A.
Haberlerin Tercihi (Tercih Sebepleri)
Tercih
Sebebi Olmadığı Halde Tercih Sebebi Zannedilen Şeyler
Tercih ve delillerin tearuzu durumunda müclehidin tasarrufu: Bu konu üç
mukaddime ile iki başlıktan oluşmaktadır. Birinci Mukaddime: Delillerin Tertibi
Müctehide gereken şey, her meselede nazarını Şer'in vünıdundan önceki
'aslî nefy'e çevirmek, sonra da değiştirici semt delilleri araştırmaktır. Bu
meyan-da ilk olarak icmâ'a bakmalıdır. Eğer araştırılan mesele hususunda
icmâ'da bir şey varsa artık Kitab ve SUnnet'e bakmasına gerek yoktur. Çünkü bu
ikisi neshi kabul eder, fakat icmâ' kabul etmez. Kitab ve Sünnetteki hükmün
aksine oluşmuş bir icmâ' varsa, bu icmâ' Kİtab ve Sünnetteki hükmün
neshedildiğine dair kesin bir delildir. Zira ümmet, hata üzerinde birleşmez.
Müctehid daha sonra Kitab ve mütevatir Sünnete bakmalıdır. Bu İkisi aynı
derecededir; çünkü, bunlardan her biri, kesin bilgi İfade eder. Sem'î-kat'î deliller
arasında, birinin neshedici olması durumu hariç, çatışma/çelişme (tearuz)
tasavvur edilemez. Müctehid, hakkında Kitab veya mütevatir sünnet nassı bulduğu
konularda bu nassi alır. Bundan sonra, Kitabın umum İfadelerini ve zahir
ifadelerini araştırır. Sonra, bu umum ifadeleri tahsis eden, haberi vahid ve
kıyas gibi tahsis edici deliller bulunup bulunmadığını araştırır. Umum ifadeye
aykırı bir kıyas veya bir haberi vahidin bulunması durumunda hangisinin tercih
edilmesi gerektiği hususunu daha önce açıklamıştık. Eğer müctehid, 'nass lafız1
veya 'zahir lafız' bulamazsa, bu takdirde, naslann kıyasına yönelir. Eğer iki
kıyas veya iki haberi vahid veya iki umum çatışırsa, bi- [U, 393] razdan
zikredeceğimiz gibi, tercih aramaya koyulur. Eğer bu İkisi müctehid nez-dinde
birbirine eşit olursa, yukarıda açıklandığı üzere, bir görüşe göre, kararsız
kalır; diğer bîr görüşe göre ise muhayyer kalır.
İkinci mukaddime: Tearuzun mahiyeti ve yeri
Bilesin ki: Tercih ancak iki zannî şey arasında cereyan eder; çünkü zanlar
kuvvet bakımından birbirinden farklıdır, tki bilinen (ma'lum) arasında İse
böyle bir farklılık/dereceleme tasavvur olunamaz. Zira bir bilgi, diğer bir
bilgiden daha kuvvetli ve daha galip değildir. Her ne kadar bazı bilgiler,
diğerlerinden daha açık, daha kolay elde edilebilir ve teemmüle ihtiyaç
bırakmama açısından daha ileri ise de, hatta bazı bilgiler, bedihi olup
teemmüle hiç ihtiyaç hissettirmezken bazıları bedihi olmayıp teemmüle muhtaç
ise de, sonuçta, yani elde edildikten sonra bu bilgi de artık 'yakînî muhakkak'
olur ve muhakkak oluşu bakımından farklılık göstermez. Dolayısıyla, bir
bilginin diğerine tercih edilmesi diye bir şey olamaz. Bunun İçin biz diyoruz
ki; İki kesin nass tearuz ettiğinde, tercih imkanı yoktur; hatta bu İki nass
mütevatir İse, bunlardan birinin neshedici olması gerektiğinden, zaman
bakımından daha sonra olan nassın neshedici olduğuna hükmedilir. Eğer çatışan
bu iki nass haberi vahid cinsinden ise ve biz de tarihi biliyorsak, yine,
sonra olanın neshedici olduğuna hükmederiz. Eğer hangisinin sonra olduğunu
bilmiyor isek, ravinin doğru söylemiş olması zannî bir durum olacağından, biz
nefsimizde daha kuvvetli olan haberi takdim ederiz. İki kesin nass arasında
tearuz ve tercih olamayacağı gibi, aynı şekilde, iki kesin illet arasında da
tearuz olamaz. Allanın, bir yerde, tahrim için kesin bir illet dikmesi, başka
bir yerde de helallik için kesin bir illet dikmesi ve buna bağlı olarak,
hakkında iki illet bulunan bir meselenin helallik ve haramiık arasında dönüp
durması, ve buna İlaveten de bizim kıyas ile mükellef tutulmamız caiz değildir.
Çünkü bu durum, müctehid açısından, fer'î bir meselede, birisi hellaliğe,
diğeri haramlığa delalet eden iki kesin delilin bir araya gelmesi sonucuna
götürür ki bu imkansız bir şeydir. Fakat zanlar kişiden kişiye (bakış
açılarına göre) değişiklik gösterdiğinden, zannî illetler böyle değildir.
Dolayısıyla bir müctehid hakkında iki farklı zannî İllet bir araya gelmez, iki
zannın tearuz (tekavum) ettiği durumlarda, tıpkı iki kesin şeyin tearuz etmesi
durumunda olduğu gibi, bir görüşe göre, kararsız kalmayı gerekli görmüştük. Bu
durumda müctehidin muhayyer olacağını savunanlar ise, lafzın tahyire muhtemel
olmadığı gerekçesiyle, bir konuda biri helallik yönünde diğeri haramlık yönünde
iki kesin nassın öncelik ve sonralık olmaksızın -ve tah-yir anlamı verecek
biçimde- varid olmasının mümkün olmadığı şeklinde cevap vermişlerdir. Aynı
şekilde, ta'lîl'i (ta'lil'in kapsamını) açıkça belirterek kıyas İle mükellef
tutmak (teabbüd) da, nefyi ve isbatı, -lafız yönünden tahyîre muhtemel
olmayacak biçimde- tasrih etmek olur ki bu bir çelişkidir. Müctehidin, zanna
itti-ba ile mükellef tutulduğuna (teabbüd) delalet eden delilin de, iki zannın
daha galip olanına ittiba etmeye indirgenmesi uygun olup, iki zannın tearuzu
durumunda, müctehid ikisi arasında muhayyer olur. Bu, maslahata, teşbihe ve
ıstıshaba it-tiba'ın emredilmesidir. Tearuz durumunda, müctehid nasıl
davranırsa davransın, ıstıshab yapmış, benzetme yapmış ve maslahata ittiba
etmiş olur. Kat'î deliller (kavâtı1) ise birbirine zıt ve çelişkili olup, ya
nasih ya da mensuh olması gerekir. Birbirine zıt bu deliller, biraraya
getirilmeyi (cem1) kabul etmez. Evet, tarih tesbil edilemese ve başka bir delil
talebinden de aciz kalsak, bu takdirde, muhayyer ol-[II, 394] mamaz gerekir. Zira aralarında çelişki
olunca, biri diğerinden daha evla değildir.
Denirse ki:
tlim ve zan içtima eder mi?
Deriz ki:
Hayır! ilim (bilgi) ve zan biramda bulunmaz. Eğer ilim zanna muhalif
ise, biraraya gelmeleri imkansızdır; çünkü bilinen bir şeyin hilafı artık
zannolunamaz. İlimin hilafını zannetmek şek (kuşku) demektir; bilinen bir şey
hakkında nasıl kuşku duyulabilir! Eğer zan bilgiye (ilim) uygun ise, zannın
etkisi İlim ile bütünüyle silinir ve artık ilmin yanında zannın hiç bir etkisi
olamaz.
Birisi çıkıp dese ki: Siz iki zandan birini niçin tercih ettiniz;
halbuki, şayet tek başına düşünülecek olsaydı, bu iki zandan her biri tabi
olunması gereken bir zan olacaktı. Burada da, tercihe değil de, tahyîr'e
(seçme) veya tevakkufa (kararsız kalma) hüküm verseydiniz ya!
Deriz ki:
Her ne kadar birbirinden farklı olsalar da, mükellefiyetin (teabbüd)
iki zan arasını eşitleme yönünde varid olması caiz olabilirdi. Fakat icma1
bunun aksine delalet etmektedir. Şöyle ki; ravilerin ilmi, sayıca çokluğu,
adaletleri ve makamlarının yüksek oluşu gibi sebeplerle zannın kuvvet
kazanması yüzünden selefin bazt haberleri diğer bazı lan na takdim hususundaki
tutumu bilinmektedir. Bunun içindir ki selef, Hz. Peygamberin hanımlarının
rivayetini diğer kadınların rivayetine takdim etmiştir. Yine Aige'nin, sünnet
yerlerinin buluşması (iltikâu'l-hıtâneyn) konusundaki rivayetini, "Su
(gusül), sadece, su (ineninin gelmesi) sebebiyledir" rivayetine takdim
etmişlerdir. Yine, hanımlarından birinin Hz. Pey-gamber'in cünüp olarak
sabahladığı şeklinde rivayetini, Ebu Hureyre'nin FadI b. Abbas'tan rivayet
ettiği "Cünüp olarak sabahlayanin orucu yoktur" haberine takdim
etmişlerdir. Nitekim, Ali, Ebu Bekr'in rivayet ettiği haberi kuvvetli saydığı
için ona yemin ettirmemiştir; Ebu Bekr, Muğîre'nin ninenin mirasçı lığı konusundaki
haberini, Muhammed b. Mesleme de aynı rivayette bulunduğu için, kuvvetli
saymıştır. Ömer, Ebu Musa el-Eş'arînİn eve girerken izin isteme (isti'zan)
konusundaki haberini, Ebu Saîd el-Hudrînin muvafakati sebebiyle kuvvetli saymıştır.
Selefin bu gibi sebeplerle bazı haberleri diğerlerine tercih ettiklerine dair
pek çok örnek vardır. Aynı bunun gibi, fer'in iki asıldan birine daha çok
benzediği yönünde bir zann-ı galip hasıl olunca, bu zanna tabi olunması
gerektiği icmâ' ile sabittir. Anlaşılıyor kî icmâ' ehli, insanların tarım,
ticaret ve tehlikeli yollara teşebbüs edişlerindeki adetlerine göre teabbüd
etmişlerdir. Onlar korkutucu sebeplerin tearuzu durumunda, tercihte
bulunuyorlar ve daha güçlü olana yönetiyorlardı.
Denirse ki:
Peki öyleyse onlar, niçin şahitlik konusunda sayı çokluğu ve zannı
galibin kuvvetli oluşu gibi sebeplerle tercihte bulunmamışlar da, tam tersine,
iki beyyi-nenin çelişmesi durumunda tearuza hükmetmişlerdir?
Deriz ki:
Çünkü icmâ' ehli, rivayet konusunda tercihte bulundukları halde,
şehadet konusunda tercihte bulunmamışlardır. Bunun sebebi de şudur; şehadet
konusu, te-abbüd temeli üzerine bina edilmiştir. Hatta Öyle ki, şayet on kişi,
şehadet lafzı yerine ihbar lafzını kullanacak olsalar, on kişinin bu haberi
şehadet olarak kabul edilmez. Yine bir tutam sebze konusunda yüz kadının
şahitliği ve yüz kölenin şahitliği kabul edilmez. -Mukaddimeler bunlardır-.
[II, 395][1]
Bilesin ki:
Tearuz, çelişki
(tenakuz) demektir. Eğer iki haberde tearuz varsa, bunlardan biri yalandır.
Yalan ise, Allah ve Resulü açısından imkansızdır. Eğer tearuz emir ve nehiy,
harami ık ve i baha gibi iki hüküm hususunda ise, bu iki hükmü cem etmek, imkansızın
teklif edilmesi (teklîfu muhal) olur.
tki haberden birinin
yalan olması veya birinin zaman bakımından sonra olup nasîh olması veya iki ayn
duruma göre değerlendirmek suretiyle ikisinin arasını cem etme işine gelince;
msl. Hz. Peygamber, 'Namaz benim ümmetim üzerine vaciptir, benim ümmetim
üzerine vacip değildir' demiş olsa, biz deriz ki; Hz. Peygamber, birincisiyle
mükellefleri, ikincisiyle çocukları kastetmiştir. Ya da bu sözü acziyet ve
kudret durumlarına göre ya da iki farklı zamana göre söylemiştir. Eğer bu
şekilde uzlaştırma (cem) imkanından ve hangisinin önce hangisinin sonra
olduğunu tesbitten aciz kalırsak, ikisi arasında tercih yaparız ve daha
kuvvetli olan haberi alırız. Haber bizim nefsimizde, ravisinin doğruluğu ve
sahihliği sebebiyle kuvvet bulur. Haberin bizim nefsimizde ziyıî görülmesi
ise, ya metnindeki tutarsızlık (ıztırap) sebebiyle, ya senedindeki zayıflık
sebebiyle ya da metin ve sened dışındaki başka bir sebeple olur. Buna göre
tercih sebepleri toplam olarak on yedi tanedir.
1) iki
haberden birinin metninin ihtilaf ve ıztiraptan salim olup, diğerinin olmaması.
Bu durumda metnin
salimliği tercih sebebidir. Bünyesinde ıztırap taşımayan haber, Hz.
Peygamber'in sözü olmaya daha yakındır (eşbeh). Lafzın ızt irabına bir de
anlamdaki ıztırap eklenince, bu haber Hz. Peygamber'in sözü olmaktan iyice
uzaklaşır. Bu durum artık haberin zayıflığına ve ravinin rivayet hususunda gevşekliğine
(tesâhül) delalet eder.
Denirse ki:
Öyleyse, hadisin
metnindeki ziyadeyi rivayet etmenin, bu hadisin atılmasını gerektiren bir
ıztırap olması gerekir.
Deriz ki:
Hayır, bunun ıztırap
olarak değerlendirilmesi gerekmez; çünkü bu, birbirinden ayrı iki haberin
manası hususundadır. Ancak, eğer bir muhaddis, hafızların rivayetinden
infiradla maruf ise bu takdirde, başkasının haberi, infıradla maruf olan bu
hadisçinin haberine takdim edilebilir.
2) Senedin muztarip olması:
Bu muztariplik, iki
haberden birinin senedinde, isimleri ve sıfatlan netleşmemiş (iltibas)
kişilerin zikredilmesi ve bu kişilerin, ayırd edilmesi çok zor olacak bir
biçimde, bazı zayıf kişilerin isimleriyle ve vasıflarıyla vasıflanması sebebiyle
olur.
3)
Ravilerden birinin, nakil ehli arasında yaygın olarak bilinen ve nakledilen bîr
kıssanın ayrıntıları hususunda bîr rivayette bulunup, bu rivayetin kıssanın geneli
hakkında değil de bir ayrıntısında infırad etmesi durumu. Bu durumda, çok kişi
arasında nakledilen ve bilinen haber, nefislerde, bir kişinin, meşhur kıssadan
ari olarak rivayet ettiği haberden daha kuvvetli ve yanılgıdan salim olmaya
daha yakındır.
4) Haberin
ravisinin, aşırı dikkat (tayakkuz) ve yanılgı azlığı ile maruf olması ki,
böyle kişinin rivayetine duyulan güven daha kuvvetlidir.
5) iki
raviden birinin 'Hz. Peygamberi duyduk', diğerinin de 'Hz. Peygamber, bana
şöyle şöyle yazdı' demesi durumudur. Yazılan şeydeki tahrif ve tasnif ihtimali,
duyulan şeydekinden daha çoktur.
[II, 396]
6) İki
haberden biri hususunda, bu haberin raviye mevkuf olduğu veya merfu olduğu
konusunda hilaf söz konusu olması durumu. Merfu olduğu hususunda ittifak
edilen haber, daha evladır.
7)
Haberlerden birinin O'na, nass olarak ve söz olarak, diğerinin ise -'Onun
zamanında veya meclisinde şöyle şöyle oldu da, o buna karşı çıkmadı' şeklinde
rivayet edilmek suretiyle- ictihad olarak nisbet edilmesi. Bu durumda, ona nass
ve söz olarak nisbet edilen haber daha kuvvetlidir; çünkü nass, ihtimal
taşımaz. Halbuki onun zamanında olan şeyin ona ulaşmamış olması, meclisinde
cereyan eden şeyi gözden kaçırmış olması mümkündür.
8) iki
haberden birinin, kendisinden rivayet edilen haberlerin tearuz ettiği birinden
nakledilmiş olup, aynı zamanda bu kişiden zıt bir rivayetin daha bulunması
durumu. Bu durumda, rivayetlerinde tearuz bulunmayan ravinin rivayet ettiği
haber takdim olunur. Çünkü tearuz eden şey, karşılıklı olarak düşer ve diğer
haber mu-arazadan salim olarak kalır.
9) Ravinin,
vakanın sahibi olması durumu.
Böylesi bir durumda
vak'a sahibi, yabancı birinden daha İyi bilir. Msl. Mey-mune'nin Hz. Peygamber
benimle evlendiğinde, ikimiz de ihramlı değildik şeklindeki rivayeti, tbn
Abbasın Hz. Peygamber Meymuneyi nikahladığında, ihramlı idî rivayetine takdim
edilmiştir.
10) İki
raviden birinin daha adil, daha güvenilir, daha zabt sahibi, daha uyanık ve
daha araştırıcı olması.
11) tki
rivayetten birinin, Medine ehlinin ameline uygun düşmesi.
Medine ehlinin ameline
uygun düşen haber, daha kuvvetlidir. Çünkü, İmam Malik'in hüccet ve icmâ'
olarak değerlendirdiği bu şey, her ne kadar hüccet olmaya uygun değilse de,
tercih sebebi olmaya uygundur. Çünkü Medine hicret yurdu ve neshedici vahyin
iniş yeri olup, bunun Medine ehlinin gözünden kaçmış olması uzak ihtimaldir.
12) İki
haberden birinin, başka bir ravinin mürseline uygun düşmesi.
Ravilerin çokluğu
sebebiyle tercih yapanlar, bu durumu da bir tercih sebebi sayarlar. Çünkü
mürsel haber, kimilerine göre hüccettir. Mürsel haber, hüccet olmasa bite, hiç
değilse bir tercih sebebi olabilir.
13) Ümmetin,
bu iki haberden birinin gereğince amelde bulunuyor olması.
Ümmetin amelinin,
başka bir delilden hareketle olması muhtemel olduğu gibi, amelin dayanağının
bu haber olması da muhtemeldir. Dolayısıyla bu haberin doğruluğu, nefiste daha
kuvvetlidir.
14) Kur'an
veya icmâ' veya mütevatir bir nass veya akıl deliü'nin, haber doğrultusunda
amel etmenin vacipliğine şahitlik etmesi durumu.
Bu durum, haberin
tercih sebebi olur.
Denirse ki:
Aslında bu durum, o
haberin doğruluğu hususunda kesin bir delildir.
Deriz ki:
Hayır, kesin bir delil
değildir. Aksine, birisinin, Hz. Peygamber adına, Kur'an'a veya icmâ'a uygun
düşen bir yalan rivayette bulunması ve Hz. Peygam-ber'den duymadığı halde,
duydum diye rivayet etmesi tasavvur olunabilir. Ancak ümmet, bu haberin
doğruluğu hususunda icmâ1 etmiş ise ancak bu takdirde o haberin doğruluğu
vacip olur. Yoksa ki ümmetin, o şahsın haberi uyarınca bir amel hususunda
içtima etmiş olmaları, haberin doğruluğunu kesinlemez. Belki de ümmetin bu
amelinin dayanağı başka bir delildir.
İS) tki haberden
birinin daha özel, diğerinin ise daha genel olması.
Bu durumda, amaca
(probleme) daha özel olan haber takdim edilir. Nitekim, "Gümüşte kırkta
bir (rub'u'l-uşr) vardır" şeklindeki haberin, zekat mükellefiyetinin, hem
çocuğa hem de buluğa ermiş kişiye vacip olması konusunda, Kalem üç kişiden
kaldırıldı haberine takdim edilmesi böyledir. Çünkü bu ikinci hadis, genel
hitabın nefyine dair olup, bunda, zekat konusuna değinilmediği gibi, -zeka-
[II, 397] tını çıkarmakla-, zekatın veliden sakıt olacağına da değinilmemiştir.
Birinci hadis ise, özelikle zekat konusuna ilişkin olup, umumuyla, çocuğun
malını da içine almaktadır. Dolayısıyla ilk hadis, bu konu açısından, daha
özel ve maksada daha değiniktir.
16) iki haberden birinin, olduğu biçimiyle
müstakillen anlam ifade etmekte olup, buna muarız olan haberin, anlam ifade
edebilmek için zikredilmemiş veya silinmiş bir lafzın varsayıl masına (idmar
veya hazif takdirine) gerek duyması.
Bu ikinci şekildeki
haber için, birincisinde söz konusu olmayan bir karışı-hk/kapalılık (iltibas)
vardır.
17) İki
haberden birinin ravilerinin sayıca daha çok olması.
Çokluk, zannı
kuvvetlendirir. Şu kadar ki öyle tek adil kişi vardır ki, uyanıklığı ve
zaptının şiddeti sebebiyle, bazen, nefiste, İki adil kişiden daha kuvvetli
olabilir. Böylesi durumda, müc ten idin zannına galip gelene dayanılır.
İşte bunlar, haberin
senedindeki veya metnindeki bir durum yüzünden tercihi gerektiren hususlardır.
Bazan da metin ve sened dışındaki bir sebeple tercih yapılabilir ki, bu tercih
sebepleri beş tanedir.
1) Haberin,
haber mahallinde kullanılış keyfiyeti.
Msl. 'Velisîz nikah
olmaz1 haberi ile "eyyim (kocasız kadın), kendisi hakkında velisinden daha
fazla hak sahibidir' haberi böyledir. Bu İfade her ne kadar hem izin vermeyi ve
hem de akit yapmayı içine almakta ise de, biz bu hadisi, eyyim'in, akid
hususunda değil, izin hususunda velisinden daha fazla hak sahibi olduğuna
hamlederiz. Onlar ise bizim haberimizi (birinci hadisi), büyük kız hususunda da
tartışma mevcut olduğu halde, küçük kız'a veya cariye'ye veya denk olmayan
biriyle evlenmeye hamletmişler ve bu haberimizi, tartışma mahalli dışına
çekmişlerdir. Biz ise her İki haberi de büyük kız hakkında kullanmaktayız. Bizim
tevilimiz daha tutarlıdır. Çünkü lafız bu tevili yadırgamaz. Aksine lafzın, her
ikisine de ihtimali vardır. Fakat bu haberi, küçük kıza veya cariyeye indirgemek
uzaktır.
2) İki
haberden birinin, sahabenin mertebesini alçaltım olması.
Böyle olan haber daha
zayıf olur. Nitekim sahabenin, Hz. Peygamber'in, kahkaha durumunda kendilerine
yeniden abdest almayı emrettiğini nakletmesi böyledir. Bizim haberimiz ise, -ki
bu haber 'Hz. Peygamber, yolcu olmamız durumunda, mestlerimizi cünüplük durumu
olmadıkça, bevl, gait veya uykudan dolayı çıkarmamamızı emrederdi' şeklinde
olup, bu haberde kahkaha geçmemektedir-, onların haberinden daha evladır.
3) İki
haberden birinin özel oluşu hususunda tartışma bulunup, diğerinin tahsis
edileceğinde ittifak bulunması.
Kimi alimler bu
durumda, böylesi bir haberin hüccet olarak kullanılamayacağını söylemişlerdir.
Bu anlayış sahih olmasa bile, en azından bu haberin zayıflığına delalet eder.
4) iki
haberden biriyle, tartışma konusu olan hükmün beyanının kastedilme-si, diğerinin
ise böyle olmaması.
Msl. 'Hangi deri
(ihâb) olursa olsun, tabaklanınca temizlenir' hadisi böyle olup, bunda, eti
yenenle yenmeyen arası ayırd edilmemiştir. Bu haberin umumunun, eli yenmeyen
hayvanların derisine delaleti, Hz. Peygamber'in yırtıcı hayvanların
derilerinin yaygı olarak kullanılmasını (üzerinde yatılmasını) yasaklamasının
delaletinden daha kuvvetlidir; çünkü bu haber, necaset ve taharetin beyanı
için sevkedilmiş olmayıp, Hz. Peygamber, kibir gerekçesiyle veya bizim bilemediğimiz
bir özellik yüzünden bu derilerin yaygı/yatak olarak kullanılmasını yasaklamış
olabilir.
5) îki
haberden birinin, hükümde tesiri bulunan bir şeyin isbatını içermesi [II, 398],
diğerinin ise böyle olmaması.
Nitekim Aişe, îbn Ömer
ve Ibn Abbas'ın 'Berîre, bir kölenin nikahı altında iken azad edilmiştir*
şeklindeki rivayeti, 'Berire bir hürün nikahı altında iken azad edilmiştir1
rivayetine takdim edilmiştir. Çünkü, köleliğin seçme hususundaki zararının
tesiri zahir olmuştur ve bu, hür hakkında cari değildir.[2]
Bunun altı örneği
bulunmaktadır.
1)
Ravilerden birinin haberle amel edip, diğerinin etmemesi ya da ümmetin bir
kısmının, iki haberden birinin mucebi ile amel edip, diğer bir kısmının amel
etmemesi, bir tercih sebebi değildir. Zira bunları taklid etmek vacip değildir
ve amel edilen haberle amel edilmeyen haber birdir.
2) İki
haberden birinin garip olup, usule benzememesi.
Mst. Kahkaha hadisi,
ğurretu'l-cenîn hadisi, diyetin âkıleye yüklenmesi hadisi, hurma nebizi haberi
ve atın bir gözü hususunda kıymetinin ödenmesi haberi böyledir. Bu hadisler,
şayet sahih iseler, usule muvafık olan hadislerden geri kalmazlar. Çünkü
Sari', garip ile de meluf ile de mükellefiyet yükleyebilir (teaab-büd). Öyle
ki, şayet iki haber arasında tearuz (tekavum) olursa, her ikisi de düşer ve biz
kıyasa başvururuz. Bu ise, hiç bir şekilde, tercih değildir.
3) Her ne
kadar, had şüphe sebebiyle düşüyorsa da, haddi düşüren haber haddi gerektiren
habere takdim edilemez. Kimi alimler, haddi kaldıran haberin evla olduğunu
söylemişlerdir ki bu zayıftır. Çünkü bu durum, ravinin naklettiği haberdeki
doğruluğunda bir farklılığı gerektirmez. -Yani msl. haddin kalktığı yönündeki
haberi nakleden ravinin daha doğru sözlü olduğu düşünülemez-.
4) Hz.
Peygamber'in bir fiiline ilişkin olarak biri müsbit diğeri nâfî iki haber
nakledilse, bu fiilin iki ayrı durumda vukua gelmiş olması ve dolayısıyla aralarında
tearuz bulunmaması ihtimali sebebiyle, bu haberlerden biri diğerine tercih
edilemez. -Hz. Peygamber'in Fiilleri konusu işlenirken, iki fiil arasında
tearuzun imkansız olduğu nokta açıklanmıştı-.
5) Bir
haber, itki, diğeri itkin olmadığını içeriyorsa, bu durumda Irak ehlinden kimi
alimler, itkin daha yaygın/galip olduğu ve itkin feshi kabul etmediği gerekçesiyle,
itki isbat eden haberin daha evla olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş de
zayıftır. Çünkü bu durum, ravinin doğruluğu ve naklinin sübutu hususunda bir
farklılık gerektirmez.
6) Haram
kılıcı (muharrim) haber, kimi alimlerin zannına göre, mubah kılıcı habere
tercih edilemez; çünkü, her ikisi de şer'î birer hüküm olup, bu iki hususta
ravinin doğruluğu bir çizgidedir.[3]
İlletlerin tercihinin
raci olduğu şeyler, beş noktada toplanabilir:
1) Çıkarımın
yapılacağı aslın kuvvetine raci olan tercih. Aslın kuvvetli oluşu, illeti tekid
eder.
2) İlletin
bizatihi takviyesine raci olan tercih.[II, 399]
3) illetin, nass veya icmâ' veya emare gibi, isbat
yolununun kuvvetine raci olan tercih.
4) illetle
sabit olan hükmün takviyesine raci olan tercih.
5) illetin,
usulün şehadeti ve muvafakati ile güçlenmesi sebebiyle tercih.
Birinci kısım, yani
aslın kuvvet derecesine raci olan tercih, on tanedir:
1) iki
illetten birinin, Şer'de yerleşik bulunduğu zaruri olarak bilinen bir asıldan
çıkarılmış olması; diğerinin ise, zaruri olarak değil de, nazar ve istidlal yoluyla
bilinen bir asıldan çıkarılmış olması.
Her iki illet de
biliniyor olmakla birlikte, zaruri illeti inkar eden kişi tekfir olunur, nazari
illeti inkar eden ise kafir olmaz. Demek ki, zaruri illet daha güçlüdür.
Denirse ki:
Siz daha Önce, bilinen
bir şeyin, diğer bilinen bir şeye takdim edilemeyeceğini söylemiştiniz.
Deriz ki:
Her iki illet de
zannîdir; bilinmekte olan ise, bu illetlerin çıkarıldığı asıllar olup, tercih
zannî illet içindir.
2) iki
asıldan birinin neshe ihtimali olması veya bir kısım alimlerin bunun mensuh
olduğu görüşünde olması.
ihtilaftan ve
ihtimalden salim olan asıl daha evladır ve daha güçlüdür.
3) iki
İlletten birinin aslının, haberi vahid ile, diğerininki ise, mütevatir bir
haberle ve kesin bir durumla sabit olması.
Her ne kadar, haberi
vahidle amel, kesin olarak vacip ise de, bu haber, ravi-nin doğruluğunu
zanneden kişiye izafetle haktır. Diğeri ise, izafetle değil, mutlak olarak
bizatihi haktır.
4) îki
asıldan birinin, birçok rivayetle sabit olup, diğerinin bir tek rivayetle sabit
olması.
Kavilerin çokluğunu
tercih sebebi sayanlara göre, bîrinicisi tercih edilir; çokluğu tercih sebebi
saymayanlara göre ise tercih edilmez.
5) iki
asıldan birinin, tahsis girmemiş umumla sabit olması.
Bu asıl, tahsis girmiş
umumla sabit olan asıla tercih edilir. Çünkü tahsis girmiş umum zayıftır.
6) İki
asıldan birisinin, nassın tasrihi ile, diğerinin ise, ince bir idmar veya hazif
takdiriyle sabit olması. Bu durumda, sarih nass, daha evladır.
7) iki
asıldan birinin, bizatihi asıl olup, diğerinin, başka bir aslın fer'i olması.
Bu fer üzerine kıyas
yapılmasını caiz görenlere göre, fer, zayıftır. Zahir olan görüş, bu asıl
üzerine kıyas yapılmamasıdır.
Aynı şekilde haberi
vahidle sabit olmuş bir asıl, haberi vahide kıyas yoluyla sabit olmuş bir
asıldan daha kuvvetlidir.
8) iki
asıldan birinin, kıyasçıların, talil edilebilirliği üzerinde ittifak ettiği bir
asıl olması, diğerinin ise talilinde ihtilaf edilen bir asıl olması.
Her ne kadar, ümmetin
tamamını oluşturmuyorlarsa da kıyasçıların, talilinde ittifak ettikleri asıl,
ihtilaf edilene nisbetle, malum olmaya daha yakındır.
9) iki
asıldan birinin delilinin mekşuf (açığa çıkarılmış) ve muayyen olup, diğerinin,
her ne kadar muayyen olmasa da, bir delille sabit olduğunda icmâ' edilmiş
olması.
Bu durumda mekşuf olan
takdim edilir; çünkü, bunun rütbesinin ve başkasına takdiminin bilinmesi
mümkündür. Halbuki meçhul olanın, rütbesi bilinmediği gibi, başkasıyla
muarazasının ve eşitliğinin mahiyeti de bilinemez. [n, 400]
10) İki
asıldan birinin, aslî nefyi değiştirici olup, diğerinin aslî nefyi devam
ettirmesi.
Değiştirici olan daha
evladır; çünkü bu şer'î bir hükümdür ve sem'î bir asıldır. Diğeri ise, gerçekte
hükmün nefyedilmesidir.
İkinci kısım,
asıla raci olandır. Biz geri kalan dört kısmı, birbirlerine olan ilişkilerinden
dolayı, ayırd etmeksizin birlikte zikredelim. Bu suretle, yaklaşık 20 yön
olmaktadır.
1) iki
illetten birinin kesin bir nass ile sabit olması, tercih sebebi olarak zikredilmektedir.
Bu zayıftır; çünkü, kesin karşısında zan zaten silinip gider; dolayısıyla
kesinin karşısında duramaz ki, bir tercihe ihtiyaç duyulsun. Zira, şayet kesinin
karşısında durabilecek olsaydı, bu kesinde kuşku söz konusu olurdu ve bilinir
olmaktan çıkardı. Zaten biz, bilinir olanın, bilinir olana ve zannî olanın
zannî olana tercih edilemeyeceğini açıklamıştık.
2) İki
illetten birinin, bir sahabinin -muhalifi bulunmaksızın- yaygınlık kazanmış
sözüne uygunluk sebebiyle destek kazanması. Bu durumu icmâ' saymayanlara göre,
bu anlayış sahihtir. Ancak bunu icmâ' sayanlara göre, bu durum onlar açısından
kesin bir şey olmuştur ve artık bu kesin şey karşısında zan tutunamaz.
3) İki
illetten birinin, sadece bir sahabinin yaygınlık kazanmamış sözüyle destek
bulması. Kimi alimler bunun hüccet olduğunu söylerler. Bu şekildeki sa-habi
sözü, hüccet değilse bile, müctehidin zannında bir kıyasın bununla kuvvet
kazanması uzak ihtimal değildir. Zira bir müctehid 'eğer bu bir sahabinin söylediği
söz, eğer tevkif kaynaklı ise, alınmaya daha layıktır; yok eğer zan ve kıyas
kaynaklı ise, sahabi, Şer'in maksatlarını anlamaya bizden daha ehildir' diye
düşünebilir. Bunun yanında başka bir müctehid de bunu tercih sebebi
saymayabilir.
4) iki illetten
birinin, mürsel bir habere ya da kendince merdud olan bir habere uygunluğu
sebebiyle bir üstünlük kazanması. Fakat bunu bazı alimler söylemiştir. Bu
durum, bunu tercih sebebi sayacak olanların, bu hadise kail olanların
mezhebinin butlanına kesin gözüyle bakmayıp, aksine bunu ictihad konusu olarak
değerlendirmesi şartıyla tercih sebebi olabilir.
5) Usulün, iki İlletten birinin hükmünün
benzerine şahitlik etmesi, -tabii ki, illetin aynına değil, cinsine şahitlik
etmesi durumunu kastediyorum-. Çünkü eğer usul, bu illetin aynına şahitlik
ediyorsa, bu takdirde, kesin olur ve niyetlere göre oluşan zanları kaldırır.
Keffaretlerin, niyyet hususunda, bedel ve mübdelin eşitliğine şahitliği
böyledir. Bu durum da, buna zannı galip getirenler açısından tercih sebebi
olmaya uygundur.
6) İkisinden birinde, illetin bizzat kendisinin
varlığı zaruri olup, diğerinde nazari olması. Her ne kadar her ikisi de bilinir
ise de veya ikisinden birisi yaki-nen diğeri zannî olarak bilinir ise de.
İlletin vasıflarından birisi de, teyakkun edilmektir; msl. buğdayın
saklanabilir gıda maddesi (kût) olması, şarabın sarhoş edici olması gibi.
illetin vasıflarından biri de zannolunan şeydir, msl. köpeğin satılması
yasağını, necis oluşuyla talil etmemiz halinde, köpeğin necis olması böyledir.
Yine, değişen çok suya atılması halinde, toprağın, necasetin kokusunu örtücü
değil, giderici olması böyledir. Yine, kendisine, iki vasfın zaruri olanının
veya malum olanının muaraza etmesi durumunda, birisi zaruri, diğeri nazari veya
biri- [II, 401] si malum diğeri maznun iki vasıftan mürekkep illet de bunun
gibidir; çünkü, ikivasfının toplamı bilinen illet, iki vasfından birine zan
veya şek giren illetten daha evladır. Çünkü hüküm kuşkusuz, illetin kendisinin
varlığına tabi olur. Dolayısıyla, İlletin varlığı yönündeki bilgiyi veya zanni
kuvvetlendiren şey, illetin hükmü yönündeki zannı da kuvvetlendirir.
7) İlletin
bilgisine ilişkinliğe raci olan şey ile tercih. İki illetten birisi, msl. haram
olmak veya neci s olmak gibi bir hüküm olup, diğerinin, msl. kût ve müs-kir
olmak gibi hissî olması. Bu durumda onlar, hükmün hükme raci kılınmasının
(reddedilmesinin) daha evla olduğunu iddia ederler. Hatta onlara göre, hükmün
hürriyet ve kölelik ile talili, temyiz ve akıl ile talilinden daha evladır;
yine hükmün 'teklif ile tatil edilmesi, 'insaniyet' ile talil edilmesinden
daha evladır. Bu, zayıf tercih yollarındandır.
8) İki
illetten birinin sebep veya sebebin sebebi olması. Msl. Zina ve hırsızlığın,
had cezası için bir illet kılınması, başkasının malını gizli bir şekilde
almanın illet kılınmasından ve fere i ferce girdirmenin illet kılınmasından
daha evladır; ta ki, bu suretle aynı hüküm, nebbaş ve livatacıya da sirayet
edebilsin. Çünkü bu İllet, hükmün kendisiyle açığa çıktığı isme istinad
etmektedir. Bu, iki illetin her yönden eşit olması durumundadır. Ancak, eğer
bir delil, hükmün, bu zahir sebebe bağlı (menut) olmayıp, aksine tazammun
ettiği bîr manaya bağlı olduğunu gösteriyorsa, bu takdirde, tabi olunacak olan
şey delildir. Nitekim kadı, gazaplı iken hüküm vermez, gazap yüzünden değil;
fakat, fikirini İyice tamamlamaktan engellenmiş olması sebebiyledir. Öyleyse
bu hüküm, kindar ve aç hakim hakkında da geçerlidir. Bu talil, hükmün kendisine
izafe edildiği gazap ile tatilden daha evladır.
9) Tesirin
şeddetî ile tercih. Burada tesirin şiddeti ile, bunun illet olduğuna dair bir
delilin bulunmasını kastetmiyoruz. Çünkü delil, delilde değil, bunun özünde
(nefsinde) bulunan bir anlam üzerine kaim olmaktadır. Öyleyse, illetin müessir
olmasının da bir anlamı olmalıdır. Sonra eğer bu durum, kendi nefsinde [II,
402] ve Allah Teâlâ'nın ilminde tahakkuk etmişse, belki de Allah ona dair tarif
edici
bir delil ve ilan
edici bir emare dikmiştir ve belki de bir delil dikmemiştir. Öyleyse, illet
olması sebebiyle tarif edici delilin kuvveti, hiç bir şekilde tesirin şiddeti
değildir. Aksine (usulcüler) tesirin şiddetini bir kaç şekilde tefsir
etmişlerdir;
a) illetin muttarid olması yanında, bir de
mün'akis olması. Bu illet, kimi alimlere göre, mün'akis olmayan illetten daha
evladır. Zira hükmün, nefy ve isbat bakımından bu illetin yokluğu ve varlığı
ile beraber deveran etmesi, bu illetin tesirinin şiddetine delalet eder. Msl.
Şarabın şiddeti böyledir. Nitekim hüküm bu şiddetin zevali ile birlikte zail
olmaktadır.
b) İlletin,
illet olması yanında, bir de kendisinin (bu fiilin) haramlığının illeti olan
bir fiili yapmaya götürücü olması, tnsl. şiddet böyle olup, haram kılınmıştır,
ve bu aynı zamanda, kendisinde bulunan ıztırap ve sürur yüzünden, haram kılınan
içmeye götürücüdür. Bu İllet, hükümde müessir olması yanında, bir de, hükmün
mahallini, ki bu içmektir, tahsilde de müessirdir.
c) Tek
vasıflı bir illet bulunup, bu İllete birkaç vasfı bulunan bir illetin muarız
olması. Kimi alimler, tek vasıflı illetin daha evla olduğunu söylemişlerdir;
çünkü, bu tek vasıfla sabit olan, nefy-i asliye aykırı hüküm daha çoktur.
Bunlar içerisinden bîr şeyin müctehidin zannına galip gelmesi uzak değildir.
d) ikisinden
birinin daha çok vuku bulması, ki bu illet daha müessirdir; dolayısıyla daha
evladır. Bu görüş uzaktır; çünkü, illetin tesiri, ancak, illetin bulunduğu
mahalde olur. İlletin bulunmadığı mahalde ise, bu İlletin tesiri nasıl talep
edilebilecektir!
e)
Kimilerine göre, kendisine iki aslın şahitlik ettiği illet, kendisine bir aslın
şahitlik ettiği illetten daha evladır. Bu, istinbat yolunun farklı olması
durumunda ortaya çıkar. Eğer istinbat yolu, birbirine eşit ise, bu takdirde bu
anlayış zayıftır. Yine de bir müctehidin zannının bununla kuvvet kazanması ve
usulün çokluğu-
[II, 403] nun, bir
haberi rivayet eden ravilerin çokluğu gibi olması uzak değildir. Bunun örneği
şudur: Biz, pazarlık amacıyla elde tutmanın (yedu's-sevm) tazmin yükümlülüğü
gerektirip gerektirmediğini tartıştıştığımızda, Şafiî, bunun illetinin, bir istihkak
olmaksızın kendi amacı (yaran) için alması olduğunu söylemiş ve bunu ödünç
alana (müsteîr) da geçirmiştir. Hasım İse, tam tersine bunun illetinin, temellük
etmek için (amacıyla) almak olduğunu söylemiştir. Bu illeti hususunda Şafiî'ye,
yedu'l-gasıb ve gasıptan istiare eden kişinin eli şahitlik etmektedir. Ebu
Hanife'ye ise, sadece, yedu'r-rehn şahitlik etmektedir. Bir müctehid nezdinde
Şafiî'nin illetinin üstünlüğünün galebe çatması ve her aslın, adeta başka bir
şahit gibi olması uzak değildir. Tu'm ile talil edilmesi durumunda, riba da
bunun gibi olup, buna tuz da şahitlik etmektedir. Eğer riba kût ile talil
edilecek olursa, bu takdirde ona şahitlik etmez. Bunun da tercih sebeplerinden
biri olması uzak değildir.
10)
Kendisinden istinbat yapılan umumu isbat eden illet. Bu illet (umumu) tahsis
edici illetten daha evladır. Allah Teâlâ "ev lâmestumu'n-nisae velam
te-cidu mâen fe teyemmemu saîden tayyiben" demiştir. Bu durumda,
ihramlıntn ve küçük kızın umumdan çıkarılmasını iktiza eden bir illet ortaya
çıkmakta, bir de umuma uygun düşen bir illet ortaya çıkmaktadır. Umumu,
mücerrediyle nef-yeden illet hüccettir, dolayısıyla, kendisiyle tercih
yapılabilir. Kimi alimler de, tahsis edici illetin daha evla olduğunu
söylemişlerdir; çünkü tahsis edici İllet, umumun tarif etmediği bîr şeyi tarif
etmekte, dolayısıyla da artı bir yarar sağlamaktadır. Umumu takrir eden illet
ise bir ziyade ifade etmemektedir. Öyleyse bu illet, ttpkı müteaddi illet gibi,
daha evladır. Müteaddi illet, kimi alimlere göre, kasır illetten daha evladır.
Bu anlayış zayıftır; çünkü, müteaddi İllet, melfuzu takrir eder ve meskutu da
bu melfuza ilhak eder ve bir larar ifade eder. Halbuki kasır illet bir şey
ifade etmez. Hatta kimileri, kasır illetin fasid olduğunu söylemişlerdir.
Kimileri de, bu sebepten dolayı, müteaddi illetin tercihini hayal etmişlerdir.
Halbuki bu da sahih değildir. Tahsis edici illete gelince, bu illet, umumun
mucebine aykın düşmektedir; dolayısıyla umumun mucebine aykırı düşmeyen illetten
daha zayıftır.
11) Kendi
aslına daha fazla benzerliği sebebiyle illletin, kendi aslına benzerliği daha
az olan illete tercih edilmesi. Hükmün taalluk etmediği vasıftaki mücer- [ü,
404] red benzerliğin, hükmü gerektireceği görüşünde olmayanlara göre, bu
anlayış zayıftır. Bu benzerliğin hükmü gerektirici olduğu görüşünde olanlara
göre ise, bunun gayesi, tıpkı başka bir illet gibi olması ve iki illetin bir
illete tercihi edilmesinin gerekmemesidir. Çünkü şey, kendi kuvvetiyle
tereccuh eder, kendisine mislinin eklenmesiyle değil. Nitekim, Kİtab, Sünnet
ve icmâ' ile sabit olan hüküm, bu usullerden sadece biriyle sabit olan hükme
tercih edilemez. Onların, 'Bir şeyin,
kendi cinsine reddi,
başka bir cinse reddinden daha evladır; taki, namazın namaza kıyas edilmesi,
namazın oruca ve hacca kıyas edilmesinden daha evla olur; çünkü bu ona, daha
benzerdir' şeklindeki sözleri de buna yakındır. Bu anlayış uzak değildir; çünkü
usulün değişikliği, hükümlerin de değişik olmasına münasiptir. Maznunun cinsi
bir olduğunda, tefavüt zanna daha ağır basar. Bu noktadan hareketle kimi
alimler nezdinde salt benzerlik hüccet sayılmıştır.
12) Kimilerine göre, bir hüküm ve bir fazlalık
gerektiren illet, bu fazlalığı gerektirmeyen illetten daha evladır. Çünkü
illet, hükmü için murad edilir; dolayısıyla faydası daha çok olan illet daha
evladır. Hatta derler ki; celd ve sürgünü gerektiren şey, sadece çeldi
gerektirenden daha evladır. Yine bu doğrultuda olmak üzere derler ki; vücubu
gerektiren illet, nedbi gerektirenden daha evladır; nedbi gerektiren illet,
ibahayı gerektirenden daha evladır; çünkü vacibde, hem nedb, hem de bir ziyade
bulunmaktadır.
13) Müteaddi
illetin, kasır illete tercih edilmesi. Bu yaklaşım, kasır illeti fasid
saymayanlara göre, zayıftır; çünkü ferlerin çokluğu, hatta fer'lerin aslının
varlığı, illetin zatındaki kuvveti beyan etmez; tam tersine, kasır illetin
nassa daha uygun olduğu, dolayısıyla daha evla olduğu da söylenebilir.
14) Aklın
hükmünden nakledici olan illetin, aklın hükmünü takrir eden illete
tercih edilmesi; çünkü
nakledici olan illet, şer'î bir hükmü isbat etmektedir; takrir [ü, 405] edici
olan illet ise, hiç bir şeyi isbat etmemektedir. Kimi alimler de, takrir edici
illetin daha evla olduğunu söylemişlerdir. Çünkü takrir edici illet, şayet bu
illet olmasaydı tek başına nefye delalet edecek olan aklın hükmüyle
desteklenmektedir. Örnek: bir yanda, sebzelerde zekatı iktiza eden bir illet
ve öte yanda sebzelerde zekat bulunmadığım gösteren bir illet var; bir yanda,
pirinçte ribayı gerektiren bir illet var, öte yanda bunu nefyeden bir illet
var.
Denirse ki:
Hiç bir şey ifade
etmediği halde, aslın hükmü üzere ibka eden illet niçin sahih oluyor; çünkü
şayet bu (illet), bir illet olmasaydı, biz bu hükmü de ibka edecektik.
Deriz ki:
Eğer iş böyle olmuş
olsaydı, tıpkı, rüzgarın esmesinin orucu ve abdest almayı gerektirmediğine
delalet etsin diye tatilde bulunan kişi gibi, sahih olmazdı; tam tersine aklın
gerektirmediği bir tafsili gerektirmesi veya bir şart ziyadesini iktiza etmesi
veya aklın gerektirmediği bir itlakı gerektirmesi uygun ve gerekli olurdu,
tıpkı, şayet, kût dışındaki şeylerin satımının cevazı hususunda bir illet
dikmesi durumunda olduğu gibi. Çünkü, kut olmayanın, kut olandan tahsis edilmesi,
aklın iktiza etmediği bir şeydir.
15) Müsbİt
illetin nafi İllete takdim edilmesi. Kimi alimler bu görüştedir. Bu görüş sahih
değildir. Çünkü, ancak Şer' ile sabit olan nefy, her ne kadar, yukarıda
belirttiğimiz nakledici ve takrir edici illet meselesine raci olan aslî bir
nefy olsa da, tıpkı isbat gibidir. Kerhî der ki; haddi düşüren illet, haddi
gerektiren illetten daha evladır. Bu anlayış, Hz. Peygamber'in
"idreu'l-Hudude bişşübühat" sözünün sabit olmasından sonra sahih
olur ve ibadetlerde, keffaretlerde ve şüphe ile düşmeyen hususlarda geçerli
olmaz. Tam tersine, vücubun bir vechi ve sukutun da bir vechi olması ve bu iki
vechin tearuz etmesi durumunda, mahal, şüphe mahalli olur ve düşürücü illetin
gerektirici illete tercihi yüzünden değil, haberin umumu yüzünden sakıt olur.
16) Tarik-i
evla ile olan illetin, misil olan illete tercih edilmesi. Msl. Tevbe eden
kişinin şahitliğinin kabulünü talil edip, bunu kazf haddinin ikamesinden ön-
[II, 406] çeki duruma
kıyas edilmesi; yine amd keffaretinin, talil edilip, hataya kıyas edilmesi;
tesmiyeyi terketmeye kıyasen, tesmiyenin fesadı durumunda nikahın sıhhatinin
talil edilmesi böyledir. Eğer bu tarik-i evla ile ise, daha kuvvetlidir.
17)
Kimileri, mülazim illeti, bazı durumlarda ayrılabilen illete tercih etmişlerdir.
Bu zayıftır. Zira, msl. şarabın kızıllığı gibi, hatta şarap ve buğdayın varlığı
gibi, nice lazım vardır ki, illet değildir.
18) Kimi alimler, muarazadan salim kalmış bir
asıldan çıkarılan illeti, dengiyle muarazadan salim kalmamış bir asıldan
çıkarılmış illete tercih etmişlerdir.
19)
Kimileri, daha hafif bir hüküm gerektiren illeti tercih etmişlerdir; çünkü
şeriat, hanifiyye ve semhadır. Kimileri de tersini tercih etmişlerdir; çünkü,
teklif ağır ve meşakkatlidir. Bunlar zayıf tercihlerdir.
20) Fer'de
kendi hükmünün mislini gerektiren illetin, fer'de hükmünün aksini gerektiren
illete tercih edilmesi. Msl. Şafiî'nin, cariyenin cenini meselesindeki talili,
erkek ve dişi arasında eşitlik hususundaki asıla eşit bir hüküm gerektirmektedir.
Ebu Hanifenin talili ise, fer'de erkek ve dişi arasında farkı gerektirmektedir.
Zira Ebu Hanife, dişide (fı'1-ünsa mine! eme), kıymetinin onda birini, erkekte
ise kıymetinin onda birinin yansını vacip kılmaktadır. Asıl ise, hür kadının
cenini [II, 407] olup, erkekte ve dişide beş devedir. Erkeklik ve dişiliğe
itibar etmeyen illet daha evladır; çünkü, bu illet asıla daha uygundur.
Bunlar tercih
yollandır. Bunlann bir kısmı zayıf olup, bazı müctehidler için zan ifade
ederken bazıları için zan ifade etmez. Bunlann dışında da aynı cinsten tercih
yollan bulunabilir. Bizim zikrettiklerimiz içinde bunlara da işaret vardır.
Dördüncü kutuba
ilişkin olarak söyleyeceklerimiz tamam oldu. Bu suretle de fıkıh usulünün medan
olan dört kutubu bitirmiş olduk ve billahittevfık velham-dulillahi vahdeh. ve
sallallahu ala Muhammedin ve alihl teslimen.[4]
[1] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/380-383
[2] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/383-387
[3] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/387-388
[4] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum
Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/ 389-396