adları da verilir. Bu isimlerin hepsi
de aynı şeyi ifade eder.
Şer'î hükümleri
araştıranlar, mendub'un şöylece bir kaç dereceye ayrıldığını görürler:
Bunlar, Peygamber
(S.A.)'in devam ettiği; fakat farz ve edasının vâcib olmadığına işaret
buyurduğu sünnetlerdir. Bazılarına göre vitir namazı da böyle bir sünnet'tir.
Sabah namazının iki rek'at sünnetiyle, öğle, akşam ve yatsı namazlarının son
iki -rek'at sünnetleri de müekked'tir. Bir kısmına göre böyle nıüekked
sünnetleri terkedenler, ceza görmezler, ama, kınanırlar; çünkü Peygamber
(S.A.)'e karşı inad etmiş sayılırlar. Fakihlerin çoğunluğuna göre gücü
yetenlerin evlenmesi ve namazda Pâtiha'dan sonra bir sûre veya âyet okuma da
sünnet-i müekkededir.
Önceliklere nisbetle
bu sünnetler ikinci derecede yer alır. Öğle, ikindi ve yatsı namazlarından
önce kılman dörder rek'at sünnetler böyledir[29] Hz.
Peygamber (S. A.), bunlara kesintisiz devam etmemiştir. Farz olmayan sadakalar
da bu kabildendir. Ancak sadakaya muhtaç olan kimse zaruret içinde ise, gücü
yeten kimsenin ona yardım etmesi farz olur.
ç) Bazı
kimseler tarafından mendub olarak kabul edilen bir kısım işler daha vardır ki,
bunlar, derece bakımından öncekilerden sonra olup Peyganıber'in, şeriatın bir
beyanı olarak tebliğ etmediği tabiî hareketleridir. O'nun yiyip içmesi,
giyinmesi, sakal bırakması, bıyığını kırpması gibi işler, bu türlü sünnetlere
misal olabilir. Şüphesiz bunlar, aslında güzel şeylerdir; çünkü bunları yapmak
Hz. Peygam-ber'e bir hürmet ifadesidir. Fakat terketmek de şahıs için ceza veya
kınanmayı gerektirmez. Bir kimse bunları dînin kesin emirleri diye te-lakkî
ederse, dinde olmayan bir "bid'at icad etmiş olur.
Mendub bahsini
bitirmeden önce, Ş â 11 b î'nin el-Mızvâfakât'mda açıkladığı iki hususa işaret
etmek isteriz:
1- Peygamber
(S. A.)'den sünnet olarak intikal eden her mendub, vacibin ikmâli ve korunması
için yardımcıdır. Dolayısıyla men-dublar, vâciblerin koruyucularıdır; çünkü
mendublar, ruh için bir eğitim olup insanı farzları edaya hazırlamaktadır.
İnsan, devamlı olarak yapmakla mükellef olmadığı mendubları yerine getirirse,
devamlı olarak yapmakla mükellef olduğu
vâcibleri elbette ühmâl edemez.Bir kimse,
mendubları edada kusur gösterirse, vâcibleri ifâda da kusur etmeye maruz
demektir.
Bu hususta Ş â 11 b î
şöyle der:
"Mendubu geniş
mânâda ele alırsak, onun vâcib'e hizmet ettiğini görürüz; çünkü o, ya vacibin
başlangıcı durumunda ya da vacibi hatırlatmaktadır; isterse aynı cinsten vâcib
bulunsun, isterse bulunmasın. Kendi cinsinden vâcib bulunan mendublar, beş
vakit namazların sünnetleri, nafile oruç, nafile hac ve sadakalardır. Kendi
cinsinden vâcib bulunmayan mendublar, bedeni, elbise ve namaz kılman yeri
necasetten temizlemek[30],
namaz için güzel elbiseler giyinmek, iftarı acele etmek, sahuru geciktirmek,
oruçlu iken dili lüzumsuz lakırdılardan korumak vb. şeylerdir."[31]
Bu mendublar, vâcib
cinsinden olmasa bile, onları kuvvetlendirmekte ve desteklemektedir.
Sözgelimi, sahuru geciktirmek, orucu kolaylaştırmakta, şahsın bu ibadeti
sürekli olarak yapmasını sağlamaktadır. Allah katında da, az da olsa, ibadetin
sürekli olanı makbuldür.
2- Mendub,
tek tek (cüz' itibariyle) değil, kül olarak yapılması gereken bir sünnettir.
Sünnet-i müekkedeleri Peygamber (S.
A.), ara sıra terketmiştir; dolayısıyla insan bunları bazı hallerde terk
edebilir; lâkin toptan terk edemez. Meselâ, ezam sürekli olarak terketmek caiz
değildir. Bir memleketin insanları ezanı tamamen bırakmışlarsa, onlara bunu
zorla okutmak gerekir. Bir kimse, tamamen cemaati terke-demez; çünkü Peygamber
(S. A.); "Bir kimse üç günden fazla cemaati terk ederse kalbi
mühürlenir."[32]
buyurmuştur. Evlenme de böyledir; bazı hallerde ferdler evlenmeyebilirler;
fakat toplum olarak bunu bırakamazlar; aksi takdirde millet yok olup gider. Bu
sebepledir ki bir kısım şiî fakihler, evlenmenin farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir.
Bu konuda da Şâtıbı şöyle der:
"Eğer bir fiil,
cüz' itibariyle (tek tek) mendub ise, kül olarak vâ-cib olur. Cami ve
mescidlerde ezan okunması, cemaatle nmaz kılınması, bayram namazları, nafile
olan sadaka, evlenme, vitir namazı [33], sabah
namazının sünneti, umre haccı ve bu gibi diğer sünnetler cüz' itibariyle
mendub'dur. Bunların tamamen terkedildiği görülürse, terke-denin dininden şüphe
edilir. Görüyorsunuz ki ezan, İslamm esaslarını ilandır; dolayısıyla onu
terkeden şehir halkı ile savaş gerekir. Cemaatle namaz kılmak da böyledir; bir
kimse hiç cemaate gitmezse sahiciliği kabul edilmez. Peygamber (S. A.), cemaate
hiç gelmiyen insanları, evlerini yaktırmakla tehdidetti. Hz. Peygamber, sabah
olmadan önce hiçbir kavim üzerine yürümezdi; orada ezan işitirse hücumdan
vazgeçerdi; işitmezse baskın yapardı. Evlenme de böyle bir sünnettir. Nesli artırma,
insan nevinin devamını sağlama gibi evlenmenin Sâri* tarafından gözetilen
hikmet ve faydalan gizli ve kapalı değildir. Onu toptan ve sürekli bir şekilde
bırakmak, dîni temelinden sarsar; ama bazılarınca terk edilmesinin bir tesiri
olmaz.”[34]
Bu görüşler yerinde
olup, ister yapılmasını talep kesin olsun isterse olmasın, Şâri'in bütün
emirlerine uymak 'gerektiğini göstermektedir.
Haram, şer'an
yapılmaması kesin olarak istenilen şeydir; isterse delili kat'î olsun, isterse
zannî olsun. Bu, fakihlerin cumhuruna göredir. Onlar tahrimi bildiren deliller
arasında bir fark görmezler; yani mütevâtir ve meşhur olmayan, zannî bir delil
teşkileden lıaber-i âhâd ile de tahrimin sabit olacağını söylerler; çünkü zannî
deliller, itikad bakımından hüccet olmazlarsa da, amel bakımından hüccet
olurlar.
Hanefîlere gelince;
onlar, tahrimin sabit olması için kat'î ve şüphesiz bir delile dayanmasını,
Kur'an'da Allah'ın; "Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye, 'şu
helaldir, bu haramdır' demeyin..."[35]
âyetiyle yasak ettiği duruma düşülmemesini şart koşarlar. Bunun içindir ki
onlar, haramlığı zannî bir delil ile sabit olan şeye "tahrimen
mekruh" adım verirler. EbuHanife, Ebu Yusuf ve İmam Muh amme d böyle
haramlara sadece "mekruh" tabirini kullanırlardı. Ebu Hanîf e, haram demekten sakınır ve "mekruh
sayıyorum" derdi.
Haram kılınan şeylerin
misali çoktur; murdar et yemek, içki içmek, zina etmek, Allah'ın kulunu haksız
yere öldürmek, bâtıl yollarla başkasının malını yemek, her ne şekil ve ne halde
olursa olsun kötülük etmek haramdır. Ancak zaruret halinde durum
değişmektedir.
Bir şeyin harara
kılınmasının (tahrîm'in) esası, o şeyin açıkça zararlı olmasıdır. Sâri', neyi
haram kıldıysa mutlaka onun zararlı yönü fazladır; neyi mubah kıldıysa onu da
faydalı yönü fazladır. Haram, ya bizzat zararlı veya dolayısıyla zararlı olur
ve bu itibarla iki kısma ayrılır:1)
Bizzat haram, 2) Dolayısıyla haram.
Bizzat haram, murdar
et yemek, içki içmek, zina etmek ve korunması zarurî olan beş şeyi zedeliyen
fiil ve hareketler gibi zarara yol açan hususlardır. Korunması zarurî olan beş
şey ise can, mal, akıl, din ve nesil'dir. Bizzat haram olan hususlar bu beş
esastan birine zarar getirmektedir .Bu beş esasın korunması, ancak bunların
varlığını muhafaza, ile gerçekleşir. Meselâ; aklı gideren şey haramdır, dini
temelinden bozan davranış haramdır...
Dolayısıyla lıaram'a
gelince; bu, bizzat haram değildir; ancak bizzat haram olan bir şeye vâsıta
olmaktadır. Bir kadının avret yerine bakmak haramdır; çünkü zinaya sebep
olmaktadır; zina ise bizzat haramdır. Faizli satışlar haramdır; çünkü faiz
bizzat haramdır. Bir menfaat karşılığı borç para vermek de haramdır; çünkü
faizciliğe sürüklemektedir; bu ise haramdır. Birbirine mahrem iki kadını bir
nikâh altında birleştirmek haramdır; çünkü bu, ikisi arasındaki akrabalık
bağının kopmasına sebeb olmaktadır. Halbuki Allah, akrabalık bağlarının
koparılmasını kesin olarak yasak etmiştir. Peygamber (S. A.) de; "bir
kadın halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızı veya kız kardeşinin kızı üzerine
nikâh edilemez; eğer siz bunları yaparsanız, akrabalık bağlarım koparmış
olursunuz."[36] buyurmuştur. İşte
akrabalık bağlarını kesmek, bizzat haramlar arasındadır. Böyle bizzat haram
olan şeylere vasıta teşkil eden hareket ve fiiller de dolayısıyal haram kılınmıştır.
Dolayısıyla haram,
bazan da arızî bir halden ötürü olur. Gasbedil-miş (zorla alınmış) "bir
toprak üzerinde namaz kılmak, Cum'a namazı için ezan okunurken alış-veriş etmek
böyledir. Aslında alış-veriş bizzat haram değildir; fakat insanı namazdan
alıkoyduğu ve Kur'an'da; "Ey iman edenler, Çum'a günü namaz için
çağırıldığı vakit Allah'ı anmaya koşun ve alım satımı bırakın.."[37]
buyurulduğu için. haram kılınmıştır. Müsâveme (başkası pazarlık halinde iken
kendi malını ileri sürme) yolu ile yapılan alım satım da haramdır. Bu da,
başkasının zararına sebep olduğu için haram kılınmıştır. Başkasının dünür
olduğu bir kızla da evlenmek caiz değildir; ancak, önce dünür olan kimse
bundan ya vazgeçer veya olumsuz cevap alırsa durum değişir. Esasen evlenmek
kötü bir.şey değil, hattâ güzel bir davranıştır; ama burada başkasının kurmaya
çalıştığı iyi münasebetin bozulmasına sebep olduğu için Öyle bir kızla evlenmek
geçici olarak caiz görülmemiştir.
Bizzat haram ile
dolayısıyla veya bir arız sebebiyle haram arasında iki fark vardır:
1) Bizzat
haram olan bir şey akidle ilgili olursa bu akit bâtıl olur; çünkü hürmet (haramlık)
akdin esasına taalluk etmektedir. Mesela, murdar et, şarap veya domuz
eti alım satımı için yapılan akit, İslâm'a
göre bâtıldır. Keza evlenme akdi bizzat haramsa ve bu akdi yapanlar da bunu
biliyorlarsa nikâh bâtıldır. Böyle bir nikâh sonunda nesep sabit olmayacağı
gibi bu şekilde evlenenlere zina cezası da ica-beder. Ebu
Hanîfe'den başka bütün fakihler bu görüştedirler. Ebu Hanîfe ise,
nesebin sahih ve sabit olmayacağını kabul etmekle birlikte,, zina cezasına
itiraz eder.
Akit, dolayısıyla veya
bir ânz sebebiyle haram olan bir şeyle ilgiliyse bâtıl olmaz. Meselâ; Cum'a
namazı vakti yapılan bir akit sahihtir. Bu (görüş çoğunluğa ait olup
Hanbelîlerle Zahirîler başka görüştedirler. Müsâveme yolu ile yapılan akit ve
başkasının dünür olduğu kızla evlenme akdi de böyledir. Bu akidler, cumhura
göre bâtıl olmaz; sadece günahı mucib olur. Zahirîler ise, bu akidlerin bâtıl
olduğunu söylemişlerdir. Keza, gasbedilmiş bir toprak üzerinde kılman namaz
sahihtir; ancak başkasının malını gasbetme günahı mevcuttur. Faizli alış
verişler de, Hanefîlere göre fâsid'tir. Hanefîlerce fâsid ile bâtıl arasında
da fark vardır. Biz ileride, vaz'î hükümleri anlattıktan sonra bu farkı
açıklıyacağız.
2) Bizzat
haram zaruret bulunmadıkça mubah olmaz. Meselâ; şarap içmek bizzat haramdır,
ölüm tehlikesi olmadıkça mubah olmaz; çünkü haram olan şeyleri, ancak
zaruretler mubah kılar.
Dolayısıyla haram ise,
ihtiyaç karşısında mubah olur. Sözgelimi, bir kadının avret yerine bakmak
haramdır; ancak tedavi için ihtiyaç varsa mubah olur. Murdar etin yenilmesine
müsaade ederken Peygamber (S. A.), bizzat haramı mubah kılan zarureti;
"Sabah ve akşam gelip o-ectiği halde kişinin yiyicek bir şey bulamaması
hali." diye açıklamıştır. Buna göre zaruretin mânası, bir şahsın harama
başvurmazsa ölüm veya bütün malını kaybetme tehlikesiyle karşılaşmasıdır.
Dolayısıyla haram'ı mubah kılan ihtiyaç (hacet) in mânâsı da, güçlük ve sıkıntı
demektir. Doktorun, tedavi için yabancı bir kadının mahrem yerine bakması buna
misal olabilir.
Mekruh, fakihlerin
çoğunluğuna göre, Şârî, tarafından yapılmaması kesin olmayarak istenilen bir
iştir. Mekruh da yasak edilmiştir; ama haram mânâsında yasak edilmediğine dair
bir işaret bulunacaktır. Peygamber (S. AJ'in "Allah, sizin İçin
dedikoduyu, çok soru sormayı ve malı "boşa harcamayı hoş görmedi."[38]
hadisi ile Cenab-ı Hakk'ın; "Ey iman edenler, size açıklanınca hoşunuza
gitmeyecek şeyleri sormayın..."[39]
âyetinin hükmü böyledir.
Bu tarif ve açıklama,
cumhura göredir. Hanefüer ise, haramın, kat'î delil ile yapılmaması istenilen
bir şey olduğunu,' zannî bir delil ile yapılmaması istenilen şeyin de
"mekruh" adını- aldığını söylerler. Onlara göre mekruh iki kısma
ayrılır: 1) Tahrimen mekruh, 2) Tenzilen mekruh. Birincisi zannî bir
delil ile yapılmaması kesin olarak istenilen bir şeydir ki, bu vacibin
karşıtıdır. Erkeklerin ipekli giymesi, altın yüzük takınması ,karısma karşı
adaletli davranamıyacağma dair kuvvetli (galip) bir zanna sahifo olan kimsenin
evlenmesi bu türlü mekruhlar arasmddır. İkincisi,, yani tenzihen mekruh da,
mendub'un karşıtı olup Hanefîlerin bu husustaki tarifi cumhurun tarifine
uygundur.
Çoğunluğa göre mekruh
işleyen kimse kınanmaz, terkeden kimse övülür. Hanefîlere göre ise, tahrimen
mekruhu işleyen kimse kınanır, tenzihen mekruhu işleyen kimse kınanmaz, her
ik'i mekruhu terkeden kimse de övülür.
Mubah, şer'an
mükellefin yapıp yapmamakta muhayyer olduğu şeydir; yeme, içme ve nezih bir
şekilde eğlenme... gibi, Şevkânî, mubahı tarif ederken şöyle der: "Mubah,
islendiği zaman da, terk edildiği zaman da övülmeyi gerektirmeyen şeydir.
Yani, işleyen veya terkeden kimse için bir zarar yoktur. Mubah sözü bazan,
aslında haram olduğu halde, işlenirse zararı olmayan şeye denir;
"mürtedin kam mubahtır" sözü böyledir ki, onu öldüren için bir zarar
yoktur demektir. "Helal", "caiz" ve "mutlak"
sözleri de mubah anlamında kullanılır."[40]
Görülüyor ki Şevkânî,
aslında bizzat haram olan ve arızî bir halden ötürü helal kılman şeyleri mubaha
dahil ediyor. Meselâ; insan olması hasebiyle "mürted"in kanını dökmek
haramdır; ancak irtidad edince bu hürmet kalkar. Keza, bir koca için karısının
mehrinden bir kısmını kesmek veya geri almak haramdır; çünkü Kur'an'da;
"Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine bir yük altın
vermiş olsanız bile, ondan bir şey almayın. İftira ederek ve günaha girerek ona
verdiğinizi geri alır mısınız?"[41]
buyurulmuştur. Lâ,kin karı-koca arasındaki sürekli anlaşmazlık ve çekişme
sonunda, kadının' mehrinden bir kısmını, kendisini boşaması için kocasına
vermesi ve onun da bunu alması caiz görülmüştür.
Fakat gözönüne almak
gerekir ki, kadının, mehrinin bir kısmını kocasına bırakması ve irtidad eden
şahsın öldürülmesinin caiz görülmesi, yapılıp yapılmaması eşit olan
"mubah" mânâsına gelmez. Zira, karı-koca arasında geçim
imkansızlaşırsa ve huysuzluk da kadında olursa, ayrılmak için onun kocasına bir
miktar para vermesi icab eder; gerçi erkeğin bunu alıp almaması mubah olup her
iki halde de kendisi için bir günah yoktur. Mürted'e gelince, tevbe teklif
edildiği halde küfründe İsrar ederse, öldürülmesi vâcib olur; çünkü Peygamber
(S. A.); "Kim dînini
değiştirirse, onu Öldürün."[42] buyurmuştur.
Bundan anlaşılıyor ki günahın kalkması her zaman bir şeyin mubah olmasını gerektirmez;
hattâ bazı halde bu, vücub bile ifade eder.
İbâhat (bir şeyin
mubah oluşu), şu üç şeyden birisiyle sabit olur: 1) Günah olmadığı bildirilmekle, 2) Haram olduğuna dair bir nass bulunmamakla, 3) Helal olduğuna dair nass bulunmakla. Şu âyet, birincisine misal
olabilir: "Şüphesiz O, size murdar eti, kam, domuz etini, Allah'tan
başkası anılarak kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat darda kalana, aşırı
gitmemek ve haddini geçmemek şartiyle günah yoktur..."[43]
İkincisine, radyo dinlemek gibi haram kılınmayan bir çok misal bulunabilir.
Üçüncüsü için de, temiz şeyleri yiyip içmeyi misal gösterebiliriz. Nitekim
Kur'anda; "Bu gün, size temiz olan şeyler helal kılındı. Kendilerine
kitafa verilenlerin yemeği size helal, sîzin yemeğiniz de onlara
helaldir..."[44]
buyurulmuştur.
Şeylerin mubah oluşu,
bunların vakit ve çeşitlerini tayin bakımındandır. Meselâ; yemeğin vakit ve
çeşidini seçmek mubahtır. Yemek yeme ise, hayatın devamı için zarurî bir
şeydir. İnsan istediği zaman ve istediği kadınla evlenebilir; ancak evlenmesi
matluptur. Kişi nezih bir şekilde eğlenebilir; ancak bütün vaktini eğlence ile
geçiremez. De-mekki ibâhat, genel değil, özel haller ve şartlara bağlıdır.
Şâtıbî, yapılması
istenilen şeye (matlub'a) hizmeti bakımından mubahı dört kısma ayırır:
1) Yapılması
istenilen bir işe yardımcı olur.
Bu, cüz' itibariyle mubahtır, kül olarak yapılması
matluptur; yiyip içmek ve evlenmek gibi. Bunları tamamen terk etmek doğru
olmaz.
2) Terkedilmesi
istenilen bir işe yardımcı olur. Bu da, cüz' itibariyle mubah olup kül olarak
terkedilmesi matluptur; eğlence ve müzik dinleme gibi. Kişinin bütün vaktini
bunlarla boşa geçirmesi ve işini gücünü
bırakıp gezmesi caiz olmaz.
3, 4) Üçüncü
ve dördüncü kısma giren mubahlar ya bir mübah'a yardımcı olur, ya da hiç bir
şeye yardımcı olmaz.[45]
Şâtıbî, bu son iki
kısım için misal vermemiştir. Bunda nanlaşılıyor ki, mubah olan bir şey, cüz'î
bakımdan mubahtır; külli olarak mubah değildir. Bazı hal ve şartlar altında
mubah olan bir şeyi toptan terketmek veya her zaman yapmak do'ğru değildir.
Mubah konusunu bitirmeden önce şu iki hususa işaret edeceğiz:
1) Fıkıh
Usûlü ile meşgul olan Mu'teziîî bilginlerinden el-Ka'bî, şer'î hükümler
arasında mübah'in bulunmadığını söyler. O'na göre şer'î hükümler arasında
mükellefin yapıp yapmamakta muhayyer olduğu bir şey yoktur. Şeri'at'te bir iş
ya yapılacaktır veya yapılmayacaktır. Yapılması veya yapılmaması eşit olan bir
şey, Şeri'at'te mevcut değildir. Mükellefin bir işi yapması onun menfaatini,
yapmaması da zararını muciptir. Zarar ve menfaat eşit olmayacağına göre Sâri',
menfaati çok olan şeyin yapılmasını, zararı çok olan şeyin de yapılmamasını
emretmiştir. Dolayısıyla, ne övülmeyi, ne de kınanmayı gerektiren, varlığı ve
yokluğu bir olan mübah'm bulunması imkânsızdır. Sâri', bir şeyin hem
yapılmasını, hem de terkedilmesini nasıl ister? Meselâ; ihtiyaca yetecek ve
cismi telef etmiyecek kadar yiyip içmek gerekmektedir. İşte mubah denilen bir
şey böyledir. Öte yandan şer'î hükümler şahsın niyetine bağlıdır. Her iş bir
maksatla yapılır: ya sevap kazanmak veya cezadan sakınmak. Bir iş iyilikse
sevap, kötülükse ceza ile neticelenir. Mükelleflerin fiilleri üzerindeki
Şâri'in hükmü, kabul veya reddetme bakımından ahlâkî hükme benzer; daima niyet
ve kasda yönelir; maksadlara göre yapılması veya kaçınılması yönünden tecellî
eder.
el-Ka'bî'nin bu
görüşleri bir bakıma yerindedir. Bununla birlikte bir işi yapıp yapmamada
kişinin muhayyer olduğu şeyler, yani mubah vardır. Evet, yemek
mecburiyetindeyiz; fakat yiyeceğimiz şeyin çeşitlerini seçmede serbestiz. İşte
bu bir ibâhat'tır.
2) Mubah adı
verilen bir şeyin ibâhati nisbîdir. Yani, Allah onun için azap etmiyecektir,
onu affetmiştir. Nitekim câhiliye çağında yapılan bir kısım işler, İslâm-
gelince yasaklanmış; fakat daha önce bunları yapanlar affedilmiştir. Meselâ;
bir şahıs, .câhiliye çağında babasının karısıyla evlenebiliyordu veya iki kız
kardeşi bir nikâh altında birleştire-biliyordu. İslamiyet, bunları yasaklamış
ve daha önce bu fiillerde bulunanları da affetmiştir. Kur'anda da bu husus
için; "... Geçmişte olanlar müstesnadır..."[46]
buyurulmuştur.
Keza, bazı şeyler
İslâm'ın ilk günlerinde kesin olarak haram edilmemiş; fakat daha sonra bunlar
hakkında kesin emirler gelmiştir. İçkinin haram edilişi böyledir. Bu konuda
son olarak gelen âyet'te Allah Taâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler,
içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan
kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza
düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister.
Artık bunlardan vazgeçersiniz, değil mi?"[47] Bu
âyetler gelmeden önce içki haram değil, mubah idi. Dolayısıyla bundan önce içki
içenler sorguya çekilmiyeceklerdir.
Bu ve benzeri
haller'e, bazı fakihler "af (afv) mertebesi" adını vermişlerdir ki,
bu, mubah ile haram arasında bir derecedir. Onlara göre fayda ve zararı,
yapılması ve terkedümesi eşit olan veya failinin ne övüleceği, ne de kınanacağı
düşünülen bir hükmün varlığı imkânsızdır. Meselâ; Cenab-ı Allah, içkiyi keşi
nolarak haram kılmadan önce bunun fayda ve zararının eşit olduğunu
bildirmediği gibi, onu bırakan kimsenin övülmiyeceğini ve içen kimsenin
kınanmayacağını açıklamamış, sadece şöyle buyurmuştur: "sana içki ve
kumarı sorarlar; de ki: ikisinde de büyük günahlar ve insanlar için faydalar
vardır; günahları faydalarından daha büyüktür..."[48] O
halde günahı faydasından daha büyük olan bir şeyin mubah olması, failinin
kınanmaması ve onu bırakan kimsenin övülmemesi mümkün değildir. .
Bir özür sebebiyle
haram olduğunu bilmeyerek yasak olan bir şeyi işleyen kimsenin durumu da
böyledir. Sözgelimi; bir kimse, aralarında evlenmeye mâni bir mahremiyet
bulunduğunu bilmeyerek bir kadınla evlense, sonra aralarında süt kardeşliği
gibi bir mahremiyet olduğunu öğrense veya İslârniyeti yeni kabul ettiği için
bunun haramlı-ğını bilmediği anlaşılırsa, o, bâtıl oluşu sonradan ortaya çıkan
bir akid-le evlenerek kadınla zifaaf girmeden mazur sayılır; fakat nikâh
akdinin bâtıl olduğunu öğrenmeden önceki durumuna nisbetle bu fiil mubah
sayılamaz; belki günah ile mubah arasında bir mertebe teşkil eder. İşte buna
"afv mertebesi" denilir.
Bu fakihlerin mubah
anlayışı, yani fayda ve zararı eşit olan, faili ne övülen ve ne de kınanan şeye
mubah deyişleri gözönüne alınırsa, böyle bir mertebeyi kabul etmek gerekir;
çünkü fayda ve zararı eşit olan, faili ne övülen ve ne de kınanan, hakkında
nass vârid olmadığı için veya cehalet (bilmeme) gibi bir özür sebebiyle cezayı
gerektirmeyen bir kısım fiilleri bu kategoride toplamak fena olmaz.
Ruhsat ve âzîmet'in,
teklîfî hükümlerle sıkı bir alâkası vardır; çünkü, bunlara göre haram bir
şey.mubah olmakta veya kesin olarak yapılması istenilen bir şey (vâcib), belli
bir zamana kadar caiz sayılmakta ve böylece teklifi bir hükümden başka bir
hükme geçilmektedir. Esasen şer'î teklifler, bir kısım fiillerin mükellefler
tarafından yapılmasını, bir kisım fiillerin de terkedilmesini istemektedir. Bazan
her hangi bir arızî sebepten ötürü mükellef için yapılması gereken bir kısım
teklifi yerine getirmek güç ve hattâ imkânsız olabilir; fakat bunlar,
umumiyetle- yerine getirilebilir. Bu itibarla Allah Taâlâ, yapılmasını istediği
şeyde kuluna kolaylık göstermektedir. Hasta bir insan, iyileşince kaza etmek
üzere Ramazan orucunu tutmayabilir. Böyle yapan bir insan, Allah'ın vermiş
olduğu "rühsaf'a uymuş olur. İlk olarak emredilen şey de
"â2îmet"tir.
Fıkıh Usûlcüleri;
azimeti, ilk olarak meşru' kılman ve yapılmasının sebebi arızî olmayan bir
tekliftir, şeklinde; ruhsatı da, asıl hükmü yerine getirmemeyi caiz kılan bir
sebeb dolayısıyla meşru' olan ikinci bir tekliftir, diye tarif ederler.
Buna göre azimet asıl
ve genel olan hükümdür; herkesi ilgilendirirce her mükellef buna uymak zorunda
kalır. Ruhsat ise, asıl hüküm değildir; bu, asıl hükmü yerine getirmek imkânsız
olduğu için ikinci, derecede gelen bir hükümdür. Ekseriya asıl hüküm vücûb'dan
ibahata, ibahat'tan vücûb'a intikal etmektedir.
jRuhsat'in sebebleri
çoktur; zaruret, meşakkat, güçlük vs. İnsan, zaruret içinde kalır ve meselâ
ölmek tehlikesinden korkarsa, murdar eti yemesi gerekir. Meşakkat ve güçlükle
karşılaşırsa orucu bozabilir. Tedavi maksadıyla hekim, bir kadının mahrem
sterine bakabilir.
Ruhsat iki kısma
ayrılır: 1)Yapma ruhsatı, 2)Terketme ruhsatı. Bu taksim, azimetin
muhtevasından ileri gelmektedir. Azimet, bir şeyin terkedilmesini ihtâva
ediyorsa ruhsat'a, "yapma ruhsatı" denir; azimetin hükmü, bir işin
yapılmasını gerektiriyorsa ruhsat'a, "terketme ruhsatı" denir.
Yapma ruhsatı, asıl
hükmün bir şeyi haram kıldığı yerlerde olur. Zaruret, ihtiyaç, meşakkat ve
güçlük karşısında haram olan şeyleri yapmak caiz olur. Zaruret için iki örnek
vereceğiz;
a) Azimetle
hareket etmek, canın telefine sebeb olabilir; fakat azimete uymak da caiz
görülebilir. Meselâ; silahla birisi küfre zorlansa, ölmemek için o, dıştan
bunu kabul edebilir. Bu hususu, Kur'an; "GÖnlü imanla dolu olduğu halde,
zor altında kalan hariç, inandıktan sonra gönlünü küfre açarak Allah'ı inkâr
edenlere, Allah katından bir gazap vardır; büyük azap da onlar içindir."[49]
âyetiyle beyan buyurur. Meselâ; Amnıar b.Yâsir (R. A.), müşriklerin ağır
işkenceleri al-tınd aküfrü mucip sözler söylemiştir. Gelip durumu arz edince
Peygamber (S. A.), kendisine; "Arkanda ne vardı, ey Ammar?" diye sormuş,
o da; "Kötülük vardı; seni kötülükle, onların tanrılarını da iyilikle
anmadıkça beni bırakmadılar." diye cevaplandırmıştır; Peygamber (S. A.)
de, "Kalbini nasıl buldun?" demiş; Ammar ise, "İmanla dolu
buldum," cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Onlar sana
aynı şeyi yaparlarsa, sen de aym şeyi tekrar edebilirsin." buyurmuştur[50].
Başka bir hadise de şudur: iki müslümanı müşrikler ölümle tehdid etmişler,
birisini dininden dönmediği için öldürmüşler, ötekisi de dıştan küfrü kabul
ederek kurtulmuştur. Durumu Hz. Peygamber'e ar-zettiklerinde, öldürülen şahıs
'hakkında; "O, şehidlerin en üstünü ve cennette benim arkadaşımdır."
buyurmuştur.[51]
Bunlar gösteriyor ki
azimetin hükmü bakî olmakla beraber, ruhsat da vardır ve bu, Allah'ın darda
kalan kullarına bir ihsanıdır.
Emr-i bi'1-ma'ruf,
nehy-i ani'îmünker de bazan yerine getirilemez. İyiliği hatırlatan ve
kötülükten sakındıran kimselerin zalim hükümdarlar Öldürürlerse, hakikati
söylememek, susmak ruhsatı vardır. Burada azimet ise gerçeği söylemektir.
Cenab-ı Hak, Kur'an'da; "Mü'minler, müminleri bırakıp kâfirleri dost
edinmesinler; kim böyle yaparsa, Allah katında iyi bir şey yapmış olmaz; ancak
onlardan korkmanız hali müstesnadır. Allah, sizin kendisinden korkmanızı
ister."[52] buyurmuştur. Demek ki,
böyle bir halde korkup susmak caizdir;[53]
fakat azimet, susmamak ve doğru yolu göstermektir; isterse sonu ölüm olsun.
Nitekim Hz. peygamber (S. A.); "Şehîdlerin başı, Abdulmuttalibin oğlu
Hamza ile hakikati söylediği için zâlim sultan tarafından öldürülen kimsedir."
buyurmuştur.
b)
Zarûraetten dolayı şahıs, asıl hüküm (azimet) ile ikinci hüküm (ruhsat)
arasında muhayyer olmaz. Açlık veya susuzluktan ötürü ölüm tehlikesine uğrayan
kimsenin domuz eti yemesi veya şarap içmesi vâ-cib olur. Bu gibi haram şeyler
akıl ve ruhu ifsad edecekse de, bunları yiyip içmek Ölmekten daha iyidir.
Dolayısıyla bu durumda kişi, sabrederek ölürse sevap kazanmış olmaz. Böyle bir
vücub karşısında iş ruhsat sınırını aşmıştır; çünkü ruhsat ,iki türlü
davranmanın caiz olmasıdır. Bu sebebledir ki F a h r u'l-İ s 1 â m el-Pezdevî,
Usûl'ünde bu gibi hallerin ruhsat ile isimlendirümesinin mecaz kabilinden olduğunu
söyler; zira bunlardan iki nesne arasında muhayyerlik kalkmakta ve tek şein
yapılması gerekmektedir.
Bazı bilginler,
ruhsat'ta iki şeyden birinin yapılmasını şart koşmazlar. Onlara göre, asıl
hükmün bir Özür veya engelden dolayı ikinci bir hükme intikaliyle de ruhsat
sabit olur. Bu itibarla, zarurette kalan kimsenin murdar eti yemesi ruhsattır.
Bu bilginler, ruhsatı: a) İskat
ruhsatı, b) Terfih ruhsatı diye
ikiye ayırırlar. Birincisinde ruhsata uymak vâcib'tir; çünkü azimet sakıt
olmuştur. İkincisinde ise hem ruhsata hem de azimete göre hareket edilebilir.
Pakihler, başkasının
malını yemekle murdar eti yemek arasındaki iztırarı (zaruret halini)
birbirinden ayırırlar. Muztar (zarurette) kalan kimse, başkasının malını yemek
ve sabrederek ölürse günah işle^ mis olmaz; eğer murdar et ve benzeri şeyleri
yemeyip sabrederek ölürse günahkâr olur; çünkü birinci halde ruhsat da azimet
de sabit, ikinci halde ise, yalnız ruhsat vardır.
Terketme ruhsatına
gelince; bunun misalleri çoktur. Ramazanda orucu yemek, emr-i bi'1-ma'rut ve
nehy-i ani'l-münker'i terketmek, Özürlü kimselerden Cum'a namazının kalkması
vb. bunlar arasındadır.
Usul bilginleri iki
çeşit ruhsat daha anlatırlar:
1) Önceki
ümmetlere vâcib olan zor teklifleri iskat ruhsatı. İmam Gazzâlî, el-Mustasfâ
adlı eserinde bu konuda şöyle der: "Bizden Önceki milletlere vâcib olan
zor tekliflerin bizim için hafifletilme sine ruhsat adı verilişi, mecaz
kabilindedir."[54]
2) Kıyas'a
muhalif olarak vârid olan istihsanî akidler. Bunlara misal olarak
"selem" akdini verebiliriz. Peygamber (S. A.); "bir kimsenin
yanında mevcud olmayan bir şeyi satmasını yasaklamış, selem akdine ise ruhsat
vermiştir.[55] Mahr u'l-İs1âm el-Pezdev
î'ye göre buradaki ruhsat tabiri de mecazîdir; hattâ ruhsat olma bakımından bu,
öncekinden de uzaktır; çünkü selem ve "benzerleri gibi istihsân kabilinden
olan akidlerde iki hüküm yoktur ki biri ibahat, Öteki de men' olsun. Bunlardan
bir tek hüküm vardır; o da ibahattır. Bunlar, insanlara kolaylık olsun diye
benzerlerinden istisna edilerek, ayrı bir hükme bağlanmıştır.
Ruhsatın hükmü genel
olarak ibahattır. Mükellef, isterse ruhsata, isterse azimete göre hareket eder.
Meselâ; yolcu bir şahıs, Ramazanda azimete uyarak orucunu tutabileceği gibi,
ruhsata uyarak tut mayabilir de. Kur'an-ı Kerim ve Hadîs-i Şerifte geçen
nass'lar ruhsatın muhayyerlik ifade ettiğine delalet etmektedir. Kolaylık
gösterme, İslâm şeratinin amaçları arasındadır. Cenab-ı Hak da; "O, dinde
sizin için bir zorluk kılmadı..."[56]
"Allah, size kolaylık murad eder, zorluk murad etmez..."[57]
buyurmaktadır.
Yukarıda teklîfî hüküm
ve kısımlarını açıkladık. Şimdi ise vaz'î hüküm ve kısımları üzerinde
duracağız. Sebeb, şart ve mâni' gibi, Allah'ın hükümlerini birbirine bağlamış
olduğu hususları ele alacağız.
Vaz'î hükümler üç
kısma ayrılır: 1) sebeb, 2) şart, 3) mâni'. Sebeb ve şart bulunur ve mâni'
bulunmazsa, fiile, şer'i hüküm ve buna bağlı olan teklif terettüb eder. Meselâ;
namazın vâcib olması için vaktin girmesi bir sebeb'tir, abdest almak da onun
sıhhati için bir sarftır; fakat mükellef, vakit çıkıncaya kadar mecnun
(delirmiş) 'bir halde ise, ona namaz vâcib olmaz. Keza, akrabalık veya
sıhriyetle birlikte ölüm, mirasçı olmak için sebeb'tir, murisin ölümünden
sonra vârisin hayatta bulunması da sarftır; lâkin murisi, vâris olacak şahsın
öldürmesi, ona mirasçı olmasına mâni'dir. Akid de bir şeyi almaya sebeb teşkil
eder; eğer şartlan mevcutsa ve bir mâni' yoksa...
Vaz'î hükümlerin mânâ
ve kısımlarını biraz daha açıklıyalım.
Fakihlerin cumhuruna
göre sebeb, hükmün varlığı için, Sâri' tarafından bir emare olarak belirtilen
mazbut ve açık bir şeydir. Bu tarif gereğince iki hakikat ortaya çıkmış
oluyor:
1) Sebeb,
ancak Sâri' tarafından belirtilmiştir; yani şer'î teklifler, Allah'ın emir ve
nehiyleridir. Tekliflerin sahibi Allah olduğuna göre, hükümleri sebeblere
bağlayan da O'dur.
2) Bu
sebebler, teklîfî hükümlerin varlığına müessir değildir; sadece onların ortaya
çıkması için birer emaredir. Şâtıbî, bu konuda şöyle der: "Sebeb, kendi
başına bir etken (fail) değildir;
müsebbeb (sebebe bağlı olan netice), ancak sebebin yanında bulunur; onun
eseri değildir."[58]
Seb'eb iki kısma
ayrılır: 1) Mükellefin fiili olmayan
sebeb, 2) mükellefin fiili olan
sebeb. Mükellefin fiilerinden olmayan sebeb-leri Sâri', hükümlerin varlığı için
birer emare kılmıştır, Meselâ; vaktin girmesi namaz için zaruret; kudreti olan
kimsenin günaha girme korkusunun mevcudiyeti evlenmesinin vücûbu için birer
sebeb'tir. Bu sebeb'lerin hiç birisi kulun kendisine ait değildir. Mirasçı
olmanın sebebini teşkil eden akrabalıkla ölüm de böyledir.
Kulların kudretleri
dahilinde olan sebebler de, mükelleflerin bir kısım fiilleridir ki Sâri,
hükümlerini bunlara istinad ettirmiştir. Meselâ; yolculuk orucu bozmanın,
evlenme akdi cinsî mübaşeretin helal olmasının, alim-satım akdi bir malı elde
etmenin sebebleridir.
Mükellefin kudreti
dahilinde olan sebebler de bir kaç kısma ayrılır: a) icabı yerine getirilmesi istenilen sebebîer, b) kaçınılması istenilen sebebler, c) icabını yapıp yapmamakta kulun
serbest olduğu sebebler. Bu sebebler, iki nokta-i nazardan böyle bir taksime
tabi tutulmuştur: Birincisine göre, bunlar teklif hitabı'na dâhildir.
İkincisine göre ise, vaz' hitabı'na dâhildir. Dolayısıyla bunlar, gücün
yetmesi, menfaatleri celb ve : mazarratları defetme bakımından teklîfî hükme
girer; Şâri'in başka hükümleri bunlara dayandırması bakımından da vaz'î hükme
dâhil olur. Meselâ; nikâh, karı-koca arasında mirasçı olmaya, cinsî münasebetin
helal oluşuna ve sıhriyet münasebetlerine sebeb teşkil etmektedir. Keza,
hayvanı dinî usûle göre kesmek, onun etinden istifadenin helal olmasına,
birini öldürme kisas'a, zina had cezasına sebeb olmaktadır.
Görülüyor ki sebebin
icabını yerine getirmek ınatlub veya serbest ise, müsebbeb (netice) bir hak
teşkil eder; yasaksa veya genel olarak yapılmaması istenmişse, ekseriya cezayı
mûcib olur. Hırsızlık ve zinaya tevessül etmek had cezasını, aldatmak ve
rüşvet vermek ta'zir cezasını, başkasının malını telef etmek ödemeyi
gerektirir.
Sebeblerin neticeleri
(müsebbebler), zorunluluk ifade eder; isterse faili bunları kasdetmiş olmasın.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sebepler bizzat müessir değildir; bunlara
terettüb eden hükümler Sâri' tarafından konulmuştur. Evlenme akdini yapan
kimse, ister istemez bu akdin icabı olan hükümlere uyacaktır. Akrabalık veya
karı-kocahk mevcut iken ölüm vuku bulursa miras tahakkuk eder; isterse ölen
kimse buna razı olmasın veya vâris, mirası reddetsin.' Bu sebebledir ki
fakihler, insanın mülkiyetine mirastan başkası zorla girmez derler. Ric'î
talâk, ric'at'in cevazına sebeb teşkil eder; isterse talâk'ta bulunan bunu
istemesin. Nikâh da mehr'i gerektirir; isterse nikâh akdini yapan mehrin
verilmemesini şart koşsun. İşte bütün şer'î hükümler böyledir.
Burada şöyle bir sual
sorulabilir: Bazan sebeb ihtiyarî olduğu halde hüküm niçin ihtiyarî olmuyor?
Buna şu şekilde bir cevap verebiliriz: Sebebin gerektirdiği hüküm ceza ise,
mesele açıktır ve bunda bir tuhaflık da yoktur; çünkü hiç kimse cezalanmak
istemez; yaptığı şeyi, cezadan kurtulma ümidiyle yapar. Ancak alım-satım, icar,
nikâh ve talâk gibi ihtiyarî olan şeylerde neticelerin zorunluluğu tuhaf gözükebilir;
fakat meseleye dikkatle bakılırsa tuhaflığı mucip bir şey olmadığı anlaşılır.
Hayatta bu türlü olaylar çoktur. Meselâ; insan, karısıyla isteyerek meşru'
münasebette bulunur; fakat bir çocuk olmasını iste-miyebilir; çocuk olursa
kabul etmeme hakkı var mıdır? Toprağa tohumu eken kimse istese de istemese de,
Allah onu bitirecektir. Tohumu kendi isteğiyle ektiğine göre, elbette
neticesini kabul edecektir.[59]
Usul ilminde ittifakla
kabul edilmiş bulunan bir esas vardır; o da şudur: Müsebbebler Şâri'nin
fiilidir.[60] Bu bakımdan fakihlere
göre akid-lerin muktezâları (gerektirdiği neticeler), aslında Şâri'nin
fiilinden doğmaktadır; zira akidler, neticelerine nisbetle ca'lî (sun'î)
sebeblerdir. Buna göre âkidlerden (akdi yapanlardan) birisi,-Şâri'in akit için
tayin ettiği muktezâlara aykırı şartlar ileri süremez. Burada fakihler ittifak
halindedir. Ancak Hanbelîlerin ekserisi ile Mâlikîlerin bir kısmı, şer'an akdin
muktezâsma aykırı sayılmayan şartların sınırını genişletmiş ve Sâri' tarafından
tayin edilen muktezâyı daraltmışlardır. Onlara göre, akdin aykırı davranılması
caiz olmayan muktezâsı nass'la tesbit edilmelidir; nass'larda belirtilen
muktezâya aykırı düşen şartlar bâtıldır ve hu muktezâya aykırı olmayan her şart
yerine getirilmelidir. Hakkında nass bulunmayan şartları yerine getirmek,
Şâri'nin hükümlerinden-dir; çünkü bu, takdir edilmesi mükellefe bırakılan
maslahat nevine girer. Akid yapan (âkid) bir taraf, nassa aykırı düşmeyen bir
şart ileri sürerse buna uymak gerekir; zira müsebbebler Şâri'in izniyle
olmaktadır.
Öteki fakihler
muktezâmn anlamını genişletmişler ve şart koşma sınırlarını daraltmışlardır.
Böylece her iki tarafın görüşü de tamamen "müsebbebler Şâri'in izniyle
olmaktadır" prensibine uygun düşmektedir.
Bu konuyu bitirmeden
önce sebeb ile illet arasındaki farkı belirtmek isteriz. İttifakla benimsenen
husus şudur: sebeb de illet de hükmün varlığını gösteren birer emaredir.
Sarhoş etme (iskâr), içkinin haram kılınışını gösterir; yolculuk (sefer), orucu
yemenin caiz olduğuna bir emaredir; Ramazan hilâlinin görünüşü, orucun
vücûbuna işarettir; zeval vaktinin geçişi, öğle namazının kılınması
gerektiğini anlatır. O halde sebeb ve illet aynı anlama mı gelir? Bir kısım
usulcülere göre, evet, ikisi de aynı mânaya gelir.
Diğer bir kısım
usûlcüler ise, gerçekte bu iki kelime ayrı -ayrı şeyler ifade eder, derler.
Onlara göre sebeb diye hüküm ile arasında bir münasebet olmayan şeye denir.
Dolayısıyla vakit, namazın vücûbu için bir sebeb'tir. İçkinin haram kılmışının
illeti olan iskâr, sebeb değildir; çünkü iskâr ile tanrım arasında bir
münasebet vardır. Sefer de, orucu bozmanın cevazına bir illettir; sebeb
değildir; çünkü burada da hüküm ile yolculuk arasında bir münasebet vardır.
Dolayısıyla bu usulcülere göre illet, münasip ve müessir bir vasıf olup hükümde
tesiri vardır. Sebeb ise böyle değildir. Gerçi her ikisi de netice itibariyle
Şâri'in hükmü için birer emaredir. Bizce bu ihtilaf, terim ve kelime
üzerindedir; gerçekte ise bir ayrılık yoktur; çünkü illeti sebeble aynı
anlamda görenler, sebebi ikiye ayırırlar: a) Hükümle arasında bir münasebet
bulunan sebeb, b) Hükümle arasında bir münasebet bulunmayan sebeb. İşte burada
illet ile sebeb birleşmektedir.
Hulâsa, şart bulunur
ve mâni' bulunmazsa, sebeb, teklifi hükmü doğurur. Şart gerçekleşmez ve mâni'
bulunursa sebeb bir netice vermez. Meselâ: muris ölse, vârisin sağ olup
olmadığı bilinmese mirasçı olamaz; murisi, onun öldürdüğü ortaya çıkarsa yine
mirasçı olamaz.
- Şart, öyle bir
şeydir ki, hükmün varlığı ona dayanır; onun bulunmaması hükmün de
bulunmamasını gerektirir; fakat şartın bulunması hükmün bulunmasını
gerektirmez. Şart ile sebeb arasındaki fark da işte budur. Meselâ; abdestin
bulunması namazın vücûbunu gerektir-• mez; iki şahidin bulunması nikâh akdinin
yapılmasını icab etmez; fakat abdestsiz namaz sahih olmayacağı gibi, iki şâhid
bulunmazsa nikâh akdi de muteber olmaz. Halbuki sebeb bulunur ve ortada bir
mâni' olmazsa hükmün bulunması gerekir. Meselâ; vakit girince namaz vâcib
olur. Ramazan hilali görülünce oruç tutmak gerekir; bir şey sarhoşluk
veriyorsa, haramdır; hırsızlık yapan kimse cezayı hak eder...
Genel olarak şart,
sebeb veya müsebbebi tamamlar. Bu itibarla şart ikiye ayrılır: 1) sebebi
tamamlayan şart, 2) müsebbebi tamamlayan şart. Birincisi, sebebiyet mânâsını
kuvvetlendiren şarttır. Nisab tamam olduktan sonra zekât'm vâcib olması için
bir yılın geçmesi buna misal olabilir. Aslında zekât'm vücûbunun sebebi
nisab'tir; çünkü ni-sab, zenginliğin alâmetidir. Ancak nisab'la zenginlik,
nisab üzerinden bir yılın geçmesiyle tamamlanmış olur. Keza, hırsızlık suçunun
cezayı mûcib olması için malın münâsip şekilde muhafaza (hıfz) altına alınmış
bulunması şarttır; zira hırsızlık suçunun tam olması, malın lâyıkıyla korunacak
bir yerde bulunmasını gerektirir.
İkincisine gelince;
bu, müsebbebin rükün ve mahiyetini kuvvetlendiren sarftır. Meselâ; kısas'ta
cani ile cinayete konu olan şahıs arasında eşitlik bulunması böyle bir
şarttır. Kısas'm esası, ceza ile suç arasındaki eşitliğe dayanır. Bu da,
hürriyet ve organların salim olması gibi cânî ile cinayete uğrayan kimse
arasındaki eşitlikle gerçekleşmiş olur. Namazda avret yerlerini örtme de
böyledir. Mü'min, Allah'ın heybetini gönlünde hakkıyla duyduğu için örtünür.
Abdest alma ve kıbleye dönme gibi diğer şartlar da hep.namazın mahiyetini tamamlamaktadır.
Müsebbebi tamamlayan
bu türlü şartlarla müsebbebin rüknü arasında bir fark vardır. Rükün,
müsebbebin dışında olmayan ve onun mahiyetini meydana getiren şeydir. Meselâ;
namazın rüknü; kıyam, kıraat, rüku' ve secde'dir. Şartı ise, abdest alma ve
benzerleri gibi dışında olan şeylerdir. Bu şartlar bulunmadan da namaz
kıiınabilir; fakat muteber olmaz. Rüknü bulunmazsa mahiyetinin varlığı
gerçekleşmez. Nikâh için şâhidler de böyledir; şahitsiz evlenme akdi yapılırsa
mahiyeti tahakkuk eder; fakat şâhidleri bulunmadığı için şer'an bir değer
taşımaz.
Şartlar konusu
bakımından da iki kısma ayrılır: 1)
konusu teklîfî hüküm olan şartlar, 2)
vaz'î hükümlerden ibaret olan şartlar. Birincisi için şu misalleri verebiliriz:
Namaza nistaetle temizlik, Sâri' tarafından emredilen bir teklifin tahakkuku
için şart kılınmıştır. Zina suçunda had cezasının vücûbu için şart kılman
"ihsan"[61],
yani "muhsan olma" da böyledir. Bu hâkimin yerine getirmesini
istediği teklifin tahakkuku için sarftır. Zekâtın edası için nisab miktarına
ulaşan mal üzerinden bir yıl geçmesi şartı da bu kabildendir.
İkinci kısım şartlar
da, vaz'î hükmü gerçekleştirmek içindir. Alım-satımda malı teslim etme kudreti
böyledir. Akdin mülkiyete sebep olması için bu şarttır. Muris Öldükten sonra
varisin sağlığı da mirasçı olabilmek için şarttır. Satışın kesinleşmesi için
ileri sürülen muhayyerlik şartı (hıyar-ı şart) nın müddeti gibi vaz'î
hükümlere yardımcı olan diğer şartlar da aynı cinstendir.
Vaz'î hükümlerle
ilgili şartlar da ikiye ayrılır; a)
Şer'î şartlar. Bunlar, sebeb veya müsebbebin gerçekleşmesi için Sâri'
tarafından belirtilmiştir, b) Ca'lî
şartlar. Bunlar, akid yapanlar için mubah kılınmış olup akidlerdeki hükümlerin
gerçekleşmesini sağlar. Evlenme akdi yapılırken mehrin önce verilmesini şart
koşmak böyledir.
Âkid taraflar için
mubah olan ve onların ileri sürebileceği bu ca'lî şartlar da iki kısımdır:
I) Akdin
vücûdu ile ilgili olup sebebi tamamlayan şartlardır. Meselâ; bir şahıs taahhüd
ettiği şeyi ödemekten âciz kaldığı zaman, aynı şeyi ödemeyi başka bir şahsın
üzerine alması şart koşulabilir. Bu, akdi bir şarta bağlamaktır ki, ona biz
"kefalet akdi" diyoruz.
II) Müsebbebi
tamamlayan şartlar olup bunlar, akdin
sağladığı imkânları arttırır. Meselâ; müşteri aldığı malın parasını ödeme konusunda
ayrıca bir de kefil gösterebilir veya satıcı, sattığı mal başkasına ait
çıkarsa, parasını geri vermek için bir kefil verebilir. Bu iki şart, akdin
neticesi, yani müsebbeble lgilidir.
Sâri' tarafından mubah
kılman bu türlü ca'lî şartların ıbâhat derecesi ve sınırları üzerinde fakihler
ihtilaf etmiştir. Kimisi bu ibâhatin sınırını genişletmiş, kimisi de
daraltmıştır. Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenler, "el-Mülkiyyelü ve
Nazariyyetü'1-Akd" adlı eserimizin "akidlerin ta'lîki" ve
"akdin şarta iktiranı" bölümlerine bakabilirler.
Mâni', hüküm veya
sebeb'le kasdedilen şeyin vücûduna engel ve aykırı olan şer'î bir iştir. Bu
bakımdan Şatıbî, onu, hükmün ortaya çıkmasına emare teşkil eden sebebe veya
bizzat hükme aykırı düşen başka bir sebeb olarak kabul eder ve şöyle tanımlar:
"Mâni', hükmün hikmetine aykırı bir illeti taşıyan başka bir
sebeb'tir." Buna şöyle bir misal verebiliriz. Malumdur ki zekâtın sebebi
nisab'tır;- fakat nisab'a mâlik olan bir kimsenin, nisab miktarı veya bunun bir
kısmı kadar borcu varsa, zengin sayılmaz. Aslında nisaba taalluk eden hükmün
hikmeti (sebebi) zenginliktir, borç da bu hikmeti ortadan kaldıran başka bir
sebeb'tir.
Mâni' iki kısma
ayrılır: 1) sebeb'e tesir eden
mâni', 2) doğrudan doğruya hükme
tesir eden ve onu ortadan kaldıran mani'. Birincisi için zekâtın vâcib olmasını
gerektiren nisabı etkileyen borcu ve mirasa mâni olan yurt ayrılığı (ihtilaf-ı
dâr) ile katli misal olarak zikredebiliriz. Çünkü mirasın sebebi, ölüm
zamanında mevcud olan akrabalık veya karı-kocalık bağıdır. Vârisin hayatı, bir
bakıma murisin hayatının uzantısıdır ki bu da, her ikisi arasında sürekli
olarak yardımlaşmayı gerektirir. Yurt ayrılığı ise buna engel teşkil eder. Bir
an önce mirasa konmak için murisi öldürme (kati) de, bu bağı ortadan kaldırır.
İkincisi, yani hükme
aykırı düşen mâni' için de şu misali verebiliriz: Baba olma (übüvvet), kısas'a
mâni'dir. Şüphenin bulunması da had cezasını infaza mâni'dir. Hükmün, yani
kısasın sebebi ortadadır;
o da, bu cezayı
gerektiren şartlara uygun olarak adam öldürme suçudur; fakat öldüren,
öldürülenin babası ise bu hal kısasa engel olur; zira hükmü infazdan maksat,
suçluyu korkutmak ve bir daha suç işlemekten menetmektir. Zaten baba olma,
kişiyi çocuğunu öldürme fikrinden alıkoyacak sevgi ve şefkati gerektirir. Ancak
bazı anormal hallerde bunun aksi görülebilir; bunun ekseriya vuku bulması
imkânsızdır. O halde buradaki cezanın önleyici olma anlamı, kendiliğinden
mevcut değildir.
Hükme aykırı düşen bu
mâni'ler üç kısma ayrılır:
a) Teklîfî
hükümle birleşmesi imkânsız olan mâni'ler. Bunlar uyku, cinnet (delirme) ve baygınlık gibi sebeblerle aklın
gitmesinde rolü olan mânilerdir. Bu mâniler, teklîfî hitab karşısındaki
ehliyeti ortadan kaldırır; çünkü aklı başında olmayan kimse, herhangi bir
vazife ile mükellef tutulmaz.
b) Teklifin
aslı ile birleşmesi düşünülebilen mâni'ler. Bunlar, teklifin aslını ortadan
kaldırır. Bir kadın için namaz kılmaya, mescide girmeye ve Kur'anı (Mushafı)
tutmaya mâni' teşkil eden ay hâli ve îo-husalık bunlara misal olabilir. Murdar
et ve domuz eti yemeyi veya içki içmeyi mubah kılan zarurete düşme halleri de
burada zikredilebilir. Bu hallerde teklifin aslı, yani tahrim ortadan
kalkmakta; hattâ vâcib'e inkılab etmektedir. Hanefîler buna, "iskat
ruhsatı" derler.
c) Teklifin
aslını ortadan kaldırmayan, sadece lüzumunu (kesinlik cihetini) kaldıran mâniler. Bunlar, emir veya nehyin
kesinlik yönünü, muhayyerliğe çevirir. Meselâ; hastalık, Cum'a namazının
farziye-tine mânidir; şu var ki hasta bir insan Cura'a namazını kılarsa, namazı
sahih olur. Kadınlık da Cum'a namazının farziyetine engeldir; ancak bir kadın
Cum'a namazı kılarsa, bu da muteberdir. Tehdit karşısında küfür kelimesi (Allahı inkâr etme) de böyledir.
Kalbi imanla dolu olan bir kimse, zor karşısında yapmış
olduğu bu hareketten ötürü kınanamaz; ancak onun sonuna kadar sabretmesi daha
iyi olur.
Ş â 11 b i, ruhsatları
başlıbaşma mânilerden bir kısım olarak ele alır ve bunlara, "günahı
kaldıran mâni'ler" adını verir; fakat dikkat edilirse bunların, anlatmış
olduğumuz ikinci ve üçüncü kısma girdiği görülür.
Sıhhat (sahih olma),
fesad (fâsid olma) ve butlan (bâtıl olma), Şer'î hükümler için kullanılan birer
vasıftır. Şer'î hükümler, ister teklîfî olsun isterse vaz'î olsun, bu
vasıfları alır. Meselâ; namaz sebeb, şart ve rükünleri tam olarak edâ edilirse
sahih, bu şekilde edâ edilmezse bâtıl olur veya sahih olmaz; böylece vâcib
yerine getirilmemiş sayılır ve vaktinde iade edilmezse günah olur. Durum,
vaz'î hükümler için de aynıdır. Sebebler sahili olursa, müsebbeblerini kabul
etmek gerekir; şartlar sahih olursa gereğine uymak icabeder. Meselâ; namazın
kılınması için vaktin girmesi ve abdestin sahih olarak alınmış olması gerekir.
Akidlerdeki ca'Ii şartlar da böyledir. Şart sahih olursa, ona uymak lazımdır;
şart fasid olursa,, bazı hallerde malî akidler fâsid olur. Mübadelelerdeki
fâsid şartlar, akidlerin de fesadına sebeb olur; fakat fâsid şartlar, diğer
bazı akidlerin fesadına sebeb olmas.
Akidlerde makbul olan
şartlarla, makbul olmayan şartlara yukarıda işaret ettik. Esasen bunların
teferruatı Fıkh'm konusudur; Usûl'ün konusu değildir.
İbadetler sahih ve
gayr-i sahih olmak üzere ikiye ayrılır. Sahih olmayan (gayr-i sahih) ibadetler
konusunda, bâtıl ve fâsid diye bir ayırım yapılmamaktadır. Fakihler, bu
hususta ittifak halindedirler; çünkü ibadetler, şartlar ve rükünleri tam
olarak yerine getirilirse sahih olur; şart veya rükünlerinden birisi eksik
olursa sahih olmaz. Sahih olmayan ibadetler için "fâsid" veya
"bâtıl" sözü aynı anlama gelir.
Akidlere gelince;
Şâri'in bildirdiği esaslara uygun olan akidlerin sıhhati üzerinde fakihler
ittifak etmişlerdir. Buna göre bir sebeb teşkil eden ve onun sebebiyyetini
tamamlayan şartları ihtiva eden ve bu se-bebiyyetin sıhhati için herhangi bir
mân' bulunmayan akidler sahih'tir.
Gayr-i sahih akid de,
kendisinde şart ve rükünlerini tam olarak bulundurmayan akid'dir. Fakihler,
sahih olmayan akdin mahiyetinde birleştikleri halde, kısımlarında ihtilaf
etmişlerdir. Çoğunluğa göre, bu akit bir tek kısımdan ibarettir. Bâtıl ile
fâsid arasında bir fark yoktur; eksiklik ister sebebin rüknünde, isterse şart
ve vasıflarında olsun, netice aynıdır. Hanefîlere göre ise, eksiklik akdin
rüknünde olursa bu akit bâtıldır ve sebeb bulunmadığı için ondan hiçbir şey
hasıl olmaz. Eğer eksiklik akdin şartında, yani vasıflarından birinde ise,
sebeb teşekkül etmiş olur ve buna bazı şeyler terettüb eder; çünkü esas olan sebeb'dir;
şart ise, bunu tamamlayıcı mahiyettedir. Meselâ; alım-satım (bey') akdinin
rüknü, kabul ve icâb ile mebi' (satış konusu olan şey) dir. Bunlar bulununca
sebeb teşekkül eder. Akdin hükmünü tamamlayan şartlardan birisi de verilecek
paranın, satış veresiye ise vadesinin belli olmasıdır. Sözgelimi, bunlardan
birisi belli olmazsa, akit fâsid olur; bâtıl olmaz.
Buradaki ihtilaf iki
esasa dayanmaktadır:
1) Cumhur'a
göre nehiy, akdin her türlü eserinin terettüb etmesine engel olur.
2) Sâri'
tarafından emredilen şartların
bulunmayışı hükümlerin terettüb etmesine mâni' teşkil eder.
Cumhur'un delilleri
şunlardır: Nehiy bulunduğu halde akit yapmak Allah'a isyandır; dolayısıyla
böyle bir akdin hiç bir neticesi olmaz; çünkü nehyin bulunuşu, bu akdin meşruluk
smırı dışına çıkmış olduğunu gösterir. Eğer böyle bir akit, herhangi bir zarara
sebeb olmuşsa cezayı mûcib olur. Nitekim Hz. Peygamber, "kim bizim emrimize
uymayan (bir iş yaparsa merdud'dur; kim, dînîmize, onda olmayan bir şey sokarsa
merdud'dur."[62]
buyurmuştur. Şarî' tarafından nehyedil-miş olan bir sebebe göre hüküm vermek,
Peygamber (S. A.) ve Allah'ın emretmediği, hattâ yasakladığı bir şeyle amel
etmektir. Ümmetin se-lef-i sâlihi, hakkında nehiy bulunan akidlerin bâtıl
olduğunda birleşmiştir. Dolayısıyla onlar, hakkmda nehiy bulunduğu için faiz
ve müşriklerle yapılan evlenme akdinin butlanına hükmetmişlerdir; çünkü
Kur'anda; "Allah, almı-satımı helal, faizi de haram kıldı..."[63];
"İman etmedikçe müşrik (Allah'a eş koşan) kadınlarla evlenmeyin, mü'mîn
bir câriye, hoşunuza giden imüşrik bir kadından daha iyidir. İman etmedikçe
müşriklerle nıü'min kadınları evlendirmeyin. Mü'min bir köle, hoşunuza giden
müşrik bîr erkekten daha üstündür..."[64]
buyurulmuştur.
Fakihlerin cumhuru
işte bu görüştedir; yani onlar, sahih olmayan akidler arasında bâtıl ve fâsid
diye bir ayırım yapmazlar. Hanefîlere göre ise icab, kabul ve üzerinde akid
yapılan şey (akdin mahalli), akdin rükünleri, olup akdi inşâ eden sebepler
bunlardır. Bunlardan biri eksik olursa veya bunları tamamlayan şartlarda bir
kusur bulunursa akit bâtıl olur; çünkü bu takdirde sebebiyet teşekkül etmemiş
demektir. Esasen akdin rüknü, hükmün meydana gelmesine emare olarak Sâri'
tarafından tayin edilen sebeb'tir. Sebeb teşekkül etmezse akid de vücut bulmaz,
bâtıl olur. Kusur, hükmü tamamlayan şartlarda olursa akid vücut bulur; fakat
fâsid olur, bâtıl olmaz.
Buna göre, bâtıl olan
bir akit, rükünleri veya bunları tamamlayan şartları eksik olan akid'dir.
Meselâ; akdin konusu mubah veya mevcut değilse, ya da teslimi imkansızsa akit
bâtıl olur; zira rüknünde veya aslında eksiklik var demektir. Eğer hükmü
tamamlayan veya hükümle ilgili olan bir şart eksikse, akit fâsid olur; bâtıl
olmaz. Meselâ; bir alım-satım akdinde ödenecek olan para miktarının veya ödeme
vadesinin bilinmemesi gibi hükmün tatbiki sırasında münazaaya sebebiyet veren
şeylerle akit fâsid olur.
Dolayısıyla Hanefîler;
bâtıl akdi, aslında, yani sebebiyetin esasında eksiklik olan akit; fâsid akdi
de, vasfında, yani hüküm ve neticesini tamamlayan şartlarında eksiklik bulunan
akit diye tarif ederler.[65]
Böylece Hanefîler
akidleri üçe ayırırlar: 1) sahih
akit, 2) bâtıl akit, 3) fâsid akit. Bâtıl akdin hiç bir hükmü
ve geçerliliği yoktur; çünkü bunda sebebiyet mevcut değildir. Fâsid akde
gelince; şart ve rüknü bulunduğu için, akit eksik de olsa, mevcuttur; fakat iki
taraf için bunu feshetmek vâcib olur. Böyle bir akidle bir kimse satın aldığı
şeyi kabz etse (teslim alsa) buna mâlik olur ve konuşulan parayı değil,
kıymetini vermekle mükellef tutulur. Buradaki mülkiyet kesin olmadığı için feshi
icab eder. Feshedilirse bir şey gerekmez. Böyle bir mülkiyetle müşteri malda
tasarruf ederse, buna başkasının hakkı taalluk etmiş olur.
Bunlardan anlaşılıyor
ki Hanefîlere göre, eksik de olsa, fâsid akid vücut bulmakta ve böyle bir
akidle kabzedildiği takdirde veya ilk tatbikte bazı hüküm doğmaktadır; fakat
bu hükümlerin şartlan eksik olduğu için başkasının hakkı taalluk etmektedir. O
halde, fâsid olsun bâtıl olsun, sahih olmayan akidlerde günah ve masiyet
mevcuttur.
Bu hususta daha fazla
bilgi edinmek isteyenler, "el-Mülkiyyettü ve Nazariyetü'l-Akd*' adlı
eserimizin 355-369 uncu sayfalarına bakabilirler.[66]
[1] İsrâ. 34.
[2] Nisa, 6.
[3] Bakara, 188.
[4] Müslim, Cenaiz: 106; Tinmizî Cenaiz: 60; İmam 'Mâlik,
Muvatta, Dâhâyâ: 8.
[5] Buharî, Savm:
11; Müslim: Siyam: 4, 18.
[6] Bakara,. 185.
[7] îbni Mace, Biyât:
14.
[8] Buharî, Feraiz: 26; Müslim, Feraiz: 1.
[9] Tirmtzî, Feraiz: 16; İbni Haribel Müsned, c. II, s.
187. 190.
[10] Bunlar, masdarları itibariyle şöyle ifade edilir: 1)
vücûb, 2) nedb, 3) hürmet, 4)
kerahet, 5) ibahat. Çeviren
[11] Müzzemmil, 20.
[12] Buharı, Ezan: 18; Edeb: 27, Âhâd: 1.
[13] el-İhkâm, c. I. s. 140.
[14] Müslim, Eymân: 15, 16; Buharı, Eymân: 1.
[15] Bakara, 185.
[16] Cemalüddin el-Hıllî, Tehzîbu'I-Usûl, s. 3.
[17] Bakara, 185.
[18] Muhammed Sûresi, 4.
[19] Maide, 89.
[20] Bakara, 177.
[21] Bak. Tehzibu'I-Usûl. Cemalüddin el-Hıllî, Hasan b. Yusuf b. Ali el-Mutah-har (öl.
726 H.)olup Şiî usul
bilginlerindendir."Tenzibu'I-Usûl" Sünnî ve Şiî usûlünü 'birleştirmiş
bir eserdir.
[22] Tevbe, 120.
[23] Kehf, 77. Şafiî, bu âyetin bütün Kasabalılara delâlet
edebileceği gibi bazı kasabalılara da delalet edeceğini söyler. (Baik. Risale,
s. 54, 55). Çeviren
[24] Tevbe, 39.
[25] Risale, s. 363, 366.
[26] Usulcüler ekseriya.
Farz ve Vâcib
terimlerini aynı anlamda
kullanırlar. Çeviren
[27] el-Muvâfakât, c. I. s. 178, 179.
[28] Aynı eser, c. I, s. 181.
[29] Öğle namazının sünnet-i müekkede olan ön sünnetini
müellif, nedense sünnet-i gayr-ı müekkede olarak görmektedir. Çeviren 40
[30] Bunlar, Malikîlere göre mendub'tur. öteki mezheblerde
ise, namazın şartlarındandır.
[31] el-Muvâfakât, c. I. s. 151
[32] İbn-i Mace, Sünen, Mısır, 1313, c. I. s. 137 (Mesâcid:
17).
[33] Mâlikîlerce mendub sayılan Vitir namazı, Hanefîlere
göre vâcib'tir. Çeviren
[34] el-Muvâfakât, c. I. s. 132, 133.
[35] Nahl, 116.
[36] Buharı, Nikâh: 27, Müslim, Nikâh: 37, 39.
[37] Cum'a, 9.
[38] Buhari İstikraz: 19.
[39] Maide, 101.
[40] İrşadü'I - Fuhul, s. 6.
[41] Nisa, 20.
[42] Buhari, Cihad: 149, İtisam: 28.
[43] Bakara, 173.
[44] Maide, 5.
[45] Bak. el-Muvâfakât, c. I. s. 141, 142.
[46] Nisa, 22, 23.
[47] Maide, 90, 91.
[48] Bakara, 219.
[49] Nahl, 106.
[50] Serahsî, el-Mebsut, c. xxıv, s. 43.
[51] Abdulaziz el-Buharî, Keşfü'I-Esrar alâ Usûl-Pezdevî,
İstanbul 1308, c. II, s. 636, 637;
el-Mebsut, c. xxıv, s. 144. "
[52] Âl-i îmran, 28.
[53] Bu meselenin terketme ruhsatı ile ilgili oİduğu
düşünülebilir; fakat onu, ız,tehdit karşısında küfür kelimesini söylemeye benzediği için burada anlattık.
[54] el-Mustafâ, c. I. s. 98.
[55] Selem, para peşin mal veresiye olmak üzere yapılan bir
çeşit alım-satımdır. Çeviren
[56] Hac Sûresi, 78.
[57] Bakara, 185.
[58] el-Muvâfakât, c. I. s. 196
[59] Bak. M. Ebu Zehra, el-MüUdyyetü ve Nazariyyetü'1-Akd,
Kahire 1938; Şâtı-bî, el-Muvâfakât, c.
I, s. 150.
[60] Yani Allah'ın müsaadesiyle ve O'nlm adına meydana
gelmiştir. Çeviren
[61] Burada, İHSAN terimi, hür ve evlenmiş olmaik anlamını
ifade etmektedir, islâm hukukunda zina suçunu irtikâb eden köle ve hiç
evlenmemiş (kimselerin cezaları muhsan'a nisbetle hafif ve farîdıdır. Çeviren
[62] Buharı, İ'tisam: 20, Büyü: 60, Sulh: 5.
[63] Bakara, 275.
[64] Bakara, 221.
[65] Her iki tarafın delilleri için bak. Gazzalî,
el-Mustasfâ, c. II. s. 31; Pezdevî Usûl, c. I. s. 66; el-İzmirî, Haşiye alâ
Mir'ati'I-Usûl, c. I, s. 320; İhnu'I-Hüman, et-Tahrîr, c. I, s. 329.
[66] Fâsid akide bâtıl akid için açıklayıcı mahiyette olan
şu misali de verebiliriz: Bir kimse, teyzesi veya halası gibi kendisine nikâhı
düşmeyen birisiyle evlenme akdi yaparsa, bu akit bâtıl olur. Nikahı düşen
herhangi birisiyle şahitsiz olarak evlenme akdi yaparsa nikâh fâsid'tir;
sonradan şahit olacak iki Mşi yanında akit tashih edilirse muteber olur.
Hanefîlere göre birinci halde eiksiklik, akdtn aslında, ikinci halde ise
vasfındadır. Çeviren