III.
LAFIZLARDAN VE LAFIZLARIN MA'KULÜNDEN KIYAS YOLUYLA HÜKÜM ÇIKARMA
Hükmün
Menatımn Tenkîhi / Ayıklanması (Tenkîhu'l-Menât):
Hükmün
Menâtımn Çıkarılması (Tahric Ve İstinbatı)
A.
İnkarcılarına Karşı Kıyasın Isbatı
Kıyas İle
Amelî Aklen İmkansız Gören Grup:
Sahabenin Rey
Ve İctihad İle Hüküm Verme Konusundaki İcmâ'ı:
Kıyas
İnkarcılarının Manevî/ Aklî Gerekçeleri:
Mesele: (Mansus İlletin İlhakı Gerektirmesi, Kıyas
Yoluyla Mı Umum Yoluyla Mı?)
Mesele: (Kâşânî Ve Nchrevânî'nİn Kıyas Anlayışı)
Mesele: (Bazı Kaderilerin Kıyas Anlayışı)
B. İlleti
Ortaya Koyma / Isbat Metodu
Üçüncü Mukaddime: (Söylenmeyenin Söylenene Katılması)
Birinci
Kısım: İlletin Naklî Deliller İle İsbatı
2) İllete Îmâ
Ve Dikkat Çekme (Tenbih):
İkinci Kısım:
İlletin Hükümde Müessir Olduğu Hususundaki İcmâ' İle İlletin İsbati
Üçüncü Kısım:
İlletin İstinbat Yoluyla İsbatı Ve İstidlal Yolları
2) Hükme
Münasebetini Ortaya Koymak Suretiyle İlletin İsbati:
Aslın
İlletini İsbat Hususunda Fasid / Tutarsız Anlayışlar
1.
Kıyasu'ş-Şebeh'in Mahiyeti, Örnekleri, Hakkındaki Görüşler Ve Sıh Hatinin
Delili
A.
Kıyasu'ş-Şebeh'în Mahiyeti/Hakikati:
B.
Kıyasu'ş-Şebeh'in Örnekleri:
C.
Kıyasu'ş-Şebeh'in Sıhhatine Delil İkamesi:
2. Bu
Kıyasların Mertebe Bakımından Yukarıdan Aşağıya Sıralanması
3. Şebeh
Olmadığı Halde Öyle Zannedilen Şeyler
D. Kıyasın
Rükünleri Ve Rüknün Şartları
Bu başlık
altında ikt mukaddime ile dört konu ele alınacaktır. Birinci konu:
İnkarcılarına karşı kıyas aslının isbatı, İkinci konu: illeti isbat yolu,
Üçüncü konu: Kıyâsu'ş-Şcbeh
Dördüncü
konu: Kıyasın rükünleri (asi, fer', illet ve hüküm) ve bu rükünlerin şarttan
Birinci
mukaddime: Kıyasın Tanımı
Kıyas,
aralarında bulunan, bir hükmün veya vasfın isbat ya da nefyİni içeren
birleştirici/ortak bir özellik (cami') sebebiyle, bir hükmü her ikisine de
vermek (isbat) ya da vermemek (nefy) amacıyla, bilineni bilinene hamletmektir.
Bu
birleştirici/ortak özellik, hükümde birliği gerektiriyorsa yapılan hamletme
işlemi, sahih bir kıyas; hükümde birliği gerektirmiyorsa yapılan işlem fasid
bir kıyas olur. Sözlük anlamı itibariyle ise kıyas, hem sahih kıyası hem de
fasid kıyası içine alır.
Her kıyasta
bir fer', bir asıl, bir İllet ve bir hiiküm'ün bulunması gerekir. Var olmak,
fer ve aslın şartlarından olmayıp, bazen, nefy (yokluk) ile nefye istidlal
edilebilir. Bunun içindir ki biz tanımda, 'bir şeyi bir şeye hamletmek' demeyip,
şey lafzı yerine 'bilinen (ma'lûm)' lafzını koyduk. Çünkü bize göre 'yok', şey
değildir. Yine tanımda, 'fer'i asla hamletmek1 demedik; çünkü; her ne kadar
basit bir teville bu ismin, kendisi için de kullanılması yadırganacak bir durum
değilse [II, 229] de, bu lafız yok'u (ma'dum) içine almayabilir. Hükmün,
yokluğu bildirmesi (nefy) mümkün olduğu gibi varlığı bildirmesi (isbat) de
mümkündür. Nefy; tazmin ve mükellefiyetin olmayışı gibi durumlardır. Bu
yokluğun, illet olması da mümkündür. Bunun için biz bunların hepsini tanıma
dere ettik. Bu tanımın doğruluğunun delili, bu tanımın muttarid ve mün'akis
olmasıdır.
Kıyasın,
'doğruya ulaştıran delil' veya 'düşünme/inceleme (nazar) yoluyla malum hakkında
vaki olan bilgi" ya da 'görülmeyeni görülene (ğâibi şahide) irca etmek'
şeklinde tanımlanmasına gelince; bu tanımlamaların bir kısmı kıyastan daha
genel, bir kısmı ise daha Özeldir. Bu tanımların tutarsızlığını göstermek için
sözü uzatmaya gerek yoktur.
Filozofların,
kıyas ismini, kendisinden bir netice çıkan iki öncülün terkibi İÇİn
kullanmaları ise daha da uzaktır. Msl. 'Her sarhoş edici haramdır, Her nebîz
sarhoş edicidir, ve bundan her nebtzin haram olduğu sonucu çıkar' demek böyledir.
Biz bu iki öncülden bu sonucun çıkacağını inkar etmiyoruz. Fakat kıyas biri
diğerine bir nevi müsavat (bir açıdan eşitlik) sebebiyle izafe edilen /
bağlantıla-nan iki durumun varlığını gerektirir. Nitekim araplar, 'Falan kişi,
filancaya akıl ve neseb bakımından kıyaslanamaz' ve yine 'falan kişi, filancaya
kıyaslanabilir' demektedirler. Bu kıyaslama, iki şey arasındaki izafi bir
anlamdan İbarettir.
Bazı fakihler
de, kıyasın içti had demek olduğunu söylemişlerdir ki, bu da yanlıştır. Çünkü
ictihad kıyastan daha geneldir. Nitekim ictihad, bazen kıyasın haricinde, genel
lafızlar (umumat), lafızların İncelikleri ve diğer delalet yollan üzerinde
düşünmek yoluyla olabilir. Üstelik ictihad, fakihlerin kullanımında, yalnızca,
hükmü talep hususunda müctehidin olanca gücünü harcamasını ifade eder ve
yalnızca, kendini zorlayan ve çaba sarfeden kişi hakkında kullanılır. Bu İtibarla
bir hardal tanesini taşıyan için "İctihad etti" (çaba ve güç harcadı,
zorlanarak taşıdı) denilmez, ictihad, özel anlamda kıyası ifade etmeyip, aksine
sadece, kıyas durumu demek olan çabayı ifade eder.
İkinci
mukaddime: İlletler hakkındaki içtihadın alanı rjj 230]
Biz şer'î
konularda (şeriyyât) illet sözcüğü ile hükmün menâtını / dayanağını yani,
Şer'in, hükmü kendisine izafe edip bağladığı ve hükme alamet olarak diktiği
şeyi kastediyoruz.
illet
hakkındaki ictihad, ya 'hükmün menâtını tahkik (tahkîku'l-menât)', ya 'hükmün
menâtını tenkîh (tenkîhui-menât)' ya da 'hükmün menâtını tahric ve is-tinbat
(tahricu'l-menât)' hususunda olur.
Tahkîku'l-menât
içtihadı: (Hükmün bağlandığı şeyin mahiyetinin tesbiti amacıyla yapılan
ictihad)
Tahkîku'l-menâtın
caiz olduğunda ümmet arasında ihtilaf yoktur.
Bunun örneği;
Sâri1 (Hz. Peygamber), ilk devlet başkanını (İmâm) nass yoluyla belirlemeye
(tayin) muktedir iken, devlet başkanının ictihad yoluyla belirlenmesidir.
Valilerin ve kadıların tayini de bunun gibidir.
Aynı şekilde
kendileri için miktar öngörülen şeylerin (mukadderat) takdiri, yakınların
nafakasında 'yeterli miktar'ın (kifayet) takdiri, telef edilen şeylerin
(mütlefât) kıymetlerinde telef edilene denk bir şeyin (misi) vacip kılınması,
cinayetlerin diyetleri (erş), avlanma cezasında misl'İn talep edilmesi de
böyledir.
Yakının
nafakası hususunda hükmün menâtı, kifâyet'tir (yetecek miktar). Yakınlara
yetecek miktarda nafaka verilmesi gerektiği nass ile bilinmekte, fakat, her
hangi bir ölçeğin (msl. bir ntl'ın), nafaka verilecek kişiye yetip yetmeyeceği
İctihad ve tahmin yoluyla anlaştlabilmektedir. Bu ictihad, iki asıl ile tam ve
düzenli olur: Birincisi, kifayet'in gerekliliği, İkincisi de, şu kadar ölçek
yiyeceğin kifayet miktarı olduğudur. Bu iki asıldan, yakına verilmesi gereken
nafakanın şu kadar ölçek olduğu sonucu çıkar. Birinci asıl, nass ve İcmâ' ile
bilinmekte, ikinci asıl ise zann ile.
Aynı şekilde
diyoruz ki, "... öldürdüğünün dengi olan bir hayvan cezası
vardır"
{Mâide, 5/95} ayetinden dolayı yaban eşeğine karşılık olarak bir inek gerekir.
Biz, denk bir şeyin (misi) vacip olduğunu ve ineğin denk olduğunu söylüyoruz,
öyleyse, yabani eşeğin öldürülmesi durumunda keffâret olarak bir inek (kurbanı)
vacip olmaktadır. Birincisi, yani mislin vacip olduğu, nass ile bilinmektedir,
ki bu, hükmün menâtı olan denkliktir (misliyet). Denkliğin inekte ger-[II, 231]
çekleştiği ise bir nevi mukayese ve ictihad ile bilinmiştir. Aynı şekilde, bir
atı telef eden kişinin, onu tazmin etmesi gerekir. Tazmin (daman), kıymette
denkliktir. Atın kıymetinin msl. 100 dirhem olması ise ancak ictihad ile
bilinir. Kıble konusundaki ictihad da bu kabildendir. Kıbleyi belirlemek için
yapılan ictihad hiç bir şekilde kıyas kapsamında değildir. Vacib olan, kıbleye
yönelmektir. Bu husus, nass ile bilinmektedir. Bir yönün kıble oluşu ise,
ictihad yoluyla ve kesin olarak bilmenin çok zor olduğu durumlarda da zannı
gerektiren (kanaat oluşturan) emareler (belirti) ile bilinir.Hâkimin,
şahitlerin sözüyle hüküm vermesi de zannîdir. Fakat doğrulukla hükmetmek
vacibtir ve bu husus, nass ile bilinmektedir. Adil kişinin doğru söylediği
zann ve adalet emareleri ile bilinmektedir. Adalet de zann ile bilinmektedir.
İşte bu türe
biz "hükmün menâtını tahkîk" demekteyiz. Çünkü menât, nass veya İcmâ
ile bilinmekte olup istinbatına hacet yoktur. Fakat yakinen bilinmesi çok zor
(müteazzir) olduğu için, buna zannî emareler ile istidlal edilmektedir. Bu
hususta ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu, bir nevi ictihaddır. Kıyas
ise tartışmalıdır (muhtelefun fih). Bütün şeriatlerde zorunlu olarak bulunacak
olan tahkîku'l-menât İşlemi, kesinlikle bir kıyas işlemi değildir, dolayısıyla
da tartışmalı değildir. Çünkü tek tek her bir şahsın adaletini ve tek tek her
bir şahsın kifayet miktarını nassla tayin etmek (tansîs) imkansızdır. Kıyası
inkar edenler, hükmün, hükümle ilgisi bulunan alanları da kuşatan nass ile
verildiğini söylemeleri durumunda bunu (tahkîku'l-menâtı) da inkar etmiş
olurlar. [1]
Kıyası inkar
edenlerin çoğu, tenkîhu'l-menâtı kabul etmektedir. Tenkîhu'l-
[II, 232]
menât; Şâri'in, hükmü bir sebebe İzafe edip bağlaması durumunda bu izafe edişte
hiç bir rolü
olmayan birtakım vasıfların sebep ile birlikte bulunması ve hükmün
daha geniş
kapsamlı olabilmesi için bu vasıfların dikkate alınmayarak ayıklan-
masıdir.Ramazan
ayında hanımıyla cinsel ilişkide (cima1) bulunması sebebiyle bedeviye köle
azat etmenin (ıtk) vacip kılınması bu konuya güzel bir örnektir.Bİz, "Bir
kişi hakkında verdiğim hüküm cemaat hakkında da geçerlidir" hadisiyle veya
teklifin bütün şahıslara şamil olduğu hususundaki icmâ1 ile, aynı hükmü başka
bir bedeviye de uygularız.
Bu hükmü Türk
ve Fars'a da uygularız. Çünkü biz biliyoruz ki, hükmün menâtı, bir bedevinin
cima' etmesi değil, bir mükellefin cima' etmesidir.
Başka bir
Ramazanda oruç bozanı da bu hükme dahil ederiz. Çünkü biz biliyoruz ki menât,
Özellikle olayın cereyan ettiği Ramazan ayına değil, genel manada Ramazan
ayına karşı bir saygısızlık işlenmesidir. Hatta biz, aynı Ramazanın başka bir
günündeki oruç bozmayı da bu hükme katarız.
Cariyesiyle
cinsel ilişkide bulunan kişiye de keffâretî gerekli görürüz. Çünkü cinsî
münasebet kurulan kadının, bu kişinin nikahlı hanımı olmasının hükümde bir
etkisi olmadığını bilmekteyiz. Hatta zinayı da biz bu hükme katarız. Çünkü zina
(Ramazan'a) saygısızlık bakımından daha da ağırdır.
Şu kadar ki,
bütün bu dahil etmeler (İlhak), hükmün menâtının tenkîhi metoduna göre,
-Şer'in, hüküm koyarken takip ettiği genel ölçülerden hareketle- hükümde hiç
bir etkisi bulunmadığı bilinen şeylerin ayıklanması yoluyla bilinmekte ise de
bazen, bu vasıflardan her hangi birinin ayıklanarak yoksayılması zannî olabilir
ve bir ihtilafa yol açabilir. Msl. keffâretin menâtının (yani Hz. Peygamberin
Ramazanda cinsel İlişkide bulunan bedeviye köle azat etmeyi vacip görmesinin
sebebinin), korunması gerekli orucun her hangi bir yolla bozulması / ifsadı
olduğu ileri sürülerek orucun yemc-içme ile bozulması durumunda da keffâretin
vacip olacağı söylenebilir. Buna göre, cinsel ilişki bir ifsad vasıtası olduğu
gibi yeme-içme de bir ifsad vasıtası olur.
Yine, kılıçla
öldürme durumunda kısasın menâtının, saygın ruhu yok etmek olduğu ve kılıcın
bir alet olduğu, dolayısıyla da bıçak, mızrak ve ağır bir cisimle (müsakkal)
öldürmenin aynı hükme tabi olacağı söylenebilir.
Bu açıdan
bakıldığında yeme - içme de -tıpkı cinsel ilişki gibi- bir vasıtadır. Bununla
birlikte cinsel ilişkinin, şehvetin kabarması durumunda, sırf dinî kaygı- [II,
233] nın nefsi bundan uzak tutmaya yetmediği şeylerden olduğu; dolayısıyla da
yeme ve içmeden farklı olarak cinsel ilişkide vazgeçİrici unsur olarak
keffârete de ihtiyaç duyulduğu söylenebilir ve bu muhtemeldir.
Amaç, menâtın
istinbat ile değil nass ile bilindikten sonra yapılan işlemin tenkîhu'l-menât
olduğunu anlatmaktır. Bunun içindir ki, kıyası inkar edenlerin çoğu bunu kabul
etmiştir. Fakat Ebû Hanîfe keffâretlerde kıyas yapılamayacağını söylemiş ve bu
tarzdaki tasarrufu kabul ederek bunu "istidlal" olarak adlandırmıştır.
Kıyas inkarcılarından ve Zahirîlerden bu ietihad türünü inkar edenlerin
sözlerinin tutarsız olduğu açıktır. [2]
Tahrîcu'I-menât,
-msl. şarap içmenin ve buğdayda ribanın haram kılınmasında olduğu gibi- hükmün
menâtına ve illetine değinilmeksizin, sadece konu (mahal) ve hüküm
zikredilerek, bir konuda tahrime hükmedilmesi; menâtın ise rey ve nazar yoluyla
bizim tarafımızdan istinbat edilmesidir. Biz "Allah şarabı sarhoş edici
olduğu için haram kılmıştır" ve "illet budur" diyerek nebîzi
şaraba kıyas ederiz. Yine "Allah buğdayda ribayı, buğdayın saklanabilir
yiyecek maddesi (kût) olması sebebiyle haram kılmıştır" diyerek pirinç ve
üzümü buna kıyas ederiz.
Allah
buğdayda öşrü (ondabir) vacip kılmıştır. Biz, "buğday, saklanabilir yiyecek
maddesi (kût) olduğu için Allah onda öşrü vacip kılmıştır" deriz ve kût
olan şeyleri buğdaya kıyas ederiz. Ya da "buğday toprağın bitkisi ve
geliri (faide) olduğu için Allah onda Öşrü vacip kılmıştır" deriz ve
sebzeleri ve diğer bitkileri ona kıyas ederiz, işte, hakkında en fazla
ihtilafın meydana geldiği "kıyâsı ictihad' budur. Zahiriler, Bağdad
Mutezilesinden bir gurup ve bütün Şiîler bu tür içtihadı inkar etmişlerdir.
Bize göre,
'müstenbat illet' ile de tahakküm caiz değildir. Bilakis illetin, nas-sın ima
ve işareti ile bilinip mansusa katılması mümkün olduğu gibi talilin gerekli
olduğuna dair bir delilin bulunduğu durumlarda 'sebr'[3] yoluyla bilinmesi de [II, 234] mümkündür. Önümüzde üç
kısmın mevcut olduğunu varsayalım; bu kısımlardan ikisi iptal edilince
üçüncünün illet olduğu belli olur. Böylece illet, bir nevi istidlal ile sabit
olmuş olur ve bu, tahkîku'l-menât ve tenkîhu'l-menât'tan pek farklı değildir.
Bazen de, istinbat edilen vasfın müessir olduğuna icmâ' ile delil kaim olur ve
tesirde rolü olmayan şeyler hariç tutulup, bu vasfa zıt olmayan şeyler de buna
ilhak edilir. Msl. küçük çocuk üzerine mal hususunda velayet edilmesinin sebebi
'küçüklük'tür. Mala evlilik (bud1) hususu da ilhak edilir. Zira, hükmün celbi
hususunda küçüklüğün etkisi olduğu icmâ' ile sabit olmuştur ve hükme etki eden
anlam bakımından evlilik mala zıt değildir. Bunların hepsi, ilk iki kısma yakın
bir İstidlaldir, tik kısım konusunda İttifak vardır; ikinci kısım da çoğunluk
tarafından kabul edilmiştir.
Buraya kadar
iki mukaddimeyi açıkladık. Şimdi diğer konulara geçebiliriz.[4]
Şîa ve birkısım
Mutezilîler, kıyas ile amel etmenin (teabbüd bi'1-kiyas) aklen imkansız
olduğunu söylerken, bir kısım alimler kıyas ile amel etmenin aklen vacip
olduğunu söylemiştir. Kimi alimler de, akim bu konuda vacip kılma ya da
imkansız kılma şeklinde bir hükmü olmadığını ve bunun imkan dahilinde olduğunu
(mazınnetu'l-cevâz) söylemişlerdir.
Alimler, kıyas ile
amelin vukuunda da ihtilaf etmişlerdir. Zahiriler bunun vukuunu inkar etmekle
kalmamış, Şer'in bunu yasakladığını da söylemişlerdir.
Sahabenin tamamı ile,
sahabeden sonra gelen fakih ve kelamcılann büyük çoğunluğu tarafından
benimsenen görüş ise, kıyas ile amelin şer'an vuku bulduğudur.
Kıyas ile amelin
cevazını iptal edenler Üç grupta toplanabilir: a) kıyası aklen [II, 235]
imkansız görenler, b) aklen vacip görenler ve c) şer'an yasak görenler. Şimdi
bu gruplardan her biri için birer mesele takdir edip, onların hayallerini /
kuruntularını iptal edelim.[5]
Kıyas ile ameli aklen
imkansız görenlere soralım ve diyelim ki: "Siz bunun İmkansız olduğunu ne
ile bildiniz; zorunlu olarak mı yoksa düşünme / İnceleme yoluyla mı? Bunların
İkisini iddia etmek de mümkün değildir".
Onlar buna şu
yaklaşımlardan biriyle cevap verebilirler:
Birinci yaklaşım,
şöyle söylemeleridir: Allah Teala'nm, bilinmesine kesin bir delil diktiği
durumlarda, kıyasla ameli imkansız görmüyoruz. Biz, ancak, bilinmesi mümkün
olmayan şeyle ameli imkansız görüyoruz. Çünkü zanna dayanarak konuşmak
cehalettir. İnsanları cehalet çıkmazına sürükleyip, körü körüne davranmak ve
Allanın hükmü olduğunu bilmedikleri hatta Allahın hükmünün tam zıddı olması
mümkün olan şeylerle amel etmek zorunda bırakmak onların yararına değildir. Bu
düşünce iki asıl'a dayanır. Bu iki asıldan biri 'Maslahatı (salâh) öngörmenin
Allah'a üzerine vacip olması', ikincisi ise 'kıyas ile amelde maslahatın
(salâh) bulunmadığı'dır. Siz bu iki asıldan hangisini tartışıyorsunuz!
Cevap:
Biz her iki asıl
hususunda sizinle tartışıyoruz. Kulların yararına (maslahat) olanı vacip
kılmanın Allaha vacip olduğu düşüncesinin batıl olduğu görüşündeyiz,
dolayısıyla kabul etmiyoruz. Bunu kabul etsek bile, salahı vacip kılanların bir
kısmı kıyas ile amelin caiz olduğunu söylemişler ve bunu şöyle savunmuşlardır:
"Belki de Allah Teâlâ, kullarının, bol hayırlara nail olabilmeleri için,
ictihad külfetini yüklenerek ve istinbat hususunda kalbi ve aklı çalıştırarak /
yorarak kıyasa başvurmasında bir lütuf olduğunu bilmiştir. -Allah İçinizden
iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerce yükseltir-. Düşünme
yoluyla kalbin te-kellüf ettiği zorluk, ibadet yoluyla bedenin çektiği
zorluktan hiç de aşağı değildir.
Denirse ki:
Sâri', kulların
ihtiyaçlarım zann kelimelerine bırakmak yerine belirleme (tansîs) yoluyla
karşılamaya muktedirdir ve bu daha uygundur (aslah).
Deriz ki:
Salâhı (uygun) Allah
üzerine vacip kılanlar, en uygunu (el-aslah) vacip kıl-[II, 236] mamaktadtr.
Üstelik, belki de Allah Teala, bütün mükellefiyetleri sırf kendisi belirlediği
takdirde, kullarının azıp isyan edeceklerini; bütünüyle kendi reylerine
bıraktığı takdirde de, ictihad ve zanlanna tabi olmaya hırslarının kabaracağını
bilmiş olabilir.
Diğer taraftan Allah,
iki şahidin sözüyle hüküm verme, kıblenin istidlal yoluyla belirlenmesi,
nafakalar konusunda kifâyet'in / yeter miktar'ın ve cinayetler konusunda mislin
takdir edilmesi konul an nda kullarını cehalet çıkmazına atmış değil midir!
Bunların hepsi zann ve tahminden ibarettir.
Denirse ki:
Hakimden, şahitlerin
doğruluğu ile amel (teabbüd) etmesi istenmemektedir (Yani kadı, şahitlerin
mutlaka doğru sözlü olmalarını sağlamakla mükellef değildir). Çünkü kadı buna
muktedir değildir. Aksine ona gereken şahitlerin doğruluğuna kanaat (zann)
getirmesi durumunda hüküm vermektir. Yine kıbleyi yakînen tayin edememiş olan
kişiye vacip olan, kıbleye yönelmek değil, kıble olduğunu zannettiği tarafa
yönelmektir.
Deriz ki:
Aynı şekilde
müctehidden istenen de, aslın fer"e delalet ve şahitlik ettiğine zannı
galip hasıl ettiğinde, astın fer'e şahitlik ettiği'ne hükmetmektir. Bu şahitliğin
tahkiki / gerçekleştirilmesi hususunda müctehide bir mükellefiyet yoktur.
Aksine tıpkı hakimin, şahitlerin yalan söylemeleri mümkün olmasına rağmen,
zannına göre hüküm vermekle mükellef olması gibi, müctehid de, bu şahitlik
fa-sid olsa bile, zannına göre amel etmekle mükelleftir, ikisi arasında bu
açıdan hiç bir fark yoktur. Bu sebeple biz, her müctehidin musîb olduğunu ve
hatanın imkansız olduğunu söylüyoruz. Çünkü müctehid, hakkında kesin delil
bulunmayan bir şeyi tam olarak tutturmakla / isâbet'le mükellef değildir.
Onların zikrettikleri husus, isabet eden müctehidin tek olduğu görüşünde
olanlar açısından problemlidir.
Işın özü şudur: Sâri',
"Bütün sarhoş edici şeyleri haram kıldım" ve "Şarabı da sarhoş
edici olduğu için haram kıldım" dese, bununla amel etmek (teabbüd) imkansız
olmaz. Aynı şekilde Sâri', "Buğdayda ribayı haram kıldığım zaman, bunun
durumunu iyice düşünün ve vasıflarını kısımlara ayınn. Eğer, bir emare /
belirti ile buğdayda ribayı, buğdayın saklanabilir yiyecek maddesi olduğu için
haram kıldığımı, şarabı da sarhoş edici olduğu için haram kıldığımı zannı
galiple bilirseniz, ben saklanabilir tüm yiyecek maddelerinde ribayı haram
kılmışımdır ve her sar- [n, 237] hoş edici şeyi haram kılmışımdır. Buğdayda
ribayı, buğdayın mekîl / ölçülebilir olması yüzünden haram kıldığıma kanaat
getirenlere de, ölçülebilir her şeyde ribayı haram kılmışımdır" demiş
olsa, bu ifadeyle, "Eğer kıbleyi tayin edemezse-niz, kıble olduğuna zannı
galip ettiğiniz her yön kıbledir. O tarafa yönelin" ifadesi arasında hiç
bir fark yoktur. Hatta, birlikte bulunan iki kişi, iki farklı yönün kıble
olduğuna kanaat getirirlerse bu İki kişiden her biri isabet etmiş olur. Nasıl
ki, bir yönün kıble olduğu konusundaki zannın, kıbleyi doğrudan görmeye; adil
kişinin doğru sözlülüğü konusundaki zannın, mucize ile desteklenmiş peygamberin
kesin doğru sözlülüğüne ve tek ravinin doğru sözlülüğü hakkındaki zannın tevatürün
doğruluğuna ilhak edilmesi imkansız değilse hükmün, bir menât ile irtibatlı
olduğu yönündeki zannın, bu İrtibatın sarih nass ile gerçekleşmiş olmasına
ithak edilmesi de imkansız değildir.
Denilirse ki:
Buğdaydaki ribanın,
buğdayın ölçülebilir) veya saklanabilir (kût) veya yenilebilir (mat'ûm) olması
sebebiyle haram kılınmasında ne maslahat vardır?
Deriz ki:
En uygun / Eslah olanı
öngörmenin vacip olduğu görüşünde olanlar, maslahatın kullara aşikar olmasını
şart koşmazlar. Akşam namazının üç, sabah namazının İki rekat olarak
takdirinde, hudûd, keffâret ve zekat nisaplarının değişik miktarlarda takdir
olunmasında ne maslahat vardır! Fakat Allah bunların yerine getirilmesinde
(teabbüd), kullarının bu sayede taata yaklaşıp masiyet ve bedbahtlık
sebeplerinden uzaklaştıkları -başkalarına açıklanmayan- bir lütuf olduğunu bilmiştir.
Öyle ki Allah, hükmü mücerred bir isme dahi izafe etse bu hüküm sabit olur ve
biz bu hükümde idrak edemediğimiz bir lütuf olduğuna inanırız. Bütün bunların
vasıflar hakkında da tasavvur edilmesine bir engel yoktur.
İkinci yaklaşım, şu
sözleridir: Kıyas ancak illet ile tutarlı / müstakim olur. İllet de hükmü
bizatihi gerektiren şeydir. Halbuki, Şer'in illetleri böyle değildir. Öyleyse,
haramhk için illet olarak dikilen şeyin helallik için illet olması da mümkün
iken, talî! yapmak nasıl tutarlı olabilir!
ru 238]
Deriz ki:
Hükmün illetinin bir
anlamı vardır ve o da hükme alamet olarak dikilmiş olmaktır. Şer'in,
sarhoşluğu (sekr) şarabın tahrimi için alamet olarak dikmesi ve "Bu
alamete tabi olun ve sarhoş edici tüm şeylerden uzak durun" demesi caiz olduğu
gibi, aynı şeyi helal kılmak için alamet yapması da mümkündür. Hatta, "Kim
bunun helallik alameti olduğuna kanaat getirirse ben ona tüm sarhoş edici
şeyleri helal kıldım, kim de bunun haramiık alameti olduğuna kanaat getirirse
ona da bütün sarhoş edicileri haram kıldım" demesi de mümkündür. Bu
suretle müctehidler farklı kanaatlerde olabilirler ve hepsi de doğruyu
tutturmuş olur.
Üçüncü yaklaşım, şu
sözleridir: Allahın hükmü, Allahın vermiş olduğu haberdir ve bu tevkîf yoluyla
bilinir. Allah kuru üzümün hükmünü haber vermediği zaman, biz kuru üzüm
hakkında Allahın hükmünün tahrim olduğunu nasıl söyleyebiliriz. Nassın
söylediği ise sadece altı şeydir.
Deriz ki:
Allah Teala,
"Sizden kıyas İle amel etmenizi istiyorum. Buğdaydaki ribayı, buğdayın
yiyecek maddesi olması sebebiyle haram kıldığıma kanaat getirirseniz, tüm
yiyecek maddelerini buğdaya kıyas ediniz" demiş olsa, bu ifade kuru üzümün
hükmünü de haber vermiş olur. Kıyas ile amel edileceğine dair bir delil bulunmadığı
sürece kıyas yapmak bizce caiz değildir. Çünkü, Esâsu'l-Kıyâs adlı eserimizde
açıkladığımız gibi, bizce kıyas, sırf tevkîf İle hüküm vermektir. Fakat, her ne
kadar bu yönde muayyen bir nass varid değilse bile, sahabenin icmâ'ı kıyasa
delildir; onlar, bize nakletmeseler de, muhtelif lafızlar ve karineler yoluyla
Şâri'den bu manayı anladıkları için kıyasa başvurmuşlardır.
Dördüncü yaklaşım, şu
sözleridir: Bir süt kız kardeş, on yabancı kadınla veya bir murdar hayvan on
boğazlanmış hayvanla ayırım yapılamayacak biçimde karışsa, yanılmanın
mümkünlüğünü gösteren alametler bulunduğu sürece bunla-[II, 239] rın hiçbirine
el uzatmak caiz olmamaktadır. Her ietihad ve her kıyasta hata mümkündür. Hata
imkanı varken nasıl olur da kıyasa teşebbüs edilebilir! Bu durum, Şu iki
sebepten / manadan ötürü, kıble, şahidin adaleti, kadı, devlet başkanı ve vakıf
mütevellisi hakkında söz konusu değildir:
a) Bu,
şahıslar ve eşyalar / a'yan hakkında hükümdür. Şahıslar ve eşyalar ise
sonsuzdur. Bunların nass ile belirlenmesi mümkün değildir.
b) Bu tür ietihadda hata İmkansızdır. Çünkü
bunlardan istenen, şahitlerin doğru sözlülüğü ile deği! kanaatleriyle amel
etmektir (teabbüd).
Deriz ki:
Biz de aynı
yaklaşımla, bu işkalden kurtulmanın tek yolunun her müetehidin doğru / isabetli
kabul edilmesi olduğunu kabul ediyoruz. Müctehid nassa aykırı bir sonuca
ulaşmış olsa bile isabet etmiştir. Zira müctehid, sadece kendisine ulaşanla
mükelleftir. Bu takdirde müctehid açısından hata mümkün değildir, tsabet edenin
tek olduğu görüşünde olanlar ise, bu işkalden kurtulamazlar.
Bir süt kız kardeşin
yabancı kadınlarla karışması durumuna gelince, biz buradaki engelin sırf hata
/ yanılma İmkanı olduğunu teslim etmiyoruz. Nitekim, bir kadının süt
kardeşliğinde şüphe edilse, hata mümkün olduğu halde, o kadınla ev-lenilmesi
helal olur. Fakat Şer', yabancı olduğu yakinen bilinen kadınla evlenmeyi mubah
kılmış ve yakînî bilginin sonradan gelen şüphe ile zail olmadığına hükmetmiştir.
Ancak, iki yakînî bilgi / yani hem haramlık ve hem de helalliğin yaki-nen
bilinmesi durumu tearuz ettiğinde bu artık muarazadan kurtulmuş ya da sırf
delilsiz şüphenin muaraza ettiği yakîn anlamında değildir. Bu durum delilin
gereğine uyma açısından ona ilhak edilemez. Şer1 bu konuda ruhsat verse bu
imkansız olmaz.
Mesele: (Kıyas ile
teabbüdün aklen vacip olduğu görüşü)
Kıyas ite teabbüdün
aklen vacip olduğu görüşünde olanlar keyfî hüküm vermiş oldukları için
kendilerinden delil istenir. Onların bu konuda öne tutundukları iki gerekçe /
şüphe vardır.
Birinci gerekçe:
Peygamberler, her
suret / olay hakkındaki hükmü genelleştirmekle emrolun- [n, 240] muşlardır.
Suretler ise sonsuzdur. Nasslar bu suretleri nasıl ihata edecektir! Öyleyse
peygamberlerin zorunlu olarak içtihada başvurmak durumunda olduklarını söylemek
gerekir.
Cevap:
Bu anlayış sakattır.
Çünkü sınırsız şahıslar hakkındaki hüküm, biri "Her yiyecek maddesi
(mat'ûm) ribevidir" sözümüz gibi "küllî" diğeri de "Bu
bitki mat'umdur veya zaferan mat'umdur" sözümüz gibi "cüz'î" İki
mukaddime ile tamam olabilir.
Şöyle ki;
"Tüm sarhoş
ediciler haramdır", (küllî) "Bu içki bizatihi sarhoş edicidir"
(cüz'î) {O halde bu içki de haramdır)
"Tüm adil kişiler
doğru sözlüdür." (küllî)
"Zeyd
adildir" (cüz'î)
{O halde Zeyd doğru
sözlüdür}
"Zina eden herkes
recmedilir", (küllî) "Maiz de zina etmiştir", (cüz'î)
"Öyleyse Maiz de recmedilir" (netice)
Cüz'î mukaddimenin
uygulama alanları / mecraları sonsuz olduğu için, zorunlu olarak bu hususlarda
içtihada başvurulur. Bu işlem, 'hükmün menâtını tahkik içtihadı' olup kıyas
değildir. Külii mukaddime ise hükmün menâtına ve bağlantılarına / rabıtalarına
şamildir. Bunun külli rabıtalar ile belirtilmesi mümkündür.
Msl. "Buğdayı
buğday mukabilinde satmayın" yerine, "Her yiyecek maddesi
ribevidir" demek, yine "Şarabı haram kıldım" yerine "Sarhoş
edici her şey haramdır" demek böyledir.
Bu genel lafızlar
verildiği zaman artık hükmün menâtını istinbata gerek kalmaz. Her ne kadar bu
görüşte olanlarla "Bütün suretlerin hükümle kapsanması gerekmez. Bazı
suretlerin hükümden ari kalması ne diye İmkansız olsun! Cüz'î mukaddimede, bunu
yakîne irca etmek ve 'Doğru sözlülüğünü yakînen bildikleriniz ile ve yiyecek
maddesi ya da sarhoş edici olduğunu bildiklerinizle hüküm verin. Yakinen
bilemediklerinizi aslın hükmü üzere bırakın' denilmesinin de mümkün
olduğu" söyenilerek tartışmak mümkün olmakla birlikte bu durumda kıyasa
gerek kalmamaktadır. Ne var ki bu durum, bütün cüziyyat hakkında uygulana-[II,
241] maz. Çünkü şahitlerin doğru sözlülüğünü, kadıların ve valilerin adaletini
yakinen bilmek mümkün değildir ve hükümlerin tatiline imkan yoktur. Aynı
şekilde, akrabaların kifayetinde ve mütlefatın tazmin bedellerinde yakinî bir
takdir mümkün değildir. Yakînİn husule gelmesi amacıyla miktarı çoğaltmak
nafaka veya diyet mükellefine zarar verebileceği gibi azaltmak da hak sahibine
zarar verebilir. Hükmün menâtını tahkik hususunda ictihad zorunludur, fakat
tahrîcu'l-menât ve tenkîhu'l-menât hususunda zorunlu değildir.
ikinci gerekçe:
Derler ki: Akıl, aklî
illetlere delalet ettiği gibi şer'î illetlere de delalet eder ve bu illetler
akıl ile kavranabilir. Hükmün, aklî uygunluk bakımından uygunluğu / aklî
uygunluğa uygun oluşu öyle bir maslahattır ki, akıl, şer'in bu maslahatla
va-rid olması gerektiğine hükmeder.
Cevap:
Bu gerekçe de tutarlı
değildir. Çünkü kıyas, ancak, nassın, hüküm mecralarının birkısmına özel
oluşundan ötürü tasavvur olunabîlmektedir. (Yani nassın, hükmün
uygulanabileceği alanların birkısmına mahsus olduğu düşüncesinden hareketle
kıyasa başvurulacağını söylüyoruz). Hususiliği takdir edilebilen her hükmün
genelleştirilmesi mümkündür. Şayet nass hususi değil de umumi olsaydı bu
durumda kıyasa yer kalmazdı.
Bu görüş sahiplerinin
Şer'i illeti aklî illete kıyaslamaları da yanlıştır. Nitekim bazı illetler
münasip olmadığı / bazı illetlerle hüküm arasında bir uygunluk bulunmadığı
gibi, münasip olanlar da hükmü bizzat gerekti rmeyebi I ir ve illet olduğu
halde hüküm bulunmayabilir. Dolayısıyla da müskirin haram olmaması, zina ve
hırsızlık sebebiyle haddin vacip olmaması mümkün olabilir. Diğer illetler ve
sebepler de böyledir.
Mesele: (Rey ve
içtihadı caiz görmeyen grup)
Zann ile ictihad
yolunu kapayıp Şer'de ancak nass veya nass hükmünde olan kesin delille hüküm
verilebileceğini savunarak rey ve ictihad ile hüküm vermeyi menedenîere ve bu
konuda (ictihadla hüküm verme konusunda) delil bulunmadığını ileri sürenlere
reddiye:
Bunlara verilecek
cevap, ictihad ve rey ile hüküm vermenin caizliği hususunda delil göstermekten
ibarettir.
Ben hükmün menâtını
tahkik hususundaki içtihada itiraz eden birinin bulunacağını tahmin etmiyorum.
Buna göre, zekat fakire verilecektir. Bir kişinin fakirliği ise zannî emareler
ile bilinir. Yine, ancak adil kişinin sözüyle hüküm verilir fakat bu kişinin
adaleti de zann ile bilinir. Vakit, kıble, cinayet diyetleri ve akrabanın
kifayeti gibi hususlardaki ictihad da böyledir.
Buna karşılık olmak
üzere onlar iki mazeret öne sürebilirler:
Birincisi, bütün bu
hususlarda kulun zannına uymakta emrolunduğunu, kulun zannının mevcut olduğunu,
zann durumunda da hüküm vermenin kesinlikle vacip olduğunu söylemeleridir ki,
biz de zaten aynı şeyi diğer ictihadlar için söylüyoruz.
ikinci mazeretleri de
şudur: Bütün bunlar zaruri olan şeylerdir. Bizim tartışmamız ise, hükümlerin
menâtının rey ve ictihadla bilinip bilinmeyeceği hususun-dadır.
Bu mazerete karşılık
olarak, sahabenin, meydana gelmiş olan ve hakkındaki [H( 242] nass
bulamadıkları bütün olaylarda rey ve ictihad ile hüküm verme konusundaki icmâ'ı
ile istidlal edilebilir. Sahabenin rey ve ictihad ile hüküm verdiklerine dair
icmâ', onlardan mütevatir bir biçimde bize ulaşmıştır. Bunların tamamını burada
zikretmek mümkün değilse de bir kısmını nakledebiliriz: [6]
1) Sahabe,
nass bulunmamakla birlikte, Ebû Bekr'in devlet başkanlığına ictihad ile
hükmetmiştir. Biz, Ebû Bekr'in, Ali'nin ve Abbas'ın devlet başkanlığına dair
nass bulunduğu iddiasının batıl olduğunu kesin olarak biliyoruz. Çünkü; eğer
böyle bir nass olsaydı hem nakledilirdi hem de bu nassla tayin edilmiş olan
kişi bu nassa tutunurdu ve meşveret'e gerek kalmazdı. Nitekim Ömer, kendisinden
sonraki devlet başkanının seçimini, içlerinde Ali'nin de bulunduğu altı kişilik
bir şûrâ'ya havale etmiştir. Şayet, -mesela- Ali'nin devlet başkanı tayin
edildiğine ve bu İşe onun uygun görüldüğüne dair nass olsaydı, Ömer onunla
başkaları arasında tereddüt etmezdi.
2) Sahabe,
kendisinden sonra devlet başkanı olacak kişiyi belirlemeyi (ahd), bey'at
yoluyla belirlemeye (akd) kıyas etmiştir. Haberlerde hiç kimsenin ismi
belirtilmeksizin imametin / devlet başkanlığının bey'at yoluyla akdedileceği
vardır. Ebû Bekr, bu konuda hiç bir nass bulunmadığı halde özellikle Ömer'i
veliaht tayin etmiştir. Fakat sahabe, devlet başkanının tayinini, ümmetin
bey'at akdi için tayin edilmesine kıyas etmişlerdir. Ebû Bekr "Bu Ebû
Bekr'in ahdettiğidir" diye yazmış ve hiç kimse buna itiraz etmemiştir.
3) Sahabe,
zekat vermeyenlerle savaşılması hususunda Ebû Bekr'in içtihadına dönmüştür.
Ömer, önce "Hz. Peygamber 'Ben Allahtan başka Tanrı yoktur deyinceye kadar
insanlarla savaşmakla emrolundum. Böyle dedikleri vakit, haklı bir sebeple
olması durumu hariç, canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar' dediği
halde sen bunlarla nasıl savaşırsın" demiş, Ebû Bekr, "Hz. Peygamber
"haklı bir sebeple olması durumu hariç' demedi mi? Tıpkı namazın ikame
edilmesi, koruma sebeplerinden olduğu gibi, zekat vermek de koruma sebebidir.
Ben Allanın birleştirdiği şeyi ayıramam. Vallahi, eğer onlar Hz. Peygambere
verdikleri bir zekat hayvanının bağım bile bana vermiyecek olsalar, bu uğurda
onlarla savaşırım" demiştir. Zekatı vermemekte direnen Hanife oğullan
(Benû Hanîfe), nassa ittiba hususunda zahir ehlinin deliline tutunarak Ebû
Bekr'e gelmişler ve hükmün nass mahalline tahsisini gerekli görerek "Hz.
Peygamber, zekatı almakla emrolundu. Çünkü O'nun duası bizim için bir bereket /
iç rahatlığı idi. Senin duan ise böyle değildir. Zira Allah Teala demiştir ki;
'Onların mallarından zekat al, bu zekatla onları madden ve manen temizlemiş
olursun. Ve onlar için dua et! Çünkü senin duan onlar için bir iç rahatlığıdır
/ berekettir' (Tevbe, 9/103}" demişlerdi.
Ebû Bekr ve Sahabe
Peygamberin halifesini peygambere kıyas etmişlerdir. Zira Hz. Peygamber, zekatı
kendisi için değil fakirler için alıyordu. Halife de hakların yerine
getirilmesi konusunda peygamberin naibidir.
[II, 243]
4) Uzun süren bir kararsızlık devresinin ardından
sahabenin ictihad yoluyla üzerinde icmâ' ettiği şeyler vardır. Mesela, mushafın
yazılması, Kur'an'ın iki kapak arasında toplanması böyledir. Bunu ilk olarak
Ömer, Ebû Bekr'e önermiş, Ebû Bekr de 'Ben, Hz. Peygamberin yapmadığı bir şeyi
nasıl yaparım' demişti. Sonra Allah Ebû Bekr'in gönlünü bu işe patırdı. Yine
Osman'ın, değişik tertipli / dizilimli mushaflann çoğalmasından sonra Kur'an'ı
bir tek dizilim üzerine toplaması da böyledir.
5)
Sahabenin, dede ve kardeşlerin mirasçtlığı meselesinde değişik biçimlerde
ictihad ettikleri hususunda icmâ vardır.
Şunu da belirtelim ki
onlar, hakkında nass bulunmadığını kesin olarak bildikleri meselelerde ictihad
edileceği üzerinde icmâ etmişlerdir.
Şimdi de sahabenin rey
ile hüküm verdiğine ilişkin bazı haberleri nakledelim:
(Bu örnekler, rey ile
sonuca bağlanıp üzerinde icmâ edilmemiş Örneklerdir:)
1) Ebû Bekr,
kendisine kelâle'nin ne olduğu sorulunca, "Ben bu konuda kendi görüşümü
(re'y) söyleyeceğim. Eğer doğru olursa Allahtan, yanlış olursa benden ve
şeytandandır. Allah ve Resutu bu görüşten beridir" demiş ve kelâle'yi
"baba ve çocuk dışındakiler" olarak açıklamıştır.
2) EbÛ Bekr,
annenin annesini mirasçı kılıp, annenin babasını mirasçı kılmayınca ensardan
birisi "sen bir kadını öyle bir ölüden mirasçı kıldın ki şayet bu kadın
Ölmüş olsaydı adam ona mirasçı olamayacaktı ve yine sen bir kadını öyle bir
adama mirasçı yapmadın ki, şayet bu kadın ölseydi adam bu kadının bütün bıraktıklarına
mirasçı olacaktı" demiş, bunun üzerine Ebû Bekr, görüşünden vazgeçerek bu
ikisinin altıda birde ortaklığına hüküm vermiştir.
3) Ebû Bekr,
maaş (atâ) konusunda ensar ve muhacirlerin eşitliğine rey ile hüküm vermiş,
Ömer ise, "Peygamber uğruna yurtlarını ve mallarını terkedenleri, İslama kerhen
girenlerle bir tutamayız" demiştir. Ebû Bekr, buna cevaben "Onlar
Allah için müslüman olmuşlardır ve mükafatlan Allaha aittir. Dünya ise ancak
yetinmeliktir (belâğ)" demiştir. Ömer halife olduğunda bunları eşit
tutmamış ve derecelerine göre onlara atada bulunmuştur. Ebû Bekr'in içtihadı,
atâ onların tâatlerinin mükafaatı olmadığı için, atanın tâat farklılığına göre
değişmeyeceği yönündedir. Ömer'in içtihadına göre ise, şayet islam olmasaydı bu
ataya zaten hak kazanamayacaklardı, öyleyse onların bu açıdan farklı olmaları
ve alimin maişetinin cahilinkinden daha geniş olması caizdir.
4) Ömer,
"Dede konusunda reyimle hüküm (karar) veriyorum ve o konuda kendi reyimi
söylüyorum" demiş ve muhtelif birkaç görüşle hüküm vermiştir.
Ömer'in,
"Cehennemin diplerine girmek kimin hoşuna gidiyorsa, dede hakkında kendi
görüşüyle hüküm versin" sözü ise hüccetten yoksun rey anlamındadır.
5) Ömer, ceninin
diyeti hakkındaki hadisi duyduğunda, "Eğer bu hadis olmasaydı bu konuda
kendi görüşümüzle amel edecektik" demiştir.
6) Ömer, müştereke meselesinde kendisine
"Farzet ki babamız eşekti. Biz hiç değilse aynı anadan değil miyiz!"
denilince bu anlayıştan (rey) hareketle on-lan (anne bir kardeşe verilen
1/3'lik) hisseye ortak etmiştir.[7]
7) Ömer'e, Semure'nin
yahudi tacirlerden öşür olarak şarap aldığı sonra onu [II, 244] sirke haline
getirip sattığı söylenince şöyle dedi: "Allah Semure'nin canını alsın!
Hz. Peygamber'in,
'Allah yahudilere lanet etsin! Onlara iç yağları haram kılınmıştı. Onlar da bu
içyağlan satıp parasını yediler1 dediğini bilmiyor mu?". Ömer böylece
şarabı iç yağına kıyas etmiş ve bundan şarabın yasaklanmasının Şarabın
bedelinin de yasaklaması demek olduğu sonucunu çıkarmıştır.
8) Ömer, hüküm
meclisine zina isnadında bulunan kişi (kâzif) olarak değil de şahid olarak
gelmesine rağmen, kâzif e kıyasladığı Ebû Bekre'ye şehadet nisabını
tamamlamadığı için celd vurmuştur.
9) Ali demiştir ki;
"Benimle Ömer'in görüşü, ümmü veledin satılamayacağı hususunda
birleşmişti. Ne var ki ben şimdi ümmü veledin satılabileceği görüşündeyim".
Bu açıkça rey kaynaklı görüş beyanıdır.
10) Ömer Ebu Musa
el-Eş'arî'ye şu tavsiyede ve talimde bulunmuştur; "Benzer ve denk
olanları iyice kavra. Sonra işleri kendi reyinle birbirine kıyas et!"
11) Osman -verdiği
bazı kararlarla ilgili olarak- Ömer'e şöyle demiştir; "Eğer kendi görüşüne
tabi olduysan, senin görüşün oldukça düzgün ve isabetlidir. Eğer senden
öncekinin (yani Ebû Bekr'in) görüşüne uyarsan, o çok daha güzeldir".
Eğer meselede kesin
bir delil olsaydı, Osman hem Ömer'in hem Ebû Bekr'in görüşünü birlikte
doğrulamazdı.
12) Osman ve Ali iki
cariye kız kardeşi cem hususunda şöyle demişlerdir; "Bu, bir ayete göre
helal (Nisa, 3), başka bir ayete göre ise haramdır" (Nisa, 23).
13) Osman, bain
talakla boşanmış kadının (mebtûte) mirasçı olacağını rey île söylemiştir.
14) Ali şarap İçme
cezasının takdiri ile İlgili olarak "Şarap içen ne dediğini bilmeksizin
ileri geri konuşur; böyle İleri-geri konuşan iftira eder. Dolayısıyla, bence,
şarap içene İftira cezası verilmelidir" demiştir.
Şarap içme, kazfın
mazınnesi olduğu için -yani sarhoşun zina İftirasında bulunması kuvvetle
muhtemel olduğu için- Ali, Şer'İn kimi zaman -msl. uykuyu ab-dest bozma
mesabesinde; cinsel ilişkiyi de rahmin gerçekten meşguliyeti (hamilelik)
mesabesinde tutması gibi- bir şeyin mazınnesini kendisi yerine koyduğunu
nazar-i itibare alarak şarap içmeyi kazfe kıyas etmiştir.
15) Ibn Mes'ud, bir ay
mühlet istedikten sonra mufavvıda (mehİr belirlemek-sizin evlenen ve zifaftan
önce kocası ölen kadının alacağı mehir açısından durumu) konusunda kendi
reyiyle hüküm vermiştir.
16) îbn Mes'ud,
"Yargı (Kaza), Kita,b, Sünnet ve salihlerin hükümleriyledir. Bunların
hiçbirisi yoksa reyinle ictihad et" diyerek kadılık görevi alanlara reyi
tavsiye ediyordu.
17) Muaz b. Cebel, Hz.
Peygamber'e "Kitab ve Sünnette bir hüküm bulamadığım zaman reyimle
ictihad ederim" demiş, Hz. Peygamber de bunu tasvip etmiştir.
18) Ibn Abbas,
faydalarının farklı olduğu gerekçesiyle dişlerin diyetinin değişik olacağına
hükmedenlere "Niye parmakları nazar-ı itibare almıyorlar" demiştir.
19) İbn Abbas avl
hususunda, "dileyenle tartışırım" demiştir. [n, 245]
20) îbn Abbas, yiyecek
maddesinin kabzdan önce satımıyla ilgili yasağı duyunca, "Öyle sanıyorum
ki herşey böyledir" demiştir.
21) İbn Abbas,
başladığı nafile orucu bozan kişinin, tıpkı, bir malı tasadduk etmeyi murad
edip bir kısmını tasadduk ettikten sonra vazgeçen kişi gibi olduğunu
söylemiştir.
22) Zeyd'in feraiz,
hacb ve dedenin mirası hakkında söyledikleri de böyledir. Zeyd, koca ve ebeveyn
meselesinde koca hissesini aldıktan sonra (1/2) kalanın üçtebirini -anneye-
verince, İbn Abbas ona, kalanın üçtebirini Allanın Kitabının neresinde buldun,
demiş, Zeyd de, benim kanaatim de rey kaynaklı seninki de, demiştir.
Bu ve benzeri gibi
daha pek çok meşhur örnek vardır.
Her müfti mutlaka rey
ile konuşmak durumundadır. Reye başvurmayan müf-ti varsa, bu da başkalarının
içtihadına (reyine) göre davrandığı için buna ihtiyaç hissetmemiştir. Sahabe,
rey İle hüküm vermesi sebebiyle her hangi bir itirazla karşılaşmamış,
dolayısıyla rey ile hüküm verme hususunda kesin bir İcmâ gerçekleşmiştir.
Bu örneklerin gerekçe
oluş biçimi:
Sahabenin ihtilaf
ettikleri ve ictihad ettikleri bu meselelerde Allanın muayyen bir hükme dair
kesin bir delili ya vardır ya da yoktur. Böyle bir delil yoksa, onlar kesin
olmayan bir şeyle hüküm vermişlerdir ki böylece ictihad sabit olur. Bu
meseleler hakkında kesin bir delilin varlığı şıkkı da imkansızdır. Çünkü kesin
bir delil bulunduğunu bilen kişinin bunu gizlememesi vaciptir. Eğer böyle bir
kesin delil var olsaydı ve ortaya konulsaydı buna hiç birinin muhalefet
etmemesi gerekirdi ve muhalefet edenin fasık ve günahkar sayılıp bid'at ve
dalalet ehli olarak nitelenmesi gerekirdi. Ayrıca böylelerinin fetvadan alıkonulması
ve halkın bunları taklit etmesinin yasaklanması vacip olurdu. Böylelerinin
öldürülmesi vacip değilse bile, bu önlemler yapılması gerekenin en azıdır.
Hatta, biz aynı görüşte olmasak bile böyle kişilerin Öldürülmesinin vacip
olduğunu söyleyen alimler de vardır.
Özetle söylemek
gerekirse, kesin bir delil var idiyse, bu delile muhalefet eden fasık olacağı
gibi, kesin delile muhalefet edenlere ses çıkarmamak ve onları doğruya davet
etmekten geri durmak da fasıldık (fısk) olurdu ve böylece fasıklık bütün
sahabeye hatta bütün insanlara şamil olurdu. Halbuki bu meseleler aklî konular
/ akliyyât gibi değildir. Bunların delilleri bazılarının idrak edemiyebileceğİ
ölçüde kapalıdır; dolayısıyla kişi muannd olmaz.
Şer"î konulardaki
kesin delil (el-kâtıu'ş-şerl) ise açık bir nasstir.
Zahir ehli der ki:
"Sadece doğrudan söylenen (mantukbih olan) nass ile veya doğrudan
söylenmeyen durumlarda- tevil ihtimali bulunmayan zahir delille hüküm
verilir". Msl.
"(Ölenin çocuğu
yoksa ve) ona ana-babasi (ebeveyn) mirasçı oluyorsa, annesinin payı
üçtebirdir" (Nisa, 4/11) ayeti böyledir. Bu ayetin ma'kulii / bu ayetten
aklen çıkarılacak sonuç, babasının payının üçte iki olduğudur.
"Allanın zikrine
koşun" {Cuma, 62/9} ayetinin ma'kûiu ise, o anda ticaretin ve evde
oturmanın haram oluşudur.
"İplik kadar dahi
haksızlığa uğramazsınız", {Nisa, 4/77} "Kim zerre kadar hayır
işlerse onu görür" (Zelzele, 99/7}, "Ana-babaya öf deme" {Isrâ,
[II, 246] 17/23} ayetleri de böyledir.
İşte söylenmemiş olan
kısım (meskût) hakkında hüküm vermeye ancak bu tür durumlarda ruhsat
verilmiştir. Sıradan halk açısından bile kapalı olmayan bu tür durumların, son
derece yüksek payeleri haiz olan sahabeye kapalı kalması ve ihtilafa yol açması
düşünülemez.
Rey ve ictihad ile
hüküm vermenin caizliği konusundaki delil genel hatlarıyla böyledir. Bu
delilin tamam olabilmesi için buna yöneltilecek itirazları cevaplamak gerekir.
Bu itirazların
başhcalan şunlardır:
1) Hasım, İcmâ'ın hüccet
oluşunu inkar ederek bu delile itiraz edebilir, tcmâ'in hüccetliğini inkar eden
Nazzâm'dır. Biz, icmâ'ın hüccetliğini ilgili bahiste isbat etmiştik.
2) Hasım,
(genel manada icmâ'm hüccetliğini kabul etmekle birlikte) icmâ'ın kıyas
hususunda tamam olmadığını ileri sürerek itiraz edebilir. Şöyleki; bu zikredilen
örnekler sahabenin hepsinden değil bir kısmından nakledilmiştir. Geri kalanlar
ise yalnızca susmuşlardır. Sahabenin bir kısmının reyi inkar ettiğine dair
rivayetler de vardır.
3) Onlar
bazen bir kısım sahabenin susmasını kabul ederler, fakat bu susmayı rey
hususunda muvafakata değil itirazı terk hususunda iyi geçinmeye hamle-derler.
4) Bazen
icmâ'ı kabul ederler, fakat sahabenin faşıklıkla nitelendirilmesini
önemsemezler.
5) Bazen
sahabenin bu reylerinin, kıyasa değil de umum ifadelere, lafızların muktezasına
ve tahkik u'1-menâl'a dayalı olduğunu söylerler.
Onların itiraz
edebilecekleri hususlar toplam olarak beş tanedir. Birinci itiraz:
Câhiz, Nazzâm'dan
naklen der ki: Sahabe, şayet emrolunduklarıyla amele yapışıp, gereksiz yere
kıyas ve rey külfetini yüklenmemiş olsalardı aralarında ihtilaf ve anarşi
meydana gelmezdi ve kan dökülmezdi. Ne var ki, sahabİIer mükellef olduklan
şeyin dışına çıkıp, muhayyer kalarak ve tehakküm ederek rey ile konuşmayı
yüklenince (tekellüf) ihtilafı bir metod haline getirdiler ve öldürme ve savaş
tehlikesine düştüler.
Aynı şekilde Râfizîler
(Râfıza), selefin tamamının birbirleri hakkında komplo kurduklarını, hakkı hak
sahibinden gasbettiklerini ve kıyamete kadar olacak şeylerin hükümlerini içine
alan bütün nasslan kuşatmış olan "masum imam"a itaatten saptıklarını
ve bu sebeple aralarında cereyan eden çekişme ve tartışmalara düştüklerini
iddia etmişlerdir. Bu itiraz, sahabenin rey ile amel hususundaki ittifaklarım
inkar edemeyen ve onları dalalete nisbet ederek kendisi fısk ve dalalete düşen kişinin
öne sürdüğü bir itirazdır. Bu itirazın tutarsızlığını göstermeye, ümmetin hata
(yanlış) üzerinde birleşmcyeceğine delalet eden hadis ile Sahabenin yüksek
mevkiine delalet eden ayetler ve hadisler yeter. Biz bunları Kitâbu'l-fmâmdde
zikredeceğiz. Aklı olan birisi, Allah ve Resulünün övdüğü kişiler hakkında
Nazzâm gibi bir bidatçi'nin sözüyle nasıl kötü düşünebilir!
İkinci itiraz:
Rey ve kıyas ile amel
eden, sadece sahabenin bîrkısmıdır. Birkısım [H, 247] sahabîlerin ise sadece
sustuktan bilinmektedir. Şurası kesin ki, birkısım sahabiler hiçbir surette
kıyasa dalmamış, birkısmı ise itirazdan geri durmamıştır. Câhızın naklettiğine
göre Nazzâm, "Sahabe içerisinde kıyasa dalanlar, Ebû Bekr, Ömer, Osman,
Zeyd b. Sabit, Übeyy b. Ka'b ve Muâz b. Cebel gibi birkaç ilk sahabi ile Ibn
Mes'ûd, Ibn Abbâs ve Îbnu'z-Zübeyr gibi birkaç genç sahabidir" demiş,
sonra da rey ile hüküm vermedikleri ve rey ile teşride bulunmadıkları için
Abbâs ve Zübeyr'i övmüş ve "Sanki Hz. Peygamberin hallerini babalarından daha
iyi biliyorlar!" diyerek abâdile'yi kötülemeye girişmiştir.
Dâvûdiyye ise,
sahabenin hepsinin reyi inkardan ve rey ile hüküm verenleri yanlış yapmakla
itham etmekten geri durduğu şeklindeki iddiayı kabul etmemiş ve bu hususa da
sahabeden rivayet edilen şu sözleri gerekçe göstermişlerdir:
*"Allahın Kitabı
hakkında kendi şahsî görüşüm (rey) ile konuşursam hangi gök beni gölgelendirir,
hangi yer beni barındırır" (Ebû Bekr),
*"Kelâle hakkında
kendi şahsî görüşümü söylüyorum. Eğer yanlış olursa benden ve
Şeytandandır" (Ebû Bekr),
*"Eğer ictihad
ederlerse hata ederler, ictihad etmezlerse de hakkı gizlemiş olurlar" (Bu
sözü Ali, cenin kıssası ile ilgili olarak Ömer'e söylemiştir)
*"Gidin Zeyd'e
haber verin! Eğer tevbe etmezse Resulullah ile birlikte yaptığı cihad boşa gitmiştir"
(Bu sözü, Aişe, ıyne / îne meselesinde reyiyle fetva veren Zeyd b. Sabit için
söylemiştir).
♦"Dileyenle
tartışının ki, Allah malda yarım ve üçte iki kılmamişttr" (Ibn Abbas'ın
sözü).
*"Zeyd b. Sabit
hiç Allah'tan korkmaz mı! Oğulun oğlunu oğul hükmünde tutuyor da, babanın
babasını baba hükmünde tutmuyor" (Ibn Abbas'ın sözü).
*"Eğer yanlış ise
benden ve Şeytandandır" (tbn Mes'ud, mufavvıda meselesinde söylemiştir).
*"Reycilerden
sakının! Reyciler Sünnet'in düşmanlarıdır. Onlar hadisleri ezberlemeye güç
yetiremedikleri için rey ile hüküm vermişler, hem kendileri sapmış, hem de
başkalarını saptırmışlardır" (Ömer).
*"Eğer dîn, rey
ile olsaydı, mestin içini meshetmek dışını meshetmekten daha doğru
olurdu" (Ali ve Osman).
*"Din konusundaki
reyi itham edin. Bizim yaptığımız rey tekellüf ve zandır. Zan ise hiç bir
surette hakikatin yerini tutmaz" (Ömer).
*"Bazı kişiler
reyleri ile fetva veriyorlar. Şayet şu anda Kur'an iniyor olsaydı, onların
fetvalarının aksine inerdi" (Ömer).
*"İçinizdeki alim
ve salih kişiler gidecekler ve insanlar kendilerine, olmamışı, olana kıyas
eden cahil reisler edinecekler" (îbn Mes'ûd).
[II, 248] *"Eğer dininiz hususunda rey ile
hüküm verirseniz, Allah'ın haram kıldığı birçok şeyi helal, helal kıldığı
birçok şeyi de haram kılarsınız" (Ibn Mes'ûd).
*"Allah, hiç
kimseye kendi dini hakkında rey ile hüküm verme yetkisi vermemiştir. Nitekim
Allah Teala peygamberine "Biz sana Kitâb'ı, insanlar arasında Allanın
sana gösterdiği ile bükmedesin diye hak ile indirdik' (Nisa, 4/105) buyurmuş,
'Kendi görüşüne göre hükmedesin diye' dememiştir." (tbn Ab-bas)
*Kıyas Ölçülerinden
(mekâyîs) uzak durun! Güneşe de kıyas Ölçüleri sebebiyle tapınıl maktadır.
(îbn Abbas)
*Eraeytecileri (senin
görüşün ne, sen ne dersin? diyenleri) terkedin! (îbn Ömer)
Tabiun da tıpkı sahabe
gibi kıyası inkar etmiştir. Msl.
Şa'bî, "Sana
Ahmed'in (Hz. Peygamberin) arkadaşlarından naklettikleri haberleri çekinmeden
al! Kendi görüşlerine dayanarak verdikleri haberleri çöplüğe at! Çünkü Sünnet,
kıyas ölçülerine göre konulmamıştır" demiştir.
Mesrûk b. el-Ecda',
"Sabit olmuş ayağın kaymasından endişe ettiğim için (yani doğru yoldan
sapma endişesiyle) bir şeyi bir şeye kıyas etmem" demiştir.
Cevap:
Bu itirazlara birkaç
şekilde cevap verilebilir:
a) Biz,
bütün sahabilerin ictihad ettiklerini, rey ile görüş açıkladıklarını verey ile
hüküm verenlere karşı çıkmadıklarını kesin delillerle açıklamıştık. Hatta bu
husus, "kardeşlerle birlikte dedenin mirasçı lığı", "devlet
başkanının bey'at yoluyla tayini (belirlenmesi)", "mushafın
toplanması", "Devlet başkanlığı (hilafet) makamına Ömerin atanması
(ahd)" gibi meşhur birkaç olayda tevatüren sabit olmuştur. Bunlar gibi
tevatüren sabit olmayan olaylar ise, ümmet arasında hiç kimsenin inkar
etmediği sahih rivayetler ile sabit olmuş ve sahabenin reye başvurmaları
hususunda, zaruri bilgi meydana getiren münferit olaylardır. Bu, tıpkı Hâtim'in
cömertliğinin, Ali'nin yiğitliğinin bilinmesi gibi, zaruri olarak bilinmiş
olmaktadır. Bütün bunlar, sahabenin ictihadla hüküm vermeleri hususunu şüphe
konusu olmaktan çıkaracak bir boyutta olup, aksi yöndeki rivayetlerin pekçoğu
kopuktur (maktu') ve güvenilir olmayan kişilerden nakledilmiştir. Üstelik bu rivayetler,
aynı kişilerden nakledilen sahih rivayetlere doğrudan muarızdır. Bu durumda,
zaruri olarak bilinen bir şey, böyle olduğu bilinmeyen bir şey mukabilinde
nasıl terkedilebilir!? Hatta, sahabeden ictihad lehinde ve aleyhinde nakledilen
haberlerin sıhhat bakımından birbirine eşit olduğunu kabul etsek bile, bu durumda
her iki gurup haberlerin hepsini atmak ve sahabenin mütevatiren bilinen müşavere
ve ictihadlanna başvurmak gerekir.
b) Bu
rivayetler şayet sahih ve hatta mütevatir olsa, bu durumda bu rivayetlerle,
yine sahabenin meşhur ictihad I arının arasını uzlaştırmak gerekir. Buna göre,
sahabenin inkar ettiği reyin, nassa muhalif rey veya müctehid olmayan kişilerden
sadır olmuş cehalet kaynaklı rey veya yeri dışında kullanılan rey veya hiç bir
aslın şahitlik etmediği ve sırf istihsana ve -önceki minvale uyum
göstermeksizin-yeniden / kendiliğinden şeriat koymaya dönük rey olduğu
söylenebilir. Zaten lafızlarında buna delalet eden hususlar bulunmaktadır.
Nitekim, "İnsanlar cahil önderler edindiler", "Rey ile hüküm
verirlerse helali haram haramı helal kılarlar" gibi ifadeler vardır.
Öyleyse, kıyası kabul edenler de rey ve kıyasın bazı türleri- [II, 249] nin
batıl olduğunu söylemektedirler. Halbuki, kıyası inkar edenler, kesinlikle kıyasın
hiç bir çeşidinin sahih olduğunu kabul etmezler. Biz ise, rey ve kıyasın bazı
türlerinin fasid olduğunu kabul ediyoruz. Msl. Zahir ehlinin "Usûl (temel
konular) kıyas ile tesbit edilemez. Füru da aynen böyle olmalıdır";
"Usûl zan ile sabit olmadığı gibi füru da zan ile sabit olmaz" ve
"Şayet şeriatte illet (talil) olsaydı, bu tıpkı aklî İllet gibi
olurdu" şeklindeki kıyaslan bizce fasiddir. Çünkü bunlar, bir şeyi
kendisine benzer olmayan bir şeye kıyas etmektedirler. Onların yaklaşımlarına
göre her kıyas batıl oluyorsa, kendi yaptıkları bu kıyaslar ve kıyası iptal
konusundaki reyleri de haliyle batıl olur. Böyle bir yaklaşım her iki mezhebin
de iptaline götürür.
Üçüncü itiraz:
Icmâ' delili ancak,
ictihad edenlerin dışındaki alimlerin susmasıyla tamamlanır. Eğer bu ictihad
batıl olsaydı, elbetteki susmayıp onu inkar ederlerdi. Öyleyse diyoruz ki:
Sahabenin susması belki de -tartışmadan Ötürü bir fitne çıkmasın diye- İyi
geçim / mücâmele kabüindendir yahutta onlar kapalılığı yüzünden delili ortaya
koyamadıktan için susmuşlardır. Bunun delili de şudur: Usul meseleleri hakkında
katt deliller vardır. Yine de usulcüler emir sıygası, umûm sıygası, mefhûm,
ıstıshâbu'1-hâl ve Hz. Peygamberin fiilleri hakkında, hatta haber-i va-hid,
kıyas ve icmâ'ın asıl olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Halbuki size göre
bu meseleler hakkında nefy ve isbat hususunda katî deliller vardır ve bu
konularda sahabeden ve tabi undan günahkarlık suçlaması (te'sîm) ve faşıklık
suçlaması (tefsîk) nakledilmemiştir.
Cevap:
Sahabenin susmasını
mücâmele, anlaşma ve fitne endişesine yormak muhaldir. Çünkü onlar birçok
meselede mücâmele yapmaksızın ihtilaf etmişler, münazara etmişler ve
tartışmışlardır. Bunun sonucunda, onların etrafında farklı icti-hadlardan
kaynaklanan çeşitli meclisler oluşmuştur ve hiçbiri diğerine karşı çıkmamıştır.
Eğer bu husus kattük derecesine ulaşmış olsaydı, te'sîm ve tefsîkten geri
durmazlardı. Nitekim günahkarlık ve fasıklık suçlamasını Haricîlere,
Râfızîlere, Kaderîlere ve mezheplerinin bozukluğu kat'î delille bilinen herkese
karşı yapmışlardır.
"Onlar delilin
kapalığı yüzünden susmuşlardır" iddasına gelince, bu da muhaldir. Çünkü
birinin diğerine "Sen sâri' değilsin; Sâri' tarafından yetkili (mezun)
kılınmış da değilsin. Ne diye hala Allanın hükümlerini kendi reyinle vaz'
ediyorsun" demesi, zihinlerin idrak edemeyeceği kapalı bir söz değildir.
Yetkisiz / izinsiz olarak kıyas yapan herkes kendi başına şeriat koymuş olur.
Şayet onlar, yetki bulunmadığını gerçekten bilmeselerdi, Şer' vaz etme ve hüküm
yaratma konu-[II, 2501 sunda Hz. Peygamberin mertebesine çıkanları inkar
ederlerdi..
Zikrettikleri usul meşelerine
gelince, sahabe arasında kıyasın şahinliği, haberi vah i d ve icmâ konusunda
hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Hatta onlar bu hususta icmâ1 etmişlerdir. Biz de
bu kurallar hususunda onların icmâ'ına tutunuyoruz.
Umûm, mefhûm ve emir
sıygasına gelince; sahabe, usulcülerin yaptıkları gibi bu konulan derinden
derine ve Özel olarak ele almamışlar, bunlara nadiren değinmişlerdir. Fakat
onlar münazaralarında umum'a ve sıygaya tutunuyorlardı. Onlar, biz hiç bir
karîne olmaksızın mücerred sıygaya tutunuyoruz, dememişlerdir, aksine onlar
zamanında sıygalara bitişik olup hükümleri tarifeden karineler, 'ğudda tan yy
e' gibi oldukça bol ve açık idi. Onlar, bu meselelerde özellikle bir inceleme
yapmamışlardır; bazı fakihler, bu meseleler hakkında haber-i vahid, kıyas ve
icmâ'dan başka kesin deliller yoktur, aksine bu meseleler ictihad konusudur,
derken, özel inceleme nasıl yapılabilecektir! Her ne kadar bu yol / metod
muhakkik usulcüler tarafından beğeniİmemekte ise de, bu yola giren açısından
işkal kalkmış olur. Bunlar, hükümlerin asıllarıdır ve ancak katî bir delille
sabit olabilir. Fakat sahabe, bunlar Üzerinde özellikle düşünme ve inceleme
yapmamışlardır.Netice olarak, bir mesele hakkında kesin bir delil bulunduğuna
inanan kimse, bu delile muhalif davranan kişiyi -Haricîler, Rafıziler ve
Kadehler hakkında da geçtiği gibi- isyankarlığa ve günaha nisbetten geri
durmamalıdır.
Dördüncü itiraz:
Onlar diyorlar ki: Bu
zikrettikleriniz, hükmün zan ve ictîhad yoluyla naklidir. Belki de onlar bu
hükümlerde, umûm sıygasına, emir sıygasına, ıstıshâbu'l-hâl'e, lafzın
mefhumuna, iki ayetin ve iki haberin arasını uzlaştırmada vaz1 ve lügat
bakımından sıygadan anlam istinbatına, mukayyedi mutlaka irca etmenin, ammı has
üzerine bina etmenin, iki haberden birini tercih etmenin, aklın aslî hükmü
üzere bırakmanın sahihliğine dayanmışlardır. Bunun dışındakiler hususunda
sahabenin içtihadı, hükmün menâtmı tenkîh ve istinbatta değil, hükmün menâtını
tahkik konusunda olmuştur. Hüküm eğer bir kural (dâbıt) ile bilinmiş ise, biz, içtihada
gerek duyulan her hususta bu kuralın tahkik edilmesini / araştırılıp uygulanmasını
inkar etmiyoruz. Onlar kesin olarak, bir devlet başkanının bulunması gereğini
ve devlet başkanlığı hususunda en uygun olana öncelik verilmesi gerektiğini
bilmişler, sonra, ictihad ile en uygun olanı araştırmışlardır. Bu hususta
icti-had kaçınılmazdır. Çünkü, en uygun olanı bilmenin İctihaddan başka yolu
yoktur. Yine onlar, Kur'an'ın, karışmaktan ve unutulmaktan korunmasının kesin
olarak vacip olduğunu bilmişler, Kur'an'ı korumanın da mushafa yazmaktan başka
yolu bulunmadığını bilmişlerdir, tşte bunlar, nass ve icmâ1 olarak maslahata
talik [II, 251] edilmiş hususlardır. Maslahatı, şahıslar ve durumlar hakkında
tayin etmek, ancak ictihad ile mümkündür. Bunlar, hükmün menâtını tahkik kabil
İndendir. Bunu aşan ve bir meseleyi başka bir meseleye teşbih ve o meseleyi
Öbürüyle itibara alma hususu ise, hükmün iktibası kabilinden olmayıp, fasid
bir tahayyül (hayal) ile 'nakz'a maruzdur. Msl. Dişlerin diyeti konusunda tbn Abbas'ın
"Nasıl oluyor da, dişleri parmaklara göre değerlendirmiyorlar" sözü
böyledir. Zira onlar, dişlerin diyetlerinin farklılığını, dişlerin faydalarının
değişmesiyle taül etmişlerdi. Bu görüş, parmaklar hususunda fayda farklılığına
itibar edilmediğinin ortaya konulmasıyla nakzedilebilir. Her ne kadar kıyas
bizatihi fasid ise de, biz, nakzın, kıyası if-sad yollarından biri olduğunu
inkar etmiyoruz. Yine Ömer, bir kişi mukabilinde yedi kişinin öldürülmesi
hususunda kararsız kalınca Ali'nin "Şayet bunlar birlikte hırsızlık yapmış
olsalardı, o zaman nasıl hüküm verirdin" demesi de böyledir; Ömer, bir
nevi kıyas ile, ortaklaşa yapmanın (iştirak), (cezanın uygulanmasına) bir engel
oluşturuduğunu tahayyül edince Ali, bunu "hırsızlık" ile nakzetmiştir.
Görülüyor ki, sizin zikrettiğiniz şeylerin hiç birinde kıyası sahih kılacak bir
şey yoktur.
Cevap:
Bütün bunlar, hüküm
hususunda kat'î bir delile gerek bulunmadığım ve zann ile hüküm vermenin caiz
olduğunu itiraftır. Şayet zannın sadece bu türü sabit olsaydı bile, kıyas
zannmı / kıyas yoluyla elde edilen zannı, lafızların mefhumu ve hükmün menâtını
tahkik hususundaki ictihad zannına kıyas edilemeyeceğini itiraf etmemiz insafın
gereğidir. Zira zannın bir türü ile amel (teabbüd) edip, diğer bir türüyle
amel etmemek caizdir. Fakat biz kesin olarak biliyoruz ki sahabenin içtihadı,
yalnızca onların zikrettikleri hususlarla sınırlı değildir, Aksine bu sınırı
aşıp, kıyasa, benzetmeye / teşbihe gitmişler, sahihliği ancak kıyas, nassın
ta-lili ve hükmün menâtının tenkîhi sayesinde mümkün olabilen birtakım hükümler
vermişlerdir. Bu hususta şu örnekleri zikredebiliriz:
*Ebû Bekr, Ömer'i
kendinden sonraki devlet başkanı olarak atamıştır. Bunu yaparken Ebû Bekr, ahdi
(atamayı) bey'at yoluyla yapılan akde (akd bî'1-bey'a) kıyas etmiştir.
*Ebû Bekr, zekat
vermeyenlerle savaş konusunda zekatı namaza kıyas etmiştir.
*EbÖ Bekr, babanın
annesinin mirasçılığı görüşüne dönmesi, babanın annesini annenin annesine
kıyas etmek yoluyla olmuştur.
*Ömer'in, -bedelinin
haramlığı konusunda- şarabı içyağına kıyas etmesi de böyledir.
♦Ömer'in, Ebû
Bekre'nin haddi hususunda şahidi kâzife kıyas etmesi de böyledir.
♦Ali'nin şarap
içme cezası konusunda, bu durumu açıkça iftiraya kıyas etmesi böyledir.
Biz de zaten kıyas ile
sadece bu türü kastediyoruz. Sayılamayacak kadar çok olaylar hususunda
sahabenin bu şekildeki kıyasa başvurdukları zorunlu olarak bilinmektedir. Biz
burada yalnızca tevatüren nakledilmiş iki meseleyi zikretmekle [II, 252]
yetineceğiz. Bunlardan biri "dedenin kardeşlerle birlikte
mirasçılığı" meselesi, diğeri de "haram" meselesidir.
Bir kişinin hanımına
söylediği "Sen bana haramsın" sözünü, sahabilerden birkısmı zıhâr'a,
birkısmı talâk'a, birkısmı da yemîn'e ilhak etmiştir. Bunların her biri,
hakkında nass bulunmayan bir meselede kıyas ve teşbihtir. Zira "Ey peygamber,
Allahın sana helal kıldığını sen niçin kendine haram kılıyorsun" (Tahrîm,
6671) ayetinde nass, cariye hakkında varid olmuştur. Sahabe arasındaki tartışma
İse nikahlı eş hakkında meydana gelmiştir. Onların böyle bir durumda 'Bu lafız,
-nikahlı eş açısından- hakkında nass bulunmayan bir lafızdır. Dolayısıyla
belirli bir hükmü yoktur. Helallik ve mülk önceki durumu üzere baki kalmaya
devam eder' demeleri gerekirdi. Çünkü helallik ve mülkün kesilmesi veya
keffâretin vacip oluşu, nass ile veya mansusa kıyas yapılarak bilinebilir.
Burada nass yoktur ve kıyas da batıldır. Öyleyse bu lafzın her hangi bir hükmü
yoktur. Hal böyleyken, ne diye onlar nikahlı karıyı cariyeye kıyas ettiler ve
ne diye bu lafzı talak lafzına, zıhar lafzına ve yemin lafzına kıyas ettiler ve
içlerinden biri Çıkıp da "Allah sizi hakkında nass bulunmayan meselenin
hükmünü isbattan müstağni kıldı" demedi.
Aynı şekilde tek
başına dede nassın hükmü gereği asabedir. Yine kardeş de tek başına kaldığında
asabedir. Ancak ikisinin birlikte bulunmasının hükmü konusunda nass yoktur.
Sahabıler, nassın bulunmadığı bu gibi durumlarda çok değişik hükümler
verdiler. Bu meselenin iki havuz ve iki halice benzetileceğini açıkça
söylediler. Kardeşlerle birlikte bulunması halinde dedenin takdim edileceğini
savunanlar "Oğulun oğlu oğul hükmündedir. Öyleyse babanın babası da baba
hükmünde olsun!" dediler. Dede ile kardeşin eşitliğine hükmedenler ise
"Erkek kardeş baba ile bağlantıyı sağlamaktadır, dedenin bağlantısı da baba
sayesindedir. Kendisine bağlantı yapılan (baba) aynı / bir, bağlantı ise
farklıdır" diyerek, babalık yönünden yapılan bağlantıyı (idlâ), -her ne
kadar oğulluk, bazı hükümler bakımından babalıktan farklı ise de- oğulluk
yönünden yapılan bağlantıya kıyas ettiler.
Aynı şekilde Zeyd b.
Sabit, koca ve ebeveyn meselesinde 'Anneye, kalanın (artanın) üçtebiri verilir'
demiş, tbn Abbas da 'kalanın üçtebirini Allanın kitabının neresinde gördün'
demiştir. Bunun üzerine Zeyd, ben kendi şahsi görüşüme göre konuşuyorum, sen de
kendi şahsi görüşüne göre konuşuyorsun, demiştir. Bu meselede Zeyd, kocanın
bulunması durumunu, kocanın bulunmaması durumuna kıyas etmiş -zira bu durumda,
baba, annenin aldığının iki katım (dı'f) alır- ve şöyle demiştir: Biz karı ve
kocadan artan malı, malın tamamı gibi takdir ediyoruz ve sanki koca yokmuş gibi
düşünüyoruz.
işte, sahabenin miras
meseleleri ve diğer meseleler hakkındaki ihtilaflarını araştıran kişi, onların
mukayese ve benzetme metodunu kullandıklarını zaruri olarak bilir. Yine bilir
ki onlar, nass mahalli ile nass mahalline dahil olmayan mesele arasında bir
fânk / ayırıcı Özellik gördüklerinde ve bir de cami' / birleştirici özellik
gördüklerinde, -her ikisine aynı hükmün verilmesini gerektirme konumundaki bu
birleştirici özellik, ayrılığı gerektirme konumunda olan fânktan daha kuvvetli
ise- daha kuvvetli ve daha galip olana meyletmişlerdir. Biz biliyoruz ki onlar,
bütün yönlerden benzeşikliği talep etmemişlerdir. Çünkü; şayet iki mesele [n,
253] bütün yönlerden birbirine benziyor ise, mesele iki farklı mesele olmaktan
çıkar ve tek mesele haline gelir. Dolayısıyla da teşbih ve mukayese anlamsız
olur. Dİ-ğer taraftan sahabiler, her hangi bir vasıftaki müştereklik ile
yetinmiyor, tam tersine, hükmün menâtı olan vasıftaki müşterekliği dikkate
alıyorlardı. Bu vasfın, menât olduğunu şayet nass yoluyla bilmiş olsalardı,
içtihada ve görüş ayrılığına yer kalmazdı. Onlar, hükmün menâtı olan vasfı,
zannlar ve emareler yoluyla kavrıyorlardı. Zaten bunu -asim illetini isbat
babında geleceği üzere- biz de bütün kıyaslarda şart koşmaktayız.
Beşinci İtiraz:
Sahabenin,
kendiliklerinden uydurarak kıyasa başvurduklarını söylemek mümkün değildir.
Eğer sahabenin, Hz. Peygamberden duydukları bir şeye istinaden kıyasa başvurmuş
olabilecekleri varsayılacak olursa bu takdirde dayanaklarını açıklamak ve ona
tutunmak gerekir. Siz, sahabenin ortaya çıkardığı şeylerde hüccet bulunmadığını
kabul ediyorsunuz. Biz de, sahabenin Hz. Peygamberden duymuş olduğu şeylerde
onlara İttiba'ın vacip olduğunu kabul ediyoruz. Öyleyse Hz. Peygamber eğer
"Hükmün menâtmın bazı vasıflar olduğuna kanaat getirmişseniz ona tabi
olun. İş, sizin kanaat getirdiğiniz gibidir" ya da "Bir kimse kanaati
doğrultusunda hükmederse bu, onun açısından alamettir, farklı kanaatte olan
için ise alamet değildir" dese, açıkça tasrih edilmesi durumunda, bunu
kabul etmenin gerekliliği inkar olunamaz. Yine Hz. Peygamber, "Zeyd'in
evde olduğunu zannediyorsanız / bu yönde bir kanaate sahipseniz bilin ki Amr
evdedir. Bilin ki ben buğdayda ribayı haram kıldım" dese biz Zeyd'İn evde
bulunduğunu zannettiğimiz sürece buğdayda ribanm haramlığına ve Amr'ın evde
olduğuna kesin gözüyle ba-kanz. Bu sonuçlama, kıyasın kabul edilmesine racidir.
Fakat sahabe, Kur'an'da ve Sünnette bu hususa delalet eden bir şey olmadığı
halde bunu nereden anlamıştır?
Cevap:
Birinci cevap: Aslında
bu itiraza cevap vermemiz bile gerekmez. Çünkü sahabe eğer kıyas üzerinde
icmâ' ettiyse, ümmetin hata üzerinde birleşmeyeceği kati delillerle sabit
olmuştur. Hatta, onlar kıyas vaz'etseler ve kendiliklerinden ve kendi
reyleriyle bir şeyin doğruluğunu ilk olarak söyleseler bu da uyulması gerekli
bir gerçek otur. Allah, Muhammed ümmetini hata üzerinde toplamaz. Bu itibarla
bizim onların dayanaklarını araştırmamız gerekmez.
ikinci cevap: Biz
biliyoruz ki, sahabe bunu sayılamayacak kadar çok dayanaktan hareketle ve
kıyas ile amel etmeye ve hükmü, hükmün menâtı olduğuna kanaat getirilen şeye
bağlamaya ilişkin zorunlu bilgi ifade eden birçok delaletler, karîne-i haller,
tekrarlar ve tenbihlerden hareketle söylemişlerdir. Ne var ki bu [II, 254]
dayanaklardan birkısmı silinip gitmiş ve ümmetin zaruri olarak bildikleriyle
iktifa edilerek nakledilmemiştir. Bir kısmı nakledilmiştir. Fakat bu
asırlarda, tevatür derecesine ulaşmayan ve ilim doğurmayan ahad nakiller
kalmıştır. Birkısmı, mü-tevatirdir. Fakat, tek tek lafızlarına ihtimal ve tevil
girebilmekte ve tek başlarına kaldıklarında hiç biriyle ilim hasıl
olmamaktadır. Birkısmı ise, vasıflaması ve nakletmesi zor karîne-i haller olup
bize nakledilememişür. Biz de, icmâ' ettiklerini tevatüren bildiğimiz için
ayrıca dayanak / müstened araştırmasına ihtiyaç duymadık.
Bununla birlikte biz
sahabenin dayanaklarının ve kıyas ile amele / teabbüde tenbihlerinin idrak yeri
olan lafızların şerhi konusunda doyurucu sözler söyleyebiliriz.[8]
a) "Ey
basiret sahipleri ibret alınız' (Haşr, 59/2) ayeti, îtibar'ın anlamı bir şeyden
kendisine anlam bakımından müşterek olan benzerine geçmektir. Nitekim tbn
Abbas'ın "parmaklara itibar etseydiler ya!" sözü böyledir.
b)"...
içlerinden istinbat ehli olanlar onu bilirdi" (Nisa, 4/83) ayeti, c)
"Biz Kitab'da hiçbir şeyi eksik bırakmadık (En'âm, 6/38) ayeti,
Şayet, Kitab'da
bulunan muhtevadan (mana) iktibas yapılmayacak olursa, Kitab'da kardeşler ile
dedenin meselesi ve haram meselesi zikredilmemiştir.
Kıyası benimseyenler
bu ayetlere tutunmuşlardır. Halbuki bu ayetler pek yeterli / hoş değildir.
Çünkü eğer bunlara karineler ilave edilmezse, mücerred anlamıyla bu ayetler
sarih nasslar değildir. [9]
a) Hz.
Peygamber ile Muaz arasında geçen şu konuşma; -Ne ile hükmedeceksin?
-Allanın Kitabı ile.
-Orada bulamazsan? -Allah Resulünün sünneti ile. -Orada da bulamazsan? -Kendi
reyimle ictihad ederim.
-Resulünün elçisini,
Resulünü hoşnut edecek şeye muvaffak kılan Allaha hamdolsun!
Bu hadis ümmetin genel
kabulüne mazhar olmuş ve hiç kimse bu hadisle ilgili bir kusur / ta'n ve inkar
göstermemiştir. Bu mertebedeki hadislerin mürsel olması hadise zarar vermez.
Hatta bu gibi hadislerin isnadını araştırmak bile gerekmez. "Varise
vasiyyet yoktur", "Kadın teyzesi üzerine nikahlanamaz",
"îki ayrı din mensubu birbirine varis olamaz" gibi bütün ümmetin
bildiği hadisler de böyledir. Hz. Peygamber ile Muaz arasında geçen konuşma,
ictihad aslı hususunda hatta, aslı maslahata bağlı olan konularda maslahatın
tayini hususunda nass olup, kıyası yalnızca umumu ile ihtiva etmektedir.
b) Hz.
Peygamber, oruçlu iken öpmenin orucu bozup bozmayacağında tereddüt eden Ömer'e
"Oruçlu iken mazmaza yapman oruca zarar verir mi?" demiş, Ömer'in
"Hayır, zarar vermez" demesi üzerine Hz. Peygamber "Öyleyse,
cinsel ilişkinin mukaddimesini içmenin mukaddimesine benzet" demiştir. Ne
var
ki Hz. Peygamber'in bu
ifadesi de ancak bir karîne ile sarih olabilir. Zira bu sö- [D, 255] zün,
Ömer'in, bir şeyin mukaddimesini bir şeyin kendisine ilhak etmek suretiyle
yaptığı kıyası nakz için söylenmiş olması mümkündür.
c) Hz. Peygamber, Has'amiyye'ye "Babanın
birine borcu olsaydı da sen ödeseydin bu ona yarar sağlar mıydı?" demiş, Has'amiyye
de "evet" deyince Hz. Peygamber, "Allah'ın borcu ödenmeye daha
layıktır" diyerek sözü tamamlamıştır. Bu söz de, Allaha olan borcu başka
birine olan borca kıyas konusunda bir tenbihtir. Burada da maksadı belirleyen
bir karinenin bulunması gereklidir. Zira; eğer Hz. Peygamber bu sözü kıyası
öğretmek amacıyla söylemiş olsaydı oruç ve namazın da buna kıyas edilebilmesi
gerekirdi.
d) Hz.
Peygamber, "Ben gelen ziyaretçiler yüzünden kurban etlerini saklamanızı
yasaklamıştım. Bundan böyle kurban etlerini saklayabilirsiniz" demiş ve bu
suretle, her ne kadar başlangıçta illet belirtilmemiş bile olsa söz konusu
yasağın bir illete mebni olduğunu ve illetin ortadan kalkmasıyla hükmün geri
geldiğini açıklamıştır.
e) Hz.
Peygamber, "Yaş hurma (ratb), kuruduğunda eksilir mi?" demiş,
oradakiler "Evet eksilir" deyince Hz. Peygamber "Öyleyse,
olmaz" demiştir.
f) Ümmü
Seleme'ye oruçlunun Öpmesinin hükmü sorulmuş, o da bu soruyu Hz. Peygamber'e
sormuştu. Hz. Peygamber bu hususta başkalarının kendisine kıyaslanacağına
dikkat çekmek amacıyla "Onlara benim oruçlu iken öptüğümü söyleseydin
ya!" diye karşılık vermiştir.
Yine Ümmü Seleme Hz.
Peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiştir; "Ben vahiy gelmediği
durumlarda aranızda rey ile hüküm veriyorum". Zaten Allah Tealamn
"Aralarında Allanın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye..." (Nisa,
4/105) ayeti de buna delalet etmektedir. Rey de, bir şeyin hükmünü bu şeye
daha yakın ve daha benzeşik olanın hükmüne teşbih ve temsilden başka bir şey
değildir.
Hz. Peygamberin söz konusu
emir (herhalde zikredilen ayetteki emir) sebebiyle ictihad ettiği ve sahabenin
de ictihad ettiği sabit olduğuna göre buradan sahabenin de emir sebebiyle
ictihad ettikleri anlaşılır.
Ömer demiştir ki:
"Ey insanlar! Hz.
Peygamberden sadır olan rey isabetli idi. Çünkü onu Allah düzeltiyordu. Bizim
reylerimiz ise zan ve tekellüften ibarettir". Görüldüğü gibi Ömer Hz.
Peygamber ile diğer müctehidlerin arasında sadece ismet / masumluk noktasında
bir fark bulunduğuna İşaret etmiştir.
g) Hz.
Peygamber, Sa'd b. Muaz'ı Beni Kurayza hususunda Vendi reyi ile hükmetmekle
görevlendirmiş, Sa'd, Kurayza oğullarının öldürülmesi ve kadınlarının da
cariye edinilmesine hükmedince de Hz. Peygamber "Sa'd'ın hükmü Allanın
hükmüne uygun düştü" demiştir.
h) Hakim
ictihad edip hata ederse bir ecir, isabet ederse İki ecir alır"
hadisi
ı) Hz.
Peygamber, cezalan hakkında vahiy inmezden önce zina ve hırsızlık suçlarına
verilecek ceza konusunda sahabe ile müşavare etmiştir.
j) "Allah yahudilere lanet etsin! Onlara İç yağlan haram
kılınmıştı. Onlar, iç yağlanın eritip sattılar ve parasını da yediler".
Hz. Peygamber, iç
yağlarının parasının haramhğını, onu yemenin haramiığı [n, 256] ile
illetlendirmiştir. Ömer de kafirlerden uşûr / gümrük vergisi olarak şarap alıp
bunu satan Semure'nin bu hareketini reddetmek için bu hadis ile istidlal
etmiştir.
Hz. Peygamberin bazı
hükümleri talil edişine örnekler:
a)
"Onun başını örtmeyin! Çünkü o kıyamet gününde telbiye ederek
haşrolunacaktır"
b) Şehitler
hakkında da buna benzer şeyler söylemiştir.
c)"(...
Çünkü) kediler, etrafınızda dönüp dolaşan hayvanlardandır".
d) Bir uşak
satın alıp sonra onu (bir ayıp nedeniyle) geri iade kişi hakkında "Gelir
risk karşılığıdır" demiştir.
Bu türden örnekler, belli
bir sayıyla sınırtandınlamayacak kadar çoktur. Her ne kadar bu örneklerin her
biri tek başına kesin olarak delalet etmezse de bunların, benzerleriyle
biraraya gelmesi durumunda sahabeye kıyas ile amel etmeleri gerektiğini
hissettirmede etkili olması uzak değildir. (Allahu a'lem.)
Kıyas inkarcılarının
ve kıyasın Kitab ve Sünnet yönünden yasaklığını iddia edenlerin gerekçeleri /
şüpheleri:
Bunların toplam yedi
gerekçesi vardır: Birinci gerekçe:
Bunlar, "Kitab'da
hiç bir şeyi eksik bırakmadık" (En'âm, 6/38) ve "Kitabı sana, her
şeyi beyan etmek için indirdik" (Nahl, 16/89) gibi ayetlerden hareketle,
ayetin (özellikle ikinci ayetin) anlamının, "Sizin için teşri olunan her
şeyi açıklamak için" şeklinde olduğunu, Kitab'da ise bütün şeylerin
açıklanmadığını, dolayısıyla teşri olunanların tamamının Kitab'da olduğunu,
Kitab'da bulunmayanların ise aslî nefiy üzere kalacağını söylemişlerdir.
Cevap:
Bu gerekçe iki şekilde
cevaplandırılabilir;
1)
"Miras'ta, kardeşlerle birlikte bulunan dede", "avl",
"mebtûte", "mufavvı-da" ve "haram meselesi" gibi
meselelerin hükmü Kitabın neresindedir! Halbuki tüm bu meselelerde sahabenin
aranıp bulunması hususunda ittifak ettiği Allahm şer'î bir hükmü vardır. Evet
Kitab her şeyi açıklamıştır. Ancak bu açıklaması, itibar / örnekseme metodunu
sergileme suretiyle ya da icmâ ve sünnete delalet yoluyladır. Kıyas da icmâ ve
Sünnet ile sabit olduğuna göre Kitab her şeyi açıkla-mış olmaktadır.[10]
2) Siz
kıyasın haram olduğunu söylüyorsunuz. Halbuki Kitab'da kıyasın ha-ramlığı
açıklanmamıştır. Dolayısıyla, tıpkı "Allah her şeyin yaratıcısıdır",
(En'âm, 6/102) "Kendisine her şey verilmiş olan" (Nemi, 27/23) ve
"Her şeyi yerle bir eden bir rüzgar" (Ahkâf, 46/25) ayetlerinde
olduğu gibi, yukarıdaki ayette geçen "her şeyi" ifadesini de tahsis
etmeniz lazım gelir.
İkinci gerekçe:
Ayette "Aralarında
Allanın indirdiği ile hükmet" (Mâide, 5/49) denilmektedir. Kıyas ise
Allahm indirdiğinin dışında bir şeyle hüküm vermektir.
Cevap:
Kıyas, Sünnet ve İcmâ'
ile sabit olmuştur. Buna Kitab da delalet etmektedir. Üstelik, indirilmiş olan
Kitab'dan istinbat edilen bir anlam ile hüküm vermek indirilenle hüküm vermek
demektir.
Diğer taraftan, bu
hitap doğrudan Hz. Peygambere yapılmış bir hitap olduğu halde, kendileri
başkalarını Hz. Peygambere kıyas etmektedirler. Dolayısıyla, aradaki farka
rağmen, kıyası iptal etmeye çalışırken kendileri kıyasa başvurmuştu, 257]
lardır. Nitekim bazı alimler, töhmet altında kalmaması için ve ümmetten farklı
olarak, vahiy yoluyla tebliğe muktedir olduğu için Hz. Peygamberin ictihad yapmasını
caiz görmemişlerdir. Bu cevap, aynı zamanda, "Rabbinizden size indirilene
tabi olun" (A'râf, 7/3) ve "Allahm indirdiği ile
hükmetmeyenler..." (Mâide, 5/44) gibi ayetler için de cevap teşkil eder.
Üçüncü gerekçe:
"Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri söylemeniz" (Bakara, 2/169 veya A'râf, 7/33),
"Bilmediğin şeyin ardına düşme" (tsrâ, 17/36), "Zann, hiç bir şekilde
gerçeğin yerini tutamaz" (Yûnus, 10/36), "Zannın birkısmı
günahtır"
(Hucurât, 49/12)
ayetleri kıyas yapmanın caiz olmadığını gösterir.
Cevap:
Eğer biz, Zeyd'in evde
olduğunu zannetmemiz halinde buğdayda ribanın haram olacağını biliyorsak,
sonra da Zeyd'in evde olduğunu zannediyorsak, hüküm artık zannî değil kesin
olur. Şahitlerin doğruluğunu zannettiğinde hakimin verdiği hükmün kesin
olması, kıble, av cezası ve hükmün menâtını tahkik gibi konular da bunun
gibidir.
Diğer taraftan, ayette
geçen zan sözü, genel olup bununla kafirlerin kesin delillere aykın zanlan
kasdolunmuştur.
Aynca, bîz sizin kesin
olarak hatalı olduğunuzu söylememize rağmen siz kesin olarak kıyasın batıl
olduğu görüşünde değil misiniz! Öyleyse siz de zann ile hükmetmeyin!
Kıyas inkarcılarının bu
gerekçelerine, ayetteki zann sözcüğünün zahirdeki bilgi (ilim fi'z-zahir)
olduğu söylenilerek cevap verilmekte ise de biz bu cevabı beğenmiyoruz. Çünkü
bilginin zahiri batını olmaz. Dördüncü gerekçe:
"Şeytanlar,
dostlarına sizinle mücadele etmeleri İçin fısıldayıp dururlar"
(En'âm, 6/121) ayetini
okuyarak bize "Siz kıyas hususunda mücadele ediyorsunuz"
demişlerdir.
Cevap:
Biz de onlara
"Siz de kıyası kaldırmak ve iptal etmek için mücadele ediyorsunuz"
deriz.
Eğer ayette geçen
mücadele sözüyle, batıl / gereksiz, boş mücadelenin kastedildiğini
söylerseniz, bu bizim lehimize (mazeret) olur (Çünkü bizimki boş bir mücadele
değildir). Allah onları, nassa aykırı bir şekilde yaptıkları mücadele hususunda
rcd ve tenkit etmiştir. Çünkü onlar, "Allanın öldürdüğünden değil kendi
öldürdüğümüzden yiyoruz" demişlerdi. Yine onlar, ribayı alım-satıma kıyas
etmişlerdi de Allah "Alım-satım da riba gibidir" sözleri hususunda
onları reddetmişti.
Beşinci gerekçe:
Ayette, "Bir
hususta tartışmaya girerseniz onu Allah'a ve Resulüne götürün" (Nisa,
4/59) denilmektedir. Siz ise reye başvuruyorsunuz. rn 258]
Cevap:
Hayır, biz doğrudan
doğruya reye başvurmuyoruz. Tam tersine, Hz. Peygamberin nasslanndan istinbat
edilen illetlere götürüyoruz. Kıyas da zaten, hükümde etkisi olmayan
fazlalıkları atarak ve hükmün menâtını tecrid ederek nass-ların manalarını
anlamaktan İbarettir. Sîz ise, Hz. Peygamberin nassına ve nass-tan istinbat
edilen anlama başvurmaksızın kıyası reddettiniz.
Altıncı gerekçe:
"Bu ümmet, bir
zaman Kitab ile bir zaman Sünnet İle ve bir zaman da kıyas ile amel edecektir.
Bunu yaptıklarında da sapacaklardır" hadisi.
Cevap:
Hz. Peygamber, nassa
aykırı reyi kastetmiştir. Bu husus, "Ümmetim yetmiş küsur fırkaya
ayrılacaktır. Bunların fitne bakımından en büyüğü işleri reyleri) le kıyas
yapıp, haramı helal, helali de haram kılanlardır" hadisinin delaletiyle
anlaşılmaktadır. Rey ve kıyas aleyhine sahabeden nakledilen haberleri daha
önce değerlendirmiştik.
Yedinci gerekçe:
Bu gerekçe Şîa ve
Talim ehli tarafından öne sürülmekte olup muhtevası şöyledir: "Siz, nassa
muhalif olan kıyasın batıl olduğunu kabul ediyorsunuz. Nasslar ise, bütün
meseleleri kuşatmaktadır. Bunu ise, ancak, peygamberin naibi olan masum imam
bilmektedir. Öyleyse masum imama başvurmak gerekir. Diğer taraftan, olayların
sonsuz, nasslann ise sonlu / sınırlı olması buna engel teşkil etmez. Çünkü
sonsuz olan, Zeyd ve Amr'in, şehadeti kabul edilecek olan adil kişilerden olup
olmadığı, zekat verilecek fakir kişilerden olup olmadığı gibi, sadece şahıslara
ait hükümlerdir. Biz bunun ancak ictihad yoluyla bilinebileceğini de kabul
ediyoruz. Çünkü bu, hükmün menâtının tahkiki konusuna racidir. Hükümlere
ilişkin genel prensiplere /külli rabıtalara gelince; bunların, msl. "Nısab
miktarı malı, dengi korunmuş bir yerden şüphe götürmeyecek biçimde çalan
kimsenin elinin kesilmesi gerekir", yine "Ramazan ayının gündüzünde,
oruçlu olması sebebiyle kendisini günaha sokan bir cinsel ilişkide bulunarak
orucunu bozan kişiye keffâret gerekir" denilmek suretiyle nass ile mazbut
hale getirilmesi mümkündür. [11,213] Toplayıcı prensibin / birleştirici
rabıtanın içerdiği hususlarda hüküm cari olur. Bunun dışında kalan sonsuz
sayıdaki hususlar ise aslî hüküm üzerinde kalır ve böylece (nasslar) bu yollan
kuşatmış olur."
Cevap:
Biz, nassm varlığında
/nass ile birlikte yapılan kıyasın batıl olduğunu teslim etmiyoruz. Hükümlerin
külli prensip ve kurallara bağlama / rabt imkanını kabul ediyoruz. Ne var ki,
bu iddiayı (masum imama başvurma iddiasını) siz uyduruyorsunuz. Çünkü sahabe,
dede, haram, mufavvıda ve daha birçok meselede ihtilaf etmişler ve bu durumda,
sizin boş iddianıza göre masum olan kişi de aralarında olduğu halde, onlar bu
konularda Hz. Peygamberden bir söz duyan olup olmadığım araştırıyorlar,
müşavere ediyorlar, sizin masum dediğiniz kişiye bazen başvurup muvafakat
ediyorlar bazen de ona muhalefet ediyorlardı. Nakledilen bir hadîs ve nassın
yanında yer almışlardır. Hatta raşid halifeler bir yana, adil olan herkesin
naklini kabul etmişlerdir. Nasslar her şeyi kuşatıyordu da, (sizin masum
dediğiniz kişi) ne diye bazı meselelerde nassı onlardan gizledi ve onları
ihtilaf durumunda bıraktı! Sahabenin İctihad ve ihtilaflarından zaruri olarak
anlaşılmaktadır ki, naslar kuşatıcı değildi. Bu da sahabenin ictihad ile amel
ettiklerini gösterir.[II, 260] [11]
Birinci manevî
gerekçe, Şîa ve Ta'lîmiyye'ye ait olup şöyledir: İhtilaf Allahın dininden
değildir. Allahın dini değişken ve farklı değil tektir, insanları zannlara /
kanaatlere göre davranmaya sevketmek ise zorunlu olarak ihtilafı doğurur. Rey,
ihtilafın kaynağıdır. Her müctehid musîb ise, bir şey ve onun zıddı nasıl
Allahın dini olabilir! Bir tek musibin bulunması da imkansızdır. Çünkü birinin
zannı (zann olmak bakımından) tıpkı diğerinin zannı gibidir. Zanniyyat
hususunda kesin delil olmayıp, zannlar nefislerin yönelişine racidir. Nice
sözler vardır ki., Zeyd'in nefsi ona meyleder de Amr'in kalbi ondan nefret
eder. İhtilafın zemmedilmiş olduğuna şu ayetler delildir:
1)
"Eğer bu Kitap, Allahtan başkasının katından gelmiş olsaydı, onda birçok
ihtilaf bulurlardı" {Nisa, 4/82},
2)
"Dini ikame edin ve dinde ayrılığa düşmeyin" (Şûra, 42/13),
3)
"Birbirinizle tartışmaya girmeyin, zayıf düşersiniz ve ağırlığınız gider"
(Enfâl, 8/46)
4)
"Dinlerini parçalayıp bölük pörçük olanlar var ya sen hiç bir hususta
onlardan değilsin" {En'âm, 6/159 J,
5)
"Kendilerine beyyineler geldikten sonra ihtilafa düşüp fırkalara ayrılanlar
gibi olmayın" (Al-i Imrân, 3/105).
Aynı şekilde sahabe de
ihtilafı kötülemiştir.
Ömer (r),
"ihtilafa düşmeyin. Eğer siz ihtilafa düşerseniz, sizden sonrakiler daha
fazla ihtilafa düşerler" demiştir. Yine Ömer, îbn Mes'ud ve Übeyy b.
Ka'b'ın, kişinin bir elbise ve iki elbise içinde kıldığı namaz konusunda
ihtilaf ettiklerini görünce minbere çıkmış ve "Hz. Peygamberin
arkadaşlarından iki kişi ihtilaf ediyorlar. Müslümanlar ikinizden hangisinin
fetvasını alacak! Şu andan itibaren iki kişinin ihtilaf ettiğini duymayayım.
Aksi takdirde ne yapacağımı ben m 261] biliyorum" demiştir.
Cerîr b. Küleyb şöyle
demiştir: Gördüm ki Ömer müt'a nikahını yasaklıyor, Ali ise emrediyordu / mubah
görüyordu. Onlara, ikinizin arasında bir şer var / ikinizden birisi şerlidir,
dedim. Ali dedi ki: "Hayır, ikimizin arasında sadece hayır var. Fakat, en
hayırlımız bu dine en çok uyanımızdır".
Ali hilafeti zamanında
kadılarına şöyle yazmıştır: "Önceden / Önceki halifeler zamanında nasıl
hüküm veriyor idiyseniz, şimdi de öyle hüküm veriniz. Çünkü ben ihtilafı kerih
görürüm ve arkadaşlarımın Öldüğü gibi ölmeyi arzularım".
Cevap:
Biz, bütün
müctehidlerin isabet ettiği görüşündeyiz. Onlar bize şöyle itiraz ediyorlar:
"Bir şey ve o şeyin zıddı (nakız) aynı anda nasıl din olabilir!"
Biz de diyoruz ki; bu
/bir şey ve zıddının din olması, iki şahıs hakkında mümkündür. Msl. Namaz kılma
ve namazı terketme hayızlı kadın ile temiz kadın açısından böyledir. Yani
birine namaz kılmak farz iken diğerine haramdır.
Kıblenin tayini
hususundaki içti had lan farklı olan kişiler açısından kıble de böyledir. Yani
herbirinin kıblesi kıble zannettiği yöndür.
Aynı şekilde, biri
sağlık ve güvenlik içerisinde varılacağına kanaat getiren ve diğeri helake
kanaat getiren iki kişi açısından deniz yolculuğuna çıkma hususu böyledir. Bu
durumda birincinin deniz yolculuğuna çıkması caiz, ikincinin çıkması haramdır.
îki kadı ve iki müftü
açısından, birisi doğru sözlü olduğuna, diğeri yalancı olduğuna kanaat
getirdikleri şahid ve ravi'yi tasdik ve tekzib etmek böyledir.
Onların, "İhtilaf
nasıl emredilmiş olabilir!" sözlerine gelince, biz ihtilafın emredilmiş
olduğunu söylemiyoruz. Aksine biz, başka bir müctehid kendisine muhalif olsa
bile, her müctehidin kendi zannına / kanaatine göre davranmakla emrolunduğunu,
ihtilafı kaldırmanın müctehidin ihtiyarı dahilinde olmadığını söylüyoruz.
İhtilaf fiilen zaruri olarak vardır, yoksa, emredilmiş değildir.
Allah Tealamn,
"Şayet Allahtan başkasının katından gelmiş olsaydı, onda birçok ihtilaf
bulurlardı" {Nisa, 4/82} ayetine gelince; ayetteki ihtilafın anlamı,
"mülhidlerin iddia ettiği çelişki / tenakuz ve yalan" veya
"belagat hususundaki ihtilaf ve -nazm ve nesir hususunda durumlarının
farklılığı sebebiyle- beşer kelamında söz konusu olabilen lafız bozukluğu /
ıztırap"dır. Yoksa ki, ayetteki ihtilaftan maksat, hükümler konusundaki
ihtilafı nefyetmek, yoksaymak değildir. Çünkü bütün şeriatler ve dinler Allah
katından olduğu halde bunların birbirinden farklılıkları vardır. Üstelik Kur'an'da
emir, yasaklama, ibaha, va'd, vaîd, emsal ve mevaiz vardır. Bunlar da bir nevi
ihtilaftır.
"Ayrılığa
düşmeyin", "Birbirinizle çekişmeyin" gibi ayetlere gelince,
bunların hepsi tevhid ve Hz. Peygambere iman ve onu destekleme hususundaki
ihtilafı yasaklamaktadır. Yine haklarında gerçeğin tek olduğu tüm temel dini
hususlar (usûlu'd-diyânât) böyledir. Bunun içindir ki Allah Teala,
"Kendilerine apaçık deliller / beyyinât geldikten sonra..."
demiştir.
Yine
"Birbirinizle çekişmeyin, yoksa güçten düşersiniz ve ağırlığınız
gider" ayeti ile, dini üstün kılma / destekleme hususunda gevşeklik
gösterme / yardımlaşmama kastedilmektedir.
İhtilafı kötüleme
sadedinde sahabeden rivayet ettikleri haberlere gelince; bu haberler nasıl
sahih olabilir ki, ilk ihtilaf edenler ve ictihad edenler kendileridir.
Sahabenin ihtilaf ve ictihad ettiği tevatüren bilinmektedir. Hal böyleyken,
tevatü-ren bilinen bir husus, senedinde zayıflık bulunabilen ve metni,
"dinin temeli", veya "dini destekleme" veya "hilafet
ve imamet" veya "icmâ' gerçekleştikten sonra ortaya çıkan tartışma /
hilaf veya "imamlara, valilere ve kadılara karşı ihtilaf veya
"İçtihada ehil olmadıkları halde sıradan insanların / avâmmın rey
sebebiyle ihtilafı" konularındaki ihtilafın yasaklanması şeklinde tevil
edilebilen rivayetlerle nasıl bir kenara itilebilir!
Ömer'in, İbn Mes'ûd ve
Übeyy b. Ka'b arasındaki ihtilafı hoş karşılamamasına gelince, belki de tek
elbise içerisinde namaz hususunda daha önce icmâ1 edilmişti ve buna muhalefet
eden sahabi, icmâ'ın gerçekleşmesi için asrın geçmesinin şart olduğu
görüşündeydi. Bunun içindir ki Ömer, "Her ikiniz de Hz. Pey-gamber'den
rivayette bulunuyorsunuz. Peki miislümanlar hanginizin fetvasını alacak!"
demiştir. Diğer bir ihtimal de şudur: İbn Mes'ud ve Übeyy, belki de biri
diğerini te'sîm / günaha nisbet ediyor ve bunda da aşın gidiyordu. Ömer de,
bizzat ihtilafı değil, bu şekildeki ihtilafı yasaklamıştır.
[H, 263]
Diğer bir ihtimal;
belki de Ibn Mes'ud İle Übeyy, fetva soran tek kişinin huzurunda ihtilaf etmiş
ve fetva soran şaşırıp kalınca, Ömer, "Halk, hanginizin fetvasını
alacak!" demiştir. Böyle bir durumda işin doğrusu şudur: Bîr müfti,
ictiha-di bir meselede, âmmî için bir fetva vermişse, diğer müftinin, soruyu
soran kişinin huzurunda bu fetvaya karşı çıkıp da soruyu soran kişiyi ne
yapacağını bilemez bir durumda bırakmaması uygundur.
Müt'anın haramhğı
konusunda Ömer ve Ali'nin ihtilafına gelince, böyle bir ihtilafın meydana
geldiği doğru değildir. Tam tersine sahih rivayetler, Ali'nin müt'a nikahının
ve ehli eşek etinin Hayber gününde haram kılındığını naklettiğini
göstermektedir. Sonra, içtihadı caiz gördükleri kesin olarak bilinen bu
kişilerin, ihtilafı yasakladıktan nasıl doğru olabilir!
Ali'nin kadılara
yazdığı mektuba gelince, bunun birkaç şekilde yorumlanması mümkündür:
1) Belki bu
kadılar Ali'ye mektup yazarak bazı olaylar hakkındaki görüşünü sormuşlar, Ali
de, "Önceden bu gibi olaylar hakkında nasıl hüküm veriyor idiyseniz,
şimdi öyle hüküm verin. Çünkü, şimdi onlara muhalefet edecek olursanız, bu
yüzden daha başka patlaklar söz konusu olabilir ve bu durum benim taasubum ve
aykırı davranışım olarak yorumlanabilir" demiştir.
2) Belki de
kadılar, asrın henüz geçmediği, dolayısıyla muhalefet etmenin caiz olduğu zannıyla
sahabe icmâ'ına muhalefet konusunda Ali'den izin istemişlerdir. Ali de
öncekilere muhalefeti kerih görmüştür.
3) Belki de
bu kadılar, Basra'da bulunan Haricîlerin ve diğerlerinin şahitliğini kabul
veya red hususunda danışmışlardır. Ali de, tıpkı savaştan Önce olduğu gibi
şimdi de onların şahitliklerinin kabul edilmesini emretmiştir. Çünkü onlar, bir
tevile istinaden savaşmışlardır. Onların şahitliklerini reddetmek hem taassub,
hem de yeniden bir görüş ayrılığı / hilaf yaratmaktır.
ikinci manevi gerekçe:
"Aslî nefy
bilinmektedir; aslî nefyden nass ile yapılan istisna da bilinmektedir. Buna
göre, söylenmemiş olan şeyler, bilinmekte olan aslî nefy üzere kalır. Bu
suretle kesin olarak bilinmekte olan bir husus, zannî olan kıyas ile nasıl bir
kenara itilebilir!"
Deriz ki:
Umûm, zevahir, haber-i
vâhid, cinayetlerin erşleri ve nafakalar hususunda bilirkişinin (mukavvim)
sözü, cezau's-sayd, şahidlerin doğru sözlülüğü, hüküm meclisinde muhalifin
doğru sözlülüğü gibi hususlann hepsi zannî olduğu halde, bunlarla aslî nefy
kaldırılmaktadır. Diğer taraftan, biz aslî nefyi, zannî şeyle değil, kesin olan
bir şeyle kaldır- [II, 264] maktayız. Şöyle ki: Biz, zannî İllete ittiba ile
emrolunmuş (teabbüd) ve zann hasıl etmiş isek, bu zarının mevcudiyetini kesin
olarak biliriz ve bu zannın varlığı ile birlikte hükmün de var olacağını da
kesin olarak bilmiş oluruz. Böylece aslî nefy kesin olan bir şeyle kaldırılmış
olmaktadır.
Üçüncü manevi gerekçe:
Temeli / mebnasi,
tahakküm, teabbüd, benzerler (mütemâsilât) arası fark ve farklılar arasında
birlik / cem' olan bir Şer'de nasıl olur da kıyas ile tassarruf edilebilir!
Zira bu Şer';
♦Küçük kız
çocuğunun sidiğinden dolayı elbisenin yıkanması gerektiğini söylerken, küçük
erkek çocuğunun bevlettiği elbiseye su serpiştirmenin yeterli olduğunu
söylemekte,
♦Meni ve hayz
sebebiyle gusletmenin vacip olduğunu, sidik ve meziden dolayı gusletmenin
gerekli olmadığını söylemekte,
♦Hayız gören
kadının, bu esnada geçirdiği namazları kaza etmesinin gerekmediğini fakat,
tutamadığı oruçları kaza etmesi gerektiğini söyleyerek ikisi arasında fark
gözetmekte,
♦Köle kadına /
rakîka bakmayı mubah görmekte fakat hür kadına bakmayı mubah görmemekte,
♦Farklı şeyler
arasını birleştirerek ihramlı iken kasden (amd) veya yanlışlıkla (hata) öldüren
kişiye av cezasını vacip kılmakta,
♦Tıraş ve koku
sürünmenin kasden veya yanlışlıkla yapılması arasında fark gözetmekte,
♦Zıhâr, öldürme,
yemin ve oruç bozma sebebiyle keffâreti vacip kılmakta, ♦Zâni, kafir,
katil ve namazı terkedenin öldürülmesini vacip kılmakta,
♦Kurban (oğlak
kurbanı) konusunda, Ebu Bürde'ye, "Bu senin için yeterlidir, ancak senden
sonra hiç kimse için yeterli değildir" demekte,
♦Hz. Peygambere
"Bu özellikle ve sadece senin içindir, müminler için değildir"
(Ahzâb, 33/50) denilmektedir.
Hal böyleyken, böyle
bir metodu olan ve her bir konudaki nassın, tahakküm, teabbüd olması mümkün
olan bir Şer'de, söylenmemiş'i söylenmiş'e / meskutu mantuka ilhak etmeye nasıl
cesaret ve teşebbüs edilebilir!
Cevap:
Biz Şer'in, birtakım
teabbüdî hükümlere şamil olduğunu inkar etmiyoruz. Bununla birlikte, hükümlerin
üç kısım olduğunu da söylemeliyiz:
Birinci kısım;
kesinlikle talil edilemeyen hükümler,
İkinci kısım; muallel
olduğu bilinen hükümler. Küçük çocuğun kısıtlama / hacr altına alınması
böyledir. Msl. bu hacrin sebebi, çocuğun aklının zayıflığıdır.
Üçüncü kısım; muallel
olup olmadığı tereddütlü olan hükümler.
Biz, hükmün muallel
olduğuna dair bir delil, mustanbat illetin aynım gösteren bir delil ve illetin
fer'de bulunduğunu gösteren bir delil bulunmadıkça kıyas yapmayız. Bu durumda,
öne sürülen işkal kendiliğinden kalkmış olur.
Teabbüdî hususlar daha
ziyade ibadetlerde olduğundan, tekbir, teslim ve fatİ- jn, 265] ha dışındaki
şeylerin bunlara kıyas edilmesi / yani, tekbir, teslim ve fatiha yerine kıyas
yoluyla başka şeyler getirilmesi ve zekat konusunda mansus olmayan bir şeyin
mansusa kıyas edilmesi hoş karşılanamaz.
Biz, muamelat, cinayet
diyetleri / ğarâmâtu'l-cinâyât konularıyla birçok karine sayesinde ma'kûl
anlamlar ve dünyevi maslahatlar üzerine bina edildiği bilinen konularda kıyas
yapıyoruz.
Dördüncü manevi
gerekçe:
Hz. Peygamber'e
cevâmiu'l-kelim verilmiştir. Bu durumda Hz. Peygamberin anlatıcı özlü ifadeyi
bırakarak vehme düşürücü uzun ifadeye başvurması -msl. 'Bütün yiyecek
maddelerinde veya bütün (anılabilir şeylerde ribayı haram kıldım' demek yerine,
İnsanlar cehalet karanlıklarına düşsün diye altı şeyi tek tek sayması-O'na
yakışır mı!'
Cevap:
Şayet Hz. Peygamber,
altı şeyi zikredip, arkasından 'Bunların dışında kalan şeylerde riba yoktur ve
bu hususta kıyas yapmak haramdır' deseydi, daha açık ve net olur, cehl ve
ihtilafı daha giderici olurdu. Ne var ki, belağatıyla genel ve zahir
lafızlardaki muhtemel ligi kesip atmaya, hem metin ve hem de seneddeki
muhte-melliği kökünden kesmek için mütevatir Kur'an'daki her şeyi açıklamaya
muktedir olduğu halde ve yine sonradan hilaf vaki olan tüm aklî konularda
gerçeği açıkça belirterek Allahın sıfatlanndaki teşbih ihtimalini de kaldırmaya
muktedir iken Hz. Peygamber böyle bir açıklama yapmamıştır. Hz. Peygamber bunu
yapmadığına göre, tasrih ettiği, tenbih ettiği, uzunca bahsettiği ve özlü
olarak bildirdiği hususlarda Allah adına ve Resulü adına tahakküm etmeye yol
yoktur. Tüm bunların sırrını Allah bilir.
Öte yandan Allah,
alimlerin ictihad ile teabbüd etmelerinde bir lütuf ve sır bilip, onlara Şer'in
esrarını istinbat hususunda kollan sıvamalarım emretmiştir. Bu durumda, bazı
şeyleri zikretmek, bazılarım da sükut geçip İctihad dürtülerini harekete
geçirecek şekilde tenbih etmesi taayyün eder. "Allah içinizden inananla-
rjj 266] n ve kendilerine ilim verilenleri derecelerce yükseltir".
Bu yaklaşım, salâhı
vacip kılanlara göredir. Bize göre ise Allah Teala, kullarına dilediğini yapma
hakk ve yetkisine sahiptir.
Beşinci manevi
gerekçe:
Asıldaki hüküm, illet
ile değil nass sebebiyle sabit olmaktadır, öyleyse, hüküm fer'de illet
sebebiyle nasıl sabit olabilir! Fer' asıla tabi olduğuna göre, hüküm fer'de
asılda olduğundan / aslın yolundan başka hangi yolla sabit olacaktır! Hükmün
asılda illet sebebiyle sabit olması imkansızdır. Çünkü nass kesin, illet ise
zannîdir. Hüküm de kesindir. O halde, kesin olan bir şey zannî illete nasıl havale
edilebilir!
Cevap:
Hüküm asılda nass ile
sabit olmaktadır, illeti istinbat etmenin faydası ise, şu üç şeyden birisi
olabilir:
a) illeti
tadiye etmek / geçişli hale getirmek,
b) Hükmün,
-maslahat için olduğu zannedilen- menâtına vakıf olmak,
c) Menatın
zevali durumunda hükmün de zail olması -îllet-i kâstra bahsinde geleceği
üzere-.
Fer'deki hüküm ise,
hüküm bakımından asıla tabi olsa bile, yol / tarik bakımından tabi olması
gerekmez. Zaruri konular ve hissi konular, nazari konuların aslıdır. Hüküm
bakımından eşitlik lazım gelse bile, fer'in yol bakımından bunlara eşit olması
gerekmez.
Altıncı manevi
gerekçe:
En büyük dayanaktan
olan bu gerekçe şudur:
Hüküm ancak tevkif
yoluyla sabit olur. İllet ise olsa olsa mansus aleyh olur / yani illetin
olabileceği en üst derece doğrudan belirtilmiş olmaktır. Sâri', "Yiyecek
maddelerinin hepsinde ribadan korunun" dese, bu söz genel bir tevkif olur.
Şayet "Buğdaydaki ribadan sakının, çünkü buğday yiyecek maddesidir"
dese, bu bir önceki söze eşit olmaz ve buğday dışındaki bir şeyde riba iktiza
etmez. Nitekim, efendi "Bütün siyah kölelerimi azat ediyorum" dese,
bütün siyah köleleri [II, 267] azat edilmiş olur. Eğer, Ganim ismindeki kölemi
siyahlığından ötürü azat ediyorum, yahutta Ganim ismindeki köleyi azat
ediyorum; çünkü o siyahtır, dese, bu durumda siyah kölelerinin tamamı azat
edilmiş olmaz. Aynı şekilde efendinin, bir muhayyel ile talil ederek
"Ğanim'i azat edin. Çünkü o kötü ahlaklıdır. Böylece ondan kurtulmuş
olurum" dese, ahlak bakımından ondan daha kötü olan kölelerin azat
edilmesi gerekmez. Lafzının hasr ifade etmesi yüzünden, mansus İlletin bile
tadiyesi mümkün değilken, müstanbat illet nasıl tadiye edilebilecektir! Anlama
ve kavrama hususunda Şâri'in sözü ile diğerlerinin sözü nasıl birbirinden ayırd
edilebilecektir! Anlayışın metodu, dilin yapısıdır. Dilin yapısı ise kişiden
kişiye değişmez.
Cevap:
Kıyas inkarcıları üç
guruptur. Bu itiraz, bu üç guruptan ikisinin yaklaşımlarına ve hareket
noktalarına uygun düşmez ve sadece üçüncü guruba uygun düşer. Şöyle ki:
Birinci gruba göre,
illetin doğrudan belirtilmiş olması (tansîs ale'1-ille), genel bir lafız
zikretmek gibidir. Buna göre, "Şarabı şiddeti (sertlik, keskinlik) yüzünden
haram kıldım" sözüyle, "Şiddetli olan her şeyi haram kıldım"
sözü arasında, nebîzin haramlığını gerektirmek bakımından hiç bir fark yoktur.
Ne var kî bu gerektirme, kıyas yoluyla değil, lafız yoluyladır. Ancak, "şiddeti
yüzünden" sözünün, şiddeti genel isim yerine koyma gibi bir faydası da
vardır. Bu sözü söyleyenler, sonuçta ilhakı kabul etmekte, sadece bu ilhak
işlemine kıyas dememektedirler.İkinci gurubu teşkil eden Kâşâniyye ve
Nehrâvâniyye ise, müstanbat illet ile kıyası inkar etmiş, fakat mansus illet
ile kıyası mümkün / caiz görmüşlerdir. Bunlar derler ki; "Eğer nass ya da
başka bir delil, aslı ortaya çıkarırsa, illet, cari olabileceği bütün alanlarda
hüküm İçin toplayıcı bir Özellik / cami olur". Bu gurubun, birinci
guruptan farkı, sadece isimlendirmededir. Şöyleki birinci gurup, yapılan bu
işleme kıyas demezken, bu gurup aynı işlemi kıyas olarak adlandırır. Her iki
gurup da, bu yaklaşımın, azat / ıtk ve vekalet hususunda geçerli / cari olmadığını
ikrar etmektedir. Bu iki gurup, böyle bir ayırıma gittikten sonra bunların
yapacaktan istişhad sahih olamaz.Üçüncü gurup ise, illet doğrudan belirtilmiş
bile olsa ilhakı kabul etmez. İşte [II, 268] yukarıda Öne sürülen itiraz ve
hüccet ancak bu gurubun anlayışına uygun düşer. Bu itiraza üç şekilde cevap
verilebilir:
1)
Ashabımızdan Sayrafî, "eşitleme (tesviye)"ye meyletmiş ve "Şayet
efendi, ben şu köleyi siyahlığı yüzünden azat ettim. Siz diğer tüm siyah
köleleri buna kıyas ediniz" derse, bütün siyah köleler azat olur"
demektedir, işte, eğer kıyas ve itibar ile emrolunmuş isek, tartıştığımız
meselenin hareket noktası budur. Şayet, kıyas ile teabbüd sabit değilse,
illetin doğrudan belirtilmiş olması İlhak işlemine ruhsat vermez. Zira, illetin
"özellikle şarabın şiddeti" olması mümkündür. Bu guruptan kimileri,
efendinin bir köleyi siyahlığı yüzünden azat ettiği kesin olarak bilinirse,
efendinin "Ğanim'i siyahlığı yüzünden azat ettim" sözü sebebiyle tüm
siyah kölelerin azat olacağını söylemiş, kimileri de şöyle demişlerdir: Bu
lafızla tüm siyah köleleri azat etmeye niyet etmedikçe, efendinin, köleyi sırf
siyahlığı yüzünden azat etme maksadında olduğunun bilinmesi yeterli değildir.
Eğer bu niyette ise, tüm siyah kölelerin azadı için niyetle beraber bu lafız
yeterlidir. Çünkü bu durumda efendi, özel / hâss bir lafızla genel bir anlamı
irade etmiş olmaktadır. Bu da inkar olunacak bir durum değildir. Nitekim, bir
kimse, minneti defetmek niyetiyle, Vallahi! Ben falancanın ne bir lokma
ekmeğini yerim ne de bir yudum suyunu içerim, diye yemin etse, birkaç dirhem
veya bir elbise veya her hangi bir mal alması sebebiyle yeminini bozmuş olur.
Burada, özel bir lafız, bu niyetle birlikte genel bir anlam için uygun
olmaktadır. Yine Allah Telanın "Yetimlerin mallarını haksız olarak
yiyenler..." sözü daha genel olan "itlaf / telef etme"
anlamını; "İkisine üf deme" ayeti, daha genel olan "eziyet
etme" anlamim ifade etmeye uygundur. Eğer bu gurup için iki hitap şekli
arasında eşitleme yapılması düzgün ise, onlar hükmü, bir tek, Şâri'in, hükmü
mücerred şiddete talik etmeyi murad ettiğine [II, 269] dair bir delilin
bulunması durumunda genel leştiriyorlar demektir. Ne var ki bu görüş bizim
kabul ettiğimiz görüş değildir. Bizce sahih olan görüş, efendi tüm siyah
kölelerin azadına niyet etmiş olsa bile "Ganimi siyahlığı yüzünden azat ettim"
sözüyle sadece Ganim azad edilmiş olur. Çünkü, bu durumda, Ganimin dışındakiler
için mücerred niyet ve irade bulunmuş olmaktadır ki bunun hükme etkisi yoktur.
2) Ümmet,
fark üzerinde icmâ etmiştir. Zira hükümde eşitleme / tesviye, ancak,
"Şarabı şiddeti yüzünden haram kıldım. Siz şiddetli olan bütün şeyleri
buna kıyas edin" denildiği zaman vacip olur. Şayet efendi, "Ganimi
siyah oluşu yüzünden azat ettim. Siz diğer tüm siyahları buna kıyas edin"
derse, çoğunluk alimlere göre, azat işi sadece Ganime münhasır kalır. Fark
itiraf edildikten sonra biri diğerine nasıl kıyas edilebilir! Farkı itiraf
ediyorlar, çünkü kulların mülkleri ve Şer'in hükümleri konusunda hüküm Allaha
aittir. Halbuki mülklerin husul ve zeval bakımından hükümleri mücerred
iradelere değil lafızlara bağlanmıştır. Şer'in hükümleri ise, Şer'in rızasına
delalet eden her şeyle, yani lafız olmasa bile karîne ve delalet ile sabit
olur. Bunun böyle olduğuna şu örnek delildir: "Bir tacire ait mal, tacirin
huzurunda semeninin kat kat üzerinde satılsa, tacir zevkten dört köşe olsa ve
sevinç izleri yüzünden okunsa bile, bu satım akdi ancak önceden lafzen verilmiş
izin ile, Ebû Hanîfe'ye göre ise hiç değilse o esnadaki onaylama (icâzet-i lahika)
ile nafiz olup işlerlik kazanabilir. Hz. Peygamberin gözleri önünde bir eylem
cereyan etse ve Hz. Peygamber sussa, Hz. Peygamberin susması o işe rıza
gösterdiğine delalet eder ve onunla hüküm sabit olur. Bu ikisi nasıl birbirine
eşit olabilir! Öyleki Şer', kulların tasarruflarım belli oranda kısıtlayıp
daraltmıştır. Hatta, bu tasarrufların hükümleri bazen her lafızla değil, bazı
lafızlarla hasıl olabilmektedir. Msl. Koca "Nikahı feshettim",
"evlilik bağını kopardım", "Karımla kendi aramda helallik ilişkisini
kaldırdım" dese, talaka niyet etmediği sürece bu
[II, 270] sözlerle
talak vaki olmaz. Talak lafzını kullandığında ise, talak dışında başka bir şeye
niyet etmiş bile olsa talak vaki olur. Hükümler her lafızla değil de ancak bazı
lafızlarla meydana geliyorsa, rızaya delalet açısından lafzın daha da altında
olan bir şeyle nasıl meydana gelebilir!
3) Dil ehli,
birinin "Şu otu yeme, çünkü o zehirlidir", "Hindistan eriği
yeme, çünkü o müshildir", "Bal yeme, çünkü o sıcaktır", "Ey
felçli kişi, salatalık yeme, Çünkü o soğuktur", "Şarab içme, çünkü
şarap aklı izale edicidir", "Fulanca kişiyle oturma, çünkü
siyahtır" gibi sözlerindeki taliün anlamının, yasağın aynı illetin
bulunduğu başka şeylere tadiyesi olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu dilin
mukte-zasıdır Dilin azat etme hususundaki muktezası da böyledir. Fakat teabbüd,
azat etmenin taüli ile hükmetmeye engel olmuştur. Hatta bu hususta, mahalle
mutabık sarih lafzın bulunması gerekir. Şer'de buna hiç bir mani yoktur. Çünkü,
işaret, emare ve karine yoluyla bilinen her şey, tıpkı lafız yoluyla bilinmiş
gibidir. Aradaki fark hususundaki icmâ'a rağmen bu ikisi nasıl birbirine eşit
olabilir! Çünkü benzer şeyler arasındaki ayırıcı, tıpkı farklı şeyler
arasındaki birleştirici gibidir. Ikİ farklı şey için aynı hükmü verene şaşılır
ve bir cami / birleştirici getirmesi istenir. Aynı şekilde benzer iki şey
arasını ayırana da niçin bunlar arasında fark gözetti diye şaşılır.
Denirse ki:
Bir kimse emri altında
bulunan birine "Şu hayvanı sat, zaptedilmezliği yüzünden", "Şu
köleyi de kötü ahlakı yüzünen sat!" derse, emredilen kişinin, müşterek
illeti taşıyan diğer şeyleri satması caiz olur mu? Eğer caiz olur derseniz, bütün
fakihlere muhalefet etmiş olursunuz. Eğer caiz olmaz derseniz, bu takdirde, her
iki yerdeki ittifaka rağmen Şâri'in kelamı ile bu kişinin kelamı arasındaki
fark nedir? Eğer ıtk ve talak lafzında, cihetin hususuyeti sebebiyle bir
teabbüd söz konusu ise, vekalet lafzında böyle bir teabbüd sabit değildir.
Deriz ki: [11,271]
Eğer emri altındaki
kişiye "Lafzın sarih şeklinin dışında, istidlal yollarından biriyle benim
murad ettiğim ve razı olduğum şeyi tesbit edersen ona göre davran"
demişse, emredilen şahsın bunu yapması caiz olur. Şer'in hükmü de aynen
böyledir. Ne var ki ikinci bir emrin bulunması şarttır. Bu emir de, emredilen
kişinin, kesin olarak, kölenin satılış sebebinin, kötü ahlaklı olması yanında
çirkin veya hizmette kusur ediyor olması değil, yalnızca kötü ahlaklılığı
olduğunu bilme-sidir. Belki de o, illetin bazı vasıflarını zikreder. Eğer bunu
kesin olarak bilemiyor, fakat zannediyorsa, bu takdirde emreden kişinin,
"Tasarrufa yetkili olabilmen açısından senin zannın bilme
mesabesindedir" demiş olması gerekir. Bu şartlar tastamam bulunursa,
tasarruf caiz olur. Meselemizin ölçütü budur.
Denirse ki:
Sâri', "Karineler
ve deliller sayesinde rızamın ve irademin ne olduğunu bilirseniz, bu tıpkı
sarih olarak bilmeniz gibidir" dese, "Ben bir şeyin illetini zikredersem,
o şeyin vasıflarının tamamını zikrederim" demese, bu durumda belki de
Sâri', şarabın haram kılmışını mücerred şiddet ile değil Özellikle şarabın
şiddeti ile, ribanın haram kılınışını özellikle buğdayın yiyecek maddesi oluşu
sebebiyle talil etmiş olabilir. A'yan / şeyler hususunda, Allahın birtakım
sırları vardır. Domuzu, meyteyi, kanı, mevkûzeyi, ehlî eşekleri, azı dişli
yırtıcı hayvanları ve pençeli kuşları, kavranıEamayan birtakım özellikler
sebebiyle haram kılmıştır. Şarabın şiddeti için, nebîzin şiddetinde bulunmayan
bir hususiyet olabilir. Bu durumda, emir ne ile vaki olacaktır? İşte bu, kıyas
savunmasını bertaraf eden en etkili sözdür.
Cevap:
Mahallin hususiyetine
itibar edilmeyeceği, bazan zaruri olarak bilinir. Msl. Hz. Peygamberin
"Hangi adam ki ölür veya iflas ederse, mal / meta sahibi» kendi malına
daha layıktır" sözü böyledir. Bu durumda kadının da aynı anlam-[II, 272]
da olduğu bilinmektedir.Yine, "Kim ki, bir köledeki ortaklık payını / şirk
azad ederse, kölenin geri kalan kıymeti de kendi üzerine takdir edilir"
hadîsi de böyledir. Cariye de aynı anlamdadır. Çünkü biz, ıtk ve satım akdinin
hükümlerini şöyle bir gözden geçirdiğimizde ve emarelerin, karinelerin ve
tekrarların bütününü göz önüne aldığımızda, dişiliğin / kadınlığın satım
akdinde ve ıtk hususunda bir etkisi olmadığını görürüz.
Mahallin hususiyetine
itibar edilmeyeceği, bazan da buna gönlün yattığının zannedilmesiyle bilinir.
Biz biliyoruz ki sahabe, zanna dayanmışlardır. Doyayı-sıyla biz sahabenin,
zannın kesinliğe ilhak edileceğini Hz. Peygamberin sözünden kesin olarak
anladıklarını bilmekteyiz. Sahabenin bu yönde bir uygulaması olmasaydı biz
zannı kat'a ilhaka cesaret ve teşebbüs edemezdik. Sahabe, bir çok mesele
hususunda ihtilaf etmiştir.. Şayet bu meseleler kesin olsaydı, sahabe ihtilaf
etmezdi. Buradan anlıyoruz ki, zann kat' / kesinlik gibidir. Zann ve kat'm olmadığı
durumlarda ise şek meydana gelir ve bu durumda asla kıyasa gidilemez.
Nazzam der ki: Mansus
illet İlhakı gerektirir. Fakat bu ilhak kıyas yoluyla değil, lafız ve umum
yoluyladır. Zira lügatte, 'Müştedd / şiddetli olan her şeyi haram kıldım' sözü
ile 'Şarabı, şiddeti yüzünden haram kıldım' sözü arasında hiç bir fark yoktur.
Bu yaklaşım fasiddir.
Çünkü, "Şarabı, şiddeti yüzünden haram kıldım" sözü, lafız ve vaz'
yönünden sadece, özellikle şarabın haram kılınmış olmasını iktiza eder ve kıyas
ile teabbüd varid olmadıkça, nebîzin bu hükme ilhakı caiz olmaz. Eğer, kıyas ile
teabbüd varid olmamışsa bu söz, "öanim'i siyahlığı yüzünden azad
ettim" sözü gibi olur. Bu söz, tüm siyah kölelelerin azat edilmesini
gerektirmez. Allah'ın, özellikle şarabın şiddetini illet olarak tayin etmesi
mümkün iken, nebîzin bu hükme ilhakı nasıl caiz olabilir ki! Bu durumda illetin
zi kredi üş faydası / amacı, şiddetin zevali durumunda haramlık hükmünün de
zail olacağı olabilir. Atlahın, şarabın şiddetindeki bir özelliğin
çirkinlikleri irtikaba davet edeceğini bilmesi, nebîzin şiddetinde de ibadetlere
davet edici bir lütuf olduğunu [II, 273] bilmesi caizdir.
Nazzamın kıyası inkar
edildiği sanıladursun o, bizim kıyas yapmadığımız yerde kıyas yapmakla bu
hususta bizi geçmiştir. Belki de o, kıyas işlemini değil kıyas ismini inkar
etmektedir
Denirse ki:
Efendisinin köleye,
babanın oğluna, "Şu gıdayı yeme, çünkü o zehirlidir. Şunu ye, çünkü o
gıdadır" şeklindeki sözünden, diğer bir zehiri yemenin yasaklandığı,
beslenme bakımından bunun gibi olan gıda maddelerini yemenin emredildi-ği
anlaşılır.
Deriz ki:
Bu husus anlaşılır.
Çünkü bu husus, ıttıradu'1-âdet / süregelen adet karinesiy-le ve babaların
çocuklar ve efendilerin köleler hakkındaki tavır ve amaçlarının bilinmesi
karînesiyle anlaşılmaktadır. Çünkü bunların amacı zehirler arasında ayırım
yapmak değil, çocuklarını ve kölelerini ölümden korumaktır. Allah Teala ise,
mücerred iradesiyle bir şeyi haram kılınca, haram kılınan bu şeyin benzerini
mubah kılması caiz olduğu gibi haram kılması da caizdir. Çünka bunda yumuşaklık
/ nfk ve maslahat vardır. Allanın ilminde, haram kılınan bu şeyin benzerinde
mefsedet bulunduğu önceden geçmiş olabilir. Çünkü bu şeyin salah ve fesadı
içermesi, tabiatı, zatı ve bizzat üzerinde bulunduğu bir vasıf sebebiyle değildir.
Hatta, bir şeyi zeval vaktinde yapmada bir maslahat, İkindi vaktinde yapmada
mefsedet olabilir. Hatta, maslahat ve mefsedet olması, cumartesi ve cuma günüyle,
yer ve duruma göre değişebilir. Aynı şekilde, şarabın şiddetinin nebîzin
Şiddetinden farklı olması da caizdir.
Denirse ki:
Eğer, nebîzin haram!ığı,
şarabın haramlığından anlaşilamıyorsa, dövmenin ve eziyet etmenin haramlığı da
"Öf deme" sözünden anlaşılamaz.
Deriz ki:
Bize göre işin doğrusu
şudur: Zaten, bu husus / dövmenin haramlığı, karineden ari bulunan mücerred
lafızdan anlaşılmamaktadır. Fakat, karîne-i hal1 in ikram maksadına delalet
etmesi durumunda, "öf deme" İfadesi, dövmenin haram-lığına delalet
eder. Hatta dövmenin haramlığı, zikredilen öf demeden daha Önce akla gelir.
Zira, öf demenin yasaklanması, bizatihi amaç değildir. Aksine bu la- m 2741
fızla kastedilen husus, en aşağı derecesini zikretmek suretiyle eziyet etmenin
ya-sakhğına dikkat çekmektir. Yine, "Kim zerre miktarı hayır işlerse onu
görür" 'zerre'.(Zilzâl, 99/7) "Ehli Kitap içerisinde öyleleri vardır
ki, onlara bir dinar emanet etsen onu sana geri vermez" (Al-i tmrân,
3/75) ayetindeki 'dinar', ve diğer bazı ayetmlerdeki 'nakîr' ve 'kıtmîr' gibi
kelimeler de, kendilerini aşan anlamlara mücerred lafız ile delalet etmezler.
Msl. "Kim zerre miktarı..." ayetinde, amelin karşılığını izhar etme
karînesi bulunmaktadır. Yine "Vallahi, fulanca-nırı ne bir yudum suyunu
içtim, ne bir lokma ekmeğini yedim" sözünde bunlardan daha büyük
miktarlann alınmadığı hususu "minneti der karînesilme anlaşılmaktadır.
Yine dövmenin, öf demeye ilhakı da kıyas yoluyla değildir. Çünkü, sözlü olarak
belirtilmeyip kıyas yoluyla ilhak edilecek olan fer', konuşan kişinin gözden
kaçırmış olabileceği ve hatta hiç kastetmemiş olabileceği tasavvur edilebilen
bir şeydir. Burada ise, söylenmemiş olan kısım / dövme, öf deme sözüyle dile
getirilen amacın temelinde yatmakta ve sözü söylemeye sevketmektedir, kî bu
sözü işiten bunu hemencecik anlar. Bu husus, sözün lahnından ve fahvasından
anlaşılmaktadır. Zikredilen karinenin ortaya çıkması durumunda, sözün bu yönde
anlaşılmasına engel teşkil eden başka bir karine daha bulunabilir. Zira kıral,
kendisiyle mücadeleye giren kardeşini öldürmek durumunda kalabilir ve cellada
"Onu öldür. Fakat, azarlayıp, küçük düşürme" diyebilir. Nebîzin
haramlığı sonucuna şarabın haramlığı sebebiyle ulaşmak ise bu kabilden
değildir. Aksine bu sonuca ulaşmanın kıyastan başka bir yolu yoktur. Eğer,
kıyas ile teabbüd varid olmamışsa, "Müştedd olan her şeyi haram
kıldım" sözünden farklı olarak, "Şarabı, şiddetinden ötürü
yasakladım" sözünden, nebîzin de haram olduğu anlaşılamaz.
Kâşânî ve Nehrevânî,
sahabenin icmâ'ı sebebiyle kıyası kabul etmişler, fakat bunu iki yere tahsis
etmişlerdir. Birincisi; "Şarabı şiddetinden dolayı haram kıl-[II, 275]
dım" ve "Çünkü kediler, etrafınızda dolaşıp duran şeylerdendir"
sözlerinde olduğu gibi, illetin mansus olduğu durumlardır. İkincisi de,
Mâiz'in zina etmesi sebebiyle recmedilmesi, Safvan'ın ridasını çalan kişinin
elinin kesilmesi gibi, hükümlerin sebeplere bağlandığı durumlardır. Bu
anlayışlarıyla onlar, sanki bu tür İle "hükmün menâtını tahkik"i
kastediyor ve onu kabul ediyorlar.
Deriz ki:
Bu anlayışın üç duruma
indirgenmesi mümkündür:
1) Onların, bunlar/ yukarıdaki ifadeler yanında,
ayrıca "Şiddet hususunda şaraba ortak olan her şeyi de haram kıldım"
denilmiş olmasını ve Maiz'in recme-dilmesiyle ilgili olarak "Bir kişi
hakkındaki hükmüm aynı zamanda herkes hakkındaki hükmümdür" denilmiş
olmasını da şart koşmuş olmaları durumu.
Bu durum kıyası kabul
edip kıyasa göre davranmak değü, aksine umuma göre davranmak olur. Dolayısıyla
bu anlayış onları, sahabenin kıyas yapma hususunda gerçekleşmiş bulunan icmâ
uhdesinden çıkarmaz. (Çünkü sahabe, bu şart olmaksızın kıyas yapılabileceği
konusunda icmâ etmiştir!)
2) Bunun
şart olmaması ve kıyas ile teabbüdün varid olmasının da şart olmaması durumu.
Bu durumda, onlar,
Nazzama karşı da söylediğimiz gibi, bizce kıyas yapılamayan yerlerde kıyas
yapmış ve bizi bir adım daha geçmiş olurlar.
3) Kıyas ile
teabbüd varid olduğunda, mansus illet sebebiyle ilhakın caiz görülmesi
durumu.Bu söz asıl itibariyle doğru, fakat hasr / kayıt getirmesi bakımından
yanlıştır. Çünkü, bu durumda onlar illeti tesbit yolunu sadece nassa hasretmiş
oluyorlar. Halbuki illeti tesbit yolu yalnızca nass olmayıp illet, sebr ve
taksim yoluyla bilinebileceği gibi, başka bir delil de bunu gösterebilir. Bunu
gösteren bir delil bulunmadığı sürece biz, fer' ile aslı cem etmeyiz. Bu
hususta bir delil ile diğeri arasında hiç bir fark yoktur.
Denirse ki:
İlletin mansus olması
durumunda, fer'deki hüküm de malum olur ve artık zannî olmaz ve hataya
düşmekten korunulmuş olur. illet müstanbat olunca ise, hataya düşmekten emin
olunmaz.
Deriz ki:
Sözün iki tarafında da
hataya düştünüz. Şöyle ki: Siz emniyetin nass sebebiyle hasıl olacağını ve
nassm olmaması durumunda hataya düşülebileceğini zannediyorsunuz. Halbuki
şarabın şiddeti hususunda nass bulunsa bile, biz yine de [II, 276] nebîzdeki
şiddetin aynen şaraptaki şiddet gibi olduğunu kesin olarak bilemeyiz. Tam
tersine, şarabın haramhğımn, özellikle şarabın şiddetiyle muallel olması
mümkündür. Ancak açıkça, "Hüküm her yerde mücerred şiddete tabi olur"
denilmesi durumunda, bu genel bir lütuf olur ve kıyasa göre hüküm vermek
olmaz. Dolayısıyla da, icmâ uhdesinden kurtulunmuş olmaz. Böyle sarih bir
açıklama olmayınca biz, kesin gözüyle bakmaksızın nebîzin de şarap anlamında
olduğunu zannederiz.
Müstanbat illette,
biri "illetin aslı", diğeri "fer'İn asla ilhakı" olmak
üzere zanna göre davranılacak iki durum mevcuttur. Fer'in asla ilhakı da
ayırıcı özelliklerin / fevârık'ın bulunmaması şartına bağlıdır.
Mansus illette ise
zanna konu olan bir tek yer vardır, o da, "fer'İn ilhakı"dır. Çünkü
fer'in ilhakı, aslın İlletinin bütün vasıflarının bilinmesine dayanır. Bu illet
de özellikle şarabın şiddeti değil mücerred şiddettir. Bu ise ancak, hükmün
genelleştirilmesini gerektiren ve kıyasa ihtiyacı defeden bir nass İle
bilinebilir.
Onların müstanbat
illet hususunda "Müstanbat illette hataya düşülmekten güvencede olunamaz"
sözlerine gelince, bu söz, her müctehidin isabet ettiği görüşünde olanlara
karşı ileri sürülemez. Çünkü bu görüşte olanlara göre, aslın fer'a şehadeti,
adil kişinin hakim huzurundaki şehadeti gibidir. Şahit yalancı bile olsa, hakim
hata etmekten korunmuş olur. Çünkü hakim, doğru söze ittiba ile değil,
doğruluğunu zannettiği söze ittiba ile yükümlüdür. Bu durum aynıyla burada da
geçerlidir. Yani müctehid, illete İttiba ile değil, İllet zannına ittiba ile
yükümlüdür ve bu durumda zannı gerçekleşmiş bulunmaktadır.
Evet, bu problem
(işkal), isabet edenin tek olduğu görüşünde olanlara yöneliktir. Çünkü bu
görüşe göre müctehid hataya düşmekten güvencede değildir. Doğruyu yanlıştan
ayıran bir delil de yoktur. Çünkü, şayet böyle bir delil olsaydıtıpkı akliyatta
olduğu gibi, müctehid hata ettiğinde günahkar olurdu.
Onları bu şekildeki
bir kıyası kabul etmeye sahabenin icmâ'ı sevketmiştir. Halbuki, sahabenin
yaptığı kıyas, mansus illetle sınırlı değildi. Nitekim onlar, "Sen bana
haramsın" sözünde, "dede ve kardeşlerin mirasçılığı" meselesinde
ve şarap içmenin / şarap içme cezasının, taşıdığı iftira endişesi yüVinden
kazfe / kazf cezasına benzetilmesi hususunda kıyas yapmışlardır. Halbuki kazf,
iftira endişesi değil bizzat İftiranın kendisi olduğu İçin seksen değnek
cezasını gerektirmektedir. Ne var ki onlar, Şâri'in, bazı yerlerde bir şey
hakkındaki zannı, o şeyin kendisi mesabesinde tuttuğunu gördükleri için, bir
nevi zann -ki bu zann son derece zayıftır- sebebiyle şarap içmeyi kazfe teşbih
etmişlerdir. Bu örnek de gösteriyor ki, onlar her konuda nass aramadıkları
gibi, kesinlik de aramamışlar, zann İle yetinmişlerdir.
Diğer taraftan, malum
illet ile kıyas caiz olunca, biz -tıpkı, adil kişinin rivayetinin tevatüre,
âdil kişinin şahitliğinin, masum peygamberin şahitliğine ve zannî kıblenin
gözle görülen kıbleye ilhak edilmesi gibi- zannî illeti amel hususunda bu
bilinen illete ilhak ederiz. Ne var ki bu husus itiraz götürür. Çünkü biz, her
ne kadar haber-i vahidi ve şehadetin kabulünü kesin delillerle isbatlamış olsak
bile, Şer'in bir yerde zannı kabul ediyor olması, bizim başka bir zannı buna
kıyas etmemize ruhsat vermez. Aksine, haberi vahid ve şehadetin kabulü konusunda
olduğu gibi, burada da zannî kıyas konusunda bir delilin bulunması gerekir.
Bir kısım Kaderiler,
fiil ve terk arasında ayırım yaparak şöyle demişlerdir: eğer Sâri', bir fiilin
vücubunu bir illetle talil etmişse başka şeylerin buna kıyas edilmesi ancak,
kıyas ile teabbüd sayesindedir. Ancak, Sâri', şarabın haramlığını bir illet ile
talil etmişse, kıyas ile teabbüd olmaksızın nebîzin buna kıyas edilmesi
gerekir. Çünkü bal şerbetini, tatlılığı yüzünden terkeden kişinin, tatlı olan
herşeyi terketmesi gerekir. Şarabı, sarhoş edici olduğu için terkeden kişinin
de sarhoş edici her şeyi terketmesi gerekir. Bal şerbetini tatlı olduğu İçin
içen kişinin ise, [II, 278] tatlı olan her şeyi içmesi gerekmez, ibadet olduğu
için namaz kılan kimsenin bütün ibadetleri yerine getirmesi gerekmez, bunlar,
günahlardan bir kısmı için yapılan tevbenin sahih olmayacağı anlayışını da bu
düşünce üzerine bina etmişlerdir. Şöyleki: bir günahı, masiyet olması sebebiyle
terkeden kimsenin, her günahtan uzak durması gerekir. Bir ibadeti, taat olması
sebebiyle yerine getiren kişinin ise bütün tâatleri yerine getirmesi gerekmez.
Bu anlayış, her iki
taraf (fiil ve terk) bakımından imkansızdır. Çünkü, tahrim tarafında, şarabın,
sırf şaraptaki şiddet yüzünden haram kılınmış olması ve şarabın şiddeti ile
nebîzin şiddeti arasında fark gözetilmesi uzak İhtimal değildir. Fiil tarafında
ise, balt tatlı olduğu için, midesi boş olduğu için ve gerçekten iştah duyduğu
için yiyen kişi, biriyle diğeri arasında fark gözetmez. El betteki iştahı zail
olduğu için ve midesi dolduğu İçin ve durum değiştiği İçin, biri diğerinin
peşine bal yemesi gerekmez. Bir şey için sabit olan hüküm, o şeyin misli için
de sabit olur, bunun terk veya fiilde olması Önemli değildir. Fakat, mutlak
misil (denklik) tasavvur olunamaz. Çünkü ikilik, misliyetin şartıdır. Başkalık
ve değişiklik de ikiliğin şartlanndandır. Değişiklik / Muhalefet geldiğinde
denklik / mümaselet batıl olur. Bu konu derin bir konu olup, açıklanacağı yer
burası değildir.
(Kıyas aslının
inkarcılarına karşı isbatı konusunda inceleme burada tamamlanmıştır.) [12]
(Aslın illetini isbat
yolu ve tek tek kıyasların sıhhatine delil ikamesi)
Kitabın başında, önce,
her kıyasta söz konusu olabilecek ihtimallerin kaynaklarına -ki zaten sadece
ihtimal bulunan noktalarda delile ihtiyaç duyulmaktadır-, [II, 279] ikinci
olarak, delilin, sadece sem'î delillere münhasır bulunduğuna ve üçüncü olarak
da sem'î delillerin zannî ve kat'î olarak iki kısma ayrıldığına dikkat çekelim.
Bu konular için üç mukaddime tertip ediyoruz.
Birinci Mukaddime: Her
kıyastaki ihtimal noktalan Her kıyas için söz konusu olabilen ihtimal yerleri
altı tanedir:
1) Aslın,
Allah katında muallel olmaması mümkündür. Bu takdirde, kıyas yapan kişi
muallel olmayan şeyi tali! etmiş olur.
2) Eğer asıl
Allah katında muallel ise, kıyas yapan kişi belki de Allah katında illet olan
şeyi tutturamayacak, aslı, başka bir illetle talil edecektir.
3) Kıyas
yapacak olan kişi, tatilin aslında ve illetin kendisinde isabet etse bile,
belki de talili iki veya üç vasıfa hasredecektir. Halbuki hüküm, bu illet yanında,
kıyas yapan kişinin özellikle itibar ettiğine ilave olarak başka bir karine ile
muallel olabilir.
4) Kıyas
yapan kişi, hükmün menâtı olmayan bir vasfı İllete eklemiş ve böylece bİr'in
üzerine ziyade yapmış olabilir.
5) Kıyas
yapan kişi, illetin aslında, illetin tayininde ve zabtında isabet etmiş, fakat
bu illetin fer'de bulunduğunda hata etmiş olabilir, dolayısıyla da, gerçekte
durum böyle olmadığı halde, illetin bütün kayıt ve karineleri ile fer'de mevcut
olduğunu zannedebilir.
6) Kıyas
yapan kişi, illetin tashihine, delil olmayan bir şey ile istidlal etmiş
olabilir. Bu durumda, illeti tutturmuş bile olsa, kıyas yapması helal olmaz;
tıpkı illetin, hiç bir delil olmaksızın mücerred vehm ve sezgi / hads yoluyla
tutturulmasında olduğu gibi ve yine, hiç bir ietihad yapmaksızın kıblenin bir
tarafta olduğu zannıyla o tarafa dönerek namaz kılan kişinin, -kıbleyi
tuturmuş bile olsa-kıldığı namazın sahih olmayacağı gibi.
Bazı usulcüler yedinci
bir ihtimal daha zikretmişlerdir ki bu ihtimal, kıyasın aslında / kıyasa
başvurma prensibinde hata ihtimalidir. Zira Şer'de, kıyas aslının batıl olması
İhtimali vardır.
Bu yanlıştır. Çünkü
kıyasın sahih olduğu hususu zannî değil, kesindir. Eğer, kıyas için bir ihtimal
söz konusu olursa, tevhid, nübüvvet vb. gibi diğer bütün ka-tiyyat için de
ihtimal söz konusu olur.
Hata ihtimali
bulunabileceği öne sürülen bu altı nokta, musibin tek olduğu [II, 280] görüşüne
göre ve Allahın, araştırıcı / nazır tarafından ihata edilebileceği tasavvur olunabilen
kesin deliller nasbettiğinin takdir edildiği yerlerde uygun düşer.
Her müctehidin musîb
olduğu görüşünde olanlara göre İse, asılda, Allah katında illet olan muayyen
bir vasıf zaten yoktur ki, bu illetin aslında veya vasfında hataya düşülsün.
Tam tersine Allah katındaki illet, her müctehid açısından, müctehidin illet
zannettiği şeydir ve bunda hata tasavvur olunamaz. Ne var ki, genel olarak, bu
hususlarda delil ikamesine ihtiyaç vardır, her ne kadar bunlar zannî deliller
olsa da.
ikinci mukaddime:
Bu deliller, ancak
semî olur. Hatta, aslın illetinin fer'de tahkiki hariç, bu ihtimal
kaynaklarında / noktalarında aklî incelemenin hiç yeri yoktur. İllet eğer sarhoşluk,
yiyecek maddesi / tu'm ve artıklarının hükmü hususunda kedilerin etrafta
dolaşması gibi müşahede edilebilen / mahsûs türden ise, bunların nebîzde,
pirinçte ve fare hakkında mevcudiyeti, müşahede / his ile bilinebileceği gibi
aklî deliller ile de bilinebilir. Fakat hükmün talil edilebilirliği, illetin
kendisinin ve vasfının isbatı / ortaya konulması ancak sem'î deliller iledir.
Çünkü sert illet, hükmü bizatihi gerektirmeyen bîr alamet ve bir emaredir.
Bunun illet oluşunun anlamı ise, Şer'in onu bir alamet olarak dikmesîdir ve bu,
Şâri'in vaz'ıdır. Hüküm vaz' etmek ile bir alamet vaz' edip bunu hükme bir
emare olarak dikmek arasında hiç bir fark yoktur. Tahrim emaresi yapılan
şiddeti, Şer'in helallik emaresi yapması da mümkündür. Dolayısıyla şiddetin,
tahrimi gerektirmesi şiddetin zatı yüzünden değildir. Şâri'in, "Mâiz'i
recmedin" sözüyle "Ben, zinayı, recmin vücubuna alamet yaptım"
sözü arasında hiç bir fark yoktur.
Denirse ki:
Madem ki hüküm, ancak
tevkîf yoluyla ve nass ile sabit oluyor, Öyleyse illet [II, 281] de böyle
olsun.
Deriz ki:
Hüküm, ancak tevkîfen
sabit olmaktadır. Fakat hükümler hakkındaki tevkîfi bilmenin yolu mücerred nass
değildir. Aksine, bunu bilmenin yolu, nass, umum, fahva, mefhûmu'1-kavl,
karîne-i haller, şevâhid-i usûl ve çeşitli delillerdir. Aynı şekilde, illetin
isbat yolları da oldukça geniş olup, bunu yalnızca nassa hasretmek mümkün
değildir.
Meskûtun mantûka
ilhakı, kesin ve zannî (maktu1 ve maznun) olmak üzere iki kısımdır. Kesin
olanın da iki mertebesi vardır: 1. mertebe: Meskût'un, hükme, mantûk'tan daha
uygun / evlâ olması.
Msl. "O ikisine
öf deme" ayeti böyledir. Çünkü bu söz, dövme ve sövmenin de haram
kılındığını anlatmaktadır.
Hz. Peygamber'in,
"İğne ve iplik de olsa geri iade ediniz" sözü, ganimetlerde az veya
çok olmasına bakılmaksızın hıyanetin (ğulûl) haramlığını anlatmaktadır.
Hz. Peygamberin, tek
gözü kör ve tek ayağı kesik / topal hayvanın kurban edilmesini yasaklaması da
böyledir. Bu söz, iki gözü kör ve iki ayağı kesik hayvanın kurban edilmesinin
yasaklığını anlatmaktadır.
Hz. Peygamberin,
"Göz dübiirün bağıdır. Gözler uyursa, bağ boşanır" sözü de böyledir.
Cinnet getirme, bayılma, sarhoşluk ve aklı izale eden her şey, ilgili hükme
uykudan daha uygun düşmektedir.
Usulcüler, bu tür
istidlalin kıyas olarak isimlendiril meşinde ihtilaf etmişlerdir. Bu
istidlalin kıyas olarak adlandırılması pek uygun değildir. Çünkü bunda
düşünmeye ve illet istinbatına hacet yoktur. Aynca, burada söylenmeyen şey
(meskûtun anh), hükme, söylenenden (mantûkun bih) daha evladır. Zaten, bunu
kıyas olarak adlandıranlar da, bunun kesin olduğunu itiraf etmişlerdir. İsimlendirmelerde
tartışmaya gerek yoktur. Kıyası bir nevi ilhak sayanlar açısından, bu istidlal
türü de kıyas kapsamına girer. Bu görüşte olanların muhalefeti sadece [II, 282]
ibarededir. Bazen, bu türe bir yönden benzeyen şeyler, bu türün devamı görünümü
arzedebilir. Fakat bu, ilim değil, zann ifade eder. Msl. Hataen öldürmede
keffâret gerektiğine göre, amden öldürmede keffâretin gerekli olması daha evladır.
Çünkü, amden öldürme, hem hataen öldürme durumunu hem de bir fazlalığı (udvân
ziyadesini) içine almaktadır" sözü böyledir.
Yine "Fâsıkm
şahitliği reddedildiğine göre, kafirin şahitliğinin reddedilmesi daha evladır.
Çünkü küfür, fısk ve artışıdır" sözü de böyledir.
"Kitabî
olanlardan cizye alındığına göre, putperestten alınması daha evladır. Çünkü
putperest, hem kafir hem cahildir" sözü de böyledir.
Bu yaklaşım, birinci
türün kapsamında olmamakla birlikte, bazı miictehidler açısından zann ifade
edebilir. Birinci türün benzeri şu olabilir: tki kişinin şahitliği kabul
edildiğine göre, üç kişinin şahitliği haydi haydi kabul edilir ve bu kesindir.
Çünkü bunda hem birinci hem de bir ilave / ziyade vardır. Yine, tamamen kör
olan hayvan (amyâ), iki kere birer gözünü kaybetmiş (avrâ) hayvandır, ve iki
ayağı kesik olan hayvan iki kere birer ayağı kesilmiş hayvan demektir.
Ancak, kasden (amd)
öldürme durumu, hataen öldürmeden farklıdır. Çünkü hataen öldürmenin aksine,
kasden öldürmede keffâret bu suçu belli oranda gidermeye yeterli ve etkili
olmayabilir. Fakat birinci türe benzer olarak şu örnek verilebilir: Ramazan
ayının gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunan kişiye keffâret vacip olur.
Ramazanda zina eden kişiye ise haydi haydi gerekir. Zira zina eden kişi hem
cinsel İlişki sebebiyle Ramazan ayına saygısızlık etmiştir hem de bunu meşru
olmayan bir biçimde yapmıştır. Halbuki kasden öldürmede, hata ve artı bir
fazlalık mevcut değildir.
Aynı şekilde, fâsık,
kendi dini hususunda töhmet altında olup yalan söyleyebilir. Halbuki kafir,
kendi dini yüzünden yalandan kaçınabilir.
Yine cizyenin kabul
edilmesinde, belki de putperestin hiç layık olmadığı bir nevi saygı ve kolaylık
vardır. Bütün bu sözlerin ölçüsü / delili şudur: Şayet Şer' bizim bu
meselelerle ilgili olarak söz konusu ettiğimiz bu farkları açıkça belirtmiş
olsaydı, bunlar yadırganmazdı ve nefisler bunu kolaylıkla kabul ederdi.
Denirse ki:
İki gözü kör hayvanın
kurban edilebilip, tek gözü kör olan hayvanın edilememesi, iki kişinin
şahitliğinin kabul edilip, üç kişinin şahitliğinin kabul edilmemesi durumu,
nefislerin yadırgayacağı, kabule yanaşmayacağı bir husustur.
Nefislerin bunu kabule
yanaşmamasının sebebi, tek gözü kör hayvanın kur- [II, 283] ban edilme
yasaklığının, tek gözü kör hayvanın eksikliği yüzünden olduğunu, iki kişinin
şahitliğinin kabulünün, davanın doğruluğunu ortaya koyması yüzünden olduğunu ve
öf demenin haramlığının ana-babalara ikram sebebiyle olduğunun kesin olarak
bilinmesidir. Bu anlamlar anlaşıldıktan sonra, fark kendisini gösterir.
Halbuki, hataen öldürmede, kafirin şahitliğinde ve putperestin cizyesinde bu
gibi anlamlar anlaşılamamaktadır.
İkinci Mertebe:
İkinci mertebe,
meskûtun anh'in, mantûkun bihe denk (misi) olup, mantûkun bihten daha evla veya
daha aşağı olmaması, bu durumda "Meskûtun anh aslın anlamındadır"
denilir. Usulcüler, bunun kıyas olarak adlandırılmasında da ihtilaf
etmişlerdir.
Örnek:
Hz. Peygamberin,
"Kim, bir köledeki ortaklık hakkını (şirk) azad ederse, kölenin geri
kalanının değeri kendi üzerine kıymetlendirilir" sözü böyledir. Nitekim
cariye de bu hususta köle anlamındadır.
"Hangi erkek ki,
iflas eder veya Ölürse, mal sahibi kendi malına daha hak sahibidir" sözü.
Kadın da aynı anlamdadır.
"Cariyelere, hür
kadınlara verilen cezanın yarısı verilir" {Nisa, 4/25} ayeti de böyledir.
Bu hususta erkek köleler de aynı anlamdadır.
"Kim bir kölesini
satarsa, kölenin de kendine ait malı varsa, müşteri bunu şart koşmadıkça bu
mal satıcıya aittir" sözü de böyledir. Bu hüküm açısından cariye de köle
gibidir.
Hayvanın yağ
içerisinde ölmesiyle İlgili olarak Hz. Peygamberin "Yağ sıvı ise dökülür,
katı ise hayvanın düşüp öldüğü kısım çevresiyle birlikte kesilip alınır"
sözü böyledir. Bu hüküm hususunda eğer katı ise bal da böyledir.
Bu türün özü, dile
getirilmeyen (meskûtun anh) ile dile getirilen (mantûkun bih) arasındaki farkın
(fânk) bu hükmün cinsine etki etmede hiç bir rolünün olmadığının bilinmesidir.
Bu farkın hükümde etkili olmadığı ise, Şer'in hükümlerini, bu tür hükümlerdeki
uygulamalarını / mevarid ve mesadırını araştırmakla bilinebilir. Bu
araştırmanın sonucunda, kölelik ve hürriyet hükümlerinin siyahlık, beyazlık,
uzunluk, kısalık, güzellik ve çirkinliğe göre değişmediği gibi erkeklik [II,
284] ve kadınlığa göre de değişmediği anlaşılır. Bu tür istidlal, nikah
velayeti, kaza, şahitlik vb. gibi, erkeklik ve dişiliğin etki ettiği hükümlerde
cari değildir. Bu türün kuralı, toplayıcı illete başvurmaya gerek duyulmaksızm
sadece farika bakılarak bu farıkın hangi noktada olduğunun tesbİt edilmesi ve
arkasından bu noktadaki farkın kesinlikle etkisi bulunmadığını bilmektir.
Bizim "Bu ikisi arasında sadece şu noktada fark vardır" sözümüze,
başka bir ihtimalin daha bulunabileceği şeklinde bir ihtimal giriyorsa ve
"Bu farkın hiç bir etkisi yoktur" sözümüze de, bu farkın bir rolü
bulunabileceği şeklinde bir ihtimal giriyorsa, bu durumda yapılacak olan ilhak
kesin olmayıp, zannî olur.
Bu türün peşine, zannî
olan şeyler de takılabilir. Msl. "Bir kimse, itki, muayyen bir uzuva
izafe ederse, sirayet eder / yani köle tamamen azat edilmiş olur" sözümüz
böyledir. Buna dayanarak, kişi itki, kölenin yarısına İzafe ederse yine sirayet
eder. Çünkü yarı, kölenin bir kısmıdır, el de kölenin bir kısmıdır denilebilir.
Bu anlayış bazı müctchidlerin zannma galip gelebilir. Halbuki bu hüküm hususunda
muayyen bir kısmın, şayi bir kısma eşitliği kesin değildir. Çünkü bu tür bir
farklılığın tesirde rolü bulunması uzak ihtimal değildir.
Yine, hükmün menâtını
tenkîhe ilişkin hususlar da bu türden sayılabilir. Msl. Hz. Peygamberin Ramazan
ayında eşiyle cinsel ilişkide bulunan bedeviye "Bir köle azat et"
demesi böyledir. Biz, arap olmanın bu hükümde bir etkisi bulunmadığını
bildiğimiz için, bir Türk veya Hintlinin de aynı anlamda olduğunu biliriz. Yine
kölenin de hür gibi olduğu bilindiği için, kölenin de oruç tutması gerekir.
Çünkü orucun vacipliği açısından köle de hür ile müşterektir. Ancak çocuk bu
anlamda değildir. Çünkü çocuk lüzum / gereklilik hususunda hür insan gibi değildir.
Lüzumun ise, tesirde rolü bulunmaktadır.
Mahalle baktığımızda,
bedevinin kendi eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu görürüz. Bu kişi, eşiyle
değil de cariyesiyle ilişkide bulunsaydı, hatta zina etmiş [II, 285] olsaydı
yine aynı hüküm uygulanacaktı ve keffârete daha evla olacaktı. Ancak li-vata,
hayvanla veya ölü kadınla ilişkinin aynı hükümde olup olmadığında tereddüt
edilebilir. Daha zahir olan, livatanın da aynı anlamda olmasıdır.Kendine
saygısızlık yapılan oruca bakalım. Bedevi, muayyen bir ayda ve muayyen bir
günde İlişkide bulunmuştur. İlişkinin yapıldığı Ramazan ayının diğer
günlerinin ve diğer Ramazan aylarının da aynı anlamda olduğu bilinir. Kaza ve
nezir orucu ise aynı anlamda değildir. Çünkü Ramazan ayının saygınlığı daha
büyüktür ve ona yapılan saygısızlık daha fahiştir. Saygınlığın /hürmet bu gibi
hükümlerde rolü vardır.
Yapılan işin kendisine
bakalım; acaba, yeme, içme ve orucu bozan diğer şeyler cinsel İlişki anlamında
sayılabilir mi? Burası inceleme ve tartışmaya açıktır. Zira "Nasıl ki
kısas, kullanılan aletin kılıç, bıçak veya her hanfi bir öldürücü alet olmasına
bakılmaksızın masum cana kıyılması sebebiyle vacip oluyorsa, aynı şekilde
keffâret de orucun fevt edilmesi / bozulması yüzünden vacip olmaktadır ve
cinsel ilişki de bu fevt etmenin aletidir" denilmesi muhtemeldir. Yine,
"Keffâret, önleyici ve caydırıcı bir tedbirdir. Cinsel ilişki dürtüleri ise,
mücerred din duygusu ile engellenemez. Dolayısıyla, yeme, içme dürtüsünün
aksine burada ayrıca caydırıcı bir keffârete ihtiyaç duyulmuştur"
denilmesi de muhtemeldir. Bunlar, müctehidden müctehide değişebilen zanlardır.
Burada yemenin, cinsel
ilişkiye ilhakı kıyas olarak adlandırılabilir mi?
Bu konuda usulcüler
ihtilaf etmişlerdir. Ebû Hanîfe ashabı, "Keffâret konularında kıyas
olmaz. Bu işlem, kıyas değil istidlal, hem de hükmün menâtını tecrid ve
gereksiz vasıfları ayıklama kabilinden bir istidlaldir" demişlerdir.
Kıyas lafzı da,
fakihlerin bir ıstılahı olup, ıstılah hususundaki farklılıklarına göre
kullanımı değişmektedir. Ben burada bu ıstılahların tashih ya da ifsadı hususunda
sözü uzatmayı uygun bulmuyorum. Çünkü bu hususta söylenecek şeylerin [n, 286]
çoğu lafız üzerinde yapılacak inceleme etrafında dönecektir.
Özetle söylemek
gerekirse, kıyası inkar edenler hakkında, zahire bakıp onların bu ilhak
çeşitlerinden kesin ve malum olanları da inkar ettikleri zannedilme-melidir.
Belki de onlar, sadece zannî olan kıyası inkar etmekte ve "Kesin olarak
bilinen şeyin tesirde bir rolü yoktur" demektedirler. Bu tıpkı, zaman,
mekan, siyahlık, beyazlık, uzunluk ve kısalık ihtilafı gibi nazar-ı itibara
alınmayarak haz-fedilmesi gereken vasıflar gibidir. Muhtemel olmayan şeylerin
ise zanna dayanılarak hazfedilmesi caiz değildir. Sahabenin zann ile amel etme
konusunda icmâ'ı bizim için sabit olursa, bu amelin vücubu konusunda zannın
ilim mesabesinde olduğuna delil teşkil eder. Çünkü sahabenin ihtilaf ve
ictihad ettikleri, "haram", "dedenin mirasçılığı",
"şarap içme cezası", "mufavvida" vb. gibi meseleler kat'î
değil zannîdir.
Toparlamak gerekirse;
meskütun anhi mantûka ilhak etmenin birbirinden farklı iki yolu vardır:
Birinci yol;
"Fârık sadece şu noktadadır" diyerek, yalnızca farika ve bu fânkın
etkisinin düştüğüne değinmektir. Bu birinci mukaddimedir. Daha sonra şöyle der;
"Bu fârıkın, tesir hususunda hiç bir rolü yoktur". Bu da diğer bir mukaddimedir.
Bu iki mukaddimeden şu sonuç çıkar; "Hüküm hususunda hiç bir fark
yoktur". Bu yol, tıpkı cariyenin köleye yakınlığı gibi, fer' ve asi
arasında bir yakınlığın ortaya çıkması durumunda güzel olur. Çünkü aralarında o
kadar çok beraberlik (içtima) vardır ki, birleştiriciyi (cami) söz konusu
etmeye ihtiyaç duyulmamıştır.
İkinci yol; sayıca çok
bile olsa, müctehidin fânklara / farklı noktalara iliş-
meksizin, câmi'i /
ortak özelliği belirtip, ona yönelmesi ve bu ortak özelliğin hü-
[II, 287] kümdeki
etkisini ortaya çıkararak şöyle demesidir; "Asıldaki illet şudur. Bu illet,
fer'de de mevcuttur.
Öyleyse bunların hükümde de birleşmeleri / aynı hükümde
olmaları
gerekir".
işte ittifakla kıyas
olarak adlandırılan yol budur. Birinci yolun kıyas olarak adlandırılması ise
tartışmalıdır. Çünkü kıyas, kendisiyle iki şey arasının birleştirilmesi
kastolunan şeydir. Burada (ikinci yol) ise, iki şey arasında fark olmadığı
gösterilmeye çalışılmaktadır. Buna göre, içtima birinci kasıt ile değil ikinci
kasıt ile hasıl olmaktadır. Bu (içtima), birinci kasıda nisbetle mukayese
biçiminde değildir.
Farık'ı söz konusu
edip, bu fankın etkisi bulunmadığını belirtmekten ibaret olan birinci yol,
hükmün illetinin bilinmediği durumlarda düzenli (muntazam) olur. Hatta, muallel
olmayan bir hüküm hakkında düzenli olur. Aynca, muallel olduğu bilinen fakat
illeti muayyen olmayan yerlerde de düzenli olur. Biz diyoruz ki, riba
illetinin tu'm, keyl veya kût olduğunun taayyün etmesinden önce de, riba
hususunda kuru üzüm tıpkı hurma anlamındadır. Yine illetin aslının zahir ve
muayyen olup, fakat vasıflarının henüz netleşmediği ve kayıt ve sınırlarının henüz
belirginleşmediği durumlarda da düzenli olur.
ikinci yol yani
birleştirme (cem1) metodu ise, ancak illetin taayyününden, sınır ve
kayıtlarının netleştirilmeşinden ve kesin olarak tamamıyla fer'de de bulunduğunun
açıklığa kavuşmasından sonra mümkün olabilir. Bu yollardan her biri kesin ve
zannî kısımlarına ayrılır. [13]
Bu mukaddimeler
yerlerine oturduğuna göre asıl amaca dönebiliriz. Amacımız, ittifakla kıyas
olan ikinci yolda illetin isbatımn beyanıdır.
Kıyas, aralarındaki
toplayıcı illet sebebiyle fer'i asla irca etmek / reddetmek olup, İki
mukaddimenin isbatına muhtaçtır. Birincisi, msl. şarabın haram kılınmasının
illetinin sarhoş edicilik olması, ikincisi de sarhoş edicilik Özelliğinin
nebîzde varlığı. [II, 288] ikinci
mukaddimenin his, akıl delili ve örf İle, şer delili ve diğer tür delillerle
isbatı caizdir. Birinci mukaddime ise, ancak Kitab, Sünnet ve icmâ1 gibi yahut
bîr nevi müstanbat İstidlal gibi şer'î delillerle isbat olunabilir. Nasıl ki,
bizzat şarabın haram kılınması serî bir durum (vaz1) ise, aynı şekilde
şiddetin, şarabın haram kılınış alameti olması da şer'î bir durumdur (vaz').
Öyleyse şarabın haram kılınış illetinin sarhoş edicilik vasfı olduğunun isbat
yolu aynen şarabın haramlığının is-bai yolu gibidir.
Bütün şer'î deliller,
Kitab, Sünnet, icmâ' ve istinbata racidir. Biz bunu üç kısımda inceleyelim. [14]
İlletin naklî deliller
İle isbatı, ancak ya açıkça söylemek / sarih nutk yoluyla, ya îmâ yoluyla ya da
sebeplere tenbih yoluyla elde edilebilir. Buna göre illetin nakli delillerle
isbatı üç çeşittir:
Söylenen sözün İçerisinde,
7i keza (şunun için)", "li eclî keza (şu yüzden)", "Li
keylâ yekune kem (böyle olmaması için)" vb. gibi talil sıygalarından
birisi varid olmuşsa, illet sarih olarak belirtilmiş olur.
Msl. "içinizden
zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın diye" {Haşr, 59/7},
"İşte bunun için İsrail oğullarına ...yazdık" {Mâide, 5/32}, "Bu
onların Allah ve resulü ile münakaşaya girmelerinden ötürüdür" {Enfâl,
8/13, Haşr, 59/4} gibi ayetler ile "İzin isteme göz için gerekli
kılınmıştır" ve "Kurban etlerini saklamanızı, gelen ziyaretçiler /
dâffe yüzünden yasaklamıştım" hadisleri böyledir, işte bunlar talil
sıygalarıdır. Ancak, bu sıygalarla tali-lin kastedilmediğine dair bir delil
bulunursa, bu durumda açıkça söylenen bu sıygalar, talil olmayıp mecaz olur.
Ms!. Birine "Ne için böyle yaptın" denilip, bu ki-Şİ "Çünkü
böyle yapmayı istedim" demesi, illet olmaya uygun değildir. Bu, lafzın
yeri dışında kullanılmasıdır. Kadı, "Ektmi's-Salâte li dulûkt'ş-Şems"
{îsrâ, 17/78} ayetinin de bu kabilden olduğunu söylemiştir. Çünkü ayette geçen
"lâm (li)" harfi, talil içindir. Dülûk ise illet olmaya uygun
değildir. Bunun anlamı, [H, 289] "Düluk / güneşin tepeden batıya meyli
zamanında namaz kıl" demektir. Bu ifade, zamanlama bildirmek içindir. Bu
görüş, tartışmaya açıktır. Fakihler, vakitlerin birer sebep olduğunu
söylemişlerdir. Bunun içindir ki, vakitlerin tekerrür etmesiyle vücup da
tekerrür eder. Sebebin illet olarak adlandırılması pek uzak değildir. [15]
Kedinin durumu
sorulduğunda Hz. Peygamberin "fnneha mine'Mavvâfîne aleykum
ve't-tavvâfât" demesi böyledir. Hz. Peygamber, her ne kadar
"Lienneha" veya "Lİ ecli ennehd" dememişse de talili îmâ
etmiştir. Çünkü; eğer bu taül olmasaydı, tavaf vasfını zikretmenin bir faydası
olmazdı. Hz. Peygamber şayet "Çünkü kedi siyahtır", ya da
"beyazdır" deseydi, uygun / manzum olmazdı. Zira bu durumda talil
varid olmuş sayılmaz.
Yine Hz. Peygamberin
"Fe innehu yuhşeru yevme't-ktyameti mülebbİyen", "lnnehum
yuhşerune ve evdâcuhum teşhabu demen" sözleri de böyledir.
"Şeytan içki /
hamr ve kumar yoluyla sizin aranıza düşmanlık ve nefret sokmak istiyor"
{Mâide, 5/91} ayeti de, şarabın haram kılınışını taliline yönelik bir
açıklamadır. Ta ki bu bu talil sarhoş edici her şey hakkında düzenli olarak
uygulanabilsin.
Hükümden önce vasfın
zikredilmesi de böyledir.
Msl. "De ki o bir
eziyettir. Hayız zamanlarında kadınlardan uzak durun" {Bakara, 2/222}
ayeti böyledir. Bu ifade bir talildir. Ta ki bundan, yaklaşmak caiz olan yerin
haricinden (dübür) yaklaşmanın da haram olduğu anlaşılsın, çünkü oradaki eza
süreklidir. Bu hüküm müstehâza'da cari olmaz. Çünkü İstihaza tabiî değil arizî
bir durumdur.
Aynı şekilde,
"Temiz bir meyve, temiz bir su" hadisi de böyledir. Şayet bu
söz, o suyun
kullanılabileceğini talil amacıyla söylenmemiş olsaydı, söz yerinde
vaki olmuş olmazdı.
Bu, içine küçük hurmalar atılmış bir sudur ve buna kuru
[II, 290] üzüm ve
benzerleri de kıyas edilir; fakat çorba, bulamaç ve pişirmek suretiyle
başka bir şeye dönüşen
şeyler kıyas edilemez.
Hz. Peygamberin
"Kuruduğunda eksilir mi" sorusuna, sahabe evet diye cevap verince,
"Öyleyse olmaz" sözü de böyledir. Bu sözde illete üç yönden tenbih
vardır: a) Eğer talil amacıyla değilse, bu sözün ne için zikredüdiği izah
edilemez, b) Hz. Peygamberin "Öyleyse (izen)" sözü, talil içindir, c)
"Felâ izen" sözündeki "fâ" harfi, takip ve sebep bildirme
içindir.
Bir soruya, o sorunun
benzerim zikredek cevap vermek de bu kabildendir.
Msl. "Şayet
mazmaza yapsaydın...", "Şayet babanın birisine borcu olsaydı da sen
onu ödeseydin..." sözleri böyledir. Eğer bu söz talil için değilse, sorunun
dışına taşmak / sorulmayan şeye cevap vermek muntazam olmazdı.
Şâri'in iki kısım
arasında bir vasıf sebebiyle ayırım yaparak hükmü bu iki kısımdan birine has
kılması da bu kabildendir.
Msl. "Kütü
mirasçı olamaz" sözü, zahiren, katilin katil olmak yüzünden mirasçı
olamayacağına delalet eder. Bu söz, münasebet / uygunluk bağım göstermek için
değildir. Aksine Hz. Peygamber, "Uzun boylu olanlar, yahut siyah olanlar
mirasçı olamaz" deseydi, biz bu sözden, Hz. Peygamberin uzunluk ya da siyahlığı
diğer varislerden ayrılık hususunda bir alamet yaptığını anlardık.
Bu vb. örnekler belli bir
sayıya hasredilemcyecek kadar çoktur. Tenbih şekilleri munzabu değildir. Bİz
bunlann tafsilini Şifâu'l-Ğatîl adlı eserimizde uzun uzadıya anlattık. Burada
bu kadarak açıklama yeterlidir. [16]
Hükümleri, şart-ceza
sıygası ile ve takip ve sebep bildirme için olan 'fe' harfi ile sebepler
üzerine tertip etmek suretiyle sebeplere dikkat çekmenin (tenbih ale'l-esbâb)
Örnekleri:
"Kim ölü bir
araziyi ihya ederse, o arazi onundur" "Kim dinini değiştirirse onu
Öldürün"
"Hırsızlık yapan
erkek ve kadın! her ikisinin de ellerini kesin" {Mâide, 5/38}
"Zina eden kadın
ve erkek! her ikisine de yüzer celde vurun" (Nûr, 24/2} [II, 291] "Su bulamamış iseniz, teyemmüm
ediniz!" {Nisa, 4/43, Mâide, 5/6}
Olayı rivayet eden
râvinin, tertip fâ'sı ile tertip ettiği şeyler de bu kısma dahil edilebilir.
Örnek:
"Mâiz zina etti
de, bunun üzerine recmedildi"
"Hz. Peygamber
namazda yanıldı / unuttu da, akabinde secde etti."
"Bir yahudi, bir
cariyenin başını iki taş arasında ezmişti de, Hz. Peygamber o yahudinin başını
aynı şekilde iki taş arasında ezdirmişti."
Bütün bu anlatımlar,
tesbîb'e / sebep bildirmeye delalet etmekte olup münasebet için değildir.
"Erkeklik uzvuna
dokunan kişi, abdest alsın"[17]
sözünden, münasip düş-mese bile (iki şey arasında uygunluk ilişkisi bulunmasa
bile), sebep (yani dokunmanın, abdest alma için sebep teşkil ettiği)
anlaşılmaktadır.
♦Sonradan ortaya
çıkan bir vasfın akabinde ortaya çıkan her hüküm de -gerek alim-satım anında
mülkiyetin, nikah akdi anında helallik hükmünün meydana gelişi gibi 'söz1;
gerek öldürme ve başkasının malını itlaf etme durumunda zimmetin borcu
yüklenmesi gibi "fiil"; gerekse üzüm suyuna şiddetin arız olması durumunda
içmenin haramiığı, kadının hayız görmesi durumunda cinsel ilişkinin haramlığı
gibi "sıfat" olsun- bu türe (tenbih ale'l-esbâb) dahildir. Nitekim bu
gibi durumlarda, "Hüküm ancak sebebin yenilenmesi sebebiyle yenilenir.
Yenilenen de sadece şudur. Öyleyse bu, münasip düşmese bile sebeptir"
denebilir.
Denirse ki: Zikredilen
bu vecihler sebep ve illete kesin olarak yoksa zannî olarak mı delalet
etmektedir?.
Deriz ki:
Başkası üzerine tertip
fâ'sı ve şart-ceza sıygası ile tertip edilen ve -dolayısıyla- üzerine tertip
yapılanın, kuşkusuz, hükümde muteber olduğu gösterilen şey, itibarın aslı
hususunda sarihtir. Fakat bunun, "illet oluşu yoluyla" veya -illeti
mü-lazemet veya mücaveret yoluyla içeren- bir "sebep oluşu yoluyla",
yahutta -hüküm, başka bir sebeple kendi yanında ortaya çıkan veya bütün
yerlere şamil olabilecek biçimde mücerred olarak hüküm ifade eden veya belirli
bazı yerlere özel kalması için kendisine başka bir vasıf eklenen- bir
"şart oluşu yoluyla" itibarı ise [II, 292] mezkur lafızlardan mutlak
izafe olup onlar hakkında sarih değildir. Fakat bu, bir yönden zahir olup,
başka bir ihtimale de müsait olabileceği gibi, İki ihtimal arasında mütereddit
de olabilir ve bu durumda, delillerin gereğine tabi olunur, imâ ve tenbih
yoluyla sabit olan şey ise zikredilen vasfın ilga edilemeyecek bir biçimde
muteber olduğudur. Bunun örneği; Hz. Peygamberin, "Kadı, kızgın iken hüküm
vermesin" sözüdür. Bu söz, kızgınlığın hakimin hüküm vermekten alıkonulması
hususunda illet olduğunu gösterir. Fakat, incelenip düşünülünce kızgınlığın
bizatihi illet olmayıp, aksine, doğru düşünebilmeye mani olan bir dehşeti
içermesi sebebiyle illet olduğu anlaşılır ve hakimin aç, kinli ve acı çekiyor
olması durumları da aynı hükmün kapsamına girer. Böylece de, kızgınlık,
bizatihi değil, içerdiği bir anlamdan ötürü menât olmuş olur.
"Hz. Peygamber,
namazda yanıldı da sehiv secdesi yaptı" sözü de böyledir. Secdenin sebebi,
bizatihi "yanılma" olabileceği gibi, yanılmanın ihtiva ettiği
"namazın vaciplerinden birini terk" de olabilir. Bu ikinci ihtimale
göre, namazın vaciplerinden birini kasten terkeden kişinin secde etmesi
gerekmediği de söylenebilir.
"Maİz, zina etti
de recmedildi" sözü de böyledir. Maiz'e recm uygulanması, Maiz'in
"zina etmiş olması" yüzünden olması muhtemel olduğu gibi, zina eyleminin
İhtiva ettiği "cinsel uzvu kesinlikle haram olan ve tab'an şehvet duyulan
cinsel organa girdirme" İşi yüzünden olması da muhtemeldir. Bu ikinci
durumda, hüküm livata için de geçerli olur.
Aynı şekilde
"Ramazan ayının gündüzünde cinsel ilişkide bulunan kişiye, zıhâr yapana
gereken (keffâret) gerekir" sözü de böyledir. Keffâretin, bizatihi
"cinsel ilişki" sebebiyle olması muhtemel olduğu gibi, cinsel
ilişkinin içerdiği "Ramazan ayının saygınlığını çiğnemek" yüzünden
veya yine cinsel ilişkinin içerdiği "orucu bozma" anlamı yüzünden
olması da muhtemeldir. Bu üçüncü dutu, 293] rumda söz konusu hüküm yeme - içme
için de geçerli olur. Zahir olan, hükmü asıla yani cinsel ilişkiye izafe
etmektir. Hükmü, asıla izafe etmeyip, yeme içme için de uygulanacak şekilde,
aslın içerdiği şeye (orucu bozmaya) izafe eden kişinin bunun için bir delile
ihtiyacı vardır. Bu tür tasarruf, bu izafelerden kopuk değildir. Bu durum,
gerek îmâ gerekse sarih olsun tüm lafzı izafeler hususunda zahirdir. Bir
vasfın meydana gelişi (msl. üzüm suyunda şiddetin ortaya çıkması) sebebiyle
meydana gelen şeye gelince, hükmün buna izafesi tartışmaya açıktır. (Tard ve
aks bahsinde gelecek) [18]
Örnek:
"Ana-baba bir
kardeş, miras hususunda baba bir kardeşe takdim ediliyorsa, nikah velayetinde
de takdim edilmelidir" sözü böyledir. Çünkü mirastaki illet
"kardeşliğin imtizacı sebebiyle takdim"dir ve bu husus ittifakla
müessirdir.
Yine bir kısım
alimlerin "Mehri bilmemek nikahı fasid kılar. Çünkü mehrin bilinmemesi,
muavazah bir akitte bir ivazın bilinmemesi demektir. Muavazah olmak bakımından
nikah akdi tıpkı alım-satım akdi gibidir. Alım-satım akdinde de bedellerden
birinin (semen) bilinmemesi ittifakla akdin ifsadında etkilidir" şeklindeki
sözleri de böyledir.
Yine diyoruz ki:
Hırsızın eli kesilmiş olsa bile, ayrıca hırsızın, çaldığını tazmin etmesi
gerekir. Çünkü hırsızlık neticesinde alınan şey, tecavüzcü / mütecaviz el
altında telef olmuş bir maldır. Dolayısıyla tıpkı gasp durumunda olduğu gibi
hırsızlık durumunda da tazmin gerekir. Bu vasıf, ittifakla, gasp hususunda
etkilidir.
Yine Hanefüer derler
ki: Küçük kız (sağîre) üzerinde velayet yetkisi vardır. Bu yetki, küçük dulun,
küçük bakireye kıyas edilmesi sonucunda anlaşılmıştır. Burada aslın illetini
arayıp bulmaya ittifakla gerek duyulmaz. Çünkü küçüklüğün müessir olduğu
ittifakla sabittir.
Burada bir soru daha
katmıştır. O da şudur: Siz niçin, 'Kardeşliğin imtizacı, mirastaki takdimde
etkilidir, öyleyse nikahta da etkili olması gerekir'; 'Küçüklük, bakire
hakkında etkilidir, öyleyse, dul hakkında da etkili olmalıdır' diyorsunuz? Bu
soru, ya müetehidin bizzat kendi kendisine yönelteceği bir sorudur ya da
münazara esnasında münazaracınm yönelteceği bir sorudur.
Müctehid, şayet bu
soruyu kendi kendine yöneltiyorsa, onu İki şekilde savuş-turabilir:
Birincisi; müessirin
münasebetini / uygunluğunu tanımlamaktır. Msl. küçüklüğü ele alalım. Bu
durumda müctehid, küçükteki acizlik sebebiyle onu eviendir-me yetkisini velîye
verir ve bu münasebet (küçüklük-velayet ilişkisi, uygunluğu) açısından dulun da
bakire gibi olduğunu söyler.
İkincisi; asıl ile
fer' arasında, yalnızca şu ve şu hususlarda bir fark / fârık bulunduğunu ve bu
fârıkın da tesirde hiç bir rolü bulunmadığını ortaya koyar -itkin sirayeti
açısından, cariyenin köleye ilhakı vb. konularda açıkladığımız gibi-. Bu
kıyasın tamam olabilmesi için, hem toplayıcı Özelliğe / cami' değinmek, hem de
fârıkı nefyetmek gerekir. Eğer münasebet, ayan beyan belli olursa, bu takdirde
fânkı söz konusu etmeye gerek duyulmaz.
Bu soru bir münazaracı
tarafından yöneltil misse, ona "Kıyas, İlletin hükmünü bir yerden başka
bir yere geçirmektir. Her geçirme için bu soru gündeme getirilebilir. Öyleyse
bu kapıyı açmamak uygun olur" demek yeterlidir. Hatta, böylesi bir durumda
itirazcı farkı ortaya koymakla veya "Anne tarafından kardeşlik
(uhuvvetu'1-ümm), mirasta, tercih hususunda etkilidir. Çünkü mücerred anne tarafından
kardeşlik mirasçılıkta (tevrîs) etkilidir. Hal böyleyken siz ne diye hala,
Tercih hususunda kullanıldığı zaman, artık tesirde müstakil olmaz ve ancak müstakil
olamayacağı yerlerde kullanılabilir' diyorsunuz" demek suretiyle farkın tahayyülüne
sebep teşkil eden noktaya dikkat çekmekle mükellef olur. Bu sıyga üzerine
yapılacak sorgulama / mütalebe makbuldür ve bu mütalebe, başlangıçta fark
marızında ortaya konulmaktan daha evladır.
itirazcı, fark
tahayyülüne sebep teşkil eden noktaya dikkat çekemezse veya hala mütalebenin
çevrilmesinde ısrar ederse, münazaracıların bunun kabulünde anlaşmamaları
gerekir. Çünkü bu, kapatılamayacak bir çekişine / demagoji kapısı [II, 295]
açar ve onu münasabet aramaya sevketmek caiz olmaz.
Hükmün kendisine izafe
edilmesi sebebiyle tesiri bulunduğu ortaya çıkan şey, münâsib olsun ya da
olmasın, illettir. Hz. Peygamber, "Erkeklik uzvuna dokunan abdest
alsın!" demiştir. Biz, hiç bir münasebeti olmasa da başkasının erkeklik
uzvunu da buna kıyas ederiz, fakat, dokunmanın tesiri ortaya çıkmıştır ve
tesirde fânk'ın hiç bir rolü yoktur, deriz. Çünkü bunun münasebeti ortaya çıkmış
olsa bile, münâsibin, yalnızca bazı yerlerde muteber tutulması mümkündür. Zira
hırsızlık, el kesme cezasına münasiptir, sonra nisaba yani nısab miktarı malı
çalmaya has kalmıştır. Zina, recm cezasına münasiptir, sonra -recmi gerektiren
zina- muhsan kişiye has kalmıştır.
Münâsib aleyhine şöyle
denilebilir: Sen niçin, bu münâsîb (küçüklük) mal velayeti hususunda müessir
olduğuna göre, nikah (bud1) velayeti hususunda da müessir olmalıdır; bakire
hakkında müessir olursa, dul hakkında da müessir olmalıdır; erkek çocuğu
evlendirmede müessir olursa, kız çocuğu evlendirmede de müessir olmalıdır,
diyorsun? Öyle münasebetler vardır ki, sadece bazı yerlere özeldir.
Bu soru, kıyas
inkarcılarının hayallerinden alınmıştır, dolayısıyla kabul edilmesi gerekmez.[19]
İstidlal yollan üç
çeşittir:
Sebr ve taksim sahih
bir delildir ve şöyle denilmek suretiyle yapılır:Bu hüküm mualleldir, Şu ve
şundan başka bir illeti de yoktur, Bunlardan biri batıl olmuştur, Öyleyse illet
diğeridir.
Sebr bu şekilde düzgün
olursa, münasebete ihtiyaç duyulmaz. Hatta şöyle de denilebilir:
Buğdayda riba haram
kılınmıştır,
Hükmün uygulama
alanını, hükmün vaki olduğu yerin dışında mazbutlaştıra-cak bir alamet
gereklidir,
Yiyecek maddesi olmak
(tu'm) veya saklanabilir olmak (kût) veya ölçülebilir (keyl) olmaktan başka bir
alamet de yoktur,
[II, 296]
Saklanabilirlik ve
ölçülebilirliğin alamet olması şu şu delil ile batıl olmuştur, Öyleyse alamet,
yiyecek maddesi olmaktır.Ancak bu ikinci metodda üç hususa delil göstermeye
gerek vardır:
Birincisi;
"alametin gerekli olduğu" hususuna delil göstermektir. Zira; bu /
buğday, buğday ismiyle bilinmektedir; ayrıca alamet ve illete ihtiyaç yoktur,
denilebilir.
Deriz ki: Hayır böyle
değildir. Çünkü buğday, un veya ekmek veya kavut haline gelince riba hükmü
kalkar ve buğday ismi zail olur. Bu da, ribanın menâtının, buğday isminden daha
genel bir şey olduğunu gösterir.
ikincisi; yapılan
sebrin kuşatıcı (hasır) olması ve illet olabilecek tüm şeyleri hasretmesidir.
Sebrin kuşatıcı olması ise, ya hasmın illet olabilecek şeylerin, zikredilenlerden
ibaret olduğunu kabul etmesiyle olur -ki bu açıktır- ya da hasım bunu kabul
etmez. Sebri yapan kişi eğer müctehid ise, -başka bir özellik serdetmek-ten
aciz kalacak biçimde- imkanı ölçüsünde sebr yapması gerekir. Eğer müctehid
değil de munazaracı ise, şöyle demesi yeterlidir: "Benim sebr hususunda
yapabildiğim bu kadardır. Şayet sen de benim bildiğimden başkasını
bilemiyorsan benim için bağlayıcı olan senin İçin de bağlayıcı olur. Yok eğer,
benim zikrettiklerimden başka bir illet biliyorsan, onu zikretmelisin ki, ben
o illetin sahih mi yoksa fasid mi olduğunu inceleyeyim". Hasım bu söze
karşılık olarak, senin zikrettiklerin beni bağlamaz, ben başka bir illet
biliyor olsam da onu açıklamam, derse, yaptığı bu şey haram kılınmış
inatçılıktır. Bu inadın sahibi de, ya yalancıdır ya da açıklanmasına İhtiyaç
duyulan bir hükmü saklaması sebebiyle fasıktır. Bu şekildeki cedel haram olup
dinden değildir.
Üçüncüsü de diğer
İlletlerin ifsadıdır ki bu da iki şekilde yapılabilir;
a) Söz
konusu illetin hükümde etkisinin düştüğünü açıklamak suretiyle olur.
Bu da, söz konusu
illet bulunmadığı halde hükmün devam ettiğini göstermekle olur.
b) Söz
konusu illetin nakza maruz kaldığını göstermekle olur. Bu da, söz konusu illet
bulunduğu halde hükmün bulunmadığını göstermekle olur. [20]
(II, 297]Hükmün
isbatında mücerred münasebet ile yetinme konusu tartışmalıdır.
Burada,
"münâsib" ile neyin kastedildiği problemi doğmaktadır. Münâsib, hüküm
kendisine izafe edildiğinde düzgün / muntazam olacak biçimde mesalih yöntemi
üzere olan şeydir. Msl. "Şarap, teklifin menâtı / dayanağı olan aklı İzale
ettiği için haram kılınmıştır" sözümüzde, aklı giderici olmak haram
kılınmaya münâsibdir. Fakat, "Şarap, köpükle çarpıldığı ya da küpte
saklandığı için haram kılınmıştır" sözümüz münâsib değildir.
Biz münâsibin
mahiyetini, kısımlarını ve mertebelerini ikinci kutbun sonunda istihsan ve ist
ıslah konusunda zikrettiğimiz için burada yeniden tekrar etmeyeceğiz. Sadece,
burası için gerekli ve yeterli olan kısmını zikredeceğiz.
Münâsib üç kısma
ayrılır: Müessir, mülâim ve garîb.
a) Müessir:
Müessir'in Örneği,
velayetin küçüklük ile talil edilmesidir. Küçüklüğün müessir olmasının anlamı,
hükümdeki etkisinin icmâ' veya nasla ortaya çıkmış olmasıdır. Bunun tesiri
ortaya çıktıktan sonra, münasebete ihtiyaç duyulmaz. Hatta, "Erkeklik
uzvuna dokunan abdest alsın" sözü, dokunmanın hükümdeki tesirini
gösterdiği İçin biz başkalarının erkeklik uzvuna dokunmayı da buna kıyas etmiştik.
b) Mülâim:
Mülâim; küçüklük İle
tatilde olduğu gibi bizzat kendisinin, bizzat bu hükümde tesiri ortaya
çıkmayıp, kendi cinsinin bu hükmün cinsinde etkisi / tesiri bulunduğu ortaya
çıkmış şeylerden ibarettir.
Örnek:
a) Hayız
görmekte olan kadın, bu esnada tutamadığı oruçları kaza eder, fakat geçirdiği
namazları kaza etmez. Çünkü namaz çok olduğu ve daha sık tekrarlandığı için
namazın kaza edilmesinde güçlük ve sıkıntı vardır. Bu, cinsinin tesiri ortaya
çıkmış bir şeydir. Çünkü meşakkat cinsinin kolaylaştırmada / tahfifte etkisi
vardır. Buradaki meşakkatin, yani tekerrür etme meşakkatinin İse başka yerde
etkisi ortaya çıkmamıştır.
Evet! Hayız görmekte
olan hür kadınlardan namazların kaza edilmesinin düştüğüne dair nass varid
olsaydı ve biz hür olmayan kadınları da buna kıyas etseydik, bu takdirde
yapılan iş, bizzat kendisinin tesirinin hükmün kendisinde ortaya çıkmasıyla
talil etmek olurdu. Fakat hükmün kendisi hakkındaki nass özel bir [II, 289]
alanda varid olmakta ve biz onu başka bir alana geçirmekteyiz.
b) Nebîzin
azı, sarhoş etmese bile, şarabın azına kıyasla haramdır, sözümüz.
Şarabın azını, 'azı,
çoğuna davet eder' şeklindeki talil edişimiz, kendisinin etkisi ortaya
çıkmamış fakat cinsinin etkisi ortaya çıkmış bir münâsibdir. Zira halvet,
zinaya çağırıcı olduğundan Şer' zinayı haram kıldığı gibi halveti de haram
kılmıştır. Bu vasıf, her ne kadar hükümde kendisinin tesiri ortaya çıkmamışsa
da Şer'in aynı cinsten bir tasarrufuna mülâimdir.
c) Garîb:
Garib, tesiri ve
Şer'in tasarruflanmn cinsine mülâimliği ortaya çıkmamış vasıftır.
Örnek:
a) Şarap,
sarhoş edici olduğu için yasaklanmıştır. Bu bakımdan, sarhoş edici her şey
şarap anlamındadır, sözümüz.
Sarhoş ediciliğin
(sükr) etkisi başka bir yerde ortaya çıkmamakla birlikte münâsibdir. Şayet
ayette "Şeytan şarap hususunda aranıza düşmanlık ve nefret sokmak istiyor"
sözüyle yapılan tenbih takdir edilmezse / dikkate alınmazsa, bu Örnek garib
münâsib için örnek olabilir.
b) 'Ölüm
döşeğinde (maradu'1-mevt) üç talakla boşanan kadın mirasçı olur. Çünkü koca,
onu mirastan mahrum etmeyi amaçlamıştır. Katile kıyasla bu durumda boşama
yapan kişiye, amacının aksiyle mukabele edilir. Katil, mirasa hemen konmayı
amaçladığı için mirasçı yapılmamış ve böylece amacının tam tersiyle
cezalandınlrnıştır' sözümüz böyledir.
Katilin mirastan
mahrum bırakılışının bu şekilde talilİ, Şer'in tasarruflanmn cinsine mülâim
olmayan bir münâsib ile talildir. Çünkü biz, Şer'in başka bir yerde bu
münâsibin cinsine itibar ettiğini göremiyoruz. Dolayısıyla bu münasebet, garib
mücerred bir münasebet olarak kalır.
Şayet mirastan
mahrumiyet, katilin öldürme sebebiyle mütecaviz / saldırgan oluşu ile talil
edilseydi ve mahrumiyet bu saldırganlığın cezası yapılsaydı, bu talil, müessir
olmayan mülâim bir münâsib ile talil olurdu. Çünkü cinayetin kendisinin tesiri
her ne kadar ukubat konulannda ortaya çıksa bile mirastan mahrumiyet hususunda
ortaya çıkmamış, dolayısıyla da hükmün kendisinde müessir olmamıştır. Fakat
hükümlerin başka bîr cinsinde etki etmiştir. Öyleyse bu talil, müessir ve
garib cinslerinden değil mülâim cinsindendir.
Münâsibin üç çeşidi
ile ilgili örneklerden sonra bunların kabul derecelerine geçelim.
(Müessir:)
Müessir, kıyası kabul
edenlerin ittifakı ile makbuldür. Ebû Zeyd Debûsî, kıyası sadece buna
hasretmiş / kıyasın ancak müessir ile yapılabileceğini ve sadece müessirin
makbul olduğunu söylemiştir. Ancak müessir için verdiği örnekler, onun mütâimi
de kabul ettiğini, fakat bunu da müessir olarak adlandırdığını göstermektedir.
Biz, Debûsî'nin örneklerini ve o Örneklere yapılan itirazları
Şifâu'l-Ğal"d&Ğ\\ eserimizde tafsilatlı olarak zikrettik.
Kıyası, müessire
hasretmek mümkün değildir. Çünkü talep edilen, zann-ı ğa-Hptir. Sahabenin
kıyaslarını ve ictihadlarını gözden geçiren, onlann her kıyasta illetin nass
veya icmâ' ile biliniyor olmasını şart koşmadıklarını görür.
Garib münâsib
(el-münâsibu'1-ğarîb):
Garib münâsib ictihad
konusudur. Bence bazı müctehidlerin, garib münâsibin kabulü yönünde bir kanaate
sahip olmaları ve buna dayanarak yaptıkları ictihadlarm butlanına kesin delil
bulunmaması yadırganacak bir durum değildir.
Denirse ki:
Garib münâsibe
dayanılarak yapılan içtihadın batıl olduğunu, böyle davrananların hükmün bu
illete bağlanacağına şahitlik eden bir delil bulunmaksızın ta-lil yapmak
suretiyle tahakkümde bulundukları gösterir.
Deriz ki:
Hükmün bu doğrultuda /
garib münâsibe uygun olarak isbat edilmesi, Şer'in bunu dikkate aldığına
şahitlik eder ve bu, zanna galip gelir.
Denirse ki:
'Hükmün bu doğrultuda
isbatı' sözünüz, bir yanıltmacadır. Zira bu sözün manası; hükmü bir münasebete
bağlamaya çalışmak, Şâri'i hüküm vermeye sev-ketmek ve Şâri'in de bu şevke
olumlu cevap verip bu sevk doğrultusunda hüküm vermesi demektir. Bu ise
tahakkümdür. Çünkü:
a) Şer'in
şarabın haramlığına dair hükmünün -tıpkı bazı mezhepler açısından tilkinin ve
sırtlanın helal sayılıp domuz, meyte, kan, ehlî eşek, azı dişli yırtıcı
hayvanlar ve pençeli yırtıcı kuşlann haram kılınmasında olduğu gibi, ki bunlar
[II, 300] tahakkümdür,- taabbüdî ve tahakkümî olması muhtemeldir. Fakat iskâr /
sarhoş edicilik anlamı şarap hususunda uygun gelmiş ve şarabın haram
kılınmasının is-kar vasfından dolayı olduğu zannedilmiştir. Meyte ve domuzda
benzeri bir husus uygun gelmeyince bunların haram kılınmasının tahakküm olduğu
söylenmiştir. Bu, Kur'an'da, şarapla ilgili olarak "düşmanlık ve
nefret" in zikredilişinin göz önüne alınmaması durumuna göredir.
b) Haramlık
hükmünün bizim için açık olmayan başka münâsib bir anlam sebebiyle olması da
muhtemeldir.
c) Şarabın
haramlık hükmünün iskar / sarhoş edicilik yüzünden olması da muhtemeldir.
Görüldüğü gibi, ortada üç ihtimal mevcuttur. Bu ihtimallerden birine göre hüküm
vermek delilsiz tahakkümdür. Bu ihtimallerden birine hüküm veriyorsanız, bu
ihtimali neye dayanarak tercih ettiğinizi belirtmelisiniz. Bu itiraz, müessir
hakkında varid değildir. Çünkü müessirin illet olduğu -msl. küçüklük ve
ana-ba-ba bir erkek kardeşin takdimindeki gibi- nass veya İcmâ' yoluyla hükmün
kendisine izafe edilmesiyle bilinmektedir.
Cevap:
Kıyas inkarcılarını
reddetmek üzere zikrettiğimiz hususlar, talil ihtimalinin, tıpkı müessirde
olduğu gibi, taabbüdîük ihtimaline ağır basmasını göstermek için yeterlidir.
Şöyle ki: Hüküm illete, -msl. zinanın etkisinin muhsan'a, hırsızlığın etkisinin
nisaba özel olması durumu gibi- hükmün kendisine özel olması muhtemel bulunan
bir konuda izafe edilmişse küçüklüğün de, nikah (bud1) velayeti konusunda
değil de, özellikle mal velayeti konusunda etkili olması; kardeşlik karışımının
velayet konusunda değil de özellikle miras konusunda etkili olması uzak olmaz.
Kıyas inkarcıları buna sarılmaktadırlar. Fakat, onlara denir ki: Sahabenin
illetlere tabi oldukları ve mümkün olduğu ölçüde Şer'i taabbüdîtiğe indirgemedikleri
bilinmektedir. Aynı şey hiç bir fark olmaksızın burada da geçerlidir.
Onların, 'Belki bu
hususta Sâri" için sevkedici / yönlendirici olan ve bizim [H, 301] için
açık olmayan başka bir münâsib anlam vardır. Bizim gönüllerimiz, bunu gösteren
bîr delilden dolayı değil, diğer anlamın açık olmaması yüzünden açık anlama
meyletmiştir. Bu ise sırf vehimdir' sözlerine gelince; zaten, zann-ı galip her
yerde bu gibi vehme istinad eder ve ortaya çıkması durumunda zann-ı galibin
batıl olacağı başka bir anlamın zahir olmamasına dayanır. Şayet bu kapı
açılacak olursa, hiç bir kıyas düzgün / müstakim olmaz. Çünkü fer' ve asl'ı bir
araya getiren illet / illet-i camia, müessir dahi olsa, fer' ile aslın içtimai
zanna galip gelir. Çünkü: a) Fark ortaya çıkmamıştır. Halbuki, belki de burada
öyle bir anlam vardır ki şayet bu anlam ortaya çıkmış olsaydı, asıl ile fer'in
birleştirilmesi yönünde oluşan zannı galip kaybolacaktı, b) Bu illete muarız /
karşıt başka bir illet yoktur. Halbuki, şayet birinci illete muarız başka bir
illetle fer'e şehadet eden diğer bir asıl ortaya çıksaydı, zannı galip
kendiliğinden kalkmış olurdu. Hatta, umûm sıygalarından ve zahir ifadelerden
zan oluşması da, tahsis edici bir karinenin bulunmaması şartına bağlıdır;
şayet böyle bir karine ortaya çıkarsa zan ortadan kalkar. Böyle tahsis edici
bir karine ortaya çıkmadığı sürece umum ve zahir sıygalardan elde edilen zanna
dayanmak caizdir.
Bu böyledir. Çünkü
sahabenin ictihad üzerindeki icmâ'ına i'.ışkin olarak bilebildiğimiz husus,
onların zannı galibe (rey-i ağleb) ittiba ettikleridir. Aksi takdirde sahabe,
zann-ı galibin cinslerini zabtedememiş ve cinsleri birbirlerinden ayıra-mamiş
olurlar. Eğer mücerred münasebetle zannın husi'.'ie geleceğini kabul
ediyorsanız bu zanna tabi olmak gerekir.
Denirse ki:
Biz, bunun zann
olduğunu kabul etmiyoruz. Bu, zan değil mücerred vehimdir. Çünkü, taabbüdîlik
/ tahakküm muhtemeldir, gözümüzden kaçan başka bir münâsibin bulunması
muhtemeldir ve zahir olan bu münâsib de muhtemeldir. İnsanın vehmi ise, her
hüküm için bir illet ve bir sebep aramaya meyillidir. Ayrıca insanın vehmi,
hemencecik ilk ortaya çıkana koşuverir ve kendisine zahir olan bu [II, 302] özellikten
başka bir vasıf bulunmadığına hükmeder. Neticede bu kişinin nefsi Şöyle hüküm
verir:
Bir sebebin bulunması
gerekir, Bundan başka bir sebep de yoktur, Öyleyse sebep budur.
Biz hükümleri
taabbüdîliğe (tahakküm) indirgemcksizin ve hükmün illetsiz ve sebepsiz
olabileceğini söz konusu etmeksizin, bu kişinin, bir sebebin bulunması
gerekir, sözünü kabul etsek bile, onun, bundan başka bir sebep de yoktur, sözü
delilsiz hüküm olup, kendisinin bundan başkasını bilemiyor olmasından başka hiç
bir dayanağı yoktur. Böylece bu kişi, başka bir sebebi bilemiyor olmasını,
başka bir sebebin olmadığını bilmek yerine koymuş olmaktadır. Bu da yanlıştır.
Zaten siz de bu yöntemi kullanarak "mefhumu'l-muhalif' görüşünü iptal etmiştiniz.
Zira mefhumu'1-muhal i fi savunanların dayanağı şöyleydi:
Tahsise sevkeden bir
sebebin / yönlendiricinin bulunması gerekir, Hükmün özel oluşundan (ihtisas)
başka bir yönlendirici de yoktur, Öyleyse, hükmün özel oluşu sebeptir.
Sİz bu dayanağa karşı
demiştiniz ki: Bundan başka bir yönlendirici olamayacağını nereden
biliyorsunuz, belki de sizin bilemediğiniz başka bir yönlendirici vardır.
Bu itiraz, müessir ve
mülâim olmayan münâsib ile tatilin İmkanı hakkında vakidir.
Cevap:
Bu itiraz, kıyas
inkarcılarının kaynaklarından medet umma olup, müessir ve mülâim hakkında
-kendilerine karşı- kullanılabilir. Çünkü bununla hasıl olan zanna da a)
tahakküm / taabbüd ihtimali, b) ortaya çıkabilecek bir fark ihtimali ve c) fer'
hususunda bu İllete muarız olan başka bir illet ihtimali karşı gelmektedir. Bu
ihtimaller arasında hiç bir fark yoktur. Zaten bu ihtimaller olmasaydı, İlhak,
zannî değil, tıpkı cariyenin köleye ilhakı ve öf lafzından dövmenin anlaşılmasında
olduğu gibi kati olurdu.
"Bütün bunlar
zann değil vehimdir" sözüne gelince, bu böyle değildir. Çünkü vehim,
nefsin tercih ettirici bir sebep olmaksızın bir şeye meyletmesidir. Halbuki
zann, bîr sebep yüzünden nefsin meyletmesidir. Dünyevi muameleler hususundaki
işini vehim üzerine bina eden kişi, aklı hususunda sefihtir. Halbuki bu
işlerini zann üzerine bina eden kişi mazurdur. Şöyle ki: Yetimin maltnda-vehim
ile tasarrufta bulunan kişi, bu malı tazmin eder, fakat İann ile tasarrufta
bulunan tazmin etmez. Yine reisin bineğini sultanın kapısı Önünde görüp, reisin
kendi evinde de- [II, 303] ğil, sultanın evinde bulunduğuna kanaat getiren ve
maslahatını bu kanaat üzerine bina eden kişi, reisin bineği ödünç vermiş veya
satmış veya bir iş için ona uşağın binmiş olması mümkün olsa dahi, tevehhüm
etmiş sayılmaz. Bir kimse reisin bir adamın dövülmesini uşağına emrettiğini
görse, dövülmesi emredilen bu adamın da reise sövdüğünü biliyor olsa, bu
durumda bu kişinin dövmeyi o kişinin sövmesine hamletmesi son derece
normaldir. Mâizin zina itirafında bulunduğunu gören kişi, daha sonra Hz.
Peygamberin Mâiz'in recmedilmesini emrettiğini görse ve recim emrinin zina
sebebiyle olduğuna kanaat getirse ve bu kannatini rivayet etse yine mazur
olur, tevehhüm değil zann etmiş olur. Bir kimsenin casus olduğunu bilen ve
daha sonra sultanın bu şahsın öldürülmesini emrettiğini gören kişi, öldürmeyi
casusluğa hamletse tevehhüm etmiş olmaz.
Denirse ki:
Bu durumlarda kişinin
tevehhüm etmiş olması mümkündür. Şöyle ki; reisin kötülüğe iyilikle karşılık
verme âdeti bulunduğunu ve kendisine söven kişiyi dövdürtmeyeceğini biliyorsa,
kumandanın gerek hasmı küçük görmesi gerekse onun kalbini kazanmak düşüncesiyle
casusa göz yumduğunu biliyorsa, daha sonra bu casusu öldürttüğünü görüp
öldürtmenin casusluk sebebiyle olduğunu düşünürse hu durumda tahakküm ve
tevehhüm etmiş olur. Fakat, valinin âdetinin böyle olduğunu biliyor ise, bu
durumda valinin süreğen âdeti, bu kişinin zannına dayanarak verdiği hükme
şahitlik eden bir alamet olur. Bunun bizim meselemizde eşdeğer karşılığı,
Şer'in, benzerini dikkate aldığı ve bizzat kendisini veya cinsim gözettiği
bilinen mülâim'dir. Biz ise, müessir ve mülâim olmayan garib hakkında
konuşuyoruz.
Cevap:
Burada üç mertebe
vardır:
1) Reisin
âdetinin kötülüğe iyilikle karşılık verme olduğunun, emîrin âdetinin casusa göz
yumma olduğunun bilinmesi: [H,
304]
Bu bilgi, dövmenin
sövme ile ve öldürmenin casusluk ile talil edilmesine engeldir. Bu örneğin
eşdeğer karşılığı, hükmün, Şer'in dikkate almayıp gereğinin zıddı ile hüküm
verdiği bir münâsib ile talil yapmaktır. Böyle bir münâsibe daya-nılamaz. Çünkü
Şer', bazı maslahatları dikkate aldığı gibi bazılarından yüz çevirmiştir.
Şâri'in yüz çevirdiği şey ile talil yapılamaz.
2) Reisin ve
emîrin âdetinin, söveni dövmek ve casusluk yapanı öldürmek olduğunun bilinmesi:
Bunun eş değer
karşılığı, 'mülâim' olup, kıyası benimseyenlerce ittifakla makbuldür.
3) Asıl
üzerinde durulması gereken, üçüncü mertebe olup bu da, reis ve emîrin söven ve
casusluk yapan hakkında bir âdetinin / uygulamasının hiç bilinmiyor olmasıdır.İşte
bu durumda biz biliriz ki, reis ve emîr birini döver veya öldürürse, öldürmenin
casusluk yapmaya dövmenin de sövmeye havale edileceği ve karşılık verme
yönteminin benimsendiği hususu akıllı kimselerin zannına ağır basar. Çünkü
işlenen suç verilen cezaya münasiptir.
Denirse ki:
Melikler genellikle
böyle yaparlar ve meliklerin tabiatları çoğunlukla birbirine yakındır. Cevap:
Bu durumda, yine, daha
yaygın / ağleb olan alınmış olmaktadır. Aynı şekilde ibâdetler dışında Şer'in
âdetlerinde ağır basan / ağleb yön, esnemez taabbüdî hükümler / tahakkümler
değil, münasebetlere ve maslahatlara ıttiba'dir. Dolayısıyla Şer'in hükmünü
buna (münasebet ve maslahatlara İttiba'a) indirgemek zanna daha ağır basar.
Bütün bunlardan sonra
geriye, belki de bize zahir olmamış başka bir münâsib vardır, denilmesi kalıyor
ki buna karşılık olarak da şöyle deriz: Biz gücümüz ölçüsünde başka bir
münâsib bulunup bulunmadığını araştırdık ve bulamadık. Dolayısıyla bizim
hakkımızda bu -başka- münâsib, yok hükmündedir. Müctehid bunun dışında bir
şeyle mükellef değildir ve Sahabenin kıyasları bunu göstermektedir. Müessir ve
mülâime tutunma, Hz. Peygamberin Ömer'e söylediği "Şayet mazmaza yapsaydın
durum ne olurdu!" sözü yüzündendir. Bu sözün anlamı; 'niçin öpmenin
cinsel ilişkinin mukaddimesi ve mazmazanın içmenin mukaddimesi olduğunu
anlamadın'dır. Şayet Ömer, Hz. Peygamberin bu sözüne karşılık olarak "Ne
bileyim, belki de sen mazmazadaki bir özellik yüzünden veya bana zahir olmayan
ve öpmede gerçekleşmeyen bir anlam yüzünden mazmazaya müsamaha [II, 305]
etmişsindir" deseydi, bu söz Ömer'den kabul edilmezdi ve böyle söylemesi
tartışma / cedelleşme sayılırdı. Hz. Peygamberin "Babanın bir borcu
olsaydı da sen onu ödeseydin..." sözü de böyledir. Sahabeden nakledilen
kıyasların hepsi böyledir.
Özetle söylemek
gerekirse kıyas kapısı açıldıktan sonra, artık onu zaptetmek mümkün değildir,
fakat zanna tabi olunur / zanna tabi olmaktan başka bir ölçü getirmek mümkün
değildir. Zannın birkaç mertebesi vardır ve bu mertebelerin en kuvvetlisi
'müessirdir. Ç ünkts müessire yalnızca, 'mahallin özel oluşuyla talil' ihtimali
muarız olabilmektedir. Müessirin altında mülâim, mülâimin altında da mülâim
olmayan münâsib bulunmaktadır. Her ne kadar kendisi zayıflık üzere olsa da,
mülâim olmayan münâsibin de birkaç derecesi vardır ve münasebetin kuvvetine
paralel olarak değişiklik gösterir. Yerine göre, bazı konularda bazı
mücte-hidler için zann ifade edebilir ve bunun geçersizliğine kesin gözüyle
bakılamaz. Münasabetin derecelerini zaptetmek / genel geçer kural halinde ifade
etmek asla mümkün değildir. Aksine her meselenin kendine göre başka bir zevki
olup, müc-tehid bunun üzerinde düşünmelidir.Mefhûmu'l-muhâlifin de bazı
konularda bazı müctehidlerin zannına galip gelmesi yadırganacak bir husus değildir.
Böylesi bir durumda, bu zannın sadece mücerred tahsis / özel belirtme sebebiyle
mi yoksa tahsis yanında başka bir karinenin varlığı sebebiyle mi olduğunu
kestirmek oldukça zor olur. Öyleyse bunun içtihada açık olup kat'î olmadığının
söylenmesi uzak değildir. Nitekim, mücerred umum sıygasının, karinelerden
soyutlanmış olması durumunda umum ifade edeceği bize aşikar görünmektedir ve
her ne kadar bazı yerlerde zihinde can-lanıvermesi mümkün olsa da, bunun
mücerred tahsis lafzından anlaşılması mümkün değildir. Öyleyse, bu da ictihad
konusu olsun.
Bütün bunlardan şu
sonuç çıkmaktadır: Mülâemet ve muayyen aslın şehadeti itibariyle anlam dört
kısımdır:
[n, 306]
1) Muayyen
bir aslın şehadet ettiği mülâim; kıyası benimseyenlerce kesinlikle makbuldür.
2) Mülâim
olmayan ve muayyen bir aslın şehadet etmediği münâsib: Bu tür münâsib, kıyası
benimseyenlerce kesinlikte makbul değildir; çünkü bu, istihsan ve rey ile Şer'
yaratmaktır. Katilin mirastan mahrum edilmesi konusu bu türe örnek
gösterilebilir. Şayet bu konuda, katile amacının zıddıyla karşılık vermek yönünde
bir nass varid olmasaydı, katilin mirastan mahrum olduğunu söylemek rey ile
Şer' yaratmak olurdu.
3) Mülâim
olmayıp, muayyen bir aslın kendisine şehadet ettiği münâsib: Bu tür münâsib
ictihad konusudur.
4) Kendisine
muayyen bir aslın şehadet etmediği mülâim: Bu tür münâsib de, mürsel
istidlâl'dir ve bir önceki gibi ictihad konusudur, tkincî kutub'un sonunda
ıstıslâh başlığı altında bunu zikretmiş ve mertebelerini açıklamıştık. [21]
Aslın illetinin
belirlenmesinde tutarsız üç yaklaşım bulunmaktadır:
1) Aslın
illetin sahihliğinin delili, bu illetin kendisine muarız olan ve kendi
gerektirdiği hükmün zıddını gerektiren bir illetten salim olmasıdır. İlletin
muara-zadan salim olması onun sahihliğinin delilidir, şeklindeki
anlayış.İlletin bu şekilde isbati fasiddir. Çünkü böyle bir illetten salim
olması, onun sadece bir müfsidden salim / kurtulmuş olduğunu gösterir. Halbuki
belki de başka bir müfsidden salim olamayabilir. Hatta tüm müfsidlerden salim
olsa bile bu durum yine de illetin şahinliğini göstermez. Nitekim mechul'un
şahitliği, zedeleyici bir kusurdan (illet-i kâdiha) salim olsa bile, tadil ve
tezkiye edici bir beyyine kaim olmadığı sürece bu onun hüccet olduğunu
göstermez. Aynı şekilde, bir müfsidin bulunmayışı da sıhhat için yeterli
değildir. Aksine, sıhhate delalet eden bir delilin kaim olması gerekir.
Denirse ki:
Bu illetin sıhhatinin
delili, müfsidin bulunmamasıdır.
Deriz ki:
Hayır, tam tersine,
sahihliği gösteren bir delilin bulunmaması illetin fasid olduğunun delilidir.
Bu iddia sizinkinin tersyüz edilmiş şeklidir ve bununla sizinki-[II, 307] si
arasında hiç bir fark yoktur.
2) İlletin
sıhhatine illetin ittıradı (düzenliliği, süreğenliği, tek düzeliği)ve hükmünde
cari oluşuyla istidlal etmektir ki, bunun da, illetin bir müfsidden salim
olmasından başka bir anlamı yoktur ve bu, 'nakz'dır, şeklindeki anlayış.
Msl. "Zeyd alimdir.
Çünkü alimlik iddiasını boşa çıkaracak bir delil yoktur" denilmesi
böyledir. Bu söze, "Zeyd cahildir. Çünkü cahillik İddiasını ifsad edecek
hiç bir delil yoktur" sözü muarızdır. Bu konuda en doğrusu şudur:
Cahilliğine dair bir delil olmaması, Zeydin alim olduğunu göstermeyeceği gibi,
alimliğine dair bir delilin bulunmaması da onun cahil olduğunu göstermez.
Yapılacak şey, bir delil ortaya çıkıncaya kadar beklemektir, illetin sıhhat ve
fesadı da bunun gibidir.
Denirse ki:
İlletin hükmünün
illetle birlikte sabit olması ve hükmün illetle birlikteliği / bitişikliği
(iktiran) bunun illet olduğunu gösterir.
-
Deriz ki:
"illetin hükmünün
sabit olması" sözünüzde yanılgıya düştünüz. Çünkü illetle hüküm arasındaki
bu bağlantı / izafet henüz sabit değildir ve ancak kendisinin illet olduğuna
dair delil bulunduğunda sabit olabilecektir. Böyle bir delil sabit olmadığına
göre illetin hükmü yoktur. Aksine illetinin hükmü bu yöndeki zannı galip
durumuyla olmuştur ve (hüküm) illete iktiran etmiştir. Halbuki birliktelik / iktiran
bağlantıya / izafete delalet etmez. Nitekim şarabın hemen her zaman,
ha-ramlığın birlikte bulunduğu, bir rengi ve kokusu olup ıttırâd ve in'ikas
eder. Halbuki illet, renk veya tat değil 'şiddet'tir. Hükmün illet olmayan bir
şeyle iktiranı / birlikteliği ise, hükümlerin bir yıldızın doğmasına ve rüzgann
esmesine iktiranı gibidir. Özetle söylemek gerekirse, İllet nasbi, tıpkı hüküm
koyma gibi, delile muhtaç bir görüştür. Hükmün isbatında, hükmün nakza maruz
kalmaması ve bir müf-sidin bulunmaması yeterli olmayıp, bir delil gereklidir.
İllet için de aynı şey söz-konusudur.
3) Tard ve
aks:
Kimi alimler 'Hüküm,
bir vasıf ile birlikte sabit oluyor ve vasfın kalkmasıyla kalkıyorsa, bu durum
o vasfın illet olduğunu gösterir' demişlerdir.
Bu fasiddir. Çünkü
özel koku, şaraptaki şiddete bitişiktir / makrûndur. Bu kokunun zail olması
durumunda haramlık hükmü zail olur, yenilenmesi duru- jn, 308] munda da
yenilenir. Halbuki bu koku illet olmayıp, İllete mukterindir. Şöyle ki:
a) Bir şeyin
varlığı ile eş zamanlı olarak varlık sırf tard'dir. Buna aks'in ziyade
edilmesi de müessir değildir. Çünkü sert illetlerde aks şart olmadığı için
varlığının ve yokluğunun hiç bir etkisi yoktur.
b) Hükmün,
vasfın zevali İle birlikte zevali ise -tıpkı kokuda olduğu gibi- bu vasfın
illetten ayrılmazlığı (mülazemet) sebebiyle olabileceği gibi, bu vasfın illetin
cüzlerinden biri olması veya illetin şartlarından biri olması da muhtemeldir.
İlletin bir şartının veya bir cüzünün bulunmaması sebebiyle hüküm de mevcut
olamaz. Bu ihtimaller birbirine tearuz ettiğine göre tahakkümde bulunmanın hiç
bir anlamı yoktur.
Özetle söylemek
gerekirse; biz, sabit olmasıyla hükmün de sabit olduğu şeyin illet olduğunu
kabul ediyoruz. Buna ilave olarak, hüküm bu şeyin zevali İle zail oluyorsa bu
durum o şeyin illet oluşunu teyide yarar. Ancak, tıpkı özel kokunun şiddetle
birlikte bulunması durumunda olduğu gibi, bir şeyin sübutuyla birlikte sabit
olan ve bunun zevaliyle zail olan şeye gelince, bunun illet olması lazım
gelmez. Ancak eğer buna sebr ve taksim eklenirse, bu takdirde hüccet olur.
Mesela şöyle dese;
Bu hükmün bir İlleti
olmalıdır; çünkü bu hüküm, bir olayın meydana gelmesi sebebiyle meydana
gelmiştir.
Şu ve şu olay hariç,
hükmün talil edilebileceği hiç bir olay yoktur. Şu olay dışında, illet teşkil
edilebilecek tüm olaylar batıldır. Öyleyse İllet budur.
Bu gibi sebr,
kendisine aks ziyadesi yapılamasa bile, sırf tard'da da hüccettir. Bu şekilde
yapılan bir sebr karşısında, sadece, diğer bir vasfın gözden kaçtığı ve onun da
illet olduğu söylenebilir kî, zaten müetehide vacip olan gücü ölçüsünde sebr
yapmaktır. Araştırmacıya da bunun dışında bir şey vacip değildir. Başka bir
vasıf bulunduğunu iddia eden kişinin bu vasfı ortaya çıkarması gerekir ki,
üzerinde düşünülebilsin.
Denirse ki:
Tard ve aks'e
tutunmayı batıl sayışınızın anlamı nedir? Halbuki sîz bütün müctehidlerin musîb
olduğu görüşünü savunuyorsunuz. Tard ve aks yöntemi de, bazı alimlerin zannına
galip gelebilir. Eğer, 'Onların tard ve aks ile hüküm ver-[II, 309] meleri caiz
değildir' derseniz, bu muhaldir. Çünkü müctehide vacip olan, zann ile hüküm
vermektir. Eğer 'Bu onlann zannına galip gelmemiştir' derseniz bu da muhaldir;
çünkü bu yöntem bazı alimlerin zannına galip gelmiştir. Şayet bu yönde bir
zannı galipleri olmasaydı bununla hükmetmezlerdi.
Cevap:
Kadı, bu itiraza şöyle
cevap vermektedir: 'Biz, tard ve aks batıldır derken, bizim açımızdan batıl
olduğunu söylüyoruz. Çünkü tard ve aks bize göre sahih değildir ve zanımıza
galip gelmemiştir. Bu yönde zannı galipleri bulunanlara gelince, tard ve aks
onlar açısından sahihtir1.
Bana göre Kadı'nın bu
cevabı tartışmaya açıktır. Çünkü tnüctehid, inceleme ve araştırmasını tastamam
İkmal etmişse musîbdir. Ancak, aklına estiği gibi hüküm vermişse, hatalıdır
(muhti). Eğer sebr ve taksim yapmışsa, incelemeyi tam yapmış ve isabet etmiş
olur. Sebr ve taksim yapmazdan önce, "Bir şeye iktiran eden şeyin o şey
hakkında İllet olması gerekir" şeklinde bir hüküm vermesi tahakküm ve
vehimdir. Zira bu durumda onun delilinin tamamı "Bir şeye iktiran eden
şey, onun illetidir. Bu, o şeye iktiran etmiştir. O halde bu onun
illetidir" demekten ibarettir. Birinci mukaddime, tamamiyle
nakzedilmiştir. Böyle bir nakza maruz kalınca da bu kişi, adeta hiç
inceleme-araştırma yapmamış, inceleme-araş-tırmayı tamamlamamış ve illetin
münasebetini bulamamış ve ona sebr ve taksim yöntemiyle ulaşmamış gibidir. Bu
durumda olduğu açığa çıkan kişi İçin, artık mücerred tard ile zannı galibin söz
konusu olması mümkün değildir. Aksi takdirde bu kişinin ictihad mertebesine
erişememiş cahil bir kişi olması söz konusu olabilir ki, içtihada ehil olmadığı
halde ictihad eden kişi hatalıdır. Bana göre, tard ve aks, garib münâsib ve
mürsel istidlal gibi değildir. Çünkü bu, bazı müctehidler için zannı galip
doğurabilecek şeylerdendir. Sebr ve taksim olmaksızın yapılan mücerred tardın
aksine, bunun hakkında kesin bir delil yoktur ki, bu delili bilen kişi zannı
boşa çıkarabilsin.
Kıyasu'1-ille hakkında
söyleyeceklerimiz bu kadar. Şimdi kıyasu'ş-şebeh'e başlayalım. [22]
Bu başlık altında üç
konu (taraf) ele alınıp incelenecektir.
Öncelikle şunu
bilmesin ki; şebeh tabiri / ismi, bütün kıyaslar hakkında kullanılmaktadır.
Nitekim fer', kendisini benzer yapan ortak özellik sebebiyle asıla ilhak
edilir. Öyleyse fer' asıla benzemektedir.
Tard tabiri de,
böyledir. Çünkü ittırad, kendisinde asıl ve fer1 arasının birleştirildiği
bütün illetlerin şartıdır. Tard'ın anlamı, nakz'dan salim olmaktır. Ne var ki,
illet-i camia, eğer müessir veya münâsib ise, vasıflarının en genel ve en değersiz
olanıyla değil -ki bu 'ittırad' ve 'müşâbehet'tir-, en şerefli ve en kuvvetli
olanı İle bilinir -ki bu 'tesir' ve 'münasebet'tir-. Eğer illetin, illetlerin
en genel fakat sıhhate delalet hususunda en zayıf vasfı olan ittiraddan başka
bir özelliği (hâssiyyet) yoksa, 'tard' ismi ile belirtilir. İlletin bu ismi
alması, ittıradın ona mahsus oluşu sebebiyle değil, illetin bundan başka bir
özelliği bulunmaması yüzündendir. Eğer ittırada bir ziyade eklenirse ve
ittırad (buna rağmen) münâsib ve müessir derecesine ulaşmazsa 'şebeh' adını
alır. Bu ziyade, birleştirici / cami vasfın, hükmün bizzat kendisine olmasa
bile, hükmün illetine münâsib olmasıdır.
Açıklaması:
Biz Allah Teâlânın her
hükümde bir sırrının olduğunu takdir ediyoruz. Bu sır, hükme uygun düşen /
münâsib olan maslahattır. Her ne kadar bu sırrın bizzat kendisine muttali
olamasak da, belki bu maslahatın doğrudan kendisine muttali olunamaz fakat bu
maslahatı İçerdiği izlenimi veren bîr vasıfa muttali olunabilir ve bu vasfın,
maslahatın mazınnesi ve maslahatı içeren kalıbı olduğu zannedilir. Hükmü
gerektiren maslahatta birlik / içtima izlenimini veren bu vasıftaki içtima,
hükümde de içtimai gerektirir. Bu vasıf, münâsibden, münâsibin -msl. şiddetin
tahrime münasebeti gibi- doğrudan hükme uygun düşüyor ve hükmü bizatihi gerektiriyor
olması yönüyle; tarddan da, tardın hükme ve hüküm için tevehhüm edilen
maslahata uygun düşmüyor olması yönüyle ayni ir. Aksine biz biliyoruz ki, bu
cins, maslahatın mazınnesi ve kalıbı olamaz. Msl. birisinin, 'Sirke, kendi
cinsi üzerine köprü inşa edilmeyen bir sıvıdır', 'Öyleyse sirke, tıpkı yağ
gibi, necaseti giderici değildir' demesi böyledir. Adeta bu kişi, necasetin su
ile giderilmesi hükmünü, suyun kendi cinsi üzerine köprü inşa edilebilen bir
sıvı oluşuyla talil etmekte ve az sudan İhtiraz etmektedir. Çünkü her ne kadar
az suyun bizzat kendisi üzerine köprü İnşa edilemezse de, cinsi üzerine inşa
edilmektedir. Bu illet, üzerine nakz terettüp etmeyen ve ittıraddan başka bir
hasleti de bulunmayan muttarid bir illettir. Biz biliyoruz ki (bu vasıf), hükme
uygun düşmediği gibi maslahatı içermesi ve kapsaması sebebiyle hükmü
gerektiren illete de uygun düşmez. Yine biz biliyoruz ki su, biz bilemesek bile
Allanın bildiği bir özellik, bir illet ve bir sebep yüzünden necaseti giderici
kılınmıştır. Yine biliyoruz ki, köprü inşası, illete şamil olma izlenimini
veren şeylerden olmadığı gibi illete münâsib de değildir. Öyleyse teşbihin /
benzetmenin anlamı, -illet kıyasında olduğunun aksine-hükmün illeti olmadığını
itiraf ettiğimiz bir vasıf sebebiyle fer' ile aslın arasını birleştirmektir.
Halbuki illet kıyasında (kıyasu'1-ille) fer' ile aslın arası, hükmün illeti
olan vasıf ile birleştirilmektedir.
Eğer usulcüler
kıyasu'ş-şebeh ile bu tür kıyası kastetmemişler ise, ben onların neyi
kastettiklerini ve kıyasu'ş-şebehi sırf tarddan ve münâsibden ne ile
ayırdık-[II, 312] larını bilemiyorum. Her neyse, biz, şebeh ile bunu
kastediyoruz. Şimdi kıyasu'ş-şebeh'i örneklerle anlatmamız ve sıhhatine delil
İkame etmemiz gerekir.[23]
Kıyasu'ş-şebeh in
Örnekleri oldukça çoktur. Hatta, illetlerin tesirini nass, icmâ' ve maşlahı
münasebet ile ortaya çıkarmak zor olduğu için, belki de fakihle-rin
kıyaslarının büyük çoğunluğu kiyasu'ş-şebehe racidir.
Birinci örnek:
Ebû Hanîfe der ki:
Mest üzerine mesih yapmaya ve teyemmüme teşbih edilerek ve bunun da bir mesh
oluşunun ortak özellik / câmİ olduğu göz önüne alınarak baş birkaç kere (msl
üç kere) meshedilmez / başın meshi tekrarlanmaz. Yine, teyemmüme ve mest
üzerine meshe kıyas edilerek başın birkaç kere mesnedi!me-si müstehab da olmaz.
Gerçi Ebû Zeyd, mesh'in müessir olduğunu söyleyerek bu örneği müessir kıyasa
Örnek olarak vermiş ve 'Meshin tesiri, mest ve teyemmüm hususunda
kolaylaştırmada (tahfif) ortaya çıkmıştır' demişse de bunun üzerinde durmaya
gerek yoktur. Ebû Zeyd burada yanılmıştır. Zira Şâfıî, asıldaki hükmün, mesh
olmaklıkta muallel olduğunu kabul etmemekte, tam tersine bu hükmün, hiç illeti
olmayıp taabbüdî olabileceğini, yahutta bizim için açık olmayan diğer bir
münâsib anlam ile muallel olabileceğini söylemektedir. Tartışma aslın illeti
hakkında vaki olmuştur. Bu da, mest üzerine birkaç kez mesh yapmanın niçin
müstehab olmadığıdır. Mest üzerine birkaç kez meshetmenin müstehab olmayışı
belki şu sebeplerle açıklanabilir:
a) Bu hüküm
muallel olmayıp taabbüdîdir.
b) Meshi
tekrar etmek, mestin eskimesine/yırtılmasına sebep olabilir.
c) Bu hüküm,
aslın amacını İfade etmeyen, fakat nefis tembelliğe meyletmesin diye konulmuş
olan alıştırmaya yönelik / temrînî taabbüdî bir vazifedir. Zira bunda temizlik
yoktur.
d) Bu hüküm,
asıl üzerine değil de, abdest mahallinin bedeli üzerine bir vazifedir.
Dolayısıyla bu, asıldaki müessir illetin mesh olduğunu kabul edenleri bağlar.
Diğer taraftan Şafiî
şöyle demektedir: (Mesh), su ile eda edilen bir asıl olup, diğer üç uzuvda
olduğu gibi tekrarlanır. Şafiî adeta bunun abdestteki dört vazifeden biri
olduğunu söylemektedir. Buna göre eşbeh / daha benzer olan, dört rükün arasında
eşitliği sağlamaktır.
Her iki mezhebe göre
de İki illette tesir ve münasebet iddia etmek mümkün [^ 313] olmamakla
birlikte, iki benzerlikten (şebeheyn) her birinin -ağtr basacak ölçüde-zannı
harekete geçirmede tesiri bulunduğu inkar edilemez.
İkinci örnek:
Şâfıî, niyet
meselesine ilişkin olarak 'her ikisi de temizliktir (taharet); bu ikisi
birbirinden nasıl ayırd edilebilir!' demiştir.
Buna karşı belki şöyle
söylenebilir: Teyemmüm gibi, mucebi, mucibinin mahalli dışında olan bir
taharet niyyete muhtaçtır. Bu yaklaşım, her ne kadar kendisine muttali
olunamamışsa da, bir münâsibde -ki bu münâsib niyyetin mehazidir-birlik /
içtima vehmi doğurmaktadır.
Üçüncü örnek; her
ikisinin de yiyecek maddesi veya saklanabilir olması yüzünden pirinç ve kuru
üzümün, hurma ve buğdaya teşbih edilmesidir. Bu şekilde yapılan teşbihe, her
ikisinin takdir edilebilir veya tanıtabilir olması sebebiyle yapılan teşbih
ile mukabele edilirse fark ortaya çıkar. Zira biliniyor ki riba, bir sır ve bir
maslahat yüzünden sabit olmuştur. Yiyecek maddesi olma (tu'm) ve
sakla-nabilirlik (kût) ise nefsin kendisiyle varlığını devam ettirdiği bir
anlamdan haber vermektedir. Bu maslahatın, cisimlerin takdiri / miktar
belirlemesi demek olan tartılabİ liri iğin içeriğinde değil, tu'm ve kût'un
içeriğinde bulunduğu hususu zan-na daha galiptir.
Dördüncü örnek:
Şâfiîler, pazarlık
esnasında malı ele alma (veya göstermek üzere götürme) (yedu's-sevm) durumunda
tazminatın vacipliğini, "Bu yolla malı eline alan kişi bu malı, hiç
haketme durumu olmaksızın kendi amacı için almıştır" şeklinde talil edip
bunu malı ödünç olarak alma durumuna (yedu'l-âriye) nakletmişler, Ebû Hanîfe
ise, "Bu kişi malı satın alma ciheti üzere eline almıştır. Satın alma
ciheti üzere alınan şey ise hakikati üzere alınan şey gibidir" şeklinde
talil etmiş ve bunu rehn'e tadiye etmiştir.
İki illetten hiç
birisi, münâsib ve müessir değildir. Zira, hükmün bu iki vasıfa yedu's-sevm
dışında izafe edileceği hususu, nass veya icmâ' ile ortaya çıkmış değildir. Bu
(hüküm) yedu's-sevm hususunda da tartışmalıdır.
Beşinci Örnek:
Beşinci örnek, bizim,
cinayet diyetinin / ersinin azının da, tıpkı çoğu gibi, insana karşı işlenen
cinayetin / suçun bedeli olması sebebiyle, âkıle'ye yükleneceği [II, 314] /
ödettirileceği şeklindeki görüşümüzdür. Biz, âkıleye yüklenmesini gerektirecek
münâsib bir anlam bilemediğimiz halde, diyetin yüklenmesinin ve elin ve diğer
uzuvların diyetinin yüklenmesinin sabit olduğunu söylüyoruz. Dolayısıyla bu şekilde
verilen hüküm münâsibe göre verilen hükümden farklıdır. Fakat, bu hükmü mallara
karşı işlenen suçlardan ayıran ölçünün (dâbit), bunun (erş) insanoğluna karşı
işlenen cinayetin bedeli olduğu zannedilmektedir. Bu da tarafımızdan bilinemeyen
maslahatın mazınnesİdir.
Altıncı örnek; bizim
niyetin geceden yapılması (tebyît) meselesindeki "Bu (Ramazan orucu), farz
kılınmış bir oruçtur. Bu bakımdan, tıpkı kaza orucundaki gibi niyetin geceden
yapılmasına (tebyît) gerek vardır" sözümüzdür.
Onlar ise derler ki:
"Bu, tayin edilmiş bir oruçtur. Bu bakımdan tıpkı nafile oruçta olduğu
gibi, niyete gerek yoktur. Sanki Şer' nafile oruç hususunda niyetin geceden
sonraya bırakılmasına ruhsat vermiş, kaza orucunda ise buna mani olmuştur. Bu
da bize, hükmün ayırıcı ölçüsünün "farziyef olduğunu göstermektedir.
Bu ve benzeri
örnekler, benzerliğin (şebeh) çok olduğu örneklerdir. Şebehi inkar edenlerin
birkısmında, belki, verilen bu misallerde, illeti 'tesir' veya 'münasebet'
veya 'farika değinmek ve bu fârıkın etkisini düşürmek' yoluyla tesbit düşüncesi
uyanabilir ve illetlerin mehazinin, bizim zikrettiğimiz izlenim (vehm) değil,
bunlar olduğunu söyleyebilirler. Biz de deriz ki: Bu durum, bütün örneklerde
muttarid değildir. Muttarid olduğu yerlerde de, bu araştırıcı nezdinde açığa
çıkmış olan bu mehazın bulunmadığı varsayılmakta ve bu mehazin bulunmaması
durumunda bizim zikrettiğimiz izlenim varlığını devam ettirmektedir. Örnek vermek
gerekirse, münâsib'i 'şarabın sarhoş ediciliği1 ile misaliendirirken
"Şeytan sizin aranıza düşmanlık ve nefret sokmak istiyor" ayetindekİ
îmâ'nın varid olmadığını varsayışımız böyledir. Verilen örneğin bizatihi amaç
olmadığı ortadadır. Verilen bazı örneklerde, mezkur vehime zaid bir anlamın
varlığı ortaya çıkarsa, bu zaid anlamın bulunmadığı varsayılsın.[II, 315] [24]
Kıyasu'ş-şebeh'in
sıhhatine dair delil, ya tartışma esnasında münazaracıdan istenir ya da
müctehid bunu kendi kendisinden ister, ki asiolan müctehiddir.
Bu tür kıyas, bazı
müctehidlerin zannına galib gelen şeylerdendir. Hükümlerin mehazi hakkında
inceleme-araştırma ile uğraşan hiç bir müctehid yoktur ki kendi nefsinde bunu
hissetmesin. Bu tür, hangi müctehidin nefsinde, zannına galib gelecek derecede
etkili olmuşsa, bu artık onun için tıpkı 'münâsib' gibidir.Müctehid de ancak
zann-ı galib ile mükellef tutulduğuna göre, bu onun açısından sahihtir. Bu tür
kıyas konusunda zanm galipleri bulunmayan müctehidlerin ise bununla hüküm
vermeye hak ve yetkileri yoktur. Oluşmuş olan bu zanm galibe dayanmayı iptal
edecek kesin bir delil -bizim yanımızda- yoktur. Halbuki, daha önce
açıkladığımız üzere sırf tard böyle değildir.
Delilin münazaracıdan
istenmesi durumuna gelince; münazaracınm kıyasu'ş-şebeh'i inkar eden hasıma
karşı bunun sahihüği konusunda delil göstermesi mümkün değildir. Çünkü o, sebr
ve taksim metoduna başvurursa, bu müstakil / tamamen ayn bir metod olur. Hem
öyle bir metod ki, benzerini tard hususunda uygulasa o da delil olur. Sebr ve
taksime başvurmadığı zaman ise, "Bu, hükmün mehazinde içtima vehmini
veriyor ve zanna galib geliyor" demekten başka çaresi yoktur. Hasım da
gerek sırf inat olsun diye gerekse -her ne kadar hasmının zannı-na galip gelmiş
olsa bile kendi zanmna gerçekten galip gelmediği için- inanmış olarak bunu
inkar eder.
înceleme-araştırmalan
kendilerini bu tür kıyasın zanna galip gelebilecek şeylerden olduğu sonucuna
götüren müctehidlerin münazarada mutalebe kapısını açma hususunda anlaşmaları
asla uygun olmaz. Nitekim Önceki arkadaşlar bu kapıyı açmamış, nasıl olursa
olsun ortak bir vasıf ile fer' ile aslın arasını birleştirmeye yarayan illetle
yetinmiş ve itirazcıya, bu ortak vasfı 'nakz' veya 'fark' veya 'mua-raza1
yoluyla ifsad şansı tanımışlardır. Çünkü aslın başka bir vasfının, aslın illeti
[II, 316] yaptığı şeye izafesi ve bunun birleştirmenin kesinliği sadedinde öne
sürülmesi, zanna galip kılınmış olduğuna dair delil ikamesinden daha kolaydır.
Bu, aslın vasıfları üzerinde inceleme-araştırma yolunu açar. Mutalebe ise,
inceleme yolunu kapattığı gibi hasıma güç yetiremeyeceği hatta mümkün olmayan
bir işi yükler. Cedel, cedelcilerin icad ettiği bir yoldur; hiç değilse bu yolu
daha faydalı olabilecek bir biçimde kullansınlar.
Denirse ki:
Meseleye sizin
dediğiniz gibi yaklaşmak çirkin tardiyatın kapısını açar ki bu da çirkindir.
Deriz ki:
Çirkin tardın,
mutalebeden daha yakın ve kolay bir yolla hemencecik ifsadı mümkündür. Şöyle
kî: Eğer asıl, fer'e şamil olan muttarid bir vasıfla talil edilir ve arkasından
fer'e şamil olmayıp asıla özel olan bir vasıfla muaraza edilirse bu, faside
fasid ile muaraza olur ki, bu bilinen -derhal- susturucudur. Eskilerin yaptığı
gibi, bunun Üzerinde anlaşmaya varmak daha evladır. Hatta, şebehi benimseyenlerin
bunun dışında bir şey üzerinde anlaşmaları mümkün de değildir. Bu ıstılah /
anlaşma güzel bulunmazsa, ta'lil yapan kişinin / muallil, 'Hüküm için bir menât
ve zaptedici bir alametin bulunması gereklidir. Şu ve şundan başka da bir illet
ve menât yoktur. Benim zikrettiklerim diğerlerinden evladır ya da benim
zikrettiklerimin dışındakiler nakzedilmiş ve batıldır' diyerek aslın
vasıflarını sebr etmesi üzerinde anlaşılabilir. Bu durumda, kendisine
yöneltilecek bir som kalmaz. Ancak şunu diyebilir: - Tıpkı 'Buğday hakkındaki
hüküm buğday ismiyle bilinmektedir ve başka bir alamete ihtiyaç yoktur, dirhem
ve dinar hakkındaki hüküm de kendisine özel olan nakdiyet / nakit para oluş ile
bilinmektedir' sözünde olduğu gibi - 'Nass mahallinde hükmün menâtı isim yahut
mahalle Özel an-[II, 317] lamdır' veya 'Hükmün menâtı, zikretmediğim, zikretmek
zorunda da olmadığım bir vasıftır. Sana düşen kendi illetini tashih etmendir'.
Bu ikincisi, yasak ve haram olan tartışmadır. Nitekim buna şöyle denir: Eğer,
benim bildiklerimden başka bir şey / vasıf bilmiyorsan -sebr hususunda olanca
gücü harcama hükmüyle-beni bağlayan seni de bağlar. Eğer, bana zahir olanın /
benim bildiklerimin dışında başka bir şey biliyorsan onu belirtmelisin ki,
üzerinde düşünüp ya onun fasid-liğini göstereyim ya da benim illetimin senin
illetinden daha tercihe şayan olduğunu göstereyim. Eğer, 'Bu (vasıf) buğday
ismi veya nakdiyettir' derse bu sahih ve makbuldür. Artık talilcînin onun
zikrettiği şeyi, 'Menât, buğday ismi olamaz. Çünkü buğday, una veya hamura veya
ekmeğe dönüştüğünde, buğday ismi zail olduğu halde riba hükmü devam eder. Bu da
gösteriyor ki, hükmün alameti, kendisinde tu'm veya kût veya keyl'den ibaret
bu durumların şart olduğu bir vasıftır (emr). Tuz, kût'a şehadet etmez, tuzun
şahitlik ettiği tu'm daha evladır. Keyl ise, tu'm'un hilafına maslahatları
içerdiğini hissettiren bir anlamdan haber vermektedir" diyerek ifsad
etmesi gerekir.
İşte bu şekilde tercih
yapıyoruz ve sözün uçlarını birbirine yaklaştırıyoruz. Öyleyse takip edilecek
metod, ya eskilerin ıstılahı ya sebr ile yetinmek ya da şe-beh görüşünü resen
İptal edip, hükmün menâtı olduğuna nass veya icmâ' veya kesin sebr'in delalet
ettiği müessir ile yetinmektir. Bu üçüncü seçenek, mülâim dahi olsa münâsibin
terki sonucuna götürür. Mülâim münâsib terkedi linçe, garib olan münâsib
gündeme bile gelemez.
Hasım diyebilir ki:
"Bağlantı bakımından, muttali olduğundan daha açık ve daha kuvvetli bir
münâsibe muttali olamadığın için, senin zannma bunun müna-[II, 318] sipliği
ağır basmıştır. Bu durumda sen, bir insanın bir fakire bir şey verdiğini görüp
-bu fakirin o adamın oğlu olduğunu bilmediği için- bu vermenin fakirlik sebebiyle
olduğunu zanneden kişi gibi olursun; eğer o fakirin, veren kişinin oğlu olduğunu
bilseydi, böyle zannetmeyecekti". Yine sen bir casusu öldürürken gördüğün
bir kiralın, bu kişiyi casusluğu sebebiyle öldürdüğünü zanneden kişi gibi
olursun. Halbuki, casusun kiralın evine girip ailesiyle fücur işlemiş olduğunu
bilseydi böyle zannetmezdi.
Eğer münâsibe tutunan
kişilerin "Bu, yaptığım sebr ve harcadığım çabalar sonucunda bende oluşan
zandır" şeklindeki sözleri kabul ediliyorsa, aynı şey şe-beh kıyasına
başvuran / müşebbih kişiden hatta tard'a başvuran kişiden de kabul edilmelidir
ve zarınım iptal edebilmek için bundan daha zahir olanın ortaya konulması
lazımdır.
Kıyasu'ş-şebehin
mahiyeti, örnekleri ve delili bunlardır. Bu konudaki görüşlerin tafsiline ve
bunun anlatımı hususunda değişik görüşlerin aktarılmasına gelince; bunun pek
büyük bir yaran olmadığı düşüncesiyle bundan vazgeçmeyi yeğledim. Buraya kadar
anlattıklarımızı anlayan kişiye, bunun dışındakilerin mahiyeti kapalı kalmaz.
İnsanların sözlerinden gerçeği araştırıp isteyen kişinin başı döner ve aklı
şaşar. Ben bunu Tehzîbu't-Usûl'de uzun uzun ele aldım. [25]
Bu kıyasların
mertebelerinin en altı, kıyası benimseyen herkesin inkar etmesi gereken 'tard',
en üstü de, kıyas inkarcılarının dahi ikrar etmesi gereken 'aslın anlamında
olan şey'dir.
Açıklaması:
Kıyas, 'müessir',
'münâsib', 'şebeh' ve 'tard' olmak üzere dört nevidir.
Müessirin, müessirliği
nass veya icmâ' veya hasredici sebr sayesinde bilinir. Bunların en üstünü
müessirdir. Müessir, hükümdeki tesiri ortaya çıkan yani hükmün, kendisine
izafe edildiği ve hükme menât yapıldığı bilinen şeydir. Müessir, illetin
aynına, illetin cinsine, hükmün aynına ve hükmün cinsine bakmak itibariyle
dört tanedir. Çünkü; ya bunun (müessirin) aynının bu hükmün aynındaki tesiri
[II, 319] zahir olur, ya bunun aynının bu hükmün cinsinde tesiri zahir olur, ya
bunun cinsinin hükmün cinsinde tesiri zahir olur ya da bunun cinsinin hükmün
aynında tesiri zahir olur.
Birinci mertebe:
Müessirin aynının,
hükmün aynında tesiri bulunduğu zahir olmuşsa, buna "aslın anlamında olan
şey" denilir. Bu kesin olup, her halde kıyas inkarcıları da bunu itiraf
ederler. Zira, fer1 ile asıl arasında konu çeşitlenmesinden (teaddüdü'l-mahal)
başka hiç bir aykırılık yoktur.
Eğer, sarhoş
ediciliğin aynı, şaraptaki içmenin aynının tahriminde müessir ise nebîz de
kesin olarak ona ilhak edilir.
Eğer, hurmadaki
ribanın illetinin tu'm olduğu ortaya çıkmışsa kuru üzüm de kesinlikle ona ilhak
edilir. Zira tek değişiklik, anlamın uygulandığı objelerin ade-dindedir. Bu,
tıpkı cinsel ilişkinin, bedeviye keffâretin vacip kılınmasındaki etkisinin
ortaya çıkması gibidir. Çünkü Hintli ve Türk de aynı anlamdadır.
İkinci mertebe:
Müessirin aynının,
hükmün -aynında değil- cinsinde ortaya çıkması. Ana-ba-ba bir kardeşliğin mirastaki
takdimde etkili olduğunun ortaya çıkması ve nikah velayetinin buna kıyas
edilmesi böyledir. Miras, nikah velayetinin aynı değildir, fakat gerçekte
aralarında cins birliği / mücâneset vardır.Bu haktır önceki de haktır, fakat bu
bir öncekinden bir mertebe daha aşağıdır. Çünkü bir cins ile diğer bir cins
arasındaki farklılık, bir mahal ile diğer mahal arasındaki farklılığın aksine,
pek uzak değildir. Bu ikisi, tesirde rolü bulunduğu izlenimini vermek
bakımından birbirinden asla ayrılmazlar.
Üçüncü mertebe:
Müessirin cinsinin, bu
hükmün aynında etkili olması. Sıkıntı ve meşakkat ile talil ederek hayız
görmekte olan kadından namazın kazasını düşürmek böyledir. [II, 320] Tıpkı
yolculuk meşakkatinin, kasr / kısaltma sebebiyle düşen iki rekat namazın kazasını
düşürmekte etkili olduğu gibi, sıkıntı cinsinin de namazın kazasını düşürmekte
etkili olduğu ortaya çıkmıştır. İşte bizim, mülâim ismini verdiğimiz budur.
Müessir ismini ise, aynının tesiri ortaya çıkana tahsis etmiştik.
Dördüncü mertebe:
Cinsinin tesiri, bu
hükmün cinsinde ortaya çıkan şey. Bizim, 'garib münâsib' adını verdiğimiz
budur. Çünkü, anlamlar için en genel cins, bunların maslahat olmasıdır.
Münâsib de bir maslahattır. Maslahatların hükümlerde etkisi bulunduğu ortaya
çıkmıştır. Zira, Şer'İn maslahatları dikkate aldığı bilinmektedir. Şer'in,
maslahatların cinsini dikkate alışından yapılan bu genel yardım alma / istimdad
sebebiyledir ki, münasebetin zahir olması zanntn harekete geçirilmesini
gerektirmiş ve Şer'İn âdetine bir anlık bir bakış sebebiyle de şebeh, zan
ifade etmiştir. Çünkü bu, Şer'in hüküm koyarken cinslerine itibar ettiği
bilinen / mahut olan çeşitli vasıflardan ibarettir. Msl. geceden niyet
meselesinde orucun farz oluşu; ab-destin, mucebi mucibinin mahalli dışında olan
bir teabbüd / ibadet oluşu; az diyetin de âkıleye yüklenmesi meselesinde,
vacibin, insanoğluna karşı işlenen cinayetin bedeli oluşu böyledir. Fakat,
suyun üzerine köprü inşa edilmesi vb. gibi sıfatlar böyle değildir. Çünkü
Şer', bu sıfatın cinsine itibar etmemiştir. Şer'in alışılagelen adeti, Şâri'in
maksatlarını gösterir ve âdet bazen cinste bazen aynda sabit olur.
Cinsliğin (cinsiyet)
de birkaç mertebesi vardır. Bunlardan birkısmı birkıs-mından daha genel,
birkısmı daha özel ve ayn'a daha yakındır.
Hükümlerin
vasıflarının en geneli, hüküm olmaklık'tır. Hükümler daha sonra [II, 321]
"tahrim", "îcâb", "nedb", ve "kerahet"
kısımlarına ayrılır. Vacib, mesela, ibadet olan ve ibadet olmayan şeklinde;
ibadet, namaz ve namaz dışındakiler şeklinde; namaz da, farz ve nafile şeklinde
kısımlara ayrılır. Farzda tesiri bulunan, namazda tesiri bulunandan daha
özeldir. Namazda tesiri bulunan, ibadette tesiri bulunandan daha Özeldir,
tesiri ibadette ortaya çıkan ise, tesiri vaciplerin cinsinde ortaya çıkandan
daha özeldir. Vaciplerin cinsinde ortaya çıkan da hükümlerin cinsinde ortaya
çıkandan daha özeldir. Aynı şekilde mana yönünde de, mananın en genel vasfı,
hükümlerin kendi cinsine bağlandığı bir vasıf olmaktır, ta ki şebehler de buna
dahil olabilsin. Bundan daha özeli, maslahat olmasıdır ki buna şebeh değit
münâsib girsin. Bundan daha özeli de önleme ve engelleme (red' ve zecr) gibi
veya İhtiyaçları giderme anlamı gibi veya sarhoş edicilerden kaçınmak suretiyle
aklı koruma anlamı gibi özel bir maslahat olmasıdır.
Cinslerin hepsi, bir
mertebede değildir. Şebehler bunların en zayıfıdır. Çünkü şebehler alışılagelen
âdet ile takviye edilmezler. Belki sadece, Şer'in, hükümleri bazen kendisine
bağladığı vasıfların cinsinden olması bakımından takviye bulabilir. Bunların
en güçlüsü, aynının etkisi hükmün aynında ortaya çıkan müessirdir. Küçük dul
kız çocuğunun, nikah velayeti bakımından bakire küçük kız çocuğuna kıyası,
belki de bazı vecihlerden bunun mal velayetine kıyasından daha yakındır.
Küçüklük, her ne kadar mal velayetinde etkili olmuşsa, nikah (bud1) velayeti
ayrı bir cinstir. Eğer, küçük erkek çocuğu açısından (küçüklüğün) etkisi, bizzat
nikah velayeti konusunda ortaya çıkmışsa, bu belki de bazı yönlerden mal velayetine
kıyasından daha yakındır.
Bütün bunlardan sonra
anlamış olmalısın ki; zannın harekete geçmesi ve nefsin meyletmesi, ancak
Şer'in, bu anlamın aynını veya cinsini, bu hükmün aynında mı yoksa cinsinde mi
dikkate aldığına dair âdetine dönüp bakmak sayesinde olur. Yine cinsliğin,
yakınlık ve uzaklık yönünden hasredilemeyen farklı dereceleri bulunduğunu ve
buna bağlı olarak zannın derecelerinin değişiklik arzettiğini ve cinsiyet
hususunda en yüksek zannın en düşük zanna, en yakın zannın da en uzağa takdim
edildiğini antamışsındır. Her meselenin kendine mahsus bir zevki olup, müctehid
bunu dikkate alır. Bu cinsleri belli bir sayıya hasretmeye çalışan kişi,
kendisine beşer takatinin yetmeyeceği bir ağır bir yükü yüklemiş olur. Bizim
zikrettiklerimiz, cinslere, bunların mertebelerine işaret açısından son noktadır.
Zikrettiklerimiz yeterli ve tatmin edicidir.
Kıyasların
özelliklerine dair başka bir tenbih:
Bil ki: Müessirin
özelliklerinden biri de, sebr ve hasrdan müstağni olması ve kendinden
başkasının nefyine ihtiyaç duymamasıdır. Çünkü, asılda başka bir müessir
ortaya çıkarsa atılmaz ve her ikisiyle talil gerekir. Hayız, riddet ve iddet
üçü [H, 322] birden bazen bir kadında biraraya gelebilir ve bu kadınla cinsel
ilişkinin haramlı-ğı bunların hepsiyle talil edilir. Çünkü, bunlardan her
birinin tek başına etkili olduğu, Şer'in haramlığı her birine izafe etmesiyle
ortaya çıkmıştır.
Münâsib ise, ancak
münasebetin şahitliği ile ve hükmün bu doğrultuda isbatı ile sabit olmuştur.
Başka bir münasebet ortaya çıktığında ise, birinci şehadet boşa çıkar. Fakir
akrabaya vermede durum böyledir. Biz, fakirlik sebebiyle mi veya akrabalık
sebebiyle mi ya da her iki sebep yüzünden mi verdiğini bilmiyoruz. Müctehidin
münâsib ile talil konusundaki inceleme-araşturnası, bu münâsibden daha kuvvetli
başka bir münâsibin bulunmadığına kanaat getirmedikçe ve buna sebr yoluyla
ulaşmadıkça tamamlanmış olmaz.Münazaracının ise, bu hususta münasebeti ortaya
koymasıyla yetinilmesi gerekir ve kendisinden sebr yapması istenemez. Çünkü
münasebet, sadece, başka bir münâsibe muttali olan açısından zannı hareket
geçirmez, itirazcı eğer başka bir münâsibe muttali olmuşsa bunu ortaya koymalı,
aksi takdirde başka bir yolla itirazda bulunmalıdır, tşte münâsib ile müessir
arasındaki fark budur.
Şebehe gelince;
şebehin özelliklerinden biri, hükmün menâtını istinbat konusunda bir nevî
zarurete ihtiyaç duymasıdır. Eğer bu yönde bir zaruret mevcut değilse, bazı
alimler şebehe itibar etmenin caiz olmadığı görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bana
göre birçok yerde bu pek uzak değildir. Çünkü; eğer hükmün mahal'le
hasredilmesi mümkün ise ve hakkında nass bulunan mahal mazbut bir vasıfla tarif
edilmişse münâsib olmayan başka bir vasfın aranmasına ne gerek vardır! Şe-beh
konusunda araştırma-inceleme, "Bir alamet gereklidir, bundan uygun / evlâ
bir alamet de yoktur, Öyleyse bu, alamettir" denilmek suretiyle
tamamlanmış olur. Msl.
Riba, un ve hamurda da
cari olup, buğday ismiyle munzabıt değildir,
Bir ölçü'ye (zabıt)
gerek vardır,
Yenilebilirlik'ten
(Tu'm) evla bir ölçü de yoktur, denilmesi böyledir.
Diyetin âkıleye yüklenmesi,
can ve uzuvlar hakkında varid olmuştur ve maldan ayrılmıştır,
Bir zabıt'a ihtiyaç
vardır
Diyetin, İnsana karşı
işlenen cinayetin bedeli olmasından başka bir zabıt da yoktur ve bu az'da da
caridir.
Nafile oruçta geceden
niyete gerek yoktur,
Kaza orucunda ise
geceden niyet edilmelidir,
Eda bu ikisi arasında
döner,
iki kısmı birbirinden
ayıran bir ayırıcı ölçüye gerek vardır,
Farziyet, ayırıcı
ölçülerin en uygunudur.
Münâsib'de ise durum
böyle değildir. Çünkü münâsib, illetin talebine bir zaruret bulunmasa bile,
zannı celbeder ve harekete geçirir.
Denirse ki:
Bir alamet
bulunmalıdır denilmesi caiz olacak ölçüde bir zaruret gerçekleşse ve vehme
düşürmeyen sırf tard dışında başka bir alamet belirmeyecek derecede sebr
tamamlanmış olsa, bununla da kıyas caiz olur. Çünkü bu, şebehi ve bir muhayyele
şümul vehmini nefyeden bir özelliktir.
Deriz ki:
Bu soru için bazıları
şöyle demişlerdir: Tıpkı münâsib'de olduğu gibi, şebeh-te de bu zaruret şart
değildir. Eğer bunu şart koşarsak, şebeh ile tard arasında zat bakımından hemen
hemen hiç bir fark kalmaz, fakat sadece yakınlık ve uzaklığa izafetle bir fark
kalır. Tard'ı, -köprü yapımı gibi- şeyin zatından uzak kalan şeyden ibaret
sayarsak daha ilk bakışta bunun butlanına hükmedilir. Çünkü başkası, o konudaki
maslahat hükmünü içermeye daha layık birtakım sıfatları apaçık biçimde
gösterebilir. Dolayısıyla bu vasfın fesadı, zatı yüzünden değil, kendinden [II,
323] daha yakın bir özelliğin ortaya çıkması yüzünden olur.
Özetle söylemek
gerekirse, daha yakın ve daha özel olan özellik'ortaya çıktığı her zaman, daha
uzak ile hasıl olan zannı iptal eder. Bazen daha yakının zuhur etmesi,
düşünmeye / teemmüle gerek kalmayacak derecede apaçık / bedîhî olaaa-bilir ve
buna bağlı olarak daha uzağın butlanı da apaçık olur. Bu durumda daha uzağın
zatı yüzünden batıl olduğu zannedilebilir. Halbuki daha uzağın batıl olması,
buna dair zannın -daha yakın olanın varlığı sebebiyle- kalkması yüzündendir.
Biz, bu cinsin genel
kurallarla (ed-davâbıtu'1-külliyye) zapt edilmesinin son derece zor olduğunu,
bilakis müctehid İçin her bir mesele hususunda bunlara özel bir zevkinin
olabileceğini söylemiştik, öyleyse bunu müctehidin reyine havale edelim. Bizim,
tardın iptali konusunda kesin saydığımız miktar, "salt hükmün bir vasıfla
birlikte bulunmasının, bir bağlantı veya bir münasebet kokusu almadıkça ya da
menâtı taleb zarureti bulunup münasebet veya sebr vehminden yardım almadıkça,
bu vasıfla talİI yapma yönünde zannı harekete geçiremeyeceğidir. Zihin bazen,
her ne kadar sahibi kendi şuuruyla bunu hissetmese de, bu zaruretin anlamını
ve sebri yakalayabilir. Çünkü bir şeyi hissetmek hissetmeyi hissetmekten
başkadır. Onun bu şuurdan soyutlanması varsayılacak olursa, hiç bir akıllının
zannı asla harekete geçemez. [26]
Şebeh olmadığı halde,
şebehten olduğu zannedilen şeyler üç kısımdır.
1)
Kendisinden hükmün menâtı kesin olarak bilinen ve tahkik-i menâta gerek duyulan
kısım:
Bu kısmın örneği, av
cezası (cezâu's-sayd) konusunda şebeh talebidir. Bazı usulcüler şebehi bununla
tefsir etmişlerdir ki bu yanlıştır. Çünkü ayette "fe ceza-un mislu ma
katele mine'n-naam (...öldürdüğünün dengi olan bir hayvan cezası)"
{Mâide, 5/95} denildiği için bunun sıhhati kesindir. Bundan anlaşılmaktadır ki,
taleb edilen, misil'dir. Ev hayvanları (naam) arasında, av hayvanına (sayd) her
yönden denk / benzer olan bir şey yoktur. Demek ki, bununla kastedilen, denk olmaya
en yakın olan'dır ve bunun taleb edilmesi gerekir. Aynı şekilde Şer1, denk
mehri, denk kıymeti ve denk kifâyet'i vacip kılmıştır. Bu kadınla, aşiret
kadınları arasında ve kifayeti bilebilmek için, nafaka verilecek yakın kişi ile
diğer şahıslar arasında yaş, durum ve şahsiyet açısından mukayese yapmaktan
başka bir yol yoktur. Bu ise kesindir. Hal böyleyken, hakkında tartışma bulunan
veisbatı yönünde delil göstermek zor olan şebeh, bununla nasıl
örneklendirilebilir!
2)
Kendisinden hükmün menâtınm bilindiği ve sonra bir konuda birbiriyle çatışan
iki menâtın bir araya geldiği ve zorunlu olarak ikisinden birini tercih etmenin
gerektiği kısım:
Bu kısım da şebehten
olamaz.
Örnek:
Malın bedeli takdir
edilmiş, belirlenmiş (mukadder) değildir, canın bedeli ise takdir edilmiştir.
Köle, bir yönüyle hür gibi can, bir yönden de at gibi maldır, imdi bunun
bedeli takdir edilmiş midir edilmemiş midir? Köle bazen ata bazen hür insana
teşbih edilecektir. Bu durum, iki anlamdan birini diğeri üzerine tercih durumunda
ortaya çıkar. Her iki anlamın da, hükmün menâtından olduğu ortaya çıkmıştır.
Şebehte müşkil olan, - hüküm kendisine izafe edilmemiş olmakla birlikte -
münâsib olmayan vasfı menât yapmaktır. Burada ise ittifakla hüküm bu iki menâta
izafe edilir.
3)
Kendisinde her menât tam (ale'l-kemal) olarak bulunmamakla birlikte vakıanın,
sadece birinden İbaret olmaksızın iki menâttan oluştuğu ve bu sebeple de
hakkında daha galip olan ile hüküm verilen kısım:
Örnek:
Liân / Mülâane,
şahitlik ve yeminden mürekkep olup, - mülâane yapan (mülâin) davacı olduğu için
ve davacının yemini de kabul edilmediği için - ne sırf yemin ve - şahit başkası
için şahitlik ettiği, halbuki mülâane yapan kendisi için şahitlik
etmekte,olduğu için - ne de sırf şahitliktir. Liânda hem yemin lafzı, hem de
şahitlik lafzı bulunmaktadır. Köle de, şebadet ehli olmayıp, yemin ehli
olduğuna göre, kölenin liân ehli sayılıp sayılamayacağında tereddüt edildiğinde
ve İki şaibeden birinin bizim için ağır bastığı ortaya çıktığında, artık,
bununla hüküm vermenin vacipliğinde ihtilaf etmek uygun olmaz ve bu durum,
hakkında ihtilaf edilen şebeh konusuna girmez.
Aynı şekilde zıhâr da
haram kılıcı bir söz ve aynı zamanda bir yalandır. Dolayısıyla bir yönüyle
kazf e bir yönüyle talaka benzer.
Fi tır sadakası, mali
yardım (meûnet) ve ibadet (kurbet) anlamları arasında, keffâret ise ibadet ve
ukubet anlamları arasında tereddütlüdür. İşte bunlar gibi, iki şaibenin hükmü
birbiriyle çelişirse, vakıayı iki hükmün birinden ârî bırakmak imkansızlaştrsa
ve her iki taraf açısından da münâsib bir vasıf ortaya çıkmaksızın iki şaibeden
birinin galebesine dair bir delil ortaya çıkarsa, elbetteki daha ağır basan
benzerlik ile hüküm vermek uygun olur. Bu kısımlar arasında, şebehin mehazıne
en fazla benzeyen budur. Bizim, içinde maslahat bulunan bîr sır yüzünden
kölenin şehadetten men edilmiş olduğu ve yine bir maslahat yüzünden yemin etmesine
imkan tanınmış olduğu yönünde bir zannımız vardır. Bu durum, liân hususunda
problem doğurmuş ve iki şaibeden birinin daha galip olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu durumda, bizim zannımıza ağır basan husus, daha galip anlam altına konan bu
maslahatın devam etmekte olduğudur.
Denirse ki:
Muayyen ve daha galip
olan anlam ne ile bilinir? Deriz ki:
Bu, bazen, zatın
araştırılması ile, bazen hükümler ile ve hükümlerin çokluğu ile, bazen de bazı
hükümlerin kuvveti ve delalet hususundaki özelliği ile bilinir. Bu, müctehidlerin
inceleme-araştırma alantdır. Bunun açıklamasını usulcü değil fakih üstlenir.
Amaç şudur ki; iki menâttan birisinin daha galip olduğu teslim edilince bunun
gereğince hüküm verileceğini itiraf etmek gerekir. Çünkü bu durumda birbiriyle
çelişkili olan hükümlerin her İkisinden ârî kalınacak, ki bu muhaldir, ya
galip olmayan ile ya da galip ile hüküm verilecektir. Bu durumda galip ile
hüküm verileceği belirgin olarak ortaya çıkar. Bu işlem nasıl olur da, hakkında
ihtilaf edilen müşkil şebehe ilhak edilebilir.
Evet, fer1 iki asıl
arasında dönüp, bunlardan birine, menât olmayan bir vasıf hususunda, diğerine
de, menât olmayan iki vasıf hususunda benzerse, işte şebeh ile hüküm verme ve
daha benzer olana ilhak kabilinden olan budur ve karar müc-tehide kalmıştır.
Eğer müctehidin zannına, iki vasıf hususundaki ortaklığın kendine meçhul olan
ve Allah katında hükmün menâtı olan maslahattaki ortaklık vehmini verdiği galip
gelirse ve bu, kendi nefsine sadece bir vasıf hususunda benzeşikliği bulunan
diğer aslın ortaklığından daha ağır basarsa, bu durumda [II, 325] müctehid
zannı ile hüküm verir. İşte bu, şebeh ile hüküm verme kabilindendir.
Ancak, hüküm için
menât olduğu ortaya çıkmış bütün vasıflara gelince, bunlara ittiba,
kıyasu'ş-şebeh kabilinden olmayıp kıyasu'l-ille kabilindendir.
Kıyasu'ş-şebeh ile
ilgili olarak zikretmek İstediklerimiz bunlar olup, bu husustaki söylenenler
illeti isbat metodunun tetimmesi kabilindendir. Çünkü bu, aslın illetini isbat
metodu hakkında bir incelemedir. Orada söz uzamasın diye, bunu aynca ele aldık,
illetlerin isbat metodu konusunu bitirdiğimize göre şimdi, kıyasın rükünlerini
ve şartlarını açıklamak gerekir. [27]
Kıyasın rükünleri dört
tanedir: Asi, fer", illet ve hüküm. Kavranmasını kolaylaştırmak için her
bir rüknün şartlarını ayrı ayn ele alalım.
Asl'ın sekiz şartı vardır:
1) Aslın
hükmü sabit olmalıdır. Çünkü; eğer asıla men' tevcihi mümkün olursa, yani aslın
sabit olmadığı söylenirse, incelemeci ve münazaracı, sabitliğine delil ikame
etmeden Önce bu asıldan yararlanamaz.
2) Hüküm,
seml-şer'î bir yolla sabit olmalıdır. Çünkü aklî veya lüğavî bir yolla sabit
olan hüküm, şer'î hüküm olamaz. Üstelik, Esâsu'l-Kıyâs adlı kitabımızda
belirttiğimiz üzere, aklî ve lüğavî hüküm bize göre kıyas yoluyla sabit olmaz.
3) Asıldan
istinbat olunan şeyin illet olduğunun bilinmesine yarayan yol sem' olmalıdır.
Çünkü vasfın illet oluşu şer'î bir hüküm ve serî bir konumdur.
4) Asıl,
başka bir aslın fer'i olmamalı, aksine, asıldaki hükmün sübutu nass veya icmâ'
ile olmalıdır. Darının pirince, sonra da pirincin buğdaya kıyas edilmesinin
hiç bîr anlamı yoktur. Çünkü ortak vasıf (el-vasfu'1-câmi1) -diyelim ki tu'm
olsun- eğer birinci asılda mevcut ise, yolu uzatmak abestir. Zira darının
pirince fer1 yapılması, aksinden daha evla değildir. Eğer ortak vasıf birinci
asılda mevcut değilse, bu ortak vasfın illet olduğu nasıl bilinecektir!
Şüphesiz, şebeh ve münâsibin illet olması ancak, hükmün şahitliğiyle ve mana
uyarınca isbat edilmesiyle bilinebilir. Eğer hüküm, nass ile veya icmâ' ile
sabit olmamışsa, bu hükme bitişik olan anlamın dikkate alınacağı sonucuna bu
hükümden yola çıkarak ulaşılamaz. Çünkü bu, şebeh kıyasında, üçüncü fer'e bir
dördüncüsünün, dördüncü fer'e de bir beşincisinin benzetilmesine götürür ve
sonuçta öyle bir yere gelinir ki, gelinen son hüküm ilk hükme hiç benzemez. Bu,
tıpkı yerden bir çakıl alıp, buna benzeyeni, sonra bu ikinciye benzeyeni, sonra
bu üçüncüye benzeyeni alin, 326] maya benzer ki, alınan onuncu taş birinci
taşa hiç benzemez. Çünkü ince farklar
toplanınca,
farklılaşma belirgin bir şekilde ortaya çıkar.
Denirse ki:
Munazaracının, sözü
bazı şekillerde (suver) farzetmesinin ne yaran vardır?
Deriz ki: Bu
farzetmenin yapılacağı iki yer vardır. Birincisi; soru soran kişi, sorususunu,
birçok şekli (suret) içine alacak genellikte sorar ve münazaracı bazı şekilleri
tahsîs etmeye ihtiyaç duyar. Zira, tahsis ettiği şekillerde kendisini destekleyen
bir haber veya özel bir delil bulunabilir yahutta bu şekillerde hasmın bazı
gerekçeleri boşa çıkmış olacaktır. İkincisi; bir fer'i başka bir fer' üzerine
bina etmesidir ki bu da münazaracı müctehid açısından -daha önce zikrettiğimiz
sebep yüzünden- imkansızdır. Bunun münazaracıdan kabul edilmesine gelince; bu
iş, cedde ilerin ıstılahı üzerine kurulur. Cedel, münazaracı lann ihdas
ettikleri bir yöntem olup, bizim incelememiz müctehid hakkındadır. Müctehid
bundan yararlanamaz. Hasmın, fer'e muvafakat etmesi fayda vermez ve bu fer'İ
asıl haline getirmez. Zira, hata her iki hasım açısından da mümkündür. Ancak,
bu (fer') mutlak bir icmâ' ise bu takdirde fer' olmaktan çıkar ve müstakil bir
asıl olur.
5) Asıldaki
illeti isbat eden delil, fer'e şamil olmayıp asıla mahsus olmalıdır. Örnek:
"Ayva, yiyecek
maddesidir (mat'um)", "Dolayısıyla, buğdaya kıyasla bunda da riba
caridir" deyip, tu'm'un İllet oluşuna Hz. Peygamberin 'Yiyecek maddesini
yiyecek maddesi mukabilinde satmayın" hadisiyle istidlal etse veya bir
müs-lümanın bir antlaşmalıyı (muâhed) öldürmesi olayında, "Öldüren, tslam
fazileti sebebiyle öldürülenden üstündür", "Öyleyse bu durumda katil,
bu kişi karşılığında öldürülmez" dese ve bunun illetini isbat hususunda
Hz. Peygamberin "Kafir karşılığında müslüman öldürülmez" hadisine
dayansa, işte bu mansusu mansu-sa kıyas etmek olup, tıpkı buğdayın arpaya,
dirhemin dinara kıyas edilmesi gibidir.
6) Kimi
alimler, aslın bir şartının da, kendi üzerine kıyas yapılmasının caiz-ligini
gösteren bir delilin bulunması olduğunu söylemiş, kimileri de daha ileri giderek
bu aslın ta'lîlinin vacipliğini gösteren bir delilin bulunmasının da aslın
şartı olduğunu söylemişlerdir. Bu, dayanaksız sakat bir sözdür. Çünkü sahabe,
birinin, karısına söylediği "sen bana haramsın" sözünü, zihâra veya
talaka veya yemine kıyas ettiklerinde yanlarında bu sözün ta'lîl edilmesinin
vacipliğini veya caizliği-ni gösteren bir delil yoktu. Fakat gerçek şudur ki,
bu söz ile ilgili olarak kafalarında uyulması zanna galip gelen muhayyel bir
düşünce uyanmış ve özel konuyu İtibara almamışlardır. Eğer vasıf, -münâsib
düşen- tu'm gibi, şebeh kabilinden ise, bu durumda şöyle denilmesi muhtemeldir;
ribanın un ve hamurda cereyanı zarureti ve hükmün buğday ismiyle zabtının
imkansızlığı zarureti olmasaydı, tu'mu istinbat etmek vacip olmazdı. Bunun daha
önce açıkladığımız bir izah şekli vardır. Eğer onlar bunu kastetmiyorlar ise,
sözlerinin hiç bir anlamı kalmaz.
7) Aslın
hükmü ta'lîl sebebiyle değişmemelidir.
Eğer illet, tahsîs
sebebiyle asıl açısından bulanıklaşırsa, Kitâbu't-Te'vît'm ibdal kısmında
anlattığımız üzere, bu İllet kabul edilmez. Orada açıkladık ki, anlam
hemencecik akla geliveriyiorsa bunun umumu tahsis eden bir karîne olması
caizdir. Teemmül yoluyla istinbat edilen anlam İse tartışma götürür.
8) Asıl,
kıyas yönteminden sapılarak (ma'dûl an seneni'l-kıyas) sabit olmuş olmamalıdır.
Çünkü kıyas harici
olan şeye, başka bir şey kıyas edilemez. Bu konu genel-[II, 327] tikle kayıt ve
sınırlama getirmeksizin bu şekilde İfade edilmekte olup, birazcık tafsilata
ihtiyaç vardır. Şöyle ki: Fakihlerin dilinde 'Kıyas harici olan bir şeye başka
şeyler kıyas edilemez' sözü yaygındır. 'Kıyas harici olan şey1 sözü dört değişik
kısım için kullanılmaktadır. Bu söz, kimi zaman genel bir kuraldan istisna
edilen şey için, kimi zaman önceki bir asıldan kesilip alınmayıp bizatihi yerleşik
bir kuraldan ilk olarak elde edilen (istiftâh) şey için kullanılır. Gerek
istisna edilen gerekse doğrudan ilk olarak elde edilenin de, -anlamı idrak
edilebilen ve anlamı idrak edilemeyen olmak üzere- iki kısmı vardır. Bu
kısımlar toplam dört tanedir:
a) Genel bir
kuraldan istisna edilen ve -anlamı (niçin yapıldığı) anlaşılmaksı-zın- hükme
tahsîs edilen şey:
Bu şekilde sabit olan hükme
başka şeyler kıyas edilemez. Çünkü bu hükmün, ilgili olduğu alanda (mahal)
sübutunun husus üzere olduğu bilinmektedir. Bu durumda kıyas yapılırsa, nass
kanalıyla bilinen bu husus'luk iptal edilmiş otur. Halbuki kıyas yoluyla nassı
iptal etmek mümkün değildir.
Açıklaması:
Hz. Peygamberin dokuz
kadınla evlilik, mehirsiz olarak -hibe yoluyla- bir kadını nikahlaması ve taksimden
önce ganimetten bir şey seçip alması gibi konularda özel hükme tabi olması
(tahsîs) böyledir.
Yine Hz. Peygamberin,
Ebû Huzeyme'yi tek başına yaptığı şahitliği makbul saymak şeklinde özel hükme
tabi tutması; Ebû Bürde'yi, oğlak (anâk) kurban etmenin sadece kendisi için
yeterli olacağı şeklinde özel bir hükme tabi tutması böyledir.
Bu hükümler üzerine
kıyas yapılamaz. Çünkü burada söz konusu olan; Önceki kuralın neshedilmesi
değil, mevcut kuralın aynen devam ettirilmesi yanında istisnanın yapılmasıdır.
Bu istisnaya nasıl kıyas yapılabilir! Hükmün ilgili kişiye Özel oluşu
(hâssiyet) bazen bilinir bazen de zannedilir. Msl. Hz. Peygamberin "Başını
örtmeyin, ona koku da yaklaştırmayın. Çünkü o, kıyamet gününde telbiye yapıyor
olarak haşredtteeektir" »özü; yine Uhud şehidkri hakkında söylediği
"Onları, üzerlerindeki elbiseleri ile ve kanları ile Örtünüz" sözü
böyle olup, bu hükümlerin özel olduğu zannedilmektedir. Nitekim Ebû Hanîfe, bu
hadîsten hareketle, ihramlı iken ölenlerin ve şehidlerin yıkanmasına dair kuralın
kaldırılamayacağını söyler. Çünkü, lafız özeldir ve Hz. Peygamber bunların
ibadet hususundaki ihl asi arını bildiği için, bu hükmün özel olma ihtimali de
vardır. Halbuki biz, bunlar dışındakilerin İhram ve şehitlik üzere ölmeleri
bir yana, îslâm üzere öldüğüne muttali olamayız. Hz. Peygamberin, Ramazan
ayının gündüzünde hanımıyla cinsel ilişkide bulunan bedeviye (a'râbî),
-keffâret borcunu yerine getirmekten aciz olduğunu görünce bu borcu onun
zimmetinde bırakmayarak ve aşın cinsel isteği (şebak) oruçtan acziyet sayarak-
"Bunu ailene tasad-duk et" demesiyle ilgili olarak alimlerin
çoğunluğu bu hükmün o bedeviye özel olduğunu söylemişlerdir. Takrîb sahibi de,
acziyet ve şebak hususunda durumu zikri geçen bedevi gibi olanların da aynı
hükme tabî olacağını söylemiştir. Bu hükmün bedevi'ye özel olduğunu
savunanların, bu konudaki dayanaktan; bu kapının açılması halinde, aynı hükmün
zıhâr keffâretinde ve diğer keffâretlerde de uygulanmasının lazım geleceği
düşüncesi ve endişesidir. Kur'ân nassı ise, bunların (sahabenin) bir vacibi
yerine getirmezlik etmeyeceğine delildir. O dönemdeki kişilerin acziyet
hususundaki duru m lan birbirinden farklı olsa da bu hükmün hususi uğa
hamledilmesi, bilinen kurallann yıkılmasından daha ehvendir.
b) Önceki kuraldan
istisna edilen ve yapılan istisnaya bir anlam verilebilen durum.
Bu şekildeki
istisnaya, istisna edilen hüküm (müstesna) ite geride kalan hüküm (müstebka)
arasında gidip gelen ve istisnanın illeti hususunda müstesnaya ortak (müşarik)
olan her mesele kıyas edilebilir.
[II, 328]
Örnek:
Arâyâ'nın istisna
edilmesi bu kısma örnektir. Çünkü arâyâ, riba kuralını nes-hedîci ve yıkıcı
olarak varid olmamış, fakat, ihtiyaç sebebiyle istisna edilmiştir. Bu sebeple
biz, yaş üzümün yaş hurma anlamında olduğunu gördüğümüz için, üzümU yaş hurmaya
kıyas edebiliriz.
Aynı şekilde,
musarrât'ın (daha süttü görünsün diye birkaç gün sağılmayarak sütü memesinde
biriktirilmiş koyun) sütü mukabilinde bir sâ' hurmanın vacip kılınması, 'mislî
şeylerin tazmininin misil ile olacağı' şeklindeki kuralı yıkıcı olarak varid
olmamış, fakat, satın alındıktan sonra oluşan süt ile satım esnasında memede
mevcut olan süt birbiriyle kanşıp, birbirinden ayırdedilmesi ve miktarın
bilinmesi mümkün olmadığı için ve konu aşağı yukarı bir noktada denkleştirilmesi
mümkün olan bir yiyecek maddesine ilişkin olduğu için Sâri', bir sâ1 hurma
takdir ederek taraflan cehalet vartasından kurtarmıştır. Bu noktadan hareketle
bizim, 'Şayet musarrât, tasriye ayıbı sebebiyle değil de başka bir ayıp
sebebiyle satıcıya iade edilirse, süt yine aynı şekilde tazmin edilir'
dememizde yadırganacak bir şey olmaz ve bu da her ne kadar aslın anlamında olsa
bile, bir çeşit ilhaktır. Şayet biz, bu uygulamada anlamın/gayenin kokusunu
almamış olsaydık ilhaka cesaret ve teşebbüs edemezdik. Nitekim Sâri', sidik
meselesinde erkek çocuklarla kız çocuklarının sidiklerini bir birinden ayırıp,
kız çocuğunun sidiklediği yerin yıkanacağını, erkek çocuğunun sidiklediği yere
su serpiştirmenin yeterli olacağını söylemiş ve bizim zihnimizde bu ayırımın
anlamı konusunda bir şey uyanma-mıştır. Bu sebeple aynı ayırımı hayvanların
erkekleri ile dişileri arasında kıyas yoluyla tatbik etmek mümkün değildir.
Aynı şekilde Şer1,
diğer emredilen şeylerin kıyasına aykırı olarak unutarak yeyip içen kişinin
orucunun bozulmadığı hükmünü vermiştir. Ebû Hanîfe, namazda unutarak
konuşanın, ikrah altında kalarak yiyip içenin ve mazmaza yapar-kan yanlışlıkla
(hata) boğazına su kaçıranın buna kıyas edilemeyeceğini söylemiş, fakat, oruç
bozma bir şey olduğu için, unutarak cinsel ilişkide bulunan kişiyi aynı hükme
tabi tutmuştur.
Şâfıî ise şöyle der:
Oruç, kendisinde niyete gerek bulunduğuna ve ibadetlerin rükünlerine iltihak
ettiğine göre, anlam itibariyle emredilen şeyler cümlesin-dendir. O ise zat ve
mahiyet itibariyle yasaklanmış şeyler cümlesindendİr. Zira bunda, gündüz
boyunca uyuyan kişiden tasavvur olunabilen bir terk vardır. Şer'in, unutandan
sorumluluğu (uhde) kaldırması, onun menhiyyata temayülünü ağır bastırmaktır. Bu
bakımdan biz, (namazda) unutarak konuşanı buna kıyas ettiğimiz gibi, bir kavle
göre, mükreh'i ve hatalı'yı da buna kıyas ederiz.
c) (Üçüncü
kısım)Anlamı akılla kavranamayan 'yeni başlanmış bağışız kural[28]
İlletin yokluğu yüzünden,
buna başka şeyler kıyas edilemez. Bu kısım da, mecazen, 'kıyas dışı (hâriç
ani'l-kıyas)' olarak adlandırılır. Zira kıyas dişiliğin anlamı, kıyas metoduna
göre olmamaktır; çünkü öncesinde bir kıyasın genelliği (umumu kıyas) ve bir
istisna geçmemiştir ki müstesna daha önce dahil bulunduğu şeyden hariç kalmış
olarak adlandırılsın.
Örnek:
Rek'atlerin
adetlerinde, zekatların nısâblannda, hudud ve keffâretlerin miktarlarında ve
zihinde hiç bir anlam canlandırmayan bütün ilk teabbüdî hükümlerde belirlenmiş
şeyler (mukadderat) böyledir. Bunların illeti idrak olunamadığı için başka
şeyler bunlara kıyas edilemez.
d) Dördüncü
kısım, başka bir örneği, benzeri (nazîr) bulunmayan ilk kurallardır. Her ne
kadar bu tür kuralların anlamı idrak edilse bile yine de bunlara kıyas
yapılamaz. Çünkü, nass veya icmâ'ın içine aldığının dışında bunların bir benzeri
yoktur. Burada kıyas yapılmasına engel teşkil eden nokta, mansus dışında illetin
bulunmaması ve sanki bunun bir 'kasır illet' ile muallel olmasıdır.
Ömek:
Kısaltma ve mest
üzerine mesih konusundaki yolculuk ruhsatlan, zarurette kalana (muztarr) meyte
yeme ruhsatı, diyetin âkile üzerine yüklenmesi, erş'in kö- [II, 329] lenin
boynuna taalluku, cenin ğurresinin vacip kılınması, akarda şufa, icare ve
nikahın özelliği, Hân ve kasâme'nin hükmü ve benzerleri böyledir. Bu kaideler
hareket noktası itibariyle birbirine zıttır. Bunların bir kısmının, diğer
kısmın kıyasından hariç olduğu söylenemez. Tam tersine bu kurallardan her
birinin kendine mahsus bir anlamı vardır ve bu anlam hususunda başka bir
benzeri yoktur. Bunlardan bir kısmının asıl yapılıp, diğerlerinin bu asıla
yapılan kıyastan hariç kaldıklanm söylemek tersinden daha evla değildir. Bu
hususta sayı çokluğuna ve azlığına bakılamaz.
Mahiyeti:
Biz biliyoruz ki, mest
üzerine mesih, mesti çıkarmanın güçlüğü yüzünden ve mestin giyili tutulmasına
ihtiyaç duyulmasındandır. Biz, sank, eldiven ve ayağın tamamını örtmeyen
şeyleri buna kıyas edemeyiz. Bunun sebebi, mest üzerine mesh hükmünün kıyas
dışı olması değil, ihtiyaç duyulma, çıkarmanın güçlüğü ve umumu'l-belva
hususunda ona eşit bir şeyin bulunmamasıdır.
Yolculuk ruhsatları da
böyledir. Yolculuk ruhsatlarının meşakkat sebebiyle sabit olduğunda hiç bir
kuşku yoktur. Başka meşakkatler buna kıyas edilemez. Çünkü diğer meşakkatler,
yolculuk meşakkatinin anlamlanna ve maslahatlanna eşit değildir. Çünkü
hastalık, namazı kısaltma değil cem' (iki namazı birlikte kılma) ihtiyacı
doğurur ve bazen hasta hakkında ayakta durma yerine oturabileceğine
hükmedilir. Oruç tutmama İhtiyacı bakımından (yolculuk ve hastalık) birbirlerine
eşit olunca Şer1 ikisini bu hüküm hususunda eşitlemiştir.
Yine onlann, 'Iztırar
halinde kalan (muztar) kişinin ölmüş hayvan etinden yemesi kıyas dışı bir
ruhsattır' sözleri de yanlıştır. Çünkü; eğer bu sözle muztar dışındakilerin,
muztar'a kıyas edilemeyeceği kastediIİyorsa, bu aynı anlamda olmadıkları
gerekçesiyledir. Aksi takdirde biz de, şarabı ölmüş hayvana ve mükre-hi darda
kalana (muztar) kıyas edebiliriz; bu da bir kıyaslamadır.
Aynı şekilde Şer'in,
kasâmede davacının yeminiyle başlaması, kan işinin önemi, bunda bulunup
benzerlerinde bulunmayan bir özellik ve bunun benzersiz olması sebebiyledir.
Öyleyse diğer şeyler buna kıyas edilemez. Buna en yakın olan şey nikah (bud1)
konusudur ki mesela Hân'da, layıkı veçhiyle liân iddiasında bulunan kişinin
tasdiki varid olmuştur.
Diyetin âkıleye
yüklenmesi de böyledir. Bu uygulama, hataya düşmenin sıklıkla vuku bulması ve
silahla uğraşmaya aşın ihtiyaç duyulması gibi sebeplerle Şer'in yürürlükte
bıraktığı bir cahiliye hükmüdür. Bunun diyet dışında başka bir benzeri yoktur.
Bu gibi Örnekler
epeyce vardır. Böylece, tıpkı 'Alım-satım ve nikah akitlerinin ebedi olması,
icare akdinin kıyasının dışındadır', "Müsâkât akdinin süreli oluşu,
mudarebe akdinin ebediliğinden hariçtir' daha doğrusu 'Mudarebe'nİn ebediliği,
müsâkâtın zamanlılığının dışındadır' sözleri gibi, fakihlerin "Icarenin
süreli oluşu, alım-satım ve nikah akdinin kıyasının dışındadır' sözlerinin
yanlış olduğu anlaşılır.
Bu dört kısmın çok iyi
anlaşılması gerekir. Bu kısımlarla ilgili açıklamalar iyi anlaşılınca bu aslın
sırrına vakıf olunmuş olur.[II, 330] [29]
Fer'in beş şartı
vardır:
1) Aslın
illetinin fer'de mevcut olması
Çünkü hükmün teaddî
etmesi, illetin teaddî etmesinin bir dalıdır. îlletin fer'de varlığı kesin
değil zannî ise hüküm yine sahih olur. Bazı alimler bunun caiz olmadığını
söylemişler ve bu görüşlerini şöyle gerekçelendirmişlerdir: Bu durumda fer'in
illet hususunda asıla ortaklığı (müşareket) bilinmemektedir. Kıyas yoluyla bilinen
ise, hükmün mahalle Özet (kasır) olmayıp illete tabi olduğudur, illette
tereddüt (şekk) vaki olduğunda ilhak yapılamaz.
Bu görüş zayıftır.
Çünkü necasetin, murdar hayvan derisinin satımında, satım akdinin butlan
illeti olduğu sabit olunca, eğer bize göre köpeğin necis olduğu zannî delil ile
sabit ise biz köpeği de buna kıyas ederiz.
Aynı şekilde
keffâretin illeti isyan olabilir ve isyanın bazı şekillerde / durumlarda
gerçekleştiği zannî delil ile kavranabilir. Eğer bu sabit olursa ilhak gerçekleşir.
Aynı şekilde çok su,
necaset sebebiyle değişse ve içerisine toprak atılsa, eğer toprak za'feran gibi
örtücü ise necaset giderilmiş olmaz; eğer rüzgarın esmesi ve uzun bir müddetin
geçmesi gibi iptal edici ise necaset zail olur. Bu bazen zannî delil ile bilinir.
Bu tür konularda zann, bilme gibidir.
2) Fer'in
sübut bakımından asıldan önce olmaması
ömek:
Niyet hususunda abdestin
teyemmüme kıyas edilmesi böyledir. Halbuki teyemmüm abdestten sonradır. Bu
nokta inceleme ve tartışmaya açıktır. Çünkü delalet yolu ile olması durumunda
delilin medlulden sonraya kalması caizdir. Msl. alemin hudusu, kadîm/öncesiz
bir yaratıcının varlığına delalet etmektedir. Yok eğer ta'lîl yolu ile ise, bu
müstakim olmaz. Çünkü hüküm, illetin hudusu ile meydana gelir. Bu durumda İlletin
hudusu malûlden sonraya nasıl kalabilir! Fakat İstidlal yoluna sapmak da
mümkündür. Şöyle ki; Şer'in teyemmüm hakkındaki hükmü illet doğrultusunda isbat
edişi, bunun nazar-ı itibara alındığına şahitlik eder. Eğer illetin teyemmümden
başka bir delili varsa, teyemmüm tek başına önceki abdestin illeti için bir
delil olamaz.
3) Fer'in
hükmünün aslın hükmünden -cinslik, ziyade ve noksanlık bakımlarından- farklı
olmaması
Çünkü kıyas, hükmü bir
mahalden başka bir mahalle geçirmekten (ta'diye) ibarettir. Öyleyse ta'diye
sebebiyle nasıl değişiklik gösterebilir! Bu itibarla bazılarının 'Selem
akdindeki anapara, a'yân derecelerinin üst sınırına ulaşmıştır. Öyleyse, iki
ivazın birbirine kıyası yoluyla, müslem fih de, duyûn mertebelerinin en üstüne
ulaşsın (Yani, selem akdindeki anapara, peşin alım-satımdaki mebî gibi
değerlendirilmektedir; Öyleyse, selem akdinin konusu olan müslem fıh de vadeli
alım-satımdaki semen gibi değerlendirilsin)' şeklindeki sözleri kıyasın
şeklinden değildir. Çünkü bu işlem, bir fer'i, hükmünün aksini isbat hususunda
bir asıla ilhak etmektir.
4) Fer'deki
hüküm, tafsilatıyla olmasa bile en azından genel hatları itibariyle nass ile
sabit olabilecek şeylerden olmalıdır.
Bunu Ebû Hâşim
zikretmiş ve şöyle demiştir: 'Şayet Şer', genel anlamda dedenin mirasçılığı
yönünde hüküm getirmemiş olsaydı sahabe, kardeş ile birlikte bulunan dedenin
mirasçılığı üzerinde uzun uzun uzadıya düşünmezlerdi*.
Bu yaklaşım fasiddir.
Çünkü sahabe, 'Sen bana haramsın' sözünü zıhâr, talak [II, 331] ve yemine kıyas
etmişlerdir. Halbuki bu konuda ne genel ne de özel biçimde bir hüküm varid
olmuştur. Aksine hüküm asılda bir illet sebebiyle sabit olmuşsa, ne suretle
olursa olsun illetin ta'diyesi ile hüküm de teaddî eder.
5) Fer'in
hükmü nass ile belirlenmiş (mansûs aleyh) olmamalıdır.
Çünkü hüküm, hakkında
nass bulunmayan hususlarda başka bir aslın kıyası
ile aranmaktadır.
Denirse ki:
Peki öyleyse, siz ne
diye zıhâr keffâretini -azad edilecek rakabenin mümin olacağı hususunda- kati
(öldürme) keffâretine kıyas ettiniz. Halbuki zıhâr keffâreti de nassla
belirlenmiştir ve orada geçen rakabe ismi kafir köleyi de içine almaktadır.
Deriz ki:
Rakabe lafzı, kafirin
yeterli olacağı hususunda nass değil, aksine zahirdir. Aynı şekilde bu lafız
ayıplı kölenin yeterli olacağı konusunda da nass değil zahirdir. Kati
keffâretİnde iman'ın / müminliğin şart koşulma illeti zıhâr ayetinin umumunun
tahsis edileceğini bize göstermektedir. Böylece -zıhâr keffâretinde-kafır
kölenin yeterli olacağı hususu mansusun aleyh olmaktan çıkmakta ve biz bunun
hükmünü -kati keffâretine- kıyas yoluyla taleb etmekteyiz.[30]
Hükmün şartı,
-hakkında bilme ile teabbüd istenilmeyen- serî bir hüküm olmasıdır. Bunu
birkaç mesele ile açıklayalım.
Mesele: (Aklî hüküm ve
lüğavî İsim kıyas ile sabit olur mu?)
Aklî hüküm ve lüğavî isim
kıyas ile sabit olmaz. Kıyas yoluyla, şarap isminin nebîz için, zina isminin 1
i vata için, hırsızlık isminin kefen soygunu için ve halît isminin komşu için
isbatı caiz değildir. Çünkü Arap, asitlendİği zaman şarabı, asitleşmesi
yüzünden sirke olarak adlandırır ve bu ismi her asitlenmiş şey hakkında
uygulamaz; atı, siyahlığı yüzünden edhem olarak adlandırır ve bunu her siyah
hakkında uygulamaz; burundaki kesikliği ceda' olarak adlandırır ve bunu başka
bir yerde kullanmaz. Biz bu meseleyi önceden ele almıştık, bir daha
tekrarlamayacağız.
Aynı şekilde, mükrehin
katil olduğu, şahidin katil olduğu ve iştirakçinin (şerik) katil olduğu kıyas
yoluyla bilinemez. Aksine, katlin ne olduğu aklî araştırma yoluyla bilinebilir.
Yine sürüyü gasbeden
kişinin, aynı zamanda bu sürünün gasptan sonraki ge-tirilerini (yavru, süt vs.)
de gasbetmiş sayılıp sayılmayacağı, gayri menkulü istila edenin, bu gayri
menkulün gelirlerini de (ğalle) de gasbetmiş sayılıp sayılmayacağı gibi
konular aklî bahisler olup cedel sanatıyla bilinir.
Evet, Şer',
iştirakçiyi hüküm bakımından tek başına öldürene ilhak etmiştir; biz de kesme
hususunda İştirakçiyi buna kıyas ederiz, Şer1, mükrehi katile ilhak etmiştir;
öyleyse biz de -yaptığı şahitlikten- dönen şahidi buna kıyas ederiz, denilmesi
caizdir ve bu, katil olmayanı, hüküm hususunda katile ilhak etmek demektir.
Mesele: (Kendisiyle
amel edilebilmesi -zanna değil- bilgiye bağlı olan konularda kıyas)
Kendisinde bilgi ile
teabbüd olunan şeylerin kıyas ile isbatı caiz değildir. Mesela haberi vahidi,
şahitliğin kabulüne kıyasla isbat etmeyi İsteyenin durumu böyledir. Bunun için,
bu konuya örnek olarak altıncı namazın isbatı veya Şevval orucu gösterilmiştir
ki bunlar kıyas yoluyla sabit olamaz. Çünkü bu gibi temel konuların (usûl)
malum (bilgiye dayalı) olması gerekir. Ne var ki bu açıklama, tartışma götürür.
Zira vacipliğinde ihtilaf vaki olmakla birlikte vitir namazının altıncı namaz
olduğunun söylenmesi mümkündür. Altıncı namazın vacipliğinin kesin biçimde
bilinmesi şart değildir. Öte yandan bu şekildeki kıyasın batıl oluşunun
sebebi, ya, bizim bu kıyasın batıl olduğunu bilişimizdir; -çünkü şayet Şevval
orucu ve altıncı bir namaz vacip olsaydı, böyle bir vacibin tevatüren
nakledilme-mesi âdeten imkansız olurdu- ya da bizim bunu kendisine kıyas
edebileceğimiz [II, 332] bir asıl bulamayışımızda. Nitekim Şevval orucunun
Ramazan orucuna kıyas edilmesi mümkün değildir. Zira Ramazan orucunun vacip
kılmışının, Ramazan ayının her hangi bir ay olması yüzünden veya her hangi bir
vakit olması yüzünden ya da Şevval ayının da iştirak ettiği bir vasıf yüzünden
olduğu bizim için sabit olmamıştır ki biz bunu ona kıyas edebilelim.
Mesele: (Aslî nefy'de
kıyas cari midir?)
Aslî nefy'in kıyas
yoluyla bilinip bilinemeyeceğinde usulcüler ihtilaf etmişlerdir. Aslî nefy
sözüyle, Şer'in vürudundan önceki hal üzere kalmayı kastediyorum.
Tercih edilen görüş,
bunda illet kıyasının değil, delalet kıyasının (kıyâsu'd-delâle) cari
olduğudur. Delalet kıyası, bir şeyin hükmünün bulunmaması ile bu şeyin
benzerinin de hükümsüz olduğuna istidlal etmektir ve bu, bir delili bir delile
eklemek olur. Yoksa ki aslî nefy, zaten, Şer'in vürudundan önce hükümlerin
bulunmadığını gösteren aklın mucebinin ıstıshabı ile, inceleme-düşünme yoluyla
istidlale gerek bırakmaz.
illet kıyası İse bunda
cari değildir. Çünkü altıncı namazın ve Şevval orucunun vacipliği yoktur.
Çünkü -tıpkı Şer'in vürudundan önce olduğu gibi- bu ikisini gerektiren bir şey
(mucib) yoktur. Aslî nefy, sonradan ortaya çıkmış semt bir hüküm değildir ki,
kendisi için şer'î bir illet taleb edilebilsin. Hatta bu, şer'î hükümlerden
olmayıp, aksine şer'î hükmün (ahkâmu'ş-Şer1) nefyidir ve illeti de yoktur.
İllet ancak yenilenen şey içindir. Nitekim, alemin hudûsunun bir sebebi vardır
ve bu sebep Yaratıcının iradesidir. Alemin ezelde yolduğuna gelince bunun bir
illeti yoktur. Zira şayet bu (yokluk), Allah m İradesine havale edilecek olursa
mevcuda dönüşmesi gerekir, trade edenin ve İradenin yokluğunu takdir edersek,
-tıpkı iradenin yokluğunun takdir edilmesinde olduğu gibi- alemin varlığı da
hudusu anında nefyedilmiş olur. Aslî yokluk, -alettahkik- sert bir hüküm
olmadığına göre, semt bir illetle sabit olamaz. Zimmetin borçtan benliği vb.
gibi olan arızî nef-ye (en-nefyu't-târî) gelince; bu nefy, illete muhtaç sert
bir hükümdür ve bunda illet kıyası caridir.
Mesele: (Kıyasın cari
olduğu hükümler)
Ta'lîl edilmesi mümkün
olan her şer'î hükümde kıyas caridir. Şer'in hükmü iki nevidir: Birincisi,
hükmün kendisi (nefsu'l-hükm), ikincisi, hükmün sebeplerinin dikilmesi. Buna
göre Allanın, zina edenin recmedilmesini ve hırsızlık yapanın elinin
kesilmesini vacip kılmasında iki hüküm vardır. Bu iki hükümden biri 'recmin
vacip kılınması1, ikincisi, 'zinanın recmin vacip kılınınmasına sebep yapılması'.
Şöyle denilebilir: "Zinada recm şu illet yüzünden vacip kılınmıştır. Aynı
illet livata da vardır. Öyleyse, livataya zina ismini vermesek bile bunu da
sebep yapalım". Ebû Zeyd Debûsî ta'lîlin bu nevini inkar etmiş ve
"Hüküm sebebe tabidir, sebebin hikmetine değil. Hikmet bir illet değil
bir semeredir. Bu bakımdan, 'Öldürme (kati); Önleme ve caydırma (zecr ve red')
amacıyla kısas için bir sebep kılınmıştır' denilemez. Öyleyse henüz
gerçekleşmemiş bile olsa, zecre duyulan ihtiyaç yüzünden kısas şahitlerine de
kısas uygulamanın vacip olması gerekir" demiştir.
Bu bozuk bir
anlayıştır. Bu hükmün - yani hükümlerin vacip kılınması için sebep dikmenin-
sertliğine dair kesin burhan vardır. Öyleyse bu şer'î hükmün illetinin
kavranması mümkün olduğu gibi başka bir sebebe geçiştirilmesi (teaddî) [II,
333] de mümkündür. Eğer onlar, illetin bilinmesinin ve ta'diyesinin mümkün
olduğunu kabul edip, daha sonra ta'diye hususunda kararsız kalıyorlarsa, bir
hüküm ile diğer bir hüküm arasında fark gözetmeleri sebebiyle keyfi hüküm vermiş
olurlar ve tıpkı, "Kıyas tazminat hükmü hususunda caridir fakat kısasta
cari değildir, alım-satımda caridir fakat nikahta cari değildir" diyen
kişinin durumuna düşerler. Eğer illetin bilinmesinin imkansızlığını iddia
ediyorlarsa bunun imkansızlığını nereden bildiler, zaruret sebebiyle mi yoksa
inceleme yoluyla mı? Biz nasıl bunun mümkün olduğunu örneklerle açıklıyorsak,
onların da bunu açıklaması gerekir.
Denirse ki:
Bu imkan akılda
müsellemdir, fakat vaki değildir. Çünkü sebepler için teaddî edebilecek
müstakim bir illet bulunamaz. Deriz ki:
Şu anda usulî tartışma
(niza) kalkmıştır. Zira, illetin kavranamadığı ve teaddî etmediği yerlerde
kıyasın caiz olduğu görüşünde olan hiç kimse yoktur. Onlar böylece, illetin
bilinmesinin ve ta'diyesinîn mümkün olduğu yerlerde kıyasın caiz olacağı
hususunda bize muvafakat etmiş olurlar ve ihtilaf kalkar.
İkinci olarak da.
şöyle deriz; biz, sebepler hususunda kıyasın mümkün olduğunu iki metoda göre
söylüyoruz:
Birincisi; hükmün
menâtını tahkik (tahkîku'l-menât) adını verdiğimiz metod-dur. Biz diyoruz kî;
nebbâşın, hırsız isminin dışında, livata yapanın da zani isminin dışında
kaldığım itiraf etmekle birlikte, livata yapanı zina yapana, hırsızı kefen
soyana kıyas edişimiz, tıpkı sizin, yeme-içme, cinsel ilişki olarak
adlandınl-madığı ve bedevi 'Ben Ramazanın gündüzünde cinsel ilişkide bulundum'
dediği halde, oruç bozma' keffâreti hususunda yeme-içmeyi cinsel ilişkiye kıyas
edişiniz gibidir.
Denirse ki:
Bizim yaptığımız işlem
kıyas değildir. Biz araştırma yoluyla anladık ki, keffâret, cinsel ilişkinin
keffâreti değil, oruç bozmanın keffâretidir.
Deriz ki:
Biz de aynı şekilde,
livata yapana uygulanan haddin, zina haddi değil, cinsel organı, kendisine
haram olan ve tab'an şehvet uyandıran bir cinsel organa girdirmenin haddi
olduğunu söylüyoruz. Yine kefen soyucuya uyguladığımız el kesme cezası, kefeni
alanın hiç kuşku duymadığı korunmuş bir malı alma cezasıdır.
Denirse ki:
Burada yapılan kıyas;
'Hüküm, zinaya şu illet yüzünden talik edilmiştir. Bu illet zina dışında da mevcuttur1
ve 'Keffâret, şu illet yüzünden cinsel ilişkiye talik edilmiştir. Bu illet
yeme-içmede de vardır1 denilmekten ibarettir. Aynı şekilde, 'Şarapta hanımlık,
şiddet illeti yüzünden sabit kılınmıştır. Şiddet, nebîzde de vardır' denilmesi
de böyledir. Biz keffâret konusunda, hükmün cinsel İlişki sebebiyle sabit
olmadığını ve ona taalluk etmediğini beyan ediyoruz ve arkasından şer'an varid
olan hükmün mahallini; nerede ve nasıl varid olduğunu öğreniyoruz. Bu işlem,
kıyas değildir. Bu işlemin benzerini siz de livatacı ve kefen soyucu hakkında
devam ettiriyorsanız artık biz o hususta tartışmayız.
Deriz ki:
Bu yöntem bizim için
her hengi bir fark olmaksızın livatacı ve kefen soyucu hakkında caridir ve bu
bir nevi mansusu mansus olmayana -hükmün menâtı olan illeti anlayarak- ilhak
etmektir. Böylece aramızdaki tartışma lafızda kalmış olur.
İkinci metod ise
şudur: Eğer birinci metodun kapısı açılırsa, biz hikmetleri vaki saymaya ve bu
hikmetlerle ta'lîl yapmaya geçeriz. Hikmetle kastettiğimiz ise münâsib ve muhayyel
maslahattır. Msl. Hz. Peygamberin Kadı, kızgın iken hüküm vermesin sözü
hakkında, 'Kızgınlık hüküm vermeye engel olmanın (men1) sebebi yapılmıştır.
Çünkü, kızgınlık aklı dehşete düşürür ve sağlıklı düşünmeye mani olur. Bu
durum, şiddetli açlık ve şiddetli susuzlukta ve şiddetli sıkıntı veren ağrıda
da mevcuttur. Öyleyse bunları kızgınlığa kıyas ederiz' dememiz böyledir. [II,
334] yine 'Çocuğa bir hikmet yüzünden velayet edilir ki bu hikmet çocuğun kendi
maslahatını düşünmekten aciz oluşudur. Yoksa ki çocukluk, velayetin bizzat
sebebi değildir. Belki velayet bu hikmet yüzünden öngörülmüştür. Biz de, akıl
hastalığını (cünun) küçüklüğe kıyasla sebep olarak belirleriz' deyişimiz
böyledir. Bu gibi İşlemlerin caizliğine Ömer ve Ali'nin, bir kişiye karşılık
bir gurubun öldürülmesinin caizliği hususundaki ittifakı delildir. Halbuki
Şer', sadece öldürenin (katil) öldürülmesini vacip kılmıştır. Öldürmeye
katılanlar ise tam olarak (ale'l-kemal) katil değildir. Fakat sahabe bunu
yaparken 'Zecr amacıyla ve kanların dokunulmazlığı yüzünden katile kısas
uygulanmıştır. Bu anlam, iştirakçilerin de tek başına öldürene ilhak edilmesini
gerektirir' demişlerdir. Biz (sahabenin yaptığı) bu kıyasa şu ilaveyi yaparak
diyoruz ki: Aynı hikmetin, uzuvlarda (etraf) cereyan etmesi tıpkı canlarda
cereyan etmesi gibidir. Öyleyse, uzuvlar da, kısas hususunda, tıpkı tek başına
yapandan korunduğu gibi, iştirakle yapandan da korunur.
Yine deriz ki: Kısas,
zecr (önleme) ve kanlan koruma hikmeti yüzünden, yaralayıcı alet (cârih) sebebiyle
vacip olmuştur. Bu illete nisbetle müsakkal de yaralayıcı alet anlamındadır.
tşte bunlar, "bu
sebeplere ilişkin anlaşılabilir ta'lîller olup bu ta'lîllerle, şarabın
tahrimini şiddet ile ta'lîl etmek, küçüklük velayetini acz ile ta'lîl etmek ve
hüküm vermenin yasaklanmasını kızgınlık ile ta'lîl etmek arasında bir fark
yoktur.
Denirse ki:
Zecrin hikmet oluşu
buna manidir. Hikmet semeredir ve ancak kısastan sonra hasıl olur ve kısastan
sonraya kalır. Böyle olunca, nasıl olur da bu hikmet kısasın vacip
kılınmasının İlleti olabilir. Demek ki kısasın vacipliğinin illeti öldürmedir.
Deriz ki:
Elbetteki biz kısasın
illetinin öldürme olduğunu kabul ediyoruz. Fakat, öldürmenin kısasın illeti
olmasının illeti de 'zecr ihtiyacı'dır. Zecrin kendisi değil zecre duyulan
ihtiyaç illettir. Zecr ihtiyacı önce, zecrin husule gelmesi ise sonradır.
Nitekim 'Emîr, Zeydi karşılamak için beldeden dışarı çıktı' denilir. Zeydi karşılama
işi beldeden çıkıştan sonradır. Fakat, karşılama ihtiyacı, beldeden çıkmaya
sevkeden bir illet olup karşılamadan önce mevcuttur. Sonraya kalan ise, karşılamanın
kendisidir. Aynı şekilde, Şer'i, öldürmeyi kısas için sebep kılmaya iten şey,
kanları koruma ihtiyacıdır, iştirakçi de bu anlamda tek başına yapana,
mü-sakkal de yaralayıcı alete eşit olmakta ve kıyasen ona İlhak edilmektedir.
Mesele: (Kıyas,
keffâretlerde ve cezalarda geçerli midir?)
Bazı alimlerden
kıyasın, keffâretlerde ve hadlerde cari olmadığı şeklinde bir görüş
nakledilmektedir ki, bizim buraya kadar zikrettiklerimiz bu görüşün fesadını
ortaya koymaya yeterlidir. Şöyle ki; yeme-içmenin cinsel ilişkiye ilhakı bir kıyastır;
nebbâşın hırsıza ilhak edilmesi de bir kıyastır. Eğer onlar bunun, menâtın
istinbatı değil de, hükmün menâtının tenkihi (tenkîhu'l-menât) olduğunu iddia
ediyorlarsa söyledikleri doğrudur. Eğer sözlerini bu şekilde tefsir
ediyorlarsa, onlara muvafakat etmek insafın gereğidir. Bu durumda,
keffâretlerde, hadlerde hatta sair hüküm sebeplerinde cari olan metodun,
-birönceki meselede sözkonusu edilen- ikinci metod değil, ilhak hususundaki
birinci metod olduğunu; ikinci metodun ise hükmün menâtını tenkîhe
(tenkîhu'l-menât) raci olduğunu -ki bu birinci metoddur- itiraf etmek gerekir.
Şöyle ki biz, akıl hastasını çocuğa ilhak ettiğimizde, çocukluğun, velayetin
menâtı olmadığı, tam tersine velayetin menâtının bundan daha genel bir Özellik
olduğu bizim için açığa çıkar ki bu vasıf, 'tedbir aklı- [Q, 335] nın yokluğu'
yani işin sonunu hesaplamaktan aciz oluşudur. Yine biz, açlığı kızgınlığa
kıyas ettiğimizde, kızgınlığın menât olmayıp, aksine menâtın bundan daha genel
bir şey olduğu ortaya çıkar ki bu daha genel olan şey, 'aklı düşünme-in-celeme
yapmaktan geri koyacak derecedeki şaşkınhk'tır. Bu anda artık, hükmün ta'lîli
ile sebebin ta'lîli arasındaki fark insaflı olan için açıklığa kavuşmuş olur.
Hükmün ta'lîli, hükmün, mahallinden başka bir yere geçirilmesi olup bu geçirme
esnasında hüküm, mahallinde kalmaya devam eder. Biz diyoruz ki "Şer' şarap
İçmeyi haram kılmıştır. Şarap hükmün mahallidir. Biz hükmün menâtını ve
illetini arıyoruz. Şiddetin illet olduğu ortaya çıktığında, şarabın durumunda
en ufak bir değişiklik yapmaksızın, biz bu illeti nebîze de geçiriyor ve
tahrirn hususunda nebîzi şaraba ekliyoruz. Burada ise, "Şer' şu illet
yüzünden recmi zinaya talik etmiştir ve zinanın dışındaki şey de buna ilhak
edilir" dediğimizde bu sözün başı sonuyla çelişir. Çünkü zina, eğer zina
olması itibariyle menât ise ve biz de zina olmayan şeyi buna ilhak ediyorsak
zinayı menât olmaktan çıkarmış oluruz. Öyleyse, zinayı, kendisini menât
olmaktan çıkaran bir şey ile nasıl ta'lîl edebiliriz! Halbuki talîl, tağyir
değil takrirdir. Sebeplerin ta'lîlinin zorunlu sonucu olarak sebepler tağyir
edilir. Eğer sen bunun sebep olduğunu itiraf ediyorsan, sonra da bu sebebin
bulunmadığı yerde aynı hükmü isbat ediyorsan ilk söylediğin -bunun sebep
olduğu şeklindeki- sözü nakzetmiş olursun.
Bİz ise, yeme-İçmeyİ
cinsel ilişkiye ilhak ettiğimizde sonuç itibariyle bize cinsel ilişkinin sebep
olmayıp, sebebin bundan daha genel bir anlam olduğu görünmektedir ki bu daha
genel olan anlam 'oruç bozma (iftar)'dır. Bu yapılan işlem, ancak cinsel
ilişkinin menât olarak baki kalması ve buna illet bakımından iştirak eden
başka bir menâtin eklenmesi halinde ta'lîl olabilmektedir. Nitekim yukarıdaki
örnekte, şarap tahrim mahalli olarak baki kalmış ve buna başka bir mahal, ki
bu nebîzdir, eklenmiştir. Böylece hükmünün illetini aradığımız mahal mahal
olmaktan çıkmamış fakat buna başka bir mahal -yani nebîz- eklenmiştir. Aynı
şekilde cinsel ilişkinin de mahal olmaktan çıkmaması ve ona başka bir mahallin,
ki bu yeme-içmedir, eklenmesi gerekir. Bu ise muhaldir. Aksine, yemenin ilhak
edilmesi cinsel ilişki vasfını menât olmaktan çıkarır, itibar derecesinden silinmesini
gerektirir ve hükmün başka bir anlama izafe edilmesini gerektirerek cinsel
ilişki vasfını lüzumsuz fazlalık haline getirir. Aynı şekilde zina vasfı da lüzumsuz
fazlalık derecesine iner ve iş recmin menât inin zait bir vasıf olmasına döner.
Çünkü recmin menâtı zinadan daha genel bir anlam olup, bu da cinsel uzvu haram
bir cinsel uzva girdirmektir. Hal böyle olunca, onlar görüşlerini bu şekilde
tefsir ediyorlarsa, artık bize muvafakat etmeleri insafın gereğidir.[31]
illetin, -msl.
'Şarabın satımı batıldır. Çünkü ondan yararlanmak haramdır ve çünkü o necistir1
sözümüzde olduğu gibi- bir hüküm olması caizdir. 'Hüküm de bir illete
muhtaçtır; dolayısıyla hüküm ile ta'lîl yapılamaz' diyenler yanlışa düştü,
336] müşlerdir. İlletin, -şiddet vb. gibi- duyularla algılanabilen arızî / geçici
veya -tu'm, nak-diyet ve küçüklük gibi- lâzım / ayrılmaz bir vasıf olması veya
mükelleflerin fillerinden biri -msl. öldürme ve hırsızlık gibi- olması veya
mücerred ya da birkaç vasıftan mürekkep bir vasıf olması caizdir. Bunun isbat
ya da nefy olması arasında fark yoktur. Yine bunun münâsib veya gayr-i münâsib
olması ya da münâsib bir maslahatı içeriyor olması caizdir.İlletin, hüküm
mahallinde mevcut olmaması da caizdir. Msl. doğacak çocuğun köle olacağı
illetiyle cariye ile evlenmenin haram kılınması böyledir. Şer'î illet, -Tekzîb
adlı kitabımızda açıkladığımız üzere- bu anlamların bir-kısmı açısından aklî
illetten farklıdır. Bunda bir yarar görmüyoruz. Çünkü aklî illet bizim asıl
olmasını uygun görmediğimiz şeylerdendir. Bu bakımdan onların, İlim, âlimin
âlim olmasının illetidir, yoksa ki zâtın âlim olmasının ve âlimliğin, ilmin
bizzat kaim olmasının ardında bulunan bir hal olmasının değil' şeklindeki
sözlerinin bir anlamı yoktur. Bize göre aklî hususlarda (ma'kûlât) bunun gereği
yoktur. Aksine, âlim olmanın anlamı, bizatihi ilmîn kaim olmasıdır.
Fıkhı konulara
(fıkhiyyât) gelince, bu konularda illetin anlamı 'alâmet'tir. Zikrettiğimiz
diğer kısımları ise, Şâri'in alâmet olarak nasbi / dikmesi caizdir.
Bu rükünde bizim temas
edeceğimiz husus, hükmün illete izafet ediliş keyfiyeti olup, bu husus dört
meseleyi incelemekle anlaşılır hale gelir. Bu meseleler:
a) Hükmün,
halen var olan illetten geri kalması ki bu mesele 'nakz ve tahsîs' olarak
adlandırılır.
b) illetin
bulunup hükmün bulunmaması. Bu mesele, 'aks' ve 'hükmün iki illetle ta'lîli'
olarak adlandırılır.
c) Nass
mahallindeki hüküm nassa mı yoksa illete mi izafe edilir? Dördüncü mesele de
aslında bunun bir şubesidir.
d) tllet-i
kâsıra
Mesele: (illetin
tahsîsi)
Usulcüler illetin
tahsîsinde ihtilaf etmişlerdir. Bunun anlamı şudur: illet bulunduğu halde
hükmün bulunmayışı illetin fesadını ve nakzedümişliğini mi gösterir yoksa
illeti illet olarak baki bırakmakla birlikte vaki olduğu yerin arkasındaki bir
şeyle o illeti tahsîs mi eder?
Bazı alimler, 'Bu
durum, illeti nakz ve ifsad eder ve onun illet olmadığını gösterir. Çünkü;
şayet illet olsaydı muttarid olurdu ve bulunduğu her yerde hüküm de bulunurdu'
demişlerdir.
Bazılan da, 'Bu illet,
nakzın dışında illet olarak kalmaya devam eder ve -umumun hükmünün geri kalması
gibi; çünkü umum, umumun dışındaki şeyler ile tahsîs edilebilmektedir- hükmün
bu illetten geri kalması illeti tahsîs eder1 demişlerdir.
Diğer birkısım alimler
İse, 'Eğer illet müstanbat ve zannî ise nakza maruz kalır ve fasid olur. Yok
eğer İllet mansûs ise, nakza manız kalmaksızın Özelleşmiş olur1 demişlerdir.
Doğru görüşün hangisi
olduğunu açığa çıkarabilmek için öncelikle hükmün hangi durumlarda illetten
geri kaldığını görelim.
Hükmün İlletten geri
kalması üç şekilde söz konusu olur:
a) Birinci
vecih: İlletin uygulanış çizgisinde illetin ittıradına engel teşkil eden bir
şeyin ortaya çıkması.
Bu durum, 'nakz'
olarak adlandırılır ve 'kıyastan istisna edilmiş olarak varid olduğu bilinen'
ve 'böyle olup olmadığı ortaya çıkmamış olan' olmak üzere iki kısma ayrılır.
aa) Kıyasın
mevcudiyeti devam etmekle birlikte kıyastan istisna edilmiş olarak varid
olduğu ortaya çıkmış olan kısım, kıyas üzerine nakz biçiminde varid olmaz ve
İlleti de ifsad etmez. Fakat istisna edilen şeyin arkasındaki bir şeyle illeti
[II, 337] tahsîs eder. Dolayısıyla illet, istisna mahalli dışında illet olur.
Bunun, kesin illet üzerine varid olmasıyla zannî illet üzerine varid olması
arasında hiç bir fark yoktur.
Kesin illet üzerine
varid olan nakzın Örneği, musarrât'ın sütü mukabilinde bir sâ' hurmanın vacip
kılınmasıdır. Telef edilen mislî şeylerde mislin vacip kılınmasının illeti
cüzlerin denkliğidir (temâsül). Şer' bu illeti nakzetmemiştir. Nitekim biz,
tazmin konularında (damânât) buna dayanmaktayız. Ne var ki Şer', zikrettiğimiz
bu tazmin biçimini (süte karşılık hurma) istisna etmiştir. Bu istisna,
mücte-hide o illetin (cüzlerin denkliği) fasid olduğunu göstermez.
Munazaracıyı, sonuçta 'Mislin vacip kılınmasının illeti, musarrât hariç,
cüzlerin denkliğidir; bu da mislin vacip kılınmasını iktiza eder' diyecek
ölçüde bundan ihtiraz etmekle mükellef tutmak yakışık almaz. Çünkü bu, çirkin
bir tekliftir.
Yine, kişiden
cinayetin sadır olması, mâlî tazmin borcunun (ğarâme) ona vacip olmasının
illetidir. Bu borcun âkıleye yüklenmesi bu illeti nakzetmez ve bu kıyası ifsad
etmez. Fakat, bu biçimi istisna eder ve böylece illet bu biçimin dışındaki
yerlere has kalmış olur.
Zannî İllet üzerine
varid olan nakzın örneği ise, arâyâ meselesidir. Arâyâ meselesi, tu'm ile
ta'lîli nakzetmez. Zira bunun, ihtiyaç ruhsatı yüzünden istisna edilmiş olduğu
ve ribayı nesh olarak varid olmadığı anlaşılmaktadır. Bunun istisna edilmiş
olduğunun delili, hem keyl illeti üzerine hem de bütün illetler üzerine varid
olabil mesidır.
Aynı şekilde, 'Farz
kılınmış ibadet! Dolayısıyla niyetin tayin edilmesine ihtiyaç vardır' sözümüz,
hac sebebiyle nakza maruz kalmaz. Çünkü hac ibadeti, ibadetlerin kıyasının
aksine varid olmuştur. Çünkü birisi, bir başkası adına yüksek sesle telbiye
(ihlâl) yapsa sahih olur. ibadetlerde buna benzer bir şey görülmemiştir.
bb) İstisna
olarak varid olmayan kısma gelince; bu, ya mansus illet üzerine ya da maznun
illet üzerine varid olmuştur. Eğer mansus illet üzerine varid olmuşsa, böyle
bir şey ancak bunun bir kaydının illet üzerine yönelik (mün'atıf) olması ve
zikrettiğimiz şeyin illetin tamamı olmadığının ortaya çıkması ile tasavvur olunabilir.
Örnek:
Hz. Peygamberin
'Abdest, bedenden çıkan şeylerden dolayıdır' sözünden hareketle, 'Bu bedenden
çıkan bir şeydir. Öyleyse abdestİ bozar1 deyip, daha sonra Hz. Peygamberin kan
aldırıp (hacamat) abdest almadığı ortaya çıkınca Hz. Peygamberin illetin
tamamını zikretmemiş olduğunu halbuki illetin mutad çıkış yerinden çıkan şeyler
olduğunu anlamamız böyledir. Bu hale göre biz yukarıdaki sözümüzle illetin
tamamını değil bir kısmını zikretmiş olmaktayız. İşte illet eğer mansus ise ve
nakz, istisna biçiminde varid olmamışsa, ancak bu şekilde tasavvur olunabilir.
Eğer böyle değilse, bu takdirde ta'Iîli tevil etmek gerekir. Zira ta'lîl
sıygası, bazen, talil amacıyla olmaksızın kullanılabilir. Msl. Allah Tealanın
'Kendi evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle harab ediyorlar1
{Haşr, 59/2} deyip arkasından da 'Bu, onların Allah ve Resulü ile
çekişmelerinden dolayıdır' {Haşr, 59/4} demesi böyledir. Allah ve Resulü ile
çekişen herkes kendi evini harap etmez. Öyleyse illet nakzedil mistir. 'Bu,
özellikle onlar hakkında İllettir' denilmesi de mümkün değildir. Çünkü bu da
sözde tutarsızlık sayılır. Tam tersine şöyle diyebiliriz; 'Sözün sonuyla açığa
çıkan husus, ta'lîl edilen hükmün bizatihi harap olmayıp, harap gerçekleşsin ya
da gerçekleşmesin, harabı hak etmektir'. Ya da şöyle diyebiliriz; 'Harap, harab
olması yüzünden değil, belki azap olması yüzünden bu illetle ta'lîl edilmiştir.
Allah ve resulü ile çekişen herkes ya evinin harab edilmesiyle ya da başka bir
şekilde azaba maruz kalır1. Bu şekilde bir tekellüf başvurulmazsa, söz çelişik
(muntakız) olur.
Nakz, istisna
kabilinden olmaksızın zannî illet üzerine varid olmuşsa ve [II, 338] nakz mahalline, -illet muhayyel ise
ihale yolundan, şebeh ise şebeh yolundan-bir cevap tasarlanabiliyorsa, bu
durum, önce zikrettiğimiz şeyin illetin tamamı olmadığını ve nakz meselesinde
nakzı gideren bir kaydın illete raci olduğunu gösterir.
illet eğer muhayyel
olup, münasib bir cevap tasarlanamıyorsa, nakzın, illetin fesadına delil olması
mümkün ise ve -şebehî vasıflar kabilinden olup illeti mecrasının dışındaki
şeylerden ayıran bir vasıf ile- o illetin kendi mecrasına özel oluşunu
göstermesi mümkün ise, işte ondan yapılacak bu ihtiraz cedelde münazaracı-lar
için önemlidir. Fakat incelemeci müctehidin bu meselede nasıl bîr kanaata sahip
olması gerekir: Nakz ve fesad mı yoksa tahsis mi? Bana göre bu husus ictihad
konusu olup, her müctehid zannına galip gelen şeye tabi olmalıdır. Örnek:
Bizim 'Ramazan
orucunda niyyete gerek vardır. Çünkü niyyet geçmişe raci olmaz. Halbuki
gündüzün tamamını oruçlu geçirmek vaciptir ve oruç parçalara ayrılmaz. (Öyleyse
Ramazan orucuna en geç oruca başlama anında niyet edilmelidir)1 sözümüz
böyledir. Bu söz, nafile / tatavvu' orucu ile nakzolunur. Çünkü ta-tavvu' orucu
da, sahih görüşe göre, ancak niyyetle sahih olduğu ve parçalara ayrılmadığı
halde (gündüzün bir vaktinde niyet edilebilir). Tatavvu' orucunun gündüzün
birkısmında oruç tutmak olduğu şeklindeki görüşün ise hiç bir değeri ve önemi
yoktur.
Müctehide göre, bu
illetin, nafile oruç sebebiyle fasid olması muhtemel olduğu gibi, müctehidin
zihninde nâfüe orucun, nafile ibadetlere teşvik amacıyla bîr ruhsat ve müstesna
olarak varid olduğu şeklinde bir düşünce de canlanabilir. Nitekim Şer', farzlar
konusunda göstermediği müsamahayı nafileler konusunda göstermektedir. Buna göre
bizim zikrettiğimiz muhayyel, farzlarda kullanılır ve farziyet vasfı, illetin
mecrası ile mevkii arasında ayırıcı bir özellik olur. Bu da, muhayyelin
kullanılmasında muteber olan ve muhayyelin mecrasını mevkiinden ayıran şebehî
bir vasıf olur. Şebeh kıyasını inkar edenler de, bunun gibi bir şebehî vasıf
ile nakzdan sakınmayı caiz görmüşlerdir. Muhayyel illetlerin pekço-ğunu Şer',
öyle yerlerde muteber tutmuştur ki, mahallin tayini hususunda illetin aslının
tadı (mezâk) doğrultusunda münasib bir anlam zihinde canlanmamaktadır. Bu
tereddüt ancak aslın şehadetine ihtiyaç duymayan müessir bir anlam hususunda
canlanabilir. Bu kıyasın mukaddimeleri ittifakla müessir olup şöyledir:
Günün tamamını oruçlu
geçirmek vaciptir,
Niyyet kesin karar
(azm) olup, geçmişe raci değildir.
Oruç da ancak niyyet
ile sahih olur.
Eğer İllet, kendisiyle
istişhad edilebilecek bir asıla ihtiyaç duyacak biçimde münasib ise ve bu aslın
sıhhatine hükmün başka bir yerde bu asıl doğrultusunda sabit olması şehadet
ediyorsa ve bu şehadet, hükmün başka bir yerde o asıldan gerikalması ile
nakzolmuşsa, hükmün bu anlam doğrultusunda isbatı, eğer Şer'in iltifatına
delalet ediyorsa, hükmün kesilmesi (uygulanmaması) de Şer'in (bunu) dikkate
almadığına delalet eder. Bu durumda, birinin 'Ben, Şer'in nass ile dikkate
almadığı mahal dışında, bu asıla tabi olurum' sözü, başka birinin 'Ben de,
Şer'in hükmü doğrudan belirtme (tansîs) yoluyla bu aslı muteber tuttuğu yerler
dışında, bu aslı dikkate almam' sözünden daha evla değildir.özetle söylemek
gerekirse:
[II, 339]
Şer'in, illetin
tahsisini açıkça söylemesi ve bir konudaki hükmü (suretu hukm) bu illetten
istisna etmesi caizdir. Fakat Şer1 bunu tasrih etmemişse ve illetin
mevcudiyetine rağmen hükmün bulunmaması ihtimali varsa, bunun (hükmün
bulunmayışının) 'illetin fesadı1 sebebiyle olması muhtemel olduğu gibi,
'illetin tahsisi' sebebiyle olması da mümkündür. Buna göre, eğer illet katt
ise, onu tahsîs olarak değerlendirmek (tahsise indirgemek), neshe indirgemekten
daha evladır. Eğer illet zannî ise ve bu zannın hükmün bir yerde bu illet
doğrultusunda isbatın-dan başka bir dayanağı da yoksa, Şer'in başka bir yerde
bu illete tabi olmaması sebebiyle bu zan kesilmiş olur. Eğer illet, niyetin
geceden yapılması meselesinde zikrettiğimiz gibi, müstakil müessir ise bu da
ictihad konusudur.
b) İlletinin
hükmünün bulunmayışının ikinci şekli (vechi); hükmün, bizzat illetteki bir
kusur (halel) sebebiyle olmaksızın bulunmayışıdır. Fakat hüküm -belki de-
defedici başka bir illetin muarazası sebebiyle giderilmiştir.
Örnek:
Bizim 'Çocuğun köle
oluşunun illeti, annenin mülk altında oluşudur' sözümüz böyledir. Sonra, hür
olduğu zannıyla bir cariye ile evlenen adamın (mağrur) çocuğu hür olarak doğar.
Annenin köleliği mevcut olduğu halde çocukta kölelik hükmü yoktur. Fakat bu
yokluk (kölelik hükmünün bulunmayışı), -köleliği gerektiren illet tam olarak
bulunmakla birlikte- boşaçıkancı (dâfı') bir illetle boşa-Çikma (indifa')
yoluyladır Bunun delili de şudur: Ğurm (yani çocuğun hürriyet bedeli), aldanan
üzerine vacibdir. Şayet kölelik, önce- husule gelip sonra boşaçı-kan şey
hükmünde olmasaydı, çocuğun kıymeti aldanan'a vacip olmayacaktı. Bu tarz,
münazaracı aleyhine nakz olarak varid olamaz ve müctehidin incelemesi açısından
da illetteki bir fesadı göstermez. Çünkü burada hüküm, adeta takdiren gerçekleşmiş
gibidir.
c) Üçüncü
vecih; nakzın, illetin cereyan doğrultusundan çıkmış / sapmış olması ve hükmün
tehallüf etmesinin (yani illet bulunduğu halde hükmün sabit olmamasının),
illetin rüknünde bulunan bir kusur yüzünden değil fakat illetin, kendi
mahalline veya şartına veya ehline tesadüf etmemesi yüzünden olmasıdır. Msl.
'Hırsızlık, el
kesmenin illetidir. Bu illet nebbâşta da vardır. Öyleyse onun da eli kesilsin'
sözümüz böyledir. Buna karşılık, 'Hırsızlığın el kesmenin İlleti oluşu, nisaba
varmayan miktan çalma, çocuğun çalması ve hırz altında olmayan şeyi çalma gibi
durumlar sebebiyle batıldır' denebilir. Biz de deriz ki; 'Alım satım mülkiyetin
illetidir. Öyleyse mülkiyet, muhayyerlik süresinde de sabit olsun!' Buna
karşılık olarak 'Bu dediğiniz, müstevlede'nin, mevkufun ve merhûn'un satımı
sebebiyle batıldır" denilebilir. Bu tür, müctehidin ilgi alanına girmez.
Çünkü müctehidin incelemesi, illetin şartı ve mahalli hakında değil tahkiki
hakkındadır. Dolayısıyla bu tür nakz, müctehidin inceleme doğrultusundan
çıkmış olmaktadır.Bu tür bir nakzda münazaracının da ihtiraz etmesi gerekli
midir, yoksa, mü-nazaracımn, bunun incelemenin maksadından sapma olduğu ve
münazaracının mahal ve şartı araştırması gerekmediği şeklindeki mazereti kabul
mü edilir? Cedelciler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Halbuki bunun izahı
kolaydır. Şöyle ki: Cedel, cedelcilerin koyduğu bir yöntemdir; canlan nasıl
istiyorsa öyle koymaları haklarıdır, ihtirazı tekellüf etmek ise, sözün
dağınıklığını daha toplayıcı olur. Msl. 'Ehlinden sadır olup, mahalline tesadüf
eden ve şartını bulunduran bir satım, mülkiyet ifade eder', yine, "Nısâb
teşkil eden bir malı hiç kuşku duymadığı bir koruma akından (hırz) çalma, el
kesmeyi gerektirir' denilerek ihtiraz edilebilir.
Denirse ki:
Siz dediniz ki; 'Nakz,
illetin cereyan doğrultusu üzerine varid olursa ve ki-[II, 340] yastan istisna
edilmişse kabul edilmez'. Peki istisna ne ile bilinecektir? Kendine karşı bir
nakz ileri sürülen hiç bir ta'lilci / muallil yoktur ki, zaten bunu iddia ediyor
olmasın.
Deriz ki:
Önce müetehid
açısından meseleye bakalım. Müctehid, kendine karşı İnatçı olmaz ve bu hususta
zannının gereğine tabi olur. Münazaracıdan ise bu kabul edilmez; ancak
münazaracı, hasmın 'bunun kendi kıyasına da aykırı olduğunu' itirafa mecbur
kaldığını açıklarsa o başka. Nitekim Ebû Hanîfe'nin, niyetin tayinine duyulan
ihtiyaç konusundaki kıyası, hacem da tayine ihtiyaç duymasını gerektirmektedir.
Bu ise Ebû Hanîfe'nin kıyasının da dışındadır. Eğer Ebû Hanîfe'nin -kendi
kıyasının nakzı meselesinden başka- bir kıyası İbraz etmesi mümkün ise, onun
muttarid illeti, mankuz illetinden daha evladır ve muallinin 'Bu kıyas dışıdır'
şeklindeki iddiası kabul edilmez.
Denirse ki:
Musarrât meselesini
örnek verdiğiniz yerde, tıpkı 'mağrur bi hürriyeti'1-ve-led' meselesinde
dediğiniz gibi, diyemez miydiniz ki İllet, -ki o, cüzlerin denkliğidir-
musarrât meselesinde de mevcuttur. Fakat hüküm, nass engeli yüzünden
giderilmiştir'.
Deriz ki:
Diyemezdik. Çünkü
denklik bizatihi illet değildir. Denkliğin illet olması, Şer'in onu, hükme
alâmet yapması sebebiyledir. Bu bakımdan, hükmün sabit olmadiği yerlerde Şer'
onu / denkliği alâmet yapmamıştır ve dolayısıyla denklik, illet olamamıştır.
Nitekim biz, demiyoruz ki, şarabın haram kılınmasından önce mevcut olan şiddet,
illet İdi; fakat Şer', onun üzerine hüküm tertib etmemişti. Aksine şiddet,
Şer'in onu Ület yapması sebebiyle illet olmuştur ve Şer' onu, İçmenin
mübahlığını ncshettikten sonra illet yapmıştır, tıpkı bunun gibi denklik de
musarrât meselesinde illet değildir. Halbuki mağrur meselesi böyle değildir.
Çünkü mağrur hakkındaki hüküm takdiren sabittir ve sanki hüküm önce sabit olmuş
ve akabinden mündefı olmuştur. Dolayısıyla bu husus, 'mümtenİ / gerçekleşmemiş'
hükmünde değil 'munkatı / sürekliliği kesilmiş' hükmündedir. Bir kimse bir ağ
atıp akabinde ölse ve bu ağa bir av düşse, ölen kişinin borçlan bu avdan ödenir
ve buna varisleri hak kazanır. Çünkü ağ atmak, ağ atanın ava malik olmasının
sebebidir. Fakat, avın düşeceği sırada ağ atanın ölmesi mülkiyeti defetmiş ve
avı varisler almıştır. Bu, ölen için sabit olup varise intikal etmiş
hükmündedir. İkisi arasındaki ince fark iyi anlaşılmalıdır. Denirse ki:
Denklik musarrâtta
İllet değilse, bununla denkliğe bir kayıt getirilmiş olmaktadır. Zaten siz,
'Musarrât dışında illet, mutlak denkliktir ya da musarrâttan başkasına izafe
edilen denkliktir' demiyor musunuz? Eğer 'Bu, mutlak ve mücerred denkliktir
(mutlaku'l-mümâsele)' derseniz, bu muhaldir. Çünkü bu, musarrâtta da vardır ve
fakat hüküm yoktur. Yok eğer 'izafe edilen denkliktir' derseniz, bu durumda da
ta'lîl yapan kişinin ihtiraz etmesi gerekir. Nitekim la'lîlci, mutlak denkliği
zikrettiğinde, illetin birkısmını zikretmiş olmaktadır. Zira illet mücerred
denklik değil, aksine, musarrâttan başkasına izafet kaydı bulunan denkliktir.
Bu durumda, musarrât meselesinde hükmün bulunmayışı, illetin yokluğu yüzünden
olmuş olur. Dolayısıyla da illeti nakz ve tahsîs olmaz. Birisi 'Siyah olduğu için
Zeydi öldürün" dese, bu sözün zahiri, siyah olan herkesin öldürülmesini
gerektirir. Şayet, kesin bir nass ile, sadece Zeyd'in Öldürüleceği ortaya
çıkarsa, illetin mutlak siyahlık olmayıp, Zeyd'in siyahlığı olduğu belli olur.
Zeyd'İn siyahlığı da sadece Zeyd'de bulunur. Bu durumda Zeyd'den başkalarının
Öldüriilmemesi, ille- [II, 341] tin hususluğu, illetin nakz oluşu ve illetten
istisnası yüzünden değil, illetin hiç olmayışı yüzündendir.
Cevap:
İnsanların bu meselede
takılmasının kaynağı budur. Bu meselenin kapalılığının sebebi İse, onların
illetin tanımını bilmeden önce ve sert İlletin hangi itibarla illet olarak
adlandırıldığını bilmeden önce tutup, mutlak denkliğin İllet olduğu hususunda
konuşmalarıdır. İnsanlar illet lafzını, hangisi olduğuna dikkat çekmeksizin
değişik İtibarlarla her hangi bîr kayıt getirmeksizin mutlak olarak
kullanmışlar, daha sonra bu gibi şeylerin illet olarak adlandırılıp
adlandınlamayacağında ve mahal ve şart'ın değil de mücerred sebebin illet
olarak adlandırılıp adlandınlamayacağında tartışmaya girmişlerdir.
Biz diyoruz ki, illet,
şer'î alâmetler hakkında müsteâr olarak kullanılan bîr isimdir. Alimler bu
ismi, üç ayrı yerden istiare olarak alıp değişik şekillerde kullanmışlardır.
1) Aklî
illetten yapılan istiare: Buna göre İllet, hükmü bizzat (zatından dolayı)
gerektiren şeyden ibarettir. Bu kullanıma göre, 'denklik (temâsûl)', illet
olarak adlandırılamaz. Çünkü mücerred denklik (temâsül), sırf denklik olması
sebebiyle hükmü gerektirmez. Yine 'siyahlık', hatta 'Zeyd'in siyahlığı' da
illet olarak adlandırılamaz. Yine, sırf 'şiddet' de illet olarak adlandın I
amaz. Çünkü hükmü gerektiren, mücerred şiddet değil, aksine 'belli bir andaki
şiddet'tir.
2) iç
yönlendiricilerden yapılan istiare: Buna göre bir şeyi yapmaya götüren bâis /
iç yönlendirici, o şeyi yapmanın İlleti (illetu'1-fiil) olarak adlandırılır.
Msl. Bir kimse bir
fakire bir şey verse, denilir ki: 'Bu kişi fakire, fakir olması sebebiyle
vermiştir'. Fakire veriş sebebini bu şekilde ta'lîl ettikten sonra aynı kişi
ikinci bir fakire bir şey vermezse ona, 'Bu da fakir olduğu halde buna niçin
vermiyorsun' denilir ve adam da diyebilir ki; 'Bu fakire vermedim. Çünkü o
benim düşman imdir'. Yine aynı kişi üçüncü bir fakire de bir şey vermeyip,
vermeyiş sebebini 'Çünkü bu adam mutezilîdir' diye açıklasa, bu durum
karşısında, tabiatına yeterince düşünmeksizin konuşma ve cedel ağır basan kimse
der ki; 'Sen İlk ta'lîlinde hata ettin. Halbuki 'Ona verdim; çünkü o, düşman
olmayan ve mutezilî olmayan bir fakirdir' demen gerekirdi. Diğer taraftan,
fıtratın ve karşılıklı konuşma tabiatının gerektirdiği istikamet üzere kalan
kişi ise, bunu tuhaf karşılamaz, çelişik saymaz ve adamın 'Ona verdim. Çünkü o
fakirdir' demesini caiz görürler. Çünkü, adamı vermeye sevkeden şey (bâis),
'fakirlik' olup, verme İşini yaptığı sırada aklına düşmanlık ve i'tizâlin
bulunup bulunmadığı gelmemiştir. Düşmanlık ve i'tizal her ne kadar bâisten
birer parça ise de, ancak bu ikisi aklına geldiği zaman devreye girebilmiştir.
Halbuki adam daha önce, hatırına sadece fakirlik gelerek harekete geçmişti.
Bâis'in illet olarak
adlandırılmasını caiz gören kişi, mücerred denkliğin / te-masülün illet olarak
adlandırılmasını da caiz görür. Çünkü, her ne kadar hatınmi-za denkliğin
musarrât dışındaki şeylere izafesi gelmemiş olsa bile, bizi mislî şeylerin
tazmininde mislin vacipliğine sevkeden şey budur. O durumda musarrât meselesini
belki de hiç düşünmemişizdir.
3) Hastanın
hastalığından (illetu'l-merîz) ve bu hastalığın kendisi yanında ortaya çıktığı
şeyden (sebep) yapılan istiare: Msl. burûdet (üşütmek), hastalık illetidir.
Her ne kadar, hastalık mücerred burûdet sebebiyle olmayıp, belki burûdete,
-beyazlık vs. gibi- aslî mizaçtan olan bazı şeylerin eklenmesiyle ortaya
çıkmakta ise de, hastalık, burûdetin hemen peşinden belirir. Fakat yine de
hastalık sonradan ortaya çıkmış olan burûdete izafe edilir. Nitekim ölüm,
kendisi sebebiyle kuyuya düşülen tokata izafe edilir. Halbuki kuyu olmaksızın
mücerred tokat öldürmez. Fakat yine de, hüküm ölümün kendisinde belirdiği düşmeye
değil de vurulan tokata havale edilir. Bu yaklaşımdan hareketle fakihler,
sebepleri de illet olarak adlandırmışlar ve mahal ve şartı söz konusu
etmeksizin 'Kısasın illeti öldürmedir', 'El kesmenin illeti hırsızlıktır'
demişlerdir.
illet isminin alındığı
bu yere göre de mutlak denkliğin illet olarak adlandırılması mümkündür. Bu yer
anlaşıldıysa, 'Mücerred temâsül illettir' diyene, denir ki; 'Sen illetten neyi
anlıyorsun ve illet ile neyi kastediyorsun? Eğer illet sözüyle, hükmü
gerektiren şeyi kastediyorsan, mücerred denklik hükmü gerektirmez, dolayısıyla
da illet olmaz'. Bu tavır, yapısına kelam ağır basan kişilere uygundur. Bunun
içindir ki Üstaz Ebû Ishâk, mansûs bile olsa, illetin tahsîsini inkar etmiş ve
'tahsîs, illete eklenen bir kayıda dönüşür ve bu İkisinin toplamı (mecmu) illet
olur. Toplam (illet ve kayıt) bulunmadığı zaman hükmün bulunmaması illetin
nakzı değil, illete vefadır' demiştir.
illet sözüyle bâis'i
veya araştırıcı nezdinde -araştırıcı bunun dışındakilerden gafil olsa bile- hükmün
kendisiyle belirdiği şeyi kastediyorsan, bu takdirde mücerred denkliğin İllet
olarak adlandırılması caizdir.
Müctehid açısından
isimlendirme konusunun incelenmesi böyledir. Cedelde-ki ihtiraza gelince, bu
ıstılaha tabidir ve bu hususta ihtirazla mükellef tutup 'musarrât dışında
denklik', 'Islamın başlangıç dönemi haricindeki şiddet' vb. şeyler söylemek
çirkin olur.
Bil ki: illet, eğer
aklî illetten alınmış ise, mahal, illet ve şart arasında fark gözetmenin bir
anlamı yoktur. Tam tersine illet bunların toplamı olur. Mahal ve ehliyet ise
illetin vasıflarındandıır. Bunlar arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü illet,
alâmettir; alâmet ise vasıfların ve izafelerin cümlesidir. Şu kadar ki, sorumluluk
(daman) ve diğer bazı şeylerin hükümleri konusunda, bunlardan birinin
diğerlerine tercih edileceği inkar olunamaz. Zira, her ne kadar ölüm ancak
ikisiyle birlikte tamamlanıyorsa da, sorumluluk (daman), kuyuyu kazana değil,
İtip kuyuya düşürene havale edilir.
Aynı şekilde, onlar,
-her ne kadar ikisinin de bulunması gerekli olsa da-havlden önce zekatın ta'cil
edilmesinin, nisabın tamamlanmasından önce zekatın ta'ciline delalet
etmeyeceğini inkar etmiyorlar. Fakat bazen, müctehidin kafasında illetin
parçalan arasında eşitlik sağlama düşüncesi uyanmayabilir ve bu parçalan
hükmün münâsebeti hakkında farklı olarak görebilir. Yine bir kısmının 'mahal'
ve bir kısmını 'illetin rüknü' olarak adlandın!ması da imkansız değildir. Bu
hususta söylenecek çok şey vardır. Biz bunlan Şifâu'l-öaltl adlı kitabımızda
zikrettik. Burada bunlan yeniden serdetmiyoruz. Çünkü bunlar fikhî bahisler
olup biz bunlan fıkıhta derinlemesine ete aldık. Bu bakımdan onlan zikrederek
usûlü uzatmayalım.
Mesele: Hükmün iki
illet ile ta'lîl edilmesi
Usulcüler, hükmün iki
illetle ta'lîl edilip edilemeyeceğinde ihtilaf etmişlerdir. Bize göre sahih
olan bunun caiz olduğudur. Çünkü şer'î illet alâmet olup, bir şey üzerine iki
alâmet dikilmesi imkansız değildir. Bu ancak aklî illetler hususunda imkansız
olabilir.
Hükmün iki illetle
ta'lîlinin caiz oluşunun delili bunun fiilen vaki olmasıdır. Şöyle ki; bir
kimse aynı anda hem erkeklik uzvuna değse (dokunsa), hem ellese ve hem de işese
bu kişinin abdesti bozulur ve abdestin bozulması bu sebeplerden [II, 343]
birine havale edilmez. Yine, kardeşinin kansımn ve kızkardeşinin emzirdiği ya
da bu ikisinin sütleri bir araya getirilip aynı anda emen çocuğun boğazına
akıtıldığı kadın sana haram olur. Çünkü sen o kadının hem dayısı hem de
amcasısın. Halbuki nikah bir fiildir ve haramiığı da tek bir hükümdür. Bu
durumda haramlı-ğın, amcalığa değil de dayılığa havale edilmesi mümkün olmadığı
gibi aksi de mümkün değildir. Yine bu ikisi iki ayn tahrim ve iki ayn hükümdür
denilmesi de mümkün değildir. Aksine tahrimin bir tek tanımı ve bir tek
hakikati vardır ve İki mislin bir araya getirilmesi (ictimâu misleyn)
imkansızdır. Şu kadar ki, şayet süt kardeşliğinin (radâ1) ve neseb'in bulunduğu
varsayılacak olursa, daha kuvvetli oluşu yüzünden nesebin tercih edilmesi (ön
planda tutulması) caizdir. Yahut bir kadında riddet, iddet ve hayız birlikte
bulunsa bu kadınla cinsel ilişki kurmak haramdır ve tahrimlerin sayıya
döküleceğini (yani irtidad, iddet ve hayız durumlarından her birinde cinsel
İlişki haramdır. Bu üç özelliği aynı anda kendisinde bu-lunduruan kadınla
cinsel ilişkide bulunan kişinin üç ayn haram işlemiş olacağını) tevehhüm etmek
caizdir. Yine, birini öldüren ve hem de dinden dönen bir adamın ve iki kişiyi
öldüren birinin iki öldürülmeyi hakettiği söylenebilir. Hür bir insanın meçhul
bir muhayyerlik şartıyla satılması durumunda, bu satım akdinin, meçhul
muhayyerlik sebebiyle değil de, hür insanın satımı olması yüzünden batıl olduğu
söylenebilir. Bunlar, bazı durumlarda akla gelebilecek kuruntulardır (evham).
Gerçi biz bunu, değme ve elleme durumu için, dayılık ve amcalık duru-mu için bu
hayalleri defetmek amacıyla farzettik ise de bu aynı zamanda, gerek bir tek
hükme gerekse bu hükmün vukuuna iki alâmet nasbedilmesinin caizliğinî de
göstermektedir.
Denirse ki:
Ta'Iîlci, bir illet
ile asıl üzerine kıyas yapıp, itirazcı asıl hususunda başka bir illet
zikrederse ta'lîlcinin kıyası batıl olur. Eğer iki illetin arasını bulmak
(ikisini aynı doğrultuda kullanmak) mümkün İse bu takdirde bu itiraz kabul
edilmez.
Deriz ki:
İtirazcının asılda
başka bir illetin varlığını öne sürerek itiraz etmesi durumunda;
a) Aslın illeti, eğer, tesir yahut şebehî alâmet
yoluyla değil de, mücerred münâsebet yoluyla sabit olmuş ise, bu durumda batıl
olan, ta'lîlcinin asıl ile yaptığı istişhâddır.
b) Eğer
illet, tesir yoluyla sabit olmuşsa yani nass veya icmâ' bunun illet olduğuna
delalet ediyorsa bu durumda, bu illete başka bir illetin iktiran etmesi yani
başka bir illetin daha bulunması, -msl, dokunma ve işeme, emzirme konusunda
dayılık ve amcalık örneğinde olduğu gibi- bu illeti fasid yapmaz. Zira Şer'
zaten her iki anlamın tek bağlarına illet olduğunu belirtmiştir.
c) Eğer
aslın İsbatı, hükmün ve münâsebetin şehadeti ileyse bu durumda başka bir
illetin ortaya çıkmasıyla zann kesilmiş olur.
Örnek: Bir kimse
birine bir mal verse ve biz bu kişinin fakir olduğunu görsek, bu kişinin diğer
kişiye fakir olması yüzünden verdiğini zannederiz ve vermeyi bununla ta'lîl
ederiz. Kendisine mal verilen kişinin mal verenin akrabası olduğunu anlarsak,
vermeyi akrabalık ite ta'lîl ederiz. Biz mal verilen kişinin akraba olmaktan
başka aynı zaman da fakir de olduğunu anlarsak, vermeyi akrabalık ile değil
fakirlik ile ta'lîl etmek mümkün olduğu gibi, her iki durumun toplamı ile
ta'lîl etmek de mümkün olur ve böylece de bu zann kalkmış olur. Çünkü bu
zan-nin tamamlanması sebr iledir. Sebr de şudur:
'Adamı vermeye iten
bir sebep (bâis) olmalıdır', 'Fakirlikten başka bir bâis de yoktur', 'Öyleyse,
bâis fakirliktir'; yahutta, 'Akrabalıktan başka bir bâis de yoktur1,
'Öyleyse bâis
akrabalıktır' denilmesidir. Başka bir illet ortaya çıktığında seb-rin iki
mukaddimesinden biri, -ki bu 'Şundan başka bir bâis de yoktur' ifadesidir-batıl
olur. Aynı şekilde Berîre, bir kölenin karısı iken azad edilmiş, Hz. Peygamber
de Berîre'yi (kocasıyla mevcut evliliğini devam ettirip ettirmeme konusunda) muhayyer
bırakmıştır. Ebü Hanife, 'Berîre artık kendi nefsinin sahibi olduğu için ve
kölelik zilleti ondan kalktığı için Hz. Peygamber onu muhayyer bırakmıştır. Çünkü
Berîre, nikah altındayken zilletteydi' demiştir. Bu söz münâsib olup,
Berîre'nin muhayyerliği bu münâsib üzerine bina edilebilir. Eğer hür birinin
kan-sı iken azat edilmişse, bu kez de şöyle deriz: Hz. Peygamber Berîreyi, bir
kölenin kansı olarak kalmaktan zarar göreceği için azat etmişti. Bu zarar görme
durumu hür biri hakkında cereyan etmez. Öyleyse, Hz. Peygamberin tahyîrine
ilhakla, bu [II, 344] kadının da muhayyer olacağı söylenemez. Bunun imkan
dahilinde olması birinci zanna halel getirir. Çünkü, ta'lîlcinin bu zanna
münasebetten başka bir delili yoktur. Zararın giderilmesi de münâsib olup buna
havale etmek öbürüne havale etmekten daha evla değildir. Tabii ki, bu iki
anlamdan birinin diğerine üstün (ra-cih) olduğu ortaya çıkarsa o zaman buna
havale edilmesi evla olur.
Şebehî alâmetin örneği
ise, ribanın illetidir. Hiç bir alim, her biri tek başına illet olabilen kût,
tu'm ve keyl'i birleştirip illet yapmaya gitmemiştir. Çünkü, bunların illet
olduğuna, nass veya icmâ'dan bir delil yoktur. Aksine bunun yolu,
maz-butlaştırıcı (dâbıt) ve hükmün mevkiini mecrasından ayıran bir alâmet
aranması hususundaki zarureti ortaya koymaktır. Zira, kendilerinden buğday ismi
kalkmış olmakla birlikte, ekmek ve hamurda riba cereyan etmektedir. Akıl
yürütme, ancak 'Bir alâmet gereklidir. Tu'mdan evla bir alâmet yoktur. Öyleyse
alâmet tu'mdur' dememizle tamamlanabilir. Buna eşit başka bir alâmet ortaya
çıkarsa, nazarın ikinci mukaddimesi batıl otur ve zann kesilir.
Hasılı; sebr'e ihtiyaç
duyan her ta'lîlde, illetin tek olması (ittihâdu'1-ille) zorunluluğu vardır.
Aksi takdirde hükmün illete şehadeti kesilir. Sebr'e ihtiyaç duymayan
ta'lîllerde, msi. müessirde ise, başka bir illetin varlığı zarar vermez. Biz
bunu bu kıyasların özellikleri arasında zikretmiştik.
Mesele: Şer1!
illetlerde aks şart mıdır?
Serî illetlerde aks'in
şart olup olmadığı konusu usulcüler arasında tartışmalıdır. Aslında bu
tartışmanın bir anlamı yoktur; yalnızca problemin ayrıntılı olarak ortaya
konulması yeterlidir. Fakat daha önce şu hususların bilinmesi gerekir.
Sert alâmetler,
birtakım delaletlerdir. Birkaç delaletin bîr araya gelmesi caiz olduğuna göre,
hükmün kalkması (intifa), bu delaletlerden bir kısmının ortadan kalkmasının
(intifa) zorunlu sonucu değildir. Fakat biz, hükmün tek bir illeti olması
durumunda aks'in lazım olduğunu söylüyoruz. Ancak bu, illetin ortadan
kalkmasının, hükmün de kalkmasını gerektirdiği için değildir; aksine, hükmün
bir illeti olması gerektiği, illet de tek olup ortadan kalkmışsa, bu durumda,
şayet hüküm hâlâ baki kalacak olursa, bu hüküm sebepsiz olarak sabit olmuş
olacağı içindir. Ancak eğer illet tek değil de birden fazla (müteaddit) olursa,
bu durumda bazı illetlerin bulunmaması (intifa) durumunda hükmün de ortadan
kalkması lazım gelmez, aksine, illetlerin hepsi ortadan kalkarsa, hüküm de
ortadan kalkar. İlletin tekliği (ittihad) durumunda aksin lazım geleceğine şu
örnek delalet etmektedir: Biz, 'Komşu için şuf a sabit değildir (Komşu, şuf a
hakkına sahip değildir). Çünkü şuf anın ortak (şerîk) için sabit oluşu, pişirme
yeri, hela, çöplük ve merdiven vb. gibi müşterek kullanım yerleri (merâfık)
üzerindeki üşüşme ve itişmeden (tezâhüm) kaynaklanan zarar illeti ile
mualleldir' dediğimizde, Ebû Hanîfe, 'Bunun tesirde hiç bir rolü yoktur. Şuf
a, hiç bir merâfık'ı olmayan düz arsa hakkında sabit olmuştur' diyebilir".
İşte bu aksdir ve lâzimdir.
Çünkü Ebû Hanîfe diyor ki: Şayet bu (tezâhüm kaynaklı zarar), hükmün menâtı
olsaydı, bunun yokluğu durumunda hüküm de bulunmazdı.
Biz 'Bundaki sebep,
ortak kullanımdan doğan zarardır' dediğimizde o der ki: Şayet böyle olsaydı,
şuf a köleler, hayvanlar ve menkul şeyler hususundaki ortaklıkta da sabit
olurdu.
Biz, '(Sebep), uzun
süre varlığını sürdüren (baki ve ebedi) şeylerdeki ortaklık zararıdır'
dediğimizde, o da, 'Öyleyse şufayı küçük hamamda ve bölüneme-yen şeylerde de
caiz görmelisin' der ve bizi tard ve aks ile köşeye sıkıştırmaya / muahezeye
devam eder. Biz, şufayı bölüşme külfeti (meunet) zaranyla ta'Iîl edinceye ve
illetin kayıtlarının tamamım -bunların varlığıyla hüküm var olacak, yokluğuyla
hüküm yok olacak biçimde- getirinceye kadar bu muaheze sahih bir muahezedir. Bu
böyledir; çünkü biz bu illeti münâsebet ile ve -bu münâsebet [II, 345]
doğrultusunda varid olduğu için- hükmün illete şehadetİ ile isbat ettik. Bu
gibi illetlerin şartı ittihad, ittihadın şartı da aksdir.
Denirse ki:
Aks lafzı ile,
'illetin yokluğu (intifa) durumunda hükmün de yokluğu1 anlamı dışında başka bir
şey kastediliyor mu?
Deriz ki:
En yaygın kullanım bu
olmakla birlikte aks lafzının tevehhüm yoluyla başka Şeyler için de
kullanıldığı görülmektedir. Msl. Hanefi der ki: "Aks'inin delilinden
hareketle, müsakkal'in küçüğü ile vaki olan öldürme sebebiyle kısas / kati
vacip olmadığına göre, büyüğüyle de sabit olmaz. Aks'inin delil olması
şöyledir: Yaralayıcı aletin büyüğü sebebiyle (kati) vacip olduğuna göre küçüğü
sebebiyle de vacip olur. Yine diyorlar ki: Aklın zevali sebebiyle tüm ibadetler
düştüğüne göre, aklın geri gelmesi ile de tüm ibadetlerin vacip olması gerekir.
Bu fasiddir. Çünkü
Şer'in, küçük bile olsa, her türlü yaralayıcı alet sebebiyle kısasın vacip
olduğu hükmünü getirmesine ve daha sonra müsakkal ile öldürmeyi sadece büyük
müsakkal ile öldürmeye tahsis etmesinde hiç bir engel yoktur. Yine aklın
ibadetler hususunda şart olmasında ve sonra mücerred aklın vücub için yeterli
olmayıp başka bir şart aranmasında bir uzaklık yoktur.
Mesele: Kasır illet
Kasır illet sahihtir.
Ebû Hanîfe bunun batıl olduğu kanaatindedir.
Biz evvela diyoruz ki;
incelemeci, illetin istinbatı ve bu illetin sıhhatine îmâ veya münâsebet veya
mübhem maslahatı tazammun yoluyla delil ikame etmek hususunda inceleme yapar.
Sonra bakar; eğer illet nassdan daha genel ise bu illetin hükmünü ta'diye
eder, daha genel değilse -o illeti başka bir hükme- taşırmaz. Ta'diye, illetin
sıhhatinin fer'idir; nasıl olur da bir şeye tabi olan şey o şeyin tashih edicisi
olabilir!
Denirse ki:
Nasıl ki satım,
mülkiyet için, nikah da helallik için murad olunuyor ve satım akdinin ve nikah
akdinin fâidesi (amacı, yaran) gerçekleşmediğinde, her ikisinin de batıl olduğu
söyleniyorsa, aynı şekilde illet de kendisi sayesinde hükmün nass mahalli
dışında isbatı için murad olunur; bu bakımdan eğer bu illetle bir hüküm sabit
olamıyorsa, faydasızlığı nedeniyle o illet batıl olur.
Bu görüşe iki yöntemle
cevap verilebilir:
Birinci yöntem: 'Eğer
butlan ifadesiyle, hükmün illetle nass mahalli dışında sabit olmamasını
kastediyorsanız, bu müsellemdir (kabuledilebilir)' diyerek fai-denin yokluğunu
teslim etmemizdir. Zaten bizim sıhhat ile kastettiğimiz şey şudur: Araştırıcı,
düşünür ve illeti araştırır. Bu araştırma sonunda bulunan illetin kasır mı
müteaddî mi olacağını bilemeyiz. Araştırıcı, illeti, zannına galip gelen bir
münâsebet veya bir maslahat veya bir maslahat içerme ile tashih eder ve bütün
bunlardan sonra da onun müteaddî mî yoksa kasır mı olduğunu anlar. Bunun kasır
olduğunun ortaya çıkması, araştırıcının zannının kaynağının ve incelemesinin
fesadı anlamına gelmez ve nefsinde sabit olan ta'lîli kalbinden çekip çıkarmaz.
Biz sıhhati bu ölçüyle tefsir edersek artık bunun inkarı mümkün olmaz. Onlar
da butlanı, zikrettikleri şekilde tefsir ederlerse biz de onu inkar etmeyiz ve
böylece anlaşmazlık ortadan kalkar.İkinci yöntem: Biz faidesizIİği teslim
etmiyoruz. Aksine bunun iki faydası vardır.
Birinci fayda: Şer'in
saikını ve hükmün maslahatını bilmek kalpleri tatmine, tabiîlikle kabul etmeye
ve hemencecik doğrulamaya meylettirmeyi sağlar. Nefisler, tahakkümün kahrından
ve teabbüdün acılığındansa, makul olan ve maslahatların zevkine göre cereyan
eden hükümleri kabul etmeye daha meyyaldir. Nitekim va'z u nasihatta bulunmak
ve Şeriatin güzelliklerini, anlamlarının inceliklerini ve maslahatın nassa
mutabık olduğunu anlatmak da İşte bu tür amaçlar yüzünden müstehab
sayılmıştır. Kişi mahirliği ölçüsünde Şeriatı daha da güzelleştirmiş ve
pekiştirmiş olur.
Denirse ki: [II)346]
Bu söyledikleriniz,
şebehî vasıflar -dirhem ve dinardaki nakdiyet gibi- hakkında değil sadece
münâsib hakkında cari olur. Siz İse bu gibi kasır illet ile ta'lîli caiz
görmektesiniz.
Deriz ki:
Hükümleri bir
maslahata, bir münâsebete şamil olma izlenimi veren anlamlarla tarif etmek,
akıllara, bu hükümleri salt lafızlara izafetle tarif etmekten daha yakındır ve
bu faydasız değildir. Sonra, eğer bu fayda şebehî illet hakkında cari değilse
bile, ikinci faide caridir.
İkinci fayda; müteaddî
(geçişli) başka bir illetin ortaya çıkması durumunda, ta'diyenin ancak tercih
şartıyla mümkün olmasıdır.
Denirse ki:
Bu durumda hükmün
ta'diyesinin imkansızlığı, kasır bir illetin ortaya çıkması sebebiyle değil,
aksine, müteaddî bir illetin ortaya çıkmaması sebebiyledir. Öyleyse kasır
illete ne ihtiyaç vardır! Müteaddî bir illet ortaya çıksa / zahir olsa bile,
kasır illetle ta'lîl mümteni olmaz. Aksine hüküm asılda iki İllet ile, fer'de ise
bir illet ile ta'lîl edilir.
Deriz ki:
Hayır böyle olmaz.
Muhayyel veya şebehî her illet, ancak hükmün şehadeti ile sabit olur ve sebr
ile tamamlanır. Bunun şartı da, daha Önce geçtiği gibi, tekliktir. Başka bir
İlletin zuhuru durumunda zann kesilir. Müteaddî bir illetin ortaya çıkması
durumunda ise, hükmün ta'diye edilmesi gerekir. Bu durumda kasır illetle
ta'lîl mümkün görülürse, müteaddî illet -bir nevi tercihle özelleştirilmesi
durumu hariç- buna muarız olur ve onu defeder. Kasır illet, kendisine eşit
olan müteaddî illetin defini, müteaddî illet de kasır illetin defini İfade
ediyorsa ve aralarında direnişme (tekâvüm) oluyorsa, bu durumda hüküm nassa
özel olarak (maksûr) kalır. Şayet kasır
illet olmasaydı hüküm teaddî ederdi. Denirse ki:
tllet ancak kendine
has anlamı / faydası ile sahih olur. İlletin faydası da aslın hükmünü değil,
fer'in hükmünü belirlemektir. Çünkü aslın hükmü illet ile değil nass ile sabit
olmuştur, tllet sayesinde sabit olan ise ancak fer'in hükmüdür. Zira illetin
faydası, hükmün ta'diyesidir. Eğer ta'diye yok ise, illetin de hiç bir hükmü
yok demektir.
Deriz ki:
Sizin 'illetin faydası
da fer'e aslın hükmünün altında hüküm vermektir' sözünüz muhaldir. Çünkü
ribanın buğdayda haramhğımn İlleti 'tu'm' dur. Zerrenin tu'mu İse, buğdayın
tu'mu sebebiyle değil, zerrenin tu'mu sebebiyle haram olur. Buna göre, fer'in
hükmü, asıldaki illetin değil, fer'deki illetin faidesidir.
'filetin faydası,
hükmün ta'diyesidir' sözünüz de muhaldir. Çünkü ta'diye lafzı, mecaz ve
istiaredir. Yoksa ki, hüküm asıldan fer'e geçmemekte, aksine, bu illetin
benzerinin varlığı durumunda, fer'de aslın hükmünün benzen sabit olmaktadır.
Bu bakımdan gerçek anlamda bir geçiş (teaddî) yoktur.
Bu düşünceden şöyle
bir mesele doğmaktadır: İllet, müteaddî ise, nass mahallindeki hüküm illete mi
izafe edilir yoksa nassa mı izafe edilir?
Ashâbu'r-rey der ki;
hüküm nassa izafe edilir. Çünkü hüküm mansus açısından kesindir. Halbuki illet
zannîdir. Kesin olan bir şey zannî olan bir şeye nasıl İzafe edilebilir!
Bizimkiler ise hükmün
illete izafe edileceğini söylemiştir. Bu, altında tahkik olmayan bir
tartışmadır. Biz illet ile, sadece, Şâri'i hükmü koymaya sevkeden sebebi
(bâis) kastediyoruz. Sâri', şayet tüm sarhoş edicileri İsimleriyle zikredip 'Şarap,
nebiz, şu, şu içkileri içmeyiniz' deseydi ve hükmün tüm mecralarını belirtseydi
bile, O'nun hükmün tüm mecralarını sayıp dökmesi, bizim 'Şâri'i tüm bunları
haram kılmaya sevkeden âmil (bâis), iskârdır' şeklinde düşünmemize engel [II,
347] teşkil etmezdi. Bu bakımdan diyoruz ki, hüküm nass ile şarap ve nebîze
izafe edilmiştir. Fakat bu izafe ediliş, şiddet ile mualleldir. Yani Şâri'i
(şarabı) haram kılmaya sevkeden âmil şiddettir.
Reycilerin 'İllet
zannîdir' sözlerine karşı da şunları söyleriz: 'Şer'in bâisinin şiddet olduğunu
zannediyoruz' şeklindeki sözümüze bir ziyade yapmayacağız. Bu zann hükmün
mecralarını sayıp dökmekle (istîâb) sakıt olmaz. Tasdik edişimiz ve 'Biz şunu
zannettiğimizde hep şunu da zannederiz1 deyişimize bir kısıtlama getirilemez.
Denirse ki:
Zarın cehalet olup,
ancak amel zarureti yüzünden caiz olmaktadır. Kasır illete ise her hangi bir
amel taalluk etmemektedir, öyleyse zann yoluyla kasır illete atılmak caiz
olmaz.
Bazı arkadaşlar bu
soru karşısında bocalamış ve 'Eğer kasır illet -hırsızlık gibi- mansus İse,
nass mahallinde hükmün buna izafesi caiz olur; mansus değilse caiz olmaz'
demişlerdir. Biz de deriz kî; zikredilen iki fayda sebebiyle bu zanna engel
olacak bir şey yoktur. Bu faydalardan biri kalplerin güzelce tasdike ve boyun
eğmeye (tnkıyâd) meylim sağlamaktır. Bu sıfat üzere olan mev'izalann çoğunluğu
zannîdir. Ademoğlunun tabiatı zannlara, hatta vehimlere itaat edici Özellikte
yaratılmıştır. İnsanları mesadır ve mevaridlerinde amellerine ve inançlarına
sevkeden âmillerin çoğunluğu zannlardır. İkinci fayda ise, yukarıda geçtiği
gibi, kendisine muarız olan illetle itişmesidir.[32]
(İlletin fasitliği
sonucunu doğuran hususlar)
İlleti fasit kılan
şeyler, kesin olanlar ve zannî-ictihâdî olanlar şeklinde iki kısımdır.
Birinci kısım: Kesin
müfsidler
İlletleri kesin olarak
fasid kılan şeyler/kaynaklar dört grupta toplanabilir: 1) Fesadın asıl yönünden
olması Aslın dört şartı vardır.
a) Şer'i
hüküm olmak.
Eğer hüküm aklî bir
hüküm ise, bunun, semt bir hükmü isbat edecek bir illetle ta'lîl edilmesi
mümkün değildir.
b) Aslın
hükmünün nass veya icmâ' ile biliniyor olması.
Eğer aslın hükmü bir
asıl üzerine yapılan kıyas sonucunda elde edilmişse, bu, (asıl değil) fer'dir
ve buna yapılan kıyas -eğer aralanndaki ortak Özellik (cami) ilk aslın illeti
değilse- kesin olarak batıldır. Eğer ortak özellik, ilk aslın illeti ise, asıl
üzerine kıyas yapma imkanı varken fer'e kıyas yapmak abestir ve hiç bir yaran
yoktur.
c) Aslın,
-Ramazan orucunun vacipliği ve akşam namazının üç rekat olarak takdir edilmesi
vb. gibi olmayıp- ta'ltle elverişli olması.
Bu, illetin sıhhatine
delil yokluğu yönünden fasiddir.
d)
Kendisinden istinbat yapılacak olan aslın mensuh olmaması.
Mensuh, vaktiyle asıl idi,
ama şu anda artık asıl değildir. Ramazan orucunun, aşure orucuna niyetin
geceden yapılması (tebyît) hususunda kıyas edilmesi bu kabilden değildir. Aşure
orucunun tslamın başlangıcında vacip olduğunu ve geceden niyete gerek duyduğunu
kabul eden kişinin, bununla, -aşurenin vacipli-ğinin yerine geçen- Ramazan
orucuna istişhad etmesi yadırganmaz. Çünkü nes-hedilen, aşurenin vacipliğidir.
Biz de zaten vaciplik hususunda değil, fakat, vücu-bun geceden niyete gerek
bulunduğuna dair delaletinin kaynağı (mehaz) husu-[II, 348] sunda kıyas
yapıyoruz. Bu işlem, her ne kadar yakın ise de, yine de tartışmaya/incelemeye
açıktır.
2) Fesadın
fer' yönünden olması Bunun birkaç biçimi vardır:
a) Fer'de,
aslın hükmüne aykırı bir hükmün sabit olması.
Bunun örneği, 'Selemde
anapara, a'yan derecelerinin en yükseğine ulaşmıştır. Öyleyse, bunun ivazı da,
iki ivazın birbirine kıyası gerekçesiyle, duyûn derecelerinin üst sınırına
ulaşsın' sözüdür. Bu işlem kesinlikte batıldır. Çünkü bu, kıyasın biçimine
aykırıdır. Zira kıyas, hükmün ta'diyesi içindir. Bu ise ta'diye değildir.
b) Asıldaki
İlletin mutlak bir hüküm olarak sabit olup, fer'de ancak bir ekleme veya
eksiltme ile sabit olabilmesi.
Bu şekildeki kıyas da
kesinlikle batıldır. Çünkü bu işlem, hükmün ta'diyesi biçiminde değildir.
Dolayısıyla kıyas olamaz.
Örnek:
'Küsuf namazında ilave
bir rüku meşru kılınmıştır. Çünkü küsuf namazı, kendisinde cemaatin meşru
kılındığı bir namazdır. Bu bakımdan küsuf namazı, tıpkı özel bir hutbesi
bulunan cuma namazı ve özel tekbirleri bulunan bayram namazı gibi, kendine
mahsus bir ziyadesi olan bir namazdır' demek. Bu yaklaşım fasiddir. Çünkü
hükmün, kendi vechi ve tafsili üzere ta'diyesi mümkün değildir.
c) Hükmün
lüğavi bir isim olmaması.
Lügatin kıyasen sabit
olamayacağını açıklamıştık. Bu mesele kat'îdir. Bu meseleyi ictihâdî bir mesele
olarak değerlendirenler de olmuştur. Zina isminin, livata yapan için; hırsızlık
İsminin kefen soyan için ve şarap isminin de nebîz için isbat edilmesi bu
kabildendir. Bu husus, birinci kaynağa (fesadın asıl yönünden olduğu gruba)
daha uygundur.
3) Fesadın illetin
yoluna ilişkin olması Bunun birkaç şekli vardır:
a) İlletin
sıhhatine dair bir delilin bulunmaması.
Bu, söz konusu illetin
fesadına kesin delildir, illetinin şahinliğine, bu illetin fesadını gösteren
bir delil bulunmadığı gerekçesiyle istidlal eden kişinin yaptığı kıyas
kesinlikle batıldır. Kendisine sebr eklenmemişse salt ıttırâd İle İstidlal etmek
de böyledir. Bazı alimler, ictihad mahallinde tardın batıl olduğu görüşünde
olabilirler.
b) illetin
sahih ligine aklî bir delille istidlal etmek.
Bu şekildeki istidlal
de kesinlikle batıldır. Çünkü bir şeyin hüküm için illet olması şer'î bir
konudur.
c) İlletin
nassı giderici (dâfı1) ve mansus bir hükme zıt olması.
Nassa aykırı olarak yapılan
kıyas kesinlikle batıldır, lemâ'a aykın olarak yapılan kıyas da aynı şekilde
batıldır. Yine, -şarabın haramhğını düşmanlık ve buğ-zu ateşleyen iskâr dışında
bir şeyie ta'lîl etmek gibi- mansus illete aykırı olan şeyler de böyledir. Her
ne kadar, "Yiyecek maddesini yiyecek maddesi mukabilinde satmayın"
sözünü def ediyorsa da, keyl ile ta'İîl bu türden değildir. Çünkü bu söz,
tevil götürmeyecek derece sarih olmayıp, tu'm ile ta'lîli ima etmektedir.
Mansus illeti takrir etmekle birlikte Şer'in Sahibi'nin illetinden başka bir
illetle ta'lîl bu kabilden değildir. Bir iliet hususundaki nass, başka bir
illetin mevcudiyetine engel değildir. Bu yüzden, bir hükmün -onların illetini
def etmemek kaydıyla- sahabenin ta'lîl ettiği illetten başka bir illetle
ta'lîl edilmesi caizdir. Çünkü sahabe bütün illetleri istinbat durumunda
değildiler.
4) Kıyası,
kullanım yeri dışında kullanmak.
Msl. kıyas yoluyla
kıyası ve haber-i vahidi isbat etmeyi amaçlayıp, rivayeti şehadete kıyas eden
kişi böyledir. Aynı şekilde zannî kıyas yoluyla isbat edilmesi [II, 349] mümkün
olmayan aklî-usûlî meseleler de böyledir. Bu tür meselelerde kıyasa başvurmak,
kıyası yeri dışında kullanmaktır.
Bunlar kesin
müfsidlerdir.
tkinci kısım:
Zannî-ictihâdî müfsidler:
Burada illetlerin
fesadıyla, İlletlerin bize göre ve bizim açımızdan fasid olmasını kastediyoruz.
Zira bu illetler bizim zannımıza galip olmamıştır. Yoksaki, zannına galip gelen
kişiler açısından bu illetler sahih olabilir. Musibin tek olduğu görüşünde olan
kişi şöyle diyebilir: 'Bu illetler, izafî olarak değil bizatihi fasid-dir. Şu
kadar ki, hata edenin kendim olabileceğini de mümkün görüyorum'. Kısaca
ictihad mahallinde günaha nisbet etme (te'sîm) yoktur; katT delile aykırı davranan
ise günahkardır.Bu türden olan müfsidler dokuz tanedir.
1) Mahsus
illet, illetin tahsîs edilemeyeceği görüşünde olanlara göre batıl, tahsîsin
mümkün olduğu görüşünde olanlara göre ise sahihtir.
2) Kur'ân'ın
umumunu tahsîs eden illet bize göre sahih, umumun kıyasa takdim edileceği
görüşünde olanlara göre fasiddir.
3) Hükmünün
zıddını gerektiren bir başka illetin muarız olduğu illet, musib tektir
diyenlere göre fasid, her müctehidi doğru kabul edenlere göre sahihtir. Bu İki
illet, İki müctehid hakkında iki ayrı hüküm için ve bir müctehid hakkında iki
ayn durumda (iki ayrı hüküm için) birer alâmettir. Bu iki illetin bir durumda
bir araya gelmesi, ilerde geleceği üzere, ikisinden birini tercih etmeyi
(tahyîr) gerektirir.
4) İlletin
sıhhatine, sadece tard ve aksin delalet etmesi. Belki buna 'mücerred ittıradın
delalet ettiği şey1 de denebilir. Bu da ictihad konusudur.
5) Nass
üzerine bir ziyade içermesi. Kafir köle meselesinde olduğu gibi.
6)
Keffâretler ve hadler konusunda kıyas.
Biz bu hususta,
anlaşmazlığı kaldıracağı zannedilen şeyleri zikretmiştik.
7) Bazı
alimler, illeti haber-i vahidden çıkarmanın caiz olmadığını, illetin ancak
kesin olan bir asıldan çıkarılabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu anlayış fasiddir.
Hatta bunun fesadının kesin olması da pek uzak değildir.
8) Sahabe
görüşüne aykırı düşen illet.
Sahabeye ittiba etmeyi
vacip görenlere göre böyle olan illet fasiddir. Eğer, sahabenin taklİd
edilmesine karşı çıkmak ictihâdî bir mesele ise bu mesele de ictihâdîdir ve bu
görüşün / mezhebin, batıl olduğunun kesin olduğunu söylemek pek uzak değildir.
9) İlletin
fer'de varlığının kesin değil zannî olması. Biz bu husustaki tartışmayı
zikretmiştik. Allah en iyi bilendir.
Müfsidler işte
bunlardır.
Bunlardan başka bir
de, men1, fesâdu'1-vaz', ademu'Me'sîr, kesr, fark, e!-kav-lu bi'1-mucib,
ta'diye ve terkip gibi itirazlar vardır. Bunlar arasında müctehidlerin
incelemesinin tasvibi / doğruya ulaşıp ulaşmadığı konusuyla ilgili olanlar,
-buraya kadar- zikrettiklerimiz içerisinde vardır. Bizim zikrettiklerimiz
arasında bulunmayanlar ise, cedelî akıl yürütme (nazar) olup, cedelcilerin
kendi ıstılahlarıyla vaz'eltikleri cedel yöntemine tabidir. Eğer bunlara dinî
bir fayda ilişmiyorsa, zamana karşı cimrileşip, bunlarla ve bunların
ayrıntılarıyla vakit zayi etmemek uygun olur. Yok eğer bunlara sözün
dağınıklığını toparlamak, münazaracıların sözlerini, -her biri, sözüyle araştırma
(nazar) amacından saparak enine boyuna gelişigüzel gitmesin diye- tartışma
noktasına döndürmek gibi bir fayda taalluk ediyorsa, bu da fıkıh usulü
cinsinden bir fayda olmayıp, cedel İlmine dahildir. Onun [II, 350] ayrıca ele
alınması ve müctehidlere ictihad yollarını düzlemek amacında olan fıkıh
usulüne karıştırılmaması gerekir.
Burası, hükümleri
lafzın sıyga, mevzu, işaret, mukteza, makul ve manasından çıkarma (istismar)
yollarını içeren üçüncü kutbun sonudur. Konu enine boyuna doyurucu bir biçimde
ele alınmıştır. Allah en İyisini bilir.[33]
[1] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/195-197
[2] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/197-198
[3] (Sebr veya sibr: Vasıfları asıla (makisun aleyhe)
hasretmek ve geri kalanların illiyet için ta-ayyün etmesi için bazı vasıflan
ilga etmek. Mesela şarabın haramlık illeti ile ilgili olarak, illet ya sarhoş
edici olması ya üzüm suyu olması ya da hepsidir. Suyun dışındakiler ve sarhoş
edici olmayan şeyler, vasfın İlletinin ibtalini ifade eden yolla, illet olamaz.
Öyleyse, sarhoş ediciliğin İllet olduğu taayyün etmiştir, bk. Curcani,
Ta'rifat, s. 116-117; Tehânevî, Keşşaf, ist. 1984,1, 661)
[4] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/199
[5] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/200
[6] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/200-206
[7] Dipnot: Fıkıh kitaplarında "müşeneke" ve
"himâriyye" lakabıyla da anılan bu meselenin aslı şöyledir: Koca,
anne, ana bir iki kardeş, ana-baba bir kız ve erkek kardeşler var. Hanefilere
göre bu durumda koca 1/2, anne 1/6 ve annenin çocukları 1/3 alır. Diğerleri
bir şey alamaz. Bu Ebû Bekr, Ömer, Ali ve Ibn Abbas'ın görüşüdür. Yukarıda
anlatılan olaydan sonra Ömer bu görüşten vazgeçmiştir. Bkz.
el-Fetâvâ"l-Hindiyye, VI, 477
[8] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/206-219
[9] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/219-220
[10] Buhari, İtisam, 20/8, 157
[11] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/220-225
[12] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/225-240
[13] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/241-247
[14] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/247-248
[15] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/248
[16] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/248-250
[17] İbn Mace, Taharet, 63,64/1, 161
[18] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/250-252
[19] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/252-253
[20] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/253-255
[21] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/255-262
[22] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/262-265
[23] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/266-267
[24] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/267-269
[25] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/269-272
[26] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/272-276
[27] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/276-278
[28] İlk defa olarak konmuş müstakil kural.
[29] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/279-285
[30] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/285-287
[31] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/287-293
[32] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/293-310
[33] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/310-314