Mesele: (Dar Zamanlı Vacib- Geniş Zamanlı Vacib)
Mesele: (Kişinin, Namaz Vakti İçerisinde, Namaz
Kılmaya Azmettikten Sonra Namazı Kılamadan Ölmesi)
Mesele: Vacibin Ancak Kendisiyle Tamamlanabildiği
(Gerçekleşebildiği) Şey Vâcib Midir?
Mesele: (Vacibin Alt Sının Üzerine Yapılan Ziyade
Vaciplik Vasfını Alır Mı?)
Mesele: (Vücubun Neshedilmesi Durumunda Geriye Kalan
Hüküm Nedir?)
Mesele: (Mubah Emredilmiş Kapsamında Mıdır?)
Mesele: (Mubah Şer'in Kapsamına Dahil Midir?)
Mesele: (Mendub, Emir Kapsamında Mıdır?)
Mesele: (Tür Ve Sayı İtibariyle Bir'in Mahiyeti)
Mesele: (Tayin İtibariyle Bir)
Mesele: (Mekruh Emir Kapsamında Mıdır?)
Mesele: Bir Şeyin Emredilmesi, O Şeyin Zıddının
Yasaklanması Anlamına Gelir Mi?
Bu başlık altında bir
önbilgi ve onbeş mesele yer almaktadır.
Mükelleflerin fiilleri
için sabit olan hükümler, "vâcib', 'haram (mahzur)', 'ınübâh', 'mendûb' ve
'mekruh' olmak üzere beş tanedir. Bu ayırımın hareket noktası şudur; Şer'in
hitabı, ya 'yapmayı gerektirici' bir şekilde, ya 'terketmeyi gerektirici' bir
şekilde, ya da 'yapma ve terketme arasında serbest bırakma' şeklinde varid
olur. Eğer Şer'in hitabı, yapmayı gerektirici bir şekilde varid olmuşsa, bu
hitab 'emir'dir. Bu hitaba, söz konusu yapmanın (fiilin) terkedilmesi karşılığında
ceza (ıkab) olduğunu hissettiren bir şey bitişmiş ise, bu emir, vâcib; ceza
verileceğini hissettiren bir şey bitişmemişse 'nedb (mendûb)' olur. Yapmamayı
gerektirme şeklinde varid olan hitab, yapma durumunda ceza olacağını
hissettiri-yorsa, 'hazr' (haram); ceza olacağını hissettirmiyorsa
'kerâhiyet'tir. Hitab, serbest bırakma (tahyîr) biçiminde varid olmuşsa, bu
'mübâh'tir.
Şimdi bu hükümleri
sırasıyla, birer başlık altında, tanımlayalım:
Mukaddime bölümünde
vacibin bir yönüne değinmiştik. Şimdi de vacibin tanımına ilişkin olarak
söylenenleri zikredelim.
a) Vâcib,
terkedilmesine karşılık ceza verilen şeydir. Bu tanıma, 'Vacibin terkedİlmeşine
karşılık verilecek ceza affedilebilir, fakat vâcib, vâcib olmaktan çıkmaz.
Çünkü vâcib hali hazırda mevcud; ceza ise, hali hazırda mevcut olmayıp beklenen
bir şeydir' denilerek itiraz edilmiştir.
[I, 66]
b) 'Vâcib,
terkedilmesine karşı ceza verileceği, tehditü bir ifade ile, bildirilen şeydir'.
Bu tanıma, 'Şayet ceza tehdidi (vaîd) olsaydı, bu tehdidi gerçekleştirmek
vâcib olurdu. Çünkü Allah'ın sözü doğrudur. Halbuki, bu cezanın affedilerek,
şahsın cezalandırılmaması tasavvur edilebilmektedir' denilerek itiraz edilmiştir.
c) Vâcib,
terkedilmesine karşılık ceza verilmesinden endişe edilen şeydir. Bu tanım,
haramlığında ve vâcibliğinde şüphe edilen şeyler sebebiyle batıl olur. Çünkü bu
durumda olan bir fiil vâcib olmadığı halde, terkedilmesi halinde ceza
verilmesinden korkulmaktadır.
d) Kadı Ebu
Bekr [1]
vâcib'in, 'terkedenin, şer'an, herhangi bir şekilde kınanıp verildiği şey’
şeklinde tanımlanmasının daha uygun olduğunu söylemiş, (yani, bir Önceki
tanımdaki 'ceza' sözcüğü yerine 'yergi' yi koymuş) ve buna 'Çünkü kınama hâlen
mevcut olup, ceza ise şüphelidir' şeklinde bir açıklama getirmiştir. Kadı,
tanımda geçen 'herhangi bir şekilde (bi vechin-mâ)' sözü İle, tanımın 'muhayyer
(seçmeli) vâcib'e ve 'geniş zamanlı (müvessa1) vâcib'e şamil olmasını
amaçlamıştır. Çünkü seçmeli vâcib, alternatifi ile birlikle terkedildiği zaman;
geniş zamanlı vâcib ise. ifasına azmedil m ediği zaman 'kınama' söz konusu
olur.
Vâcib ile farz
arasında fark var mıdır?
Bize göre, bu ikisi
arasında fark olmayıp, kesinlik ve lüzum gibi, eş anlamlı lafızlardandır.
Ebû Hanîfe ashabı ise,
'farz' ismini, vacipliği kesin olarak bilinen şeylere, 'vâcib' ismini de,
vacipliği zannî olarak idrak edilen şeylere tahsis etmek suretiyle, farklı bir
terminoloji geliştirmişlerdir. Zaten biz de, vacibin 'kesin' ve 'zannî' olarak
ikiye ayrıldığını inkar etmiyoruz. Anlamlar anlaşıldıktan sonra, terimler
hususunda hiç bir kısıtlama söz konusu değildir.
Kadı, 'Allah, terkedi
I meşine ceza vermekle tehdit etmeksizin, bize bir şeyi vâcib kılsa, bu şey
vâcib olur. Burada vaciplik, ceza sebebiyle değil, Allah'ın vâcib kılması
sebebiyledir' demektedir.
Bu, irdelenmesi
gerekli bir görüştür. Çünkü bizim açımızdan yapılması ve terkedilmesi eşit olan
şeyi, 'vücûb' olarak vasıflamanın hiç bir anlamı yoktur. Şöyleki; Bİz, vücubu
ancak, kendi maksatlarımıza nisbetle, yapılmasının terke-dilmesine ağır basması
yoluyla kavrayabiliriz. Eğer böyle bir tercih (ağır basma) yoksa, yücub, asıl
itibariyle, manasızdır.
Vacibin tanımı
anlaşıldıktan sonra onun karşıtı olan haramın tanımı artık kapalı değildir.
Mübah'ın tanımlarından biri
'Mubah terkedilmesi ve yapılması eşit olan şeydir' şeklindedir. Bu tanım, hem
çocuk, deli ve hayvanın fiili ile, hem de Allah'ın fiili ile boşa çıkar.
Nitekim, Allah Teâlânın fiillerindenbirçoğu bizim açımızdan terke müsavi olduğu
halde, yapma ve terk Allah hakkında kesinlikle eşittir. Ayrıca Şer'in
gelmesinden önce yapıp-etmeler, terketmeye eşit olduğu halde, bunların
hiçbirine mubah denilmez.
Bizce, mubahın tanımı
'Mubah; yapan veya terkeden için her hangi bir övgü ya da yergi söz konusu
edilmeksizin, yapılması ve lerkedilmesi hususunda Allah'ın İzin verdiği şeydir'
şeklinde olmalıdır. Yine, mübah'ın 'Mubah; Şer'in, terketmesi veya yapması
durumunda, sırf yapması ya da sırf yapmaması yüzünden kişiye zarar ve yarar
olmadığını belirttiği şeydir' şeklinde tanımlanması da mümkündür. Bu tanım ile
mubahın, bir masıyet işlemek suretiyle terkedilmesi durumu tamım dışı
bırakılmaya çalışılmıştır (ihtiraz). Çünkü mubahı, bir masıyet işleyerek terketmesi
durumunda, kişi, mubahı tcrkeltiği için değil, masıyet işlediği için zarar
görür.
Mendûb için getirilen
tariflerden birisi 'Mendub; terkedilmesi durumunda bir kınama olmaksızın,
yapılması terkedilmesinden daha hayırlı olan şeydir' şeklindedir. Bu tanım,
Şer'in vürudundan önce yeme-içme'nin hükmü gündeme getirilerek reddedilebilir.
Çünkü, Şer'in vürudundan önce, yeme-içme, hem lezzet yönünden hem de hayatı
devam ettirme yönünden, daha hayırlı olduğu halde, henüz Şer' vârid olmadığı
için, bu durum mendûb olarak nitelendirilemez.
Kaderİyye ise
mendûb'u, 'yaptığı zaman failinin övülmeye hak kazandığı; ancak terketmesi
sebebiyle kınanmayı hak etmediği şey' olarak tanımlamıştır. Bu tanım, Allah'ın
fiili ile reddedilir. Çünkü Allah her fiile karşı övüldüğü ve hiç kınanmadığı
halde, O'nun fiili 'nedb' olarak adlandırılmaz.
Bizce, mendûb'un en
doğru tanımı şöyledir: 'Mendub; bir bedele (alternatif) gerek duyulmaksızın,
terkedilmesine, sırf terketme olması bakımından her hangi bir kınama gerekmeyen
emredilmiş şeydir'. Bu tanımda, seçmeli vâcib ile geniş zamanlı vacibin tanıma
dahil olmasından kaçınılmıştır.
[I, 67] Mekruh lafzı
fakihler arasında bir kaç anlamda müştereken kullanılmakta olup, bu anlamlardan
bazıları şunlardır:
a) Haram
(Mahzur):
Şafiî çoğu yerlerde
'Bunu kerih (mekruh) görüyorum' demiş ve bununla 'haranı' ı kastetmiştir.
b) Tenzihen
yasaklanmış şey:
Bu, yapılmasına ceza
verilmediği halde, terkedilmesi yapılmasından daha hayırlı olduğu hissedilen
şeydir. Bu anlamda mekruh, mendûbun mukabili olmaktadır. Nitekim, mendub,
yapılması terkedilmesmden daha hayırlı olduğu anlaşılan şeydir.
c)
Yasaklanmamış bile olsa, 'evlâ olanı terketme (terku'1-evlâ):
Kuşluk namazının
terkedılmesi böyledir. Bu namazın terkinin daha evlâ olanı terk sayılması,
hakkında bir yasak varid olduğu için değil, fakat fazilet ve sebebinin çokluğu
yüzündendir. Hatta bu namazı terketmenin mekruh olduğunu söyleyenlerde
olmuştur.
d)
Haramlığrnda şüphe ve tereddüt olan şey:
Yırtıcı hayvanların
eti, az miktarda içilen nebiz böyledir. Bu yorumun detayının açıklanması
gereklidir. Şöyle ki, içtihadı, kendisini bunun haram olduğuna ulaştırdığı
kişiye bunlar haram olduğu gibi, içtihadı helal olduğuna ulaşan kişi için de
helaldir. Ve artık nebizin kerahîyetinin bir anlamı kalmaz. Ancak eğer hasmın
şüphesinden dolayı nefsinde bir tereddüt hasıl olursa, o şey için kerahiyet
devam eder. Nitekim Hz. Peygamber "Günah kalbin rahatsızlık duymasıdır' [2]demiştir.
Bu itibarla, zann-ı galib helalliği yönünde bile olsa, haramlık endişesi bulunan
şeylere de kerahet isminin kullanılması çirkin değildir. Ne var ki bu söz,
ietihad hususunda isabet edenin tek olduğu görüşünde olanların mezhebi açısından
doğrudur. Her müttehidin isabet ettiğini savunanlara göre ise, eğer şeyin helalliğine
zannı galib hasıl etmişse, artık kendisi açısından o şey helaldir.
Hükmün kısımları
hakkındaki bu önbilgiden sonra, şimdi de bu kısımlardan şubelere ayrılan
meseleleri zikredelim.
Vâcib, hasredilmiş
kısımlar arasında, 'belirli (muayyen) vâcib' ve 'belirsiz (mübhem) vâcib'
kısımlarına ayrılır ve 'seçmeli (muhayyer) vâcib' olarak adlandırılır.
Keffaret seçeneklerinden (hısâl) biri böyledir. Yani vâcib olan bu seçenekler
içerisinden belirli (muayyen) olmayan biridir. Mutezile, 'îcâb' ile 'tahyîr'in,
birbirlerine zıt olması sebebiyle birlikte bulunamayacakları, daha doğrusu,
tahyîr olunca, Tcab'ın hiç bir anlamı kalmayacağı gerekçesiyle seçmeli vacibi
inkar etmiştir. Biz ise bunun aklen caiz ve şer'an vaki olduğunu iddia ediyoruz.
Seçmeli vacib'in aklen
cevazının delili şudur:
Efendi kölesine 'Bugün
sana ya şu gömleği dikmeyi ya da şu duvarı örmeyi vâcib kıldım. Hangisini
yaparsan o benim için yeterlidir ve buna karşılık seni ödüllendiririm. Gerçi
ben sana bunların ikisini birden vâcib kılmayıp, senin seçimine bağlı olarak
muayyen olmayan birini vâcib kıldım ise de, eğer sen ikisini de terkedersen
seni cezalandırırım' dese, bu makul bir sözdür. Bu durumda efendinin köleye
hiç bir şeyi vâcib kılmadığı söylenemez. Çünkü, efendi, hepsini ter-ketmesİ
halinde ona ceza vereceğini ifade etmiştir. Bu ceza da vücubtan ayrı düşünülemez.
Diğer yandan, efendinin ona her iki işi birden vâcib kıldığı da söylenemez.
Çünkü böyle olmadığını efendi bizzat kendisi açıkça belirtmiştir.
Yine,efendinin, 'dikme’ veya 'örme’ işlerinden muayyen birini vâcib kıldığı da
söylenemez. Çünkü efendi tercih konusunda serbest bıraktığını ifade etmiştir.
Geriye sadece 'vâcib, bu İki şeyden, muayyen olmayan birisidir’ demek kalıyor.
Seçmeli vâcib'in
şer'an vuku bulduğunun delili:
Keffaretİn
seçenekleri, hatta köle azadı bile buna delil teşkil edebilir. Çünkü azad etme
işi, kölelerin şahıslarına nisbetle muhayyerdir. Aynı şekilde, evlenmek isteyen
kızı (bakire) denk taliplerden biriyle evlendirmek vâcibtir. Hepsiyle evlendirmenin
vâcib kılınması mümkün değildir. Yine imamete uygun iki kişiden birini imamlığa
tayin etmek vâcibtir. ikisinin birden tayini imkansızdır.
Denirse ki:
Vâcib olan, keffaret
seçeneklerinin hepsidir. Bu itibarla hepsini terkederse, hepsinden dolayı cezalandırılır.
Hepsini yapsa, hepsi yerini bulmuş olur. İçlerinden birini yapsa, diğerlerini
yapma borcu ondan düşer. Vâcib bazan, edanın dı-fl 68] Ş>nda bazı sebeblerle de düşebilir ve bu
imkansız değildir. Deriz ki:
Bu sözler, iki imam
hakkında ve bir kızla evlenmeye talip iki denk kişi hakkında uygulanamaz
(muttarid değildir). Çünkü bu hususta, hepsini bir araya toplamak haramdır. Bu
konumda hepsi nasıl vâcib olacak! Üstelik bu şekildeki bir uygulama, keffaret
seçenekleri konusundaki icma'a aykırıdır. Zira ümmet, bu seçeneklerin hepsinin
vâcib olmadığında icma etmiştir.
Onlar bu görüşlerini
şu şekilde gerekçelendirmektedirler: Üç seçenek, Allah katında, kulun salahına
izafetle vasıf bakımından eşit ise, bu takdirde eşit şeylerin arasında eşitlik
olması için bunların hepsinin vâcib olması gerekir. Yok eğer, bu seçeneklerden
biri, icabı gerektirecek bir vasıfla temeyyüz etmişse, Özellikle onun vâcib
olması gerekir ve başkalarıyla kanşmaması için, başka seçenekler sebebiyle
mübhem hale getirilmemesi gerekir.
Bu gerekçelendirmeye
karşı biz de şöyle deriz:
Siz, fiillerin, kendi
zatlarında vasıfları bulunduğu ve bu vasıflar sebebiyle Allah'ın onları vâcib
kıldığı sonucuna nereden ulaştınız! Aksine vâcib kılma, Allah'a aittir.
Birbirine eşit üç şeyden birini tayin etmek ve vücubu ona tahsis etmek O'nun
yetkisinde olduğu gibi, bunlar içerisinde muayyen (belirli) olmayan birini
vâcib kılıp, imtisalin (uyup-yapmanın) çok zor olmaması için tayin İşini, onu
yapmakla mükellef olan kişinin tercihine bırakması da O'nun yetkisindedir.
Onların bu konudaki
diğer bir gerekçesi de şudur;
Vâcib, vacib kılmanın
(icab) ilişkin olduğu şeydir. Eğer vâcib bu üç seçenekten biri olsaydı, Allah
icabın hangisine ilişkin olduğunu bilirdi, bu seçenek Allah'ın ilminde
temeyyüz ederdi (ayrıcalık kazanırdı) ve vâcib olan da bu olurdu.
Bu gerekçeye karşı da
şunları söyleriz:
Allah muayyen olmayan
birini vâcib kılınca, biz onu muayyen olmayarak biliriz. Efendi kölesine, 'Ben
sana dikiş dikmeyi veya duvar örmeyi vâcib kıldım' dese, Allah bunu nasıl
bilecek! Bunu ancak üzerinde bulunan bir sıfatına göre bilecektir. Bunun sıfatı
da 'muayyen olmaması'dır. O halde Allah onu, tıpkı olduğu gibi, muayyen
olmayarak bilir.
Bu konunun Özü şudur:
Vacibin, icabın
taalluk edeceği zatî bir vasfı yoktur. O (vâcib) ancak, hitaba bir izafettir.
Hitab ise, konuşmaya ve zikretmeye göredir. Siyahlığın iki cisimden muayyen
olmayan birinde yaratılması; ilmin, iki kişiden muayyen olmayan birinde
yaratılması mümkün değildir. Ama, tayin (belirleme) olmaksızın ikisinden birini
zikretmek mümkündür. Mesela iki karısından birine 'ikinizden biri boştur' diyen
kişinin sözü böyledir. Buna göre, icab, konuşmaya tabi olan bir sözdür.
Denirse ki:
Mûcib (vâcib kılan),
isteyendir. İstediği de, kendi katında belirli olmalıdır.
Deriz ki:
Mûcib'in talebinin,
iki şeyden birine ilişkin olması mümkündür. Mesela bir kadının, 'hangisi olursa
olsun iki talib.ten biriyle beni evlendir' demesi; yine 'hangisi olursa olsun
kölelerden birini azat et demesi'; 'şu iki imamdan herhangi birine bey'at et'
demesi böyledir. Şu halde, istenen şey, bunlardan muayyen olmayan birisidir.
İstenmesi tasavvur edilebilen her şeyin vâcib kılınması da mümkündür.
Denirse ki:
Allah, mükellefin neyi
yapacağını ve vacibin ne ile yerine getirileceğini bilmektedir. Bu itibarla,
vâcib, Allah'ın ilminde muayyendir.
Deriz ki:
Allah onu gayri
muayyen olarak bilmektedir. Sonra, (vâcib) onu yapmasından önce belirli
olmadığı müddetçe, onun yapmasıyla belirli olmuş olur. Öte yandan, şayet
mükellef hepsini yapsa veya hiç birini yapmasa, bunlardan biri Allah'ın
ilminde nasıl belirli olacaktır!
Denirse ki:
Niçin, iki şahıstan
muayyen olmayan birine vâcib kılması caiz olmuyor? Ve niçin diyorsunuz ki;
farz-ı kifaye herkes Üzerinedir. Halbuki vücub, onlardan birinin yapmasıyla
düşmektedir.
Deriz ki:
Çünkü vücub, ceza ile
gerçekleşir. İki şahıstan muayyen olmayan birini cezalandırmak mümkün
değildir. Halbuki şahsın iki fiilden muayyen olmayan biri karşalığında
cezalandırılacağı söylenebilir.
[I, 69]
Vâcib, vakite
izafetle, 'dar zamanlı (mudayyak) vâcib' ve 'geniş zamanlı (müvessa) vâcib*
olarak ikiye ayrılır.
Bir topluluk, geniş
zamanlılığın vücuba aykırı olduğunu söylemiştir. Bu görüş aklen ve şer'an
batıldır.
Akien batıl olması:
Efendi kölesine,
'gündüzün beyazında; ister öncesinde, ister ortasında, isler sonunda olsun,
hangisini istersen, şu elbiseye dik. Bu işi yaptığın zaman sana vâcib kıldığım
şeyi yerine getirmiş olursun' dese, bu söz makul bir sözdür. Bu durumda,
'Efendi köleye hiç bir şey yapmayı vâcib kılmamıştır' demek de, 'Efendi ona bir
şey yapmasını dar zamanlı olarak vâcib kılmıştır' demek de mümkün değildir;
dolayısıyla bu iki ihtimal batıldır. Geriye tek bir ihtimal kalıyor ki o da;
efendinin, köleye bir şeyi yapmasını geniş zamanlı olarak vâcib kılmış
olmasıdır.
Şer'an batıl olması:
Namazın, zevalin
akabinde vâcib olacağı ve o ondan itibaren bir zaman daraltması olmaksızın ne
zaman kılarsa kılsın farzı eda etmiş ve icab emrine imtisal etmiş olacağında
icma vardır.
Denirse ki:
Vacibin hakikati
şudur: Vacib, terkedilmesi caiz olmayan, aksine terkedil-mesi halinde ceza
verilen şeydir. Namaz ve dikiş dikme, vaktin sonuna izafe edildiğinde, bu kişi
bu yüzden cezalandırılır. Öyleyse, bunun vücubu vaktin sonunda gerçekleşir.
Daha öncesinde (vaktin sonuna gelmezden önce) ise, kişi her ne kadar yapması
daha hayırlı ise de, o işi yapıp yapmama hususunda muhayyerdir. Bu da
mendub'un tanımıdır.
Deriz ki:
Bu husustaki perde
şöyle kaldırılabilir; yapılması istenen fiiller aklen şu üç kısımdan ibarettir:
a)
Terkedilmesi ne, mutlak olarak ceza verilmeyen fiil: mendub.
b) Terkine,
mutlak olarak, ceza verilen fiil: vâcib.
c) Vaktin
tamamına izafetle terkedilmesi ne ceza verilen, fakat vaktin bir kısmına
izafetle terkine ceza verilmeyen fiü. İşte bu tür fiil, üçüncü bir fiil olup,
ilk iki tabirden farklı üçüncü bir tabire ihtiyacı vardır. Bu fiilîn hakikati,
mendub olma ve vâcib olmayı aşmaz. Bu bakımdan buna en uygun tabir, 'geniş
zamanlı vâcib (el-vâcibu'1-müvessa')' veya 'terkedilmesi caiz olmayan
mendûb'dur. Biz, namazın ilk vaktinde, farz niyetiyle namaz kılınabileceği ve
bundan nedb sevabı değil, farz sevabı alınacağında icma bulunmasından
hareketle, Şer'in bu kısma giren fiilleri vâcib olarak adlandırdığını bilmekteyiz.
Akıl da bu üç kısmı İnkar etmediğine göre, tartışma lâfızda kalmış olmaktadır
ve bizim zikrettiğimiz daha
evladır.
Denirse ki:
Bu, üçüncü bir kısım
değildir; Aksine, vaktin evveline nisbetle mendûb, -zira terki caiz
olabiliyor-; vaktin sonuna nisbetle ise kesindir ve artık ertelenmesi caiz
değildir. Sizin 'o, farza niyet eder' sözünüz kabul edilebilir, fakat o fiil,
'farza dönüşme' manasında farzdır; tıpkı, zekatın önceden verilmesi durumunda,
farz zekata niyet edilmesi gibi. Kişi bu durumlarda, vakti gelmemiş (ğayr-i
muaccel) farz sevabı veya nedb sevabı değil, 'muaccel farz' sevabı alır.
Deriz ki:
Sizin 'vaktin evveline
izafetle sonraya bırakılmasının caiz olması yüzünden bu fiil mendûbdur' sözünüz
yanlıştır. Çünkü bu ifade mendûbun tanımı değildir. Mendûbun tanımı, alelıtlak
terki caiz olan şeydir. Halbuki geniş zamanlı vacibin terki, bir şartla caiz
olmaktadır ki bu şart onu daha sonra yapmak veya yapmaya azmetmektir.
Terkedilmesi bir bedel veya bir şart ile caiz olan şey mendûb değildir. Şöyleki,
bir kimse, azad etmekle emrolunsa, bu durumda her bir kölenin azadını terk
etmesi caizdir; fakat başka bir köle azad etmesi şartıyla. Keffaret seçenekleri
de böyledir. Bu seçeneklerin her birinin terki caizdir, fakat bir bedel (alternatif)
getirmek şartıyla. Bu,'nedb' anlamına gelmez. İşte tıpkı bu tür vacibin,
'muhayyer (seçmeli) vâcib' olarak adlandırılması gibi, diğeri de 'dar zamanlı
olmayan vâcib' olarak adlandırılabilir. Eğer bundan anlaşılan mana, -ki bu
fiilin üç kısma ayrılmasıdır-, İttifaklt İse, münakaşa anlamsızdır.
Terkedilmesi bir şart ile caiz olan şey, terki mutlak oiarak caiz olmayan
şeyden aynim Terki mutlak ola- rj 791 rak caiz olan şey ise üçüncü bir
kısımdır.
Öte yandan, sizin *bu
fiil farzın önceye alınması (ta'cilun li'1-farz) olup, zaten bu yüzden farz
olarak adlandırılmıştır' sözünüz icma'a aykırıdır. Zira, zekatta niyetin
ta'cili (vaktinden önceye alınması) vâcibtir. Selef, namazda vaktin evvelinde
ne niyet ediyorsa vaktin sonunda da aynı niyeti etmiş ve aralarında asla fark
gözetmemişlerdir. Bu kesindir.
Denirse ki:
Bazıları, 'Vaktin
evvelinde kılınan namaz nafile olarak vaki olur ve bunun gerçekleşmesiyle farz
düşer' demiş; bazıları da, 'Bu namaz mevkuf olarak, (yani farz mı yoksa nafile
olarak mı ifa edildiği bilinmiyor olarak) vaki olur. Eğer bu kişi, vaktin
sonuna kadar mükelleflerin vasfı üzere kalırsa, bunun farz olarak vaki olduğu
açığa çıkar. Fakat bu arada ölür veya aklî dengesini kaybederse, nafile olarak
vaki olmuş olur' demişlerdir.
Deriz ki:
Eğer bu nafile olarak
vaki olacak olsaydı, nafile niyetiyle yapılması caiz olurdu. Hatta bunun nafile
olduğunu bilen kişinin farza niyet etmesi imkansız olurdu. Zira niyet, bilmeye
tabi bir kasıttır.
Namazın mevkuf olduğu
görüşü (vakf) de batıldır. Zira ümmet namazı kıldıktan sonra vaktin ortasında
ölen kişinin, tıpkı niyet ve eda ettiği gibi, Allah'ın farzını eda etmiş olarak
ölmüş olacağında ittifak etmiştir. Zira o kişi, 'Allah'ın farzını eda etmeye
niyet ettim' demiştir.
Denirse ki:
Siz sözünüzü, geniş
zamanlı vacibin terk edilmesinin bir şart ile caiz olması üzerine bina ettiniz.
Bu şart da, emre uymaya (imtisal) azmetmek veya emri yerine getirmektir.
Halbuki iş böyle değildir. Çünkü;
a) Muhayyer
vâcib, keffaretin seçeneklerinde olduğu gibi, iki şey arasında muhayyer bırakılan
fiildir. Halbuki Şer', namaz ile azmetme arasında muhayyer bırakmamıştır.
b) Aynca mücerred 'şu vakitte namaz kıl!'
sözünde, azmetmeye değinme yoktur. Bu bakımdan azmetmenin vâcib kılınması,
sıyganın (lafzın) gçreğine bir ziyadedir.
c) Yine
kişi, azmetmeyi unutarak vaktin ortasında ölse, asi olmaz. Deriz ki:
'Şayet azmetmeyi ihmal
etse, asi olmaz' sözünüz müsellemdir. Asi olmayışının sebebi, gafilin mükellef
olmamasıdır. Ama eğer emirden gafil değilse, azmetmekten hali kalmaz. Ancak
zıddı ile yani mutlak olarak yapmamaya azmetmek suretiyle, azimden hali
kalabilir. Bu da haramdır. Haramdan ancak kendisiyle kurtulunabilen şey ise
vâcibtir. Bu delil, onun (azmin) vücubuna delalet eder, her ne kadar mücerred
sıyga dilin yapısı itibariyle buna delalet etmese bile. Akıl delili
(delilu'l-akl), sıyganın delaletinden daha kuvvetlidir.
Sözün özü, 'geniş
zamanlı (müvessa') vacibin, hem vaktin evveline ve hem de vaktin sonuna
izafetle muhayyer vâcib gibi olduğu hususuna racidir. Bu İtibarla vaktin
sonunda, o vacibi yapmazsa, eğer vaktin evvelinde yapmış ise asi olmaz.
Kişi namaz vakti
esnasında, imtisale azmettikten sonra, aniden ölürse asi olmaz.
Vücub anlamını tam olarak
gerçekleştirmek isteyen bazıları, bu durumdaki kişinin asi olduğunu
söylemişlerdir. Bu görüş selefin icmaına aykırıdır. Biz biliyoruz ki selef,
zeval vaktinden itibaren dört rekat miktarı zaman geçtikten sonra veya sabah
namazının öncesinden iki rekat miktarı geçtikten sonra ansızın Ölen kişiyi
günah işlemiş saymadıkları gibi, onu kusurlu davranmakla da itham etmezlerdi.
Hele bir de bu kişi, abdest almakla meşgul olmuş veya mescide gitmeye davranmış
ve yolda ölmüşse, bunun asi sayılması mümkün değildir. Üstelik, namazı
geciktirmesi de caiz görülmüştür. Kendisi için caiz olan bir şeyi yapan kişi
nasıl asi sayılabilir!
Denirse ki:
Geciktirmesi, sonucun
gerçekleşmesi (yani sonra yapılabileceğinden emin olması) şartıyla caizdir.
Deriz ki:
Bu muhaldir. Çünkü
sonuç o kişiye gizlidir. Mesela bize gelerek 'Akıbet bana gizlidir. Ancak
üzerimde bir günlük oruç borcu var ve ben bu orucu yarına geciktirmek
istiyorum. Akıbeti bilmiyor olmama rağmen tehir etmem bana helal midir yoksa
tehir sebebiyle asi mi olurum?' dese, elbette buna bir cevab verilecektir. Bu
durumda eğer ona asi olmayacağını söylersek, elinde olmayan Ölüm sebebiyle
niçin günahkar olsun! Eğer asi olacağını söylersek, bu da geniş zaman- [I, 71]
lı vâcib hususundaki icma'a aykırıdır. Eğer, 'Allah'ın ilminde senin yarından
önce öleceğin var ise, sen asi olursun. Yok eğer senin yarına kadar
yaşayacağın var ise orucu erteleyebilirsin' desek, o kişi bize 'Ben Allah'ın
ilminde olanı nereden bileyim! Siz, Allahın ilminde olanı bilmeyen kişi hakkındaki
fetvanızı söyleyin!' der. Bu durumda, ertelemenin helal veya haram olduğunu
kesin olarak belirtmek gerekir.
Denirse ki:
'Kişinin, uzun süreli
olarak tehir etmesi caiz oluyorsa ve geciktirme esnasında Öldüğünde asi
olmuyorsa vücub'un ne anlam* kalır!'.
Deriz ki:
Vücubun gerçekleşme
şekli şudur; terketmek caiz değildir; ancak, yerine getirmeye azmetmek
şartıyla tehir edilebilir. Tehire azmetmek de, ancak normal şartlarda hayatta
olabileceğine zannı galibi bulunan bir müddete kadar olursa caiz olur. Namazı,
bir andan başka bir ana ertelemek, orucu bir günden başka bir güne ertelemek
gibi. Bu ertelemeyi yaparken, her an ona zaman ayırma azminde olması gerekir.
Haccı bir seneden
diğerine ertelemeye gelince; ölüme yaklaşmış hasta, bir ay tehire veya zayıf
düşmüş yaşlı kişi birkaç sene tehire azmederse ve galip zannı o müddete kadar
yaşayamayacağı yönünde İse, bu süre zarfında Ölmeyip onu yapmaya muvaffak olsa
bile bu tehir sebebiyle asi olur. Bu kişi, zannının mucibine göre sorumludur.
Nitekim, tazir cezası uygulayan kişi ya da derideki yaraya operasyon yapan
kişi, büyük ihtimal leiıelak olacağını bildiği halde öldürücü bir darbe
vurduğunda, bu kişi kurtulsa bile vuran günahkar olur.
Bunun içindir ki, Ebu
Hanife, haccı tehir etmenin caiz olmadığını söylemiştir. Çünkü, bir başka
seneye kadar hayatta fcplmak bir galib zan değildir. Ama orucun ve zekatın bir
iki ay tehiri caizdir. Çünkü bu süre içinde ölüm ihtimali zayıftır.
Şâfıî ise, hasta ve
yaşlının olmasa bile, sağlıklı genç açısından ikinci senede hayatta kalmanın
zanna galib geldiği görüşündedir. Tazir cezasını uygulayan kişi, kendi zannınâ
göre selametli olanı yaptığında, kişi yine ölmüşse, tazminle sorumlu olur.
Fakat, bu sorumluluğu, günahkar olduğu için değil, zanntnda hata ettiği
içindir. Hata yapan, günahkar değil fakat sorumludur.
Mahiyetinin
anlaşılabilmesi için bu konunun İki kısımda incelenmesi uygundur:
a)Yazı
hususunda el, yürüme için ayak vb. gibi yapma kudreti mükellefe ait olmayan
şeyler vâciblik vasfını almazlar. Aksine bunların olmayışı, icaba engel olur.
Ancak, insanın güç dahilinde olmayan şeylerle sorumlu tutulabileceği (tek-lif-i
mâ lâ yutak) görüşünde olanlara göre bunların olmayışı icaba (vâcib kılmaya )
mani değildir. Devlet başkanının (imam) cuma namazında hazır bulunması, cuma
namazı için yeterli sayının sağlanması gibi şeyler de böyledir. Çünkü bunlar,
mükellefin elinde olmayan şeylerdir. Bu itibarla bunlar vücub ile vasıflanamaz
(yani cumanın vâcib olabilmesi içjn devlet başkanının bulunması ve yeterli sayının
olması ile mümkündür. Ancak1 bunları gerçekleştirmek, cuma namazı kılacak
mükellefin elinde olan -şeyler değildir. Bu yüzden bunları gerçekleştirmek
vâcibtir denemez.). Aksine, bunlar olmayınca, cumanın vücubu düşer.
b) Kulun
ihtiyarına ilişkin Olan şeyler.
Bunlar da 'serî şart'
ve /maddî (hissî) şart' olmak üzere ikiye ayrılır.
Şerl şart, -mesela
namaz için abdest gibi-, namazın vücubu ile birlikte vücub ile vasıflanır (yapf,
namaz kılması vâcib olduğunda, namazın gerçekleşme şartlarından olan abdest de
vâcib olur.). Çünkü namazın vâcib kılınması bir işi namaz haline getirecek
şeylerin de vâcib olması demektir.
Maddî şart ise, cuma
namazına koşmak, hacca yürümek ve menasikin ifa edileceği yerlere yürümek
gibidir. Bunların da vücub ile vasıflanması gerekir. Zira, Kabe'den ufakta
olan birinin hac yapmakla emredilmesi, kuşkusuz onun oraya yürünmesini de
emretmek anlamına gelir.
Aynı şekilde, yüzü
yıkamanın vâcib olması ve bunun ancak başındır kısmını yıkamakla mümkün olması,
orucun vâcib olması ve bunun sabahtan önce gecenin bir kısmından imsak ile
mümkün olması durumunda bunlar da vücub ile vasıflanır.
Diyoruz ki; vacibe ulaşmak
ancak kendisiyle gerçekleşebilen ve mükellefin fiili olan her şey vâcibtir. Bu
görüş, 'Vacibe, vâcib olmayan şey ile ulaşmak vâcİbtİr' dememizden daha
evlâdır. Çünkü 'vâcib olmayanı yapmak vâcibtir' sö- [^ 72] zümüz çelişiktir.
Fakat 'vâcib olmayan şey, vacibe dönüşebilir' sözümüzde bir Çelişki yoktur.
Çünkü o vâcibtir. Fakat, asıl, kendisi kasdedilmek suretiyle icab ile vâcib
olmuştur. Vesile, maksudun vâcib olması sebebiyle vâcib olmuştur. Vâcib
olmasının illeti, maksudun vâcib olma illetinden başka bile olsa, ne suretle
olursa olsun vâcib olmuştur.
Denirse ki:
Eğer vâcib olsaydı,
takdir edilmiş (mikdan belirlenmiş) olurdu. Başın yıkanması vâcib olan mikdan,
geceden imsak edilmesi gereken mikdar nedir?
Deriz ki:
Vâcib olan, bununla
vacibe ulaşmaktır. Bunun mikdan ise belli değildir. Aksine, başın meshedilmesi
vâcibtir. Bunun mikdarı belirtilmediği halde, kendisine mesh denilebilecek en
az mikdar bunun için yeterlidir. Aynı şekilde, vâcib, kendisiyle yüzün
yıkanması mümkün olan en az mikdardır. Bu şekildeki mikdar belirleme (takdir)
vücub hususunda yeterlidir.
Denirse ki:
Eğer vâcib olsaydı,
yapılmasına sevab, terked il meşine ceza verilirdi. Halbuki, abdesti terkeden
kişi, başı yıkamayı terkettiği için, hatta yüzü yıkamayı ter-kettiği için
cezalandırılmıyor; yine, orucu terkeden, geceden imsaki terketmesİne karşılık
olarak cezalandırılmıyor.
Deriz ki:
Bunu size kim haber
verdi ve siz, hac hususunda Kabe'ye uzak olanın sevabının, yakın olanın
sevabından fazla olamayacağını ve ulaşma yoluyla bile olsa, ameli çok olanın
sevabının fazla olmayacağını nereden anladınız!
Ceza meselesine
gelince; bu ceza, orucu ve abdesti terketmeye karşılık olarak verilmektedir.
Yoksa fiilin cüzlerine ayn ayrı dağıtılmamaktadır. Bu itibarla, cezayı, fiilin
bölümlerine izafe etmek anlamsızdır.
Denirse ki:
Kişinin, sadece yüzü
yıkamakla yetindiği düşünülürse bu kişi ceza görmez.
Deriz ki:
Bu doğrudur. Çünkü bu
aciz olana vâcibtir. Güç yetiren açısından böyle bir vücub söz konusu değildir.
Mesele: (Nikahlı
eşinin yabancı bir kadınla karışması)
Kimileri demiştir ki;
nikahlı eş, yabancı bir kadınla karışırsa, her ikisindende uzak durmak vacib
olur. Fakat, aslında haram olan, yabancı kadın olduğu halde ve nikahlı kadın
ise helal olduğu halde, bu nikahlı kadından da uzak durmak vaciptir.
Bu söz çelişiktir.
Aksine, haramlık ve helallik bu iki kadın için zatî vasıf olmayıp, fiile
ilişkindir. İkisi hakkında da cinsel ilişkide bulunma fiili haram olduktan
sonra, 'nikahlı ile cinsel ilişkide bulunmak helaldir; yabancı kadınla cinsel
ilişkide bulunmak haramdır1 demenin ne anlamı kalır! Tam tersine şöyle demek
uygundur; 'Bu iki kadınla cinsel ilişkide bulunmak haramdır; Bu haramlığtn
illeti birisi hakkında "yabancılık', diğeri hakkında ise 'yabancı kadınla
kanş-ma'dır. Burada ihtilaf hükümde değil, illettedir. Bunun vehimlerde meydana
gelişi ise, helallik ve haramlık vasfının, acziyet ve kudret; siyahlık ve
beyazlık vasfına ve maddî (hissî) vasıflara benzetilmesidir. Bu benzetme, bir
vehim ofup, biz buna işaret etmiştik. Zira, hükümler, kesinlikle, a'yan'ın
(şeylerin) vasıfları değildir. Tam tersine biz şöyle deriz;, bir süt
kızkardeş, bir beldenin kadınları ile karışmış bulunsa, ve kişi bu beldeden
bir kadınla evlense, evlendiği bu kadının Allanın ilminde kendi süt kız
kardeşi olma İhtimali bulunduğu halde, bu kadın kendisine helal olur. Biz, bu
kadının bu kişi için zevce olmadığını söyleyemeyiz. Zira zevce olmanın anlamı,
nikah yoluyla cinsel ilişki kurmanın helal olmasıdır. Bu kadınla cinsel
ilişkide bulunmak helal olduğuna göre, bu kadın hem kişi açısından hem de
Allah katında kendisine helaldir. Yine, bu kadının, Allah katında haram; kulun
zannı sebebiyle kendi katında helal olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü, kul onun
kendisine helal olduğunu zannettiğinde, kadın Allah katında da kendisine helal
olur. Bu konunun mahiyeti, müctehidlerin tasvibi meselesinde ele alınacak.
Diğer yandan, bir adam
iki hanımına hitapla 'İkinizden birisi boştur' dese, bu durumda, a) Bu iki
kadınla cinsel ilişkide bulunmanın helal olması ihtimal dahilindedir. Talak
vaki olmamıştır. Çünkü, tıpkı, iki kölesinden birini satması durumunda olduğu
gibi, talak için bir mahal belirlenmemiştir.
[I, 731 k) İki kadının
da haram olduğunu söylemek de ihtimal dahilindedir. Talakın mahallini tayin
etmek şart değildir. Fakat adamın sonradan bu tayini yapması gerekir. Fakihlerin
çoğunluğu bu görüşü benimsemişlerdir. Bu hususta, uyulacak olan şey, müetehidin
zannının gereğidir.
Bu meselede, tıpkı,
nikahlı kadının yabancı bir kadınla karışma meselesinde tevehhüm ettikleri
gibi, kadınlardan birinin helal, birinin haram olduğunu söyleyebilmek ise pek
mümkün gözükmemektedir. Çünkü karışma meselesindeki bilememe, ademoğluna
tayinden sonra arız olmuş bir bilememedir. Burada İse, bir belirlenme yoktur,
hatta Allah bile, bu boşamanın iki eşten birine ait olduğunu, muayyen olarak
değil, mutlak olarak bilmektedir. Bu noktada 'Bu adamın, eşlerinden hangisini
kastettiğini sonradan belirlemesi gerektiğine göre, Allah, adamın hangisini
belirleyeceğini bilir; dolayısıyla da, boşanmış olan ve kocaya haram olan kadın
Allanın ilminde muayyen olmuş olur. Bu sadece bizim için müş-kildir' şeklinde
bir itiraz ileri sürülecek olursa şöyle deriz; Allah şeyleri, oldukları hal
üzere, nasılsa Öyle, bilir. Mahalli belirlenmemiş olan talakı, belirlenmiş
olarak bilemez; lam tersine bunu, kocanın belirlemesi halinde 'belirlenebilir'
olarak bilir; Allah, kocanın mesela Zeyneb'i tayin edeceğini bilir ve talak,
adamın tayinde bulunması durumunda, adamın tayin etmesi ile taayyün eder, daha
Önce değil. Biz aynı şeyleri seçmeli vacib hakkında da söylüyoruz. Yani Allah,
kulun keffaret seçeneklerinden hangisini seçip yerine getireceğini bilir; bunu
muayyen (belirlenmiş) bir vacip olarak bilmez, halen belirlenmemiş bir vacib
olarak bilir. Yine Allah, belirlenmemiş bu vacibin, adam m belirlemesi ile
muayyen hale geleceğini de bilir. Bu görüşün delili şudur; şayet Allah, bu
adamın keffareti yerine getirmeden önce ve belirleme yapmadan önce Öleceğini
bilmiş olsaydı, durum ne olurdu? Demek ki Allah vücub ve talakı, olduğu
biçimde, yani belirlenmemiş olarak bilmektedir.
Başın meshedilmesi, rüku ve
secdede itminan ve ayakta durma süresi gibi, mikdarı için belirli bir ölçü
konmamış olan vâciblerde, vacibin en az mikdarı üzerine ziyade yapılması
durumunda, bu ziyade vücub ile vasıflanır mı (yani bu ziyadenin de vâcib olduğu
söylenebilir mi)? Mesela kişi, başının tamamını mes-hetse, bu fiili bütünüyle
vâcib olarak meydana gelmiş sayılır mı, yoksa, vâcib bunun en azı olup, geri
kalan mendup mu olur?
Kimi alimler, bunun
hepsinin vücub ile vasıflanabileceği görüşünü ileri sürmüştür. Çünkü hepsinin
emre nisbeti bir tektir. Emir de haddizatında bir tek emirdir ki, bu emir icab
emridir. Bunun (mesela meshetme işinin) bir kısmı diğerinden ayrılmaz. Öyle
ise hepsi emre uymaktır (imtisal).
En uygunu, en az
miktar üzerine yapılan ziyadenin mendub olduğunun söy-lenmesidir. Çünkü vâcib
olan, yalnızca, ismin örtüştuğü şeyin en azıdır. Bu husus, itminan, kıyam ve
müteakiben vaki olan şeylerde daha açıktır. Aynı şekilde, her ne kadar işaret
ve tayin yoluyla bir kısmı diğer kısmından ayrılamasa da, peş-peşe (müteakiben)
yapılan mesih ve bütünü içerisinden birlikte yapılan şeyler de böyledir. Her ne
kadar hangi kısmın vacib, hangi kısmın mendub olduğu işaretle belirlenemese de,
bunun en az miktarının vâcib, geri kalan kısmının ise mendup olduğunu söylemek
muhtemeldir. Çünkü en aza ziyade yapma, bedel şartı olmaksızın terkedilmesine
ceza verilecek bir iş değildir. Öyleyse, vacibin tanımı onda gerçekleşmez.
Vücub, tanımı
itibariyle, 'cevaz' ve 'ibâha'ya ay kındır. Bunun için biz vücubun neshedilmesi
durumunda geriye cevazın kalacağını zannedenlerin hatalı olduklarına
hükmedileceğim söyledik. Aksine, doğrusu şudur; vücub neshedilin-ce, iş
vücubtan önce ne durumdaysa (tahrîm, ibaha vs. gibi) yine o duruma döner ve
nesih sebebiyle, vücub sanki hiç olmamış gibi olur.
Denirse ki:
Her vâcib, 'caiz artı
ziyade (caiz ve üzeri)' demektir. Zira caiz, yapılmasına ceza verilmeyen
şeydir. Aynı şekilde vâcib de yapılmasına ceza verilmeyen şeydir. Ki bu cevaz
anlamına gelir. Buna göre, vücub, neshedildiğİnde, bu nesih ade-fl 741 ta'
vac'b'n 'terkine ikab verilen' kısmını düşürmüş olur ve geriye yapılmasına ceza
olmayan kısım kalır ki, bu da cevazın içeriğidir.
Deriz ki:
Sizin bu sözünüz, 'Her
vâcib, nedb artı ziyadedir. Vücub neshedilince geriye nedb kalır' demekten
farksızdır. Böyle diyen kimse de hiç olmamıştır. Bu söz ile sizinki arasında
hiç bir fark yoktur. Her ikisi de vehimdir. Aksine vâcib, cevaz anlamı
içermemektedir. Çünkü cevazın hakikati, yapma ve yapmama arasında muhayyer
bırakma ve ikisinin Şer'in eşitlemesiyle eşit olmasıdır. Bu anlam vâcibde
bulunmamaktadır. Bu meselenin burada zikredilmesi, nesh bahsinde zikredilmesinden
evladır. Çünkü burada neshin hakikati değil, vücub ve cevazın hakikati
incelenmektedir.
Vacibin, cevaz
anlamını içermediğini anladığın gibi, caizin emir anlamını içermediğini ve -daha
önce geçtiği üzere- her ikisinin tanımlarının birbirine zıd olması yüzünden
'mubahın emredilmiş olmadığını' da anla. Belhî[3] bu
konuda farklı düşünmektedir. Belhî der ki; mubah emredilmiştir. Fakat nedbden
daha aşağıdadır. Tıpkı nedbin emredilmiş olup, vâcibden daha aşağıda olması
gibi.
Belhî'nin bu görüşü
muhaldir. Çünkü emir; iktiza ve taleptir. Mubah ise mat-lub (istenen) olmayıp,
yapılmasına İzin verilen, yapılması serbest bırakılan şeydir. Emir lafzının
izin anlamında kullanılması ise mecazdır.
Denirse ki:
Haramı terketmek
vâcibtir. Asıl itibariyle mubah olan sükûn sayesinde, zina ve hırsızlık gibi
haram işler terkedilmiş olur. Yine asıl itibariyle mubah olan susma veya
konuşma ile küfür ve yalan terk edilmiş olur; küfür, yalan ve zinanın terkedilmesi
ise emredilmiştir.
Deriz ki:
Haram mendub ile de
terkedilebilir. Öyle ise, mendub da vâcib olsun. Bazan haram başka bir haram
ile de terkedilebilir. Öyleyse bir şey hem vâcib hem haram olsun! Bu
tenakuzdur. Hu, 'birşeyi emretmenin, o şeyin zıddını yasaklamak anlamında; bîr
şeyi yasaklamanın da, onun zıdlanndan birini emretmek anlamında olduğunu iddia
edenlerin görüşüne göre lazım gelir. Buna göre, eğer vâcib zekatın terkine yol
açıyorsa, namazın da haram olması gerekir. Çünkü bu, vacibin pıtlarından
biridir. Bütün bunlar bu görüş sahihlerinin sözleri üzerine yapılan kıyasın
sonucudur; fakat kendileri bunların öyle olduğu görüşünde değildirler.
Denirse ki:
Mubah teklif altına
girer mi ve mubah tekliflerden biri midir?
Deriz ki:
Eğer teklif, yapılmasında
külfet bulunan bir şeyi istemekten ibaret ise, bu anlam mübajıta yoktur. Eğer
mubah ile serbest (ıtlak) bırakıldığı ve İzin verildiği Şer' tarafından bilinen
şeyler kastedilirse bu takdirde mubah da bir teklif olur. Eğer mubah ile,
Şer'den olduğuna inanmakla mükellef tutulan şey kastediliyorsa, bu da teklif
edilmiş demektir. Fakat bu teklif, i bahan m kendisi ile değil, aksine imanın
aslı iledir. Üstâd Ebû İshâk [4]bu son
tevilden hareketle mubahı da teklif olarak isimlendirmiştir. Her ne kadar bu
tartışma lafzî bir tartışma ise de, bu görüş uzaktır.
Denirse ki:
Mubah güzel midir?
Deriz ki:
Eğer güzel, failinin
yapma yetkisi olan şeyden ibaret ise mubah güzeldir. Eğer güzel, faili
yüceltilmek ve övülmek suretiyle emredilen şeyden veya failinin övgüye hak kazandığına
inanmanın vâcib olduğu şeyden ibaret ise ve çirkin failinin zem ve ikabı hak
ettiğine inanmanın gerektiği şeyden ibaret ise, mubah güzel değildir. Burada
'hak etmeye İnanma' sözü ile peygamberlerin günahlarından kaçındık (yani
onların günahlarını böyle vasıflamaktan kaçındık) Peygamberlerden masiyetİn
vuku bulduğunu gösteren deliller vardır. Fakat onların hakir görülmesi ve
kınanması emredilmemiştir. Fakat biz onların da buna hak kazandıklarına inanırız.
Bununla birlikte onları tazim etmek ve Övmekle emrolunmamız itibariyle Allah
hak ettikleri şeyi onlardan ıskat etme fazlında bulunmuştur.
[I, 75]
Mubah Şer'dendir
(mubah şer'i hükümlerden biridir)'
Mutezileden bazısı
mubahın Şer'den olmadığı görüşüne sahip olmuştur. Zira mubah, yapma ve yapmama
sıkıntısını kaldırmak anlamını taşır. Bu da Sem'dcn önce sabittir. Şer'in bir
şeyi mubah kılması ise, o şeyin hükmünü hiç değiştirmeden Sem'in varid
olmasından önce nasıl ise, o hal üzere bırakması anlamını taşır.
Harami iğ ı ve
vâciblıği sabit olmayan her şey, 'aslî nefy' üzere kalır ve ona 'mubah' adı
verilir.
Bu konu derinliği ve
inceliği olan bir konudur. Bu konuya açıklık getirmek için şunlar söylenebilir:
Fiiller üç kısımdır:
a) Asıl
üzere kalan fiil: Şer' bu fiili hiç söz konusu etmemiştir; ne sarih lafızla ne
de Sem'in delillerinden biriyle. Bu fiil hakkında, 'önceki hali sürüp gelmiş ve
Sem' ona hiç temas etmemiştir; dolayısıyla bu fiil hakkında hiç bir hüküm
yoktur' denilmesi gerekir.
b) Şer'in,
'dilerseniz yapın dilerseniz yapmayın' diyerek yapilıp-yapılmama-sı konusunda
muhayyer bıraktığı fiil: Şer'in 'dilerseniz yapm-dilersenii yapmayın* demesi
bir hitaptır; hükmün de zaten hitaptan başka anlamı yoktur. Böyle bir hitab
varid olduğuna göre, bunu inkar etmek mümkün değildir.
c)Hakkında
hitab tahyir yoluyla varid olmayan fakat Sem' delilinin (deli-lu's-sem'),
yapılmasında ve tcrkedilmcsinde bir sakınca (harec) olmadığına delalet ettiği
fiil: Bu fiil Sem' delili ile bilinmiştir. Şayet bu delil olmasaydı, bu fiili
işleyen kişiden sakıncanın kaldırıldığı ve bu fiilin aslî nefy üzere kaldığı
'akıl delili (delilu'1-akl)' ile bilinirdi.
Bu üçüncü fiil,
incelemeye ve tartışmaya açıktır. Zira bu fiilde akıl ve sem' delili bir araya
gelmiştir. Diğer iki kısım da, aynı şekilde, inceleme ve tartışmaya açıktır.
Zira şöyle denilmesi mümkündür; Şari'in 'istersen kalk, istersen otur1 demesi
yeni bir hüküm getirmek (tecdîd~i hükm) değil, aksine, önceki hükmü aynen bırakma'dır
(takrir). Hükmün takriri ise, durumunu değiştirmeyerek onu bulunduğu hal üzere
bırakmak demektir. O halde bu, Şer' ile ortaya çıkan bir şey değildir;
dolayısıyla şer'î de değildir.
Diğer kışıma, yani
hakkında hitap ve delil varid olmayan fiile gelince; bunun şöyle denilerek
inkar edilmesi mümkündür: Sem', hakkında yapma talebi ve ter-ketme talebj varid
olmayan hususlarda (fıilerde) mükellefin muhayyer olduğuna delalet etmiştir. Bu
ise, genel olarak, sonsuz sayıdaki fiiller hakkında bir delildir. Buna göre,
Şer'in delalet etmediği hiç bir fiil kalmaz ve dolayısıyla bu fiillerin
mübahlığt şer'î olur. Aksi takdirde, Şer'in bir şeyi mubah kılmasının
değiştirme (tağyîr) değil, aynen bırakma (takrir) olduğu; takrir varken, artık
yeni bir hükümden (teedîd) bahsedilemeyeceği; aksine, takririn, bu konuda yeni
bir hüküm getirilmediğini beyan etmek, hatta yeni bir hükme hiç değinmemek
demek olduğu ileri sürülerek karşı çıkılahilir. Bu konunun tahkiki nefyedene
karşı delil ikamesi meselesinde gelecek.
Her ne kadar, mubah
emredilmiş değilse de, mendûb emredilmiştir- Çünkü emir iktiza ve taleptir;
mubah ise mukteza değildir. Mendub muktezadır; fakat mendub, terkedeninden
kınama düşürülmüş bir muktezadır. Aynı şekilde vâcib de muktezadır. Fakat vâcib
mutlak olarak terkedilmesi veya bedeli ile birlikte terkedilmesi durumunda
terkedenİ kınanan bir muktezadır.
Mendubun emir kapsamına
dahil olmadığını ileri sürenler olmuştur. Bu görüş iki yönden fasiddir.
a)Alimlerin
lisanında emrin, 'vaciplik gerektiren emir (emr-i îcâb)' ve 'müstahaplık
gerektiren emir (emr-i istihbâb)' olmak üzere ikiye ayrılması yaygındır.
Halbuki emir sıygası bazan bir işin mübahliğını göstermek amacıyla kullanılmakla
beraber, emrin, 'mübahlık bildiren emir (emr-i ibâha)' ve *(emr-i îcâb)' diye
ikiye ayrılması yaygın değildir. Mesela "İhramdan çıktığınızda avlanın"
{Mâide, 2} ayetinde ve "Namaz bittiğinde yer yüzüne dağılın" {Cuma,
10} [I, 76] ayetinde emir sıygası ibaha
ifade etmek için kullanılmıştır.
b) Mendubun
işlenmesi, ittifakla, 'tâat'tİr; fakat murad edilmiş olması sebebiyle tâat
değildir. Çünkü bize göre emir İradeden farklıdır. Yine mendûb'u işlemek,
mendubun mevcud veya hadis olması sebebiyle olmadığı gibi, bizatihi veya
kendisinin bir vasfı sebebiyle de tâat değildir. Zira bütün bunlar mubah şeyler
için de söz konusudur. Yine mendûb, yapılmasına sevab verilmesi sebebiyle de
taat değildir. Çünkü emre muhatab olan kişi, sevab veya ceza almasa da, emre
uyduğunda itaat etmiş (mutî1) olur. Sevab ise, ancak taate teşvik içindir.
Üstelik belki küfüj sebebiyle taatmın sevabı boşa gidebilir; fakat kişi,
itaatkar olmaktan çıkmış olmaz.
Denirse ki:
Emir, beraberinde
tahyir bulunmayan, kesin iktizadan ibarettir. Nedb ise, terk etmenin caizliği
ve yapıp yapmama hususunda serbestlik (tahyîr) ile birliktedir. Sizin 'Bu
itaatkâr (mutî') olarak adlandırılır' sözünüzün mukabili 'Şayet ter-kedecek
olursa karşı gelmiş (âsî) olarak adlandırılmaz' sözüdür.
Deriz ki:
Nedb, kendisinde
tahyîr bulunmayan kesin iktizadır. Çünkü tahyir eşitlemeden ibarettir. Yapma
yönü kendisine sevab bağlanmak suretiyle ağır basarsa eşitleme ve tahyir
kalkar. Nitekim Allah Teâlâ muharremat konusunda "Dileyen inansın dileyen
inkar etsin" (Kehf, 18/29} demiştir. Emrin, kesin bir iktiza oluşunu,
Şer'in kendisi için mükelleften bir şey taleb etmesi anlamında değerlendirmek
doğru değildir. Aksine Şer', mükelleften kendi iyiliği için olan şeyi istiyor.
Allah Teâlâ kullarından kendi iyiliklerine olan şeyleri iktiza eder ve onların
için küfre razı olmaz. Aynı şekilde Allah Teâlâ 'Yapma ve yapmama bana izafetle
eşittir. Fakat senin açından böyle bir eşitlik ve serbestlik yoktur. Çünkü bunu
(mendubu) terketmen demek, kendi iyiliğini ve sevabını terketmen demektir' diyerek
sevaba nail olsunlar diye nedb'i iktiza edebilir. Öyleyse nedb kesin iktizadır.
Sizin 'Bu kişi asi
olarak isimlendirilmez' şeklindeki sözünüze gelince, bunun sebebi, isyanın bir
kınama ismi olması ve kınamanın da bu kişiden düşürülmüş olmasıdır. Evet nedbi
terkeden 'aykırı davranan (muhalif) ve emre imtisal etmeyen' olarak; nedbi
işleyen de 'muvafık ve mümtesiF olarak adlandırılır.
Haramın, vacibin zıddı
olduğunu anladıysan, -çünkü haram terki iktiza edilen, vâcib de yapılması
iktiza edilendir- bir şeyin hem vâcib hem haram; hem tâat hem masiyet olmasının
imkansız olduğu artık sana kapalı kalmaz. Fakat bazan, sana 'bir'in hakikati
kapalı kalabilir. Bir (vâhid), 'nevi (tür) itibariyle bir' ve 'sayı itibariyle
bir' olmak üzere iki kısma ayrılır.
Tür itibariyle bir,
msl. secde gibi fiillerdir. Çünkü secde, bir fiil türüdür. Dolayısıyla vâcib
ve haram kısımlarına ayrılması mümkündür. Secdenin kısımlara ayrılması,
vasıflara ve -Allah'a secde etmek, puta secde etmek gibi- izafetlere göredir.
Zira bu iki secdeden biri vâcib, diğeri haramdır ve bunda hiç bir çelişki
yoktur.
Mutezileden bazısı,
bunun bir çelişki olduğunu ileri sürmüştür. Şöyle ki; secde emredilmiş bir tek
türdür. Dolayısıyla secdenin yasaklanması mümkün de-ğüdir. Aksine, puta secde
eden, bizzat secde etmesi sebebiyle değil, putu ta'zim kasdı sebebiyle asi
olmuştur.
Mutezilenin bu
anlayışı, fahiş bir hatadır. Çünkü, emir ve nehyin ilişkin olduğu noktalar
farklı olursa, tenakuz söz konusu olmaz. Puta secde etmek Allah'a secde
etmekten farklıdır. Çünkü, izafetlerin ve sıfatların değişmesi, başkalaşmayı
gerektirir. Zira şey, kendi nefsinden başka olamaz. Başkalaşma (muğayeret), bazan
türün değişmesi, bazan vasfın değişmesi, bazan da izafetin değişmesiyle olur.
Nitekim Allah Teâlâ "Güneşe ve aya secde etmeyin. Allah'a secde edin"
{Fussi-let, 41/37} demiştir. Burada emredilen şey (secde), aynı zamanda
yasaklanan şeydir. Güneşe secde edenin, hem bizzat secde, hem de kasıt
sebebiyle asi oldu-[I, 77] Su hususunda
icma vardır.
Onların 'secde bir tek
türdür' sözleri, bu türün, amaçları farklı kısımlara ayrılması yanında, bir
şey ifade etmez. Zira bu secdenin amacı, Allah'ı tazim değil, putu tazimdir.
Fiilin yönlerinin değişmesi, çelişkiyi kaldıran başkalığın (gayriyet) meydana
gelmesi hususunda, bizzat fiilin değişmesi gibidir. Çünkü çelişki, ancak,
bir'e izafetle olur; başkalık (muğayeret) varken de birlik yoktur.
'Tür itibariyle bir'
hususunda zikrettiklerimiz açıktır. Zeyd'in, Amr'den gas-bettiği evde kıldığı
namaz gibi, 'tayin (belirleme) itibariyle bir'e gelince; 2£yd'in namaz
esnasındaki hareketi, bizatihi bir fiil olup, Zeyd'in müktesebi ve kudretinin
müteallakıdır.
Tür itibarıyla bir
konusundaki görüşleri kabul edenler, bu konuda anlaşmazlığa düşmüşler ve 'Bu
namaz sahih olmaz. Zira, bu namazın sahih olduğunu söylemek, muayyen bir
fiilin hem haram hem de vâcib olması sonucuna götürür ki, bu çelişkilidir'
demişlerdir.
Onlara, bu görüşün,
selef icmaına aykırı olduğu; çünkü selefin, tevbe etmeleri durumunda
zalimlere, -birçok kez vuku bulmuş olduğu hafde- gasbedilmiş evlerde kıldıkları
namazları kaza etmelerini emretmedikleri gibi, zalimlere, gas-bedümiş
arazilerde namaz kılmayı yasaklamadıkları söylenmiştir. Buna cevap vermek Kadı
Ebu Bekr'e müşkil gelmiş ve şöyle diyebilmiştir: 'Vücubun, bu namaz ile (bihâ)
değil, bunun yapıldığı anda (indehâ), sakıt olacağı icmâ delili ile sabittir.
Dolayısıyla bu namaz, vâcib olarak vaki olmaz. Çünkü vâcib, yapılmasına sevab
verilen şeydir; cezalandırılacağı şeye karşılık kişi nasıl sevab alabilir! Bu
kişinin fiili bir olup, o da gasbedilmiş evde olmaktır. Bu kişinin secdeleri ve
rükuu, ihtiyarî oluşlardır ve kişi bunlardan yasaklanmış ve buna karşılık
olarak cezayı hak etmiştir. Tabiatına kelam ilmi hakim olmuş herkes, şu
noktadan hareketle bu görüşün kesinliğine hükmetmişlerdir; gasbedilmiş evde
namaz kılan kişinin bütün hallerdeki oluşları bir tektir. Bu kişiden meydana
ge!en ise, ancak ve ancak karşılığında ceza göreceği ve yapmak suretiyle asi
olduğu bu oluşlardır. Bir kimse, cezalandırılacağı bir şey ile aynı zamanda,
nasıl takarrüb etmiş olabilir; asi olduğu bir şey İle nasıl mutî' olabilir!
Bu görüş bize göre
kabul edilebilecek bir görüş değildir. Aksine biz diyoruz ki; fiil, kendi
nefsinde bir bile olsa, o fiil bir yönden 'matlub', diğer yönden 'mekruh'
olabilir. İmkansız olan, fiilin bizzat mekruh görüldüğü yönden matlub
olmasıdır. Söz konusu kişinin fiili, namaz olması yönünden matlub; gasb olması
yönünden mekruhtur. Gasb, namaz olmaksızın anlaşılabilir. Bu İki yön, bir
fiilde bir araya gelmiştir. Emir ve nehyin müteaUakı bu iki farklı yöndür. Aynı
şekilde, efendinin, kölesine 'Bugün bin rekat namaz kıl! Şu elbiseyi dik! Şu
eve de girme! Eğer nehyi irtikab edersen seni döverim. Eğer emre uyarsan seni
azad ederim' demesi makuldür. Kölenin elbiseyi evde dikmesi, bin rekat namazı
da evde kılması durumunda, efendinin, 'Köle, elbiseyi dikmek ve namazı kılmak
suretiyle ilaal etti; eve girmek sureliyle de isyan cıti' diyerek köleyi hem
dövmesi ve hem de azat etmesi güzeldir.
İşte yukarıda söz
konusu edilen mesele ile bunun arasında hiç bir fark yoktur. Fiil, her ne
kadar tek ise de, biri istenen, diğeri kerih görülen iki farklı durumu içine
almışiir. Mesela, deJip kafire geçecek şekilde müslümana veya delip müslümana
geçecek şekilde kafire bir ok fırlatsa, bu kişi hem sevab hem ceia [I 78] a'ır;
nem kafirin seleb'ini [5] alır ve hem müslüman karşılığında kısasen
öldürülür. Çünkü bu kişinin bir fiilî, iki farklı hususu içine almıştır.
Denirse ki:
Yasaklanan şeyin
işlenmesi, ibadetin şartını ihlal ediyorsa, ittifakla, ibadeti bozmuş olur.
Namaz ile tekarrüb niyeti bir şarttır; masiyet olan bir şey ile tekar-rübe
niyet etmek ise muhaldir; bu durumda tekarrübe nasıl niyet edebilir!
Cevap:
Buna bir kaç yönden
cevap verilebilir;
a)Eğer, bu namazın
(gasbedilmİş yerde kılınan namaz) sahih olduğu konusunda icma var ise, bu icma
sebebiyle zaruri olarak bilinir ki; tekarrüb niyeti şart değildir veya bu namaz
ile tekarrübe niyet etmek mümkündür. Ebû Hâşim,[6] ve bu
namazın sıhhati konusunda muhalif olanlar, ümmetin, (gasbedilmiş yerlerde namaz
kılan) zalimleri, sayıca çok olmalarına rağmen, namazları kaza etmekle mükellef
tutmayı terk hususundaki icma'ı ile geçilmişlerdir. (Yani daha önce gasbedilmiş
yerlerdeki namazların sahih olacağında icma olduğu için, bunların sözleri
icmaa aykırı düşmüş ve dolayısıyla geçersiz olmuştur.) Alimler, farziyet niyetinin
şart koşulmasında ve Allah'a izafe niyetinin şart koşulmasında ihtilaf edip,
kimileri, sadece öğle veya ikindiye niyet edilmesi gerektiğini söylemişken, -ki
bu nokta içtihada açıktır-, kimileri ise, namazın, vaktin sonunda vâcib olduğunu;
çocuk vaktin evvelinde namaz kılıp, vaktin sonunda buluğa erse, her ne kadar
vaktin ortasında, henüz hakkında farziyet tahakkuk etmemişken baliğ olmuşsa
da, kıldığı namazın yeterli olacağını ileri sürmüşken, tekarrüb niyetinin
•düşeceği nasıl inkar edilebilir!
Burada, namaza niyet
eden kişinin, yaptığı niyet'in, kurbet'i de içerdiği söylenecek olursa, deriz
ki; tekarrüb niyeti imkansız olduğu halde, namaz icma ile sahih oluyorsa, bu
niyet İlga edilir ve şöyle demek sahih olur; tekarrüb niyeti, namazın zikir ve
kıraat gibi -malı gasbedilen kişinin hakkına zarar vermeyen- bazı cüzlerine
taalluk etmiştir. Oluşlar (ekvân) da zaten, evin menfaatlerini içine alan
şeylerdir. Diğer taraftan, ileride geleceği üzere, Mutezile'ye göre, emre
muhatap olan kişi, emre uyup yerine getirmeden önce, kendisinin emredilen
olduğunu ve ibadetin vâcib olduğunu bilemez. Yukarıdaki sözleri, bu görüşle
nasıl bir araya gelebilir! Nasıl olur da, emredilen kişi, vücubunu bilmediği
halde, vâcib ile ta-karrübe niyet eder!
b) Daha
sahih olan ikinci cevap şudur:
Bu kişi, namaz ile
tekarrübe niyet eder ve gasb sebebiyle asi olur. Biz bunların birbirinden nasıl
ayrıldığını açıklamıştık. Bunun içindir ki, namaz kılan kişi, her ne kadar
gasbedilmiş evde bulunuyorsa da, kendi nefsinde, namaz ile tekar-rüb niyetini
bulur. Çünkü, bu kişi hiç bir şey yapmaksızın dursa da, kudretini kullanmaması
ve uyuması halinde de gasıb olur. Ancak bu kişi, fiilleri sebebiyle tekarrüb
eder ve bu fiiller, onun gasıb sayılması İçin şart değildir.
Bu noktada, bu
kişinin, oturma ve kalkma durumunda da, kendi fiili sebebiyle 'ğâsıb
(gaspeden)' olduğu; namaz kılarken de bu fiilleri yaptığı ve bu fiillerle
tekarrübde bulunduğu; dolayısıyla da bu kişinin, masiyet işlemiş olduğu fiille,
aynı zamanda tekarrübde bulunmuş olduğu söylenecek olursa, biz de şöyle deriz;
bu kişi, tıpkı, elbise dikme örneğinde belirttiğimiz gibi, evin menfaatlerini
elinde toplaması itibariyle 'gâsıb', namazın şeklini gerçekleştirmesi
itibariyle de 'müte-karrib'dir. Zira, bu kişinin, namaz kılıyor olduğu
bilinmediği halde, gâsıb olduğu düşünülebilir; gasıb olduğu bilinmezken de
namaz kılıyor olduğu düşünülebilir. Fiilin kendisi, her ne kadar bir tek ise
de, bu iki husus iki ayrı yöndür.
c) Üçüncü
cevab:
Deriz ki; siz hangi
gerekçeyle, Kadı Ebu Bekr'in icma delilinden hareketle söylediği 'farz, namaz
ile değil, onun ifası anında (indehâ) düşer' sözüne karşı çıkıyorsunuz! O, bu
sözüyle, gasbm, masiyet oluşunu kabul etmektedir. Fakat, emir, -emredilenin
yapılması durumunda- iczâ'ya {yerine getirme) delalet etmediği gibi; nehiy de
adem-i icza'ya delalet etmez. Aksine icza başka bir delilden alınır. -Bu konu
aşağıda gelecek-.
Denirse ki:
Bu mesele içtihadı
midir yoksa katt midir?
Deriz ki:
rj 791
Bu mesele kat'îdir ve
bu meselede isabet edip doğruyu tutturan tektir. Çünkü, gasbedilmiş evde kılman
namazı sahih kabul edenler bunu icmâ'dan almıştır ki, icma kesindir. Bu namazı
batıl sayanlar ise, kurbet ve masiyet arasındaki çelişkiden yola çıkmışlar ve
akıl delili ile bunun muhal olduğunu iddia etmişlerdir. Demek ki mesele kat'îdir.
Denirse ki:
Siz bu mesele hakkında
icma bulunduğunu İddia ediyorsunuz. Halbuki Ah-med b. Hanbel, bu namazın ve
cuma günü nida vakti yapılan satım da dahil olmak üzere, yasaklanmış bütün
satımların batıl olduğu görüşündedir. Siz ona karşı icma ile nasıl ihticac
edebiliyorsunuz?
Deriz ki:
tema, ona karşı da
hüccettir. Zira biz biliyoruz ki, zalim idareciler, -vukuu çok olmakla
birlikte-, namazlarını kaza etmekle emrolunmadılar. Eğer namazlarını kaza
etmekle emrolunsalardı, bu yayılırdı. Eğer (Ahmed), bunu inkar ederse, bundan
daha açık olan husustan da inkar etmesi gerekir. Yani, eğer bunu inkar ederse,
ona göre, üzerinde bir dirhemden daha az zulüm bulunan kocaya, karısının helal
olmaması; bu kişinin yaptığı satım akitlerinin, kıldığı namazların ve diğer
tasarruflarının sahih olmaması; bu durumda olan birinin evlenip cinsel ilişkide
bulunduğu karının önceki kocaya helal olmaması gerekir. Çünkü bu kişi, zulmü
kaldırmayı terketmesi sebebiyle asi olmuştur. Zulmü de, evlenmesi, satması,
namaz kılması ve tasarrufları ile ancak terketmiştir. Bu anlayış, kadınların
çoğunun haram olmasına ve mülklerin çoğunun elden gitmesine yol açar ki, bu da
kesinlikle icma'yı yıkmak demektir. Icma'yı yıkmaya da hiç bir yol yoktur.
Haram ile vâcib
birbirine zıt olduğu gibi, mekruh ve vâcib de birbirine zıttır. Bir şeyin hem
emredilmiş, hem mekruh olmaması için, mekruh emrin altına dahil değildir. Ancak
eğer mekruhluk (kerahiyet), msl. hamamda, deve yatağında ve vadinin ortasında
namaz kılmak gibi, emredilen şeyin özüyle ilgili olmayıp, onun dışındaki bir
şeye yönelik ise, bu takdirde mekruh emrin altına dahil olabilir veya bu
takdirde bir şey hem emredilmiş hem mekruh olabilir. Vadinin içinde namaz kılma
durumunda mekruh olan şey, sel tehlikesine maruz kalmak; hamamda namaz kılma
durumunda mekruh, üzerine su sıçramasına veya şeytanların üşüşmesine maruz
kalmak; deve yatağında namaz kılma durumundaki mekruh ise, develerin
saldırısına maruz kalmaktır. Bunların hepsi de, namazda kalbi meşgul eden
şeylerdendir. Belki de bunlar, kerahetin, emredilenin mahiyetinden,
şartlarından ve rükünlerinden hariç olduğu için, emredilene değil de emredilene
komşu olan ve emredilenle birlikte bulunan bir şeye raci kılınmasının zarar
vermemesi itibariyle, huşu'u bozmaktadırlar. Bu durumda, emir ve kerahet bir
araya gelmiş olmaz. Allah Teâlânın "Beyt-i Atîk'i tavaf etsinler"
{Hâc, 22/29} sözü, tavaf etmesi zaten yasaklanmış olan abdestsizin tavafını
içine almaz. Çünkü yasaklanan şey, emredilmiş olamaz. Gasbedilmiş evde namaz
kılma meselesinde, yasaklanan husus, emredilenden ayrılmıştır. Çünkü, emredilen
şey, namaz; yasaklanan ise, gasbdır ve gasb, emredilmiş olan namaza mücavir
durumdadır.
Gasbedilmiş evde
kılınan namızın sahih olduğunda ittifak edenlere göre ne-hiy (yasaklama) üçe
ayrılır;
a)Yasaklanan
şeyin zatına raci olan ve vücubuyla tezad teşkil eden nehiy,
b)Yasaklanan
şeyin zatının dışında bir şeye raci olan ve vücubuyla tezat teşkil etmeyen
nehiy,
c)Yasaklanan
şeyin, aslına değil vasfına raci olan nehıy.
Bunlar üçüncü kısım nehiy
konusunda ihtilaf etmişlerdir, tik iki kısım neh-yin misalleri açıktır. Üçüncü
kısmın misali ise, tavafı vâcib kılıp, onu hades (ab-destsizlik) ile
gerçekleştirmeyi yasaklamak veya orucu emredip, onun kurban bayramında
yapılmasını yasaklamaktır. Şöyle denilir: Oruç, oruç olması itibariyle meşru
ve matlubtur; Kurban bayramı gününde tutulması itibariyle ise gayri meşrudur.
Yine tavaf, Allah'ın "Beyt-i atiki tavaf etsinler" {Hacc, 22/29} sözüyle
meşru kılınmış, fakat tavafın abdestsiz iken yapılması kerih görülmüştür. Satım
(bey1), satım olması itibariyle meşru; fakat satımın fasid şart ile veya ribevî
mal- [I, 80] larda bedelde fazlalık ile birlikte olması mekruhtur. Talak
(Boşama), boşama olması itibariyle meşru; fakat hayız durumunda yapılması
itibariyle mekruhtur. Çocuk sahibi olmak için cinsel ilişkide bulunmak, cinsel
ilişki olması bakımından meşru; fakat bunun nikahlı kandan başka birinde
yapılması mekruhtur. Yolculuk (sefer), yolculuk olması bakımından meşru; fakat,
efendiden kaçmanın amaçlanması itibariyle gayr-i meşrudur.
İşle Ebû Hanîfe,
bunları üçüncü bir kısım olarak değerlendirmiş ve bunun aslın ortadan
kalkmasını (intifa) gerektirmeyeceğini, fakat, vasfın fesadını gerektireceğini
iddia etmiştir. Çünkü burada nehiy, asıl'a değil vasfa racidir.
Şafiî ise, bunu üçüncü
bir kısım yapmayarak, aslın kerahatine ilhak etmiştir. Şafiî, hayız durumunda
yapılan talakı geçerli (nafiz) sayması itibariyle, buradaki nehyi, boşamanın
aslından ve vasfından alıp, 'iddeti uzatmaya' veya çocuktan şüphe edilmesi
halinde 'pişmanlık duyma'ya raci kılmıştır.
Ebu Hanife ise,
abdestsizin namazını batıl saymış; fakat tavafını batıl saymamıştır. Abdestin
namazda şart olduğuna dair Özel bir delilin bulunduğunu zannetmiştir. Bu delil
de, Hz. Peygamberin, "Namaz ancak, abdest iledir"[7] sözüdür.
Bu hadis, Ebu Hanife'ye göre, 'nehy' değil, *nefy'dir.
Bu meselede ele
alınması gereken iki husus vardır: Birincisi; mutlak nehy in lafız yönünden
mucebi hakkında olup, sıyganın muktezası ile ilgilidir. Bu husus lügavi bir
bahis olup, biz bunu 'Emir ve Nehiy' bölümünde ele alacağız. İkincisi ise; bu
vasıfların zıtlığı ve söyleyenden açık belirtme (tasrih) vaki olunca, bir araya
gelmeleri düşünülebiten ve düşünülemeyen şeyler hakkındadır.
Efendinin kölesine;
'Ben sana dikiş dikmeni emrediyorum ve onu sana yasaklıyorum' demesi makul
müdür? Kuşkusuz böyle demesi makul değildir. Çünkü bu durumda, bir şey hem
'matlub' hem 'mekruh' olmaktadır. Ancak efendinin 'senden dikiş dikmeni
İstiyorum' ve nehiy hususunda dikişe değinmeksizin, *şu eve girmeni ve orada
bulunmanı kerih görüyorum' demesi makuldür. Köle elbiseyi o evde dikse,
efendinin istediğini ve istemediğini birlikte yapmış olur. Efendi, 'Elbise
dikmeni istiyorum ve fakat onu zeval vaktinde yapmanı yasaklıyorum' dese, köle
de elbiseyi zeval vaktinde dikse, bu durumda, köle hem matlubu, hem mekruh'u
yapmış mı olur? İşte incelenmesi gereken nokta burasıdır. Doğrusu, kölenin
matlubu ifa etmiş olmasıdır. Mekruh, zeval vaktinde vaki olan dikmedir yoksa
ki dikmenin matlub olarak kalmasıyla birlikte, zeval vaktinde vukuu değildir.
Zira, vakitte vuku, vaki olandan ayrı bir şey değildir.
Denirse ki:
Deve yatağı, vadinin
ortası gibi yedi yerde vaki olan namaz sahih olmadığı halde, kerahat
vakitlerinde kılınan namaz niçin sahih olmuştur? Bu ikisiyle, kurban bayramı
oruç tutmanın yasaklanması arasında ne fark vardır?
Deriz ki:
Bu namazları sahih
sayan kişinin, nehyi namazın aslından ve vasfından alıp, bu ikisi dışında bir
şeye raci kılması gerekir. Bu konudaki nehyin, bizzat namaz kılma olma
itibariyle namaz kılmadan nehiy mi, yoksa ona bitişik başka bir seti, 81]
bebten dolayı olan bir nehiy mi olduğu hususunda tereddüt ettikleri için,
alimler mekruh vakitlerde kılınan namazların sıhhatinde ihtilaf etmişlerdir.
Kurban bayramı günü
oruç tutmaya gelince; Şafii, burada nehyin, orucun aslından ve vasfından başka
bir şeye raci kılınması açık olmadığı için, bu orucun butlanına kesinlikle
hükmetmiş ve onların 'Kurban bayramı günü oruç tutma, yeme davetine icabeti
terk yüzünden yasaklanmıştır' sözlerini kabul etmemiştir. Çünkü, yeme oruç
tutmanın zıddıdır. Bir kişiye nasıl olur da aynı anda hem 'ye (yani davete
icabet et)' ve hem de 'yeme (yani oruç tut)' denilebilir. Bu meselelerin
tafsili usülcünün görevi olmayıp, füru konularında ietihad edenlerin incelemesine
bırakılmıştır. Usülcünün görevi, sadece, bu kısımları üçe indirgemek ve tezad
ve adem-i tezad hususunda bunların hükümlerini açıklamaktır. Tek tek meseleleri
inceleyip, onlann hangi kısma dahil olduğunu belirlemek ise müetehide aittir.
Bu husus, bazan kesin bir delille bazan zan ile bilinir. Bunların hiçbirisi
usülcünün görevi değildir.
Bu konudaki inceleme,
mutlak nehyin bu kısımlardan hangisini gerektirdiği ve mutlak nehyin,
yasaklanan şeyin, îizatihi veya ligayrihi veya li-sıfatihi mekruh olmasını
gerektirdiği gibi konuların açıklanmasıyla tamamlanacaktır. Bu açıklama ilerde
gelecek.
Bu konuda usulcüler
ihtilaf etmişlerdir. Meselenin iki yönü vardır:
a)Bu
yönlerden birincisi, sıyga'ya ilişkin olup, em'rin bir sıygası olmadığı
görüşünde olanlar açısından tutarlı ve uygun değildir. Emrin bir sıygası olduğu
görüşünde olanlara göre ise, 'kalk!' sözünün, 'oturma!' sözündan başka
olduğunda şüphe yoktur. Bu iki söz, değişik iki biçimdir. Öyleyse, bu görüşte
olanlar, an-lam'a başvurmak durumundadırlar. Bu anlam da şudur; 'kalk!' sözünün
iki mefhumu vardır: Biri 'kalkmanın istenmesi', diğeri 'oturmanın
terkedilmesi'dir. Buna göre 'kalk' sözü iki anlama delalet etmektedir. Bu
sözden anlaşılan iki anlam ya bir ve aynıdır ya da bu anlamlardan biri
diğerinden başkadır; Öyleyse İşi anlama havale etmek gerekir.
b)Bu
yönlerden ikincisi ise, nefiste kaim olan anlamı araştırmaktır; yani ayağa
kalkma talebi, bizzat oturmayı terk talebi midir yoksa değil midir? Bunu Allah
Tcâlâ hakkında varsaymak mümkün değildir. Allah'ın kelamı tektir ve o da nehiy
ve emirdir; vaad ve vaîddir. Bu söze başkalığın (ğayriyet) girmesi muhtemel
değildir. Öyleyse, bu yaratılanlar açısından varsayılmalıdır; yani kişinin hareket
talebi, biaynihi sükunu kerih görme ve sükunu terk talebi midir?
Mutezile, bir kayıt
getirmeksizin, 'bir şeyi emretmek onun zıddını yasaklamak değildir' demişlerdir.
Kadı Ebu Bekr,
Mutezileye karşı, şöyle diyerek istidlal etmiştir: Hilaf yok ki, bir şeyi
emreden, onun zıddını yasaklamıştır. Eğer, emrine başka bir şeyin bitiştiğine
dair bir delil yoksa, bu emriyle, o hem emretmiş hem de yasaklamış olmaktadır.
Bu suretle anlıyoruz ki; sükun, hareketi terketmenin ta kendisidir; cevherin,
intikal ettiği bir boşluğu doldurması, daha önce bulunduğu yeri boşaltmasının
aynıdır. Bu bir tek fiil olup, doğu yönüne izafetle uzaklaşma; batı yönüne
izafetle ise yakınlaşmadır; bir oluş, bir yere izafetle 'işgal', bir yere
izafetle 'bo-şaltma'dır. İşte bunun gibi burada da bir talep, sükuna izafetle
emir, harekete nis-betle nehiy'dir. Kadı devamla şöyle demiştir: Emrin yanında
başka bir şeyin bulunmadığına delil şudur; bu başka şey, ya ona 'zıt'tır ya
onun 'benzeri (misi)'d ir veya ona 'aykın'dır (hilaf). Ona zıt olması
imkansızdır. Çünkü iki zıt bir araya gelmez. Halbuki bu ikisi bir araya
gelmiştir. Yine, İki benzerin (misi) tezadı sebebiyle onun misli olması da
muhaldir. Yine ona aykırı olması da imkansızdır; Şayet ona aykın olsaydı, biri
olmaksızın diğerinin var olması mümkün olurdu, [j, 82] Tıpkı bir şeyi bilme ile
birlikte o şeyi irade etme gibi; bu ikisi farklı olduğu için, her ne kadar ilim
olmaksızın irade tasavvur edilemezse de, irade olmaksızın ilmin varlığı
tasavvur edilebilir. Hatta bunun, diğerinin zıddı ile birlikte bulunması
tasavvur edilebilir. Hareketi yasaklamanın zıddı, hareketi emretmektir; Öyleyse
bu kişinin, hem sükunu, hem de hareketi ikisini birden emretmesi caiz olsun ve
'hareket et ve dur', 'kalk ve otur' desin.
Kadı'nin bu
zikrettiği, Mutezile aleyhine delildir. Çünkü Mutezile, imkansız bir şeyle
mükellef tutmayı (teklîfu'l-muhal) kabul etmiyorlar. Aksi takdirde, bunu caiz
görenler, 'kalkma ve oturma arasını birleştir' demeyi de caiz görür.
Biz, bir şeyi emreden
kişinin, zaruri olarak, aynı zamanda, o şeyin zıddını nehyetmiş olacağını kabul
etmiyoruz. Aksine, bu kişi, emrettiği şeyin zıddını emretmiyor veya
nehyetmiyor olabileceğinden öte, onu emredebilir de.
Kısaca söylemek gerekirse;
'kelamu'n-nefs'i isbat üzerine detay olarak yaptığımız nazarî-kelamî araştırma
sonucunda bizce sahih olan şudur:
Bir şeyi emretmek, o
şeyin zıddının yasaklanması demek değildir; ne, emredilen şeyin, yasaklananın
aynısı olduğu anlamı ile; ne onu içerdiği anlamı ile, ne de onun ayrılmazı
olduğu anlamı ile. Tam tersine, bir kimsenin, zıtlanndan habersiz olduğu bir
şeyi emretmesi tasavvur edilebilir. Bu durumda, farkında olmadığı bir şeye
ilişkin olan bir söz, onun zatıyla nasıl kaim olabilir! Aynı şekilde zıtları
hiç hatırında olmadığı halde, bir şeyi yasaklayabilir, hatta bunun, zıtlannda
bi-aynihi olmayan birini emredebilir. Emredilen şeyin zıtlanndan gafil olmaksızın
bir şeyi emretse, bizzat bu sözle, emredilen şeyin zıtları hususunda amaçlanmış
bir yasaklama (zecr) kaim olmaz; ancak, emredilen şeyin yapılması, ancak
zıtlanndan birinin terkedilmesiyle mümkün olması durumu hariç. Bu takdirde,
emredilenin zıtları m terk etmek, talebin kendisiyle irtibatlı olması hükmüyle
olmayıp, varoluş zarureti hükmüyle bir vesile (araç) olur. Hatta
imkansızlığına rağmen (farzı muhal) şayet kalkma ile oturmanın birlikte
yapılabileceği tasavvur edilecek olursa, ona 'kalk!' denilince, o kalkma ile
oturmanın arasını cem etse, emre uymuş olur. Çünkü o kalkmayı meydana
getirmekle emrolunmuş ve onu meydana getirmiştir.
Bu görüşü
benimseyenler, Mutezileden Ka'bînin saçmalıklarını da benimsemek durumunda
kalırlar. Şöyle ki; Ka'bî 'haramın terki olmayan hiç bir mubah yoktur (bütün
mubahlar haramın terkidir)' diyerek mubahı inkar etmiştir. Bu durumda Ka'bî,
eğer, hemen ödenmesi (alel-fevr) vâcib olan zekatın terkedilmesine yol
açıyorsa, namazı da haram olarak vasıflamakttofurnunda kalır.
Birisi çıkıp 'nehiy,
zıddı emretmek değildir; fakat emir zıddı yasaklamaktır' şeklinde bir ayırım
yapsa, bu ayırım için sırf tahakkümden başka bir yol bulamaz.
Denirse ki:
Siz 'vacibe, ancak
kendisiyle ulaşılabilen şey vâcibtir' diyorsunuz. Öyleyse, bir şeyi yapmaya,
ancak zıddım terketmekle ulaşılabiliyorsa, bu da vâcib olsun!
Deriz ki:
Biz bunun vâcib
olduğunu zaten söylüyoruz. Ancak tartışma, bunun vâcib kılınmasının,
emredilenin vâcib kılınmasının aynısı mı yoksa başkası mı olduğu hususundadır;
'Yüzünü yıka' denildiğinde, bu sözün kendisi, başın bir bölümünü yıkamayı vâcib
kılma değildir. Yine 'gündüz oruç tut' sözü, bizzat, gecenin bir kısmında
yemeden içmeden elçekmeyi (imsak) vâcib kılmaz. Bunun içindir ki, yalnızca
gündüz orucuna niyet gereklidir. Fakat bu (imsak), aklın, bunun vücu-buna
delaleti ile vâcib olmuştur. Çünkü, imsak, bu icabın aynı olmayıp, emredilene
bir vesiledir. Bu itibarla, iki söz arasında aykırılık yoktur.[8]
(I, 83]
[1] Ebu Bekr b. et-Tayyib b Muhammed b. Ca'fer (ö. 403).
Bâkıliânî veya İbnu'l-Bâkıllânî nisbesiyle tanınmakladır. Gazali, çoğu yerde
isim ve nisbe vermeksizin yalnızca Kadı olarak zikretmiştir. Biz de Gazali'nin
bu kullanımını tercümede değiştirmedik. Kadı, Eş'arî kelam-cılorındandır ve
Maliki mezhebine mensuptur. Fıkıh usulü alanında yazdığı et-Takrîb ve'I-İrsâd
adlı eseri, başta Mustesfa olmak üzere daha sonraki usul kitaplarına kaynakık
etmiş çok değerli bir eserdir. Ne yazık ki şu ana kadar bulunamamıştır
[2] Muttakî, Kenzu'l-Ummül, III, 44
[3] Belhî, daha önce adı geçen Ka'bî dir.
[4] İbrahim b. Muhammed b. İbrahim b. Mihran
el-lsferâyînî, ö. 418
[5] Seleb; savaşa katılan kişinin savaş esnasında yanında
bulunan -at, silah, giysi ve süs eşyası gibi, kendine has olan şeylerdir. Hz.
Peygamber, 'Kim savaşta birini Öldürürse, selebi kendisine aittir1 demiştir.
[6] Abdüsselâm b. Abdilvahhâb el-Ciibbâî (Ö. 321).
Mutezilenin liderlerinden Ebu Ali el-CübbâTnİn oğlu olup, kendisi de önde gelen
bir alimdir.] Cübbâî [Ebu Ali Muhammed b. Abdilvahhâb b. Sellâm el-Cübbâî (ö.
303). Mutezile'nin büyüklerindendir. Özellikle kelamda otoritedir ve aynı
zamanda fakihtir.
[7] Benzer ifadelerle bkz. Buhari, Vudu, 2; Müslim,
Taharet, 2; Timizi, Taharet, 1.