Vaz'î hüküm bir şeyin sebep veya şart veya mâni veya sahih
veya fasid veya azimet veya ruhsattan biri olduğunu
beyan eden Allah'ın hitabıdır. Tariften de anlaşılacağı gibi yedi kısımdır:
1- Sebep
Sebep lügatte ip ve
kendisiyle başkasına ulaşılan şey manasına gelir. Nitekim "Artık o kimse
tavana bir sebep uzatsın" (Hac: 22/15) ayetindeki "sebep" ip
manasınadır. Usülcülere göre ise: Naklî delilin, bir
şer'î hükme alâmet olduğuna delâlet ettiği zahir ve munzabit
bir vasıftır[1]. Kıyas bahsinde de gördüğümüz
gibi "sebep" "illet"ten daha umumidir. Yani her illet bir
sebeptir ama her sebep bir illet değildir.
Bazan sebep hükme münasib olur; o
takdirde buna "illet" denir. Meselâ "sefer" ramazanda oruç
tutmamanın cevazı için bir sebeptir. Bu, ruhsat gerektiren meşakkati ihtiva
ettiği için münasip ve zahir bir vasıftır. "Sarhoş etme" içkinin
haram kılınması için bir sebeptir ve bu münasib bir
vasıftır, çünkü alkol aklı gidermektedir. "Taammüden öldürme" kısasın
farz olması için münasib bir sebeptir. Çünkü kısas
insan hayatına yönelen cinayete mani olur; canı ve kanı korur. Bu
"sebebe" de illet denir.
Bazan da münasib olmaz. Meselâ
güneşin zeval vaktine gelmesi. "Güneş döndüğü vakit namazı kılın" (İsra: 17/78) ayet-i kerimesinde beyan edildiği gibi güneşin
dönmesi öğle namazının farz olması için bir sebeptir. Halbuki bizim aklımız bu
hükümle sebep arasında açık bir münasebet bulamamaktadır. "Sizden kim o
aya şahit olursa oruç tutsun" (Bakara: 2/185) ayeti ve "Hilal"i
gördüğünüz zaman oruç tutun, gördüğünüz zaman (bayram yapın)" hadisi
gereğince hilalin görülmesi orucun farz olması için bir sebeptir. Halbuki asıl
hükümle bu sebep arasında açık bir münasebet bulunmamaktadır. "Hac bilmen
aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse hac esnasında kadına yaklaşmak,
günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur." (Bakara: 2/197)
ayetinin beyanına göre hac aylan, gücü yetene hac farz olması için bir
sebeptir.
Halbuki biz hükümle
sebebi arasında makul bir münasebet göremiyoruz. Buna sebep denir, illet
denmez.
İster münasip ister
gayri münasip olsun -yukardaki m
Sebep bazan da mülkiyetin veya hellalhğın
isbatı veya bunların izalesi için bir sebep olur.
Meselâ satış mülkiyetin isbatı ve izalesi, vakfetme
ve âzâd etme mülkiyetin, nikah hellalhğın
isbatı, talak bu helalliğin izalesi için bir sebeptir.
Akrabalık miras alabilmek, telef etme telef edene tazmin ettirmek için bir
sebeptir.
Sebep ya mükellefin kudreti dahilinde olur veya olmaz. Kısasın vücû-buna sebep olan amden
öldürme, ilgili ahkamın terettübüne sebep olan satış, kira ve nikah gibi akidler mükellefin kudreti dahilinde olduğu halde, namazın
farz olması için vaktin girmesi, küçük çocuk üzerinde velayetin sabit olması
için "küçük" olma, miras almak için akrabalık mükellefin kudretinde
olmayan sebeplerdir.
Müsebbeb (netice) ister bir teklîfî hüküm olsun veya bir
mülkiyetin veya helalliğin isbatı veya bunların
izalesi olsun, ister sebebi ortaya koyan buna te-retttüp edecek müsebbebi kasdetsin ister etmesin sebep bulunursa mutlaka ona
terettüp eden müsebbeb bulunur. Buna göre sefere
çıkan kişi istese de istemese de onun için ramazanda oruç tutmama ruhsatı sabit
olur, nikah akdi yapan erkeğe mehir ve nafaka vacib olur, hanımını ric'î
talakla boşayan kişi "Benim için dönüş yok" dese bile hanımına dönüş
(ric'at) hakkı vardır. Çünkü müsebbeb
insan tarafından değil sâri' tarafından terettüp ettirilir ve sebeple müsebbeb arasındaki bu irtibat Allah'ın iradesiyle t
anlamlanır.
Şart masdardır. Lügatta bir şeyi ilzam
etme ve iltizam etme = kabul ettirme ve kabullenme manasına gelir. Çokluk hali
"şurût" tur. Râ'nın
harekesiyle "alâmet" manasına gelir, çoğulu "eşrât"tır.
Nitekim ayet-i kerimede "Eşrâtı geldi"
(Muhammed: 47:18) denilmiştir, yani kıyamet alâmetleri geldi demektir.
Usûlcülere göre şart: Varlığına tesir etmeksizin hükmün üzerine tavakkuf ettiği şeydir[2]
"Varlığına tesir etmeksizin" kaydı ile "sebeb"
i dışarda bırakmıştır. Çünkü yukarıda gördüğümüz gibi
sebep müsebbebin varlığında müessirdir, zira sebebin
varlığı müsebbebin varlığını, yokluğu da yokluğunu
getirir. Meselâ namaz kılmak için taharet, abdest,
zekatın farz olması için havli havalan, satış akdinin sahih olması için malı
teslim edebilme kudreti, talak vaki
olması için evliliğin
bulunması, zinanın recme sebep olması için
"ihsan" vasfı, yetimin malının kendisine verilebilmesi için rüşdüne gelmiş olması hepsi birer şarttır. Bu şartlar
bulunmazsa hüküm bulunmaz, ancak şartın bulunmasından meşrutun = hükmün
bulunması lâzım gelmez.
Şart sebebi tamamlar
ve üzerine terettüp edecek neticeyi gerçekleştirir. Meselâ satış akdi -şartlan
tam bulunursa- mülkiyetin intikali için bir sebepdir.
Şartlan tahakkuk ettiği takdirde nikah akdi cinsel yönden istifadenin helal
olması için bir sebepdir. Bu şartlardan birisi de
nikahın iki şahidin huzurunda yapılmasıdır. Taammüd
ve haksız yere olmak şartıyle öldürme kısas için bir sebepdir.
Şartla rükün
arasındaki fark: Bir şeyin varlığı hem rüknün hem de şartın varlığına bağlıdır.
Ancak Hanefîlere göre rükün "bir şeyin varlığı kendine bağlı olup onun hakikatından bir cüz olan şeydir". Meselâ rükû'
namazın bir rüknüdür çünkü onun bir parçasıdır. Aynı şekilde "kıraat"
namazda bir rükündür. İcab-kabul akdin rüknüdür.
Çünkü onun hakikatinden bir parçadır. Şart ise "bir şeyin varlığı kendine
bağlı olup onun hakikatından hâriç olan şeydir"
Meselâ abdest namazın şartıdır ve namazın hakikatından hâriç bir şeydir. Nikahta iki şahidin
bulunması, satış akdinde iki bedelin de tayini şarttır, her ikisi de akidden hariç şeylerdir.
Rükündeki halel,
yapılan akdi iptale götürür. Şarttaki yani akdin hakikatından
hariç olan akdin vasfındaki halel ise Hanefîlere göre akdi fesada götürür.
Şart bazan hükmün şartı bazan da
sebebin şartı olur. Zekatın farz olması için malın üstünden bir yıl geçmesi, satış akdinin oluşması için teslim etme kudreti
hükmün şartıdır. Zinanın recmin vücûbuna
sebep olması için ihsan, öldürmenin kısasın vücûbuna
sebep olması için amden ve zulmen
olması da sebebin şartıdır[3]
Şart ya şer'î olur veya caiî olur.
Şer'î şart, akidlerin ibadetlerin ve hadler ikâme
etmenin şartlan gibi sâri' tarafından konulan şartlardır.
Ca'lî şart ise mükellefin kendi tasarruf ve iradesiyle
konulan şartlardır. Meselâ vakıf yapanın, hibe ve vasiyet edenin koştuğu
şartlar, kocanın hanımını boşamak için koyduğu şartlar, alış-verişte
taraflardan birinin diğerine karşı ileri sürdüğü -mesela ev satarken bir müddet
oturma şartıyle satma gibi-şartlar ca'lî şartlardır.
Caiî şartın muteber olanı akdin hükmüne ters ve muhalif
olmayan şarttır, böyle olursa akid bâtıl olur. Buna
göre bir şarta bağlı olan veya ilerdeki bir vakte izafe edilen satış veya nikah
akdi batıl olur. Meselâ "başarılı olursam bu kitabı sana sattım, görev
alabilirsem seninle evlendim" dese akid sahih
olmaz,
çünkü akdin hükmü akidden sonraya kalmaz. Ve bu şart akdin muktezası (olan derhal mülkiyetin intikali) na ters düşer. İşte bu şartı muallak ve istikbale izafe
edilen şarttır. Şart akdin muktezasını ortadan
kaldırmazsa akid sahih olur ve neticeleri terettüp
eder. Meselâ evi bir sene oturma şartıyla satma, hanımın babasının evinde
oturma şartıyle onunla evlenme gibi. Bu da taraflardan
birine bir menfaat temin edecek, akidle beraber
zikredilen mukayyed şarttır.
Yukarıda görüldüğü
gibi ca'lî şart, sâri' nazarında muteber olursa şer'î
şart gibi olur, muteber olmazsa batıl olur.
Mani', varlığı hükmün
olmamasını veya sebebin butlanını gerektiren şeydir1. Buna göre mâni, hükme
mâni olan, sebebe mâni olan olmak üzere iki çeşittir[4].
Hükme mâni: Bu, sebep
var olduğu halde hükmün bu sebebe terettübüne mâni olan şeydir. Meselâ haddin
infazına mâni olan şüphe, Malikîler hariç cumhura göre katil babaya kısas
tatbik edilmesine mâni olan "babalık vasfı", mirasa mâni olan din
farkı bu kabildir.
Sebebe mâni: Varlığı,
sebebin var olmasına mani olan şeydir. Meselâ borç. Şafiîler hariç cumhura göre
zekâtın farz olmasına mânidir. Çünkü sebebin tahakkukuna yani n
Sahih, rükünleri ve
şer'î şartlan tam olup, üzerine şer'î neticeleri terettüp eden şeydir. Fukahaya göre ibadetlerde sahih, fiilin kazayı düşürecek
şekilde yapılmasıdır. Buna göre abdestli olduğunu zannederek
namaz kılanın namazı fasiddir, çünkü kaza sakıt
olmamıştır. Muamelâtta sahih ise üzerine şer'î eseri terettüp eden şeydir.
Meselâ satış akdinin şer'î eseri satın alınan maldan intifanın helâl olması, nikahda istimtanın helâl
olmasıdır.
Gayri sahih, rükünleri
ve şartları tam olmayıp üzerine şer'î neticesi terettüp etmeyen şeydir. Cumhur
buna bâtıl ve fâsid demektedir. İster ibadetlerde
ister muamelatta olsun cumhura göre bu ikisi aynı manaya gelir. Meselâ
"namaz batıldır" ile "fasiddir"
aynıdır, vacib sakıt olmamış zimmet beri olmamıştır.
Batıl satış ile fasid satış aynıdır. Mal ve semende
mülkiyet intikaline sebep olmaz ve üzerine şer'î bir hüküm terettüp etmez[5]
Hanefîlere göre de
ibadetlerde batıl ile fâsid arasında fark yoktur.
İbadetler ya sahih veya gayri sahih olur. Nikahta da
aynıdır. Bâtıl nikah fasid nikah gibidir, her ikisi
de eşlerin birbirinden istifadesinin helalliğini ifade etmez ve üzerine eseri
terettüp etmez. Akid ve tasarruflarda yani muamelât-ı
medeniyye-de ise akid ya sahihtir ya batıldır veya fasiddir[6]
Bâtıl: Siğa veya akdi yapanlar veya üzerine akid
yapılan şey gibi asıl ve esasından halel bulunan ve üzerine şer'î bir netice
terettüp etmeyen akiddir. Meselâ mecnunun veya gayri
mümeyyiz kişinin yaptığı satış akdi batıldır. Veya satılan şeyin ma'dum = yok olması, nikah akdinin mahremlerden (nikah
düşmeyenlerden) biri ile olması halinde batıldır.
Fâsid: Vasıflarından birinde halel bulunan akiddir. Yani akdin tamamlayıcısı sayılan, mahiyet ve
rükünlerinin haricindeki şartlardan birinde bir halel bulunup tasarrufun esas
ve rükünleri tamam olduğu için üzerine bazı neticeleri terettüp eden akiddir. Meselâ fiyat tesbit
edilmeden yapılan veya fâsid bir şartla yapılan
satış, şahitsiz nikah akdi fasiddir. Hanefîlere göre
faside bazı neticeler terettüp eder. Meselâ fasid satışda mal kabzedilirse mülkiyet
intikal eder, fâsid nikah akdinde mehir
ve iddet vacib olur, duhul
ile neseb sabit olur.
Usûlcülere göre
azimet: Her mükellef için her durumda umumî bir kanun olarak meşru kılınan
hükümdür. Namaz, zekat, hac ve diğer şeâiri İslâmın hükümleri böyledir. Azimet ya
vacib olur, veya mendub
veya haram veya mekruh veya mubah olur. Alış-veriş, kira, mudârebe
ve kısas gibi maslahatı âmmenin ibtidaen meşru
kılınmasını gerektiren hükümleri de azimet cümlesindendir.
Usûlcülere göre
"ruhsat" ciddî bir özre binâen, asıl hükmü icab
ettiren sebep mevcud olmakla beraber insanların
ihtiyaçlarını gözetmek kastiyle veya öze] hallerde mükellefe kolaylık göstermek
için meşru kılınan hükümlerdir [7]Özür: Izdırar, sefer meşakkati, bir rahatsızlıktan dolayı
cemaatle namazı terketmenin caiz olması ve benzeri
hallerdir. Tehdit altında küfre götüren bir söz söylemek, zaruret halinde
murdar et yemek gibi hükümler de ruhsata m
Zira bu sebatı terketmeleri mubah kılındığı zaman artık az değillerdi,
sayıları çoğalmıştı.
Ruhsatın Çeşitleri:
Hanefîler ruhsatı dört
kısma ayırmışlardır
[8] 1- Zaruret ve ihtiyaç halinde haram olan bir fiilin
mubah olması. Meselâ ölüm veya bir uzvunun kesilmesi gibi bir tehdit altında
kalan kişinin kalbinde imanın varlığına mutmain olarak "küfür"
kelimesini söylemesi mubahtır. Nitekim Allah (c.c.) "Kalbi iman ile
mutmain olduğu halde zorlanan hariç, kim, iman ettikten sonra Allah'ı (c.c)
inkar ederse (ona Allah'ın gazabı vardır)" (Nahl:
16/106) buyurmuştur. Ramazanda tehdit altında oruç bozmak, tehdit altında
başkasının malını telef etmek, şiddetli açlıktan dolayı meyte
= ölmüş hayvan eti yemenin helâl olması, şiddetli susuzluktan dolayı şarab içmenin mubah olması, zalim bir idareciden hayatî
tehlike derecesinde korktuğu zaman emri bilmaruf nehyi anilmünker vazifesini terketmenin mubah olması birer ruhsattır. Bunun hükmü
cevazdır. Ancak kişi öldürülmekten veya herhangi bir uzvunu kaybetmekten
korkarsa o takdirde ruhsatla amel etmesi vacib olur.
Çünkü Allah (c.c.) "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın."
(Bakara: 2/195) buyurmuştur. Nitekim Müseylemetülkazzab'a
şirin görünerek onun bir peygamber olduğu iddiasını kabul eder görünen bir
sahabe hakkında Rasûlullah (s.a.) "Hakkı
haykırmıştır, ona tebrikler" diyerek bunu beyan buyurmuştur. Ancak
bilhassa küfür kelimesini söyleme tehdidi karşısında azimetle hareket etmek evladır.
Lakin şu üç şey: Küfür, öldürme ve zina bazı hallerde ruhsat verilse de hiç bir
şekilde helâl olmaz. Küfür söylenmesine ruhsat verilse dahi bizatihî küfür asla
helâl olmaz. Diğer ikisi de böyledir.
2- Yapılması halinde
mükellef meşakkata düşecekse vacib
işlememenin mubah olması. Meselâ "Sizden kim hasta veya yolcu olursa
tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutsun" (Bakara: 2/184) ayeti
gereğince ramazanda yolcu ve hastanın oruç tutmamasının caiz olması böyle bir
ruhsattır.
3- Selem akdi gibi mukarrer
kaidelere muhalif olmakla beraber insanların ihtiyacı olan akid
ve tasarrufların mubah kılınması. Zira selem, olmayanı, satmaktır, bu
batıldır. Ancak insanların ihtiyaçlarına binaen din buna cevaz vermiştir.
İstisna' akdi de böyledir.
4- Geçmiş şeriatlerde meşru olan ağır hükümlerin kaldırılması ve
İslâm ümmeti hakkında bunların hafifletilmesi. Meselâ günahtan tevbe etmişolma için kişinin
kendisini öldürmesinin şart kılınması, necaset bulaşan elbisenin temizlenmesi
için o kısmın kesilmesinin vacib olması, ibadete
mahsus yerlerin dışında kılınan namazın batıl olması... kaldırılan veya
hafifletilen hükümlerdendir.
Özetle: Hanefîlere
göre ruhsat ya mubahtır veya vacibdir.
Ayrıca ruhsatı, terfih ruhsatı ve iskât ruhsatı olmak
üzere ikiye ayırmışlardır.
Terfih ruhsatı:
Birinci kısımda beyan ettiğimiz tehdit altında kelime-i küfrü söyleme,
başkasının malını telef etme, ramazanda oruç bozma m
Aslında bu taksim
manasızdır, çünkü şer'î naslar ikrah = tehdit hali
ile izdırar (mecburiyet) halini ayırmamıştır.
Çünkü ikrah bir nevi izdırardır, her iki halde de
zarurete binaen haram mubah kılınmaktadır. Bütün ruhsatlar, haram hükmü ve
delili baki kalmakla beraber terfih ve tahfîf için meşru kılınmıştır.
Ruhsatın vaz'î hükmün kısımlarından biri olduğu açıktır. Zira
zaruret haramın mubah kılınmasında bir sebepdir. Bir
özrün ortaya çıkması da vacibin terkedilmesindeki
tahfîf = kolaylaştırma konusunda bir sebebdir.
Meşakkatin defi bazı akidlerin sahih kabul edilmesine
bir sebebdir.
[1] Şerhu'l-Adûd:
2/7; İrşâdü'l-Fuhûl: s. 6.
[2] el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed: s. 68; İrşûdul-Fuhûi. s. 6.
[3] İrşâdü'l-Fuhût.
s. 6.
[4] Şerhu'l-Adûd:
2/7; el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed:
s. 69; Şerhu Cem'u'l-Cevâmi': 1/74.
[5] cl-İhkâm,
Âmidî: 1/67-68; Keşfu'l-Esrâr.
1/258; Şerhu'l-Adûd: 2/8;
el-Medhal ilâ Mezhebi Ahmed:
s. 69.
[6] Mirâtü'l-Usûl: 2/289.
[7] Keşfü'l-Esrâr: \lb\%;Şerhu'l-Adûd:2l%;
Şerhu'l-Isnevî: 1/91; Ravzatü'n-Nazır. 1/171.
[8] Fevâtihu'r-Rahamût: B/l 16; et-Takrirve et-Tahbir. 2/146.