1. Haber-i
Vahidle Amel Etmenin İstendiğinin İsbatı
Mesele: (Sem'î Deliller Olmaksızın Akıl Tek Başına
Haber-İ Vahidle Amelin Vücubunu Gösterir Mi?)
Mesele: (Haber-İ Vahidle Amel Aklen Vacip Veya
İmkansız Olmayıp, Sem'an Vakidir)
Karşıt Görüş
Sahiplerinin Şüpheleri:
Rivayet Ve Şehadet
Konusunda Son Söz:
B. Cerh Ve
Tadil Sebebinin Zikredilmesi:
4. Ravinin
Müstenedi Ve Zabt Keyfiyeti
A. İcmaın
Hüccet Oluşunun İsbatı
2. İcmâ'ın
Gerçekleşme İmkanı:
4. Ümmetin
Hata Etmesinin İmkansızlığı:
İcmâ'ı İnkar
Edenlerin Bu Haberler Karşısındaki Tavrı:
Bunların
Şüpheleri (Delilleri):
Mesele: [Letihad Ve Kıyas, İcmâ' İçin Dayanak Olur
Mu?]
İctihad Ve
Kıyas Kaynaklı İcmâ'a Karşı Çıkanların Şüpheleri:
Mesele: Ümmetin İki Görüş Üzere İttifak Etikleri Bir
Meselede Üçüncü Bir Görüş İleri Sürülebilir Mi?
Karşıt Görüş
Sahiplerinin Şüpheleri
Dördüncü
Asıl: Akıl Delili Ve Istıshab
İkinci Kutbu
Tamamlayıcı Ek Bölüm (Hatime): Mevhum Deliller
Karşıt
Görüşte Olanların Tutundukları Hadisler:
Mesele: Sahabeyi Taklid Etmek Caiz Midir?
İlim ifade etmemesine rağmen haber-i vahidle amel
etmenin istendiğinin isbatı hususunda dört mesele serdedeceğiz.
Mesele: (haber-i vahid bilgi ifade eder mi?)
Biz burada haber-i vahid ile, tevatür derecesine
ulaşmayan haberi kastediyoruz. Bu bakımdan msl. Beş veya altı kişinin
naklettiği haber de haber-i vahid-dir. Fakat doğruluğu bilindiği için
peygamberin sözü, haber-i vahid olarak adlan-dırılamaz.
Haber-i vahid bilgi ifade etmez.. Bu husus zorunlu
olarak bilinmektedir. Nitekim biz her duyduğumuz şeyi tasdik etmeyiz. Yine
şayet haber-i vahidi tasdik edecek isek. İki haber arasında bir çelişki takdir
ettiğimizde iki zıt şeyi nasıl tasdik edebiliriz! Hadiselerden, haber-i
vahidin bilgi gerektirdiği yönündeki nakle gelince; her halde onlar bu
sözleriyle haber-i vahidin, amelin vücubunu bilmeyi gerektirdiğini
kastetmişlerdir. Nitekim zan, ilim olarak adlandırılabilmektedir. Bunun içindir
kî kimi hadisçiler, haber-i vahid zahir bilgi meydana getirir demişlerdir.
Halbuki bilgi için zahir ve batın diye bir şey yoktur. O halde zahir bilgi
dedikleri şey, zan'dır. Onların, 'eğer onların mümin olduklarını bilirseniz'
(mümtehine, 60/10} ayetini de tutamak yaparak, allah zahiri (zahiren bilmeyi)
kastetmiştir diyemezler. Çünkü ayetteki bilme sözüyle kastedilen, kelime-i
şeha-det ile olan hakiki bilgidir ve kelime-i şehadet, imanın zahiridir;
mükellef olunmayan batını değil. Lisan ile olan iman ise, mecazen iman olarak
adlandın- [ı, 146 lir. Yine 'hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme' {isrâ,
17/36} ayetini tutamak yapıp 'şayet haber bilgi ifade etmeseydi onunla amel
etmek caiz olmazdı' diyemezler. Çünkü ayetle kastedilen husus, gerçekleşmiş
şeyler dışında şahidi şehadeti kesinlemekten men etmektir. Haber-i vahidle amel
etmenin vacip oluşu ise, doğruluk zannı durumunda amel etmeyi gerektiren kesin
bir delil ile bilinmektedir. Zan kesin olarak oluşmaktadır ve zannın oluşması
durumunda amel etmenin vacipliği de kesin olarak bilinmektedir; iki şahidin
şahitliği ile veya davalının yeminden kaçınması durumunda davacının yeminiyle
hüküm vermek gibi.
Mesele: (haber vahidle amelin aklen cevazı)
Kimileri, sem'an vukuu bir yana, haber-i vahidle
mükellef olmanın (taab-büd) aklen caiz oluşunu da inkar etmişlerdir. Onlara
sormak gerek; siz bunun imkansızlığını nereden bildiniz? Bunu zarurî olarak
bilmiş olamazsınız. Çünkü biz bu konuda size muhalefet ediyoruz. Halbuki zarurî
şeylerde tartışma olmaz. Yoksa bir delilden hareketle mi bildiniz? Böyle bir
delil göstermeniz de mümkün değildir. Çünkü haber-i vahidle amel imkansız
olsaydı, bu imkansızlık ya zatından dolayı ya da yol açtığı bir mefsedetten
dolayı olurdu. Zatından dolayı imkansız değildir; mefsedete de itibar edilmez.
Kaldı ki mefsedeti dikkate alsak bile bunun bir mefsedete yol açacağını kabul
etmiyoruz. Öyleyse bu mefsedetin ne olduğunu açıklamanız gerekir.
Denirse ki:
Mcfsedcl şudur; bir kişi, kan akıtılması veya ırzın
helal kılınması konusunda bir haber rivayet ediyor ve belki de yalan söylüyor.
Bu habere dayanılarak kan dökmenin, gerçekte öyle olmadığı halde, allahın
emriyle olduğu zannediliyor. Bu bilinmezliğe (cehl) rağmen hücum nasıl caiz
olabilir! Birisi, ırzının ve kanının akıtılmasının mübahlığı hususunda bizi
kuşkuya düşürse, bu kuşku sebebiyle ona hücum etmemiz caiz değildir. İnsanları
cehle ve tevehhüm sebebiyle batıla alılmaya havale etmek sari için çirkin bir
davranıştır. Aksine allah bir şeyi em-rcüiğinde, emrini bize tanıtmalıdır ki.
Gerek imtisal edenler gerekse muhalefet edenler basiret üzere olsunlar.
Cevap:
Eğer bu sual, şeriatleri inkar eden birinden sadır
olsaydı ona şöyle derdik; allah'ın, kullarına 'sizinjizerinizdcn bir kuş uçarsa
ve siz bu kuşun karga olduğunu zannedersiniz, bu takdirde size şunu şunu vacip
kıldım ve tıpkı güneşin zevalini namazın vücubu için bir alamet yaptığım gibi,
zannınızı da amelin vücubu için bir alamet yaptım' demesinde ne gibi bir
imkansızlık vardır! Bu durumda zannın kendisi vücub için bir alamet olmaktadır.
Zannın varlığı da duyu yoluyla idrak edildiğine göre, vücub bilinmiş
olmaktadır. Zann oluştuğunda vacibi yerine getiren kişi, kesinlikle imtisal
etmiş ve doğru davranmış olur. Zevalin veya uçan kuşun karga olduğu zannının
bir alamet yapılması caiz olduğuna göre, raviyi işiten kişiye de 'eğer ravinin,
şahidin ve yemin eden kişinin doğru söylediğine dair bir zannın varsa, o sözle
hüküm ver; sen bu kişilerin doğru söylediğini bilmekle değil, doğru
söylediklerine dair bir zann oluşturduğunda, amel etmekle yükümlüsün. Bu
kişiler ister doğru ister yalan söylemiş olsunlar sen her halükarda doğru
davranmış (musib) olursun. Senden istenen onun doğru söylediğini bilmek değil,
gönlünde hissettiğin bir zan oluşturman durumunda, onun sözüne göre amel
etmektir' denilerek, haberin doğruluğuna ilişkin zannın bir alamet kılınması
niçin caiz olmasın! İşte kıyas, haber-i vahid ve s, ah id ve yeınin ile hüküm
verme gibi konularda bizim kanaatimiz budur.
Bu sual, şer'i ikrar eden birinden sadır olmuş ise,
şer'i ikrar eden birinin böyle bir soru sorması mümkün değildir; çünkü bu kişi,
şehadet ile, hüküm ile, fetva ile, ka'be'yi gözle görmekle ve h/.. Peygamberin
haberi ile amel etmekle mükellef tutulmuştur. Bu beş şey ile mükellef tutuluşunu
açıklayacak olursak şöyle diyebiliriz: şehadet, tıpkı hz. Peygamberin, hz.
Peygamberin tek başına [ı, 147 şahitliğini tasdik ettiği huzeyme b. Sabit'in,
murfa, harun ve diğer peygamberlerin şehadeti gibi kesin olabildiği gibi,
bunlar dışındakilerin şehadeti gibi zannîde olabilir ve amelin vacipliği
noktasında zannî olan şehadet kattye ilhak edilir. Yine hz. Peygamberin
fetvası ve hükmü kat'îdir; diğer imamların fetvası ve diğer kadıların hükmü ise
zannîdir. Bu durumda zannî olanlar, malum olana ilhak edilir. Yine ka'be,
gözle görmek suretiyle kesin olarak bilinir; ictihad yoluyla ise zannedilir ve
tıpkı gözle görmek durumunda olduğu gibi, zann durumunda da amel vacib olur.
Hz. Peygamberin haberi de bunun gibi olup, tevatür durumunda bu haber ile amel
vaciptir. Zannî olan haberin, özellikle amelin vacipliği noktasında, maluma
(tevatüren bilinene) ilhak edilmesi niçin imkansız olsun! Bu beş hususu,
mefsedet veya maslahat noktasında birbirinden ayrı düşünmek isteyen kişi buna
muktedir olamaz.
Denirse ki: peki fasıkın haberiyle amel etmekle
yükümlü tutulmak (taab-büd) caiz midir?
Deriz ki:
Kimi alimler, doğruluğunu zannetmek şartıyla bunun
caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu şart bize göre fasiddir. Aksine, tıpkı
felekin hareketinin namaz ile yükümlü tutulmanın alameti yapılması caiz olduğu
gibi, fasıkın dilinin hareketinin de bir alamet kılınması caizdir. Haberin
varlığı durumunda amel ile mükellef tutulmak bir şey, haberin doğruluğu veya
yalanlığı ise başka bir şeydir.
Kimileri, aklın, sem'î delillere gerek olmaksızın,
haber-i vahidle amelîn va-cipliğine delalet edeceğini ileri sürmüşler ve bu
yönde iki delile tutunmuşlardır. Bu delillerden ilki şudur: müfti, kitab veya
icma veya mütevatir sünnetten kesin bir delil bulamayıp, haber-i vahid bulsa;
şayet bu haber-i vahid ile amel etmeyecek olursa hükümler tatil edilmiş olur.
Ve çünkü hz. Peygamber bir asırda yaşayanlara gönderildiğine göre, etrafa
elçiler göndermeye gerek duyacaktır. Zira hz. Peygamber, tek tek herkesle
yüzyüze görüşmeye ve hükümlerini herkese mütevatir olarak yaymaya muktedir
değildir. Zira, şayet her bir bölgeye tevatür sayısınca elçi görderecek
olsaydı,.yaşadığı şehirdeki insanların sayısı buna yetmezdi.
Bu delil zayıftır. Çünkü müfti, tıpkı haberi vahid
bulamaması durumunda olduğu gibi, kesin delil bulamayınca da beraet-i asliyye
ve ıstıshaba başvurur. Hz. Peygamber'e gelince; o da tebliğine güç
yetirebildiği kişilerle iktifa eder. Nitekim, uzak bölgelerde (adalarda) nice
insanlar vardır ki kendilerine şer' ulaşmamıştır ve onlar şer ile mükellef
değildir. Demek ki bütün herkesin mükellef tutulması vacip değildir. Hal böyle
olunca, şayet bir peygamber bütün insanları mükellef tutmak, hiç bir olayı
allahın hükmünden ve hiç bir şahsı tekliften hali bırakmamak ile mükellef
tutulmuş ise, bu takdirde haber-i vahidle yetinmek bu peygamber hakkında bir
zaruret olur.
İkinci delil de şudur: onlar derler ki; ravinin doğru
söylemiş olması mümkündür. Şayet haber-i vahidle amel etmeyecek olursak, belki
de allahın emrini ve peygamberinin emrini terketmiş oluruz. Öyleyse haber-i
vahidle amel etmek daha ihtiyatlı ve daha sağlamdır.
Bu delil de üç yönden batıldır.
A)ravinin yalan
söylemiş olması da mümkündür. Biz bunun haberiyle amel edecek olursak, amelimiz
belki, vacip olana aykırı olur.
B)bu delile
göre kafirin ve fasıkın haberiyle amel etmek de vacip olur; çünkü bunların da
doğru söylemesi mümkündür.
C)beraet-i
zimmet, akıl ve aslî nefy ile bilinmektedir. Dolayısıyla beraet-i [ı, 148]
zimmet vehim ile kaldırılamaz. Kimileri bununla haber-i vahidin nefyine
istidlal
Etmişlerdir ki bu, fasid bile olsa, hiç değilse
'ravinin doğru söylemesi mümkün olunca, onun haberiyle amel etmek vaciptir'
sözünden daha tutarlıdır.
Sahabe, tabiun, fukaha ve kelamcılar gibi selefin
çoğunluğu, haber-i vahidle amel etmenin (teabbüd) aklen imkansız olmadığı gibi
vacip de olmadığı; fakat bunun sem'an vaki olduğu görüşündedir. Kaderîlerin
çoğunluğu ile bunlara uyan kâsânî[1] gibi bazı
zahir ehli, haber-i vahidle teabbüdün sem'an haram olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bunların görüşlerinin batıl olduğunu şu iki husus göstermektedir. Birincisi,
sahabenin haber-i vahidi kabul hususundaki icmaı; ikincisi de, hz. Peygamberin,
değişik bölgelere valiler ve elçiler gönderip, muhatapları, şer'den
naklettikleri şeyler hususunda bunları tasdik etmekle mükellef tuttuğuna dair
gelen mütevatir haberdir. Şimdi bu iki hususu açıklayalım.
1) sahabenin
pek çok olayda haber-i vahidle amel ettiği tevatüren nakledilmiştir. Bunların
her biri tek tek mütevatir olmasa bile, bunlarin toplamı ile bilgi oluşur. Biz
bunlardan bir kısmına işaret edelim:
Ömer'in bir çok olayda haber-i vahidle amel ettiği
nakledilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Cenin kıssası: cenin kıssası olduğunda ömer kalkarak
cenin hakkında hz. Peygamberden bir şey duyan var mı? Diye sordu. Orada bulunan
hamel b. Mâlik en-nâbiğa kalkarak ben iki kuma arasındaydım. Biri diğerine
merdane ile vurunca, diğer kadın karnındaki cenini ölü olarak düşürdü. Hz.
Peygamber bu durumdağurre'ye[2] hükmetti
dedi. Bunun üzerine ömer 'şayet bunu duymasaydık, başka bir şeyle hüküm
verecektik -yani kesinlikle ğurre ile hüküm vermiyecektik-' dedi"[3] . Ana
karnında diri olup olmadığında kuşku bulunduğu için, cenin ölü olarak ayrılmış
sayılmıştır.
Yine ömer karının kocasının diyetine mirasçı
olmayacağı görüşünde idi. Dahhâk, ona hz. Peygamberin kendisine eşyem
ed-dıbâhrnin karısını eşyem'in diyetine mirasçı kılmasını yazdığını haber
verince ömer görüşünden vazgeçip, habere dönmüştür."[4]
Yine ömer'den mecus kıssasına dair birbirini
destekleyen haberler gelmiştir. Ömer 'bunlar hakkında ne yapacağımı
bilmiyorum. Onlar hakkında bir şey duyan varsa bize iletsin' dedi. Bunun
üzerine abdurrahman b. Avf "ben hz. Pey-gamber'in 'onlara ehl-i kitab
muamelesi yapın' dediğini duydum" deyince ömer onları dinleri üzere
terkedip, onlardan cizye almıştır.
Yine ömer'in, osman'ın ve daha birçok sahabinin,
aişenin verdiği haber sebebiyle iltikâu'ı-hitâneyn'den[5] dolayı
guslün farz olmadığı görüşünden dönmeleri böyledir. Aişe'nin bu konuda
naklettiği haber şudur: 'ben ve resulullah bunu yaptık ve bu sebeple gusül
yaptık.'[6]
Osman'ın süknâ hakkı konusunda, elçi gönderip
sorduktan sonra furay'a bt. Mâlik'in haberiyle hüküm verdiği sahih olarak
nakledilmiştir.'[7]
Ali'nin bir kişinin naklettiği haberi kabul ettiği ve
bunu yemin ile desteklediği bilinmektedir. Ali kendisinden meşhur olarak
nakledilen bir sözünde 'hz. [ı, 149] peygamerden bir söz işittiğimde allah beni
dilediğince yararlandırdı. Hz. Peygamberin sözünü bana bir başkası haber
verince ona yemin ettirdim; yemin ettiyse onu doğruladım. Bana ebu bekr, -ki
ebu bekr doğru söyler-, hz. Peygam-ber'in bir günah işleyen kişigüzelce abdest
alıp iki rekat namaz kılar ve allahtan mağfiret dilerse, allah onu mutlaka
affeder dediğini haber verdi demiştir'.[8] Ali'nin
raviye yemin ettirmesi, ravinin yalan töhmeti altında bulunması sebebiyle
değil, hadisin olduğu biçimde şevki hususunda ihtiyat ve mana olarak naklederek
lafzını değiştirmesinden kaçınmak amacıyladır. Bir de ravinin zann ile rivayete
yellenmemesi, tersine, kesin olarak duyması halinde rivayette bulunmasını sağlamak
içindir.
Zeyd b. Sabit, en son işi tavaf olsun (veda tavafını
yapabilsin) diye, hay izli kadının tavaf yapmadan memleketine dönmesini
(sudur) caiz görmüyor ve karşı görüşte olan ıbn abbas'a karşı çıkıyordu.
Zeyd'e, 'ibn abbas ensardan falan kadına hz. Peygamberin bunu emredip
emretmediğini sordu; kadın da durumu ibn abbas'a haber verdi' denilince zeyd
görüşünden vazgeçti ve gülerek ibn abbas'a şöyle dedi: 'anladım ki sen doğru
söylemişsin'. Böylece zeyd ensardan bir kadının haberiyle ibn abbas'ın
görüşüne dönmüştür.
Encs b. Malik'in şöyle dediği nakledilmiştir: 'ben.
Ebu ubeydc, ebu talha ve übcy b. Ka'b'a, hurma suyu veriyordum. O sırada birisi
gelip şarabın yasaklandığını haber verdi. Bunun üzerine ebu talha bana gidip
küpü kırmamı söyle-di; ben de gidip kırdım'.[9]
Küba ehlinin, tek kişinin haberiyle kıbleyi
değiştirmesi: küba ehline birisi, eski kıblenin neshedildiği haberini
getirince, onlar bu tek kişinin haberiyle ka'be'ye doğru dönmüşlerdir.
Nakledildiğine göre ibn abbas'a müslümanlardan
birinin, hızır'ın arkadaşı olan musa'nın, israil oğullarından olan musa
olmadığını iddia ettiği söylenince, ibn abbas 'bu allah düşmanı yalan
söylemiştir. Übcy b. Ka'b bana haber verdi ki; hz. Peygamber bir hitabında musa
ve hızırdan bahsetmiş ve anlattığı şeyler hızır'ın arkadaşı olan musanın israil
oğullarından olan musa olduğuna delalet ediyormuş' demiştir." Görüldüğü
gibi ıbn abbas hemen haber-i vahide tutunmuş ve iddiayı öne süren kişinin
kesinlikle yalancı olduğunu söylemiştir.
Nakledildiğine göre muaviye'nin altın bir kabı,
ağırlığından daha fazla bir fiyat (altın) mukabilinde sattığını gören
ebu'd-derdâ ona hz. Peygamberin bu şekildeki ahm-sattmı yasakladığını haber
vermiş; muaviye ise 'ben bu şekildeki alım-satımda bir sakınca görmüyorum' diye
karşılık verince ebu'd-derdâ şöyle demiştir: 'muaviyenin şu yaptığına bakın!
Ben kendisine hz. Peygamberin sözünü haber veriyorum. O da bana kendi görüşünü
söylüyor! (muaviye'ye dönerek) artık seninle aynı yerde ebediyyen bulunamam'.
Aynı şekilde hemen bütün sahabilerin pek çok olayda
aişe, ümmü seleme, meymune ve hafsa'ya, fatıma bt. Esed'e, şu veya bu kadına,
zeyd ve üsame gibi [1-150) "er'ce'c ve kadın, köle ve mevali- sahabilere
başvurdukları yaygın olarak nakledilmiştir.
Tabiunun uygulaması da bu şekilde cereyan etmiştir.
Hatta şafiî şöyle demiştir: biz ali b. Hüseyn'in ahad haberlere dayandığını
gördük. Aynı şekilde muhammed b. Ali, cübeyr b. Mut'im, nâfi1 b. Cübeyr, hârice
b. Zeyd, ebu seleme b. Abdirrahman, süleyman b. Yesâr ve atâ b. Yesar da böyle
yapmıştır. Yine tavus, atâ ve mücâhid'in tutumu da böyledir. Saîd b. Müseyyeb
'ebu said el-hudrî bana sarp[10] konusunda
hz. Peygamber kaynaklı olarak haber verdi ki...' der ve onun sözünü sünnet
olarak kabul ederdi. Yine 'bana ebu hureyre haber verdi ki' derdi. Urve b.
Zübeyr de, ömer b. Abdilaziz'in verdiği bir hükme itiraz sadedinde 'bana aişe
hz. Peygamberin gelirin risk karşılığı (gelirin risk ölçüsünde) olduğuna
hükmettiğini haber verdi'[11] demiş, ömer
de bu haber sebebiyle verdiği hükmü bozmuştur. Meyscre'nin yemen'de, mekhûtun
şam'da yaptığı da budur. Husen, ibn şîrîn gibi basra tukahası ve küte fukahası
ile bunlara tabi olan alkame, esved," şa'bî ve mesrûk'un tutumları da
böyledir. Daha sonraki fu-kaha da böyle davranmış ve hiç bir dönemde bir
inkarla karşılaşmamışlardır. Şayet bu tutuma karşı çıkılmış, itiraz edilmiş
olsaydı, tıpkı haber-i vahidle amelin yaygın olarak nakledilmesinin itici
sebepleri bulunduğu gibi, bu itirazların da itici sebepleri olurdu ve bunlar
yaygın olarak nakledilirdi. Tüm bunlar gösteriyor ki haber-i vahidle amel
hususunda selef icma etmiştir. Bu konudaki tartışma ise daha sonraları ortaya
çıkmıştır.
Denirse ki:
Belki de selef sizin iddia ettiğiniz gibi tek başına
haber-i vahidlerle değil, bunları destekleyen karineler veya aynı anlamda başka
haberler veya zahir anlamlar, kıyaslar ve onlara bitişik sebeplerin bulunması
durumunda haber-i vahidlerle amel etmiştir. Nitekim siz selefin umum, emir ve
nehiy sıygaları ile amel etmelerinin, onların bunlarla yalın olarak amel
ettikleri hususunda sarih bir nas olmadığını; aksine bu yönde mevcut
karinelerin desteğini alarak bunlarla amel ettiklerini söylüyorsunuz.
Deriz ki:
Böyle söylüyoruz; çünkü onların 'biz sırf emir, nehiy
ve umum sıygasıyla amel ediyoruz' dediklerine dair bir nakil yoktur. Buna
mukabil onlar 'şayet bu haber olmasaydı biz başka şekilde hüküm verecektik'
demişlerdir. İbn ömer, kendilerinin rafı' b. Hadîc'in haberi sebebiyle
muhâbere'den[12] ve aişe'nin
haberi sebebiyle iltikâu'l-hitâneyn konusundaki görüşlerinden rücu ettiklerini
açıkça belirtmiştir. Kaldı ki emir, nehiy ve umum sıygası zaten emre muhatap
olan kişinin, emredilen şeyin ve emredenin durumuna ilişkin bir karineden ayrı
değildir. Ravi-nin hz. Peygamberden rivayet ettiği habere ne bitişmeli ki, bu
bitişen şey sebebiyle haber delil olabilsin! Böyle bir şeyi varsaymak, adeta
onların kitab nassı ile, mütevatir haberle ve icma ile amellerinde de bir
karine varsaymak gibidir. Böyle bir varsayım düşüncesi bütün delillerin iptali
sonucuna götürür. Öyleyse
Şunu kabul etmemiz gerekir ki, selefin haber-i vahîd
arama gayretlerinin bir tek sebebi vardır; o da o haberle amel etmektir.
Denirse ki:
Madem selef haber-i vahidi, amel etmek için arıyordu;
öyleyse onların, bir çok haber-i vahidle amel etmeyişlerini nasıl
açıklayacaksınız?
Deriz ki:
Bazı haber-i vahidlerle amel etmeyişleri, ileride
geleceği üzere haberin kabul şartlarındaki eksiklikten dolayıdır. Nitekim
onlar, mensuh olduğunu bilmeleri veya emre muhatap olanların ölüp gitmesiyle
artık emrin kalkmış olduğunu bilmeleri sebebiyle bazı ayetlerle ve mütevatir haberlerle
de amel etmemişlerdir.
[ı, 151]
2) hz. Peygamberin, civar
memleketlere idareciler, kadılar, elçiler ve zekat
Memurları gönderdiği tevatüren sabittir. Bunlar tek
tek kişilerdir. Hz. Peygamber bunları zekadan toplamak, ahitleri bozmak, yürürlüğe
koymak ve şer'in ahkamını tebliğ etmek üzere göndermekteydi. Ebu bekr'i
hicretin dokuzuncu senesinde hac emiri tayin etmesi ve ebu bekr'in ali ile
birlikte berâe suresini uygulaması ve onlarla hz. Peygamber arasındaki ahit ve
akitleri fesih görevini ona yüklemesi böyledir. Ömer'i, zekat işiyle
görevlendirmesi; muaz'ı yemcndcki zekatları toplamakla ve yemen halkına
hakimlikle görevlendirmesi böyledir. Yine osman b. Affan'ı mekkelilere kendisi
adına tasarrufla bulunan bir elçisi olarak göndermesi böyledir. Osman gittikten
sonra kureyşlilerin onu katlettiği haberi gelmiş; hz. Peygamber endişelenmiş ve
bu durum rıdvan bey'atını sonuçlamtştır. Hz. Peygamber 'şayet onu
öldürdüyseler, vallahi orayı başlarına yıkarım' demiştir.
Ali, kays b. Asım, malik b. Nüveyre, zeberkan b. Bedr,
zeyd b. Harise, amr b. As, amr b. Hazm, üsame b. Zeyd, abdurrahman b. Avf, ebu
ubeyde b. Cerrah ve daha birçok sahabiyi, (farklı zaman ve mekanlarda)
zekatları ve vergileri (cibâye) toplamakla görevlendirmesi de böyledir. Siyer
alimlerinin ittifakıyla sabit olmuştur kt hz. Peygamber, civar bölge
halklarının, elçilerinin memurlarının ve hakimlerinin sözlerini kabul
etmelerini istiyordu. Şayet hz. Peygamber her bir elçinin yanına tevatür
sayısınca insan katacak olsaydı, hem arkadaşlarının tamamı bile buna yetmezdi
ve hem de böyle yaptığı tadirde etrafında hiç bir arkadaşı ve yardımcısı
kalmaz ve yahudiler ve diğer düşmanları hz. Peygambere kolaylıkla
saldırabilirlerdi ve düzen intizam da bozulurdu. Demek ki bu varsayım asılsız
bir vehimden ibarettir.
Denirse ki:
Hz. Peygamber onlara (civar bölge halklarına)
zekatların tafsilatını şifahen ve mütevatir haberlerle bildiriyordu ve
memurları sadece zekatları gidip almakla görevlendiriyordu.
Deriz ki:
Peki, bölge halklarının, gelen memurların toplama
işiyle görevli olduklarını tasdik etmeleri nasıl vacip oluyor! Kaldı ki hz.
Peygamber memurlarım sadece zekat toplamakla değil, bunun yanında dini
anlatmak,-hasımlar arasında hüküm vermeyi öğretmek ve diğer şer'î görevleri
bildirmekle de görevlendiriyordu.
Denirse ki:
Öyleyse namaz ve orucun aslını; hatta davet, risalet
ve mucizeyi de (haber-i vahid sebebiyle) kabul etmeleri onlara vacip olsun!
Deriz ki:
Zekat ve oruç aslının kabul edilmesi gerekir. Çünkü
elçiler davet aslı yaygınlık kazandıktan sonra, şer'î vazifeleri açıklamak
üzere gönderiliyorlardı. Risalet, iman ve nübüvvet alametlerine gelince;
bunları (sırf haberi vahide dayanarak) kabul etmeleri gerekmez. Çünkü henüz
kendi peygamberliğini bilmeyen kişilere hz. Peygamber nasıl 'beni tasdik
etmenizi size vacip kıldım' diyebilir! Fakat tasdik işinden sonra, hz.
Peygamberin, onlara elçilerine kulak vermeyi vacip kılma-sıyia onların kulak
vermeleri mümkün olur.
Denirse ki:
Öyleyse size göre haber-i vahidin kabulü, haber-i
vahidle amelin vacipliği-ne delalet eden, icma ve tevatür gibi, kesin bir
delilin bulunması durumundadır. Onlar, valilerin sözünü hangi sebeple tasdik
ettilerse, sizin de bizim sözümüzle amel etmeniz gerekir.
Deriz ki:
Diğer reisler ve büyükler gibi, hz. Peygamberin de tek
tek valiler ve elçiler [ı, 152 gönderme biçimindeki uygulaması onlara tevatüren
ulaşmıştır. Şayet onlar bunu bilmiyor olsalardı, tereddüte düşen birinin gelen
elçi veya valiyle cedelleşmesi mümkün olurdu. Fakat karineler bulunduğu için
böyle bir tereddüt pek söz konusu olmamıştır. Nitekim bir kaza menşuru (tayin
fermanı) ile bölgemize gelen kişinin doğruluğu hakkında içimizde bir kuşku
doğmaz. Gerçi bu kişinin tayini tevatüren sabit olmamıştır; fakat, mevcut
karineler, katibin yazı sitilinin bilinmesi ve kendini bu gibi konularda
tehlikeye atmayı göğüsleyerek böyle bir sahteciliğe teşebbüsün uzak ihtimal
oluşu gibi sebepler kuşku duymamızı engeller.
Üçüncü delil: her ne kadar müftinin verdiği fetva
belki de, zan kaynaklı ise de*, sıradan insanların, müftiye ittiba etmelerinin
ve onu tasdik etmelerinin vacip olduğunda icma vardır. Hakkında kuşku duymadığı
bir duyuntuyu (sema1) haber yeren ravinin, tasdik edilmesi daha evladır. Yalan
ve hata ravi için söz konusu olduğu kadar müfti için de sözkonusudur. Hatta
ravinin hata ihtimali müftiye nazaran daha da uzaktır. Çünkü her müetehid,
musib bile olsa, araştırma-incele meyi tamamlamada kusur etmemesi durumunda
musibdir. Belki de müetehid, kusurlu davrandığı halde, araştırmayı tam
yaptığını ve kusurlu davranmadığını zannetmektedir. Bu yaklaşım, şâfiîden
nakilde bulunup onun mezhebini taklid eden kisinin taklidini caiz görenlerin
görüşüne göre, daha da vurgulu bir istidlaldir. Çünkü bu kişi başkasının
görüşünü rivayet etmektedir; öyleyse başkasının sözünü de haydi haydi rivayet
edebilir. Denirse ki:
Bu yaklaşım, sadece zan ifade eden bir kıyastır.
Haber-i vahidle amel ise bir temel prensiptir ve temel prensiplerin (usul) zan
ve kıyas yoluyla isbatı caiz değildir. Müftinin fetvasında zannın bulunmaması
nasıl düşünülebilir! Müctehide zorunlu olarak ihtiyaç vardır; şayet sıradan
insanların tek tek her biri ictihad mertebesine çıkmakla yükümlü tutulacak
olsa bu adeta imkansızdır. Öyleyse sıradan kişilerin müftiyi taklid etmesi
vaciptir.
Deriz ki:
Nasıl ki sizin iddianıza göre, müfti, kendisine bir
haber geldiğinde, kendisi açısından tevatür imkansız gibiyse ve haberi reddedip
beraet-i asliyyeye müracat etmek durumunda ise, bize göre de müctehidin haber-i
vahidle amel etmesinde zaruret yoktur ve müctehidin beraet-i asliyyeye müracaat
etmesi uygun olabilir. Zira kendini bilgiye götürecek bir yol yoktur. Öte
yandan (yukarıda haber-i vahidin kabulünü, ravinin durumuyla müftinin durumu
arasındaki benzerliğe dayan-dırışımız) zannî bir kıyas değil, aksine, kesin bir
kıyastır. Çünkü işlemin muhtevası açısından, her ikisi de aynı anlamdadır.
Mst. Nikahlar konusunda haber-i va-hid ile amel sahih ise, ahm-satım
konularında da biz kıyasın cari olduğuna kesin gözüyle bakarız ve bu durum
rivayet edilen haberin muhtevasına göre değişmez. Burada da, yalnızca, haberin
kaynağı değişiklik göstermektedir; müfti kendi zannından haber vermekte; ravi
ise, başkasının sözünü haber vermektedir. Nitekim, iki şahidin, kendilerinden
veya adaletlerine şahitlik ettiklerinde başkalarından verdikleri haber ile
başkalarının adaletine dair kendi zanlarından verdikleri haber arasında fark
gözetilmez.
Dördüncü delil; 'her bölükten bir taife dinde fıkıh
sahibi olsunlar ve geri döndüklerinde kavimlerini inzar etsinler1 (tevbe,
9/122) ayetidir. Taife, üç kadar kişiden oluşan bir topluluk demektir. Bunlann
sözüyle bilgi oluşmaz. Öyleyse bu ayetin anlamı üzerinde düşünme ve incelemeye
gerek vardır. Çünkü bu hüküm kesin olsa bile, bu kesinlik, inzar etmenin
vacipliği hususundadır; yoksa ki, inzar edenin tek olması halinde, inzar edilen
kişinin amel etmesinin vacîpliği hususunda değildir. Nitekim bir olay hakkında
bir tek şahit varsa, bu tek şahidin şahitliği ifa etmesi gerekir; ancak bu
ifa, tek kişinin şahitliği ile amel edilmesi için değil; fakat bu şahitliğe
başka şeyler eklenebilsin diyedir. Bu itiraz, indirdiğimiz beyyineleri ve
hidayeti gizleyenler1 {'bakara, 2/159} ayetiyle, hz. Peygamberin 'allah,
sözümü işitip, anlayan ve işittiği gibi aktaran kişinin yüzünü ak 153] etsin1
hadisine ve bu anlamdaki ayet ve hadislere tutunmayı da zayıflatmaktadır. Bu
meselede bize muhalefet edenlerin belli başlı iki şüphesi (gerekçe) vardır:
Birinci şüphe: haber-i vahidin isbatı hususunda
icmadan başka bir dayanak yoktur. İcmaın varlığı da iddia edilemez. Çünkü hiç
bir sahabi yoktur ki, ha-ber-i vahidi reddetmiş olmasın.
Örnekler:
Hz. Peygamber, kendisinin ikinci rekatta selam
verdiğini söyleyen zülyedeyn'in haberinde tereddüt etmiş; ebu bekr ve ömer'e
sormuştur. Bunlar da zülyedeyn'in haberi doğrultusunda şahitlik edip onu
doğrulayinca hz. Peygamber zülyedeyn'in haberini kabul etmiş ve sehiv secdesi
yapmıştır.
Ebu bekr, muğîre b. Şubenin dedenin mirasçı lığına
dair haberini reddetmiş; muhammed b. Mesleme de aynı şeyi haber verince kabul
etmiştir.
Ebu bekr ve ömer, osman'ın, hakem b. Ebil-as'ın
sürgünden dönmesi (red) konusunda hz. Peygamberden izin istediğine dair
haberini reddetmişler ve osman'dan buna şahitlik edecek başka bir kişi
bulmasını istemişlerdir.
Ömer, ebu musa el-eş'arî'nin, (bir yere girilirken
kapıyı vurarak) izin isteme konusundaki haberini reddetmiş; ebu said el-hudrî
buna şahitlik edince kabul etmiştir.
Ali, ebu sinan eşcaînin, birva' bt. Vâşık kıssasına
dair haberini reddetmiştir. Ayrıca ali'nin, hadis rivayet edenlere yemin
ettirdiği de bilinmektedir.
Aişe, ibn ömer'in, ailesinin ağlaması sebebiyle ölüye
azap edildiği şeklindeki haberini reddetmiştir.
Ömer'in, ebu musa ve ebu hureyre'yi hz. Peygamberden
hadis rivayet etmekten nehyettiği bilinmektedir. Bu yönde daha bir çok haber
vardır.
(cevap:)
Bu haberlerin çoğu, ravide belli bir sayıyı şart
koşanların görüşüne göre konuya delalet etmektedir; tevatürü şart koşanların
görüşüne göre değil. Çünkü onlar toplanıp da haberin mütevatir olmasını
beklememişlerdir. Fakat biz onların bu itirazlarına cevap olarak deriz ki;
bizim sahabeden naklettiğimiz örnekler, onların haber-i vahidle amel
ettiklerine kesin olarak delalet etmektedir. Sizin zikrettiğiniz örnekler ise,
sahabenin, haberin reddini gerektiren birtakım ârizî sebepler yüzünden haberi
reddettiğine dairdir. Onların bu tavrı, haber-i vahidle amel prensibinin
butlanını göstermez. Nitekim onların, bazı kur'an nasfarını reddetmesi, bazı
kıyas türlerini terketmesi; yine hakimin bazı şehadet türlerini reddetmesi, bunların
hepten ve kökten batıl olduğunu göstermez.
Şimdi biz sahabenin haberleri red ve haberlerde
tereddüt konusundaki mazeretlerine işaret edelim. Hz. Peygamberin zülyedeyn'in
sözünde tereddüt etmesinde üç ihtimal vardır:
A) hz.
Peygamber, zülyedeyn'in bir vehme düştüğünü düşünmüştür. Çünkü çok sayıdaki
kişilerin farkına varmadığı bir şeyi tek başına zülyedeyn'in bilmesi uzak
ihtimaldir. Zira orada bulunan herkesin gaflete düştüğünü düşünmektense, bir
kişinin yanılgıya düştüğünü düşünmek daha uygundur. Vehim belirtilerinin
bulunduğu her durumda duraksamak (tevakkuf) gerekir.
B) hz.
Peygamber, zülyedeyn'in doğru söylediğini bilse bile, orada bulunanlara, bu
gibi durumlarda duraksamanın gerektiğini öğretmek amacıyla tereddüt
göstermiştir. Şayet kendisi bu durumda duraksamasaydı, herkesin susması yanında
bir kişinin verdiği haberin tasdik edilmesi süregelen bir sünnet haline
ge-ürdi. Hz. Peygamber bu tavrıyla bu yolun önünü kapamıştır.
C) zülyedeyn
öyle bir şey söylemiştir ki, şayet doğru olarak kabul edilecek olsa bunun
etkisi orada bulunan cemaat hakkında ortaya çıkacak ve onların zimmetinde bir
yükümlülük doğacaktı. Bu sebeple hz. Peygamber zülyedeyn'in sözünü şehadet
kabilinden saymış ve bu noktada bir kişinin sözünü yeterli görmemiştir. Bundan
önceki iki ihtimal daha kuvvetlidir.
Hz. Peygamberin bu tavrına, şehadet sayısını şart
koşanlar tutunacak olursa, haberi nakledenlerin üç kişi olmasını ve bu üç
kişinin bu habere ses çıkarmayan bir topluluk içerisinde bulunmasını da şart
koşmak durumunda kalırlar. Çünkü hz. Peygamberden nakledilen olay bu şekilde
cereyan etmiştir.
[ı, 154]
ebu bekr'in, ninenin mirasçılığı konusunda muğîre'nin haberini
reddetmesine gelince;
A) belki de
duraksamayı gerektiren bir durum vardı ve ebu bekr'den başka bunu bilen kimse
yoktu.
B) ebu bekr bu
hükmün yürürlükte mi yoksa mensuh mu olduğunu araştırmak için reddetmiştir.
C) ebu bekr
başkasının yanında muğîre'nin yanındaki bilgiye benzer bir bilgi bulunup
bulunmadığını öğrenmek amacındadır; eğer başkasının yanında benzer bir bilgi
varsa hüküm daha kuvetli olacak; aksi bir bilgi varsa muğîre'nin haberi boşa
çıkacak.
D) ebu bekr,
tıpkı her ne kadar tek başına yeterli olsa bile, iki şahidin şahitliğinden
sonra hakimin kesin hüküm vermekte ihtiyatlı davrandığı gibi, haberin bir
ziyade ile desteklenmesini beklemek amacıyla kararsız kalmıştır, yoksa ki haberi
reddetmek azmiyle değil.
E) ebu bekr,
gelişigüzel biçimde hadis rivayetine çokça teşebbüs edilmesin diye böyle
kararsızlık göstermiştir.
Ebu bekr'in tavrının, bu ihtimallerinden birine
hamledilmesi gerekir. Çünkü ebu bekr'in haber-i vahidi kabul ettiği ve kabul
edenlere karşı çıkmadığı kesin olarak bilinmektedir.
Osman'ın, hakem b. Ebi'l-as hakkındaki haberinin
reddine gelince;
A) bu haber, bir
kişi lehine bir hakkın isbatına dair bir haberdir. Bu da şahitlik meselesi gibi
olup, bir kişinin sözüyle sabit olmaz.
B) ebu uekr,
osman'ın hakem ile akrabalığı yüzünden tereddüt etmiştir. Osman akrabalarına
olan düşkünlüğü ile tanınmaktaydı. Ebu bekr, osman'ın makam ve saygınlığını,
onun değerini düşürmek isteyen birinin 'osman bunu akrabalığı sebebiyle
söylemiştir' demesinden tenzih amacıyla ve bu hüküm başka birinin sözüyle
sabit olsun diye duraksamıştır.
C) ebu bekr ve
ömer, insanlar için, benzer durumlarda araştırıcı davranmayı kendilerinden
öğrensinler diye, yakın akraba hakkında duraksanmasını sünnet haline getirmek
amacıyla duraksamalardır.
Ebu musa'nın izin isteme konusundaki haberine gelince;
ebu musa ömer'in kapısını üç defa çaldıktan sonra beklemeksizin kapıdan ayrılıp
gittiği için, ömer'in siyasetinden kendini korumak için böyle bir habere
ihtiyacı vardı. Ömer, böylesi durumlarda hadis rivayet etmenin, başkaları için
kendi amaçlan doğrultusunda hadis rivayet etmelerine bir kapı açmasından
endişe etmiştir. Nitekim ebu musa, ebu said ile birlikte geri dönüp, ebu said
aynı yönde şahitlik edince ömer, ebu musa'ya 'ben seni itham etmedim; fakat
insanların hz. Peygamber adına söz uydurmalarından endişe ettim' demiştir.
Devlet başkanının, ortada bir töhmet bulunmamakla birlikte, benzer maslahatlar
sebebiyle duraksaması caizdir. Öte yandan bu haberler yaygınlık ve sıhhat
bakımından, bizim, sahabenin haber-i vahidi kabul ettiğine dair naklettiğimiz
haberlere denk değildir.
Ali'nin, eşcaî'nin haberini reddetmesine gelince;
zaten kendisi 'ökçelerine işeyen bir bedevinin sözünü nasıl kabul edelim'
diyerek red gerekçesini belirtmiş ve onun adalet ve zabtını bilmediğini
açıklamıştır. Bunun içindir ki ali onu kabalık ve idrardan çekinmezlik ile
vasi fi am ıştır. Ömer'in, süknâ hadisinde fatıma bt. Kays hakkında söylediği
"biz doğru mu yoksa yalan mı söylediğini bilmediğimiz bir kadının sözüyle
ahahın kitabını ve peygamberin sünnetini terketmeyiz" sözü de bunun
gibidir.
Sahabenin haber-i vahidi reddine ilişkin olarak
nakledilen olaylar hakkında verilecek cevap bu minval üzeredir.
İkinci şüphe: 'bilmediğin
şeyin ardına düşme' {isrâ, 17/36}, 'allah hakkında bilmediğiniz şeyleri
söylemeniz...' {bakara, 2/169}, 'biz ancak bildiğimiz şeye şehadet etmekteyiz'
{yusuf, 12/81}, 'size bir fas\k haber getirirse, onu araştırın; bilmeden
(cehaletle) bîr kavme zarar verirsiniz1 {hucurat, 49/6} -adil kişinin sözünde
bir nevi cehalet vardır- gibi ayetlere tutunmaktır.bu tutunma bir kaç yönden
batıldır;
A) onların
haber-i vahidi inkar edişleri, kesin bir burhan ile bilinmiş değildir; aksine
bu hususta hata mümkündür; öyleyse haber-i vahidi inkar etmek, bilgiye
dayanmaksızın hüküm vermektir.
B) haber-i
vahidle amel etmenin vacipliği, icma gibi kesin bir delil ile bilin- [ı, 155]
Mektedir; dolayısıyla bunda bir cehalet söz konusu
değildir.
C) ayetlerle
kastedilen husus; şahidin, görmediği ve bilmediği hususlarda kesin şahitlik
yapmaktan men edilmesi ve rivayet edilmeyen ve adil kişilerin nakletmediği
şeylerle fetva vermenin yasaklığıdır.
D) bu ayet,
şayet haber-i vahidin reddine delalet etseydi, iki kişinin, dört kişinin, bir
kadın ve iki erkeğin şahitliğinin ve yemin ile hüküm vermenin de reddine
delalet ederdi. Yalan ihtimali bulunmakla birlikte bunlarla hüküm vermenin
vacipliği kur'an nassı ile bilinmektedir. İşte haber-i vahidlerde aynı
şekildedir.
E) onların bu
anlayışına göre, devlet başkanının belirlenmesi ve hakimlerin tayininin
haramlığının da vacip olması gerekir. Çünkü, vera ve takva sahibi oldukları
bir yana biz bunların mümin olup olmadıklarını da yakinen bilmiyoruz. Hatta biz
namaz kıldıran imamın bile abdestli olup olmadığını bilmiyoruz; öyleyse
bunlara iktida etmek de yasak olsun! .[13]
Bütün bu anlatılanlardan sonra haber-i vahidlc amelin
vacipliği sabit olduğuna göre, bilesin ki; her haber makbul değildir.
Öncelikle şunu anlamalısın ki; biz burada 'kabul' sözü ile tasdiki ve 'red'
sözü ile yalanlamayı kastetmiyoruz. Aksine, belki yalan söylüyor veya hata
ediyor olsa bile, adil kişinin sözünü kabul etmek vaciptir. Belki doğru söylüyor
olsa bile, fasık kişinin sözünü kabul etmek caiz değildir. Biz 'makbul' sözü
ile, kendisiyle amelin vacip olduğu haberi; 'merdûd' sözü ile de kendisiyle
amel etme konusunda hakkımızda teklif bulunmayan haberi kastediyoruz. Makbul;
mükellef, adil, müslim ve zabt sahibi her kişinin rivayetidir; ister haberi
bir tek kendisi rivayet etmiş olsun, isterse kendisiyle birlikte başkaları da
rivayet etsin. Şimdi bu beş noktayı açıklayalım:
1) her ne kadar
bir kişinin şahitliği makbul değilse de, bir kişinin rivayeti makbuldür. Cübbâî
ve bir gurup alim aksi görüştedirler. Bunlar rivayette sayı şartım koşmuşlar ve
ancak iki kişinin sözünü kabul etmişlerdir. Ayrıca bu iki kişiden her birinin
rivayeti, başka iki kişiden sabit olmalıdır. Bu işlem bizim zamanımıza gelinceye
kadar öyle muazzam bir sayıya ulaşır ki, artık bir hadisin isbatı-na kesinlikle
güç yetirilemez. Kimileri de, zina şahitliğinden hareketle bu sayının dört
olması gerektiğini söylemiştir. Onların bu görüşlerinin batıl olduğunun delili
şudur; ilim ifade etmediği halde, tek tek kişilerin sözünün kabul edileceği
sabit olduğuna göre, sayı şartını ileri sürmek keyfi hüküm vermek olup, böyle
bir şart ancak ya bir nass ya da mansus üzerine yapılan bir kıyas ile
bilinebilir. Bu yönde bir nass bulunduğunu iddia etmek mümkün değildir.
Sahabeden nakledilen 'tek kişinin haberine destek arama girişimi' ise, iki-üç
olayda, yukarıda zikrettiğimiz sebepler yüzünden söz konusu olmuştur. Hakkında
yalnızca aişe'nin sözüyle, peygamber'in hanımlarının sözüyle, abdurrahman b.
Avf, ebu hureyre ve daha birçoklarının sözüyle hüküm verdikleri olaylara
gelince; tıpkı tek kişinin şahitliğini kabul etmediklerini kesin olarak
bildiğimiz gibi, onların haber-i vahidi kabul ettiklerini de, uygulamalarından
kesin olarak biliyoruz. Şayet sayı şartını koşanlar görüşlerini rivayetin
şehadete kıyasından aldılarsa, bu kıyas kesinlikle batıldır; çünkü sahabenin
bu iki işlem arasında fark gözettikleri uygulamalarından bilinmektedir. Diğer
yandan rivayet, hürriyet ve erkeklik şartı yönünden niye şeha-dete kıyas
edilmiyor! Zina şahitliğinde dört kişinin şahitlik etmesi şart koşulmuştur.
Hilalin görülmesi ve ebenin şahitliğinde ise bir kişi yeterli görülmüştür. Böyle
bir kıyas icnıa'ın çiğnenmesi sonucuna götürür; eğer kıyas yapmak vacip ise
bunlar arasında hiç bir fark yoktur.
2) ikinci şart,
-aslında bu şart bize göre birinci şarttır; çünkü bize göre riva- n 156 yette
sayı şartı yoktur tekliftir". Çocuğun rivayeti kabul edilmez; çünkü
çocukta henüz allah korkusu yoktur ve onu yalan söylemekten caydıracak bir
etken de yoktur. Bu bakımdan çocuğun sözüne güven hasıl olmaz. Şahitliğin
kabulünde nefsin sükununa ve zannın hasıl olmasına tabi olunmaktadır. Fasık,
çocuktan daha güvenilirdir. Hiç değilse fasıkta hem allah korkusu vardır ve
hem de dini ve aklı onun için bir caydırıcıdır. Çocukta ise allah korkusu diye
bir şey yoktur. Öyleyse çocuğun sözü evleviyetle reddedilir. Çocuğun
rivayetinin reddi hususunda bu yaklaşımı tutamak yapmak, çocuğun ikrarının
reddedilmesini tutamak yapmaktan daha uygundur. Bazıları çocuğun rivayetinin
reddini şöyle gerekçelendir-mişlerdir; çocuğun kendi nefsinden hikaye ettiği
şeyler (yaptığı ikrar) kabul edilmediğine göre, başkasından rivayet ettiği
şeylerin kabul edilmemesi daha evladır. Bu tutamak, köle örneğiyle boşa
çıkmaktadır; çünkü kölenin ikrarı kabul edilmediği halde rivayeti kabul
edilir. Her ne kadar kölenin ikrarının kabul edilmemesinin sebebi, bu ikrarın
efendinin mülkünü içermesi ise de, -efendinin mülkü dokunulmazdır-, çocuğun
mülkü de, çocuğun maslahatı gerekçesiyle kendisinden bile korunmuştur. Teklife
taalluk etmeyen hususlarda ise çocuğun sözü, hatta durumu tesir edebilir ve
ona iktida edilebilir. Tıpkı dürüst kişiye ve facire iktida edilebildiği gibi,
çocuk ve erişkine de iktida edilebilir. Fasıkın şahitliği kabul edilmez. Çocuk,
fasıka nisbetle yalan hususunda daha cüretkardır.
Çocuk eğer, tahammül anında mümeyyiz, eda anında
erişkin ise, onun bu rivayeti kabul edilir. Çünkü gerek tahammülünde gerekse
edasında bir kusur yoktur. Sahabenin, îbn abbas, ibnu'z-zübeyr, numan b. Beşir
ve benzeri genç sahabilerin haberlerini, buluğdan önce tahammül edilmişiyle
buluğdan sonra tahammül cdimişi arasında ayırım yapmaksızın, kabul hususundaki
icmai, mümeyyiz çocuğun işitmesinin (semâ) kabul edileceğine delalet eder.
Buradan hareketle selef ve halef, çocukları rivayet meclislerine dahil etmişler
ve küçükken tahammül ettikleri hususlardaki şahitliklerini kabul etmişlerdir.
Denirse ki:
Bazı alimler, kendi aralarında cereyan eden saldırı ve
yaralama (cinayet) gibi olaylarda çocukların şahitliğinin kabul edileceğini
söylemiştir. Deriz ki:
Çocukların çok sayıda olup, birbirlerinden ayrılmadan
önce şahitlikte bulunmaları durumunda, bu, bir nevi karinelerle istidlaldir.
Ancak eğer çocuklar birbirlerinden ayrılırsa, onlara yanlış bir telkin
yapılabilir ve onları telkine kapılmaktan alıkoyacak bir engel (vâ/i) de
yoktur. Çocukların bu husustaki şâhitliklc-riyle hüküm veren kişi, ancak,
çocuklar arasında bu tür cinayet olaylarının çok meydana gelmesi ve hükmün karineler
yardımıyla bilinmesine duyulan ihtiyaç sebebiyle hüküm vermiştir. Bu bakımdan
çocukların şahitliği, normal şahitlik yöntemine göre olmaz.
3) ravinin zabt
sahibi (zabıt) olması.
Tahammül anında mümeyyiz olmayan veya tnuğaffel olan
kişi, ezberlediği şeyi, aslına uygun olarak eda edebilecek biçimde iyi zabt
edemez; dolayısıyla, fa-sık olmasalar bile, böyle kişilerin sözüne güven olmaz.
4) ravinin
müslüman olması:
Kafirin rivayetinin kabul edilmeyeceğinde görüş
ayrılığı yoktur. Çünkü kafir din hususunda töhmet altındadır. Her ne kadar ebû
hanîfe, kafirlerin birbirleri hakkındaki şahitliklerini geçerli saymış ise de,
rivayetinin reddi hususunda muhalefet etmemiştir. Kafirin rivayetinin reddi
konusundaki dayanak, -her ne kadar kendi dini açısından adil olsa bile-,
kafirden dindeki bu makamın (rivayet) ehliyetinin alınması hususunda
gerçekleşen icmadır. Bu dayanak, 'fasıkın şahitliği merduddur; küfür ise en
büyük fasıklıktır; fasıkın şahitliği kabul edilmediğine göre kafırinki hiç
kabul edilmez' şeklindeki sözümüzden daha uygundur. Nitekim allah teala 'size
bir fasık bir haber getirirse, onu araştırın' {hucurat, 49/6} [ı, 157]
demiştir. Çünkü fasık masiyete cüret edişi sebebiyle töhmet altındadır. Dinine
bağlı bir kafir ise belki bu töhmet altında değildir. Şu kadar ki kafirin
rivayet makamından tecrit edilmesi konusundaki dayanak icmadır.
Denirse ki:
Bu yaklaşım yahudilere, hırıstiyanlara ve bizim
dinimize inanmayanlara uygun düşer. Çünkü inanmadıkları bir din hususunda
onların hakemliklerine başvurulması siyaset açısından uygun değildir. Peki
tevilci kafir (el-kafirul-müteev-vil) hakkındaki görüşünüz nedir? Tevilci
kafir, tekfir sebebi olan bir bidate kail olan kişi olup, dîni tazim etmekte,
masiyetten kaçınmakta ve kafir olduğunu bilmemektedir. Bunun rivayeti niçin
kabul edilmesin! Nitekim şafiî, her ne kadar bidati sebebiyle fasık olsa bile,
bazı bidat ehlinin rivayetini kabul etmiştir. Çünkü bu kişi fışkı hususunda
tevil yapmaktadır.
Deriz ki:
Tevil yapan bidatçinin rivayetine biraz sonra
değineceğiz. Kafire gelince;kafir, tevilci bile olsa bunun rivayeti kabul
edilmez. Çünkü her kafir kendince bir tevil yapmaktadır. Msl. Yahudi kendisinin
kafir olduğunu bilmemektedir. Tevilci olmayan, yani gerçeği kalbiyle bilmesine
rağmen diliyle inat eden kafir ise, pek enderdir. Tevilcinin yalandan
korunması, bir hınstiyanın yalandan korunması gibi olup, dikkate alınmaz.
Aksine bu makam, ancak müslümanlıkla elde edilir. Bu husus kıyas yoluyla değil,
icma ile bilinmektedir.
5) adalet
Allah teala 'size bir fasık bir haber getirirse, onu
araştırın1 {hucurat, 49/6f demiştir. Bu ifade fasıkın sözüne itimat etmekten
men ve gerek rivayet ve gerekse şehadette adaletin şart olduğuna dair bir
delildir. Adalet siret ve din hususunda istikametten ibaret olup, özü nefiste
yerleşen ve kişiyi hem müruet ve hem de takvaya sevkeden bir duruma racidir. Bu
durumun neticesinde o kişinin doğru söylediğine dair nefsin güveni oluşur.
Kendisini yalandan alıkoyacak bir biçimde aiiahtan korkmayan kişinin sözüne
güven olmaz. Kişinin bütün günahlardan masum olmasının şart olmadığında görüş
ayrılığı yoktur. Yine büyük günahlardan kaçınması yeterli olmayıp, bir baş
soğan çalmak ve bilerek bir buğday tanesi kadar hafif tartmak gibi küçük
günahlardan, kısaca dünyevi amaçlar uğruna yalana cüret etmeye varacak derecede
dininin gevşekliğine delalet eden her şeyden kaçınması gerekir. Hatta yolda
bir şey yemek, caddeye işemek (ve tükürmek), düşük kişilerle arkadaşlık etmek
ve ifrat derecede mizah yapmak gibi, mürueti zedeleyen mubahlardan kaçınmak da
adalet hususunda şart koşulmaktadır. İcma alanını aşan durumlarda, bu husustaki
ölçü, takdirin hakimin içtihadına bırakılmasıdır. Kişinin yaptığı bir iş,
hakime göre, o kişinin yalan söylemeye cüret edebileceğine delalet ediyorsa,
şahitliğini reddeder; buna delalet etmiyorsa reddetmez. Bu takdir işi de
müetehidden müetehide değişiklik gösterir. Bu hususun ayrıntısı, usulün değil
fıkhın kapsamındadır. Öyle kişiler vardır ki, gıybeti alışkanlık haline
getirmişlerdir ve hakim bu alışkanlığın o kişinin karakteri olduğunu, onsuz
yapamadığım, fakat bu kişinin kesinlikle yalancı şahitlik yapmayacağını
bilebilir. Hakimin, kendi içtihadına göre, bu kişinin şahitliğini kabul etmesi
kendisi açısından caizdir. Bu durum farklı yörelerdeki adetlere göre ve insanların
küçük günahlardan birkısmını büyütme hususundaki farklılıklarına göre değişiklik
gösterir. Adalet şartına ilişkin olarak iki mesele ortaya çıkmaktadır.
Mesele: (adaletin muhtevası)
Iraklı alimlerden kimileri, adaletin, açık bir fısktan
uzak olarak, müslüman-ıığı izhar etmekten ibaret olduğunu söylemiştir. Buna
göre durumu bilinmeyen her müslüman adildir. Bize göre ise böyle kişilerin
adaleti ancak, denemekle, si-ret ve genel tutumunu araştırmakla bilinebilir.
Onların bu görüşünün batıl olduğunu şu hususlar göstermektedir:
A)fasıkın
şehadeti ve rivayeti, -hem kuran nassı ile ve hem de haber-i vahidin kabul
edilmesinin delilinin, sahabenin bunu kabul etmesi ve onların bu yöndeki icmaı
olduğunu bilmemiz nedeniyle-, merduddur. Sahabenin bu kabulü, ancak adil
kişiler hakkında nakledilmiştir. Şayet fasıkın rivayeti kabul edilecek olursa,
bu kabul ya icma delili ya da hakkında icma bulunan adil kişiye kıyasla olur.
Fasıkın haberinin kabulüne dair icma bulunmadığı gibi, fasık, sözüne güven
oluşması bakımından adil kişi anlamında da değildir. Öyleyse fasıklık, tıpkı
(rivayet açısından) çocukluk ve küfür gibi, şehadet açısından da kölelik gibi,
rivayete engeldir. Bu hasletler bakımından durumu meçhul olan kişinin de sözü
kabul edilmez. Fısk açısından durumu bilinmeyen kişi de böyledir. Çünkü eğer
bu kişi fasık ise, rivayeti zaten kabul edilmez; yok eğer adil ise bu defa da
bilinmezlik (cehl) yüzünden kabul edilmez. Çocukluğunda, köleliğinde ve
küfründe kuşku duyduğumuz kişi ile bunun arasında hiç bir fark yoktur.
B)meçhulün
şehadeti makbul olmadığı gibi, rivayeti de makbul değildir. Onlar (bahsi geçen
ırak ehli), mali şehadeti kabul etmeseler bile, ceza (ukubat) şahitliğini
teslim ederler. Halbuki meçhul kişi, ukubat hususunda da merduddur. Diğer
şartlar hususunda aralarında farklılık olmakla birlikte rivayet ve şehaddette
güvenirliğin yolu aynıdır.
C)avamın,
ietihad mertebesine ulaşıp ulaşmadığı bilinmeyen müftinin sözünü kabul etmesi
caiz değildir. Alim olup olmadığının bilinmemesi durumu da böyledir. Hatta onlar,
adaletinin ve fışkının bilinmemesi durumunda da sözünün kabul edilmeyeceğini
teslim ederler. Müftinin, kendi nefsinden kendi içtihadını haber vermesiyle,
başkasından bir haber nakletmesi arasında ne fark vardır!
D)fer, aslın
şahidi olarak belirlenmedikçe, fer'in şahitliği dinlenmez. Bu kişi hakim
nezdinde meçhuldür. Eğer meçhulün şehadeti makbul olsaydı, fer'in tayin ve
tarifine gerek kalmazdı. Bu husus, meçhulün şahitliğini kabul edenlere karşı
bir red olup, bunun cevabı yoktur.
Denirse ki:
Fer, aslın şahidini zikretmek durumundadır. Çünkü,
hakim belki de onu fısk ile tanımaktadır
ve şehadetini reddetmektedir. Deriz ki:
Eğer adaletin tanımı, bir fısk ortaya çıkmaksızın,
müslümanlık ise, bu husus zaten gerçekleşmiştir. Öyleyse fısk ortaya çıkıncaya değin
araştırma yapmak gerekli değildir. Öte yandan öne sürdükleri bu itiraz, mürsel
haberle boşa çıkmaktadır. Çünkü onlar şeyhin zikredilmesini gerekli
görmemişlerdir. Halbuki, kendisine rivayette bulunulan kişi, adı zikredilmeyen
şeyhin fasık olduğunu biliyor olabilir.
E)haber-i vahid
konusunda bizim dayanağımız, sahabenin amelidir. Onlar, meçhulün haberini
reddetmişlerdir. Ömer, 'doğru mu yalan mı söylediğini bilmediğimiz bir kadının
sözünü nasıl kabul ederiz' diyerek fatıma bt. Kays'ın haberini reddetmiştir.
Ali, eşcafnin haberini reddetmiştir. Yine ali raviye yemin ettirmekleydi;
üstelik, zahirinden fısk değil, adalet anlaşılan kişilere yemin ettiriyordu.
Sahabenin bir kısmı meçhulün haberini reddediyor; diğerleri ise buna karşı
çıkınıyorlardı. Yani kimisi reddediyor, kimisi susuyordu. Adil kişinin
haberinin kabul edileceği hususunda icma ettikleri buna benzer bir yolla ortaya
çıkmaktadır. Zira kimisi bunu kabul ediyor; kimisi karşı çıkmaksızın ve itiraz
etmeksizin susuyordu.
0 hz. Peygamber, çeşitli memurluklar ve tebliğ
amacıyla civar bölge halk- [i? 159 larına göndereceği kişilerde adalet, iffet
ve takva arardı. En muttaki olanı aramasının sebebi, onları, yalnızca adil
kişinin sözünü kabul etmekle mükellef tutması-dir.
Bu zikredilenler, içtihada açık ve kesine yakın
kuvvetli delillerdir. Şu kadar ki bu konu kat'î değil, içtihadı bir konudur. .[14]
A)Hz.
Peygamber, rü'yet-i hilal konusunda, hakkında müslümanliğından başka bir şey
bilmediği halde, tek başına bir bedevinin sözünü kabul etmiştir.
Deriz ki: bir insanın bedevi olması, adaletinin, hz.
Peygamber nezdinde, vahiy yoluyla veya deneme yoluyla veya tanıyanların
tezkiyesiyle, biliniyor olmasına engel değildir. O kişinin, hz. Peygamber
nezdinde meçhul olduğunu size kim söylüyor!
B)sahabe,
kölelerin, kadınların ve bedevilerin sözünü kabul etmiştir; çünkü onlan fısk
ile değil müslümanlık ile tanıyordu.
Deriz ki:
Sahabe, hz. Peygamberin hanımlarının sözünü ve
arkadaşlarının hanımlarının sözünü kabul etmiştir. Gerek kendilerinin gerekse
mevalilerinin adaleti onlar nezdinde yaygın olarak bilinmekteydi. Eşcaî'nin ve
fatıma bt. Kays'ın sözünü reddetmelerinde olduğu gibi onlar, adaletini
bilmediklerinde reddetmişlerdir.
C) derler ki;
Şayet bir kafir müslüman olsa ve o anda şehadet veya
rivayette bulunsa, bu konuda ne dersiniz? Eğer bu kişinin şehadetini kabul
etmeyiz derseniz, bu pek doğru olmaz. Eğer kabul ederseniz, bu kabulün o
kişinin müslümanlığından ve fışkının bilinmemesinden başka bir dayanağı yoktur.
Müslümanlık süresinin uzaması sebebiyle o kişinin fışkına dair bir şey
öğrenmeksizin bir süre geçse, biz bu kişinin sözünün reddini vacip görmeyiz.
Deriz ki:
Biz bunun rivayetinin kabul edileceği görüşünde
değiliz. Nitekim, çok yalancı biri müslüman olmakta ve eski karakteri üzere
kalabilmektedir. Biz bu kişinin kalbinde kendisini yalan söylemekten
alıkoyacak bir korkunun varlığına muttali olmadığımız sürece şahitliğini kabul
etmeyiz. Takva kalptedir ve temeli korkudur. Ancak bu korkunun varlığına,
kişinin hal ve hareketleri, tavırları delalet eder. Biz bu kişinin rivayetini
kabul edecek olsak bile bu kabulümüz onun yeni müslüman olması sebebiyledir.
Henüz işin başında ve tazeliğinde olan kişi ile ülfetin uzaması sebebiyle
kalbi katılaşmış kişi arasında ne kadar fark vardır!
Denirse ki:
Eğer adalet nefiste bulunan gizli bir durum (hey'et)
ise ve temeli de korku ise, -ki bu müşahede edilemez; aksine, buna kesin
olmayan halta zanna galip gelen şeylerle istidlal edilebilir-, bu korkunun
temeli imandır ve iman zahir bir şekilde korkuya delalet eder. Öyleyse biz
kişinin iman etmiş olmasını yeterli görelim.
Deriz ki:
Müşahede ve tecrübe göstermiştir ki müminlerin
fasıklannın sayısı adillerinin sayısından daha fazladır. Yakinen bildiğimiz
bir konuda kendimizi nasıl kuşkuya düşürebiliriz! Öte yandan ukubat şahitliği,
aslın şahitliği, adalet açısından müflinin durumu ve teslim ettiğiniz diğer
hususlarda da sadece imanuyeterli görseydiniz ya!
D) derler ki:
Etin boğazlanmış hayvan eti olduğu, hamamdaki suyun
temiz olduğu, cariye diye satılan kadının, -cinsel ilişkinin helal olabilmesi
için- evli veya iddet bekliyor olmayıp cariye olduğu gibi hususlarda meçhul
müslümanın sözü kabul edilir. Aynı şekilde, namaz kıldırmak için imam
olduğunda, meçhul birinin hadesten ve cünüplükten temiz olduğuna dair sözü
kabul edilir. Suyun pis olduğunu haber veren kişinin sözü, zahiren
müslümanlığma dayanılarak, kabul edilir. Yine kör birine kıbleyi haber veren
kişinin sözü de böyledir.
[ı, 160]
deriz ki:
Akit yapan kişilerin sözü, bu kişilerin meçhul
olmaları sebebiyle değil, fışkın yaygınlığı sebebiyle kabul edilir. Bu, gerek
fasıkların çokluğu sebebiyle gerekse insanların muamelata ihtiyaç duymaları
sebebiyle verilmiş bir ruhsattır. Dürüst (berr) ve facir kişilere iktidanın
caizliği de bunun gibi olup gizlemek şart değildir. Kıble ve suyun temizliğine
dair habere gelince; haber veren kişinin sözüne ilişkin olarak nefiste tatmin
(sükunu'n-nefs) oluşmadığı sürece, bu gibi haberlerin kabulü vacip değildir.
Meçhul kişiye nefis tatmin olmaz. Hatta yalandan kaçındığı tecrübe edilmiş
fasık kişiye olan tatmin bundan daha da ağır basar. Kul ile allah arasında özel
olan bir şeyin tatmine (nefsin sükununa) havale edilmesi yadırganacak bir şey
değildir. Rivayet ve şehadete gelince; bunların durumu daha yüksek ve riski
daha geneldir. Bu bakımdan başka şeylere kıyas edilemezler. Bu hususlar
tamamiyle zannî-ietihadî suretlerdir. Şu kadar ki fasıkın ve meçhulün haberinin
reddedileceği kesine yakındır.
Mesele: (tevilci fası kın şahitliği)
Tevilci -yani kendisinin fasık olduğunu bilmeyen-
fasıkin şahitliğinin kabul edilip edilmeyeceğinde ihtilaf edilmiştir. Şafiî,
'ben, hanefî birinin şahitliğini kabul ederim; nebiz içmesi durumunda ise ona
had uygulan m' demiştir. Çünkü
Nebiz içmek, kesin olmayan bir fısktır. Kesin olan
fısk ise, diyarları, çoluk çocuğu öldürmeyi mubah sayan haricîlerin fışkıdır.
Bunlar kendilerinin fasık olduğunu bilmemektedirler. Şâfıî, rafı zam n
hattâbiye kotu dışındaki bid'at ehlinin (eh-lu'l-ehva) ehlinin şahitliğinin
kabul edileceğini söylemiştir. Çünkü hattâbiye mezhebi, kendi mezheplerinden
olan kişiler için yalancı şahitlik yapmanın caiz olduğu görüşündedir. Kadı'nın
tercihi, bidatçinin rivayetinin ve şahitliğinin kabul edilmeyeceği yönündedir.
Çünkü bidatçi, hem işlediği fiil sebebiyle hem de yaptığı işin haramlığını
bilmemesi sebebiyle fasıktır; dolayısıyla bunun fışkı ikiye katlanmıştır. Kadı,
bidatçinin, kendi fışkını bilmemesinin, tıpkı kendisinin kafirliğini ve
köleliğini bilmemek gibi olduğunu zannetmiştir. Bu görüş ayrılığının kaynağı
şudur: fısk, tıpkı küfür ve kölelik gibi, ehliyeti gideren bir makam eksikliği
(noksan-ı mansıb) olduğu için mi şehadetin reddine sebeptir, yoksa fasıkın
şehadeti, töhmet sebebiyle mi reddedilmektedir? Bidatçi ise, yalandan kaçınmakta;
dolayısıyla töhmet altında bulunmamaktadır. İşte şafiî'nin sözü bu noktaya
işaret etmektedir. Bu husus içtihada açıktır.
Ebû hanîfe ise, küfür ve fışkın ehliyeti gidermediği,
ancak töhmeti gerektirdiği görüşündedir. Ebû hanîfe bu yüzden zimmet ehlinin
birbirleri hakındaki şahitliğini kabul etmiştir. Kadı'ya göre, her ikisi de bir
makam eksikliği olup, ehliyeti giderir. Şafiî'ye göre ise küfür, bir makam
eksikliğidir; fısk ise, şehadetin reddini, töhmet sebebiyle, gerektirir. Bizce
de zanna en galip gelen görüş budur.
Denirse ki:
Bu yaklaşım şâfıî açısından iki yönden müşkildir.
Birincisi; şafiî, fasıkın şahitliği ile nikah akdinin inikad etmeyeceğine
hükmetmiştir. Nikah akdinin ini-kad etmemesi, ehliyetin yokluğu sebebiyledir.
İkincisi; eğer fasıkın şahitliğinin kabul edilmemesi töhmet sebebiyle ise, bu
kişinin doğru söylediğine hakimin zannı galibi bulunduğunda, bunun şahitliğini
de kabul etsin!
Deriz ki:
Birinci müşkilin kaynağı, hz. Peygamberin 'nikah ancak
veli ve iki adil şahit iledir'[15] sözüdür.
Sâri', tıpkı veli şartını getirmesi ve zina şahitliğinde sayı ziyadesinde
bulunması gibi, şahitlik ehliyetinde de bir ziyadeyi şart koşabilir. İkinci
müşkilin sebebi de, zannların değişiklik göstermesidir. Bu gizli bir durum
olup, şer' onu zahir bir sebebe bağlamıştır. Bu zahir sebeb de özel bir sayı ve
özel bir vasıftır. Bu özel vasıf ise adalettir. Öyleyse, tıpkı ukubat
konularında olduğu gibi ve yine babanın iki oğlundan biri için diğerinin
aleyhine şahitliğinin reddedilmesinde olduğu gibi, gizli manaya değil, açık
sebebe ittiba etmek gerekir. Nitekim baba, itham edilebilir ve şehadeti
reddedilebilir. Çünkü babalık, töhmet zan m doğurabilecek bir kaynak
olduğundan, babanın adaleti dikkate alınmaz. Halbuki töhmetin kaynağı gerçekte
bile bile fışkı irtikap etmektir. Diğer taraftan sahabenin, gerek haberler
gerekse şehadet hususunda, tevilci fasık oldukları halde haricîlerin sözünü
kabul etmeleri, şafiî'nin görüşüne delalet etmektedir. Tabiun da aynı şeyi
devam ettirmiştir; çünkü hariciler, yalandan kaçınıyor ve fısk içinde
olduklarını bilmiyorlar.
Denirse ki: bu hususta icma bulunduğu iddia edilebilir
mi? Deriz ki:
Hayır! Çünkü biz biliyoruz ki ali ve diğer imamlar,
osman'ın katillerinin ve haricilerin sözünü kabul etmişlerdir. Fakat aynı şeyi
bütün sahabilerin yaptığını bilmiyoruz. Belki aralarında bunu kabul
etmediklerini gizleyenler vardı ve bunlar ictihad konusu olan bir meselede
imama karşı çıkmıyorlardı. Kaldı ki sahabenin tamamı, haricilerin sözünü kabul
etmiş bile olsa, bu bütün sahabilerin haricilerin fışkına kanaat getirdiğini
göstermez. Hatta haricilerin icma ehlinden oldukları da düşünülürse, böyle bir
şeyi var saymak mümkün değildir. Onlar kendilerinin fısk içinde olduklarına
değil, hasımlarının ve osman ile taiha'nın fısk içinde olduklarına kanaat
getirmişlerdi. Ammâr b. Yâsir, adiyy b. Hâtem, ibnu'l-kevvâ, ester en-nehaî ve
daha bir gurup ümera bu noktada haricilere katılmışlardır. Ali de, fitne çıkar
endişesiyle bunlara karşı çıkmaktan çekinmiştir.
Denirse ki:
Eğer onlar haricilerin fışkına kanaat getirmeselerdi,
kendileri fasık olurdu.
Deriz ki:
Hayır böyle değil! Fıska ve küfre götüren şeyleri
bilmemek fısk ve küfür değildir. Kısaca; sahabenin, haricilerin rivayetini
kabul etmesi, onların fasıkın haberinin töhmet sebebiyle reddedileceği
kanaatinde olduklarını ve tevilciyi de itham etmediklerini gösterir. -en iyi
bilen Allahtır-.[16]
Teklif, müslümanlık, adalet ve zabt hususunda, rivayet
ve şehadet müşterektir. Bu dört hususun dışında kalan hürriyet, erkeklik,
görme, akrabalık, sayı ve düşmanlık gibi altı hususun ise rivayete değil,
şehadete etkisi vardır. Çünkü rivayetin hükmü her hangi bir kişiye özel
olmayıp genel olduğu için, ona dostluk* akrabalık ve düşmanlığın etki edeceği
düşünülemez. Bu bakımdan hz. Peygamberin çocukları kendisinden ve her çocuk
kendi babasından rivayette bulunabilir. Gözleri görmemekle birlikte sesleri iyi
zabt eden kişinin şahitliği kabul edilmemekle birlikte, rivayeti makbuldür.
Zira sahabe aişe'den, sesine itimaden rivayette bulunurlardı. Bu durumda
sahabe, aişe'ye nisbetle, görmeyen kişi durumundadır. Rivayet ettiği haber
ister kıyasa uygun isterse aykırı olsun, ravinin alim ve fakih olması şart
değildir. Zira nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki fakih değildir ve niceleri de
fıkhı, kendilerinden daha fakih olanlara taşır. Rivayette şart olan, sağlam
ezberlemektir. Ravinin alimlerin meclislerine devam etmesi ve hadis dinlemesi
de şart değildir. Aksine sahabe, sadece bir tek hadis rivayet eden bedevinin
sözünü de kabul etmiştir. Ancak alim ve fakih olmayan kişinin rivayeline, bu
işlerle meşgul olan alim birinin rivayeti muarız olduğunda tercihin nasıl
yapılacağında, ileride geleceği üzere, tartışma vardır. Hadis konusunda,
ciddiyetsizlikle veya tesahül ile veya aşırı yanılgı (sehv) ile tanınan
kişilerin rivayeti kabul edilmez. Çünkü böyle kişilere güvenilmez. Ancak
kişinin kendi işindeki ciddiyetsiz- [{t j62 lik ve tesahülü (rivayet ettiği
haberin) reddini gerektirmez. Ravinin, nesepçe tanınıyor olması da şart değildir.
Aksine bir kişinin adaleti biliniyor ise, nesebinin bilinmiyor olması bir
tarafa, nesebi olmasa bile, rivayet ettiği hadis kabul edilir. Zatı hiç
tanınmayan (mechulul-ayn) birinden yapılan rivayeti kabul etmeyiz. Vasfı
bilinmeyen kişinin rivayetini kabul edenler bile, zatı bilinmeyen kişinin rivayetini
kabul etmezler. Çünkü şayet bu kişinin zatını bilecek olsa, belki de onu fisk
ile bilecektir. Zatı tanınıp fjskı bilinmeyen kişinin durumu böyle değildir. İsmini
zikrederek birinden rivayette bulunsa ve bu isimde, biri cerh edilmiş diğeri
adil olan iki kişi olsa, tereddüt sebebiyle bu rivayet kabul edilmez. .[17]
Bu konu dört alt başlık altında incelenecektir.
Tezkiye edenlerde sayı şartının aranıp aranmayacağında
alimler ihtilaf etmişlerdir. Bazı hadisçiler, şahidin tezkiyesindeki gibi,
gerek tezkiye eden ve gerekse cerhedende sayıyı şart koşmuşlardır. Kadı ise,
-her ne kadar şehadet konusunda tezkiyecilerin sayısı ile destekleme daha
ihtiyatlı olsa da-, ne şahidin ve ne de ravinin tezkiyesinde sayıyı şart
görmektedir. Kimileri de bunun rivayette değil şehadette şart olduğunu
söylemişlerdir. Bu konu fıkhî bir mesele olup, bize göre en açığı, sayının
rivayette değil şehadette şart olmasıdır. Çünkü, rivayetin sabit olduğu
sayının, bizzat rivayete bir artısı yoktur.
Denirse ki:
Sahabenin, tek kişinin rivayetini kabul ettikleri
sahih olarak nakledildiği halde, tek kişinin tezkiyesini kabul ettikleri
nakledilmcmiştir. Öyleyse bu hususla şer'in kıyasına başvurulmalıdır.
Deriz ki:
Biz sahabenin neyi çok yaptıklarını ve neyi
yapmadıklarını biliyoruz. Nîtekim biz, sahabenin, ebu bekr'in rivayetini kabul
ettikleri gibi, onun tadilini de kabul ettiğini bilmekteyiz. Nasıl olur da bir
şeyin şartı, o şeyin aslına ziyade yapabilir! Muhsanlık (ihsan) iki kişinin
sözüyle sabit olduğu halde, zina ancak dört kişinin sözüyle sabit olmakta ve
muhsanlık zinaya kıyas edilmemektedir. Biz aynı şekilde, tıpkı rivayetleri
kabul edildiği gibi, kölenin ve kadının rivayet hususundaki tezkiyesinin de
kabul edileceğini söylüyoruz. Bütün bunlar şebehî kıyaslarla sabit olan
meseleler olup, usulde bunlara uzun uzadıya yer vermek anlamsızdır.[18].
Şafiî, cerh sebebinin açıklanması gerektiğini, tadil
sebebinin açıklanmasına ise gerek bulunmadığını söylemektedir. Çünkü cerh
konusundaki görüşler birbirinden farklı olduğu için, birinin cerh sebebi
saydığı şeyi, bir diğeri cerh sebebi saymayabilir. Adaletin ise bir tek sebebi
vardır. Kimi alimler sebebi zikredilmeyen mutlak cerhin, sikahğı
kaldıracağını, mutlak tadilin ise, insanların zahir üzerine bina etmeye
koşuşturacağı gerekçesiyle, sikalık oluşturmayacağını; dolayısıyla tadil
sebebinin de zikredilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Kimileri de, anılan iki
gurubun sözlerinin toplamından hareketle, hem cerhin hem de tadilin sebebinin
zikredilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Kadı'ya göre ise her ikisinde de [ı,
163] sebebin açıklanmasına gerek yoktur. Çünkü kişi, eğer bu işin inceliklerini
bilmiyorsa zaten tezkiye için uygun değildir. Eğer bu işin uzmanı ise, bu
takdirde de soru sormanın anlamı yoktur. Bize göre sahih olan ise, bunun,
müzekkinin durumuna göre değişiklik göstereceğidir. Basiret ve zabtına güven
duyulan kişinin mutlak ifadesiyle yetinilebilir. Zatı bakımından adil olduğu
bilinen, fakat adaletin şartlarını bilip bilmediği (basiret) bilinmeyen kişiye
gelince; eğer onu tanıyıp bilen birini bulamazsak doğrudan kendisine
başvururuz ve ondan detaylı açıklama isteriz. Cerh ve tadilin tearuz etmesi
durumunda, cerhi takdim ederiz. Çünkü cerh eden kişi, tadil eden kişinin
bildiğine ilave bir bilgiye sahiptir ve tadil eden kişi bu ziyadeyi
nefyetmemiştir. Eğer bu ilaveyi nefyedecek olursa, tezkiye eden kişinin
adaleti batıl olur. Zira nefy, ancak, birisi onu adam öldürme sebebiyle
cerhe-derse ve tadil eden de öldürdüğü iddia edilen kişinin daha sonra hayatta
olduğunu gördüm derse, bu durumda cerh ve tadil tearuz etmiş olur. Eğer tadil
edenlerin sayısı daha fazla ise, bu durumda tadilin cerhe takdim edileceği
söylenebilir. Şu kadar ki bu görüş zayıftır. Çünkü cerhin takdim edilme sebebi,
cerheden kişinin ilave bir bilgiye sahip olmasıdır ve bu ilave bilgi sayı
çokluğu sebebiyle ortadan kalkmaz.[19]
Tezkiye, ya söz ile, ya kendisinden rivayette bulunmak
ile, ya onun rivayet ettiği bir haberle amel etmek ile ya da onun şahitliği ile
hüküm vermekle olur. Bu dört biçimden en üstünü söz ile olandır.
1) söz ile
yapılan tezkiye 'o adil biridir; çünkü ben onun şu şu durumlarını biliyorum'
demekle olur. Adalet şartlarını bilen biri iken, tadil sebebini zikretmezse,
bu da tezkiye sayılır.
2) ikincisi,
ondan rivayette bulunmaktır. Birinden haber rivayet etmenin tadil sayılıp
sayılmayacağında ihtilaf edilmiştir. Sahih olan şudur: eğer bu kişinin adetinden
veya sarih sözünden, sadece adil olan kişilerden rivayette bulunulmasını caiz
gördüğü biliniyorsa, bu kişinin birinden rivayette bulunması onu tadil ettiği
anlamına gelir. Aksi halde, rivayeti tadil sayılmaz. Zira çoğunluk ravilerin
adeti, her duydukları kişiden rivayette bulunmaktır. Bunlardan rivayette bulundukları
kişileri hayırla anmaları (sena) istense susup kalırlar. Zaten yaptığı rivayette
de tadili açıkça ifade eden bir şey yoktur.
Denirse ki:
Birini fısk ile tamsa ve daha sonra ondan rivayette
bulunsa, dinde saptırma yapmış olur.
Deriz ki:
Biz başkasının (bu rivayete göre) amel etmesini vacip
görmüyoruz. Fakat o kişi, 'ben falancanın şöyle dediğini duydum' demiş ve bunda
da doğru söylemiştir. Öte yandan bu kişi, fısk veya adalet ile tanımadığı
birinden rivayette bulunmuş ve araştırma işini, bu haberi kabul etmek isteyen
kişiye havale etmiş olabilir.
3) ihtiyata
hamiedilmesi veya kendisine uygun başka bir delil ile amel etmeye hamledilmesi
mümkün olan bir haberle amel etmek tadil değildir. Amelin bu haberle olduğu
yakinen bilinirse bu takdirde amel tadil sayılır. Zira; şayet, adi olmayan
birinin haberiyle amel edecek olsaydı fasik olacak ve adaleti batjl olacaktı.
Denirse ki:
Bu kişi, belki de fışkın olmayışı ile birlikte salt
müsliimanlığın adalet olduğunu zannetmektedir.
Deriz ki:
Bu durum, söz ile yapılan tadil için söz konusu
olabilir. Biz de zaten amelin söz gibi olduğunu söylüyoruz. Bu ihtimal, adalet
sebebinin zikredilmesiyle ortadan kalkar. Bizim söylediklerimiz mutlak tadil
ile yetinmenin ayrıntısıdır. Zira sebebin zikredilmesi şart olsaydı, nikah ve
alım satım şahitliğinde tüm sıhhat şartlarının zikredilmesi de şart olurdu ki
bu pek yerinde değildir.
Denirse ki:
Belki de kendisi onu adalet ile, bir başkası ise fısk
ile tanımaktadır.
Deriz ki:
Cerhedilmiş birinin tadilinde olduğu gibi, onu fısk
ile tanıyan kişinin, amel etmesi elbette gerekmez.
4) şahitliği ile
hüküm verilmesi: bu şekildeki tadil, söz ile yapılan tadilden daha kuvvetlidir.
Ancak birinin şahitliğiyle ve haberiyle hüküm verilmemesi cerh sayılamaz. Çünkü
bazen adil kişilerin şahitliğinde ve rivayetinde de, cerh dı-şindaki diğer
sebepler yüzünden tereddüt edilebilir. Kaldı ki amelin terkedilmesi [t 164]
mutlak cerhe bir ziyade getirmemekledir. Çoğunluk alimlere göre bu makbul değildir,
özetle söylemek gerekirse, amelin tezkiyesi için, takdim veya başka bir delil
gibi bir yön ortaya çıkmazsa, amelîn terkedilmesi, mutlak cerh gibi olur.[20].
Ümmetin selefine ve halefin çoğunluğuna göre sahabenin
adaleti allanın onları kitabında tadil etmesi ve övmesi sebebiyledir. Allah
teaia şöyle buyurmuştur: 'siz insanlar için çıkırılmış en hayırlı ümmetsiniz'
{al-i ımran, 3/110}; 'sizi böylece orta bir ümmet kıldık ki, insanlara şahit
olasınız' {bakara, 2/143}. Bu hitap, o asırda mevcut olan kişilere yapılmış bîr
hitaptır. Yine allah teala 'allah müminlerden razı olmuştur; çünkü onlar ağacın
altında sana beyat etmişlerdir' {feth, 48/18} ve'es-sâbikune'1-evvelun'
{tevbe, 9/100} demektedir. Allah ensar ve muhacirleri birkaç yerde zikretmiş ve
onları övmüştür. Hz. Peygamber de 'en hayırlı asır benim asrım, sonra daha
sonra gelen asır..[21] 'Sizden biri
dünya kadar altın infak etse, onlardan birinin bir müd veya yarım müd
sadakasına ulaşamaz' [22] 'allah benim
için arkadaşlar, hısımlar ve yardımcılar seçti [23]demiştir.
Allamul-ğuyub olan allahın tadilinden ve hz. Peygamberin tadilinden daha sahih
bir tadil olabilir mi! Haklarında hiç bir övgü olmasaydı bile, hicret, cihad,
mal ve canı feda etme, hz. Peygambere muvalat ve yardım amacıyla baba ve
ailelerini öldürme gibi konularda bize yaygın ve mütevatir olarak gelen
tavırları, onların adaletine kesin olarak hükmetmek için yeterlidir. Kimileri,
araştırma yapmanın gerekliliği hususunda sahabenin de diğer insanlar gibi olduğunu
iddia etmiştir. Kimileri de, başlangıçtan fitne zuhuruna kadar sahabenin adil
olduğunu; sonra durumun değişerek kan döküldüğünü; dolayısıyla sahabenin de
araştırılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Mutezilenin çoğunluğu, aişe,
tal-ha ve zübeyr ile bütün ırak ve şam halkının hak imama karşı savaşmak
sebebiyle fasık olduklarını söylemişlerdir. Kaderiye mezhebinin selefi ise,
içlerinden birinin fasık olduğu ve bunun kim olduğunun bizzat bilinmediği
gerekçesiyle, ali, talha ve zübeyr'in, gerek birlikte gerekse ayrı olarak,
şahitliklerinin reddedilmesi gerekliğini söylemişlerdir. Kimileri de, fasıkın
hangisi olduğunun belli olmadığından hareketle, bunlardan tek tek her birinin
şehadelinin kabul edileceğini; ancak bir muhalife karşı ikisinin birden şahitlik
etmesi durumunda, her ikisinin de şahitliğinin reddedileceğini söylemişlerdir.
Kimileri de osman in ve katillerinin fışkında tereddüte düşmüştür. Bütün bu
iddialar, sünnete aykırı olarak selefe dil uzatmaktır. Kaldı ki kimileri,
sahabe arasında cereyan eden hadiselerin ictihad kaynaklı olduğunu; her
müctehidin musib olduğunu veya biri musib olmakla birlikte hata edenlerin
mazur olduğunu ve şahitliğinin reddedilemeyeceğini söylemişlerdir. Kimileri de
bu çekişme ve tartışmaların ictihadî olmadığını; osmanın katillerinin ve
haricilerin kesinlikle hatalı olduğunu, şu kadar ki onlar, tevilci olup,
hatalarını bilmediklerini söylemişlerdir. Tevilci fasıkın rivayeti ise redde-
[ı, 165 dilmez. Bu yaklaşımlar, kur'an'ın mutlak tadilini geçersiz saymaktan
daha yerindedir.
Denirse ki:
Kur'an sahabeyi hayırla anmıştır. Sahabi kimdir? Hz.
Peygamberin asrında yaşayan mı; onu en az bir defa gören mi; onunla bir an
sohbet eden mi yoksa sohbeti uzun olan mıdır ve bu sohbetin uzunluğunun sının
nedir?
Deriz ki:
Sahabi ismi, sadece hz. Peygamberle sohbeti bulunan
kişiler için kullanılır. Dildeki konumu itibariyle, bu ismin biri hakkında
kullanılabilmesi için, bir anlık bile olsa, sohbet yeterlidir. Şu kadar ki örf,
sahabi ismini, sohbeti çok olan kişilere özelleştirmiştir. Bu husus da tevatür
yoluyla, sahih nakil yoluyla, sahabinin 'benim sohbetim çok oldu' sözüyle
bilinebilir. Bu çokluk için takdir edilmiş bir sınır yoktur; belki takribi
olarak bir sınır getirilebilir.[24].
Ravinin müstenedi, ya şeyhin kendisine kıraatidir; ya
kendisinin şeyhe kıraati; ya icazet; ya münâvele; ya da bir kitabda şeyhin
hattıyla yazılı olarak görme olmak üzere beş mertebedir.
1) şeyhin
kıraati (sema'):
Birinci mertebe, ki en üstünü budur, kendisinden rivayette
bulunması için şeyhin ihbar sadedinde okumasıdır. Haberin bu yolla alınması
raviye, 'haddese-na\ 'ahberena', 'kale fulan' ve 'semituhu yekulu' deme imkanı
verir.
2) şeyhe kıraat
(kıraat):
İkincisi; haberi şeyhe okumak olup, şeyh sükut ederse,
bu sükut şeyhin 'bu haber sahihtir' demesi gibi olur; dolayısıyla, bazı zahir
ehlinin aksine, bunun rivayet edilmesi caiz olur. Çünkü şayet haber sahih
olmasaydı, şeyhin sükutu ve takriri adaletini zedeleyen bir fisk olurdu ve
şayet bunu mümkün görecek olursak, şeyhin bu haberin sahih olduğu şeklindeki
sözünün yalan olmasını da mümkün görmemiz gerekirdi. Ancak ortada eğer
önemsemezlik ve gaflet durumu varsa bu takdirde şeyhin sükutu yeterli olmaz.
Böylesi bir durum raviye 'ahberena' ve 'haddesena fulanun kıraaten aleyh' deme
imkanı verir. Ravinin böyle bir kayıt getirmeksizin mutlak olarak 'haddesena'
veya &mitu fulanen' demesinde ihtilaf vardır. Sahih olan bunun caiz
olmamasıdır. Çünkü, haber, hadis ve mes-mu1 (duyulmuş) lafızlarının hepsi sözlü
ifade (nutk) olduğu için, bu ifade şeyhin doğrudan söylediği (nutk) intibaını
vermektedir. Ravinin bu ifadesi de yalan olur; ancak, eğer sarih sözüyle veya
halinin karinesiyle, ravinin bu ifadeyle, şeyhin hadisini duymayı değil, ona
okumayı kastettiği anlaşılıyorsao başka.
3) icazet:
İcazet, şeyhim 'falan kitabı veya benim mesmûâtımdan
sana göre sahih olanları benden rivayet etmene icazet veriyorum' demesidir. Bu
durumda mes-mu'un tayininde ihtiyatlı davranmak gerekir. Ancak eğer (şeyh)
sadece 'benim falandan mesnjtuım .budur' demişse, ondan rivayette bulunmak caiz
değildir. Çünkü şeyh böyle demekle rivayet hususunda izin vermiş olmaz. Belki
de o, duymuş olsa bile, bildiği bir kusur yüzünden rivayet edilmesini caiz
görmemiştir. Aynı şekilde şayet indî şehadetun' dese, 'sana benim şehadetime
göre şahitlikte bulunmana izin veriyorum' demedikçe veya bu şehadet hüküm
meclisinde kaim olmadıkça şahitlik yapamaz. Çünkü rivayet de bir şehadettir.
İnsan bazen normal konuşmasında umursamaz davranabilir. Fakat şehadetin
kesinleşmesi durumunda biraz tereddüt eder.
İcazet raviye 'haddesena -veya- ahberena icazeten'
deme imkanı verir. Ravinin 'icazeten1 kaydını söylemeksizin mutlak olarak
'haddesena' demesini bazıları caiz görmüştür ki bu fasittir; çünkü bu ifade
şeyhin sözünü işittiği intibaını vermektedir ve bu da yalandır.
4) münâvele:
Münâvele şeyhin 'şu kitabı al ve onu benden tahdis et;
ben onu falandan işittim' demesidir. Bu lafızlar olmaksızın yapılan münâvelenin
(alma-verme.) Hiç [ı, 166] bir anlamı yoktur. Aslında bu lafızlar olduktan
sonra münâvelenin de bir anlamı yoktur. Münâvele bazı hadisçilerin uydurduğu
faydasız bir tekellüftür. Hadisin icazetle rivayeti caiz olduğu gibi, -bazı
zahir ehlinin aksine- bununla amel etmek de vaciptir. Çünkü amaç, bilme yolunun
kendisini değil, haberin sahihliğini bilmektir. 'Bu kitap benim mesmuumdur;
onu benden rivayet et!' sözü bildirme açısından, şeyhin kıraati ve şeyhe
kıraat gibidir. Onların 'şeyh, raviye haberi doğrudan tahdis etmeye
muktedirdir, dolayısıyla münâveleye gerek yoktur' sözleri de anlamsızdır. Çünkü
buna göre, ravinin şeyhe okumasının da sahih olmaması gerekir; çünkü şeyh
okumaya muktedirdir. Yine ravinin, şeyh hayatta olduğu sürece rivayette
bulunmaması gerekir; çünkü tıpkı şahitlik meselesinde olduğu gibi, asıla
başvurma imkanı vardır. Demek ki bu hususlar rivayet konusunda muteber
değildir.
5) yazıya
dayanma:
Ravinin, şeyhin hattıyla 'innî semi'tu ala fulanin
keza' yazısını görmesi olup, buna dayanarak şeyhten rivayette bulunması caiz
değildir. Çünkü ravinin ondan rivayette bulunması, şeyhin bunu söylediğine
şehadet etmek demektir; halbuki yazı bunu göstermez. Fakat ravinin, 'ben bir
kitapta bir hat ile yazılt olarak gördüm ve bu hattın falan kişiye ait
olduğunu zannediyorum' demesi mümkündür. Yazı, yazıya benzer. Ancak şeyh eğer
'bu benîm yazımdır' derse sözü kabul edilir. Fakat şeyh, -rivayet hususunda
gerek sözüyle ya da hadis rivayeti için oturmak gibi bir hal karinesiyle- yetki
vermedikçe kendisinden rivayette bulunulamaz. Adil bir kişi, mesela 'bu,
sahih-i buharî'nin sahih bir nüshasıdır' dese ve onda bir hadis görse rivayette
bulunamaz. Fakat bu kişi eğer mukallid ise, bu haberle amel etmesi gerekir mi?
Bunu müctehide sorması gerekir. Eğer hadisi gören kişi müctehid ise amel etmesi
gerekir mi? Kimileri hadisi işitmedikçe amel etmesinin caiz olmadığını kimileri
de, eğer nüshanın sahih olduğunu adil bir kişinin sözüyle biliyorsa, bu
takdirde amel etmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü hz. Peygamberin
arkadaşları zekat sahifelerini değişik bölgelere götürüyorlardı ve oradaki
insanlar, her biri tek tek işitmediği halde sahifeleri taşıyan kişilerin
şahitliğiyle bu sahif elere itimat ediyorlardı. Bu sükunun-nefs ve zanni galip
ifade eder.
Özetle söylemek gerekirse; ravi ancak, sema'ını,
hıfzını ve eda vaktine kadar hiç bir harf değişmeksizin zaptedildiğini bildiği
haberleri rivayet edebilir. Bunlardan (sema', hıfz, zabt) her hangi birinden
kuşku duyarsa rivayet etmemelidir. Bu prensipten doğan bir kaç mesele vardır.
Mesele: (birinden haberi duyup duymadığında tereddüt)
Diyelim ki, zührimen duydukları (mesmuat) arasında bir
hadis bulunup, bunu zührî'den duyup duymadığında kuşkuya düşerse, 'bunu
zührî"den duydum' demesi caiz olmadığı gibi 'zührî dedi ki' demesi de caiz
olmaz. Çünkü ravinin 'zührî dedi ki' sözü, zührî hakkında bir şahitlik olup,
ancak bir bilgiye dayanırsa caiz olur. Belki de, o hadisi başka birinden
duymuştur. Dolayısıyla bu kişi, tıpkı bir ikrarı işitip, ikrarda bulunan
kişinin zeyd mi yoksa amr mı olduğunu bilmeyen kişi gibidir. Dolayısıyla bu
kişinin zeyd hakkında şahitlikte bulunması caiz değildir. Hatta biz diyoruz ki;
bir şeyhten yüz hadis işitse ve bunlardan birisini işitmediğini bilse fakat
bunun hangi hadis olduğunu tayin edemese bu kişi o hadisi rivayet edemez.
Hatta bu hadislerden hiçbirisini rivayet edemez. Çünkü o hadislerden her
birinin, işitmediği hadis olması mümkündür. Her hangi bir hadi- [ı, 167] sin
zührî'den işitilmiş olduğuna dair galip zannı bulunsa bile, bu galip zanna dayanarak
rivayet etmesi caiz değildir. Kimi alimler, bu konudaki galip zanna itimat
edileceği gerekçesiyle, bunu caiz görmüşlerdir. Bu görüş uzaktır. Şahitlik
hususundaki dayanak galip zandır; fakat bu, hakim açısından söz konusudur.
Çünkü hakim şahidin doğru söylediğini bilemez. Halbuki
şahit, bundan emin olmalıdır. Çünkü şahidin müşahede imkanı bulunan hususlarda
ancak bildiği bir konuda şahitlik etmekle yükümlü tutulması mümkündür. Fakat
hakimin, ancak şahitlerin doğruluğu ile hüküm vermekle yükümlü tutulması
imkansızdır. Aynı şekilde ravinin de, şeyhin doğru söylediğini bilmesi mümkün
değildir; fakat şeyhin sözünü duyma yoluyla bilmesi mümkündür. Bu duyma işi
muhakkak değilse rivayette bulunmaması gerekir.
Denirse ki:
Asrımızda birinin, tahakkuk etmediği halde, 'hz.
Peygamber dedi ki' demesi caizdir.
Deriz ki:
O kişinin bunu tahakkuk ettirmesi mümkün değildir.
Zaten bu kişinin sözünden, kendisinin bizzat hz. Peygamberden işittiği değil;
fakat bunu başka birinden işittiği veya itimat ettiği bir kitaptan rivayet
ettiği anlaşılır. Bir haberi -bu yolla- işiten kişinin bu haberle amel etmesi
gerekmez; çünkü bu haber mürseldir ve o kişinin bunu nereden söylediği
bilinmemektedir. Ancak kaynağını zikrettiği takdirde, ravinin durumu ve adaleti
incelenerek bu haberle amel edilebilir. -val-lahu alem.-
Mesele: (şeyhin hadisi inkarı)
Şeyh, ravinin yalancılığına kesin gözüyle bakacak
biçimde hadisi inkar eder ve bu hadisle amel etmezse, ravi cerhedilmiş olmaz.
Çünkü cerh, bir kişinin sözüyle sabit olmayabilir. Öte yandan, her ikisi de
adil olduğu halde, ravi şeyhini, şeyhi de onu yalanlamaktadır. Bu durumda
onların sözleri birbirini yalanlayan iki beyyine gibi olur; dolayısıyla da
cerhi gerektirmez. Ancak şeyh, 'bunu hatırlamıyorum' diyerek tereddütlü bir
biçimde inkar ederse bu haberle amel edilir. Çünkü ravi, bu haberi ondan
işittiğinden kesin olarak emindir; şeyh ise onu kesin olarak yalanlamamaktadır.
Her kişi de adil olduğundan her ikisinin de doğru söylemesi mümkündür. Kerhı[25] şeyhin
hadisi unutmasının hadisi boşa çıkaracağını ileri sürmüş ve ve zührî'nin rivayet
ettiği velisinin izni olmaksızın evlenen kadının nikahı batıldır' hadisinin
reddini bu anlayış üzerine bina etmiştir. Kerhî şöyle istidlalde bulunmuştur:
zührî asıldır (ilk ravidir). Şeyh hadisle amel etmeyince, şeyhin fer'i olan
ravi o hadisle nasıl amel edebilir!
Deriz ki:
Eğer adil birisi ondan bu hadisi rivayet etmişse, şeyh
bu hadisle amel edebilir. Ancak adlin rivayet etmesine rağmen içinde bir kuşku
varsa bu hadisle amel edemez. Fakat ravi, duyduğuna kesin kanaat getirirse bu
hadisle amel etmesi gerekir. Ravi ve şeyh dışındakilerin ise, her ikisini de
tasdik etmiş olmaları için, bu hadisle amel etmeleri gerekir. Hakim, zahiren
adil görünen yalancı şahidin sözüyle hüküm vermek durumundadır; fakat bu,
şahide haramdır. Avamın, mücte-hidin fetvası değişmiş bile olsa, eğer bu
değişikliği bilmiyorsa, müctehidin bu fetvası ile amel etmesi gerekir. Fakat
müctehidin kendisi, bu değişikliği bildiği için, önceki fetvası ile ame edemez.
Her biri kendi durumuna göre amel eder. Malik, şafiî ve kelamciların çoğunluğu
bu hadisle (ilk ravinin unuttuğu hadisle) amel edilebileceği görüşündedir.
Çünkü insanda unutma durumu çoğunlukla meydana gelebilir. Hangi muhaddis. Hayan
boyunca rivayet ettiği tüm hadisleri e/bere bilebilir! Dolayısıyla unutma,
tıpkı şeyhin hadiste bir ziyade bulunduğunda veya hadisin i'rabında kuşkuya
düşmesi gibidir. Nasıl ki bu durum, sıklıkla [ı, 168 vuku bulması sebebiyle,
hadisin iptalini gerektirmiyorsa, hadisin aslı da bunun gibidir.
Mesele: (sika'nm bir ziyade ile infiradı)
Sika bir ravinin, hadisi rivayet eden topluluktan
farklı olarak bir ziyadeyi tek başına rivayet etmesi (tnfirad), bu ziyade ister
hadisin lafzında isterse anlamında olsun, çoğunluk nezdinde makbuldür. Çünkü
sika ravi, diğer hafızların nakletmediği bir hadisi tek başına rivayet
ettiğinde bu rivayet makbul olmaktadır. Öyleyse tek kaldığı ziyade de bunun
gibidir. Çünkü adil kişi, mümkün mertebe, töhmetten uzak tutulur.
Denirse ki;
Herkesin dikkat kesilip dinlediği bir durumda,
ziyadeyi yalnızca bir kişinin tek başına hıfzetmiş olması uzak ihtimaldir.
Deriz ki:
Eğer mümkünse, bu bir kişi dışındakilerin tasdiki daha
evladır. Bu bir kişi duyduğundan emindir; diğerleri ise kesinlikle böyle bir
ziyadenin olmadığım söylememiştir. Belki de hz. Peygamber söz konusu hadisi iki
ayrı mecliste zikretmiş; ziyadeyi zikrettiği yerde de sadece bu kişi bulunmuş
olabilir. Belki de hadisi bir mecliste iki kere tekrar etmiş, ikinci tekrar
anında sadece bu bir kişi bulunmuş olabilir. Hadisi noksan rivayet eden
ravinin, meclise sonradan gelip hadisin tamamını duymamış olması da ihtimal
dahilindedir. Belki de mecliste hepsi aynı anda bulunmuşlar, fakat bir kişi
dışındakiler bu ziyadeyi unutmuştur. Yine hadisin söylendiği anda aniden meşgul
edici ve ürkütücü bir sebebin vukua gelip, orada bulunanların birkısmını hadise
kulak vermekten alıkoymuş ve bu yüzden ziyadeyi dikkatle dinleyen kişiler
ezberlemiş olabilir. Yine dinleyicilerden bir kısmında ziyadeden alıkoyan bir
düşünce arız olmuş olabilir. Yine birkısmının basma meclisten kalkıp gitmesini
gerektiren rahatsız edici bir durum gelmiş olabilir. Bütün bu ihtimaller
varken, adil kişi, mümkün mertebe, yalanlanamaz.
Mesele: (haberin bir bölümünün rivayeti)
Hadisin mana olarak naklini caiz görmeyenlerin
çoğunluğuna göre, haberin bir kısmını rivayet etmek caiz değildir. Mana ile
nakli caiz görenler ise, haberin tamamını bir kere rivayet etmiş olması ve
zikredilen kısmın, zikredilmeyen kısımla anlamı değiştirecek bir biçimde
bağlantılı olmaması şartıyla, bunu caiz görmüşlerdir. Eğer zikredilen kısım,
tcrkedilen kısımla, ibadetin şartı veya rüknü veya tamamlayıcı bir parçası gibi
bağlantılı ise, bu durumda hadisin bir kısmını nakletmek tahrif ve karıştırma
olur. Ancak hadisi bir kere tam olarak zikretmiş ve başka bir kere anlamı
değiştirmeyecek biçimde eksik olarak nakleimiş ise, bu caizdir. Fakat bunun
şartı da su-i zanla töhmet altında kalmanın söz konusu olmamasıdır. Eğer nakli
karıştırma (ıztırab) töhmeti altında kalacağını biliyorsa bundan kaçınması
gerekir.
Mesele: (mana ile rivayet)
Hadisi, lafzıyla değil de, mana ile nakletmek, hitabın
vaki oluş yerlerini ve lafızların inceliklerini bilmeyen kişilere haramdır.
Muhtemel ile muhtemel olmayan; zahir ile daha zahir ve genel ile daha genel
arasındaki farkı bilenlere gelince; şafiî, malik, ebû hanîfe ve fakihlerin
çoğunluğu, eğer anlamışsa hadisi ma-naen nakletmesini caiz görmüşlerdir.
Kimileri de ancak, bir lafzı müradifiyle ve anlam bakımından kendine eşit bir
lafızla değiştirmesini caiz görmüşlerdir. Bu da 'kuûd' yerine 'cülus', 'ilim'
yerine 'marifet', 'istitaat' yerine 'kudret', 'ibsâr1 yerine 'ihsas
bi'1-basar1, 'hazr' yerine 'haram' lafızlarını kullanmak gibi, kendisinde hiç
bir kuşku bulunmayan eşanlamlı lafızları kullanmakla olur.
Özetle söylemek gerekirse; istinbat ve anlama
bakımından farkılılık söz konusu olmayacak biçimde mana ile nakil yapılabilir.
Ancak mana olarak nakil, sadece kesin olarak anladığı haberler için
geçerlidir. Kesin olarak değil de, araştın-cılar/düşünücüler arasında
farklılığın olabileceği bir istidlal türüyle anladıkları hususlarda ise manaen
nakil caiz değildir. Manaen naklin alim için caizliğine delalet eden
hususlardan biri, yabancılara şer'i kendi dilleriyle anlatmanın caizli-[ı, 169]
ğindeki icmadır. Arapçanın, yabancı bir dile çevrilmesi caiz olunca, arapça bir
lafzın, kendine müradif ve denk başka bir arapça lafızla değiştirilmesi haydi
haydi caiz olur. Aynı şekilde hz. Peygamberin elçileri, hz. Peygamberin
emirlerini gittikleri bölgede konuşulan dille tebliğ ediyorlardı. Yine hz.
Peygamberin şeha-detini işiten biri, hz. Peygamberin şehadeti üzerine başka bir
dilde şahitlik edebilir. Manaen naklin caizliğinin bir başka delili şudur: biz
biliyoruz ki lafızda her hangi bir teabbüd yoktur ve amaç mananın anlaşılması
ve bunun insanlara ulaştırılmasıdır. Bu husus, teşehhüd, tekbir vs. Gibi
lafızla teabbüd olunan şeyler gibi değildir.
Denirse ki:
Hz. Peygamber " benden bir söz işitip, onu
koruyan ve işittiği gibi aktaran kişinin yüzünü allah ak etsin! Kendisine
tebliğ yapılan öyle kişiler vardır ki, sözü doğrudan işitenden daha
kavrayışlıdır; nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki fakih değildir; niceleri de
fıkhı kendilerinden daha fakih olanlara taşır" demiştir.
Deriz ki:
Hüccet işte budur. Çünkü illet burada zikredilmektedir
ki bu illet insanların anlayış (fıkh) açısından farklı oluşlarıdır. İnsanların
hakkında farklılık göstermedikleri eşanlamlı lafızlar, buna engel değildir. Bu
hadisin kendisi bile, anlam de-ğişmeksizin birbirinden farklı lafızlarla
nakledilmiştir. Her ne kadar bu farklı lafızların hepsinin, değişik zamanlarda
hz. Peygamber tarafından ifade edilmiş olması mümkün ise de, ağır basan taraf,
bunun bir tek hadis olup farklı lafızlarla nakledilmesi d ir. Nitekim bu hadis
rahimallahu imreen', 'naddarallahu imre-en' şeklinde; yine 'rubbe hamili fıkhın
la fıkhe leh' ve 'rubbe hamili fıkhın ğayru fakih' şeklinde de rivayet
edilmiştir. Aynı şekilde sahabe bir hutbeyi, bir olayı değişik lafızlarla
nakletmiştir. Bu da manaen naklin caizliğini gösterir.
Mesele: (mürsel haber)
Mürsel haber, malik, ebû hanîfe ve daha birçoklarına
göre makbuldür. Şafiî ve kadı'ya göre ise merduddur ve tercihe şayan olan görüş
de budur.
Mürsel hadis şu şekildedir: hz. Peygambere muasır
olmayan birinin 'Hz. Peygamber dedi ki' demesi veya ebu hureyre'ye muasır
olmayan birinin 'ebu hureyre dedi ki' demesidir. Mürselin makbul olmamasının
delili şudur: hadisi bu şekilde rivayet eden kişi şayet bu hadisi kendisinden
rivayet ettiği şeyhini, tadil etmeksizin, zikretmiş olsaydı, belki o kişi bizce
tanınmıyor (meçhul) olarak kalacak ve onu kabul etmeyecektik. Adını hiç
zikretmediği zaman ise bu tanımazlık daha da artmaktadır. Kendisini
tanımadığımız birinin adaletini nasıl bilebiliriz!
Denirse ki: adil birinin rivayette bulunmuş olması,
atlanan kişiyi tadil etmek demektir.
Deriz ki: buna iki yönden cevap verilebilir:
A) biz bu
anlayışı kabul etmiyoruz. Çünkü adil kişi bazen öyle birinden rivayette
bulunur ki, o kişi hakkında kendisine bir şey sorulunca duraksar veya onu
cerheder. Biz öylelerini gördük ki, kendisinden rivayette bulundukları kişi hakkında
bir şey sorulunca bazen onu tadil etmişler, bazen de cerh etmişler veya bilmiyoruz
demişlerdir. Mürsel haberde ravi, kendisinden rivayette bulunduğu kişinin
adaleti hakkında susmaktadır. Şayet cerhi zikretmeyip susmak tadil olacak
olsaydı, tadili zikretmeyip susmak da cerh olurdu ve ravi kendisinden rivayette
bulunduğu kişiyi cerh ettiğinde kendi kendisini yalanlamış olurdu. Fer'in
şehade-ti, açıkça belirtmediği sürece, aslın tadili anlamına gelmez. Rivayet ve
şehadetin bazı taabbudî noktalarda birbirinden ayrılması, tıpkı cerhedilmişin
ve tanınmazın
Rivayetinin caiz olmayışı kovıûsunda bir farklılık
gerektirmediği gibi, bu noktada da ayrı olmalarını gerektirmez. 'Adil kişi,
ancak adil kişinin şehadeti üzerine şe-hadet edebilir' demek caiz. Olmadığına
göre, rivayet hususunda da caiz değildir ve rivayet konusunda, haklarında
araştırma yapabilmek için şeyhin ve aslın zatını tanımak gerekir.
Denirse ki:
İi, 170] rivayette 'an fulan an fulan...' (an'ana)
usulü yeterlidir. Halbuki ravinin Reva fulanun an fulanın an fulanin' sözü
falanın falandan duymadığı; aksine bunun kendisine bir vasıta ile ulaştığı
ihtimalini taşımaktadır ve bu ihtimale rağmen kabul edilmektedir. Halbu ki
aynı durum şehadet hususunda kabul edilmemektedir.
Deriz ki:
Bu durum tanınmazın rivayetinde bir farkı
gerektirmediğine göre, -ki mür-sel haber bir tanınmazdan rivayet edilmektedir-,
mürselin kabul edilmemesini gerektirir. Öle yandan an'ana metodu katipler
arasında süregelen bir yaygın uygulamadır. Onlar her ismin yanına 'reva an
fulanin semaen minh' ibaresini yazmaya biraz üşenmişler, biraz da kağıt ve
zaman israfından kaçınmışlar ve bu yüzden böyle bir kısaltma yapmışlardır.
Kaldı ki bu usulle yapılan rivayet, ancak, rivayette bulunan kişinin bununla
sema'ı kastettiğinin -ya sarih lafzıyla veya adetiy-le- bilinmesi durumunda
kabul edilmektedir. Eğer ravi sema'ı kastetmiyorsa, hadisin müsned olması da
mürsel olması da muhtemeldir; dolayısıyla kabul edilmez.
B) Biz -cedel
olarak- rivayetin tadil anlamına geleceğini kabul etsek bile, sebep
zikredilmediği sürece, onun bu mutlak tadili kabul edilemez. Ravi bunu adil ve
sika birinden duyduğunu tasrih etse bile bunun kabul edilmesi gerekmez. Mutlak
tadil kabul edilecek olsa bile, bu, ancak kendisi (zatı) bilinen fakat fışkı
bilinmeyen bir kişi hakkında olabilir. Zatını tanımadığımız kişiye gelince;
ravi şayet bu kişiyi zikretmiş olsaydı belki de biz tadil eden kişinin
bilmediği bir fışkını biliyor olabilirdik. Her bir mükellef hakkında, eğer
kendisi kendini tanıtmaktan aciz ise ancak bu takdirde başkasının tanıtmasıyla
iktifa edilebilir. Zatı tanınmayan birinin, bundan aciz olup olmadığı
bilinemez. Benzer gerekçeyle, aslı tanıtmadığı ve belirlemediği sürece, fer'î
şahidin tadili kabul edilmez. Çünkü belki de hakim onu (as!) Fısk ile
tanımaktadır.
Mürsel haberi kabul edenler, sahabe ve tabiun'un
adil'in mütselini kabul konusundaki ittifakını gerekçe göstermişlerdir.
Nitekim pekçok hadis rivayet etmiş olmasına rağmen tbn abbas, yaşının küçüklüğü
sebebiyle, hz. Peygamberden sadece dört hadis duymuştur ve bu durumu kendisi
'riba nesiededir' hadisinde açıkça dile getirerek 'bunu bana üsame b. Zeyd
haber verdi* demiştir. Yine ibn abbas 'hz. Peygamber akabe cemresini atincaya
kadar telbiye yapardı[26] diyerek
rivayette bulunmuş; kendisine başvurulunca da "bunu bana kardeşim fazl b.
Abbas haber verdi' demiştir. Aynı şekilde ibn ömer hz. Peygamberden "kim
cenaze namazı kılarsa, ona bir şu kadar (kırat) sevap vardır"[27] dediğini
rivayet etmiş, daha sonra bunu ebu hureyre'den duyduğunu söylemiştir. Ebu
hurey-re "kim ramazanda cünüp olarak sabahlarsa, orucu bozulmuştur"
hadisini, 'bunu ben söylemiyorum, kabe'nin rabbine yemin olsun ki bunu muhammed
(s) söyledi' diyerek, rivayet etmiş; kendisine ısrarla sorulunca da 'bunu bana
fadl b. Abbas haber verdi' demiştir. Berâ b. Azib de 'size aktardığımız
hadislerin hepsini biz hz. Peygamberden duymuş değiliz; bir kısmını o'ndan
duyduk; birkısmını da o'riun arkadışlarından' demiştir. Tabiuna gelince; nehaî,
"eğer 'haddesenî fula-nun an abdillah' dersem, bana hadisi nakleden odur.
Eğer 'kale abdullah' dersem, bunu birçok kişiden işitmişimdir'1 demiştir. Daha
birçok tabiîden mürsel hadisi kabul ettikleri nakledilmiştir.
Cevap: bu gerekçeye iki yönden cevap verilebilir;
A) bunlar
doğrudur ve sahabenin birkısmının mürsel haberleri kabul ettiğini gösterir. Ne
var ki bu konu içtihadı bir konudur ve bu konuda kesinlikle icma sabit olmaz.
Öte yandan zikredilen bu örneklerden, sahabenin birkısmının da mürsel
haberleri kabul etmediği anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki mertebelerinin yüceliğine
rağmen ibn abbas, ibn ömer ve ebu hureyre ile tartışmışlardır. Elbette [ı, 17i
ki bu tartışma, onların adaletlerinden kuşku duydukları için değil, fakat
ravinin açığa çıkması içindir.
Denirse ki:
Sahabenin birkısmı mürsel haberi kabul etmiş, bir
kısmı da susmuş ve böylece icma gerçekleşmiştir.
Deriz ki:
Biz diğerlerinin susmasıyla, üstelik içtihada açık bir
meselede, icma'ın sabit olacağını kabul etmiyoruz. Tam tersine diğerleri belki
de, içlerinden inkarı gizleyerek veya bu meselede kararsız kaldıklen için
sükut etmişlerdir.
B) Mürsel
haberleri inkar edenlerin bir kısmı sahabi'nin mürselini kabul etmiştir. Çünkü
sahabi, bir başka sahabiden nakletmektedir ve sahabenin tamamı adildir.
Kimileri de buna tabiun'un mürsellerini de katmıştır. Çünkü tabiiler de
sahabeden rivayette bulunmaktadır. Bazıları da sadece büyük tabiilerin
mürselle-rinin kabul edileceğini söylemiştir. Mürselin reddi görüşüne kıyasla
tercihe daha şayan olan görüş şudur: tabii veya sahabi, sarih lafzı veya adetiyle,
sadece saha-biden rivayette bulunmakla tanınıyorsa, bunun mürseli kabul edilir;
eğer böyle tanınmıyorsa kabul edilmez. Çünkü onlar bazen, -hiç sohbeti
bulunmayan bedevi vb. Gibi-, sahabi olmayan kişilerden rivayette
bulunmuşlardır. Bizim için sabit olan ise, sadece, sohbet ehlinin adaletidir.
Zührî irsal yaptıktan sonra 'bunu bana abdulmelikin kapısı önünde bir adam
haber verdi1 demiştir. Yine urve b. Zübeyr büsre'den irsalcn naklettiği bir
haber hususunda 'bunu bana muhafızlardan biri haber vermişti' demiştir.
Mesele: (umumu'l-belva olan konulardaki haber-i vahid)
Kerhî ve bazı rey ehlinin aksine, umumu'l-belvada
varid olmuş haber-i vahid makbuldür. Çünkü adil kişinin naklettiği -doğruluğu
mümkün olan- her haberin tasdik edilmesi gerekir. Msl. Cinsel organa
dokunmakla ilgili hadisi adil bir kişi nakletmiştir ve doğru söylemesi
mümkündür. Biz bu haberi nakleden kişinin kesinlikle yalancı olduğunu
söyleyemeyiz. Ancak bir kişi, -msl. Bir valinin pazarda öldürülmesi, bir
vezirin azli ve cuma günü camide cuma namazı kılmaktan alıkoyan bir olayın
meydana gelmesi gibi veya güneş tutulması, zelzele veya büyük bir yıldızın
düşmesi gibi- yaygınlık kazanmaması adeten imkansız olan bir şey naklederse
durum değişir. Çünkü bütün bu olaylar vuku bulduğu takdirde hemen yaygınlık
kazanacak türde olaylardır ve bunların gizli kalması mümkün değildir. Aynı
şekilde kur'an hakkında da haber-i vahid kabul edilemez. Çünkü biz biliyoruz ki
hz. Peygamber kur'an'ı yaymakla mükellef idi ve herkese duyurmaya itina
gösteriyordu. Zaten kur'an'ın yaygınlık kazanmasına ve nakline dair itici
sebepler vardı. Çünkü kur'an dinin aslıdır; bir sure veya bir ayeti tek başına
rivayet eden kişi kesinlikle yalancıdır. Fakat umumu'l-belva olan konulardaki
haber-i vahidlerin yalan olduğuna kesin gözüyle bakamayız.
Denirse ki:
Siz, bu tür konulardaki haber-i vahidlerin kesinlikle
yalan olduğuna hükmedenlere neye dayanarak karşı çıkıyorsunuz! Msl. Ön ve arka
yoldan birşeyler çıkması günde birkaç defa olabildiğine göre ve bununla abdest
bozulduğuna göre hz. Peygamberin, bunun hükmünü tek tek birkaç kişiye duyurup,
yaymaması helal değildir; çünkü böyle bir davranış, şer'in gizlenmesi ve hiç
farkına varmaksızın insanların namazlarının batıl olması sonucuna götürür.
Öyleyse bu gibi şeylerin yayılması gerekir. Zaten bu tür şeylerin yaygınlık
kazanmasının itici sebepleri de hazırdır. Cinsel organa dokunma da aynı bunun
gibi sık vuku bulan bir şeydir; böyle bir şeyin hükmü nasıl gizli kalabilir!
Deriz ki:
A) bu
söyledikleriniz başta vitir namazı, fasd, hacamat ve kahkahanın hükmü, ölü
yıkamaktan dolayı gusül almanın vacipliği, kametin tekli veya çiftli olması
gibi hususlarla boşa çıkmaktadır. Buntann hepsi helvanın umumi olduğu [ı, 172
hususlardır ve onlar bu hususları haber-i vahide dayanarak isbat etmişlerdir.
Eğer
Onlar helvanın bu olaylardaki umumiliğinin, abdestin
bozulmasindaki umumiliği gibi olmadığını iddia ediyorlarsa, biz de deriz ki;
öyleyse temas ve dokunmadaki (lems ve mess) umumu'l-belva da, abdestin
bozulmasındaki gibi değildir. İnsan nasıl ki fasd ve hacamatı her zaman değil
sadece arasıra yaptırıyorsc cinsel organına da her zaman değil, abdest bozma
esnasında dokunmaktadır. Bu bakımdan aralarında bir fark yoktur.
B) fasd[28] ve hacamat
her ne kadar her gün tekrarlanan bir iş değilse de, sıklıkla yapılmaktadır.
Böyle bir işin hükmü, nasıl olur da gizli kalıp pek çok kişinin namazının batıl
olmasına yol açabilir ve bu iş tek tek kişilere nasıl havale edilebilir! Bunun
bir tek sebebi vardır ve o sebep şudur: allah teala resulünü bütün hükümleri
değil, bazı hükümleri yaymakla mükellef tutmuş ve geri kalan hükümler konusunda
insanları haber-i vahide havale etmesine izin vermiştir. Nitekim allah teala
hz. Peygamberin, faiz prensibi konusunda insanları kıyasa havale etmesine izin
vermiştir. Halbuki hz. Peygamber kolaylıkla "yiyecek maddesini yiyecek
maddesi karşılığında, ölçülebilir şeyleri ölçülebilir şeyler karşılığında
satmayın" diyebilirdi ve bu hükümlerin eşyayı sitte hadisinden istinbat
edilmesine gerek kalmazdı. Umumu'l-belva olan hususların, insanların
maslahatının haber-i vahide bırakılmalarını gerektiren şeyler cümlesinden
olması da mümkündür. Bu durumda ravinin doğru söylemiş olması mümkündür ve
tasdik edilmesi gerekir. Öte yandan hükmün yayılmasının illeti, ihtiyacın
genelliği ya da nadirliği değil, yükümlülüğün allahtan o şekilde gelmesidir
(teabbüdj. Eğer böyle olmasaydı, tıpkı bir şer' oluşu hususunda çoğunluğun
ihtiyaç duyduğu şeyler gibi, birçok insanın ihtiyaç duyduğu fasd ve hacamat
gibi şeylerin de gizli kalmaması gerekirdi.
Denirse ki:
Hz. Peygamberin yaymakla mükellef tutulduğu hususlar
için ölçü (dabıt) nedir?
Deriz ki:
Eğer siz bunun aklen mümkün oluşuna dair bir ölçü
istiyorsanız böyle bir ölçü yoktur; allah teala, hz. Peygamberi bunlar
içerisinden neyi dilerse onunla mükellef tutar. Eğer bunun vukuunu
kastediyorsanız, bu husus hz. Peygamberin fiilinden bilinebilir. Sem'iyyatı
araştırdığımızda, bunun dört kısım olduğunu görürüz:
A) Kur'an: biz
biliyoruz ki hz. Peygamber kur'an'i yayma hususunda aşın
Titizlik göstermiştir.
B) İslamın beş esası: bunlar kelime-i şehadet,
namaz, zekat, oruç ve hac olup, hz. Peygamber bunları avam havas herkesin
müştereken bilebileceği bir biçimde yaymıştır.
C) Alım-satım
ve nikah gibi zarurî olmayan muamelat ilkeleri: bunlar da tevatür derecesinde
yayılmıştır. Hatta talak, azat etme, ıstîlâd,[29] tedbîr[30] ve mükâlebe[31] gibi konular
da ilim ehli nezdinde mütevatirdir ve bu hususta kesin hüccel ya tevatür
yoluyla ya da işitmelerine rağmen sükut eden topluluklar huzurunda tek tek
kişilerin naklctmesiyle kaimdir. Hüccet bu yolla kaim olabilir. Şu kadar ki
bunları bilme hususunda avam, alimlerle müşterek değildir. Aksine avamma farz
olan, bu konularda alimlerin söylediğini kabul etmektir.
D) bu muamelat
ilkelerinin tafsilatı: namazı ve diğer ibadetleri ifsad eden şeyler, dokunma ve
kusma gibi abdesti bozan şeyler, başı meshin tekrarı gibi hususlar bu kısma
girer. Bu kısımdaki şeylerin birkısmı yaygınlık kazanmış, bir kıs-
[ı, 173] mini da tek tek kişiler nakletmiştir. Tek
kişilerin naklettiği hususların umumu'l-belva olması mümkündür. Tek tek
kişilerin naklettiği şeyler konusunda bir imkansızlık olmadığı gibi engel de
yoktur. Yaydığı şeyler hususunda hz. Peygamberin yaymakla mükellef (teabbüd)
tutulmamış olması mümkündür. Tek tek kişilere bıraktığı şeyleri de yaymakla
mükellef tutulmuş olabilir. Şu kadar ki bu işlerin meydana gelmesi, teklifin
böyle olduğunu gösterir. Hz. Peygamber bu hususların hiçbirinde allahm emrine
muhalefet etmemiştir. Vallahu a'lem.[32]
İcmâ'ın hüccet olduğunu isbata çalışanlar, öncelikle
icnıâ' lafzının ne anlama geldiğini anlatmaya, ikinci olarak icmâ'ın
gerçekleşme imkanını (ne şekilde gerçekleşebileceğini) açıklamaya, üçüncü
olarak mevcut icmâ'ı bilmenin imkanını açıklamaya ve dördüncü olarak icmâ'ın
hüccet olduğuna ilişkin delili göstermeye muhtaçtırlar.[33].
Biz icmâ1 ile, özellikle muhammed (a.s) ümmetinin dînî
bir iş hususundaki ittifakını kastediyoruz. İcmâ' sözlükte, hem 'ittifak' hem de
'kesin karar' anlamlarına gelen müşterek bir kelimedir. Buna göre bir kimse,
her hangi bir işi yapmaya karar verince bu şahıs için arapçada 'ecmea', bir
topluluk ittifak edince de 'ecmeû' denilir. Bu anlamda icmâ1, yahudi ve
hristiyanların icmâ'ı için kullanılabileceği gibi dînî olmayan bir konudaki
ittifak için de kullanılabilir. Fakat, örf bu lafzı yukarda verdiğimiz anlam
için özelleştirmiştir. Nazzâm, hüccet olduğu ortaya çıkmış her sözün, isterse
bu söz tek kişinin sözü olsun, icmâ' olacağı kanaatindedir. Bu anlayış hem
dile hem de örfe aykırıdır. Fakat nazzâm, icmâ'ı kendi anlayışına uydurmuştur.
Çünkü o, icmâ'ın hüccet olmadığı kanaatindedir. Nazzâm, kulaktan kulağa
mütevatir olarak yayılan 'icmâ'a aykırı davranmanın haram olduğu1 şeklindeki anlayışı
duyunca 'hüccet olduğu ortaya çıkmış her söz icmâ'dır' dsmiştir.[34]
İcmâ'tn gerçekleşmesinin mümkün olduğuna en açık
delil, icmâ'ın fiilen vuku bulmuş olmasıdır. Nitekim biz ümmetin, beş vakit
namazın ve ramazan orucunun farz olduğu konusunda icmâ' ettiklerini
bilmekteyiz. Ümmetin tamamı, nasslara ve kesin delillere ittiba ile teabbüd
edip duruken ve bunlara muhalefet etmeyi, cezalandırılma sebebi sayarken, artık
icmâ'ın tasavvuru nasıl imkansız oiabilir! Nasıl ki, itici sebeplerinin (devâî)
uyuşması sebebiyle, insanların yeme-içme üzerinde icmâ' etmeleri imkansız
olmadığı gibi, aynı şekilde gerçeğe (hakkj tabi o!ma ve ateşten korunma
üzerinde icmâ' etmeleri de böyledir.
Denirse ki:
Sayıca çokluğuna ve gerçeği itiraf ve gerçek
konusundaki inatçılık hususundaki devailerinin farklılığına rağmen ümmetin
görüşleri nasıl uyum içinde (ittifak) olabilir! Nasıl ki insanların, aynı günde
kuru üzüm yeme hususunda ittifak etmeleri imkansız ise, dini bir konuda ittifak
etmeleri de aynı şekilde imkansızdır.
Deriz ki:
Tüm insanları aynı günde özellikle kuru üzüm yemeye
yönlendirecek bir etken (bâis) yoktur. Halbuki, ümmeti, gerçeği itiraf etmeye
sevkeden bir etken vardır. Üstelik, sayıca çok olmalarına rağmen yahudilerin
batıl üzerinde topyekun buluşmaları tasavvur edilebilirken, müslümanların
gerçek üzerinde topyekun buluşmaları niçin tasavvur olunamasın! Sayı çokluğu,
ancak, benzerliklerin (eşbâh), itici ve vazgeçirici sebeplerin (devai ve
savârif) tearuzu durumunda etkilidir. [ı, 174 îcmâ'ın dayanağı çoğunlukla, ya
mütevatir nasslar ya da karine-i haller ile zorunlu olarak bilinen şeylerdir.
Aklını kullanabilen herkes bu hususta aynı yöntem üzeredir. Tabiatıyla, burada
ictihad ve kıyasın icmâ'a müstenid olup olamayacağı gündeme getirilecektir,
ilerde geleceği üzere bu konu tartışmalıdır.[35]
3. İcmâ'ın Bilinme
İmkanı:
Kimi alimler, 'ümmetin bir konuda icmâ' etmesi mümkün
olsa bile, icmâ'a katılanların değişik bölgelerde bulunduğu düşünülecek olursa,
bunu kim bilebilecektir' derler.
Deriz ki:
İcmâ'a katılanlar, görüşme imkanı olabilecek sınırlı
bir sayıda iseler, bunlarla yüz yüze görüşerek bunu bilmek imkanı vardır. Tek
tek herbiriyle görüşme imkanı yoksa, bir kısmının görüşü, doğrudan görüşme
yoluyla, diğerlerininki de, kendilerinden mütevatir olarak gelen haberlerle
öğrenilebilir. Nitekim biz, şafiî'nin ashabından herkesin, müslümanın zimmî
mukabilinde öldürülemeyece-ği ve velisiz nikahın batıl olacağı görüşünde
olduğunu; tüm hnstiyanlafın teslis, tüm mecusilerin tesniye inancında olduğunu
bilmekteyiz.
Denirse ki:
Şafiî ashabının ve ebû hanîfe ashabının mezhebi, bir
tek kişiye dayanmaktadır ki bu tek kişi, şafiî ve ebû hanîfe'dir ve tek
kişinin görüşünü bilmek elbette ki mümkündür. Yine hrıstiyanlann mezhebi tsa'ya
dayanmaktadır. Bunlar başlangıç itibariyle tek kişiye dayandıkları için
bilinebilir. Peki, belli bir sayıya has-redilemeyen bir topluluğun görüşü nasıl
bilinebilecektir?
Deriz ki:
Muhammed ümmetinin din işleri konusunda söyleyeceği
söz de, bunların muhammed'dcn anladıklarına ve duyduklarına dayanmaktadır.
Diğer taraftan, 'ehlu'1-hall ve'l-akd', belli bir sayıda olunca, bir kişinin
sözünü bilmek mümkün olduğu gibi, ikinci kişinin, onuncu, yirminci kişinin
sözünü bilmek de mümkündür.
Ehlu'1-hall ve'1-akd'den birisinin, belki de, rum
beldelerinde ve kafirlerin elinde esir olabileceği söylecek olursa, deriz ki,
ona da müracaat edip görüşünü öğrenmek gerekir. Tıpkı diğerleri gibi, esirin
sözü de nakledilir ve bunu bilmek mümkündür. Bu esir kişinin, diğerlerine
muhalif kaldığında tereddüdü bulunan kişi, icmâ'a gerçekleşmiş gözüyle bakamaz.
Bu defa da 'tamam, bu esir kişinin görüşünü öğrendiniz
diyelim. Ne biliyorsunuz, adam belki de bu görüşünden cayacak' denilerek
itiraz edilecek olursa, deriz ki; icmâ' kurulduktan sonra onun sonradan
caymasının hiç bir etkisi yoktur. Çünkü kurulmuş olan icmâ', onun yeniden ileri
süreceği farklı görüşe karşı hüccet olur. İcmâ'a katılan herkesin aynı anda
dönmesi de mümkün değildir. Zira bu durumda iki icmâ'dan biri hata olur.
Îcmâ'ın hata olması ise, sem' delili ile imkansızdır.[36].
İcmâ' konusunun en önemli noktası, ümmetin topluca
hata etmesinin imkansızlığına dair delil ikame etmektir. İcmâ'ın hüccet oluşu,
ya kitab veya mütevatir sünnet yada akıl ile bilinebilir. İcmâ'ın hüccet
oluşunun icmâ' ile isbatı mümkün değildir. Usulcüler, icmâ'ın hüccet oluşunu
kitab, sünnet ve akıldan çıkarmak için pek arzulu davranmışlarsa da, bunlar
arasında en kuvvetlisi sünnettir. Şimdi icmâ'ın hüccet oluşunu isbat sadedinde
tutunulan bu üç yöntemi zikredelim.[37].
Îcmâ'ın hücciyyeti konusunda dayanılan ayetler
şunlardır:
"işte böyle sizi, insanlara şahitler olasınız
diye orta bir ümmet yaptık" (bakara, 2/143},
"siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz" {al-i ımrân, 3/110},
"yarattı ki arım iz arasında, hakk ile hidayet
bulan ve hak ile adil olan bir ümmet vardır (a'râf, 7/181}",
"hepiniz birden allahın ipine sımsıkı yapışın
ayrılığa düşmeyin" {al-i ımrân, 3/103),
"hakkında ihtilaf ettiğiniz en ufak bir şeyin
hükmü bile allaha aittir" {şûra, [ı, 175] 42/10}. Bii ayetin mefhumundan,
'hakkında ittifak ettiğiniz şeyler doğrudur' anlamı çıkar.
"bir şey hususunda tartışmaya girerseniz, onu
allaha ve resulüne götürün" {nisa, 4/59}. Bu ayetin mefhumu da, ittifak
ettiğiniz şeyler doğrudur' anlamını verir.
Bütün bu ayetler, amaca doğrudan delalet etmeyen zahir
ifadelerdir (zevahir). Hatta zahir lafızların delalet ettiği gibi bile delalet
etmezler. İcmâ'ın hücciyyetine delalet açısından en kuvvetli ayet,
"kentlisine doğru yoî açıkça belli olduktan sonra. Resule karşı gelen ve
müminlerin yolundan başkasına tabi olanları yöneldikleri tarafa döndürürüz ve
cehenneme yaslarız. Orası ne kötü bir varış yeridir" {nisa, 4/115}
ayetidir. Bu ayet müminlerin yoluna tabi olmayı vacip kılmaktadır. Şafiî'nin
icmâ'nın hüccet]iği konusunda tutunduğu ayet budur. Biz bu ayete ilişkin olarak
yöneltilebilecek sorulan ve bu soruların savuşturulmasın! Tehztbu'l-usûl adlı
eserimizde uzun uzun anlattık. Kanaatimizce ayet, amaç (icmâ'ın hücciyyeti)
hususunda nass değildir. Aksine zahir olan, bu ayetten maksadın, 'resule karşı
savaş açan, onunla çatışmaya giren ve peygamberi destekleme, ona yardım cime
ve düşmanlara karşı onu savunma hususunda müminlerin yolundan başkasına tabi
olanlar...' olduğudur. Öyle anlaşılıyor ki ayette, peygamberle çatışmanın
terkedilmesi ile yetinilmemeiş, buna ayrıca peygamberi destekleme hususunda
müminlerin yoluna tabi olma, peygamberi savunma ve emir ve yasaklarında ona
uyma da eklenmiştir. Ayettin ilk anlaşılan husus budur. Bu ayet zahir değilse
bile muhtemeldir. Şayet hz. Peygamber bu ayeti, bu şekilde tefsir etseydi, bu
tefsir makbul olurdu ve bu tefsir, -hz. Peygamber'in, şayet, çekişmeyi
'muvafakat'; müminlerin yoluna tabi olmayı da, 'onların yolundan ayrılma'
olarak tefsir etmesi durumundaki gibi-, nasstn kaldırılması olarak değerlendirilemezdi.[38]
En sağlam dayanak budur. Burada "ümmetim hata
üzerinde birleşmez'[39]
Hadisine tutunulmaktadır. Bu hadis lafız bakımından
daha kuvvetlidir ve amaca daha iyi delalet etmektedir. Ne var ki bu hadis,
kitâb gibi mütevatir değildir. Ki-tab ise mütevatirdir fakat nass değildir. Bu
hadisi delil haline getirmek için şöyle bir yol takip etmelidir; hz.
Peygamberden, *bu ümmetin hatadan masum olduğu' anlamı aynı olmakla birlikte
farklı lafızlarla birbirlerini destekleyen pek çok rivayet gelmiş ve ömer, ibn
mes'ûd, ebû saîd el-hudrî, enes b. Mâlik, ıbn ömer, ebû hureyre, huzeyfe b.
El-yemân gibi gözde ve güvenilir sahabilerin dilinde
"ümmetim dalalet üzerinde birleşmez" [40]
"allah benim ümmetimi dalalet üzerinde toplamaz'[41] ,
"allahtan, ümmetimi hata üzerinde
birleştir/memesini istedim; bunu bana verdi"[42]
"kim cennetin orta yerine kurulmaktan
hoşlanıyorsa, cemaatten ayrılmasın. Çünkü cemaatin duası (davet), onları
çepeçevre kuşatır"[43]
"şeytan tek kalan kişi ile birliktedir ve iki
kişiden uzaktır"[44] gibi ve yine
"Allanın eli topluluğun üzerindedir"-[45] ,
"Allah,
ayrılıp tek kalanların ayrılışlarına değeq vermez' ,
"Ümmetim içerisinde hak üzerinde apaçık kalan ve
muhalif kalanların zarar veremeyeceği bir topluluk sürekli bulunacaktır"[46] -bir
rivayette, '...
‘’onlara isabet edecek mihnet (sıkıntı) dışında,
muhalefet edenlerin muhalefetinin zarar veremeyeceği bir topluluk...[47] Şeklinde geçmektedir-,
"kim cemaatin dışına çıkarsa veya cemaatten bir
karış ayrılırsa islam taahhüdünü (ribka) boynundan atmış olur'
"kim cemaatten ayrılıp da ölürse, bu ölüş
cahilîye ölüşü gibidir[48] biçiminde
yaygınlaşmıştır.
İşte bu haberler, sahabe ve tâbiûn arasında yaygın ve
açık olarak bizim zamanımıza kadar devam etmiş, selef ve haleften hiç kimse
bunlara dil uzatmamış-tır. Hatta, bu haberler, ümmete muvafakat ve muhalefet
edenlerce de makbul sayılmıştır. Ümmet gerek dinin temel konularında (usûlü'd-dîn)
gerekse fer'î konularında bu haberlerle halen ihticac etmektedir.
[ı, 176]
denirse ki:
Tek tek kişilerin nakli ilim ifade etmezken ve tek tek
bu haberlerin mütevatir olduğunu iddia etmek de mümkün değilken, bu haberler
nasıl hüccet olabilir?
Deriz ki: hüccet şekli şu iki yolla izah edilebilir;
Birl.ci yol: biz, her ne kadar, tek tek her biri
mütevatir olmasa bile, bu farklı haberlerin toplamıyla, hz. Peygamberin, bu
ümmetin konumunu (şe'n) yücelttiği ve hatadan masum olduğunu haber verdiği
hususunda zaruri bilgi gerçekleşeceğini iddia ediyoruz. Buna benzer haberler
sebebiyle, kendimizi, ali'nin yiğitliğini, hâtem'in cömertliğini, şafiî'nin
fakihliğini, haccâc'ın hatipliğini, hz. Peygamberin diğer eşlerine nazaran
aişe'ye kalben daha meyilli olduğunu ve hz. Peygamberin, arkadaşlarını yüceltip
övdüğünü bilmeye mecbur hissetmekteyiz. Bu hususlardaki haberler tek tek
mütcvatir olmasa bile, hatta tek tek ele alınıp incelendiğinde her bir ravinin
yalan söylemiş olabileceği mümkün olmakla birlikte, bu haberlerin toplamı için
aynı şey mümkün değildir. Bu, tek tek düşünüldüğünde her birinde ihtimal
bulunan, fakat topluca ele alındığında ihtimal durumu ortadan kalkan ve
neticede zaruri bilgi hasıl olan 'karineler toplamı'ndan elde edilen bilgiye
benzemektedir.
İkinci yol: biz bu haberlerin zarurî bilgi değil de
istidlali bilgi gerektirdiğini iddia ederiz. Şöyleki;
A) bu haberler, sahabe ve tâbiûn arasında meşhur
olup, onlar, icmâ'ı isbat hususunda bu haberlere tutunuyorlar ve nazzâm
zamanına kadar hiç kimse bu haberler konusunda muhalif bir görüş ve inkar öne
sürmemiştir. Halbuki norma) şartlarda (müstekarru'1-ade), birbirini takip eden
asırlarda ümmetlerin sahihliği yönünde hüccet kaim olmadığı sürece bir şeyi
kabulde uyuşmaları imkansızdır. Çünkü, tabiatlar değişik olduğu gibi, amaçlar
ve kabul ve red hususundaki mezhepler farklıdır. Bunun içindir ki, haber-i
vahid ile sabit olan hükümler, hiç bir zaman karşı görüş ileri sürülmekten ve
tereddüd izharından kurtulamamıştır.
B) bu
haberlerle ihticac edenler, bu haberler ile kesin bir aslı isbat etmişlerdir
ki, bu asıl, kendisiyle kur'an ve mütevatir sünnet üzerine hükmedilebilen
icmâ'dır. Norma! Şartlarda (fi'l-âde) kesin olan kitab'ı kaldıran bir haberi
kabul etmek imkansızdır. Ancak, bu haber kesin bir dayanağa istinad ediyorsa,
bu takdirde bu haber kabul edilebilir. Kesin olan şeyin, kesin olmayan bir şey
ile kaldırılması bilinen bir husus değildir. Zaten hiç bir kimse buna hayret
etmemiş ve hiç kimse kesin olan kitabı, sıhhati bilinmeyen bir habere istinad
eden icmâ' ile nasıl kaldırıyorsunuz dememiştir. Nazzam zamanına kadar ümmetin
tamamının bundan gaflet edip de bunu özellikle ve sadece nazzâm'ın farketmış
olması tasavvur edilebilir mi!
İşte bu haberlerle istidlal etme biçimi bu şekildedir.[49]
İcmâ'ı inkar edenler, bu haberler karşısında üç ayrı
konumdadırlar. Kimileri bu haberleri reddetmiş, kimileri tevil etmiş, kimileri
de başka haberlerle bunlara muaraza etmişlerdir.[50]
Burada dört soru vardır;
1. Soru: belki
de bir kişi bu haberlere muhalefet etmiş ve bunları reddetmiştir. Fakat bu
nokta bize nakledilmemiştir.
Cevap: böyle bir şey, adelen imkansızdır. Zira icmâ',
dinin temellerinin (usulü'd-din) en büyüğüdür. Şayet birisi buna aykırı
davransaydı, bu konuda işin boyutu büyür ve hilaf yaygınlık kazanırdı. Nitekim
sahabenin, 'ceninin diyeti', 'haram meselesi' ve 'şarap içme haddi' gibi
konulardaki tartışmaları silinip gitmemiştir. Bu gibi tali meselelerde bile
hilaf silinip gitmezken, nefyi ve isbatı hususunda hataya düşenlerin dalalet
ve bid'ate nisbet edildikleri büyük bir asıl hususundaki hilaf nasıl silinip
gidebilir! Diğer taraftan, nasıl oluyor da değeri düşük ve mertebesi ucuz olan
nazzamın hilafı yaygınlık kazanıyor da, sahabe ve [ı, 177] tâbiûnun
büyüklerinin hilafı gizli kalıyor. Bu, aklın alabileceği bir şey değildir.
2. Soru; siz,
önce haber ile icmâ'a istidlal ediyorsunuz; ondan sonra da icmâ' ile bu haberin
sıhhatine istidlal ediyorsunuz. Farzedelim ki, onlar haberin sıhhati üzerinde
icmâ1 etmiş olsunlar. Peki onların, sahihliği konusunda icmâ' ettikleri şeyin
sahih olduğunun delili nedir? Zaten aramızdaki tartışma da bu konudadır.
Cevap: hayır mesele sizin tasvir ettiğiniz gibi
değildir. Aksine biz, icmâ'a haber ile istidlal ettik; bu haberin sıhhatine
ise, gelip geçen asırlarda bu habere karşı çıkîlmaması ve muaraza edilmemesi
ile istidlal ettik. Çünkü âdet, kendisiyle kat'i şeyler (kavâti1) hakkında
hüküm verilen kesin bir aslın, sıhhati bilinmeyen bir haberle isbat edilmesini
inkar etmeyi gerektirir. Böylece biz haberin kesin oluşunu, icmâ' ile değil,
âdet ile bilmiş oluyoruz. Adet, kendisinden bazı bilgilerin edinildiği bir
asıldır. Msl. Kur'an'a muaraza edildiği ve bu muarazanın sonradan kaybolduğu
şeklindeki iddianın batıl olduğu, imametin nass ile olduğu, duha namazının ve
şevval orucunun vacip olduğu gibi iddiaların batıl olduğu, hep âdet ile
bilinir. Çünkü şayet böyle olsaydı, adeten bunları sükut geçmek imkansız
olurdu.
3. Soru: peki,
öncekîlerin'belki de icmâ'ı bu haberlerle değil de, başka bir de-\il\e isbat
etmiş olabileceğini söyleyenlere ne diye karşı çıkıyorsunuz?
Cevap: onlar, cemaate muhalefet etmeye engel olma,
cemaatten ayrılanları ve muhalefet edenleri tehdid hususunda bu haberlerle
ihticac etmişlerdir. Bu, yukarda söylenenden daha evladır. Şayet onların bu
hususta başka bir dayanakları olsaydı, bu dayanak ortaya çıkar ve
yaygınlaşırdı. Nitekim onların bu hususta ayetlere tutundukları da rivayet
edilmektedir.
4. Soru: peki, madem ki sahabe bu haberlerin
sıhhatini biliyordu da niçin tâbiûna bu haberlerin sıhhat yolunu zikretmedi.
Zikretmiş olsalardı şüphe ortadan kalkar ve tâbiûn da onlarla müşterek bilgiye
sahip olmuş olurdu.
Cevap: çünkü sahabe, hz. Peygamberin bu ümmetin
masumluğunu bildirmeşini, hz. Peygamberin bu ümmetin hata etmekten korunmuş
olduğunu açıklama kasdına zaruri olarak delalet eden karinelerin, emarelerin,
lafız ve sebeplerin tekrarlarının toplamıyla anladılar. Bu karineler,
nakledilemez ve ibarelere sığmaz. Şayet sahabe bu karineleri hikaye edecek
olsaydı, bu anlatımların tek tek her birine yine ihtimal girecekti. Bu bakımdan
sahabe, tâbiûn'un, kesin bir aslın meşkuk haber ile sabit olamayacağı ve adcien
böyle bir haberin kabul edilemeyeceği yönündeki bilgisiyle yelindiler. Bu
suretle âdel tâbiûn hakkında anlatımdan daha kuvvetli olmuştur.[51]
Îcmâ'ı inkar edenlerin bu haberlere ilişkin üç tevili
vardır.
Birinci tevil:
Hz. Peygamberin "ümmetim dalalet üzerinde
birleşmez" sözü, küfür ve bid'atten haber vermektedir. Belki de hz.
Peygamber, ümmetin tamamının tevil ve şüphe yoluyla küfürden korunmuş
olmalarını kastetmiştir. Hadisin diğer rivayetlerinde geçen 'hata' lafzı
mütevatir değildir. Bu lafızla gelen rivayetler sahih olsa bile; hata lafzı,
genel bir lafız olup küfre hamledilmesi mümkündür.
Cevap; dalâl, lügatteki konumu itibariyle küfür
anlamına uygun düşmez. Nitekim allah teala peygamber hakkında 'seni bilgiden
habersiz (dâll) olarak bulup da hidayet etmedi mi' (duhâ, 93/7) demektedir.
Yine musa'dan haber vererek 'tamam, o kabahati işledim ve hata edenlerden
(dallın) oldum' (şuarâ, 26/20) demektedir. Musa her halde bu sözüyle kafir
olduğunu değil, hata etmiş bulunduğunu söylemek istiyor. Arapçada 'dalle
fulanun ani't-tarîk' ve 'dalle sa'yu fulanin' denilir ki, bütün bu kullanımlar
'hata etmek' anlamına gelir. Zaten, bu lafızlardan bu ümmetin durumunun
yüceltildiği ve bu faziletin sadece bu ümmete tahsis edildiği zaruri olarak
anlaşılırken, nasıl olur da haberlerde geçen da-lal kelimesine küfür anlamı
verilebilir!
Ümmetin küfürden masumluğu meselesine gelince,
nazzâm'm mezhebine göre zaten bu nimet ali, ibn mes'ud, übeyy ve zeyd'e ihsan
edilmiştir. Çünkü bunlar hak üzere ölmüşlerdir. Ölünceye kadar küfürden masum
kalmış nice tek tek kişiler vardır. Bu durumda ümmet için hangi özellik
kalacaktır! Bu da göstermekledir ki, hz. Peygamber, tek tek kişilerin masum
kalamayacağı ve din hususunda hatadan masumluk açısından peygamber derecesine
getirilen tüm ümmetin masum olacağı 'unutma', 'hata' ve 'yalan' gibi şeyleri kastetmektedir.
Savaş organizesi ve barış, beldenin imarı gibi dini olmayan konulara gelince,
haberlerde-ki genel ifade ümmetin bu hususlarda da hatadan korunmuş olmasını
gerektirmektedir. Fakat bu husus şüphelidir. Dini konularda ise, tıpkı hz.
Peygamber gibi tüm ümmetin de hatadan masumiyetinin vacip olduğu kesindir. Hz.
Peygamber, hurmaların aşılanması meselesinde hata etmiş, sonra da "siz
dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz; ben de dininizin işlerini daha iyi
bilirim" demiştir. İkinci tevil:
Bu, olsa olsa, her türlü hatadan korunmuş olmayı
gerektiren genel bir ifade olur. Bununla, ahirette şehadet gibi bazı hata
türlerinin ya da ictihad ve kıyas ile olan değil de, mütevatir nassa uygun
düşen veya akıl deliline uygun düşen şeylerin kastedilmiş olması da ihtimal
dahilindedir.
Cevap: ümmet arasında böyle bir ayrıntıya giren hiç
kimse olmamıştır. Zira, ümmetin her hangi bir hususta hata etmesinin mümkün
oluşuna delalet eden akıl (aklî bir delil), onların başka bir konuda da hata
edebileceğine delalet eder. Bu şeyleri birbirinden ayırma hususunda bir ayırım
ölçüsü (fânk) bulunmadığına göre, delile dayanmaksızın tahakküm ile bir
özelleştirme yapılamaz ve yapılan bir özelleştirme diğer bir özelleştirmeden
daha evla olamaz. Hz. Peygamber, cemaate muhalefet edenleri kınamış, muvafakat
etmeyi emretmiştir. Şayet, masumluğun nelerde olduğu biliniyor olmasaydı, emre
ittiba etmek mümkün olmazdı. Şu kadar ki, masumluk (ismet) mutlak olarak
sabittir ve ümmetin fazileti ve şerefi bununla sabit olmuştur.
Bazı hatalardan masum olup bazılarından olmama
meselesine gelince, müs-lüman bir tarafa her bir kafir için bile bu husus
sabittir. Zira hemen her konuda hata eden hiç bir insan yoktur ki, bazı
konularda hatadan masum olmasın.
Üçüncü tevil:
Hz. Peygamberin ümmeti, kıyamete kadar ona inanan
herkestir, tslamın başlangıcından, dünya ömrünün sonuna kadar bunların hepsi,
hata üzerinde birlcş-meyecekler. Dahası, hz. Peygamberin gönderilişinden
sonraki tüm asırlardakilerin ittifakı üzere sürüp gelen her hüküm doğrudur.
Zira, ümmet bunların tamamından ibarettir. Buna göre, zamanımızda ölenler
ümmetin fertleridir ve bunlardan sonrakilerin icmâ'ı ümmetin tamamının icmâ'ı
sayılamaz. Çünkü, bu ölenler hayatta olsalardı belki de muhalefet edeceklerdi.
Ölüp gitmiş olsa bile muhalif görüş ileri sürenleri ümmetten saydığımıza göre,
muvafakat etmemeleri durumunu da hesap katmak gerekir.
Cevap:
Ümmet ile, her ne kadar ümmetin kapsamında olsalar da,
delilerin, küçük çocukların, düşüklerin ve ceninlerin kastedilmesi caiz
olmadığı gibi, ölülerin ve henüz yaratılmamış olanların kastedilmesi de caiz
değildir. Aksine ümmet sözünden anlaşılan, kendilerinden ihtilaf ve
birleşmenin tasavvur olunabildiği bir topluluktur. Mevcut olmayanların ve
ölülerin bir araya gelmeleri ve ihtilaf etmeleri [ı, 179] tasavvur olunamaz.
Bunun delili şudur; hz. Peygamber cemaate ittiba etmeyi emretmiş ve
muvafakattan ayrılanları yermiştir. Eğer bununla kastedilen onların dedikleri
olsaydı, ittiba ve muhalefet dünyada değil ancak kıyamette tasavvur olunabilirdi.
Kesin olarak bilinmektedir ki, bununla kastedilen; dünyada muhaleiçe sayılması
mümkün olan bir icmâ'dı'r. Bunlar da, her asırdaki mevcutlardır. Bunlardan biri
öldüğünde, bunun muhalefetinin etkisi sürüp gider. Çünkü kişinin mezhebi
kendisiyle ölüp gitmez. Bu hususta, inşallah ilerde tatmin edici bilgi
verilecektir.[52]
(icmâ'a gerekçe yapılan hadislere, ayetlerle ve başka
hadislerle muaraza edilmesi)
Ayetler:
İçerisinde küfür, riddet ve batıl fiilin menedildiği
bütün ayetler buraya alınabilir. Bu ayetler herkes için geneldir. Bu mümkün
değilse, insanlar ondan nasıl nehyolunabilir! Msl. "...ve allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri söylemeniz" {bakara, 2/169}, "aranızdan dininden
dönenler, artık kafir olarak ölsün" {bakara, 2/217}, "mallarınızı
aranızda batıl yollarla yemeyin" {bakara, 2/188} vb. Ayetler böyledir.
Cevap:
Bu, onların ietimadan nehyolunmaları değil, aksine,
her ne kadar tek tek her bir kişi tek başına nehyin kapsamına giriyorsa da, tek
tek kişilerin nehyolunmala-rıdır.
Diğer taraftan onların bu yaklaşımtarı kabul edilse
bile, yasaklanan şeyin vukuu ve vukuunun cevazı nehyin şartlarından biri
değildir. Allah teala, bütün ma-siyetlerin onlardan vaki olmayacağını bilmekte
ve onlan bu masiyetlerin hepsinden nehyetmektedir. Bilinenin hilafı vaki
değildir. Nitekim allah, resulünü bütün bunlardan koruduğunu ve bu şeyleri
yapmayacağını bildiği halde o'na "eğer şirke düşecek olursan, amelin boşa
gitmiş olur" {zümer, 39/65}, "cahillerden olma" {en'âm, 6/35}
demiştir.
Haberler:
"islam garib olarak başladı, tıpkı başladığı gibi
garip olarak dönecektir"[53]
"en hayırlı asır (nesil) benim içinde bulunduğum
asır, sonra, bu asırdan sonra gelenler, sonra bundan sonra gelenlerdir. Daha
sonra yalan öyle bir yaygınlaşacak kişi, yemin etmesi istenmediği halde yemin
edecek, şahitlik etmesi istenmediği halde şahitlik edecektir"[54]
"kıyamet, benim ümmetimin en şerlileri üzerine
kopacaktır"[55]
Cevap:
Bu ve benzeri haberler isyan ve yalanın çoğalacağına
delalet eder, yoksa ki, hakka tutunan kimsenin kalmayacağına değil. Bu
haberler, hz. Peygamberin "ümmetimden bir gurup, allahın emri gelinceye
kadar ve deccal çıkıncaya kadar hakk üzerinde kalacaktır" [56]hadisiyle
çelişik değildir. Diğer taraftan bu hadisler, sıhhat ve açıklık (zuhur)
bakımından bizim gerekçe gösterdiğimiz hadisler kadar kuvvetli değildir.[57].
İcmâ'ın hüccet oluşunun isbatı hususunda dayanılan
üçüncü yöntem manevi yol olup, açıklaması şöyledir:
Sahabe, bir hüküm verdiğinde ve kendilerinin bu hükme
kesin gözüyle baktıklarını zannettiklerinde, bu hükme ancak kesin bir
dayanaktan hareketle kesin gözüyle bakabilirler. Bunların sayısı, tevatür
sınırına ulaşacak kadar çoğaldığında, âdet, onların yalanı kastetmelerini
imkansız kılar ve yine onların yanlışa (galat) düşüp içlerinden birinin bu
husustaki doğruya dikkat çekmemesini imkansız-laştırır. Yine, kesin bir delil
olmaksızın bir şeyin kesinliğine hükmetmek hatadır. Sahabenin, kesinlik olmayan
yerlerde kesin olarak hükmetmeleri adeten imkan-[ı, 180] sızdır. Sahabe,
ietihad kaynaklı olarak hüküm vermiş ve bunun üzerinde ittifak etmişse bilinir
ki tâbiûn, sahabeye muhalif kalanlara karşı sert tepki göstermiş ve sahabenin
bu hükmüne kesin gözüyle bakmıştır. Halbuki tâbiûnun bu husustaki kesin
kanaati, kesinlik mahalli dışında kesinliktir. Öyleyse bunun da mutlaka kesin
bir delile dayanması gerekir. Aksi takdirde, onca sayıda olmalarına rağmen,
içlerinden birinin dahi gerçeğin farkına varamayacağı derecede gerçeğin bunlann
gözünden kaçması adette imkansız olur. Aynı şekilde biz biliyoruz ki, tâbiûn
bir hususta icmâ' etse, tâbiûndan sonra gelenler, tâbiûnun icmâ'ına muhalefet
edenlere şiddetle karşı çıkarlar ve bu karşı çıkışı kesin bir şey olarak
görürler. Halbuki bu kesinleme, kesinlik mahalli dışındadır. Adet, bu
kesinlemenin ancak kesin bir şeye dayanılarak olabilmesini mümkün kılar.
Bütün bunlar uyarınca derler ki, şayet ehlu'1-hall
ve'l-akd, tevatür sayısının altına inecek olursa, adeten bunların hata etmeleri
ve her hangi bir yönlendirici sebeple (bâis) yalanı kasden söylemeleri artık imkansız
olmaz. Dolayısıyla bunda hiç bir hüccet de olamaz.
Bu yol, bize göre zayıftır. Çünkü hatanın menşei ya
kasden yalan söyleme ya da kesin olmayan bir şeyi kesin zannetmeleridir.
Birinci ihtimal, tevatür sayısı Hakkında caiz değildir, ikinci ihtimal ise,
caizdir. Yahudiler, ısa ve muham-med'in peygamberliğinin batıl olduğuna kesin
gözüyle bakarlar. Yahudiler tevatür sayısından fazladır. Halbuki bu, kesinlik
mahalli dışında kesinlemedir. Fakat onlar kesin olmayan bir şeyi kesin
zannetmişlerdir. Alemin sonradan meydana geldiğini, peygamberlikleri inkar
edenler ve sair bid'at ve dalalet türlerini işleyenlerin sayısı da tevatür
sayısına ulaşmaktadır ve bunların yerdikleri haberlerin doğruluğu (sıdk) hasıl
olur. Ne var ki bunlar, kesinlik mahalli dışında kesinleme yapmaları sebebiyle
hala etmişlerdir. Yukarıdaki sözü söyleyen kişinin, bunu sadece bu ümmete
tahsis etmeksizin yahudilerin ve hıristiyanların icmâ'ını hüccet sayması
gerekir. Onlar islam dininin batıl olduğu hususunda icmâ' etmişlerdir.
Denirse ki:
Burada söyledikleriniz adete tutunmaktır. Siz, ikinci
meslekte de adete meyletmiştiniz. Yani burada söyledikleriniz orada
söylediklerinizin aynısıdır.
Deriz ki:
Adet, tevatür sayısına ulaşmış kişilerin, kesin
olmayan bir şeyi kesin .zannetmelerini imkansız kılmaz.
Bu itirazla ilgili olarak da şunları söyleriz; bir
haberin mütevatir olabilmesinin şartı, bu haberin duyularla algılanan (mahsûs)
bir şeye istinad etmesidir. Adet ise, delili zannî olan bir haber olan icmâ1
ile kitab ve mütevatir sünnetin defi karşısında susmayı ve boyun eğmeyi
imkansız kılar. Hiss veya karine-i hal veya bedihiyyat ile bilinen tüm zaruri
şeylerin metodu birdir ve insanlar bu gibi şeylerin idrakinde müttefiktir.
Adet de bunun, tevatür ehlinin gözünden kaçmasını imkansız görür. Nazarî olan
şeylerin ise çeşitli yolları vardır. Adet tevatür ehlinin bu husustaki
yanlışlık üzerinde birleşmelerini imkansız görmez. İşte iki yaklaşım arasındaki
fark budur.'
Denirse ki:
Sizin bu ikinci yaklaşımdaki dayanağınız, tevatür
ehlinin icmâ' ettikleri şeyin hata olmayıp gerçek oluşudur. Peki, buna
ittibaın vacip oluşunun delili nedir? Halbuki, her müetehid hakkı tutturmuştur
ve bir müetehidin diğerine uyması vacip değildir. Yine yalancı şahit bir hakkı
iptal ettiği halde, hakimin bij yalancı şahide ittiba etmesi gerekir. Demek
ki, itıibam vacip olması başka şey, bir şeyin gerçek olması başka şeydir.
Deriz ki:
Ümmet, icmâ'a ittiba etmenin vacipliği ve icmâ'ın
uyulması gereken gerçek olduğu üzerinde icmâ' etmiştir. Ümmetin bu sözde
gerçeği söylemiş olmaları hasebiyle icmâ'a ittiba vacip olur.
Sonra deriz ki; gerçek olduğu bilinen her gerçek
hususundaki asıl, ittibaın vacip oluşudur. Müctehide ittiba etmek vaciptir.
Ancak, yine bu müetehid gibi [ı, 181 Hakkı tutturmuş (muhikk) olan miictehidin
bu müctehide uyması vacip değildir. Bu müctehid, kendi içtihadıyla hasıl olan
gerçeği, başka bir miictehidin içtihadıyla kendisi hakkında hasıl olan gerçeğe
takdim etmiş olur. Yalancı şahidin yalancılığı biliniyorsa artık buna ittiba
edilmez. Yine bu hususa delalet eden diğer bir şey de hz. Peygamberin cemaate
muhalefet edenleri yermesi ve bunu ümmete bir övgü olarak zikretmesidir. Bunun
gerçekleşmesi de ancak, ittibam vacip olmasına bağlıdır. Aksi takdirde hz.
Peygamberin bu sözünün hiç bir anlamı kalmaz ve adeta şöyle demiş olur; 'bu
ümmet, gerçeğin delilini tutturdukları zaman isabet etmiş olurlar'. Bu ise,
müsiümanların her bir ferdi için zaten mümkündür. Dolayısıyla hz. Peygamberin
sözünde ne bir övgü ne de bu ümmetin tahsis edilmesi kalır.[58]
İcmâ'ın iki rüknü vardır; icmâ' ehli (mucmiûn) ve
icmâ'ın kendisi (nefsu'l-icmâ')
İcmâ' ehli, hz. Muhammedia'ümmetidir. Ümmet sözünün
zahiri bütün müs-lümanlan içine almaktadır. Fakat her zahirin nefy ve isbat
hususunda açık iki yönü ve birbirine benzer orta dereceleri (evsât müteşâbihe)
vardır.
Îsbat hususunda vazıh olan taraf, ümmet kapsamına
fetvası makbul olan her müetehidin dahil olmasıdır. Bu durumda olan kişi
kesinlikle ehlu'l-hall ve'l-akd'dir. İcmâ' hususunda bunların muvafakatine
gerek vardır.
Nefy noktasında açık olan nokta ise, çocuklar, deliler
ve ceninlerdir. Bunlar her ne kadar ümmetten sayılsa da, biz biliyoruz ki hz.
Peygamber "ümmetim hata üzerinde birleşmez" derken, sadece, meseleyi
kavradıktan sonra ona muvafakat veya muhalefet etmesi tasavvur olunabilen
kimseleri kastetmiştir. Dolayısıyla, bu anlayıştan yoksun olan kişiler icmâ'a
katılamazlar. Bu iki mertebe arasında, mükellef olan halk tabakası, usulcü
olmayan fakîh, fakîh olmayan usulcü ve fasık ve bid'atçı müctehid ile tabiinden
olup sahabe asrında ietihad mertebesine yaklaşan kişi bulunmaktadır. Bunlardan
her birini bir mesele başlığı altında açıklayalım.
Mesele: (halk tabakasının icmâ'a katılması)
Halk tabakasının icmâ' katılmaları tasavvur olunabilir.
Çünkü şeriat, iki kısma ayrılmaktadır. Birinci kısım, idraki hususunda avâmm
ve havassın müşterek Olduğu beş vakit namaz, ramazan orucu, zekat ve haccın
vücubu gibi hususlardır. Bu konularda icmâ' vardır ve avam bu icmâ'da havassa
muvafakat etmiştir, ikinci kısım ise, sadece havassın idrak edebileceği namaz,
alım-satım, tedbîr ve istîlâd'ın hükümleri gibi hususlardır. Avam, havassın
üzerinde icmâ' ettikleri hususlarda gerçeğin, ehlu'1-hall ve'1-akd'in icmâ'
ettiği şeyler olduğunda, kesinlikle içlerinde bir muhalefet gtzlemeksizin
ittifak ederler ve bu suretle icmâ' yapanlara muvafakat etmiş olurlar. Bu
bakımdan böylesi bir icmâ'ı da, bütün ümmetin icmâ'ı olarak adlandırmak uygun
ve güzel olur. Nitekim ordu, rey ve tedbir ehlinden bir topluluğu, bir kalenin
ahalisi ile bir barış anlaşması yapma hususunda hakem tayin edip, bunlar da
her hangi bir şey karşılığında barış anlaşması yaparlarsa, bu barış
anlaşmasının tüm ordunun ittifakıyla yapılmış olduğu söylenebilir. Öyleyse
müctehidlerce üzerinde icmâ1 edilen her husus, aynı zamanda avam tara- [ı, 182
fından da üzerinde icmâ' edilmiş olur ve böylece icmâ'-i ümmet tamamlanmış
olur.
Denirse ki:
Bir asırdaki havassın icmâ' ettiği bir olayda, halktan
biri muhalefet ederse, bu kişiye rağmen icmâ' gerçekleşebilir mi? Eğer âmmiye
rağmen icmâ' gerçekle-şiyorsa, âmmi nasıl olur da ümmetin haricinde kalır? Yok
eğer bu kişiye rağmen icmâ' gerçek leş mi yorsa, halktan birinin sözü nasıl
olur da dikkate alınır?
Deriz ki:
Alimler bu konuda ihtilaf etmişler; kimileri, âmminin
de ümmet kapsamında olduğu dolayısıyla genel veya ayrıntılı biçimde icmâ'ı
kabulünün gerektiği noktasından hareketle, bu durumda icmâ'ın gerçekleşmiş
sayılamayacağını söylemişler; kimileri de iki delil öne sürerek bu durumda
icmâ'ın gerçekleşmiş sayılacağını söylemişlerdir, ki en sahih görüş budur. Bu
iki delilden birincisi şudur; ammî, doğruyu aramaya ehil değildir. Çünkü bu
işin aletine sahip değildir. Aletin eksikliği bakımdan, adeta çocuk ve deli
hükmündedir. Zaten, ümmetin hatadan masumluğu denildiğinde bundan anlaşılan,
sahip olduğu ehliyeti ile doğruyu bulması tasavvur olunabilen kişilerin
masumluğudur.
İkinci delil, ki bu daha kuvvetlidir, şudur: sahabenin
ilk asrı -sahabenin ha-vassını ve avammını kastediyorum-, bu hususta avamma itibar
edilmeyeceğinde icmâ1 etmişlerdir.
Ayrıca ammi, bir söz söyleyince bunu cahillikten
söylediği ve ne söylediğini bilmediği ve onun gerek muvafakat gerekse
muhalefete ehil olmadığı anlaşılır. Bu bakımdan böyle bir şeyin aklı başında
bir ammiden sudur etmesi tasavvur edilemez. Çünkü aklı başında olan biri,
bilmediği işleri bilenlere bırakır. Dolayısıyla bu durum, kesinlikle vuku
bulmamış farazî bir tasvirdir.
(amminin muhalefetine rağmen) icmâ'ın in'ikad
edeceğine delalet eden bir diğer husus da, amminin alimlere muhalefet etmesi
sebebiyle asi olması ve muhalefet etmenin ona haram olmastdır. Amminin bu
durumda isyan etmiş sayıldığını gösteren delil ise, bilgisizce kendileri sapıp
başkalarını da saptıran cahil reislerin yerilmesine ilişkin haberler ile
"...içlerinden istinbat ehli olanlar bunu
Bilirlerdi" (nisa, 4/83 j ayetidir. Ayet onları
tartışmaya düşmekten alıp, istinbat ehline başvurmaya yönlendirmektedir.
Alimlere başvurmayı vacip kılan ve halkın cehalet ve heva ile fetva vermesini
haram kılan pek çok haber varid olmuştur. Şu kadar ki bu durum, halka rağmen
icmâ'ın gerçekleşeceğini göstermez. Tıpkı haber-i vahide muhalefet edenin
masiyet işlemiş olması gibi, amminin de, muhalefet sebebiyle masiyet işlemiş
olması caizdir; fakat onun muhalefeti yüzünden icmâ'ın var olması da mümkün
değildir. Hüccet icmâ'dadır. Eğer, bir masiyet sebebiyle veya masiyet olmayan
bir şey sebebiyle icmâ' imkansız oluyorsa hüccet değil demektir. Delil daha
önce zikrettiği mi zdir.
Mesele: (icmâ'a katılabilecek alimlerin vasıflan)
Avammın sözünün muteber olmayışını, alet eksikliğine
bağlarsak, hükümleri idrak hususunda aleti eksik olan nice kelamcılar,
nahivciler, tefsirciler ve ha-disçiler vardır.
Kimi alimler de derler ki, yalnızca şâfıî, mâlik ve
ebû hanîfe ve sahabe ve tâbiûn içerisinde bunların benzerleri gibi müstakil
fetva verebilen mezhep imamlarının sözüne itibar edilir.
Kimileri de mezhep imamlarına, füru ahkamını
ezberleyen ve bu hükümleri geliştiren fakihleri de eklemiş, fakat füruun
ayrıntılarını bilmeyen ve bunları ezberlemeyen usulcüyü dışarıda
bırakmışlardır. Sahih olan, hükümlerin kaynaklarını (müdreklerini);
hükümlerin, mefhum ve manzumdan, emir, nehiy ve umum sıygasından nasıl elde
edileceğini ve nasslan nasıl kavranıp talil edileceğini bilen usulcünün, sözüne
itibar edilmek bakımından, füruu ezbere bilen fakihten daha evla olmasıdır.
Zaten alet sahibi demek, füruu ezbere bilmese bile, istediği zati, 183] man
hükümleri idrak edebilecek kişi demektir. Usulcü buna muktedirdir; füruu ezbere
bilen fakih ise bunu beceremez.
Füruu ezbere bilmenin önemli olmadığının delili şudur;
abbâs, zübeyr, tal-ha, sa'd, abdurrahmân b. Avf, saîd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl,
ebû ubeyde b. Cerrah ve benzerleri gibi kendisini fetva için nasbetmemiş olan
ve etraflarında abâdile[59] ve ali, zeyd
b. Sabit ve muâz'ın etrafında toplanıldığı toplanılmayan sa-habiler, bir konuda
muhalefet ettikleri zaman bunların muhalefetleri nazar-ı itibara alınıyordu.
Bunların sözlerine nasıl itibar edilmez ki, bunlardan her biri devlet
başkanlığına (imamet-i uzma) uygun idi ve çoğunluğu şûra heyeti içerisinde bulunuyordu.
Halbuki bunlar, füruu ezbere bilmiyorlardı. Gerçi füru' henüz ortaya Konulmuş
değildi. Fakat bunlar kitab ve sünneti biliyorlardı ve bu ikisini anlamaya
ehil idiler. Kaldı ki, füruu ezbere bilen kişi, hayız ve vasiyetlerin inceliklerini
ezberleyememiş olabilir. Bu fiiruun aslı, tıpkı bu incelikler gibidir ve ezbere
bilinmesi şart değildir, demek ki, usulcünün muhalefetine ve derinleşmiş
fakihin muhalefetine itibar edilmesi gereklidir. Çünkü her ikisi de potansiyel
olarak alete sahiptir ve söylediklerini delilden hareketle söylerler.
Nahivci ve kelamanm muhalefeti ise önemli değildir.
Çünkü bu ilim açısından her ikisi de avam mesabesindedir. Ancak söz, eğer
nahiv veya kelam üzerine bina edilen bir problem hususunda vaki oluyor ise bu
takdirde bunların görüşlerine değer verilir.
Bu meselenin kat'î bir mesele mi yoksa ictihadi bir
mesele mi olduğu sorulursa, deriz ki, bu mesele ictihadi bir meseledir. Şu
kadar ki biz onun (kelama) sözünün muteber olmasını tecviz edersek, bunun
muhalefeti durumunda icmâ' şüpheli hale gelir ve kesin bir hüccet olma hüviyeti
kazanamaz ve ancak bunlar muhalif kalmadığı pman hüccet olabilir.
Avamının muhalefetine gelince, şimdiye kadar böyle bir
durum meydana gelmemiştir. Meydana gelse bile, avamının muhalefeti ağıza gelen
bir laftan ibarettir. Kendisi de zaten ne söylediğini bilmediğini itiraf
etmektedir. Tıpkı çocuğun sözü gibi, avammın sözünün de boş olduğu kesindir.
Bu ise böyle değildir.
Denirse ki: usulcü, füru konularında, ittifak
ettikleri hususlarda fakihleri taklid etse ve bunun gerçek olduğunu ikrar etse
icmâ' kurulmuş olur mu?
Deriz ki:
Evet icmâ' kurulmuş olur. Çünkü ortada her hangi bîr
muhalefet yoktur ve usulcü, her ne kadar ayrıntıyı bilmese de, genel anlamda
muvafakat etmiştir. Ke-lamalartn istitâat, acz, cisimler, arazlar, zıt ve hilaf
konularında üzerinde icmâ' ettikleri hususların doğruluğu hususunda fakihlerin
ittifak etmesine bunun gibidir. Tıpkı avammdan kabul edildiği gibi, genel
anlamda muvafakat ile icmâ' meydana gelir. Çünkü diğer ilim dallarındaki
alimler, her ne kadar başka bir ilmi tahsil etmişlerse de,.tahsil etmedikleri
ilme nisbetle avam gibidirler.
Mesele: (bid'atçinin muhalefetiin değeri)
Bid'atçi (mübledi') eğer bu bid'ati sebebiyle kafir
olmamışsa, muhalefet ettiği takdirde icmâ' kurulmaz. Tam tersine bu kişi,
'fasık müctebid' hükmündedir. Fasık müctehidin muhalefetine ise itibar edilmektedir.
Denirse ki:
Belki mübtedi', gerçekten o kanaatte olmadığı halde
yalan yere muhalefet ei-mektedir.
Deriz kî:
Belki de doğru söylüyordur ve gerçekten muvafakat
ettiğinden emin olmasak bile, muvafakat etmesi gereklidir. Nasıl olurda,
inancını, münazaralarmdaki ve istidlallerindeki karine-i haller ile bildiğimiz
fasıkın muhalefetine itibar edildiği halde, sözü kabul edilen mübtedi'in
muhalefetine itibar edilmez! Çünkü bu kişi kendisinin fasık olduğunu
bilmemektedir. Ancak, eğer bid'ati sebebiyle kafir olmuşsa, kıbleye yönelerek
namaz kılsa ve kendisinin müslüman olduğunu zannet-[ı, 1841 sc bile artık bu
durumda onun muhalefetine itibar edilemez. Çünkü ümmet, kıbleye yönelerek
namaz kılanlardan değil, müminlerden ibarettir. Bu ise, kendisinin kafir
olduğunu bilmese bile kafirdir.
Evet! Msl. Bir kimse teşbih ve teesime kail olsa ve
biz onu tekfir etsek, bunun görüşünün batıl olduğuna, bu dışarda bırakılarak
kendilerinin ümmetin tamamını teşkil ettikleri düşüncesinden hareketle,
muhaliflerinin teesimin butlanı yönündeki icmâ'ı ile istidlal edilemez. Çünkü,
bunların ümmetin tamamı oluşları, bu kişinin ümmetten dışlanmasına bağlıdır,
bunun dışlanması ise tekfir deliüne (kafir olduğunun isbatlanmasına) bağlıdır.
Kişinin tekfir edilmesinin kendisine bağlı olduğu şey, o kişinin tekfiri için
delil olamaz. Böyle bir yaklaşım, bir şeyin yine bizzat kendisiyle isbatlanması
sonucuna götürür.
Evet! Bu kişi, biz onu aklî bir delil ile tekfir
ettikten sonra, başka bir meselede muhalefet etse artık ona itibar edilmez.
Şayet bu kişi kendisinin kafirliği sırasında ümmetin üzerinde icmâ' ettikleri
bu meselede önceki muhalefetinde ısrar ederek tevbe edecek olsa, müslüman
oluşundan sonra bu muhalefetine itibar edilmez. Çünkü, bu muhalefet,
kendisinin içlerinde bulunmadığı tüm ümmetin icmâ'ından sonra meydana gelmiş
olmaktadır. Nitekim bir kafir, ümmetin tamamına muhalefet edip daha sonra,
önceki muhalefetinde ısrar ederek müsiüman olduğunda bunun muhalefetine itibar
edilmemektedir. Şu kadar ki, icmâ'ın tamamlanması için asrın inkırazını şart
koşanlara göre, bu muhalefetinin bîr değeri olabilir.
Denirse ki:
Şayet bazı fakihler, bid'atinin tekfir edilmeyi
gerektirdiğini bilmemeleri ve bu kişi olmaksızın icmâ'ın gerçekleşmiş
olamayacağını zannetmeleri durumunda»,* tekfir edilmiş bir bid'atçinin
muhalefeti yüzünden icmâ1 etmeyi terkederlerse, fa-kihlcrin hangi tevillerin
küfre götürdüğüne vakıf olmak durumunda olmamaları yönünden mazur
sayılabilirler mi?
Deriz ki; meselenin iki ayrı biçimi vardır.
Birincisi şudur; fakihler 'biz bu kişinin bid'atinin
küfrü geretirip gerektirmediğini bilmiyoruz' diyerek işi kestirip atarlarsa,
mazur olamazlar. Zira, fakihlcrin bu durumda usul alimlerine (ke'.amcilara)
başvurmaları lazımdır. Usu! Alimlerinin de onlara meseleyi anlatması gerekir.
Eğer usul alimleri söz konus'u kişinin Tekfirine fetva verirse, fakihler bunu
taklid etmek durumundadır. Eğer taklide kanaat getirmezlerse, tekfir
gerekçesini (delil) de sormaları gerekir. Delil kendilerine anlatılınca,
kuşkusuz bu delili anlarlar. Çünkü bunun delili kesindir. Eğer fa-kih kendisine
zikredildiği halde delili kav ray amıy orsa, tıpkı, hz. Peygamberin
doğruluğunun delilini idrak edemeyen kişinin mazur sayılamayacağı gibi, yine
mazur sayılamaz. Çünkü allah teala'nın kesin delilleri nasbetmesinden sonra hiç
bir mazeret olamaz.
İkincisi de şöyledir; fakihin, bu kişinin bidatinden
ve inancından habersiz, olması ve bunun muhalefeti sebebiyle icmâ'ı
lerketmesidir. Bu durumda fakih bu hatasında mazurdur ve sorumlu değildir.
Böylesi bir durumda, tıpkı nâsih delilin kendisine ulaşmaması durumunda olduğu
gibi, icmâ' kendisi hakkında hüccet haline gelmemiştir. Çünkü, birinci şeklin
aksine burada fakihe bir kusur nisbet edilemez. Birinci durumda, başvurma ve
araştırma imkanı vardır ve bunun terkinde hiç bir mazereti yoktur. Haricilerin
şahitliğini kabul edip, bu şahitliğe göre hüküm vermiş gibi olur. Çünkü ali ve
osmana karşı çıkan, bu ikisinin kafir olduğunu söyleyen, bu ikisinin kanının
ve malının mübahlığına inanan haricilerin tekfiri konusundaki delil,
hemencecik anlaşılacak biçimde açıktır. Bu delili bilmeyen mazur olamaz.
Yalancı şahidin şahitliğine dayanarak hüküm vermek ise böyle değildir. Çünkü
şahidin doğru söylediğni bilmenin bir yolu yoktur. Halbuki, bir kişinin kafir
olup olmadığını bilmek mümkündür.
Denirse ki:
Kişi, ne ile tekfir olunur?
Deriz ki:
Bu mesele oldukça uzundur. Biz faslu't-tefrika
beyne'l-îslâm ve'z-zendek, [ı, 185 adlı kitabımızda bu konudan bir nebze
bahsettik. Burada zikredeceğimiz miktar ise üç kışıma racidir. Birinci kısım:
bizzat inancının küfür olması; yaratıcıyı, sıfatlarını ve peygamberliği inkar
gibi.
İkinci kısım: inanması, kişiyi yaratıcıyı ve
sıfatlarını itiraftan, peygamberleri tasdikten alıkoyan ve tenakuz yönünden
bunlan inkar etmesini gerektiren şeyler.
Üçüncü kısım: ancak kafirden sadır olacağı yönünden
tevkif varid olan şeyler; aleşe tapınmak, puta secde etmek, kur'andan bir
sureyi inkar etmek, bazı peygamberleri tekzip etmek, zinayı, içkiyi ve namazın
terkini helal saymak gibi şeyler. Genel bir ifadeyle, şeriatten olduğu
tevatüren ve zaruri olarak bilinen şeyleri inkar etmek.
Mesele: (sahabeden sonrakilerin icmâ'ı)
Kimi alimler, sahabe dışındakilerin icmâ'ına önem
vermezler, ki biz bu görüşün batıl olduğunu göstermeye çalışacağız.
Kimi alimler de, sahabeden sonra tâbiûnun icmâ'ının da
dikkate alınacağını, ancak sahabe zamanında tabiinin hilafına önem
verilmeyeceğini ve tabiînin hilafı yüzünden sahabe icmâ'ının gerçekleşmemiş
sayılmayacağını söylemişlerdir. Tabiî, icmâ'ın tamamlanmasından önce ictihad
rütbesine eriştiği sürece bu görüş fasiddir. Çünkü tabiî de ümmettendir. Tabiî
dışarıda bınakılarak yapılan icmâ', ümmetin tamamının icmâ'ı değü, ümmetin
birkısmının icmâ'ı olur. Hüccet ise ümmetin tamamının icnıâ'ındadır.
Evet, sahabe icmâ' etlikten sonra, tabiî içti had
rütbesine erişirse, tıpkı icmâ'ın tamamlanmasından sonra müslüman olmuş gibi,
bu durumda tabiî, sahabe icmâ'ına geçilmiş olur ve artık muhalefet etme
yetkisi kalmaz. "hakkında ihtilaf ettiğiniz en küçük şeyin hükmü bile
allah'a aittir" {şûra, 42/10} ayeti bu hususa delalet etmektedir. Bu
ihtilaflı bir konudur ve sahabenin, tabiînin hilafının caizliği hususundaki
icmâ'ı ve yine sahabenin tabii'nin muhalefetine karşı çıkmamış olmaları buna
delalet etmektedir. Bu demektir ki, sahabe, tâbiûnun muhalefetinin caiztiği
hususunda icmâ1 etmiştir. Abdullah'ın, alkame ve esved gibi bir çok arkadaşının
sahabe döneminde fetva veriyor oldukları biliniyorken, yine hasan basrî ve said
b. Müseyyeb de fetva veriyor iken tabiînin hilafı nasıl dikkate alınmaz!
Genel biçimde ifade etmek gerekirse, sahabî'nin,
sohbet fazileti dışında, tabiîden bir üstünlüğü yoktur. Şayet bu fazilet, icmâ'
için özel bir etken sayılacak olursa, ensarın sözü, muhacirlerin sözü
sebebiyle, muhacirlerin sözü aşere-i mü-beşşerenin sözüyle, aşere-i
mübeşşere'nin sözü dört halifenin sözüyle, dört halifenin sözü, ebû bekr ve
ömer'in sözüyle geçersiz (sakıt) olur.
Denirse ki:
Aişe'nin, ebû seleme b. Abdurrahman'ı, sahabeyle boy
ölçüşme hususunda karşı çıkıp tenkit ettiği ve onun hakkında 'horozla birlikte
öten civciv!' dediği rivayet edilmektedir.
Deriz ki:
Bizim zikrettiklerimiz kesin olan şeylerdir. Sizin
aişe'den naklettiğiniz ise, ahad nakille sabit olmuştur. Bu nakit, sabit kabul
edilse bile, aişe'nin kendi şahsî görüşüdür ve onda hiç bir hüccet yoktur.
Diğer taraftan belki de aişe, sahabenin önceden icmâ' ettiği konularda ebû
selcme'nin sahabeye muhalefet etmesine engel olmak istemiştir. Belki de aişe,
tıpkı 'îne[60] meselesinde,
harama giden yolun (zerîa) önünün alınmasının kesin olarak vacip olduğu
zannıyla zeyd b. Er-kam'a karşı çıktığı gibi, burada da kendi anlayışına göre
ietihadi olmayan bir meselede ebû seleme'nen muhalif görüş serdetmesine karşı
çıkmıştır.
Bilesin ki: bu meseledeki tartışma, sahabe icmâ'ının,
bir sahabenin muhalif kalması durumunda gerçekleşmeyeceği görüşünde olanlarla
tasavvur olunabilir. Hangi surette olursa olsun çoğun hilafının azınlık
sebebiyle saf dışı bırakılamayacağı görüşünde olanlara gelince, bunların sözü
sadece tabiîye mahsus değildir.
Mesele: (azınlığın karşı çıkması durumunda çoğunluğun
icmâ'ı)
Azınlığın muhalif kalması halinde çoğunluğun icmâ'ı
hüccet değildir. Kimi [ı, 186 alimler
bunun hüccet olduğunu söylemişler; kimileri de, eğer azınlığın sayısı tevatür
sayısına ulaşıyorsa, bu durumda iemâ'ın gerçekleşmeyeceğini, aksi durumda
gerçekleşeceğini ileri sürmüşlerdir.
Bizim bu husustaki birinci dayanağımız şudur; hatadan
korunmuşluk (ismet), ancak ümmetin tamamı için sabit olmuştur. Çoğunluğun
icmâ'ı ise, ümmetin tamamının icmâ'ı olmayıp, ihtilaflıdır. Allah teala,
"hakkında ihtilaf ettiğiniz en küçük şeyin hükmü bile allah'a
aittir" {şûra, 42/10} buyurmuştur.
Denirse ki:
Ümmet bazan mutlak olarak zikredilir ve bununla
çoğunluk kastedilebilir. Msl. 'Temim oğulları komşuyu himaye eder, misafire
ikramda bulunur' denilir ve bununla temim oğullarının hepsi değil çoğunluğu
kastedilir.
Deriz ki:
Umum sıygasına kail olanlar, bunu (ümmet sözünü)
'herkes' olarak anlarlar. Tahsis, keyfi tutum (tahakküm) ile değil ancak bir
delil ve zaruret ile caiz olur. Burada ise her hangi bir zaruret yoktur. Umum
sıygasına kail olmayanlara göre ise, bununla 'en az'ın bile kastedilmesi
caizdir. Bu durumda, kastedilen kısım ile, kastedilmeyen kısım birbirinden
ayırdedilemez. Kastedilen kısmın dahil olduğunun bilinebilmesi için, herkesin
icmâ'ı gereklidir. Hakk ehlinin sayıca azlığına delalet eden bir çok haber
varid olmuşken bu (çoğunluğun icmâ'ı) nasıl olabilir! Nitekim hz. Peygamber,
"onlar o gün azınlıktadır"[61] 'din garib
olarak başladı, yine garib olarak geri dönecektir" demiştir. Allah teala,
"onların çoğunluğu aklını kullanmaz" {hucurât, 49/4}, "şükreden
kullarım da ne kadar azdır" {sebe, 34/13}, "nice az bir topluluk
vardır ki..." {bakara, 2/249} buyurmuştur. Ortada mazbut bir ölçü (dâbıt)
ve çare olamadığına göre, bu problem ancak, icmâ'da herkesin sözüne itibar
edilmesi gerektiği söylenerek halledilebilir.
İkinci dayanağımız ise, sahabenin tek tek kişilerinin
muhalefetini caiz görme hususundaki icmâ'ıdır. Nitekim, tek tek kişilerin
infirad ettiği nice meseleler vardır. Msl. İbn abbas, avl "[62] konusunda
infirad etmiş ve avl'i inkar etmiştir.
Denirse ki:
Hayır böyle değil! Sahabe tbn abbas'ın müt'a nikahının
caizüği ve ribanın sadece nesîc'de olduğu şeklindeki görüşüne karşı çıkmıştır.
Aişe, îne meselesinde zeyd b. Erkam'a karşı çıkmış; sahabe, uykunun abdesü
bozmayacağı görüşünde olan ebû musa el-eş'ari'ye ve dolu (hered) yemenin orucu
bozmayacağı görüşünde olan ebû talha'ya karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışlar, bu
görüşlerle infırad etmeleri sebebiyledir.
Deriz ki:
Hayır karşı çıkışların sebebi infirad etmeleri değil,
o hususta varid olan meşhur sünnete muhalefet etmeleri veya kendilerince sabit
açık delillere muhalefet etmeleridir. Diğer taraftan, diyelim ki, sahabe,
bunlara sırf infirad etmeleri yüzünden karşı çıkmıştır. Înfırad etmiş olan
kişi de, onların kendisine karşı çıkışlarına karşı çıkmaktadır. Gene icmâ'
kurulmuş olmaz ve muhalif bir kişi varken onların karşı çıkışlarında hiç bir
hüccet olamaz.
Onların iki şüphesi vardır:
Birici şüphe: onlar derler ki bir kişinin kendi
kendisinden haber verdiği hususlardaki sözü bilgi doğurmaz. Nasıl olur da,
kendi nefisleri hakkında verdikleri haberlerin -tevatür sayısına ulaşmaları
sebebiyle- bilgi meydana getirdiği kişilerin sözü böyle bir sözle boşa çıkarılabilir!
Bu noktadan hareketle kimi alimler derler ki; en az sayı, -tevatür meblağına
ulaşıncaya değin- icmâ'ın gerçekleşmesine engel değildir.[63] Bu anlayış
üç yönden fasiddir;
A) çoğunluğun doğru söylemesi -eğer biliniyor
ise-, ümmetin tamamının doğru söylemesi ve ittifak etmesi demek değildir.
Hüccet, tüm ümmetin ittifakın-dadır. Çoğunluk, ümmetin tamamı olmadığına göre
hüccet düşmüştür.
B) tek kişinin
yalan söylediği malum değildir. Bu kişi belki de doğru söylemektedir.
Dolayısıyla bu tek kişi eğer doğru söylemiş ise, söz konusu mesele üzerinde
herkesin ittifak ettiğinden bahsedilemez.
C) çoğunluğun içlerinde gizledikleri şeye
bakılmaz. Aksine bizden istenen (teabbüd), onların açığa vurduklarına
ilişkindir. Onların mezhebi ve yolu, gizledikleri değil açığa vurduklarıdır.
Denirse ki:
Ümmetin, açıkladıkları şeyin aksini içlerinde
gizlemeleri caiz midir?
Deriz ki:
Eğer böyle bir şey varsa, bu ancak takiyye ve baskı
(ilca) yüzündendir. Böyle bir şey de, ortaya çıkar ve yaygınlaşır. Eğer
sonradan ortaya çıkıp yaygınlaş-mamışsa, ümmetin, içinde gizlediklerinin aksini
dışarıya vurdukları (takiyye yap-[ı, 187] tıkları) düşünülemez. Çünkü bu durum,
ümmetin dalalet ve batıl üzerinde birleş
mesi sonucuna götürür ki, bu sem' delili sebebiyle
imkansızdır.
İkinci şüphe;
Tek kişinin muhalefeti cemaatten ayrılma demektir
(şuzûz). Cemaatten ayrılma ise yasaklanmış, ayrılan kişi (şâzz) kınanmış ve
sürüden ayrılan koyuna benzetilmiştir.
Deriz ki:
Şâzz, cemaate dahil olduktan sonra cemaatten ayrılan
kişi anlamındadır, îcmâ'a dahil olan kişinin, daha sonraki muhalefeti kabul
edilmez. Şuzuz da işle budur. Îcmâ'a hiç katılmamış olan kişi ise, kesinlikle
şâzz olarak adlandırılanla/.
Denirse ki:
Hz. Peygamber, "ekseriyetten (sevad-i a'zam)
ayrılmayın. Çünkü şeytan tek kalan kişiyle beraberdir ve iki kişiden daha
uzaktır"[64] demiştir.
Deriz ki:
Hz. Peygamber bu sözüyle fitneye sebep olacak biçimde
ekseriyete muhalefet ederek devlet başkanına karşı gelen şâzz kişiyi
kastetmiştir. Yine "şeytan iki kişiden daha uzaktır" sözüyle de, yola
çıkan kişinin kendisine bir yoldaş edinmesini teşvik içindir. Bunun içindir ki
hz. Peygamber , "üç kişi ise kenetlenmiş çokluktur (rekb)"[65] demiştir.
Kimi alimler, çoğunluğun sözü icmâ' değildir; ama
hüccettir demişlerdir. Bu görüş keyfi bir görüştür. Çünkü çoğunluğun sözünün
hüccet olduğuna dair delil yoktur. Kimileri de, 'çoğunluğun sözü hüccet derken,
çoğunluğun sözüne uymanın daha evla olduğunu kastediyorum' demişlerdir. Bu
görüş de, haberler hususunda ve müetehidler arasında sayıca çokluktan başka
bir tercih unsuru bulamayan mukallid hakkında doğrudur. Müctehide gelince,
müetehidin çoğunluğa değil, delile tabi olması gerekir. Çünkü birisi delile
muhalefet etmişse, müetehidin ona ittiba etmesi gerekmez. Bu muhalife başka bir
muhalif daha katılsa, yine müetehidin bunlara ittiba etmesi gerekmez.
Mesele: (medine halkının icmâ'ı)
Mâlik der ki; hüccet, yalnızca medine ehlinin
icmâ'ındadır. Kimi alimler de, harameyn -yani mekke ve medine- ile mısrcyn
-yani kufc ve basra- ehlinin icmâ'ının muteber olduğunu söylemişlerdir. İşin
özüne inen (muhassıl) alimler bununla, bu bölgelerin sahabe zamanında
ehlu'l-hall ve'i-akd'i toplamış olmasını kastetmişlerdir. Mâlik eğer medine'nin
ehlu'l-hall ve'1-akdi topladığını kastediyorsa, eğer gerçekten toplamışsa, bu görüşü
kabul edilebilir. Bu durumda da mekanın bunda hiç bir etkisi olmaz. Kaldı ki
bunu teslim etmek >mümkün değildir. Çünkü medine ne hicretten önce ne de
hicretten sonra alimlerin hepsini bünyesinde toplayabilmiştir. Aksine alimler,
seferlerde, gazvelerde ve diğer şehirlerde dağınık vaziyette idiler. Malik'in
sözü iki biçimde açıklanabilir:
Birincisi; 'medine ehlinin ameli hüccettir. Çünkü
medinedekiler sayıca daha çoktur. Çoğunluğun sözü de hüccettir'. Biz bu
anlayışın bozuk olduğunu belirtmiştik.
İkincisi; 'medine ehlinin bir söz veya amel
hususundaki ittifakları, onların kesin bir duymaya (semâ) istinad ettiklerini
gösterir. Çünkü nesneden (nâsih) vahiy medincliler arasında nazil olmuş ve
şeriatin kaynakları (medarik) onlardan kaçmamıştır'. Bu anlayış da keyfi ve
delilsiz bir iddiadır (tahakküm). Zira, medine ehlinden olmayan birinin bir
yolculukta olması veya medine'de hz. Peygamberden bir hadis işitip, bunu
nakletmeden önce medine'den ayrılmış olması imkansız değildir. Hüccet
icmâ'dadır. Bu durumda ise icmâ' gerçekleşmiş olmaz. Malik lehine birtakım
zorlama tevillere ve mazeretlere başvurulmuştur ki biz bunları tefızîbu'l-usûl
adlı kitabımızda uzun uzun ele aldık. Burada yeniden zikretmeye gerek yoktur.
Mâlik lehine açıklama getirenler hz. Peygamberin me-dineyi ve medine ehlini
övmesini de hüccet olarak kullanmışlardır. Bu övgü, onların faziletine ve
medine'de ikamet etmeleri sebebiyle daha çok sevap aldıklarına delalet eder;
fakat icmâ'ın onlara tahsis edilmesine delalet etmez.
Kimi alimler dört halifenin ittifakının hüccet
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu da, yerinde geleceği üzere, bir gurup alimin
sahabi sözünün hüccet olduğu hususundaki tahayyülleri bir tarafa, delilsiz
kuru bir iddiadır.
[ı, 188]
mesele: (icmâ'a katılanların tevatür sayısına ulaşması şart mıdır?)
Usulcüler, icmâ' ehlinin tevatür sayısına ulaşmasının
şart olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Bunu akıl delilinden alan ve hatayı
-adetin hükmüyle- imkansız görenler, böyle bir şartı öne sürmek
durumundadırlar. Bunu sem'den alanlar ise kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir.
Kimileri, 'icmâ' ehlinin sayısı tevatür sayısından az olursa, başkalarının
imanları bir tarafa, biz bunların imanlarını kendi sözleriyle bilemeyiz'
diyerek -tevatür sayısına ulaşma- şartını koşmuşlardır. Bu anlayış, bize göre
iki yönden fasiddir:
Birincisi; onların imanları, kendi sözleriyle değil,
hz. Peygamberin "ümmetimden bir gurup allahın emri gelinceye ve deccal
çıkıncaya kadar hak üzerinde kalmaya devam edecektir" sözüyle
bilinmektedir. Eğer yeryüzünde onlardan başka müsiüman yoksa, bunlar hak
üzerindedirler.
İkincisi; biz dışa yansımamış ola (bâtın, iç) ile
mükellef değiliz. Muhammed ümmeti, muhammed'e (s) zahiren inanan kimselerdir.
Zira bâtına vakıf olmak Mümkün değildir. Bizim onlara ittiba ile mükellef
(müteabbid) olduğumuz ortaya çıkınca, ^ununla onların doğruluğuna istidlal
etmek mümkündür. Çünkü allah teala, yalancıya ittiba, onu tazim ve ona iktida
etmeyi bizden istememiştir.
Denirse ki:
Müslümanların sayısının, tevatür sayısından az bir
sayıya düşmesi nasıl tasavvur olunabilir! Böyle bir durum teklifin kesilmesi
sonucununa götürür. Çünkü teklif, hüccetin devamıyla devam eder. Hüccet ise,
nübüvvetin alametleri (a'ıâm), muhammcd'in (s) varlığı ve nübüvvet ile meydan
okuyuşu gibi konulardaki mü-tevatir haber ile kaim olur. Kafirler, nübüvvet
a'lamını yayma işini üstlenmezler. Aksine onlar bunları korleyip kaybetmek için
çalışırlar. Selef imamları teklifin kıyamete kadar devam edeceğinde icmâ'
etmişlerdir. Bu icmâ'ın zımnında, a'la-mın silinip gitmesinin imkansızlığı
hususunda da icmâ' edildiği vardır. Halbuki, tevatür sayısının altına düşmenin
bir sonucu da, a'lamın silinip gitmesidir. Böyle bir hadisenin meydana geleceği
tasavvur olunamadığına göre, ne diye bunun hükmüyle uğraşıyoruz?
Deriz ki:
Bu delillerden hareketle, bunun imkansız olduğu
söylenebilir. Bu meselenin tasavvur edilişinin anlamı ise, ehlu'ı-hall
ve'ı-akd'in tevatür sayısının altına düşmesidir. Biz avammın sözüne kesin
olarak itibar edilemeyeceğini söylersek, şer'in alametleri (a'ıâmu'ş-şer')
avammın tevatürü ile devam eder. Ayrıca şöyle söylenmesi de muhtemeldir; bu
hadisenin vukuu tasavvur olunabilir ve allah teala bu alametleri müslümanlar
ve kafirler tarafından hasıl olan tevatür ile devam ettirebilir. Kafirler,
muhammed'in varlığından ve her ne kadar mucize olduğunu itiraf etmeseler de,
o'nun mucizelerinden bahsederler. Yahutta allah adeti değiştirir ve hüccet
devam etsin diye, az kişinin sözüyle bilgi hasıl olur. Neticede şer", bu
ihtimaller ile, korunmuş olarak kalır.
Denirse ki:
Ehlu'1-hall ve'ı-akd'in sayısının az olması caiz
olursa ve bu sayı tek kişiye inerse, sırf bu tek kişinin sözü kesin bir hüccet
olabilir mi?
Deriz ki:
Eğer avamının muvafakatimi itibar ediyorsak; bu kişi
bir söz söyleyip avamnı hiç muhalefet etmeksizin buna uygun davranmışa bu
durum, ümmetin icmâ'ı demektir ve dolayısıyla hüccettir. Zira şayet bu
olmasaydı, ümmet dalalet ve hata üzerinde toplanacaktı.
Eğer avammın sözüne itibar etmiyorsak; bu tek kişi,
adına toplanma ve icmâ' denebilecek bir şey ortaya getiremez. Zira icmâ' ve
toplanma zaruri olarak bir sayıya muhtaçtır ki, neticesi icmâ' olabilsin, bu
sayı iki veya üçten az olamaz.
Bütün bu anlatılanlar, sahabeden sonra icmâ'ın
yapılabileceğini ve bunun [ı, 189]
muteber olduğunu kabul edenlere göredir. Sadece sahabenin icmâ'ının
muteber olduğunu kabul edenleri, bu anlatılanların hiç biri bağlamaz. Çünkü
sahabenin
Sayısı tevatür sayısını aşmıştır.
Mesele:
Dâvud [66]ve zahir
ehlinden taraftarları, sahabeden sonraki hiç bir icmâ'ın hüccet olmadığını
ileri sürmüştür.
Bu anlayış sakattır. Çünkü üç delil yani kilab, sünnet
ve akıl, bir asrı diğerinden ayırmaksı/ın icmâ'ın hüccet olduğunu
göstermektedir. Buna göre lâhiûn icmâ' ederse, bu icmâ', ümmetin tamamının
icmû'ıdır. Bu icmâ'a muhalefet eden, müminlerin yolundan başkasına girmiş olur.
Bu sonucu adetten çıkaranlara göre, adetin hükmüyle, onca sayıya rağmen
gerçeğin onların dışında kalmış olması imkansızdır.
Dâvud ve taraftarlarının iki şüphesi vardır:
Diğerine göre daha zayıf olan birinci şüphe şudur;
onlar derler ki: dayanak, haber ve ayettir. Ayet, -ki bu "müminlerin
yolundan başkasına tabi olanlar" ayetidir-, imanla vasıflanan kişileri
içine almaktadır. Bu kişiler de ayelin indiği sırada mevcut olanlardır. Çünkü
mevcut olmayanların imanla vasıflanması mümkün değildir ve bunların bir yolu
yoktur. "ümmetim hata üzerinde toplanmaz" hadisi ise, hz. Peygambere
(görerek) inanan ümmetini içine almaktadır. Bunların icmâ' ve ihtilafları,
mevcut olmaları halinde tasavvur edilebilir.
Bu anlayış da batıldır. Zira buna göre, sa'd b.
Muâz'ın, hamza'nın ve ayet indiği esnada hayatta olup da sonra şehid düşen
muhacirler ve ensarın ölümünden sonra icmâ' kurulamaz. Çünkü geride kalanların
icmâ'ı, tüm müminlerin ve ümmetin tamamının icmâ'ı değildir. Ayrıca bu görüşe
göre, ayetin inmesinden sonra müslüman olup, daha sonra icmâ'a ehliyet
kazananların hilafına da önem verilmemesi gerekir. Halbuki biz, kendileri ve
sahabe, sahabeden birinin ölümüyle icmâ' kapısının kapanmayacağında ve tam
tersine hz. Peygamberin ölümünden sonra icmâ'ın ittifakla hüccet olarak
kalacağında icmâ' etmişiz. Ayetin inmesinden sonra ve henüz hz. Peygamber
hayatta iken şehit düşen nice sahabi-ler vardır.
İkinci şüphe:
Vacib olan, müminlerinin hepsinin yoluna ve ümmetin
tamamının icmâ'ına itliba etmektir. Tâbiûn ümmetin tamamı değildir. Çünkü,
sahabîler, her ne kadar ölüp gitmişlerse de ölümleri sebebiyle ümmet kapsamının
dışında kalmış değillerdir. Bu bakımdan hır sahubî. Tahiûnun icmâ'ına
muhalefet etliğinde, bu icmâ' ümmetin tamamının icmâ'ı olamaz ve bu sahabînin
sözünü almak haram olmaz. Eğer sahabeden birinin muhalefet etmesi tâbiûnun
icmâ'ını bozuyorsa, aynı şekilde bunların (sahabenin) muvafakatlarının olmayışı
da icmâ'ı bozar. Çünkü bunlar ölmüş olmaları yüzünden ümmet kapsımının dışında
kalmış değillerdir.
Derler ki:
Bu mantığın devam ettirilmesi (bunun kıyası), sahabe
için bütünlük (külli-yet) vasfının sabit olmamasını, ayrıca tâbiûnun
katılmasının beklenmesini ve onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olan
kişilerin de muvafakatinin alınmasını gerektirir. Çünkü ancak bu suretle
ümmetin tamamı oluşmuş olur. Fakat şayet bu yaklaşım muteber kabul edilecek
olursa, icmâ'ın yararı ancak kıyametle ortaya çıkabilecektir. Demek ki bütünlük
(külliyet) vasfı, henüz mevcut olmayanlar hariç tutularak, hali hazırda mevcut
olanlar için söz konusudur. Dolayısıyla sahabenin bu cümleden hariç tutulması
mümkün değildir. Bu durumda da, tüm ümmet vasfı tâbiûn için sabit
olamayacaktır.
Cevap:
Henüz mevcut olmayıp da katılacak olanların dikkate
alınması kesin olarak batıl olduğu gibi, geçmiş kişilerin dikkate alınması da
aynı şekilde kesin olarak batıldır. Şayet böyle olmasaydı, sahabe ve tâbiûn
zamanında müslümanlardan birinin ölmesinden sonra ve hamza'nın şehit
düşmesinden sonra hiç bir icmâ' ta- fj^ 190 savvur olunamazdı. Halbuki
kendileri, peygamberin ve peygamberden sonra gelenlerin ölümünden sonra vuku
bulan sahabe icmâ'ının sahih olduğunu itiraf etmişlerdir. Bu da, geçenlerin
muteber tutulmadığından, gelecek olanların beklenmeyeceğinden ve bütünlük
(külüyet) vasfının her vakitte mevcut olanlar için gerçekleşmiş sayılmasından
başka bir şey değildir.
Tâbiûnun, bir sahabinin görüşüne aykırı biçimde icmâ'
edip edemeyeceklerine gelince; kimi alimler bu durumda, ümmetin tamamını
tâbiûnun teşkil ettiği noktasından hareketle sahabinin sözünün terkedilmiş
olacağını öne sürmüşlerdir. Bu yaklaşımı kabul edersek, ki zaten sahih olan
budur, şöyle deriz; eğer tâbiûn, bu sahabinin görüşüne uygun biçimde icmâ'
etmiş olsalardı, icmâ' yine kurulmuş olurdu. Zira, bu sahabinin muvafakati, her
ne kadar icmâ'ı kuvvetlendirici bir rol üstienmese de hiç değilse ona zarar
veremez. Diğer yandan, eğer tâbiûn, bir sahabinin görüşünün aksi üzerinde
icmâ' ederlerse, bize göre sahabinin sözü terkedilmiş olmaz; dolayısıyla, tâbiûndan
sonra gelenlerin bu söze muvafakat etmeleri de haram olmaz. Çünkü sahabi bir
meselede fetva verdikten sonra, tâbiûnun aynı meselede verdiği fetva artık
ümmetin tamamının fetvası olamaz.
Denirse ki:
Eğer, bütünlük vasfı lâbiûn için sabit oluyorsa, öyleyse
sonrakilerin tâbiûnun sö/.üne muhalefet etmesi, her ne kadar bu sözü daha önce
bir sahabi söylemiş olsa bile, haram olmaz mı? Yok eğer tâbiûn ümmetin tamamı
değilse, onların icmâ'ının hüccet olmaması ve ümmetin bir kısmına muhalefet de
haram olmadığına göre, tâbiûna muhalefet etmenin haram olmaması gerekmez mi?
Bütünlügün bir hususta mevcut, diğer bir hususta yok sayılması hem çelişkidir
ve hem de nefy ile ishali bir araya getirmektir.
Deriz ki:
Ortada her hangi bir çelişki yoktur. Çünkü bütünlük, tâbiûnun
incelemeye daldıkları meseleye nisbetle sabit olmuştur. Nitekim sahabeden
sonra, onların döneminde mevcut olmayan bir mesele ortaya çıksa, tâbiûn, icmâ'
etmeleri durumunda bu mesele hususunda ümmetin tamamı sayılır. Ancak sahabinin
fetva verdiği bir meselede, bu sahabinin fetvası ve mezhebi, ölümüyle birlikte
yok olup gitmez. Bu durum aynen, bir sahabinin fetva verdikten sonra ölmesi ve
diğer sa-habilerin aynı meselede bu sahabinin görüşüne aykırı bir görüş
üzerinde icmâ' etmeleri gibi olup, bu icmâ' ümmetin tamamanın icmâ'ı olmaz.
Şayet bu sahabinin ölümünden sonra yeni bir olay meydana gelmişse, her hangi
bir görüş üzerinde icmâ' gerçekleşir ve bütünlük (külliyet) bu olaya nisbetle
mevcut sayılır.
Denirse ki:
Ümmet içerisinden bir kişi gaip ise, bu kişinin
olaydan haberi olmasa ve o konuda bir fetvası olmasa bile, bu kişi olmaksızın
icmâ1 gerçekleşmez. Çünkü bu kişi şayet mesele ortaya çıktığında gaip olmayıp
orada bulunuyor olsaydı mesele hakkında bir sözü olacaktı. Buna göre, tâbiûndan
önce ölmüş olanların da gaip hükmünde tutulması gerekmez mi?
Deriz ki:
Bu anlayış, sahabeden ilk ölen kişiyle boşa çıkar.
Çünkü bu sahabi öldükten sonra bu olmaksızın icmâ1 gerçekleşmiştir. Ancak gaip
olsaydı icmâ' kurulmazdı. Çünkü gaip kişi, halen potansiyel olarak görüş ve
mezhep sahibi olduğundan muvafakat veya muhalefet etmesi mümkündür. Ölü
kişinin aksine gaip kişinin, mesele kendisine arzedildiğinde muvafakat ya da
muhalefet etmesi muhtemeldir. Çünkü ölü hakkında, ne bilkuvve ne de bilfiil
muvafakat veya muhalefet tasavvur olunabilir. Ölü bir tarafa, deli, hastalık
sebebiyle aklı zail olmuş kişi ve çocuk dahi beklenemez. Çünkü bunlar
açısından muvafakat ya da muhalefet imkanı kalmamıştır.
Denirse ki:
Tâbiûnun bir konuda yaptıkları icmâ', nakledilmesi
halinde sahabeden birinin muhalefeti sebebiyle bozulur. Sahabeden aykırı bir
görüş nakledilmemiş ise, belki bir sahabi muhalefet etmiş ve muhalefet bize
nakledilmemiş olabilir. Bu takdirde yine ümmetin tümünün icmâ'ının
gerçekleştiğinden emin olunamaz.
Deriz ki:
Bu anlayış da, sahabeden ilk ölen kişi örneğiyle boşa
çıkar. Çünkü bu kişinin
Muhalefetinin imkan dahilinde oluşu, gerçekten
muhalefet etmesi'gibi değildir.
İşin özü budur. Şayet ihtimal kapısı açılacak olursa
bütün hüccetler boşa çıkar.
[ı, 191] çünkü hiç bir hüküm yoktur ki, neshedilmiş
olması, bu nesih haberini sadece bir
Kişinin bilip, bunu bize nakledemeden ölmüş olması
tasavvur oluoamasın. Yine içlerinden birinin içinde muhalefet gizlediği halde,
her hangi bir sebepten ötürü muvafakat etmiş gibi görünmüş olabileceği
ihtimaliyle sahabe icmâ'ı da batıl olur. Yine haber-i vahid, bu tek kişinin
yalancı olabileceği ihtimaliyle batıl olur. İcmâ'ın oluştuğu bilinse, asır
inkıraz etse, bize nakledilmiş olmasa bile, içlerinden birinin ölmeden önce
görüşünden cayması mümkündür. Asrın inkırazını şart koşanlara göre bu takdirde
icmâ' batıl olur.
Denirse ki:
Aslolan, neshin ve caymanın olmayışıdır.
Deriz ki:
Aslolan (ölüp gitmiş olan sahabinin) bu olayla
ilgilenmemiş, muhalefet ya da muvafakat etmemiş olmasıdır. Ancak aslolan yokluk
olmakla birlikte, ihtimal yok olmaz. İhtimal sabit olunca da kuşku hasıl olur.
Böyle bir kuşku varken de icmâ'ın gerçekleştiğinden emin olunamaz. Şu var ki,
her nevi kuşku sebebiyle icmâ'ın giderilmiş sayılamayacağı söylenebilir.
Denirse ki:
Neshin ve caymanın imkan dahilinde olması
meselesindeki kuşku, hüccetin aslından emin olunduktan sonradır ve kuşku sadece
bu hüccetin devamıyla ilgilidir. Burada ise kuşku, icmâ'ın aslındadır. Çünkü
icmâ', kendileri için bütünlük vasfının oluşmasına bağlıdır. Bülünlük vasfı
ise, muhalefetin olmadığının bilinmesine bağlıdır. Buna göre eğer biz,
muhalefetin olup olmadığından kuşku duyuyorsak, bütünlük hakkında da kuşkumuz
var demektir. Dolayısıyla bu şekilde gerçekleşen icmâ'a da kuşkuyla bakarız.
Deriz ki:
Hayır! Aksine, bütünlük vasfı tâbiûn için hasıl
olmuştur. Bu vasıf ancak muhalefetin varlığını bitmekle ortadan kalkar. Böyle
bir muhalefet bilinmiyorsa, bütünlük vasfı varlığını devam ettirir. Onların bu
zikrettikleri, 'hüccet öyle bir nassdadır ki, hz. Peygamber bu nassın neshinden
önce ölmüştür. Eğer hz. Peygamberin bunun neshinden önce öldüğü bilinemiyorsa
biz hüccetten kuşku duyarız' diyen kişinin sözüne benzer. Hüccet, üzerinden
asır geçmiş icmâ'dadır. Biz içlerinden birinin caydığından kuşku duyarsak,
hüccetin kendisinden de kuşku duymuş oluruz. Sahabeden ilk ölen kişinin sözü
hakkında da aynı şeyler geçerlidir. Dolayısıyla biz, geri kalanların
bütünlüğünün kuşkulu olarak kaldığı kanaatinde değiliz. Birinci rükün hakkında
söyleeeklerimiz böylece tamamlanmış olmaktadır.[67]
Biz icmâ' kavramıyla, -üzerinden asır geçsin geçmesin,
fetva sarih sözlü bir açıklama (nutk) olduğu sürece gerek içti had gerekse nass
kaynaklı olsun- bir meselede ümmetin fetvalarının aynı anda ittifakını
kastediyoruz. Bu bölümde, susmanın (sükut) konuşma gibi olmadığı, icmâ'a
katılanların ölmesinin (asrın inkırazı) şart olmadığı ve icmâ'ın ictihad
kaynaklı olabileceği olmak üzere üç konudan bahsedilecektir.
Mesele: [sükutî icmâ]
Sahabeden hiri bir fetva verip diğerleri sükut etseler
icmâ' gerçekleşmiş olmaz. Susana söz isnad edilemez. Kimi alimler derler ki;
fetva veren şahabının fetvası yaygınlık kazandığı halde, diğerleri susarsa,
bunların susmaları sözlü açıklama sayılır ve bununla icmâ' tamamlanmış olur.
Kimi alimler de, bu sükutun üzerinden asrın inkıraz etmesini (sükut edenlerin
ölmesini) şart koşmuşlardır. Kimileri, bunun icmâ' olmayıp, hüccet olduğunu,
kimileri de bunun ne hüccet ne de icmâ' olduğunu, sadece onların bu meselede ictihad
etmeyi caiz gördüklerinin delili olabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Bizce tercihe şayan olan görüş ise bunun, ne icmâ', ne
hüccet, ne de onların bu meselede ictihad etmeyi caiz gördükleri hususunda bir
delil olduğudur; ancak eğer karine-i haller, onların bu görüşe katıldıklarını
belli etmeksizin sustuklarına ve susma durumunda bununla amel etmenin cevazına,
delalet ediyorsa o başka.
Tercih ettiğimiz görüşün delili şudur: bir sahabinin
fetvası, ancak, onun ihti-[ı, 192] male ve tereddüde yer bırakmayan sarih sözü
ile bilinir. Sükut ise tereddüt uyandırır. Susanlar, açıklanan görüşü
paylaşmadıkları halde, belki de şu yedi sebepten dolayı susmuşlardır:
1) içerisinde,
kendi görüşünü açıklamasına engel teşkil eden bizim bilemediğimiz bir mani
vardır. Belki de susmasına rağmen, üzerinde o görüşe katılmadığına ilişkin
belirtiler görünmüş olabilir.
2) susmuştur;
çünkü her ne kadar kendisi aynı fikirde olmasa, hatta o görüşün yanlışlığı
inancında olsa bile, açıklanan görüş, içtihadı ona ulaşan kişi için caiz bir
görüştür.
3) kendisi her
müetehidin musîb olduğu kanaatindedir ve içtihadı konularda başkalarına karşı
çıkmayı kesinlikle uygun görmüyordun bu görüşe cevap vermeyi ise farz-ı kifaye
saymış, içtihadında isabet etmiş biri buna cevap verdiğinde, her ne kadar
kendi içtihadı öyle olmasa da, susmuştur.
4) kabul etmediği halde susmuştur, fakat karşı
çıkmak için fırsat kollamaktadır. Kısa bir süre sonra ortadan kalkması umulan
her hangi bir engel sebebiyle hemen inkara yeltenmeyi maslahata uygun bulmamış,
ne var ki bu engelin ortadan kalkmasından önce ölmüş yahut da başka bir
meşguliyet yüzünden karşı çıkmaya fırsat bulamamıştır.
5) inkar etse
bile kendisine itibar edilmeyeceğini ve hal böyleyken inkar etmenin kendisine
bir zül getireceğini biliyordur. Nitekim ıbn abbas, ömer hayattayken avl'in
inkarı konusunda susmasıyla ilgili olarak 'ömer, heybetli bir adamdı.; Onun
heybetinden çekindim' demiştir.
6) söz konusu
mesele hakkında henüz bir kanaati olmadığı için susmuş, inceleme müddeti
içerisinde iken ölmüştür.
7) başkasının
ona karşı çıktığı ve artık kendisinin karşı çıkmasına gerek kalmadığı zannıyla
susmuştur. Belki de bu zannında yanılmış ve böylece de bir kuruntu yüzünden
inkarı terketmişlir. Zira inkarın far/.-ı kifaye olduğu görüşünde olup, başkasının
bu görevi yerine getirdiğini zannetmiştir. Halbuki bu vehminde hata etmiştir.
Şayet o hususta bir hilaf olsaydı açığa çıkardı
diyenlere karşı biz de deriz ki; şayet o hususta bir muvafakat olsaydı ortaya
çıkardı. Muvafakatin ortaya çıkmasına mani olan bir halin varlığı tasavvur
olunursa, aynı şey muhalefet için de söz konusudur.
Bu suretle, sükut durumunda asrın inkırazını şart
gören cübbâî'nin görüşü batıl olmaktadır. Zira yukarıda zikredilen engellerden
bazıları asrın sonuna kadar devam edebilecek mahiyettedir.
Bunun icmâ' değil de hüccet olduğu şeklindeki görüşe
gelince; bu görüş delilsiz iddiadan ibarettir. Çünkü bu, ümmetin bir kısmının
sözüdür. Halbuki hatadan korunmuşluk (ismet) yalnızca ümmetin tamamı için
sabit olmuştur.
Denirse ki:
Kesin olarak biliyoruz ki, tabiîler, kendilerine bir
meselenin müşkil gelmesi durumunda, o konuya ilişkin olarak birinin yaygınlık
kazanıp diğerlerinin'-sustu-ğu birsahabi sözü nakledildiğinde, bu görüşün
dışına çıkmayı caiz görmemişlerdir. Bu tavır, zikredilen biçimde gelen sahabi
sözünün hüccet olduğu üzerinde tâbiûnun icmâ'ı demektir.
Deriz ki:
Tâbiûnun bu tavrının icmâ' sayılmasını kabul
etmiyoruz. Aksine alimlerin bu meseledeki ihtilafı hala sürmektedir. İşin özüne
inen (muhassıl) alimler bilirler ki, sükut, tereddüte ve ihtimale müsaittir ve
ümmetin bir kısmının değil, tümünün sözü hüccettir.
Mesele: [fcmâ'ın gerçekleşme anı]
Ümmetin sözü, bir an dahi olsa, bir noktada toplanmış
ise icmâ' gerçekleşmiş olur ve onların hatadan masumluğu sabit olur. Kimi alimler,
-bir anlık ittifakı icmâ'ın gerçekleşmesi için yeterli görmeyerek- asrın
inkırazını ve icmâ'a katılan herkesin ölmesini gerekli görmüşlerdir. Bu sakat
bir anlayıştır. Çünkü hüccet Ümmetin itti fakı ndadır, ölmesinde değil. Bu
ittifak da ölmelerinden önce meydana gelmiştir ve pekiştirme bakımından ölümün
ona ekleyeceği bir şey yoktur. İcmâ'ın hücceti ayet ve haber olup, bunlar da
asra itibar edilmesini vacip kılma-mıştır.
Denirse ki:
İcmâ'a katılanlar hayatta oldukları sürece,
fikirlerinden caymaları ihtimal dahilindedir, ve fetvaları kesinleşmiş
değildir.
Deriz ki:
Söz onların caymaları hususundadır. Biz onların
hepsinin birden caymalarını mümkün görmüyoruz. Çünkü böylesi bir durumda iki
icmâ'dan biri hata olur ki, bu imkansızdır. İçlerinden birinin cayması ise
helal değildir. Çünkü bu kişi cayma durumunda, hatadan korunmuş olması vacip
olan ümmetin icmâ'ına muhale-[ı, 193] fet etmiş olur. Evet, içlerinden birinin
cayması ve sebeple de asi ve fasık olması mümkündür. Masiyet ümmetin bir kısmı
için mümkün olsa bile ümmetin tamamı için mümkün değildir.
Denirse ki:
Îemâ' ancak asrın inkırazı ile tamam olduğuna göre,
icmâ' henüz tamam olmamışken, cayan kişi nasıl icmâ'a muhalefet etmiş
sayılabilir!
Deriz ki:
Eğer siz bunun icmâ' olarak adlandırılmayacağım söylemek
istiyorsanız, bu hem dile hem örfe karşı bir iftiradır. Yok eğer icmâ'ın
hakikatinin henüz gerçekleşmediğini ka?'ediyorsanız, bunun tanımı nedir?
Îemâ', ümmetin fetvalarının ittifakından başka bir şey değildir ve bu ittifak
hasıl olmuştur. Bundan sonrası ittifakın tamamlanması değil, ittifakın
devamının sağlanmasıdır.
Öte yandan, böyle bir şey nasıl iddia edilebilir! Biz
biliyoruz ki enes b. Malik ve son kuşak sahabe zamanında yaşayan tabiîler,
sahabe icmâ'ını hüccet gösteriyorlardı ve icmâ1 ile ihticacın caizliği en son
sahabinin ölümüne zamanlanmış değildi. Bu yüzden kimileri, hepsinin ölmesi
değil, çoğunluğunun ölmesi yeterlidir demişlerdir ki bu da dayanaksız bir
başka keyfi iddiadır.
Ve nihayet böyle bir anlayış, icmâ'ın imkansızlığı
sonucuna götürür. Çünkü, sahabeden bir kişi hayatta kaldığı sürece, icmâ' henüz
tamamlanmış sayılamayacağından bir tabiînin muhalefet etmesi caiz olacaktır.
Aynı şekilde bir tabiî hayatta kaldığı sürece, daha sonrakilerden birinin
muhalefet etmesi caiz olacaktır. Bu durum, aslı olmayan kısırdöngüden
ibarettir.[68]
Birinci delil:
Derler ki; belki de icmâ'a katılanlardan biri,
söylediğini vehim ve yanılgı [ı, 194] olarak söylemiş ve akabinde bu yanlışın
farkına varmış olabilir. Bu ihtimal varken, yaptığı yanlıştan dönmesi hususunda
bu kişi nasıl kısıtlama altına alınabilir ve bir anda gerçekleşen bir ittifak
sebebiyle böyle bir hatanın bulunmadığından nasıl emin olunabilir!
Deriz ki:
Bu kişi sözünden dönmeden önce öldüğünde, bunun hala
yapıp yapmadığından nasıl emin olacağız! Hatadan emniyeti gösteren husus,
nassın, ümmciin ko-runmuşluğunun (ismet) vücubuna delalet etmesidir. Ancak, bu
kişi, 'hata yaptığımı anladım' diyerek görüşünden dönecek olursa ona deriz ki,
toplulukla birlikte olduğun /aman değil tek hasına kaldığın zaman senin hata
etmiş olabileceğin te-vehhüm edilebilir. Ümmete muvafakat ederek söylediğin
sözün ise hala ihtimali yoktur. Yine bu kişi, 'ben görüşümü şu delilden
hareketle söylemiştim. Simde ise bunun aksinin kesin olarak doğru olduğu
kanaatindeyim' derse, ona deriz ki, sen meselenin kendisinde değil, metodda
hata etmişsin. Her ne kadar istidlal metodunda hatalı olsan bile, ümmete
muvafakat etmiş olman, hükmün isbetli olduğunu gösterir.
İkinci delil:
İcmâ'a katılanlar, belki de, söylediklerini ietihad ve
zanna dayanarak söylemişlerdir. İçtihadı değiştiğinde bu ietihaddan dönme
hususunda müetehide bir kısıtlama getirilemez. Müctehidin içtihadından dönmesi
caiz ve mümkün olduğuna göre, henüz icmâ' tamamlanmamış demektir.
Deriz ki:
Tek başına kaldığı içtihadından dönme hususunda
müetehide hiç bir kısıtlama getirilemez. Ancak müctehidin yaptığı ietihad
ümmetin içtihadına uygun düşerse, bu ietihadda hata bulunması caiz değildir ve
bu içtihadın isabetli (hak) olması gerekir. Hakdan vazgeçmeye ise müsaade
edilemez.
Üçüncü delil;
Muhalefet eden kişi ölse, geri kalanların asrın bir
kısmında ümmetin tamamım teşkil ettiği öne sürülerek muhalifin ölmesi
sebebiyle mesele icmâ'a dönüşe-mez. Bunun içindir ki, muhalifin görüşü
terkedilmiş olmaz. Eğer asır muteber tu-tulmuyorsa, muhalifin mezhebinin batıl
sayılması gerekmez mi!
Deriz ki: kimi alimler, bu durumda geri kalanların o
vakitte ümmetin tama- [ı, 195, mim teşkil ettikleri düşüncesinden hareketle
muhalifin mezhebinin batıl olduğunu ve terkedilmiş sayılacağım söylemişlerdir.
Bize göre bu görüş sahih değildir. Sahih olan şudur: onlar ölen kişinin fetva
verdiği bu meseleye nisbetle ümmetin tamamı değildirler. Çünkü bunun fetvasının
hükmü, ölüm sebebiyle ortadan kalkmış değildir ve asrın bunda bir etkisi
yoktur. Nitekim bu husus, tâbiûnun Kendi dönemleri boyunca aksi üzerinde icmâ'
ettikten bir görüş ileri süren sahabi hakkında da söz konusudur. Biz, tâbiûnun
bu meseleye nisbetle ümmetin tamamı kabul edilemeyeceğinden hareketle, bu tek
sahabinin görüşünün batıl sayılamayacağını açıklamıştık.
Dördüncü delil:
Rivayet edildiğine göre, ali, 'benim görüşümle ömer'in
görüşü ümmü veledin satılamayacağı hususunda birleşmişti. Ne var ki ben şimdi
ümmü veledin satılabileceği görüşündeyim' demiş, bunun üzerine ubcyde
es-selmânî 'senin ce-' maat ile birlikte söylediğin söz, tek başına söylediğin
sözden bize daha sevimlidir' demiştir.
Deriz ki: ilgili meselede bütünüyle sahabenin icmâ'
ettiği sahih olsaydı bile, ali'nin bu tutumu, onun, asrın inkırazını şart
koştuğuna delalet etmezdi. Ali bunu sarih olarak belirtmiş olsa bile, bu
hususta ali'nin taklid edilmesi gerekmez. Kaldı ki, bu hususta sadece
kendisiyle ömer'in görüşü birleşmiştir. Ubeyde'nin 'senin cemaat ile birlikte
söylediğin görüşün...' sözü ise, ubeyde'nin cemaate muvafakat etmenin icmâ'
olduğu kanaatinde olduğunu göstermez. Ubeyde bu sözüyle şöyle demek
istemiştir: 'senin ülfet, beraberlik, ittifak ve imama itaat zamanında
söylediğin söz, fitne, ayrılık ve ümmetin bölünmesi zamanında söylediğin [ı,
196] sözden daha sevimlidir'. Ali, o sıralarda ebû bekr ve ömer'den beraet
töhmeti altında bulunmaktaydı. Bizatihi sarih olmayan sözde hiç bir hüccet
yoktur.
Bir ietihad ve kıyasa dayanarak icmâ'ın gerçekleşmesi
caizdir ve bu icmâ' hüccet olur.
Kimi alimler, 'büyük bir topluluğun, zann kaynaklı bir
meselede ittifak etmeleri tasavvur olunamaz; şayet bu tasavvur olunabilseydi
hüccet olurdu' demişlerdir. İbn cerîr et-taberî [69] bu görüşü benimsemiştir.
Kimi alimler de bunun tasavvur olunabileceğini, fakat
bunun hüccet olmadığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü ietihad ile söylenen bir
söz, başka bir içtihadı haram kılmaz, aksine içtihadın kapısını açar.
Bizce tercihe şayan olan görüş, bunun hem tasavvur
edilebileceği ve hem de hüccet olduğudur. Onların 'büyük bir topluluk zann
kaynaklı bir hüküm üzerinde nasıl ittifak edebilir' sözüne karşı da deriz ki;
bu ancak, ihtimalin eşit olduğu hususlarda hoş karşılanmayabilir. İhtimallerden
bîrinin zanna daha galip gelmesi durumunda ise, herkes daha galip olan zanna
meyleder. O halde, büyük bir topluluğun, nebîzin sarhoş edicilik bakımından
şarap anlamında olduğu, dolayısıyla nebizin tahrim açısından da şarap anlamında
olduğu üzerinde ittifak etmelerinde Yadırganacak ne vardır! Kaldı ki, icmâ'lann
büyük çoğunluğu her birinde ihtimal söz konusu olabilen genel ifadelere
(umûmât), zahirlere (zevahir) ve had işçilerce sahih kabul edilen ahad
haberlere dayanmaktadır. Üstelik tevhid ve nübüvvetten her biri hakkında, pek
çok tabiatlar için açık zann mukabilindeki ihtimalden daha fazla cazip şüpheler
bulunduğu halde, büyük bir çoğunluk, tevhid ve nübüvvet üzerinde icmâ'
etmişlerdir. Kesin ve zannî hiç bir delili olmayan bazı batıl mezhepler, nübüvvetin
iptali üzerinde icmâ' etmişken, zahir bir deli! Ve galip bir zann üzerine
ittifak etmek nasıl mümkün olmaz! Nitekim, kıyas yoluyla olmaksızın, İctihad
kaynaklı ittifakın cevazı buna delalet etmektedir. Mesela, cezâu's-sayd [70] (I 197 vücut
bütünlüğüne yönelik cinayette ödenecek diyetin miktarı, nafaka takdiri ve
imamların ve kadıların adaleti üzerinde ittifak böyledir. Bu hususlar, her ne
kadar kıyas değilse de, hepsi zanna dayanmaktadır.[71]
Birinci şüphe:
Tabiatlarının ve zeka düzeylerinin farklılığına rağmen
ümmet, zannî bir husus üzerinde nasıl ittifak edebilir!
Deriz ki:
Bu gibi ittifak ancak, bir zamanda ve muayyen bir anda
imkansız olabilir. Çünkü bunlar düşünme ve inceleme mühletinde değişiklik
gösterirler. Fakat aralıksız devam eden tüm zamanlarda ise, zeki kişilerin,
delaleti hemen kavramaları, bunu zeki olmayanlara ani at malan ve onların da
bunu kabul edip bu hususta zeki . Kişileri desteklemeleri uzak bir şey
değildir. Hele hele bu görüş sahipleri, sıhhatine dair onca açık delil varken
kıyasın nefyi ve iptali hususunda icmâ' bulunmasını mümkün gördükleri halde,
zannî hususlarda icmâ' nasıl imkansız olabilir!
İkinci şüphe:
Bizatihi kıyasın kendisi ihtilaflı olduğu halde ümmet bir
kıyasa dayanarak nasıl icmâ' edebilir!
Deriz ki:
Kıyasa dayalı icmâ', ancak sahabe için varsayılabilir.
Sahabe, icmâ'ın senedinin kıyas olabileceğinde ittifak etmiş olup, tartışma
bunlardan sonra çıkmıştır. Bu problemin, tartışmanın ortaya çıkmasından sonra
gündeme geldiği varsayılsa bile, kıyasa dayalı icmâ' olabileceğini kabul
edenler kıyasa, karşı çıkanlar ise kıyas olmadığını zannettikleri, fakat
gerçekte tam anlamıyla kıyas olan bir içtihada tutunmaktadırlar. Nitekim, bazen
umum olmayan bir şey umum, emir olmayan bir şey emir ve kıyas olmayan bir şey
kıyas sanılabilir. Bunun aksi de böyledir.[ı, 19**]
üçüncü şüphe:
Fctihadda bata caizdir. Ümmet kendisinde hata imkanı
bulunan bir şey üzerinde nasıl icmâ' edebilir! Hatta ümmet, müctchide muhalefetin
caizliği hususunda icmâ' bulunduğunu söylemiştir. Şayet kıyas kaynaklı icmâ'
gerçekleşmiş olsaydı icmâ' ile caiz olan muhalefet haram olacak ve iki icmâ'
tenakuz etmiş olacaktı.
Deriz ki:
Hata ancak, tek tek kişilerin öne sürdükleri bir ictihadda
söz konusu olabilir. Masum ümmetin içtihadında ise, tıpkı hz. Peygamberin
içtihadında ve kıyasında olduğu gibi, hata ihtimali yoktur. Peygamberin
masumluğu sabit olduğu için o'na muhalefet etmek caiz değildir. Ümmetin
masumluğu da aynen böyledir ve aralarında hiç bir fark yoktur. [72]
İcmâ'ın hükmü; ittiba etmenin vacipliği, muhalefet
etmenin haramltğı ve ümmeti, hakkı zayi etmeye nisbet edecek herşeyin
imkansızlığıdır. Burada icmâ'ın delinmesi (icmâ'a muhalefet edilmesi) konusu
ile icmâ'a muhalefet sayılan ve sayılmayan şeyler ele alınacaktır.
[ı, 199]
satın alınan ve müşterinin cinsel ilişkiden sonra bir kusur (ayb)
bulduğu cariyenin iade edilip edilmeyeceği meselesinde olduğu gibi, ümmetin
bir meselede
İki görüş üzerinde toplanması durumunda, kimi alimler
bu cariyenin istifade be-
Sn deli (ukr) [73]ile birlikte
iade edileceğini, kimileri de iadenin mümkün olmadığını
İleri sürmüşlerdir. Şayet ümmet bu iki görüş üzerinde
ittifak ederse, söz konusu meselede cariyenin meccanen iade edileceğini ileri
sürmek cumhura göre, icmâ'ı delmek olur. Bazı zahir ehline göre ise bu, icmâ'ı
delmek anlamına gelmez. Şafiî'nin, meccanen iade görüşünde olmasının sebebi
ise, sahabenin tamamının bu meseleye dalmayıp, sadece bir kısmından bu hususta
görüş nakledilmiş olmasıdır. Şayet tüm sahabiler bû meseleyi ele alıp,
tamamının kanaatleri iki görüş üzerinde istikrar bulmuş olsaydı bu meselede
üçüncü bir görüş ileri sürmek caiz olmazdı. Bunun delili ise, böyle bir
anlayışın ümmeti hakkı zayi etmeye nisbet etmeyi gerektirmesidir. Zira bu
üçüncü görüşün de bir delili bulunmalıdır. BunlaNn bir delili varsa ümmetin bu
delili gözden kaçırmış olmaya ve zayi etmiş olmaya nisbet edilmesi gerekir.
Ümmete böyle bir şeyin nisbet edilmesi imkansızdır. [74]
Ümmetin iki görüş üzerinde ittifak ettiği bir meselede
üçüncü bir görüşün ileri sürülmesini icmâ'a muhalefet saymayanların şüpheleri
şöyle sıralanabilir:
Birinci şüphe:
Sahabe, mücichidlcrin yaptıkları gibi, bu meseleyle
meşgul olmuş ve üçüncü bir görüşün harami iğin t tasrih etmemişlerdir.
Deriz kî:
Nasıl ki sahabiler ietihad kaynaklı bîr görüş üzerinde
ittifak ettiklerinde, on-iara muhalefet caiz olmuyorsa, iki görüş üzerinde
ittifak etmeleri durumu da aynen böyle olup onlara muhalefet caiz değildir.
Çünkü sahabe ietihad kaynaklı bir görüş üzerinde ittifak ettikten sonra onlara
muhalefet etmek, onların gerçeği (hakk) zayi etlikleri ve bu gerçeğin delilini
gözden kaçırdıkları anlamına gelir. Onların iki görüş üzerinde toplanmalarından
sonra muhalefet etmek de böyledir.
İkinci şüphe:
Sahabe, şayet bir delil veya bir illet ile istidlal
etmiş ise, aynı şekilde başka bir illet ile istidlal de caizdir. Çünkü onlar ne
bu başka illetin ne de üçüncü bir görüşün butlanını tasrih etmiştir.
Deriz ki:
Sizin bu mantığınıza göre, bir ietihaddan hareketle
ittifak ettiklerinde de sahabeye muhalefet caiz olur. Zira sahabenin ittifak
ettiği bu hususta da başka bir illetle talil yapmak caiz olur. Bu yaklaşıma
verilecek cevap şudur; bütün delillere [ı, 200 muttali olmak dinlerinin
sahabeye farz kıldığı bir şey değildir. Aksine, bir tek delilden hareketle
hakkı bilmiş olmaları yeterlidir. Başka bir illet ihdas ve istinbat
edilmesinden onların hakkı zayi ettikleri sonucu çıkarılamaz. Yine ittifak
etmeleri durumunda onlara hüküm hususunda muhalefet etmek de, onların hakkı
zayi ettiklerini göstermez. İşte iki görüş üzere ihtilaf etmeleri durumu da
böyledir.
Üçüncü şüphe:
Sahabeden biri, aralarında hiç bir fark gözetmeksizin
'lems (temas)' ve 'mess (dokunma)'nın abdesli bozduğu, bir diğeri de bozmadığı
görüşünesahip olsa, bir tabiî de bunlardan birinin abdesti bozacağını diğerinin
bozmayacağını söylese, her ne kadar labiînin bu görüşü üçüncü bir görüş olsa
bile caizdir.
Deriz ki:
Evet doğrudur. Çünkü tabiînin her mesele hakkındaki
hükmü bir gurubun görüşüne muvafıktır. İki mesele hakkında bir tek hüküm yoktur
ve iki meselenin Hüküm bakımından eşitlenmesi kasdeditmemiştir. Şayet sahabe,
eşitlemeyi amaçlamış olsa ve ikisi arasında hiç bir fark olmadığını söyleyip,,
bunun üzerinde ittifak etmiş olsaydı, bu durumda iki mesele arasında fark
gözetmek caiz olmazdı. Aynı şekilde, iki mesele arasında fark gözetip wı fark
üzerinde kasden ittifak etmiş olsalardı, bu defa da iki meseleyi aynı hükme
tabi tutmak (cem") imkansız olurdu. Ancak sahabiler, eğer ikisini cem'
etmemişlerse ve ikisi arasında fark gö-zctmemişlerse bir hüküm iki meseleye
uygun düşmez. Hatta açıkça diyebiliriz ki; insan bir meselede nıasiyet ve
halaya düşebilir. Ümmet de masiyet ve hata üzerinde toplanmış olabilir. Büiün
bunlar imkansız, değildir. Ancak, imkansız olan, h/,. Peygamber'in,
"ümmetimden bir gurup hak üzerinde devamlı bulunacaktır" sözü
varken, hiç bir gurubun gerçeği dile getirmeyerek onun zayi edil-[i, 201] mesi
sonucunu doğuran hatadır. Bunun içindir ki biz ümmetin iki meselede iki guruba
ayrılabileceğini, bunlardan birinin hata edip diğerinin hak üzerinde kalabileceğini;
hak üzerinde kalan gurubun bir başka meselede hata edebileceğini, ilk meselede
hata eden diğer gurubun ise bu meselede hak üzerinde olabileceğini söylüyoruz.
Msl. Ümmetin yarısı, kıyasın hüccet olmadığını, diğer yarısı ise hüccet
olduğunu savunabilir. Bu durumda hariciler, birinci.gurubun görüşü açısından
hatalı, ikinci gurubun görüşü açısından ise isabetli olmuş olurlar. Böylece
hata her ne kadar ümmetin tamamına şamil olmakta ise de, bu, bir meselede değil,
iki ayrı meselededir ve iki mesele hakkındaki gerçek, iki meselenin her birinde
ümmet arasında zayi olmamaktadır.
Dördüncü şüphe:
Sı mesrûk, 'haram meselesi'nde [75] üçüncü bir görüş ihdas etmiş ve kimse ona
Karşı çıkmamıştır. Deriz ki:
Sahabenin hepsinin 'haram meselesi'nde iki görüş
üzerinde istikrar bulduğu sabit olmamıştır. Aksine belki de bir kısım sahabiler
henüz inceleme mühletinde idiler veya bu meseleye hiç dalmamış idiler; yahutta
mesrûk meselenin vukua geldiği sırada belki de ietihad ehliyetine sahip olup,
bu vakitte, sahabeye muvafakat ettiğine dair bir şey söylememiş ve onlara
muhalefet etmiştir. Diğer taraftan [1,202] bu görüş mesrûk'tan ahad haberlerle
gelmektedir; bizim söylediklerimiz bu ahad haberlerle savuşturulamaz.
Mesele: aykırı görüş ileri süren kişinin ölmesiyle,
geri kalanların ittifakı icmâ'a dönüşür mü?
Ümmet içerisinde muhalif kalan bir veya iki kişi
bulunursa, bunlara rağmen icmâ1 kurulmuş olmaz. Muhalefet eden bu kişi ölse, bu
mesele yine icmâ'a dönü-şemez. Kimi alimler muhalefet eden kişinin ölmesiyle
söz konusu meselenin İcmâ'a dön ileceğini ileri sürmüşlerdir.
Bizim delilimiz şudur: haram kılınmış olan, ümmetin
tamamına muhalefet etmektir. Ölen kişinin asrından sonra bunun mezhebini kabul
eden kişinin ümmetin tamamına muhalefet ettiği söylenemez. Çünkü ölen kişi
ümmetten biri olup, görüşü ölümüyle ortadan kalkmaz. Bunun içindir ki 'fulan
kist, şafiî'ye muvafakat etti veya muhalefet elti' denilebilmektedir ve bu,
şafiî'nin ölümünden sonradır. Ölen kişinin mezhebi, ölümü sebebiyle
terkedilmiş olmaz. Şayet terkedilmiş olsaydı, bütün hepsinin görüşü,
ölümlerinden sonra adeta hiç olmamış gibi kabul edilir ve sonra gelenlerin
onlara muhalefet etmesi caiz olurdu.
Denirse ki;
Şayet bu kişi inceleme mühletinde iken ölmüşse, ki bu
durumda henüz bir karar vermiş değildir, bu konuda dersiniz?
Deriz ki:
Biz bu durumda ancak iki belirgin taraf hakkında kesin
kanaate sahip olabiliriz. Birincisi; bu kişi meseleye dalmadan ve mesele
kendisine arzedilmeden evvel ölmüştür. Bu durumda geri kalanlar ümmetin
tamamını teşkil ederler. (ikincisi:) eğer bu kişi meseleye dalmış ve fetva
vermiş ise, geri kalanlar ümmetin ta- [ı, 203 mamı değil, ancak bir kısmı
olurlar. (bu iki belirgin durumun dışında olmak üzere) eğer bu kişi inceleme
mühletinde iken ölmüşse, bu durumda yukarıdaki her iki ihtimal de söz konusu
olabilir. Nitekim bu kişi ümmetin geri kalanına muhalefet etmediği gibi
muvafakat da etmemiştir. Aksine, kararsız kalan kişi, bir anlamda, kesin olana
muhalif kalmış sayılır. Ne var ki bunun muvafakat etmesi de muhtemeldir. Kısaca
bu mesele bize göre ihtimallidir. Allah en iyisini bilir.
Mesele: tâbiûn, sahabenin iki görüşünden biri üzerinde
icmâ1 ettikten sonra diğer görüş alınabilir mi?
Tâbiûn, sahabenin iki görüşünden biri üzerinde ittifak
ederse, sahabenirr diğer görüşü terkedilmiş olmayacağı gibi, sahabenin bu
görüşünü benimseyen kişi de, kerhî'nin, ebû hanîfe ve şâfıî ashabından bir
gurubun ve cübbâî ve oğlu (ebû hâşim) gibi bir çok kaderî'nin aksine, icmâ'i
yırtmış olmaz. Çünkü sahabenin bu görüşünü benimseyen kişi ümmetin tamamına
muhalif değildir. Bu görüş üzerinde ölenler ümmettendir. Tâb.iûn da bu meselede
ümmetin bir kısmıdır. Tabiîler bu meselede ümmetin tamamı olsalar bile, iki
görüşten birini tercih ederek sahip oldukları görüş, diğer görüşü haram
kılmaz. Tâbiûn diğer görüşün tah-rimini açıkça belirtmişse, biz iki durum
arasında kalın/;
A) ya bunun
vukuunun imkansız olduğunu söyleriz. Çünkü bu, iki icmâ'ın çelişmesi sonucuna
götürür. Zira sahabe bu meselede görüş ayrılığını açıkça caiz görmüştür; bunlar
ise sahabenin caiz gördüğü görüşün haramlığı üzerinde ittifak rj( 204
etmişlerdir.
B) Ya da bunun
mümkün olduğunu, fakat tâbiûn, sahabenin dalmadığı her
Meselede, ümmetin tamamı olsa bile, onların bu
meselede ümmetin tamamı değil bir kısmı olduğunu; ümmetin birkısmı için ise
masiyetin mümkün olduğunu söyleriz. Ne var ki bu durum, hz. Peygamberin
'^'ümmetimden bir gurup devamlı hak üzerinde zahir olarak kalacaktır"
hadisine aykırıdır. Zira, tâbi unun bütünüyle bir meselede hata ettiği kabul
edilince, bu zamanda hak zayi olmuş olacaktır. Belki de bu ikinci görüşe
meyledenler, bu hadisi ahad haberlerden saymışlardır.
Denirse ki:
Siz, bunun ittiba edilmesi gerekii bir icmâ' olduğunu
söyleyenlere niçin karşı çıkıyorsunuz! Sahabenin iki görüş üzerinde ittifakı,
kendilerinden sonra bu iki görüşten birinde gerçeği tayin edecek bir delil
bulunmaması şartına bağlıdır.
Deriz ki:
Bu anlayış, bir tahakküm ve sahabe adına söz
uydurmadır. Onlar böyle bir şart öne sürmemişlerdir. Îemâ' kesin bir hüccettir
ve kesin hüccet olan bir şeyde şart mümkün değildir. Zira bu takdirde icmâ'da
ihtimal söz konusu olur ve bu ih-timallilik icmâ'ı kesin olmaktan çıkarır.
Şayet sizin bu dediğiniz caiz olursa, şöyle denmesi de caiz olur; onlar
ietihad kaynaklı bir görüş üzerinde ittifak ettiklerinde, kendilerinden sonra
bu görüşün aksinde gerçeği tayin eden bir delil bulun-[i, 205] maması şartıyla
ittifak etmişlerdir. Halbuki, sahabe iki görüşten her birinin caiz-liği
hususunda ittifak halinde kalmıştır, dolayısıyla onların bu icmâ'ını yırtmak caiz
değildir.
Mesele: ümmetin başlangıçta iki görüşe ayrılıp, sonra
bunlardan birisi üzerinde icmâ' etmesi caiz midir?
Ümmet iki görüş üzerinde ihtilaf edip, daha sonra
bunlardan biri üzerinde ittifak ederlerse, asrm inkırazını şart koşanlara
göre, üzerinde ittifak edilen görüş kesin icmâ' olur ve işkalden kurtulunur.
Bize göre ise, eğer asrın inkırazını şart koşmuyorsak, ilk icmâ' (yani iki
görüş üzerindeki ittifak), velev ki bir anda olup bitsin, artık o konuda görüş
ayrılığının caizliği hususunda tamamlanmıştır; ümmet iki görüşün birinden
vazgeçip diğeri üzerinde ittifak ederlerse, bu durumda sahabeden gelen iki
görüşten biri üzerinde tâbiûnun ittifak etmesi hususunda belirttiğimiz gibi,
bunların bu meselede ümmetin bir kısmını teşkil ettiğini söylememiz mümkün
olmaz ve işkal büyümüş olur. Bu işkalden kurtuluş için beş yol vardır.
1) Birinci
çıkış yolu şudur: böyle bir durumun vuku bulması imkansızdır. Bu, tıpkı onların
bir görüş üzerinde icmâ' edip, sonra hep birlikte bundan vazgeçip bunun aksi
bir görüş üzerinde icmâ' etmeleri ya da tâbiûnun bu görüşün aksi [ı, 206]
üzerinde ittifak etmesi gibidir. Asrın inkırazını şart koşanlar, bu meseleyi
kendileri için bir dayanak ittihaz ederek, mesela, 'ümmet velisiz nikah
meselesinde ihtilaf elliklerinde, velisiz nikahın batıl olduğu kanaatinde
olanların bu görüş üzerinde kalması caiz oluyor da, kendi görüşlerinin batıl
olduğuna dair bir delil ortaya çıktığında diğer görüş sahiplerinin bu görüşe
muvafakat etmeleri niçin caiz olmasın! Müctehid içtihadını değiştirdiğinde,
muhalifine muvafakat etmesi nasıl kısıtlanabilir!' derler. Buna karşılık olarak
deriz ki; bu, kelimenin tam anlamıyla işi yokuşa sürmektir. Bize göre bu
imkansızdır. Çünkü, böyle bir durum, iki icmâ'in çelişmesi sonucuna götürür.
İlk icmâ', hilafın caizliğine ve her âmmînin bu farklı görüşlerden dilediği
birini taklid etmesi gerektiğine delalet etmektedir. Bunun caizliği üzerinde
ise ancak kesin ya da kesine yakın bir delilden hareketle ittifak edilebilir.
Hal böyleyken, iki görüş üzere kalmanın caizliğinin kaldırılması nasıl tasavvur
olunabilir! İki icmâ' arasında böyle bir çelişki vukuunun imkansız sayılması,
asrın inkırazını şart koşmak suretiyle yapılan tahakküme nisbetle daha
tutarlıdır. Üstelik yine problem, ilk asrın iki görüşe aynlınmış olarak
geçmesinden sonra tâbiûnun bunlardan biri üzerinde yapacakları ittifak için de
söz konusu olmaktadır. Diğer taraftan, kat'iyyât konularında bu iki görüşten
birine dönmenin caizliğinde hiç bîr görüş ayrılığı yoktur. Nitekim sahabe,
zekat vermeyenlere karşı savaş açılması hususunda önce ihtilaf etmiş, sonra
savaş açılması gerektiği görüşüne dönmüşlerdir. Yine devlet başkanlarının
kureyş soyundan olması mesele- [ı, 207 sindeki durum da böyledir. Çünkü her
gurup muhalifini günaha düşmekle suçluyor (te'sînı) ve görüşünü caiz
görmüyordu. Halbuki ietihadî konular (müetehedât) böyle değildir. Bu tür
konulardaki görüş ayrılığı, hem görüş ayrılığının caizliği ve hem de ictihadla
ulaşılan iki farklı görüşten birinin alınmasının caizliği ile birlikte
bulunmaktadır.
2) İkinci çıkış
yolu; asrın inkırazını şart koşmaktır ki, bu da problemlidir. Çünkü bunu şart
koşmak delilsiz keyfî hüküm vermektir.
3) Üçüncü çıkış
yolu; icmâ'ın kıyas ve içtihada değil kesin bir delile istinad etmesini şart
koşmaktır. Bunu şart koşanlar, onların ihtilaflarının, bu farklı görüşlerden
her birinin caizliği üzerinde icmâ' edildiği anlamına gelmediğini, aksine bunun
da içtihada dayalı bulunduğunu söylerler. Onlar, bu farklı görüşlerden birine
dönerlerse, yapılacak şey gerçeği iki görüşten birinde kesin bir delil ile
tayin etmek için onların ittifak ettikleri görüşü incelemektir. Bu da
problemlidir. Şöyle ki; bir kere, şayet bu kapı açılacak olursa, icmâ' diye bir
delile tutunmak artık mümkün olmayacaktır. Zira hiç bir icmâ' yoktur ki, iclîhad
kaynaklı olduğu tasavvur oiunamasın. Eğer icmâ', her hangi bir ayırıcı özellik
olmadan, 'hüccet olan icmâ" ve 'hüccet olmayan icmâ" şeklinde iki
kısma ayrılacak olursa,, artık icnıâ'a tutunulamaz ve icmâ' hüccet olmaktan
çıkar. Eğer onların müstenedi olan rı
208 kesin bir delile vakıf olursak, bu kesin delil sebebiyle hüküm, bağımsız
olmuş ve icmâ'a değil, bu delile istinad etmiş olur. Diğer taraftan hz.
Peygamberin "ümmetim hata üzerinde toplanmaz" sözü, bir icmâ' ile
diğer bir icmâ' arasında Ayırım yapmamaktadır. Görülüyor ki, bu problemden
sadece, ictihad kaynaklı icmâ'ın tasavvurunu inkar edenler kurtulabilmektedir.
Ne var ki bu durumda bu görüşte olanların sözlerinin sonu, itk söyledikleri
'onların, hilafın caiztiği konusundaki ittifaklarının dayanağı ictihaddır'
şeklindeki sözleriyle çelişmektedir.
4) Dördüncü
çıkış yolu; 'son ittifaksın dikkate alınacağını söylemektir. Başlangıçtaki
duruma gelince; hilafın caizliği, bu iki görüşten birinde gerçeğin tayini
üzerinde icmâ' gerçekleşmemesi şartına bağlanmıştır. Bu çıkış yolu da problemlidir.
Çünkü bu yaklaşım, icmâ'a bir şart ilave etmekledir ki, kesin hüccetler, olması
ve olmaması mümkün olan şartı kabul etmezler. Şayet bu anlayış caiz olursa,
[ı, 209] ikinci icmâ'ın da hüccet olmadığını, aksine
ikinci icmâ'ın hüccet olabilmesinin, bir ihtilaftan sonra ittifak olmaması
şartına bağlı olduğunu söylemek de caiz olur. Üstelik bu, icmâ'dan muhtemel
şartı kaldırdığı için daha evladır.
5) Beşinci
çıkış yolu da; son icmâ'ın hüccet olmaması ve terkedilmiş sözü almayı haram
kılmamasıdır. Çünkü icmâ', ancak, kendisinden önce bir ihtilafın meydana
gelmemiş olması şartıyla hüccettir. Eğer daha önce bir görüş ayrılığı meydana
gelmişse bundan sonra gerçekleşecek olan icmâ' hüccet olmaz. Bu yaklaşım da
problemlidir. Çünkü hz. Peygamberin "ümmetim hata üzerinde toplanmaz1'
sözü, şart kapısını kesin olarak kapamakta ve her nasıl olursa olsun her türlü
icmâ'ın hüccet olmasını gerektirmektedir. Böylece, iki icmâ'dan her biri hüccet
olmakta ve çelişki doğmaktadır.
Öyle sanıyorum ki, bu çıkış yollarından en uygunu
birinci çıkış yoludur. Buna göre, yukarıda varsayılan problem, çelişkiye
götürdüğü için tasavvur olunamaz. Bu problemin gerçekleşmesinin mümkün olması
demek, hem tıpkı icmâ' ehlinin daha önce yaptığı icmâ'dan hep birden dönmesinin
ve hem de tâbiûnun, [ı, 210] sahabe icmâ'ına aykırı bir görüş üzerinde ittifak
etmesinin imkan dahilinde olması demektir. Bunların meydana gelmesi sem'
delili sebebiyle imkansız olduğuna göre, söz konusu problemin meydana gelmesi
de aynı şekilde imkansızdır.
Denirse ki:
Kendi zamanlarında ümmeti teşkil eden sahabe, ibn
abbas dışında, 'avl'i, yine a1i dışında 'ümmü veledin satılamayacağı' görüşünü
benimsese, daha sonra gördükleri bir delil sebebiyle ibn abbas ve ali fikir
değiştirseler, bunların diğer çoğunluk sahabilerin görüşüne dönmesi haram
olmaz. Ümmete açık olan bir delilin bunlara da açık olması imkansız değildir.
Ne var ki siz birinci yolu tercih elliğiniz zaman bunu imkansız kılmış
oluyorsunuz.
Deriz ki:
Birinci yol için söz konusu edilebilecek tek problem
budur. Bu problemin önünü tıkamak için de, işin iç yüzünün kendilerine aşikar
olması halinde, ibn abbas ve ali'nin önceki görüşlerinden vazgeçip, diğer
görüşe katılmalarının haram olmadığı söylenebilir. Şu var ki, biz ibn abbas ve
ali'nin sonradan işin iç Yözüne vakıf olmalarını veya önceki görüşlerinden
dönmelerini, bunun bizatihi imkansız olması yüzünden değil, aksine, bunun
sem'an imkansız olan bir sonuca götürmesi yüzünden imkansız sayıyoruz. Şey,
bizatihi imkansız olabileceği gibi, kendi özünde olmayan bir başka sebeple de
imkansız olabilir. Msl. Tâbiûnun, ki- [ı, 211. Yas ve haberi vahidî iptal
konusunda ittifak etmeleri imkansızdır. Fakat, bu bizatihi imkansız değil, tüm
sahabenin veya tüm tâbiûnun hataya nisbet edilmesi sonucunu doğuracağı için
imkansızdır. Sahabenin hepsinin ve tâbiûnun hepsinin hata etmesi ise sem'an
imkansızdır. Allah en iyisini bilir.
Mesele; icmâ'in gerçekleşmesinden sonra icmâ'a muhalif
bîr haberin ortaya çıkması
Birisi dese ki;
Sahabe bir hüküm üzerinde icmâ' edip daha sonra
içlerinden biri bu icmâ'a aykırı bir hadisi hatırlayıp rivayet etse, sahabe de
hadisin getirdiği hükme dönse, yaptıkları birinci icmâ' batıl olur; hadisi bir
tarafa bırakıp yaptıkları icmâ1 üzerinde kalmada diretseler, bu, özellikle
hadisi kesin olarak hatırlayıp rivayet eden sa-habi açısından, imkansızdır.
Yalnızca hadisi hatırlayan sahabi icmâ'dan dönse icmâ'a muhalefet etmiş olur;
icmâ'dan dönmese bu defa da habere muhalefet etmiş olur. Bu problemli durumdan
kurtulmanın tek yolu vardır; o da asrın inkırazını muteber saymaktır.
Deriz ki;
Bu problemli durumdan kurtulmanın iki yolu vardır.
Birincisi; bu, imkansız bir şeyi varsaymaktır. Allah
ya ümmeti haberin zıddı olan bir hüküm üzerinde icmâ' etmekten koruyacak ya da
raviyi icmâ'in tamamlanmasına kadar unutmaktan koruyacaktır.
[ı, 212'
İkincisi de şudur; biz icmâ' ehlinin takınacağı tavıra
bakarız; eğer icmâ' ehli yaptıkları icmâ' üzerinde kalmada ısrar ederse, bu
tavır, icmâ'ın hak olduğu, hadisin de, ya ravinin bunda yanılgıya düşerek
peygamberden duymadığı halde peygamberden duyduğunu zannettiği ya da bu
hadisin neshedildiği ve bu durumu ravinin bilmediği fakat, her ne kadar bize
bu konuda bir bilgi ulaşmasa da, icmâ' ehlinin bu durumu bildiği açığa çıkmış
olur. Böylesi bir durumda ravi icmâ'dan dönerse, kesin hüccet olan icmâ'a
muhalefet etmiş olur. Yok eğer icmâ' ehli habere dönecek olursa bu lakdirde de
deriz ki; onların üzerinde icmâ' ettikleri husus o zamanda hak idi. Zira, tıpkı
neshedilmiş hükmün, nesh bilgisinin ulaşmasından önce hak olması; ya da
müetehidin içtihadının değişmesi veya her müctehidi isabet etmiş kabul edenler
açısından, iki görüşten her birinin hak olması gibi, allah onları kendilerine
ulaşmamış bir haberle mükellef tutmamıştır.
Denirse ki:
Şayet bu caiz oluyorsa, 'ümmet bir içtihada dayanarak
icmâ' ettiğinde, son- [ı, 213] ra gelenlerin bu icmâ'a muhalefet etmesi; hatta,
bu icmâ'dan dönmesi caiz olur' Denilmesi niçin caiz olmuyor! Ümmetin içtihada
dayanarak söyledikleri şey, bu ictihad devam ettiği sürece bakidir, tctihad
değişince farz da değişir. Bunların hepsi de haktır; hele hele, önce içtihada
dayanarak ihtilaf edip, sonra bir görüş üzerinde ittifak etmişlerse.
(yukarıdaki cevabınızdan hareketle) sizin bunun da caiz olduğunu söylemeniz
gerekmez miydi! Çünkü sahabe, avl'in, ve ümmüvele-din satımı'nm inkarı
görüşünde olanların, zannı galipleri bu yönde olduğu sürece, bu kanaate sahip
olmalarını tecviz etmiştir. Zannı değiştiğinde farzı da değişir ve daha önce
kendisine caiz olan şey, bu defa haram olur. Bu, icmâ'ı kaldırmak değil,
aksine, zannı galip şartıyla her hangi bir görüşün benimsenmesini caiz görmek
anlamına gelir. Zann değiştiğinde, artık önceki âtının gereğine göre davranmak
caiz görülemez. Bu yaklaşım, bir önceki meselede altıncı çıkış yolu olabilir.
Deriz ki:
Sahabenin içtihada dayanarak icmâ' ettikleri bir
konuya sonradan muhalefet edilmesi caiz değildir. Ancak bu caiz olmayış,
yalnızca sahabenin bu icmâ'ının doğru (hak) olması yüzünden değil, fakat bunun
ümmetin üzerinde toplandığı bir [ı. 214] doğru olması yüzündendir. Ümmet,
ümmetin üzerinde icmâ' etliği bütün şeylere muhalefetin haram olduğunda icmâ1
etmiştir. Bu doğru, tek tek kişilerin benimsediği doğru gibi değildir. Ümmetin
ictihad kaynaklı olarak ihtilaf etmesi durumuna gelince; bu durumda onlar
ikinci bir görüşün alınabileceğinde ittifak etmiş olurlar ve dolayısıyla da bu
ikinci görüşe dönmek, üzerinde ittifak edilen bir şey olur. Bunun, 'içtihadın
bekası' şartıyla kayıtlandırılması caiz değildir. Nasıl ki, ümmet ictihad
yoluyla bir görüş üzerinde ittifak ettiğinde, bunda içtihadın değişmemesi şart
koş ulamı yorsa, tam tersine, hiç bir şart olmaksızın mutlak olarak buna
muhalefet haram oluyorsa, bu da aynı şekildedir.
Denirse ki:
Bu haber sahabenin icmâ' ettiği konuya muhalif olarak
tâbıûn döneminde ortaya çıksa ve bu haberi ehlu'l-hall ve'l-akd ehlinden
olmadığı halde, ehlu'1-hall ve'l-akd'in icmâ'ında hazır bulunan birisi nakletse
durum ne olur?
Deriz ki:
Tâbiûnun bu habere muvafakat etmesi haramdır ve haberi
nakleden bu kişinin de kesin olan icmâ'a ittiba etmesi gerekir. Çünkü haber-i
vahidde, nesih ve [ı, 215] unutma ihtimali vardır, halbuki icmâ'da bu
ihtimallerin hiçbirisi yoktur.
Mesele: icmâ', bir kişinin haber vermesiyle sabit olur
mu?
İcmâ', bazı fakihler karşı görüşte olsa da, tek
kişinin haberi ile sabit olmaz. Buradaki incelik şudur: icmâ', kendisiyle kitab
ve mütevalir sünnet üzerine (aleyhine) hükmedilebiien kesin bir delildir. Tek
kişinin haberi ise kesin değildir. Kesin olmayan bir şeyle kesin olan bir şey
nasıl sabit olur! Kur'an'ın haberi va-hidle neshi meselesinde de zikrettiğimiz
gibi, şayet böyle bir şey varid olsaydı Bununla taabbüd aklen imkansız olmazdı;
ne var ki böyle bir şey varid olmamıştır.
Denirse ki:
Tek kişi tarafından nakledilen icmâ', eğer kitab'a ve
mütevatir sünnete aykırı düşmüyorsa, hununla amelin vacipliği sabit olamaz mı?
Şöyle ki; her ne kadar missin sıhhati yönünde bir kesinlik hasıl olmuyorsa da,
ahud kanalla nakledilen haberle amel vacip olmakladır. Ahad kanalla nakledilen
icmâ'a da aynı açıdan yaklaşılamaz mı?
Deriz ki:
Ahad yolla nakledilen hadis ile amel, sahabeye ve
onların bu husustaki icmâ'ina iktidaen sabit olmaktadır. Bu ise hz.
Peygamberden rivayet edilen şeyler hakkındadır. Ümmetten nakledilen ittifak ve
icmâ'a gelince, bu konuda saha- it 216 beden her hangi bir nakil ve icmâ"
sabit olmamıştır. Şayet ahad yolla nakledilen icmâ1 ile amelin vacipliğini
isbat edecek olursak, bu, kıyas yoluyla olmuş olur ki, bizce şeriatın
temellerini (usulu'ş-şerîa) isbat hususunda kıyas sahih değildir. En açık olan
görüş, budur. Şu kadar ki biz, bu şekilde nakledilen icmâ'a özellikle amel
açısından tutunanların mezhebinin batıl olduğuna kesin gözüyle bakmayız. Allahu
a'lem.
Mesele: (el-ahzu bi akalli mâ kîle)
Söylenmiş olanın en azına göre hükmetmek, icmâ'a
tutunmak anlamında değildir. Bazı fakihler bunu icmâ' çerçevesinde
düşünmüşlerdir.
Örnek:
Alimler, yahudinin diyeti hususunda ihtilaf etmişler;
kimileri yahudinin diyetinin müslümanın diyeti gibi olduğunu; kimileri,
müslüman diyetinin yansı kadar olduğunu; kimileri de üçte biri kadar olduğunu
ileri sürmüşlerdir, şafiî bu görüşler içerisinden en az miktarda olanı, yani
'üçte biri' almıştır. Bazıları şafiî'nin bu görüşü almasını, icmâ'a tutunma
olarak yorumlamışlardır ki, bu doğru değildir. Çünkü, üzerinde icmâ' edilen
husus, bu miktarın vacipliğidir ve zaten buna muhalefet eden kimse yoktur.
İhtilaf edilen husus ise, bu miktarın artırılıp artırı-lamayacağıdır ve bu noktada
icmâ' yoktur. Şayet üçtebirlik miktar üzerindeki [1,217 icmâ', artırma
yapılamayacağı konusunda bir icmâ1 olsaydı, üçtebirden fazla bir miktar
öngörenler icmâ'ı yırtmış olurlardı ve bunların görüşleri kesin olarak batıl
olurdu. Fakat şafiî, delillerin müdreklerini araştırarak onların üzerinde icmâ'
ettikleri şeyi vacip kılınış ve kendince ziyadeyi gerektiren bir sahih delil
sabit olmadığı için de, aklın delalet ettiği beract-i asliyyedeki
ıstıshabu'l-hâl'e başvurmuştur. Bu i.se icmâ1 deliline tutunmak değil,
ıstıshaba ve akıl deliline tutunmaktır. Istıshabu'l-hâl'in muhtevası aşağıda
gelecek. Üçüncü asıl olan icmâ' hakkında söyleyeceklerimiz de bu kadardır.[76]
Bilesin ki: sem'î hükümler akıl ile idrak olunamaz; şu
kadar ki akıl, peygam-[1,218] herlerin gönderilmesinden ve mucizelerle
desteklenmesinden önce zimmetin horalardan (vâcibât) arınık (beri) olduğuna;
davranışlarımızda her hangi bîr zorlama ve kısıtlama bulunmadığına delalet
eder. Sem'in varid olmasından önce hükümlerin bulunmadığı hususu akıl delili
ile bilinmekte olup, biz bu durumun sem1 varid oluncaya kadar devam ettiğini
(ıstıshâb) kabul ederiz. Bir peygamber gelip, beş vakit namazı farz kıldığında
altıncı vakit namaz vacip kılınmamış olarak kalır. Altıncı vakit namazın vacip
olmayışı, peygamberin böyle bir namazın bulunmadığını açıkça belirtmesi
sebebiyle değil, fakat bunun vacipliğinin mevcut olmayışı sebebiyledir. Zira bu
namazın vacip olduğunu isbat edecek bir şey olmadığından, bu namaz 'aslî nefy'
üzere kalmış olur. Çünkü peygamberin ifadesi sadece beş vakit namazın vacip
olduğu doğrultusunda olup, altıncı namaz hakkındaki nefy, sanki sem' hiç varid
olmamış gibi, devam eder. Aynı şekilde peygamberin ramazan orucunu vacip
kılması durumunda şevval orucu aslî nefy üzere kalmaya devam eder. Yine
peygamber, her hangi bir vakitte bir ibadetin yapılmasını vacip kıldığında, bu
vaktin geçmesinden sonra zimmet aslî beraet (beraet-i asliyye) üzerinde kalmaya
devam eder. Bir ibadet, güç yetirenler için vacip kılındığında, güç
yetiremeyenler önceki halleri üzere, yani kendilerine bu [ı, 219] ibadet vacip
kılınmamış olarak kalırlar.
Hal böyle olunca hükümler; ya bu hükümlerin isbatı
açısından ya da nefyi açısından incelenecektir, tsbatı açısından incelendiğinde;
akıl, hükümleri isbatta yetersiz kalacaktır. Nefy açısından incelendiğinde ise;
-sem'î delil aslî nefiyden nakledici bir anlamla varid oluncaya değin- akıl,
her hangi bir hüküm bulunmadığına (nefy) delalet etmektedir. Buna göre akıl,
isbat ve nefy yönlerinden sadece birisi hakkında delil olabilmektedir ki, bu,
nefy tarafıdır.
Denirse ki:
Eğer akıl, sem'in varid olmaması şartıyla delil
oluyorsa, peygamberlerin gönderilmesinden ve şer'in vaz'edi ı meşinden sonra
artık sem'in olmadığı bilinemez; dolayısıyla da hükmün olmadığı bilinemez.
Sizin bu husustaki nihai dayanağınız sem'in varid olduğunu bilmemektir ki,
bilmemek hüccet değildir.
Deriz ki:
Sem'î delilin yokluğu bazen bilinir bazen de
zannediür. Şöyle ki; biz, şevval orucunun ve altıncı bir namazın vacipliği
konusunda delil olmadığını biliyoruz.Zira bu konularda bir delil olmuş olsaydı
bu delil nakledilir, yaygınlık kazanır ve ümmetin tüm fertlerine kapalı
kalmazdı. Görüldüğü gibi bu, delilin yokluğunu bilmektir, yoksa ki, delili
bilmenin yokluğu değildir. Delili bilmenin yokluğu rit 220 (delili bilmemek)
hüccet değil, fakat delilin yokluğunu bilmek hüccettir.
Delil bulunmadığı zannına gelince; müctehid, vitir,
kuşluk (duha) vb. Namazların vacipliği hususundaki delillerin müdreklerini
araştırarak, bu delilleri zayıf gördüğünde ve araştırma konusundaki
titizliğine ve onca çabasına rağmen kendisi için bir delil ortaya çıkmadığında,
konuya ilişkin delil olmadığına dair kendisinde bir zannı galip oluşur. Bu
zannı galip de amel noktasında bilgi (bilme) mesabesindedir. Çünkü bu zann,
araştırma ve içtihada dayanmakta olup, müetehidin yerine getirmek durumunda
olduğu nihai görev de budur.
Denirse ki:
Peki, hakkında bir delil olmaksızın bir şeyin vacip
olması ya da bu şey hakkında bize ulaşmayan bir delilin bulunması niçin
imkansız görülüyor?
Deriz ki: hakkında delil olmayan bir şeyi vacip kılmak
imkansızdır. Çünkü bu, güç yetirilemeyen şeyle mükellef tutmak demektir. Bunun
içindir ki biz, sem'in varid olmasından önce hüküm bulunmadığını söylüyoruz.
Diğer taraftan, eğer konu hakkında bir delil var da bize ulaşmadıysa, o delil
bizim hakkımızda delil değildir. Çünkü, bizim mükellefiyetimiz bize ulaşan
delillerle sınırlıdır.
Denirse ki:
'Bize ulaşmayan delil bizim hakkımızda delil değildir'
derseniz bu defa bi- [\t 221 len bilmeyen herkes (avâmm), kendine delil
ulaşmadığı iddiasıyla, esasında var olan dayanağı yok sayabilir.
Deriz ki:
Bizim dediğimiz, herkes için değil sadece, araştırıcı,
delillerin müdreklerine vakıf ve derin araştırmaya güç yetiren müctehid için
geçerlidir. Msl. Evinde bir eşyayı bulmak için dönüp dolaşan biri, yeterince
teftiş yaptıktan sonra evde eşya bulunmadığını kesin olarak söyleyebilir veya
eşya bulunmadığına zannı galip getirdiğini söyleyebilir. Evi tanımayan ve gözü
görmeyen birinin ise evde eşya bulunmadığını iddia etmesi mümkün değildir.
Denirse ki:
Istıshabın bu zikrettiğin anlamdan başka bir anlamı
var mı? Deriz ki:
Istıshab, dört biçimde kullanılmakta olup, bunlardan
üçü sahihtir. Birincisi; yukarıda zikrettiğimiz anlamdır.
İkincisi; tahsis varid oluncaya kadar 'umum ıstishabı'
(ıstıshabu'l-umum) ve nesh varid oluncaya kadar 'nass istıshabı'dir. Umum,
umumu benimseyenlere göre, delildir. Nass ise, tıpkı değiştirici sem' varid
olmamak şartıyla aklın beraet-[i, 222] ' asliyye'ye delalet etmesi gibi, nesh
varid olmamak şartıyla hükmün devam ettiğinin delilidir.
Üçüncüsü; şer'in, sübut ve devamına delalet ettiği bir
hükmün ıstıshabıdır. Msl. Mülkiyeti nakledici bir akdin yapılmasıyla birlikte
mülkiyet hükmü; bir itlaf veya iltizam (yüküm altına girme) anında zimmetin
borçlanması böyledir. Bu hüküm, her ne kadar aslî bir hüküm değilse de,
şer'in, hem sübutuna hem de devamına delalet etiği şer'î bir hükümdür. Şayet
şer'in, zimmetin beraetinin husule gelmesine kadar bu hükmün devamına delaleti
olmasaydı, bu hükmün ıstıshabı caiz olmazdı. Istıshab, -değiştiricinin
bulunmaması şartıyla delilin, sübutuna ve devamına delalet ettiği şeyler
dışında- hüccet değildir. Nitekim akıl delili bera-et'e, sem'î delil'doldurmaya
(şuğl) ve şer'î delil de mülkiyete delalet eder. Aynı [1,223] şekilde, ramazan
ayının, namaz vakitlerinin ve ihtiyaçların tekerrür etmesi durumunda
akrabaların nafakalarının tekerrür etmesi gibi, eğer bu anlamların bu hükümler
için birer sebep olduğu şer'in delillerinden anlaşılmış ise, sebepleri tekerrür
ettiğinde vücup ve lüzumun tekerrürüne hükmetmek de bu kabildendir. Bu
anlamların bu hükümler için birer sebep olduğu ya umumu kabul edenlerin söylediği
gibi mücerred umum ile ya da herkesin söylediği gibi umum ve birtakım ipuçları
(karine) ile anlaşılır. Bu ipuçları da birtakım tekrarlamalar, pekiştirmeler ve
belirtiler (emare) olup, şeriatı nakledenler, herhangi bir engelin olmaması durumunda
şâri'in bütün bunları birer sebep kılma amacında olduğunu anlamışlardır. Şayet
bunların birer sebep olduğuna dair delilin delaleti olmasaydı, bunların
ıstıshabı caiz olmazdı. Öyleyse ıstıshab, aklî veya şer'î bir delile
tutunmaktan ibaret olup, delili bilmenin yokluğuna değil, aksine
-değiştiricinin olmadığı bilgisiyle birlikte veya araştırma ve talep hususunda
çaba harcanarak değiştiricinin olmadığı zannıyla birlikte- bir delile racidir.
Dördüncüsü ise; tartışma mahallinde icmâ' ıstıshabıdır
ki, bu tür ıstıshab sahih değildir. Şimdi hem bu hususta hem de nefyedici'nin
(nâfî), delil getirmek mecburiyetinde olduğu hususunda iki mesele resmedelim.
Mesele: (icmâ' ıstıshabı)
[ı, 224]
tartışma mahallindeki icmâ' ıstıshabında hiç bir hüccet yoktur. Bazı
fakihler ise bunun hüccet olduğu görüşündedirler.
Örnek:
Teyemmüm yapmış olan kişi namaz esnasında suyu görse
namazına devam eder. Çünkü teyemmüm etmiş kişinin namazının sıhhatinde ve
devamında icmâ' vardır. Suyun beklenmedik bir şekilde var olması ise tıpkı
rüzgarın esmesi, fecrin doğması ve diğer tabiat olayları gibidir. Bu durumda biz,
bir delilin suyu görmenin namazı kestiğine delalet etmesine kadar, namaza
devamı ıstıshab ederiz. Bu Anlayış sakattır. Çünkü, bu şekilde bir ıstıshab
yapan kişi ya mesele hakkında hiç bir delil olmadığını ikrar etmekle birlikte
'ben nefyediciyim, nefyedicinin delil getirmesi gerekmez' demektedir ya da
kendisinin bir delil getirdiğini zannetmektedir. Eğer bu mesele hakkında delil
bulunmadığını ikrar etmişse, biz nefyedicinin de delil getirmesi gerektiğini
açıklayalım; her ne kadar kendisi bir delil getirdiğini zannetmekte ise de
yanılmıştır. Biz diyoruz ki; delilin, devamına delalet ettiği hüküm devam
ediyor sayılır. Söz konusu örnekte, namazın devamına dair ™ 225 delil, ya
şâri'in sözü ya da icmâ'dır. Eğer delil şâri'in sözü ise bu söz için bir açıklama
getirilmelidir. Belki de o söz, suyun varlığı durumunda değil, yokluğu
durumunda namazın devamına delalet ediyordur. Eğer o söz, umumu ile, hem suyun
yokluğunda hem de varlığında namazın devamına delalet ediyorsa, umumu
benimseyenlere göre bu, umuma tutunmaktır; hemen tahsis delilini ortaya koymak
gerekir. Eğer, namazın devamına dair delil icma ise, icma, suyun yokluğu
durumunda namazın devamı konusundadır. Suyun bulunması durumunda ise namaza
devam edilip edilemeyeceği tartış malıdır. Tartışma olduğuna göre icmâ'dan
bahsedilemez. Eğer söz konusu icmam suyun bulunması durumuna da şamil olduğu
söylenirse, bunu söyleyen kişi, -tıpkı rüzgarın esmesi ve fecrin doğması durumunda
namazın kesileceğini söyleyen kişinin icmaa karşı gelmiş olacağı gibi-, icmaa
karşı gelmiş olur. Çünkü icmâ1, rüzgann esmemesi şartına değil, suyun bulunmaması
şartına bağlı olarak kurulmuştur. Su bulunduğu takdirde artık icmâ' devreden
çıkar ve suyun bulunması durumunun, hakkında icma bulunan suyun fi, 226
bulunmaması durumuna toplayıcı bir illet ile kıyas edilmesi gerekir. İcmâ'ın
devreden çıkması durumunda ic'maı halen devam ediyor saymak (ıstıshab)
imkansızdır. Bu durum şuna benzer; akıl, sem'î delilin delalet etmemesi
şartıyla beraet-i asliyyeye delalet eder. Sem'î delilin varlığıyla birlikte
akim delaleti devam edemez. Burada da icmâ' suyun yokluğu şartına bağlı olarak
kurulmuştur, suyun varlığı durumunda ise devreden çıkmıştır. İncelik budur.
Yani, bizzat tartışmanın tezat teşkil ettiği hiç bir delil, tartışmaya rağmen
ıstıshab edilemez. Burada, bizzat tartışmanın kendisi icmaa zıttır. Zira
tartışmaya rağmen icma gerçekleşemez. Şu kadar ki umum, nass ve akıl delili'nin
durumu biraz farklıdır ve tartışma bunlara tezat teşkil etmez. Nitekim muhalif,
umumun, sıygası itibariyle tartışma mahallini de içine aldığını itiraf
etmektedir. Zira hz. Peygamber'in
"oruca geceden Başlamayanın (niyet etmeyenin) orucu yoktur"[77] -hasmın
karşı çıkmasına ve [1,227 'ben umum sıygasının şümulünü kabul ediyorum fakat bu
şümulü bir delil ile tahsis ediyorum' demesine rağmen- ramazan orucunu da içine
almaktadır. Ayrıca hasmın delili göstermesi de gerekir. Örneğimizde ise
muhalif, icmâ'ın tartışma mahallini de kapsadığını kabul etmemektedir. Zira
tartışma varken icma imkansızdır. Halbuki, delil ile birlikte umum sıygasının
şümulü imkansız değildir. Îşte bu inceliğin göz önünde tutulması gerekir.
Denirse ki:
İcmâ' tartışmayı haram kılmaz. Hal böyleyken nasıl
oluyor da tartışma sebebiyle icma ortadan kalkıyor!
Deriz ki:
Bu tartışmanın haram olmadığı icma ile sabittir.
Burada muhalif icmaa karşı gelmiş olmaz. Çünkü icmâ', suyun varlığı durumuna
göre değil, yokluğu durumuna göre kurulmuştur. Varlıkla yokluğu aynı hükme
tabi tutan kişi delil getirmek durumundadır.
Denirse ki:
[ı, 228]
namaza başlamaya delalet eden delil, namazın kesildiğine dair bir delil
ortaya çıkıncaya değin, aynı zamanda, namazın devamına da delalet eder.
Deriz ki:
Öyleyse bu delil incelensin ve onun, suyun bulunma
durumunu içine alan bir nass veya bir umum olup olmadığına bakılsın. Eğer bu
delil bir icmâ1 ise, icmâ' suyun bulunmama şartına bağlı olduğundan suyun
bulunması durumunda delil olamaz.
Denirse ki:
Siz 'aslolan; sabit olan her şeyin, -kesici bir şeyin
bulunmasına değin-, devam etmesidir' diyenlerin sözünü ne diye inkar
ediyorsunuz? Çünkü devam, bir delile muhtaç değildir. Aksine delile muhtaç olan
sübuttur. Nitekim, zeyd'in ölümü sabit olduğunda, bir evin veya bir beldenin
yapımı sabit olduğunda, bunun devamı artık bir sebep ile değil bizzat
kendisiyledir.
Deriz ki:
Bu batıl bir vehimdir. Çünkü sabit olan herşeyin devam
etmesi mümkün ol-[i, 229] duğu gibi devam etmemesi de mümkün olup, bu şeyin
devamı için, sübut delilinin dışında başka bir sebep ve delil gerekebilir.
Şayet âdet delili, ölen kişinin yeniden dirilmeyeceğine, yapılmış evin,
-birisi tarafından yıkılmadıkça veya üzerinden uzun bir zaman geçmedikçe-
yıkılmamış olacağına delalet etmeseydi biz mücerred sübutu sebebiyle bunun
devam ediyor olduğunu bilemezdik. Nitekim, bize valinin oturduğu,, yemek yediği
ve eve girdiği haber verildiğinde, ki âdet bu hallerin devamına delalet
etmemektedir, biz kesinlikle bu hallerin devam ediyor olduğuna hükmedemeyiz.
İşte bunun gibi, şer'in, suyun yokluğu durumunda namazın devam ediyor olduğuna
dair verdiği haber de namazın suyun varlığı durumunda da devam edeceğine dair
bir haber değildir. Öyleyse, namazın devamının başka bir delile ihtiyacı
vardır.
Denirse ki:
Kişi, sadece namaza başlamakla değil, aksine başlamak
yanında tamamlamakla da emrolunm ustur.
Deriz ki:
Evet, bu kişi suyun yokluğunda namaza böyle başlamakla
ve suyun yokluğu devam ediyorsa böyle bitirmekle e m rol unm ustur. Ancak böyle
başladıktan sonra suyun bulunması durumu, tartışma konusudur. Bu kişinin suyu
bulduktan sonra da tamamlamakla emrolunmuş olduğuna dair delil nedir? Eğer
'kişinin, başladı- „ ğı bir ameli iptal etmesi yasaklanmıştır; bu kişi de suyu
kullandığında başladığı amelini iptal etmiş olur' diyecek olursanız, deriz ki:
bu yaklaşım, bizim sizi götürmek istediğimiz noktaya sürüklenmek ve bir delile
gerek duyulduğunu kabullenmek olur. Sizin öne sürdüğünüz bu delil, her ne
kadar zayıf bir delil ise de, bu delilin zayıflığını açıklamak usulcünün görevi
değildir. Diğer taraftan bu delil zayıftır; çünkü siz eğer 'amelin iptali'
derken, amelin sevabının boşa gitmesini kas-tettiyseniz, biz bu kişinin yaptığı
işe karşılık sevap alamayacağı anlayışını teslim etmiyoruz. Yok eğer 'amelin
iptali' sözüyle kişinin iptal ettiği bir amelin dengini kendisine vacip kılmış
olduğunu kastettiyseniz, daha önce de açıkladığımız gibi, sıhhat demek, işin
dengini yapmanın vacip olmaması demek değildir.
Denirse ki:
Aslolan; şekk (tereddüt) ile hiç bir şeyin sabit
olmamasıdır. Bu namaza başlamanın vacipliğinde ise şekk vardır. Öyleyse yakîn
olan bir şey bu şekk sebebiyle kalkmaz.
[ı, 23i;
Deriz ki:
Sizin bu sözünüze eş değer olarak şöyle söylenebilir;
'bu namaza devam etmenin vacipliğinde de şekk vardır ve suyun varlığına rağmen
zimmetin borçtan kurtulacağı hususu şüphelidir. Öyleyse yakîn olan bir şey, bu
şek sebebiyle kalkmaz'. Bu söz sizin sözünüze muarızdır. Diğer taraftan biz
diyoruz ki; namaza başlamayı vacip gören kişi, bunu zannına galip gelen bir
delil sebebiyle vacip görmüştür. Nitekim beraet-i asliyye de zanna galip gelen
bir delil ile kaldınlabil-mekte, hatta yakîn bile bazı durumlarda şekk
sebebiyle kaldırabilmektedir. Bu husustaki meseleler birbiriyle çelişik
durumdadır. Murdar hayvanın boğazlanmış hayvanla, süt kız kardeşin yabancı bir
kadınla ve temiz suyun pis su ile karışması, kişinin beş vakit namazdan birini
unutması gibi meseleler böyledir.
İcmâ' ıstıshabını savunanlar, allah tealanın *siz
bizi, atalarımızın ibadet [ı, 232 edegeldikleri şeylerden alıkoymak
istiyorsunuz; öyleyse bize açık bir yetki gös-sermelisiniz' (ibrahim, 14/10}
diyerek, kafirleri, peygamberlerden burhan isteme hususunda tasvip edişini
hüccet olarak kullanmışlardır. Bu talep üzerine de insanlar, ıstıshabı
değiştirici burhanlar aramaya koyulmuşlardır. Biz diyoruz ki, bu tasvibin
sebebi, kafirlerin mevcut durumun devam edeceğini düşünmeyip (icmâ' ıstıshabı
yapmayıp), aklın delalet ettiği aslî nefy'e başvurmalarıdır. Zira insanoğlunun
fıtratında aslolan, peygamber olmamasıdır. Birinin peygamber olduğu ise, açık
deuer ve alametlerle bilinir. Buna göre kafirler, burhan isteklerinde doğru
Davranmış, fakat atalarının dini karşısında burhana dayanmaksızın sırf cehalet
ile bulundukları konum hususunda hataya düşmüşlerdir.
Mesele: (nefyedici hakkında bir delil var mıdır?)
Nefyedici hakkında bir delil bulunup bulunmadığı
konusunda usulcüler ihti-[i, 233] laf etmişlerdir. Kimileri, bunun bir delili
olmadığını, kimileri de bir delilinin bulunması gerektiğini söylemiştir.
Üçüncü bir gurup da, aklî konular ile şer'î konular arasında ayırım yaparak,
aklî konularda delilin bulunması gerektiğini, şer'î konularda ise delile gerek
olmadığını ileri sürmüşlerdir/tercihe şayan olan görüş şudur; zaruri olmayan
şey, ancak bir delil ile bilinebilir. Böyle konularda nefiy, isbat gibidir. Bu
görüşün mahiyeti şudur; nefyedene, 'yokluğunu (nefy) iddia ettiğin şeyin yok
olduğunu (intifa) biliyor musun, yoksa bunda tereddütlü müsün?' diye sorulur.
Eğer nefyeden, tereddütlü olduğunu itiraf ederse, artık ondan delil istenmez.
Çünkü bu durumda o, cehaletini ve bilgisinin olmadığını itiraf etmiş
olmaktadır. Eğer nefyeden, kesin olarak nefye kanaat getirdiğini söylerse, bu
defa da ona, 'senin bu kesin kanaatin zaruret kaynaklı mı, yoksa delil
kaynaklı mı?' diye sorulur. Nefy bilgisi zaruri bilgi olarak kabul edilemez.
Çünkü biz şu anda denizin dalgaları arasında olmadığımızı, bir kartalın kanadı
üzerinde olmadığımı-[i, 234] zı ve nil'in önümüzde olmadığını bilmekteyiz.
Nefyin bilgisi zaruret sayılamaz. Kişi, bunu zaruri olarak bilmediğine göre, ya
taklid kaynaklı ya da araştırma/inceleme kaynaklı olarak bilmektedir. Taklid
ilim ifade etmez. Mukallid açısından yanılma mümkündür. Zaten mukallid,
kendisinin körlüğünü (cehalet) itiraf etmekte, ancak başkası için basiret
iddiasında bulunmaktadır. Eğer nefyin bilgisi, araştırma/inceleme kaynaklı ise,
bunun açıklanması gerekir. Delilin aslı budur. Bu delil, nefyedenin delil
göstermek durumunda olmadığı iddiasına karşı, sevimsiz iki probleme
yapışılmasıyla daha da güçlenir. Birincisi; alemin sonradan meydana geldiğini,
yaratıcıyı, peygamberliği nefyeden ve zinanın, şarabın, murdar hayvanın ve
mahremlerle evlenmenin haramhğını nefyeden kişilerin de delil getirmek
mecburiyetinde olmayışlarıdır ki, bu muhaldir. İkincisi de, delil gösterme
işi, bu kişilerden düşüyorsa, bir şeyi isbat etmek amacında olan kişi (müsbit)
[ı, 235] de, bu amacını nefy yoluyla açıklayabilir ve 'sonradan yaratılmış'
demek yerine 'sonradan yaratılmış değil' ve 'güç yetirir' sözü yerine 'âciz
değildir' der.
Onların bu meselede iki şüphesi vardır:
Birincisi; 'aleyhine borç iddia edilen kişi (davalı),
delil göstermek durumunda değildir; çünkü kendisi böyle bir borcu olmadığını
söylemektedir (bunu nefyetmektedir)' şeklindeki sözleridir.
Bu şüpheye dört şekilde cevap verilebilir:
1) Davalının
delil göstermek durumunda olmayışı, kendisinin nefyeden olması sebebiyle ve
delil göstermenin nefyedenden düştüğüne aklın delalet ediyor Olması sebebiyle
değil, aksine şer'in bu yöndeki hükmü sebebiyledir. Nitekim hz. Peygamber,
"beyyine davacıya, yemin ise inkar edene gerekir demiştir. Başka
hususların buna kıyas edilmesi caiz değildir. Çünkü şer', zaruret yüzünden bu
şekilde hükmetmiştir. Zira, nefye dair delil getirmek mümkün değildir. Çünkü
nefiy ancak, varlığının başından dava vaktine kadar, kendisine tevatür sayısına
ulaşmış kişilerin katılımıyla bilinebilir. Lüzum sebebinin (nefy durumunu
kaldıracak ve borç isbat edecek bir sebebin), söz ve fiil olarak, bulunup bulunmadığı,
o vakte kadarki her bir anın kontrolden geçirilmesi yoluyla bilinebilir, rj 236
hal böyle olunca, bu kişi, hakkında burhan getirilmesi imkansız bir konuya dair
burhan getirmekle nasıl mükellef tutulabilir! Hatta davacı da delil getirmek
durumunda değildir. Çünkü iki şahidin sözü, bilgi sağlamaz, aksine itlaf veya
borç gibi bir lüzum sebebinin cereyan ettiğine dair bir zann oluşturur ki, bu
geçmişteki bir şeydir. Şu anda ise şahit, davalının zimmetinin halen borçlu
olup olmadığını bilmemektedir. Çünkü zimmetin, edâ veya ibra yoluyla borçtan
arınmış olması mümkündür. İnsanların, zimmetin borçluluğunu veya borçsuzluğunu
bilmelerinin tek yolu, allah'ın sözü veya masum peygamberin sözüdür. Davacının
da delil getirmek zorunda olduğu sanılmamalıdır. Çünkü şahidin sözü, ancak,
şer'in hükmü sebebiyle delil olmuştur. Bu (yani bilgi oluşturmamasına rağmen
şahitlerin sözünün deli! Olması) caiz oluyorsa, aynı şekilde davalının yeminin
de bağlayıcı (lazım) olması, dolayısıyla delil olması gerekir.
2) Davalı,
kendi zimmetinin borçsuzluğunu zaruri olarak bildiğini iddia etmektedir. Zira
kendisi, kendisinin herhangi bir şeyi telef etmediğini ve bir borç [ı, 237
altına girmediğini (iltizam) kesin olarak bilmektedir. Bunu insanlar bilemez;
sadece allah teala bilir.
Aklî konularda, nefyeden, eğer nefyi zaruri olarak
bildiğini iddia ediyorsa, bu imkansızdır. Yok eğer, bu nefy bilgisinin,
allahtan başka hiç bir kimsenin or-taklaşalığı mümkün olmayacak biçimde, sadece
kendisine özel olduğunu dile getiriyorsa, bu takdirde kendisinden delil
istenmez. Aynı şekilde, kendisinin aç olmadığını, korkmadığını vb. Gibi
şeyleri haber veren kişiden de delil istenmez. Böylesi durumlarda nefy ve isbat
birbirine eşit olur. Çünkü bu kişi şayet, kendisinde açlık ve korkunun
varlığını iddia edecek olursa, bu, kendisi için zaruri olarak bilinen bir
şeydir ve bunu başkasının bilmesi oldukça zordur. Aklî konularda nefy ve isbat
ortaktır. Duyulurlarda (mahsusat) da nefy ve isbat birbirine eşittir.
3) Hüküm
meclisinde, nasıl ki davacı bir delil -ki bu beyyine'dirr getirmek durumunda
ise, nefyeden de bir delil.-ki bu yemindir- getirmek durumundadır, rj 238 bunların delil olması zayıftır. Zira yeminin uygunsuz bir yemin
olması mümkündür. Şayet şer'in hükmü olmasaydı, bu yeminin, akıl yönünden ne
gibi bir delaleti olabilirdi! Evet o, beyyine gibidir. Nitekim iki şahidin
sözünün de yalan ve
Tirmizî, ahkâm, 12/111, 625; aynca bkz. Buhârî, rehn,
6/111, 116 -bab başlığı olarak Yanlış olması mümkündür. Daha önce geçtiği gibi,
yeminin bu şekildeki kullanımı sahihtir. Ya da 'nefyeden in, hüküm meclisinde
nefy iddiasını ek bir delille desteklemesi vacip olduğu gibi, aynı şey hükümler
hususunda da vacip olmalıdır!' denilebilir. Bu da, konunun başka bir izah
biçimidir.
4) Davalının
eli (zilyetlik durumu), davacının mülkiyet iddiasını nefy hususunda bir
delildir. Bu da zayıftır. Çünkü elde bulundurma, davacının iddiasını şer'an
düşürecek olursa, gasp veya ariyet kaynaklı eidc bulundurma durumları da aynı
şekilde mülkiyet davasını düşürür. Hal böyle olunca elin ne gibi bir delaleti
olabilir!
İkinci şüpheleri de şudur: kişi nefy'e dair delil
getirmekle nasıl mükellef tutulabilir! Zimmetin borçsuzluğuna dair delil
getirmek gibi, bu da imkansız denecek kadar zordur.
Deriz ki:
Biz bunun imkansız denecek kadar zor olduğunu kabul
etmiyoruz. Çünkü [ı, 239] tartışma, ya aklî konularda ya da şer'î konulardadır.
Aklî konuların nef yi hususunda şu şekilde delil getirmek mümkündür: aklî
konuların isbatı imkansız bir sonuca götürür; imkansıza götüren şey de
imkansızdır (o halde akli konuların isbatı imkansızdır). Nitekim allah teaia
"şayet yer ve göklerde allahtan başka tanrılar olsaydı, ikisi de bozulurdu"
{enbiyâ, 21/22} demiştir. Biz biliyoruz ki, bu ikisi bozulmamıştır. Bu da
ikinci bir tanrının olmadığına delalet etmektedir.
Bu hususun, mukaddime de 'telâzüm metodu' olarak
adlandırdığımız, şartlı kıyas (el-kıyâsu'ş-şartî) yoluyla isbat edilmesi de
mümkündür. Her isbatın birtakım ayrılmazları (lâzım) vardır. Lâzım'ın
bulunmayışı, melzum'un (ayrılınmaz) bulunmadığını gösterir. Aynı şekilde, salt
peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan kişi peygamber değildir. Şayet peygamber
olsaydı, kendisiyle birlikte bir mucize bulunurdu. Zira imkansızla mükellef
tutmak imkansızdır. Bu bir yoldur ve sahih olan da budur.
İkinci bir yoi ise; isbat edene 'şayet iddia ettiğin
şey sabit olsaydı, bu, ya zaruri olarak ya da bir delil ile bilinirdi.
Tartışmanın olduğu yerde zaruret ve delil olamaz. Bu da senin isbatına
çalıştığın şeyin bulunmadığını gösterir' denilmesi-[ı, 240] dir ki, bu bozuk
bir yaklaşımdır. Çünkü aynı yaklaşım ters çevirilerek nefyedene de
uygulanabilir ve ona 'şayet hüküm olmasaydı, hükmün olmayışı ya zaruri olarak
ya da bir delil ile bilinirdi. Zaruret ve delil yoktur. [öyleyse hüküm vardır]'
denilebilir. O kişinin, mesela, "aslolan ikinci bir tanrının yokluğudur.
İkinci bir tanrının varlığını iddia edenin buna delil getirmesi gerekir'
diyerek, ıstıshaba tutunması da mümkün değildir. Zira, 'aslolan yokluktur'
iddiası müsellem değildir. Beraet-i asliyyenin durumu bundan farklıdır. Çünkü
akıl, sem'den önce hükmün bulunmadığına delalet etmektedir. Zira akıl, hükmün,
allah'ın mükellef tutması ve hitabı olduğuna, ve muhali teklif etmenin muhal
olduğuna delalet etmektedir. Şayet allah, teklifi bize ulaşan ve mucize ile
doğrulanmış bir peygamber olmaksızın bizi hükümle mükellef tutmuş olsaydı, bu
mükellef tutma, muhal ile mükellef tutma olurdu. Öyleyse beraet-i asliyye,
ikinci bir tanrının yokluğundan farklı olarak, aklî bir delile istinat
etmektedir.
Onların, 'şayet ikinci bir tanrı olsaydı, allahın buna
dair bir delili olurdu' şeklindeki sözleri ise, iki yönden, dayanaksız bir
hükümdür.
A) Adah'jn,
bilgisini kendine özgü kılarak, bazı şeyler için defil dikmemesi
Mümkündür.
B) Allahın buna
dair bir delil dikmiş olması, fakat bizim bunun farkına vara- [\t 241 mayısımız ve bazı havassın veya bazı
peygamberlerin ve kendilerine altıncı bir
Duyu ve başka bir zevk verilenlerin bunu
farkedebilmeleri mümkündür. Hatta kesin olan şudur ki; peygamberler, bizim
idrak edemediğimiz işleri idrak edebilirler; allanın makduratı arasında,
bilinmesi beşer kuvveti dahilinde olmayan işler vardır. Allah tcalanın, mevcut
duyularla ve bu akıl ile idrak edilemeyen, aksine, altıncı veya yedinci bir
duyu ile idrak edilebilen birtakım sıfatlarının bulunması mümkündür. Dahası,
(bazı ayetlerde allah'a nisbet edilen) el ve yüzün, bizim anlayamadığımız ve
hakkında da bir delil bulunmayan sıfatlardan ibaret olması imkansız değildir.
Şayet sem' bunlan getirmiş olmasaydı bile, bunların bulunmadığını söylemek
(nefy) yanlış olurdu. Belki de bu kabilden olup, sem'in açıklamadığı ve bizde
de idrak kuvveti bulunmayan bazı sıfatlar vardır. Dahası, şayet bizim için
işitme yaratılmış olmasaydı, biz sesleri algılayamaz ve inkar ederdik; bizim
için şiir zevki yaratılmış olmasaydı, aruz sahibinin, vezinli ve vezinsiz
ara-smda yaptığı ayırımı inkar ederdik. Biz, allahın kudreti dahilinde hangi duyu
türlerinin bulunduğunu nasıl bilebiliriz. Öyle duyu türleri ki, şayet allah
bunlan [ı, 242 yaratmış olsaydı, şu anda nefyetmekte olduğumuz birçok şeyi
idrak edebilecektik, îşte, bu duyu türleri olmadığı için yaptığımız bu
nefyetme, cehaletle yapılmış bir inkar ve körükörüne bir tahmindir.
Şer'î konulara gelince; buna, icmâ' veya nass veya
kıyas gibi deliller tekabül etmektedir. İcmâ', mesela, şevval orucunun ve
kuşluk namazının nefyi gibi hususlardır. Nass, mesela, hz. Peygamberin,
"süs takılarında zekat yoktur;
84 malufe'de zekat yoktur"[78] gibi sözleridir. Kıyas ise mesela, ravinin,
'narda ve
Karpuzda zekat yoktur; resulullah bunlan affetıniştir'
sö/ünde olduğu gibi, sebzelerin de, kendilerinden zekat verilmeyeceği
belirtilen nar ve karpuz gibi şeylere kıyas edilmesidir. Bu sonuncu delil
gibileri bazan destek bulmayabilir. Öyleyse, isbat müdreklerini araştırırız;
bulamadığımız zaman, akıl delili ile sabit olan aslî nefy ıstıshabına
başvururuz. Bu ıstıshab, sem'in varid olmadığı durumlarda bir delildir. Gerçi
biz, hilafiyata dair yazdığımız eserlerde, nefyedenin delil getirmek Durumunda
olmadığını söylemiştik, ama bununla kasdımız, nefyedenin sem'î bir deji]
göstermek durumunda olmadığıdır. Zira, şayet peygamber gönderilmemiş [ı, 243]
ve sem' varid olmamış olsaydı, kendisiyle hükmedeceğimiz beraet-i asliyye
ıstıs-habı ona yeterli olurdu.
Denirse ki:
Akıl delili, sem'in bulunmayışı şartına bağlıdır.
Sem'in bulunmayışı ise biliniyor değildir. Sem'in varid olduğunun bilinmemesi,
sem'in olmadığını gösterme?: Ve sem'in olmadığı bilgisini iddia etmek mümkün
değildir. Çünkü bu bilinemez.
Deriz ki:
Biz, mesela, şevval orucunun ve kuşluk namazının vacip
olmayışının bilinmesinde olduğu gibi, sem'in bulunmayışının, bazen
bilinebileceğini; bazen de araştırma ehliyetine sahip kişilerin, şer'in
müdreklerini araştırmasıyla bunun zan-nedilebileeeğini açıklamıştık. Buradaki
zann, ietihad kaynaklı olduğu için, bilgi gibidir. Çünkü araştırmayı yapan
kişi, 'şayet olsaydı, ben bulurdum. Onca araştırmama rağmen bulamayışım, tıpkı
evde bir eşyayı arayan ve aramasında gerekli gayreti gösteren kişi örneğinde
olduğu gibi, onun mevcut olmadığını gösterir' der.
Denirse ki:
Yeterli çabanın belli bir ölçüsü var mıdır, yoksa,
araşürmanın bir başı, bir ortası ve bir de sonu mu vardır? Kişinin, değiştirici
sem'î delilin bulunmadığını söylemesi kendine ne zaman helal olur?
[ı, 244]
deriz ki:
Kişi, araştırma sonucunda kendi kendisine müracaat
eder ve -tıpkı, evde bir eşyayı arayan örneğinde olduğu gibi- arama hususunda
elinden gelen herşeyi yaptığım bilirse, bu durumda sem'î delilin bulunmadığını
söylemesi kendine helal olur.
Denirse ki:
Ev, sınırlı ve belli bir şeydir ve bu hususta kesin
sonuç almak mümkündür. Halbuki şer'in müdrekleri sınırlı değildir. Kitâb, her
ne kadar sınırlı ise de, sünnet sınırlı değildir. Belki de hadisin ravisi
meçhuldür.
Deriz ki: bu, eğer henüz haberlerin yayılmadığı,
islamtn ilk dönemlerinde ise her müelehide farz olan, haber kendisine
ulaşıncaya değin reyini kullanmasıdır. Bu, haberlerin rivayet edilmesinden ve
sahih hadis kitaplarının derlenmesinden sonra ise, bu kitaplara giren
hadisler, ehli indinde sınırlı olup müclehidlere ulaşmıştır ve müetehidler
bunları hilafiyat meselelerinde söz konusu etmişlerdir. Özetle söylemek
gerekirse; nasıl ki, umumun delaleti, tahsis edicinin bulunmayışına bağlı ise,
aklın, aslî nefye delaleti de, değiştiricinin bulunmayışına (nefy)
Bağlıdır. Tahsis edici ve değiştiriciden her birinin
bulunmayışı bazen bilinir, ba- fi, 245;
zen de zannedilir ve bunlardan her biri şer'de, bir delildir.
Dördüncü asıl hususundaki sözlerin tamamı budur ve
böylece ikinci kutup tamamlanmış olmaktadır.[79]
Aslî delil olmadığı halde aslî delillerden olduğu
zannedilen deliller, sırasıyla, 'bizden öncekilerin şeriatı (şer'u men
kablena)', 'sahabi sözü1, 'istihsan' ve 'ıs-lıslah'tır.
Şer'u men kablenâ, daha önceki peygamberlerin, bizim
şeriatimiz tarafından neshediidiği açıklanmayan, şeriatleridir.
Bunun açıklamasına bir mesele ile başlayalım.
İi, 246]
mesele:
Hz. Peygamber, peygamber olarak gönderilmezden (biset)
önce, önceki peygamberlerden birinin şeriati ile mükellef miydi (amel ediyor
muydu)?
Kimi alimler, hz. Peygamberin, kendisine peygamberlik
gelinceye kadar daha önceki peygamberlerden birinin şeriati ile mükellef
olmadığını (teabbüd etmediğini), kimileri de mükellef olduğunu söylemişlerdir.
Bu ikinci görüşte olanlar, hz. Peygamberin mükellef tutulduğu şeriatın hangi
peygamberin şeriatı olduğunda farklı görüşler ileri sürmüşler; bir kısmı, bunu
nuh'a, bir kısmı ibrahim'e, bir kısmı, musa'ya bir kısmı da isa'ya nisbet
etmiştir. Bizce, bu görüşlerin hepsi de aklen mümkündür; fakat fiilen vuku
bulduğu, kesin bir yolla bilinmemektedir. Şu anda, pratik bir sonucu olmayan
bu gibi hususlarda, karanlığa taş atmanın bir anlamı yoktur.
Denirse ki:
Şayet hz. Peygamber, önceki dinlerden biriyle mükellef
tutulup o dine göre davranmış olsaydı, o dinin mensupları bunu kendilerine
nisbet ederek bununla övünürlerdi ve hz. Peygamberin, onların şiarlarını
kuşandığı yaygın olarak nakledilirdi. Böyle bir şeyin olmaması, hz.
Pcygamber'in, herhangi bir dine göre davranmadığının kesin delilidir.
Deriz ki:
Ll, 24/j
şayet, hz. Peygamber mükellefiyetten ve şeriatlere göre davranmaktan
sıy-
Rılmış olsaydı, bu defa da, halk kesimlerine muhalefet
etmesi ve bunun yaygın olarak nakledilmesi gerekirdi. Hz. Peygamber'in,
bi'setten önceki durumunun gizli kalması olağanüstü bir mucize bile sayılabilir
ki, bu hz. Peygamberin hayret verici işlerinden biridir.
Karşıt görüşte olanların iki şüphesi vardır;
Birinci şüphe: musa ve isa, allahın mükellef olan tüm
kullarını kendi dinlerine çağırmışlardır. Buna göre, hz. Peygamber de bu genel
çağrının kapsamına dahildir.
Bu görüş iki yönden batıldır;
A) Bir kere.
İsa ve musa'dan, kendi çağrılarının genci oluşuna dair bir ifade müicvalir bir
hiçimde bize nakledilmememişlir ki, biz bu ifadenin gene! Muhtevasına (fahvâ)
bakalım. Bu bakımdan, bu iddianın, bizim peygamberimizin dinine mukayeseden
başka hiç bir dayanağı yoktur ve böylesi bir mukayese de batıldır. Üstelik,
şayet onların çağrılan genel bile olsa, bu çağrıdan, kendilerinin şeri-atini
neshedecek olan peygamberler istisna edilmiş olabilir.
B) Belki de hz.
Peygamberin zamanı, şeriatlerin fetret ve silinip gitme zamanı olup, bu
şeriatleri ayakta tutmak ve bunlara göre davranmak imkansız olmuş ve hz.
Peygamber, bu yüzden gönderilmiş olabilir. Ayrıca o, isa ve mu- ix 248 sa'nın şeriatlerinin tafsiline dair
hüccet bulunduğunu nereden bilecektir!
İkinci şüphe: hz. Peygamber, namaz kılıyor, hac ve
umre yapıyor, sadaka veriyor, hayvan boğazlıyor ve meyte'den uzak duruyordu. Bu
fiiler, aklın yönlendirmesiyle bilinemez.
Cevap:
Bu yaklaşım da iki yönden sakattır:
A) Bu sayılan
hususların hiçbiri, kesin bir nakille mütevatir olarak nakledilmiş
olmadığından bunların zann yoluyla var kabul edilmesi mümkün değildir.
B) Hz.
Peygamber, belki de, tahrimin ancak sem' yoluyla olacağına ve şer'in vürudundan
önce hükmün bulunmayacağına dayanarak hayvan boğazla-mıştır. Meyte'den
kaçınması ise, tabiatından gelen bir tiksinti sebebiyle olabilir. Nitekim hz.
Peygamber, tab'an tiksindiği için, keler etini yememiştir.-namaz ve hacca
gelince; eğer hz. Peygamber'in bunları yaptığı sahih ise, hz. Peygamber
bunları, her ne kadar ayrıntıları silinip gitmişse de, genel biçimleri hakkında
önceki peygamberlerden nakledilen bilgilere göre, teberrüken yapmış olabilir.
Şimdi asıl konumuza dönelim ve hz. Peygamberin
bi'setten sonra, daha önceki peygamberlerden birinin şeriatine göre amelde
bulunup bulunmadığına bakalım. Burada, önce bunun aklen mümkün olup olmadığı,
sonra da sem'an vaki olup olmadığı söz konusu edilecektir.
Aklî imkan:
[1,249
Hz. Peygamberin önceki şeriallerden biriyle mükellef
tutulması aklen mümkündür. Zira allah teala kullarını, gerek önceki bir
şeriatle, gerek yeni bir şeriat-le gerekse, bir kısmı önceki şeriatlerle bir
kısmı yeni bir şeriatle olmak üzere, istediği şey ile mükellef tutabilir.
Bunların hiçbirisi bizzat imkansız olmadığı gibi, taşıdığı bir mefsedet
yüzünden de imkansız değildir. Birkısım kaderîler, her peygamberin mutlaka
yeni bir şeriat ile gönderilmesi gerektiğini söylemişler, bunu da şöyle
gerekçelendirmişlerdir: peygamber eğer bir yenileme getirmeyecekse,
gönderilmesinde hiç bir yarar bulunmayacaktır. Allah teala ise, bir fayda olmaksızın
elçi göndermez. Bu yaklaşıma güre, bu görüşle olan kaderîlerin, bir şeriat
silinip gittiğinde, bu şeriatin dengi bir şeriatla peygamber gönderilmesini,
yine bu şeriate hazı fazlalıklar içeren denk bir şeriatle peygamber
gönderilmesini ve birinci peygamberin bir topluluğa, ikincisinin de hem bunlara
hem de başkalarına gönderilmiş olmasını caiz görmeleri gerekir. Belki de
onların karşı çıktıkları husus, birinci şeriatin tazeliğini korurken ikincinin
bir ilave getirmemiş olması durumudur.
Biz diyoruz ki; iki delilin birlikte dikilmesine
(nasb) ve iki resulün aynı anda gönderilmesinin mümkün oluşuna delalet eden
şey, bunun da mümkün oluşu-[i, 250] na delalet eder. Nitekim allah teala,
"biz onlara iki elçi gönderdik. Onlar bu ikisini yalanladılar ve biz de bu
ikisini destekleyici olarak bir üçüncüsünü gönderdik" {yâsîn, 36/14}
demektedir. Aynı şekilde allah, musa ile harun'u, davud ile süleymanı
göndermiştir. Hatta, bir peygamberin daha önceki bir peygamberin şeriati ile
gönderilmesi, tıpkı, görme hususunda birisiyle yetini lebi id iğ i halde, iki
gözün yaratılması gibidir. Diğer taraftan bu kaderîlerin sözleri, allah telanın
fiillerinde bir fayda talebi üzerine kurulmaktadır ki bu görüş mesnetsiz keyfi
bir iddiadır.
Sem'î imkan:
Bizim şeriatimizin, önceki şeriatleri bütünüyle
neshetmediği tartışmasız kabul edilen bir husustur. Msl. Bizim şeriatımız, iman
etmenin gerekliliğini, zina, hırsızlık, adam öldürme ve küfrün haramlığını
neshetmemiştir. Fakat allah, bu haramları yeni bir hitap ile ya da başka
peygamberlere inen hitap ile haram kılmış, bunları devam ettirmekle mükellef
tutmuş ve o'na, sadece öncekilerin şeria-tine aykırı olan hususlarda hitap
indirmiştir. Bir olay meydana geldiğinde, kendisine öncekilere aykırı bir
vahiy inmediği sürece, hz. Peygamber'in onların dinine ittiba etmesi gerekir.
Tartışmanın özü bu noktadır.
[ı, 251]
tercihe şayan olan'görüş, hz. Peygamber'in, kendisinden önceki hiç bir
şe-
Rialle mükellef tutulmadığıdır. Şu dört yaklaşım buna
delalet etmektedir.
1) Hz,
peygamber, muâz'ı yemen'e gönderirken ona 'ne ile hüküm vereceksin' diye
sormuş, muaz, 'kitâb, sünnet ve ietihad ile hüküm vereceğim' cevabını
vermiştir.[80] Muâz,
tevrat'ı, incil'i ve öncekilerin şeriatlerini zikretmediği halde, hz.
Peygamber muaz'ı tasvip ve tezkiye etmiştir. Şayet bunlar, hükmün kaynaklanndan
olsaydı, ancak bunlarda da bulunamaması durumunda içtihada gidilebilirdi.
Burada, muaz'ın tevrat ve incili zikretmeyişine gerekçe olarak, ktlâb'da
bunlara başvurmaya delalet eden ayetlerin var olması gösterilebilir ki, biz bu
ayetlere tutunulamayacağmı açıklayacağız. Tam tersine kitâb'da, "her biri
için bir şir'at ve yöntem oluşturduk" {mâide, 5/48} denilmektedir. Yine
hz. Peygamber. "şayet, musa hayatta olsaydı, bana tabi olmaktan başka yapacağı
bir şey yoktu" demiştir. Öte yandan, kitâb'da, sünnete uymaya ve kıyasa
[ı, 252 delalet eden ayetler de vardır. Muaz'ın, sünnet ve kıyası
zikretmeksizin sadece kitab'ı zikretmesi gerekmez miydi! Yok eğer neye göre
hüküm vereceğini ayrıntılı olarak söylüyorsa, önceki şeriatler, zikredilmesi
gereken önemli bir şey değil midir!
Buna karşılık olarak 'tevrat ve incil, kitab ismi
altında mündemiçtir. Çünkü kitab, her kitabı içine aian bir isimdir' denilecek
olursa deriz ki; kitab ve sünnet birlikte zikredildiğinde, müslümanlann aklına
kur'an'dan başka bir şey gelmez. Muaz'ın, kur'an öğrendiğinin bilindiği gibi,
tevrat ve incil'i öğrendiği, bunların tahrif edilmiş kısımlarını tahrif
edilmemiş kısımlarından ayırmaya özen göslerdiği görülmemiş iken, muaz'ın
'kitab' sözünden kur'an'dan başka bir şey nasıl anlaşılabilir! Şayet, tevrat ve
incili öğrenmek gerekli olsaydı, bu durumda bunlar sadece bazı kısımları
neshedilmiş birer kitap olacağından ve bazı hükümlere kaynaklık edeceğinden
dolayı, bütün sahabe bunu öğrenirdi. Zaten kur'an da sadece bu gerekçeyle
ezberlenmiştir. Hatta, hz. Ömer'i tevratın bir yaprağını incelerken gören hz.
Peygamber gözleri kızaracak derecede buna sinirlenmiş ve "şayet musa
hayatta olsaydı, bana tabi olmaktan başka yapacağı bir şey yoktu"
demiştir.
2) Hz. Peygamber, şayet önceki şeriatlerle
ibadet etmekle emrolunmuş ol- [ı, 253
saydı, zıhâr, muhsan kişilerin recmi ve miras konularında kararsız kalmaz;
vahiy beklemeksizin, o şeriatlere başvurması gerekirdi ve ilk önce, özellikle
her toplum
İçin zaruri olan hükümler konusunda önceki şeriatlere
başvururdu; ki bu hükümler tevrat'ta bulunmaktadır. Hz. Peygamber, silinip
gitmiş olması ve tahrife maruz kalması sebebiyle bunlara başvurmadı ise, bu
durum taabbüde engel teşkil eder. Eğer bu mümkün olsaydı, araştırma ve
öğrenmeyi gerekli kılardı. Bu konuda bilinen tek şey, hz. Peygamberin, recmin
kendi dinlerine aykırı olmadığını göstermek amacıyla, yahudilerin recmi
hususunda tevrat'a başvurmuş olduğudur.
3) Tevrat,
şayet hüküm kaynağı olsaydı, tıpkı kur'an ve haberler gibi bunun da
öğrenilmesi, nakledilmesi ve korunması farzı kifaye olurdu ve sahabenin hükümleri
öğrenmek hususunda, tıpkı haberlerin nakledilmesinde arayış içinde olmaları
kendilerine vacip olduğu gibi, buna başvurmaları da vacip olurdu. Yine,
aralarında tartışma konusu olan, 'avl', 'dedenin miras payı', 'mufavvıda'[81] ‘üm- [ı, 254Mü veledin satılması', 'şarap içme
cezası', 'nesîe ribası dışındaki rîba', 'mııt'a', 'cenînin diyeti', 'henüz
taksitlerinden bir kısmını ödeyememiş mükâtebin hükmü', 'cariyenin zifaftan
sonra ayıp sebebiyle iadesi' ve 'iltikâu'l-hitâneyn' gibi kendilerine müşkil
gelen ve hemen her dinde ve her kitabda bulunacak olan problemlerin çözümü için
ona başvururlardı. Onca uzun yaşamalarına, pek çok olayla karşılaşmalarına ve
bîr çok konuda tartışmalarına rağmen ve üstelik abdullah b. Selâm,
ka'bu'l-ahbâr ve vchb gibi, tevrat hususunda sözlerine itimad edilecek pek çok
kişi müslüman olduğu halde, hiç bir sahabînin tevrata başvurduğu
nakledilmcmiştir. Kıyas, ancak, hükmün kitah'da bulunmasından ümit kesilmesinden
sonra caiz olabilmektedir. Kitab'da olanı bilmeden önce kıyas nasıl
yapılabilir!
[ı, 255]
4) Ümmet, hepsi
birden, bu şeriatın öncekileri neshedici olduğu ve onların genel hatlarıyla
artık bizim peygamberimizin şeriati haline geldiği hususunda görüş birliği
etmişlerdir. Şayet hz. Peygamber, başka bir şeriatle amelde bulunmuş olsaydı,
sâri' değil, sadece haber verici olurdu ve şeriatin sahibi değil, nakledicisi
olurdu. Ancak hemen belirtelim ki bu, zayıf bir yaklaşımdır. Çünkü, bu yaklaşım
mecaz ihtimali bulunan ve tamamı hususunda sâri' olmasa bile, bunların kendi
aracılığıyla biliniyor olması ihtimalini taşıyan bir yaklaşımdır.
Karşı görüş sahiplerinin, uyunabilecekleri beş ayet ve
üç hadîs bulunmaktadır.
1. Ayet: allah
teala peygamberleri zikrettikten sonra "işte bunlar, allahın hidayet
verdiği kişilerdir; sen bunların yol göstericiliğine (hüdâ) iktida et"
{en'âm, 6/90} demiştir.
Biz, şu iki delilden hareketle, buradaki hüdâ'dan
maksadın, tevhid ve allahın birliğine delalet eden aklî deliller olduğunu
söyleriz:
A) Allah,
'onlara iktida et' dememiş, 'onların hüdâsına iktida et' demiştir. Onların
hüda'sı ise, kendilerine nisbet edilmeyen delillerdir. Şer' ise, onlara nis-bet
edildiği için, şer' konusunda onlara ittiba etmek, onlara iktida etmek anlamına
gelir.
[1,256] b) onların şeriatleri, birbirinden farklı,
kimisi nâsih, kimisi mensûh iken allah, anılan peygamberlerin şeriatlerinîn
tamamını nasıl emretmiş olabilir! Yine onların şeriatleri pek çok iken hz.
Peygamber bunları ne zaman araştırabilecek-tir! Öyleyse allah, 'onların
hidayetine uy' sözüyle, tüm peygamberler arasında ortak olan şeyi yani tevhîd'i
kastetmiştir.
2. Ayet:
"sonra sana, bir hanîf olarak ibrahim'in milletine (din) ittiba et diye
vahyetlik" {nahl, 16/123}
Bu ayete, hz. Peygamberin ibrahimin şeriatine göre
taabbüd ettiğini ileri sürenler tutunmuşlardır ki, ilk zikrettiğimiz ayet
bununla çatışmaktadır. Diğer taraftan bu ayette hüccet de yoktur. Çünkü, allah
"sana vahyettik" demektedir ki, İttibanin vacipliği, başkasına gelen
vahiyle değil, doğrudan hz. Peygambere gelen vahiyledir. Ayette geçen 'ittiba
et' sözü, 'onun yaptığı gibi yap' demektir. Yoksa ki, 'ona ittiba et ve onun
ümmetinden biri ol' anlamında değildir. Millet sözcüğünün, tüm şeriatlerin
müttefik bulunduğu din, tevhid ve takdis anlamında olduğu düşünülürse, ikinci
anlamın kastedilmediği anlaşılır. Bunun içindir ki allah teala,
"ibrahim'in milletinden sadece nefsinde sefihlik bulunan yüz çevirir"
{bakara, 2/130) demiştir ki, ibrahim'e muhalif olan peygamberlerin sefıhiikle
itham edilmeleri caiz değildir. Buna delalet eden bir husus da, hz.
Peygamber'in, ibrahim'in milleti hakkında araştırma yapmamasıdır. Zaten, kitabı
ve haberleri- [ı, 257 nin isnadı kaybolup gittikten sonra bu araştırmayı nasıl
yapabilecektir!
3. Ayet:
"nuh'a din olarak tavsiye ettiği şeyi (ki bu ayetin devamından anlaşıldığına
göre tavsiye edilen şey, 'dini ikame etmek'tir) siz"in için meşru kılmıştır"
{şûra, 42/13)
Bu ayete, hz. Peygamberin nuh'un şeriatine göre amel
ettiğini ileri sürenler tutunmuşlardır ki bu tutarsız bir yaklaşımdır. Zira
yukarıda zikredilen ilk iki ayet buna muarızdır. Diğer yandan din, tevhidden
ibarettir. Ayette nuh'un özellikle zikredilmesi ise, teşrif ve tahsis içindir.
Hz. Peygamber, ne zaman nuh'un şeriati-nin ayrıntısına başvurmuştur! Kaldı ki,
nuh ilk peygamberlerden iken ve onun şeriatı, arkasında iz bırakmadan silinip
giden şeriatlerin başında gelirken bu başvuru nasıl mümkün olabilecektir!
Bunlar bir yana, auah, 'nuha din olarak tavsiye eliği şeyi sizin için meşru
kılmıştır' demektedir. Şayet, allah böyle demeyip de, 'size tavsiye etttiği
şeyi nuh için meşru kılmıştır' deseydi, belki bu onların amaçlarına daha uygun
düşerdi. Ayetteki bu ifade, onların amaçlarının zıddını açıkça belirtmektedir.
4. Ayet:
"biz tevratı indirdik; onda peygamberlerin, kendisine göre hüküm [ı, 258 verecekleri nur ve hüdâ
vardır". {mâide, 5/44} hz.
Peygamber de bu peygamberlerden biri olduğuna göre, o da tevrat ile hüküm
versin.
Bu ayete, hz. Peygamberi musa'ya nisbet edenler
tutunmuşlardır ki, her şeyden önce ilk üç ayet buna muarızdır, ikincisi; ayette
geçen 'nur' ve 'hüdâ', tevhidin aslı ve peygamberlerin müşterek bulundukları
diğer hususlardır; yoksa neshe maruz kalabilen hükümler değildir. Üçüncüsü;
allah, sadece o dönemdeki peygamberleri kastetmiş olabilir. Dördüncüsü; ayet,
emir kalıbıyla değil haber kalıbıyla gelmiştir, dolayısıyla bunda hüccet
yoktur. Son olarak, ayette kastedilen husus, peygamberlerin, musa'ya gelen
vahiy ile değil dedoğrudan kendilerine gelen vahiy ile hükmetmeleridir.
5. Ayet; allah tevrat'tan ve ondaki hükümlerden
bahsettikten sonra "kim allanın indirdiği ile hükmetmezse, onlar
kafirlerin ta kendisidir" {mâide, 5/44j buyurmuştur.
Deriz ki; ayetle kastedilen anlam şunlardan biri
olmalıdır: [ı, 259] a) 'kim, yalanlayarak ve inkar ederek allahın indirdiği ile
hükmetmezse* şeklindedir. Yoksaki, 'kim allahın musa'ya indirdiği ile hüküm
vermezse' şeklinde değildir.
B) ayette,
musa'nın ümmetinden olup, allahın indirdiği ile hüküm vermesi kendine vacip
olduğu halde, onunla hükmetmeyenler ve her bir peygamberin ümmetinin, kendi
peygamberlerine indirilene aykırı davrananları kastedilmiş olabilir.
C) ayetin anlamı, 'peygamberler, tebciyyet
yoluyla değil, kendilerine özel bir vahiyle, tevratın ben/.eriyle hüküm
verirler' şeklinde olabilir[82].
1. Hadis:
kırılan bir diş hususunda kısas yapması istemiyle kendisine gelindiğinde hz.
Peygamber, "allah'ın kitabı kısasa hükmediyor. Ne var ki, dişin kısasıyla
ilgili olarak kur'an'da, tevratta bulunduğu anlatılan 'dişe diş' {mâide, 5/45)
sözünden başka bir şey yoktur" demiştir.
Deriz ki: kur'an'da "size karşı bir saldırıda
bulunan kişiye, siz de aynı oranda saldırıda bulunun" {bakara, 2/194}
hükmü vardır. Dolayısıyla, diş meselesi de bu ayetin umumu altına dahildir.
2. Hadis:
"kim uyuyakalarak veya unutarak bir namazı kaçırırca, o namazı
hatırladığında kılsın" [83] demiş ve
"beni anmak için namazı ikame et" {tâhâ, 20/14} ayetini okumuştur.
Halbuki bu hitab musa'yadır.
[1,260] cevap: hz. Peygamber bunu, vacip kılmayı talil
amacıyla zikretmemiş, fakat, kendine vahyedilen ile vacip kılmış ve musa gibi
kendilerinin de bununla emrolunduğuna dikkat çekmiştir. Ayetteki mi zikri'
sözü, 'namazı vacip kıldığımı hatırlamak için1 anlamındadır. Şayet bu haber
olmasaydı, akla gelen ilk şey, 'allah'ı kalb ile zikir' veya 'namazın
vacipliğini hatırlama' olurdu.
3. Hadis: hz.
Peygamberin, zina eden iki yahudiyi recm hususunda tevrat'a başvurmasıdır.[84]
Bu başvuru, amel etmek için değil, recmi inkar
etmeleri hususunda yahudi-leri yalanlamak içindir. Aksi takdirde incil'e de
başvurması gerekirdi. Çünkü incil, kur'an öncesinde, allah'ın indirdiği son
kitaptır. Bu sebepledir ki, bu vakıa dışında hz. Peygamber tevrata
başvurmamıştır.[85]
Kimi alimler, sahabi mezhebinin mutlak olarak hüccet
olduğunu; kimileri, kıyasa aykırı olduğu durumlarda hüccet olduğunu; kimileri,
hz. Peygamberin fi. 261
"benden sonra şu iki kişiye, ebu bekr ve ömer'e
iktida edin...[86] Sözü sebebiyle,
özellikle ebû bekr ve ömer'in sözünün hüccet olduğunu; kimileri, ittifak ettiği
durumlarda dört raşid halifenin sözünün.hüccet olduğunu ileri sürmüşlerdir ki,
bu görüşlerin hepsi de bize göre batıldır. Çünkü, hakkında yanılgı ve dalgınlık
mümkün olan ve bunlardan korunmuşluklan (ismet) sabit olmayan kişilerin sözünde
hiç bir hüccet olamaz. Hata etmeleri mümkün olan sahabilerin sözü nasıl hüccet
olabilir! Mütevatir bir hüccet olmaksızın bunların masumluğu nasıl iddia
edilebilir! İhtilaf etmeleri mümkün olan bir topluluğun masumluğu nasıl düşünebilir
ve iki masum nasıl ihtilaf edebilir! Sahabe, sahabeye muhalefetin caizliği
hususunda ittifak etmişken, böyle bir şey nasıl düşünebilir! Nitekim, ebû bekr
ve ömer, kendilerine, ietihad ile muhalefet edenleri tenkit etmemiş, aksine,
ietihadî konularda her müetehidin kendi içtihadına tabi olması gerektiğini
ifade etmişlerdir. Sahabenin masumluğuna dair delil bulunmayışı, aralarında
ihtilaf vuku bulması ve kendilerine muhalefet edilebileceğini açıkça belirtmiş
olmaları, sahabi [ı, 262 sözünün hüccet olmadığına dair üç kesin delildir.
Muhaliflerin bu hususta beş şüphesi vardır.
1. Şüphe: her
ne kadar sahabenin masumluğu-sabit olmamışsa da, onlara uymamız istendiğine
(teabbüd) göre onlara uymamız gerekir. Nitekim, tek ravinin masumluğu sabit
olmamıştır; fakat, teabbüd bu yolla olacağı için, bu tek raviye ittiba
gereklidir. Zaten hz. Peygamber, "ashabım yıldızlar gibidir; hangisine
Uyarsanız hidayet bulursunuz"[87] demiştir.
Cevap:
Bu hitap, hz. Peygamber döneminin sıradan insanlarına
(avâmm) yönelik bir hitap olup, kendilerine uyulsun diye, fetva makamının kendi
arkadaşlarına ait olduğunu göstermek amacıyla söylenmiştir. Bu sözüyle hz.
Peygamber, insanları, diledikleri bir sahabiye iktida hususunda serbest
bırakmıştır. Çünkü, bir saha-binin diğer bir sahabiye muhalefet etmesi caiz
olduğuna göre, sahabe bu hitabın kapsamına girmemektedir. Bu yaklaşımla sahabe,
hz. Peygamberin sözünün kapsamı dışında kaldığı gibi, aynı şekilde alimler de
bu kapsamın d ışındadırlar. Üstelik, hz. Peygamberin bu sözü onlara ittiba
etmenin vacip olduğuna değil, it-tiba edildiğinde hidayet bulunacağına delalet
etmektedir. Belki de bu söz, alimin [ı, 263] başka bir alimi taklid etmesini
caiz görenlerin veya sıradan insanı, daha iyisine tabi olma kaydı
getirmeksizin, imamlardan herhangi birini taklid hususunda serbest
bırakanların mezhebine göre, konuya delalet edebilir.
2. Şüphe;
İttiba etmenin vacip olduğu iddiası, her ne kadar tüm
sahabiler için sahih olmasa bile, hz. Peygamberin "benim sünnetimden ve
benden sonraki raşid halifelerin sünnetinden ayrılmayın"[88] sözü
dolayısıyla dört halife için sahihtir. Hadiste geçen 'aleykum' sözünün zahiri,
bunun vacipliğini gösterir ve bu genel bir lafızdır.
Cevap:
Bu yaklaşımınızın bir gereği olarak, bu halifelerin
ittifak etmesi durumunda, diğer sahabilcrin ietihad etmesini haram kabul
etmeniz gerekir. Halbuki, böylesi bir durumda diğer sahabilerin ietihad etmesi
haram değildir. Tam tersine, bu sözün zahiri, tek başına kalmış olsa bile hiç
bir sahabiye, muhalefet edilemeyeceği yönünde olduğu halde, diğer sahabiler
muhalefette bulunuyorlar ve kendilerine zahir olan konularda içtihadın caiz
olduğunu açıkça söylüyorlardı. Üstelik, hadiste halifelerin ittifak etmiş
olmaları şartı da yoktur. Diğer sahabilerin, halifelerin ittifakına katılımına
değin, hilafet konusunda görüş birliği sağlanamamıştır. Aralarında bir çok
meselede görüş ayrılığı bulunduğu halde, her bir sahabiye ittiba [ı, 264]
etmenin vacip olduğunu söylemek imkansızdır. Hadisle kastedilen anlam ise şunlardan
biri olabilir:
A) Hz.
Peygamber, insanlara, halifelere boyun eğme ve itaat etmelerini emretmiştir.
Yani 'bunların emirliklerini ve uygulamalarını (sünnetlerini) kabulden
ayrılmayın' demiştir.
B) Hz.
Peygamber, adalet, insaf, dünyaya önem vermeme ve fakirlik, meskenet ve
raiyyeye şefkat gösterme gibi konularda, hz. Peygamberin sîretine bağlılıkları
hususunda, onların takip ettikleri yolu takip etmeyi ümmete emretmiştir.
C) Hz. Peygamber, daha sonra geleceklerin, bu
halifelerin hükümlerini geçersiz saymalarına (nakz) engel olmak istemiştir.
Bu üç ihtimal, daha önce zikretliğimiz deliller
tarafından desteklenmiş ihtimallerdir.
3. Şüphe:
Dört halifeye ittiba etmek vacip değilse bile, hz.
Peygamberin "benden Sonra, ebû bekr ve ömer'e iktida edin" sözü
sebebiyle, en azından, ebû bekr ve ömer'e ittiba etmek vaciptir.
Cevap:
Daha önce zikredilen hadisler bu hadise muarızdır,
dolayısıyla yukarıda verdiğimiz üç ihtimal bu hadis için de geçerlidir. Diğer
yandan, biz de bu hadisin [ı, 265 gereği ile amel ediyor ve başkalarının,
ictihadla kendilerine muhalefet etmelerini caiz görmeleri hususunda ebû bekr ve
ömer'e iktida etmenin vacip olduğunu söylüyoruz. Son olarak bir de şunu
ekleyelim; tıpkı halka dağıtılan bağışta (atâ) [89], herkesi
eşit tutup tulmama (tesviye-tafdîl) konusunda olduğu gibi, ebû bekr ve ömer
görüş ayrılığına düştüğünde hangisine ittiba edilecektir!
4. Şüphe:
Abdurrahman b. Avf, ebû bekr ve ömer'e iktida
şartıyla, hilafet görevine ali'yi getirmiş, fakat ali bu şartı kabul
etmemiştir. Aynı şartla osman'ı hilafete getirince, osman bu şartı kabul etmiş
ve kimse tarafından tenkit edilmemiştir.
Cevap:
Belki de osman, hz. Peygamberin 'benden sonra' sözü
sebebiyle alimin alimi taklid edebileceğine kanaat getirmiş, ali ise bu
kanaate varmamıştır. Yahutta osman, "benden sonra ebû bekr ve ömer'e
iktida edin" sözü sebebiyle, bu ikisini taklid etmenin vacip olduğunu
zannetmiş olabilir ki, onun bu anlayışında hiç bir hüccet yoktur. Kaidı ki
ali'nin mezhebi buna muarızdır. Zira osman, abdur-rahmanın bu teklifinden sîret
ve adalet hususunda ittiba etmeyi, ali ise taklid etmenin vacipliğini anlamıştır.
5. Şüphe:
Sahabi, kıyasa aykırı bir söz söylediğinde, bu durumu,
sahabinin bu konuda hz. Peygamberden bir haber duyduğuna hamletmekten başka yol
yoktur.
Cevap:
Bu yaklaşım, sahabi sözünün hüccet olmadığını ve
hüccetin ancak haber ol- [ı, 266 duğunu itiraf etmek anlamına gelir. Ne var kî
siz, bu durumda haberi, sırf teveh-hüm ile isbat etmiş oluyorsunuz. Bizim
dayanağımız ise, sahabenin, haber-i vahidi kabul hususundaki icmaldir. Sahabe,
açıkça rivayet edilen haberle amel etmiş; lafzı ve hangi konuda varid olduğu
bilinmeyen takdirî mevhum haberle amel etmemiştir. Sahabenin, kıyasa aykın
düşen sözü, bu konuda sahabenin hz. Peygamberden bir şey duymuş olduğuna
doğrudan delalet etmez. Tam tersine, sahabi, delil zannettiği zayıf bir
delilden hareketle bu sözü söylemiş ve hataya düşmüş olabilir ki, hata etmesi
mümkündür. Belki de sahabi bu sözü söylerken, zayıf bir delile ve vehmî bir
zahire dayanmıştır. Şayet, bu sözü kesin bir nassa dayanarak söylemiş olsaydı,
bu nassı açıkça zikrederdi. Evet, iki kıyas çatıştığında, şayet sahabi sözü
bunlardan birine uygun geliyorsa ve müctehid, iki kıyas arasında tercihini
sahabi sözüyle yapabileceğine kanaat getirmişse böyle bir tercihi yapabilir.
Aynı şekilde bir anlayış türü, suçun harem'de işlenmiş olması sebebiyle diyetin
ağırlaştırılmasını (tağlîzu'd-diyet)[90]
gerektiriyorsa, ve bundan daha zahir [ı, 267] olan bir kıyas diyetin
ağırlaştırılrnamasını gerektiriyorsa, bu durumda müctehid, sahabinin kabul
ettiği bu 'gizli anlam'm tercih sebebi olacağını düşünebilir. Fakat bu kanaat,
müctehidden müctehide değişir. Sahabi sözüne iuiba etmenin va-cipliğinin ise.
Sahabi bir haberi naklettiğini açıkça belirtmedikçe, hiç bir izah tarzı
yoktur. Kaldı ki, sahabenin zikrettikleri şeylerin tamamı ahad haberlerdir ve
biz, kıyas, icma ve haber-i vahidi, haber-i vahidle değil kesin yollarla isbat
etmekteyiz. Sahabinin sözünü, hz. Peygamberin sözü ve haberi gibi değerlendirmek
ise, bir hüküm kaynağı ortaya koymak demektir, dolayısıyla, bu da tıpkı diğer
kaynaklar gibi, ancak kesin bir delille isbat edilebilir.
Sahabenin taklidi vacip değildir. Sahabeyi taklid caiz
midir? Bunun caiz olup olmadığı hususunda da şunları söyleriz:
Sıradan insanlar sahabeyi taklid edebilir. Alim ise,
eğer, bir alimin başka bir alimi taklid edebileceği kanaatinde ise, sahabeyi
taklid edebilir. Alimin başka bir alimi taklid etmesini haram sayıyor isek
durum değişir. Sahabenin taklid edilip [1,268] edilemeyeceği konusunda
şafiî'den farklı görüşler nakledilmiştir. Şafiî, eski (kadîm) görüşünde,
'sahabi bir söz söylemiş ve bu söz muhalefet görmeden yaygınlık kazanmışsa
sahabinin taklid edilmesi caizdir' demiş, başka bir yerde de, 'yaygınlık
kazanmamış olsa bile sahabinin sözü taklid edilir' demiştir. Yeni (cedîd)
görüşünde ise şâfıî, *aiim kişi, başka bir alimi taklid edemeyeceği gibi
sahabiyi de taklid edemez' demiştir. Müzenî, şafiî'den bu görüşü ve 'sahabe
hangi delillere dayanarak fetva veriyorsa, -sahabenin sözüne göre değil- o
delillere göre amel edilir' şeklindeki görüşü nakletmiştir. Bize göre de
tercihe şayan olan sahih görüş budur. Çünkü, 'ıctihad' bölümünde görüleceği
üzere, alimin başka bir alimi taklid etmesinin haramliğına delalet eden
deliller, bu hususta sahabi ile sahabi olmayanlar arasında bir ayırıma imkan
vermemektedir.
Allah ve resulü, "allah'a itaat edin, peygambere
ve aranızdan çıkan emir sahiplerine itaat edin" {nisa, 4/591, "Allah
müminlerden razı olmuştur" {feth, [ı, 269] 48/18}, "en hayırlı nesil,
benim içlerinde bulunduğum nesildir1', "benim arkadaşlarım yıldızlar
gibidir" diyerek sahabeyi övmüş iken, sahabi ile sahabi olmayan alim
arasında nasıl olur da fark gözetilmez" denilirse deriz ki; bu övgülerin
hepsi, sahabenin ilimleri, dinleri ve allah katındaki yerleri hususunda hüsnü zan
Beslemeyi gerektirir; fakat, onların taküd edilmesinin caiz veya vacip olmasını
gerektirmez. Nitekim hz. Peygamber, isim vererek bazı sahabileri övmüştür. Fakat
bunlar diğer sahabilerden ayrı olarak, taklid edilmelerinin caiz veya vacip
oluşu biçiminde bir ayrıcalık kazanmamışlardır. Msl. Hz. Peygamber, *'şayet ebû
bekr'in imanı, diğer insanların imanı ile tartılacak olsaydı, onlardan ağır
gelirdi",[91] "Allah,
gerçeği, ömer'in dili ve kalbi üzerine vurmuştur. Bu bakımdan ömer, acı da
olsa, gerçeği söyler"[92] , yine ömer
için "vallahi, sen hir yola girdiğin zaman şeytan senin girdiğin yoldan
başkasına gitmek durumunda kalır"[93] , Bedir
esirleri hadisesinde vahiy ömer'in görüşü doğrultusunda geldiğinde.
"şayet gökten bir bela gelecek olsaydı, o beladan ömer'den başkası
kurtulamazdı", "sizin aranızda, 'gerçeğin kalplerine fısıldandığı'
ki- fi 270 şiler vardır ve ömer
onlardan biridir"[94] demiştir.
Bununla ilgili olarak alî ve diğer bazı sahabiler demişlerdir ki: "biz
zannederdik ki, bir melek ömer'in iki gözünün arasında duruyor ve onu
düzeltiyor; bir melek de onun dili üzerinde konuşuyor". Yine hz.
Peygamber, ali hakkında "allahım! Ali nereye giderse, sen gerçeği onun
yöneldiği tarafa götür", "yargıyı en iyi bileniniz ali'dir; miras
(ferâiz) meşelerini en iyi bileniniz zeyd'dir; haram ve helali en iyi bileniniz
İse muâz b. Cebel'dir"[95] , "ıbn ümmi abd (ıbn mes'ud) ümmetim
için her neye razı olmuşsa, ona ben de razıyım"[96] , yine ebû
bekr ve ömer için, savaş işlerini kastederek "şayet bu ikisi bir hususta
ittifak ederse, ben bunlara karşı çıkmam"[97] demiştir.
Bunların tamamı övgü olup, kesinlikle onlara iktida etmeyi gerektirmez.[ı,
271] şafiî'nin, sahabeyi taklid
hususundaki sözleri:
İhtilâfu'l-hadis adlı kitabında şafiî, 'ali'nin, bir
gecede her bir rek'atında altışar secde bulunan altı rekat namaz kıldığı
nakledilmektedir' dedikten sonra 'şayet ali'den yapılan bu nakil sabit olsaydı,
ben de o şekilde namaz kılınabileceğini kabul ederdim' demiştir. Şafiî,
nakledilen konunun, hakkında kıyas yapılabilecek konulardan olmaması
sebebiyle, ali'nin bunu ancak 'tevkîf kaynaklı olarak söyleyebileceği görüşünde
olduğu için böyle söylemiştir. Bu yaklaşım, bize göre, kabul edilebilecek bir
yaklaşım değildir. Çünkü ali. Bu konuda bir hadis naklctmemiştir ki, bu hadisin
lafzı, mevridi, karineleri, fah vasi ve neye delalet ettiği üzerinde
düşünülebilsin. Nasıl ki sahabe, kıyasa aykırı bir görüşü zikretmekle
yetiniyor ve onlar, hiç bir tasrih olmadığı halde, bunu hadis olarak takdir ediyorlar
ise, biz de ancak, bir sahabinin açık seçik ve üzerinde düşünülebilecek bir
biçimde rivayet ettiği haberi kabul etmekle emrolunmuşuzdur.
Şafiî, başka bir yerde de 'sahabi sözü, bir
muhalefetle karşılaşmaksızin yaygınlık kazandığında hüccettir' demiştir. Bu
görüş de zayıftır. Çünkü, susma (sü-[i, 272] kut) söz değildir. Bu bakımdan,
sahabi sözünün yaygınlık kazanmasıyla kazanmaması arasında ne gibi bir fark
olacaktır!
Şafiî, sahabenin ihtilaf etmesi durumunda, imamların
(dört halifenin) evlâ olduğunu, imamların ihtilaf etmesi durumunda da, daha
faziletli olmaları sebebiyle, ebû bekr ve ömer'in evla olduğunu belirtmiştir.
Başka bir yerde ise şafiî, bir görüşü ileri sürenlerin sayıca çokluğunu, bir
hadisi rivayet eden ravilerin sayıca çokluğuna ve benzerliklerin çokluğuna
kıyas ederek, daha alim olanın sözünün ve sayıca çokluğun 'tercih sebebi'
olması gerektiğini söylemiştir. Daha alim olanın sözünü tercih etmek gerekir.
Çünkü, ilminin daha fazla oluşu, bu kişinin içtihadını güçlendirir ve onu
ihmal, kusur ve hatadan uzaklaştırır.
Sahabeden, aynı konuda birbirinden farklı bir hüküm
(yargı karan) ve bir fetva gelirse, hangisinin tercih edileceği konusunda
safirden farklı görüşler nakledilmektedir. Bir defasında, aşırı titizlik
gösterileceği ve daha sağlam meşveret yapılacağı gerekçesiyle, hükmün tercih
edileceğini; bir defasında da, sahabenin yargı kararı karşısında susmalarının
otoriteye itaata hamledilebileceği gerekçesiyle, fetvanın tercih edileceğini
söylemiştir. Şafiî tüm bu görüşlerinden vazgeçmiştir.
'İki kıyastan birini sahabi sözü sebebiyle tercih
konusundaki görüşünüz ne-|ı, 273] dir?' denilecek olursa, deriz ki; kadı,
tercih, ancak delilin kuvvetine göre yapılır ve delil, bir müetehidin o delili
kabul etmesiyle güçlenmez' demiştir. Bizce uygun olan görüş, bunun ietihad konusu
olmasıdır. Bazan iki zann tearuz eder ve sahabi, iki taraftan birinde kalır;
müetehid de sahabiye muvafakat etmeye eğilim gösterebilir ve bu, zannına daha
ağır basabilir. Bu husus, müetehidden müetehide değişir.Kimi alimlere göre ise,
eğer kıyasın aslı, sahabinin bizzat müşahede ettiği bir olay hakkında ise, bu
takdirde sahabinin kabul ettiği kıyas tercih edilebilir. Böyle olmayan
durumlarda ise, sahabi ile başkası arasında hiç bir fark yoktur. Bu son
yaklaşım, uygun bir yaklaşım olmakla birlikte, sahabinin yaptığı kıyasın, buna
delalet eden olayı bizzat müşahede etmiş olması sebebiyle değil, mücerred zann
ile olması da ihtimal dahilindedir.
Sahabînin haberin lafzını, lafzın taşıyabildiği iki
ihtimalden birine hamletmiş olması durumuna gelince; kimi alimler sahabinin bu
hamlini tercih etmişler; kimileri de, sahabi, 'ben bunu müşahede ettiğim bir
karine sebebiyle hz. Peygamberin lafzından anladım' demedikçe, sahabinin bu
hamlinin tercih sebebi olamayacağını söylemişlerdir. Kadı'nın tercih ettiği
görüş budur.
[i; 274
Burada şafiî'nin, harem sebebiyle, diyeti ağırlaştırma
hususunda, osman'ın sözü sebebiyle kıyası terkettiği; ali'nin sözü sebebiyle de
beraet şartı hususunda hayvan ile diğer şeyler arasında ayırım yaptığı söylenecek
olursa, deriz ki; beraet şartı hususunda şafiî'nin birkaç görüşü vardır ve
belki de bu görüş vazgeçtiği bir görüştür. Diyetin ağırlaştırılması meselesinde
ise, öyle sanıyorum ki şafiî, yaptığı kıyası sahabe muvafakatiyle
güçlendirmeyi amaçlamıştır. Durum böyle olmasa bile, şafiî'nin usûldeki
mezhebi sahabinin taklid edilmeyeceğidir. Allah en iyisini bilir.[98]
İstihsanı, ebû hanîfe savunmaktadır. Şâhî ise,
'istihsali yapan, yeni bir şeriat ortaya koymuş olur' demiştir. Bir şeyi
anlamadan reddetmek imkansız olduğundan, öncelikle istihsanın ne olduğunu
anlamak gerekir.
İstihsanin üç anlamı vardır:
Birinci anlam: istihsan denildiğinde ilk akla gelen
şey, müetehidin bir şeyi aklıyla güzel bulmasıdır.
[ı, 275]
biz, kuşkusuz, istihsana ittiba etmekle emrolunmanın (taabbüd) aklen
müm-
Kün olduğu görüşündeyiz. Hatta şayet. Şer'
'vehimlerinize ilk gelen şey veya aklınızla güzel bulduğunuz şeyler ya da msl.
Sıradan insanların vehimlerine gelen şeyler, allanın sizin hakkınızdaki
hükmüdür' biçiminde varid olsaydı biz bunu da caiz görürdük. Fakat, taahhüdün
vukuu aklî zaruret (zarûretu'l-akl) ve aklî inceleme yoluyla değil ancak sem1
yoluyla bilinebilir. Bu konuda mütevatir bir sem' bulunmadığı gibi, haber-i
vahid biçiminde bir sem' de varid olmamıştır. Kaldı ki, bu konuda haber-i vahid
varid olmuş olsa bile, bu konu haber-i vahidle sabit olamaz. İstihsanın,
allahın hükümlerinin kaynaklarından biri olarak kabul edilmesi, onun, kitab,
sünnet ve icma mertebesine konulması ve haber-i vahide dayanılarak isbat
olunamayacak bir 'asıl' haline getirilmesi demektir. Bir konuda delil yoksa, o
konunun kabul edilmemesi gerekir.
Öte yandan biz, ümmetin, istihsancılardan önce,
delillerin delaleti üzerinde düşünmeksizin hiçbir alimin, hevasına ve şahsî
arzusuna göre hüküm veremeyeceği hususunda icma ettiğini kesin olarak
biliyoruz. Şer'in delilleri üzerinde ince-[i, 276] leme yapmaksızın istihsana
başvurmak ise, tıpkı sıradan bir insanın ve inceleme yapmayı bilmeyen kişilerin
istihsan yapması gibi, sırf hevaya göre hüküm vermektir. Biz, sıradan
insanların değil, ancak alimin ietihad edebileceğini söylüyoruz. Çünkü alim,
şeriatin delillerini bilme ve bunların sahihini fasidinden ayırma hususunda
sıradan insandan ayrılmaktadır. Eğer bu ayırıcı özelliklere gerek olmasaydı,
sıradan insanlar da istihsan yapabilirlerdi. Şu kadar ki, ona 'belki de, senin
yaptığın bu istihsanın dayanağı, vehim ve hayalden ibarettir; aslı yoktur'
denilir. Biz biliyoruz ki nefis, bir şeye, ancak meylettirici bir sebeple
meyleder. Fakat sebep, iki kısma ayrılır. Birincisi, vehim ve hayalden ibaret
olup, delillere vurulduğunda altından hiç bir fayda ve sonuç çıkmaz. İkincisi
ise, şer'in delilleri olarak bilinen sebeptir. İstihsan yapan kişi, delilleri
incelemez ve bu delilleri hareket noktası yapmazsa, meylini, vehimlerden ve
ilk akla geliveren şeylerden ayıramaz.Istihsanı kabul edenlerin üç delili
(şüphe) vardır.
Birinci delil:
İstihsancıların birinci delili, allah teala'nın
"sîze rabbinizden indirilenin en güzeline ittiba edin" {ziimer,
39/55}, "sözü işitip, sözün en güzeline ittiba edenler..." {zümer,
39/18} şeklindeki sözleridir.
Deriz ki:
[^ 277
A) Bize
indirilenin en güzeline ittiba etmek, delillere iltiba etmektir. Siz, is-tihsan
yapmanın, bırakın bize indirilenin en güzelinden olmasını, siz daha önce,
istihsanın bize indirilenlerden olduğunu açıklayın. Ki o, allah tealanm
"size rabbinizden indirilenin en güzeline ittiba edin" sözü gibi
olsun. Öte yandan, biz de, istihsanın geçersizliğini (iptal) ve mucize ile
doğrulanmış olan'ın (peygamberin) dışında, kendimiz için bir şer' olmamasını
güzel buluyoruz (istihsan ediyoruz). Bu yaklaşım da, onlar aleyhine bir hüccet
teşkil eder.
B) Lafzın genel
oluşu dikkate alındığında, bunun zahirinden, sıradan insa-nın. Çocuğun ve
bunağın istihsanma da ittiba etmenin gerektiği anlaşılır. Siz eğer, bundan
kastedilenin tüm istihsanlar değil de bazı istihsanlar olduğunu ve bunun da
inceleme ve araştırmaya ehil olanların yaptığı istihsan olduğunu söylüyorsanız,
biz de bunun, şer'in delillerinden çıkan tüm istihsanlar olduğunu söyleriz.
Aksi takdirde, inceleme ve araştırma gereği duyulmadıktan sonra, deliller hususunda
inceleme yapma ehliyetinin gözetilmesinin ne anlamı kalır!
İkinci delil:
İstihsancıların ikinci delili; hz. Peygamber'in,
"müslümanların güzel bul- rj 278
duğu şey allah katında da güzeldir’'[99] sözüdür.
Bu hadiste konuya ilişkin hiç bir hüccet yoktur. Şöyle
ki;
A) Bu hadis
haber-i vahiddir ve haber-i vahid ile temel dayanaklar (usûl) sabit olmaz.
B) Badiste
kastedilen, bütün müslümanların güzel bulduğudur. Çünkü hz. Peygamber,
'müslumanlar' sözüyle, ya müslümanların tamamını ya da bir kısım fertlerini
kastetmiştir. Eğer, müslümanların tamamını kastetmişse, bu doğrudur. Çünkü
ümmet, bir şeyin güzelliği üzerinde, ancak bir delilden hareketle birleşir ve
icma ise zaten hüccettir. Hadiste kastedilen husus da bu olmalıdır. Eğer hz.
Peygamber, müslümanların tamamını değil de içlerinden bazılarını kastetmişse,
bu takdirde sıradan insanların da istihsan yapabilmeleri lazım gelir. Eğer,
bunların inceleme ve araştırma ehli olmadığı gerekçesiyle bir ayırım yapılacak
olursa, deriz ki; delil araştırması yapılmayacaksa, araştırma-inceleme
ehliyetinin ne yararı olacaktır!
C) Sahabe,
delilsiz ve hüccetsiz hüküm vermemeyi güzel bulma (istihsan) Hususunda icma
etmişlerdir. Çünkü sahabe, pek çok olayla karşılaşmalarına rağmen zahir
ifadelere ve benzerliklere tutunmuşlar ve içlerinden hiç birisi, 'ben, güzel
bulduğum için şöyle şöyle hükmettim* dememiştir. Zaten böyle bir şey demiş
olsaydı, diğer sahabiler ona şiddetle karşı çıkarlar ve 'sen kimsin ki,
yaptığın [ı, 279] istihsan şer' olsun ve sen bizim için bir sâri' olasın'
derlerdi. Yine muâz ye-men'e gönderildiğinde, 'ben istihsanda bulunurum'
dememiş, tam tersine, sadece kitab, sünnet ve ictihad'ı zikretmiştir.
Üçüncü delil:
Ümmet, yıkanma ücretini, su bedelini ve içerde
kalınacak süreyi belirlemek-sizin hamama girmeyi güzel bulmuştur. Su
dağıtıcısının elinden, bedeli ve içilecek su miktarını belirlemeksizin su
içmek de böyledir. Çünkü bu gibi işlerde belirlemede bulunmak adeten çirkin
görülen bir şeydir. Bu bakımdan ümmet, bu gi-bi hususlarda sıkıntı ve darlığı
terketmeyi güzel bulmuştur. Belirlemenin çirkin görülmesi alım satım ve icare
için söz konusu değildir.
Cevap:
A)
İstihsancılar, ümmetin bunu delilsiz ve hüccetsiz yaptığını nereden biliyorlar!
Belki de, bu gibi işlerin hz. Peygamber zamanında yapılıyor olması ve hz.
Peygamberin bunlardan haberdar olduğu halde, içilen suyun miktarını, hamamda
sarfedilen suyun miktarını ve içerde kalış süresini beliremedeki sıkıntı
[ı, 280] sebebiyle buna ses çıkarmamış olması, bu
hükümlerin delili olabilir. Sıkıntı da zaten ruhsat sebebidir.
B) Su
dağıtıcısının (saka) teslim etmesiyle, su içmek mubahtır. Eğer bir kimse,
sucunun suyunu itlaf ederse, piyasa değerini (semen-i misil, rayiç fiyat) ödemesi
gerekir. Zira sucunun halinin karinesi, çoğunlukla, dağıttığı suya karşılık
bedel talebinde bulunacağına delalet etmektedir. Yine, çoğunlukla, sucuya verilen
şey, semen-i misil olur ve sucu bunu kabul eder. Eğer sucuya suyun bedeli
verilmeyecek olursa, sucunun hakkını araması gerekir. Bu ve benzeri durumlarda,
mübahlığın bilinmesi hususunda, fiilî alıp-verme (muâtat) ile, karîne ile ve
bedel hususunda sıkı pazarlığın terkedilmesi ile yetinilmektedir ki, buna
şeriatın delaleti mevcuttur. Aynı şekilde hamama giren kişi, karine sebebiyle,
suyu kullanmayı mubah görmekte ve hamamcının karine-i hali sebebiyle, suyu
bedel şartıyla harcamaktadır. Sonra, hamamcı müşterinin verdiği bedele razı
olur ve bununla yetinirse, müşterinin bedel olarak verdiğini alır. Verilen
bedeli az gördüğü takdirde, eğer isterse, daha fazlasını talep edebilir.
Bunlar, gelişigüzel uydurulmuş şeyler değil, kıyasa uygun şeylerdir ve kıyas
da bir hüccettir.
İstihsanın ikinci anlamı:
[ı, 281 ]
istihsana getirilen ikinci yorum şudur; isühsan, müetehidin zihnînde
oluşup,
İfadelendiremediği ve açıkça ortaya koyamadığı bir
delildir.
Bu da indi bir yorumdur. Çünkü, ifadeye dökülemeyen
şeyin, vehim ve hayal mi, yoksa hakikat mi olduğu nereden bilinecektir! Sert
delillere göre değerlendirmeye alınabilmesi için açıklanması gerekir ve
açıklandığında da §er'î deliler ya bunu doğrular, ya da aslı olmadığını
gösterir. Ne olduğu bilinmeyen bir şey ile hüküm verme meselesine gelince;
bunun caiz olduğu, aklın zarureti veya incelemesi sonucunda mı yoksa mütevatir
veya ahad bir nakil (sem1) sonucunda mı bilinmektedir! Bunlardan her hangi
birini iddia etmek mümkün değildir. Nitekim ebû hanîfe 'dört kişi, bir adamın
zina ettiğine şahitlik etse, fakat her biri zinanın gerçekleştiriliş yeri
olarak evin farklı köşelerini gösterseler, kıyasa göre bu kişiye had cezası
uygulanmaması gerekir; fakat biz, bu durumda hud cezalının uygulanmasını uygun
görüyoruz (istihsan)' demektedir. Biz de ona; hüccet olmaksızın, -zira, dört
şahidin şahitliği bir/aynı zina üzerinde toplanmamıştır- bir müslümanın kanınr
dökmek güzel görülemez deriz. Ebû hanîfenin tutunabileceği nihai gerekçe şu
olabilir; müslümanian yalanlamak çirkin, onlan doğrulamak, -ki [ı, 282 onlar
adildirler- güzeldir. Dolayısıyla biz onları tasdik ediyoruz ve onların şahitliklerinin
evin değişik köşelerinde yapılmış bir zina üzerinde toplandığını var sayıyoruz.
Tabii ki, şahitlerin dört farklı evi göstermeleri durumu bundan farklıdır.
Çünkü bu durumda adamın bir zinayı bütün bu evlerde yaptığını var saymak pek
mümkün değildir.
Bu, gerekçelendirme de indî bir yorumdan öte gitmez.
Çünkü biz, şahitleri tasdik ediyoruz; fakat tıpkı üç şahidin şahitlik etmesi
veya dört şahidin farklı evleri göstererek şahitlik etmesi durumunda olduğu
gibi, aleyhine şahitlik yapılan kişiyi recmetmiyoruz. Recmetmeyişimizin sebebi
ise, dört kişinin şahitliğinin bir tek şahitlik noktasında birleştiğini yakinen
bilmeyişimizdir. Îstihsan bir delil olarak kabul edilse bile, şüphe sebebiyle
hadd cezasını düşürmek (ebû hanîfenin is-tihsanından) daha güzeldir. Bizim
karşı çıktığımız şey, delil ile verilen hüküm değil, bazı delillerin istihsan olarak
adlandırılmasıdır.
İstihsanın üçüncü anlamı:
Bu yorum, kerhî ve istihsana arka çıkmakta zorlanan
bazı hanefilere aittir. Kerhî, istihsanı; bir görüşü delilsiz değil, delilden
hareketle ileri sürmek şeklinde tanımlamıştır. Bunun birkaç çeşidi vardır;
A) İstihsan,
bir meselenin hükmünü, kur'an'dan özel bir delil sebebiyle, ben- [ı, 283 zerlerinin hükmünden ayırmak
anlamına gelir. Msl. Bir adam, 'benim malım sadakadır' veya 'malımı sadaka
olarak dağıtmam, üzerimde allah'a ait borçtur' dese, kıyasa göre bu adamın,
mal adı altına giren her şeyini tasadduk etmesi lazım
Gelir. Fakat ebû hanîfe, "onların mallarından bir
kısmını sadaka olarak al" jtcvbe, 9/103} ayetinden hareketle, bu
tasaddukun zekat malıyla sınırlandırılmasını güzel görmüş ve adamın sadece
zekat malım kastettiğini söylemiştir.
B) Sünnet
delili ile, bir meseleye benzerlerinin hükmünden başka bir hüküm vermek. Msl.
Namaz esnasında abdestın gayri ihtiyari bozulması ile kasden bozulması
arasında fark gözetilmesi böyledir. Gayri ihtiyari olarak bozulması durumunda,
kıyasa ay kın olarak, kişinin abdest alıp namaza kaldığı yerden devam etmesi
caiz görülmüştür.Kerhî'nin bu yorumu karşı çıkılacak bir yorum değildir. Burada
karşı çıkış, lafıza ve bu delil çeşidinin istihsan olarak adlandırılmasına
yöneliktir. V'allahu a'lem.[100]
D.
İstislah
[ı, 284
Alimler, maslahatı mürseleye ittiba edilip
edilmeyeceği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Öncelikle, maslahatın anlamına ve
kısımlarına açıklık kazandırmak
Gerekir.
Maslahat, şcr'in tasvip edip etmemesine nisbetle üç
kısımdır. Şer', bu maslahatlardan bir kısmının muteberi iğine, bir kısmının
geçersiz (batıl) olduğuna şahitlik etmiş, bir kısmının ise, muteberliğine ya da
batıl olduğuna şahitlik etmemiştir.
A) Şer'in
muteber saydığı maslahat hüccettir ve bu tür maslahatın özü kıyasa döner. Bu
da, hükmü nass ve icmaın anlamından (ma'kûl) iktibas etmektir. Bu konudaki
delili, -delillerden (el-usulü'l-müsmire) hükümleri elde etme keyfiyetinin
incelendiği- 'dördüncü kutup'ta ele alacağız.
Şer'in muteber saydığı maslahat için şu örnek
verilebilir: sarhoş edici her içecek veya yiyecek, şaraba kıyasla haramdır.
Çünkü şarap, mükellefiyetin kaynağı (menat) olan aklı korumak amacıyla haram
kılınmıştır. Şer'in şarabı yasak- [j}
285 lanıış olması, bu maslahatı dikkate aldığının delilidir.
B) Şer'in
geçersiz saydığı maslahat: örnek:
Bir alim, ramazan günü, oruçlu iken, cinsel ilişkide
bulunan bir hükümdara 'senin keffaret olarak peşpeşe iki ay oruç tutman
gerekir' diye fetva vermiş ve hükümdar, oldukça zengin olduğu halde, köle azat
etmesini söylemediği için kendisine itiraz edilince bu fetvayı veren alim şöyle
demiştir; 'şayet, hükümdara köle azat etmesini söyleseydim, bu ona kolay
gelirdi ve şehvetini gidermek karşılığında köle azadını önemsemezdi. Uslanması
için maslahat, ona oruç tutmanın vacip kilınmasındadır' diye cevap vermiştir.
Bu anlayış batıldır ve maslahat sebebiyle kitab
nassına muhalefet etmektir. Bu kapının açılması, durumların ve şartların
değişmesiyle şeriatin tüm hudud ve naslarının değiştirilmesine yol açar. Diğer
yandan, böylesi hükümlerin alimlerin uydurması olduğu ortaya çıkınca
hükümdarlar alimlerin fetvasına güvenmezler ve alimlerin verdiği fetvaların
hepsinin kendi rcyleriyle yapılmış bir tahrif olduğunu zannederler. [ı,
286]
C) Şer'in
muayyen bir nassımn, muteberliğine veya butlanına şahitlik etmediği maslahat
(maslahat-ı mürsele):
Tartışma konusu olan maslahat türü budur. Bu çeşit
maslahatı örneklendir-meye geçmeden önce maslahatı, diğer bir bölümlemeye tabi
tutalım; maslahat, kuvvetlilik yönünden, 'zaruretler mertebesinde olan',
'ihtiyaçlar mertebesinde olan' ve 'güzelleştirme (tahsîn) ve süsleme (lezyîn)
mertebesinde olan' olmak üzere üç kısma ayrılır. Bu bölümlerden her birinin
peşinde, tamamlama (tekmile ve tetimme) kabilinden olan hususlar bulunmaktadır.
Şimdi öncelikle maslahatın anlamını kavrayalım; sonra her bir mertebeye ilişkin
örnekleri görelim.Maslahat, asıl itibariyle, yararı sağlama (menfaati celb)
veya zararı gider-me'den (mazarratı def) ibarettir. Fakat biz bu anlamı
kastetmiyoruz. Çünkü, yararı sağlama ve zararı giderme, halkın amaçlarıdır.
Halkın yararı ise, amaçlarının gerçekleştirilmesindedir. Maslahat sözüyle bizim
kastettiğimiz anlam ise, şer'in [1,287] amacını korumaktır. Şer'in insanlara
ilişkin amacı, onların 'din', 'can', 'akıl*, 'nesil' ve 'mal'larını korumak
olmak üzere beş noktada toplanabilir, tşte bu beş temelin korunmasını içeren
her şey maslahat; bu beş temeli ortadan kaldıran her şey de mefsedet olup, bu
mefsedetin giderilmesi maslahattır. İleride gelecek olan kıyas bölümünde, her
hangi bir kayıt getirmeksizin, 'münasib' ve 'muhayyel' anlam dediğimizde,
bununla kastettiğimiz şey bu cinsten olan maslahattır.
Birinci mertebe; zaruretler mertebesi olup, anılan beş
aslın korunması, bu mertebede yer alır ve maslahat mertebeleri içerisinde en
güçlü olanı budur.
Örnek:
Şer'in, saptırıcı kafirin öldürülmesine, bid'atine
çağıran bid'atçinin cezalandırılmasına hükmetmesi böyledir. Çünkü, onların bu
faaliyetleri halkın dininin ortadan kalkmasına sebebiyet verir. Kısasın vacip
kılınması, canı koruma amacına; şarap içme cezası, teklifin medarı olan aklın
korunmasına; zina haddinin va-[i, 288] cip kılınması neslin ve nesebin korunmasına;
ğasbedicilerin ve hırsızların cezalandırılması, insanların yaşam dayanağı olan
malların korunmasına matuftur. Bu beş temelin ortadan kaldırılmasının
yasaklanması ve bu yönde önleyici cezalar konulması, her din ve her şeriatte
vardır. İnsanların iyiliğini amaçlayan din ve şe-rîatlerde bunların yokluğu
düşünülemez. Bunun içindir ki, küfrün, adam öldürmenin, zinanın, hırsızlığın
ye sarhoş edici madde kullanmanın haramiığı konusunda şeriatler değişme
göstermemiştir.
Bu mertebe için tamamlayıcı sayılabilecek hususlar ise
şöyle söylemek gibidir; kısas ifasında denkliğe riayet edilir. Çünkü kısas,
önleme ve intikam duygularını bastırma amacıyla meşru kılınmıştır. Bu amaç da
ancak, 'denk' ile gerçekleşebilir. Şarabın azı da haramdır. Çünkü, az şarap, çoğuna
davetiye çıkarır. Ne-biz de buna kıyas edilir; fakat, bu bir öncekine nazaran
daha alt seviyededir. Bu yüzdendir ki, bunun hükmü konusunda şeriatlerdeki
hükümler farklı farklıdır.Sarhoşluk ise her şeriatte haram kılınmıştır. Çünkü,
sarhoşluk, mükellefiyet ve [ı, 289
kulluk kapısını kapatır.
İkinci mertebe; ihtiyaçlar mertebesinde bulunan
maslahatlar ve münasebetlerdir. Msl. Küçük kız ve erkek çocukları evlendirme
yetkisinin velîye bırakılması böyledir. Bunda herhangi bir zaruret yoktur;
fakat, maslahatların sağlanması için buna ihtiyaç vardır. Yine, maslahatın
kaçırılması endişesiyle ve gelecekte olması beklenen uygun geçimin
sağlanabilmesi düşüncesiyle evlilikte denklik (ke-faet) şartının konulması da
böyledir. Küçükleri evlendirme yetkisinin veiiye bırakılması, küçüğün
terbiyesi, süt emzirilmesi ve ona yiyecek ve giyecek satın alınması gibi
işlerin veliye bırakılması gibi değildir. Çünkü bunlar zaruri şeyler olup,
insanların yararını sağlaması istenen şeriatlerin bu hususlarda farklı
olabilecekleri düşünülemez. Küçükken evlenme meselesine gelince, buna aşın
şehvet ve üreme ihtiyacının ittiği söylenemez. Aksine bu tür evliliğe,
aşiretlerin kaynaşarak [ı, 290 yaşam şartlarının iyileştirilmesi ve hısımların
birbirlerine arka çıkmaları için ihtiyaç duyulmuştur. Bu türden olan işlerde
hiç bir zaruret yoktur.
Bu mertebe için tamamlama kabilinden sayılabilecek
şeyler de şunlardır: msl. 'Küçük kız, ancak, kendine denk biriyle ve eşdeğer
mihir (mehr-i misil) ile evlendirilebilir. Bunun böyle olması münasiptir de'
sözümüz böyledir. Ne var ki bu iş, evlenme ihtiyacının altında yer alır. Bunun
içindir ki, alimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir.
Üçüncü mertebe: bu mertebede, zaruri olmayan ve
kendisine ihtiyaç da duyulmayan işler yer alır. Şu kadar ki, bu mertebedeki
işler, bir bakıma, meziyetlerin ve fazladan yapılan şeylerin
güzelleştirilmesi, süslenmesi ve kolaylaştırılması; adetlerde ve muamelelerde
en güzel yöntemlere riayet amacım taşır.
Örnek:
Fetva vermesi ve rivayette bulunması kabul edilmekle
birlikte, -sahibinin küçük görmesi sebebiyle, değeri ve mertebesi düşük, durum
ve konumu zayıf birisi olması yüzünden-, kölenin şahitliğe ehil görülmemesi
böyledir. Bu itibarla, [ı, 291 şahitlik işine yeltenmesi, kölenin bulunduğu
konuma uygun düşmez. Köleye velayet yetkisinin verilmemesi ise, maslahata
uygun olduğu için, ihtiyaçlar merte-besindendir. Zira çocukların velayetini
üstlenmek, boş zaman ve yeterince ilgilenme gerektirir. Halbuki köle, bütün
zamanını efendisine hizmete ayırmak durumundadır. Bu itibarla, çocuğun
velayetinin köleye bırakılması, çocuğa zarar vermek anlamına gelir. Şahitlik
meselesi, zaman zaman rivayet ve fetva ile uyuşabilir. Fakat, 'kölenin
şahitliğe ehil görülmemesi, onun değerinin düşüklüğü yüzündendir' sözü, 'köle
şahitliğe ehil değildir. Çünkü, kendisine cum'a nama/t vacip değildir' sözü
gibi değildir. Çünkü bu ikinci sözde, kesinlikle bir uygunluk (münasebet)
kokusu yoktur. Gerçi, şayet şer' bunu açıkça belirtmiş olsaydı, bunda [[, 292
bir tutarlılık olabilirdi; fakat yine de bu konunun rivayet ve fetva ile
uygunluk bağı yoktur. Aksine, gerekçe hazırlanıncaya değin, münasipten yoksun
olarak kalir. Münasib bazen noksan bulunur ve bu durumda ya terkedüir, ya da
bir mazeret veya kayıtlama sebebiyle ondan kaçınılır. Msl. Nikah akdine veli
kaydının konulması böyle olup, şayet bu veli kaydı, kadının koca seçiminde
gevşek görüşlü olması ve görünüşe çabuk aldanması ile talil edilecek olursa,
artık güzelleştirme kabilinden olmayıp, ihtiyaçlar mertebesine girmiş olur.
Fakat aynı gerekçe, kendi sözleriyle akit yapma yetkisinin kadına verilmeyişi
hususunda ve kadının denk biriyle evlenmesi durumunda geçerli ve yeterli
değildir. Bu bakımdan, kadının kendi sözleriyle evlenme akdini yapması, üçüncü
mertebede yer alır. Çünkü, örf ve adellerc uygun düşen, kadının akdi bi/.zai
yapmaktan haya etmesidir. Çünkü, kadının nikah akdini bizzat yapması, erkeklere
aşın istek duyduğu izlenimini uyandırabilir ki, bu da kadınlık haysiyetine
(murûet) uygun düşmez. Bu bati, 293] kımdan şer', kadın adına nikah yapma
işini, insanları en güzel yöntemlere yönlendirmek amacıyla, veliye havale
etmiştir. Nikah akdi için şahit kaydının konulması da böyledir. Şayet bu
kayıt, anlaşmazlık durumunda isbat kolaylığı sağlamak ile talil edilirse, bu
takdirde ihtiyaçlar kabilinden olur. Ne var ki, kadının rızasına şahitliğin
aranmayışı bu anlamı zayıflatmaktadır. Öyleyse bu kayıt, nikah akdinin önemli
bir iş olduğunun vurgulanması ve toplum nezdinde ilan etme ve açıklama yoluyla
zinadan ayırd edilmesi amacına mebnidir ve dolayısıyla güzelleştirme
mertebesine ilhak edilir.
Bu kısımları anladıysan, şunu da unutmamalısın ki; bir
aslın şehadetiyle desteklenmedikçe, bu son iki mertebede yer alan işlerde hüküm
vermek caiz değildir, zaruret konumuna geçme durumları hariç. Şer' buna
şahitlik etmese bile; [ı, 294] müetehidin kendi reyiyle yaptığı içtihadın böyle
bir sonuca ulaşması da yadırganacak bir şey değildir. Bu, bir bakıma istihsan
gibidir. Eğer, bu ietihad bir asıl ile desteklenirse, yapılan iş kıyas olur. Bu
konu ilerde gelecek.
Zaruretler mertebesine giren konularda, muayyen bir
asılın şahitliği olmaksızın müetehidin içtihadının bu sonuca ulaşması da
mümkündür.
Örnek:
Kafirler, müslüman esirleri kendilerine siper
edindiklerinde, şayet bu sebeple kafirlere ilişmeyecek olursak, onlar bizi
perişan edebilir, islam topraklarını ele geçirebilir ve müslümanların hepsini
öldürebilirler. Müslümanların siper edilmesine aldırış etmeyip, savaşa devam
edersek, hiç bir suçu bulunmayan bir müslü-manı öldürmüş oluruz. Böyle bir
mesele, şer'de hiç gündeme gelmemiştir. Bu durumda, biz savaşı bırakırsak,
kafirleri bütün müslümanların başına musallat etmiş oluruz ve ele geçirdikleri
topraklardaki müslümanları öldürecekleri gibi, ellerindeki esirleri de
öldürürler. Burada birinin çıkıp şöyle demesi mümkündür; [ı, 295] 'esir, her
iki halde de öleceğine göre, müslümanların tamamını korumak, şer'in amacına
daha yakındır. Çünkü biz kesin olarak biliyoruz ki, şer'in amacı öldürme işini
asgari seviyeye indirmek olup, aynı zamanda imkan ölçüsünde öldürme işinin
tamamen kaldırılmasını da amaçlamaktadır. Biz bunu tamamen kaldıramasak bile
hiç değilse, asgari seviyeye indirebiliriz'. Bu yorum, zaruri olarak bilinen
bir maslahat dikkate alınarak yapılmıştır. Bu maslahatın, şer'in amacı olduğu
ise, tek bir delil ve muayyen bir asıl sebebiyle değil, aksine, sayı altına
girmeyecek bir çok delil sebebiyledir. Fakat bu amacın bu yolla elde
edilebileceği, -ki bu suçsuz birinin öldürülmesidir-, pek görülmemiş (garip)
olup buna muayyen bir asıl delalet etmemektedir. Bu örnek, muayyen bir asıla
kıyas yoluyla elde edilmemiş maslahat için bir örnektir. Bu maslahatın dikkate
alınacağı hususu ise, üç vasfın dikkate alınması sebebiyledir. Bu üç vasifi.se
şudur; 'zaruret', 'maslahatın kesinliği' ve 'maslahatın küllî oluşu'.
Kafirlerin, bir kalede" bir müsiümunı siper [i, 296 edinmeleri hususu bu
maslahat kapsamına dahil değildir. Çünkü, ortada bir zaruret olmayınca sipere
ateş elmek helal değildir. Bizim o kaleye ihtiyacımız da yoksa, onu ele
geçirmekten vazgeçeriz. Zira kaleyi ele geçireceğimiz de kesin değil, zannîdir.
Aynı şekilde, bir gemide bulunan ve içlerinden birini denize attıkları
takdirde kurtulacak, aksi takdirde hep birlikte batacak olan bir topluluk da bu
maslahat kapsamına girmez. Çünkü bu maslahat küllî değildir. Zira en kötü
ihtimalle, ölecek olanlar, belirli sayıda insanlardır. Bu ise, müslümanlann
kökünün kazınması gibi değildir. Diğer taraftan, hangisinin denize atılacağını
belirleyebilmek için de kur'a dışında bir yol yoktur ve zaten, kur'a'nın da
aslı yoktur. Aynı şekilde, açlıktan ölmek üzere olan ve içlerinden kur'a
yoluyla belirledikleri birini yemeleri halinde kurtulabilecek olan topluluk da
bunun gibidir. Buna da ruhsat verilemez. Çünkü, burada da maslahat, küllî
değildir. Aynı şekilde, canı [ı, 297 korumak gayesiyle, bir kimsenin kangren
sebebiyle elini kesmesi de bu maslahat kapsamına alınamaz. Gerçi, bu kişinin
kendi kendisine, yine kendi maslahatı için zarar verdiği noktasından hareketle
buna ruhsat verilebileceği düşüncesi uyanabilir. Nitekim şer', iyiliğini
sağlamak amacıyla bir kişiye zarar verilebileceğine ışık tutmaktadır. Msl. Kan
aldırma (fasd, hacamat) vb. Gibi işlerde, kişi için acı söz konusu olduğu halde
buna izin verilmiştir. Muztar kişinin, yiyecek buluncaya kadar, baldırından
bir parça kesmesi de elin kesilmesi gibidir. Şu kadar ki, bazan kesme, kişinin
ölümüne açık bir biçimde sebep olabilir ve böylesi durumda buna izin verilmez.
Çünkü, bu kişi, kurtulacağını yakinen bilemediği için, maslahat kesin olmaz.
Denirse ki: hırsızlık suçundan sanık birini,
konuşturmak için dövmek maslahattır. Siz bunu kabul ediyor musunuz?
Deriz ki: mâlik bu yönde görüş beyan etmiştir; fakat
biz bunu kabul etmiyoruz. Bunu kabul etmeyişimizin sebebi ise, maslahatın
türüne bakışı batıl saydığımız için değil, fakat, elde edilmek istenen
maslahata karşı gelen başka bir maşla- [ı, 298 hatın daha bulunmasıdır, ki bu
maslahat, dövülecek olan kişinin maslahatıdır. Çünkü, belki de sanık,
suçsuzdur. Suçsuzu dövmekten ise, suçlunun dövülmemiş olması daha az kötüdür.
Her ne kadar, dövmenin terkedilmesi, bir bakıma, malların geri alınmasını
zorlaştıracak bir kapı açmak sayılabilirse de, dövme durumunda da suçsuzlara
işkence kapısı açılmış olmaktadır. Denirse ki:
Zındıklığım gizlemiş biri, tövbe ettiğinde, maslahat
bu kişinin öldürülmesinde ve tövbesinin kabul edilmemesindedir. Nitekim hz.
Peygamber "ben, al-lahtan başka tanrı yoktur deyinceye kadar insanlarla
savaşmakla enırolundum"[101] demiştir.
Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? Deriz ki:
Bu mesele içtihada açıktır. Bu kişinin öldürülmesi pek
yadırganmaz. Zira zaten zındıklık sebebiyle bunun öldürülmesi vacip olmuştur.
Şehadet kelimesi ise [ı, 299] ancak, yahudi ve hırıstiyanlar hakkında öldürmeyi
düşürür. Çünkü onlar, şehadet kelimesini söylemekle dinlerinden ayrılmış
olacaklarına inanırlar. Halbuki zındık, takiyye yapmayı zındıklığın özü olarak
görmektedir. Şayet bu yönde hüküm verecek olursak bunun esası, bir maslahatı,
bir umumun tahsisinde kullanmaktır ki, bunu hiç kimse inkar edemez.
Denirse ki:
Öyle insanlar vardır ki, yer yüzünde, gerek bid'ate
çağırarak, gerek zalimleri insanların mallarına ve namuslarına musallat ederek
ve gerekse fitne çıkarmak suretiyle kan dökülmesine sebebiyet vererek,
bozgunculuk çığırtkanlığı yaparlar. Bunların serlerinin önlenmesi için
maslahat, bunların öldürülmesidir. Sizin bu husustaki görüşünüz nedir?
Deriz ki:
Eğer bu kişiler, kan dökülmesini gerektirecek bir suç
işlememişlerse, kanları dökülemez. Zira, serlerine karşılık olarak bunların
müebbeden hapsedilmeleri yeterlidir. Bu bakımdan sizin öngördüğünüz maslahat
zaruri değildir.
Denirse ki:
[ı, 300] eğer zaman fitne zamanı ise ve yönetimler
uzun sürmeden sık sık değiştiği için bu kişilerin müebbeden hapiste kalmaları
sağlanamıyorsa, bu kişilerin hayatta bırakılmaları ve hapsedilmeleri, sadece,
onların kinlerini körüklemeye ve hapisten kurtulduktan sonra daha fazla fesad
çıkarmaları için harekete geçirmeye yarar.
Deriz ki:
Böyle bir zamanın bulunacağını iddia etmek karanlığa
taş atmak ve kuruntuya göre hüküm vermektir. Belki de bu kişiler hapisten hiç
kurtulamayacak; belki de yönetimler değişmeyecektir. Bir maslahat kuruntusuyla
ölüme hükmetmek mümkün değildir.
Denirse ki:
Kafirler müslüman esirleri siper etliğinde de, şayet
siperi kastetmiş iseler, biz onların müslümanların kökünü kazıyacaklarını kesin
olarak bilemeyiz. Tam tersine bu bilgimiz zanni galibe dayanır.
Deriz ki:
Bu itiraz önemli değildir. Zaten bizim ırak'ta bulunan
arkadaşlarımız, bu meseleyle ilgili olarak mezhepte iki açıklama tarzının
bulunduğunu söylemişler ve bu durumu zannî olarak lalil etmişlerdir. Biz de
zalen, kesin veya kesine yakın [ı, 301 zan olduğu durumlarda bunu caiz
görüyoruz. Kesine yakın zan, küllî olduğunda ve bu husustaki tehlikenin boyutu
büyüdüğünde kesin kabul edilir ve böylesi bir zanna nisbetle cüz'î şahıslara
önem verilmez.
Denirse ki:
Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışan kişiye
dokunmayıp onu kendi haline bırakmamızda, mûslümanîarın mallarının ve
kanlarının tükenişe maruz bırakılması gibi. Küllî bir zarar vardır ve böyle
kişilerin görülegelmiş ve tecrübeyle sabit adet ve karakterleri gereği böyle
yapacakları zann-ı galip ile bilinmektedir.
Deriz ki:
Tabii ki. Durum eğer böyle ise, bir müetehidin, böyle
kişilerin öldürüleceği yönünde ictihad etmesi mümkündür. Hatta bu durum siper
edinme olayından da^ ha da evladır. Çünkü, siper edinilen esir müslüman hiç bir
suç işlememiş, bu kişiler ise, öldürülmelerini gerektirmese bile, hiç değilse,
cezalandırılmayı gerektiren bir çok suç işlemişlerdir. Hatta bu kişiler, bir
bakıma, bilinen karakter ve seciyeleri sebebiyle, saldırgan ve yırtıcı
hayvanlar gibidirler. [ı,
302
Denirse ki:
Siper edinme meselesindeki görüşünüzden sonra bu
konuda böyle bir görüş ileri sürmeniz nasıl caiz olabiliyor! Siz, daha önce,
nassa muhalif olması durumunda, msl. Ramazan günü cinsel ilişkide bulunan
hükümdara iki ay peşpeşe oruç tutturma meselesinde olduğu gibi, maslahata
itibar edilmeyeceğini söylemiştiniz. Fesada çalışanların öldürülmesi
meselesinde gözetilmek istenen maslahat, "kim bir mümini kasden
öldürürse..." {nisa, 4/93} ve "haklı sebep olmadıkça, allahın haram
kıldığı bir canı öldürmeyin" {en'âm, 6/151} ayetlerine aykırıdır.
Kafirlerin siper edindiği müslümanın ne suçu vardır! Eğer, 'biz umumu, küllî
bir tehlike taşımayan bir biçim yoluyla tahsis ediyoruz' derseniz, biz de, hükümdar
meselesinde, hükümdarın ramazan'a saygısızlık yapmasını önleyecek bir yol ile
ayette getirilen köle azat etme hükmünü tahsis ettiğimizi söyleriz. Nitekim,
siper edinme meselesinde, işin mahiyeti, ehl-i islamın kökünün kazmma-sıdır.
Hal böyleyken, bize ne oluyor da, müslümanlara feda ederek, hiç bir suçu
bulunmayan kişileri kasden öldürüyoruz ve allahın haram kıldığı bir canı öldürme
konusundaki nassa aykırı davranıyoruz!
Deriz ki:
Zaten bunun içindir ki, biz bu meseleyi iclihad konusu
olan bir mesele olarak görüyoruz ve aksi bir görüş ileri sürülebileceğini
kabul ediyoruz. Üstelik, gemi meselesi de bunu desteklemektedir. Yine bu
anlayışın bir sonucu olarak, üçte ikisinin kurtuluşu için, çoğunluğu tercih
ederek, ümmetin üçte birinin feda edilebileceği görüşü ortaya çıkmaktadır.
Nitekim, bir kafir belli sayıdaki, msl. On kadar, bir müslüman topluluğu
öldürmeye kastetse ve bir müslümanı da kendisine ii 3o3j siper edinse. Bu
kafiri savuşturmak için siper edinilen müslümanın öldürülmeyeceğinde görüş
ayrılığı yoktur. Hatta bu müslüman gurubun hükmü, öldürmeye zorlanan veya
içlerinden birini yemeye mecbur kalan kişilerin hükmü gibidir. Bu, sayı çokluğu
ve küllî oluş dikkate alınarak verilmiş bir hükümdür. Şu kadar ki, belli bir
sayı altına girmeyen küllî için, sayı çokluğu ile tercihte bulunmaktan daha
kuvvetli başka bir hüküm vardır. Aynı şekilde, msl. Bir kişinin kızkardeşi,
ayırdctme imkanı bulunmayacak biçimde belde kadınlarıyla karışmış bulunsa, bu
durumda bu kişinin o betde kadınlarından herhangi biriyle evlenmesi helaldir.
Ama, kızkardcşi, on veya yirmi kadınla karışmış bulunsa, bu takdirde bu kadınlardan
hiçbiriyle cvlenemez. Şayet kafirler kendi kadınlarını ve çocuklarını kendilerine
siper edinmiş olsalar, biz onları da öldürürüz. Her ne kadar kadınların ve
çocukların öldürülme yasağı genel bir hüküm ise de biz, bu geneli, bu biçimin
dışında başka bir yolla tahsis ederiz. Burada da aynı şekilde tahsis yapmak
mümkündür. Bu noktada, 'sizin bu yaptığınız, günahsız ve öldürülmesi haram
kılınmış bir kişinin kanını dökmek değil midir' denilirse, buna karşı biz de,
öldürül-meyip kendi haline bırakılması durumunda da sayısı biliemeyecek kadar
çok günahsız kanın dökülmesine yol açılmış olacağını söyleriz. Biz biliyoruz
ki şer', küllî olanı cüz'î olana tercih eder. Ehl-i islamın kafirlerin
imhasından kurtarılması, şer'in amacında, bir müslümanın kanının korunmasından
daha önemlidir. Bunun şer'in amaçlarından olduğu kesindir ve kesin olan bir
şeyin, bir aslın şahitliğine ihtiyacı yoktur.
Denirse ki:
Vergilendirme (tavzîfu'l-haraç) bir maslahattır.
Bununla birlikte vergilendirme caiz midir değil midir?
Deriz ki:
Ordunun elinde yeterince mal varsa, bu durumda vergî
koymak caiz değil-[i, 304] dir. Ancak eğer, ordunun yeterince malı yoksa ve
kamu malları ordunun giderlerini karşılamaya yetmiyorsa, askerlerin çalışıp
kazanmak için dağılmaları durumunda da kafirlerin istilası ihtimal dahilinde
olacağından yahut fesad ehlinin fitne çıkarması endişesi olacağından, bu
durumda devlet başkanının zenginler üzerine askerin ihtiyacını karşılayacak
miktarda vergi koyması mümkündür. Ayrıca dağıtım hususunda, arazi tahsisini
uygun görürse bunu da yapabilir. Çünkü biz biliyoruz ki iki şer veya iki zarar
birden gelirse, şer', daha büyük olan zararı gidermeyi amaçlar. Müslümanlardan
her birinin (vergi olarak) ödeyeceği şey, islam toplumunun, düzeni sağlayan,
anarşinin kaynağını kesen bir güçten yoksun olması durumunda canının ve malının
karşılaşacağı tehlikelere nisbetle daha azdır. Kaldı ki, bu hususa delalet
eden muayyen asıllar da yok değildir. Msl. Çocuğun velisi, kanallar
yaptırabilir, fassâd'a ücret ödeyebilir ve tedavi giderlerini [1,305
karşılayabilir. Tüm bunlar, daha büyüğünden korunmak için yapılmış peşin zarardır.
Bu da. Siper edinme meselesinde tercih anlayışını destekler. Kaldı ki bu,
mallarda yapılan bir tasarruftur ve mallar, daha önemli amaçlar uğruna harcanabilecek
şeylerdir. Haram olan ise. Kan dökülmesini gerektirecek bir suç olmaksızın
günahsız, kant akıtmaktır.
Denirse ki:
Madem böyledir de, sahabe hangi yolla şarap içme
cezasını seksen celdeye çıkarmıştır. Eğer şarap içme cezası önceden belirlenmiş
ise, sahabe maslahat gerekçesiyle bunu nasıl artırmıştır; yok eğer, şarap
içmenin belirlenmiş bir cezası yok ve bu bir tazir cezası ise, sahabe niçin
şarap içmeyi kazfe benzetme ihtiyacı duymuştur?
Deriz ki:
Doğrusu, şarap içmenin belirlenmiş bir cezasının
olmadığıdır. Fakat, hz. Peygamber zamanında, şarap içenlerin nalınlarla ve
elbiselerin uçlarıyla dövülmesi uygulaması, bir düzene sokularak kırk sopa
olarak takdir edilmiştir. Sahabe de bu miktarın artırılmasında maslahat görmüş
ve bunu artırmıştır. Tazir cezalan, [ı, 306 zaten, devlet başkanının görüşüne
bırakılmıştır. Sahabeye, âdeta, 'cezayı gerektiren bir suç işlendikten sonra,
neyi daha doğru görüyorsanız ona göre amel*edin' denilerek, sahabenin maslahatı
gözetmekle emrolunduklan neredeyse, icma ile sabit olmuştur. Bununla birlikte
sahabe, hz. Peygamberin uyguladığı tazir cezasına, ancak, şer'in nasslarından
bir 'yaklaştıncf sebebiyle artırımda bulunmuşlar; 'sarhoş olan kişi, ne
dediğini bilmeden ağzına geleni söyler; bu şekilde konuşan kişi iftira eder'
şeklinde bir mantık yürüterek ve şer'in, bir şeyin potansiyel kaynağını
(mazınne), o şey yerine koyduğunu görerek şarap içmeyi, iftira için potansiyel
kaynak olarak değerlendirmişlerdir. Nitekim, şer1 uykuyu, abdest bozma yerine;
cinsel ilişkiyi hamilelik yerine; buluğa ermeyi, aklın kendisi yerine
koymuştur. Çünkü bu sebepler, bu anlamların mazınnesidir. Bu bakımdan sahabenin
zikrettiği şeyler, kesinlikle maslahat yoluyla nassa muhalefet değildir.
Denirse ki:
Şahıslarla ilgili cüz'î maslahatlar hakkındaki
görüşünüz nedir? Msl. Kocası kaybolmuş olan kadın, ailesizlikten zarar görerek
birkaç sene beklediği halde, [ı, 307
kocasının ölü veya diri olduğuna dair haber alamıyorsa, maslahat gerekçesiyle
kadının nikahı fesholunabilir mi? Yine, iki veli veya iki vekil, bir kadını birbirlerinden
habersiz ayn ayrı evlendirmiş olsalar ve iki evlendirmeden biri diğerinden
340
Evvel yapılmış olsa ve iş karışıp, hangisinin önce
akit yaptığı ortaya çıkmasa ve artık açığa çıkma ümidi de kalmasa, bu durumda
kadın, hayatı boyunca kocadan ayrı tutulmuş (habs) olarak ve allah katında
kendisine maük olan kocasına haram olarak kalır. Aynı şekilde, kadının hayız
görmesi on sene gecikmiş, iddeti tamamlayamamış ve evlenme engellisi olarak
kalmış olsa, bu kadının ay hesabına göre (bil-eşhür) iddel beklemesi veya dört
sene beklemekle yetinmesi caiz midir? Bunların her biri maslahattır ve /ararın
giderilmesidir. Bi/, biliyoruz ki, zararın giderilmesi şer'in amacıdır.
Deriz ki:
İlk iki mesele hakkında ihtilaf edilmiştir. Bu iki
mesele ietihad konusudur. Ömer 'mefkûd'un karısı, haber alınamayışından
itibaren dört sene sonra nikahla-[i, 308] nabilir' demiştir. Şâfıî de eski
görüşünde bu kanaati benimsemiş; yeni görüşünde ise, kocanın öldüğüne dair bir
beyyine çıkıncaya kadar veya kocanın artık yaşıyor olmadığının bilinebileceği
bir müddetin geçmesine kadar kadın sabreder demiştir. Çünkü biz eğer, beyyine
olmaksızın kocanın öldüğüne hükmedersek, bu hüküm uzak bir hüküm olur. Zira.
Kocadan haber alınamamasının, özellikle silik ve sıradan kişiler açısından,
ölümden başka sebepleri de vardır. Nikah akdini fes-hedeceksek, fesih, ancak
bir nass ile veya mansusa kıyas ile sabit olur. Fesih sebebi olduğu belirtilen
hususlar ise, kocanın nafakayı temin edememesi (i'sâr) ve iktidarsızlık (cübb
ve âne) gibi özürler ve ayıplardır. Şayet kadının nafakası temin ediliyorsa,
kocanın mefkud olması, en fazla, cinsel ilişkiden kaçınma anlamına gelir.
Cinsel ilişkiden kaçınma ise, koca varken nikahın feshinde etkili olmadığına
göre, mefkud olması durumunda da etkili olamaz. 'Feshin sebebi, karının
karşılaştığı zararı gidermek ve kadının hakkına riayet etmektir' denilirse, bunun
karşısında kocanın hakkının gözetilmesinin de aynı şekilde önemli olduğu ve
onun zarar görmemesini sağlamanın da gerekli olduğu düşüncesi vardır. Kocanın
yokluğunda, ki kocanın belki hapis veya hastalık gibi mazeretleri vardır,
karısını başkasına teslim etmek kocaya zarar vermek anlamına gelir. Bu durumda
iki zati, 309] rar birbirini dengelemiş olur. Her an kocanın geri gelmesi
mümkündür. Dolayısıyla, kadın için düşünülen bu maslahat karşı bir maslahattan
kurtulmuş değildir.
Aynı şekilde, şafiî'den, iki veli meselesinde de
farklı görüşler nakledilmiştir. Eğer bu durumda, akdin işlerlik kazanmasının
imkansızlığı gerekçesiyle, ak-din feshedileceği söylenirse, bu hüküm, muayyen
bir asıl ile desteklenmemiş, bir maslahata göre verilmiş bir hüküm olmaz.
Aksine, buna şahitlik eden muayyen asıllar vardır.
Karının hayız görmesinin gecikmesi meselesinde ise,
şafiî'nin görüşü değişiklik göstermemiş ve alimlerden bu konuda aykırı görüş
nakledilmemiştir. Nitekim allah, sadece, hayız görmeyen kadınların, hayız
müddeti hesabına göre beklemeyeceklerini belirtmiştir. Halbuki hayız görmesi
geciken kadın, hayız görmeyen (âyise) kadın değildir ve her an bu genç kadının
hayız görmesi mümkündür.Bu gibi oldukça nadir meydana gelen bir ömek, bizi
nassı tahsis durumunda bırakmamalıdır. Çünkü biz görüyoruz ki, şer" çoğu
hallerde, ender durumlara itibar etmemektedir. Gerçi bana göre, bu durumda
kalan kadının, hamilelik müddetinin üst sınırını -ki bu dört senedir-
beklemekle yetinmesi de uzak görünmemektedir. [ı, 31qj fakat boşamanın, kadının
hamile olmayışının yakinen bilinmesine talik edilmesi suretiyle iddetin vacip
kılınması, bunda taabbüd yönünün ağır bastığını akla getirmektedir.
Denirse ki:
Bu meselelerin pek çoğunda, maslahatlara göre görüş
açıklamaya eğilim gösterdiniz. Diğer taraftan ıstıslahı, mevhum asıllar arasına
dahil ettiniz. Madem maslahata göre hüküm veriyorsunuz, bunu da sahih asıllara
katsaydınız da sahih asılların sayısı da kitab, sünnet, icma, akıl'dan sonra
bununla beşe çıksaydı ya!
Deriz ki:
Istıslah, mevhum asıllardandır. Bunun beşinci asıl
olduğunu zanneden hataya düşmüş olur. Çünkü biz maslahatı, şer'in maksatlarını
korumaya irca ettik; şer'in maksatları ise kitab, sünnet ve icma ile bilinir.
Kitab, sünnet ve icma'dan anlaşılmış bulunan bir amacı korumaya yönelik olmayan
her maslahat ve şer'in tasarruflarına uygunluk göstermeyen garip maslahatlar
batıldır. Kim bu tür mas- [ı, 311 lahatlara itibar ederse, kendi başına şer'
koymuş olur. Kitab, sünnet ve icma ile bir amaç olduğu bilinen, şer'î
maslahatların korumasına yönelik her maslahat, zaten bu asılların dışında
değildir. Fakat buna kıyas denmeyip, maslahat-ı mürsele denir. Zira kıyas
muayyen bir asıldır ve bu anlamların amaç olduğu, bîr tek delille değil,
kitab, sünnet, karine-i haller ve emareler gibi sayısız bir çok delille bilinmiştir
ve bunun için maslahat-ı mürsele olarak adlandırılmıştır. Maslahatı, 'şer'in
amacını koruma' diye açıklarsak, buna ittiba etmeyi tartışma konusu yapmak
anlamsızdır. Tam tersine bunun hüccet olduğuna kesin gözüyle bakmak gerekir.
Tartışmalı olarak zikrettiğimiz yerlerde ise, tartışma maslahatın hüccet olup
olmamasıyla ilgili olmayıp, iki maslahatın ve iki amacın çatışması ile ilgilidir
ve bu durumda daha güçlü olanın tercih edilmesi gerekir. Bunun içindir ki [ı,
312 biz, ikrahın, küfür kelimesini söylemeyi, şarap içmeyi, başkasının malını
yemeyi, namaz ve orucu terketmeyi kesin olarak mubah hale getirdiğini
söylüyoruz. Çünkü kan dökülmesinden kaçınmak bu işlerden daha önemlidir. Fakat
ikrah sebebiyle zina etmek mubah değildir. Çünkü taşıdıkları mahzur açısından
ikisi de aynıdır. Buna göre, siper edinme meselesinde görüş ayrılığının
menşeini, çatışan maslahatlar arasında yapılan tercih teşkil etmektedir. Zira
şer', gemi meselesinde çoğu aza tercih etmemiş; fakat, hastalıklı (kangren)
el'in kesilmesi meselesinde bütünü (küll) parçaya tercih etmiştir. Siper edinme
meselesinde görüş ayrılığı, tercih noktasındadır. Bunun içindir ki, bu
maslahatların burhan kalıbında ortaya konulması mümkündür. Msl. Siper edinme
meselesinde şöyle dersin; 'şer'in amacına aykın davranmak haramdır',
'kafirlerle savaşmaktan geri durmak, şer'in Amacına aykırıdır'. Burada, 'biz
şer'in amacına aykırı davranmanın haram olduğunu inkar etmiyoruz; fakat bunun
aykırılık olarak değerlendirilmesini kabul et-[i, 313] miyoruz' denilecek
olursa deriz ki; kafirleri kahretmek ve ıslamı üstün kılmak bir amaçtır. Söz
konusu meselede, kafirlerle savaşmaktan geri durmak ise, müs-lümanların kökünün
kazınması ve kafirlerin üstün olmaiı anlamına gelir. Bu defa da şöyle bir
itiraz öne sürülebilir; 'suçsuz müslümana ilişmemek bir amaçtır. Kafirlerin
siper edindiği müslüman meselesinde, kafirlerle savaşın devamı durumunda ise,
bu amaca aykırı davranılmış olmaktadır'. Buna şöyle cevap verebiliriz; evci bu
bir amaçtır. Ne var ki biz/iki amaçtan birine aykırı davranmaya mecbur kaldık.
Bu durumda bir tercih yapmamız gerekir. Cüz'î olan, küllî olana nîs-betle
değersizdir. Bu (suçsuz müslümana ilişilmemesi), diğer amaca nisbetle cüz'îdir
ve cüz'î olan, küllî olanla çatışmaz.
Denirse ki:
Tamam, biz bunun cüz'î olduğunu kabul edelim. Fakat,
cüz'î olanın, küllî olana nisbetle önemsiz olduğunu kabul etmiyoruz. Şer'in
bunu önemsiz saydığı, nass ile veya mansusa kıyas yoluyla bilinebilir.
Deriz ki:
Biz bunu, muayyen bir nass ile değil, aksine,
birbirinden farklı hükümler ve birçok delaletlerin bir araya gelmesiyle
biliyoruz. Ki bu durumda, islam topraklarını ve müslümanların hayatlarını
korumanın, şer'in amaçları içerisinde, muayyen bir şahsın bir anlık
korunmasından, -ki kafirler onu zaten her an öldürebilir-[i, 314] 1er- daha
önemli olduğunda hiç bir kuşku kalmaz. Bu husus, kuşkuya yer olmayan
konulardandır. Nitekim biz, ikrah sebebiyle başkasının malını yemeyi mubah
sayıyoruz. Çünkü biz biliyoruz ki, şer'in terazisinde mal, cana nisbetle
değersizdir ve bunun böyle olduğu, bir çok delil ile bilinmektedir.
Denirse ki:
Peki, gemi meselesinde ve açlıktan ölmek üzere olanlar
(mahmasa) meselesinde de, çoğunluğu korumanın, azı korumadan daha önemli
olduğunu anlasaydı-niz ya!
Cevap:
O meselelerde bunu anlamadık. Çünkü ümmet, bir insanı
öldürmeye zorlanan (mükreh) iki kişinin, bu bîr kişiyi öldürmesinin ve mahmasa
meselesinde müslümanların içlerinden birini yemesinin helal olmadığında icma
etmiştir. Burada çoğunluk tarafını tercih etmeye icma engel olmuştur. Küllî
olanın tercih ' edilmesine gelince; bu, ya kesin olarak ya da kesine yakın zan,
-ki şer'de, aksine bir nass olmadıkça, bu gibi zannlara ittiba gereklidir- ile
bilinir. Halbuki çoğunluk meselesi böyle değildir. Çünkü, icma sadece ikrah ve
mahmasa durumunda buna engel olmaktadır.[ı, 315] işte zikrettiğimiz bu şartlarla maslahatlara
ittiba etmek caizdir. Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki, ıstıslah kendi başına
beşinci bir asıl değildir. Aksine, tıpkı isiihsan yapan kendi kendine şer'
koymuş olacağı gibi, ıstıslah yapan da kendi kendine şer' koymuş olur. Demek
ki, ıstıslah bizim anlattığımız gibi olmalıdır. İkinci kutupla ilgili olarak
söyleyeceklerimiz bunlardır.[102]
[1] Kâsânî; Ebu Bekr B. Muhammed B. Ishak. Kaşani Şeklinde
Okuyanlar Da Vardır. Kâsânî, Dâvud Ez-Zâhirîden İlim Almış Olmakla Birlikte Pek
Çok Konuda Ona Muhaieet Etmiştir.
[2] Ğurre: Ceninin Diyeti (Kan Bedeli) Unlunundu
Kullunılır. Gurre, Kaliteli Bir Köle Veya Cariye Olarak Belirlenmiştir. Ancak
Bunların Kıymeti De Ödenebilir. İslam Hukukçuları, Ğurre'nin, Bir Tam Diyetin
Yirmide Biri Kadar (Yani Beş Deve) Olduğunu Söylemişlerdir. Bu Miktarın Para
Olarak Tutan İse, 50 Dinar Veya 600 Dirhemdir. Bkz. Şiruzi, Mühezzeb, II, 254
[3] İbn Mace, Diyut, 11/11, 882; Nesei, Kasame, 40; Farklı
Rivayet İçin Bkz. Buhari, Diyat, 25/VII1, 45; Müslim, Kasame, 3536/11. 1309.
[4] Bkz. Ebu Davud, Feraiz, 18/111, 239-240; İbn Mace,
Diyat, 12/11, 883; Ahmed, [[], 4521. Bkz. Muvatta, Zekat, 42/278
[5] Llıikâu'l-Hitâneyn; Cinsel Organın Sünnetli Kısmının,
Kadının Cinsel Organına Girmesi Anlamındadır.
[6] Bkz. Tirmizi, Taharet, 80/1, 180-181; İbn Mace,
Taharet, Lll/I, 199; Ahmed, VI, 123
[7] Tirmizî, Talak. 23/111, 508; Ebu Davud, Talâk, 44/11,
723
[8] Ebu Davud, Salat, 361/11, 180; Tirmizi, Salat, 298/11,
257-258; İbn Mace, İkame, 193/1,
[9] Buhari, Eşribe, 3/V[, 242; Müslim, Eşribe, 9/11, 1572;
Malik, Eşribe, 131. Benzer
İfadelerle Bkz, Buhari, Enbiya, 27/1V, 127; Ahmed, V, 118-119
[10] Sarf; Paranın (Altın, Gümüş) Parayla Satılması,
Değiştirilmesi Anlamında Özel Bir Akil Çeşididir.
[11] Tirmizi, Buyu, 53/111, 582; Nesei, Buyu, 15/VH,
254-255
[12] Muhabere; Belli Bir Hisse Karşılığında Toprağı Kiraya
Verme Şeklinde Yapılan Tarım Ortakçılığı
[13] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/218-231
[14] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/231-236
[15] Yakın Anlamda Bkz. Tirmizi, Nikah, 15/111, 412
[16] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/236-239
[17] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/239-240
[18] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/240-241
[19] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/241
[20] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/241-243
[21] Buhari, şehadat, 9/ılt, 15!; Müslim, fedailus-sahabe,
214/11, 1964; tbn mace, ahkam, 27
[22] Bkz. Buhari, fedailu ashübi n-nebi, 5/ıv, 195; müslim,
feıiailu's-sahabe, 221-222/11, 1967-1968; timizi, menakıb, 58
[23] Benzer ifadeyle bkz. Muttakî, kenzıı'l-ummal, xı, 529
[24] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/243-244
[25] Ebu'l-hasen ubeydullah b. El-htiseyn (ö. 340). Büyük
hanefi fıkıh bilgini
[26] Buhari, hacc, 22/11, 146
[27] Müslim, cenaiz, 54, 55, 56/1, 653; tirmizi, cenaiz,
49/111, 358; nesei, cenaiz, 79/ıv, 76; ibn mace, cenaiz, 34/1, 491-492; ahmed,
ıı, 1, 144.
[28] Fasd: bazı hastalıkların tedavisi amacıyla boyun
damarından kan akıtılmışıdır. Hacamat: mihcem denen aletle damardan kan
alınması.
[29] İstîlâd; efendinin, cariyesinden çocuk edinmesi durumu
olup, böylesi cariyeye ümmü ve-led denilir.
[30] Tedbîr; kölenin azatlığının, ölüme bağlanması durumu
olup, bu durumdaki köleye mü-debber denilir ve efendinin ölmesiyle birlikte
müdebber köle hürriyetine kavuşur
[31] Mükâtebe; yazışmalı azatlık anlaşması demektir.
Efendi, kölesine bir fiyat biçer ve taksit taksit bu bedeli ödemesi sonucunda
hürriyetine kavuşur. Bu anlaşmayla birlikte köle şu anda kendi adına kazanç
sağlama hürriyetine (e) hürriyeti) sahiptir ve anlaşılan bedeli ödemesi
durumunda da gelecek açısından tamamen hürdür (boyun hürriyeti).
[32] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/244-256
[33] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/257
[34] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/257
[35] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/257-258
[36] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/258-259
[37] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/259
[38] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/259-260
[39] Bu hadis, 'hala' lafzıyla bulunamadı.
[40] İbni Mâce, filen, 8/11. 1303.
[41] Tirmizi, fiten, 7/ıv, 466, dârimî, mukaddime, 8
[42] Yakın anlam için bkz. Ebu dâvud, fiten. 1
[43] Hadisin ilk kısmı uzunca bir hadîsten alınmıştır. Bkz.
Tirmizî, fiten, 7/ıv, 466; dârimî, mukaddime, 24; hadisin ikinci kısmı başka
bir hadîsin devamında geçmektedir. Bkz. Tbn mâce, menâsik, 76/11, 1016.
[44] Tirmizî, fiten, 7/1v, 466
[45] Tirmiiî, fiten, 7/ıv, 466; ncseî, tahrim, 6
[46] Ufak farklılıklarla bkz. Buhârî, ıtisâm, ı0/vı1ı. 149,
mcnâkıb, 28
[47] Yakın anlam için bkz. Müslim, imaret, 170-176;
tirmizî, fiten, 27, 51; ebû dâvud, fiten, 1
[48] Yakın ifade için bkz. Buhârî, fiten, 2/vnı, 87;
müslim, imaret, 53, 54, 55
[49] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/260-262
[50] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/262
[51] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/263-264
[52] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/264-266
[53] Müslim, iman, 232/1, 130; tirmizi, iman, 13; ıbn mâce,
fiten, 15
[54] Benzer muhteva için bkz. Buharı, şehadat, 9/1ıı, 151;
müslim, fedailu's-sahabe, 21û-2ı4; tirmizi, fiten, 7; ıbn mâce, ahkam, 27
[55] İnsanların en şerlileri üzerine şeklinde- müslim,
imaret, 176/h, 1524; ıbn mâce, fiten, 24
[56] Ufak farklılıklarla bkz. Buhârî, l'tisâm, 10/vıh, 149;
tirmizî, fiten, 51
[57] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/266-267
[58] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/267-269
[59] Abadile: abdullah'lar demek olup, fukahanm
kullanımında bunlar; ibn mes'ud, ibn ab-bas ve ibn ömer'dir. Muhaddislerin
kullanımında ise bunlar; ıbn abbas, ıbn ömer, ıbn amr ve ıbnu'z-zübeyr'dir.
[60] Îne (ıyne); peşin olarak sattığı malı, -akit meclisi
değişmeden- sattığı fiyattan daha fazla fiyata vadeli olarak geri salın alma
işlemidir
[61] Buhârî, rikâk, 14/vll, 177; müslim, zekat, 2/1, 687
[62] Avl; miras taksiminde, payların toplamının, ortak
paydadan (meselenin mahrecinden) fazla olması durumudur. Bu durumda, her
varisin terikeden pay almasının sağlanması için, paylar toplamı payda yapılır
dolayısıyla pay sahiplerinin paylan eşit oranda eksilmiş olur.
[63] Metinde 'engeldir' deniliyor
[64] Ufak değişikliklerle bkz. Tirmizî, filen, 7/1v, 466;
ibn mâce, fîlen, 8/h, 1303
[65] Muvatta, tsti'zan, 5/s. 97
[66] Dâvud b. Ali b. Halef, ebû süleyman ei-bağdadî (ö.
270). Görüşlerine değer yerilen büyük bir alimdir. Önceleri mulaassıb bir şafiî
iken, sonra şafii'den ayrılmış ve zahiri mezhebinin kumcusu olmuştur,
[67] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/269-284
[68] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/284-287
[69] Ebû ca'fer muhammed b. Cerîr ei-taberî (ö. 310).
Önceleri şafiî mezhebinde iken, bazı konularda şafirye muhalefet ettiği ve
kendisinin mutlak miictehid olduğu söylenmiştir. Fıkıh, tefsir, hadis ve tarih
alanlarında çok kıymetli eserleri vardır.
[70] Cezau's-sayd (av cezası); matde, 5/96'da 'ey iman eden
ler! İhramlı iken av (hayvanı) öldürmeyin. İçinizden kim bile bile öldürürse,
cezası; öldürdüğünün dengi ehlî bir hayvanı kurban etmektir...' ayetinde söz
konusu edilen ceza.
[71] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 287-290
[72] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 290-291
[73] Ukr; şüphe taşıyan cinsel ilişki sebebiyle, kadına
ödenmesi gereken istifade bedeli, me-hir anlamındadır.
[74] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 291-292
[75] Haram meselesi; kocanın, karısına 'sen bana haramsın'
demesinin sonucu ve hükmünün ne olacağı konusu, sahabe döneminde tartışma
konusu olmuş; kimileri bunun talak, kimileri de zıhar hükmünde olacağını
söylemişlerdir.
[76] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 292-301
[77] Dârimî, savm, 10/ s. 402; benzer ifade için bkz. İbn
mâce, styâm, 26) sözü [ı, 227)
[78] Süs takılarının zekatına ilişkin olarak bkz. Mtıvatta,
zekat, 5
[79] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 301-312
[80] Ebû davud, akdıye, 11/1v, 18-19; tirmizî, ahkam,/ıh,
616; ahmed, v, 230
[81] Mehir belirlenmeksizin evlenen ve zifaftan önce kocası
ölen kadın
[82] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 313-319
[83] Ufak değişikliklerle bkz. Müslim, mesacid,
.114-16/1,477; timizi, sala!, 10/1, 334.
[84] Bkz. Cessas, ahkâmu'l-kur'ân, v, 98.
[85] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi,
Rey Yayıncılık: 1/ 319-
[86] Tirmizi, menakıb, 16/v, 609; ıbn mâce, mukaddime,
11/1, 7; ahmed, v, 82.
[87] Beyhakî, medhal, s. 163-164; tbn abdi'ı-berr, cami, s.
90; aclûaî, ı, 132.
[88] Ttrmizî, ilim, 16/v,44; ebû dâvud, sünne, 6/v, 13-14;
ahmed, iv, 126
[89] Alâ: devlet başkanının, özellikle fey gelirinden, her
bir müslüman için -genelde yıllık olarak- takdir ettiği maaştır. Ebû bekr bu
dağıtımda herkesi eşit tutmuş; ömer ise bir fazilet derecelemesi (tafdil)
yapmış ve eşit durumda muhacirleri ensardan üstün tulmuşlur.
[90] Tağlîzu'd-diye (diyetin ağırlaştırılması; suçun
haremde işlenmesi. Haram aylarda işlenmesi ve suçun bir mahreme karşı
işlenmesi gibi sebeplerle, tam diyetin artırılması olup, artırma miktarı, her
bir sebep için, tam diyetin 1/3 i kadardır.
[91] Acıûnî.II, 165
[92] Tirmizî, menakıb, 18/v, 617
[93] Buhârî, bed'u'1-halk, 11/ıv, 96; müslim,
fedailu's-sahabe, 22/11, 1864
[94] Anlam farklılığı ile bkz. Buhârî, fcdâilu'l-ashab,
6/ıv, 200; müslim, fedai ı u's- sahabe,
23/11, 1864
[95] İbni Mâce, mukaddime. 1 l/f, 55 ayrıca bkz. Tirmizî,
menakıb, /v, 664-665
[96] Suyuti.cami.l, 600
[97] Kenzu-l-ummal,xı,566
[98] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 320-326
[99] Ahmed, ı, 379.
[100] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 327-331
[101] Buhari, zekat, mı, 110; müslim, iman, 32-36/1, 51-53
[102] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/ 332-344