Darulharbe Götürülmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Şeyler
Düşmandan Öldürülmesi Mekruh Olanlar
Müslümanların Düşmandan Yardım İstemeleri Ve Düşmanın Müslümanlardan Yardım İstemesi
Mekruh Olan İpek Ve İpekli Kumaş
İçki İçmek Ve.Domuz Eti Yemek İçin Zorlanan Kişinin Durumu
Düşmandan Öldürülmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Kişiler
Savaşa Gitmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Kişiler
Darulharpte Mekruh Olan Ve Olmayan Şeyler
Düşmanın Suyunu Kesmek, Kalelerine Karşı Mancınık Dikmek Ve Kalelerini Yakmak
Darulislamda Caiz Olup Darulharpte Caiz Olmayan Şeyler
Esir Müslüman, Düşmanın İsteklerinden Neleri Kabul Edebilir?
Düşmanın Zorlaması Halinde Müslüman Esirin Yapıp Yapamıyacağı İşler
Kişinin İki Şeyden İstediğini Yapması
Müslümanların Bîr Düşmana Karşı Başka Bir Düşmanla Beraber Savaşması:
İslam Ülkesinde Müslüman Olmayanların Kiliseaçmaları Ve İçki Satmaları Gibi Yapamıyacakları Şeyler
Müslümanların Düşmana Yapması Helal Olan Ve Olmayan Şeyler
Müslümanların Ticaret Mallarından Darulharbe Götürmeleri Caiz Olan Şeyler
Hür Ve Köle Esirlerin Mal Karşılığında Kurtarılması
Müslüman Esirlerin Mal Ve Esirler Fidye Verilerek Kurtarılması
Büyükve Küçük Esirler Fidye Verilerek Müslüman Esirlerin Kurtarılması
2728- Düşmanın yanına müslümanın at, silah ve esir dışında dilediğini götürmesinde bir sakınca yoktur. Bana kalırsa, onlara birşey götürmemesi daha iyidir.
Çünkü müslümanın müşriklerden uzak durması menduptur. Rasulullah "Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın" buyurmuştur. Yine "Ben müşriklerle beraber bulunan müslümandan beriyim. Onlar birbirlerinin ateşiyle aydınlanmazlar" buyurmuştur. Ticaret için onlara mal götürmek bir nevi yakınlık duymak olur. En iyisi yapılmamasıdır. Diğer taraftan onlara götürülen yiyecek ve eşyadan yararlanır ve güçlenirler.
2729- Müslümanın onları güçlendirecek şeylerden sakınması daha iyi olur. Ancak yiyecek, içecek ve elbisede sakıncası olmaz.
Çünkü Rasullulah zamanında Sümâme b. Esâl el-Hanefı müslüman olmuştu. Mekke halkına yiyecek ihracını bıraktı. Ondan yiyecek alırlardı. Bunun üzerine Rasulullaha yazarak kendilerine yiyecek getirmesine izin vermesini istediler. Rasulullah izin verdi. O gün Mekke halkı Rasulullahın düşmanlarıydı. Bundan da anlıyoruzki bunda sakınca yoktur. Zaten müslümaniar da onların memleketlerinde bulunan ilaç ve mallara muhtaç olurlar. Ülkemizde bulunan şeyleri onlara yasaklarsak, onlar da ülkelerinde bulunan şeyleri bize yasaklarlar.
2730- Ülkelerinde yararlandıkları şeylerden müslüman-lara getirmek için bir tüccar onlara gidecek olursa, ülkemizde bulunan birtakım şeyleri de onlara götürmesi kaçınılmaz olur. Onun için silah, binek ve esir dışında şeyleri müslümaniar götürebilirler.
Bu şeylerden düşmana birşey götürülmez. Bu şeylerin onlara götürülmeyeceği İbarihim en-Nahaî, Ata b. Ebi Rebâh ve Ömer b. Abdulaziz'den nakle-
dilmiştir. Çünkü silah ve atlarla müslümanlara karşı savaşmak için güç kazanırlar. Halbuki onların gücünü kırmak ve savaşçılarım öldürmekle emrolunmuşuz. Böylece savaşma fitneleri önlenmiş olur. Yüce Allah "Fite olmaması için onlarla savaşın" buyurmuştur. Böylece anhyorz ki müslümanlara karşı savaşmaları için güçlendirmenin hiçbir ruhsatı yoktur.
2731- Silah ve at konusunda bu sabit olunca, esir konusunda evleviyetle sabit olur.
Çünkü kişi ya kendisi savaşacak veya onlardan olacaktır. Onları savaşacak kişilerle takviye etmek silah ve araçla takviye etmenin üstündedir.
2732- Silah yapımında kullanılacak demir de bu şekildedir.
Çünkü demir esas olarak bunun için yaratılmıştır. Yüce Allah buyuruyor: "Biz demiri indirdik, onda büyük bir kuvvet vardır." (Hadîd: 1) Düşmana götürmede demirin kendisi ve demirden yapılmış şeyler aynıdır. Çünkü demir silahın aslıdır. Asıldan meydana gelen şey için sabit olan hüküm, o mefhumu taşımasada aslın kendisi hakkında sabit olur. Nitekim ihramlı kişi av hayvanının kendisini öldürdüğü zaman nasıl kurban kesmesi gerekiyorsa, yumurtasını kırdığı zaman da kurban kesmesi gerekiyor.
2733- Buna delil olarak da Hz. Hasan'm "karışıklıklarda (fitne zamanlarında) silah satmayı mekruh gördüğü gösterilmektedir. Bizim de görüşümüz budur. Karışıklık zamanında silah satmak fitnenin alevlenmesine yol açar. Halbuki fitneleri söndürmekle emrolunmuşuz. Rasulullah "Fitne uykudadır, uyandırana Allah lanet etsin" buyurmuştur. Karışıklık zamanında taraflardan birine mensub olan bir kişiye silahı satmak mekruh ise, düşman olanlara satmak için darulharbe götürmek evleviyetle mekruh olur.
2734- Darulharbe eman ile giren bir müslümanın onların rızalariyla eşyalarından şu veya bu şekilde almasında sakınca yoktur.
Çünkü eman ile düşman ülkesine girmesiyle eşyaları masum olmaz. Sadece eman akdi ile girdiği için onlara zarar vermemeyi taahhüt etmiştir. Onun için hıyanetten sakınmaya çalışması gerekir. Onlann gönül rızalarıyla şu veya bu şekilde eşyalarını alacağı zaman da hıyanetten uzak bir şekilde alır. Hıyanetten uzak olarak aldığı için ona mubah olur. Bu konuda esir ve eman altındaki kişiler aynıdır. Nitekim onlara bir dirhemi iki dirheme yahut ölü hayvanı para ile satması yahut kumar yolu ile onlardan bir mal alması onun için mubahtır. Bütün bunlar Ebu Hanife'nin ve İmam Muhammed'in görüşüdür. Süfyan es-Sevri İse, bunun esir için caiz olduğunu, eman altında olan biri için caiz olmadığını söylemiştir. Ebu Yusuf un da görüşü budur. Ama bize göre düşmanın gönül rızası olmadan esirin almasıyla eman altındakinin alması farklıdır. Fakat gönül rızaları halinde ikisinin alması aynıdır. Çünkü onlara hiyanet etmemesi ona vaciptir ve bunda bir hİyanet yoktur. Hz. Ebu Bekr'in Mekke 1 iler!e Bizans'ın İran'ı yenmesi olayında bahse girmesi delil gösterilmiştir, öyle ki Rasulullah Hz.Ebu Bekr'e "Bahsi artır, süreyi uzun tut" buyurmuştu. Düşmandan bunu almak caiz olmasaydı, Rasulullah
Hz.Ebu Bekr'e bunu emretmezdi.
2735- Hz. Ebu Bekr düşmanı bahiste yenip kazandığını Rasulullah'a getirdiğinde Rasulullah ona tasadduk etmesini buyurmuştur. Bunun zahirine bakarak Süfyan es-Sev-rî "Bu onun için hoş olsaydı, tasadduk etmesini emretmezdi" demektedir.
2736- Ama biz diyoruz ki bu haram olsaydı Rasulullah ona bahse girmesini emretmez ve bu yolla kazanmasaydı tasadduk etmesini söylemezdi.
Bundan da anlıyoruz ki bu caizdir. Ancak doğruluğunu gösterdiği için Yüce Allah'a şükür olarak tasadduk etmesinin iyi olacağını söylemiştir.
2737- Rasulullahın Mekke'de iken İbn Rükâne ile üç defa güreş tutması da delil gösterilmiştir. Her defasında koyunlarının üçte biri için bahse girilmiştir. Mekruh olsaydı Rasulullah bunu yapmazdı. Üçüncü defa Rasulullah yenince İbn Rükâne "Sırtımı kimse yere getirmedi ve beni sen yenmedin" dedi. Rasulullah ona koyunlarını geri verdi.
Bunun zahirini delil göstererek Süfyan es-Sevrî şöyle demektedir: Bu hoş (helal, temiz, caiz) olsaydı, Rasuluİlah ona geri vermezdi. Buna karşı bizde şöyle diyoruz: Mekruh olsaydı, Rasululah ona girmezdi. Koyunlarını geri vermesi de ona bir lütuf olması içindir. Rasuluİlah müşriklere çok defa bu şekilde davranarak gönüllerini ısındırmaya ve müslüman olmalarına yardımcı olmaya çalışmıştır.
2738- Beni Kaynuka hadisi de buna delildir. Rasuluİlah onları sürünce vadesi henüz gelmemiş borçlarımız var, dediler. Onlara "Çabuk alın yahut bırakın" dedi. Beni Na-dîr'i de sürünce onlar da halktan alacaklarımız var, dediler. Bunun üzerine onlara da "Erken alın yahut bırakın" dedi.
Bilindiği gibi böyle bir muamele müsiümanlar arasında caiz olmaz. Birinin üzerinde belli bir vade ile borcu olup erken ödemesi şartıyla bir kısmından vazgeçmek caiz değildir. Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit ve İbn Ömer bunu mekruh görmüşlerdir. Rasuluİlah ise onlar için caiz görmüştür. Çünkü o zaman bunlar düşman idiler ve bunun için onları sürmüştür. Böylece anlıyoruz ki müsiümanlar arasında caiz olmadığı halde müsiümanlar ile düşman arasında caiz olur.
2739- Müslümanlar ordu karargahında ve düşman da kendi karargâhında iken, müsiümanlar ancak birbirlerine satmaları caiz olan şeyleri satabilirler. Bunun dışındaki (yani faizli işlemler), darulharpte veya düşmanın himayesinde bulundukları taktirde caiz olur. Ama onlardan birinin müslümanların himayesinde olması ile ikisinin müs-lümanlarm himayesinde olması aynıdır.
Hocalarımızın (meşâyihin) çoğu bu cevabın yanlış olduğunu söylemiştir. Almanın caiz olması, düşman malının dokunulmazlığı olmamasındandır. Bu konuda müslümanın onların himayesi altında olması ile müslümanların himayesi akında olması ve düşman kişinin de düşmanın himayesi altında olması arasında fark yoktur. Aneak İmam Muhammed muamelenin meydana geleceği yere bakarak şöyle demiştir:
2740- İkisi İslam ahkamının yürürlükte olmadığı bir yerde ise bu muamele caiz olur, ama ikisinden biri İslam ahkamının yürürlükte olduğu bir yerde bulunuyorsa, bu muamele caiz olmaz.
Delil olarak da İbn Abbas hadisini göstermiştir. Hendek savaşında Nevfel b. Abdullah öldürülünce, müşrikler verecekleri bir mal karşılığında cenazesini almak istediklerini Rasulullaha bildirdiler. Rasuluİlah onlara bunu yasakladı ve tasvip etmedi.
Bir rivayette ise "onun diyeti de cenazesi de çirkindir" demiş ve istediklerini yapmaya müsaade etmişir. İmam Muhammed'in ifadesine göre, bunu kerih görmesinin sebebi, Hendek mahallinin müslümanların himayesi altında olmasıdır. Alimlerimizin görüşüne göre ise kerih görmesinin sebebi onlan daha çok kızdırmak ve rezil etmektir. Şüphesiz onlara bunun için müsaade ettiğini söyleyen rivayet sahih ise, kerih görmesinin sebebi, onları horlamak ve hakaret etmektir. Yahut güzel ahlakla bağdaş m ıy an bir şeyin müslümanlara nisbet edilmemesi içindir. Çünkü Rasuluİlah "Ahlak güzelliklerini tamamlamak için gönderildim" buyuruyordu.
Sa'd b. Ubâde'nin Hayber günü bir külçe altını, işlenmiş bir altınla satın aldığı ve Rasulullahm ona "Bu uygun olmaz" demesi üzerine geri verdiği de kaydedilmektedir. Süfyan, bunun zahirini delil göstererek şöyle demektedir: Geri vermesinin sebebi, misil ile misil (aynı cinsten benzer şeyler) olmamasındandır.
Ama bizim görüşümüze göre Rasulullahm bunu kerih görmesinin sebebi, Rasulullahm karargahında ve askeri arasında satın almasıdır. Bunu tasvip et-miyenlerin eman altında olan kişiler için tasvip etmemesi de bunu teyid etmektedir. Hendek günü müsiümanlar müşriklerin emanı altında değildiler. Hayber günü de Sa'd, Yahudilerin emanı altında bulunmuyordu. Aksine onlarla savaşıyordu. Bundan da anlıyoruz ki Rasulullahm bunu kerih görmesinin sebebi, bu muamelenin mülümanların himayesi altında olmasıdır.
En iyi Allah bilir.[1]
2741- Düşmandan yaşlıların, kadınların, delilerin, çocukların Öldürülmemeleri gerekir. Çünkü Yüce Allah:
"Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın"[2] buyurmuştur. Bunlar savaşmazlar. Rasulullah kadınların Öldürülmesini tasvip etmemiş ve öldürülmüş bir kadını göstererek" "Bu kadın savaşmıyordu, Halid'e yetiş ve kadını, zavallı hizmetçiyi öldürmemesini söyle" buyurmuştur. Küfür en büyük cinayet ise de neticede kişi ile Rabbi arasındadır. Böyle cinayetin cezası ahiret gününe bırakılır. Bu dünyada verilmesi uygun görülen ceza ise kulların yararına olan bir sebepten meşru olmuştur. Bu yarar kulların birbirini öldürmeleri fitnesini önlemektir. Savaşmi-yaıılar için bu durum sözkonusu değildir. Hatta müslü-manlarin kölesi olarak yaşamaları için onların öldürül-memesi daha uygundur. Ancak bunlardan biri savaşacak olursa öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü kendileri ile savaşmanın vacip olmasını sağliyan sebebe tevessül etmişlerdir. Savaşacağı kuvvetle muhtemel ve buna dair haklı bir gerekçe bulunan kişilerin öldürülmeleri evIeviyetle mubah olur.
2742- Onlardan biri bir kişiyi öldürür, sonra müslü-manlar onu ele geçirirlerse, çocuk ve deli ise öldürülmemesi lazımdır.
Çünkü öldürülmesinin mubah olması, savaşmasını önlemek içindir. Ele geçmekle zaten bu önlenmiş olur. Nitekim bu kişiler hakkında muhatabı (mükellef) olmadığı için yaptığı iş cezayı gerektirecek bir cinayet sayılmaz. Tıpkı hayvanın yaptığı cinayet gibidir. Mesela hayvan bir insanın üzerine yürürse önlemek için öldürülmesi mubah olur ama zaptedilip saldırmasına engel olunursa artık öldürülmesi mubah olmaz.
2743- Yaptıklarından (yani fiilen savaşa katıldıklarından) dolayı cezayı hak etmeleri sebebiyle esir alınan kadın ve yaşlı adamın öldürülmelerinde bir sakınca yoktur.
Çünkü öldürülmelerini gerektiren ve haklı kılan sebep mevcut olmuştur. Zaten bu ikisi kısas olarak öldürülürler. Ayın şekilde yaptıklarından dolayı ceza olarak da öldürülürler.
2744- Savaşmayan bu insanlardan birini öldüren kişiye keffaret ve diyet düşmez.
Keffaret ve diyetin vacip olması için öldürülen kişilerin suçsuz ve doku-nulmaması gereken kişiler olması gerekir. Bu da din veya yurt ile gerçekleşir. Bu iki özellik de savaşta öldürülen kişilerde mevcut değildir. Onların öldürülme-melerine sebep müslümanlann yararını sağlamak yahut öldürülmelerim mubah kılan savaşma işini yapmamalarıdır. Yoksa masum olmaları yahut Öldürülmelerinin yasak olması sebebiyle değildir. Bundan dolayı savaşta onları öldüren kişiye keffaret ve diyet gerekmez. Bir hadiste Rasulullah buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Onlar düşmandır" Yani müşrik (düşmanların) şu kadınları da onlardandır. Yani onlar gibi masum olmadıklarından kanlarının dökülmesi mubahtır.
Rasulullah bir de zavallı hizmetçi (işçi)nin öldürülmesini de yasaklamıştı. Bu da savaş için değil, evin işlerini görmek ve çift sürmek gibi işler için çalıştırılan işçidir. Savaşa katılacak olursa da amacı mal kazanmaktır. Çünkü başkalarına hizmet için kendini kiralamıştır. Yahut çiftçiliğini yapacaktır. Böyle bir kişi savaşmadığı için öldürülmez. Rasulullahın "Müşriklerin yetişkinlerini öldürün ve çocuklarını bırakın" buyruğu, savaşacak olan düşman yetişkinlerin öldürülmesini, çocukların ise köleleştirilmesini ifade etmektedir. "Çocukları öldürmeyin "sözünden maksat onların yaşatıl maşıdır. Nitekim Yüce Allah "Ve kadınlarınızı yaşatırlar (öldürmezler)" buyurmuştur.
Kendisi savaşa katılmadığı gibi akıl vererek de düşmana destek olmayan ve erkeklik yönünden de işi bitmiş yaşlılar da öldürülmez. İbn Abbas hadisinde Ra-
sulullahın kadın, çocuk ve yaşlının öldürülmesini yasakladığı ifade edilmektedir. Kadın düşman savaşçılara yardım ederse, öldürülmesinde sakınca olmaz. ElHa-san ve Abdurrahman b. Ebi Amra'dan şu şekilde nakledilmiştir. Rasulullah öldürülmüş bir kadının yanından geçti, öldürülmesini tasvip etmiyerek kimin öldürdüğünü sordu. Bir adam " Ben öldürdüm, terkime bindirmiştim, beni öldürmek isteyince, ben de öldürdüm" dedi. Rasulullah defnedilmesini emretti, kadın defnedildi.
2745- Yine düşman kadın Rasulullaha açıkça hakaret ediyor veya sövüyorsa, öldürülmesinde sakınca olmaz. Bu konuda Ebu İshak el-Hemedânî hadisinde şöyle denilmektedir: Rasulullaha bir adam geldi ve ey Allanın Ra-sulü, yahudi bir kadının sana sövdüğünü işittim, kadın bana iyi davrandığı halde onu öldürdüm, dedi. Rasulullah kanını heder etti (yani öldüreni sorumlu tutmadı). Umeyr İbn Adî hadiside buna delil gösterilmiştir. Bu adam Esma binti Mervan'ın Rasulullaha hakaret edip İslama dil uzattığını, düşmanı Rasulullaha karşı savaşmaya teşvik ettiğini ve bu konuda şiirler söylediğini görünce öldürmüştür. Söylediği şiirlerden biri şudur:
"Malik oğullan, Nebît,Avf ve Hazrec oğulları artıkları! Murad veya Mezhiç kabilesinden olmayan bir yabancıya boyun eğdiniz. İleri gelenler öldürüldükten sonra tirite göz dikildiği gibi ona umut bağladınız.
Aranızda izzet isteyip ona umut bağlayanların umudunu kesecek şerefli kimse yok mudur?"
2746- Rasulullah Bedir savaşına çıktıktan sonra bir adam şöyle demişti: Allâhım! Adağım olsun, Rasulullah Medineye sağ olarak dönerse o kadını öldüreceğim. Ve bir gece öldürdükten sonra dönüp Rasulullahla beraber sabah namazını kıldı. Mervan'ın kızını öldürdün mü? diye sorunca, adaın evet, bundan dolayı bana bir şey gerekir mi? diye sordu. Rasulullah şöyle buyurdu: Onun için iki koyun bile birbirini süsmez. (o kadar değersiz birşeydir ki onun için hiç bir şey yapmağa değmez). Ondan sonra etrafındakilere döndü ve "Allah'a ve Rasulüne yardım e-den bir adama bakmak istiyorsanız, Umeyr'e bakınız." dedi. Hz.Ömer bunun üzerine şöyle dedi: Allah'a itaat ederek gece yürüyen bu kör adama bakınız. Rasulullah onu uyararak "Kör deme o görür" dedi.
Ümmü Kırfe adındaki kadını öldüren Zeyd b. Harise hadisi de buna delil gösterilmiştir. O, Rasulullaha karşı savaşa teşvik eden kadınlardandı. Rivayete göre ailesinden otuz kişiyi donatıp "Gidiniz, Medineye girip Muhammed'i öldürünüz" diyerek Rasulullahi ödürmeleri için göndermiştir. Bunun yaptığını Rasulullah öğrenmiş ve "Allah'ım, ona oğullarını kaybetme acısını tattır" buyurmuştur. Zeyd ibn Harise kadını öldürmüş ve zırhını Rasulullaha göndermiştir. Zırhı Medine'de iki mızrak arasında asılmıştır. Onu Kays ibn el-Misher'in fena bir şekilde öldürdüğü de rivayet edilir. İki ayağından iplerle iki deveye bağlamış ve develer çekerek parçalamıştır. Bu şekilde öldürülmesi Araplar arasında darbı mesel haline gelmiş,"Ümmü Kırfe'den daha çetin de olsan" deyimi kullanılmıştır.
2747- RasuluHah Mekke'nin fethi günü müşrikleri müslümanlara karşı savaşa teşvik eden Utbe kızı Hind' in öldürülmesini emretmiş, fakat kadın öldürülmeden müslü-man olmuştur. Mekkenin fethi günü affın dışında tuttuğu kişilerden Kays ve ibn Hatal öldürülmüşlerdir. Çükü ikisi de Rasulullahı şiir ve şarkılarla kötülemişlerdir.
2748- Beni Kureyza gününde Benâte'nin öldürülmesini emretmiştir. Çünkü Hallad İbn Suveyd'i öldürmüştür. Kocası kendisinden sonra yaşamaması için onu öldürmesini söylemiştir. Rivayete göre Hz. Aişe şöyle demiştir: Benâte yanıma gelerek birşey sordu, kıs kıs gülüyordu. Beni Kureyza'nın meşhurları öldü, ölüyor, dedi. Nihayet bir adam onun adını söyledi. Bunun üzerine Benâte "Ben mi! Vallahi öldürülüyorum" dedi ve gülümsedi. Aişe ona "Yazıklar olsun sana, Rasulullah kadınları öldürmüyor" dedi. Evet, emredince kocamı öldürdüm. Değirmen taşını Hallad ibn Suveyd'in üzerine indirdim ve öldürdüm, dedi. Sonra kadın çıkarılıp öldürüldü.
2749- Said b. Museyyeb'in şöyle dediği nakledilir: Rasulullah Hayber'de mola verince Zeyneb Bint Haris ona kızartılmış bir koyun ikram etti. Rasulullah budu alıp biraz yedi ve "Bu but zehirli olduğunu söylüyor" dedi. Zey-neb'e "Niçin böyle yaptın?" diye sordu. Halkıma yaptığını yaptın, babamı, amcamı ve kocamı öldürdün. Eğer Peygamber isen koyun yaptığımı (zehirlediğimi) kendisine haber verir, yok eğer kral ise ölür ve kendisinden kurtuluruz, dedim, diye cevap verdi. Rasulullah ile beraber koyunun etinden yiyen Bişr İbn el-Bera' vefat etti. Sonunda Rasulullah kadını bağışladı.
2750- Meğâzî sahipleri bu konuda ihtilaf etmektedirler. Vâkıdî, Rasulullahın kadını öldürdüğüne dair rivayetler kaydetmektedir. Fakat, İmam Muhammed'în belirttiği gibi rivayetlerin en sağlamına göre Rasulullah onu bağışlamıştır. Bağışlamasını sebebi de olayın barış yapıldıktan sonra meydana gelmesidir. Bu olay Rasulullah Hayber'de muzaffer olduktan sonra olmuştur. Kadının yaptığı ne atlaşmayi bozmak, ne de müslümanlara karşı savaşmaktı. Zehirleyerek Öldürmenin cezasının kısas olduğunu söyleyenlere göre Rasulullah onu Bişr b. el-Bera'ya karşılık kısas yolu ile neden öldürmemiştir? diye sorulsa, şöyle deriz:
Bunun için kısasın veya diyetin vacip olduğunu söyleyenler, ancak ittihadın mevcudiyeti halinde vacip olduğunu söylüyorlar. Kişi kendisi zehirli olan şeyi alırsa, ona veren kişiye kısas veya diyet gerekmez. Bişr İbn el-Bera onu kendisi alıp yemiştir. Onun için Rasulullah ne kısası, ne de diyeti vacip görmüştür.
Allah en iyi bilir.[3]
2751- Müslümanlar üstün bir durumda iken başka bir düşman aleyhinde müslüınanların düşmandan yardım istemesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü Rasulullah Beni Kureyza'ya karşı Beni Kaynuka'dan yardım istemiştir. Yine Mekke halkından müslüman olmayanlar süvari ve piyade olarak Rasulullah ile beraber Haybere gitmişler ve hezimete uğrayan taraftan ganimet almak için beklemişlerdir. Nihayet Ebu Süfyan ordunun peşinden çıkmış ve gördüğü her düşmüş zırh, mızrak veya ashabın eşyasından düşen şeyleri alarak devesine yüklemiş, nihayet devesi çekemez olmuştur. Yine müşrik olan Safvan, yanında bulunan müslüman bir kadınla beraber çıkmış, Rasulullahla beraber Hu-neyn ve Tâifte bulunmuştur. Safvan o zaman müşrikti. Rasulullah ikisini birbirinden ayırmamıştır. Rasulullahın aralannı ayırmamasının sebebi ikisinin müslü-manlarm hükmü altında bulunmalarıdır. Aynlmayı gerektiren şey hükmen ve hakikaten yurdun farklılığıdır. Yani darulharp ve darulİslam olarak yurtların ayrılığıdır. Bundan da anlıyoruz ki onların yardımından faydalanmada bir sakınca yoktur. Çünkü oniann yardımından faydalanma düşmana karşı köpeklerin yardımından faydalanma gibidir. Rasulullah buna şöyle işaret etmiştir: "Yüce Allah bu dini ahirette nasipleri olmayan kavimlerle destekler"
Rivayete göre Rasulullah Uhud günü göze batan bir birlik görmüş, bunlar kim? diye sorunca, Falan oğullan yahudiler, İbn Ubey'in antlaşmahlandır, denilmiştir. Bunun üzerine "Dinimizden olmayanlardan yardım istemeyin" demiştir.
Bunun izahı şudur: Onlar savunma ve kuvvet sahibi olup Rasulullahın sancağı altında savaşmıyorlardı. Bize göre bu durumda olan düşmandan yardım istemek mekruh olur.
2752- Uhud günü İbn Ubey'in geri dönmesinin sebebi hakkında rivayetler farklı olmuştur. Medine'den çıkmamayı söylediğinde Rasulullahın onun görüşüne kulak vermemesinin kendisini öfkelendirdiği rivayet edilir. Bunun için geri dönmüş ve "Bana muhalefet ederek çocuklara itaat etti" demiştir.
2753- Beraberinde çıkıp kendisiyle savaşmayı teklif ettiğinde Rasulullahın onu geri çevirdiği de rivayet edilir. "Biz müşriklerden yardım istemeyiz" demiştir. Beraber savaşa gelmesini uygun görmemiştir.
Rasulullahın tasvip etmemesinin sebebi, îbn Übey'in yanında müttefiki olan Beni Kaynuka'dan yediyüz yahudinin aleyhine dönmelerinden çekinmesidir. Onun için İbn Übey ve beraberindekileri geri çevirmiştir. Bize göre devlet başkanı fitne korkusu ile düşmandan yardım istemeyi uygun görmemesi halinde, onları ordudan ayırıp geri gönderebilir.
2754- Sonra ez-Zubeyr'in hadisi zikredilmiştir. Zu-beyr, Necaşî'nin yanında bulunduğu sırada düşman Necâşî'ye saldırmış ve o gün Necaşî'nin ordusunda büyük bir cengaverlik göstermiştir. Bundan dolayı Necaşî'nin Zübeyr'in derecesi büyük olmuştur. Düşman bayrağı altında ve düşman saflarında müslümanların savaşmasını caiz görenler bu hadisi delil gösterirler. Halbuki bize göre bunun iki yönden izahı vardır:
a- Rivayet edildiği gibi Necaşi o zaman müslümandı. Onun için Zubeyr, Necaşî ile beraber savaşmayı hela! görmüştür.
b- O gün Necaşi'den başka sığınak yoktu. Ümmü Se-leme'den gelen rivayette şöyle demektedir: Habeşistana yerleştiğimiz zaman en güzel yurtta ve en güzel komşu yanında bulunuyorduk. Rabbimize ibadet ediyorduk. Nihayet Necaşi'nin düşmanları ona saldırdılar. Necaşi'den bize hiçbir zaman zarar gelmedi. Kendi kendimize "Bu düşman Necaşiye galip gelirse zararı bize de dokunur ve onun gibi bize iyi davranmaz" dedik. Necaşinin galip gelmesi için Allah'a samimi duada bulunduk. O millet hakkında kim bize haber getirir? dedik. Zubeyr İbn el-Avvam ben, dedi. Bir tulum şişirdi ve binerek nehri geçti. İki düşman karşılaştılar. Zubeyr de onlarla beraber oldu. Yine Allaha çok dua ettik. Nihayet Zubeyr Nil nehrinden geçti, onu elbiselerinden tanıdık. Necaşi'nin zafer müjdesini verdi. Allah onu galip getirmiş, düşmanını helak etmişti. En iyi komşunun yanında ikamet ettik. Yaptığımız açıklamanın doğruluğu ve isabeti bu hadisle ortaya çıkmış bulunmaktadır. En iyi Allah bilir.[4]
2755- Ebu Hanife, savaşta ipek ve yaldızlı ipeği mekruh görürken, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed savaşta bunda bir sakınca görmemişlerdir. Bu meseleyi Şerhu'l-Muhtasar'da açıkladık. Ebu Hüreyre hadisinde Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilir. "Savaşta ipek ve yaldızlı ipeğin giyilmesinde sakınca yoktur. "Ebu Hanife bunun zahirini almış ve aynı görüşü belirtmiştir. Bundan maksadı ise arışı (atkılarının geçirildiği uzunlamasına iplikler) ipek olmayıp diğer ipliği ipek olan kumaştır. Savaşta bunu giymenin bir sakıncası yoktur. Ama savaş dışında giyilmesi mekruhtur. Ama arışı ipek ve diğer iplikleri ipek olmayanın savaşta ve savaş dışında giyilmesinde bir sakınca yoktur. EzZubeyr'in hadisi de buna göre yorumlanır. Rivayete göre Velid ibn Ebi Hişam Muhayriz'e yazarak savaşta ipek ve kaftan hakkında görünüşü sormuş, o da şehitlik ihtimali olduğundan Rasulul-lah'ın savaşta mekruh gördüğünden kaçınabildiği kadar kaçınması gerektiğini söylemiştir.
En iyi Allah bilir.[5]
2756- İçki içmek ve domuz eti yemek için baskı yapılan (ikrah edilen) kişinin durumu ile ilgili Ata'nm hadisi zikredilerek şöyle denilmiştir. Bunları yapmayıp Öldü-rülürse, hayır işlemiş olur. Ama yer ve içerse, mazur görülür. Ancak bizim görüşümüz bu şekilde değildir. Bize göre ölüm korkusu halinde yeme ve içmeyi bırakması helal olmaz. Aynı zamanda bu Mesruk'un da görüşüdür. Mesruk, mecbur kalıp içki içmediği ve domuz eti yemediği taktirde kişi ölecek olursa cehenneme girer. Bir rivayete göre Ebu Yusuf, Ata'nm görüşünü benimsemiştir. Allah'a şirk koşma meselesinde de bunu ölçü yapmıştır. Ama görüşümüze göre haram oluşu zaruret halinde kalkar. Çünkü yüce Allah "Ancak zaruret olarak mecbur kaldığınız şeyler hariç'[6] buyurarak zaruret durumunu istisna etmiştir. Haramda istisna mübahlıktır. Yani haram şeylerden istisna edilen şey mubah olur. Haramlığı kalktıktan sonra bu şey helal yemek ve içecek gibidir. Bu şeyleri almayı red edip öldürülecek olursa kişi günahkar olur. Ama küfmn haramlılığı kalkmaz, sadece kalbi imanla mutmain olduğu halde dil ile küfür sözü söylediği taktirde ruhsatla amel etmiş olur. Azimete sarılmak daha üstündür. Ancak kitapta kişinin günahkar olacağı belirtilmemiştir. Sadece günahkar olmasından korkarım, demiştir.
Çünkü ikrah gören kişi her yönden açlık çeken kişi gibi değildir. Zira o durumda helal kılan özürde kulların hiçbir etkinliği yoktur. Burada İse mahvolma korkusu kulların eliyle meydana gelmektedir. Allahm hakkı olan konuda kulların yaptığı ile kulların yapmadığı bir değildir. Ve kafirlerin ikrah etmesi durumunda direnmek dine bağlılığı izhar etmektir ve kafirleri çileden çıkarmaktır. Açlıkla ölüm tehlikesi yaşayan kişide bu nıevcud değildir. Onun içn "Günahkar olmasından korkarım" şeklinde cevap verilmesi uygun olmuştur. En iyi Allah bilir.[7]
2757- Düşmandan sadece savaşanların öldürüleceği ve diğerlerin öldürülmeyeceklerini yukarıda belirttik. Savaş-mayanlar arasında manastırlarda yaşayanlar ve dağlarda dolaşıp halka karışmayan kişiler de zikredilmiştir.
2758- Ebu Yusuf'un şöyle dediği rivayet edilir. Manastırlarda yaşıyanlar ve rahiplerin Öldürülmesi durumunu Ebu Hanife'ye sordum. Hayatlarını bir bakıma küfre adadıkları için öldürülmelerinin yerinde olacağını söyledi. Çünkü bunların hayatlarını adadıkları küfürle insanlar kafir olmaktadır. Onun için Yüce Allah'ın "Küfür Önderleriyle savaşın" sözünün kapsamına girerler.
Bu rivayetin izahı şudur. Bunlar İnsanlara karıştıkları taktirde öldürülmeleri uygun olur. Ya insanlar arasına çıkarak yahut insanların kendilerinin yanına gelmesine müsaade ederek halka karıştıkları taktirde öldürülmeleri uygun olur demektir. Ayrıca müslümanlara karşı savaşı teşvik ettikleri zaman Öldürülmeleri uygun olur, demektir. Ama bir eve yahut bir kiliseye kapanıp kapılarını kapamış ve rahiplik hayatı yaşıyorlarsa kendilerinden zarar gelmiyeceği için öldürülmeleri mekruh olur. Zira bunlar mal, can veya sözle savaşmazlar. Bunlardan kör, yatalak, felç, çolak, ayağı kesik ve sağ eli kesik kişiler öldürülmezler. Çünkü bunların savaşmaları sözkonusu değildir. Özet olarak bunlar mal ve can ile savaşmadıkları taktirde öldü itil memeleri İlkedir.
2759- Savaş hakkında taktik öğreten ve yol gösteren çok yaşlı kişinin öldürüldüğü gibi sol eli veya iki ayağı kesik olan kişinin de öldürüleceğini, çarpışmanın genellikle sağ el ile yapıldığını belirtmiştik.Sağ eli sağlam kişi yürüyecek durumda ise savaşanlardan olup Öldürülür.
2760- Sağır ve dilsiz ile sar'a nöbetleri tutan kişiler de öldürülür.
Çünkü bunlar da savaşanlardan olup savaşacak güce sahiptir. İnancı onu savaşmaya sevkeder. Zararından kurtulmak için öldürülür .
2761- Onlardan savaşmiyan birini öldüren kişiye sadece istiğfar etmek düşer.
Çünkü savaşması beklenmiyorsa da masum değildir.
2762- Papazlar, diyakoslar (papaz yardımcıları) ve halka karışan gezginlerin öldürülmesinde sakınca yoktur. Çünkü ya sözleriyle yahut İmkan buldukları taktirde canlarıyla savaşanlardan sayılırlar. Bizzat savaş içinde görülmeseler bile onların öldürülmeleri caizdir. Zira savaşma gerçeğine herkes her zaman ve heryerde muttali olamaz. Bu işe sevkeden sebep ile elverişli delil, aksini gösteren zahir bir delil bulunmadığı sürece, savaşçı olduklarını kabul etmeye yeterlidir. Esir alabilecek güç ve kuvvete sahip olmaları halinde çocuk ve kadınları daruIİslama çıkarmalarına İmkan bırakmadan önce onları esir almaları gerekir. Çünkü bu düşmanı çileden çıkarır ve emellerini öldürür. Müslümanlar için de yarar sağlar. Bunlar müslümanlann köle ve cariyesi olurlar. Düşmana sağlıyacakları yarar da önlenmiş olur. Rasulullah buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Gençlerini öldürmeyin"
Erkekliği bitmiş ve fidye için gelirden başka yararı umulmayan çok yaşlı kişiyi müslümanlar isterse esir alır isterse salıverir. Çünkü esir alınmasından amaç, karşılığında fidye almaktır. Ondan alacakları mallarda da müslümanlar serbest olup isterlerse malını alırlar, isterlerse bırakırlar. Çünkü onların görevi küfür fitnesini yok etmektir. Malın kazanılmasında ise bir sakınca yoktur. Ancak şer'an hak edilmiş birşey değildir. Bunamış kişiyi terketmeleıide doğru değildir. Çünkü çıkarabildikleri taktirde ikameti umulur. Diğer taraftan çocukları da olur. Kadın ve çocukların getirilmemesi nasıl sakıncan ise onun da getirilmemesi düşmana destek olabilir. Rahip hayatı süren ve insanlara karışmayan kişilere dokunulmaz. Çünkü çoluk çocuk sahibi olmadıklarından nesilleriyle düşmana destek olmaları da sözkonusu olmaz. Hastalıklara müptela olmuş kişiler de öldürülmeyip esir alınarak daruIİslama çıkarılırlar. Çünkü darulharpte bırakılmaları düşmana destek olur. Zira bunlar düşman kadınlarla cinsi ilişkide bulunur ve düşmanın neslini artırırlar. Bunlar ele geçtikleri zaman darulharpte bırakılmaması gerekir. Düşmandan öldürülmesi caiz olan herkesin esir alınması ve daruIİslama çıkarılması da caiz olur.
2763- Bunlar daruIİslama çıkarıldıktan sonra devlet başkanı onları isterse köleleştirir, isterse Öldürür. Bir süvari bölüğü olup aralarında piyade olmaması sebebiyle da-rulislma çıkarmaya güçleri yetmediği taktirde öldürülmeleri helal olmayanlara da dokunmayıp bırakırlar.
Çünkü Öldürülmeleri şer'an haramdır. Yoksa esir alınıp kökleştirilmesi daha yararlı olduğu için değil. Esir almaktan aciz olmak, müslümanlar için haram olan öldürmeyi mubah yapmaz. Silah ve atlar gibi darulharpte elde edip daruIİslama çıkarabilecekleri şeyleri orada bırakmaları mekruhtur. Çünkü bunlar müslümanlara karşı savaşta düşmana kuvvet sağlar. Bunların da hükmü düşman insanlar hakkında ki hüküm gibidir.
2764- Sığır, koyun ve eşyayı isterlerse daruIİslama çıkarırlar, isterlerse bırakırlar.
Çünkü normal olarak savaş için güç katmıyan şeylerdir. Nitekim ticaret için silah ve atları düşmana götürmek mekruh iken, diğer malları götürmek mekruh olmaz. Çünkü bunlar savaş için güç sağlamaz.
2765- Darulîslamda eman altında olan biri, bunlardan birşeye sahip olup darulharbe gitmesi halinde onu beraberinde götürmesi yasaktır. Diğer mallardan istediğini götür.
Mal konusunda onlara bu muhayyerlik tanınıyorsa artık doğum yapmıyan yaşlı kadın hakkında bu muhayyerlik tanınır. Çünkü fidye olarak karşılığında verilecek mal dışında bir yaran bulunmamaktadır. Onun iç müslümanlarm onu ve yaşlı erkeği esir almaları durumunda fidye ile salıvermeleri caiz olmuştur. Zira onların lutulmasında müslümanlara yarar olmadığı gibi sahverildiklerinde de onlar için bir zararları sözkonusu değildir. Öldürülmeyeceğini belirttiğimiz yaşlı, hasta ve musibetli kişilerden savaşa teşvik edenler, öncülük yapıp tahrik edenler ve düşman arasında söz sahibi olanların öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bunların öldürülmesi düşmanın gücünü kırmak ve birliklerini dağıtmak olur. Amaç da budur. Hatta düşmanın hükümdarı çocuk, kadın veya çok yaşlı bir adam olduğunda da öldürülmesinde sakınca yoktur. Çünkü düşmanın şevkini kırmakta ve onları çileden çıkarmaktadır. Düşmanın kuvvet ve savunmasını dağıtır. Bir rahip yahut bir gezgin, düşmana mü slü m anların zayıf yerlerini gösterdiğini müslümanlar öğrenirse öldürmelerinde bir sakınca olmaz. Çünkü bu yaptığıyla düşmana yardım etmiş olur.
Savaş konusunda stratejisi olan yaşlı bir adam hükmündedir. Böylelerin öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Rivayete göre savaş taktiği ve stratejisi konusunda bilgisinden dolayı Dureyd İbn es-Smıme Öldürülmüştür.
2766- Müslüman, müşrik babasıyla savaşta karşı karşıya geldiği taktirde onu öldürmesi mekruh olur. Çünkü yüce Allah "Dünyada anne ve babayla güzellikle geçin"[8] buyurmuştur. Öldürmeye çalışmak iyilikle geçinmek değildir. Hanzala b. Ebi Amir ve Abdullah b. Ubey babalarını öldürmek için Rasuiullahtan izin istemişler, Ras-ulullah bunu onlara yasaklamıştır. Ebu Amir, Rasulul-lahın düşmanı olan bir müşrikti. İbn Ubey ise münafıklığı açık olan bir münafıktı. Kâfir olduğuna Yüce Allah şahitlik etmiştir. Bunlardan da anlıyoruz ki oğlun müşrik olan babasını öldürmeye çalışması mekruhtur. Çünkü baba o-nun dünyaya gemesinde sebep olmuştur. Çocuklukta ve gençlikte kendisine her türlü yardımı ve iyiliği yaptığı halde onun kendisini öldürmeye kalkışması mekruh görülmüştür. Öldürmeye çalışarak nimete karşı nankörlük etmesi hoş değildir.
2767- Yüce Allanın Hz. İbrahim için buyurduklarında bu açıkça görülmektedir. Babası ona "Seni taşa tutarım, benden uzak dur"[9] dediği halde Hz. İbrahim ona "Selam olsun sana, seni bağışlaması için Rabbime istiğfar edeceğim, onun bana nimetleri çoktur"[10] buyurmuştur. Baba müslüman oğlunu öldürmeye kalkar ve ondan kurtulmak için onu öldürmekten başka çare yoksa, o zaman öldürmesinde bir sakınca olmaz. Çünkü bu durumda nimete nankörlük sözkonusu olmaz. Sadece helak olmaktan korunarak canını kurtarmayı amaçlamakta olup bununla da emredilmiş bulunmaktadır. Şerhu'I-Camii's-Sağir kitabında anne, baba ve mahrem akraba ile müşrik olan ve müs-lümanlardan bağı olanlar arasındaki farkı belirtmiştik.
2768- Müslümanlar, kadınları ve onlarla savaşıp onlardan bazılarını öldürmüş bulunan azatlı kişiyi ele geçirip esir aldıktan sonra öldürmeleri doğru olmaz.
Çünkü esir aldıktan sonra savaşmaları sözkonusu olmaktan çıkmış olur.
2769- Onları daruIİslama çıkarmaya güçleri yetmiyorsa ve serbest bıraktıkları taktirde tekrar düşman saflarına geçip müslümanlara karşı savaşmalarından endişe ederlerse, öldürmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü savaşmaları endişesi kalkmış değildir.
2770- Bu konuda saldırgan deve gibidirler. Kişi onu saldırmaktan alıkoymaya çalışır ve salıverdiği taktirde saldırmasına devam etmesinden endişe ederse, onu öldürür ve kiymetini sahibine Öder. Saldırması durumunda olduğu gibi. Çünkü yapmasından endişe edilen olay daha önce meydana gelmiş ve açığa çıkmıştır. Bu tahmin o meydana gelen durumla pekişir ve o anda meydana gelmiş gibi sayılır.
Nitekim ergenlik yaşına yaklaşan genç, o kavmin hükümdarı olup müslü-manlann eline geçer ve onu daruIİslama çıkarma güçleri de olmazsa, öldürmelerinde bir sakınca yoktur. Çünkü serbest bırakılması müslümanlar İçin büyük ihtimalle tehlikeli olabilir. Hakikatine vukufıyet olmayan yerlerde zannı galip ile hüküm verilir.
2771- Kendilerinden zarar gelmiyeceğinden emin oldukları halde, gelecek herhangi bir seriyye ile savaşmaları yahut onlardan kimilerini öldürmelerinden endişe ederlerse, serbest bırakırlar.
Çünkü onların zararından emin olmuşlardır. Kendilerinden sonra başka bir seriyyenin de aynı yerde veya başka yerden girmesi bilinmemektedir. Böyle mevhum birşey sebebiyle onları öldürmeleri doğru olmaz.
2772- Bir rahip manastırından çıkıp düşmanın şehrine inse ve müslünıanlar onu yolda yahut şehirde ele geçirse, o da "Sizden korktum ve kendimi kurtarmak için çıktım" derse onu tasdik etmeyip öldürebilirler.
Çünkü düşman savaşçılarının bulunduğu toplumda görmüşlerdir. Ancak halka karışmayan kişi öldürülmez. Düşmandan bunun aksi durumu anlaşılan kişi öldürülür. Kendisi için özür olarak ileri sürdüğü şeyler tasdik edilmez.
2773- Doğru söylediğini müslümanlar tahmin ederlerse, öldürmemeleri daha iyi olur, yerine esir alırlar.
Çünkü ihtiyat ile işlem yapılan durumlarda zannı galip kesin bilgi gibidir. Öldürme zannı galip ile olacaktı. Bu meselede bir yanlışlık meydana geldiği taktirde telafisi mümkün olmaz. Esir alınmasıyla amaç gerçekleşmiş olur.
2774- Bîr kilise veya manastırda olup kapısını tamamen kapatmamış kişinin öldürülmesinde sakınca yoktur.
Çünkü halk onların yanına girip çıkıyor ve görüşleriyle hareket ediyorsa,
onlar küfrün önderleri olurlar ve öldürülmeleri düşmanın gücünü kıracaktır.
2775- Müslümanlar manastır içinde bulunan bir rahibe gelip yolu veya düşmanın yerini sorsa, o da bunu biliyorum ama size söylemem, çünkü sizi de onlara haber vermem, derse müslümanların ona dokunmaması lazımdır.
Çünkü bu sözleriyle kendisine dokunulmaması gerektiğini belirtmiştir. O da tümden insanlara karışmadığını ve durumlarını bilmediğini söylemiş olmasıdır. Dostluk veya düşmanlıklarını kazanma çabası içinde olmadığını belirtmesidir. Müslümanlar kendilerine yanlış yol gösterip hiyanet ettiğini görürlerse., öldürmelerinde veya esir etmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü bu hiyanetle düşmana meylettiğini ve müslümanlara da düşmanlığını orta koymuş olur. Çünkü kurtuluşa götürecek yolu göstermemiş, kendisinden istedikleri halde onları helak olmaya götürecek yolu göstermiş ve kötülükleri için çalışmış olmaktadır.
2776- Müslümanlar halkı Rum olan bir ülkede manastırda bir Habeşliyi görseler ve bunu yadırgayıp mahiyetini öğremek isteseler, durumunu sorup öğrenmeleri gerekir. Çünkü şüpheyi gidermenin yolu sormaktır. Yüce Allah "bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz"[11] buyurmuştur. Söyliyeceği şeylerde hiyanet ve suçluluk ortaya çıkmadığı taktirde soruya verilen cevabı kabul etmek gerekir
2777- Ben ordu içindeki hıristiyan askerlerden biriyim, burada rahip oldum, derse, sözü kabul edilir ve kendisine dokunmazlar.
Çünkü' onlara söylediği şey muhtemeldir.
2778- Müslümanlardan birinin kölesiydim ve hıristi-yandım, burada rahip oldum, derse, onu alır ve efendisine geri verirler.
Çünkü kaçmış bir köle olduğunu kendisi itiraf etmiştir. Kaçan köleyi sahibine geri verme imkanı olan kişinin onu geri vermesi lazımdır.
2779- Düşman beni esir aldıktan sonra azat etti, ben de rahip oldum, derse sözü tasdik edilmez ve alınıp efendisine geri verilir. Çünkü köle olduğunu itiraf etmiştir.
Mülkiyeti de efendisinindir. Köleliği giderecek bir şeyi iddia etmiş olup bir delili olmadıkça iddiası tasdik edilmez. Efendisinin kendisini azat ettiğini iddia eden köle gibi.
2780- Müslüman bir köle idim, Hıristiyan oldum ve rahip oldum, derse irtidat ettiğini itiraf etmiş olur. Kendisine müslüman olması teklif edilir. Kabul ederse efendisine geri verilir, kabul etmezse öldürülür.
Müslümanlarla düşman arasında meydana gelen çarpışmada düşman yenilgiye uğrayıp çekildikten sonra müslü-manlar onlardan gördükleri yaralıları öldürebilirler. Savaşçılar olup aldıkları yaralarla yaşamalarının imkansız olduğu anlaşılsa ve aldıkları yaralardan dolayı savaşama-dıkları tesbit edilse, alınıp bağlanan esirler gibi onlarında öldürülmelerinde bir sakınca olmaz. Müslümanlar isterse onları ölümle başbaşa bırakır. Bütün bu işlerde serbesttirler.
Çünkü nasıl bir uygulama yaparsa yapsın müslümanlar için amaç gerçekleşmiş olur. Bu konuda esas Muhammed b. Mesleme hadisidir. Hayber günü Merhab'la düello yapmış ve vurup iki ayağını kesmiştir. Merhab ona "Öldür beni " demiş, ama Muhammed ona "Hayır, kardeşimin çektiği gibi sen de ölüm acısını çek" demiştir. Sonra Hz. Ali yanına gelmiş, saldırıp Öldürmüş ve eşyasını almıştır. Rasulullah onun eşyasını Muhammed b. Mesleme'ye vermiştir. Merhab'ın yaşama ümidi mevcut olsaydı Muhammed ona, hayır, demezdi. Yani üzerine yürür ve öldürürdü. Öyle bir durum olsaydı Rasululİah onun eşyasını kendisine vermezdi. Çünkü bu durmuda iken Hz. Ali üzerine yürüyüp öldürmüştür. Rasulullah onun bu davranışını da yadırgamamıştır. Böylece anlıyoruz ki bütün bunlar caizdir. Ölmediği taktirde de esir alınıp ganimet arasında taksim edilmesinde de sakınca olmaz. Zira esir mesabesindedir. Esirin öldürülmesi veya terkedümesinde devlet başkanı serbesttir. Bu da onun gibidir.
2781- Düşman kalelerinden bîrinde bir hasta görseler, öldürebilirler.
Çünkü hastalık onu savaşmaktan alıkoyar. Ama savaşçı düşman olmaktan çıkarmaz Üstelik hastalık geçebilir ve kendisinin müslümanlara karşı savaşma ihtimali ortadan kalkmamış olur.
2782- Ama bu hastalıktan kurtulamıyacaığı kanaatine varılırsa, öldürmemeleri gerekir.
Çünkü savaşma ümidi kalmamıştır. Bu durumu çok yaşlı kişinin durumu gibidir.
2783- Müslümanlar bağı (siyasi isyancı) larla savaşırken onlardan yaralılar ele geçirseler ve bunlar bir topluluk halinde iseler, Öldürmelerinde sakınca olmaz.
Çünkü bu durumda yaralı esir gibidir. Esir olanları öldürülür ve kaçanları da takip edilir. Yaralıları bu şekilde öldürülür.
2784- Ama yaralı kişinin yaşaması ümid edilmiyorsa, öldürülmesi mekruh olur.
Çünkü artık savaşma tehlikesi kalmamış olur. Bir gruba katılıp savaşacak durumu sözkonusu değildir. Onun durumu, yenilgiye uğrayıp katılacakları topluluk kalmıyan kişilerin durumu gibidir. Böyle bir durumda esir alınan kişileri öldürülmeyip kaçanları da takip edilmez. Aynı şekilde yaralıları da öldürülmez. Düşman olanlar ile bağîler (siyasi isyancılar) arasındaki fark, ikisine karşı savaşmayı gerektiren sebebin değişik olmasıdır. Çünkü bağîler müslümanlardandırlar. Savaşa sevkeden sebep, kuvvet ve topluluklarıdır. Bu ortadan kalkarsa, artık öldürülmeleri helal olmaz,
2785- Müslümanlar, düşmandan savaşmayı ve kendisine ne yapılacağını bilmiyen, sadece eline kılıç almış ve kendisine yaklaşan ve müslüman ve gayri müslim kişilere kılıç saHıyaıı bunak birini görseler onu öldürmemelerini daha uygun görüyorum. Sadece bu işten kendisini alıkoymak için yakalarlar.
Çünkü savaşma amacı bulunmamaktadır. Ancak savaşma amacı güdenler ve din için savaşanların öldürülmesi mubahtır. Bu adam müslüman ve gayri müslim yaklaşan herkese vurmaya çalıştığına göre, dini için savaşan biri olmadığını anlıyoruz. Bu durumda hayvan gibidir. Hayvan da belirli bir kişiye yönelmeyip sadece önüne gelen kişileri vuruyora, öldürülmesi helal olmaz. Ama müslümanın üzerine yürüyüp kurtulması ancak öldürülmesine bağlı olursa o zaman Öldürülmesinde sakınca olmaz. Bu bunak adam hakkındaki hükümde bu şekildedir.
2786- Öldürülen hayvanın parası sahibine tazminat olarak ödenirken, bunak düşman için böyle bir durum sözko-nusu değildir.
2787- Elinde bir kılıçla savaşan bir adamı ele geçir-seler ve adam müslümanları farkedince delilik gösterisinde bulunsa, müslümanlar da onu deli olarak görse, hakkındaki kanaatlerine göre uygulama yaparlar.
Çünkü onun durumuna vakıf olmak için başka delilleri olmayınca zanni galibe başvurmak gerekir. Delilin bulunmaması durumunda kıbleyi araştırmada olduğu gibi. Hakikatine vukufiyetin mümkün olmadığı şeylerde zannı galip hakikat mesabesindedir.
2788- Deli olduğuna kanaat getirip esir aldıktan sonra sağlam olduğunu anlasalar, Öldürmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü onu esir almaları kendisine eman vermeleri demek değildir.
Ergenlik yaşına gelen bir genci yakalayıp baliğ olup olmadığını biliniyorlarsa, bazıları bunun delili olarak kasık kıllarının bitmesini gösterirler. Delil olarak da Beni Kureyza hadisini gösterirler. Bize göre ise bu konuda kişilerin durumu farklı olduğu için onun ölçü alınması doğru olmaz. Onbeş yaşını doldurduğu yahut bundan önce ihtilam gördüğü bilinmedikçe, öldürmeleri doğru değildir. Burada zannı galip yerine kişinin durumundan anlamaları muteber olur. Çünkü küçüklüğü kesin olarak bilinmektedir. Kesin olan bir şey ancak onun gibi kesin olan bir şeyle yok olur. Yakalanmadan önce delilik gösteren kişinin deliliği daha önce kesin olarak bilinmiyordu. Onun için hakkında zannı galible karar verilmiştir.
2789- Henüz baliğ olmadan ve baliğ olacak kadar da-rulharpte uzun zaman kalmışlarsa, onu öldürmeleri helal olmaz.
Çünkü onu öldürülmeyi hak etmediği bir yaşta almışlardır. Yani bu kişi o zamana kadar müslümanlara karşı savaşanlardan olmamıştır. Çünkü çocuk iken almışlar. Çocuk ise savaşçılardan değildir.
Buluğa erdikten sonra müslümanlar için fey'olur. Diğer köleler gibi onlara karşı savaşan kişi olmaz. Ama delilik gösterip daha sonra sağlam olduğu anlaşılan kişinin durumu böyle değildir. Çünkü kendisini yakalamadan önce savaşan kişilerden olduğu anlaşılıyor. Sadece Öldürülmemesi için bu yola başvurmuştur. Zaten bunarmş iken yakalanan ve daha sonra müslümanlann elinde iken iyileşen bir kişiyi öldürmeleri helal olmaz. Tıpkı çocuğun durumunda olduğu gibi. Baliğ olan bu çocuk veya iyileşen bu bunak müslümanlardan bir adam öldürecek olursa kısas olarak devlet başkanı onu öldürür. Çünkü müslümanlann diğer köleleri gibi artık İslam ahkamıyla muhattap olmuştur.
2790- Çocuk baliğ olduktan ve bunak iyileştikten sonra müslümanlarla savaşırken müslümanlar onu yakalasa, öldürmelerinde sakınca olmaz. Kimseyi öldürmese de durum aynıdır. Çünkü müslümanlara karşı koyup savunma içinde bulunan bir kişidir. Müslümanların elinde iken buluğa erdikten sonra savaşacak olup kimseyi öldürmemiş-se öldürülmez, ama güzel bir dayak atılır. Tıpkı müslümanlardan birilerini öldürmeye yeltenip Öldürmemiş olan müslümanlann kölesinin durumunda olduğu gibi. Sakatlık ve hastalıkla malul esirlerden bunu yapanların da durumu aynıdır. Çünkü henüz savaşanlardan değilken darulîslama sokulduğu zaman, darul-
îslamda eman altında olan ve müslümanlarla savaşıp kimseyi henüz öldürmemiş
bulunan kişinin durumu gibidir.
2791- Müslümanların zaptedecekleri çiftçi kişileri öldürmek yerine esir almaları bence daha uygun olur.
Çünkü bunların savaşma düşünceleri kadınların düşünceleri gibidir. Zira bunlar ne savaşırlar, ne de buna ehemmiyet verirler. Esir alınmaları müslümanlar için daha yararlıdır. Çünkü onların çiftçilik işlerini görürler.
2792- Ama bununla beraber onları öldürürlerse, sakıncası olmaz.
Çünkü bunlar savaşmak için elverişli yapıya sahiptirler. Çiftçilik de zim-metsiz değildir. Kişi çiftçiliği bırakır ve savaşçı olabilir. Fakat dişilik özelliği böyle değildir. Yani kadın erkek olmaz.
2793- Sarhoşlukları sebebiyle akıllan başlarından gitmiş olsa bile, Tasladıkları sarhoş bir topluluğu öldürmelerinde sakınca yoktur.
Çünkü hüküm bakımından sarhoş ayık gibidir. Sarhoşlukları geçicidir Sarhoş olmakla müslümanlara karşı savaşçı olmaktan çıkmaz. Onun için öldürülmesinde sakınca yoktur.
2794- Müslümanlar bir düşman şehrine savaşarak girdikleri taktirde, gördükleri erkekleri öldürmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü orası düşman savaşçılarının bulunduğu yerdir. Orada kimi görürlerse, zahire göre savaşçılardandır. Aksi ortaya çıkıncaya kadar da hüküm zahire göre verilir.
Ancak müslüman veya zimmet ehli siması taşıyan bir adam görürlerse, durumu kesin ortaya çıkıncaya kadar tahkik etmeleri ve ihtiyatlı davranmaları gerekir.
Çünkü hakikatine vakıf olunamiyan şeylerde simaya göre hüküm verilir.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Simaları yüzlerindedir"[12] "Onları simalarından tanırsın"[13] "Suçlular yüzlerinden tanınırlar"[14]
Yanlışlıkla öldürmenin telafisi mümkün değildir. Durumu açıklık kazanm-caya kadar ertelenmesinde de müslümanlarm bir zararı yoktur. Onun için durumu açıklık kazanıncaya kadar hakkında arştırma yapmaları gerekir. Çünkü hakkında simanın muhtemel olması, fasık kişinin vereceği haberden aşağı olmaz. Fasık kişinin vereceği haberi araştırmakla mükellef olduğumuz gibi bunun da durumunu araştırmamız lazımdır.
2796- Müşrikler arasında silahlı müslüman bir topluluk görseler ve bunların bu işi baskı (ikrah) sonucu yapıp yapmadıklarını biliniyorlarsa, bunu onlardan sorup öğrenmek mümkün ise sorup öğreninceye kadar onlarla savaşmamalarını uygun görüyorum, öğrenme imkanları olmazsa, müslümanlara karşı savaştıklarını müşahede edinceye kadar ilişmemeleri gerekir. Ama müslümanlara karşı savaştıklarım görürlerse, onlarla savaşmak ve öldürmekte bir sakınca olmaz.
Çünkü din birliği onlarla savaşmaktan alıkoymaktadır. Müslümanlar onların böyle olduklarını biliyorlar.
2797- Aksi ortaya çıkıncaya kadar müslümanlarm onlarla savaşmaları helal olmaz. Düşmanın saflarında sadece bulunmalarıyla da bunun aksi ortaya çıkmaz.
Çünkü bu muhtemeldir. Baskı sonucu olmuş olabilir. İsteyerek de bu işi yapmış olabilirler. Onların savaşma amaçlan ve sebepleri ortaya çıkıncaya kadar onlara ilişmemek daha iyidir, isteyerek savaştıkları ortaya çıktığında kendilerine karşı savaşmakta sakınca olmaz. Çünkü müslüman da olsalar, düşmanın himayesi altında müslümanlara karşı savaşmaları onları öldürmeyi helal kılar. Nitekim müslüman da olsalar, bağiler (isyancılar) savaşmalarına karşı koymak için kendilerine karşı savaşılır. Savaşmalarının sebebi ortaya çıktıktan sonra öldürülmeleri yasak olmaz. Çünkü olsa olsa, bu iş için zorlanmış (ikrah görmüş) lerdir. Öldürmesi için ikrah edilen (zorlanan) kişinin öldürme tehlikesine karşı (savunma amacıyla) Öldürülmesi mubah olur.
2798- Kılıçları çekmiş ve müslümanlar da az olup karşı koymadıkları taktirde öldürmek için kendilerine saldırmalarından endişe ediyorsa ve savaşa baskı altında girmedikleri kanaati mevcut ise, onlarla savaşmakta bir sakınca olmaz. Onların burada durumları, geceleyin kılıcım çekip başkasının evine giren ve durumundan ev sahibinin endişe ettiği kişinin hali gibidir. Buna delil olarak da Hz. Ali hadisi gösterilmiştir. Basra halkına karşı savaşırken askerlerine, onlar size saldırıncaya kadar onlara Saldir-mayın, demiştir.
Bu istidlalden maksadı da onlarla savaşmanın mubah olması bakımından bazılarının saldırması hepsinin saldırması hükmünde olmasıdır. Yani bazıları saldırırsa, hepsi saldırmış gibi olur ve artık onlarla savaşmak mubah olur. Savaştıktan sonra bir müslüman onlardan birini öldürse ve daha sonra düşmanın onu zorla savaşa getirdiklerine dair delil ortaya çıksa, öldüren kişiye ne diyet, ne keffaret düşer.
Çünkü öldürülmesi helal olan bir adamı, durumunu bilerek öldürmüştür. Öldürülmesi helal olan bir kişiyi öldürmekten dolayı ne diyet, ne de kefaret gerekir.
2799- Aynı şekilde elinde silah olup düşmanın saflarında bulunduğu halde müslumanlarla savaşmıyorsa, hüküm yine aynıdır.
Çünkü düşmanın saflarında savaşa hazır bulunan kişinin öldürülmesi de mubah olur. Ancak durumunu araştırmak mümkün ise, araştırmak müstehap olur.
2800- İçinde müslümanların da bulunduğu bir düşman gemisini yaksalar veya batırsalar, müslümanlara bundan dolayı ne diyet, ne kefaret gerekir.
Çünkü işin gerçeğini bilerek şer'an helal olan bir iş yapmışlardır.
2801- Yine müslümanların çocuklarını kendilerine kalkan yapsalar ve müslümanlar onları oklarıyla vursalar, onlara birşey gerekmez. Ancak müslümanları vurmamaya çalışmaları müstehap olur.
Çünkü müslümanları vurmama imkanları varsa, mutlaka vurmaktan sakınmaları gerekir. Buna imkanları yoksa, niyet ve maksat olarak vurmamayı düşünmeleri gerekir. Zira niyet ve maksat ellerinde olan bir şeydir.
2802- Bundan dolayı onlara ilişmemek gerekiyorsa, o zaman düşmanı yenmek mümkün olmaz. Yani bu yola baş-vurulmazsa, düşman yenilmiyecektir.
Çünkü kendileri için korkan kale veya gemi sahipleri kendilerini korumak için yanlarına müslüman esirleri alırlar. Bundan dolayı onlarla savaşmak mümkün olmaz. Halbuki bu caiz değildir. Yani bundan dolayı onlarla savaş terkedilmez Nitekim gemilerinde kadınları ve çocukları bulunsa, geminin yakılması veya batırılmasında sakınca olmaz. Sadece kadın ve çocuklarını öldürmeye kastetmek helal olmaz. Aynı yerde yanlarında müslümanlardan veya zimmet ehlinden bir topluluk bulunduğu zaman da durum bu şekildedir.
En iyi Allah bilir.[15]
2803- Borçlu kişi savaşa gitmek isteyip alacaklı kişi de hazır değilse, borcunu ödemeye yetecek kadar malı varsa, savaşa gitmesinde sakınca yoktur. Savaşa gideceği, zaman bir adama, kendisine birşey olduğu taktirde mirasından borcunu ödemesi için vasiyet eder.
Çünkü alacaklının hakkı borçlunun canında değil, malındadır. Savaşa gitmesiyle onun hakkından birşey kaybolmuş olmaz. Çünkü alacaklı döndüğü zaman hakkını borçludan tahsil ediyormuş gibi o işle görevlendirilen kişiden teslim alır. Vasiyet sözünün belirtilmesi ise, savaşa giden kişinin Allah yolunda şehit olabileceğindendir. Böyle bir durumda onun yerine borcunu ödeyecek kişiye vasiyette bulunur.
2804- Mal gerçekte borçlunun malı ise de, hükmen alacaklının malı gibidir. Bu bakımdan borçlu açısından değil, alacaklı açısından o malın zekatının verilmesi vaciptir. Borçlu, malı emanet bırakan mesabesinde olur. Halkın emanetleri yanında olan kişinin, onlar adına sahiplerine verecek birine vasiyette bulunmasında sakınca yoktur. Borç da bu şekildedir.
Nitekim birinden borç bir mal alsa ve elinde ondan başkası bulunmadığı halde savaşa gitmek isterse, döndüğü taktirde sahibine ödemesi için başkasına vasiyet etmesinde sakınca olmaz. Borçlu olduğu halde ticaret ve hac yolculuğuna çıktığı taktirde alacaklının hakkım ödeyememesi sözkonusu olmadığında nasıl bir sakınca yoksa, savaşa gitmesinde de bir sakınca olmaz. Ama borcunu ödeyecek malı yoksa, Ödemek için kalıp gitmemesi daha iyi olur.
Çünkü borcu Ödemek, üzerinde bir sorumluluktur, savaşa gitmek ise, eğer bir genel seferberlik sözkonusu değilse, şahsı üzerine vacip değildir. Üzerinde borç olan şeylerden kurtaracak şeyler için çalışması onun için evladır. Çünkü farklı hakların birlikte sözkonusu olması halinde, işe bunlardan en önemlisi ile
başlanır.
2805- Borcun ödenmesi savaşa katılmaktan daha mühimdir. Çünkü hadiste, borcu ödenmediği sürece kişinin kabrinde borcun karşılığında rehin olacağı belirtilmiştir. Bir ölünün yerine borcunu ödemeyi tasadduk ettiği zaman Rasulullah Hz. Ali'ye şöyle buyurmuştur: "Şimdi onu rahatlattın". Alacaklının izni olmadan borçlunun savaşa gitmesi mekruhtur. Tıpkı çoluk çocuğuna yetecek malı bırakmadan birinin hacca gitmesi gibi. Bu onun için mekruh ise, borçlu için daha çok mekruh olur.
Çünkü hacca giden kişinin çoluk çocuğunun nafakası peyderpey vacip
olurken, borcun ödenmesi bir anda vacip olmaktadır.
Alacaklı alacağından vazgeçmeden borçlunun savaşa gitmesine izin verse bile, borcunu ödemek için savaşa gitmeyip çalışması müstehap olur. Çünkü savaşa gitmesine izin vermesiyle borcundan herhangi birşey
düşmüş olmaz. Onun için kendini düşünmesi ve daha vacip olan şeyden işe
başlaması evladır.
2806- Ama bu durumda da savaşa gitmesinde bir sakınca olmaz.
Çünkü savaşa gitmemek alacaklının hakkı içindi. Adam hakkının düşmesine razı olursa, savaşa gitmesinde sakınca olmaz. Tıpkı kölesinin cumaya gitmesine efendisinin izin vermesi ve kölenin cuma kılmak için gitmesi gibi.
2807- Borç vadeli ise ve borçlu, borcun vadesi gelmeden önce zahire bakarak döneceğini biliyorsa, en iyisi borcunu ödemek için kalıp çalışmasıdır. Ama bu durumda da gitmesinde bir sakınca olmaz.
Çünkü borcun vadesi gelmeden Önce alacaklının onu engellemeye hakkı yoktur. Çünkü böyle birşey borcunu ödemesini istemek olur. Halbuki vade varken borcu istemek olmaz. Onun için bu kişi ile gitmesine izin verilen kişi aynıdır.
2808- Rasulullahın buyurduğuna bakarak böyle bir kişinin gitmesinin daha iyi olacağı sonucu çıkarılmıştır. Çünkü hem Cebrail hem de Rasulullah, Allah yolunda öldürülmenin keffaret olacağı, ancak borcun mutlaka o kişiden alınacağını belirtmişlerdir. Asıl borçlu, söz konusu borcu kendisinin aynı oranda alacaklı olduğu bir üçüncü kişiye havale etse, o taktirde borçlunun savaşa gitmesinde sakınca olmaz.
Çünkü alacaklının borcunu başkasına havale etmesiyle o borçtan kurtulmuş olur. Ödeyecek olan ikinci kişinin borcu ödemesi halinde yerine ödediği kişi döndüğünüzde artık ondan birşey talep edemez.
2809- Borcunu başkasına havale eden kişinin ondan alacağı yoksa, savaşa çıkmaması müstehap olur.
Çünkü havale eden kişinin borcundan kurtulsa bile, kendisine havale edilen borç hala kendi üzerindedir. Yani kendisine havale edilen üçüncü kişi borcu ödediği taktirde, asıl borçluya geri dönme hakkına sahiptir.
2810- Alacağı havale edilen değil de, üzerine borç havale edilen kişi savaşa çıkmasına izin verirse, çıkmasında sakınca olmaz.
Çünkü üzerinde alacaklının hakkı kalmamış olur. Sadece üzerine borcun havale edildiği kişi ile ilişkisi kalmıştır. Bunun da onun hakkında verdiği izin muteberdir.
2811- Borçlu borcunu havale etmeyip kendi isteği olmaksızın başka birisi onun borcunun ibra esdilmesi şartıyla, borçluya kefil olursa, borçlunun savaşa gitmesinde sakınca olmaz. Alacaklı yahut kefilden de izin alması gerekmez.
Çünkü kendiliğinden ibra edilince isteyenin hakkından kurtulmuştur. Kendi isteği dışında kefil olan kişi tazminat olarak kendiliğinden ödediği için de ödeyen kişiye bir şey ödemez.
2812- Kendi emriyle biri borcuna kefil olmuşsa, asilin ve kefilin emrini almadan çıkması doğru olmaz.
Çünkü her ikisi onu istemektedir. Asil, ondan borcu istemekte, kefil de düşürdüğü kefaleti ödemekten kurtarmasını istemektedir.
2813- Eğer kefalet borçlunun emri ile olmazsa, isteyen kişinin iznini alması lazımdır. Çünkü borcunu Ödemesini isteme hakkı bulunmaktadır. Kefilden emir istemesi ise gerekmemektedir.
Çünkü burada kefilin kendisine vereceği bir şey yoktur.
2814- Batıl bir konuda şahsı bulup getirmeye kefil olmak bu şekildedir. Onun emri ile bulup getirmeye kefil olursa, kefilin emri olmadan savaşa çıkması doğru olmaz.
Çünkü o kişi kendisini içine düşürdüğü durumdan kurtarmak için mahkemeye çağıracaktır.
2815- Ama emri olmadan kefil olmuşsa, iznini almadan çıkmasında bir sakınca olmaz.
Çünkü kendisinden istediği birşey yoktur.
2816- Borçlu iflas etmiş ve borcunu ancak mücahitlerle beraber darulharbte ticaret yaptığı taktirde ödeyebilecek durumda ise, alacaklıdan izin istemeden çıkmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü burada amacı borcu ödeyebilmektir. O da üzerinde bizzat sorumluluk olan bir şeydir. Yani borcu ödemek için verecek maldan sorumludur.
2817- Borcumu ödeyebilmek için ganimetten pay tahsisi yahut pay alabilirim, ümidiyle savaşa çıkmak istiyoruın derse, bana göre alacaklıdan izin almadan çıkmaması uygun olur.
Çünkü savaşta ölme tehlikesi vardır. Ama ticarette ölme tehlikesi bu şekilde yoktur. Netice olarak alacaklı onun çıkmasını tasvip etmiyorsa, çıkmaya hakkı olmaz. Ama İzin verirse çokmasında sakınca olmaz. Kendisi bunun farkında olmasa bile, izin olduğu takdirde çıkabilir.
Rivayete göre bir adam Rasulullaha gelerek evlendiği kadının mehrini ödemesinde yardımcı olmasını istemiş, Rasulullah da verecek bir şeyi olmadığını buyurmuş ve şöyle demiştir: "Ebu Katade'yi bir seriyye başında görmek istiyorum, onunla beraber git, belki Allah eşinin mehrini karşılayacak bir ganimet verir", öafataii kabilesinin bir bölgesine gittiler, ganimetler aldılar ve adam eşine mehir olarak verecek mal elde etti. Rasulullah çıkmak için eşinden izin almasını söylemedi"
Bundan da anlıyoruz ki izin almadan çıkmak caizdir. Seferberlik genel ise, o zaman borcu ödeyecek malı olsun olmasın yahut alacaklı kendisine izin versin veya vermesin, borçlunun çıkmasında sakınca olmaz. Çünkü bu durumda savaşma gücü yeten herkesin üzerine farzı ayndır. Erteleme imkanı da yoktur. Ama borcun ödenmesinin ertelenmesi mümkündür. Çıkmamanın zararı borcu ödememenin zararından daha büyüktür. Çünkü çıkmamanın zararı bütün müslümanlara dokunur. Onun için iki zarardan daha büyük olanı gidermekle meşgul olması vaciptir. Alacaklının da onu bundan alıkoyma hakkı olmaz. Onun için borçlunun ondan izin alması da gerekmez.
2818- Müslümanların savaşmak için gittikleri yere gittiğinde bakar; müslümanlar için bir tehlike mevcutsa savaşır, ama onlar için tehlikeli bir durum yoksa, alacaklının izni olmadan savaşması doğru olmaz.
Çünkü savaştığı taktirde ölebilir ve borcu ödenmemiş olur. Savaşmasıyla alacaklının hakkını tehlikeye atmış olur. Onun için alacaklının izni olmadan böyle yapmaması daha iyi olur.
2819- Borçlunun adı kütükte yazılı olup komutanı savaşa çıkması için emir verecek olursa, durumunu devlet başkanına bildirmesi için borçlu olduğunu komutana bildirmesi lazımdır. Devlet başkanı bu durumda görülecek iş için diğerlerini yeterli buluyorsa, savaşa çıkarmayabilir. Ama çıkmasını istiyorsa, devlet başkanına itaat eder.
Çünkü böyle bir şeyde devlet başkanına itaat etmesi vaciptir. Özrünü
bildirdiği halde kendisi mazur görmeyip çıkmasını emretmişse, ona itaattan daha faziletli bir iş olmaz. Devlet başkanından izin alamıyorsa ve çıkmadığı taktirde kendisine düşecek paydan mahrum olmamak için yemin etmekten de korkuyorsa, alacaklının izni olmadan çıkmasında sakınca olmaz.
Çünkü bu çıkması, borcu ödemek için bazı yollara başvurmak demektir.
2820- Çıkmamaya gayret ettiği taktirde bundan sağlanan geçimi kesilecekse, o zaman borcunu ödemesi daha çok tehlikeye girer.
2821- Mücahidin borcu olmayıp anne babası yahut onlardan birisi hayatta olup savaşa gitmeyi kendisine yasaklıyorsa, onların izni olmadan savaşa çıkmaması onun için müstehap olur. Zira adamın biri Rasulullaha gelerek "ey Allahm Rasulü, seninle beraber cihad etmek için geldim, annem ve babam da geldiğim için ağlıyordu" dedi. Rasulullah ona "Git, ağlattığın gibi onları güldür" buyurdu. Bir başkası da "annem istemediği halde sizinle beraber cihad etmek istedim" dedi. Rasulullah ona da "Annenin yanında kal, şüphesiz cennet ayaklarının yanındadır", buyurdu.
2822- Genel seferberlik halinde ise anne ve babası istemese de çıkması gerekir.
Çünkü cihada çıkarak hem kendini, hem onları korumaktadır.
2823- Seferberlik genel olmayıp devlet başkanı cihada çıkmasını bildirmişse, o zaman anne ve babasının durumunu ona bildirir, buna rağmen çıkmasını emrederse, ona itaat eder.
Çünkü devlet başkanı burada anne ve babası gibi kendisine vacip olan bir hakkı yüklemiştir.. Yani adamın adı kütükte yazılı ise, kölenin efendisine itaat ettiği gibi devlet başkanına itaat ederek cihada çıkması gerekir.
Nitekim istese de, istemese de çıkmaya mecbur edebilir. Kölenin efendisine tabi olduğu gibi yolculukta da, ikamette de devlet başkanına tabi olur. Kölenin anne ve babası istemese de efendisine itaat ederek cihada çıkması vacip olduğu gibî, askerin de devlet başkanına itaat etmesi gerekir.
2824- Seferberlik genel değilse, köle efendisinin izni olmadan cihada gitmez.
Çünkü efendiye hizmet ve ona itaat etmek köle üzerinde farzdır. Yani kölenin şahsı üzerinde farzdır.
2825- Genel seferberlik zamanında efendisinin izni olmadan köle savaş meydanına çıkabilir.
Çünkü çıkarak kendini, efendisini ve bütün müslümanlan savunur.
2826- Zaruretin kesin olması halinde efendisinin kölesini cihada çıkmaktan ve savaşmaktan alıkoymaya hakkı olmaz. Ondan izin alması da gerekmez. Cihada çıkmada sözleşmeli köle ( mükateb) , diğer köleler gibidir.
Çünkü bu çıkış hali, sözleşme ile sabit olan kurtuluş kapsamında değildir. Çünkü o sözleşme malı kazanma ile sınırlı bir şeydir.
2827- Hür kadının mahremi yanında savaşa çıkması caizdir. Yaralıları tedavi eder, hastalara bakar, müslümanlar üç günlük ve daha fazla yolculuk yapacakları taktirde, yaşlı da olsa, genç de olsa mahreminin izni olmadan çıkamaz. Çünkü Rasulullah "Kocasının beraberinde yahut mahrem bir yakını olmadan kadın üç gün üç geceden fazla yolculuk yapmaz" buyurmuştur. Ama yolculukları daha kısa bir yere ise, mahremi olmadan çıkmasında bir sakınca yoktur. Fakat evli ise, ancak kocasının izni ile çıkabilir. Fakat seferberlik genel olup kadının çıkması da müslümanlarm takviyesi için gerekli ise, çıkabilir. Savaşacak erkekler bulunduğu taktirde kadının bizzat savaşması da uygun olmaz. Çünkü kendisi avrettir. Savaş esnasında bir tarafının açılması da söz konusu olabilir.
Sonra, kadının savaşa bizzat katılması müslümanlar hakkında şüpheye yol açabilir. Çünkü düşman kadınların yardımına muhtaç olacak kadar müslümanların zayıfladığını düşünebilir. Ancak ihtiyaç halinde kadının savaşmasında sakınca olmaz. Nitakim Uhud günü Nesibe Binti Ka'b müslümanlar çekilirken Rasulullahm yanında savaşmıştır. Rasulullah "Bugün Nesibe'nin makamı falan filanın makamından üstündür" buyurmuştur. İhtiyaç halinde savaşmasından dolayı onu övmüş ve takdir etmiştir.
Böylece anlıyoruz ki ihtiyaç halinde kadının bizzat savaşmasında sakınca yoktur. Devlet başkanı halkı savaşa çıkmaktan ve savaştan nehyederse, seferberliğin genel olması dışında, ona itaatsizlik etmeleri doğru olmaz.
Çünkü yasak olmayan bir işde, kölenin efendisine itaat etmesi gibi, devlet başkanına itaat vaciptir. Genel seferberlik dışında, köle efendisinin izni olmadan nasıl çıkamiyorsa, burada da çıkamaz. En iyi Allah bilir.[16]
2828- Allah yolunda (savaşta) kişinin çıngırak taşımasında ve müslümanların kalelerinde çıngırak bulundurmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü bu, müslümanları güçlendiren ve uykuya dalmalarını önleyen bir şeydir. Çıngırağın kullanılmasının mekruh oluşu, eğlence olarak kullanılması ve müslümanları düşmana veya hırsızlara göstermesi bakımındandır. Bu durum söz konusu değilse, kullanılmasında sakınca olmaz. Çünkü Rasulullah "Ameller niyetlere göredir" buyurmuştur. Savaşta ata giydirilen zırhla beraber çıngırak takılmasında da sakınca yoktur. Çünkü savaşın hilelerinden biri olup düşmanı ürkütmeye yarayabilir.
2829- Halkın toplanması için davulların çalınmasında da sakınca yoktur.
Çünkü bu bir eğlence değildir. Mekurh olan, eğlence davuludur. Tef gibi. eğlence için çalınması mekruh ise de nikahın duyurulmasında çahnmasındaki ber sakıncası yoktur.
2830- Savaşta insanların toplanması için müslümanların çan çalması yahut boru Öttürmeleri doğru değildir.
Çünkü bunlar hiristiyan ve yahudilerin yaptığı şeylerdir. Onlara benzememiz yasaklanmıştır. Zaten amaç bundan başka şeylerle de gerçekleşmektedir. Amacı başka şeyler ve yollarla gerçekleştirmek mümkün olduğu takdirde yasaklanmış şeyleri kullanmamız caiz olmaz.
2831- Müslümanların şehir ve kalelerinde namaz kılmak, nöbet tutacak yeterli kişiler olduğu taktirde, nöbet beklemekten daha faziletlidir. Çünkü ibadet mefhumu daha güzel gerçekleşmektedir. Ama nöbet bekleyecek yeterli kişi yoksa, o takdirde nöbet beklemek daha üstün olur. Zira nöbet beklemek bu yere mahsus bir şey olup kişi bundan başka yerlerde nafile namaz kılma imkanına da sahiptir. Mekkede tavaf etmek ile namaz kılmak gibidir. Bu sebepten dolayı yabancılar için, tavaf etmek namaz kılmaktan üstündür. Ama kişi hem namaz kılmayı hem de nöbet beklemeyi yapabiliyorsa, yapabilir.
Çünkü iki ibadeti yapmak birini yapmaktan üstündür . Oruç ve itikafı, tavaf ile Kur'an tilavetinin ikisini yapmak gibi.
2832- Kıbleye dönerek kılması nöbet beklemekten alıkoyuyor ve kıbleye dönmeden hem nöbet beklemek hem namaz kılmak istiyorsa, yapamaz. {Kıbleye dönerek kılması lazımdır.)
Çünkü bilerek kıbleye yönelmeden namaz kılmak zaruret hali dışında caiz değildir. Burada ise zaruret meydana gelmez. Çünkü nöbet beklemek sadece onun şahsının yapacağı bir şey olmayıp başkaları da yapabilir.
2833- Farzı doğuya, batıya ve kuzeye kısmen dönerek kıldığı takdirde nasıl caiz olmayıp manazı tekrar kılması gerekiyorsa, nafile namazı da bu şekilde kılamaz.
Çünkü farz ve ve nafile namazlarda kıbleye yönelmek gereklidir ve ikisi için bu gereklilik aynıdır.
2834- Yüzünü kıbleden çevirmeyerek farz namazda biraz meylederek kıldığı takdirde namazı tekrar kılması gerekmez. Çünkü hem namaz kılma hem de nöbet bekleme ibadetini yerine getirmiş olur. En iyisi, namazı uzatmadan iki rek'at kılıp nöbet tutmaya dönmesidir. Her iki rek'at başında bu şekilde nöbet bekler. Namazı çok kısa da kilsa nöbette ihmalkarlığı sözkonusu olacaksa, namazı bırakır. Tıpkı kıbleye yönelerek namaz kılmasının mümkün olmaması gibi. Ama hem namaz kılma hem nöbet beklemeyi beraber yürütebiliyorsa, ikisini de yapar.
2835- Savaşta ve savaş dışında atın boynuna gerdanlık: takmasında sakınca yoktur.
Çünkü gerdanlık takmak savaşçı olan ve olmayan binicilerin şeylerdendir. Müslümanların güzel gördüğü şey Allahm yanında da güzeldir. Kr varki yay takmaları doğru olmaz. Çünkü hadiste "Atların boynuna gerdanlı takın, ama yay takmayın" denilmiştir. Yasağın sebebi ise atın yayla boğulup ö tehlikesidir. Onun için atın boynuna yayın takılması mekruh olmuştur.
2836- Savaşta ve savaş dışında ince ipeğin giyilmesi mekruhtur.
Çünkü ince ipek silahtan korunmak için değil, rahatlığı için giyilir.
2837- Savaşta yararlanılan kalın ipeğin hükmünü hakkındaki ihtilafı daha önce belirtmiştik.
2838- Mücahidin atının zırhında hayvan resminin bulunması mekruhtur. Eyer ve halkalımda da bulunması mekruhtur. Giydiği elbisesinde bulunması da aynı şekildedir. Bu şeylerde ağaç resimlerinin bulunmasında sakınca yoktur.
Rivayete göre Rasulullaha üzerinde kuş resmi bulunan bir kalkan hediy{ edilmiş, o da sabaha kadar o resmi yok etmiştir. Rasulullah için bunu meleğe yaptığı da söylenir. Bu da böyle bir şeyin kullanılmasının mekruh ol<duğurn_ gösterir. Hayvan resimlerinin ancak üzerinde yatılan ve oturulan halı, yastık gıb şeylerde bulunmasına ruhsat vardır. Zira Cebrail aleyhisselam RasulullaJha "y, bunların başlan kesilir yahut yastık yapılıp üzerine oturulur" Çünkü bu durumcU resmin yüceltilmesi ve resimlere yahut heykellere tapan kişilere benzemek söz-konusu olmaz. Ama dikilen, giyilen veya bir yere asılanlar böyle değildir _ Çünkt bu durumda onlara tapan kişilere benzemek yahut onları yüceltmek: sözko-nusudur. Onun için mekruh olur. Bundan da anlaşılıyor ki kapının üzerine hayvan resimli yaygıların asılması mekruhtur. Çünkü bu yaygıların üzerine basılmıyor, aksine asılıyor. Üzerinde hayvan resmi bulunan perde ve peştemalin kullanılması da mekruhtur.
2839- Evde kullanılan kaplarda insan ve hayvan resimlerinin bulunması da mekruhtur.
Çünkü bunlar serilen ve üzerinde oturulan şeyler değildir.
2840- Savaşta altından veya gümüşten yapılmış göğüs zırhı ve miğfer taşımakda sakınca yoktur.
Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşüdür. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise mekruhtur. Hakkındaki ihtilaf savaşta dibac (dallı, çiçekli ve ipekli) kumaşın giyimi hakkındaki ihtilaf gibidir. Çünkü Rasulullah "Bu ikisi ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haramdır" buyurmuştur. Bu şekilde resimli elbise giymekle bunu giymek arasındaki fark oraya çıkmaktadır. Çünkü bunun yasaklanması hem kadın, hem erkek için geneldir. Böylece zaruret durumu dışında buna ruhsatın olmadığım anlarız. İpek ve altın kadınlara süs için mubah görülmüştür. Yani kendilerine yarar sağladığı için bunlara ruhsat verilmiştir, yoksa zaruretten dolayı değildir.
2841- Düğmeleri ipek veya altın olan bir elbiseyi savaş dışında da giymede sakınca yoktur.
Çünkü bir, iki ve üç parmak kadar ipek için ruhsat vardır.
2842- Erkekler için altın düğme ve elbisenin katlı kenarlarında altının bulunması (bulunması) mekruh olduğu gibi, altın yüzük de mekruhtur. Ama içinde çivi gibi altın bulunan gümüş yüzük takmasında sakınca olmaz.
Çünkü bu az olup elbisedeki düğme mesabesindedir. Elbisenin düğme ve katlı kenarları ( kol ağızlan) da bu şekildedir.
2843- Üzerinde hayvan resmi bulunan silahı kullanmak için zaruret varsa, kullanılmasında sakınca olmaz.
Çünkü Ölü eti yemede olduğu gibi, zaruret olan yerlerde haram olmaz. Resmin başı kesik yahut yüzü silik ise, gerçek resim sayılmaz.
Çünkü mekruh olan, canlı hayvan resmidir ve bu da başsız olmaz.
2844- Kabenin üzerine canlı resmi bulunan bir örtünün Örtülmesi mekruhtur.
Çünkü bütün mescitlerde resimlerin bulundurulması mekruh olduğu gibi Kabe üzerinde bulunması evveliyetle mekruh olur.
2845- Resimlerin başları görülmeyecek şekilde sıvanıp kapatılırsa, sakıncası kalmaz.
Çünkü bu durumda artık resim değildir.
2846- Yine evin duvarlarındaki resimlerin yüzleri sıva yahut alçı ile kapatılırsa, mekruh olmaktan çıkar. Sahibi istediği zaman sıvayı söküp atabileceği bir durum da olsa, sakıncası ortadan kalkar.
Çünkü mekruh oluşu, resme saygı göstermeklen ve, heykellere tapanlara benzemekten ileri gelmektedir. Sıvama yahut alçılama ile bu durum ortadan kalkmış olur.
2847- Silah üzerindeki resimlerin üzerine kaplama yaparsa ve elbise üzerindeki resimlerin üzerine de dikişler geçirir yahut bir yama yaparsa, artsk mekruh olmaktan çıkar.
Çünkü bütün bunlarla mekruh olmaktan çıkar.
2848- Bayrak ve sancaklarda da canlıların resimleri mekruhtur.
Çünkü bunlar yukarı asılan şeylerdir.
2849- Bayrak ve sancakların üzerinde ağaç ve başka şeylerin resimlerinin bulunmasında sakınca yoktur. Çünkü hadiste belirtildiği gibi mekruh olan şeyler, canlı resmi olanlardır. Hadiste "Kıyamet günü onu yapan kişiye ruh üfürmesi teklif edilir, fakat üfüremez" denilmektedir.
2850- Sıcaktan ve soğuktan korunmak için evin duvarlarını üzerinde resim bulunmayan aba ve kalın ketenle ört-nıekde bir sakınca olmaz.
Çünkü bu ikisi süs için değil, yararlanmak içindir. Bunlardan süs olanlar
mekruh olur.
2851- Rivayete göre Hz. Ömer bunların çıkarılmasını emretmiştir. Selmani Farisi de bir evde bunu gördüğü za-nıan "Eviniz sıtmalı mı yahut Kinde'dc Kabe mi değişmiştir?" diyerek yadırganılır. Böylece başka evlerin Kabe'ye benzerliği sebebiyle bunun mekruh olduğunu anlıyoruz.
Ebu Hanife'nin görüşüne göre üzerinde oturmak ve yatmak için ipeğin yere serilmesinde sakınca yoktur. İpeğin yastık yapılmasında da sakınca yoktur. Sadece giyilmesi mekruhtur. İmam Muhammede göre ise ipeğin giyilmesi mekruh olduğu gibi yastık yapılması ve yere serilmesi de mekruhtur. Bu görüş Ubeyde es-Selmani'den nakledilmiştir.
2852- Şüphe yok ki üst kaftanın ipek olması mekruhtur.
İmam Muhammed, Hz. Ali'nin hadisini delil göstermiştir. Medayin şehrinde binmek için Sasani valisinin atı getirildiğinde Hz. Ali elini eğerin halkasına atınca, kaymıştır. Bu nedir? deyince, dibactır dediler. Binmek istemedi.
Bunun üzerinde oturmanın sakıncası yoksa, altm sergi üzerine oturmanın da sakıncası olmaz, demiştir. Çünkü ikisini aynı gönnek, bıraktığı etki bakımındandır. İttifakla altın sergi üzerinde oturmak mekruh ise, bu da mekruhtur. Üzerinde oturulacak altm sergiye ruhsat verildiği halde yemek için altm tabaklara nasıl ruhsat verilmez!
2853- Yüzüğün kaşında canlı resmi olmasında sakınca yoktur.
Çünkü bu göze pek görünmez ve uzaktan pek sezilmez. Ama uzaktan görülenler mekruh olur. Sonra, resim ve heykellere benzeme ve resmi tazim etme de bununla meydana gelmez. Huzeyfe îbn el-Yeman'ın yüzük kaşında iki canlı resmi vardı ve bu ikisi arasında Kur'an'dan birşeyler bulunuyordu. Ebu Musa el-Eş'ari' nin yüzüğünde yatan bir arslan resmi bulunuyordu. Nitekim başında tacı ile tahtı üzerinde oturan yabancı ülke kiralı resminin üzerinde bulunduğu para ile müslü-manm namaz kılmasında sakınca yoktur.
2854- Kişinin evinde üzerinde oturmadığı bir serginin ve içinde yiyip içmediği ve yalnızca süs için kullandığı altın ve gümüş tabakların bulunmasında sakınca yoktur. Muhammed İbn el-Hanefiyye'nin evinde bunlardan bulunduğu ve kendisine bunlar sorulduğunda "Kureyşten bir kadınla evlendim, o getirdi" dediği rivayet edilir. En iyi Allah bilir.[17]
2855- Müslümanların düşman kalelerini ateşle yakmak, içindekilerini su ile boğmak, onlara karşı mancınık kurmak, sularını kesmek, sularını bozmak için kan, zehir ve ilaç katmakta bir sakınca yoktur.
Çünkü onları yenmek ve güçlerini kırmakla mükellefiz. Söylediğimiz bütün bunlar savaş tedbiri olup düşmanın gücünü kırmak İçindir. Onun için emirlere muhalefet değil, bilakis onları yerine getirmektir. Diğer taraftan bütün bunlar düşmana zarar vermektedir. Sevap kazanmanın da sebebidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir".[18] Onlar arasında büyük, küçük, kadın, erkek eman altında olan kişilerin yahut müslümanların esirlerinin bulunduğunu bilmemiz bu işleri yapmaya engel değildir. Çünkü düşmanı mağlup etme emrini yerine getirmek için bunlara isabet ettirmemek mümkün değildir. Sakınmanın mümkün olmadığı şey de afvedi İm iştir.
2856- Belirttiğimiz kişilerden bu sebepten dolayı helak olanlar olursa, m üsl umanlar a bundan dolayı birşey gerekmez.
Çünkü yaptıkları bu iş mubah, istenilen ve emredilen bir şeydir. Kaçınılması mümkün olmayan şeyler bağışlanmış sayılır. Bundan dolayı dünyada ve ahirette herhangi bir sorumluluk düşmez.
2857- Bunun dayanağı şudur; Hz. Peygambere düşman erkekleriyle beraber evlerde kadın ve çocukların öldürülmesinin durumu kendisine sorulduğunda "Onlar onlar -
dandir" buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber Şam bölgesinde bir yer olan Ubna'ya saldırıp yakması için Usame İbn Zeyd'i görevlendirmiştir. S el man, Taif kalesine mancınık kurması için Hz. Peygambere söylemiş, o da mancınık kurmuştur. Yine Hz. Ömer, kuşatılan Tüster şehrine karşı mancınık kurması için Ebu Musa el-Eş'a-ri'ye emretmiş, o da mancınık kurmuştur. İskenderiye şehrini ku = satan Amr İbn el-As da ona karşı mancınık kurmuştur. Hayber'de kalelerden biri olan Natat kalesinin suyunu Ra= sulullah kesmiştir. Bunların yerde biriken sulardan içtiklerini Öğrenince sularını kesmiş, onlar Ha suları bittikten sonra susuz kalıp teslim olmuşlar ve nıüsliimanîar muzaffer olmuşlardır. Seleme İbn el-Ekva'dan rivayet ediliyor; Muaviye zamanında denize açıldık, düşmanla karşılaştık, onlara lav silahıyla ateş ettik.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki düşnaın savunma ve korunma halinde bulunduğu sürece bunda bir sakınca yoktur. Ancak esir alındıktan sonra kişilerin ateşle yakılması haramdır, İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasuluî» lalı seriyyeyi göndermiş ve onlara şöyle buyurmuştur: Falan kişiyi ele geçirirseniz ateşte yakınız. Çünkü o adam, Rasulullahın kızı ZeyneVin bindiği deveyi vurmuş ve Zeyneb'in düşük yapmasına sebep olmuştur. Ondan sonra Rasulullah sözünü geri alarak "Onu ele geçirirseniz öldürünüz, yakmayınız, çünkü ancak Allah ateşle cezalandırır" buyurmuştur, Rasulullah, Muaz İbn Cebel'i Yemen'e gönderirken ona şöyle buyurmuştur: "Falan kişiyi ele geçirirsen ateşle yak". Muaz ayrılacağı zaman Rasulullah çağırıp ona şöyle demiştir: "Bunu öfkeli iken sana söyledim, Allah'ın azabıyla khi'senin azap vermeye hakkı yoktur. Allah seni ona karşı muzaffer kılarsa, öldür".
Bundan da anlıyoruz ki yakalandıktan sonra düşman esirlerin ateşte yakılması mekruhtur. Ama karşı koyan ve savaşan kişilerin savaş esnasında yakılmasında bir sakınca yoktur.
2858- Savaş esnasında lakap takınmak, mensubiyet duygularını öne çıkarmak, şiir okumakta sakınca olmaz. Yeterki müslümanların birbirlerini kötülemeleri yahut birbirlerine karşı böbürlenmeleri sebebiyle "nüslümanlar arasında kin ve nefret sebebi olmasın. Çünkü şiir okuma ve lakapla öğünme gibi şeyler savaşı alevlendirmekte ve savaşanların (düello yapanların) çabalarım artırmaktadır. Bir müslümana eziyet etmemesi şartıyla bu gibi şeylerde bir sakınca olmaz, ama müslümana eziyet ederse, caiz olmaz.
Bunun dayanağı şudur: Hendek günü ashabı kiram hendek kazıyor ve şiirler okuyordu. Rasulullah şöyle buyurdu: "kötülük istemiyen (kimseye eziyet etmeyi amaçla-mıyan) kişinin okuyacağı şiirden kimse öfkelenmez, ama Ka'b İbn Malik ve Hassan İbn Sabit hariç. Çünkü bu ikisi bundan çok sözler bulurlar".
Rasulullah ikisine birşeyler söylemeyi yasakladı. Rasulullah başkalarıyla beraber kazıyor ve "Allahim, ahiret hayrından başka hayır yoktur, Ensar ve Muhacirlere mağfiret et" buyuruyordu. O gün kesekler taşıyor ve şöyle diyordu: "Bu develer Hayber develeri değildir, bunlar onlardan daha temiz ve daha iyidir". Bundan da anlıyoruz ki mücahidlerin şevkini artıran ve savaşa teşvik eden bu ve benzeri şeylerde sakınca yoktur.
2859- Düşmanın zorla ele geçirdiği ve düşman saflarında tuttukları müslüman bir adamı, müslüman olduğunu bilmeden başka bir müslüman vurup öldürse yahut müslüman olduğunu bilip özellikle onu vurmamaya gayret ettiği halde isabet edip öldürse yahut müslüman olduğunu bilmeden özellikle onu vursa, vuran adama ne bir diyet ne keffaret gerekir.
Çünkü mutlak olarak düşmanın saflanna atış yapmak onun için helaldir. Bundan dolayı kendisine bir sorumluluk düşmez.
2860- Ancak düşmanın zorla ele geçirdiği bir müslü-man olduğunu biliyor ve durumunu bildiği halde özellikle onu vuruyorsa, genel kurala (kıyasa) göre kendisine kısas gerekir.
Çünkü bu, kasten öldürmektir. Kasten Öldürmek de kısası gerektirir. Ra-sulullahın "Kasten öldürmek kısası gerektirir" sözü bunu teyid etmektedir.
2861- İstihsana göre ise, kısas gerekmez.
Çünkü düşman safında durmaktadır ve düşman saflarına atış mubahtır. Öl-dürülebilecek bir yerde olması kısasın düşmesi için bir şüphe sayılır. Çünkü kısas şüphe halinde uygulanmayan bir cezadır.
2862- Ama malından onun diyetini vermesi lazımdır.
Çünkü şüpheli durumlarda diyet gerekir. Bu adam, kanı helal olmayan bir adamı öldürmüştür.
2863- Ancak kendisine kefaret gerekmez.
Çünkü bu işi kasten yapmıştır.
2864- Atıcının yayı kopup ok müslüman saflarında bulunan bir müslümana isabet etse yahut başka tarafa gidip savaş için gelmiş müslüman bir adamı öldürse, vuran kişiye hem diyet hemde kefaret düşer.
Çünkü hata ile öldürmüştür. Hata ile öldürme durumunda diyet ve kefaret gerekir. Bu konu ile ilgili olarak şu hatalar meydana gelebilir:
2865- Mesela düşman safında görünce, düşmandan sanarak özellikle onu vurması ve o kişinin müslüman olduğunun ortaya çıkması. Gerçekten bu bir hatadır.
Çünkü bizzat bir şahsı hedef almış ve vurmuştur. Zannetmesi, fiili ile muttasıl değildir. Yani düşmandan zannetmesi ile o kişiyi vurması ayn şeylerdir. Bunun hata olduğunu sünnetten öğreniyoruz. Ebu Huzeyfe el-Yeman'ı müslümanlar düşmandan zannederek kılıçlarıyla öldürmüşler, Rasulullah diyetinin verilmesini emretmiştir. Oğlu Huzeyfe İse diyeti müslümanlardan almayıp bağışlamıştır.
2866- Düşman kalesini mancınıkla dövseler ve kalede bulunan müslüman bir tüccarı yahut bir esiri öldürseler, vuranlara birşey gerekmez. Bu kişi düşman arasında olduğunu bildirmiş olsa bile, durum aynıdır.
Çünkü belirttiğimiz gibi atış yapmak mutlak olarak mubahtır.
2867- Yine bir sığınakta duman yapsalar ve sığınağın içinde bulunanlarla beraber aynı yerde bulunan bir müslüman da ölse, müslümanlar a birşey gerekmez.
Çünkü duman yapmaları mubahtır.
2868- Ancak sığınaktaki kişileri duman yapmadan öldürme imkanları olursa, duman yapmamaları evla olur. Fakat ancak duman yaparak öldürme imkanları varsa, bu şekilde öldürmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü duman ile müslümanları değil, düşmanı öldürmeyi amaçlamışlardır. Bu da mutlak olarak işlemeleri mubah bir iştir. Fakat hata ile öldüren kişinin müslümanları Öldürmekten sakınması lazımdır. Çünkü genel olarak bundan sakınmak mümkün olur.
2869- Mancınık taşı geri dönüp müslümanlarm karargâhında bulunan bazı müslümanmları öldürse, onların kefaret ve diyetlerini ipleri çekenlerin vermesi gerekir.
Çünkü bu genel olarak sakınılması mümkün bir hatadır.
2870- Öldürülenlerin diyet ve kefaretlerini mancınıki tutan ve taşı tutup doğrultan kişi değil, ipleri çekenler verirler.
Çünkü atıcıların kendileri ipleri çekmektedir. Zaten taşı tutup doğrultan ve mancmıkı düzelten kişinin değil, ipleri çekip atış yapanların fiili ile taş gitmektedir.
2871- Taş, atanların kendileri üzerine düşüp onlardan bir adamı öldürse, diyetini vermeleri gereken yakınları (âkileleri) onun diyetini vermesi gerekir. Ancak verecekleri miktar onun payı kadar az olur. Mesela yirmi kişi olmaları halinde, diyeti yirmide bir kadar eksik olur.
Çünkü onlarla beraber kendini öldürmüştür. Onun için payı kadar diyeti az olur. O da diyetin yirmide biri kadardır. Tıpkı bir adamı hem kendisinin hem başkalarının yaralaması gibi.
2872- Her birine tam kefaret düşer.
Çünkü kefaret İşlenen fiilin cezası (karşılığı) dır. Sonra, kefaret bölünme kabul etmez. Diyet ise böyle değildir.
2873- Düşmanlar müsluman çocukları kendilerine kalkan yapacak olsa, müslümanin onlara atış yapmasında sakınca olmaz. Çocuğa isabet edecek olursa, atan kişiye bir şey gerekmez.
Çünkü atış yaparken müslümanı değil, düşmanı hedef almaktadır.
2874- Müslümanlar bunun için diyet verecek yahut kefaret Ödeyecek olsalar, o zaman savaşmazlar. Vurduğu kişilerden dolayı kendisine kefaret gerekecek olan kişi nasıl savaşsın! Diyeti ödemediği taktirde günahkar olacak ve Allahm bağışlaması dışında, ölünce günahkar olarak Rabbinin huzuruna çıkacak olduğuna inanan bir kişi nasıl çarpışsın.
Bu da hata eden kişinin günahkar olacağını açıkça ifade etmektedir. Ashabımızdan bazıları "Hata ile yaptı-ğımzdan dolayı size günah yoktur'[19] ayetine bakarak hata ile vuran kişinin günahkar olmayacağını söylemesine rağmen, hatadan dolayı günahın olduğunu bu açıkça ifade etmektedir. Hata eden kişiye keffaretin gerekli olduğunun ifade edilmesi bu fiilden dolayı günahkar olduğunun açık göstergesidir. Ayeti kerimeden maksat da, keffaret verildikten sonra artık günahın kalkmış olacağıdır. Zaten keffaret ancak günahları örtmesi için meşru olmuştur. Nitekim hatadan sakınmak genel olarak mümkündür. Bütün bu söylediklerimizle şunu ifade etmek istedik. Fiil (iş) mutlak olarak mubah olduğu sürece keffaret ve diyeti gerektirmez.
2875- Silahın zehirli yapılmasında bir sakınca olmaz.
Çünkü zehirli silah İsabet ettiği zaman düşmanı daha çok Öldürür ve etkili olur. Bu da haıp hilelerinden biridir. Harp hilesi olacak işlerde müsluman için bir sakınca olmadığım belirtmiştik.
2876- Sivri uçlu şeylerin başına pamuk, bez gibi şeyler sarılarak yağa batırılıp ateşlenmesi ve yakması için düşmana atılmasında da sakınca olmaz.
Çünkü bu da harp hilelerinden biridir.
2877- Mücahitlerin her sene gelip geçecekleri yolda bulunan ve kendilerine yarıyacak olan şeyleri tahrip etmemeleri uygun olur. Mesela yol üzerindeki suyu batırma-maları ve meyve ağaçlarını kesmemeleri gerekmesi gibi.
Çünkü bu şeylere her sene muhtaç olurlar. Zarar verecek olurlarsa hem kendilerine hem cihada çıkacak başka müslümanlara zarar vermiş olurlar. Bu zarardan sakınmak gerektiği için böyle şeyleri yapmaları mekruh olur. Ama bunun dışında düşmanı öfkelendirecek ve moralini bozacak şeyleri yapmalarında bir sakınca yoktur.
2878- Darulharbe eman ile giren bir müslümanin düşman için silah, at ve insan zırhı gibi müslümanlara karşı onları güçlendirecek şeyleri yapmaması gerekir.
Çünkü bu şeyleri darulislamdan düşmana götürmek müslümanlar için son derece mekruhtur. Darul harpte bu şeyleri onlara yapmak da aynı şekilde mekruh olur.
2879- Bu konuda eman altında olan müsluman ile esir düşen müsluman aynıdır.
Çünkü ikisi de düşmanın güç ve kuvvetini kırmakla mükelleftir ve düşmanı müslümanlara karşı güçlendirecek şeyle takviye etmekten şiddetle kaçmmalan gerekir.
2880- Bunu yapmaları için hapis, elleri ve ayakları bağlanması gibi cezalar ve tehditlerle zorlasalar bile, cevap yine aynı olur.
Çünkü kendilerinin bu cezalarla telef olma korkulan olmaz. Zaruret ancak helak olma korkusu olan şeyle gerçekleşir. Yani ölüme götürecek bir ceza ile zaruret ancak gerçekleşir.
2881- Ölme veya organlardan birini kaybetme tehlikesi olan bir ceza ile tehdit edecek olurlarsa, o zaman onlara istediklerini yapmakta sakınca olmaz.
Çünkü zaruret gerçekleşmiş olmaktadır. Zaruretin gerçekleşmesi halinde müslüman bundan daha büyük şeyler yapabilir. O da dili ile şirk sözü söylemektir. Bunu söylemesinde sakınca olmasa, onlara silah yapması evleviyetle sakıncalı olmaz.
2882- Düşmanın istediği bu şeyleri yapmayı red ettiği için öldürülecek olursa, onun için daha faziletli olur.
Çünkü bu davranışıyla dine bağlılığını ortaya koymuştur. Düşmanı öfkelendirip moralini bozacak bir işi yapmış ve müslümaniarın gevşemelerine yol açacak şeylerden kaçınmış olur. Bu daha çok sevap kazanmasına sebep olur. Şirk sözü söylemeyip öldürülmesi de aynı şekilde sevabının büyük olmasını gerektirir.
2883- Müslüman kişi darul harpte eman altında olup bu işlerden birini yaptığı zaman kendisini darulislama çıkmaktan engellemiyorsa ve bu yaptığını kendilerine ücret karşılığı yahut ücretsiz vermeye mecbur etmiyorlarsa, o şeyi darulharpte yapıp daruiislama çıkarmasında bir sakınca olmaz.
Çünkü böyle yapmasında müslümanlara karşı düşmanı güçlendirme yoktur. Ama yaptığı şeyi kendisinden almalarından korkuyorsa, yapması doğru olmaz. Nitekim ticaret yapmak için de bu şeyi kendisinden almıyacaklarma kesin inandığı takdirde kendisinden yararlanmak İçin beraberinde götürebilir. Yukarıdaki durum da bu şekildedir.
2884- Eman altındaki müslüman darulharpte bir demir madeni bulsa, oradan çıkaracağı şeyler kendisinden ücret karşılığı veya ücretsiz olarak alınacaksa, maden ocağında çalışması mekruh olur.
Çünkü demir, silahın temelidir ve hüküm bakımından silah yapmak gibidir.
2885- Ama rızası dışında kendisinden alınmayacağını biliyorsa, maden ocağında çalışması ve çıkardığı şeyleri darulislama getirmesinde sakınca olmaz. Ama çıkardığının bir kısmı kendisinden alınacak ve diğer kısmı kendisine verilecekse, müslümaniarın çok zaruri ihtiyaçlarının bulunması halinde ancak ocakta çalışabilir. Yahut darulislama çıkaracağı bu miktar ile müslümanlara büyük destek sağlayacaksa, orada çalışabilir. Çünkü böyle olursa müslümanlara zarar vermeyi değil, yararlarını sağlamayı amaçlamış olur. Bunda da bir sakınca olmaz.
Darulharpte müslümanlar ele geçirdikleri hayvanları darulislama çıkarma imkanına sahip olmazlarsa, onları öldürdükten sonra yakmaları gerektiğini daha önce belirtmiştik. At, kısrak, inek ve benzeri hayvanları boğazlama imkanları olduğu halde yaralayıp bırakmaları ve eziyet etmeleri doğru olmaz.
Çünkü bu bir işkencedir. Rasulullah yırtıcı köpek bile olsa hayvana işkence yapılmasını yasaklamıştır.
2886- Ama öküz, at gibi hayvanlarla başa çıkamadıkları takdirde onları vurarak öldürmelerinde sakınca olmaz.
Çünkü kesme imkanları olmamıştır. Öldürmemeleri ise düşmana yarar sağlar. Onun için vurarak öldürmelerinde sakınca olmaz.
2887- Bunun dayanağı olarak şu olay nakledilmektedir; Mute savaşında Cafer Tayyar artık savaşa devam ede-miyeceğini anlayınca atından inmiş ve vurup Öldürmüş, ondan sonra savaşabildiği kadar savaşarak şehit olmuştur. Bu da gösteriyor ki müslümanın atından inip piyade olarak savaşması ve çarpışmasında bir sakınca yoktur. Çünkü böyle yapmakla düşmana asla kaçmadığını göstermekte ve düşmanın gücünü kırmaya çalışmaktadır. Bu da savaşın taktiklerindendir. Ashaptan bir çok kişi bu şekilde yapmıştır. Bunlardan birisi Asım İbn Sabit'tir. Raci vakasında Beni Lihyan'la ç.ırpışma meydana geldiği gün şehit edilmiştir. Kendisini arı sürüsünün koruduğu kişi olarak bilinir. Çünkü müşriklerin kendisini şehit edeceklerini bildiği anda "Allahim, ben senin dinini çabalarımla korudum, sen de vücudumu koru" diye dua etmiş, şehit edilince Yüce Allah arı sürüsü göndererek vücudunu korumuş ve müşrikler kafasını kesmek için yanına yaklaşamamişlardır. Gecenin olmasını ve arıların çekilmesini beklemişler. Ama gece olunca cesedini aramışlar, fakat bulamamışlardır. Onun için kendisi an sürüsünün koruduğu kişi olarak anılmıştır.
Münzir îbn Amr es-Saidi de bunlardan biridir. Bi'ri Maune günü düşmanla çarpışmış ve şehit düşmüştür.
Böylece arılıyoruz ki müslümanın atından inerek şehid edilinceye kadar düşmanla çarpışmasında bir sakınca yoktur. Aynı şekilde kılıcının kinini kırması ve atını kesebildiği takdirde kesmesi yahut vurup öldürmesinde, sonra öldürülün-ceye veya muzaffer oluncaya kadar piyade olarak çarpışmasında sakınca yoktur.
Yani müslüman kişi savaş esnasında atından inip savaşabilir veya şehid olur yahud muzaffer olur. Çünkü bütün bunlar satılan malın teslimini gerçekleştirmekte olup Yüce Allahm "Şüphesiz Allah müminlerin can ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır"[20] hükmünü yerine getirmektedir.
2888- Müslümanlar bilinen yolları üzerinde bulunan düşmanın bir kalesini kuşattıklarında onların ağaçlarını kesip sularını batırmalarınada sakınca olmaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kimseyi kuşatmış bulunmadıkları zaman böyle şeyleri yapmamaları daha iyi olur.
Zira bundan hem kendileri daha sonra zarar görmez, hem başkaları da zarar görmemiş olur. Ama düşmanı kuşatmış iseler, o zaman böyle şeyler düşmanın gücünü kırıp moralini bozmakta, teslim olmalarım sağlamaktadır. Bu durumda müslümanİann yararı daha sonra olabilecek zararlarından daha büyük olur. Onun İçin kuşatma halinde bu işleri yapmalarında sakınca olmaz.
Müslümanların kalelerinden birini kuşatmış bulunan düşman müslüman-lardan bir esir alıp kaleyi açmalarını sağlıyacak bir yol göstermesini isterlerse, onların bu isteğini yerine getirmesi caiz olmaz. Çünkü böyle bir şey müslümanİann aleyhine düşmana yardım etmektir. Yapmadığı taktirde kendisini ölümle teh-
13-
dit edecek olurlarsa, bakar: İstediklerini yaptığı taktirde müslümanların kalesini zaptedip içindeki kadın ve çocukları esir alıp mücahidleri öldüreceklerinden emin olursa, onların istediklerini yerine getirmesi helal olmaz. Çünkü böyle bir şeyle müslümanİann helak olmasına sebep olacaktır. Müslümanın kendi canı için müs-iüman cemaatin canını feda etme hakkı yoktur. Nitekim birini öldürmesi için ikrah edilen (zorlanan) kişinin öldüreceği bir tek kişi de olsa, onu öldürmesi helal olma/.- Ölümle tehdit edilen kişinin bir kişiyi Öldürmesi caiz değilse, müslüman bj cemaatin ölümüne sebep olması evleviyetle caiz olmaz.
Mesela düşman, öldürmek istedikleri bir müslümam arayarak bir müslümana "Nerede olduğunu söyle, yoksa seni öldürürüz" derse ve kendisi de onlara gösterdiği taktirde onu öldüreceklerine kanaat getirirse, onlara söylemesi yahut göstermesi caiz olmaz.
2889- Çünkü böyle yapması müslümanlara zulüm olur ve müslümanın ölümüne sebep olacak şekilde zulmetmeye hakkı yoktur. Kendisinin ölmesinden korksa bile, buna hakkı olmaz. Ancak göstereceği müslümam öldürmeyip esir almalarından ve beraberinde bulunan bir malı al-malamıdaıı yahut hizmetçi gibi çalıştırmalarından kor-kuyorsa, bakar; Kendisini öldüreceklerine kanaat getirdiği taktirde onun nerede olduğunu söylemesinde sakınca olmaz* Ama öldürmelerinden emin değilse, nerede olduğuma söylemez- Göstereceği kişiyi öldürmeleri kesin ise, onlara göstermediği için öldürülmesi onun için elbette (Lıha büyük seva/ olur. Çünkü bir müslümana haksızlık ve zulüm olacak bir işten sakınmış olacağı gibi dine bağ-(ılığı ortaya koymuş ve düşmanın moralini bozmuş olur. Bunun sevabı da çok büyüktür.
2890- Müslümanalrm kalesini göstermesi için düşma-nın ölümle tehdit ettiği kişi isteklerini yerine getirdiği taktirde müslümanların gücüne bir bakıma gölge düşürmüş olmakla beraber mücahidlerin düşmanın hakkından geleceğine ve onlarla savaşacaklarına kanaat getirirse, öldürmelerinden korktuğu taktirde, düşmana kalenin yolunu göstermesinde sakınca olmaz.
Çünkü bu göstermesinde müslümanların helak olması yoktur. Sadece bu gösterme sebebiyle biraz daha kederlenme ve uğraşma sözkonusu olur. Kendisinin Öldürüleceğine kanaat getirmesi halinde bu kadarını kişi yapabilir. Ancak yapmamasının sevabı şüphesiz daha büyüktür. Mesela düşman kendisine müslü-manlarla savaşacakları bir silah göstermesini söyleyip ölümle tehdit ederse ve bunu yaptığı taktirde düşmanın müslümanlan mağlup edeceğine kendisi kanaat getirirse, silahı göstermesi- helal olmaz. Ama bu silahla düşmanın güç kazanmasına rağmen müslümanların yine de onlan yeneceklerine kanaat getirirse, kendisinin Öldürülmesi veya vücudunun parçalanmasından korktuğu taktirde, onu göstermesinde sakınca olmaz. Ama göstermeyip sabreder ve öldürülürse, onun için daha iyi olur.
2891- Ya krala secde edersin, yahut seni Öldürürüz, derlerse, secde edebilir ama secde etmeyip Öldürülmesi onun için daha sevaplı olur.
Çünkü Allahtan başkasına kimsenin secde etmesi caiz değildir. Krala ibadet tarzında secde etmeyi emrettikleri taktirde, bu şirk sözü söylemek yahut haçın önünde secde etmesini emretmek gibi olur. Ancak ölüm tehlikesinin kesin olması halinde buna ruhsatın verildiğini belirtmiştik. Ama bunu yapmamasının sevabı daha büyük olur. Çünkü dine bağlılığı göstermiş ve düşmanın moralini bozmaya çalışmış olur.
Fakat ibadet tarzında değil de, selamlama tarzında krala secde emrederlerse, bana göre bunu yapması ve kendini ölüme atmaması daha iyi olur. Çünkü bizden önceki şeriatlarda bu nevi secde etme mubah olmuştur. Yüce Allah "Ona secdeye kapandılar" [21]buyurmaktadır. Bu, kendisine içki içmeyi emretmeleri mesabesinde olur. Ölüm tehlikesinin kesin olması halinde içki içebileceğini de belirtmiştik. Bu da onun gibidir.
2892- Yolunu göstermesi için zorladıkları kalede kadın ve çecuklardan başka kimse yoksa ve kaleyi fetettikleri takdirde onları esir ve köle yapacaklarına kanaat getirirse, kalenin yolunu göstermesi helal olmaz.
Çünkü bu haksızlıktır. Esir olmak ve köleleşmek hükmen telef olmaktır. Bu, hakikaten onları öldürmek gibi bir şey olur. Onun için caiz değildir.
2893- Ama kalede mallardan başka bir şey yoksa ve kendisini öldürmelerinden emin ise, kalenin yolunu göstermesinde sakınca olmaz. Tıpkı malı telef etmeye zorlamaları mesabesinde olur. Zorlama altında bazı şeyleri yapmasının caiz olması için, kendisine yaptıkları tehdidi gerçekleştirmek üzere kendisini getirmeleri gerekir. Ama henüz öldürmeye kalkışmadıkları sırada bunu yapması caiz olmaz.
Çünkü tehdit anında henüz emniyet içindedir. Helal olmayan bir işi yapmanın ruhsatı ancak o işin gelip çatması anında olur.
2894- Vakıf olmanın mümkün olmadığı şeylerde kanaat (zannı galip), hakikat gibidir. Öldürülmesine kesin gözü ile bakan kişinin kanaati, ister hetdit etsinler veya etmesinler, onun için kesinlik mesabesinde olur. Mesela aldıkları esirlerden öldürdüklerini görmesi ve sıranın kendisine geldiğini müşahade etmesi halinde, tehdit etsinler veya etmesinler, öldürüleceği artık onun için kesinlik kazanmış demektir.
Çünkü bunu kanaatiyle anlamış bulunmaktadır. Mutlu kişi başkasından ibret alandır.
2895- Kişinin İran yayı ile atış öğrenmesinde sakınca yoktur.
Çünkü bu düşmanın gücünü kırmakta ve morallerini bozmaktadır. Düşmana zarar verecek bütün şeyleri müslümanm yapması emredilmiştir.
2896- Küçük oklarla atış da bu şekildedir. Kişi onlarla düşmana atış yapmayı öğrenir.
Bunu (İmam Muhammed'in) belirtmesinin sebebi, bir çok kişinin İran yayı ile atışın mekruh olduğunu düşünmesi ve bu konuda hadis rivayet etmesidir. Ne var ki bu hadis, hem genel uygulamaya ters olduğu için şazdır, hem de Allah'ın kitabı Kur'an a aykırıdır. Yüce Allah "Gücünüz yettiği kadar onlara karşı kuvvet hazırlayın"[22] buyurmuştur. İran yayı ile atış yapmak da kuvvet hazırlamakdir. Bu acemin İşlerindendir, mücahidin Arap işi olan şeyleri kullanması gerekir, denilirse, şöyle deriz:
Mancınık da acem işidir. Fakat Rasulullah, Selman'i Farisi'nin delaletiyle Taife karşı mancınık kurmuştur. Hendek kazmak da acem işlerindendir. Yine Selmanı Farisi'nin delaletiyle Rasulullah hendek kazmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki savaş taktiği olan şeylerde bir sakınca olmaz. Bir işin veya şeyin acemin veya arabın malı olması önemli olmadığı gibi, o gün müslümanlar arasında o şeyin bilinip bilinmemiş olması da önemli değildir.
2897- Savaşta giyilebileceğini söyleyenlerin görüşüne dayanarak ipek veya dibac giyinmiş ve şehid olmuş kişinin üzerindeki bu elbiseler çıkarılıp atılır ve kefeninde bunlardan bir şey bırakılmaz.
Çünkü şehidin elbisesiyle defnedildiğini biliyoruz. Sadece silahı alınır. Bu elbiseyi de silah olması için giymiştir ve ancak silah olması amacıyla giymede ruhsat vardır. Şehidin silahı alındığı gibi, giymiş bulunduğu ipek ve dibac elbiseler ele çıkarılır.
En iyi Allah bilir.[23]
2898- darulharpte eman altında olan müslümanın hi-yanet yapmamak şartıyla düşmanın malından alabildiği şeyleri almasının caiz olduğunu belirtmiştik. Darulislamda satışı caiz olan ve olmayan şeyleri onlara satarken de kusuru varsa gizlememesi gerekir.
Çünkü bu aldatma anlamı taşımaktadır. Esirin ve darulharpte müslüman olan kişinin onlara satacağı şeylerin kusurunu söylememesinde sakınca yoktur. Çünkü onların malını rızaları olmadan da alabilir.
2899- Darulharpte eman altında olan kişi düşmana bir yıllığına bir dirhemi iki dirheme satsa, sonra darulislama çıkıp tekrar onlara gitse yahut bir yıl geçtikten sonra onlara gitse ve sürenin bitiminden sonra dirhemleri onlardan alsa, bir sakıncası olmaz.
Çünkü dönüşten sonraki durumları muamelenin başındaki durumları gibidir.
2900- Bu konuda darulislamda mahkemeye çıkıp birbirlerini dava etseler, yargıç aralarında şu veya bu şekilde hüküm vermez.
Çünkü muamelenin aslı darulislamda olmamıştır.
2901- Eman ile darulislama gelen kişiyi İslam ahkamı kesinlikle bağlamaz. Bu kişi İslama girmiş veya zimmet ehli olduktan sonra yargıcın karşısına çıkmışlarsa, yargıç o satışı iptal eder ve ana paranın eski sahibine verilmesini ister.
Çünkü teslim almadan önce ve akitten sonra müslüman olması, alınması yasak olan şeyin alınmasını engellemektedir. Tıpkı darulislamda zimmi kişilerden birinin diğerine içki satması, sonra malı teslim almadan önce onlardan birinin müslüman olması gibi. Yahut iki müslümandan biri diğerine şıra (üzüm suyu) satması ve teslim almadan önce şıranın içkiye dönüşmesi gibi. Bu konudaki esas, yüce Allanın şu buyruğudur: "Tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir"[24] "Mü-'min iseniz faizden kalanı almayınız".[25] Henüz teslim alınmayan haram şeylerin İslama girdikten sonra alınmaması gerektiğini belirtmektedir.
2902- Düşman kişinin teslim edeceğini söylediği malı müslüman teslim almadan önce darullıarp halkı İslama girerlerse, o mal yine teslim alınmaz.
Çünkü faiz akdi hükmüne binaen faiz kabzediîmeden önce darulharp artık darulislam olmuştur. Sanki akit yapılmadan önce oranın darulislam olması hükmünde olur. Ama darulharp halkı arulislama çıkacak olursa, o zaman söz konusu muamelede islamm hükmü sabit olmamış olur. Delil olarak da yargıcın İki tarafın davasını dinlemesi ve iki tarafın da henüz teslim almadığı şeyleri almamalarını emretmesidir. Bunun dayanağı şudur; Rasulullah Mekke'nin fethi günü şöyle buyurmuştur: "Haberiniz olsun, cahiliyye zamanında olan bütün faizler kaldırılmıştır. Kaldırılan ilk faiz de Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'ın faizidir".
Amcasının faizini kaldırmakla işe başlaması, nizam ve sisteminin kralların nizam ve sistemleri gibi olmadığının açığa çıkması içindir. Çünkü böyle bir durumda krallar akrabalarına dokunmaz ve yabancılardan başlayarak onlara uygularlar. Halbuki Rasuîullah en yakm akrabasından başlamıştır. Amcasına henüz almadığı faizleri almaktan yasaklamış, ama daha önce aldıklarına ilişmemiştir.
2903- Hz. Abbas'ın isiama girdiği tarih hakkında ihtilaf edilmiştir. Kimileri Bedir harbinden önce İslama girdiğini söylerken, kimileri de Bedir günü esir düşmüş ve İslama girmiştir demektedir. Mekkeye dönmek için Ra-sulullahtan izin istemiş, o da izin vermiştir. Mekkenin fethi zamanına kadar Mekke'de faiz alıp vermiştir. Faizin yasaklanması ise bundan önce olmuştur. Nitekim Hayber günü Rasulullah iki Said'e "Aldığınız faizi geri verin" buyurmuştur. Yüce Allanın "Faizi kat kat yemeyin" ayeti uhud savaşı sırasında inmiştir. Bu da Mekke'nin fethinden iki sene öncedir. Fakat Rasulullah fetih günü daha Önceki faiz işlemlerinden herhangi birini iptal etmeyip sadece hemüz teslim alınmamış faizleri iptal etmiştir.
Bundan da anlaşılıyor ki darulharpte müslümanın düşman kişi ile faiz işlemi yapması caizdir. Faiz teslim alınmadan önce düşmanın yurdu darulislam olursa (yani düşman, kendi topraklarında toptan İslama girerse), artık faiz alıp vermek yasak olur.
2904- Müslüman kişi düşman birine içki satıp teslim etmiş ve parasını da almışsa, ondan sonra darulharp halkı İslama girmişse, müslümanın aldığı para kendisinin olur.
Çünkü islamın hükmü, haram olan şeyi teslim aldıktan sonra o muamele hakkında geçerli olmuştur. Halbuki yapılmış olan akit daha önce son bulmuştur.
2905- İslama girmeleri içkinin teslim alınmasından önce olsaydı, müslümanın aldığı parayı geri vermesi gerekirdi.
Çünkü halk müslüman olmuş ve haram olan şey henüz teslim alınmamıştır.
2906- Yine düşman İslama girinceye kadar kafir kişi içkiyi teslim almış, ama müslüman henüz parayı almamışsa, müslümanın ondan para istemeye hakkı olmaz. Ama iki zimmi birbirine içki satıp teslim ettikten sonra henüz parasını almadan müslüman olmuşsa, durum farklı olur. Yani parasını diğerinden alır.
Çünkü akit onlar arasında sahihti. Akdin gereği olarak ücret, müslüman olan kişinin hak edilmiş bir hakkı idi. İslam bu hakkını almasına mani olmaz. Burada ise akid sahih olmamıştır. Bu, sadece kendi gönüllerinin rızası ile müslümanın onlardan aldığı mubah bir mal olur. Düşmanlar İslama girdiği için artık bu da kalkmış olur. Onun için İslama giren kişiden para istemeye hakkı olmaz.
2907- Parayı almış ve içkinin bir kısmını taslim etmiş, ondan sonra düşmanlar İslama girmişse, teslim edilen içkinin parası kadar ona geri verilir. Parça bütüne göre nazarı itibara alınır. Yine düşman bir kişiye bir yıllığına bin dirhemi bin dinar ile vermiş olsa ve süre geldiğinde yarısını teslim almış olsa, ondan sonra düşmanlar İslama girse, ana paradan teslim alınan miktar onun olur. Ana paradan geri kalan kısmı da ona geri verir.
Çünkü fasid akdin hükmü ile geri kalanı teslim almak mümkün değildir. Onun için ana paradan payı kadarını geri vermek gerekir.
2908- Bu muamele darulharpte eman altındaki iki müs-lüman yahut iki esir arasında olursa, geçersiz ve batıl olur.
Çünkü bunlar her yerde islamın hükümlerine muhatap ve bağlıdırlar.
2909- Darulharpte müslüman olan iki kişi arasında da meydana gelse, durum aynıdır.
İmam Muhammedin görüşü budur. Ebu Hanife'ye göre ise, kerahet hükmü hariç, müslüman İle gayri müslim arasında meydana gelmiş muamele ile bu aynıdır. Çünkü islam ile malın masumluğu onunla ilgili şeylerde de sabit olur. Ahkama göre ise yurtta ihrazın bulunmasına bakılır. O da gerçekleşmemiştir.
2910- Darulislamda eman altında olan iki kafir bu muameleyi yapsa, sonra birbirlerini dava ederek yargıca gitse, yargıç bu muameleyi iptal eder.
Çünkü daruiislamda zimmet ehli mesabesindedirler. Faiz akitleri hakkında birbirlerini dava etmeleri halinde yargıç zimmet ehlinin faiz akitlerini iptal eder. Aynı şekilde eman altında olan kişilerin de faizle ilgili akitlerini iptal eder. Ancak aralarında meydana gelen domuz ve içki satışlarını geçerli sayar. Çünkü onlar için bunlar kullanılabilir mallardır. Bu konuda zimmet ehli ile eman altındakiler aynıdır.
2911- Müslümanların savunması altında olan bir müs-lümana düşman bir kişi kalesinden seslenip müslümanlar için fasit olan bu muamele ile onunla muamele yapsa, muamele caiz olmaz.
Çünkü müslümanların safında bulunan kişinin durumu dikkate alınarak bu işlem geçersiz sayılır. Bir taraf için akdin fasit olması, diğer taraf için de fasit olması için yeterlidir.
2912- Üstadlarımızdan birçoklarının bunun caiz olduğunu söylediklerini belirtmiştik. Çünkü burada düşmanın malının müslüman için mubah olduğunu söylemişlerdir. Tıpkı düşman ülkesine eman ile gitmiş mesabesinde olur, derler. Ama imam Muhammed mekanı (yeri) gözönünde bulundurmuş ve bunu düşman kişinin eman ile müslümanların karargahına çıkıp müslüman kişi ile bu muameleyi yapmış olması mesabesinde saymıştır. Müslümanların himayesinde iken onun için bu muamele caiz olmadığı gibi, onlardan bîrinin müslümanların himayesi altında bulunması halinde de caiz olmaz.
Üstadların tercihine göre bu iki durum arasındaki fark açıktır. Çünkü düşman kişi darulislama eman ile çıkınca, malı muhterem ve dokunulmaz olmuştur. Ama düşmanın himayasinde olunca, artık malının dokunulmazlığı kalmaz.
2913- Düşman, müslüman bir cariyeyi esir alıp ihraz etseler ve eman altında bulunan kişi onlardan cariyeyi çalıp darulislama çıkarmaya güç yetirse, bunu yapması caiz olmaz.
Çünkü ihraz ile ona malik olmuşlardır. Hatta düşman İslama girecek veya ehli zimmet olacak olsa, cariye onların mülkü olur. Bu çalma ile onlara hıyanet
etmiş olur ve hıyanet etmek haramdır.
2914- Cariyeyi içki, domuz veya ölü hayvan eti karşılığında ona satmak isterlerse, onlardan satın alabilir. Çünkü cariyeyi onlardan kendi rızaları ile almaktadır ve hıyaneti söz konusu değildir.
Bu bölüm Ebu Yusuf a cevap vermek için getirilmiştir. Çünkü bunu caiz görmesi halinde bundan önceki akitlerin de caiz olduğunu söylemesi gerekir.
Bunu müslüman için caiz görmüyorum ve mekruh sayıyorum, derse, o zaman isabet etmemiş olur. Çünkü müslüman bir kadım düşmanın eline terketmiş olur. Kafir düşman onunla beraber yatmaktadır. Halbuki içki vererek onu kurtarabilirdi. Düşman kafirin müslüman kadınla ilişki kurmasının caiz olduğunu hiçbir müslüman söylemez.
2915- İçki vererek satın alıp darulislama çıkarırsa, azat edinceye kadar cariye onun olur. Sahibi gelip kıymetini vererek almak isterse, alabilir.
Çünkü düşmanın rızası ile ona malik olmuştur, yoksa satın alması suretiyle değil. Çünkü alması için yapılan akit fasittir. Tıpkı onu kendisine hibe etmişler ve kendisi de darulislama çıkarmış gibi olur.
2916- Bu şekilde darulislamda olan ile darulharpte oaln muamele arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Düşman bir kişi sözkonusu cariye ile beraber eman ile darulislama çıkarsa, darulislamda onu kendisinden içki karşılığında ınüslümanm satın alması caiz olmaz.
2917- Böyle yapacak olursa ve dava yargıca intikal ederse, yargıç bunu iptal eder. Cariyeyi de eman altındaki kişiye geri verir. Sonra müslümanlara satmaya mecbur eder.
Çünkü cariye müslümandır. Kafirin mülkiyetinde onu bırakmıyacağı gibi darulharbe geri götürmesine de müsaade etmez. Tıpkı müslüman olmayan cariyenin darulislamda müslüman olması durumu gibi.
2918- Düşman askerlerinden bir topluluk savunma i-çinde darulislama girse ve bir müslüman onlardan eman alıp müslümanlar arasında caiz olmayan bu muamele ile onlarla muamele yapsa, sakıncası olmaz.
Çünkü darulharpte onlarla bu muameleyi yapmasını caiz kılan sebep darulislamda savunma içinde bulundukları durumda da mevcuttur. Yani bu durumda mallarını müslümanların alması mubahtır. Onlardan eman almış olan kişi onlara hıyanet edemez. Bu muamele ile hiyanet etmekten sakınmaktadır.
Bütün bunlar üstadlann söylediklerinin en doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü darulislamda bulundukları yer henüz darulharp hükmünü almamıştır. Bununla beraber mallarının mubah olmaya devam etmesi sebebiyle müslümamn onlarla bu muameleyi yapması mubah olmuştur. Düşman kişi kendi savunması İçinde olup müslüman da kendi savunması içinde olduğu zaman durum aynıdır.
2919- Darulharpten bir topluluk müslümanlarla sulh içinde olsa ve bir müslüman onlara gidip bir dirhemi iki dirhemle satsa, bunda bir sakınca olmaz.
Çünkü sulh içinde olmakla yurtlan darulislam olmaz. Sadece onların mallarını rızaları olmadan almak müslümanlar için haram olur. Çünkü banş antlaşmasına hıyanet olur. Bu muameleyi karşılıklı rıza ile yaparlarsa hiyanet söz konusu olmaz ve müslüman onların malını alabilir
2920- Bu barış antlaşmasıyla düşmandan bir kişi darulislama girecek olursa, eman altında sayılır. Bu muamele ile müslümanla muamele yapacak olursa, yargıç onu iptal eder.
Çünkü darulislamda eman altındaki kişi mesabesindedir. Darulislamda müslümanlarla zimmet ehli arasında caiz olmayan şeylerin müslümanlarla eman altındaki kişiler arasında da caiz olmadığını beİİrtimştik.
2921- Bir müsiüman sulh içindeki bu düşmanlara gitse yahut eman ile darulharbe gidip belirli bir süre ile onlara mal satsa, sonra borcunun bir kısmını erken vermeleri ve diğer kısmından vazgeçmesi konusunda onlarla antlaşma yapsa, bu işlemi caiz olur.
Çünkü darulislamda böyle bir muamelenin haram oluşu faizden dolayıdır. Çünkü bunda dirhemlerin asimin mübadelesi vardır. Darulharpte müslüman ile düşman arasında faiz işlemlerinin caiz olduğunu belirtmiştik. Onun İçin bu muamele cazi olur. Benî Nadir olayı ile ilgili hadis buna delil gösterilmiştir. Ra-sulullah onları sürünce, başkalarından alacağımız ve henüz vadesi gelmemiş borçlarımız vardır, demişlerdi. Rasulullah onlara "Bir kısmından vazgeçin ve acele edin" buyurdu. Bunu onlar için caiz görmesinin sebebi, Beni Nadir'İn savaş halindeki düşman olmalarıdır. Darulislamda böyle bir muamelenin müslümanlar arasında caiz olmamasına rağmen, darulharpte müslüman ile düşman arasında caiz olduğunu görüyoruz.
2922- Bu konuda anlaşır ve erken verecekleri miktarı henüz teslim almadan borçlu kişi müslüman olursa yahut düşman toptan İslama girerse, bu tasarruf batıl (geçersiz) olur ve borcun tamamını borçlunun Ödemesi gerekir.
Çünkü akitten maksud olanın gerçekleşmesinden önce islamın engel olduğu şey, akdin kurulması anında mevcut olan şey gibi sayılır.
2923- Yarısından vaz geçmesi karşılığında diğer yarısını hemen vermesini şart koşmuş ve düşman, alacağının altıda birini bırakarak üçte birini verdikten sonra müslüman olursa, yapılan anlaşmanın tümü iptal olur. Müslü-ınanın teslim aldığı malı da geri vermesi lazımdır. Böylece müslüman olmadan önce düşman olan kişinin üzerindeki bütün alacakları vadesi gelinceye kadar borç kalır. Halbuki yukarıda sözü edilen içki satışında durum farklıdır. Çünkü orada iki taraftan bir mübadele meydana gelmiştir. Teslim alman miktar hakkında onun hükmü son bulmuş olur. Bu anlaşma ise gerçekte mübadele değildir. Sadece yansından vaz geçmesi karşılığında diğer yarısının vadesinden önce ödenmesi söz konusudur. Şartın tümü gerçekleşmeden anlaşma gerçekleşmiş olmaz. O da geri kalan yarının tamamen teslim alınmasıdır. Borçlu düşman borçlu müslüman oluncaya kadar bu gerçekleşmezse, anlaşma tümüyle iptal olur.
Nitekim m üs lü mani ardan birinin diğerinden alacağı olup alacaklı kişi alacağının yarısının bugün Ödenmesi şartıyla diğer yarısından vazgeçmesi konusunda anlaşsalar, sonra kalan kısmın bir kısmım bugün ödediği halde bir kısmını öğün geçinciye kadar Ödemezse, anlaşmanın tümü iptal olur ve alacaklı bütün alacağını borçludan isteyebilir. Çünkü borcun bir kısmından onu muaf tutması bir kısmını bugün kendisine Ödemesi şartına bağlıydı. Şart gerçekleşmeyince, muaf tutma da iptal olur. Alacaklı bütün malını borçludan vadesi İçinde isteyebilir. Yukarıdaki durum da bu şekildedir. En iyi Allah bilir.[26]
2924- Öldürülmeye götürülen esire "Boynunu uzat" derlerse, uzatabilir.
Çünkü boynunu uzatması öldürmelerine yardım etmek olmadığı gibi onlara öldürmeleri için izin vermek de değildir. Nasıl olsa öldürecekler, boynunu uzatsa da uzatmasada farketmez. Hatta isteklerini yerine getirmesi kendisine acımaları ve Öldürmekten vaz geçmeleri için sebep olabilir. Yahut daha rahat ölmasini sağlayabilir. Boynunu uzatmıyacak olursa belki çok daha acıklı bir şekilde öldürecekler. Mutlaka kendisini öldüreceklerini de bilse bu sebeplerden boynunu uzatmasında sakınca olmaz.
2925- Kendisi boynunu uzatmadığı takdirde onlar sadece boynunu uzattıktan sonra öldüreceklerse, o zaman boynunu uzatması mekruh olur.
Çünkü bu kendisini öldürmeleri için onlara bir nevi izin vermek olur. Halbuki bunda müslüman için ruhsat yoktur. İslama uygun bir amacı olmadıkça böyle yapması caiz değildir. Mesela kendisine acımalarım umuyorsa yahut boynunu uzattığı takdirde daha korkunç bir şekilde öldürmelerinden korkuyorsa, o zaman isterse boynunu uzatır, isterse uzatmaz. Çünkü bu uygun bir amaç için ruhsat verilen bir şeydir. İsterse ruhsata göre hareket eder, isterse azimete sarılır.
2926- Düşman onun bir organını kesmek istediği takdirde kendisi uygun bir amaç için onlara organını uzatabilir. Ama uygun bir amacı yoksa, organını uzatması caiz olmaz. Mesela ona "Seni öldürmek için elbiseni giy" der ve kendisi de örtünmek için elbiselerini giyerse, bu onlara öldürmeleri için yardım etmek olmaz. Çünkü elbiseyi giymek öldürülmek değildir. Üstelik elbiselerini kendisine göre uygun bir amaçla yapmıştır. O da öldürdüklerinde avretinin açılmamasıdır.
2927- Rivayete göre Said İbn Museyyeb biat etmeyi red ettiğinde kendisine kıldan bir elbise giymesi söylenmiş, o da giymiş, öldürmek için vurmuşlar, ama ölmemiş-tir. Ondan sonra "Beni Öldürmek istemediklerini bilseydim kıl elbiseyi giymezdim" demiştir. Öldürüleceğini düşünerek onların emrine uyup giymiştir. Bundan da anlıyoruz ki elbise giymek öldürülmesine yardım etmek değildir ve bir sakıncası yoktur.
2928- Kendisi kurtulma imkanı bulunmayan bir evde iken düşman ona gelip "Çık, boynunu vuracağız" dediğinde, uygun bir amacı bulunması halinde çıkmasında bir sakınca olmaz. Çünkü çıkmadığı takdirde kendisine eziyet edip vücudunu parçalamalarından korkabilir.
Çünkü onlara çıkmak canı helak etmek değildir. Sadece kendisine eziyet edip vücudunu parçam alarm m önüne geçmek içindir. Bunda bir sakınca yoktur.
2929- Asmak isteyip darağacına çıkmasını emrederlerse, çıkar.
Çünkü bunda uygun bir amaç bulunmaktadır. O da canını yakacak darbelere yahut vücuduna eziyet edecek cezalara maruz kalmanın önüne geçmektir. Yahut asılmaktan daha korkunç bir şekilde öldürmelerine meydan vermemektir.
2930- Darağacına çıktığı taktirde telef olmaktan korkmuyorsa, çıkabilir. Ama çıkitğı taktirde telef olacaksa, çıkmaz.
Çünkü böyle bir darağacına çıkmakla kendi kendini öldürmüş olur ve hiçbir şekilde kendi kendini Öldürmenin ruhsatı yoktur. Yüce Allah "Kendinizi öldürmeyin" [27] buyurmuştur.
2931- Yaktıkları ateşe "Hadi içine gir" derlerse ve girdiği taktirde kurtulabileceği gibi kurtulmamasi da söz konusu ise, ateşe girmesi helal olmaz.
Çünkü ateşe girmekle kendini Öldürmüş olur. Bu da yasaktır. Ayrıca kendini Öldürmeye onlara yardımcı olmaması gerekir. Kendileri öldürecekîerse, öldü-rünceye kadar ateşe girmemesi gerekir.
2932- Ama ateşe girmekten daha korkunç bir şekilde öldürmekle tehdit ederlerse, o zaman kendini ateşe atabilir.
Çünkü bunu uygun bir amaç için yapmaktadır. O da kesilmeyen kamçıların acısından kurtulmak yahut vücuduna işkence edip parçalamalarından sakınmak olabilir.
2933- Suda boğulmasını emrederlerse, yukarıdaki gibi davranır. Yani isteklerini önce kabul etmez. Boynunu kötü bir kılıçla vurmak için hazır ettikleri zaman onlara "Alın kılıcımı, onunla vurun" demesi helal olmaz. Çünkü bu sözü söylemesi caiz olmaz.
Çünkü kendini hiç bir şekilde öldürmesi helal olmadığı gibi öldürülmesine yardımcı olması da helal değildir. Öldürmelerini emretmesi, haram olan bir şeyi emretmesidir kî masiyeti emretmenin ruhsatı olmaz.
2934- Beni kılıcımla öldürün, demeyip sadece kılıcım bundan daha güzel ve daha keskindir, der ve biraz dinlenmek isterse, umarım ki sakınca olmaz.
Çünkü bizzat beni öldürün dememiştir. Sözünde uygun bir amacı amaçlamıştır üstelik. O da ölümün gecikmesi durumunda çekeceği acılardan biraz olsun dinlenmektir. Bununla beraber müellif, olur veya olmaz şeklinde değil de, umarım sakıncası olmaz, demiştir. Çünkü silahı onlara vermek kendisini öldürmelerine bir nevi yardımcı olmak olabilir. Halbuki boynu uzatmak, elbiseleri giymek ve darağacına çıkmak böyle değildir.
2935- Buna göre karnını yarmak isterlerse, onlara "Yapmayın, boynumu vurun" demesi caiz olmaz.
Çünkü masiyet olan bir şeyi açıkça emretmek olur.
2936- MAHahtan korkun ve karnımı yarmayın" demesi, "Boynumu vurun" demesinden daha uygun ve daha iyi olacaksa, sakıncası olmaz.
Çünkü burada yasak olan şeyi açıkça yasakladığı halde, boynun vurulmasını açıkça söylememiştir. Sadece boynunun vurulmasının yapmak istedik-
Ieri şeyden daha rahat olduğunu bildirmiştir. Onun için bu sözünde sakınca yoktur Nitekim kendisini öldürmeyecek olurlarsa, boynumu vurun, sözünden dolayı kendisi günahkar olur. Çünkü masiyet olan bir şeyi açıkça emretmektir. Halbuki boynun vurulması daha çabuk ve daha iyidir, sözünde masiyet söylemiş olmaz. Boynun vurulması dahas iyi ve daha çabuk olur. Ama Allahtan korkun ve bu şekilde beni öldürmeyin derse, ondan sonra boynunu vururlarsa, Allanın izniyle bu sözünden dolayı günah işlemiş olmaz.
2937- Esirlerden öldürülmesi kastedilmeyen bir kişi "Allah'tan korkun ve vücudumu parçalamayın, çünkü boynun vurulması istediğinizi gerçekleştirir" derse, umarım günahkar olmaz. Ama boynumu vurun, derse günahkar olur.
Bütün bu durumlarda "Öldürün" sözü ile diğer sözler aynı olup kişinin kendisi ve başkası hakkında masiyet olan bir şeyi açıkça emretmesinde hiçbir ruhsat yoktur. Mesela bugün ona böyle yapmayın yarın yapın derse yine günahkar olur. Çünkü dediğini tutsalar veya tutmasalar "Yann yapın" sözünden dolayı günahkar olur. Ama yarına ertelemeyin, derse günahkar olmaz.
2938- Esirin karnını kılşıçla yarmak istediklerinde onlara "Allahtan korkun ve yemek yerini vurmayın, onun yerine boynu vurun" dese, yine günahkar olur. Ama yemek yerinden başka yerle öldürmek daha iyi olur, derse günahkar olmaz. Cellada "Elini yemek yerinden aşağıya indir veya yukarıya kaldır" derse korkarım günahkar olur. Ama yemek yerini vurma, sözünde sakınca olmaz. Çünkü bu söz yasak olan bir şeyi (masiyeti) yasaklamaktır. Halbuki "Aşağıya vur, yukarıya vur" sözü masiyet olan bir şeyi emretmektir. Masiyetin emrediimesine ise mana ve şekil olarak hiçbir ruhsat yoktur. Ne varki bu sözlerde kişinin acısını azaltması amaçlanıyorsa, o zaman söyleyeceği sözlere dikkat etmesi gerekir. Sözünün manasını gözettiği gibi sözünü de seçerek kullanması lazımdır. Bu meselede esas şudur; Rivayete göre Hz. Abbas'a "Sen mi Ra-sulullahtan büyüksün, yoksa Rasulullah mı senden büyüktür?" diye sorulduğunda, Rasulullah benden büyük, ben ondan yaşlıyım, buyurmuştur. Harun'un rüyada alt çene dişlerinin döküldüğünü gördüğü ve rüya tabircilerine bunun yorumunun ne olduğunu sorduğunda onlardan biri "akrabaların ölür" deyince bu yorumu beğenmeyip adamı dışarı attığı ve başka bir yorumcu çağırıp sorduğunda, yorumcu ona "Sen akrabalarından daha uzun yaşayacaksın" deyince, memnun olup kendisine hediyeler verdiği rivayet edilir. Halbuki mana bakımından ikisi de aynıdır. Bundan anlaşılıyor ki kişinin söylediği söze dikkat etmesi lazımdır.
2939- Oğlu ile beraber esir düşmüş iki müslüman, öldürülecekleri sırada baba "oğlumu yanıma getirin, sabredip sevap kazanayım" derse, böyle yapsınlar veya yapmasınlar, baba bu sözünden dolayı günahkar olur.
Çünkü onlara masiyet bir işi emretmiş olur. "Ben oğlumun Ölümüne sabretmek istiyorum" derse, umarım günahkar olmaz. Çünkü ne kendisinin, ne oğlunun öldürülmesini istemiş olur.
2940- Oğlu da "Beni babamdan önce Öldürün" derse günahkar olur, "Babamı benden önce öldürmeyin, çok korkarım" derse günahkar olmaz. Yine babayı veya oğlunu kılıçla vurmak istediklerinde "Kılıcınızı bileyin" derse, günahkar olmaz. Ama "Bileyin, sonra beni onunla öldürün" derse, günahkar olur.
Çünkü bilemeyi emretmek masiyet içermez. Müslümanm öldürülmesi olan masiyeti düşman kastetmemiş olsa, bu sözde masiyet olmaz. Zaten adamın sözünde değil, masiyet düşmanın kastettiğindedir. Ama sonra beni öldürün, sözü masiyeti açıkça söylemektir. Bunun için de ruhsat yoktur.
En iyi Allah bilir.[28]
2941- Müslüman bir esire "Şu müslüman esiri bizim için öldür, yahut seni öldürürüz" derlerse, onu öldüre-mez. Çünkü öldürmede takiyye (korunma) yoktur" diye rivayet edilmiştir. Düşman ona masiyeti emretmiştir. Allaha isyan olan bir işde kullara itaat olmaz. Zaten öldürecek olursa, kendisi gibi kanı haram olan birini kendi canı için feda etmiş olur ve kulların hakkına tecavüz etmiş sayılır. Bunda da hiçbir ruhsat yoktur.
2942- Şu müslüman adamı kendisiyle Öldürmek için bu kılıcı bile, derlerse yahut şu kılıcı bile, derlerse, kendisi için korkmuyorsa, yapması caiz olmaz.
Çünkü müslümanlarla savaşmak için bunu kendisine emretmektedirler. Bunda onlara yardım etmenin ruhsatı yoktur. Ama yapmadığı taktirde öldürmekle tehdit ederlerse, o zaman yapmasında sakınca olmaz. Çünkü emrettikleri şeyde müslümana haksızlık yoktur, üstelik kendini de öldürülmekten korumuş olur. Çünkü bunu yapmadığı taktirde kendisini kılıçtan başka şeyle de Öldürürler. Yine üzerinde şu müslümanı asmak için bize şundan darağacı yap, yoksa seni Öldürürüz, derlerse, yapabilir. Çünkü emrettikleri şeyde müslümanı öldürmek yoktur. Zira müslümanı bununla değil, başka bir şekilde Öldürebilirler. Yani öldüren, damgacının yapılması değil, aşılmasıdır.
2943- Bununla beraber istediklerini yapmayıp öldürü-lürse, sevap kazanır. Çünkü istediklerini yapmaması düşmanı Öfkelendirir ve moralini bozar. Yine "Onun başını tut, boynunu vuralım, yoksa seni öldürürüz" derlerse, tutmasında inşaallah sakınca olmaz.
Çünkü başı tutmak müslümam öldürmek değildir.İnşaallah denilmesinin sebebi, bu işin müslümana zarar vermesidir. Halbuki kılıcı bilemek ve darağacı hazırlamak müslümana zarar vermek değildir.
2944- Ellerini ve ayaklarını bağlamasını emretmeleri de bu şekildedir.
Çünkü bunda canı telef etme yoktur. Nitekim başka bir şey yapmadıkları taktirde, elleri ve ayakları bağlanan kişiye zarar gelmiş olmaz. Sonra bunu emretmeleri, küfür sözü emretmelerinden daha büyük değildir. İkrah (zorlama) halinde bilindiği gibi küfür sözü söyleme ruhsatı bulunmaktadır. Gerçi söylememek daha faziletlidir. Bu da onun gibidir.
2945- Kılıçla vuran adamın bileği zayıf olup ona "Vuran adamın elini elinle takviye etki boynu vuralım, yoksa seni öldürürüz" derlerse, yapması caiz olmaz.
Çünkü bu, bizzat öldürmeye yardım etmek olur. Müslümanm öldürülmesine yardım etmenin hiçbir ruhsatı olmaz. Rasulullah şöyle buyurmuştur : "Kelimenin yarısı ile de olsa müslüman bir kişinin öldürülmesine yardımcı olan kişi kıyamet günü alnında "Allahm rahmetinden ümidini kesmiştir" yazılı olarak gelir".
2946- Onu öldürmek için bize bir kılıç göster, yoksa seni öldürürüz, derlerse, inşaallah göstermekle günahkar olmaz.
Çünkü göstermesi öldürmesi demek değildir. Zaten göstermediği taktirde taş ve başka bir şeyle öldürebilirler. İnşaallah denilmesinin sebebi ise, öldürmeye delalet etmenin öldürmeye bir nevi kalkışmak gibi olmasındandır. Nitekim ihramlı bir kişi avı avcıya gösterecek olursa, öldüren avcı gibi cezalandırılır.
2947- Onlara kılıcı göstermeyip öldürülecek olursa, inşaallah ecir kazanır.
Çünkü bir bakıma öldürmek gibi olan bir işi yapmayı red etmektir.
2848- Yine müslümanlarla savaşmak için kılıcım istedikleri taktirde, vermezse ecir kazanır, ama öldürmekle tehdit ettiklerinde onlara kılıcını vermesinde sakınca olmaz. Nitekim kılıcını bize verirsen şu müslüman esiri serbest bırakırız, dediklerinde kılıcını onlara vermesi caiz olur.
Çünkü başka bir müslümamn kurtuluşu sağlanmış olur. Kendi kurtuluşu olacaksa, evleviyetle olur
2849- Zaten düşmandan alman esirleri müslünıanlar geri verip esir düşen müslümanları onlardan alırlar. Esirin esir karşılığında kurtarılması konusuna inşaallah yerinde değineceğiz. Zahirurrivaye'ye göre caizdir. Diğer taraftan esirleri düşmana geri vermek onlara silah vermekten daha kötüdür. Müslümanm istifadesi için esiri onlara geri vermek caiz olursa, bu şekilde onlara silahı vermek daha çok caiz olur
2950- Düşman elindeki bir esir kaçsa ve yerini bilen başka bir esire "Bize yerini göster öldürelim, yoksa seni öldürürüz" derlerse, onlara yerini göstermesi caiz olmaz. Çünkü öldürmeye imkan veren delalet bir nevi öldürmeğe çalışmak gibidir. Tıpkı yukarıdaki av meselesinde olduğu gibi. Sonra, bunda kaçmış esire haksızlık vardır. Çünkü onun göstermesi olmazsa kaçan esiri ele geçiremezler. Bu delaletle onlara öldürmeleri için imkan sağlamaktadır ve bu yolla müslümana haksızlık etmenin hiçbir ruhsatı yoktur. Müslümanların bir kalesini kuşatıp ellerinde bulunan 'bir esire "Kalenin fethedileceği yeri bize göster, yoksa seni öldürürüz yahut müslümanların su içtikleri yeri bize göster yoksa seni öldürürüz" derlerse ve esir bunu gösterdiği taktirde kaleyi zaptedip içindekileri Öldüreceklerini biliyor yahut buna kanaat getiriyorsa, onlara bunu göstermesi caiz olmaz. Çünkü bu gösterme ile müslümanları öldürmelerine, çoluk çocuklarını esir etmelerine ve kadınlarının ırzına tecavüz etmelerine imkan sağlamış olur. Nitekim ya falan kadınla zina etmemizi sağlarsın yahut seni öldürürüz, derlerse ve ancak onun delalet etmesiyle bu işi yapmaları mümkün olacaksa, o zaman istediklerini yapması caiz olmadığı gibi, yukarıda kendisinden istenen göstermeyi yapması da caiz olmaz. Hakikati bilinmiyen işlerde zanm galip (kanaat) kesin bilgi gibidir.
2951- "Bu esiri hedef yapıp atış yapmak istiyoruz, bize ok ve yay göster vurup öldürelim, yoksa seni öldürürüz" derlerse, kendilerine ok ve yay göstermesinde inşaallah
sakınca olmaz.
Çünkü esir ellerinde olup başka yolla da öldürebilirler. Ok ve yay göstermekle onların esiri Öldürmesine imkan sağlamış olmaz.
2952- Ama okla vurmaktan başka güç yetiremiyecekleri bir yerde bulunuyorsa, o zaman onlara ok ve yay göstermesi caiz olmaz.
Çünkü göstermekle onlara öldürme imkanını sağlamaktadır. Bu meseleleri avı gösterme örneğinin güzel açıkladığını düşünüyorum. Kim güç yetiremiyeceği bir yerde bir av görür ve ihramh bir kişi ona giden yolu kendisine gösterir, o da avı Öldürürse, gösteren kişiye ceza düşer.
2953- Yine ancak ok atarak öldürebiliyor ve ihramh bir kişi ona ok ve yay gösteriyor yahut veriyorsa ve avcı bununla avı öldürüyorsa, yardım eden ihramh kişiye ceza düşer. Bir avı vurmak isteyip ihramh kişiye, atına bindikten sonra, kargımı ver, der ve ihramh kişi ona kargısını verirse, ona ceza düşmez.
Çünkü kargısını vermeden de avı öldürebilirdi. Ne var ki yaptığı bu işten dolayı günah kazanmıştır. Çünkü yaptığında bir bakıma avı öldürmek için yardım vardır. İhramh biri için bunda ruhsat yoktur.
2954- Yine ihramh bir kişiden bıçak ödünç alıp avı onunla keserse, aynı olur.
Çünkü av onun elinde olup bu bıçak olmadan da kesebilir. Ama ihramh bundan dolayı günah kazanmış olur. Çünkü avı öldürmek için bir nevi yardımda bulunmuş sayılır.
En iyi Allah bilir.[29]
2955- Düşman, müslümanların gemilerinden birini yakacak olsa, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göre gemidekiler isterlerse ateşin içinde kalarak yanarlar, isterlerse denize atlayıp boğulurlar.
Çünkü iki durumda da helak olacakları kesindir. Her iki ihtimalde de ge-midekilerin bir düşündüğü vardır. Ateş kişinin ölmesinde daha etkili olabilir. Yani kişi ateşte daha çabuk ölebilir. Ama vücudun parçalanması bakımından daha fazla acı verir. Suda ölmek daha geç olabilir, ama daha fazla sıkıntı ve ızdırap verir. Bu konularda insanların yapısı değişiktir. Kimileri yara acısını ve çabuk ölmeyi suda boğulmaya ve geç ölüme tercih edebilir, kimileri de suda boğulma sıkıntısını yara acısına tercih eder. onun için kişiler istediğini yapabilirler.
2956- imam Muhammed'in görüşüne göre ise, bunun şıkları vardır. Her iki tarafta da kurtulacağını umuyor ve helak olmaktan korkuyorsa, istediğini yapabilir.
Çünkü sabretmesi, umduğu kurtuluşu elde etmek içindir. Kendini suya atatcak olursa ,yine kurtuluşu umduğu içindir. Onun için iki işi de yapabilir.
2957- İki şıktan birisinde helak olacağı kesin ise ve diğer şıkta kurtuluşu umuyorsa, kurtuluşu umduğu işi yapması lazımdır.
Çünkü kişi gücü yettiği kadar kendini helakten korumakla mükelleftir. Kendini öldürmesi yasaktır.
2958- İki durumda da helak olacağı kesin ise, sabretmesi gerekir. Kendini suya atması doğru olmaz.
Çünkü kendini suya atacak olursa kendisini öldürmüş olur, ama sabrederse başkasının fiili ile helak olmuş olur. Başkasının fiili ile helak olması kendi fiili ile helak olmasından iyidir. Mesela; zalim bir kişi bir insana "Ya kendini öldürürsün yahut ben seni öldürürüm" derse, o insanın kendini öldürmesi doğru olmaz. Burada da durum aynıdır.
Ebu Hanife ise şöyle demektedir: "Devam eden bir işe devam etmek, o işe başlamak gibidir". Ateş kendisine ulaşıp yakıncaya kadar olduğu yerde durmak kendi fiili olduğu gibi, kendini suya atması da kendi fiilidir. Bu ikrah meselesine benzemez. Çünkü ikrah eden (zorlayan) kişinin kendisini tehdit ettiği şeydeki kesinliği kendi kendine yapacağı şeydeki kesinlik gibi değildir. îkrah eden kişi tehdit edebilir, ama yapmayabilir. Burada iki tarafta da helak olmadaki kesinlik aynı
orandadır.
2959- İmam Muhammed şöyle bir misal getirir: Bir a-dam bitişiğindeki evde yangın olan bir eve girer ve sonunda iki ev de tutuşur, içinde bulunduğu evde kalacak olursa yahut bitişik eve atlayacak olursa helak olacağı kesindir. Bu durumda bulunduğu yerde sebat etmesi gerekir. Diğer eve geçmesi doğru değildir.
Ashabımızdan bazısına göre iki meseledeki ihtilaf aynıdır. Sözü açıklamak için İhtilaf edilen şey hakkında farklı şeylerden delil getirmek İmam Mu-hammed'in adetidir. Doğrusu, bu hepsinin görüşüdür. Ebu Hanİfe'nin gördüğü fark ise, iki evde de helakin aynı olmasıdır. Evlerin birinden diğerine geçmenin gayesi yoktur. İki şey arasında tercih yapmak, kişiye yarar sağlayacağı zaman yapılır. Gemi meselesinde ise helakin şekli farklıdır. Çünkü belirttiğimiz gibi su ateş türünden değildir. Tercihin kabul edilmesinde yarar bulunduğu için burada tercih yapabileceğini söyledik.
2960- Bir düşman askeri bir müslümanı mızrakla vur-sa ve müslüman kişi mızrakla beraber yürüyüp onu kılıçla vurmak istese, bakar; Bunu yaptığı taktirde helak olmaktan korkup mızrağı çıkardığı zaman da kurtulacağını umuyorsa, mızrağı çıkarabilir.
Çünkü mızrakla düşmana yürümek kendini öldürmede yardımcı olmaktır. Halbuki herkese düşen elinden geldiği kadar kendini kurtarmaya çalışmaktır. Önce kendini kurtarmaya çalışır, sonra düşmanı öldürmeye kalkışır. ,
2961- Her iki durumda da helak olacağına olan inancı aynı oranda ise yahut her iki durumda da kurtuluş umudu eşit ise, mızrakla düşman üzerine yürüyüp kılıçla vurmasında sakınca olmaz. Ama yarasının artmaması için is-terse mızrağı önce çıkarır.
Çünkü her iki durumda da mızrağı .çıkarması, yani mızraktan kurtulması kaçınılmazdır. İmam Muhammed bununla önce geçen arasında fark olduğunu
söylemiştir.
2962- Daha önceki meselede kendini atmasında düşmanı öldürme sözkonusu değildi. Ama burada mızrakla yürümekte düşmanı Öldürüp muzaffer olması sözkonu-sudur. İşte bu amaç ona mızrakla yürümesini mubah kılar. Bütün bu durumlarda ancak kişinin zannı galibi ile amel etmek mümkündür.
Çünkü işin gerçeğine dışarıdan vakıf olmanın imkanı yoktur. Böyle durumlarda zannı galip kesin bilgi değildir.
2963- Bir müslüman tek başına düşmandan bin kişi üzerine yürüse, bakılır; Onları hezimete uğratması yahut yaralamalarla zarar vermesini umuyorsa, yürümesinde sakınca olmaz.
Çünkü bununla düşmana zarar vermeyi amaçlamaktadır.
2964- Uhud günü bunu Rasulullahın önünde ashaptan çok kişi yapmıştır. Rasulullah bu yaptıklarını da yadırgamamış, hatta bunun için izin isteyen bazılarını şehit olmakla müjdelemiştir. Ama kişi bununla düşmana zarar vermeyi ummuyorsa, yapması caiz olmaz.
Çünkü müslümanlara yarar sağlamadan kendini telef etmektedir. Düşmana da zarar vermemektedir.
2965- Halkın kendisini öldüreceklerini ve kendisi sebebiyle dağıtmayacaklarım bilse bile, emri bilma'ruf ııeh-yi anilmünker (iyiyi emretme ve kötüyü yasaklama) işinde ileri atılabilir. Çünkü bu durumda halk, kendilerine emredeceği şeylere inanan ınüslümanlardır. Açığa vurmuyorlarsa da yapacağı emri bilma'rufun onlar üzerinde etki yapacağı şüphesizdir. Ama yukarıdaki durumda insanlar kafirdir ve İslama inanmamaktadırlar. Yapacağı davranış onların içinde etki yapmayacaktır. Onun için atılmanın mubah olması için etkinin açık olması lazımdır.
2966- Düşmana bir zarar vermeyi ummayıp bu yaptığı ile müslümanları onlara karşı teşvik ederek zarar vermeyi düşünüyorsa, inşaallah bunda bir sakınca olmaz.
Çünkü bu yaptığıyla düşmana bir zarar vermeyi umuyorsa, yapması caiz olur. Aynı şekilde başkalarının yapacağıyla onlara zarar vermeyi umduğu takdirde yine yapması caiz olur. Yine yapacağı saldın ile düşmanı ürkütme ve zayıflatma umudu varsa, saldırmasında sakınca olmaz. Çünkü bu zarar vermenin en üstün şekillerindendir. Müslümanlara da yarar sağlar. Her biri bu tür yaran sağlamak için canını feda etmektedir.
2967- Gemideki kişinin ateşin kendisine doğru geldiğini ve sıcaklığı ile alevlerini hissettiği anda kendini denize atmaktan başka çıkar yol bulamayıp denize atlarsa, inşaallah bunda sakınca olmaz.
Çünkü bu kişi ateşin sürüklemesiyle kendini denize atmış olur. Daha önceki ise başkasının sürüklemesiyle değil, kendi kendim denize atıyordu. Halbuki sürüklenen kişiyi mutlaka bir sürükleyen vardır. Denize atlarken kimse onu sürüklemediği halde burada başkasının sürüklemesiyle denize atlamış olmaktadır.
Nitekim kendisine ateş yakılıp "Seni öldürünceye kadar kamçılayacağız yahut kendini ateşe atıp yanarsın" derlerse, kendini ateşe atması caiz olmaz. Ama kamçılayarak canını yakmış ve kendini ateşe atacak kadar üzerine gitmişlerse, o zaman ateşe atlamasından dolayı inşaallah sorumlu olmaz. Zira burada kamçılayanlar tarafından ateşe sürüklenmiş olur. Kamçının ızdırabı canını yakmıştır. Henüz ateşin acısını da hissetmemiştir. Canını yakan bir acı ve ızdıraptan kaçmaktadır. Umanm bir sakıncası olmaz.
2968- Bunun dayanağı Hz. Huzeyfe hadisidir. Kamçı fitnesi (acısı) kılıç fitnesi (acısı) ndan daha çetindir. Kişi kamçılanmaya devam edilir, nihayet darağacına kendisi çıkar, demiştir.
Yani asılacağı zaman darağacına sürüklemek için kamçılanır. En iyi Allah bilir.[30]
2969- Düşman saflarında müslümanların başka bir düşmanla savaşması doğru değildir.
Çünkü iki taraf da şeytanın yandaşıdır. Şeytanın yandaşlan hüsrana uğrayacaklardır. Bir müslümanın düşman taraflardan birinin safına geçerek sayılarını çoğaltması ve diğer tarafa karşı savaşması caiz değildir. Çünkü ikisinde de küfür ve şirk açıktır. Müslüman ise ancak hakkın hükmünü egemen kılmak için savaşır, küfür ve şirkin hükmünü egemen kılmak için değil. Müslümanlardan bir kişinin Haricilerden bir toplulukla işbirliği yaparak onların egemen olmasını sağlayacaksa, başka Harici- bir topluluğa karşı savaşması doğru değildir. Çünkü baği (isyancı) kitleye karşı savaşmanın mubah olması, Allahın emrine boyun eğmelerini sağlamak içindir. Ama Hariciler egemen olacaksa, bu savaşma ile bu amaç gerçekleşmez.
2970- Müslümanların Haricilerle beraber olup düşmana karşı savaşmasında bir sakıca yoktur.
Çünkü burada küfür fitnesini yok etmek ve islamı üstün kılmak için savaşmaktadırlar.
Bu emredilen tarzda yapılan bir savaştır. Yukarıdaki ise böyle değildir. Yukarıda sözü edilen savaş hak yoldan sapmış olanı ortaya çıkarmak için yapılan savaştır. Burada ise İslamın kendisini ortaya koymak ve galip kılmak için savaş yapılmaktadır.
2971- Bu savaş, onlarla yapılan bir andlaşmayı ihlal sözkonusu olmadığı taktirde caiz olur. Ama bir topluluğa eman verip sonra onlara hiyanet olacaksa, Müslümanların onların yanında savaşmaları doğru olmaz. Çünkü verilen emana bağlı kalmak vaciptir. Rasulullah yaptığı bütün ' andlaşmalara "Hıyanet yok, vefa vardır" yazardı. Müslümanların onlarla savaşmaları sadece bulundukları yerle sınırlı ise düşmandan eınan verilmeyen başka bir topluluk onlarla beraber savaşabilir.
Çünkü bu savaşta hıyanet olmayıp islamın hükmünü üstün kılmak vardır.
2972- Düşman aldığı esirlere "Düşmanımız müşriklere karşı bizimle beraber savaşın" derse ve esirler savaşmadıkları taktirde canları için bir korku duymuyorlarsa onlarla beraber müşriklere karşı savaşamları doğru olmaz.
Çünkü bu savaşta şirki üstün kılınma vardır .Bu savaşta müslüman kendini tehlikeye atmaktadır. Ancak dini üstün kılmak yahut kendini savunmak için savaşma ruhsatı vardır.
Savaşmadıkları taktirde canları için korkuyorlarsa, o zaman onlarla beraber canlarını savunarak savaşmalarında sakınca olmaz.
Çünkü ellerinde esir bulundukları düşmandan emin olmalarına rağmen galip gelebilecek düşmandan emin bulunmamaktadırlar. Diğer düşman galip geldiği taktirde kendilerini öldürebilir. Onun için kendilerini savunarak onlarla beraber savaşa katılabilirler.
2973- "Bizimle beraber düşmanınız olan müşriklere karşı savaşın yoksa sizi öldürürüz" derlerse, o zaman kendilerini savunarak onlarla beraber savaşmalarında bir sakınca olmaz.
Çünkü bu durumda en kötü şekilde öldürülmekten kurtulmaları için kendilerini savunmaktadırlar.
Karşı tarafta bulunan müşrik düşmanı müslüman esirlerin Öldürmeleri zaten helaldir. İkrah sebebiyle zaruretin gerçekleşmesi durumunda helal olan bir işi yapmak da helaldir. Hatta Ölü eti yemek ve içki içmek gibi zaruret halinde,vacip de olabilir.
2974- Bizimle beraber müslümanlara karşı savaşın, yoksa sizi öldürürüz, derlerse, müslümanalra karşı savaşmaları caiz değildir.
Çünkü böyle bir şeyin kendisi haramdır. Öldürülme tehdidi sebebiyle böyle bir şeyi yapmak caiz olmaz. Tıpkı şu müslümanı öldür, yoksa seni öldürürüz, denilen adamın müsîümanı öldürmesinin caiz olmaması gibi.
2975- Kendilerini öldürmekle tehdit etmeleri durumunda ise onlarla beraber olup raflarında yer alırlar, ama müslümanlarla savaşmazlar. Bu durumda umarım bir sakınca olmaz.
Çünkü bu durumda müslümanlara bir şey yapmamaktadırlar. Bu da.müslü-manlara haksızlık türünden bir iş değildir.
2976- Bunun sebep olacağı zarar sadece düşmanın müslümanlarm karşısında sayıca çok görünmesi ve belki morallerinin düşmesine sebep olmasıdır. Tıpkı telef edecek bir tehditle müslümanlarm mallarını telef etmesi için ikrah edilen kişi mesabesindedirler. Canları için müşriklerden korkmuyorlarsa, esir alan düşman kendilerine em-retse de onlarla beraber müslümanlara karşı bir safta yer almaları caiz olmaz.
Çünkü böyle bir durum müslümanları ürkütür, morallerini bozar ve belki de hezimetlerine sebep olur. Kesin zaruret olmadan böyle bir şeyi yapmak müslüman için caiz olmaz.
2977- Başka bir düşmana karşı bizimle beraber savaşınız, galip gelirsek sizi serbest bırakırız, derlerse, esirler onların ddğru söylediklerine kanaat sahibi olurlarsa, onlarla beraber savaşmalarında sakınca olmaz.
Çünkü bununla esaretten kurtulmaktadırlar. Bu karşı taraftaki düşmandan korku duymalarından daha aşağı bir durum değildir. Yani karşı taraftaki düşmandan en az bu kadar korku duymaktadırlar. O durumda savaşa katılmalarında sakınca olmadığı gibi burada da sakınca olmaz.
Böyle bir şey müslümanlara karşı düşmanı güçlendirmek olduğu halde nasıl caiz olabilir? Çünkü bunlar galip gelecek olursa bu sefer müslümanlara saldı-rabilirler, hatta düşmandan alabilecekleri silah ve atlarla müslümanlara karşı daha güçlü olabilirler. Buna rağmen onların safında nasıl savaşa katılabilirler? diye itiraz edilirse, şöyle deriz:
Bu bir vehimdir. Ama bu savaşla düşmanın elinde esaretten kurtulmaları ise malum bir şeydir. Bu şık tercih edilir. Nitekim islam devlet başkanından esirler yahut silah ve atlar verip kendilerini düşmandan kurtarmasını isteyecek olurlarsa, düşmanın alacağı bu şeylerle güçlenmesine rağmen devlet başkanının bu şeyleri vererek onları kurtarması caizdir.
2978- Bizimle beraber savaşarak yahut saflarımıza katılarak müslümanlara karşı bize destek olun, sizi serbest bırakırız, derlerse, bunu yapmaları caiz olmaz.
Çünkü müslümanlara karşı savaşmalarının hiç bir şekilde ruhsatı olmaz. Kendilerinin öldürülmeleri gibi kesin bir zaruret olmadıkça müslümanlara karşı savaşmalarının yahut müslümanları korkutmalarının hiçbir ruhsatı yoktur. Burada da böyle bir zaruret mevcut değildir.
2979- Bizimle beraber müşrik düşmanımıza karşı savaşırsanız, sizi ülkemizde serbest bırakırız, ama ülkenize geri göndermeyiz, derlerse, onlarla beraber savaşmaları doğru olmaz.
Çünkü öldürülmeleri yahut organlarının kesilmesi gibi canlan hakkında bir korkuları yoksa, düşman ülkesinde esir tutulmaları ile hapiste bulunmaları arasında bir fark yoktur. Çünkü her iki durumda da aile fertlerinden mümin ve kardeşlerinden ayrı kalıp üzüntü ve sıkıntı çekmektedirler. Açık bir yararlan bulunmadıkça şirk yönetiminin üstün kılınması için savaşmalan caiz değildir.
2980- Ama sıkıntı ve musibet içinde olup canlarının helak olmasından korkuyorlarsa, sizi bu sıkıntı ve musibetten çıkaracağız, dedikleri takdirde onlarla beraber düşmana karşı savaşabilirler.
Çünkü onlarla beraber savaşa katılmalarında açık bir yayar ve uygun bir amaç bulunmaktadır. O da başlarına gelen sıkıntı ve musibetten kurtulmaktır.
2981- Darulislama çıkmalarına müsaade etmeleri halinde, esir müslümanlar onların ele geçirdikleri mallarını gizli bir şekilde darulislama çıkarabilirler.
Çünkü darulislama çıkmadıkları sürece onların elinde esirdirler. Onları serbest bırakacak olurlarsa, mallarını almak ve onlan öldürmek kendileriyle düşman arasında yapılan bir eman ahdine hiyanet etmek gibi birşey sözkonusu değildir. Aksine aldıkları bu mallar helalinden kazanmak olur. Onların durumu darulharpte hırsızlık yapan kişilerin durumu gibidir.
Esirler darulislama bu malları çıkarırken savunma ve kuvvet sahibi ise, o zaman çıkarılan şeylerden beştebir
payı alınır ve gerisi ganimet taksimi esasına göre taksim edilir.
Çünkü bu şeylerin ihrazı ancak darulislama çıkarmalarıyla olmuştur.
2982- Esir tutan düşman safında savaşıp karşı düşmandan aldıkları ve esir tutan düşmanın farketmediği malları da gizli olarak çıkardıkları taktirde, durum aynıdır. Bu malları ister müslümanlardan almış olsunlar, ister düşmandan almış olsunlar, aynıdır.
Çünkü bu mallann tümü müşriklerindir ve ancak darulislama çıkanldıktan sonra ihrazı gerçekleşmiştir.
2983- Esirlere "Bizimle beraber düşmana karşı savaşıp bütün ganimetleri bize bırakır ve bir şey almazsanız sizi serbest bırakırız" derlerse, hüküm yukarıdaki gibi olur.
Çünkü olabilecek bütün mesele, alınacak mallann esir tutan düşmana kalmış olmasıdır.
Belirttiğimiz gibi, esir tutan düşmanın mallarını alabildikleri taktirde almalarında bir sakıca yoktur.
Çünkü esirlerle düşman arasında eman mevcut değildir. Mubah olan bir mali almak, ancak eman ahdine hiyanet sözkonusu olduğu zaman yasak olur.
2984- Mallarımızdan bir şey almamanız şartıyla sizi serbest bırakacağız, der ve esirler de bunu kabul ederlerse, onların mallarından birşey almaları caiz olmaz.
Çünkü onların mallanna dokunmamalannı şart koştular. Müslümanlar da koştukları şarta bağlı olurlar. Rasulullah böyle buyurmuştur. Birinci meselede de onlara bu şartı koşmuşlardı, ama diğer düşmandan aldıklarını esir tutan düşmandan gizleyip darulislama çıkarmalarında sakınca olmadığını söylemiştiniz, diye itiraz edilirse, şöyle deriz:
Orada sadece ganimetlerini teslim etmelerini şart koşmuşlardı. Ganimet dedikleri de kendilerinin düşmandan aldıkları şeylerdi. Ama esirlerin düşmandan aldıkları şeyler birlikte savaştıkları düşmanın ganimetlerinden değildir. Sonra, ganimetlerin ortak olması islamın hükümlerindendir. Bu ise düşmanın himayesi altında gerçekleşemez. Onların himayesinde kural, kim bir şey alırsa, kendisi onu almaya layık olmasıdır. Bundan da anlıyoruz ki bu şekilde malları gizlemelerinde açıkça koşulan bir şarta muhalefet söz konusu değildir. Zaten açık koşulan bir şarta muhalefet etmeleri de doğru değildir.
2985- Hapiste tutulan esirlere düşman "Bizden kimseyi öldürmemek, açık ve gizli olarak hiçbir malımızı almamak ve ülkemizde tutmak şartıyla sizi hapisten çıkaracağız" derlerse ve esirler de kabul ederlerse, bu şarta esirlerin bağlı kalmaları gerekir.
Çünkü şart koştukları ve kabul edilen şeyler hakkında esirler eman altında gibi olurlar. Zaten bunu kabul etmekle öldürülme, hapis ve işkenceden emin olmuşlardır. Bundan sonra müslü m anlardan alman bir köle görseler, onu almaları caiz olmaz. Çünkü bu düşmanın malı olup bu durumda müslüman olurlarsa onların malı olarak kalır.
2986- Esir düşmüş hür bir kadın veya efendisinin ölümü halinde hürriyete kavuşacak olan (müdebber) bir cariye görseler, onu alıp darulislama çıkarmalarında bir sakınca görmüyorum.
Çünkü düşman ona malik olmamıştır. Esirlere sadece sahip oldukları ve mülkleri olan şeylere dokunmamalarını şart koşmuşlardır.
2987- Müslümanlardan alınmış bir silah veya at görürlerse, ona dokunmaları caiz olmaz.
Çünkü bu onların mallanndandır.
2988- Esirlere "Ülkenize gidiniz, eman altındasınız" derlerse ve esirler de onlara bir şey söylemezse, bundan sonra esirlerin onlarla savaşması ve mallarını almasında sakınca olmaz.
Çünkü esirler onların bu koştukları şartla bir taahhüt altına girmemişlrdir. Kendilerinin yüklenecekleri bir sorumluluğu kabul etmedikleri sürece, düşmanın kendi kendine koşacağı şart onları bağlamaz.
2989- Ama müslümantardan bir topluluk gelip darul-harbe girmek ister ve düşman onlara "Giriniz, eman altındasınız" derse ve onlar da herhangi bir şey şart koşmadan girerlerse, durum farklı olur.
Çünkü eman yolu İle girmeleri onlara hıyanet etmemeyi kabul etmeleri demektir. Ama esirlr için bu durum söz konusu değildir. Çünkü esirler onların elin-de eman altında olmayıp esir ve mağlup kişilerdir.
2990- Esirlere düşman "Düşmanımıza karşı bizimle beraber savaşırsanız, ülkenize dönmeniz için sizi serbest bırakırız, aldığınız ganimetler de sizin olur, ama bizim aldıklarımıza dokunmayacaksınız" derse, sonra düşmanın aldıkları malları esirler gizli olarak alma imkanı bulursa, almaları caiz almaz.
Çünkü bunu onlara şart koşmuşlardır ve müminler şartlarına bağlı kalmak
zorundadırlar.
2991- Esirlerin aldıkları malları düşman onlara verse ve esirler de onu darulislama yahut müslümanların darulharpteki karargahına çıkarsalar, mallar sadece onların olur. Ondan beştebir payı alınmayacağı gibi paylarda süvari ve piyade eşit alırlar.
Çünkü şirk yönetiminin altında o malları almışlardır ve şirk yurdunda onu ihraz etmişlerdir. Zira düşman o mallan kendilerine teslim etmiştir. Sonra, düşmanın himayesi altında mallan almalan, bir bakıma düşmanın alıp kedi isteğiyle onlara teslim ettiği mal gibidir. Onun için bu mallar kendilerinin esirlere Tıİbe ettiği mallar olur.
2992- Bu mallar ganimet değildir.
Çünkü müslümanlann savunma ve himaye bölgesine gelmeden önce mallar onların olmuştur.Malları onlardan bazıları almışsa, sadece alanlara mahsus olur.
Çünkü burada müslümanlann savunma ve himayesinde ihraz etmenin bir etkisi söz konusu değildir. Malı almamış olanlar bu ihrazla bir hak elde etmezler. Hak sahibi olmanın sebebi, malı almış olmak ve düşmanın onlara teslim etmesidir. Bunda diğerlerinin bir ortaklığı olmaz.
2993- Esirlerden bir kişinin aldığı malların bütün esirler arasında ortak olacağını şart koşmuş ve esirler de buna razı olmuşlarsa, malları bazıları da alsa, alınan mallar bütün esirler arasında ortak olur.
Çünkü düşman bu mallan esirlerin tümüne teslim etmiş olmaktadır. Bu da kendi mallarından bütün esirlere hibe ettikleri ve hepsinin nzası ile esirlerden bazıların teslim aldığı mal mesabesinde olur.
2994- Alınan malların esirlerle düşman arasında yarı yarıya olacağını söylemiş ve aralarında eşit olarak paylaş-mışlarsa, esirler darulislama çıktıklarında aldıkları malda eşit olarak ortak olurlar. O mallardan beştebir payı da alınmaz.
Çünkü düşmanın kendilerine teslim etmesiyle darulislama çıkarabilmişl-erdir. Ganimet ise kuvvet ve galebe ile alınan malın adıdır. Müşrikler bunu kendilerine isteyerek teslim edince, mallar ganimet olmaktan çıkmıştır.
2995- Düşmanın rızası olmadan ve güçlerinin yetmesi halinde geri alacakları malları esirler darulislama çıkarırlarsa, ondan beştebir payı alınır ve geri kalanı ganimet taksimi esasına göre aralarında taksim edilir.
Çünkü bu mallar galebe ve üstünlük yolu ile alınmıştır. Müslümanlann himaye ve savunması olmadan o mallan ihraz etmeleri de gerçekleşmemiştir. Onun için bu mallar ganimet hükmüne tabidir.
2996- Ancak bir şey hariç olur. O da esirlerin düşmanın rızası olmadan hiaynet yolu ile aldığı mallardan beştebir payının alınmamasıdir.
Çünkü almaları helal değildir. Fetva olarak devlet başkanı o mallan geri vermelerini emredebilir. Tıpkı eman altında olan kişilerin onlardan hırsızlıkla aldıkları mallar mesabesindedir.
2997- Düşman, sadece esirleri diğer düşmana karşı savaşa gönderse ve komutanı da esirlerden tayin edip isla-mın hükümleriyle hükmedeceğini söylese ve alacakları ganimetleri darulislama çıkarabileceklerini belirtseler, esirler düşmandan korksunlar veya kormasınlar, bu savaşa gidebilirler.
Çünkü islamın hükmü altında savaşacaklanndan cihad etmiş olurlar
2998- Aldıkları ganimetleri darulislama çıkardıkları taktirde ondan beştebir payı alınır ve geri kalanı ganimatin taksimi esasına göre aralarında taksim edilir.
Çünkü darulislamda bu mallar ganimet hükmünü almıştır. Nitekim müslü-manlarla antlaşmah olan bir düşman topluluktan müslümanlar başka bir düşmana birlikte saldırmak için ülkeye girmelerini ister, onlar da girerse, savaşanlann aldıkları mallardan beştebir payı alınır ve geri kalanı ganimet taksimi esasına göre aralannda taksim edilir.
2999- Düşmanlarıyla savaşmak için esirleri gönderen düşman, alınacak malların hepsinin yahut yarısının kendilerine ait olacağını şart koşsa ve esirler de onlardan bir korku duymuyorlarsa, bu şartla savaşmaları doğru olmaz.
Çünkü bu savaşla müslümanlara karşı onlan desteklemiş olurlar. Mesela alacakları silah ve atlardan şart koştuklan miktarı aldıklan taktirde onlarla müslümanlara karşı savaşmak için güçlenmiş olurlar. Ama darulislama çıkmaarına müsaade edec eklerini şart koşmuşlarsa, o zaman savaşmalannda bir sakınca olmaz. Çünkü bü, düşmana verecekleri silah, atlar ve esirler karşılığında kendilerini kurtarması anlamına gelir.
3000- Aldıkları miktarı darulislama çıkardıkları taktirde ondan beştebir payı alınır ve gerisi ganimet taksimi esasına göre aralarında taksim edilir.
Çünkü islamm egemenliği altında o mallan almışlardır. Hak etmeleri, düşmanın kendilerine teslim etmesiyle değil, darulislamda o mallan ihraz etmeleriyle kesinleşmiş olur. Çünkü malları alırken düşman onlarla beraber değildiler. Mallan aldıklarında da himaye ve savunmalan müslümanlann himayesi ve savunması idi.
3001- Esirlere, düşmandan alacakları silahları, esirleri ve atları vereceklerini, diğer şeyleri de kendilerinin alacaklarını şart koşmuşlarsa, esirlerin savaşmalarında yine bir sakınca olmaz. Çünkü mal karşılığı kendilerini kurtarmaları mesabesinde olur. Ama bu mallar darulislama çıkarmamak ve kendiniz de darulislama gitmemek şartıyla sizin olacak, demişlerse, o zaman ancak canları için kesin tehlikenin bulunması halinde bu savaşa gidebilirler. Aksi halde bu savaşa gitmeleri doğru olmaz.
Çünkü bu savaş düşmana yarar sağlar ve mal kazandırır. Buna karşılık müslümanlann kurtuluşu da yoktur. Onun için kesin zaruret olmadıkça bu savaşa gitmeleri doğru olmaz. En iyi Allah bilir.[31]
3002- Tevbe İbn Temr el-Hadrami'den Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet edilir: İslamda iğdiş etme ve kilise açma yoktur.
Hadis "İğdiş olma" ve "iğdiş etme" anlamlarına gelen iki kelime ile rivayet edilmiştir. Bu, iki şekilde açıklanmıştır; Birincisi, insanı iğdiş etmenin yasaklığı. Bu olumsuzluk kipiyle zikredilmiştir ki nehiy (yasaklama) dan daha güçlü bir ifadedir. İnsan oğlunu iğdiş etmek Kur'an ayetiyle yasaklanmıştır. Yüce Allah buyuruyor: "Şeytan onlara Allahın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim, der"[32] Allahın yarattığını değiştirmeden maksadın iğdiş etmek olduğu söylenmiştir. Şeytan zaten ancak ahlaksızlık ve edepsizlik olan kötü şeyleri emreder. İğdiş etmek, işkence yapmak ve erkeklik organını kesmektir. Halbuki Rasulullah kötürüm bir köpeğe de olsa işkenceyi yasaklamıştır.
Diğer anlamının ise, kadınlarla evlenmemek ve rahiplik hayatı sürmek olduğu söylenmiştir. Kişinin kadınlarla ev-lenmiyen rahipler gibi olmasıdır. Halbuki Rasulullah Osman İbn Maz'un ve arkadaşlarını böyle bir işe kalkıştıkları zaman onlara bunu yasaklamış ve bunun sünnetine aykırı olduğunu söylemiştir.
Kiliseden maksat ise, müslüman topraklarda kilise yapmaktır. Zimmet ehline bunun için izin verilmez. Daha önce yapılmış ve mevcut olanlara dokunulmadığı gibi yenilerinin yapılmasına müsaade edilmez.
İbn Semaa, Nevadir'inde bu hadisi Rasukülahtan rivayet ederken, Muham-med İbn el-Hasan'dan naklederek tefsir etmiştir.
3003- Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: Zimmet ehlinin Horasan ve fethedilen başka yerlerde kilise açmalarını yasaklarım, fethedilen yerlerde fetihten sonra yaptıkları ortaya çıkmadıkça daha önce yapmış bulundukları ve hala mevcut olan kiliselerine ise dokunmam.
Çünkü gerektiren bir delil olmadıkça daha önce yapılmış olan kiliselerini yıkmak caiz olmaz. İslam yurdu olması için hazırlanan, yani fethedilen bir yerde zimmet ehline kiliseler açmaya müsaade etmek, irtidat ettikten sonra müslümanm şirk üzerine devam etmesine imkan tanımak gibi olup kesinlikle böyle bir şey caiz olmaz.
3004- Düşmandan bir topluluk kendileri için cizye ve toprakları için haraç ödemek üzere zimmet ehli olmayı müslümanlara teklif ederse, islam devlet başkanının bu isteklerini kabul etmesi vaciptir.
Çünkü zimmet ehli sayilmalanyla savaş sona erer. Tıpkı İslama girmek gibi olur. Kendilerine islamın anlatılması ve Öğretmesini istedikleri taktirde onlara anlatmak vacip olduğu gibi, zimmet ehli olmak istedikleri zaman da isteklerini kabul etmek de vacip olur. Zira muamelat konusunda bu yolla islamın hükümlerine bağlı olmayı kabul etmiş olurlar. Ondan sonra islamın güzelliklerini belki görür ve İslama girerler. Bu da en yumuşak ve güzel yolla dine davet etmek olur.
3005- Rasulullah kendisinden böyle bir şey istiyen Necran halkının isteğini kabul etmiş ve her yıl iki bin yahut bin iki yüz elbise üzerine onlarla antlaşma yapmıştır.
Bu şekilde antleşma yapar ve topraklan da Şam bölgesi gibi şehir ve köy ise, mü.slümanların onların ev ve topraklarından birşey almaları caiz olmadığı gibi, evlerini işgal etmeleri de caiz olmaz.
Çünkü bunlar artık antlaşma ve barış sözleşmesi sahibi kişilerdir. Hayber günü Rasulullah tarafından bir kişi müminlere "Antlaşmah insanların mallan size helal olmaz" şeklinde ilan etmiştir. Zaten mal ve canlarının müslümanlann can ve malları gibi olması için zimmet ehli olmayı kabul etmişlerdir.
3006- Müslümanlar kimsenin sahip olmadığı ölü (iş-lenmiyen) topraklarda bir şehir kurmak isterlerse, bunda bir sakınca olmaz.
Çünkü bununla zimmet ehlinin mallarına ve mülklerine herhangi bir şekilde tecavüz etmek yoktur. Zaten islam ahkamının hükmü altına girmekle zimmet ehlinin topraklan ve şehirleri islam yurdunun bir parçası haline gelmiştir. Darul-islamda ölü topraklar hakkında devlet başkanı uygun gördüğü şekilde tasarruf eder.
3007- Rasulullah şöyle buyurmuştur; "Haberiniz olsun, işlenmiyen (sahipsiz) toprak Allah va Rasulünündür, sonra benden sizedir."
3008- Müslümanların ölü arazide kurdukları şehrin yakınlarında zimmet ehlinin köyleri olup zamanla şehir büyüyerek o köyleri de kapsayacak olursa, artık onlar da şehrin bir parçası olurlar. O köylerde zimmet ehlinin kiliseleri, ateşgedeleri, havraları varsa, olduğu gibi bırakılır. Çünkü zimmet ehli artık antlaşmah insanlardır. O yerleri şehir kapsamına
da girse, antlaşmanın gereği olarak ibadethanelerine dokunulmaması hakkına sahip olmuşlardır.
3009- Ancak o yerde yeni bir kilise yahut havra yapmak isterlerse, müsaade edilmez. Çünkü orası artık müslümanlann şehirlerinden biri olmuştur. İçinde cuma ve bayram namazlarının kılındığı, islamın öngördüğü cezaların uygulandığı bir yer olmuştur. Böyle bir yerde yeni tapınak yapmalarına imkan verilmesi müslümanlann aşağılanması yahut şekil olarak müslümanlara muhalefet etmelerine imkan tanınması anlamına gelir. Rasulullahın "Kilise de yoktur" buyruğunun anlamı budur. Çünkü bu yerler darulislam olduktan sonra eski tapmakları bir hak olarak devam edecektir. Yeni durumun meydana getirdiği değişiklikle onlann bu yerleri değiştirilemez. Ama orası müslüman bir şehir olduktan sonra yeni tapmaklar açmak isterlerse, izin verilmez. Tıpkı yargıcın bir olay hakkında içtihat ile verdiği karardan sonra meydana gelen başka bir olay hakkında değişik karar vermesi gibidir. Bu karar, önceki karanım bozmaz
3010- O yerde açıkça domuz eti ve içki satıyorlarsa, şehir haline geldikten sonra artık satmalarına izin verilmez.
Çünkü bu yeni yapacakları bir tasarruftur. El-Mebsut kitabında müslüman şehirlerde zimmet ehlinin içki ve domuz satmalarına izin verilmeyeceğini açıkladık. Müslümanların şehirlerine açık olarak bu şeyleri sokmalarına da müsaade edilmez. Hz. Ömer'in böyle uygulama yasptığı nakledilmiştir. Sonra, bu işler fa-sıklık (haram) işlerdir. Müslümanların beldelerinde fasıkhğm açık olarak işlenmesinde müslümanların horlanması olur. Halbuki zimmet ehli ile yapılan sulh antlaşması müslümanların horlanması için değildir,
3011- Bayram vakitlerinde haç çıkaracak olurlarsa, bunu eski kiliselerinde yaparlar. Ama kiliselerin dışına çıkarak şehirde bunu açıkta yapmalarına izin verilmez. Çünkü müslümanları hafife almak olur. Ama kiliselerinin dışına çikaracaklarsa, haçlarını gizlice (teşhir etmeden) çıkarır ve şehrin banliyösünü geçtikten sonra istedikleri yere gider ve törenlerini yaparlar.
Çünkü cuma ve bayram namazlarının kılınması ve cezaların uygulanması bakımından şehrin banliyösü de merkezi hükmündedir. Ebu Süleyman'ın Ne-vadir'inde belirtildiğine göre cuma günü devlet başkanı çetin bir mesele ile karşılaştığında şehrin baliyösüne gider ve orada halkla beraber cumayı kılabilir. Müslümanların cuma kıldıkları yerde zimmet ehlinin harçlarını teşhir ederek tören yapmaları yasaktır. Çünkü böyle bir şey müslümanlara muhalefet ve onlarla rekabete yol açar. Böylece bu konuda şehrin merkezi ile banliyösü, hüküm bakımından aynıdır.
3012- Eski kiliselerinin içinde çaldıkları taktirde çan çalmalarına da engel olunmaz. Ama eski kiliselerinin dışında çan çalmak isterlerse, onlara müsaade edilmemesi gerekir. Çünkü şekil olarak müslümanların ezanına rekabet ve muhalefet etmiş olurlar. Ama müslümanların şehri olmayan her köy ve mahalde bütün bu şeyleri yapmalarına engel olunmaz. Oralarda bir kısım müslümanlar ikamet etse bile, bu şeyleri yapmalarına müsaade edilir.
Çünkü buralar cuma ve bayram namazları gibi dinin ifadesi ve ilanı olan şeylerin yapıldığı yerler değildir. Belh imamlarının çoğunun bu meselede böyle söyledikleri belirtilir. El-Mebsut'ta ise Kufe'de bulunan köylerin durumuna göre hüküm verilmiştir. Orada köylerde oturanların çoğu zimmet ehli ve rafızilerdir. Ama memleketimizde, bu şeyleri şehirde yapmalarına müsaade edilmediği gibi köylerde de müsaade edilmez. Çünkü müslümanların cemaatlarının yeridir. Vaiz ve müderrislerin (hocaların) oturduğu yerler de şehir mesabesindedir.
3013- Hire ve başka yerlerde olduğu gibi halkının çoğu zimmet ehli olan şehirler, yani içinde cuma ve bayram namazları kılınmayan şehirlerde bu şeyleri zimmet ehlinin yapması engellenmez.
Memleketimizin üstadlan köylerde bunları yapmalarının yasaklanmayacağını söylerler. Burada zikredilen şu ibareye dayanıyorlar: Halkı müslüman olup cuma ve bayram namazlarının kılındığı ve cezaların uygulandığı şehir statüsünde olmayan köylerde zimmet ehli köylülerden evler alıp kilise ve hayvanlar edinse ve oralarda içki ile domuz satışını açıkça yapsalar, onlara engel olunmaz. Çünkü yasaklama ve engel olma dinin şiarı olan cuma ve bayram namazlarının kılınması, islamın öngördüğü cezaların uygulanması gibi şeylerin orada yerine getirilmesi sebebiyledir. Bu da gösteriyor ki islamın öngördüğü ceza hükümleri köylerde değil, ancak şehirlerde uygulanır. Edebu'1-Kadi kitabında da bu şekilde belirtilmiştir. Halbuki el-Hassaf bu konuda köylerin de şehirler gibi olduğunu belirtmiştir, Bu meseleyi Şerhu'l-Muhtasar'da açıkladık.
3014- Netice olarak şehir ve şehir banliyösünde bu şeyleri yapmaları yasaklanır, ama halkının çoğunluğu zimmet ehlinden olan köylerde bu gibi şeyleri yapmalarına müsaade edilir. Fakat müslümanların oturduğu köylerde bu gibi şeyleri yapmaları konusunda belirttiğimiz gibi alimlerimiz arasında ihtilaf vardır.
3015- Zimmet ehli ile yapılan antlaşmada nıüslümanlar şehir ve kasabalarında bulunan evlerini kendileriyle paylaşmasını şart koşarlarsa, caiz olur.
Çünkü bu mülk şartını onlara koşmak, başka bir mal şartını koşmak gibidir. Şart koşulan yer malum ise, caiz olur.
3016- Kiliselerinin bulunduğu, içki, domuz etinin a-çıkça satıldığı ve mahremlerle evliliğin açıkça yapıldığı şehir ve köylerine nıüslümanlar yerleşerek cuma ve bayram namazlarını ikame ederlerse, artık oralarda yeni kiliseler yapmaları ve yukarıda sayılan şeyleri işlemeleri yasaklanır. Çünkü cuma ve bayram namazlarının yerine getirildiği yerler müslümanların kasaba ve şehirleri hükmünde olur.
Çünkün bu yerler müslümanların kasaba ve şehirleri olmuş olur. Zira orada antlaşmadan sonra evler ve kurumlar meydana getirmişlerdir. Hüküm bakımından daha önce zimmet ehlinin köyleri durumunda iken müslümanlann şehir ve kasabaları haline getirdikleri yerlerle aynı olur. Orada belirttiğimiz bütün hükümler burada da geçerlidir.
3017- Eski kiliselerinden biri yıkılacak olursa, onu tekrar yapabilirler.
Çünkü o yörede haklan kabul edilmiş ve devam etmektedir. Binanın yıkılmasıyla bu hak değişmez. Bina ettikleri zaman önceki hükmünde olur.
3018- Yıkılan kilisenin yerini oradan kaldırıp şehrin başka bir yerine götürmek isterlerse, istekleri kabul edilmez.
Başka yer islam ahkamının uygulanması için hazır bir yer haline gelmiştir. Tekrar şirk hükümlerin uygulanması için hazır hale getirilmesine izin verilmez. Bunun için müslümanlara karşılığını verseler bile, İzin vermek caiz değildir. Tıpkı müslümanlara vereceği mal karşılığında irtidat üzerine devam etmesi için mürted-din izin istemesinde olduğu gibi. Şüphesiz bu isteği hiç bir şekilde kabul edilmez. Mesela bu kilisenin yerinde müslümanlar için çok daha güzel ve daha geniş bir cami yapmaya karşılık yeni yerde yıkılmış bir mescidin yerine kiliseyi inşa etmek istediklerini teklif ederlerse, onlann bu isteğini kabul etmek acaba caiz olur mu? Elbette caiz olmaz.
3019- Devlet başkanı düşmandan bir topluluğu top-raklarıyla beraber zaptedip Hz. Ömer'in Küfe bölgesi halkı hakkında yaptığı gibi zimmet ehli yapmak isterse, caiz olup doğru bir iş yapmış olur. Hz. Ömer bunu ashaba danıştıktan sonra yapmıştır. Karşı çıkanlara da Kur'an'ı Kerimden "Onlardan sonra gelenler"[33] ayetini delil olarak göstermiştir. Sonunda küçük bir azınlık dışında hepsi onun dediğini benimsemiştir. Benimsemiyenler ise ona muhalefet etmiştir. Nihayet minberde bunlar beddua ederek "Allahım, beni Bilal ve arkadaşlarından kurtar" demiştir. Bir sene geçmeden muhalefet edenler öldüler. Halkı zimmet ehli kabul edildikten sonra köy ve kasabalarında yeni kiliseler yapmak, içki ve domuz gibi şeyleri açıkça satmaktan alıkonamazlar. Çünkü bu şeyleri yapmalarının yasaklanması, içinde cuma ve bayram namazlarının kılındığı ve islamm öngördüğü cezaların uygulandığı beldelere mahsustur. Devlet başkanı zaptetmeden önce hakkında antalşma yapılan yerlerde bu işleri yapabileceklerini, çünkü buraların islamm simgesi şeylerin yerine getirildiği yerler olmadığını belirtmiştik.
3020- Hz. Ömer'in Küfe ve Basra şehirlerini kurduğu gibi devlet başkanı onların topraklarında müslümanlar için şehir kurup zimmet ehli de o şehirde evler alarak müslü-nıanlarla beraber oturmak isterse, alıkonamazlar.
Çünkü islamm güzelliklerini görmeleri için onların zimmet ehli olmasını kabul etmişizdir. İslamm güzelliklerini görüp belki müslüman olurlar. Evlerinin müslümanların evleri arasında bulunması bunu sağlamaya sebep olabilir. İmam Şemsuleimme el-Hulvani bunun için onlara izin verilmesi ancak sayı bakımından az olmaları ve bu şekilde yerleşmeleri sebebiyle müslüman cemaatların muattal olmaması şartıyla olabileceğini söylemiştir. Ama bazı müslüman cemaatlann engellenmesine yahut azalmasına engel olacak kadar çoğalırlarsa, bunlara izin verilmez. Ve müslümanların cemaatının bulunmadığı bir mahallede oturmaları emredilir. Ebu Yusuf un da bu görüşte olduğu bilinmektedir.
3021- Oturmak için evler satın alıp onlardan birini veya bazılarını ibadet etmek için kilise veya havra yahut ateşgede yapmak isterlerse, onlara izin verilmez.
Çünkü bu müslümanların cami İnşa etmelerine muhalefet ve rekabet olup islamı ciddiye almamak ve müslümanları küçümseme anlamı taşımaktadır,
3022- Kurulan şehirde açıkta içki ve domuz satmaları ve mahrem kişilerle evlenmeleri de yasaklanır.
Çünkü bunları aleni olarak yapmaları müslümanları hafife alma ve küçümseme anlamı taşımaktadır. Bunları açık olarak yapmadan da amaçları gerçekleşmiş olur.
3023- Bu amaç için bir müslümanııı onlara ev kiralaması caiz olmaz. Çünkü müslümanları küçümseme düşüncelerine bir nevi destek sağlamış olur. Onlara kiraladığı evde bu işleri açık olarak yapacak olurlarsa, ev sahibi ve başkaları emri bilmaruf ve nehyi anilmünker olarak onları bu işten ahkoyar. Bu konuda ev sahibi, başka müslümanlar gibidir. Nitekim içinde içki içilmesi ve içki satılması için (meyhane yapılması için) evini bir müslümana kiralayacak olursa, yine emri bilmaruf ve nehyi anil münker olarak bu işten alıkonur, ancak bundan dolayı kira sözleşmesi bozulmaz.
Çünkü bu işten dolayı yasaklama kira sözleşmesinin bozulması için değildir.
3024- Ama kişi o evde kendi şahsına mahsus bir ibadet yeri edinirse, engellenemez.
Çünkü bu evin kapsamından olan bir şeydir. Kiralamakla bunu hak etmiştir. Sadece islamın simgesi olan şeylerin açıkça yapılmasına muhalefet ve rekabet etmesi yasaktır. Bu da ibadet etmeleri için evini kiliseye çevirmesidir.
3025- Zimmet ehlinden kişinin kiraladığı bu evi manastır mensuplarının uzlete çekildiği bir manastır haline getirmek isterse, müslüman beldelerde ona izin yerilmez.
Çünkü bu, toplulukları için bir nevi kilise edinmek gibidir.
3026- Bu beldelerden biri cuma ve bayram namazlarının kılındığı ve islamın öngördüğü cezaların uygulandığı bir şehir olup zimmet ehlinin de içinde eski bir kilisesi varsa, devlet başkanı onların kilisede ibadet etmelerini yasaklar. Ama devlet başkanı zaptetmeden Önce üzerinde onlarla antlaşma yapılan şehirlerde bulunan eski kiliselerinde ibadet edebilirler. Çünkü orası müslüman bir şehir haline geldikten sonra eski kiliseleri onlara bırakılır ve yeni kilise yapmalarına izin verilmez. Ama burada kilise yapmalarına izin verilmediği gibi zaptedildikleri taktirde eski kiliseleri de onlara verilmez.
Çünkü zaptedilen topraklarını devlet başkanı mücahitlere dağıtacak olursa, gayri müslİmlerin kiliseleri diye bir şey kalmaz. Onları zimmet ehli kabul ettiği zaman da böyle olur. Çünkü kuvvet ve savaşla fethedilen bu beldelerde müslümanlar artık islamın simgesi olan bütün şeyleri yerine getirme hakkına sahip olurlar. Bundan sonrası onların haklarını iptal etmek konusunda değil, müslümanların yararlarını gerçekleştirmek için devlet başkanı uygulama yapar. Birinci durumda topraklarında müslümanların hakları gerçekleşmemiştir, sadece devlet başkanı onları barış antlaşması ile sağlamıştır. Bu da barış antlaşmasının kapsamına giren şeylerle sınırlı kalır. Nitekim bu durumda zimmet ehlinin şahıslarından cizye ve arazilerinden haraç alır. Ama diğer durumda kendileri ve arazileri hakkında sadece barış antlaşmasının öngördüğü şeyleri verirler. Şöyle ki, barış antlaşması ile daha önce sabit olan hakları gerçekleşmemiş (kabul edilmemiş) tir. Müslümanların hakkı ise kesinleşen hakalnna binaen sabit olur ve müslümanların sabit olan hakları zimmet ehlinin yeni kiliseler yapmalarına engel teşkil eder. Ama haklarının kesinleştiği şeylerde onlara karşı çıkmayı gerektirmez.
Burada ise devlet başkanının onlara yaptığı lütuf itibariyle onların hakkı müslümanların topraklarında sabit olan haklarını engellemiş olmaktadır. Devlet başkanının onlara lütuf yapması konusundaki düşüncesi de müslümanların yaran ile mukayyettir. Müslümanların yararının sözkonusu olduğu şeylerde müslümanların hakkının önceliği kabul edilir. Bu, darulislamda eman altında olan kişinin darulharbe dönebileceğinin benzeridir. Ama devlet başkanının zimmet ehli kabul ettiği bu insanların hiç bir şekilde darulharbe gitmelerine izin verilmez.
3027- Ancak devlet başkanının onların eski kilise binalarını yıkmaması lazımdır. Sadece içinde ibadet etmelerini engeller ve oturmak için evlere çevirmelerini emreder.
Çünkü onların mülküdür. Onları zimmet ehli kabul etmekle can ve mallarının dokunulmazlığını kabul etmiş olur. Onların mallarından her hangi bir şeyi yıkmaya kalkışması caiz olmaz. Sadece müslümanların islamın simgeleri olan işleri yapma hakkının sabit bulunduğu bir yerde şirki açık bir şekilde yapmalarına engel olmak için orada ibadet etmelerini yasaklar.
3028- Müslümanlar bu beldeyi terkedip içinde cuma ve bayram namazlarını kılmayı ve cezaları uygulamayı bırakacak olursa, zimmet ehli orada kiliseler edinebilecekleri gibi içki ve domuz gibi şeyleri de açıkça satabilierler.
Çünkü bunları yapmalarım engelliyen sebep ortadan kalkmış olur. Zaten devlet başkanı orayı müslümanlar için bir belde haline getirmeden önce bu işleri orada yapıyorlardı. Cuma ve bayram namazlarının kılınması ve cezaların uygulanması orada yerine getirmediği için artık zimmet ehli önce yaptıkları işleri yapabiliyorlar. Çünkü şekil olarak muhalefet ve rekabet anlamı kalmamıştır.
3029- Arap topraklarından hiçbir köy ve kasabada kilise, havra ve ateşgede bırakılmaması lazımdır. Bu yerlerde içki ve domuz satışının da hiçbir şekilde açık yapılmasına izin verilmemesi gerekir.
Çünkü bütün bu işler oralarda zimmet ehlinin ikamet etmesine bağlıdır. Halbuki Rasulullahın şerefi için Arap topraklarında zimmet ehlinin oturmasına müsaade edilmez. Zira oralar Rasulullahın doğum ve yaşama yerleridir.
Rasulullah buna işaret ederek "Arap- topraklarında iki din bir araya gelmez" buyurmuştur. Yine " Yaşayacak olursam Necran Oğullarını Arap yarımadasından çıkarırım11 buyurmuştur. Nitekim daha sonra Hz. Ömer onları Şam bölgesine göndermiştir. Necran oğullarına Resulullah tarafından bir ahit verilmiştir. Yani Rasulullah onlarla antlaşma imzalamıştır. Aynı şekilde Arap topraklarında oturan Hayber ve Vadilkura yahudileriyle diğer yahudi ve hıristiyanları da oradan çıkarmıştır. Bunların bir kısmı Şam'a, bir kısmı da Irak'a girmiştir. Böylece anlaşılıyor ki Rasulullahın şerefi için zimmet ehlinin Arap topraklarında ikamet etmesi yasak olup haliyle oralarda kilise, havra gibi şeyler yapanılyacakları gibi içki, domuz gibi yasak şeyleri de satamazlar.
3030- Bir müslümanm ticaret yapmak ve ülkesine dönmek üzere darulharbe girmesinde bir sakınca yoktur. Ama orada ev sahibi olacak şekilde kalması doğru olmaz.
Çünkü cizye vererek Arap topraklarındaki durumları, cizye ödemeden darulislamda ikamet etmelerindekİ durumları gibidir. Orada ticaret yapmaları yasak değil, ikamet etmeleri yasaktır .Arap topraklarında durumları da bu şekildedir. Mesela harp ehlinden biri Mekke, Medine, Taif, Rebze, Vadilkura gibi Arap şehirlerinden birinde ikamet etmek isterse, ona izin verilmez.
Zira bütün bu yerler Arap topraklarmdandırArap toprağının uzunlamasına Uzeyb ile Mekke, enine de Aden ile Yemen'deki en uzak yere kadar uzandığını belirttik.
3031- Müslümanların cuma namazı kıldıkları kentlere hiçbir müslümanın veya kafirin içki ve domuz sokması caiz değildir. Bir müslüman "Şarabın sirke olmasını istedim ve burdan geçtim" derse yahut "benim değildir" derse, bakılır; Bu konuda suçlanmayacak şekilde dindar biri ise, salıverilir. Çünkü dış görünüşü doğru söylediğini gösterir. Özellikle içyüzüne vakıf olmanın mümkün olmadığı durumlarda, aslı ortaya çıkıncaya kadar zahire itibar etmek gerekir,
3032- Ama dindar biri değilse, şarabı dökülür, domuzu kesilir ve kesilen domuz ateşte yakılır.
Çünkü dış görünüşü, haram işlemek istediğini gösterir. Haram işlemek için yaptığı iş de haramdır. Münkeri yasaklama kabilinden bu işten alıkonur.
Ayrıca tevbe edinceye kadar yetkili onu tedip etmek için kamçılamak veya hapsetmek isterse, yapabilir.
Çünkü müslümanların kentinde içki ve domuz bulundurarak helal olmayan bir iş yaptığı için tazir cezsını hak etmiştir.
3033- Ancak yetkililerin adamın kabını kırması veya parçalaması doğru değildir.
Çünkü bu şeyler müslümanlar nazarında değeri olan mallardır. Onun İçin parçalayarak sahibine zarar vermemek gerekir.Zira tazir cezası, vücuduna eziyet etmekle olur, tabaklarını parçalamakla değil. Ganimetten çalan kişinin malım yakma konusunu açıklarken bunu belirtmiştik.
3034- Bir kişi adamın tabaklarını parçalayacak olursa, parasını tazminat olarak öder.
Çünkü helal olarak kendisinden yararlanmak mümkün olan değerli bir malı telef etmiştir.
3035- Ancak devlet başkanı, sahibinin yaptığına karşılık ceza olarak böyle yapılmasını uygun görmüşse, bunu yapan kişinin tazminat ödemesi gerekmediği gibi, böyle yapılmasını emreden kişinin de tazminat Ödemesi gerekmez.
Çünkü bu, devlet başkanının içtİhad edebileceği bir meseledir. Taksim edilmeden önce ganimetlerden çalan kişinin çaldığı şeylerin yakılması konusunda alimlerin farklı görüşlerini belirtmiştikjçtihad konusu olan .şeylerde devlet başkanının verdiği hüküm geçerlidir.
Mezhep alimlerimizden kimisi,tahrip etmenin kendisinden başka şekilde yararlanmanın mümkün olmadığı bîr şekilde içki sunmada kullanılan kaplar için olduğunu, böyle bir tabağın parçalanabileceğini söyler. Çünkü Rasulullahın içki küplerini kırdığı ve tulumları yırttığı rivayet edilmektedir.
Doğrusu, birinci görüştür. Çünkü bu durumda ise, içkinin dökülmesinde olduğu gibi, devlet başkanı da, başkası da aynıdır. Rasulullahın bunu emretmesi, yerleşmiş bir geleneği şiddetle önlemek içindir. Burada da devlet başkanı şiddetle yasaklamak için böyle bir emir verirse, kararı geçerli olur.
3036- İçki tulumları ve üzerine yüklendiği hayvana el koyarak satacak olursa, satması geçersiz olur.
Çünkü sahibinin izni olmadan başkasının malını satmıştır. Bu konuda devlet başkanı da başkaları gibidir. Çünkü haksız yere başkasının malım satma hakkı yoktur.
3037- İçkiyi islam ülkesine sokan kişi zimmi ise, bakılır; Cahil biri ise, malı kendisine geri verilir ve bir daha yapacak olursa, cezalandırılacağı söylenir.
Çünkü bu konuyu bilmemiş olabilirler Böyle bir konuda bilmemek, cezayı önleyen bir özür sayılır.
3038- Böyle bir şeyin yasak olduğunu biliyorsa veya uyarıldıktan sonra tekrar yapacak olursa, devlet başkanının adamın içkisini dökmesi ve domuzunu kesmesi doğru olmaz.
Çünkü bunlar zimmi insanlar için değeri olan mallardır. Belirttiğimiz gibi, tedip etmek, mallarını telef emekle değil, kendisini dövmek ve hapsetmekle olur.
3039- Ama bir kişi adamın bu mallarını telef edecek olursa, prasını öder. Fakat devlet başkanı ona ceza vermek için böyle yapmasını emretmişse, o başka.
Sonuç olarak burada zimmet ehlinin içki ve domuz konusundaki hakkı, müslümanların kaplar konusundaki hakkı gibidir. Her ikisi de sahipleri için değeri olan maîlardir.
3040- Zimmet ehlinden biri Dicle veya Fırat nehrinin geçtiği Bağdat, Vasıt, Medayin gibi bir şehirden geçerek gemisinde içki taşıma hakkına sahiptir. Çünkü bu büyük yoldan geçmenin dışında bir alternatfi yoktur.
Çünkü kaçınılmaz olan şey, serbest gibidir. Böyle bir şeyin yasaklanması, islami sembollere hakaret ve muhalefet olmsı sözkonsu İse yapılır. Dicle veya Fırat'tan geçmekte böyle bir durum da söz konusu değildir.
3041- Ancak gemisinde taşıdığı bu şeylerden müslümanların yerleşme birimlerine birşey getirmesine izin verilmez. Çünkü böyle bir şey, nıüslümanlara saygısızlık olur.
Dicle'den geçerken böyle bir taşıma yapması, müslü-manların yerleşim birimlerindeki gibi bir durum sözkousu değildir. Müslümanların yerleşim alanlarına getirecek olursa, belirttiğimiz şekilde tedip edilir. Şehirler arasında bunu taşımak ister ve geçecek başka yolları da yoksa, bunda bir sakına olmaz. Çünkü bundan sakınmak mümkün değildir.
3042- Ama müslmanların yerleşim alanları dışından geçecek başka yollar varsa, geçmelerine izin verilmez.
Çünkü buradan geçme ihiyaçları yoktur.
3043- Bundan başka geçecek bir yol yoksa, devlet başkanı onların yanına bir refakatçi verir ve kendilerine kimsenin zarar vermemesi, bu davrnişlarıyla müslümanları horlamalarının önlenmesi ve içki içtiğinden şüphe edilen kişilerin evlerine uğramalarının önlenmesi için onları yerleşim alanı dışına kadar götürür.
3044- Zimmet ehlinin ikamet ettiği yerlerde, antlaşma konuları dışında kalan zina etmek, ahlaksızlıkları işlemek gibi işler yapmalarına izin verilmez.
Çünkü onlann dini de bu gibi şeyleri kabul etmez. Bu gibi şeyler onlann dinine göre de ahlaksızlık ve günahtır.Bu konuda müslümnların inandığı gibi inanırlar. Köy ve şehirlerde müslümanların bu gibi işler yapması yasaklandığı gibi, oların da yapmaları yasaklanır.
3045- Bu konuda örnek, faiz işlemleridir. Hz. Pegam-berin Necran halkına "Ya faizi bırakırsınız yahut Allah ve Rasulü size harp açacaktır" yazdığı rivayet edilmiştir. Bu açıdan zimmet ehlinin dinine göre de faiz alışverişi haramdır. Onların dinine göre de haram olduğu nas ile sabit olmştur. Kur'an "Kendilerine haram olduğu halde faiz almaları"[34] demektedir.
Buna göre mü si umanlara yasaklandığı gibi, eğlence i-çin açıktan zurna ve davul satmaları, şarkılar söylemeleride yasaklanır. M üs lü manın bu tür eşyasını kıran kişi nasıl bir tazminat ödemiyorsa, onlara da bundan dolayı bir tazminat ödemez.
Çünkü zimmet akdinde böyle şeyler yoktur. Nitekim dinlerinde de bu şeylerin kabul edildiği sabit değildir. Sadece içki, domuz eti, nikahı yasak olanlarla evlemek ve Allahtan başkasına ibadet etmek onlann şu andaki dinlerinde vardır. Bu konuda kendilerine dokunulmaz.Bunun dışındaki yerlerde ahlaksızlık işlemelerinin engellenmesi açısıdan durumları mülümanlann durumu gibidir.
3046- İslam yurdunda yerleşecekleri bir kentte kilise veya havra yapmak, içki ve domuz satmak şartıyla müslü-manlarla barış antlşması yapmak isterlerse, müslümanların onlarla bu şekilde antlaşma apmaiarı doğru değildir.
Çünkü bu, dinde aşağılanma ve müslümanlan horlama anlamı taşır. Zaruret ve ihtiyaç olmadıkça bunu kabul etmek caiz değidir.
3047- Devle başkanı onlara bu konuda söz verecek olursa, sözünü tutmaması gerekir. Çünkü böyle bir şey şeriatın hükmüne aykırıdır. Rasulullah "Allah'ın kitabına uymayan her sert, geçersizdir" buyurmuştur.
Bu konuda temel şudur: Rasulullah Hudeybiye günü Mekke halkından müslüman olup gelecek kişileri kendilerine geri vermek üzere Kureyş halkı ile antlaşma yapmıştır. Daha sonra bu antlaşma, Yüce Allahın "O kadınların mümin olduklarını bilirseniz, onları müşriklere geri vermeyin"[35] ayeti ile neshediimiştir. Onun için bu, ne zaman yerine getirilmesi caiz olan ve olmayan şartlar içeren bir anlaşma yapılsa, devlet başkanının caiz olanı yerine getirmesi, caiz olmayanı ise iptal etmesinde ölçü olmuştur.
Nitekim harp ehlinden insanlar yerleşecekleri yerde zina yapmak ve genelevi çalıştırmak şartını koşarlarsa bu şartlan yerine getirilmez. Aksine onlardan zina ettiği sabit olan kişilere ceza uygulanır.
3048- Zimmet ehli olduktan sonra arazileri hakkında barış antlaşması yapanlar, köy ve kasablarında kiliseler meydana getirse ve daha sonra o yerler müslümanların cuma namazı kıldıkları bir yer haline gelse, müslümanların onların kiliselerini yıkmaları doğru olmaz.
Çünkü meydana getirmeleri yasak olmayan bir dönemde meydana getirmişlerdir. Bunlar da antlaşma gereği yaptıkları kiliseler gibidir. Onun için kiliselerine dokunulmaz.
3049- Ama sözkonusu yerleşim alanı müslümanlarm yerleşim alanı haline geldikten sonra orada kilise yapmaları yasaklanır.
Burada içki ve domz satmaları yasaklndığı halde eski kilisede ibadet etmeleri nasıl yasaklanmaz? denilirse, cevap olarak şöyle deriz:
Çünkü içki ve domuz satmaları, oranın müslüman kenti haline geldikten sonra yaptıkları bir uygulamadır. Ama kilisenin eskisi gibi devam ettirilmesi yeni bir uygulma değildir. Yeni bir uygulama olsa bile, sözkonusu kilise içinde İbadet etmeleri, zimmet akdi gereği olup bu konuda dokunulmazlık hakkını kazanmışlardır. Orada ibadet etmeleri, içki içmeleri ve domuz eti yemeleri gibidir.
3050- Zimmet ehlinin kentlerinden biri içinde cuma namazları kılınan müslümanlarm bir kenti haline gelse ve içinde yeni kilise yapılmasını yasaklasalar, sonra müslü-manlar oradan ayrılıp içinde ancak az sayıda müslüman kalsa, orası için başlangıçta geçerli olan hüküm tekrar geçerli olur ve içinde kiliseler yapmalarına engel olunmaz. İçinde kiliseler yaptıktan sonra müslümanlar tekrar oraya dönecek olurlarsa, dönmelerinden önce yapmış oldukları kiliseleri yıkma hakları yoktur.
Çünkü yapmaları yasak olmayan bir dönemde o kiliseleri yapmışlardır. Bu dönemde yapmaları ile müslümanlarm orayı yuıt edinmeden önce yaptıkları arasında fark yoktur. Ama orayı müslümanlar savaşarak almışlarsa, belirttiğimiz gibi, eski kiliselerde ibadet etmeleri ysaklandığı gibi yapılan bu yeni kiliselerde de ibadet etmeleri yasaklanır.
3051- Müslümanların kentlerinden birinde onların eski bir kiliseleri olup müslümanlar orada ibadet etmelerini yasaklamak ister, onlar da "Biz zimmet ehliyiz, ülkemiz konusunda barış antlaşmsi aptık" derse, müslmanlar da "Hayır, ülkenizi savaşarak aldık, siz de zimmet ehli oldunuz" derse ve işin gerçeğinin nasıl olduğu anlaşılmayacak kadar aradan uzun zaman geçmişse, bakılır; Devlet başkanı fakihlerin bu konuda bir görüşünün olup olmadığı ve bu konuda gelen bir rivayetin bulunup bulunmadığını araştırır. Birşey bulursa, onunla amel eder.
Çünkü güvenilir kişilerin rivayet ettiği haberler uyulması gereken serî bir delildir. Diğer taraftan böyle şeyleri kesin şahitlikle ispat etmek mümkün değil-dİr. Zira o zamana yetişmiş kişilerden kimse kalmamış ve böyle bir olay için kimsenin şahitlik yaptığı da olmamıştır. Onun için bu konuda fakihlerin söyledikleriyle ye-tinilir. İhticacda[36] genişlik muteberdir. Onun için erkeklerin muttali olmadıkları şeylerde kadınların şahitliği ile yetinilir. Zaten bu da dinin işlerindendir. Dinde a mel etmek için tek kişinin naklettiği haber (haberi vahid) de hüccettir.
3052- Bu konuda fakihlerin elinde bir haber yoksa yahut mevcut olan haberler çelişkili ise, devlet başkanı orayı antlaşma sonucu teslim alınmış bir arazi sayar ve sahiplerinin söylediklerini kabul eder.
Çünkü arazi onların elindedir ve daha önce de kendileri oranın sahipleridir. Müslümanlar yasaklamak ve yıkmak isteyerek onlara karşı çıkıyorlar. Burada eski sahipleri olan zimmilerin sözü kabul edilir ve yemin ettirilerler. Zaten iki taraf arasında daha önce yapılmış anlaşma da onların oranın eski sahipleri olduklarını gösterir. Geçmişle ilgili bir anlaşmazlık çıktığı zaman mevcut durumu hakem kabul etmek asıldır. Değirmen kiralamada suyun akması olayında olduğu gibi.
Önceden onların hakkı bu malda sabitti. Müslümanların haklarını ispat eden deliller de şüpheli ve çelişkili bulunmaktadır. Kesin olan bir şey de, şüpheli olan ile yok olmaz.(Yakîn, şek ile zail olmaz).
3053- Buna göre, bir rivayet oranın savaş yolu ile alındığını söylerken, başka bir rivayet antlaşma ile alındığım söylüyorsa, yine onların sözü geçerli olur.
Çünkü rivayetler çelişkilidir.
3054- Ancak sahiplerinin antlaşma yaptığını söyleyen şahitlerin söylediklerini başka şahitler de desteklerken, başka şahitler de oranın savaş yolu ile alındığını söylerse, bu ikinci şahitlerin söyledikleri ile amel edilir.
Çünkü şahitlik kesin bir delildir ve ispat ile tercih edilir. Barış antlaşması sonucu verdiklerini söyleyenler ise, yeni bir şey ispat etmeyip eski durumda bulunmaktadırlar. Habuki İkinci taraf bunu kanıtlamaktadır.
Haber ise, kesin delil değildir, Kabul veya red etmek yahut tutmak veya değiştirmek, onunla amel etmek bakımından eşittir. Çelişkinin kesin olması sebebiyle asıl olan kabul edilir. Kitapta başka bir şeye de işaret ederek müellif şöyle devam etmektedir:
3055- Delil getirmeden önce onların sözü kabul edilince, artık delil getirmesi gerekenler onlar değil, müslü-maıılar olmaktadır. Onun için bu konuda kendi delilleri kabul edilir. Tıpkı mutlak mülkiyet iddisında zilyed olan kişiye rakip çıkan kişinin delil getirmesi gibi. Köle olduğunu iddia eden kişinin iddisma karşı, hür olduğu delil ile sabit olan kişinin dumumunda olduğu gibi, temelde onların hür olduklaraını ve köle-îeştirilme sebebinin bulunmadığını söyleyen zimmet ehlinin delili kabul edilmesi gerekmez miydi? diye İtiraz edilirse, şöyle deriz:
Bu görüşe burada itibar etmek mümkün değildir. Çünkü savaş yolu ile alınmış olanları devlet başkanı serbest bırakacak olursa, canlan ve arazileri hakkında barış antlaması yapmış kişiler gibi hür olurlar, Herkes bunlann hür oldukları ve asla kimsenin mülkü olmadıklarında ittifak etmektedir. Dava konusu olan, ellerindeki kiliselerdir. Bu da elindeki arazi hakkında zilyed ile ürünü alan kişi arsındaki mülkiyet idiası gibidir.
3056- Bunların savaş yolu ile alındığını söyleyen bir habere karşı, onların barış antlaşması yolu ile alındığına ilişkin şahitlik yapılsa ve bunu başka şahitler de destekle-se, bu şahitlik kabul edilir.
Çünkü bu kesin bir delildir ve bir haberin rivayeti buna denk olmaz. Zira anlaşmazlık ve husumet konularında böyle bir haberin rivayeti hüccet olmaz.
3057- Ancak ilk şahitler de, onları dstekleyen başka şahitler de müslüman kişiler olmalıdır.
Çünkü zimmet ehlinin şahitliği, müslümanlar hakkında delil olmaz.
3058- Onların barış antlaşması yaptığını söyleyen bir haberin yanında, savaş yolu ile zaptedildiklerine dair şahitlik yapılsa, şahitlik tercih edilir. Bu konuda müslü-manların ve zimmet ehlinin şahitlği aynıdır.
Çünkü burada şahitlik, ellerinde bulunan şeyleri hak ettikleri konusunda zimmet ehlinin aleyhine yapılmaktadır. Zimmet ehlinin kendi aleyhindeki şahitlikleri delil olur.
Allah en iyi bilir.[37]
3059- İçinde esir veya eman altında müslümanlar bulunsun veya bulunmasın, düşmanın içinde korunduğu kaleleri yıkma ve yakmanın bir sakıncası olmadığını, yıkma ve yakmanın dışında müslümanların düşmanı yenme imkanları olduğu taktirde yıkma ve yakma yoluna gitmemelerinin daha iyi olduğunu belirtmiştik.
Çünkü kalede müslümanlar varsa, onlar telef olur, müslümanlar yoksa, düşmanın kadın ve çocklan bulunur. Her iki tarafı telef etmek de şeriata göre haramdır. Zaruret olmadıkça bu telef etme caiz değildir. Burada zaruret İse, düşmana galip gelmek için başka hiçbir yolun bulunmamasıdır veya bulunan başka yolda müslüman askerlere büyük bir zarar ve sıkıntının dokunmasıdır. Ancak o durumda müslüman askerlerin yakma yoluna gitmesi mubah olur. Mutlak olarak mübahlığm sabit olması için yakan kişilere diyet ve keffaret gerekmemesi gerekir. Çünkü diyet ve keffaretin vacip binisi, yasak olan öldürme halinde olur. Bu ise, emredilen bir savaştır. Onun için diyet veya keffret gerektirmez.
3060- Bütün söylediklerimizde gemi, kale mesabesindedir. Müslümanları veya müslüman çocukları kendilerine kalkan yapmaları halinde de durum aynıdır. Bütün bu durumlarda müslüman askerler sadece müşriklerin askerlerini hedef yapması gerekir. Başkalarını hedef yapmaları caiz değildir.
Çünkü çocuklara zarar vermeme imkanları varsa, mutlaka zarar vermekten kaçınmaları gerekir .Zarar vermeme imkanı varsa, zarar vermekten kaçınmak va-iptir. Çünkü Yüce Allah "Gücünüz yettiği kadar Allahtan korkun" [38] buyurmaktadır .Daha önce bu tür fiillerden hangisinin yanlışlıkla öldürme sayıldığı ve diyet
ile keffaret gerektirdiğini belirtmiştik.
3061- Vuran kişi île vurulan kişinin velisi anlaşmazlığa düşüp "Düşman tarafından kalkan yapıldığını bile bile vurarak onu öldürdün" derken, vuran kişi de "Ben vururken sadece düşmanı hedef aldım" derse, vuran kişinin söylediği kabul edilir ve yemin ettirilir.
Çünkü düşmanın saflarına atış yapması mubahtır. Prensip olarak bundan dolayı da tazminat ödemesi gerekmez.Aksi sabit oluncaya kadar bu prensibe bağlı kalmak gerekir.
3062- VuruIanın velisi, yasak olmasına rağmen, bile bile sozkonusu kişiyi öldürdüğü iddiası ile vuran kişiden tazminat alması gerektiğini iddia etmektedir. Bu durumda inkar edenin sözü kabul edilir ve yemin ettirilir.
Çünkü zahiri durum, vuran kişiye şahitlik etmektedir. Zaten müslüman, bile bile müslümanı vurup öldürmez.
3063- Müslümanın yaptığı iş, mutlak olarak şeriatta helal bir iş olarak kabul edilir.
Çünkü müslümanın dini ve aklı bunu gerektirir ve helal olmayan bir işi yapmktan ahkoyar. Onun için bu konuda vuran kişinin söylediğini kabul ettik.
3064- Ancak vuran kişiye yemin ettirilir. Çünkü veli, haram olmasına rağmen bile bile oğlunu öldürdüğünü iddia emektedir. Vuran kişi bunu kabul ettiği taktirde diyet ödemesi gerekecektir. Bunu kabul etmediği için kendisine
yemin etirilir.
3065- Müslümanlar küçük çocuğu ile beraber esir aldıkları kadını götürmeleri mümkün değilse, onları öldürmelerinin helal olmadığını belirtmiştik.
Çünkü "kadın ve çocukları öldürmenin haram olduğu nas ile sabittir.
3066- Onları Öldürmeyip kaybolacakları bir yerde ter-kederler.
Çünkü kaybolacakları bir yerde terketmek, onları güvenli bir yere taşıyarak kendilerine iyilik yapmaktan kaçınmaktır, İyilik yapmaktan kaçınmak, koülük yapmak değildir,
3067- Yanlarında çocuğun babası varsa, onu öldürmelerinde bîr sakınca olmaz.
Çünkü Öldürülmesi mubah olan bir esirdir.
3068- Kadın ve çocuk kaybolacak diye babanın öldürülmesi yasak olsaydı, müşriklerle savaşmak temel olarak yasak olurdu.
Çünkü savaşta onlardan öldürülen her adamın kadın ve çocuklarının kaybolma ihtimli vardır.
3069- Yalnızca kadını taşıma imkanları olup ikisini ayırdıkları taktirde çocuğun Öleceğini biliyor veya tahmin ediyorlarsa, bunu yapabilirler,
Çünkü ikisini terkettiklerinde de çocuk yine ölecektir.Üstelik birinin yok edilmesi, ikisinin yok edilmesinden iyidir Çocuğu değil de, kadını taşımalarında kendileri için yarar vardır. Çünkü onu esir edeceklerdir. Bu da müslümanların kazanılmış bir hakkıdır.
3070- Kazanılmış bir hak sebebi ile anne ile çocuğu ayırmanın bir sakıncası olmaz. Ne var ki çocuğu atın üstünden atarak değil, yere bırakrak terketmeleri gerekir.
Çünkü atın üstünden atarlarsa, yaptıkları sebebyile çocuk ölmüş olacaktır. Bu da kendileri öldürmüş gibidir. Ama yere bırakarak terkederlerse, kendileri öldürmüş sayılmazlar.
Nitekim terkedilmiş bir çocuk bulup eline aldıktan sonra tekrar yerine bırakan kişiye bir şey gerekmez. Ama yüksekten yere atıp ölümüne sebep olursa, onun için tazminat öder. Bu şekilde, çocuğu yere bırakma ile helak olacak şekilde bırakma arasındaki fark ortaya çıkmış olmaktadır.
3071- Annesini değil de, sadece çocuğu taşıma imkanları varsa, onu taşıyıp annesini terketmelerinde bir sakınca olmaz. Şüphesiz çocuğu annesinden ayırdıkları taktirde onu doğru bir şekilde besleme imkanına da sahip olmaları gerekir. Doğru ve yeterli besleme imkanına sahip olmayıp annesinden ayırdıkları taktirde öleceğinden emin iseler, onu annesi ile beraber terketmeleri gerekir.
Çünkü bu, yararsız bir ayırmadır. Annesi ile berber terkettikleri taktirde Çocuğun Ölümüne direkt veya dolayh olarak kendileri sebep olmuş olmazlar. Ama çocuğu annesinden ayırıp götürdükleri ve çocuk öldüğü taktirde, kendileri bu uygulama ile ölümüne sebep olmuş olurlar. Çünkü çocuğun annesinin sütü ile beslenip yaşamasına kendileri engel olmuş olurlar.
3072- Anne veya çocuktan hangisini taşıyabiliyorlarsa, kendilerine daha çok yararlı olanı taşımaları gerekir.
Çünkü yarar itibariyle onlardan hangisini taşımalarının mubah olduğu ortaya çıkmaktadır. Yarar hangisinde daha çoksa, tercih de ona göre olur.
3073- Yarar eşit olup annesinden ayrıldığı taktirde çocuğun yaşama şansı olmadığını düşünüyolarsa, çocuğu değil, anneyi taşımaları gerekir.
Çünkü bu durumda çouğunu taşınmasında bir yarar yoktur.
3074- Ama çocuğa verecekleri besin ile çocuğun yaşamasını umuyorlarsa, anneyi bırakıp çocuğu taşımaları daha iyi olur.
Çünkü çocuğun kaybolması ve annenin kendini koruma ihtimli daha çoktur. Üstelik anne muhatap bir kafirdir. Küfiir üzerinde ısrar etmesi durumunda öncelikle ona değil, süt çocuğuna iyilik yapmak gerekir.
3075- İkisini de taşıyabiliyorlarsa, onlardan birini ter-ketmelerini hoş karşılamıyorum. Çünkü imkanları olduğu halde anne ile çocuğu birbirinden ayırmış ve müslüman-lann yararını gözardı etmiş olurlar. Hz. Peygamber anne ile çocuğu birbirinden ayırmama konusunda şöyle buyurmuştur: "Anne ile çocuğu kim birbirinden ayırırsa, ki-yamet günü Allah onu sevdiklerinden ayırsın". Zaten ikisini bu yere taşımışlardır. Burada onlardan birini terketmek, onu yok etmek demektir.Taşımaktan aciz olmak dışında, ikisini veya birini orada terketmek caiz olmaz.
3076- Ancak ikisini orada bulmuşlarsa, ikisinden dilediklerini almalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü onları bu yere kendileri taşımış değildirler. Taşıma imkanları varken bu yerde onlari terketmeleri caiz ise, onlardan birini almak ve diğerini orada terketmek de cazdir.Çünkü bu, haklı olarak yapılmış bir ayırmadır.
3077- Sadece çocuğu aldıkları taktirde verecekleri besin ile yaşamasını umuyorlarsa, çocuğu alabilirler. Ama böyle bir umutları yoksa, ya ikisini beraber alırlar veya ikisini terkederler.
Çünkü sadece çocuğu almak, yararsız bir ayırma olur.
3078- Ancak ikisinden birini taşıyabiliyorlarsa, sadece anneyi götürebilirler.
Çünkü bunda kendilerinin yararı vardır,
3079- Büyük ihtimalle çocuğun öleceğini bilseler bile, annesini almalarında sakınca olmaz.
Çünkü anneyi almakla çıkarlarını gözetmiş olurlar. Anneyi almaları, bizzat çocuğu öldürmeleri anlamına gelmez.
3080- Çocukla beraber babasını da bulsalar, çocuğun ondan sonra öleceğini bilseler bile, babayı esir almalarında veya öldürmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü bu davranış, çocuğun kendisine zarar vermek değildir.
3081- Çocukla beraber anne ve babası varsa, çocuğun biryana bırakılıp anne ve babanın esir alınmasında da bir sakınca olmaz.
Nitekim çocukların helakine sebep olsa bile, düşmanın korunduğu kalelerini yıkma ve yakmada bir sakınca yoktur. Böyle olunca, çouğun helakine yol açsa da, müşrik anne veya babanın esir alınması veya öldürülmesi evleviyetle caizdir. Ancak burada çocuğu yüksekten yere atmayıp mümkünse yavaşça yere bırakmaları gerekir.
Ama müşrikler peşlerinde olup attan inerek çocuğu yere bırakma imkanlan yoksa, Öldürmeyi kastetmeden atın üzerinden onu atmalarında bir sakınca olmaz. Çünkü kendilerini düşünmek önce gelir ve daha önemlidir. Mümkün olduğu kadar müşriklerin eline düşmekten korunmak da vaciptir.
Bu durumları ile düşmanın müslüman çocukları kalkan yapması durumu aynıdır. Düşmanın müslüman çocukları kalkan yapması durumunda zaruret halinde öldürme amacıyla vurmadan onlara vurmanın bir askıncası olmadığını belirtmiştik. Burada da çocukları taşıma ve inip yere bırakma imkanı yoksa, onlan atın üstünden yere atmanın bir sakıncası olmaz.
3082- Atmaları sebebiyle çocuklar ölecek olursa, kendilerine bir keffaret gerekmediği gibi, Allahın izni ile bir günahları da olmaz.
Çünkü kendilerine emredileni yapmışlardır. Ancak burada "Allahın izni ile" denilerek istisna yapılmıştır. Bu da müslüman çocukları kalkan yapmaya her yönden benzememesindendir. Çünkü düşman onları kalkan yapmadan önce çocuklara kendileri bir şey yapmış değildir.
Burada ise, çocuklara atış yapmadan önce kendileri onlara bir şeyler yapmışlardır. O da çocukları taşımaları, bir yerden başka yere nakletmeleridir. O nun için cevapta istisna yapılarak "Allahın izni ile " denilmiştir.
3083- Aym şekilde, müslümanlar bir gemide olup yanlarında düşmanın çocuklarından varsa ve bir yere geldiklerinde onları atmadıkları taktirde büyük ihtimalle geminin içindekilerle beraber batması sözkonusu ise, onları öldürmeyi kastetmeden atmalarında bir sakınca olmaz. Çünkü başlarına gelen bu olaydan kurtulmaları için bundan başka yol yoktur. Onun için böyle yapma ruhsatlan vardır.
3084- Her iki olayda da aralarında müslümaların çocukları varsa ve mesele aynı ise, o çocukları ne bırakabilir, ne de denize atabilirler.
Çünkü müslüman çocukların dokunulmazlığı, büyüklerin dokunulmazlığı gibidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi başkasının canını yok ederek müslümanın kendi canım kurtarması helal değildir.. Bir müslümanı öldürmediği taktirde öldürülmekle tehdit edilmesi gibi. Çünkü düşman, müslüman kadın ve erkekleri acele öldürmek isterler. Kendisinin helak olmasından korkan bir müslümanın kendini kurtarmak için başka bir müslümanı öldürmesine asla ruhsat yoktur. Nitekim açlıktan ölme tehlikesiyle müslüman yüzyüze gelse, kurtulmak için müslüman bir çocuğu kesip yemesi helal olmaz.
3085- Gemide onlarla beraber zimmet ehlinden veya harp ehlinden eman almış bir topluluk varsa, kendileri için batma tehlikesinden korksalar bile, onları atmaları helal olmaz.
Çünkü zimmet ehli olmak veya eman altında bulunmaktan dolayı o insan-. lar onlar arasında güvenlik içindedirler .Tıpkı mümin oldukları için güvenlik içinde olanlar gibidirler.
3086- Bunlarla düşmanın çocukları arasındaki fark şuradan kaynaklanmaktadır: Kendileri bu insanlara güvence verdikleri için onları öldürmeleri yasaktır.
Nitekim onları öldüremiyecekleri gibi, köle de yapamazlar. Çocukları öldürmelerinin yasak olması ise, verilmiş bir güvenceden dolayı değil, çocuklarla savaşıp öl-dürmelerinin yasak olmasından ileri gelmektedir. Onun için onların köleleştirilmesi caizdir. Halbki köleleştirmek de hüküm açısından bir bakıma telef etmektir. Durumları zayıf olduğundan, zaruret halinde müslümanın onları kendine kalkan yapmasında ruhsat olduğunu söyledik.
Buna göre düşman hükümdarı, esir düşmüş bir müslü-mana düşmandan bir kadım veya bir çocuğu öldürmesini emredip "Öldürmezsen seni öldürürüz" diye tehdit etse, müslüman esir sözkonusu kadını öldürebilir. Nitekim sözkonusu kişileri öldürmeyip darulharpte öldürülmeyi de tercih edebilir. Ama bir müslümanı veya zimmiyi öldürmediği taktirde öldürülmekle tehdit edildiğinde, o kişileri öldürmesine ruhsat yoktur.
3087- Müslümalarm bir süvari birliği darulharpte müs-lümaların bazı çocuklarını bulur ve atları üzerinde taşırken düşman kenilerine yetişecek olursa, o çocukları bırakıp gitmeleri caiz değildir. Ya hepsi düşman tarafından öldürülür ya da kendileri gibi çocukların da güvenliğini sağlarlar. Çünkü çocuklar da onlar gibi dokunulmazdır. Onlarla çocukların eşitliği, onları aldıktan ve atları üzerinde taşıdıktan sonra sağlanmış olmaktadır. Ama henüz onları almamış yahut aldıkları taktirde düşmanın kendilerine yetişmesi durumunda onları savunmaktan aciz kalmaktan korkmuşlarsa, bırakmalarında bir sakınca olmaz. Çünkü almamaları, çocuklara zarar vermek değil, iyilik yapmayı terket-mektir. Zaten yerine getiremiyecekleri şeyleri yüklenmeleri doğru olmaz. Ancak düşmanla çarpışarak yenmeyi ve çocukları darulislama çıkarmayı yahut öldürülmeyi tercih etmeleri daha iyi olur. Çünkü müslüman çocukları savunmak azimettir. Zaruret halinde bunu yapmamak ruhsattır. Azimete sarılmak, ruhsatı tercih etmekten dah iyidir.
3088- Büyük ihtimalle düşmanı yenip çocukları onlardan kurtaracaklarına inanıyorlarsa, çocukları bırakıp gidemezler.
Çünkü imkanlar ölçüsünde müslüman çocukları savunmak azimettir. Genel seferberlik halinde savaşabilen herkesin müslüman çocukları savunmak için savaşa katılması farzı ayndır. Burada da durum böyledir.
Sonuç olarak, düşmanla çarpıştıkları taktirde müslüman çocuklarla beraber' kurtulacaklarını umuyorlarsa, çarpışmaktan başka alternatifleri olmaz. Ama böyle bir ümitleri yoksa, Hz. Peygamberin "Önce kendinden, sonra sorumlu olduğun kişilerden başla" buyruğu ile amel ederek önce kendi canlannı kurta-makla işe başlayabilirler.
Buna göre böyle bir olayda düşmanın çocukları bulunsaydı, anne ve babalarını bırakıp düşman kendilerine yetişinceye kadar o çocukları alıp götürürler. Çünkü darulislam itibariyle o çocuklar, anne ve babalarından kimse yanlarında olmadığı için artık müslüman sayılırlar. Nitekim onlardan ölenlerin cenaze namazı kılınır ve müslümanlann çocuklan gibi olurlar.
3089- Attıkları taktirde büyük ihtimalle çocukların ölmeyeceklerine, ama kafirlerin onları alıp ülkelerine geri götüreceklerine inanıyorlarsa, düşmana güç yetirecek kuvvetleri yoksa, onları bırakıp gitmelerinde bir sakınca olmaz. Çünkü bunda çocukları helak etmek veya ödürmek yoktur. Yasak olan şey, kendi canını kurtarmak için kendisi gibi dokunulmaz olan bir kimseyi feda etmekdir.
3090- Yine beraberlerinde müslümalarm kadınları veya çocukları olup bırakıp gitmedikleri taktirde düşmanın kendilerine yetişip öldürmesinden korkuyorlarsa ve düşmana karşı koyacak güçleri de yoksa, düşmanın onları almsına rağmen öldürmeyeceğini biliyorlarsa, bırakıp gitmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü bunda öldürmek veya helak etmek yoktur. Nitekim düşman müslü-manların içinde kadın ve çocuklarının bulunduğu kalelerinden birini kuşatsalar ve müslümanlar düşmanla savaşacak güce ship değilseler, kaleyi bırakıp terkede-bilirler. Çünkü böyle yapmalan, müslümanlann kadın ve çocuklannı telef etmek değildir.
3091- Ama düşmanla savaşacak güçleri varsa yahut büyük ihtimalle düşmanı yenebileceklerine inanıyorlarsa, müslümanlann kadın ve çocuklarını terkedip gitmeleri caiz değildir.
Çünkü gerçeğine vakıf olunamıyan şeylerde zanm galip, kesin bilgi gibidir. İmkan bulunduğu taktirde müslümanlann kadın ve çocuklannı savunmak, her mslüman üzerine farzı ayndır.
3092- Bir gemide olup kadın ve çocukları denize atmadıkları taktirde düşmanın gemideki herkesi almasından korkuyorlarsa, onları denize atmaları helal değildir.
Çünkü zannı galibe göre deniz helak eder. Bu da denize atıldığı taktirde kadın ve çocukların telef edilmesi olur. Kendi calannı kurtarmak için müslümanlann böyle bir şey yapmalanna da hiçbir ruhst yoktur.
Halbuki bundan önceki durum bunun aksi idi. Onları atlardan atmak, genellikle telef etmez. Hatta gemiden atmalan halinde büyük ihtimalle helak olmayacaklarına, sadece düşmanın gelip onlan alacağına inanıyorlarsa, atmadıkları taktirde hepsinin helak olacaklarına kanaat getirmişlerse, atmalarında bir sakınca olmaz.
3093- Seriyye darlharpte düşmandan çocuklar zaptedip onları taşımaktan aciz kalırsa ve düşman kalelerinden birine uğrayıp çocukları yetiştirmek için onları kendilerine vermelerini isteyecek olsalar, müslümanların onları kendilerine vermesi doğru olmaz. Sadece çocukları orada bırakırlar. Kaledekiler isterse gelir ve çockları alırlar, isterse gelip almazlar.
Çünkü yetiştirmeleri için çocukları onlara vermek, iyilikte bulunmak olur. Düşmanın çocukları hakkında bunun müslümanlar üzerinde vacip olmadığını belirtmiştik. Yapmaları gereken şey, sadece onlara zarar vermemektir. Yere bırakmaları da onlara zarar vermek değildir. Onun için isterlerse çocukları yere bırakıp giderler, isterlese onlara teslim ederler. Bölümün sonuna kadar bundan sonraki şeylerin açıklamasını daha önce yaptık. Başarı Allah'tandır.[39]
3094- Düşmana yarar sağlayacak bir şeyi müslümanların darulharbe sokmalarının tasvip edilmediğini daha önce belirtmiştik.
Çünkü böyle bir şey, Allahtan başkasına ibadet etmelerine yardımcı olur.
3095- Darulharbe ticaret için götüreceklerse, yük hayvanları ve silah dışındaki şeyleri götürebilirler. Yük hayvanlarından maksat, at, katır, eşek, deve ve öküz olup silahtan maksat da savaş için kullanılan aletlerdir. Çünkü bu şeyler düşmanın müslümanlara karşı savaşmasında kendisine güç sağlar. Halbuki bize savaşmalarını engellemek emredilmiştir. Yük hayvanları da onların savaş eşyasını taşır ve savaşma güçlerini sağlar. Filler de bu şekildedir. Çünkü fillerin kendisi savaştığı gibi, savaş işinde de kllanılırlar. Ayrıca yükleri taşırlar. Bunların büyüğü ile küçüğü aynıdır.
Çünkü küçük de büyür ve hem yük taşır, hem üzerinde savaşılır. Bu hayvanlardan biri savaşa ve üremeye elverişli olmayıp sadece kesip etini yemek için satın almıyorsa, diğer yiyecekler gibi düşman ülkesine onun götürülmesinde sakınca olmaz.
3096- Kadın, çocuk ve yaşlı esirler, kendileri savunmaya sahip olsun veya olmasınlar, darulharbe götürülmesi doğru değildir.
Çünkü darulislam halkından olmuşlardır. Ülkemizin vatandaşı olduktan sonra onlara satılması için darulharbe götürülmesi doğru olmaz.
3097- İğneden ipliğe kadar büyük küçük her türlü silahın darulharbe götürülmesi mekruhtur.
Çünkü onları müslümalara karşı savaşta kullanılırlar.
Demir de bu şekildedir.
Çünkü kendisinden silahlar yapılmaktadır.
3098- İpek ve atlas da bu şekildedir.
Çünkü bunlardan bayraklar yapılır.
3099- Silah ve hammadde olarak ipek de bu şekildedir.
Çünkü bunlardan kaftanlar yapılır.
3100- İbrişim veya ipek ince kumaşların oraya götürülmesinde sakınca olmaz.
Çünkü bunlar savaşta yardımcı şeyler değildir. Sadece giyimde kullanılır. Tıpkı yemek çin kullanılan şeyler gibidir.
3101- Ok dağarcığı, kılıç kını ve kabzasının da darul-harbe götürülmesi mekruhtur. Çünkü bunlar savaşta yardımcı şeylerdir.
Sonuç olarak, Kendisi silah olmayan şeylere bakılır; Nadiren silah olarak ve genelde eşya olarak kullanılıyorsa, darulharbe sokulmasında sakınca olmaz.
Çünkü hüküm, galip özelliğe göredir ve nadir olan, galip olana karşı kabul edilmez.
3102- Bu şeyleri bir müslüman veya bir zimminin darulharbe soktuğu tespit edilirse, dayak ve hapisle tedip etilir.
Çünkü haram olan bir işi yapmış ve onunla müslümanlara zarar vemeyi katsemiştir. Ama bu işleri bilmeyen cahil biri ise, cahilliğine bağışlanır ve bu şeyler kendisine anlatılır. Çünkü bu, çoğu insanlar tarafından bilinmeyen gizli bir şeydir. Bunun yolu, önce uyarmaktır. Yüce Allah: "Ben size tehdidi yaptım[40] buyurmaktadır.
3103- Aynı şeyi tekrar yaparsa, bu sefer dövülür ve hapsedilir. Darulharbe pamuk ve elbise götürmenin sakıncası yoktur.
Çünkü bu şeyler genellikle savaş için değil, giyim için kullanılır.
3104- Ama düşmanın genellikle pamuk doldurulmuş kaftanlarla savaştıkları biliniyorsa, onlara bu şeylerin götürülmesi helal olmaz. Darulharbe bakır, tunç ve kalay götürülmesinde sakınca yoktur.
Çünkü bu şeyler genelde silah için kullanılmazlar.
3105- Ama silahlarının büyük kısmını bunlardan yapıyorlarsa, bunların darulharbe götürülmesi helal olmaz.
Çünkü normal olarak muteber olan, her milletin mekruh olan ve olmayan şeylere göre geleneğini oluşturmuş olmasıdır.
3106- Kendisinden ok ve mızrak gibi şeyler yapılan kamışı da darulharbe sokmak helal değildir.
Çünkü genellikle ondan silah yapılır.
3107- Canlı ve boğazlanmış kartalın kendisini ve kanatlarını sokmak da helal değildir.
Çünkü kanatlan genellikle ok ve mızrağa takılır.
3108- Kanatları ok ve yaya takılıyorsa, şahinin sokulması da helal değildir. Ama sadece av için götürülüyorsa, bir sakıncası olmaz. Bu taktirde etini yemek için götürülen koyun gibidir.
Çünkü şahinle genellikle eti yenilecek şeyler avlanır.
3109- Akbaba, doğan ve atmaca için de hüküm aynıdır.
3110- Müslüman tüccar, satmak için bulundurmadığı bir silahı ile beraber süvari olarak darulharbe girmek istediğinde, girmesine engel olunmaz.
Çünkü yolcunun şahsı için bu tür şeyleri beraberinde bulundurmaya ihtiyacı vardır. Darulislamda bu gibi şeyleri bulundurması yasak olmadığı gibi, darulharbe giderken de bulundurmsı yasak olmaz.
3111- Ancak götürmesinin serbest olması için darul-harpte düşmanın kendisinden almayacağından emin olması gerekir. Başka hayvanları götürmesi de bu şekildedir.
Çünkü ticaretini yaptığı malları bu gibi hayvanlar üzerinde taşımak zorundadır. Ancak düşmana satmasından şüphe ediliyorsa, satmak için darulharbe götürmediği ve zaruretten dolayı yanında götürdüğü konusunda kendisine yemin ettirilir. Bu konuda yemin ederse, hakkındaki şüphe kalkmış olur ve sözkonusu şeyleri darulharbe götürmesine izin verilir. Ama yemin etmeyi kabul etmezse, bu şeylerden herhangi birini darulhrbe sokmasına izin verilmez. Denizde gemilerle darulharbe eşya götürmek istediğinde de durum aynıdır. Çünkü gemi ile eşya taşınır ve düşman onu kendisinden alıp savaş işlerinde
kullanabilir. Onun için zaruretten dolayı gemiyi götürdüğü ve satmak istemediği
ve satmayacği konusunda da kendisine yemin ettirilir.
3112- Kendisine yardımcı olması için yanında bir veya iki köle götürmesine de engel olunmaz. Ancak ticaretini yapmk için götürmesi yasaklanır. Bu konuda kendisinden şüphe ediliyorsa, yemin ettirilir.
Zimmi, darulharbe eman alarak girmek isterse yanında at, katır veya silah götürmesi yasaklanır.
Çünkü zahirde bunları orada satmak içn götürdüğü anlaşılmaktadır. Halbu ki mü.slüman böyle değildir. İslam, müslümanın bu şeyleri onlara bu amaçla satmasına engeldir. Zimminİn dini ise buna engel olmayıp aksine teşvik etmektedir. Ama zimmi kişi onlara düşmanlığıyla bilinen ve kendisine güvenilen biri ise, durumu müslümanın durumu gibidir.Ticaret mallarını oraya at, eşek, araba ve gemi ile götürmesi yasaklanmaz. Çünkü zahir durum, bu şeyleri onları desteklemek için değil, ticaret yapmak için götürdüğünü gösterir .İthal at yapmak için bu şeylere ihtiyaç olduğu gibi, ihracat yapmak İçin de ihtiyaç vardır.
3113- Ama silah ve atı ihtiyaç için değil, ticaret için götürdüğü görünen durumdan anlaşılmaktadır.
Çünkü ihtiyacını bunlar olmadan da görebilir. Darulharbe soktuğu katır, gemi ve köleleri de düşmana satmak için götürmediği ve onlara satmayacağı, sadece zaruret olduğu için götürdüğü konusunda kendisine yemin ettirilir. Çünkü müslmanlarm bu konuda azami tedbirli olmaları ve gerekli bütün önlemleri almaları vaciptir.
3114- Ülkemizde eman ile bulunan düşman kişi bu sayılanlardan bir şey götürmek isterse, götürmesine izin verilmez.
Çünkü darulharp vtandaşıdır ve oraya ikamet etmek için gitmektedir. Kendisi de başkaları gibi müslümanlar karşı savaşçı olur. Götüreceği şeylerle mtislü-manlara karşı savaşmak için güç kazanmış olur. Onun için götürmesi yasaklanır.
3115- Ancak müslüman veya zimmi birinden gemiler ve yük hayvanları kiralayıp çalıştırıyorsa, bunları düşmanın yararı için darulharbe sokmasındaki durum, kendi yararı için sokmasındaki durum gibidir. Durumuna bakılır; bunları kendi yararı için darulharbe götürüp geri getirmesi kesin ise, götürmesi yasaklanmaz.
Ancak darulharp vatandaşları bu şeyleri götürdüğünde geri çıkarmsına izin vermeyip para ile kendisinden alacaklarsa, müslüman ve zimmi kişinin at, slah ve köle götürmesi yasaklanır. Ama katır, eşek, öküz ve deve götürmesi yasaklanmaz. Çükü bu şeyler onun için kaçınılmaz şeylerdir. Zira kendisi yürümeye güç yetirmeyebileceği gibi, mallarını da sırtında taşıyamayabilir.
Zarurt durumu, yasağın dışındadır. At ve silahta bu tür zaruret gerçekleşmez.
Çünkü amaç, bunlar olmadan da gerçekleşir. Bunlar olmadığı zaman sadece bolluk, güzellik ve fazla ihtiyat anlamlan gerçekleşmeyip eksik kalır.
3116- Üzerinde ticaret mallarını taşıyacağı hayvanları sokması da yasaklanır.
Çünkü bunda da zaruret gerçekleşmez. Zaruret ancak bineceği hayvanda geçeklesir. Çünkü bir bineğe binmediği taktirde kendisi helak olur. Küçük çapta ticaret mallarını ise bindiği hayvanın üzerinde de taşıyabilir. Darulharbe gitmesine izin verilmesinden maksat, düşmanın yararlanması için götüreceğ şeyler değil, müslamanlann yararlanmsı için oradan getireceği şeylerdir.
3117- Aynı şekilde eşyasını yükleyeceği bir tek gemiyi götürmesi de yasaklanmaz.
Çünkü bunu götürmesi kaçınılmazdır.
3118- Birden fazlasını götürmek isterse, yasaklanır.
Çünkü götürmesi zaruret değildir. Bütün bu söylenenler istihsana göredir. Kıyasa göre ise, bütün bunları götürmesi yasaklanır. Çünkü bunların götürülmesi düşmanın müslümanlara karşı güçlenmesine sebep olur.
3119- Buna şeriatta asla ruhsat yoktur. Bu durumda kendisine hizmet etmek üzere müsfüman veya zımmi bir hizmetçi götürmesine de izin verilmez.
Çünkü zaruret yoktur. Hizmetçi götürmesi sadece güzellik ve rahatlık içindir. Darulhabe at ve silahın götürülmesi yasaklanıyorsa, darulislam vatandaşı olan bir kişinin götürülmesi öncelikle yasaklanır.
3120- Harp ehlinden biri eman aldıktan sonra yanına köle, at ve silah alarak darulislama girecek olsa, yanında getirdiği şeyleri geri götürmesine engel olunmaz. Çünkü hem kendisine hem yanında getirdiği şeylere eman vermişiz. Emanın gereği olarak darulharbe dönmesine engel olunmayacağı gibi, eşyasını da geri götürmesine engel olunmaz.
Çünkü savaş aleti, savaşçıdan daha güçlü değildir. Yanında getirdiği şeyleri darulislamda satar ve onların benzeri yahut daha iyisi veya kötüsünden at, silah ve köle satın alacak olursa, bunları darulharbe götürmesine izin verilmez ve satmaya mecbur edilir. Çünkü eman alarak gelirken bu şeyleri de getirme hakkına sahip değildi.
Beraberinde getirdiği şeylerdeki hakkı ise, satmak suretiyle elinden çıkardığı anda
ortadan kalkmıştır.
3121- Yanında para getirerek bu şeyleri satın alıp çıkarması da aynı şekilde yasaktır. Sattığı şeylerden bazılarını kendisi satın alacak olsa veya değişik sebeplerle kendisine geri veilmesi drumunda da hüküm aynı olup bunları tekrar darulharbe çıkaramaz.
Çünkü burada darulharp vatandaşının elinden çıkmışve müslümanın mülkü olmuştur. Müslüman onda daha çok tasarruf etme hakkına sahip olmuştur. Onun için harp ehlinden kişinin bu şeyleri darulharbe geri götürme hakkı kalmamıştır. Bu şeyler müslümanın asli mülkü olan şeyler konumuna gelmiştir.
3122- Harp ehlinden olan kişi kendisi için muhayyer olma şartını koşmuş ve daha sonra satışı bozmuşsa, söz-konusu şeyleri darulharbe geri götürebilir.
Çünkü kendisi için muhayyerlik şartını koşmakla o şeyler kendi mülkiyetinden çıkmış sayılmaz. Kendisi o şeyleri elinde tutma ve kullanmaya daha çok layıktır. Dolayısıyla o şeyler satıştan önce olduğu gibi, onun mülkü olarak devam eder.
3123- Fasit bir satışla satmış ve satışı daha sonra bozmuşsa, cevap yine aynı olur.
Çünkü fasit satışla bu şeyler adamın elinden çıkmış olmaz.
3124- Satın alan kişi bu malları teslim almışsa, bakı-
lır; Bu satış, mesela satılmış olan köleyi azad ettiği taktirde azat etmesi geçerli olacak şekilde malı teslim almadan Önce mülkiyeti müşteriye veren bir satış ise, harp ehli kişinin bu şeyleri darulharbe geri götürmesine izin verilmez.
Çünkü müslüman o şeylere malik olmuştur. Bu da o kişinin sözkonusu şeyleri darulharbe geri götürme hakkını ortadan kaldırır.
3125- Ama ölü hayvan ve kan satışı gibi, teslim almakla da mülkiyeti sağlamayan bir satışla yapılmışsa, mülkiyeti satan kişide devam ettiğinden sözkonusu şeyleri darulharbe tekrar götürebilir. Çünkü üzerinde mülkiyeti devam etmektedir.
Harp ehlinden olan kişi kılıcını bir atla değiştirirse, silahı başka bir silahla değiştirdiğinden dolayı onu darulharbe götürmesine izin verilmez ve satmaya zorlanır. Kılıç yerine aldığı at ister kılıçtan daha değerli olsun, ister
değersiz olsun, farketmez.
Çünkü eman akdi ile böyle bir şeyi geri götürme hakkı sabit olmamıştır. Onun için satmaya mecbur edilir. Nitekim darulislama gelirken getirdiği şey kendi ülkesinde çok bulunabilir, ama buradan götüreceği şey ülkesinde nadir bulunabilir. Bu şeyi ülkesine götürürken düşmanın güçlenmesine hizmet etmek istemiş olabilir.
3126- Değiş tokuş yaptığı şey, getirdiği şey türünden ise, bakılır; Aldığı şey, verdiğinin aynısı veya daha kötüsü ise, darulharbe götürmesine izin verilir. Ama daha iyi ise, götürmesine izin verilmez.
Çünkü sahip olduğu eman, ancak eşyası gibi olan bir şeyi geri götürmesine imkan verir. Bu şey yararlı ise, kendisine bakılır. Yararlı değilse, türüne bakılır. Getirdiği ile aldığı aynı cins ise, mesele yoktur.
Müslümanlara vereceği zarar açısından da bakılır. Aldığı, verdiği şeyden daha çok zarar veren bir şey ise, o zaman onunla müslümanlara zarar vermek istemektedir. Buna da izin verilmez. Bu zarara bakılarak yasaklamanın yapılması gerekir. Bu zararı sözkonusu şey sağlayacağından, onun darulharbe götürülmesine izin verlmez.
Tıpkı bağışlanan şey gibi. Bağışlanan şey daha fazla yarar sağlıyorsa, bağışlayan kişinin onu geri alma hakkı olmaz. Darulharbe sözkonusu şeyi götürmesi yasak olunca, onu satmaya mecbur edilir.
3127- Eşyasını benzeri bir şeyle değiştrir, sonra taraflar değiştirme işlemini bozarsa, adam getirdiği şeyi ülkesine geri götürebilir.
Çünkü getirdiği silahı olup değiştirme işleminin bozulmasıyla elinden çıkardığı ve tekrar sahip olduğu silah aynıdır.
3128- Silahını daha iyi veya daha kötüsüyle değiştirir, sonra değiştirme işi bozulursa, her iki durmda da onu darulharbe çıkarma hakkı olmaz. Daha iyisi ile değiştirmiş-se, sözleşme yapmamış kişiler hakkında akdin feshi yeni yapılan satış gibi olduğunda» götüremez. Buna göre bu silahı ilk olarak satın almış gibi kabul edilir.
Çünkü ilk tasrrufla adamın hakkı düşmüş ve eline geçen şeyi darulharbe götürmesi yask olmuştur. Değiştirmenin feshedilmesyle bu hakkı geri gelmez.
3129- Silahını daha kötüsüyle değiştirmişse, bu fesih hukuk açısından yeni satış gibidir. Kötü silahını daha iyi bir silahla değiştirmiştir. Onun için onu darlharbe geri
götüremez.
Bütün bu konularda cinsin ve farklılığın gözönüde bu-lundurulmsi konusunda yük hayvanlarının değiştirilmesi, silahın değiştirilmesi gibidir. Eşeğini dişi eşekle veya erkek atını kısrakla değiştirecek olursa, değer açısından verdiklerinden daha aşağı da olsa, aldıklarını darulhrbe götürmesine izin verilmez.
Çünkü bunda nesil yararı vardır. Verdiği şeylerde ise, nesil yaran yoktur. Bu değiştirmeden amacı belki de bu nesil yararını sağlamaktır. Cins farklılığı halinde aldığını darulharbe götürmesi yasaklandığı gibi bunları da darulharbe götürmesine izin verilmez.
3130- Erkek katırı verip onun değerinde veya daha kötü bir dişi katır alırsa, onu darlharbe götürmesine izin
verilir.
Çünkü dişi katırın üremesi ve neslinin çoğalması sözkonusu değildir.
3131- Katırını verip beygir alırsa, aldığını darulharbe götüremez.
Çünkü aldığı damızlık olarak kullanılır, verdiği ise kullanılmaz.
3132- Begir verip at alırsa veya aksini yaparsa, aldığını darulharbe götüremez.
Çünkü her birinin diğerinde bulumayan yaran vardır. Beygir daha yumuşak başlı ve savaşa elverişlidir. Kaçmak veya kovalamak için ise at daha elverişlidir. Yaptığı değiş tokuşta bu yaran belki de gözetmemiş olabilir.
3133- Kısrağını, daha kötü koşmakla beraber daha sağlam ve nesil vermesi daha İyi olan başka bir kısrakla değiştirirse, aldığını darulharbe götüremez.
Çünkü aldığı şeyde, verdğinde mevcut olmayan bir türlü yarar vardır. Onun için değiştirerek aldığını satmaya mebur edilir. Ama aldığı ile verdiği her yönden aynı değerde veya aldığı daha kötü ise, dilediği gibi kullanır. Bu konuda tedbirli olmak vaciptir ve en iyi tedbir belittiğimiz şekilde olur.
3134- Köle dğişiminde, alınan ve verilen kölelerin kalitesi ne olursa olsun farketmez. Aldığı köleyi darulharbe götürmesine izin verilmez.
Çünkü aldığı kole,müslüman veya zımmi olsun, darulislam vatandaşıdır. Eman altında olan kişinin, vatandşımız olan bir kimseyi sürekli mülkiyetinde tutması yasaktır. Halbuki at ve silah böyle değildir. Vatandaşımız olmak, hava ve bitkiler için değil, sadece insan için kullanılan bir ifadedir. Onun için o şeylerden sözederken, yararın daha fazla bulunmasını gözönünde bulundurduk.
3135- Bizaııstan eman alan iki kişi darulisama girse ve birinin yanında silah, diğerinin yanmd köle bulunsa ve ikisi yanındakileri değiş tokuş yapsa yahut karşılıklı para ile birbirine satsa, her ikisi de sahip olduğu şeyi da-ruharbe çıkarmasına engel olunmaz.
Çünkü bu tasarruf ile ikisi satıcı ve alıcı konumunda olmaktadır. Satıcı elindekini darulharbe götürebildiği için müşteri de aldığını darulharbe götürebilir.
3136- Ama onlardan biri, bir müslüman yahut bir ant-laşmalı ile ortaklaşa diğerinin eşyasını satın alacak olursa, aldığını darulharbe götüremez.
Çünkü aldığında ortağı müslümandır. Müslümanm da payını götürmeden kendi payını darulharbe çıkarması mümkün değildir. Halbuki müslümanm payını darularbe götürmesi yasaktır. Dolayısıya kendi payını da darulharbe götüremez. Onun için kendi payını bir müslümana veya zımmiye satmaya mecbur edilir.
Ama ortaklık bulunan şey ok ve mızrak gibi paylaşılabilen bir şey ise, o zaman düşman kişi ortağından malın paylaşımını isteyebilir ve paylaşma yapıldıktan sonra kendi payına düşeni darulharbe götürebilir. Çünkü bu paylaşmada düşmanla kişinin payına düşen şey, akidle malik olduğu şey mesabesinde olup kendi başına satın aldığı bir mal gibi onu darulharbe götürebilir. Yahut bu paylaşmada bir nevi mufavada vardır. Sanki müslüman kişi sahip olduğu payı ondan aldığı pay kaşılığında kedisine teslim etmiş gibidir. Böyle bir değiştirmenin elindeki şeyi darulharbe götümesine engel olmadığım belirtmiştik.
3137- İkisi paylaşmada anlaşamayıp biri diğerine payının üstüne para verecek olursa, bakılır; Üstüne para veren müslüman ise, düşman kişinin aldığını darulharbe götürmesine engel olunmaz.
Çünkü düşman kişi, payının bir kısmını müslüman ortağına para ile satmış olur. Bu da elinde kalan şeyi darulharbe götürmesine engel olmaz.
3138- Ama üstüne para veren düşman kişi ise, aldığını darulharbe götüremez.
Çünkü verdiği para ile müslümanm sahip olduğu şeylerin bir kısmım satın almış olur. Nitekim adam parayı verdiği taktirde satın alma ile ^ahip olduğunda daha iyi silah almış olur. Sanki silahını müslümanla daha güzel bir silahla değiştirmiş olmaktadır. Ama parayı kendisi almışsa, aynı türden kendi silahından daha kötü bir silah almış sayılır. O taktirde aldığını darulharbe götürebilir. Atlar paylaşılabiliyorsa, ok ve yay gibi sayılır.
Çünkü bölümlere ayrılıp paylaşılmaktadır.
3139- Harp ehlinden olan kişi müslülmanla işbirliği yaparak darulharp vatandaşından köleler satın alsa ve aralarında paylaşsalar, harp ehlinden olan kişinin payına düşenleri darulharbe götürmesi hiçbr şekilde caiz değildir.
Ebu Hanife'ye göre götüremez. Çünkü köle palaşılamaz. İki imama göre ise, paylaşılsa bile, paylaşmadan önce ortaklardan her biri her ki payda ortak olduğundan müslümanm veya antlaşmalının mülkü itibariyle her biri kendi payında zimmi mesabesinde olur. Belirttiğimiz gibi darulislam vatadaşı olan kimseyi harp ehlinden k İşinin darulharbe götürmesine izin verilmez.
3140- Bizans'tan bir düşman ülkemize atlar, silahlar veya kölelerle birlikte giriş yapsa ve müslümanların düşmanı olan Tük, Deylem ve benzeri başka bir ülkede bunları satmak için ükemizden oraya geçmek isterse, buna izin verilmez.
Çünkü bunları sözkonusu ülkelere sokması açısından kendisi ile müslüman veya zıinmi arasında fark yoktur. Bu kişilerin o ülkelere bunları sokması yasak olduğu gibi, kendisinin de sokması ysaktir.
3141- Eman altında olduğu için getirdiği bu şeyleri isterse kendi ülkesine geri götürebilir. Sadece bu hükümde müslüman ve antlaşmali kişilerden ayrılmaktadır. Eman sahibi olması, onları başka bir ülkeye sokma hakkını kendisine vermez. Onun için bu konuda kendisi ile müslüman veya atlaşmalı aynıdır. Çünkü bunları başka bir ülkeye sokmk istemesi, onlara bu açıdan güç ve kuvvet kazandırmak içindir. Buna da izin verilmez. Ama bu şeyleri kendi ülkesine geri götürmesinde bu anlam mevut değildir.
3142- Müslümanlarla antlaşmah olan bir ülkeye sokmak isterse, durum yine aynıdır.
Çünkü antlaşma sebebi ile bir süre için müslümanlarla savaşmayı bırakmış olsalar bile, savaşçı düşman hükmündedirler. Nitekim bir müslüman bu şeylerden bazısını sözkonusu o ülkeye sokmak isterse, kendisine izin verilmez.
3143- Ama halkı müslümanların zimmet ehli olan bir ülkeye bunları sokmak isterse, kendisine izin verilir.
Çünkü orası darulislam kapsamındadır. Ülkemizde eman altında olan kişi daruislamm herhangi bir yerinde ticaret yapabiir.
3144- Ülkemizde biri Bizaslı, diğeri Türk eman altında olsa ve birinin yanında köleler, diğerinin yanında silah ve atlar bulunsa ve aralarında değiş tokuş yapsalar yahut her biri diğerinin bu şeylerini para ile satın alsa, her ikisinin aldığı şeyleri kendi ülkesine götürmesine izin verilmez. Çünkü ' satın alan her ikisi satıcı konumundadır ve müşterinin bunları ülkesine sokmasının yasak olduğunu belirtmiştik.Ama iksi aynı ülkenin vatandaşı iseler, durum başkadır. Bu adamlar bu davranışlarıyla herbiri getirdiği silahlardan farklı olan silahları ülkesine götürerek halkını müslümanlara karşı güçlendirmek istemektedir. Bu açıdan, değiş tokuşun aynı ülkenin vatandaşlarıyla yapılmış olması arasında fark yoktur.
3145- İkisi benzer atları ve silahları değiş tokuş yapsalar, her biri aldığını ülkesine götürebilir.
Çünkü bu değiştirme kendisi ile müslüman arasında olsaydı, yine aldığını kendi ülkesine götüreblirdi.
3146- Eman altında olan biri ile aynı değiş tokuş yapılsa, hüküm aynı olur. Ama silahlardan biri diğerinden daha düşük ise, düşük olanı alan kişi onu darulharbe götürebilirken, üstün olanı alan kişi gtüremez ve aldığını satmaya mecbur edilir. Tıpkı bu mübedelenin müslüman ile eman altındaki kişi arasında olması gibi.
Yine geri verme, görme ve şart muhayyerliği ile yapılan mübadelede de durum aynıdır. Bütün bu durumlarda mübadele kendisi ile müslüman arasında yapılmış gibidir. Ama aynı değerdeki veya biri diğerinden kötü köleleri değiştirecek olsalar, bu mübadele müslüman ile eman sahibi yahut antlaşmah arasında olan mübadele gibi olmaz. Çünkü bu durumda müslümanın veya antlaşmalmm vereceği kişiler üke-mizin vatandaşıdır, onun mülkiyetindeki kişiler de ülkemizin vatandaşı olmaktadır. Ama burada taraflardan birinin mükiyetinden çıkanlar ülkemizin vatandaşı değildir.
Değiştirilecek şeylerin eşit olması halinde her biri aldığını kendi ülkesine götürebilir. Kalitesiz olanı alan kişi de aldığını ükesine götüebilir. Ama üstün olanı alan kişinin aldığını kendi ülkesine götürmesine izin erilmez. Çünkü aldığında bir fazlalık bulunmaktadır.
3147- Köle ile cariye mübadelesi yapsalar, her biri aldığını ülkesine götüremez.
Çünkü insanda erkeklik ve dişilik farklılığı, bir cins farklılığıdır. Onun ıçm
kişi köle niyetiyle cariye satın alsa, alış geçersiz olur. Diğer taraftan her ikisinde diğerinde olmayan yarar bulunmaktadır. Mesela cariye nesil ve çocuk için istenirken, köle savaşmak için istenir .Onun için bu uygulama ile her birinin aldığını darulharp olan kedi ülkesine götürmesine izin verilmez. Allah en iyi bilir.[41]
3148- Müslümanların ellerindeki düşman esirler verilip müslüman esirlerin kurtarılmasında bir sakınca yoktur.
Ebu Hanife ve Ebu Yusufun görüşü budur. Ebu Hanife'den gelen İki rivayetten en makbul olanı budur. Başka bir rivayette İse esirin fidye olarak verilip esirin kurtarılması caiz değildir, dediği belirtilmektedir.
Rivayetin zahirine göre müslüman esirleri düşmanın elinden kurtarmak vaciptir. Bu da ancak esirlerin fidye verilmesi ile mümkün olmaktadır. Bunda olsa olsa düşman esirlerin öldürülmemesi sözkonusu olur ki bu da müslümanlarm yararı için caizdir.
Nitekim devlet başkanı düşman esirleri köle yapabilir. Müslüman esirleri düşmanın elinden kurtarmadaki yarar daha açıktır. Söylediğimizi Ümran b. Hu-sayn'm hadisi de desteklemektedir. Bu hadise göre Rasulullah, müşrik Beni Ukayl'deri iki adam vererek bir müslümanı kurtarmıştır.
Başka bir rivayette de Ebu Hanife, "Müşrikleri nerede bulursanız öldü-rün[42] ayetinin söylediğini söylemektedir. Düşman esirler verilirse, farz olan onları öldürme terkedilmiş olmaktadır. Yerine getirilmesi mümkün ise, farzın hiçbir şekilde terkedilmesi caiz değildir.
Bunun açıklaması şöyledir:Düşman esirler elimizde tutsak bulunmakta ve yurdumuz vatandaşı olmaktadır. Onların fidye olarak verilmesi, zimmet ehlinin verilmesi gibidir. Fidye olarak verilmemeleri durumunda olabilecek en büük şey, düşmanın elindeki müslüman esirlerin öldürülmesidir. Bundan dolayı müşrik esirleri terketmek ve tekrar bize karşı savaşmları için onları geri vermek caiz değildir. Nitekim Müslümanlara cihadın farz olmasının sebebi, müslümanlarm can ve malları için bir tehlike anlamı taşısa da, düşmanı öldürebilmeliridir. Düşman esirler fidye olarak verilmeden önce müslüman
olurlarsa, artık fidye olarak verilmeleri caiz olmaz.
Çünkü başka müslümanlar gibi olmuşlardır. Fidye vererek onları tehlikeye atmak caiz değildir.
3149- Esir alınan ve anne- babaları beraber bulunan düşmanın çocukları da bu şekildedir.
Çünkü anne babalarına tabidirler ve ülkemizde de olsalar çocukları müslüman sayılmazlar.
3150- Ama çocuk tek başına esir alınıp dârulislama çıkarılmışsa, artık onu fidye olarak vermek caiz olmaz.
Çünkü daulislamda bulunduğundan o da müslüman olmuş sayılır.
3151- Drulharpte ganimetler taksim edildiğinde veya satıldığında esir alınmış olan çocuk bir müslümanın payına düşse, taksim veya satılma ile mülkü haline geldiği kişiye tabi olarak çocuk da müslüman olmuş sayılır ve Ölecek olursa cenaze namazı kılınır. Bundan da anlaşılıyor ki esir alınmış olan kişi ergin ise taksimden veya satıştan sonra fidye olarak verilebilir.
İmam Muhmmed'in görşü budur. Ebu Yusuf a göre ise, bu caiz değildir. Çünkü taksim yahut satışla müslümanın mülkiyeti haline gelmiş ve ülkemizin vatandaşı olmuştur. Bu durumda zimmi gibi olup fidye olarak verilmesi caiz olmaz.
İmam muhammed ise şöyle der: Taksimden ve satıştan önce fidye verilebilir, dememizin sebebi, taksim veya satıştan sonra da gerekçenin mevct olmasıdır. O da müslman esirlerin düşmanın elinden kurtarılmasının vacip olmasıdır. Taksim veya satışla onlar sahiplerinin mülkü haline gelmiş olurlar. Bu da fazlalığın değil, eksikliğin alametidir.
Nitekim Müslüman esirlerin mal verilerek kurtarılması caizdir/Taksim veya satışla bu esirler de mal konumunda olmuşlardır ve fidye olarak veilmeleri im-kansız değildir.
Bu konuda delil, îmran b. Husayn hadisidir. Bu hadise göre Rasulullah Mureysi günü Beni Mustalık esirlerini taksim edildikten sora fidye olarak vermiştir. Ama düşmanın esirlerini verecekleri mal karşılığında salıvermek ise, alim-lermize göre caiz değildir. Çünkü müşriklerin esirleri ya müslüman olur veya Öl-dürülüler .Zira Yüce Allah "Müşrikleri Öldürünüz" [43] buyurmaktadır.
3152- Fidye verilen mal karşılığında esirleri serbest bırakmak, dünya malı için bu farzı terketmektir. Bu da helal değildir. Yüce Allah buyuruyor:" Yer yüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz"[44]
Ayet, Bedir günü inmiştir. Esirlerin mal karşılığında serbest bırakılmasını öneren Hz. Ebu Bekr'in görüşünü Rasulullahın benimsemesi üzerine inmiştir. Hz. Ebu Bekir bundan dolayı üzülüyordu. Rivayete göre hilafeti zamanında Bizanstan biri esir alınmış, onlar da mal karşılığında salıverilmesini teklif emişler. Ebu Bekir ise onun öldürülmesini söyleyerek müşriklerden bir kişinin öldürülmesi benim için şundan bundu daha iyidir, demiştir. Başka bir rivayete göre ise, onun karşılığında iki ölçek altın da alsanız salıvermeyin, demiştir.
Çünkü biz dini yüceltmek için cihadla emrolunmuşuz. Müşriklerin esirlerini mal fidyesi karşılığında salıvermek ise, onlara müslümanların sanki mal için savaştıkları intibaını verir. Yüce AHahın "Onları daha sonra ya karşılıksız serbest bırakırsınız veya fidye alarak salıverirsiniz" ayetinin "Müşrikleri öldürün" ayeti ile neshediliğini belirtmiştik. "AHahın önceden kesinleşmiş bir kitabı olmasaydı" ayetinin tefsiri de "Ganimetleri size helal kılmasay-dım aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azap gelirdi" şeklindedir. Nitekim Yüce Allah "Ganimet aldıklarınızdan helal hoş olarak yiyin" buyurmaktadır.
Amaç, fidye ile esirlerin salıverilmesi olsa bile, zaten "Müşrikleri Öldürün" ayeti ile o da neshedilmiştir. Çünkü Tevbe suresi en son inen surelerdendir. O da Bedir günü Rasulullahın esirleri fidye alınan kişilerle salıvermesinin tefsiridir.
el-Arec'in rivayetine göre Sa'd b.Numaıı, Bedir savaşından sonra el-Baki'den Umre yapmak üzere eşi ile beraber çıktı. Hem kendisi hem eşi yaşlıydı. Olup bitenlerden korkmuyordu. Ebu Süfyan onu Mekke'de hapsetti ve Mu-hammed oğlum Amr'ı salıvermedikçe seni bırakmam, dedi. Ebu Sufya'nın oğlu Bedir günü esir düşmüştü.
Hazreçliler bu konuda Rasulullaha gidip konuştular. O da Amr'ı serbest bıraktı. Bunun üzerine Ebu Sufyan Sa'd b. Numan'i serbest bıraktı. O gün esirler bu şekilde mal karşılığında serbest bırakıldı.
Rivayete göre her esirin fidyesi o gün bin ile dört bin arası da değişiyordu. Malları bulunmayan bazı kişileri de Rasulllah o gün karşılıksız salıverdi. Hz.Aişe anlatıyor; Kureyş, esirlerini fidye ile kurtarmak için geldiğinde Rasulullahın kızı Zeyneb kocasını kurtarmak için geldi. Fidye olarak gönderdiğim şeyler arasında Hatce'nin düğün günü hediye olarak verdiği gerdanlığı da vardı. Rasulu-Ilah gerdanlığı görünce tanıdı ve acıyarak şöyle dedi "İsterseniz esir olan kocasını salıveriniz ve gerdanlığını da kendisine veriniz". Onlar da böyle yaptılar.
3153- Bedir günü H. Abbas'ın mal vererek kendini kurtardığı kesindir. Yüce AHahın "Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere söyle..." ayeti onun hakkında inmiştir.
İmam Muhammed başka bir izaha işaret ederek şöyle demektedir:
O gün müslümanların mala olan ihtiaçları büyüktü. Çünkü savaşa hazırlanmaları gerekiyordu. Zaruret halinde mal kaşılığında esirleri salıvermekte sakıca oîmaz. Rasulullahın şu uygulması da buna göre izah edilir:
Rasulullah, Beni Kureyza'nın kadın ve çocuklarını esir aldığı gün bunların yarısını Sad b. Zeyd'Ie beraber Ne-cid'e gönderdi. Onları silah ve hayvan karşılığında müşriklere sattı. Diğer yarısını da Sad b. Ubade ile beraber Şam'a gönderdi. Onlarla da at ve silah satın aldı. Böyle yapmasının sebebi, o gün silaha olan sıkı ihtiyaçlarıdır.
Bizce mezhebin zahirine göre bugün mal karşılığında esirleri salıvermek hiçbir şekilde caiz değildir. Bu konuda rivayet edilen şeylerin hükmü neshedilmiştir. Beni Mus-talık esirlerinin mal karşılığıda salıverilmesini de belirterek şöyle demektedir: Rasulullahın onlara bu uygulamyı yapmasının sebebi, memleketlerini işgal etmesi ve köle olmamaları için fidye karşılığında serbest bırakmasıdır.
Nitekim Rasulullah, fidye ile kurtarıldıktan sonra Cu-veyriye ile evlenmiştir. Çünkü halkı müslüman oldular. Böyle olmasaydı, Rasulullah Cuveyriye ile evlenmezdi. Bizim mekruh gördüğümüz, düşman esirlerinin müslümanlara karşı tekrar savaşmak için darulharbe götürülmek üzere mal karşılığında fidye ile serbest bırakılmasıdır.
3154- Kubaysa b. Zueyb'in şöyle dediği rivayet edilir: Köle ve zimmi beytulmaldan fidye verilip kurtarılmaz. Bizim de görüşümüz budur. Çünkü köle efendisinin köle-siydi. İhraz ile onun mülkü olmuşur. Tekrar mülkiyetine kazandımak için efendisi onun için mal vererek kurtarır, değilse, beytulmaldan verilen fidye ile kurtarılan köle beytulmalın malı olur ve ödenen fidyeyi karşılamadıkça efendisinin onun üzerinde bir hakkı olmaz. Tıpkı bir müs-Iümanın onu düşmandan satın alıp darulislama getirmesi gibidir.
Zimmi ise beytulmaldan fidye verilerek kurtarılma hakkı yoktur. Çünkü beytulmalda onun payı yoktur. Çünkü beytulmal müslümnların ihtiyaçlarını karşılamak içindir. Ancak müslüman esirler beytulmaldan fidye verilerek kurtarılır.
Esirlerin karşılıklı salıverilmesinde esir aldığımız anne ve babalarını değil de, onların esir alınmış çocuklarını fidye olarak vermemizi isterlerse, onların verilmesinde bir sakınca olmaz. Gerçi bunda çocuklar anne ve babalarından ayrılmaktadır.
Çünkü bu ayırma haklı olarak yapılmaktadır. Düşmanın elinden kurtarılması vacip olan müslümanm saygınlığı, düşman çocuğunun saygınlığından daha büyüktür. İmam Muhammed'in görüşünde olduğu gibi, bu işlem taksimden sonra da yapılsa, çocuğun fidye olarak verilmesini bunun için caiz gördük.
3155- Seleme b. el-Ekva'ın şu hadisini delil gösterdi: Ebu Bekir'le beraber Hevazin kabilesine karşı savaştık. Bana bir cariye ganimet verdi. Rasulullahın yanına geldiğimde onu bana hediye et, dedi. Ona hediye ettim. Mekke'de esir bulunan müslümanlara karşılık olarak onu fidye verdi.
Ganimetten verilen şey, alan kişinin mülkü haline gelmesine rağmen, cariye fidye olarak verilmişir.
Müslümanlar henüz savaş halinde olup aldıkları esirleri sağlam bir yerde tutmuş iken düşman hükümdarının elçisi gelerek esirlerin karşılıklı mübadelesini ister ve karşılıklı salıverme gerçekleşinceye kadar müslüman esirler için eman verir, anlaşmadıkları taktirde müslüman esirleri geri götüreceklerini söylerse, müslümanların onlara verdikleri sözü tutmaları gerekir. Onlara şart koştukları gibi müslüman esirleri kurtarmak için mal veya başka şeyler vermeleri gerekir.
Ama karşılıklı salıverme konusunda anlaşma sağlan-mazsa ve müslüman esirleri geri götürmek istediklerinde müslümanların onlara gücü yetiyorsa, müslüman esirleri ülkelerine geri götürmelerine müsaade etmemeleri gerekir. Çünkü müslüman esirleri tutmaları zaten onlara yaptıkları bir zulümdür. Zulmün sürmesi için söz vermek de caiz değildir. Onun için bu şarta bğlı kalmamaları helal olur. Bunun dışında bir zarar vermeden esirleri onların elinden kurtarmak gerekir.
Rasulullah Hudeybiye günü müslüman olup gelen kişileri kendilerine geri vereceğine dair şart koşmadı mı ve bu şarta bağlı kalıp Süheyl b. Amr'm oğlu Ebu Cendel'i babasına, Ebu Nasir'i geri almak isteyenlere Ebu Nasir'i ve başkalarını da sahiplerine geri vermedi mi? diye itiraz edilse, deriz ki;
Evet, ama bu hüküm Kur'anla neshedilmiştir. Yüce Allah " O kadıları kafirlere geri vermeyin"[45] buyurmuştur. Bu uyglama Resulullahın o güne mahsus yaptığı bir uygulamadır. Böyle yapmasının yararlı olacağını vahiy yolu ile öğrenmişti. Bugün bana ne isterlerse, vereceğim, demişti.
Ama bugün bir müslümam düşmana geri vermemiz veya gücümüz yettiği taktirde müslümam onların elinden kurtarmayıp bırakmamız caiz değildir. Müslüman esirlerin alınmasına düşman karşı koyacak olursa, müslümanlarm onlarla anlaşmayı bozmaları ve esirleri kurtarmak için bütün güçleriyle savaşmaları gerekir.
İsimlerini verdikleri güçlü kuvvetli bir takım kişileri kendilerine getirmemizi şart koşmuşlarsa, onları kendilerine getirdikten sonra veya getirmedikten sonra bizim veya onlar tarafından esirlerin fidye ile salıverilmesi işlemi iptal edilirse, cevap yine aynı olur. Ama müslümanlarm onlara karşı güçleri yoksa, o zaman onlarla savaşmayabilirler.
Çünkü öncelikle kendi güçlerini korumaları, ondan sonra galip gelmeyi düşünmeleri gerekir.
3156- Müslüman esirleri yanlarında getirip getirmedikleri kesin olarak bilinmiyorsa, aramızda verilmiş olan söze bağlı kalmamak doğru olmaz. Çünkü onlara bu şekilde söz vermemiz, ellerindeki müslüman esirleri kurtarmak içindir.
3157- Bu kesin olarak bilinmiyorsa, sözü tutmamakla zaten amaç gerçekleşmiş olmaz. Esirlerin fidye ile kurtarilması işlemi sürerken köleleri eman alarak bize gelecek olursa, yine söze bağlı kalmakve kölelerini geri vermek gerekir.
Çünkü getirdikleri malları için onlara eman vermişiz ve mallarından herhangi bir şeye zarar vermemiz caiz değildir.
3158- Ama köleleri müslüman olsa, artık onları kendilerine geri veremeyiz. Sadece onları satar ve paralarını kendilerine veririz. Tıpkı darulislamda eman altında olup yanındaki kölesi müslüman olan kişi gibi. Ancak kölelerin beraberlerinde getirdikleri silahlar ve eşyalar onlara geri verilir. Köleler, müslüman olmayıp bizi zimmet ehli kabul edin, derlerse, sözlerine iltifat edilmez. Hem kendilerini, hem silah ve hayvanlarını onlarla beraber geri veririz. Çünkü bizim eman verdiğimiz kişilerin köleleridir ve kendileri efedîlerine
tabidirler. Onun için zimmet ehli olmak istemesi geçerli değildir ve bu isteğiyle darulislam vatandaşı olmaz.
3159- Ama düşmanın bazı silah, mal ve atlarını alıp eman aldıktan sonra bize gelen kişiler hür iseler, getirdikleri şeylerin hiçbirine müdahale edemeyiz.
Çünkü bizimle onlar arasında eman vardır. Kendilerinin birbirlerine krşı emanı ise yoktur. Bu da adamların aldıkları mallar artık onlann mülkü olmuştur. Bunlar ister müslüman olsunlar, ister zimmet ehli osunlar, isterse eman alarak gelmiş olsunlar, onların mallarından herhangi bir şeye dokunmamız caiz değildir.
3160- Bizimle kendileri arasında saldırmazlık anlaşması bulunan bir millet gibidirler. Bunlar birbirlerinin mallarını almış ve müslüman olarak yahut zimmet ehli olarak yahut eman alarak onu ülkemize getirmişlerdir.
Bunların ellerindeki mallara hiçbir şekilde dokunamayız.
3161- Karşılıklı esir mübadelesi gerçekleşmeden önce beraberlerinde getirdikleri müslüman esirlerden bazıları kaçıp müslümanlara gelse ve antlaşma gereği geri verilmelerini isterlerse geri verilmezler.
Çünkü müslüman esirleri hapsetmeleri için onlarla antlaşma yapmış veya sözleşmiş değiliz. Onların bu yaptığı zaten bir zulümdür. Onlara sadece canları ve mallan için söz verilmiştir. Esirler ise onların malı değildir.
3162- Ondan sonra esir mübadelesini gerçekleştirmemiz gerekmez.
Çünkü onlara esir mübadelesi ile esirlerini geri vermeyi şart koşmuşuz.
Fakat buna ihtiyaç kalmamıştır. Ama isimlerini vererek bazı esirlerin mü-badale ile verilmesi konusunda ittifak sağlandıktan sonra müslüman esirler onların elinden kaçıp gelirse üzerinde anlaşma yapılan şeylerin yerine getirilmesi daha iyi olur. Çünkü ondan sonra böyle bir uygulama durumunda müslümanlara karşı güven duymaları ve haksızlıkla suçlamamalan için yararlı olur. Ama böyle yapmamalarında bir sakınca olmaz. Çünkü esir mübadelesinin gerçekleşmesi karşılıklı alıp verme ile olur. Karşılıklı mübadele gerçeklemeden Önce buna ihtiyaç kalmıyacak olursa onlara bir şey geri vermemiz gerekmez. Sözkonusu malla ve güçlü köleler için yapılan pazarlık sebebiyle onlara bir şey vermek gerekmemektedir.
3163- Müslüman esirler antlaşmadan önce veya sonra bize gelmeyip başka müslüman memleketlere gitseler, düşmana bir şey vermek gerekmez. Ama kaçıp bize gelmişlerse o zaman şart koştuğumuz şeyleri onlara vermemiz daha iyi olur.
Çünkü müslüman esirler bize geldiğinde biz de onları kabul etmezsek sanki onlar kendileri bize teslim etmiş gibi olurlar. Ama bize başka yerden çıkıp gelmişlerse o zaman bunlar elimizde olmazlar. Onun için kendilerine şart koştuğumuz şeylerden hakikaten veya hükmen sorumlu görmedikleri taktirde mübadelede vereceğimiz şeyleri vermemiz gerekmez. Tıpkı onların elindeki esirlerin ölmüş olması gibi.
Esirlerin kaçmış olması yahut kendilerini savunacak güç ve kuvvete sahip olup savunmaları durumundaki gibi olur. Çünkü bu durumda kendilerine şart koştuğumuzu yerine getirmek için esirleri bu şeyden men etmemiz sözkonusu olmaz.
3164- Esirler bize kaçıp gelirse ve savunmaları da yoksa o zaman esirleri onlara karşı koruruz.
Nitekim biz orada olmasaydık esirleri alacaklardı. Onun için şart koştuğumuz şeyleri yerine getirmemiz gerekir.
3165- Esirleri geri almak isterken esirler onlarla çarpışıp müslümanlardan da yardım istiyecek olursa müslümanların onları yardımsız bırakmaları helal olmaz.
Çünkü belirttiğimiz gibi esirleri alıkoymaları zaten zulümdür. Zulmün devam etmesi için de onlarla antlaşmış değiliz. Düşmanın müslüman kardeşlerini öldürmesine müslümanlann müsaade etmeleri helal olmaz. İmkanları olması durumunda esirlerin onlarla çarpışıp kurtulmalarına da engel olmazlar.
Düşman tarafı müslüman esirlere eman vermiş olsun veya olmasın ellerinden kurtulabileceklere, düşmanla çarpışmalarında sakınca olamaz. .
Çünkü onları alıkoymakla zaten zulmediyorlar.
3166- Ellerindeki esirler kadın ve erkek köle olup da-rulharpte onları ihraz etmişlerse, şart koştuğumuz karşılıklı serbest bırakmayı yerine getiririz.
Ama bu konuda ittifak sağlanmazsa onlardan kuvvetle alırız. Çünkü bunlar müslüman olup darulharpte bırakılmaları helal olmaz. Aldıktan sonra onları satar ve paralarım kendilerine iade ederiz.
3167- Köleler onlara karşı çarpışacak olursa kölelerle beraber düşmana karşı çarpışır ve kurtulmalarını sağlarız.
Çünkü müslüman kardeşlerimizdir ve düşmanın tahakkümündan kurtarılmaları gerekir.
3168- Köleler düşmandan emin ise aramızdaki emanı bozduktan sonra köleleri onlardan alacak olursak onlara karşılık kendilerine bir şey vermeyiz. Ama düşmandan emniyet içinde değilse onları satar ve paralarını kendilerine geri veririz. Çünkü emin olacakları yere varıncaya kadar aramızdaki enıanm hükmü devam etmektedir. Düşmanın elinde bulunmayan ümmülveled, zimmî sözleşmeli veya ölümle hür olacak kişiler belirttiğimiz bütün durumlarda hür müslüman gibidir.
Düşmanın bir kalesinde esir bulunan bir kişi düşmandan birine saldırıp öldürebilccekse yahut onlara zarar verebilecekse yapmasında sakınca olmaz. Ama bunu yapma umudu yoksa kalkışması doğru olmaz.
Çünkü yarar olmadan kendini tehlikeye atmaktadır. Çünkü bu olaydan sonra kendisine işkence edip öldürecekleri açıktır.
3169- Saf içinde bulunup çarpışan kişi hakkında bunun hükmünü belirtmiştik. Ashaptan bunu çok kişinin yaptığı zikredilmiştir. Onlardan biri Maûne günü Munzir b. Amr, Racî günü arıların koruduğu Asım b. Sabit yaptığını belirtmiştik. Düşmana karşı savaşan müslümamn bunu yapması evleviyetle caiz olur. Ülkelerinde kalmak şartıyla esire eman verip serbest bırakırlarsa, esirin onlardan öl-dürebildiğini öldürmesi ve mallarından alabildiği şeyleri almasında sakınca olmaz. Çünkü kendisi onlara eman vermiş olmayıp onlar kendisine eman vermişlerdi. Bu onlara yapabileceği şeyleri yapmasına engel teşkil etmez. Ama kendisi de onlara eman vermişse o taktirde onlara zarar vermek doğru olmaz.[46]
Çünkü bu onlara hıyanet olur ve hıyanet haramdır.
3170- Fakat gizlice darulislama çıkmaya güç yetire-bilirlerse, bunu yapmalarında bir sakınca yoktur. Hatta bu konuda (yani kaçmayacakları konusunda) düşmana güvence vermiş olsalar bile, böyledir.
Çünkü damlharpte onu hapsetmeleri zaten bir zulümdür ve o zulümden kurtulması da onun hakkıdır.
3171- Eğer birisi bu işte ona engel olacak olursa, o-nunla mücadele eder ve Öldürebilir.
Çünkü çıkışına engel olmakla müslümana zulmetmiş olur.
3172- Zor işlerde kendisini çalıştırdıkları için buna tahammülü kalmaz ve düşmandan birinin üzerine saldırıp öldürmek isterse, bakılır; Bu davranışı düşmana zarar verecekse yapmasında sakınca olmaz. Ama zarar vermiye-ceğini biliyorsa buna kalkışmaması daha yararlı olur.
Ama gücünün üstünde bir iş yüklemişlerse ve yapacağı bu saldırıyla kurtulmayı yahut rahatlamayı umuyorsa o taktirde kurtulmak için bunu yapmasında sakınca olmaz.
3173- Zindanın önünde bekliyen bekçiyi öldürmeye kalkışmasında da durum belirttiğimiz gibidir. Allah'tan başka bir varlığa secde edilmesi istenir ve bunun için başında duran kişi kendisine vurursa, öldürüleceğini bilse bile secde etmeyi red edip başındaki görevliyi Öldürmesinde sakınca olmaz
Çünkü düşmanı öldürmekte sakınca olmaz. Yaptığı için de kendi aleyhine yardım etmiş olmaz. Yani kendini tehlikeye atmış sayılmaz.
3174- Esir onlara doktorluktan anladığını söyleyip kendilerine ilaç içirmesini isterlerse onların erkeklerine ilaç yerine zehir içirmesinde bir sakınca olmaz.
Çünkü bu onlara zarar vermektir. Ama çocuklara ve kadınlara zehir içirmesini uygun görmüyorum. Nitekim onları öldürmesini tasvip etmiyorum.
3175- Ama onlardan kendisine zarar veren ve öldürmeye çalışan bir kadın olursa o taktirde kendisine zehri içirmesinde sakınca olmadığı gibi, imkan bulması halinde öldürmesinde de sakınca olmaz. Düşmanın elinde bulunan esirlerden biri kaçıp kurtulayım derken neticede kaleden düşüp ölse bile kurtulmayı umuyorsa bunda bir sakınca olmaz.
Çünkü amacı kurtulmak ve dinine zarar gelmemesi için kaçmaktır Zaten mücahid bütün yaptıklarını zafer kazanmak ve helak olmak arasında yapmaktadır. Yani yaptığı işlerde ya muzaffer olur veya ölür.
3176- Kurtulmak ümidiyle bu şekilde bir sakınca olmaz. Ama helak olacağı kesin yahut büyük ihtimalle kurtulamayacağını biliyorsa o zaman böyle bir işe kalkışması mekruh olur.
Çünkü bununla kendini öldürmektedir.
3177- Aynı şekilde sığınaklardan birinde bir kazan içinde kendini indirecek olursa bakılır. Şayet bu davranışı düşmana zarar vereceğine inanıyorsa böyle yapmasında sakınca olmaz. Ama büyük ihtmalle öldürüleceği ve düşmana da zarar vermiyeceğine inanıyorsa o zaman böyle yapması doğru olmaz.
3178- Güçlü düşman askeri veya karısı ve çocukları esir düşecek olursa, devlet başkanının bunları mal karşılığında serbest bırakması doğru olmaz.
3179- Darulîslama çıkarılmadan önce ve çıkarıldıktan sonra düşmana da satmaz.
Çünkü bu bir bakıma fidye karşılığı salıvermedir. Zaten onlardan alınacak mal karşılığında düşmana teslim edilirler.
3180- Aynı şeklide bu adamlar ve aileleri bir müslü-inanın payına düştükleri zaman da düşmana satmamahdır. Satacak olursa devlet başkanı satışını iptal eder ve bunu bilerek yaptığına kanaat getirirse yaptığından dolayı tedip eder.
Çünkü müslümanlara karşı düşmanı güçlendirmeyi amaçlamış olur.
3181- Bir düşman eman alarak gelirse ve esir alıp ihraz ettiği müslüman esirlerini düşman esirleri karşılığında satmak isterse devlet başkanının onları düşman esirlerle satın almasında sakınca olmaz. Düşman esirleri henüz taksim etmemişse aldığı esirleri fey yapar. Ama taksim etmişse o zaman payına düştükleri kişi onları verir ve karşılığında müslüman esirleri alır.
Çünkü bu esir mübadelesi mesabesindedir. Rivayetin zahirine göre bu caizdir. Çünkü maksat müslümanlan kafirlerin elinde zelil olmaktan kurtarmaktır.
3182- Bu meselede müsümanlardan hür olanlar ve olmayanlar aynıdır.
Çünkü bunun caiz olması din sebebiyledir.
3183- Köleleri beraberinde getirecek olursa devlet başkanı onları bir daha götürmesine izin vermez. Bunlar kendisiyle beraber getirdikten sonra müslüman olan kafir köleler mesabesindedir. Yahut darullslamda satın aldığı ve onun mülkü olan müslüman köleler gibidir. Gideceği zaman devlet başkanı onları satmaya mecbur eder. Nitekim zimmet ehlini de bu şekilde mecbur eder.
3184- Eman altında olan bu kişi darulharpte veya da-rulislamda müslümanların karargahına gelerek beraberinde bulunan müslüman esirleri düşman esirler karşılığında satmak isterse, devlet başkanı ona müsaade etmez.
Çünkü elindeki esirleri artık dirhem ve dinarla satmaya mecbur olmuştur. Zaten kölelerle beraber elimizde mağluptur. Onları düşman esirlerle satmasına İmkan verilmesi esirlerin mal karşılığında serbest bırakılmasına imkan verilmesi demek olur. Birinci durumda ise böyle değildir. Çünkü birinci durumda adam eman alarak gelmişti ve köleler yanında yoktu. Onun için hüküm bakımından köleleri para ile satmaya mecbur olması da sözkonusu değildir.
3185- Düşman esirlerle mübadele zaruret yolu ile olur. O da müslüman esirleri düşmanın elinden kurtarmanın zorunlu olması durumudur. Burada ise başka yolla kurtarmak mümkün olduğu için, yani para ile satmaya mecbur edildiği için zaruret sözkonusu değildir.
Köleleri beraberinde getirmediği zaman zaruret meydana gelir.
3186- Eman alarak girmek istediğinde girmeden önce beraberinde getirdiği ve isimlerini söylediği müslüman esirlere karşılık adlarını verdiği düşman esirleri satiri almak istediğini söylerse, müslümanlarm bunu kabul etmelerinde sakınca olmaz. Çünkü elimiz müslüman esirlere ulaşmadığı sürece zaruret mevcut demektir. Onun bu isteğini kabul ettikten sonra da artık sözlerini yerine getirmek gerekir.
Çünkü şart sahih olunca, seran yerine getirilmesi vacip olur.
3187- Düşmanın elinde bulunan bir esir onlara zarar vermek düşüncesiyle çarpışmaya kalkışsa fakat çarpışmada öldürülse bunda bir sakınca olmadığını belirtmiştik. Çünkü yüce Allah'ın "insanlardan kimisi de Allah1 m rızasını kazanmak için kendini feda eder"[47] ayeti kapsamına girer. Bu yaptığının ellerindeki diğer esirlere zarar vereceğini biliyorsa yapmaması daha iyi olur. Özellikle onlara vereceği zarar olması gerekenden az olacaksa yapmaması daha uygun olur. Çünkü müslümanları gözetmek ve onlara zarar gelmesini önlemek menduptur. Nitekim mücahid bunun için düşmanla savaşır. Düşmanla çarpışması müslümanlarm işkence görmeleri yahut öldürülmeleri gibi bir zarara yol açacaksa yapmaması daha iyi olur. Ama yaparsa sakıncası olmaz.
Çünkü başkasını gözetmek kendini gözetmekten daha gerekli değildir.
3188- Zarar vereceğini umarak Öldürüleceğini bile bile bu şekilde davranması caiz olursa, başka esirlere kendisi sebebiyle zarar gelmesinden korkması halinde bu şekilde davranması evleviyetle caiz olur. Darulharbte iken bir se-riyye farkında olmadan düşmanın büyük bir ordusunun yakınma gelip içlerinden biri düşmana saldırmak isterse bana göre saldırması mekruh olur.
Çünkü bu davranışı müslümanlarm yerini düşmana bildirmek olur. Halbuki müslümanlar onların hakkından gelecek güce sahip değildir. Müslümanların esir edilmeleri yahut öldürülmeleri için yerlerini bildirmek yahut görülmelerine sebep olmak için ruhsat yoktur.
3189- Müslümanların yerini bildikleri halde onlara saldırmıyorlarsa, onlara zarar verecekse müslümanın saldırmasında sakınca olmaz. Ama nıüslümanlarla savaşıp öldürmelerinden korkuyorsa müslümanları gözönünde bulundurarak onlara saldırmaması daha iyi olur. Nitekim düşman, müslüman bir topluluğu muhasara ettiğinde güçleri yeterli olmadığı için müslümanlarm onlarla barış ve eman antlaşması yapması müslümanlar için daha iyi olur. Ama düşmana saldırmaktan başka yolu kabul etmezlerse onda da sakınca olmaz. Nitekim Asım İbn Zeyd kendisine eman teklif eden müşriklere "Müşriklerden eman kabul etmemek üzere Allah'a söz verdim" demiş ve şehid oluncaya kadar onlarla çarpışmıştır.
Bu şekilde bunda bir sakmca olmadığını anlıyoruz.
3190- Ehli kitaptan esir alman bir kadın bir adamın payına düştükten sonra dini üzere devam eder ve adam ölünce kadının hür olacağını söylerse yahut adamdan hamile kalırsa, sonra düşman müslümanlardan bir adamı esir alsa ve onun fidyesi olarak o kadından başka bir şeyi kabul etmezse, kadın istesin veya istemesin, payına düştüğü adam razı olursa fidye olarak verilmesinde bir sakınca olmaz.
Çünkü fidye olarak verilmekle kadın efendisinin mülkü olmaktan çıkmaz. Müslümanın mülkü haline geldiği için mülkiyeti başkasına geçmiyecek bir durum kazanmıştır.
3191- Fakat efendisine artık hizmet etmez. Sanki onun hizmet etmesini bir müslüman için fidye vermiş gibidir ki bu da caizdir.
Çünkü yarar mal mesabesindedir ve onun değeri malın değerinin üstünde olmaz.
3192- Müslüman esirin mal karşılığı kurtarılması caiz ' ise hizmet karşılığı kurtarılması evleviyetle caiz olur. Sonra, kadın için onlardan korku yoktur. Çünkü onların dinindendir. İnancında sebat edip müslümanlar arasında da dinine bağlı kaldığı için ona ikram edip fidye ile kurtarmayı arzu ederler. Kadının verilip verilmemesi konusunda rızasının mevcut olması veya olmaması önemli değildir.
Çünkü cariye olup kendisi hakkında yetkili değildir.
3193- Kadının efendisi fidye olarak verilmesini tasvip etmezse, o zaman devlet başkanının onu fidye olarak vermemesi gerekir. Düşmanın müslüman esiri öldürmesinden korksa bile kadını bu durumda fidye olarak veremez.
Çünkü sahibinin mülkünden karşılıklı veya karşılıksız olarak artık çıkması mümkün olmayacak şekilde onun mülkü olmuştur. Efendisinin mülkü olarak devam ettikçe onun rızası olmadan fidye olarak verilmesi caiz olmaz Efendisi satış şeklinde olmaksızın beytulmaldan kıymetinin kendisine bedel olarak verilmesini isterse devlet başkanı verebilir
Çünkü müslüman esiri mü si umanların bey tulm alından fidye vererek kurtarması gerekir. Burada vermesi de o anlamdadır. Çünkü esirin kurtulması için malı düşmana vermesiyle cariyenin sahibine bu amaçla verilmesi arasında fark yoktur.
3194- Verilen bu mal cariyenin mülkiyeti yerine ivaz (bedel) olmaz. Çünkü efendisinin mülkiyetinden başka mülkiyete geçmeye müsait değildir. Verilen mal sadece efendisine yapacağı hizmetin ivazı (bedeli)dir. Cariyenin sahibi ümmülveled ve ölümle hür olacak (müdebber) cariyenin hizmetleri karşılığında ivaz (bedel) alabilir. Fidye olarak düşmana verildikten sonra müslümanlar onlardan bir daha alacak olursa efendisine geri verirler. Çünkü kadında mülkü hala devam etmektedir. Kadın kendisine geri verildiğinde ivaz olarak aldığı mal da kendisinin (efendinin) olur.
Çünkü düşman elinde olduğu süre için yapacağı hizmet karşılığında ivaz almıştır. Kadın kendisine verilse bile o süre içindeki hizmet kendisine geri gelmemiştir.
3195- Sahibinin kadını vermeyi red eetmesini ve ancak satın alındığı taktirde vereceğini söylemesini uygun görmüyorum.
Çünkü azat olma hakkım kazandığı için satılmayı kabul etmiyecek bir duruma gelmiştir.
3196- Ondan zorla alıp fidye olarak verecek olurlarsa devlet başkanı onun kıymetini beytulmaldan kendisine öder. Ölümle hür olacağı söylenen cariye hakkında İmamların görüşü budur. Çünkü onun üzerinde maliyet devam etmektedir. Hatta gaspedilecek olursa onun için tazminat ödenir. Gördüğü bir maslahat için devlet başkanı onu efendisinin rızası olmadan aldığı zaman da durum böyledir. Ama ümmüveled hakkında bu sadece iki İmamın görüşüdür.
Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise ümümüveled gaspedildiği taktirde onun İçin tazminat Ödenmez. Onun için devlet başkanı sahibine beytulmaldan tazminat ödemez. Üç İmamın da görüşünün bu olduğu söylenir.
Çünkü ona vereceği tazminat şahsı için değil, hizmetinin karşılığı (ivazı) olarak verilmektedir. Sanki efendisi kıymeti verilerek kendisinden alınmasına razı olmuş gibi olur. Fakat birinci görüş daha doğrudur. Nitekim tekrar müslümanla-rın eline geçecek olursa efendisine geri verileceği belirtilmiştir. Devlet başkanı da daha önce efendisinin aldığı kıymeti (ücreti) alır ve beytulmala geri verir. Ama yukarıda belirtildiği gibi efendisinden aldığı ivaz, hizmetinin karşılığı verilen bir ücret ise ondan geri alınmaz. Devlet başkanının efendisinden kadını zorla almasını tasvip etmiyorum, denilmiştir. Halbuki bu durumda verilen ücret hizmetinin karşılığı (ivazı) olsaydı devlet başkanı göreceği maslahat sebebiyle efendisinenin rızası olmadan da onu alabilirdi.
3197- Cariye, kınne (alınıp satılması caiz olmayan) olup mesele aynı ise, devlet başkanının adaletli bir şekilde onun kıymetini takdir edip efendisine ödemesi ve müslümanın kurtulması için onu fidye olarak vermesinde sakınca olmaz.
Çünkü efendisinin onun fiyde olarak verilmesini kabul etmemesi müs-lümanlara büyük bir zarar verir.
3198- Büyük zararın bulunması halinde devlet başkanı kişinin malını sattırabilir. İki İmama göre ise, bu açık bir şeydir. Çünkü alacaklının zararını önlemek için borçlunun tasarruf yetkikisini kaldırır (hacr altına alır) ve malını satar. Ebu Hanife'ye göre de böyledir. Müslümanlara büyük zarar sözkonusu olması halinde hacr uygulanabileceğini söyler. Efendisinin mülkü olan cariyeyi devlet başkanının satma yetkisi olduğuna göre, cariyeyi satıp parasını efendisine vermesi ile kıymetini takdir edip sahibine verdikten sonra cariyeyi de fidye olarak vermesi arasında fark yoktur.
3199- Bu uygulamadan sonra kadın tekrar müslüman-ların eline geçecek olursa, artık efendisinin üzerinde hakkı olmaz.
Çünkü devlet başkam satınca efendisinin mülkü olmaktan çıkmıştır. Zaten devlet başkanının satışı kesinleşmiş ve uygulama yapılmıştır.
3200- Cariye sözleşmeli (azat olmak üzere efendisi ile mal karşılığında sözleşme imzalamış) ise kendisinin ve efendisinin rızası olmadan fidye olarak verilmesini uygun görmüyorum.
Çünkü efendisinin mülkiyeti hala üzerinde devam etmektedir. Sözleşme sebebiyle kendisi ve yararlan hakkında cariye daha çok söz sahibi olmuştur. Onun İçin fidye verilecekse hem cariyenin, hem efendisinin rızası lazımdır.
3201- Devlet başkanı cariyeyi zorla alıp fidye olarak verirse, efendisinin devlet başkanından alacağı olmaz.
Çünkü sözleşmeli cariyenin gaspedilmesi halinde tazminatı olmaz. Tıpkı hür kadın gibidir. Gaspedilmesi halinde tazminatın gerekli olması sözleşmelinin yetkisinin kalkması demektir.
3202- Zaten efendinin onun kazancında ve sağliyacağı yararlarda hakkı kalmamışır. Devlet başkanının onu zorla almasıyla efendinin mülkiyeti kaybolmaz. Müslümanlar onu tekrar alacak olursa kendisine geri verirler ve sözleşmeli olarak devam eder.
3203- Sözleşme bedelini (öngörülen ücreti) cariye ödeyerek azat olmuş veya efendisi azat etmişse, fidye olarak verilmesi durumunda sadece onun rızası gerekir.
Çünkü efendisinin üzerinde mülkiyeti kalmamıştır. Azat olduğu için de zimmî hür bir kişi olmuştur. Çünkü daruîslam halkındandır.
3205- Hür olduktan sonra onun rızası olmadan fidye olarak verilmesi caiz olmaz. Tıpkı zimmet ehlinden hür ve asil bir kadın gibi yahut hür asil bir erkek gibidir. Hür asi olan bu erkek karşılığında müslüman esirin kurtarılmasını istiyecek olurlarsa, devlet başkanı bu kişinin rızası olmadan onların bu isteğini kabul etmesi caiz olmaz. Hür ve köle müslüman kişilerin hem kendilerinin hemde efendilerin rızalan olsun veya olmasın müslüman esirlerin kurtarılması için fidye olarak verilmesi caiz olamaz.
Çünkü verilecek müslümanm öldürülme tehlikesi ellerindeki müslümanın öldürülme tehlikesi gibidir. Ama zimmî böyle değildir. Çünkü zimmînin inancı onların inancı gibidir. Bununla beraber zimmîyi öldürmeyeceklerinden emin olmadıkça fidye olarak verilmesine razı olmaz.
3205- Eman aı^rak darulîslama giren bir kişi karşılığında esirin serbest bırakılmasını düşman isterse ama e-man altındaki kişi bunu istemeyip beni onlara verecek olursanız öldürürler derse düşmana fidye olarak vermemiz doğru olmaz. Çünkü bizim taraftan eman altındadır. Tıpkı fidye olarak verilmeyi istemiyen zimmî kişi gibidir. Nitekim onu düşmana vermekle öldürülmeye maruz bırakmış oluruz. Halbuki müslümana, zimmî ve eman altında bulunan kişilere zulmetmek haramdır.
3206- Fakat düşmanın razı olması halinde eman altında buluna kişiye istersen memleketine git istersen istediğin başka ülkeye git, deriz.
Çünkü müslüman esirin öldürülmesinden endişe duymazsa bile eman altında bulunan kişi hakkmda devlet başkanının bu şekilde tasarruf yetkisi vardır. Nitekim müslüman esir hakkmda endişe edilirse darullslamda uzun süre kalan bu kişiye ülkeyi terketmesi söylenir. Bu durumda kendisine Öyle demek caiz olursa düşmanın kendisine karşılık müslüman esiri erbest bırakmaya razı olması halinde devlet başkanının ona çıkıp gitmesini söyleme yetkisi evleviyetle olur.
3207- Düşman, müslümanlardan onu kendilerine teslim etmelerini ister ve teslim etmedikleri taktirde savaşacağını söylerse ve müslümanların da onlara karşı koyacak güçleri yoksa, müslümanlar yine de onu düşmana teslim etmemelidir.
Çünkü eman ahdine hiyanet olur. Bunun da ruhsatı yoktur. Tıpkı ya gelirsiniz yahut sizinle savaşırız, demeleri mesabesinde olur. Ama ona "Müslümanların ülkesinden çık ve istediğin yere git' diyebilirler. Şu tarihe kadar İslam ülkesinden çık yoksa seni onlara teslim ederiz, deyince, o da olur, diyebilir.
3208- Buna rağmen çıkıp gitmezse, onlara teslim edilmeyi kabul ederse verilmesinde sakınca olmaz. Ama onlara teslim edilmeyi istemezse onlara teslim etmemiz doğru olmaz.
Çünkü emin olacağı yere gidinceye kadar bizde eman altındadır. Tanınan sürenin bitimine kadar darulİslamda kalması onlara verilmesine razı olduğunun delilidir, bunu açıkça razı olmuş olarak kabul etmek gerekir. Tıpkı devlet başkanının eman altında olan kişiye "şu tarihe kadar gitmezsen seni zimmet ehli sayarım" demesi ve gitmediği için buna razı olduğu kabul edilerek zimmet ehli yapılması gibi olmaz mı? diye sorulursa, şöyle deriz:
Bu böyledir, ama bu ihtimal derecesinde bir delil olup düşmana geri verilmesine razı olduğunu açıkça belirtmedikçe bu ihtimal delili ile onlara geri verilmesi ve emanının ihlal edilmesi caiz olmaz. Zimmî olması ise şüphe ile beraber sabit olmuş bir hükümdür. Böyle durumlarda ihtimal delilinin kullanılması caiz olur.
3209- Düşman memleketinde hükümdardan kaçıp bir kaleye sığınmış düşmandan bir kişi müslümanlara zimmet ehlinden olmak üzere kendisiyle barış yapmak istese, düşmanlar da bize 'Böyle yaparsanız sizinle savaşır ve esirlerinizi öldürürüz" derse, bakılır; Müslümanların onlara karşı koyacak güçleri varsa devlet başkanı onun bu isteğini kabul eder ve düşmanın söylediklerine iltifat etmez. Çünkü İslamın hükümlerine boyun eğme bakımından zimmilik, dünya hayatında îslamdan sonra gelir (halefidir).
3210- İslama girmeyi arzu eder ve bunun kendisinden kabul edileceğinden şüphe etmezse yahut zimmet ehli olmayı kabul ederse isteği kabul edilir. Ama düşmana karşı müslümanların gücü olmayıp onların zararlarından endişe ederse onun bu isteğini kabul etmemelerinde sakınca olmaz. Nitekim adam müslüman olacak olursa müslümanların düşmana karşı gücü bulunmasa ve onlardan endişe içinde olsalar bile, onu desteklemeleri gerekir. Zimmet ehli olmayı ister ve müslümanların da düşmana karşı koyacak güçleri varsa, müslümanların bu isteğini kabul edip ona destek olmaları gerekir.
Çünkü esirlerinin öldürülmesinden korktuklarından bu isteğini kabul etmelerinde sakınca olmaz. Nitekim müslümanlar esirleri için endişe duysalar bile adamın müslüman olması halinde kendisine yardım etmeleri gerekir. Zaten müslümanlar esirleri hakkında endişe duysalar bile düşmana karşı savaşı ter-kedemezler. Aynı şekilde bu endişe ile zimmî olmak istiyen bir kişinin zimmet isteği red edilmez.
3211- Onun zimmet ehli olma isteğini kabul etmezseniz esirlerinizi serbest bırakırız derlerse, devlet başkanının bu isteklerini kabul etmesi lazımdır.
Çünkü darulislamı savunacak mücahitler olmaları ve müslüman esirleri kurtarmaları, bu kişinin zimmet ehli olmasından daha iyidir.
3212- Devlet başkanı düşmanın bu isteğini kabul eder ve onlar da müslüman esirleri serbest bırakırsa, ondan sonra muhasara altında bulunan sözkonusu kişiyi düşmariıfı ele geçirmesi mümkün olmayıp adam müslümanlara zimmet ehli olmak istediğini söylerse, onun bu isteğini kabul etmemiz gerekir. Çünkü belirttiğimiz gibi zimmîlik dünyada İslam ahkamına boyun eğmek bakımından İsla-mın halefidir. Düşman "bu, aramızdaki söyleşmeye aykırıdır, verdiğiniz söze bağlı kalmamaktır" derse söylediklerine iltifat edilmez. Çünkü biz onların ne canlarına ne mallarına dokunuyoruz. Sadece kuşatma altında bulunan bu kişi onlara karşı kendini korumaktadır. Şarta bağlı olarak onun zimmet ehli olma İsteğini red etmemiz gerekmez.
3213- Muhasara altında tutulan kişi müslümanlara "size zimmet ehli olmam, ama memleketinize gelmek için bana eman verin" derse, düşman da "ona eman verirseniz esirlerinizi öldürürüz" derse, devlet başkanı bakar. Kuşatma altında tutulan kişinin istediği müslümanlar için daha yararlı ise, isteğini kabul eder, ama yaarları yoksa, bu isteğini kabul etmez. Çünkü devletbaşkam müslümanlarınçıkaniçin vardır. Eman vermek de prensip olarak müslümanlann yaran için yapılır. Müslümanlann zararına olacak emani devlet başkanı kabul etmemelidir.
Kuşatma altmdakikişi "Müslüman olayım ve yanınıza geleyim" derse, düşman da müslümanlara "Bunu kabul ederseniz, sizinle savşırız, esirlerinizi öldürürüz" derse, onlara karşı yeterli güçleri olsun veya olmasın müslümanlann o kişinin isteğini kabul etmesi gerekir. Düşmana karşı güçlerinin olmadığı bir zamanda müslümanlar zimmet ehli omak isteyen bir kişinin durumunun ne olacağı konusunda ashabımızın çoğu bu mesele ile yukarıdaki mesele arasında gerçekte bir farkın olmadığını söylerler. Çünkü iki durumda da ona yardım etmemiz gerekir.
3215- Müslümanların yardım edecek güçleri olduğu zaman yardım etmeleri gerekir, ama güçleri yoksa o zaman üzerlerine vacip olmaz.
Çünkü müslüman olduktan sonra kuşatma altında tutulan sözkonusu kişinin durumu, düşmanın elindeki müslüman esirlerin durumundan daha iyi değildir. Düşmana karşı savaşacak kuvvete sahip olduğumuz taktirde esirleri desteklememiz ve kurtarılmaları için savaşmamız gerekmektedir. Ama böyle bir kuvvet yoksa o zaman vacip olmaz. Bu da onun gibidir. Adamın müslümanlığı sahih olmakla beraber zimmet akdi ancak müslümanlann kabul etmesiyle gerçekleşir. Fakat düşmana karşı koyacak güçleri olmazsa o zaman isteğini kabul etmeleri gerekmez. İmam Muhammed ise söylediklerimiz arasındaki farkı belirterek müslümanlar verilerek esirlerin kurtarılmasının hiç bir şekilde caiz olmadığını, fidye verilecek müslümanlann buna razı olup olmamalannm durumu değiştirmiyeceği ama zimmet ehli fidye verilerek esirlerin kurtanlmasmın caiz olduğunu söyler.
Burada da müslümanlan savunacak güçleri bulunmadığı taktirde sözkonusu kişinin zimmet ehli olma isteğini müslümanlar kabul etmiyebilirler. Ama aynı gerekçe ile onun müslüman olmasını ve müslümanlığından dolayı kendisine yardım edilmesini kabul etmemeleri caiz olmaz.
3216- Düşmandan esir düşmüş yaşlı kadım mal karşılığında serbest bırakmak caizdir.
Çünkü artık ne nesil sahibi olması umulur ne de müslümanlara karşı savaşmasından korkulur. Onun için mal karşılığında serbast bırakılması şu anda veya gelecekte düşmanı müslümanlara karşı güçlendirme anlamına gelmez.
3217- Müslümanların mala ihtiyaçlarının olması halinde İmam Muhammedin esirlerin ma! karşılığında serbest bırakılmasını caiz gördüğünü belirtmiştik.
Çünkü durum zaruret durumudur. Nitekim zaruretin olması halinde düşmana silah satmak da caiz olduğu gibi, esirlerini mal karşlıhğında serbest bırakmak da caiz olur. Ama alimlerimizin çoğu mala ihtiyaç sebebiyle bunun caiz olmadığı görüşündedir. Çünkü mal karşılığında Allah'ın hakkı olan öldürme terkedilmiş olmaktadır. Tıpkı dinden dönen ve recm cezası olan kişilerin öldürül-meyip mal ile salıverilmesinin caiz olmadığı gibi. Sonra bu düşmana müslümanlann mal için cihad ettiklerini göstermek olur ki caiz değildir.
3218- Devlet başkanı kadın ve çocukları esir alıp da-rulîslama getirse, daha sonra oğulları ve babaları eman alıp onların yanına gelerek "Bunları sizden satın almak istiyoruz" derse, onlara ganimetin taksiminden önce veya sonra mal karşılığında satması doğru olmaz. Zaruret halinde mal ile satılmalarının caiz olması da yukarıda belirtildiği gibi sadece İmam Muhammed'in görüşüdür. Hanefi alimlerinin çoğuna göre mal karşılığında onları satmak caiz olmaz.
Çünkü esirlerin mal ile mübadelesi demektir. Bu konuda satma ile fidye alarak mal ile salma aynıdır.
3219- Ama "onları satın alırız, azat eder memleketinizde bırakırız" derlerse, bunun kabul edilmesinde sakınca olmaz.
Çünkü onların darulharbe geri verilmeleri düşmanın müslümanlara karşı değişik yollardan güçlendirilmesi demektir. Ama daruIİslamda bırakmaları halinde bu durum sözkonusu olmaz.
3220- Payına düştükleri adamın onları azat etmesi caiz olduğu gibi, zimmet ehli veya eman altındaki kişilerden azat edecek kişilere satması da caizdir. Düşman, müslüman esirleri getirip falan filan esirlerle mübadale etmek istiyoruz derse, söyledikleri esirler de komutanın ve müs-lümanalarm yanında değilse ama onlara istedikleri düşman esirleri kendilerine göndereceklerine dair söz verse, onlar da müslümanların sözüne güven duyup müslüman esirleri serbest bıraksa, müslümanların darulislama girdiklerinde onlara verdikleri sözü tutmaları müstehap olur.
Çünkü buna söz vermişlerdir, Müslümanlar verdikleri sözlere bağlı kalır-îar. Yine şart koşulan şeyi yerine getirmedikleri taktirde düşman böyle bir meselede müslümanlara bir daha güvenmez ve belki de müsİümanlar zarar görür.
Söyledikleri esirleri göndermiyecek olurlarsa sakıncası olmaz.
Çünkü maksat müslüman esirleri kurtarmaktır. Bu da gerçekleşmiştir. Müslüman esirleri alıkoymaları zaten onlara yaptıkları bir zulümdür. Zulüm mukabili bir şart altına girecek olurlarsa onu yerine getirmek gerekmez.
3221- Ancak müslüman esirler arasında köleler varsa ve koşulan şartı yerine getirmek isterlerse onlara bu kölelerin kıymetlerini göndermeleri gerekir.
Çünkü düşman onları ihraz etmiş ve malik olmuştur. O şartla bize teslim edecekleri malları hakkında kendilerine eman vermişizdir. Ama köleler müslüman oldukları için onları kendilerine geri göndermek mümkün olmamıştır. Onun için kıymetlerinin gönderilmesi lazımdır. Ama hür olan esirler böyle değildir. Çünkü esir etmekle onlara malik olmamışlardır.
3222- Kölelerin efendisi gelip onları almak isterse, müslümanların onlara gönderdikleri kıymetleri vererek alabilir. Bunu kabul etmezse köleleri müslümanların kölesi olur.
Çünkü onların kıymetleri beytulmaldan ödenmiştir. Sanki müsİümanlar onunla köleleri beytulmal için satın almışlardır.
3223- Müslümanlar düşmandan müslüman olan bir köleyi fidye verip kurtardıkları taktirde Ebu Hanife'nin görüşüne göre onu satın alıp teslim aldıkları anda köle hür olur. Düşmana kölenin kıymeti beytulmaldan verilir.
Çünkü köle müslüman olunca, düşman sahiplerinin mülkiyetinden kurtulmuş olur.
3224- Bu gerçekleştiği zaman, kölenin hürriyeti düşman olan sahibinin mülkiyetini yok eder. Tıpkı darulislama mülteci olarak girmiş olması gibi. Ancak bunun gerçekleşmesi, satın alma ve teslim almanın ikisiyledir.
Çünkü düşman sahibinin mülkiyeti, teslim edilmesiyle yok olur. Bu da es-Siyeru's-Sağir'de belirttiğimiz ve düşman kişinin müslüman olan kölesini da-
rulharpte başka bir düşmana satması olayına benzemektedir. Ama darulİslamdan esir alman köle'böyle değildir. Çünkü onun üzerindeki efendisinin hakkı zail olmamaktadır. Bu hak zail olmadığı için azat olduğuna hükmedilmez. Ama düşman kölelerinden müslüman olanlar için aynısı sabit olmaz.Yani düşmanın köleleri müsİümanlar tarafından zaptedildiği zaman onlar üzerindeki eski mülkiyet ortadan kalkar.
3225- İmam Muhammed'in görüşüne göre ikisi aynıdır. Çünkü satın alma ve teslim alma mülkiyetin sabit olması için sebeptir. Mülkiyeti iptal etmesi caiz değildir. Ama sığınmacı olarak darulislama geldiği taktirde durumu değişik olur.
Çünkü galibiyet yolu ile onu temellük etmenin sebebidir. Köle efendisine karşı kendine malik olursa, yani mülkiyet kendine geçerse azat olmuş olur. Onun için darulislama eman ile çıkacak olursa, azat olmaz. Aksine satılır ve gelip is-tiyecek olursa parası efendisine geri verilir. Çünkü darulislama gelmesi sığınmak amacıyla değildir. Onun için bununla efendisine karşı bağımsız olmaz.
3226- Düşmanın elinde bulunan müslüman esirler hür olup sahipleri onları satmayı red ederse, başkanın, kölelerin kıymetini belirleyip beytulmaldan onlara vererek satmaya mecbur etmesinde bir sakınca olmaz. Çünkü başkanın ellerindeki müslüman esirleri kurtarma mecburiyeti vardır. Onların kıymetini vererek almadıkları taktirde müslümanlara genel bir zarar gelmektedir.
Böyle bir durumda devlet başkanının mal sahibinin malına el koyup hacir uygulayabileceğini belirtmiştik
3227- Köleler efendilerin ölümü ile hür olacak veya cariye olup ümmülveled olmuş kişiler ise ve efendileri de kıymetlerini almayı kabul etmezse yahut köleler müslüman olmuşsa, devlet başkanı esirlerin kendilerinden alındığı düşman kişilere geri vermelerinin mümkün olmadığı, isterlerse kıymetlerini verebileceğini bildirir.
Çünkü devlet başkanı onlara köleleri vereceğini şart koşmuştur. Ancak bunlar müslümanların köleleri olunca geri vermesi mümkün olmaz, yerine kıymetlerini verir.. Onlara kıymetlerini vermesinin sebebi de gelecekte müslümanlar hakkında güven duymaları ve şartımıza bağlı olduğumuzu bilmeleridir. Bu maksat da ancak razı olmaları halinde gerçekleşir. Onun için bu konuda rızaları şart koşulmuştur. Razı olurlarsa onlara kıymetlerini verir, olmazlarsa alacakları olmaz. Çünkü razı olmadan sözkonusu malı onlara gönderecek olursa, o mal kaybedilmiş olur ve maksat da gerçekleşmez.
3228- Darulharpte müslümanların karargahından bir müslüman düşmandan çok güçlü birini yenip zaptetse ve güçlü kafir ona fidye olarak "sana yüz dinar vereyim beni şerbet bırak" derse, devlet başkanının izni olmadan müslümanların bunu kabul etmesi doğru olmaz.
Çünkü zaptedilen kişi esir olmuştur ve esirler hakkında devlet başkanının görüşü önemlidir. Karargâhtaki müslümanlann devlet başkanının yetkilerine müdahale hakkı yoktur.
3229- Müslüman asker ona bu uygulamayı yapar ve kendisi de yüz dinarı verirse, müslümanın parayı alması ve onu serbest bırakmaması gerekir.
Çünkü onun yanındaki dinarlar zaten onunla beraber zaptedilmiştir. Ganimetin bazısını diğer bazısı için fidye olarak alması caiz değildir. Yapacağı şey, onu ve aldığı parayı devlet başkanına getirmektir
3230- Paralar alınan kişinin yanında olmayıp düşmanın elinde bulunan bir kaleye gidip oradan borç veya hibe olarak getirirse, müslümanlar için en iyi yol, dinarları kendisine verdiği kişiye geri vermeleridir. Paralar isterse güçlü kafirin malından olsun, isterse başkasının malından olsun değişmez.
Çünkü bu dinarlar güçlü kafirin zaptedilmesiyle zaptedilmiş değildir. Zira onunla beraber değildi. Müslümanların eline geçmesi ancak barış yapılarak verilen emanla olmuştur .Belirttiğimiz gibi güçlü kafiri serbest bırakıp devlet başkanının görüşünü müslümanın çiğnemesi doğru değildir.
3231- Parayı ve güçlü kafiri birlikte getirmesi mümkün olmazsa paraları geri verip güçlü adamı devlet başkanına getirmesi lazımdır. Halbuki yukarıdaki durumda böyle değildi. Çünkü orada adamı da parayı da kuvvetle ve ga-libiyetle almıştı, ikisini şer'an getirme imkanına sahiptir. Parayı alıp güçlü kafiri serbest bıraktıktan sonra paraları getirip devlet başkanına durumu anlatacak olursa, geleçekte böyle bir şeyi yapmayı devlet başkanının ona yasaklaması lazımdır. Ancak ilk seferde onu cezalandirmama-Iıdır. Çünkü bunu bilmediği için yapmış olup Rasıilul-lahın" Bilmeden yapanları mazur görünüz" sözü ile amel eder. Dinarları alıp ganimete katar. Çünkü müslüman-ların gücü ve galibiyeti ile alınmıştır.
3232- Başka bir asker bu güçlü kafiri zapteder ve bir süre sonra onu darulislama çıkarırsa, daha Önceki askerler "Bizim daha çok almaya hakkımız vardır, çünkü arkadaşımız onu daha önce zaptetmiş ve serbest bırakmıştı" derse, onların söylediğine itibar edilmez.
Çünkü ihrazdan önce alınmış olan şeyde hak kesinlik kazanmaz. İhraz edilmesi de birinci asker tarafından değil, ikincisi tarafından olmuştur.
3233- Güçlü kafir kişi ikinci askere "Beni alamazsınız, çünkü arkadaşınız daha önce bana eman verip serbest bıraktı "derse sözüne itibar edilmez. Çünkü gideceği yere emniyet içinde gitmiştir ve ilk defa zapteden kişinin kendisine verdiği eman sona ermiştir.
Nitekim devlet başkam da fidye olarak onun karşılığında müslüman esirleri kurtardıktan sonra serbest bırakmış yahut emin olacağı yere kadar göndermek için kendisinden fidye olarak mal almayı kabul edip göndermiş, daha sonra müslüman askerler kendisini zaptetmişse adam fey olur. Çünkü devlet başkam fidye karşılığında emin olacağı yere kadar gitmesi konusunda kendisi İle antlaşma yapmıştır. Yoksa damlharpte emin olması konusunda antlaşma yapmamıştır. Memleketine varıncaya kadar müslümanlann emanı altındadır. Ama memleketine vardıktan sonra artık müslümanların emanı diye bir şey kalmaz. Memleketine varmadan önce müslümanlar onu alıp getirmişlerse devlet başkanı serbest olup isterse yüz dinar karşılığında antlaşmayı devam ettirir ve serbest bırakır, gerçi esiri mal karşılığı serbest bırakma olduğu için bunu tasvip etmiyorum, isterse kendisi fey sayar ve dinarları kale sahiplerine geri verir. Çünkü emin olacağı yere varıncaya kadar ki durumu barış antlaşması yapıldığı zamanki durumu gibidir. Devlet başkanı onun barış zamanındaki durumunu biliyorsa, belirttiğimiz gibi onun hakkında karar vermede serbest olur. Bu da onun gibidir.
En iyi Allah bilir.[48]
3234- Müslümanlardan veya zimmet ehlinden hür biri esir olup düşman ülkesinde bulunan müslüman veya zimmet ehlinden eman altında olan birine "Fidye ile beni düşmandan kurtar" yahut "Beni onlardan satın al" derse, o da bunu yapar ve kendisini darulislama çıkarırsa, kurtarılan kişi hür olur.
Çünkü onun emri ile yapılan iş emredenin kendi kendine yaptığı iş gibidir. Çünkü hür olan kişi esir düşmekle yahut satın alınmakla başkasının mülkü olmaz. Kurtarmak için verilen mal ise emreden kişinin üzerine borçtur. Çünkü verdiği mal ile hükmen onu ihya etmiştir.Tıpki kısas cezasını hak eden bir kimsenin kısas hakkına sahip kişilerle vereceği mal üzerinde anlaşması için birine emretmesi gibidir. Adamın vereceği mal, kısas cezasını hak eden kişi üzerine borç olur.
3235- Fidye ile kurtarılmasını istemesi ihtimalli bir şeydir. Fidye esir için verilen bir sadaka olabilir yahut esire verilen bir borç şeklinde olabilir. Mutlak olarak kullanıldığı, yani ne suretle verildiği belirtilmediği zaman iki ihtimalden en hafif olanı sabit olur. Yani verilen malın e-sir üzerine borç sayılması ve ek yapılmadan diyet miktarı kadar olan kısmın daha sonra esir tarafından veren kişiye ödenmesi gerekir.
3236- Fidye olarak verdiği mal diyet miktarından fazla ise veren kişiye diyet miktarı kadar olanı geri öder. Diyet miktarından fazlasını Ödemez. Ama Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise diyet miktarından az veya çok verdiği bütün malı veren adama ödemesi gerektiği söylenmiştir.
Çünkü vekaletlerde emrin mutlakliğı gözönünde bulundurulur.
3237- En doğrusu, bu görüş üç İmamın da görüşüdür.
Çünkü bu, şekil ve mana bakımından mübadele için yapılan bir vekalet değildir. Satın almak için yapılan bir vekalet ise de mübadele için değildir. Ebu Ha-nife satın almak için vekil tayin etme hususunda iki İmam gibi düşünür ve mutlak olarak kullanılması halinde satın almada verilen miktarın tümünün ödeneceğini belirtir. Hür kişinin kıymeti de diyeti kadardır. Fidye verip kurtarırken kişi, kurtarılan kişiden diyeti kadarını alma hakkına sahip olur, diyetinden fazlasını alamaz. Fidye olarak diyetinden fazlasını vermesi durumunda diyet miktarından fazlası onun için teberru edilmiş kabul edilir. Onun için diyet miktan kadarını ona verir, fazlasını vermez. Bu akitle esirin emrini tuttuğuna göre esirin, verilen bütün malı ona Ödemesi gerekir. Ama onun emrine muhalefet etmişse o zaman esirin ona bir şey vermemesi gerekir. Tıpkı satın almak için vekil tayin edilen kişinin fahiş bir aldanma ile malı norma! fiyatından çok fazla fiyatla satın almasındaki gibi, diye itiraz edilirse, şöyle deriz:
Mübadale şeklinde bu akit ivazlı (karşılığının verilmesiyle) olması durumunda bu söylenenler doğru olabilir. Halbuki böyle değildir. Hür müslüman kişi bunun mahalli (konusu) değildir. Sadece emreden (esir) kişi emrettiği (diğer) kişiden diyet miktarını veya daha az miktan borç almış olup bunun da kurtarılması için harcanmasını istemiştir. Bu miktan adam esire borç vermiş olur. Bundan fazla olan kısmı ise esir için teberru etmiş (bağışlamış) sayılır. Onun için esir borç aldığı miktarı kendisine öder, teberru ettiği miktarı ödemez.
3238- Buna göre esir sözkonusu kişiye "bin dirhem fidye vererek beni kurtar" derse, ama adam bu kadarla düşmanı ikna edemediği için fazla ödemiş olsa esir ona sadece bin dirhemi öder.
Çünkü ödeme borçlanma hükmüne göredir. Bu sadece bin dirhem içindir. Halbuki satın alma böyle değildir. Çünkü satın almada vekil ona vekalet veren kişi gibidir. Verilmesini istiyen kişi verecek kişiye ancak verilmesini istediği kadarını öder. İhtilaf halinde fazlasının temliki gerçekleşmez. Onun için verilen fazla kısmı kendisine geri ödemez.
3239- Esir sözkonusu kişiye "uygun göreceğin miktarı fidye vererek beni onlardan kurtar" yahut "beni hangi miktarla kurtarabilirsen kurtar" derse, fidye olarak verilen az veya çok bütün malı adama ödemesi gerekir.
Çünkü vekil tayin ederken verilecek miktar için sınır belirtmemiştir. Fidye veren adam da az veya çok verdiği bütün şeylerde onun emrini tutmuş olmaktadır.
3240- Esir düşen kişi sözleşmeli bir köle olup sözkonusu kişiye mal karşılığında kurtarmasını emretmesi caiz olur ve sözleşmeli köleyi mal vererek hemen kurtarır.
Çünkü mal vererek kurtarması, hükmen onu ihya etmesi demektir.
3241- Nitekim borcu olan kısas için maktu! tarafıyla barış yapsa yahut bunun için başkasına barış yapmasını emretse, bunun bedelini hemen verir. Zaten kendi ihtiyacı açısından sözleşmeli köle kazandığı maldan öncelikle kendisi yararlanır. Nafakasında olduğu gibi, bu konuda hür kişi gibidir.
3242- Verilen fidye miktarını sahibine ödemekten aciz kalırsa tekrar köle yapılır ve fidye miktarı için satılır. Çünkü efendisi üzerine borç olan bir haktır. Bu miktarı köle ödeyemediği taktirde satılır. Ama efendisi ödeyecek olursa o zaman borç ödenmiş olur.
3243- Burada sözleşmeli kölenin kıymeti hür kişinin diyeti kadardır.
Çünkü kendinin bedeli kıymetidir. İşlemiş olduğu cinayette bu açığa çıkmaktadır. Ancak aradaki fark şudur: Diyetin miktan nas ile belirlenmiştir.
Az veya çok bunun üstündeki ziyadelikten sorumlu olmaz. Kıymet ise tahmin ve takdir ile bilinir. Kıymetinden fazla verip insanların normalde aldanmış sayılacağı miktar kadar ödemişse o zaman bütün verdiklerini kendisi öder. Çünkü burada ziyadelik kesin değildir. Ama ziyadelik insanların aldanmış sayılamayacağı kadar bir şey ise o zaman durum değişir.
3244- Sözleşmeli köle sözkonusu adama '"Beni onlardan beş yüz vererek kurtar" derse ve kendisinin kıymeti bin dirhem ise adam bin veya daha fazla dirhem vererek kurtarırsa, köleye sadece beşyüz dirhem geri verir.
Çünkü kendisinden miktarı belirli bir mal borçlanmıştır. Fidye vererek kurtaran adam da ancak bu kadarını borç vermiş sayılır. Bundan fazla verdiğini de teberru etmiş (bağışlamış) olur. Borç alınacak miktar belirlenmediği taktirde kıymet nazarı itibara alınır. Ama borç miktarı belirtilmemişse o zaman kıymete itibar edilmez.
3245- Kölenin kıymeti bin olduğu halde sözkonusu adama "Beni onlardan beşbin vererek kurtar" derse, Ebu Hanife'nin görüşüne göre bu miktarın tümü sözleşmeli kölenin sözleşmesindeki miktara ilave edilir. İmam Mu-hammed'e göre ise fazla olmadan önce bu adama kıymeti kadarını öder. Kıymetinden fazlasını ise azat olduktan sonra ondan ister. Bu da meşhur prensibe göre olup Ebu Hanife'ye göre sözleşmeli ve izin verilen kişinin alış verişte fahiş şekilde aldanması hür kişinin aldanması gibidir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise sözleşmeli ve izin verilen kişiler fahiş aldanma ile alış veriş yapma yetkisine sahip değildir. Ebu Hanife'ye göre fidye vererek kurtarmayı emretmede de köle hür kişi mesabesinde olup belirtilen miktarın tümünü veren adama Öder. Çünkü o kadarını kendisinden borçlanmış olmaktadır. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre bu kişi hibe etme yetkisi bulunmadığı gibi fahiş taraftarlık yaparak satma yetkisine da sahip olmaz. Onun için kölelikte kıymeti kadar için olan emri sahih olur. Bundan fazlası için de hibe yahut bir kefaleti mesabesinde olur. Sözleşmeli köle azat oluncaya kadar kefalet tazminatı karşılığında alınmaz. Burada da köle azat oluncaya kadar fidyeyi veren kişi kıymetinden fazlasını vermez. Ama hür yahut sözleşmeli kişiyi kendi istekleri olmadan fidye vererek kurtarmışsa her biri daha önce olduğu gibidir. Ve fidye veren kişi onlara bir şey geri vermez. Çünkü esir düşmekle bunlar mülk olmuş sayılmaz ve fidye verip kurtaran kişinin verdiği miktar sadaka sayılır.
3246- Esir düşen kişi efendisinin ölümü ile azat olacak köle yahut ümmülveled ise ve bunlar tasarruf yetkisi olan yahut tasarruf yetkisi kısıtlanmış (hacredilmiş) bulunan kişiler ise ve mal vererek düşmandan kurtarmasını bir adama emretse, o da bir kişiden kıymeti kadarını veya daha fazlasını fidye vererek kurtarsa, kurtardığı bu kişileri efendilerine vermesi gerekir.
Çünkü ümmülveled ve efendisinin Ölümü ile azat olacak kişi esir olmakla mülk olmazlar.
3247- Azat oluncaya kadar fidyeden onlara bir şey vermez. İkisinin tasarruf yetkisi yoksa (hacr altında ise) o zaman durumlarında kapalılık olmaz.
Çünkü efendileri hakkında onların durumuna itibar edilmez.
3248- Fakat ikisinin tasarruf yetkisi varsa efendilerinin elinden çıkıp başka ele geçtiği için o yetki geçersiz olmuş olur. Kölenin kaçmasıyla iptal olacağı gibi.
Çünkü mal ile kişinin kurtarılması, kısasın yerine mal üzerinde anlaşma yapılması mesabesindedir. Bu konuda tasarruf yetkisi olan kişi ile hacr altında bulunan kişi aynı olup ancak azat olduktan sonra anlaşma yapılan miktar karşılığı alınırlar. Fidye de böyledir. Azat olursa fidyelerini veren adam onlara fidye miktarım verir. Ama normalde insanların aldanmış sayılacağı ve kıymetlerinden fazla bir miktar fidye vermişse o zaman fazla miktarı onlara geri vermez. Çünkü kendileri hakkında verdikleri emir, sözleşmeli kölenin emri gibidir. Mutlak olarak kullanılması halinde bu emrin kıymet ile takdir edileceğini belirtmiştik. Bu da onun gibidir.
3249- Darulharpte eman altında bulunan bu kişiye fidye verip ikisini kurtarması veya satın almasını efendileri emretmiş ve "ikisini fidye verip kurtar yahut satın al" derken "Benim için" dememişse, eman altındaki kişi onları kıymetleri kadarı ile yahut biraz fazlasıyla fidye verip kurtarmışsa efendileri bütün bunları öder.
Çünkü ikisi de efendilerinin mülkü olarak devam etmektedir. Efendinin mülkü olan bir şeyi fidye verip kurtarmasını emretmesi ondan mal borç alması demek olur. Hür kişinin kendisi için emretmesi mesabesindedir. Çünkü esir düştükten sonra fidye ile kurtulmak, kısasın uygulanması yerine mal üzerinde anlaşarak sulh yapmak mesabesindedir. Bunları benim için kurtar desin yahut demesin (yani kendisine izafe etsin veya etmesin) efendinin bunu emretmesi, ümmülveledi ve kendisininölümü ile azat olacak kölesi (müdebberi) hakkında muteberdir.
3250- Belirttiğimiz bu meselelerde emreden ile kendisine emredilen kişiler anlaşmazlığa düşecek olursa, mesela emreden kişi "Sana benim için bu kadar fidye vermeni emrettim" derken, emredilen kişi de "Hayır bundan daha fazlasını emrettin" derse, emreden kişinin dediği kabul edilir ve yemin ettirilir.
Çünkü emir ondan alınmaktadır. Emretme işini temelden inkar edecek olursa yine onun dediği kabul edilir. Aynı şekilde herhangi bir miktar için kabul ettiğinde de onun sözü olur.
3251- Emreden kişi "sana belirttiğim miktarı fidye verip kurtarmanı emretmiştim, ama sen bundan daha azını fidye verdin" derse, yine emreden kişinin dediği kabul edlir.
Çünkü emrettiği kişiden malı borç almaktadır. Kendisine borç olarak verdiği miktar hakkında aralarında ihtilaf çıkmıştır. Borç veren kişi borcunun daha fazla olduğunu idida etmektedir. Onun için bunu delille ispat etmesi gerekir. Borç alan kişi de fazlayı kabul etmemektedir. Onun için yemin ettirilerek onun dediği kabul edilir.
3252- Esir düşen sözleşmeli kölenin efendisi bir ada-ma "onu bana satın al yahut bir dirhem fidye vererek benim için kurtar " derse, yahut malımdan bin dirhem fidye vererek kurtar derse adam da böyle yaparsa, emreden kişiden fidye miktarını alır ve sözleşmeli köle üzerinde bir hakkı olmaz.
Çünkü sözleşmeli köle kendisine bir şey emretmiş değildir. Akdi veya malı kendisine izafe eden efendi (emreden kişi) o malı ödemeyi taahhüt etmiş olur.
Kadının mal karşlılığmda eşinden boşanmasında yahut kısasın uygulanması yerine mal üzerinde yapılan anlaşmada işi tezgahlıyan kişinin durumunda olduğu gibi. Bu kişi malı tazminat olarak öder. Bu da onun gibidir.
3253- "Benim için" yerine"Bin dirheme" deyip muamelelerde emreden ile emredilen kişiler ortak ise, cevap aynı olur.
Çünkü aralarındaki ortaklık bu ifade ile borçlanmanın meydana gelmesinde şahsına izafe etmesi mesabesinde olur veya ondan daha kuvvetlidir.
3254- Aralarında ortaklık yoksa, verdiği fidyeyi sadaka olarak vermiş olur.
Çünkü ona iyilik yapmanın yolunu göstermiş olmaktadır. Ona ne bir tazminat verir ne de bir şey söylemiş olur.
3255- Esir düşen kişi hür kadın veya erkek ise ve emreden kişi de kadının kocası yahut bir akrabası veya yabancı biri ise, akdin veya malın şahsına izafe edilmesi durumunda malı tazminat olarak öder. Malı şahsına izafe etmemesi durumunda ise bakılır. Esir düşen kişi onun ortağı ise cevap yine aynı olur. Ortağı değilse, ona sadece bir akıl vermiş olur ve kendisine hiçbir şey ödemez.
3256- Esir düşen kişi küçük çocuk olup babası bir adama "Fidye ile benim için kurtar" yahut "malımdan kurtar" dese, fidye vermesi emredilen kişi fidye miktarını babadan alır.
Çünkü ona bunu taahhüt etmiştir.
3257- İstihsana göre baba o malı çocuğun malından tahsil etmez. Kıyasa göre ise, üzerinde velayeti devam ettiği için tahsil eder, bu da kıyas gibidir.
İstihsana göre baba oğlunu bir kadınla evlendirse ve mehrini taahhüt edip malından öderse, oğlunun malından tahsil etmez. Kıyasa göre ise tahsil eder.
Çünkü cari olan adete göre babalar böyle şeyleri bağışlar ve geri almayı istemezler. Fidye olarak verilen mal da böyledir.
3258- Sözkonusu adama baba ölünceye kadar öde-mezse, o miktar bıraktığı miras üzerine borç olur. Çünkü onu vermeyi taahhüt etmiştir.
Varisler onu babanın bıraktığı mirastan mehir miktarı olarak öderler. Taahhüt edip ödemeden önce taahhüt ettiği miktar kadar ödenir. Şöyleki akrabalık yolu ile babanın oğlu için üstlendiği bir taahhüttür. Bu da taahhüt edilen şeyin teslim alınmasıyla gerçekleşir. Akrabalığı bir tarafa bırakıp taahhüdünü vefatından önce yerine getirmemiş olursa, oğlu için vasiyet olur. Halbuki varis olacak kişi için vasiyet olmaz.
3259- Baba sağlığında taahhüdünü yerine getirdiği zaman oğlundan tahsil edileceğini belirtmişse mehrinde de durumu aynı olur.
Çünkü örf ancak aksi belirtilmediği zaman muteber olur.
3260- Emrettiği kişiye "Fidye vererek kurtar" deyip "Benim için" demezse, bakılır; Emredilen kişi onun ortağı ise bu da yukarıdaki gibi olur.
Çünkü aralarındaki ortaklık kendisinden borç aldığının delili olup akdi kendine izafe etmesi mesabesindedir.Yani "bu işi benim için yap" demesi gibidir.
3261- Ama onun ortağı değilse, çocuğun fidyesini veren kişinin onu satması caiz olur. Babanın üzerinde bir hakkı olmaz.
Çünkü babanın emretmesi küçük çocuğu için caizdir. Çocuğun baliğ olması halinde emredilen kişiye emretmesi de bu şekildedir. Babadan da istemez. Çünkü çocuğun adına iş yapmış olur. Fidye verilmesi için emri mutlak olarak kullandığı için baba bir tazminat da ödemez. Küçük çocuğu için akdi babanın kabul etmesi halinde nikahın benzeri olan bir durumdur. Böyle bir durumda mehir babanın üzerine değil sadece çocuğun üzerine borç olur. Bu da onun gibidir.
3262- Esir düşen kişi fidye verip kendisini düşmandan kurtarması için bir adamı eman altındaki kişiye emretmesi için vekil tayin etmiş ise, vekil olan kişi eman altındaki kişiye "Fidye verip benim için onu düşmandan kurtar" yahut "Malımdan verip kurtar" derse, adam da böyle yapsa, fidye miktarını emredilen eman altındaki kişiye öder.
Çünkü akdi veya malı şahsına izafe etmekle esir olan kişi için malı üstlenmiş olur. Tıpkı ondan borç almış gibi olur. Ödenen miktarı ondan alır. Esir düşen kişiden alması sözkonusu olmaz. Çünkü ikisi arasında bir işlem olmamıştır. Sadece vekil tayin edilen kişi esir olan kişiden alır.
3263- "Benim için" dememesi durumunda da aynı olur. Ancak emredilen kişi vekil olan kişinin ortağıdır. Çünkü aralarında ortaklığın bulunması akdi yahut malı şahsına izafe etmesi mesabesindedir. Ama aralarında ortaklık yoksa emredilen kişinin vekil tayin edilen kişiden alacağı olmaz.
Çünkü o vekil, tayin eden kişi adına iş yapmaktadır. "Falan kişiyi fidye ile kurtar" demesi gibi akdi kendisine izafe ederken vekil, tayin eden kişi adına İş görmüş olmaktadır.
3264- Başkasının adına iş gören kişi maldan bir şey üstlenmiş olmaz. Sadece emredilen kişi malı esir olan kişiden alır.
Çünkü vekilinin sözü kendi sözü yerine geçmektedir. Sanki o işi kendisi ona emretmiştir. Çünkü vekil şahsına izafe ederek akit yaptığında esir olan kişi emredilen kişi ile akit yapmış değildi. Ne zaman vekil ifade ederse, yani onun adına iş yaparsa akdi yapan da esirin kendisi olur.
3265- Bunun benzeri malı vermeyi taahhüt ettiği taktirde kadın tarafından mal karşılığında boşamada vekil tayin edilen kişi (yani kadının muhâlaadaki vekili) olur. Koca, malı kadından değil, vekilden alır. Ama vekil malı taahhüt etmemişse o taktirde vekilden değil, kadından ma-lı alır. Sebebi de yukarıda belirttiğimiz şeydir. Esir olan kişi bir köle veya cariye olup düşmanın eman verdiği kişiye kendisini onlardan satın alması veya fidye verip kurtarmasını emreder, o da bunu esirin kıymeti kadar veya daha az yahut daha fazlasını vererek yapması caiz olur. Kurtarılan esir de satın alan bu kişinin kölesi olur. Çünkü düşman ihraz etmek suretiyle ona malik olmuştur.
3266- Bu adam kendisine danışmadan şahsı için esiri onlardan satın alması caiz olduğu gibi, ona danışarak satın alması da caiz olur.
Çünkü benim için satın al, demesi danışma sayılır. Nitekim bu durum darulîslamda olup onu efendisinden satın alacak olsaydı bu danışmadan önce ve sonra kendisi için satın almış olurdu.
3267- Darulîslama çıkardığında onun efendisi muhayyer olur. İsterse parasını vererek alır isterse almaz. "Beni kendim için onlardan satın al" yahut "beni kendim için kurtar" derse ve onu kıymeti kadarıyla yahut basit bir aldanma ile satın alıp onu kendi şahsı için satın aldığını onlara bildirse, köle hür olur ve hiçbir yükümlülüğü olmaz. Çünkü emrettiği kişiyi yerine naip yapmışir. Yani kendi adına iş görmesini söylemiştir.
3268- Satın alma işinde başka bir kişi onu kendine naip yapsa, naip tayin eden kişi adına satın almış olur ve bu akitte kendisine naiplik yapılan kişinin kendisi akdi yapmış gibi olur. Bu da bu akdin hükmüne göre kölenin kendisi kendini efendisinden satın almış gibi olur. Onun için azat edilir. Emredilen kişi de köleden fidye miktarını tahsil eder.
Çünkü kölenin kendisini satın alması kendi emriyle yabancı kişinin satın alması gibidir. Ücreti kendi malından Ödediği zaman da emreden kişiden tahsil ettiği gibi burada emreden kişiden tahsil eder. Çünkü kendisi hakkında emir vermesi sahihtir. O malı ondan borç almış gibi olur.
3269- Köle velisinin ölümü ile hür olacak (müdebber) veya sözleşmeli (mükâteb) biri ise yahut ümmülveled olan cariye ise ve mesele aynı ise, köle (cariye) azat olmaz.
Çünkü ihraz etmekle ona düşman malik olmamış, aksine hala efendisinin mülkü olarak devam etmektedir. Nitekim zapteden düşman kişi onu azat edecek olursa, azat olma geçekleşmez.Yanında müslüman olacak olursa, yine efendisine geri verilmesi gerekir. Ama yukarıda böyle değildir. İster "Beni satın al", ister "Kendime satın al" desin, aynıdır. Darulîslama çıkardığı taktirde hiçbir bedel verilmeden efendisine verilir. Çünkü satın alan kişi onun emri olmadan satın aldığı için verdiği mal teberru (bağış) olur ve ondan bir şey tahsil etmez.
3270- Köle veya cariye görevli kişiye "Beni kendime satın al (Beni para ile kurtar)" derse, o da kendisine satın aldığını düşmana haber vermeden satın alsa, onu kendisi için satın aldığı kişinin kölesi (mülkü) olur.
Çünkü malikine haber vermeden köleyi satın almış olması mümkün değildir. Köleyi satın almakla nesep gibi darulharpte efendinin malı olma hakkı devam etmiş olur. Ama kendisi için satın alması temellük olur.
Yani kendi kendine malik olur. Efendisine bildirmez ise azat olması için nzası olmamış olur ve kendi kölesi olarak devam eder. Halbuki rızası dışında kimsenin başkasının kölesi olması caiz olmaz. Ama efendisine bunu haber verirse, insanların aldanmış sayılmayacak kadar kıymetinden daha fazlasıyla satın almış olsa da, onu temellük etmiş olur.
3271- Ellerinde tutan düşmana köleyi kendine satın aldığını bildirirse, artık onun mülkü olur.
Çünkü mutlak olarak satın almanın emredilmesi kıymetle veya ondan biraz fazlasıyla satın alma anlamında sayılır. Tıpkı emreden kişinin bir başkası olması durumu gibi. Bundan daha fazlasıyla satın alacak olursa, ona muhalif olur. Sanki onun emri olmadan satın almamış olur ki kendisi için satın aİmış sayılır.
3272- Yine köle ona "Beni kendim için bin dirheme satın al" derse, o da düşmana" onu kendisi için bana bin dirheme satın" derse, onlar da satsalar köle azat olur.
Çünkü bu azat olma sayılır. Sanki onlarla bu konuda köle konuşmuş gibi olur. İkinci defa kabul etmesine ihtiyaç kalmaz. Ancak azat olur ve satana ait olur.
3273- "Kendisi için" demeyip, sadece"onu bin dirheme bana satın" derse, satın alan kişinin kölesi olur. Efendisi isterse parasını vererek alabilir.
Çünkü düşman kişi kendisine satın aldığını bildirmeyince velasım da üzerine almış olmaz. Yani mevlası olmaz.
3274- "Kendisi için onu bana bin dirheme satın" derse ve düşman kişi onu kendisine satarsa, onu kabul etmesi kaçınılmaz olur. Kabul ettikten sonra da onun mülkü olur.
Çünkü ona yaptığı emrin ifadesine muhalefet etmiş ve emri olmadan satın almış olur.
3275- Ama ona "İstediğin fiyatla beni kendime satın al" derse, o da satın alsa ve onu kendisi için satın aldığını düşmana bildirse, köle satın alındığı fiyatla azat olur.
Çünkü vekil tayin ettiğ kişiye genel bir emir şeklinde işi havale etmiştir. O da onun emrini tutmuş olur. Verdiği fidye ne kadar olursa olsun ona Öder.
3276- Verdiği fidye konusunda ihtilafa düşüp kölenin kıymeti bin olduğu halde "beşyüz dirhem fidye vererek kurtardı" derse, emredilen kişi de "ikibin dirhem fidye vererek kurtardım11 derse, emredilen kişi delil göstermedikçe kölenin dediği kabul edilir ve yemin ettirilir.
Çünkü emredilen kişi kölenin üzerinde fazla borcu olduğunu iddia etmektedir. Köle ise bunu red etmektedir. Onun için inkar edenin söylediği kabul edilir, ancak yemin ettirilir.
3277- Fazla verdiğini iddia eden kişinin delil göstermesi gerekir.
Vekil yapan ile vekil yapılan kişiler ihtilf ettiklerinde yapıldığı gibi, niçin ikisine de yemin ettirilmiyor? diye itiraz edilirse şöyle deriz:
Ebu Hanife'nin görüşüne göre köle azat olduğu için malın değişmesinden sonra karşılıklı yemine gidilmemesi sadece iddia ve reddin kabul edilmesi onun prensiplerindendir. İmam Muhammed'e göre ise malın değişmesinden sonra karşılıklı yemine gidilmesi ancak kıymetten dolayı akdin feshedilmesinin mümkün dolduğu yerlerde olabilir. Burada ise böyle bir şey yoktur. Çünkü azat olmakla emreden kişi tarafından köleye bir mal geçmemektedir. Bu itibarla ona kıymeti gerekir diye de itiraz edilemez. İkisi kiraya veren ile kiralayan kişilerin kullanımdan sonra kiranın miktarında ihtilaf etmesi gibidir. Böyle bir durumda karşılıklı yemine gidilmez. Sadece fazlasını kabul etmiyen kişinin dediği kabul edilir ve yemin ettirilir.
3278- Satın alması emredilen kişi düşmana "Onu kendisi için satın aldım" demezse, satın aldığında köle onun kölesi olur.
Çünkü satan kişi onun azat olmasını ve velayetinin ona geçmesini kabul etmiş değildir.
3279- Darulİslama çıkardığı vakit emredilen kişi isterse onu satın aldığı fiyatla alabilir. Bu konuda ihtilaf ederlerse satın alanın dediği kabul edilir ve yemin ettirilir. Yine akdin türü hakkında da ihtilaf edip kölenin efendisi satın alan kişiye "Düşman onu hibe etmiştir, kıymetini sana verip alacağım" derse, müşterinin dediği olur, satın alan kişi de "Onu ikibin dirheme satın aidim" derse, ittifak ettikleri ve ihtilaf ettikleri konuda delil göstermeden önceki durumla ilgili hüküm daha önce açıklanmıştır. Ebu Yusuf'un görüşüne göre bu konuda iki taraf da delil getirmedikleri ve miktar belirtmedikleri taktirde bunun şuf'a mesabesinde olacağı daha önce belirtilmiştir.
3280- Esir düşmüş kölenin efendisi eman altında bulunan kişiye "Onu düşmandan bana satın al" yahut "Malımdan fidye vererek satın al" derse ve adam kıymeti kadarıyla satın alırsa köle emreden kişinin (efendisinin) olur.
Çünkü ihraz etmekle düşman ona malik olmuştur. Eski efendinin kıymeti ile satın almasını emretmesi ile yabancı birinin kıymeti ile veya ondan biraz fazlasıyla satın almasını istemesi arasında fark yoktur.
3281- Ama fahiş bir aldanma sayılacak miktarla satın alacak olursa, o zaman emre muhalefet etmiş olur ve kendişi için satın almış sayılır. Eski efendisi de muhayyer olur. İsterse ondan satın aldığı fiyatla alır, isterse almaz.
3282- Ona "satın al" deyip "Benim için" veya "malımla" demezse, bu ona bir nevi akıl vermiş gibi sayılır. Alan kişi kendisi için satın almış olur ve köle hakkındaki tasarrufları geçerli sayılır. Tıpkı bu danışmadan önce satın almış gibi olur. Bu da birine "Falanın kölesini satın al" deyip "Benim için"veya "malımla" demeden kişinin durumu gibidir. Bütün bunlar vekil yapmak değil, sadece danışma sayılır.
Ama "Dilediğin fiyata bana satın al" demesi böyle değildir. Çünkü bu durumda işi tamamen ona bırakmış olur ve adamın istediği fiyatla satın almış sayılır.
3283- Aldığı fiyat hakkında emreden ve emredilen kişi-ler ihtilaf ederse karşılıklı yemin eder ve birbirinin iddiasını kabul etmediklerini belirtirler. Çünkü fiyat hakkında ihtilaf sebebiyle yeminleşme konusunda vekil ile vekil yapan kişiler satıcı ile müşteri gibidirler. Çünkü emreden kişiye yemin ettirilir.
Çünkü bu, başkasının yaptığı iş hakkında yemin ettirmektir. Önce o yemin eder. Çünkü emreden kişi müşteri mesabesindedir. Müşterinin yemin etmesiyle başlama Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşüdür. Satış bölümünde bunu belirtmiştik.
3284- İki taraf delil gösterirse, emredilen kişinin delili geçerli olur.
Çünkü iddia ettiği fazla fiyatı delil ile ispat etmektedir.
3285- İkisi ihtilaf etmeden önce emreden kişi köleyi azat etmişse, köle hür olur.
Çünkü kendi mülkünü azat etmiş olur. Bundan sonra ihtilaf ederlerse, emreden kişinin dediği olur. Ebu Hanife'nin görüşü budur. İmam Muhammed'in görüşüne göre ise ikisi yemin eder. Çünkü satıcı ve alıcı olarak ihtilaf etmişlerdir. Akit feshedüemeyecek biçimde mal değişikliğe uğradıktan sonra fiyat üzerinde ihtilaf etmişlerdir.
3286- Esir düşen kişi hür veya sözleşmeli köle olup bir adama ikisini satın almasını emretse, o da ikisini beşbin dirheme satın alsa, verilen fidye miktarını ikisi öder. İkisi arasında diyet ve sözleşme bedeli miktarlarına göre taksim edilir.
Çünkü hür kişinin fidyesinde muteber olan miktar, onun diyetidir. Sözleşmeli kölenin fidyesi de sözleşmedeki kıymetidir. Nitekim herbirini belirtilen miktarla satın aldığı taktirde her biri ona verdiği kadarını öder. İkisi için fidye ortak olarak verildiği zaman da her birinin bedeli gözönünde bulundurularak ikisi arasında kıymetlerine göre borç taksim edilir.
Mesela ikisini onbeşbin dirheme satın almış ve sözleşmeli kölenin kıymeti bin dirhem ise her biri için normalde halkın aldanması makul sayılabilen sınır ötesinde fahiş bir bedelle kurtarmış olur. Her birinden de ancak kişinin kıymeti kadarını tahsil etme hakkına sahip olur. Bu durumda hür kişiden on bin dirhem, sözleşmeli köleden de kıymet kadarını tahsil eder. Bir de halkın normal olarak al-danabileceği basit miktardaki fazlasını da tahsil eder. Fahiş aldanma sayılabilecek fazla miktarı tahsil edemez. Çünkü halkın normal olarak aldanmış olabileceği basit miktardan fazlası kıymeti aşar ve tahsili mümkün değildir.
Ama ona "İstediğin kadar verip bizi kurtar" deselerdi ve ikisi için yirmi bin dirhem fidye verseydi, bu paranın tümü diyet miktarı itibariyle onbir paya taksim edilir. Eğer sözleşmelinin değeri bin veya ikibin dirhem ise, bu miktarın tümü altışar olarak taksim edilir ve her iki binde ikisini ortak yapar. Hür kişinin payına düşen altıda bir miktarı da Ebu Hanife'nin görüşüne göre sözleşme sırasında emredilen kişiye öder. İmam Muhammed'e göre ise sözleşme sırasında ona ancak sözleşmedeki kıymeti ve halkın normalde aldanabileceği kadar miktarı öder. Bundan fazla olanı da azat olduktan sonra kendisine Öder. Çünkü fazla miktarı yüklenmesi teberru (bağışlama)dır. Tıpkı kefalette üstlenmesi mesabesindedir. Bunun benzeri daha önce geçmişti.
3287- Darulislama çıkarırken fidye ile kurtaran kişiye ikisi "Bizim için fidye vermedin, sadece onlar bizi serbest bıraktı ve bilgileri dışında çıkıp geldik" derlerse, onların söyledikleri kabul edilir ve bilgileri olup olmadığına dair ikisine de yemin ettirilir.
Çünkü emredilen kişi onlardan alacağı borcu olduğunu iddia etmekte, kendileri ise bunu inkar etmektedir. Bunu bilip bilmediklerine dair ikisine yemin ettirilir. Çünkü emredilen kişinin bu işi yapmadığı hakkında ikisi de yemin eder. Hangisi yeminden kaçınırsa o payına düşen miktarı borçlanır. Çünkü yeminden kaçınması itiraf etmesi gibidir. Bu da arkadaşı hakkında değil, ancak kendisi hakkında geçerli olur. Hür olan kişi yemin ettiği halde köle yeminden kaçınır yahut kendisi için fidye verdiğini itiraf ederse İmam Muhammed'İn görüşüne göre sözleşmeli köle fidye miktarından payına düşen miktarı borçlanmış olur. Bu miktar sözleşmesindeki kıymet (bedel)i kadar ise sözleşme sırasında ondan tahsil edilir. Ama bundan daha fazla ise azat olduktan sonra tahsil edilir.
Ebu Hanife'ye göre ise borcu ne kadar tutarsa tutsun hepsini ona öder. Efendisi onu tasdik etsin veya yalanlasın, sözleşmesi sırasında onun üzerine borç olur.
Sözleşmeli köle borcunu ödemekten aciz kalırsa bakılır. Kölenin efendisi fidye verip kurtaran kişiyi tasdik ediyorsa parasını tahsil etmek için köle satılır. Ama efendisi borcu kendisi ödeyecek olursa, köle efendisinin kölesi olarak devam eder. Çünkü bu efendisinin hakkı üzerinde ortaya çıkan bir borçtur. Ama efendisi fidye veren kişiyi tasdik etmezse borçtan bir şey Ödememişse ve ödemekten aciz ise borç iptal olur. Ama bir kısmını ödemişse ödediği miktar geçerli olur ve geri kalan iptal olur. Böylece ticaretle bir ilgisi olmayan bir sebepten dolayı, yani itiraftan dolayı üzerine vacip olan bir borcu almamış olur. Azat edilinceye kadar aciz olduğu sürece o borcu istemez. Ebu Hanİfe'nin görüşüne göre böyledir. Tıpkı sözleşmeli kölenin hata ile bir cinayet işlediğini itiraf etmesi ve kıymeti kadar cezaya mahkum edilmesi ve ödemekten aciz olması yahut üzerine kısas borcu olup mal karşılığında kısas hakkı olan tarafla anlaştıktan sonra malı ödemekten aciz olması gibi. Ebu Hanİfe'nin görüşüne göre azat oluncaya kadar bu mal kendisinden alınmaz.
3288- İmam Muhammed'e göre ise üzerine düşen miktarı ödemekten aciz olması halinde sözleşmeye göre satıldığı gibi efendisi kendisini tasdik etsin veya yalanlasın verilen fidye miktarını ödemesi için satılır. Velisinin Ölümü ile hür olacak kölenin veya ümmülveledin efendisi e-man altındaki kişiye fidye verip ikisinin kurtarılmasını emretmiş, sonra emreden ve emredilenler verilen fidye miktarı yahut nasıl fidye verildiği konusunda ihtilaf etmişse, emreden kişinin dediği kabul edilir ve emredilen kişinin delil göstermesi gerekir.
Çünkü düşman ikisini ihraz ederek mülk edinmiş değildir. Emredilen kişinin emreden kişiden alacağı borç konusunda ihtilafın özü ya sebebinin aslı üzerinde yahut miktarında meydana gelmektedir. Bu durumda kabul etmiyen kişinin söylediği kabul edilir. Ama kölenin durumunda böyle değildir. Çünkü onu düşman ihraz etmiştir. Sonra emredilen kişinin yaptığı iş neticesinde ve belirtilen şekilde bir akitle efendisinin mülkiyetine dönmüştür. Bu akdin türü hakkında yahut verilen fidye miktarı hakkında aralarında ihtilaf meydana gelirse, ikisinin de yemin etmesi gerekir.
3289- Esir kişi köle olup yabancı bir adam eman altında bulunan kişiye "Onu bana onlardan satın al" yahut onu bana malımla satın al" derse, köle emreden kişinin olur.
Çünkü düşman ona malik olmuştur. Bu adam başkasından kendisine böyle köle satın alması için başkasını vekil tayin etmiş olur. Bu bakımdan ücreti vermekle mükelleftir. Sanki eski efendisinden kendisi onu para ile satın almıştır. Eski efendisi vekil yapılan kişinin elinde görse emreden kişi gelmeden önce kendisi onun hasmı olur. Çünkü para ile alan kişinin hakkı emredilen kişinin akdi ile sabit olmuştur. Emreden kişi gelmeden önce onu mülkiyetinden alma imkanına sahip olur. Tıpkı şuf a hakkına sahip olan kişi gibi. Yabancı kişi eman altındaki kişiye "satın al" demişse, bunun bir danışma olduğu ve muhatabın kendisi için satın almış olacağını belirtmiştik! Efendisi onun elinden köleyi parasını vererek alabilir.
3290- Ona "Şu bin ile satın al" deyip ona verse veya vermezse, kiile emreden kişinin olur.
Çünkü işaretle akdi kendi malına nisbet etmesi yazıyla nisbet etmesi gibidir. Sanki "malımdan bin dirheme satın al" demiş gibidir. Kendi malına nisbet etmesi de şahsına nisbet etmesi gibidir. Ne zaman emreden kişi için satın alır ve kıymetini kendi malından verirse, verdiği ücreti tahsil edinceye kadar köleyi yanında tutabilir. Müvekkil ile vekü arasındaki hükümde olduğu gibi. Buna göre yanında alıkoymadan önce veya ondan sonra elinde iken Ölecek olursa, durumu vekilin durumunun aynısı olur.
3291- Esir kişi bir müslümanın kölesi olup düşman yanında olduğu süre içinde mal kazanarak efendisinden kurtulmak için darulİslama malı ile beraber çıkıp gelse, müslümanlar onu ve malını zaptetse, sonra kendisinden e-sir alman (sahibi) gelse, köleyi karşılıksız olarak alır ama malı üzerinde hakkı olmaz. Efendisinin hakkı gözönünde bulundurularak bu köle azat olmaz. Çünkü esir eden kişinin mülkünden çıkıp darulİslama geldiği zaman onu darullslamda gördüğü anda eski mülkiyetinin altına alma hakkına sahip bulunmaktadır. Ama düşman kişinin kölesi müslüman olarak efendisinden kurtulmak için darulİslama çıkacağında durumu başka olur. Çünkü bu durumda düşman kişinin dışında onun üzerinde kimsenin hakkı olmaz. Ancak darulİslama çıktıktan sonra düşman kişinin onun üzerindeki hakkı da dikkate alınmaz. Burada ise kendisinden esir alman kişinin hakkı kölenin üzerinde devam et-metedir. Hakkı da dikkate alınır, yani geçerlidir. Onun için köle azat edilmezse sadece efendisi karşılıksız olarak onu alır. Tıpkı taksimden önce ganimet olarak almış olması gibi. Kölenin malında ise eski efendisinin hakkı olmaz. Çünkü onun mülkü olduğu bir zamanda kazandığı mal değildir. Düşmanın elinde iken kazandığı bir maldır. Emanı bulunmayan düşman kişilerin malı darullslamda ele geçtiğinde müslümanlar için fey olur. Ama imam Muhammed'e göre mal müslümanlardan alan kişiye ait olur. Bu rivayete göre o maldan bestebir payı alınır. Köle efendisinin tekrar mülkiyetine geçerken malı da müslümanlar için fey olur. Çünkü malı alma konusunda efendisi başka kişiler gibidir.
3292- köle eman alarak düşman efendisi için ticaret yapmak üzere malıyla darulİslama çıkıp gelmişse eski efendisinin onun üzerinde bir hakkı olamaz.
Çünkü onun mülkü olarak devam etmektedir. Eman alarak o çıkarmış olsaydı eski efendisinin üzerinde hakkı olmazdı. Köle kendisi çıktığı zaman da böyle olur.
3293- Fakat devlet başkanı onu satar. Çünkü müslüman olup darulharbe tekrar dönmesi mümkün olmaz. Düşman kişinin tekrar mülkü olarak devam ettirmesine imkan verilmez. Devlet başkanı onu satar ve hem parasını hem de elindeki malın parasını birlikte düşman efendisinin gelip alması için alıkoyar.
Çünkü düşmanın bu malı hakkında eman hükmü sabit olmuştur.
3294- Devlet başkanı satacağı zaman kendisinden esir alınan kişi ücretini verip almak isterse, alamaz.
Çünkü artık darulîslamdadır ve eski efendisinin alma hakkı olmaz. Bundan sonra da alma hakkı yoktur. Tıpkı efendisinin müslüman yahut zimmî olduktan sonra başkasına satmış olması gibi.
3295- Köle, sahibinin ölmesiyle hür olacak (müdeb-ber) biri olup mesele iki durumda daaynı ise, bakılır; em-nile yahut mecbur edilerek gelmişse, kendisi ve kazandığı bütün malı kendisinden esir alındığı kişiye verilir.
Çünkü düşmanın ihraz etmesiyle onun mülkü olmaktan çıkmış değildir. Onun kölesi olarak mal kazanmıştır. Köle mülkü olunca kazancı da onun gibi mülkü olur. Onun İçin kendisi ve bütün malı eski efendisine geri verilir, dedik.
3296- Kazancı bir ticaret yahut kendisine yaptıkları bir hibe ise, ondan bestebir payı alınmaz.
Çünkü kuvvet ve galibiyet yolu dışında bir yolla eline geçmiştir. Onun için ganimet hükmü kapsamına girmez.
3297- Malı düşmanın rızası olmadan almışsa, ondan bestebir payı alınır.
Çünkü kuvvet ve galibiyet yolu ile almıştır. -
3298- Esir düşen hür kişinin beraberinde mal getirdiği taktirde hükmünün ne olacağını anlatırken bunu da belirtmiştik. Efendisinin ölümü ile hür olacak (müdebber) kölenin malı hakkında da böyledir. Ancak hür esirin gitirdiği maldan kalan kısmı kendisine ait olurken, burada kalan kısım efendisine ait olur.
Çünkü efendisinin ölümü ile hür olacak kişi mülk ehlinden değildir.
3299- Esir bir cariye zinadan veya düşman bir kocadan çocuklar doğursa, sonra kendisi ve çocukları düşman efendisinden kaçarsa yahut kendisi ve küçük bir çocuğu ondan kaçarak çıkıp gelse ve müslümanlar alıp getirse, kendisi ve çocukları fey olur. Taksim edilmeden Önce efendisi görürse kendisini ve çocuklarını karşılıksız olarak alır, taksimden sonra görürse, pay olarak verildikleri günkü kıymetlerini vererek alabilir.
Çünkü çocuğu onun bir parçasıdır. Daha Önce efendisinin üzerindeki hakki cizye itibariyle çocukları üzerinde de sabit olur. Onlarda hakkının bulunması, kaçarak çıkmalarından dolayı hür olmalarına engel teşkil eder. Halbuki kazanç böyle olmayıp kadının kendisinden doğmuş değildir. Onda eski efendisinin hakkı sabit olmaz. Aksine düşman kişinin malı olarak müslümanlar için fey olur.
3300- Kadın ve çocukları eman alarak girmişlerse, eski efendisinin kendisi ve büyük yahut küçük çocukları üzerinde hakkı olmaz. Fakat devlet başkanı onları satar.
Çünkü annelerinin müslüman olmasıyla onlar da müslüman sayılırlar. Onları satar ve eman itibarıyla düşman sahipleri gelip alıncaya kadar paralarını alıkoy ar.
3301- Eski efendisinin ölümü halinde hür olacak (müdebber) bir kadın ise, kendisi ve çocukları ona geri verilir.
Çünkü esir olmakla onun mülkünden çıkmış olmaz. Çocukları da onun mesabesindedir. Onlar düşman kişinin mülkü olmazlar. Çünkü efendisinin ölümü ile hür olacak cariyenin (kadının) çocuğu da onun gibi (müdebber)dir. Onun için ister düşman efendisinden kaçarak gelmiş olsun lar,is ter başka şekilde gelsinler, eski efendisine verilirler.
En iyi Allah bilir.[49]
3302- Düşman, müslüman esirlerin mal karşılığı (maldan fidye vererek) kurtarılmasını arzu edecek olursa, müslümanlann onları düşman esirler, atlar ve silahlar vererek kurtarması doğru olmaz.
Çünkü düşman mala olan ihtiyacından çok savaşacak adamlarının veya savaş araçlarının kendilerine geri verilmesine daha fazla muhtaçtırlar.
Nitekim darulharbe ticaret mallan götürmek caiz olduğu halde ticaret için esirlerin, atların ve silahlann götürülmesi caiz değildir.
3303- Mal karşılığında esirleri serbest bırakmak istemeyip atlar ve silahlar karşılığında serbest bırakmayı arzu ederlerse, düşman esirler verip kurtarmak doğru olmaz.
Çünkü düşmana silah ve atlar vermenin hükmü savaşacak adamlan göndermenin hükmünden daha basittir. Nitekim müslümanlar imkan buldukları taktirde savaşan adamlarını öldürmeleri vacip olduğu halde silahlann ve atiann telef etmeleri vacip olmaz.
3304- Bunu da istemiyorlarsa, o zaman esirlerini vererek müslüman esirleri kurtarmak caiz olur. Esirlere karşılık müslümanlann beytulmalını güç duruma sokacak büyük mal isterlerse yine mal yerine esirlerini verip kurtarmak caiz olur.
Çünkü bu zaruret halidir. Zaruret halinde de kitabın ifadesine göre ellerindeki esirleri mal karşılığında serbest bırakmak caiz olur. Bunda müslümanlann mal bakımından da yararları olur. Bu böyle olursa, müslümanlann muhtaç oldukları malları ellerinde tutmaları için esirlerin esirlerle kurtarılması, yanı esirlerin mübadelesi evleviyetle caiz olur.
3305- Düşmandan bazı kişiler fidye ile esirlerin kurtarılması için müslümanlann karargahına gelip eman alsalar ve "kendimiz mallarımız ve getirdiğimiz esirler için bize eman veriniz" deseler, müslümanlar da onlara verdikten sonra iki taraf arasında antlaşma ve fidyeleşme konusunda ittifak meydana gelmeyip geri dönmek isteseler, müslüman bir kimseyi darulharbe götürmelerine müsaade edilmez. Darulisama girmek için eman aldıkları zaman hüküm böyle olduğu gibi, darulharpte müslüman ordu karargahına girmek için eman aldıkları zaman da hüküm bu şekildedir. Ancak hür müslüman kadın ve zimmet ehli erkekler isteseler de istemeseler de onlardan ücretsiz alınır. Çünkü hür müslümanlan hapsetmekle onlara zulmetmiş olurlar.
3306- Esir alarak veya ihraz ederek malik olmadıkları diğer bütün kişiler de onlardan alınır. Ama malik oldukları köle ve cariyeler onlardan alnır ve kıymetleri kendilerine ödenir.
Çünkü ihraz . ederek sahip olmuşlardır. Mallan hakkında da onlara eman vermişizdir. Eman ahdine bağlılık sebebiyle ellerinden alındıktan sonra onlara kıymetleri ödenir. Çünkü onları darulharbe tekrar götürüp horlamalanna müsaade etmek caiz değildir.
3307- Müslüman askerler onlardan aldıkları kişileri darullslama çıkardıkları zaman sahipleri isterse onlara verdikleri kıymeti Ödeyerek alabilirler.
Çünkü askerlerin eline geçmeleri, verdikleri kıymetleri sebebiyle olmuştur.
3308- Ama eman mevcut olmayıp onları kuvvet ve galibiyetle alsalardı sahipleri ganimetin taksiminden önce onları karşılıksız olarak alabilirlerdi. Ama darullslamda eman alıp beraberlerinde getirdikleri müslüman köleleri satmaya mecbur tutulmaları ve satmalarından sonra sahipleri gelirse durum başka olur.
Çünkü bu durumda bunlar darullslamda bulunmuş olup efendilerinin onlar üzerinde haklan olmaz. Bir mülkiyetten ötekine geçmekle onların hakkı sabit olmaz. Burada" ise köleler darullslamda bulunduğu zaman efendilerinin hakkı sabit bulunuyordu. Bir müslümanın onlara eman ile gelip köleleri satın aldıktan sonra darullslama çıkarmasıyla bu durum aynıdır.
3309- Karargaha çıktıkları zaman müslüman askerlerin elde edebileceği bir yerde esirleri saklamişlarsa, durumu yukarıdaki gibidir. Köle ve cariyeler alınır ve kıymetleri onlara ödenir.
Çünkü emin olacakları yere varmadıkça verdiğimiz eman altında sayılırlar. Bu da ellerindeki mülkü karşılıksız almamızı engellemektedir.
3310- Köle ve cariyeleri savunma ve emniyet içinde oldukları bir yerde saklamışlar ve mesele aynı ise, gönderilen bir seriyye onları zaptederse, saklayan düşmanların artık onların şahsı veya kıymetleri üzerinde bir hakkı kalmaz. Yani köle ve cariyeler üzerinde bir hak iddia ede-miyecekleri gibi kıymetlerini de alamazlar.
Çünkü emin olacakları yere varmalanndan sonra aramızdaki emanın hükmü bitmiş olur. Bundan sonra düşmandan ne alınırsa, emanı olmayan başka düşmanlardan alınan gibidir.
3311- Köle ve cariyeler darullslama gelirlerse, sahipleri ganimetin taksiminden önce karşılıksız ve taksimden sonra isterlerse kıymetlerini vererek alırlar. Aramızda mal karşılığında esirlerin karşılıklı serbest bırakılması konusunda antlaşma sağlandıktan sonra onları sakladıkları yerden bir seriyye zaptetse bakılır. Saklandıkları yer kendilerini savunamıyacak ve karşı koyamıyacak kadar müslüman askerlere yakın bir yer ise devlet başkanının barış antlaşmasına uyması ve malı onlara teslim etmesi lazımdır. Ama savunma yaptıkları bir yerde zaptetmişlerse barış antlaşması bozulmuş sayılır ve müslümanların onlara bir şey vermesi sözkonusu olmaz.
Çünkü emanın hükmü düşmanın himayesi ve savunması altındaki şeyleri kapsamamıştır. Sadece müslümanlann himayesi altındaki şeyleri kapsamıştır.
Müslümanların karargahına yakın bir yerde olmaları müslümanlann himayesi altında olmalarıyla eş anlamlı sayılır. Ama himayeleri dışına uzak bir yerde ise bu eman verilmeden önceki durumlarıyle eş anlamlıdır. Müslümanlar mubah olan üstünlük ve galibiyet yolu ile onları elde etmişlerse onlara maldan herhangi bir şey ödemek gerekmez. Çünkü barış antlaşmasına göre bize bir mal vermiş değillerdir. Sadece müslümanlara karşı koymakta aciz kalmışlardır. Böylece barış antlaşması da bozulmuş olmaktadır.
3312- Onları zapt eden müslümanlann, esirlerini fidye ile serbest bırakılmasını görüşmek üzere gelen düşmanla beraber himaye altında olmadıklarını biliniyorlarsa ve bunlar "Biz onları getirdik" diye iddia ederlerse bu konuda söyledikleri kabul edilmez.
Çünkü zahire aykırı bir şey iddia etmektedir. Müslümanların onları kendilerine vermeleri gerektiğini söylemektedirler. Halbuki delil getirmedikçe söyledikleri kabul edilmez.
3313- Bunu için iki müslüman erkek veya bir erkek ile iki müslüman kadını şahit gösterirlerse, mallarını onlara teslim etmek gerekir. Çünkü şahitlikle sabit olan görmekle sabit olan gibidir. Şahitler esirlerden de olsa şahitlikleri kabul edilir. Çünkü bu şahitlikte bir suçlama yoktur
3314- Bu konuda şahitlik yapmayıp sadece esirlerden bazısı "onlarla beraberdik, onlar bizi getirdi" der, diğer bazıları ise bunu inkar ederse, kıyasa göre düşmana fidyeden bir şey verilmez.
İtiraf eden esirler bu itiraflarıyla devet başkanı ve müslümanlann malı düşman kişilere teslim etmelerini zorunlu kılmaktadır. Halbuki kişinin itirafı başkası aleyhine delil olmaz.
3315- İstihsana göre ise itiraf edenlerin itirafları kendi haklarında geçerli olup başkaları hakkında geçerli olmaz.
Bundan dolayı bazılarının itirafı hepsinin itirafı kabul edilerek üzerinde antlaşma yapılan maldan itiraf edenlerin paylarını onlara verir.
Çünkü bu itirafta bir suçlama yoktur. İster onlarla beraber gelmiş olsunlar, ister onlardan ayrı olarak gelmiş olsunlar esirlikten çıkmışlardır. Onların elinde olduklarını itiraf ediyorlar. Ellerinde olduklarını itiraf etmeleri köleleri olduklannı itiraf etmek mesabesindedir. Durumu belirsiz olan kişinin köle olduğuna dair kendi hakkındaki itirafı sahihtir. Aynı şekilde durumu belirsiz kişinin başkasının malı olduğunu İtiraf etmesi de sahih olur.
3316- Araıannda durumlarını anlatabilecek yaşta küçükler olup bunların babaları yanlarında yoksa, bunların köle olduklarını itiraf edmelerî sahih olduğu gibi, başkasının malı olduklarını söylemeleri de sahih olur. Ama yanında ebeveyni bulunanların söyledikleri ancak ebeveynin tasdik etmesi durumunda kabul edilir. Çünkü anne babası (ebeveyni) yanında ise, zaten onların elindedir. Düşmandan eman altında olan kişilerin elinde (malı) olduğuna dair itirafı geçersiz olur.
3317- Kadınlar ve çocuklar düşmanın kendilerini getirdiğini ama erkeklerden iki şahit onları düşmanın getirmediği, aksine düşmandan kendilerini başka bir topluluğun getirdiğine dair şahitlik yaparsa, şahitlikle amel etmek evla olur.
Çünkü bütün insanlar hakkında etkisi olan ve hükme esas sayılan bir delildir. İtiraf etmek ise ancak itiraf edeni kapsar. Sonra, itiraf etmiyenler hakkında şahitlikle karar vermek vacip olmuştur. Buna karar verildiği taktirde itiraf eden kişi itirafında yalan söylemiş sayılır. Yalan söylediği kabul edildikten sonra kendisi hakkındaki itirafı geçerli olmazken fidyesinin başkasına teslim edilmesinin gerekliliği konusunda itirafı nasıl kabul edilir?
Fidye ile esirlerin kurtarılması konusunda antlaşma yapanların dışında başka düşmandan bir topluluk onları getirmişse ve müslümanlar onları zaptettiği zaman "Biz fidye için gelenlerle beraberdik, kendilerini korumak için onlar biz geride bıraktılar" derlerse söyledikleri kabul edilmez.
Çünkü zahirin aksini gösterdiği bir şeyi iddia etmektedirler. Müslümanların fidyeyi kendilerine teslim etmesi gerektiğini söylemek istiyorlar. Halbuki delil getirmedikçe söyledikleri kabul edilmez. Fidye karşılığı olmadan müslümanlann onlardan aldıkları mallar müslümanlara ait olur.
3318- "Erkekleri erkekler, kadınları kadınlar ve çocukları çocuklarla mübadele etmek istiyoruz" diye düşman müslümanlara haber gönderse ve müslünıanlar buna razı olsa, sonra malik olmadıkları kişilerden esirleri getirseler devlet başkanı o müslüman esirleri alıp onlara verilmesini istediklerini vermek istemiyorsa, vermiyebilir.
Çünkü düşman o müslüman esirlere malik olmamıştır. Onları hapsederek zulmetmektedir. Zulmün devam etmesi İçin eman vermenin caiz olmadığını belirtmiştir. Nitekim esirler müslüman veya zimmet ehli olurlarsa düşman istese de istemese de onlardan alınırlar. Müslüman esirler için eman almaları halinde de durum aynıdır.
Çünkü emanı gözetmek İslamın ve zimmet akdinin saygınlığını (hürmetini) gözetmekten daha üstün olamaz.
3319- Mal karşılığında esirleri serbest bırakmayı taahhüt etmişlerse, onlarla yapılan antlaşmaya bağlı kalmak müstehap olur. Böylece müslümanlann hain olduklarım söylemeleri önlenir ve gelecekte böyle bir uygulama için güven duymaları sağlanır. Ama silah ve atlar karşılığında esirlerin serbest bırakılması durumunda iş farklı olur.
Çünkü bu şeyleri onlara geri vermeyi red etmek şer'an vaciptir. Müstehap olan bir şey için vacip terkedilmez. Malın onlara verilmesini red etmek şer'an vacip değildir. Bu malın onlara verilebileceğim belirtmiştir. Üzerinde antlaşma yapılan şeyin yerine getirilmesi müstehap olduğu için malın onlara verilmesinin
müstehap olduğunu söyledik.
3320- Ne var ki atların, silahın ve esirlerin onlara verilmesini devlet başkanı kabul etmişse verebilir. Böylece "Müslümanlar haindir" demeleri önlenir ve gelecekte
müslümanlann ihtiyaç duymaları durumunda karşı tarafın onlara güven duyması sağlanmış olur. Buna göre gelecekte müslümanlara güven duymaları için devlet başkanının üzerinde anlaşma yaptığı silah ve diğer şeyleri onlara vermesi gerekmez mi? denirse şöyle deriz: Bu önemli değildir. Bundan dolayı güven duymayacak olsalar bile müslümanlara bu zarar vermez.
Çünkü en kötü ihtimal bundan sonra fidyelerini almak için esir düşmüş müslümanları getirmemeleridir. Bu ihtimal sebebiyle devlet başkanının müslümanlara karşı güçlenmesini sağlıyacak erkek esirlerini ve savaş araçlarım geri vermesi caiz olmaz.
3321- KÖle ve cariyeler getirseler ve mesele aynı ise İslamın saygınlığı (hürmeti) den dolayı devlet başkanı gücü yettiği takdirde köle ve cariyeleri onlardan alır. Düşman esirleri, silahları ve atları da onlara teslim etmez. Sadece onlara vereceğini kabullendiği şeylerin kıymetini tes-bit eder ve onlara verir. Böyle davranması yukarıdaki meselede müstehap iken burada vaciptir.
Çünkü düşman onlara malik olmuştur. Nitekim bunlar müslüman olur veya zimmet ehli olursa onların mülkü olurlar. Yukandakinin aksine bunları karşılıksız olarak devlet başkanının onlardan alması caiz olmaz.
3322- Müslüman esirler karşılığında mal almayı kabul etmişlerse, malı onlara verir ve sahiplerinin onlar üzerinde hakkı olmaz.
Çünkü darulİslama gelmişlerdir ve efendilerin alma hakkı yoktur. Bundan sonra da efendilerin hakkı olmaz.
3323- Müslümanlar hür esirlerini kurtaramayıp onları sayıları kadar düşman esirlerle mübadele etse ve düşman, esirlerini alıp müslümanlara esirlerini verse, verilen fidyeden dolayı müslüman esirler üzerinde kimse hak iddia edemez. Hür olurlar, aralarında ümmülveled ve efendisinin ölümü ile hür olacak (müdebber) köleler varsa efendilere karşılıksız olarak iade edilirler. Ama bu şekilde fidye verilen esirlerin, silah ve atların (fidye) parasını onlardan alır.
Çünkü bu, müslümanlar üzerine bir hak olup esirlerin yararına fidye olarak vermişlerdir.
3324- Efendilerinin emri olmaksızın bu meydana gelmişse o zaman onları teberru etmiş sayılırlar. Ama efendilerin emri ile olmuşsa o zaman onlardan fidye miktarını alma hakkı sabit olur.
Çünkü fidye olarak verilmesini emredince müslümanlar için bunu üstlenmiş olurlar.
3325- Onlar köle olup fidye de efendilerin emirleriyle değilse, efendilerin onlar üzerinde hakkı olmaz.
Çünkü devlet başkanı vediği fidye ile onları getiren kişilerden satın almış gibi olur.
3326- Ama efendilerin emri île olmuşsa, o zaman kabul etsin veya etmesinler kıymetlerini kendisine öderler.
Çünkü fidye verdiği şeylerde onlar yerine naip olmuş olur. Bundan sonra müellif esir düşen sözleşmeli köle ve başkaların devlet başkanının emri ile yahut emri olmaksızı fidye ile kurtarılması gibi daha önce açıklanan şeylere değinmiştir. Darulharpte eman altında olan müslüman kişinin fidye ile kurtarmasının hükmünü de belirttiğimiz gibi darulîslamda devlet başkanının onu fidye ile kurtarmasının hükmünü de belirttik.
3327- Esirler arasında zimmet ehlinden bir adam varsa, devlet başkanının onu beytulmaldan fidye verip kurtarması gerekmez.
Çünkü beytülmal müslümanlann malıdır. Onunla zimmet ehlinin esirleri değil, müslüman esirleri kurtarılır.
3328- Ama mükafatı ve serveti olan bir savaşçı ise yahut darulharpte düşman hakkında müslümanlara rehberlik ve casusluk yapan biri ise devlet başkanının beytulmaldan fidye verip kurtarmasında sakınca olmaz.
Çünkü kurtarılmasında müslümanlann yaran vardır. Beytulmaldaki mal da bu gibi işler için vardır.
3329- Bir adamın payına düşmüş bir esiri fidye vererek kurtarmak isteyip adama onun kıymetini beytulmaldan vermek isterse, yine sakıncası olmaz.
Çünkü bu onun müslümanlann yaran için yaptığı bir içtihad gibidir.
3330- Esir müslüman ise, devlet başkanının müslü-manları güç duruma düşürmemesi halinde fidyesini beytulmaldan vererek kurtarması vacip olur. Ama beytulmaldan fidyesini verdiği taktirde müslümanlar güç duruma düşeceklerse vermesi vacip olmaz. Mesela düşman, müslüman bir esir için yüzbin dinar isterse devlet başkanının bu malı vermesi gerekli olur mu? Bunu kimse söylemez. Ama müslümanlardan birinin payına düşmüş düşmandan bir esir karşılığında kurtarmak istediklerini söyleseler ve sözkonusu adam o esirin fidye olarak verilmesini istemezse, devlet başkanı, adam istese de istemese de ondan alır ve bedelini beytulmaldan kendisine öder.
Çünkü müslümanın esirlikten kurtarılması İmkan ve kudrete göre devlet başkanı ve her müslüman üzerine farzdır. Sözkonusu adam bunu yapmazsa devlet başkam onun yerine bu işi yapar ve kıymetini beytulmaldan kendisine verir. Tıpkı payını o şekilde almış gibi olur. Bu da ganimetin taksiminden sonra esirlerin esirlerle mübadelesini caiz gören İmam Muhammed'in görüşüne göredir.
3331- Düşman "sizden bir esire karşılık esirlerimizden iki veya üç esir isteriz" derse, devlet başkanı bakar; Mesela, müslümanlara verilecek esirin düello yapan güçlü kuvvetli birinin olması gibi müslümanlann yararına bir durum olduğuna kanaat getirirse, istediklerini verir. Ama müslümanlarin yararını görmediği gibi düşmanın bize karşı tahakküm ve cüretkarlığı olduğuna kanaat getirirse, isteklerini kabul etmez.
Çünkü müslümanlann yararım gözetmekle görevlidir. Onlar için yapacağı bütün uygulamalarda yararlarım gözetmeyi terketmemesi gerekir. Mesela müslü-man bir esir karşılığında yüz tanesini isteseler onların isteklerini kabu etmez. Bu da onun gibidir.
3332- Kralların kardeşi veya oğlu (veliaht veya prens) elimizde esir olup müslüman olmuşsa ve "Kralın kardeşini bize verirseniz müslüman esirinizi veririz" derlerse müslüman olan kralın kardeşini vermemiz doğru olmaz.
Çünkü müslümandır. Müslöıtıamn müslümanla kurtarılması caiz olmaz. Çünkü müslümanın fidye ile kurtarılması onun canına ve dinine verebilecekleri zarardan onu kurtarmak içindir.
3333- Ama müslüman kralın kardeşi bunu kabul eder ve "Beni onlara verin, müslüman esirinizi alın" derse, devlet başkanı bakar. İyi bir müslüman olduğuna kanaat getirip müslümanhğına zarar gelnıiyecekse, onun rızası dahilinde bu değiştirmeyi yapar. Ama İslamına güvenilmeyen ve müslümanlığı zarar görecek biri ise kendisi razı da olsa devlet başkanı değiştirmez.
Çünkü müslümanhğına güvenilmeyen biri ise, anlaşılan eski durumuna dönmek için buna razı olmaktadır. Buna imkan verilmesi de asla caiz olmaz.
3334- Nitekim darulîslamda iken irtidat etse ve düşman "o mürteddi bize verin esirinizi alın" derse onlara vermesi mümkün değildir. Ona İslama dönmesi söylenir, kabul ederse ne ala, kabul etmezse öldürülür. Fidye karşılığı düşmana verildiği taktirde dinden dönmesi sözkonusu olması halinde de durum bu şekildedir. Ama dinden dönmesi sözkonusu değilse o taktirde ancak rızası olması halinde düşmana verilebilir. Çünkü verildiği zaman düşmanın onu öldürme tehlikesi olabilir. Görünen o ki kendisi için emin olmadıkça düşmana verilmesine razı olmayacağıdır. Onun bu durumu razı olması halinde darulîslamda zimmî ile yahut eman altındaki kişi karşılığında kurtarılması durumu gibidir. Bunun caiz olduğunu belirtmiştik. O da bunun gibidir.
3335- Düşmandan biri eman alarak müslümanlann elindeki esirlerle değiştirmek üzere on tane müslüman esiri getirse ve düşman esirlerin isimlerini söyleyip onlarla değiştirmek istediğini belirtse ama söylediği kişilerin ölmüş veya öldürülmüş olduğunu öğrense, bunun üzerine getirdiği müslüman esirleri geri götürmek isterse, onları götürmesine izin verilmez. Bunlar esir düşmüş hür kişiler ise, devlet başkanı onları serbest bırakır ve getiren kişiye "yurduna git, alacağın hiçbir şey yoktur" der.
Çünkü onlar kendisinin mülkü değildir.
3336- Esirler köle veya cariye ise satmaya mecbur e-der. Tıpkı beraberinde getirdiği kölelerin darulİslamda müslüman olması gibi. Eman alırken bu kişileri satın alacağını ve kendisine teslim etmemizi şart koşmuşsa, ama efendileri onları satmayı kabul etmezse hür esirleri onlardan alması halinde yüklendiği şartı devlet başkanının yerine getirmesi gerekir. Verileceğini söylediği kişilerin kıymetlerini dinar ve dirhem olarak kendisine öder. Efendileri onları satmayı kabul etse bile müslüman olan bu kişilerin hiçbirini darulharbe götürmesine devlet başkanının izin vermemesi lazımdır.
Getirdiği kişilerin müslüman köleler olmasıyla bunların hükmü aynıdır.
3337- Müslümanlarla düşman kendi işlerine bakmak için aralarında bîr yıl süreyle saldırmazlık anlaşması yapsa ve karşılıklı rehin alıp anlaşmayı bozan tarafın verdiği rehini kaybedeceği konusunda anlaşsa, müslümanlardan rehin verilecek kişilerin razı olması halinde, bunun için rehin vermekte sakınca olmaz.
Çünkü rehin verilen müslümanların İslamdan dönmeleri endişesi yoktur. Ama düşman onları kendileri için tehlikeli görürse buna razı olmayacakları anlaşılmaktadır. Böyle bir durumda müslümanın fidye olarak verilmesinin caiz olduğunu belirtmiştik. Müslümanların yararına olarak müslüman kişinin rehin olarak verilmesi evleviyetle caiz olur.
3338- Bunun için devlet başkanı müslümanlardan kimseyi zorlamamalıdır.
Ancak düşman çok güçlü ve müslümanlar onlardan çekiniyorsa bu durumda devlet başkam müslümanların genel yararını gözönünde bulundurarak rehin olması için birilerini zorlama yetkisine sahip olur. Bu anlaşmanın yapılmaması halinde bütün müslümanlara zarann gelmesi, hatta mahvolmaları söz konusudur. Bunun yapılmasında ise bütün müslümanların selameti vardır. Onun için devlet başkanı bu yetkiye sahip olur. İki zarar sözkonusu olduğu zaman hafif o-Ianı tercih etmek gerekir, prensibine uyarak rehin verilecek müslümanın düşman tarafından öldürülmesi korkusu bulunması durumunda bile müslümanların düşmandan rehin olarak aldıkları kişileri öldürmeleri yahut köleleştirmeleri helal olmaz.
Çünkü bunlar yanımızda eman altında olan kişilerdir. Düşmanın hıyanet etmesi sebebiyle onlara verdiğimiz eman iptal olamaz. Çünkü yüce Allah "Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez"[50] buyurmaktadır.
3339- Ancak müslümanlar onların darulharbe gitmelerine izin vermez ve kendilerini zimmet ehli yapar.
Çünkü rehin verdiklerimiz bize teslim edilinceye kadar ülkemizde kalmayla razı olmuşlardır. Ama rehinlerimiz gelmeyince onlar da kendi rızaları ile ülkemizde ömür boyu kalmayla razı olmuş sayılırlar. Kafir bir kişinin danılîslamda ömür boyu yaşamasına imkan verilmesi ise ancak cizyeye bağlanmasıyla mümkündür. Ed-Devânekî'nin düşmandan bir toplulukla kendisi arasında bu şartı koştuğu, daha sonra düşman hıyanet edip müslümanların rehin verdiği kişileri öldürdüğü, bunun üzerine günün alimlerini toplayıp onların rehin bıraktığı kişilere ne yapacağını sorduğunu İmam kaydetmektedir. Alimler ona koştukları şart gözönünde bulundurularak rehin bıraktıkları kişileri öldürebileceğini söylemişlerdir.
Ama aralarında bulunan Ebu Hanife konuşmamıştır. Bunun üzerine "Sen niçin konuşmuyorsun?" diye sormuştur, Ebu Hanife şöyle demiştir: Bunu içti-hadla söylemişlerse hata etmişlerdir. Ama senin zevkine uygun olsun diye söyle-mişlerse seni aldatmış olurlar. Rehin bıraktıkları kişileri ne öldürebilirsin ne de esir yapabilirsin.
Bunun üzerine ed-Devânekî Şöyle dedi: Neden olmasın, onlar bunu şart koştular? Ebu Hanife şöyle dedi: Onlar helal olmayan bir şeyi sana şart koştukları gibi sen de şeriatta helal olmayan bir şeyi onlara şart koşmuşsun. Allah'ın kitabına uygun olmayan her şart geçersizdir. Yüce Allah "Hiç bir günahkar başkasının günahını yüklenmez" buyurmuştur. Bunun üzerine ed-Devânekî kendisine çıkışarak "Ne zaman onlarla ilgili görüşmeye çağırdımsa sevmediğim şeyler söyledin, çıkın gidin dedi. Çıkap gittiler. Ertesi gün tekrar topladı ve "Senin söylediğinin doğru oluduğunu anladım. O halde onları ne yapalım?" dedi. O da alimlere sor dedi. Onlara sordu, ama biz bunu bilmiyoruz dediler. Ebu Hanife onlara cizye yükleneceğini, yani zimmet ehli yapılacağını söyledi. edDevânekî , Niçin? dedi. Ebu Hanife, çünkü rehin olan müslümanların geri verilmeleri için bunlar danılİslamda hapis kaldılar, rehin müslümanlar da geri gelmedi, dedi. ed-Devânekî bunu beğendi, takdir etti ve ödüllendirdi. (Yahut iltifatla gönderdi).
Bu şart madem ki helal olmayan bir şeydi, o halde neden bunun için rehin vermede sakınca yoktur?" denilirse, şöyle deriz:
Çünkü müslümanlar ona muhtaç olmuşlardır. Sadece şartın koşulmasında birşey olmadığı gibi telafisi mümkün olmayan bir şey de yoktur. Ama koşulan şart sebebiyle rehin olan kişileri öldürmek ayn bir şeydir.
3340- Müslümanlardan rehin alıp kendileri de onlara rehin verdiğinde müslümanlar verdikleri rehinlerini onlardan alabilirlerse, almalarında sakınca olmaz.
Çünkü belirttiğimiz gibi müslümanlann verdikleri rehin kişileri tutmakla onlara zulmediyorlar. Zuimü giderme imkanı olduğu halde onun devam etmesi için eman vermek de caiz olmaz.
3341- Müslümanlar korktukları saldırıdan emin oluncaya kadar onlardan rehin aldıkları kişileri teslim etmezler. Bu korkuları kalmazsa rehin aldıkları kişileri geri verirler. Böyle davranmaları müslümanlarm hiyanet etmeleri demek değildir. Bunun benzeri geçmişti. Mesela .ordu kumandanı karargahta eman altındaki kişilerden korku duyması halinde onları kabul etseler de etmeseler de beraberinde darulîslama çıkarması caizdir. Endişelendiği durumdan emin olması için onları beraber getirebilir ve daha sonra darulharbe gönderir. Bu da onun gibidir. Çünkü rehin aldığımız kişiler bizden eman altındadır.
3342- Müslümanların rehin verdiği kişileri ellerinde bulunduran düşman onları savaş olmadan geri vermeyi kabul etmezse, müslümanlarm onlarla savaşması ve güçleri yettiği taktirde onları öldürmesinde sakınca olmaz.
Çünkü ellerinde rehin olarak bulundurdukları kişiler rızaları dışında ve haksız olarak darulharbe götürmek İstedikleri müslüman kişilerdir. Güç yetirmeleri durumunda müslümanlarm onları düşmanın elinden kurtarmak İçin savaşmalan gerekir.
3343- Müslümanlara "Hiçbir zaman sizinle savaşmayacağız, ama rehin verdiğimiz kişileri bize geri vermedikçe sizin rehinlerinizi vermiyeceğiz" derlerse bakılır; Müslümanlar saldırma tehlikesinden hala korku duyuyorlarsa, rehin aldıkları kişileri onlara teslim etmeyebilirler. Ancak güçleri varsa rehin verdikleri müslümanları kurtarmak için onlara savaş açarlar. Ama saldırı tehlikesi kalmamışsa rehin aldıkları kişileri onlara geri verirler.
Çünkü burada rehin aldıkları kişileri alıkoymaya ihtiyaç kalmamıştır. Ama yukarıdaki durum böyle değildi. Orada müslüinanlardan korkuyu gidermek için rehin alınan kişileri alıkoymaya ihtiyaç vardı. Onun için rehin alınan kişileri onlara geri veremezlerdi. Ancak ellerindeki müslüman rehineleri kurtarmak için onlarla savaşırlar.
3344- Düşman, aldığı müslüman rehineleri himaye ve savunma yerlerine kadar götürmüş ve müslümanlar da onlarla saldırmazlık konusunda anlaşmış ise, anlaşmalarım bozduklarını bildirmedikçe müslümanlarm onlara saldırmaları doğru olmaz. Ama himaye ve savunma yerlerine varmadan önce olursa, durum değişir.
Çünkü o durumda saldırmazlık anlaşmasını ihlal etmek için değil, rehin verilen kişileri kurtarmak için savaşacaklardı. Ama himaye ve savunma yerlerine vardıktan sonra artık savaşma rehineleri kurtarmak için değil, anlaşmanın iptal edilmesi sebebiyle olmaktadır. Arada sahih bir saldırmazlık anlaşması bulunduğu için bir anlaşmayı iptal etmeden onlara saldırmamız doğru olmaz.
3345- Esir mübadelesi için müslüman esirleri getirip himaye ve savunma altında oldukları bir yerden esirleri karşılıklı değiştirmek istediklerini seslenseler, ama anlaşma sağlanamadığı için esirleri geri götürseler müslümanlar da onları izleyip esirleri alsa ve onları da esir edip mallarıyla beraber zaptetseler yapmalarında bir sakınca olmaz.
Çünkü bizim onlara verdiğimiz bir eman yoktur.
3346- Onlar arasında köle ve cariye varsa efendisi onu ganimetin taksiminden önce karşılıksız ve taksimden sonra kıymetini vererek alır.
Çünkü onları ganimet olarak almışlardır.
3347- Ama müslümanlardan eman almış ve anlaşma sağlanamadığı için geri dönmüşlerse bu durumda himaye ve savunma altında olacakları yere varmadan köle ve cariyeler onlardan zaptedilirse onlara kıymetlerini vermek gerekir. Çünkü bizden eman altında bulunuyorlardı. Köle ve cariyeleri onlardan almak için onlarla savaşmakta da bir sakınca olmaz.
Çünkü müslümanlan onların elinden kurtarmak vaciptir. Vermek istemezlerse savaşta öldürülseler bile onlarla savaşmak caizdir. Nitekim darulİslamda eman altında olan birinin kölesi müslüman olsa ve kafir sahibi onu müslümanlara satmayı kabul etmeyip darulharbe götürmek isterse, bu sebepten onunla savaşmak caiz olur. Çünkü müslümanların hükmünü kabullendikten sonra bu hükmün gereğini yapmayı red etmektedir. Bu hüküm eman altına giren kişinin eman akdiyle üstlendiği bir şeydir. Emin olacağı yere ulaşıncaya kadar müslümanlann emanı altındadır. Üstlendiği hükme boyun eğmeyi red ederse kendisiyle savaşmak caiz olur. Yukarıdaki de bu şekildedir.
En iyi Allah bilir.[51]
3348- Düşmanın istemesi ve seriyye fertlerinin tasvip etmesi durumunda seriyye komutanının esirleri esirlerle mübadele etmesinde sakınca olmaz. Müslüman olmadıkları müddetçe erkekler, kadınlar ve çocuklar bu meselede eşittirler.
Çünkü savaşı idare etmek ve müslümanlann çıkarını sağlamakla görevlendirilmiştir. Darulharpte savaş esirlerini fidye İle kurtarmak da savaşın tedbirlerin dendir. Aynı zamanda müslümanlann yarannı içermektedir. Çünkü fidye verip kurtardıklan müslümanlara, düşmana verdikleri esirlerden müslümanlar daha çok muhtaçtırlar. Ancak esirlerde hakları sabit olduğundan seriyye fertlerinin bu işe razı olmaları şartı aranır. Çünkü haklarının sabit olduğu birşeyden mahrum edeceğinden onların rızasının alınması gerekir.
3349- Darulİslama esirleri çıkardıktan sonra da böyledir. Ancak esirlerin müslüman olmaları durumu hariçtir. Hatta esir çocukları anne ve babaları beraberlerinde de olsa, bizzat kendileri İslamı ifade etmedikçe müslümanlık-iarına karar verilmez. Onun için fidye olarak verilmeleri caiz olur.
3350- Aynı şekilde anne ve babaları darulİslamda öl-seler bile durum değişmez.
Çünkü din meselesinde tabi olmak ölümle kesilmez. Yani çocuğun anne babası ölse de din bakımından onlara tabi olmaya devam eder. Nitekim zimmet ehlinin küçük çocuklarının anne ve babalan darulİslamda da ölse çocuklann müs-lümanlıklanna hükmedilmez. Yine anne ve babalan beraberlerinde olan çocuklarla esirleri değiştirmek istiyen düşmanın isteğini kabul etmekte bir sakınca olmaz. Bunda ebeveyn ile çocuklan birbirinden ayırmak sözkonusu olsa bile, değiştirmekte sakınca yoktur. Çünkü bu ayırma haklı olarak yapılmaktadır. Müslümanlan düşmanın elinden kurtarmak müslüman olmayan çocukları anne ve babalanndan ayırmaktan çok daha sevaplıdır.
3351- Ancak yetişkinlerini mal karşılığı değiştirmek caiz olmadığı gibi çocuklarını da mal karşılığı değiştirmek caiz değildir.
Çünkü çocuk büyür ve hem savaşçı olur, hemde nesli çoğalır. Ama nesilden kesilmiş çok yaşlı kadın ve erkek için bir sakınca olmaz. Çünkü bunlann düşmana geri verilmesinde onlann güçlendirilmesi sözkonusu olmaz. Ama çocukların geri verilmesinde bu tehlike sözkonusu olur.
3352- Seriyye fertleri esirlerin esirlerle mübadelesini kabul etmezse, seriyye komutanının onlara bedellerini vermediği sürece değiştirmeye gitmeğe hakkı olmaz. Ancak müslümanların düşmandan esir aldıkları adamları ganimetin taksiminden önce fidye olarak vermekte askerler ve seriyye fertleri kabul etmese bile, bir sakınca yoktur. Çünkü seriyye komutanının erkek esirleri öldürme yetkisi vardır. Öldür-
mesiyle de müslüman esirleri düşmanın elinden kurtarma yarannı sağlamadan askerlerin ve seriyye fertlerinin hakkı iptal edilmiş olur. Halbuki fidye olarak erkelerinin verilmesi ve müslüman esirlerin kurtarılması evlâ olur. Çünkü bunda müslümanların yararı bulunmaktadır. Ama kadın ve çocuk esirlerle silah, atlar ve diğer zaptedilen mallar böyle değildir. Çünkü bunlarda bedelini vermedikçe ganimeti alanlann haklarını iptal etme yetkisi yoktur. Aynı şekilde ganimet alanların nzalan olmadıkça yahut kabul etmemeleri durumunda onlara bedellerini Ödemedikçe kadın ve çocuk esirleri silah ve atlar gibi malları fidye olarak verme yetkisi olmaz. Bedellerini almayı kabul etmeleri halinde onlara beytulmaldan bedellerini öder. Ganimetin taksiminden sonra da erkeklerin payına düştüğü kişilerin nzalan olmadan erkekleri fidye olarak verme hakkı yoktur. Çünkü onları taksim edince artık esirleri öldürme yetkisi kalmaz. Başka bir deyişle taksim edildikten sonra esir erkekleri öldürmesi haram olur. Taksim edildikten sonra erkek esirlerin durumu kadın ve çocuk esirlerin durumu gibi olur.
3353- Erkeklerin payına düştüğü mücahitler onların fidye olarak verilmesini kabul etmezse, düşman da ancak onlarla esirleri değiştirmeyi kabul ederse, devlet başkanı düşman esirleri payına düştükleri kişilerden alarak beytulmaldan karşılıklarını verir ve müslüman esirleri kurtarmak için fidye olarak verir. Satmayı kabul etmemeleri durumunda esirlerin kıymetlerini adaletli bir şekilde tesbit eder ve sahipleri razı olsun veya olmasın belirlenen kıymetle onları satın alır.
Çünkü onlan fidye olarak vermek sahiplerine verilecek bedel ile mümkün olmaktadır. Devlet başkanı onlara bedellerini beytulmaldan verir. Sahipleri vermek istemezlerse devlet başkanı bu konuda da onların yerine naip olur. Tıpkı kölesi müslüman olan zimmî kişi kölesini satmayı kabul etmediği taktirde devlet başkanının onun yerine naip olması, yani yetkisini kullanarak ondan satın alması gibi. Çünkü hak olmuş bir şeyin yerine gelmesini kabul etmemektedir,
3354- Yine düşman, zimmet ehlinden kafir kölelerle zimmet ehlinden olan esirleri değiştirmek isterse, devlet başkanı onları da bu konuda razı eder.
Çünkü zimmet ehlinden hür kişilerin kendi nzalanyla fidye olarak verilmesi caiz olduğu gibi, kölelerinin fidye olarak verilmesi evleviyetle caiz olur.
3355- Fidye olarak verilecek kölelelerin rızaları aranmaz.
Çünkü köledirler. Birinin mülkiyetinden diğerinin mülkiyetine nakledilmesinde kölenin rızası yahut razı olmaması sözkonusu olmaz.
3356- Kölelerin efendileri buna razı. olmazlarsa devlet başkanı köleleri onlardan beytulmaldan parasını vererek alır. Satmak istemezlerse, adaletli bir şekilde kıymetlerini tesbit edip onlara verir.
Çünkü düşmanın vereceği zilletten müslüman esirleri kurtarmak için müslümanların mülkü olan kişileri satın alma yetkisi olunca, zimmet ehlinin mülkü üzerinde bu yetkinin bulunması evleviyetle olur.
3357- İslam ordusu komutanı ganimetin taksiminden ve satılmasından Önce esirleri, müslüman hür kişiler vererek kurtarsa ve askerler "Biz onların kıymetini o (kurtarılan) müslüınanlardan alırız" derse, sözlerine itibar edilmez.
Çünkü kendilerinin kararı olmadan kurtarılmışladır. Kararlan olmaksızın müslümanlarm özel bir mülkü ile kurtanlmalan durumunda askerlere onların hiçbir bedeli ödenmezken, ganimet olan kişilerle kurtanlmalan durumunda onlara evleviyetle bir şey ödenmez. Ancak kurtanlacak müslümanlar üzerinde bir borç olmak kaydıyla verilmesine razı olacaklarım askerler devlet başkanına şart koşmuş, o da bu şartlarını kabul etmişse o zaman devlet başkanı şartı yerine getirir. Kurtarılan mü slü mani ardan verilenlerin kıymeti tahsil edilir. Ganimete katılır, ganimetin beşte biri alındıktan sonra kalanı mücahitler arasında taksim edilir. Çünkü bedelin hükmü, bedel yapılan şeyin hükmü gibidir.
3358- Düşmanın elinde hür müslümanlar değil de köle ve cariyeler esir ise ve mesele aynı ise, devlet başkanının düşmandan kurtaracağı bu esirleri ganimete ekler. Tıpkı verdiği esirlerle onları satın almış gibi olur. Sonra efendileri isterlerse fidye olarak verilen esirlerin kıymetlerini ödeyerek onları satın alabilirler. İsterlerse almayabilirler. Aldıkları taktirde verecekleri kıymetleri ganimete katılır. Köle ve cariye esirlerin kurtarılması için verilen esirlerin kıymetleri ile kurtarılanların kıymetlerinin aynı veya çok farklı olması Önemli değildir.
Çünkü düşman esirlerini öldürme yetkisine sahip bulunmaktadır. Öldürmesi durumunda ganimeti alanların hakkını karşılıksız olarak iptal etmiş olur. Halbuki fidye olarak vereceği esirlerin kıymetinde az bir miktar olan bir bedelle esir mübadelesi yapması evleviyetle caiz olur. Çünkü alınacak olan bu az miktar ganimete katılacak ve yine askerlere pay olarak dağıtılacaktır.
3359- Bu mübadele kadın ve çocuklarla yapılsa bakılır. Alınan ile verilen esirlerin kıymetleri birbirine denk yahut az farklı ise devlet başkanı askerlerin rızaları olmasa bile değiştirme yapabilir. Tıpkı ganimetleri satması gibi olur. Ama verilecek esirlerin kıymeti normalde halkın çok aldanma saydığı kadar fazla ise devlet başkam askerlerin rızaları olmadan değiştirme yapması helal olmaz. Ama aradaki farkı askerlere beytulmaldan ödemeyi kabul ederse o zaman değiştirme yapabilir. Ödeyeceği miktardan beştebir (humus) payı aldıktan sonra geri kalan dört payı askerler arasında paylaştırır. Ganimetin taksiminden sonra esirler değiştirilmişse o zaman beytulmaldan verilen miktar esirlerin paylarına düştüğü kişilere mahsus olur ve beştebiri alındıktan sonra geri kalanlar onlar arasında taksim edilir. Savunmak için savaşırken esir düşen her müslümanin kurtuluş fidyesi o yerin haracından alınır ve müslüman esirin kurtarılması için fidye olarak verilir.
Çünkü haracı almanın mümkün olması himaye sebebiyledir. O da sözko-nusu toprağı savunan kişilerin savaşmalanyle olur. Bunlar esir düşüp kurtanl-maları sözkonusu olursa, alınacak haraç onların kurtarılması için tahsis edilir. Böylece nimet külfetle karşılanmış olur.
3360- O toprağın haracı yoksa İslam ülkesi haracından ödenir.
Çünkü İslam yurdunun bir parçası için savaşan mücahit aynı zamanda îslam yurdunun tümü için savaşmış olur. Çünkü düşman ellerinden gelse bütün İslam yurdunu istila etmeyi amaçlar. Onun için düşmana karşı savaşan müslümanlar onlan İslam yurdunun tümünden uzak tutmaya çalışırlar.
Fidye ile esirlerin kurtarılmasında müslümanlarm razı olmasına delil olarak Hevâzin kabilesinden alınan esirlerin olayı delil gösterilmektedir. Rasulullah o gün müslüman olan altı bin Hevâzinli esiri serbest bırakmıştır. Olay şöyle olmuştur: Rasulullaha heyetleri gelerek şöyle demişlerdir: "Ey Allah'ın Rasulü! Bunların arasında hala ve teyzelerin de vardır. Arap krallanndan Numan İbn el-Munzir ve benzerlerine bunun için başvursaydık, bizi geri çevirmezdi. Halbuki sen insanların en iyisi ve akrabalarını en çok gözetensin."
Böyle demelerinin sebebi, Rasulullamn o kabilede süt annesine verilmiş olmasıdır. Bu söylediklerini duyunca acıdı ve şöyle buyurdu: Öğle namazını kıldıktan sonra ayağa kalkınız ve bu söylediklerimi bir daha tekrar ediniz. Öyle yaptılar. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu: "Sizi bekliyordum ama geciktiniz ve esirler mücahitler arasında taksim edildi. Benim payıma ve Kureyş'in (Muhacirlerin) payına düşenler sizin olsun. Ensar ve Muhacirleriyle müslümanlar bunu duyunca biz de payımızı sana verdik dediler. Ama Uyeyne b. Hısn "Ben ve Fizara Oğulları vermiyoruz" dedi. Akra b. Habis de "Ben ve Temîm Oğullan da vermiyoruz" dedi. Bu şekilde ihtilaf olunca Rasulullah şöyle buyurdu: Bunlar müslüman olarak gelmiş insanlardır. Esirlerini onlara veriniz, vermek istemiyen-lere alınacak ilk ganimetten verilen kişi başına (dokuz yaşına kadar olan) altı deve vereceğiz."
Görüldüğü gibi esirleri geri vermek için onların rızasını almıştır. Kabul et-miyenlere de bedellerini ödemeyi taahhüt etmiştir. Ondan sonra esirleri sahiplerine geri vermiştir. Bu da açıkladığımız hükümde temel olmuştur.
En iyi Allah bilir.[52]
[1] İslam hukukunda bu konuda iki görüş vardır. Şafiî, Mâliki, Hanbelİî ve Zahirîler ile El-Evzâî ve Hanefılerden Ebû Yusuf dan oluşan çoğunluk müsiümanlar ile gayri müsîimler arasındaki faizli işlemlerin her yerde ve her zaman haram olduğu kanaatindedir. Faizi yasaklayan naslann yerel ve mutlak ifadesi bu çoğunluğun dayanağını oluşturmaktadır. İmam Ebû Hanifc ve Muhammcd'e göre ise, fazlalığı müslümanın olması şartıyla darul harpte müslüman ile gayri müslim arasındaki faizli işlemler meşrudur. Bu iki imam öncelikle "Darul harpte müslüman ile düşman arasında faiz yoktur" anlamındaki garip ve mürsel bir hadise dayanmaktadır. Taberi, (îhtilafu'l-fukaha. s.60,63; İbn Kudâme, el-Muğni 10/515; Zeybî, Nasbür-râye, 3/44. Garip ve mürsel bir hadise dayanmaktansa, islamın genel ilkeleri ve yarar anlayışından, faizi yasaklayarak naslann açık ve sert üslubundan ve İslâm ahkamının nerede olursa olsun müslümanı bağlayacağı gerçeğinden hareketle çoğunluğun görüşü daha uygun görünmektedir. (Editör)
İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/1-5
[2] Bakara, 2/190.
[3] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/7-11
[4] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/13-15
[5] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/17
[6] En'âm,2I8.
[7] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/19
[8] Lokman, 15.
[9] Meryem, 46.
[10] Meryem, 46.
[11] Nahl,43.
[12] Fetih. 29.
[13] Bakara, 273.
[14] Rahman, 41.
[15] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/21-34
[16] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/35-42
[17] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/43-48
[18] Tevbe, 120.
[19] Ahzâb,5,
[20] Tcvbe, 111.
[21] Yusuf, 100.
[22] Enfîı!.6O.
[23] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/49-62
[24] Bakara, 279.
[25] Bakara, 279.
[26] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/63-70
[27] Nisa, 29.
[28] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/71-75
[29] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/77-80
[30] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/81-84
[31] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/85-94
[32] Nisa. 119.
[33] Haşi\ 10.
[34] Nı'sâ, 161.
[35] Mümtehıne, 10.
[36] Metinde "hac" kelimesi geçiyorsa da doğrusu "ihticac" olmalıdır. (Çeviren)
[37] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/95-112
[38] Teğabun, 16.
[39] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/113-122
[40] Kâf.28.
[41] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/123-135
[42] Tevbe,5.
[43] Tevbe,5.
[44] Enfâl,67.
[45] Mîimtchıne, 10.
[46] Burada zikredilen emanın, daha önceki bahislerde geçen mandan farklı olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Bu sonuncusunda esaret durumunun varlığı, yani normal olmayan şartların bulunduğu hatırlanmalıdır.
[47] Bakara, 207.
[48] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/136-164
[49] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/165-185
[50] Fâtir, 18.
[51] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/185-200
[52] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/201-206