Darul-Harpte Eman Altındaki Müslümanın Darul-Harp Ehli İle İlişkileri 2

Müslümanların Yardım  Etmek Zorunda  Oldukları Kimseler Ve Gerek Ülkemizden, Gerek Başka Yerden Ele Geçirildiklerinde Fey1  Olmayanlar 5

Hangisinin Daha Önce Öldürüldüğü Bilinmeyen Maktullerin Bıraktıkları Miras. 7

Esir Ve Kayıp Kişilerin Durumu Ve Mallarına Ne Yapılacağı 8

Harp Ehlinden Ve Müslümanlardan Katillerin Mirası 10

Oğlu İle Beraber Babanın Darulharpte İrtidat Etmesi 11

Mürtedlerin Geçerli Olan Ve Geçerli Olmayan Tasarrufları 14

Murtedler Hakkında Verilecek Hüküm.. 18

Müslümanlardan İrtidat Edenler Ve Antlaşmayı Bozan Antlaşmalılar 19

Esir Düşen Köle İle İlgili Hususlar 21

Mürteddın Kölesinin Esir Edilmesi 29

Mürteddin Şuf'a Hakkı 31

Müşrik Araplar Ve Harp Yurdunda Bulunan Mürtedler 32

Bir Kimsenin İrtidat Ettiğine Dair Şahitlikle İlgili Meseleler 38

Mürted Hakkında Hadler Ve Diğer Cezalar 40

İrtidat Konusundaki İddialar Ve Bu İddialara Muhatap Olan Kişinin Eşiyle İlgili Hususlar 43

Harp Yurdunda Esir Veya Eman Altında Olan Kişilere Kefil Olmakla İlgili Hususlar 45

Harp Yurdunda Esirin Karşılaşabileceği Sorunlar 47

Müslümanlarin Elegeçirdiği Ajanlarla İlgili Meseleler 49

Harp Ehli Ve Zimmilerin Şahitlikleri Ve Vasiyetleri 50

Zimmi Olduğunu İddia Eden Esirin İddiası Ne Zaman Kabul Edilir?. 54

Harp Yurdunda Mal Ve Cana Verilen Zararlarla İlgili İtiraflara Dair Meseleler 54

Kişi İslama Girdiğinde Mülkiyetinde Mallar Kendisine Aittir 54

Harp Ehlinden Eman Alarak İslam Ülkesine Giren Kişinin Haraç Ödeyip Ödememesi 55

Müslümanın Harp Yurdunda Bulunan Gayri Menkulü. 55

Kralın Kendi Vatandaşları Hakkında Yapabileceği Şeyler Ve Vatandaşlarından Köleleşterdiği Köleleri 55

Esirleri Birbirlerinden Ayırmak. 57

Satışta Köleleri Hangi Durumlarda Birbirlerinden Ayırmak Caiz Değildir. 58

Allah Yolunda Vasiyet 58

Allah Yolunda Vakfetmek. 60

Sağlıklı Kişinin Malını Allah Yolunda Vasiyet Etmesi Ve Vakfetmesi 61


Darul-Harpte Eman Altındaki Müslümanın Darul-Harp Ehli İle İlişkileri

 

3774- Darü'Iharpte eman alarak bulunan biri, oranın bir vatandaşından belli bir miktar karşılığında bir köle sa­tın alacak olsa ve müşteri köleyi, satıcı da parasını teslim alacak olsa, sonra hepsi müslüman veya zimmî olsalar, daha sonra müşteri kölede bir kusur bulacak olsa, müşteri durumunda olan kişi ister müslüman olsun, ister darulharp halkından olsun, müslüman hakim bu olaya bakmaz. Çünkü yapılan iş, bir ihanet ve aldatmadır ve darü'Iharpte vuku bulmuştur.

İslam (yarîî müslümanhği kabul etmek), daha önce olup bitenleri ortadan kaldır­mıştır.

3775- Ancak satan kişi müslüman ise, hasmının gön­lünü yapmasına fetva verilir ve Allanın huzurunda sorum­lu olduğu kendisine bildirilir. Ama satıcı düşmandan biri ise, hakimin   böyle  bir  tavsiyede  bulunma  zorunluluğu yoktur.

Bu, şuna benzer: Onlardan biri arkadaşından rızası ol­madan bir mal almış sonra onu harcamış veya harcamamış olsun, ya da biri arkadaşına bir emanet teslim etmiş ve o da o emaneti infak etmiş olsun, bakılır; Olayda hıyanet söz konusu ise, alan tarafa karşı tarafın gönlünü alması tavsiye edilir, ama hüküm olarak buna zorlanamaz. Çünkü kendisine İtimat edilmiştir ve emanete hıyanet etmiştir.

3776- Eğer ihanet eden düşmandan biri ise, ona bir şey yapılmaz.

Çünkü o kişi, bu suçu işlediğinde Tslamm hükümlerinden sorumlu değildi. Buna göre bir köleye karşı bir cariye şeklinde alış veriş yapmış olsalar ve alış ve-nş neticesinde karşılıklı teslim alma gerçekleşmişse, sonra da düşmandan olanın müslüman oluşundan sonra cariye veya köle kendisinin hür ve müslüman oldu­ğuna dair delil getirecek olsa ya da müdebber veya mükateb olduğunu ispatla­masından dolayı bir müslümana ait olduğunu ispatlayacak olsa, diğeri kölesini geri vermeye zorlanamaz. Ama eğer diğeri müslüman ise, geri vermesine fetva verilir, düşmandan biri ise, böyle bir fetva verilmez. Geri vermesi için kendisine fetva verildikten sonra müslüman onu geri vermeyip satmaya kalkışacak olursa, müslümanlann o köleyi kendisinden satın almaları mekruhtur.

Çünkü elindeki kendisi için temiz bir mal değildir, şaibelidir. Fasit alış veriş yapan müşterinin elindeki mala benzer. Her ne kadar o kişi, o mülkünü kul­lanabilir, satıp azad edebilirse de elindeki mal, ger'an haram olan bir yol ile eline geçmiştir ve bu nedenle satmak istediğinde kendisinden satın alınması mekruhtur.

3777- Onlarla bu şekilde muamelede bulunan kişi, el­lerinde esir veya orada müslüman olmuş bir müslüman ise ve mesele anlattığımız şekilde ise, fetva yoluyla iade et­mesi kendisine emredilir.

3778- Şayet muamele üç günlük muhayyerlik şartı ile aralarındaki  eman sahibi biri  ile onlardan  düşman  biri arasında  gerçekleşmişse  ve  sonra  muhayyerlik  müddeti bitmeden   düşman  kişi  İslamı  kabul  etmişse,  muhayyer bırakılan kişi alış verişi bozabilir ve aldığını geri verip verdiğini geri alabilir.

Çünkü o düşman kişinin müslüman oluşundan sonra durumları, bundan önceki durumları gibidir. Muhayyer bırakılan kişi, mahkemenin hükmüne veya karşı tarafın rızasına ihtiyaç olmaksızın serbest olduğu gibi tek taraflı akdi bo­zabilir. Müslüman olmazdan önce bunu yapabildiği gibi, müslüman olduktan sonra da yapabilir. Akdi bozması da böyledir.

Onlardan  müşteri  durumunda  olana  malı  görme mu­hayyerliği verilmişse, durum yine aynıdır.

Çünkü muhayyerlikten dolayı müşteri, mahkemenin hükmüne ya da karşı tarafın rızasına ihtiyaç olmaksızın akdi feshedebilir. Malı  kabzetmeden önce malda bir kusur söz konusu ise, durum yine aynıdır.

Çünkü alış- veriş tam olarak gerçekleşmediğinden mahkemenin hükmüne veya karşı tarafın rızasına bakılmaksızın müşteri tek taraflı olarak akdi bozabilir.

3779- Alış verişin bozulmasından sonra onlardan biri­nin mülkü diğerinin elinde kalmıştır. Her biri malı diğe­rine gönül rızasıyla teslim etmişti ve onu geri isteme hak­kı   vardır. Tıpkı onlardan birinin diğerine emanet bir mal vermesi ve sonra düşmandan olan kişinin müslüman ol­ması ve emanet olarak verilmiş olan malın bizzat mevcut bulunmasına benzer.

Yukarıda sozkonusu edilen mesele bundan farklıdır. Teslim alma gerçekleştikten sonra kusurdan dolayı geri verme ancak karşılıklı rıza ile veya mahkeme kararıyla olur. Çünkü malı teslim almakla alış veriş, yani akid tamamlanmıştır.

Bu meselede ise hakim, aralarında herhangi bir hüküm vermez. Çünkü aralarındaki hıyanet, düşman kişinin müslüman olmasından önce taraflardan birinin diğerinin malı­nı kullanıp harcaması mesabesindedir.

3780-  Düşman kişi müslüman olmamış, fakat eman ala­rak ülkemize gelmiş ve sonra da aralarında cereyan eden olaydan dolayı meseleyi mahkemeye götürmüşlerse bu du­rumda hakim, alış-verişi bozmaz yahut başka herhangi bir kararla hüküm vermez.

Çünkü aralarında cereyan eden bu muamele darü'lharpte gerçekleşmiştir. Düşmandan olan kişi de eman alarak ülkemize giriş yapmakla İslamın hüküm-lerine bağımlı olmaz. Böyle bir durumda müslüman hakim olayı mahkemeye de ele almaz ve bu konuda hüküm vermez.

Ama düşman kişi İslamı kabul eder yahut zimmî olursa  durum değişir.

Çünkü bu durumda muamele konularında İslamın hükümlerine bağımlıdır.

3781- Bu muamele düşman iki kişi arasında cereyan etmiş ve bdaha sonra ikisi de eman alarak ülkemize giriş yapmış ve onlardan biri mahkemeye müracaat edecek olursa, yine hakim böyle bir olaya bakmaz. Ama ikisi de müslüman olur ya da zimmî olmayı kabul ederlerse, durum farklı olur.

Bu şuna benzer: Onlardan biri diğerine borç vermiş veya iğreti olarak bir hayvan teslim etmiştir. Sonra ikisi de eman alarak ülkemize giriş yapmışlardır. Böyle bir du­rumda hakim, aralarında hüküm vermez. Fakat ikisi de İslamrkabul etmiş ya da zimmî olmuşlarsa o başka. An­cak bütün bu durumlarda İslam oluşlarından sonra mal harcanmışsa hakim aralarında hüküm vermekle birlikte eğer muamele düşmandan iki kişi arasında cereyan etmiş­se, aralarında hüküm vermez ve ihanet edene, karşı tara­fın gönlünü alması için fetva vermez. Eğer muamele bir müslüman ile düşmandan biri arasında cereyan etmiş-se, müslümana kendisi ile Rabbi arasında karşı tarafın gön­lünü alması için fetva verilir. Fakat buna zorlanamaz. Çünkü kendisi eman almış ve ihanet etmiştir.

3782- İmam Muhammed dedi ki: İkisi de müslüman olup eman alarak darü'lharbe gitmiş ve muamele orada aralarında cereyan etmişse, muamele darüiislamda yapıl­mış gibi aralarında hüküm verilir.

Çünkü müslüman, her nerede olursa olsun İslarmn hükümleriyle yüküm-'lüdür. Onlardan her birinin malı da sahibi açısından korunmuş ve mutekavvim bir maldır. Çünkü her ne kadar müslüman eman ile oraya gitmişse de hükmen mülkiyeti koruma devam etmektedir. Bu nedenle onların darü'lharpteki durumu, darü'lislamdaki durumları gibidir. Üç mesele hariç, her meselede durumları bu­dur. Şöyle ki mesela onlardan biri, diğerini kasden Öldürecek olursa katil için kısas gerekmez. Çünkü darü'Iibahede[1] bulunduklarından şüphe mevcuttur. Ay­rıca normalde kendi gücüyle kısası uygulayabilir. Hem katil, devlet başkanının elinde değildir ki kısasın uygulanması için yardımcı olalım. O halde kısas'ge-rekmez ama katilin malından diyet gereklidir.

3783- Hata ile onu öldürmüşse, yine onun malından diyet verilir. Çünkü âkile olarak akrabalarının diyete katılmaları, kendisi ile onlar arasında yardımlaşmanın bu­lunmasından dolayıdır. Darü'lharpte bulunanlar ile daru'lislamda bulunanlar arasında ise bir yardımlaşma söz-konusu değildir. Bu nedenle âkilesi üzerine diyetten her­hangi bir şey düşmez.

Yine onlardan biri, (belirli cezayı) gerektirecek bir suç işleyecek olursa, ona had gerekmez. Çünkü orada bulunmasından dolayı had cezalarıyla yükümlü değildir.

Bu üç mesele dışında darü'lharpte eman ile bulunan kişinin durumu, darü'lislamdakinin durumu gibidir. Ebû Yusuf ve Muhanımed'e göre orada iki esir olarak bulunan kişiler arasındaki muamelelerde de durum budur.

Ebû Hanife'ye göre ise burada katile diyet de gerek­mez. Ona göre bu iki esirin durumu, darü'lharpteki düş­man iki kişinin müslüman olmaları durumu gibidir. Bun­lardan biri, darü'lİslama geçmeden diğerini öldürecek o-lursa onun için diyet gerekmez.

Bu meseleyi (Tahavî'nin) Muhtasar "inin şerhinde Di­yetler Kitabı" nda açıkladık.

3784- Buna göre onlardan biri diğerinin malım tüket-mişse, darü'lharpte müslüman olanlar açısından, tüketmekten dolayı suçlu da olsa, tüketmiş olana tazminat düş­mez. Bu konuda alimlerimiz arasında ittifak vardır. Eman sahibi olan ise ittifak ile onu tazmin eder. Esir konusunda ise, belirttiğimiz gibi ihtilaf vardır.

Çünkü tazmin etmenin gerekliliği malın ihraz edilmiş ve değerli olmaktan kaynaklanır. Bu ikisi ise, dinden dolayı değil, yurttan dolayıdır. Din sebebiyle korunmuşluk ve dokunulmazlık, iman eden açısındandır, iman etmeyen açısından değildir. İhrazın gerçekleşmesi ise maddî planda hem inanan ve hem de inan­mayan açısındandır. Bu ise, ülkeden dolayıdır. Bu nedenle hüküm, zikrettiğimiz şekildedir.

3785- Dedi ki: Onlardan biri diğerinden bir mal gasp edecek olsa ve ülkemize dönünceye kadar henüz o malı harcamamışsa, müslüman hakim, gasp edenin o malı ken­disinden gasp ettiği kişiye iade etmesine karar verir. Ha­sımlar ister eman altında olsunlar, ister orada esir bulun­muş olsunlar ve ister darü'lharpte iken müslüman olmuş olsunlar fark etmez.

Çünkü mal sahibi, malının kendisini diğerinde bulmuştur, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Mahnm kendisini (aynını) bulan kişi, malında da­ha çok hak sahibidir." Ayrıca onlardan gasıp durumunda olan, arkadaşının malını zorla elinden almıştır. Müslümanm malı, müslüman için ganimet olmaz. Bu, şuna benzer: Müslüman halk ile isyancı (baği) müslüman kesim savaşıyorlar. Ta­raflardan biri, diğerinin malını aldığı taktirde, savaş bittikten sonra onu iade et­meye zorlanır. Mal olduğu gibi duruyorsa hüküm budur. Ama mal harcanmışsa, anlattığımız sebepten dolayı tazmini söz konusu değildir.

3786- Aralarında bulunan eman altındakinin durumu böyle değildir. Sonradan müslüman olan düşman bir kişiden bir mal gasp etmişse, malı gasp edilmiş olan kişi malının kendisini bulmuş olsa da hakim, hüküm olarak o malın iade edilmesine karar vermez ve o malı iade etmesi için zorlayamaz. Ancak geri vermesi için ona fetva verir ve: Allah'tan kork, aldığını geri ver, şeklinde tavsiyede bulunur.

Çünkü darü'lharpte düşman kişinin malı mülk altına alınmaya müsaittir ve onu alan müslüman orada ve bu konumda iken o malı elde etmiştir. Ancak o müslüman ile o ülke halkı arasında eman bulunduğundan müslüman bu işten sakınmalıydı. Kendisine verilen emana İhanet etmiştir ve bu onu ilgilendirir. Bu nedenle hakim fetva olarak o mah geri vermesini emreder ama mahkeme karan ile onu buna zorlayamaz.

3787- Darü'lharpte düşmandan müslüman olan bir kişi, müslüman olduktan sonra bir müslümandan belli bir miktar karşılığında bir köle satın alacak yahut müslümana bir köle satacak olsa ve teslim alma işlemi yapılmış olsa, sonra da her ikisi İslam yurduna gelerek müşteri satın al­dığında bir kusur bulsa yahut cizye veya benzeri bir se­beple onu yitirecek olsa, karşılık olarak verdiği hala satı­cının elinde bulunuyorsa, müslüman hakim onu geri ver­mesi doğrultusunda hüküm verir. Ama karşılık olarak al­dığını harcamışsa, bir şey tazmin edemez. Aynı şekilde birbirlerine mal satsalar ve biri aldığı mah tüketirken diğeri aldığını koruyorsa, hâkim o malın geri verilmesine karar verir. Ama tüketilmişse, onu tüketen kişi tazminat ödemez.

Çünkü yapılan bu işlem bir suç olup darü'lharpte aralarında cereyan et­miştir ve o gün her ikisi de müslümandı.

3788-   Ancak onlardan darü'lharpte müslüman olanın nialı, günah ve cezası açısından dokunulmaz, ama hüküm açısından dokunulmaz değildi.

Diyoruz ki, malın kendisi duruyorsa hakim, geri ve­rilmesine karar verir. Ama istihlak edilmişse, hakim her­hangi bir hüküm vermez. Tıpkı müslüman olduktan sonra ve ülkemize gelmezden Önce alış-veriş yapmaları gibidir. Çünkü müslüman olan hakkında bu hüküm sabit olunca, şer'an iki hasmın eşitlenmesi açısından diğeri hakkında da sabit olur.

3789- Muhammed dedi ki: Aralarında eman altında bu­lunan bir müslüman onlardan fiyatı üzerinden bir köle satın alacak olsa ve fiyatın ne olduğu belirtilmemişse, fiyat takdir edilmediğinden dolayı darü'ltslamda olduğu gibi bu alış veriş de fasittir. Çünkü aralarında eman ile bulunan kişi,  kendi   rızaları   olduğu   takdirde   mallarını   alabilir, müslüman ile düşman arasında faiz muamelesini helal sa­yan Ebû Hanife, bu kurala dayanmaktadır. Bunun dışın­daki meselelerde ise, müslüman açısından darü'lislam ile darü'lharp arasındaki muamelelerde bir fark yoktur.

Çünkü müslüman her nerede olursa olsun, İslamm hükümlerine tabidir.

3790- Müşteri,  köleyi   teslim   alıp   değerini   ödeyecek olsa ve sonra da düşman kişi müslüman veya zimmî ola­rak İslam yurduna gelir ve onlardan biri ahş-verişi boz­mak istese, hakim bu davaya bakmaz.

Çünkü her ikisi alacaklarını teslim almışlardır ve mülk ile temellük ger­çekleşmiştir. Her ne kadar alış-verişin temeli fasit İse de alış-veriş akdi ta­mamlanmıştır.

3791- Müşteri malı teslim almış ama henüz parasını ödememiş olup bu arada düşman kişi müslüman olmuşsa, hakim, malın satıcıya geri verilmesine hüküm verir.

Çünkü karşılıklı teslim alma gerçekleşmemiş ve muamele henüz tamam­lanmamıştır. Müşteri, parasını vermek üzere köleyi teslim almıştır. Ancak fiyat kesin olarak belirlenmediği için henüz kölenin değerini teslim etmemiştir. Bu ne­denle tesüm aldığı köleyi geri vermesi gerekir.

3792- Şayet  düşman  kişi eman  alarak  ülkemize gel­mişse, hakim davaya bakmaz.

Çünkü muamele temelde dam'lharpte yapılmıştır. Eman alarak gelen kişi de îslamin hükümlerine mutlak olarak bağlanmamıştır.

3793- Ama müslüman yahut zimmî olursa, durum fark­lıdır. Buna göre küplerce şarap karşılığı bir köle alışverişi yapmışlarsa ve karşılıklı teslimat gerçekleşmişse, hakim ahş-verişlerini bozamaz.

Çünkü teslim almakla   muamele son bulmuştur. Müşteri, karşılığını ver­mek suretiyle köleye sahip olmuştur.

3794- Müşteri köleyi teslim alır, fakat sahibine henüz şarabı teslim etmeden düşman kişi müslümanlığı kabul edecek olursa, hakim ahş-verişi bozar ve köleyi satıcıya iade eder. Çünkü aralarında muamele hükmü gerçekleşmiş, düşman kişi de islamı kabul ettiği için müşteri ona malı teslim edememiştir. Kiralama da satışa kıyas edilir. Hatta onlardan biri belli bir iş için ve belli bir ücret yahut

şarap karşılığında bir aylığına diğerini ücretli olarak çalış­tıracak olursa, düşmandan olan işçi o işi yaptıktan sonra ve ücret teslim edilmeden İslamı kabul edecek olursa, iş sahibi işçiye işine karşılık misil ücret öder. Ama eğer iş bitirilmiş ve ücret Ödenmişse, yukarıda zikrettiğimiz se­bepten dolayı kira tutan kişi herhangi bir şey ödemez. Satın alınan şey kira tutanın elinde iken helak olur yahut müşteri onu harcayacak ve henüz ücret teslim alınmadan düşman kişi müslüman olacak olursa, müşteri, satın aldığı o şeyin değerini satıcıya öder.

Çünkü parasını ödemek Üzere o malı teslim almıştır. Gasb veya ihanet yo­luyla almamıştır. Bu sebeple malın aynını teslim etmesi mümkün olmayınca teslim aldığı malın değerini Öder. Ama ölü bir hayvan yahut kan karşılığında malı satın almışsa ve müşteri malı teslim almış olup düşman kişi de müslüman oluncaya kadar henüz-Ödemede bulunmamışsa, satm alman, onlardan kimin elinde ise ona ait olur.

Ne aynım, ne de değerini ödemesi gerekmez.

Çünkü bu, aralarında bir alış-veriş değildi. Çünkü alış-verişte hem satm alman ve hem de karşılığında verilen şeyin mülk olma yönüyle bir değer ifade et-mesİ gerekir. Ölü hayvan, mülk olma açısından bir değer ifade etmez. Aralarında meydana gelen şey, birinin diğerini karşılıksız olarak bir şeye malik kılmasından ibarettir. Sanki ona o malı hibe etmiş gibi kabul edilir.

3795- Şayet alış-veriş, aralarında eman ile bulunan bir müslüman ile harp ehlinden müslüman olmuş biri arasında cereyan etmiş ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim,   aralarındaki   fasit   alış-verişleri   bozar   ve      du­rumları, eman altındaki iki kişinin durumu gibi olur. Bu, Muhammed'in -Allah rahmet etsin görüşüdür. Ebu Hanife'ye- Allah rahmet etsin- göre İse, değerin tazmin edilmesi gerektiği hususlarda durumları, müslüman ile düşman kişi arasında muamele cereyan etmiş gibi kabul edilir. Tıpkı faiz akdinde olduğu gibi. Bu ikisi arasında faiz akdi cereyan etmişse, burada ve­rilecek hüküm, müslüman ile düşman kişi arasında cereyan ettiğinde verilen hüküm eibidir.

 

3796- Bu muamele düşmandan iki kişi arasında cere­yan etmiş ve sonra ikisi de İslamı yahut zimmî olmayı kabul etmişlerse, burada verilecek hüküm, bir müslüman ile düşman biri arasında cereyan ettiğinde verilen hüküm gibidir.

Çünkü  aralarında bu  muamele cereyan  ettiğinde her ikisi de İslamtn hükümlerine tabi değillerdi. " 

3797- Dedi ki: Müşriklerden bir ordu İslam yurduna girecek olsa ve bir müslüman da eman alarak aralarına gidip onlarla bir muamelede bulunsa, bunun durumu ile daru'lharbe eman alarak girenin durumu aynıdır.

Çünkü düşman ordusu kendini koruyacak güç ve kuvvete sahipse, islamm hükmü daru'lharpte uygulanmadığı gibi onların kışlalarında da uygulanmaz. Bu sebeple yapılan iş, islam ahkamının uygulanmadığı yerlerde yapılan muameleler hükmündedir. Ama İslamm hükümleri orada uygulanıyorsa, anak dam'lîslamda caiz olan muameleler orada caiz olur.

Nitekim İslam ordusu düşman topraklarına girip orada bir askeri kışla ku­racak olsa, oradaki muameleler, daru'lİslamdaki muameleler gibidir.

Yine biri kışlada birini öldürecek olsa, ona kısas uygulanır. Tıpkı İslam yurdunda olay cereyan etmiş gibi işlem görür. Buradan da anlıyoruz ki, önemli olan, hangi hükümlerin orada hakim olduğudur. Öldürme işi nasılsa, muameleler de öyledir.

Başarı Allah'tandır.[2]

 

Müslümanların Yardım  Etmek Zorunda  Oldukları Kimseler Ve Gerek Ülkemizden, Gerek Başka Yerden Ele Geçirildiklerinde Fey1  Olmayanlar

 

3798- Harp ehlinden askerî gücü bulunmayan bir top­luluk eman alarak ülkemize girdiği bir sırada başka bir düşman islam yurduna saldırıp eman alarak gelen ilk top­luluğu ele geçirip yurtlarına götürseler ve ihraz ederek köleleştirseler, sonra müslümanlar bunlara galip gelseler, eman alarak giriş yapan o kişileri serbest bırakmaları ge­rekir.

Çünkü- onlar, İslam yurdunda iken esir alınmışlardır ve esir alındıklarında müsülmanlann hakimiyeti altında idiler. Bu şekilde esir alınmış olmaları, hürri­yetlerine engel değildir.

3799- Daha önce de belirttiğimiz gibi ülkemizde eman alarak bulunanlar askerî bir güce sahip değillerse, müslümanların onlara yardımcı olmaları gerekir. Bu konuda zimmîler gibidirler: Onlara yardım edilir ve zulme uğra­malarına engel olunur.

Çünkü onlar, müslüman devlet başkanının velayeti altındadırlar. Nitekim devlet başkanı ve müslümanlar, düşmanın peşinden gidip onları müşriklerin elinden kurtarmalıydılar. Çünkü kendi ülkelerine dönmedikçe ve kendi kalelerine ulaşmadıkça, bizim sorumluluğumuz altındadırlar. Onlar da aynı şekilde müslümanlar veya zimmiler yenilgiye uğradıklarında onlara yardım et­meliydiler. Buradan da anlaşılıyor ki, onları esir alan düşman ülkeye girip onları ele geçirdiğimiz takdirde serbest bırakmamız gerekir, müslümanlarm, yardım etmek mecburiyetinde oldukları kimseleri esir almaları doğru olur mu? Böyle bir şey asla caiz değildir.

Aramızda eman ile bulunan bu kişiler, aramızda müta­reke bulunan bir ülkenin vatandaşı iseler ve mütareke sebebiyle ülkemize girmişlerse, durum yine aynıdır.

Çünkü o mütareke, ülkemizde eman içerisinde olmalarını gerektirir. Böyle­ce onlara yardım konusunda aramızda eman alarak bulunanlar gibiler.

3800- Buna göre onları esir alan ülke İslamı kabul ede­cek olsa, devlet başkanı onların serbest bırakılmalarına karar verir. Esir alınmazdan önce nasıl hür idilerse yine hür olurlar. Bu sırada mütarekenin müddeti devam etmiş olsun veya olmasın fark etmez.

Çünkü eman ile ülkemizde bulunup askerî bir güce sahip olmadıklarından kendilerine yardım hususunda durumları, zimmîlerin durumu gibidir. İslam yur­dundaki hürriyetlerinin garanti altına alınmış olması sebebiyle harp ehli ülkemizde iken esir düşmekle hürriyetlerini kaybetmezler. Onları esir alanlar, İslamı kabul ettikleri takdirde onları serbest bırakmak mecburiyetindeler.

O ülke halkı müslüman olmasalar bile bir müslüman eman alarak o ülkeye gidip onları satın alacak olsa ya da fidyelerini verecek olsa, tıpkı bir müslüman veya zimmîyi satınalmış veya fidyesini vermiş gibi olur. Aynı şekilde onları esir alanlar, beraberlerinde bu esirler bulunduğu halde eman alarak ülkemize girecek olsalar, hiçbir karşılık ödenmeden ellerinden alınarak serbest bırakılırlar. Çünkü onları esir almakla onlara zulmetmişlerdir. Bu huhususta onların du­rumu, zimmîlerin durumu gibidir. Çünkü esir düşmüş hür kimseyi alıkoymak bir zulümdür ve zulüm üzere eman verilemez.

3801- Esir alınmış eman sahipleri arasında başkasının mülkü olan bir köle mevcut ise ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, kendisini esir almış ojan eman sahibi eman alarak onunla beraber ülkemize girerse, onu satmaya zorlanamaz. Ama köle müslüman veya zimmî ise, du rum farklıdır.

Çünkü sözkonusu edilen bütün bu durumlarda ihraz ile ona malik olamaz.

3802- Müslüman veya zimmînin düşman birinin mülkü olması kabul edilemez ve bundan dolayı onu satmak mec­buriyetindedir. Ama köle düşman biri ise düşman birinin mülkü olması kabul edilir ve ihraz ile onun üzerindeki mülkiyeti gerçekleşir. Bu nedenle de onu satmaya zorlanamaz.

Bunun açıklaması şöyledir: Daha önceki durumuna kavuşsun diye onu sat­maya zorlanır. Esir düşmezden önce o, düşman biri idi. Daru'lîslamda onu bir müslümana veya zimmiye satmaya zorlanırsa, o esir düşen kişi daha önceki du­rumuna, yani düşman biri olmaya dönmüş olmaz. Bu nedenle İslam yurdunda onu satmaya zorlanamaz.

3803- İmam Muhammed dedi ki: Kendileriyle bizim aramızda mütareke bulunanlar bizim ülkemize girmezden önce başka bir harp ehli onlara saldırır ve esir alır, sonra da müslümanlar onları esir alanlara galip gelerek esir dü­şenleri ellerinden kurtaracak olurlarsa, kurtarılanlar müs­lümanların esiri olurlar.

Çünkü onları esir aldıklarında İslam yurdundan esir almamışlardır. Mü­tareke yurdu, harp yurdudur, orada müslümanların hükmü uygulanmaz. Bizim onlarla mütarekemiz vardı ama onların kendi aralarında mütarekeleri yoktu. On­lara galip gelenler, onları kendi mülkiyetlerine geçirmiş olurlar. Sonra da müslü­manlar onlara galip gelmiş ve bu nedenle onlar artık müslümanların mülkü olmuşlardır. Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi onlar askeri bir güce sahip ol­dukları halde bizim ülkemizde iken başka harp ehli onlara galip gelir ve onları esir alacak olursa, yine onların mülkü olurlar. İslam yurdunda oldukları halde başkaları onları esir'abp ülkelerine götürdüğünde onların mülkü olduklarına göre, kendi yurtlarından esir alınıp götürü lmüşlerse evleviyetle onların mülkü olurlar. Çünkü bizim mütareke yapmış olduğumuz kimselere verdiğimiz söz, onlara saldirmamaktır, düşmanlarına karşı onları savunmak değil.

Ama onlardan bir kısmı, mütareke gereği yurdumuza giriş yapmışlarsa durum değişir.

Çünkü ülkemize giriş yapanlar askeri bir güce sahip değiller ve onlara eman vermişiz. Bu sebeple onlara yardım etmek bizim görevimizdir.

3804- Aramızda mütareke bulunanlara saldıranlar Ha­riciler ise ve sonra diğer müslümanlar o Haricilere galip gelecek olurlarsa, onların esir aldıklarını serbest bırakır ve emin olacakları yere ulaştırırlar. Ama onlar İslam yurdunda iken kendilerine saldırmışlarsa, bu konudaki hü­küm bellidir. Müslümanlar onları korumak zorundadır. Harp ehli de onları esir aldıktan sonra biz onlara galip ge­lecek olsak, yine onları serbest bırakırız. Hariciler, onlara, kendi yurtlarında saldırıp esir aldıklarında onları serbest bırakmamızın sebebi şudur: Mütareke ile biz onlara, müslümanlardan hiç kimsenin kendilerine saldırma­yacağına dair söz ve teminat vermişiz. Hariciler de müslü-manlardandır. Hariciler dışındaki müsiümanların devlet başkanı, imkan bulduğu taktirde Haricilerin onlara ver­dikleri zulmü ber taraf eder. Ama harp ehlinin onlara zul­metmeleri durumu farklıdır. Mütareke sebebiyle müslü-man devlet başkanı, harp ehlinin onlara verdikleri zararı önlemek zorunda değildir. Onlara böyle bir teminat vermiş değildir.

Aradaki farkı şuradan da anlıyoruz: Haricilerin verdikleri eman, diğer müs-lümanlan bağlar. Aynı şekilde diğer müsiümanların verdikleri eman da haricileri bağlar. Çünkü Resûlullah (s.a.v): "Müslümanların en basitinin verdiği eman, rriüslümanları bağlar" buyurmuştur. Diğer müsiümanların verdiği eman Haricileri de bağladığına göre, Hariciler onları esir almakla onları kendi mülkiyetlerine geçiremezler. İşte bu nedenle onların ele geçirdikleri kimseler hürdür ve diğer müslümanlar onları ele geçirebildikleri takdirde kendilerini serbest bırakırlar.

3805- Dedi ki: Düşmandan biri beraberinde kölesi olduğu halde eman alarak ülkemize gelecek olsa ve başka bir harp ehli kölesini esir alıp onu kendi ülkelerine gö­türecek olsa, sonra da o köle müsiümanların ganimeti ara­sına girecek olsa, onun efendisi ister henüz İslam ülke­sinde bulunsun, ister kendi ülkesine dönmüş olsun, ga-nimet taksim edilmezden önce hazır bulunacak olursa hiçbir karşılık ödemeden kölesini geri alır. Ama taksimat yapıldıktan sonra gelecek olsa, dilerse değeri üzerinden onu geri alabilir.

Zira o şahıs ülkemizde eman alarak bulunduğu müd­detçe hem canı, hem    malı konusunda zimmî gibidir. E-man hükmü hem canı ve hem de malı kapsar. Ayrıca da-rü'lharbe geri dönmesiyle eman son bulur. Geri götür­düğü malı konusunda da eman son bulur. Ancak geri gö-türemediği malı konusunda eman devam etmektedir, işte bu sebeple hüküm, açıkladığımız şekildedir. Buna göre köle, eman alarak Ülkemize gelmişse ve efendisi berabe­rinde değilse, durum yine anlattığımız şekildedir. Çünkü harp yurduna dönmedikçe hakkındaki eman devam etmektedir. Biz, güvenlik İçerisinde olacağı yere onu teslim etmeyi taahhüt etmiş durumdayız. Ama başka harp ehli onu esir alıp götürdükleri için bu görevimizi yerine getire­memişiz, işte bu sebeple ganimet taksim edilmezden önce onu efendisine kar­şılıksız olarak geri veririz. Ama taksimat yapılmışsa efendisi karşılığını ödeyerek onu geri alabilir.

3806- Köle antlaşmalı ülke halkından ise ve o antlaşma gereği ülkemize girmişse, ister yalnız başına olsun, ister efendisiyle birlikte olsun, başka harp ehli onu esir aldık­larında durum yine anlattığımız şekildedir.

Çünkü  o   mütareke  gereği  aramızda  eman  ile  bulunuyordu  ve  onun hakkındaki hüküm, eman sahibi hakkındaki hüküm gibidir.

3807- Aynı şekilde şayet bir m üs İÜ m an eman alarak galip gelen ülkeye gidecek ve o köleyi satın alacak olsa,

efendisi    anlattığımız    bütün    bu    durumlarda    değerini ödeyerek onu geri alabilir.

Çünkü artık bu durumda o, müslüman veya zimmînin kölesi durumundadır ve ülkemizde İken alınıp esir edilmiştir. Bu konuda aradaki fark şudur: Eman ala­rak köle ile beraber ülkemize giriş yapmışsa, köleyi satmaya zorlanamaz. Ama müslümamn veya zırrirriinin olup eman İle girmişse, köleyi satması İçin zorlanır. Bunun dışındaki yerlerde hüküm aynıdır

En iyi Allah bilir.[3]

 

Hangisinin Daha Önce Öldürüldüğü Bilinmeyen Maktullerin Bıraktıkları Miras

 

3808- Müslümanlardan akraba olan bir gurup öldürü­lüp onların içinde bulunanlardan hangisinin önce öldürüldüğü bilinemiyorsa, öldürülenler birbirlerine varis  ola­mazlar. Onlardan herbirinin mirası, hayatta kalan miras­çılarına aittir.

Çünkü her iki ölüm de vuku bulmuştur ve her ikisinin ölüm tarihi bi­linmemektedir. Bu nedenle her ikisi de şu fıkıh ilkesinden dolayı birlikte ölmüş kabul edilirler: "Bir olay en yakın vakte izafe edilir ve tarih, ancak delil ile sabit olur." Ayrıca birinin diğerine mirasçı olması, miras bırakanın Ölümünden sonra hayatta olmasına bağlıdır. Bu şartın herhangi bir kimse hakkında vaki olduğu kesin olarak bilinmediği takdirde o kimse varis kabul edilmez.

Görmüyor musun, kayıp biri, miras bırakanın ölümünden sonra kendisinin hayatta olduğu kesin olarak bilinmediği takdirde ona varis olamaz.

3809- Bu  konuda  temel kaynak, Harice  b. Zeyd'in babası Zeyd b. Sabit'ten naklettiği şu hadistir. Zeyd b. Sabit diyor ki: Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a.) Yemame halkı­nın miraslarını taksim etme görevini bana verdi. Hayatta kalanları ölmüşlere mirasçı kıldım ve ölmüşleri birbirle­rine mirasçı kılmadım. Yine Hz.Ömer (r.a.), veba hastalığına yakalanan Amvas halkının mirasını taksim etmek­le beni görevlendirdi. Bu kabile halkı veba hastalığından toplu ölümlere maruz kalmıştı. Hayatta kalmışları ölmüş­lere mirasçı kıldım ama ölmüşleri birbirlerine mirasçı kıl­madım. Harice b. Zeyd de diyor ki: Ben de Harre halkının miraslarını taksim ettim ve hayatta kalanları ölmüşlere mirasçı kıldım ama Ölüleri birbirlerine mirasçı kılmadım. İmam Muhammed,bu konuda Sahabe ve Tabiîne dayandırılan bir takım ri­vayetler nakleder ve der ki:

3810- Esirlerin iddia ettikleri her ııeseb, birbirlerini doğruluyorsa ve nesebin ispatı ancak kendi ifadeleriyle tespit edilebiliyorsa, babalık ve oğulluk hariç, mirasçı olamazlar. Ancak onların'dışında müslümanlardan ortaya konan bir delil bulunuyorsa o başka. Ö zaman miras, tak­dim edilen delile göre dağıtılır.

Çünkü erkeğin dört kişi hakkındaki ikrarı geçerlidir: Baba, çocuk, eş ve efendi. Çocuk hakkındaki ikrarı ise geçerli değijdir. Çünkü kadın çocuğun ne­sebini başkasına hamletmektedir ki o da nikahın asıl sahibi olan kocadır. Bunun dışındaki akrabalık hakkındaki ikrar ne erkekten kabul edilir ve ne de kadından. Çünkü ikrar eden kişi, nesebi başkasına hamletmekledir. Bu konuda temel da­yanak şu rivayettir: Bir kadın esir alınmıştı ve beraberinde bir çocuk bu­lunuyordu. O çocuk İçin benim oğlum diyordu. İkisi de azad edildiler ve çocuk büyüdü, sonra da öldü. Ardından da bir miktar mal bırakmıştı. Kadına: Mirasını al, denildi, fakat kadın o malı almaktan imtina etti ve şöyle dedi: Bu benim oğlum değildi, Dahkan el-Kırriyye'nin oğlu idi.. Ben onun süt annesi idim. Durum Hz.Ömer'e yazıldı ve Ömer (r.a) şöyle dedi: Bir delil bulunmadıkça bir kadının kucağındaki çocuk, mirasçı olamaz.

Böylece Hz .Ömer'in bu sözü, söz konusu ettiğimiz hususta temel dayanak oldu. Çünkü çocuğun nesebi, başkasına hamledümektedir.

3811- Kişi daru'lharpte Ölür ve mirası İslama göre tak­sim edilmemiş olursa, mesela erkek olanlara miras verilmiş ama kız çocuklara verilmemişse veya çocuklara ve­rilip ana-babaya verilmemişse ve miras taksimi tamamlan­dıktan sonra müslüman olmuşlarsa, miras taksimi İslamın öngördüğü şekilde yapılır.

Çünkü müslüman olmakla artık İslamm hükümlerine tabidirler. Bundan böyle yapacakları her iş, İslamın emirleri doğrultusunda olacaktır. Ama müslü­man olmazdan Önceki davranış ve muameleleri İslamın hükümlerine tabi değildir. Tıpkı İslamdan önce içki içmeleri ve domuz eti yemeleri gibi.

Bu konuda dayanılan temel, Arnr b. Dinar'ın naklettiği şu hadistir:" Ca-hiliye döneminde yapılmış olan miras taksimi, o şekilde kalır. Ama İslama giril­dikten sonra miras taksimi, îslamm emirlerine göre olacaktır. Bununla mirası hak edenlerin taksimattan önce müslüman olmaları kastedilmektedir.

3812- Ama   zimmîlerin   İslamın   öngördüğü   taksimat üzere değil de başka bir taksim yapmaları ve sonra da mahkemeye  müracaat  etmeleri  durumu  yukarıda  anlatı­landan  farklıdır. Bu   durumda  devlet  başkanı  taksimat­larını iptal eder ve mirası İslamın ön gördüğü şekilde ara­larında taksim eder.

Çünkü zimmîler, muamelat konusunda İslamm hükümlerine tabidir. Onlar hakkında geçerli hüküm, müslümanlar hakkında geçerli olan hükmün aynıdır. Sa­dece zimmet akdinden dolayı müstesna bir durumu olan hususlar, mesela İçki, domuz ve mahremlerle evlenme gibi şeylerdeki tasarrufları bunun dışındadır. Harp ehli ise, İslama girmezden önce îslamm hükümlerine tabi değildir. Bu ne­denle onlar hakkındaki hüküm, açıkladığımız şekildedir.

3813- Eman alarak ülkemize girmiş olsalar bile harp ehli ile zimmîler, birbirlerine mirasçı olamazlar.

Çünkü ayrı ülkelerin vatandaşlarıdırlar. Ülkemizde eman ile bulunan kişiler harp yurdunun vatandaşıdır. Ülkelerin farklı oluşunun etkisi, birbirlerini gözetme ve velayet gibi konularda dinin farklı oluşunun ortaya çıkardığı etkiden daha faz­ladır. Nasıl iki ayrı dine mensup olanlar birbirlerine mirasçı olamıyorsa, iki ayrı ülkenin vatandaşları da birbirlerine mirasçı olamazlar.

Buna göre harp ehli de ayrı ayrı ülkelerin vatandaşları iseler, birbirlerine mirasçı olamazlar.

Çünkü aralarında ülke farklılığı, her birinin ayrı bir ordu gücüne sahip oluşlarından kaynaklanmaktadır. Onların ülkeleri, aynı hukuka bağlı ülkeler değil­dir kİ, bir hukuk sistemi onları bir araya getirsin.

Ama zimmî olacak olursa, akrabalıktan dolayı birbir­lerine mirasçı olurlar.

Çünkü bu durumda İslam yurdunun vatandaşı olmuşlardır ve ülkeleri bir­dir. Kafirlerin tamamı tek bir millettir ve bu nedenle aralarında miras vardır. En iyi Allah bilir.[4]

 

Esir Ve Kayıp Kişilerin Durumu Ve Mallarına Ne Yapılacağı

 

3814- İmam Serahsi (r.a.) dedi ki: Bu konunun birçok meselesini "Şerhu'l-Muhtasar" in el-Mefkûd" bölümünde açıkladık. Orada açıklamadığımız bazı hususları burada ele alacağız:

Esir düşenin hanımı, kocasının dinden irtidat edip küfür dinine girdiği kendisince sabit olduğunda üç hayız dönemi iddet bekler ve sonra (başkası ile) evlenebilir.

Kocasının öldüğü kendisince sabit olacak olursa dört ay on gün iddet bekler ve sonra evlenir. Ayrıca her iki durumda da miras kadına aittir.

Çünkü esir alınması ve kaybolması, beraber iken irtidat etmesi veya ölmesi gibidir. Esir düşmesi, nikah bağının kopmasında etkili olmaz. Ancak kocanın ölümü, kadın için adaletli tek kişinin verdiği haberi vahidle sabit olur.

Ama kocanın irtidat etmesi meselesi, iki erkek şahidin veya bir erkek iki kadın şahidin şahitlikleriyle sabit olur. Bu Kitabın rivayetine göre durum budur. Ancak Kitabûl-istihsan'a göre ise her iki durumda da adil bir kişinin şahitliği ye­terlidir. Çünkü şahit, dini bir hususu haber vermektedir ve evliliğin gerçekleşmesi de, son bulması da dini bir iştir.

Görmüyor musun, bu anlamı taşıdığından dolayı kadının irtidat etmesi, koca için bir şahitle subût bulur. Ancak bu konudaki görüşe göre iki durum da aynıdır.

Diyorz ki: Erkeğin irtidadı, öldürülmeyi gerektiren bir durumdur. Bu se­beple bu konudaki hüküm, kadının irtidadından daha şiddetlidir ve bundan dolayı da bir kişinin haberi ile sabit olmaz. Ancak iki erkeğin veya bir erkek iki kadının şahitliği ile sabit olur.

Çünkü maksat, mirasın taksimine hükmetmektir. Bu da şüphelerle birlikte sabit olur. Bu nedenle bu konuda, şüphe bulunsa da delili kabul ediyoruz.

Görmüyor musun, hakimin yanında buna şahitlik etseler, hakim sözko-nusu kişinin malının müslüman varisleri arasında taksim edilmesine hüküm verir. Aynı şekilde kadının indinde buna şahitlik etseler, yapılan şahitlik geçerlidir. Bu nedenle diyoruz ki: iddet bittikten sonra kadın evlenebilir

3815- Kadın evlendikten sonra kocası müslüman ola­rak dönüp gelecek olsa ve aleyhime yalan delil ileri sür­müştür, diyecek olsa, bu iddiası kabul edilmez. Onun du­rumu, yeniden İslama girmiş kimsenin durumu gibidir. Kadın ister evlenmiş olsun, ister evlenmemiş olbun, an­cak yeni bir nikah ile ona varabilir. Şayet iki şahit, bir topluluğun yanında kocanın irtidat ettiğine dair şahitlik et­seler ve sonra da oradan çekip gitseler yahut ölecek olsalar, o topluluğun, kocanın irtidat ettiğine dair şahitlik­leri geçersizdir.   '

Çünkü o iki'şahit, bu topluluğu şahitliklerine şahit tutmamışlardır. Şayet onları buna şahit tutmuşlarsa, o topluluk, şahitliklerine şahitlik edebilirler. Ni­tekim hükümlerde de durum budur.

Ama kocanın ölümünü müslüman adil bir kişi haber ve­recek olsa, kadının iddet bekledikten sonra evlenebilece­ği konusunda ihtilaf yoktur.

Çünkü verilen haber sebebiyle o kocanın sorguya çekileceği bir durum yoktur. Halbuki irtidat meselesinde durum böyle değildir. Ancak ölüm hakkın­daki haberin geçerli olması için haber veren kişinin, o kocanın cenazesini görmüş olması veya cenaze (törenine) şahit olması gerekir.

3816- Biri bana öldüğünü haber verdi, diyecek olursa, verdiği habere itibar edilmez. Ama ölüsünü gördüğüne dair bir topluluğa haber verecek olsa, o topluluk hakimin huzurunda kocanın Ölümüne dair şahitlik edebilirler. Ancak hakime bu haberi birinden duyduklarını söyleyecek olsalar, hakim onların şahitliklerini, bir kişinin gelip ona kocanın ölüsünü gördüğünü haber vermesi gibi kabul etmez. Bu, elinde bulunduğundan dolayı mülkiyetinde olduğuna dair şahitlik yapmak gibidir ki böyle bir şahitlik geçerlidir. Ama elinde bulunduğundan dolayı onun mülkiyetinde olduğuna şahitlik edeceğini hakime heber verecek olsa, hakim onun bu şahitliğine itibar etmez . Ölüsünü gördüğünü haber veren kişinin verdiği bu habere itimat edilir. Ancak o haber konusunda itham edilme konumunda olmaması gerekir. Mirasçılarından biri olması ya da kendisine bir mal vasiyet edilmiş olması gibi itham edilme konumunda ise, verdiği habere itimat edilmez. Çünkü verdiği bu haberin altında kendisinin yararı söz konusudur. Böylece fasik  gibi haberi konusunda itham altındadır.

Ayrıca hakim, aralarındaki nikah biliniyorsa, esir kişi­nin karısına malından nafaka verilmesine hüküm verir. Kadın ister müslüman olsun, ister ehli kitap olsun fark etmez.

Hakim aynı şekilde ana baba ile çocuğun nafakasına da hüküm verir. Çünkü nikahtan dolayı nafakayı hak etme, dinlerinin aynı olmasını gerektirmez.

Bir müddet için nafaka alacak olsalar ve sonra da esir kişinin veya kaybolmuş kişinin kendilerine verilmezden Önce öldüğüne dair delil ortaya çıkacak olsa, devlet baş­kanı, kendilerine verilen nafakayı onlardan geri alır. Çünkü o nafakayı haksız yere almış oldukları ortaya çıkmıştır. Verilmiş olan nafakanın miraslarına sayılmasına da hüküm veremez. Çünkü Ölen kişi İle bunların dinleri farklı olduğu için ona mirasçı olamazlar.

Kendilerine  nafaka  bağlanmazdan  önce  esirin  irtidat etmiş olduğuna dair delil ortaya çıkmış olsa, durum yine

aynıdır.

Çünkü  nafakayı  hak  etme konusundaki  hüküm, Ölümü  durumundaki hüküm gibidir.

3817- Şayet kadın: Almış olduğum nafakayı iddetime sayın, diyecek olursa sözüne iltifat edilmez.

Çünkü mürted olan kocası İslam yurdunda ise iddet nafakasını hak eder. Ama harp yurduna İltihak ettikten sonra böyle bir hakkı yoktur.

Nitekim onu üç talakla boşadıktan sonra mürted olarak darulharbe  iltihak  edecek  olursa,  iltihak  ettikten  sonra kadın için nafaka yoktur. Çünkü harp yurduna mürted olarak iltihak etmesi, ölmesi gibidir.

3818- Esir düşen kişinin başka birinde emanet malı bu­lunuyorsa ve emanetçi de bunu kabul ediyorsa, yine birinden alacağı varsa ve borçlu da bunu kabul ediyorsa hakim, onun hanımına, çocuklarına ve anne babasına ema­netten nafaka bağlar, ama alacağından bağlamaz.

Çünkü emanetçi durumunda olan kişi, bırakılan emanet kaybolmuştur di­yecek olursa, sözü kabul edilir. Oysa borçlu olan kişi, borcu tazammun eder.

3819- Hakim, emanetçiden emaneti kendi yanına alabi­lir ve borçludan nafakayı vermesini isteyebilir. Bunda da bir sakınca olmaz.

Çünkü hakim burada, kendine bakmaktan aciz kimseleri gözetmiştir. Ayrıca borçlunun, borçtan harcadım, şeklindeki iddia­sını ancak delil ile kabul eder. Oysa emanetçi, yemin ede­rek emanetten harcadığını söylerse, sözü kabul edilir.

Çünkü borçlu, daha sonra alacaklıya alacağını ödemek üzere kendi malından infak etmiştir. Harcananın yerine sonradan kendi malından ödemede bu­lunacaktır. O alacaktan başkasına verdiği, yani başkasından alacaklı olduğunu iddia etmesi ancak delil ile geçerlilik kazanır. Ama emanetçi, ya kendisine emanat bırakanın veya onun makamına geçen birinin, yani hakimin emriyle başkasının malını harcayabilir, emanetçinin iddiası yemin ile birlikte geçerlidir.

Görmüyor musun, borçlu olan kişi, borcunu tamamen ödediğim iddia ettiği takdirde buna dair delil getirmeden iddiası kabul edilmez. Oysa emanetçi, emaneti geri verdiğini iddia etse ve buna dair yemin etse, iddiası kabul edilir.

3820- Borçlu yahut emanetçi, hakimin emriyle infakta bulunduktan sonra esir çıkıp gelir ve o kadının nikahlısı olduğunu inkar eder ve nikah konusunda yemini kabul e-denlere göre, buna yemin ederse, kadın da onun nikahlısı olduğuna  dair  delil  getiremezse,  esir     borçlu  ve  ema­netçiden malını geri alabilir.

Çünkü hakimin infak işini üstlenmesi, nikah sebebiyle idi. Oysa nikah sabit değildi ve gaipteki bir durum hakkında hüküm vermişti. Böylece o esirin mülkünü şer'i sahih bir gerekçeye dayanmaksızın başkasına infak etmiştir. Bu ne­denle de onu tazmin etmesi gerekir.

İnfak eden fakir ise ve esir, malının kadın tarafından tazmin edilmesini istiyorsa, emanet bıraktığı mal konu­sunda bunu İstemeye hakkı vardır, ama alacaklı olduğu mal konusunda böyle bir hakkı yoktur.

Çünkü kadın, emanetçiden onun malının aynını almış ve kendine har­camıştır. Bu nedenle de onu tazmin etmek mecburiyetindedir. Oysa borçludan, borçlunun kendi malını almıştır.

3821- Esirin borçludan alacağı borcu kadından tazmin edemez. Malını  ancak  borçludan  ister. Emanet meselesinde ise esir, kadının bu malı tazmin etmesini ister ve sonra bundan rucû'  ederek emanetçinin onu tazmin et­mesini isterse, bu isteği kabul edilmez.

Çünkü esir açısından kadın, gasp eden kişiden gasp eden kişi durumun­dadır. Onlardan birinin malım tazmin etmesini istedikten sonra, bundan rucû ede­rek diğerinden onu istemeye hakkı yoktur. Çünkü onlardan birinin bunu tazmin etmesini seçmiş olması, diğerini ibra ettiği anlamına gelir.

3822- Esir, o kadının nikahlısı olduğunu inkar etmez ama esir düşmezden önce belli bir müddet için kadının na­fakasını verdiğine dair delil getirir yahut kadını boşamış ve esir düşmezden önce kadının iddeti dolmuşsa, hakimin emriyle hem emanetçinin ve hem de borçlunun malından yapmış oldukları harcamayı onlardan tazmin etmeyi is­teyemez, malını kadından ister.

Çünkü birinci durumda tazmin etmelerinin gerekliliği, nikahın aslını ikrar etmelerinden dolayıdır. Eğer nikahın aslını reddetmiş olsaydılar, hakim, kadına harcama yapmalarını istemezdi. Oysa esir aleyhine ikrar ettikleri nikah me­selesinde yalancı oldukları ortaya çıkmıştır, işte bu sebeple infak ettiklerini tazmin ederler. Halbuki ikinci durumda ikrar ettikleri nikahın aslı hususunda yalancı olmadıkları anlaşılmıştır. Burada esirin kendisi de nikahın varlığını kabul etmekte, fakat kendisine düşen nafakayı düşürmektedir. Bu, yanlışlıkla öldürme ko­nusundaki iki şahidin durumuna benzer. Hakim, onların şahitliklerine dayanarak diyete hüküm verir ve diyet ödenirse, sonra da öldürüldüğüne dair şahitlik yapılan kişi çıkar gelir ve hayatta olduğu ortaya çıkarsa, diyeti o şahitler tazmin ederler. Ama hakkında şahitlik yapılanın yaralandığını, fakat daha sonra şifa bulunduğunu delil ile ortaya koyacak olursa, şahitler herhangi bir Şey tazmin etmezler! Söz ko­nusu ettiğimiz mesele de buna benzemektedir.

3823- Borçlu yahut emanetçi: Bu kadınla evlendiğine şahidim ancak daha sonra onu boşayip boşamadığını bilmiyorum, derse, hakim kadına nafaka vermesini emreder.

Çünkü   sabit  olduğu  bilmen  husus, ortadan  kalktığına  dair delil  ge­tirilmedikçe sabit olmaya devam eder.

3824- Kadın hala onun nikahlısıdır, derse, yine ona nafaka verir. Ama esir düşmezden Önce kadını üç boşama ile  boşadığmı  ve  kadının  iddetinin  dolduğunu  esir  de­lilleriyle ispatlayacak olursa, her iki durumdada borçlu ve emanetçiden bir şey isteyemez. Yne nikahımın hala devam ettiğine dair ikrarlarında yalancıdırlar, benim bu nikaha ihtiyacım yoktur, bu nedenle    ikrarlarından dolayı bana tazminat ödemeleri gerekir, diyecek olsa bu iddiası geçerli değildir.

Çünkü şu anda da karısı olduğunu söylemesinin hüküm üzerinde bir etkisi yoktur. Nikahın aslını ikrar ettikten sonra şu anda karısı olmaya devam etsin veya şu andaki durumunu bilmiyorum desin, iki durum arasında hüküm açısından bir fark yoktur. Hakim kadına nafaka ve­rilmesini emreder. Hüküm açısından ihtiyaç duyulmayan bir husus hakkında şahitlik yapılmasının veya yapılma­masının bir anlamı yoktur. Nitekim nikahın aslı konusun­da şahitler doğruyu söylemişlerdir.

Bu olay şu olaya benzemektedir: Bir adam ölüyor ve bir kadın o ölen kişinin karısı olduğunu iddia ediyor ve buna dair delil (şahitler) getiriyor. Bunun üzerine hakim o kadını da mirasçılar arasına katıyor. Sonra ölen kişi sağ­lığında   bu kadını üç talak ile boşadiği ortaya çıkıyor. Bu durumda mirasçılar, şahitlerden tazminat alamazlar. Şahit­ler ister o kadının bir zamanlar onun karısı olduğunu bil­diklerine şahitlik yapmış olsun, ister hala onun karısı ol­duğuna şahitlik yapsınlar, farketmez.

Çünkü nikahın aslı konusundaki şahitlikleri muteberdir ve böyle bir asim varlığına dair şahitlikleri de doğrudur.

3825- Yine düşmandan biri İslama girip biriyle ara­larında muvalat akdetseler, sonra da kendisiyle akdedilen bu şahıs ölüp şahitler o kişinin, ölen bu adamın mevlası ve  mirasçısı  olduğuna şahitlik  ederek  ondan başka bir mirasçının da olduğunu bilmeseler, hakim de mirasın    o kişiye   verilmesine   hükmetse,   daha   sonra   biri   çıkıp   o kişinin velayet akdini bozduğunu, Ölen kişinin ikinci bi­riyle velayet akdettiğini ve bu ikinci şahsın onun velisi ve mirasçısı olduğunu söylese ve bu iddiasını delil ile is-patlasa, hakim mirasın bu ikinci şahsa verilmesine karar verir. Bu ikinci şahıs dilerse şahitlerden mirası tazmin eder, dilerse de malı kabzedenden tazmin eder. Çünkü velanm aslı konusunda (yani ölen adam ile ikinci kişi arasında mu-valatın bulunduğunu bildiklerine dair) şahitlik etmiş olsaydılar, adamın öldüğü gün onun mevlası olduğuna dair şahitler şahitlik yapmadıkça hakim, mirasın bi­rinci şahsa verilmesine hükmetmezdi. Oysa onlar, öldüğü esnada ölen kişi ile bu kişi arasında velayet akdinin bulunduğunu söyleyerek yalan söylemiş ve bu şahitlikte yalanları ortaya çıktığından dolayı tazmin etmekle mükellef olmuşlardır. Bu bölümde temel olarak şu anlatılmaktadır: Bir şeyin hak edilmesi konusunda şahidin yalan söylediği ortaya çıkarsa, aleyhine şahitlik yaptığı kişiye tazminat öder.ama şahitliğinde yalan söylemediği ortaya çıkarsa, tazminat ödemez. En iyi Allah bilir.[5]

 

Harp Ehlinden Ve Müslümanlardan Katillerin Mirası

 

3826- Müslümanlarla müşriklerin safları karşılaşıp müşriklerden biri müslümanlarm safında bulunan karde­şini vurarak yaralayacak olsa ve daha sonra bu müşrik müslüman olsa, sonra da yaralanmış olan müslüman öle­cek olsa ve ölen kişinin onu öldürenden başka mirasçısı da yoksa, bu takdirde mirası, onu öldüren kardeşine ka­lır. Aynı şekilde müslüman kişi müşrik olan kardeşini vu­rup yaralasa ve yaralı daha sonra müslüman olsa, sonra kendisini yaralayan müslüman kardeşi ölecek olsa, müslü­man olan kardeş diğerine mirasçı olur.

Bu meselenin izahı şöyledir: Öldüren, hak ile öldürmüştür ve hak ile öldürme, mirastan mahrum olmayı gerektirmez. Mirasçı olan kişi mirasçı olduğu kimseyi kısas veya recm olarak öldürdüğünde de durum böyledir. Çünkü birinci durumda, kardeşi muharip olduğu için onu öldürmüştür. Daha önce de be­lirttiğimiz gibi, batıl te'vil, hüküm konusunda sahih te'vil gibidir. Günah yönüyle farklı farklı olsa da değişmez.

Nitekim kâfir, müslümanı öldürmekten dolayı kısas veya diyete müstahak olmaz. Daha sonra müslüman olacak olsa, yine buna müstahak olmaz. Nitekim müslüman da bundan dolayı bunlara müstahak olmaz.

Müslümanlar ile isyancı (bâğî) müslümanlar arasında cereyan eden de buna göredir. Müslümanlardan olan kişi, mirasçısı bulunduğu isyancılardan birini öldürecek olsa, ittifakla mirastan mahrum bırakılmaz.

Çünkü onu hak ile öldürmüştür. Öldüren isyancılardan ise, Ebu Hanife ve Muhammed'e göre durum yine aynıdır. Çünkü fasit te'vil, onu destekleyen bir güce sahib ise, sahih te'vil gibidir. Ancak Ebu Yusuf- Allah rahmet etsin- şöyle diyor: İsyancılardan olan kişi, kafirin aksine, burada misasçi olamaz. Çünkü is­yancı, müslümandır ve İslâmın hükümlerine muhataptır. Onun başka müslümanı öldürmesi, sakıncalı yasak öldürmedir ve mirastan mahrum bırakılması, yasak bir öldürmeyi gerçekleştirdiğinden dolayı ona bir cezadır. Oysa kâfir, İslâmın hü­kümlerine muhatap değildir. Bu nedenle yapmış olduğu, mirastan mahrum edil­mesini gerektirmez.

3827- Çünkü bu şer'î bir hükümdür. Ne varki Ebu Ha-nife  ve  Muhammed'in  görüşleri daha doğrudur. Çünkü Te'vil ve gücün bulunmasından dolayı isyancının sebep olduğu bu öldürme, kısas ve diyeti gerektirmemesi bakı­mından kâfirin sebep olduğu öldürme gibidir. Miras" ko­nusunda mesele, evliyetle böyle olmalıdır. Çünkü kısas ve diyetin hükmü tilavet edilen bir ııassla (Kur'an'Ia), mi­rastan mahrum bırakma ise, rivayet edilen bir haberle (ha­disle)  sabittir. Hiç şüphe yok  ki, Kur'an'Ia sabit olan daha evladır.

3828- Ama baba ve oğul darul'lharpte müslüman ol-muşlarsa, bu öldürmeden dolayı kısas ve diyet gerekli olmasa da, mirasçı, öldürdüğünün bıraktığı mirastan hiçbir şey alamaz. Ebû Hanife'ye göre esir olan kişinin durumu  da böyledir.

Çünkü bu durumda kısas ve diyetin gerekli olmaması, katilin yaptığı bir te'vilden dolayı değildir. Kanı değerli kılan ihrazın bulunmamasından dolayıdır. Bu sebepten de öldürme, hiçbir yönüyle mahzurlu olmaktan çıkmış değildir. Bu­rada ise. katilin kısas veya diyete tâbi olmaması, yaptığı bir te'vilden (Açık hüküm bulunmayan bir konuda yanlış yorumdan) dolayıdır. Kısas ve diyet ko­nusunda yaptığı te'vil, sahih te'vil konumuna geçtiği takdirde mirastan mahrum bırakma konusunda da geçerlilik kazanır.     

3829- Hırsız ya da günah ehlinden bir gurupla normal müslümanlardan bir gurup çarpışır ve normal müslümanIardan biri onlardan mirasçısı bulunduğu birini öldürecek olsa, ona mirasçı olur. Çünkü onu hak ile öldürmüştür. Ama aksi olursa, yani hırsız, normal müslümanlardan mirasçısı bulunduğu birini öldürürse, ona mirasçı olamaz.

Çünkü bu öldürme her yönüyle yasaktır. Hatta kasden olduğu katdirde ona kısas, yanlışlıkla olduğu takdirde de diyet ve keffaret gerekir.

3830- İki hırsız topluluğu çarpşıp birbirlerini öldüre­cek  olsalar, onlardan hiçbiri  diğerine mirasçı  olmaz.

Çünkü bu öldürme her yönden yasaktır ve hatta kasden olduğu takdirde kısas, yanlışlıkla,olduğu takdirde de keffaret gerekir. Netice itibariyle keffaret ve mirastan mahrum bırakma, bunların herbiri yasak öldürmenin cezasıdır. Bun­lardan biri, diğerinin subutuyla subut bulur. Daru'lharpte müslüman olan iki esi­rin birbirlerini öldürmeleri durumunda ise, yanlışlıkla öldürme keffareti ge­rektirdiği gibi mirastan mahrum bırakmayı da gerektirir. İsyancının öldürmesi ise, keffareti gerektirmediği gibi mirastan mahrum bırakmayı da gerektirmez.

En iyi Allah bilir.[6]

 

Oğlu İle Beraber Babanın Darulharpte İrtidat Etmesi

 

3831- İmam Muhammed dedi ki: Bir baba, oğulların­dan  biriyle irtidat ederek ikisi daru'lharbe iltihak etse, mürteddin mirası devlet başkanına teslim edilir ve o da mirasını müslüman mirasçılarına dağıtır. İrtidat eden çocuklarından hiçbirine mirastan birşey verilmez. Çünkü mirasçi olmanın yolu velayettir ve mürted kimsenin velisi olmaz. Bu nedenle de kimseye mirasçı olamaz. Çünkü mürteddin bir dini yoktur. Mirasta ise, dine itibar edilir. Ayrıca farklı din mensupları arasında mirasçı olmama* n se-bebİ de budur. Bu nedenle mürted, kimseye mirasçı olamaz.

3852- Mürted kişinin müslüman iken daru'lîslâmda ka­zandığı malına mirasçı olunur.

Çünkü hakim, onun daru'lharbe katıldığına karar verdikten sonra artık o hükmen Ölmüştür. Çünkü daru'lharpte bulunan, daru'lislâmda bulunana nisbetle ölü hükmündedir. Onun hükmen ölü sayılması, irtidat ettiği andan itibaren başlar. Bu nedenle müslüman mirasçıları, ancak müslüman olduğu dönemdeki malına mirasçı olabilirler.

İrtidat ettikten sonra ve darulharbe intikal etmeden önce kazandıkları ise, İmam Muhammed'e göre aynı hük­me tabidir. Ebû Hanife'ye göre ise, bu müddet içerisinde kazandıkları, fey'dir.

Çünkü müsüman iken sahip olmadığı (irtidaddan sonra kazandığı) birşeyin mirasa katılması mümkün değildir.

3833- Şayet bu müddet içerisinde kazandıklarının da miras sayılmasına hükmedüirse, müsümanın kâfire miras­çı olmasına hükmedilmiş olur. Daru'lharpte kazandıkla­rına geline; kendisiyle birlikte daru'l harbe intdikal eden oğluna aittir. Ancak oğluna ait olması, babasının mürted olarak ölmesine bağlıdır.

Çünkü o nıalı daru'lharp vatandaşı olduğu bir sırada kazanmıştır. Harp ehli ise, kendi aralarında birbirlerine mirasçı olurlar. Müslüman devletin vatandaşı on­lara mirasçı olamaz.

3834- Müslüman çocuklarından biri onunla birlikte da-ru'l harbe gidecek olsa, müslüman  iken  kazandıklarına mirasçı olurken, irtidat ettikten sonra kazandığı malına mirasçı olamaz.

Çünkü daru'lharpte dunumu,darulislamdaki durumu gibidir. Müslüman nerede bulunursa bulunsun, müslüman devletin vatandaşıdır.

3835- Buna göre zimmî biri, ahdi bozup çocuklarından biriyle daru'lharbe iltihak edecek olursa, artık daru'lharbiıı vatandaşıdır ve giden çocuğu ile birlikte artık harp eh­linden olmuştur. Onun durumu da irtidat edip darulharbe iltihak eden müslümanın durumu gibidir.

Çünkü ülkelerin farklılığı da, dinlerin farklılığı gibi mirasa engeldir.

3836- Dedi ki:  İslam ülkesinde çocuklarından bazısı müslüman, bazısı zimmi, bazısı mürted çocukları ve müslüman karısı bulunan kişi   irtidat edip darulharbe iltihak ettiği halde,   karısının iddet süresi doluncaya, büyük ço­cukları müslüman oluncaya ve çocuklarından bazısı  ölün­ceye kadar adamın darulharbe iltihak ettiğine hakim karar vermezse, ö taktirde mirası, iddet süresi dolan    karısına ve darulharbe iltihak ettiği gün müslüman bulunan çocuk­larına kalır. Ama darulharbe iltihak ettikten sonra müs­lüman olan çocuklarına mirasından bir şey kalmaz.

"Es-Siyeni's-Sağîr" (Şerh)inde belirttiğimiz gibi[7] zahiru'r-rivaye'ye göre, iltihak ettiği gün mirasçıları kimlerden oluşuyorsa, miras onlar arasında taksim edilir. Hasan'm Ebû Hanife'den rivayetine göre ise, irtidat ettiği gün kimler ona mirasçı ise, miras onlar arasında taksim edilir. Çünkü mirasçı olmanın hükmü o tarihe dayanır. Böylelikle müslüman, müslümana mirasçı olmuş olabilir.

Ebû Hanife'den gelen başka bir rivayete göre ise, hakimin, o kişin daru'l­harbe iltihak ettiğine hükmettiği güne itibar edilir. Çünkü o zaman hükmen ölü mesabesindedir ve mirasa da ölümle hükmedilir.

Ancak daha doğru olan, zahiru'r-rivaye'de anlatıldığı gibidir. Çünkü mi­rasa sebep, kişinin İıtidat etmiş olmasıyla gerçeşiyorsa da, sebebin tamam olması, daru'lharbe iltihakıdır. Sebebin aslı gerçekleştikten sonra, ama tamamlanmadan Önce mevcut olan, sebebin başlangıcında mevcut olan gibi kabul edilir.

Nitekim satış yapılıp mal teslim alınmadan önce satılan malda meydana gelen fazlalık,değerin bölünmesi hükmünde satış akdi yapıldığı anda mevcut olmuş gibi kabul edilir. Bu da onun gibidir, ama katılma ile sebebin tamamlan­masından sonra ve hakimin iltihaka karar vermesinden önce meydana gelen, se­bebin başlangıcında mevcut olan gibi kabul edilmez.

Tıpkı şu mükateb (sözleşmeli köle)nin durumuna benzer. Mükatebin biri öldüğünde çok mal bırakır, sonra kafir olan oğlu müslüman olur veya köle olan oğlu azat edilir yahut oğlu ölür, sonra sözleşme bedelini öder. Sözleşme bedeli ödendikten sonra arta kalan mal,mükateb öldüğünde mirasçı olabilecek durumda olan varislerine kalır .Öldüğü gün kafir veya köle olan yakınlarına mirastan bir şey verilmez. Bilindiği gibi hürriyetine kavuşmasına hakimin karar vermesi, sözleşme bedelini ödediği zaman gerçeleşir. Kimlerin ona mirasçı olacağı konusunda da ha-kİmin karar verme gününe değil, sebebin gerçekleştiği zamana bakılır. Mürted hakkında da durum bu şekildedir.

3837- Kadının iddeti üç hayızla bittikten sonra mürted daru'lharbe iltihak eder ya da bu müddet içerisinde öldürülecek olursa, kadına miras yoktur.

Çünkü iltihak ettiği muteberdir. Bu durumda iltihak ettiğinde aralarında bir bağ kalmamıştır. Oysa birinci durumda mesele farklıydı. Orada daru'l-harbe il­tihak ettiğinde, kadın onun iddetini bekliyordu.

irtidat etmekle, kaçıp giden kişi hükmünde olmuştur.

Çünkü ayrılma sebebi onun tarafından gerçekleşmiştir ve o, helak olmak (ölü sayılmak) üzeredir. Miras konusunda ölmek üzere olup karısını boşayan kişi­nin karısı hakkındaki iddet, nikâhın aslı makamındadır.

3838- Dedi ki: Eğer karı-koca birlikte irtidat eder ve sonra da koca İslama dönecek olursa, boşama olmaksızın kadın ondan ayrı düşmüştür ve birbirlerine mirasçı ola­mazlar.

Çünkü kocanın İslama dönmesinden sonra kadının küfür üzere İsrar et­mesiyle ayrılmaları gerçekleşmiştir ve kadm da ölmek üzere değildir ki akrabalık sebebiyle koca ona mirasçı olsun. Kadının kendisi de erkeğe misarsçi olamaz. Çünkü ayrılma kadm sebebiyle olmuştur.

İslama geri dönen kadının kendisi ise, yine boşama ol­maksızın ayrılmaları gerçekleşmiştir. Ancak İmam Muhammed'in görüşü böyle değildir. Ona göre:

Kadının iddeti dolmadan koca ölecek olursa, kadın ona mirasçı olur.

Çünkü kadın İslama döndükten sonra kocanın irtidat üzere İsrar etmesi, kocanın yeniden irtİdadı başlatması gibidir.

3839- Dedi ki: İkisi birlikte irtidat eder ve çocukların­dan darulharpte bulunan küçük bir çocuğa iltihak edecek olurlarsa ve kadın da hamile olup iltihak ettikten sonra altı aydan az bir müddet içinde doğum yapacak olursa, iki­sinin de misası, müslüman mirasçılarına kalır ve bu iki küçük çocuk onların misasından hiçbir şey alamazlar.

Çünkü daruiharpte ana baba ile birlikte olduklarından onların da irtadat ettiklerine hükmedilir. Nitekim bu durumdaki çocuklar esir alınırlar ve fey1 olurlar. Mürteddin hiç kimseye mirasçı olmayacağını daha önce belirtmiştik.

3840- Esir edilmelerinin caiz olduğuna şu rivayet delil olarak getirilmiştir: Naciye Oğulları İslâmdan irtidat ettiklerinde Hz. Ali (r.a.) çocuklarını esir almış ve sonra da onları yüzbin dirheme karşılık Maskala b. Hübeyre'ye satmıştır.

Dedi ki: Karı koca daru'lharpte mal-mülk kazandıktan sonra ölür ve o ülkenin halkı müslüman olacak olursa, ikisinin bıraktıkları miras bu iki çocuğa aittir.

Çünkü hükmen darulharp ehlinden olmuşlarladı ve darulharp ehlinden olana ancak darulharp ehli olan misraçı olur.

Kadın müslüman olduktan ve küçük çocuğuyla birlikte İslâm yurduna dönükten ya da kadın hamile olup altı ay içinde doğum yaptıktan sonra durum mahkemeye intikal eder ve darulharbe iltihak ettiklerine hakim karar verirse, mürdeddin bıraktığı mirasın müslüman varislerine dağıtıl­masına hüküm verir ve ne karısına, ne de o iki çocuğuna mirastan bir şey verir.

Çünkü o mürteddin daru'lharbe iltihakı müddet olarak ölçü alınır ve o za­man kadın mürted idi. Karnında taşıdığı çocuk da ona tabidir. Yine beraberlerinde daru'lharbe götürdükleri çocuk da mürted hükmündedir. Bu nedenle onlar, ba­balan müslüman iken kazandığı mallardan miras alamazlar.

3841- Mürted kişi  daru'lharbe iltihak eder ve karısı müslüman olup İslâm yurdunda hamile ise, iki yıl zar­fında doğum yaptığı takdirde o çocuğun nesebi irtitad fi­den  babaya  aittir  ve  çocuk  babanın   bıraktığı  mirastan

payını alır.

İıtidat ile aralarındaki nikâh son bulmuştur. Bâin talak ile boşanmış kadın hükmündedir. Böyle bir durumda çocuğun nesebi, doğum için gerekli olan müddetin azamisine göre tesbit edilir ve bu nedenle iki yıl zarfında doğum yaptığı takdirde çocuğun nesebi, irtitad eden babasına aittir ve babasına mirasçı olur.

3842- Şayet kadın, kocanın irtidat etmesinden sonra ir­tidat eder ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, iki yıl zarfında doğurduğu çocuğun nesebi sabit olur ve bu çocuk  babaya  mirasçı  olur, ama kadın  mirasçı olamaz.

Çünkü kocanın daru'lharbe iltihak etmesinden önce kadın irtidat etmiştir ve iltihak gerçekleştiğinde kadm mürted idi. Bu sebeple kocaya mirasçı olamaz. Ama çocuk, anne babanın irtidat etmelerinden sonra İslâm yurdunda olduklarından yurda tabi olarak müslümanlığına hükmedilir. Bu nedenle de çocuk, babanın mi-sarsçılan arasındadır.

3843- Ama koca duru'Iharbe iltihak ettikten sonra ka­dın irtidat etmişse, kadın da misarçıları arasındadır.

Çünkü kocasının daru'lharbe iltihakından sonra irtidat etmesi, onun il­tihakından sonra ölmesi mesabesindedir. Bu ise, ona mirasçı olmasına engel

değildir.

3844- Hıristiyan bir kadınla evli olan bir müslüman ir­tidat ederse, kadın ondan ayrılmış olur ve kocanın irtidat etmesinden sonra iki yıl içinde bir çocuk doğuracak olur­sa, çocuğun nesebi babaya aittir ve o çocuk babaya miras­çı olur. Ancak kadın, ona mirasçı olamaz.

Çünkü kocanın irtidat etmesiyle kadın ondan bâin boşanma ile ayrılmış olur. Kadının gebe kalabileceği azamî müddet hesaplanarak nesebi tesbit edilir. Babasının irtidat etmesinden Önce, çocuk müslüman sayılır ve îsâm yurdunda kaldığı müddetçe de müslüman olarak kabul edilr.

Anne ise, hiristiyan olduğundan dolayı nıürted olandan

miras alamaz.

Çünkü kendisine mirasçı olma konusunda mürted, müslüman gibidir.

3845- Adamın hıristiyan bir cariyesi olup irtidat et­tikten sonra onu ummu'lveled kılarsa, doğacak çocuk ona mirasçı olamaz.

Çünkü cariye hıristiyandir ve çocuğun nesebi belirlenirken baba mürteddir. Çocuk, ergenlik çağına gelinceye kadar onun müslümanlığma hükmedilemez ki müslüman vasfını taşıyabilsin. Kâfir ise, mürtedde mirasçı olamaz.

3846- Dedi ki: Anne baba birlikte irtidat eder ve kadın altı ay müdetten az bir müddet içerisinde doğum yapacak olursa, bu çocuk, mürteddin mirasçıları arasındadır.

Çünkü kadının çocuğa hamile kalması, irtidat etmelerinden Öncedir. Böylece çocuğun müslüman olduğu kesinlik kazanmıştır.

3847- Ama tam altı ay dolduğunda veya daha sonra çocuğu doğuracak olursa, çocuk mirasçı olamaz.

Çünkü bu durumda çocuğa hamile kalması, irtidat etmelerinden sonra ol­muştur. Bu sebeple çocuğun müslümanlığma hükmedilemez. Hatta ergenlik çağına ermeden ölecek olursa cenaze namazı kılınmaz. Burada müddet altı ay olarak belirlendi. Çünkü nikâhlı bulunuyorlar. İhtiyaç durumunda hamilelikte azami müddet esas alınır, ama aralarında nikâh mevcut ise buna ihtiyaç yoktur.

3848- Bu çocuk Ölür ve ardından mal bırakacak olursa, anne babası ona mirasçı olamazlar. Çünkü mürteddirler ve mürdet kişiler kimseye mirasçı olamazlar. Ölen çocuktan kalan mal, müslüman kardeşlerine miras olarak kalır.

Çünkü anne babası ona mirasçı olamayınca, ölü hükümünde olurlar.

3849- Ama bu çocuğun müslüman kardeşlerinden biri Ölür ve ardında mal bırakacak olursa, ne anne baba ve ne de bu çocuk ona mirasçı olur.

Çünkü anne babanın imdadından sonra altı ay veya daha uzun bir müddet içerisinde annesi onu doğurmuşsa, mürted olduğuna hükmedilir. Ama altı aydan daha az bir müddet içerisinde onu doğurmuşsa, artık o müslüman hükmündedir ve müslüman kardeşleriyle birlikte kardeşine mirasçı olur.

3850- Dedi ki: Anne baba daru'lharbe iltihak eder ve irtidat etmelerinden sonra altı aydan az bir müddet içeri­sinde kadın çocuğu doğurur ve sonra çocuk ardından mal bırakarak ölür, daha sonra da o ülke halkı müslüman olurlarsa, çocuğun bıraktığı mala mürted olan anne baba mirascı olur. Müslüman kardeşleri ona mirasçı olamazlar.

Çünkü bu durumda çocuk, darulharp halkından biridir. Görmüyor musun, anne onu daru'lİslâmda doğurup sonra anne baba onu daru'lharbe götürmüş olsalardı, o da onlar gibi darulharp ehli ve mürted olurdu. Daru'lharpte onu doğurduğuna göre artık o evleviyetle darulharp ehlidir ve harp ehlinden bir ülkenin vatandaşı olanlar ancak birbirlerine mirasçı olurlar.

Aynı şekilde anne baba daru'lharpte kazandıkları mal­ları aralarında bırakarak ölecek olursa, bıraktıkları mal, daru'lharpte doğan çocuklarına miras olarak kalır. Müslü­man kardeşleri o mirastan birşey alamazlar.

Görmüyor musun, müslümanlar galip olur ve o malı elde edecek olurlarsa, o mal fey' olur. Fey' olabilecek her mal, müslümana miras kalamaz. Böylece o ülkenin vatandaşı olan çocuklarına veya anne babasına miras olarak kalır. Ama ayrı ülkelerin vatandaşı iseler, onlara da miras kalmaz. Çünkü daha önce be-littiğimiz gibi, ülke farklılığı, din farklılığı gibidir ve mirasa engeldir.

3851- Buna göre bir ülke halkı îrtidat eder ve ülke­lerine şirk hükümlerini hakim kılacak olurlarsa, artık o ülke duru'lharp olur ve orada ölenin geriye bıraktığı mal­lar, o ülke vatandaşı olan mirasçılarına miras kalır.

Çünkü artık o ülke daru'lharptir ve önceden duru'lharp olan ülke ile son­radan duru'lharbe dönüşen ülke arasında bir fark yoktur.

Görmüyor musun, müslümanlar bu malı ele geçirecek olurlarsa, mal fey1 olur ve bu nedenle kalan mallar, harp yurdunun vatandaşı olan akrabalarına miras kalır. Müslümanlar ona mirasçı olamazlar.

En doğrusunu A ilah bilir.[8]

 

Mürtedlerin Geçerli Olan Ve Geçerli Olmayan Tasarrufları

 

3852- Serahsî -Allah kendisinden razı olsun- dedi ki: "el-Mebsût"ta mürteddin tasarruflarının dört çeşit oldu­ğunu belirtmiştik: Bu tasarruflardan bir kışımı, ittifakla geçerlidir. Cariyeden doğan çocuğun babası olduğunu söylemesi gibi. Bir kısım da ittifakla geçersizdir. Nikâh gibi. Bir kısmı ittifakla mevkuftur, mufâvaza gibi. Bir kısmında ise ihtilaf vardır. Alış-veriş, hibe, âzâd etme gibi. Ebu Hanife'ye (r.a.) göre bu tasarruflar mevkuftur. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre İse, tasarrufları ge­çerlidir. Ebû Yusuf'a göre, ancak sağlıklı insanın tasar­rufları geçerlidir. Meselâ malının üçte birini vasiyet ede­bilir. Ancak varislerine malından birşeyler vermesi geçerli olmaz. Nitekim hastanın da bu tür tararruflan geçerli değildir. Görmüyor musun, mürted kişinin karısı henüz İddet beklerken kocasının ölmesi durumunda ona mirasçı olur. Aynı şekilde Ölüm hastalığına yakalanmış kişi de, karısı mirasından birşey almasın diye onu boşayacak olursa, kadın iddetinİ doldurmadan adam Öldüğü takdirde ona mirasçı olur.

Mürted kadına gelince, sağlıklı kadının tasarrufları gibi malı konusundaki tasarrufları da ittifakla geçerlidir. Çünkü mürteci olmakla kendisi de mevkuf olmaz. Darulharp ehlinden kadın

konumunda değildir. Oysa erkek böyle değildir.

3854- Mürted daru'lharbe iltihak etmiş fakat hakim onun iltihak ettiğine karar vermemişse (vatandaşlıktan çıkarılmamışsa) ve bu arada mürted olan kişi daru'lİslâmda bulunan kölelerini âzâd eder yahut kendisiyle birlikte da-ru'lharpte bulunan bir müsümana onları satmışsa ve sonra da hakim, onun iltihak ettiğine karar vermeden ve mal

3855- Daru'lharbe iltihak eden mürted, İslâm yurdun­daki kölesinin aslında hür biri olduğunu ya da başkasının kölesi olup kendisinin onu gasbettiğni söyleyecek olursa, sonradan tevbe edip geri dönse de bu ikrarı geçerlidir.

Çünkü söylediği şey, yeni başlattığı bir tasarrufla ilgili değildir, bilakis bir İkrardır. İkrar ise, halckmda ikrar yapılan açısından geçerlidir.

Nitekim biri, başkasının kölesinin hür olduğunu ya da başkasının mülkü olduğunu ikrar eder ve sonra da o köleyi elinde bulunduran kimseden satmalacak olursa, sözkonusu ikrarı geçerlidir ve bu mesele gibidir.

3856- Hakim, mürteddin  iltihak  ettiğine  karar  verip mirası taksim edildikten sonra mürted tevbe edip geri dönecek olursa, mirasçılarının elinde mevcut olan mallarının aynı (kendisi) geri alınıp ona verilir. Şayet mirasçı, mür­teddin hür olduğunu ikrar ettiği köleyi satmişsa, o köle onun payına düştüğü için yaptığı satış geçerlidir, ama şu veya bu şeklide o mürteddin hür olduğunu ikrar ettiği kö­leyi satmışsa, o köle onun payına tesadüf ettiği için yaptı­ğı satış geçerlidir. Ama şu veya bu şekilde o mürteddin mülkiyetine geri dönecek olursa, o köle hakkındaki ikrarı geçerlidir. Çünkü ikrarı yenilenmiş kabul edilir. Eğer hakim, daru'lharbe iltihakına hüküm veridikten sonra ve o mürted tevbe alarak dönerse, malı taksim edilmiş olsun veya olmasın, hakim mallarının kendisine geri verilmesine hüküm vermeden önce kölelerinden bazılarını âzâd edecek olursa bu tasarrufu geçersizdir.

Çünkü hakimin, onun daru'lharbe iltihakına karar vermesiyle mülkü, va­rislerinin mülkü haline gelir ve ancak hakimin kararıyla tekrar kendi mülküne dönüşür.

Görmüyor musun, mürteddin geri dönüşünden sonra ve hakim tarafından mallan kendisine geri verilmezden önce mirasçı o köleyi âzâd edecek olsa, âzâd etmesi geçerlidir. Sanki mürted kişi geri dönmeden onu âzâd etmiştir. Böylece bu müddet zarfında kölenin, mirasçının mülkü olduğunu anlıyoruz. Aynca bu dömende mürteddin köleyi âzâd etmesinin geçerli olmayacağını da anlıyoruz. Çünkü âzâd etme, âzâd edilenin mükiyetinde olmasını geriktirir. O köle aynı anda hem mirasçının ve hem de o mürtdeddin mülkü olamaz.

3857- Hakim, mürteddin daru'lharbe iltihak ettiğine karar vermeden önce mirasçı o köleyi âzâd edecek olursa, âzâd etmesi geçerli değildir.

Çünkü henüz köle mülkiyetine geçmiş değildir.

Aynı şekilde mürted kişi de, henüz hakim mallarının kendisine iade edilmesine hüküm vermeden önce âzâd edecek olursa, tasarrufu geçerli değildir.

Çünkü o esnada köle, onun mülkiyetinde değildir.

Daru'lharbe iltihak eden mürted, daru'lİslâmda bulu­nan kölesini satması ya da âzâd etmesi için bir vekil gönderecek olsa ve vekil de bu işi yapacak olsa, sonra da me­sele mahkemeye intikal edecek olsa, hakim vekilin bütün tasarruflarını iptal eder ve malının mirasçılara ait oldu­ğuna hükmeder.

Çünkü iltihak ettikten sonra bu tasarruflarda bulunmaya yetkili değildir. Aynı şekilde vekil tayin etmeye de yetkili değildir. Çünkü vekili tasarruf ko­nularında onun yerine kaimdir. Bu durumda mürteddin bizzat tendisi tasarrufta bulunsa, tasarrufları geçersizdir. Hakim, iltihakına karar vermiş olsun veya mür­ted geri dönüp tevbe etmiş olsun, hakim buna karar vermeden tasarruflarının tamamı geçersizdir. Kendisinin tasarrufu geçersiz olunca vekilinin tasarrufları ha­liyle geçersiz olur.

3858- Şayet mürted kişi İslâm yurdunda iken ve henüz irtidat etmezden önce ya da irtidat ettikte sonra fakat daru'Iharbe iltihak etmezden önce vekil tayin etmişse ve me­sele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim iltihakına ka­rar vermişse, o köle mirasçılarına miras olarak kalır. Ama iltihakına karar vermeden kişi müsiüman olarak geri dö­necek olursa, vekilin tasarrufları geçerlidir.

Bu bölümde vekâlet konsundaki bir rivayette İmam Muhammed şöyle diyor: Vekâlet, müvekkilin irtidat etmesi ve daru'lharbe iltihakiyla geçersiz olur. Çünkü iıtidat etmesi, ölmesi mesabesindedir. Müvekkilin ölmesi ise, vekâleti iptal eder. Ayrıca mürteddin, daru'lharbe iltihak etmesiyle artık yeni bir vakâleti başlatma yetkisine sahip değildir. O halde vekil de, vekil alarak kalmaz.

Bu meselede ise durum şöyledir: Daru'lharbe iltihak etmesiyle sadece köle üzerindeki mülkiyeti ortadan kalkmıştır. Vekâleti sahih olduktan sonra, mülki­yetinin zevali ile tasarrufları geçersiz olmaz.

Nitekim kölesinin azat edilmesi veya satılması için birini vekil tayin etse, sonra birine onu hibe edip teslim etse ve sonra hibeden vazgeçse, vekilin vekaleti devam eder. Burada da durum aynı dır .Darul harbe iltihak etmekle mülkiyeti zail olmuş olsa bile, vekalet geçersiz olmaz.

Çünkü mülkiyeti, geçici olarak zail olmuştur, Hakim, iltihak ettğine dair hükmetmeden önce müsiüman olarak geri dönecek olursa mülkü ona geri verilir. Ama hakim iltihak ettiğine karar vermişse, mülkü, mirasçılarının.mülküne geçmiş olur ve bu durumda vekilin tasarrufları tavakkuf eder.

3859- Hakim, mirasçılar arasında mirasın taksim edil­mesine karar verdiği anda mürteddin o mülk üzerindeki mülkiyet hakkı tamamen zail olur. Bundan böyle vekilin de o maldaki tasarrufları batıldır. Ama hakim karar vermezden önce kişi geri dönecek olursa, o mal tekrar ona ait olur ve vekilin tasarrufları da geçerlilik kazanır. Fakat ir­tidat eden kişi daru'lharbe iltihak ettikten sonra vekilinin de tasarrufu geçersiz olur. Çünkü kendisi başka ülkede ve tasarruf edilecek mal başka ülkededir. Ancak daru'lİs-lamda köle ile birlikte olan vekilin tasarrufunda bu durum sözkonusu değildir.

Hakim o kölenin mirasçıya verilmesine karar verdikten sonra mürted İslama dönmüş olarak geri dönecek olursa ve köle de hala mirasçının elinde bulunuyorsa, hakim, kö­lenin kendisine iade edilmesine karar verir. Vekil, o köleyi âzâd etmiş yahut müdebber kılmişsa, bu tasarrufları geçerli sayılır. Ama  onu satmış  yahut hibe etmiş  veya mükâteb yapmışsa, bu tasarrufları geçerli sayılmaz. Çünkü kişi, eski malına geri dönmüştür ve mülkiyeti dikate alınarak âzâd etme ve müdebber kılma geçerli sayılmıştır.

Görmüyor musun, onun duru'lharbe iltihakına hakim karar vermeden önce geri dönmüş olsaydı, âzâd etme ve müdebBer kılma geçerli olurdu. Bundan böyle de artık bu hüküm nakzedilmez. O kölenin mirasçıya ait olduğuna hakimin karar vermesinden sonra da bu tasarruf geçersiz kılınmaz. Oysa satma, hibe ve mükâ-teblik böyle değildir. Bu tasarruf bozulabilir. Hakimin, mirasçının mülkiyetine geçtiği yönündeki karan bu tasarrufları geçersiz kilar.Geçersiz olduktan sonra ancak tekrar yenilenme ile geçerli olur.

Azat etme ve müdebber yapma ile köle muvalat yapmaya hak kazanır. Bu da mülkiyetin iptali değil, son bulması şeklinde olur. Müslüman olarak döndük­ten sonra mevcut mülkte malının aslı geri gelince, hakimin karan ile o mülkiyeti sona erdirecek şey de geri gelir.Satmak ve hibe etmek ise, mülkiyeti sona er­dirir .Hakimin kararı ile mülkün ona geri gelmesi, varislere ait olduğuna dair ha­kimin karar vermesinden sonra o mülkiyeti sona erdirecek durum geri gelmez.

3860- Kölenin mirasçıya ait olduğuna hakim karar ver­dikten sonra, mirasçı o köleyi elinden çıkaracak olursa ve sonra da o mürted kişi müsiüman olarak geri döner ve onu elinde bulundurandan köleyi satın alacak olursa, daru'l­harbe iltihakından sonra vekilin âzâd etmesi ve müdebber kılması geçerli olur. Bu, müşkü bir meseledir. Burada tedbir ve âzâd etmeye konu olan mülk ona geri dönmez. Onun bu mülkü, kendisinin sebep olduğu yeni bir .se­bepten dolayıdır. Böylece o âzâd etme ve tedbirin geçerli olmaması gerekir. Ancak her ne kadar bir yönüyle yeni bir mülk ise de, sanki o mülkün kendisidir. Karşılık ola­rak verlimiş olan, sanki o mülk için fidye olarak veril­miştir.

Esir edilmiş kölenin efendisinin şu durumu gibi: Efen­di onu satmalacak olursa, onu eski mülkiyetine döndür­müş olur ve bunun için verdiği karşılık, fidye mesa­besinde kabul edilir. Bu açıdan durum böyledir. Ama köle mirasçının elinde bulunuyorsa, hakim onun iade edilme­sine karar verir.

Çünkü âzâd etme ve tedbir ile hakketme gerçekleşiyordu ve bu tasarrufun bozulma ihtimali yoktur. Bu, kölenin hürriyetine karar verdikten sonra onu satın almaya benzer. Bu durum, Ebu Hanife'nin şu görüşüne benzer: Mürted kişi, bi­zatihi köleyi âzâd eder ya da onu müdebber kılar ve sonra daru'lharbe iltahak eder, hakim de onun iltihak ettiğine karar verirse, kölenin mirasçıya miras oldu­ğuna hükmeder, Sonra miirted mi gelir veya mirasçının onu kendisine geri ver­mesi, yahut geldiği takdirde köleyi kendisine geri vermek üzere satın alan kişinin geri vermesiyle köle eline geçecek olursa, o âzâd etme ve müdebber yapma geçerlilik kazanır. Burada da durum böyledir.

3861- Aynı  şekilde  mürteddin  daru'lharbe  iltihakına hakim karar verdikten sonra mirasçı, mürtedde ait olan köleyi mükâteb kılar ve sonra da mürtet müslüman olarak geri dönecek olursa, köle mükâteb olarak ona iade edilir. O kişinin emriyle mirasçı onu mükâteb kılmış kabul edi­lir. Artık o köle, müslüman olarak geri dönen kişinin mü­kâteb kölesi olur. Mülkiyeti asla zail olmamış kabul edi­lir, ama mirasçının onu mükâteb kılması devam eder.

3862- Dedi ki: Mürted daruiharbe iltihak ettikten son­ra İslâm yurdunda bulunan kölelerini âzâd etmesi ya da tedbir etmesi için bir müslümanı vekil tayin edecek olsa ve ancak mürted kişi müslüman olarak geri döndükten sonra vekil bu isteğini yerine getirirse, bu tasarrufu ge­çersizdir.

Çünkü bu durumdaki vekâlet geçersizdir. Kişi daru'lharbe iltihak ettikten sonra kendisi böyle bir tasarrufa yetkili değildir. Adam bu durumda iken vekil tayin etmiştir. Vekâletin aslı bozuk olunca sonra sahih olmaya dönüşmez.

3863- İster mürted olmazdan önce, ister irtidat ettikten sonra olsun, İslâm yurdunda iken onu vekil tayin etmişse ve mesele de yukarıda anlattığımız şekilde ise, vekilin kö­leler hakkındaki tasarrufu geçerlidir.

Çünkü vekâletin aslı sahihtir ve vekil tayin eden kişinin daru'lharbe ilti-hakıyla bu vekâlet bozulmaz. Mürted kişi, hakimin kararından önce müslüman olarak geri dönecek olursa, daru'lharbe iltihakı hiç olmamış gibi kabul edilir.

3864- Hakim iltihakına karar verip malını miras olarak mirasçılar arasında taksim ettikten sonra mürted kişi müs­lüman   olarak  geri  dönecek   olursa,  hakim,  kölelerin   o mürtedde   geri verilmelerine karar vermezden önce vekil onlar hakkında tasarrufta bulunacak olursa, tasarrufu ba­tıldır. Ama hakimin, geri verilmelerine karar vermesinden sonra   tasarrufta   bulunmassa,   bu   tasarrufu   geçerlidir. Çünkü vekâlet sahih olduktan sonra mülkiyetin zeval bul­masıyla zeval bulmaz. Bilakis hakimin karar vermesinden sonra  mülkiyet geri  döner. Bu  sebeple  vekil, geri  ve­rilmelerine dair hakimin karar vermesinden Önce tasar­rufta bulunmuşsa, bu tasarrufu geçersizdir.

Çünkü tasarrufu yerini bulmamıştır. Nitekim bu durumda vekil tayin eden kişinin kendisi tasarrufta bulunduğu takdirde tasarrufu geçerli değildir. Ama ha-kİmin, geri verilmelerine karar vermesinden sonra tasarrufu geçerlidir.

Bu, şuna benzer: Bİrİ kölesini âzâd etmesi yahut satması için bir başkasını vekil tayin ediyor. Sonra da bizzat kendisi köleyi görmesinden ya da her hangi bir kusurdan dolayı köleyi iade edecek olursa ve daha sonra vekil o köle hakkında bir tasarrufta bulunacak olursa, mülkiyetin zevalinden sonra da vekâlet geçerli olduğundan vekilin bu tasarrufu geçerlidir.

Ama kölenin, eski sahibinin eline geçmesi yeni bir sa­tın alma ile olmuşsa, bu her yönden yeni bir mülk olur.

Çünkü mevcut olan bir mülk konusunda onu vekil tayin etmişti. Daha mey­dana gelecek bir mülk konusunda vekilin tasarrufu sözkonusu olamaz.

3865- Müşteri muhayyerlik hakkını kullanarak geri ge­tirmeden önce ve vekil tayin eden kişi sattıktan sonra vekil onun hakkında bir tasarrufta bulunmuşsa, vekilin bu tasarrufu geçersizdir.

Çünkü köle kendi mülkiyetinde olmadığı bir sırada vekil tasarrufta bu­lunmuştur.

Görmüyor musun, bu durumda müşteri o köleyi âzâd etmiş olsaydı, onun tarafından âzâd edilmiş olurdu. Böyle bir durumda satıcı vekilinin azat etmesi nasıl geçerli olabilir ki?

3866- Mürted kişi, köleyi azat etmesi için darulislamda birini vekil tayin etmiş ve darulharbe iltihak ettikten sonra vekil o köleyi azat etmiş, sonra mürted kişi müslüman olup geri  gelmişse, vekilin bütün yaptıkları  geçerli olur.

Çünkü darulharbe iltihak, hakimin kararı ile kesinleşmemişse, kişinin kay­bolması mesabesinde ölür. Bu da vekilin köle hakkında tasarrufta bulunmasına engel olmaz. Ama vekil değil de, adamın kendisi köleyi satacak olursa, satıştan sonra vekil tayin eden kişi tarafından değil, başkası tarafından azat edilmiş olur. Onun için satıcının vekil yaptığı kişinin azat etmesi o durumda geçerli olmaz.

Ama burada adamın iltihak ettiğine dair hakimin sadece karar vermesi ile köle hakkında başkasının azat etmesi geçerli olmaz. Bu durumda mirasçı olankişi köleyi azat edecek olursa, yaptığı geçersiz olur. Onun için mürted adam müslü­man olup geri gelecek olursa, vekil tayin ettiği kişinin köleyi azat etmesi geçerli olur.

Halbuki adamın darulharbe İltihak ettiğine dair hakim karar verdikten sonra olursa, köleyi mirasçının azat etmesi geçerli olmuştu. Ama bu durumda mürteddin tayin etiği vekilin köleyi azat etme işlemi geçerli olmaz.

3867- Dedi ki: Müslüman veya mürted biri, daru'l-İslamda iken kölesine ticaret yapma izni verip sonra da mürted olarak daru'lharbe iltihak edecek olsa, köle de kendisine verilen izne dayanarak tasarrufta bulunsa, tasarrufları mevkuf olur. Hakim, daru'lharbe iltihak ettiğine karar vermeden önce o kişi müslüman olarak geri dönecek olsa, kölenin tasarrufu geçerlilik kazanır ve ticaretle ilgili izni devam eder. Ama hakim daru'lharbe iltihak ettiğine karar verdikten sonra kölenin tasarrufu geçersiz olduğu gibi izni de ortadan kalmış olur.

Çünkü kişinin daru'lharbe iltihakıyla mülkiyeti mevkuf olarak zail olur. Ti­caret izni de mülkiyetinin mevcudiyeti ile tevakkuf eder. Mülkiyet tamamen or­tadan kalktıktan sonra köleye verilen izin de ortadan kalmış olur. İzin hükmünün, tasarrufun tevakkufundan sonra mevkuf olması durumunda kişi müslüman olarak geri döner ve hakim de iltihakına karar vermemişse, mülkiyeti tekrar gerçekleşir ve kendisine izin verilmiş olan kölenin tararufları geçerlilik kazanır. Ayrıca kendi­sine verilen izin de olduğu gibi devam eder. Ama hakim, daru'lharbe iltihakına karar vermişse, mülkiyet tamamen ortadan kalkmış olur. Bu takdirde kölenin ta­sarruf yetkisi de ortadan kalkmış olur. Daha sonra kişi müslüman olarak geri döner ve köle de mükliyetine geçecek olursa, yeni bir izin vermedikçe önceden verilmiş olan izin iptal edilmiş olur. Çünkü bu,bozulabilir bir tasarruftur, darul­harbe katıldığna ilişkin hakimin kam ile bu tasarruf bozulur ve ancak yenilenme­siyle geri gelir. Daha önce vekaletle ilgili söylenenleri açıklamak için bunlan getirdi.

3868- Mudarebe akdini de buna göre düzenledi. Mal sahibi daru'lharbe iltihakından sonra işletmeci malda tasarruf eder ve mal sahibinin iltihak ettiğine hakim henüz karar vermemişse, işletmecinin tasarrufları geçerli olur ve koşulmuş olan şarta göre kâr ikisi arasında ortak olur. Ama iltihak ettiğine hakim karar vermişse, ortak olarak yaptığı tasarrufları geçersiz olup kendi kendine tasarruf etmiş, kâr ve zarar kendisine olmuş olur. zarar ederse, sermayeyi  tazmin eder. Mürted kişi  ondan sonra gelirse, durum yine değişmez.

Çünkü iltihakına hakimin karar vermesiyle ortaklık son bulmuştur.

3869- İltihakına  hakim  karar vermeden  daruiİslâma mürted olarak geri dönecek olsa, hüküm yönünden sanki daru'lharbe iltihak etmemiş gibidir. İltihakından önce iş­letmecinin tasarrufları da ortaklık konusunda geçerlidir.

İmam Muhammed'in görüşüne göre durum budur. Ebû Hanife'ye göre ise, adam iıtidat ettikten sonra ve daru'Iharbe iltihakından önce bizzat kendisinin yap­tığı tasarruflar konusundaki ihtilafa bianen tasarruflar mevkuf durumundadır.

3870- İltihakına hakim karar verdikten sonra kişi mür-ted olarak geri dönecek olursa, malı konusunda hiçbir yetkiye sahip olmaz.

Çünkü hakimin karan ile hükmen Ölü durumuna düşmüştür. Ölü hükmün­de olması, iıtidat etmesi sebebiyledir. Bu sebep devam ettiğine göre, hükmen ölü olması devam etmektedir. Ülkemize geri dönmesi bu durumu değiştirmez. Malı, mirasçılarına aittir ve onun bu konuda hiçbir yetki ve hakkı yoktur.

Görmüyor musun, müslüman olarak geri dönmüş olsaydı, hakim malının geri verilmesine karar verinceye kadar malı mirasçılarına ait olacaktı. Mürted ola­rak geri döndüğünde malının geri verilmemesine hakim evleviyetle karar ve­recektir.

Ancak hakyn ona İslâmi arzeder. Reddettiği takdirde öldürülmesine karar verir. Ama kişi hakime: Bana malımı geri ver. İslâm konusunda da bana mühlet ver, diyecek olursa, hakim ona sadece üç gün mühlet verir. Bu müddeti arttırmaz.

Daha önce bu^meseleyİ incelemiş ve Hz. Ömer'in şöyle dediğini belirt­miştik: "Üç gün üzerine kapıyı kilitleseydîniz ve her gün ona bir ekmek versey­diniz, belki hakka geri dönerdi." Müslüman olmadıkça da malı kendisine iade edilmez.

Çünkü daha önce de belittiğimiz gibi o, hakimin kararı ile artık hükmen ölüdür. Hükmen diri sayılabilmesi İçin, İslama girmesi gerekir. Bu gerçekleş­mediği takdirde malından hiçbir şey ona iade edilmez. Ona mühlet verilmesi, bizim görüşümüze göre müstehaptır. İslâmı reddettiği takdirde hakim o anda Öl­dürülmesine karar verebilir. Ona mühlet vermek mecburiyetinde değildir. Bazı­larına göre hakim, ona mühlet vermek mecburiyetindedir. Bu meseleyi daha önce ele almıştık.[9]

3871- Mürted kadın daru'Iharbe iltihak eder ve hakim da malının mirasçılarına taksim edilmesine karar verir, sonra da kadın eman ahp mürted olarak döner ve malının kendisine verilmesini isterse, malından ona hiçbir şey ve­rilmez.

Çünkü hakimin hükmü ile o artık ölü gibidir ve kendisinden hüküm yö­nünden hayat sebebi bir durum ortaya çıkmadıkça (İslama dönmedikçe) malın­dan ona birşey iade edilmez.

3872- Hakimin karar vermesinden Önce mürted olarak geri dönerse, bakılır; eman almadan gelmişse müslümanlar için fey' olur.

Çünkü daru'Iharbe iltihak etmesiyle darulharp vatandaşı bir kadın olmuştur ve böyle bir kadın eman almadan ülkemize girdiği takdirde fey' olur.

Malları da mirasçıları arasında taksim edilir. Çünkü fey' durumuna düşünce hükmen ölmüş gibidir.

Hürriyet hayat iken, kölelik hükmen ölüm gibidir. Çünkü köle olmakla mülk sahibi olma ehliyetini yitirmiştir ve bu nedenle malı mirasçıları arasında dağıtılır.

3873- Ama eman  alarak  gelmişse, malına dilediğim yapar, fakat hapsedilip İslama geri dönmeye zorlanır.

Çünkü hakimin kararından önce geri dönecek olursa sanki daru'Iharbe il­tihak etmemiş gibi kabul edilir. Daru'Iharbe iltihak etmeden önce ise, malı ko­nusundaki bütün tasarrufları geçerlidir. Hakimin kararından önce döndüğü tak­dirde bu tasarrufu aynen devam eder. Birinci durumda iltihaktan Önce islam yurdunun vatandaşı olduğundan köle edinilmiyodu. İslâm yurdunun vatandaşı köleleştirilmez. Ama darulharbe iltihak etmişse, oranın vatandaşı olur. Onun için eman almaksızın ülkemize geri döndüğünde köle edinilir. Ama eman alarak gelmişse, ona eman verilmiş olması, köle edinilmesine engeldir. Bu eman ile geri dönmüştür ve artık konumu, iltihak etmezden önceki konumu gibidir.

3874- Müslüman biri irtidat ettikten sonra kölesine: Kurban bayramı geldiğinde sen hürsün, der ve sonra daru'lharbe iltihak ederse, bakılır; eğer kurban bayramı ge­linceye kadar malının mirasçılarına dağıtılmasına karar ve-rilmemişse, azâd etme hükmü mevkuf olur.

Çünkü şartın varlığı sırasında-mülkiyet mevcut değilse, azat etme gerçek­leşmez. Daha önce de belittigimiz gibi mülkiyetinin zevali, daru'lharbe iltihakıyla

tavakkuf etmiştir. Âzâd etme hükmü de-aynı şekilde tavakkuf eder.

3875- İltihakına hakim karar vermeden önce müslüman olarak geri dönerse, âzâd etme geçerli olur. Kurban bayramı gelmeden darulharbe iltihak ettiğine dair hakim karar vermiş, ama bayram ondan sonra gelmişse, bakılır; köle­nin kendisine geri verilmesine hakim karar vermesinden sonra bayram olmuşsa, köle onun tarafından azat edilmiş olur.

Çünkü koşulan şart doğru idi ve gerçekleşmiştir.

Köle mirasçının mülkiyetinde iken mürted olan kişi müslüman olarak geri dönerse, kölenin kendisine geri verilmesine hakim karar vermiş olsa bile, azat etme gerçekleşmemiş olur.

jÇünkü şarta bağlı olan şey, şartın yerine gelmesi halinde, yerine gelmiş gi­bidir .Belirttiğimiz gibi, darulharbe iltihak ettiğine hakim karar verdikten sonra azat edecek olursa, her halükarda azat etme geçersiz olur. Bu da onun gibidir.

3876- Mürted kişi, kurban bayramı gelmezden Önce müslüman olarak döner ve sonra da kurban bayramı ge­lirse bakılır; kölenin o kişiye geri verilmesine hakim karar verdikten sonra kurban bayramına girilmişse, o kişi tarafından köle âzâd edilmiş olur.

Çünkü şartlı azad etme doğru idi ve köle onun mülkiyetinde iken şart gerçekleşmiştir.

3877- Bayram girdiği halde hakim, kölenin kendisine iade edilmesine karar vermemişse, köle âzâd edilmiş olmaz.

Çünkü şart gerçekleştiği esnada köle onun mülkiyetinde değildir. Kölenin ona iade edilmesi, ancak hakimin kararıyla mümkün olur. Hakim o ana kadar böyle bir karar vermediğine göre âzâd olma gerçekleşmez.

5878- Mürteddin daru'lharbe iltihakından sonra ama hakimin buna dair kararından önce kurban bayramı gelir ve sonra da kölenin mirasçısına verilmesine hakim karar verirse, mirasçının köle hakkındaki tasarrufu geçerli olur.

Çünkü daha önce belittigimiz gibi, iltihak etmesinden itibaren mülkünün zevali hakimin karan İle kesinleşmiş olur ve şart bu müddetten sonra gerçekleş­miştir. Bu nedenle o kişi tarafından köle âzâd edilmiş olmaz. Şartın gerçekleşmesi esnasında köle mirasçının mülkiyetindedir ve onun tasarrufları geçerlidir.

3879- Mürted   kişi   müsüman   olarak   geri   dönünceye kadar mirasçı köle hakkında bir tasarrufta bulnmamış ve köle  kendisine  iade  edilmişse, müslüman  olarak  dönen kişi tarafından âzâd edilmiş olur.

Çünkü mülkü mevkuf iken şart tahakkuk etmiştir. Mülkiyetinin tamamen zail olması, hakimin kararı İle olur. Böylece kişi geri dönüp mülkü kendisine geri verildiğinde kölenin âzâd olması gerçekleşmiş olur.

Adamın mirasçısı o köleyi mükâteb yapmışsa, durum yine aynıdır.

Çünkü mirasçı köleyi mükâteb yaptıktan sonra köle eski mülküne geri dönmüştür. Bu durumda âzâd olma geçerli olur ve mükâteb yapılırken tayin edi­len bedel köleden alınmaz.

3880-  Kişi cariyesine: Kurban bayramı geldiğinde sen hürsün dedikten sonra mürtet olup daru'lharbe iltihak ederse, hakim de o cariyeyi âzâd ettikten sonra cariye irti-dat   ederek   daru'lharbe   iltihak   eder   ve   müslümanlar tarafından esir alınırsa, fey'olur, İslama dönmesi için zor­lanır. Bu durumdaki kadın tıpkı hür kadın gibidir. Ni­tekim hür kadın da irtidat ettiğinde İslama dönmesi için zorlanır. O cariye esir alındıktan sonra tekrar İslâmı kabul eder ve mürted olup sonra müsüman alarak dönen eski efendisi onu satın olacak olursa, sonra da kurban bayramı vakti gelirse, o cariye âzâd olmuş olmaz.

Çünkü azat ete, onun milkiyetine son vermiştir. Zaten mülkiyetinden çık­tığı için de mirasçısı onu âzâd etmişti. Onun için bu her bakımdan yeni bir mülk olmuştur.İmam Züfer'in görüşüne göre mesele şöyledir; Adam, cariyesine "Eve girersen hürsün" der, sonra onu azat ederse, sonra cariye irtidat edip darulharbe giderse, sonra esir alınıp tekrar ona sahip olursa, sonra cariye eve girerse, sa­dece Züfer'in görüşüne göre azat olur.

Başarı Allah'tandır.[10]

 

Murtedler Hakkında Verilecek Hüküm

 

3881- İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki: Hür olsun, köle olsunmürted kişi tekrar İslama dönmediği takdirde öldürülür. Çünkü Resûlüllah (s.a.v.): "Dinini değiştireni öldürün" buyurmuştur. Bu söz hem hürleri ve hem de köleleri kapsar. Köle îrtidat ettiği takdirde onun efendisi dilerse bu hükmü bizzat kendisi uygular ve köleyi öldürür. Nitekim İbn. Ömer, İslâmdan dönüp hıris-tiyanhğa giren bir kölesini kendisi öldürmüştür. Çünkü irtidat etmekle öldürme hususunda düşman hükmüne gir­miştir. Emana sahip olmayan düşman kişiyi her müslüman öldürme hakkında sahiptir. Ancak iyi olanı, meseleyi mahkemeye intikal ettirmesi ve mahkemenin onu öldür­mesine yol vermesidir.

Çünkü bunda had (cezası) anlamı vardır ve hadleri uygulamak, devlet başkanına aittir.

3882- İrtidat eden kadın, hür de olsa, cariye de olsa öldürülmez, Hür ise, hapsedilir ve İslama dönmeye zor­lanır. Ama cariye ise ve sahiplerinin onun hizmetlerine ih­tiyaçları varsa, onlara hizmet etsin diye kendilerine teslim edilir. Onlar, İslama dönmesi için kendisini zorlarlar.

Çünkü hapsedilmesi, Allah'ın hakkıdır. Hizmeti ise, efendisinin hakkıdır. Bu durumda efendisinin hakkı, Allah'ın hakkına tercih edilir.

3883- Mürteddin   tevbe   etmesi   istenildiğinde   tevbe ederse, mesele bitmiştir. Bu iş defalarca tekerrür etse yine tevbesi kabul edilir. Bu tevbeler  için bir sınır  yoktur. İbrahim en-Nehaî'nin (Allah rahmet etsin) görüşü budur. Hz. Ali ve Ömer'e göre ise, üç defadan sonra tevbesi kabul edilmez, öldürülür. Yüce Allah'ın şu sözünün zahiri bunu gerektirir: "İman edip sonra inkar edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.[11] Çünkü zahire göre o tevbe etmiyor, bilakis alay ediyor. Ancak biz, yüce Allah'ın şu âyetini delil ge­tiriyoruz: "Eğer vazgeçerse, geçmişte yaptıkları bağışlana­caktır."[12] Ayrıca üç tevbeden sonraki durumu, ilk tevbe-sinden sonra da bilinir ve biz onun kalbine vakıf değiliz. Kalbindekini dışına aktaran, dilidir. Delil olarak ileri sürdükleri âyette kendilerini destekleyecek bir delil yok­tur. Çünkü yüce Allah: "Sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak,..." buyuruyor. Tevbe ettiği takdir­de küfrü artmaz, bilakis imanı artar. İmam Ebu Yusuf'a göre ise, aldatmasından dolayı öldürülür ve bu fiili te­kerrür ettiği takdirde kendisinden tevbe etmesi istenmez. Çünkü görünen o ki samimi olmayıp alay etmektedir. Gerçeğine vakıf ola­madığımız hususlarda zahire göre hükmetmek gerekir.

3884- Dedi ki: Mürteddin karısı üç hayız iddet bekler İrtidattan sonra kişinin öldürülmesi veya öldürülmemesi, kadının iddet müddetini etkilemez. Ancak Said b. el-Mü-seyyib'in görüşüne göre mürted öldürülürse, karısının id­deti dört ay ongundur." Ancak bu görüş kuvvetli değildir. Çünkü aralarındaki ayrılık irtidat ile gerçekleşmiştir. Ayrılma meydana gel­dikten sonra artık kişinin öldürülmüş olması bu iddeti etkilemez. Tıpkı karısını bâin/kesin talakla boşayan kişinin sonradan ölmesi veya öldürülmesinin iddeti et-Kilememesı gibi.

3885- İrtidat eden kişi, irtidat etmezden önce veya son­ra birinin malını haksız yere alır yahut bir kişiye iftara eder ve sonra daru'lküfre iltihak eder, sonra da tevbe ederek İslâm yurduna dönerse, yaptıklarının hepsinden dola­yı sorguya çekilir ve cezalandırılır. Ama daru'lharbe il­tihak ettikten sonra yaptıklarından sonrumlu tutulmaz.

Çünkü iltihak etmekle düşman kişi olmuştur. Düşman kişi bir suç işleyip sonra müslüman olursa, müslüman olmazdan önce yaptıklarından dolayı sorguya çekilmez. îlk durumda, İslâm yurdunda iken suç işlemişti ve islam Devletinin va­tandaşı idi. İşlediği suçlar onun zimmetine geçmiştir. Ne var ki daru'lharbe iltihak ettiğinden dolayı ona ceza uygulanamamıştır. Devlet başkanının hükmü oraya uzan anlamaktadır. Ama daha sonra uzanabilme imkânına sahip olduğuna göre yaptığı suçlardan dolayı cezalandırılır.

Allah en iyi bilir.[13]

 

Müslümanlardan İrtidat Edenler Ve Antlaşmayı Bozan Antlaşmalılar

 

3886- imam Muhammed dedi ki: Bir belde halkı irtidat edip yurtları daru'lharbe dönüşecek olsa ve sonra da müslünıanlar o beldeyi fethedecek olsalar o beldenin erkekleri Öldürülür, kadın ve çocukları ise esir alınır. Nitekim Hz. Ebu Bekir, irtidat ettiklerinde Hanîfe oğullarına aynı şeyi yapmıştır.  Müslümanlar   orayı  fethettiklerinde   kadınlar: Biz asla irtidat etmedik ve dinimiz üzere müslüman olarak kaldık deseler, sözleri kabul edilir. Çünkü asıl durumda olan İslam üzere kaldıklarını iddia ediyorlar. Bu durumda esir alınmazlar ve küçük çocukları da onlarla aynı du­rumda olur.

Çünkü anne müslüman kaldığı takdirde küçük çocuk ona tabidir.

Ancak müslümanlardan bazıları onların irtidat ettikle­rine şahitlik ederlerse o başka. Zimmîlerin bu konuda şahitlikleri kabul edilmez.

Çünkü şahitler de bu durumda kadmm mürted olduğuna şahitlik edecek­lerdir. Zimmînin mürted aleyhindeki şahitliği, tıpkı müslümanm aheyhindeki şehitliği gibi kabul edilmez.

3887- Aynı şekilde ganimetten pay sahibi olan müslü-manların da kadınlar aleyhindeki şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü bunda şahidin yararı vardır. Ancak istihsan yolu ile şahitlikleri kabul edilir.

Çünkü ortaklık geneldir ve şahitliğin kabulüne engel değildir. Benzeri du­rumlar daha önce anlatılmıştı.

3888- "Biz irtidat etmiştik ama siz burayı fethetmeden önce tekrar İslama dönmüştük" diyecek olsalar, iddiaları

kabul edilmez.

Çünkü bu durumda yeni bir İslâmdan sözediyorlar ve bu konudaki iddiaları ancak delil ile kabul edilir. Onların bu durumu, harp ehlinin durumuna benzer. Nasıl harp ehli, burayı sizler fethetmeden önce biz İslâmı kabul etmiştik, de­diklerinde iddiaları kabul görmüyorsa ve yeni İslama girmiş say ılıyorlarsa, bun­ların iddiaları da kabul görmez.

Zimmet ehli. ahdi bozduklarında onların durumu da mürtedlerin durumu gi­bidir. Ancak zinımîlerin ahdi bozduklarına dair zımmi kadınların şahitlikleri kabul edilir. Çünkü onlar da zimmîdirler.

Buna delil olarak şu olay zikredilmiştir: Rivayet edilir ki Alkame b. Ulâse Hz. Bekir zamanında irtadat etti. Karısı yakalandığında kadın şöyle demiştir: "Al­kame irtidat etmiş olabilir ama ben hiçbir zaman Allah'ı inkâr etmedim". Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kadını da küçük çocuğunu da serbest bırakmıştır.

Şüphesiz daha önce kadınların müslüman oldukları bilmiyorsa, uygulama budur. Ama daha önce müslüman oldukları bilinmiyorsa, onlar da, çocukları da fey'dir.

Çünkü bu kadınlar daru'lharpte yakalanmışlardır. Daru'lharpte bulunan ise daha önce müslüman olduğu bilinmedikçe düşman ülke vatandaşıdır. Ancak müs­lüman kadın simaları varsa, o başka. Çünkü İslâmı tesbit konusunda sima etkin bir unsurdur ve delil olarak kabul edilir. Ancak müslümanların, onların müslüman olduklarına dair kalblerinde bir duygu belirmişse, o kadınları da, onların çocukla­rını da serbest bırakırlar.

3889- O kadınlardan biri kucağında bir çocuk taşıyorsa ve kadının kocası öldürülmüş olup kadının gerçekten evli olup olmadığı ve o çocuğun da gerçekten ona ait olup ol­madığı bilinmiyorsa, kadın da: Bu benim çocuğumdur, di­yorsa, çocuğun müslümanlığı konusunda kadının iddiası kabul edilir ve o çocuk fey' olmaz.

Çünkü bu dinî bir husustur ve böylesi durumlarda haber-i vahid kabul edi­lir. Haberi verenin erkek ya da kadın olması farketmez.

3890- Ancak delil bulunmadıkça birbirlerine mirasçı olamazlar. Bu konuda dayanak, Hz. Ömer'in, kucaktaki bir çocuk hakkında hakim Şureyh'a yazdığı yazıdır. Hz. Ömer bu yazısında, delil bulunmadıkça kucaktaki çocuğun mirasçı olmayacağını, fakat bir müslümanın elinde bu­lunduğundan dolayı müslümanliğına hükmedileceğim belirtmiştir.

3891- Çocuğu   kucağında   taşıyan   kadın:   Bu   çocuk, müslüman bir kadının çocuğudur, onu bana emanet etmişti, derse, durum yine aynıdır. Ama eğer: Bu ülkeden olan bir kadının oğludur. Annesi hür bir müslüman idi ve onu bana emanet ettikten sonra öldü, derse bu iddiası ka­bul edilmez. Çünkü o kadının müslüman olup olmadığı bilinmemektedir. Bu nedenle kadının bu haberi, çocuğunun müslüman ve hür olmasını gerektirmez. Bilakis, duru'lharpte bulunduğundan dolayı fey' olur. îmam Muhammed, bu kural üzere b'aşka meseleler de zikreder.

3892- İslâm  yurdunda bulunan biri  zimmî olduğunu ileri sürerse, sözü kabu elidılr ve ona dokunulmaz. Ama daru'lharpte yakalanır ve bu iddiada bulunursa, delil ge­tirmedikçe sözü kabul edilmez.

Çünkü İslâm yurdu, emniyet yurdudur. Orada bulunan, zahir itibariyle en-miyet içerisindedir. Zahire göre şahitliği kabul görür. Harp yurdu ise, esir ve köle alınacak yurttur, orada bulunan fey1 olur. Ancak delil getirirse o zaman enmiyet içerisinde olur.

3893- Bir ülke halkı ahdi bozup savaşır ve sonra da müslümanlar onlara galip geldiklerinde onlardan biri: Biz, ahdi bozanlarla birlikte ahdi bozmadık, derse bakılır; eğer ahid bozulmazdan önce ahde bağlılıkları biliniyorsa, söz­leri geçerlidir.

Çünkü subûtu kesin olarak bilinen birşey, aksi sabit oluncaya kadar olduğu durum üzere devam eder.

3894- Müslümanlardan ya da zimmîlerden bir topluluk, ahdi bozmadıklarını söyleyenlerin müslümanlara karşı sa­vaştıklarına dair şahitlik edecek olurlarsa, ahdi bozdukları delil ile ispatlanmış olur. Şayet bu kimseler: Biz savaşmak istemiyorduk ama bizi zorladılar, iddiasında bulu­nacak olurlarsa, iddiaları kabul edilmez.

Çünkü delil ile ortaya konulan bir durumu değiştirmek için bilinmeyen bir durumu iddia ediyorlar. Bu durumda müslüm ani ardan bir delil getirmedikçe id­diaları geçerli olmaz.

3895- Bizimle birlikte savaşmayacak olursanız sizi öl­dürürüz, dediklerini iddia etseler ve müslümanlardan böy­le bir durumla karşılaştıklarına dair şahit getirseler, ser­best bırakılırlar ve onlara herhangi bir ceza verilmez.

Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olan gibidir. O zaman, onlarla birlikte savaşa katılmış olmalarının, rızalarının dışında olduğu kesinlik kazanır. Her ne kadar bu şekilde hareket etmiş olmaları helal değilse de, böyle davranmış olmaktan dolayı cezalandırılmazlar.

3896-  "Harp yurdunda değil, kendi yurtlarında bunu yapmaya hakları vardı, düşmanın isteklerini kabul etme­yip müslümanların yanına gelebilirlerdi" şeklinde şahitler şahitlik yaparsa, bu şahitlik karşısında ikrah  (zorlama) olduğu sabit olmaz.

Çünkü kendilerine ikrahın yapılmadığına dair bir şahitliktir bu.

3897- Bu iddiayı ileri sürenler önceden zimmî olduk­ları bilinmiyorsa, bu kimseler fey' olurlar. Ancak zimmî olduklarına dair delil getirecek olurlars, o başka.

Çünkü daru'lharpte ele geçirilmişlerdir.

3898- Şayet müslümanlar onları düşman saflarında kı­lıçlarını kınlarından çıkarmış fakat kimseyle savaşmadıklarını görmüş ve onlar da: Bizi zorladılar, yoksa bizim sa­vaş meydanına gelme düşüncemiz yoktu, derlerse, sözleri kabul edilir-

Çünkü müslümanların onlardan gördükleri, ahdi bozacak bir durum değil­dir. Çünkü böyle bir durum müslümandan sadır olsa, imanı bozmuş olmaz. Ant-laşmalı birinden sadır olduğunda da aynı şekilde ahdi bozmuş olmaz.

3899- Ama biri: Onlarla birlikte ben de ahdi bozdum, ancak daha sonra vazgeçtim, derse, delil getirmedikçe sözü kabul edilmez.

Çünkü kendisi hakkında sabit olan zimmet ahdini bozmuş olduğunu ken­disi söylemektedir. Vazgeçtiğine dair iddiası ise, yeni bir olaydır ve durumun böyle olup olmadığı bizce bilinmemektedir. Bu nedenle delil getirmedikçe bu id­diasını kabul edemeyiz.

3900- Müslümanlar hıristiyanlardan tanımadılar! birini İslâm yurdunda ticaret yaparken görür, sonra da duru'lharpten bir şehri fethettiklerinde o şahsı da orada görür ve o şahıs: Ben zimmî biriyim, harp ehli esir ettiler yahut: Ben    aralarında    ticaret yapıyordum derse,   sözü    kabul edilir.

Çünkü onu daru'lİslâm vatandaşı olarak görmüşlerdir. Görmüyor musun, onu daru'lİslâmda gördüklerinde ona bir zarar vermeye kalkışmış olsaydılar ve o da: Ben zimmîyim, demiş olsaydı, dediği kabul edilirdi. Aynı şekilde ondan sonra onu daru'lharpte gördüklerinde de dediğini kabul et­meleri gerekir.

Buna göre onu daha önce görmemiş olsalar, ancak ken­disi zimmî olduğuna dair imüslümanlardan ki şahit getirecek olsa, yine zimmî olarak kabul edilir. Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olan gibidir.

3901- Aynı şekilde kişi müslüman olduğunu iddia etse, bütün bu durumlarda eğer kendisinde müslüman siması varsa, sözünün geçerliliği konusunda herhangi bir prop-lem yoktur. Ama üzerinde küfür siması varsa ve bu kıyafete girmek için onlar beni zorladılar, derse yine onun sözü geçerlidir.

Çünkü daru'lİslâmda olmakla aslen müslüman veya zimmî olduğu bilin­mişti. Artık bu durum sırf giyimden dolayı onun hakkında zail olmaz. Ayrıca söy­lediğinin doğru olma ihtimali büyüktür ve zahir buna şahitlik etmektedir. Çünkü hayat tarzı kendisininkinden farklı bir toplulukta yaşayan kişi, kendisine zarar vermemeleri için takiyye olarak onların kıyafetine bürünebilir. İşte bu nedenle söylediği kabul edilir.

3902- Harp ehli barışır ve zimmî oiacak olurlarsa, bu hem kendileri için ve hem de kadınları için geçerlidir.

Çünkü kadınlar erkeklere tabidir. Ayrıca onlar, kendi evlerinde oturabilmek için zimmîliği kabul ediyorlar. Oturabilmeleri de kadın ve çocuklarıyla mümkün olur.

Şayet müslümanlara: Biz sadece kendimiz için ahid is­tiyoruz, kadınlarımız için istemiyoruz, derlerse, o zaman kadınları fey1 durumunda olur. Ancak kadınlardan ahit is­teyenler bundan hariçtir.

Çünkü delil, hilafına açık bir ifade bulunmadığı durumlarda geçerlidir. Açık bir şekilde kadınlarımız bu ahdin dışındadır, dediklerine göre, kadınları ahdin kapsamına girmez. Çocuklara gelince, ahid almış olan babalanna tabidirler ve onlara herhangi bir zarar verilmez.

3903- Harp ehlinden biri eman alarak İslâm yurduna girer, sonra müşrik bir ülke onun ülkesine galip gelir ve orası harp yurdu haline gelirse, daha sonra müslümanlar tekrar orayı ele geçirir ve eman alan o kişiyi orada bulacak olurlarsa, bakılır; eğer o kişi orayı fetlheden müşrik­lerin vatandaşı ise, müslümanlar için fey' olur. Çünkü darulharbe gidip oranın yönetimi de onun gelmesini kabul edince

kendisi ile müslümanlar arasındaki eman son bulmuştur.

Görmüyor musun, kendi ülkesine geri dönmüş olsaydı, kendisine verilmiş

bulunan eman son bulacaktı. Kendi ülkesi burayı fethettiğine   göre artık burası

onun ülkesi olmuştur.

3904- Ama orayı ele geçirenler ülkemizin vatandaşları değillerse, mesela kendisi Bizanslı ve orayı ele geçirenler Türkler ise[14] şayet onu esir alıp oradan çıkmasına engel ol-muşlarsa, müslümanların zimmetinde olur ve müslüman­lar orayı fethettiklerinde onu serbest bırakırlar.

Çünkü kendisi için emin olacak yere ulaşamamıştır. Oysa kendisine verilen eman, kendisi için emin olan bir yere uluşmasıyla son bulur. Ayrıca kendisi onla­rın elinde bir esirdir ve sanki onu İslâm yurdundan esir alıp alıkoymuşlardır.

3905- Orayı efe geçirenler, oradan çıkmasını ve İslâm yurduna gitmesini engellemeyip kendisi isteyerek aralarında kalmışsa, ahdi bozmuş olur.

Çünkü kendisi daru'lharpte kalmaya rıza göstermiştir. Daru'lharpte kal­maya rıza gösteren ise, daru'Iharp vatandaşı olur ve müslümanların emamnda ol­maz. Görmüyor musun, onlardan evlenecek ve ev satınalacak olsa, sonra da müs­lümanlar orayı fethedecek olsalar, orada bulunan diğerleri gibi kendisi de fey1 olur.

3906- Aynı şekilde bizden eman alarak bize gelen bir Bizanslı, ister eman alarak, ister almayarak kendi isteği­yle Türklere gidecek olsa, kendisi ile müslümanlar arasın­daki emanı bozmuş olur.

Çünkü kendi isteğiyle oraya gitmiştir.

3907- Bizanslı biri İslâm yurdunda ticaret yapmak üze­re eman isteyip yurdumuza giriş yapsa ve sonra da Türk beldelerine gidip oradan islam ülkesine mal getirip ticaret yapmak üzere eman istese, müslümanlar da kendisine bu­na dair eman verseler, Türk beldelerine gitmedikçe eman içerisinde olur. Türk beldelerine gidince artık müslünıan-lardan eman içinde olmaz.   Ancak tekrar İslâm yurduna giriş yaptığında yine eman içerisinde olur.

Çünkü müslümanlar on Türk beldelerinde değil, islam yurdunda eman vermişlerdir. Müslümanlar " İslâm yurduna geldikten sonra oradan çıkıp tekrar ül­kene dönünceye kadar sana eman verilmiştir" demişlerse o zaman Türk ülkelerinde bulunduğu zamanlarda da kendisine eman verdiklerini açıkça söylemiş olurlar.

3908- Kendisi Türk ülkelerindeyken, müslümanlar o-nun emanma son vermek isteseler, son veremezler. Ancak

geri   dönüp  kendi  ülkesine  ulaştıktan  sonra  emanı  son bulur.

Çünkü eman içerisinde bulunduğu bir ülkede emamnı bozmaya kalkmış­lardır. Nasıl İslâm yurdunda bulunduğu bir sırada kendisine verdikleri emanı geri akmıyorlarsa, orada bulunduğu sırada da geri alamazlar. Eman alan kişi ancak kendisi için emin olan yere, yani İslâm yurduna giriş yaptığı yere tekrar döndü­ğünde emanı son bulur.

Allah en iyi bilir.[15]

 

Esir Düşen Köle İle İlgili Hususlar

 

3909- İmam Muhammed dedi ki: Köle esir düşer ve ga­nimet olur, efendisi de Ölür ve mirasçıları gelip köleyi ganimet  taksiminden  önce  bulurlarsa,  bir  şey  ödemeden alırlar,  ganimet  taksiminden  sonra  bulurlarsa, bedelini ödeyerek alırlar.

Çünkü mirasçılar, mirasçı oldukları kimse makamındadırlar. Bu alış, fid­yesini Ödeyerek tekrar mülkiyete almaktır. Tıpkı cinayet işleyen birinin fidyesini vererek kurtarmak gibidir. Bu hususta mirasçılar, mirasçı oldukları kimse makam nidadırlar.

3910- Bu husus, şuf'adaki durumun aksinedir. Çünkü şuf'a hakkına sahip olan kişi Öldüğü takdirde mirasçıları böyle   bir    hakka   sahip    olmazlar.   Bu    hususta    onun makamında kabul edilmezler.

Çünkü şufa hakkı, komşuluk sebebiyledir. Miras bırakan kişinin ölme­siyle de komşuluk son bulmuştur. Mirasçıların komşuluğu ise, sonradan mey­dana gelme bir komşuluktur. Bu nedenle onların şufa hakları yoktur. Oysa köle ile ilgili meselede geri alma, eski mülkiyet itibariyledir, Misarçı olunan kişinin ölümüyle bu durumda bir değişiklik olmaz. Mirasçılar, o mülkiyet hususunda mi­ras bırakanın haklarını devam ettirirler. O mülkiyet nedeniyle mevcut olan bütün haklar, olduğu gibi nirasçılara geçmiş olur.

3911- Ganimetler taksim edildikten sonra mirasçıların bir kısmı değerini ödeyip alalım derken, bir kısmı da buna itiraz edecek olursa, kendi aralarında bir karar vererek o köleyi ya tüm olarak geri alır veya almaktan vezgeçerler.

Çünkü geri almakla onu ölünün eski mülkiyetine iade etmiş olurlar. Ölünün bir borcu çıkacak olursa, ödenmesi için icabında bu köleyi satıp onu ödeyecek­lerdir. Ölen kişinin kendisi de hayatta olup kölenin bir kısmını satmalmak is­teseydi yine bu mümkün olmayacaktı. O halde mirasçılar için de aynı durum sözkonusudur.

3912- Mirasçıların bir kısmı, fidyesini vermekten im­tina eder ve bir kısmı da fidyesini biz vereceğiz diyecek olursa, bunu yapabilirler. Ancak yaptıkları ödeme, günül-lü bir ödemedir ve diğerlerinden bir karşılık alamazlar.

Çünkü köle, ölünün eski mülkiyetine dönmüş olur ve mirasçıların mirası arasına girer. Değerini Ödemiş olanlar, diğerlerinin payına düşeni gönüllü olarak ödemişlerdir.

3913- Kendisine üçtebir vasiyet yapılmış olan kimse de diğer mirasçılar gibidir.

Çünkü vasiyetten dolayı mirasçılarla malda ortaktır. Fidye verme ko­nusunda da mirasçılardan biri gibidir.

3914- Vasî ya da mirasçı yahut kendisine vasiyet ya­pılmışlardan biri hazır olur ve diğerleri orada bulunmadığı halde yalnız başına fidye vermek isterse, fidyeyi verir ve köleyi geri alır.

Çünkü orada bulunan bu kişi, ölü namına bir taraftır ve köleyi almakla onu ölünün eski mülkiyetine İade etmiş olur. Cinayetin fidyesini verme meselesinde olduğu gibi bu hususta Ölünün tarafını temsil etmektedir.

3915- Kendisine üçtebir vasiyet yapılan kişi hazır bu­lunsa ve ganimetten payına o kölenin düştüğü kişi de kö­lenin ölen kişinin kölesi olmadığını söylese,    kendisine vasiyet yapılmış olan kişi de onun kölesi olduğuna dair delil   getirecek   olsa,  delili   kabul   edilir   ve  mahkemede köleyi alan kişiye karşı taraf olur.

Çünkü bu kimse de kalan miras hususunda mirasçılara ortaktır. O da onlar gibi mahkemede taraf olabilir.

3916- Kıymetinin tamamını fidye vererek köleyi aldığı takdirde, hakim ona kölenin mülkiyetinin sadece üçtebiri-ni verir ve diğer üçte ikisini diğer mirasçılar gelip alın­caya kadar onlar için tutar. Onlar da geldiğinde üçte bir payı alan kişiye böyle bir vasiyetin yapılmadığını söyle­seler, hakim onların inkar etmesine iltifa tetmez.

Çünkü muhakeme sonucu üçtebirin kendisine ait olduğu sabit olmuştur ve mirasçılar namına mahkeme taraf olmuştur. Tekrar vasiyetin kendisine yapılmış olduğunu mirasçılara karşı isbatlamasına gerek yoktur.

3917- Gelen kişi, ölünün alacaklılarından biri ise, kö­lesinin payına düştüğü kimseye karşı taraf olamaz ve bu kimseye karşı herhangi bir iddiada bulunamaz.

Çünkü ölünün kendisine borçlu olduğunu isbat etmesi gerikİr.

3918- Kölenin payına düştüğü kimse, Ölü namına bir taraf değildir. Kendisine vasiyet yapılmış olan kişi ise, tıpkı mirasçı gibi kendi adına köleden alacağı vardır ve bu nedenle de taraftır. Köle kendi payına düşmüş olan kişi ölüden alacaklı olduğunu iddia eden kimsenin gerçekten alacaklı olduğunu ikrar etse de, hakim, değeri karşılığında köleyi kendisine geri vermesini ona emretmez.

Çünkü onun ikrar etmesiyle ölünün zimmetinde borç sabit olmaz.

3919- Lakin mirasçılardan biri veya vasî hazır bulunur ve fidye vermekten kaçınırsa, alacaklı olan kimse de fidye vermeye talip olursa, hakim mirasçı veya vasîy olan kişiyi alacaklı karşısında taraf kabul eder ki, alacaklı olan kimse alacaklı olduğunu ispat edebilsin.

Borcu delil ile ispat konusunda kendisi ölünün yerini doldurmaktadır. Daha sonra alacaklı dlan kimse, köle satılıp alacağını tahsil edebilmesi için kölenin fid­yesini verebilir.

3920- Vasî hazır bulunduğunda alacaklının alacağı bu­lunduğunu itiraf edecek olursa, alacaklı bundan yararlan­maz. Kendisine:  Alacağın bulunduğuna dair delil getir,

denilir ve vasi de taraf olarak kabul edilir.

Çünkü onun, ölünün yerine kaim oluşu sadece değerlendirme konula­rındadır. Ölünün borcu olduğunu itiraf etmek, değerlendirme (nazar) konuların­dan değildir. Bu hususta o, yabancı biri gibidir. Borcu itiraf etmesi geçersiz olun­ca o, bu hususta yok gibidir.

3921- Borcu itiraf eden mirasçılardan biri ise, alacaklı, kölenin değerini fidye olarak verebilir.

Çünkü mirasçı, kendi payına düşen miras konusunda alacaklının alacağı bulunduğunu itiraf etmekle borç kesinleşmiş olur.

3922- Daha sonra alacaklı köleyi alacak olursa, hakim, mirasçıların payını ayırır ki gelip itiraf etsinler veya reddetsinler. İtiraf eden mirasçının payını alacaklı için satar.

Çünkü itiraf etmesi, kendisine düşen pay hususunda bir delildir. Kendi iti­rafı ile sabit olan, delil ile sabit olan gibidir.

3923- Kendisine üçtebîr vasiyyet edilen kişi gelir ve borçlu   itiraf   edecek   olursa   ve   köle   de   kendi   payına düşerse, değeri karşılığında onu fidye olarak verebilir.

Çünkü itiraf ile sabit olan, itiraf eden açısından delil ile sabit olan gibidir.

3924- Mirasçılar gelip o kişiye vasiyet yapıldığını red­dedecek olsalar, iddiaları kabul edilir ve onlara şöyle denilir: Kendisine vasiyet yapılmış olana fidyenin üçtebirini verin ve köleyi alın.

Çünkü kendi üçtebir payı komısunda'hak sahibidir. Mirasçılara düşen üçte iki konusunda ise gönüllü olarak kendisi fidye ödemiştir ve bu üçte iki konusunda bir alacağı yoktur.

3925- Aynı şekilde kölenin kendisine vasiyet edildiğini idda etse ve mesele de yukarıda anlattığımız şekilde ise, mirasçılar fidyenin tamamını ona verecek olsalar, köleyi alabilirler.

Çünkü burada bütünü için fidye verirken kendi mülünü kurtarmaktadır. malının üçte birinden çıkarıldığı taktirde, kölenin tümünün kendisine ait olduğunu iddia etmektedir. Onun için verdiği fidyede gönüllü olarak ödediği bir şey yoktur.

3926- Mirasçı ya da kendisine vasiyet yapılan kişi tak­simattan  önce hazır  bulunsa, delil getirmeksizin köleyi alamaz.

Çünkü hak, bütün müslümanlarındır. Onlara karşı hakkını İspat etmek ancak delil ile olur.

3927- Delü ile ispat edecek olursa, karşılık ödemeden kaleyi alır ve köle miras bırakan kişinin eski mülkiyetine dönerek miras bıraktığı mallar arasına girer. Köle, ken­disinden esir alındığı kişinin hastalığında bir adamın eline düşse ve onu kendisine teslim etse, caiz olur. Payına dü­şen kişi ister Ölünün mirasçısı olsun, yabancı olsun, hakkında kayırma olsun veya olmasın, farketmez. Düşmandan satın alan kişiye teslim edecek olursa, kayırma meydana gelmemiş olur.

Çünkü ona teslim etmekle onu birşeye malik kılmıyor. Sadece mal olmayan bir hakkı iptal ediyor. Herhangi bir şekilde mal olarak bir karşılık alması da caiz değildir. Bu, şuf a hakkını kabul etmek gibi birşeydir. Herhangi bir sebeple hasta kişinin şufa hakkını teslim etmesi mutlak olarak caizdir. Bu da ona benze­mektedir.

İleride köleyi satmak üzere pazarlık yaparsa, durum yine aynıdır.

Çünkü bu, köleyi teslim edeceğinin delilidir ve tıpkı şufa meselesinde olduğu gibi teslimi açıkça ifade etmesi gibidir.

Kıymetini vererek almak, cinayet için fidye vermek gibidir, dediniz.buna göre hastanın böyle yapması, mirasçısı hakkında doğru olmaması, dolayısıyla kendisi itibariyle kayırma olmaması gerekir, diye itiraz edilirse, deriz ki:

Bu tasarrufu ile mirasçıya mal temlik ederse, söylediğiniz doğru olur. Hal­buki burada mirasçıya hiçbir şey temlik etmemektedir. Mirasçı, satın almakla veya payına düştüğü için köleye malik olmuştur. Onun için mirasçının hakkında onu teslim etmek doğru olur.

Birini kefaletten ibra etmeğe ve kölenin kanını bağışlamaya benzer. Hasta olan kişinin mirasçısı ile bunu yapması doğru olduğu gibi, yabancı ile yapması da doğrudur. Bunu şöyle açıklayalım:

Payına kölenin düştüğü kişi, azat etme ve müdebber yapmakla alma hakkı­nı düşürebilir ve bundan dolayı hiçbir tazminat ödemez.

Bu da gösteriyor ki bu hak zayıftır. Zaten payına düştüğü kişinin tasarrufu sonucu hakkın düşmesi ile hasta kişinin hakkı düşürmesi arasında hiçbir fark yoktur.

3928- Kendisinden esir alınan kişi ölür ve mirasçısı da yoksa, bıraktığı miras müslünıan topluma kalır ve devlet başkanı müslünıan toplumun naibidir. Şayet taksimat ya­pılmazdan önce durum bilinirse, karşılık vermeksizin kö­leyi beytu'lmala alır. Şayet taksimattan sonra durumu o_r-_ taya çıkarsa, dilerse karşılığını vererek onu beytu'lmala teslim eder, dilerse onu terkeder. Esiri, onu düşmandan satmalan birinin elinde bulur ve o esirin değeri bin olduğu halde onu beşyüze almışsa, evla olan onu değeri üzerin­den almasıdır. Çünkü onda müslümanların payı vardır. Ama payına düştüğü birinin elinde bulursa, onu değeri üzerinden alması gerekir ve bunda müslümanların açık bir menfaatleri mevcut değildir.

Çünkü müslümanların hakkı onun değerindedir, esirin kendisinde değildir. Bu nedenle onu almakta bağımsız değildir. Ancak bunda müslümanların bir ya­rarlarının bulunduğu görüşüne varırsa, o başka.

3929- Kendisinden  esir alınan  kişi köleyi, onu  düş­mandan satın alan birinin elinde bulur ve bir müddet geçinceye kadar ondan onu istemeyip sonra istemeye kalkar­sa, karşılığını vermek suretiyle onu geri alabilir. Şuf'ada ise durum böyle değildir. Şuf'a hakkına sahip olan kişi malın satıldığını duyduktan hemen sonra mala talip ol­mazsa, şuf'a hakkını kaybeder.

Çünkü şufa hakkına sahip olan kimsenin susması, müşterinin zarara uğramasına engel olmak için bunu kabul ettiği şeklinde kabul edilir. Çünkü şefî (şufa hakkına sahip olan), şufa hakkına sarılmakla müşterinin tasarrufunu bozma imkânına sahiptir. Susması, bunu kabullenmesi anlamına alınmadığı tak­dirde müşterinin mülkiyeti işlevsiz olur ve satın aldığı şeyde tasarruf imkânı or­tadan kalkar. Bu sebeple susması, bunu kabullenmesi anlamına alınmıştır. Burada ise bu anlam sözkonusu değildir. Kendisinden esir alınan kişi, köleyi kimin elin­de bulursa onu geri alır ve bu davranışı, yapılmış olan tasarrufları engellemez.

Görmüyor musun, onu karşılıksız olarak geri almak için taksimatı boz­muyor. O halde, susmasını kabullenme anlamına almaya gerek yoktur.

3930- Esir alman köle eğer babası veya vasîsi bulunan küçük bir çocuğa ait ise ve biri, değeri bin olduğu halde onu beşyüze satın almışsa, baba veya vasî de çocuğun hakkını beşyüze teslim ediyorsa, caizdir.

Ebû Hanife ve Ebû yasuf a göre bu caizdir. Ancak İmam Muhammed ve Züfer'e göre, şuf aya kıyasla caiz değildir. Bu teslim ile her iki durumda da köle, çocuğun mülkiyetinin dışına çıkmaz. Müşteri, düşman biri olup kölenin değeri beşyüz olduğu halde onu bine almışsa ve baba yahut vasî bin vererek onu geri al­maya kalkışacak olursa, bunu yapamazlar. Çünkü bunda çocuğun büyük zararı sözkonusudur. Orada köleyi  kendine satın  almış  olur.  Ama burada kendine satın almış olmaz.

Burada müşterinin rızası olmaksızın-köleyi kendisine alma hakkına sahip değildir. Köleyi satınlamakla onu eski mülkiyete iade etmiş olur ki kendisinin böyle bir mülkiyeti sözkonusu değildir. Mülkiyet, çocuğa aittir.

3931- Müşrikler müslümanlann topraklarından birini ele geçirir, orası şirk yurdu olur, sonra da müslümanlar o toprağı geri alacak olurlarsa, o toprakların sahiplerinden kimseler taksimattan önce gelecek olurlarsa, karşılıksız olarak topraklarını geri alırlar. Ama taksimat yapıldıktan sonra gelecek olurlarsa, dilerlerse karşılığını vererek top­raklarını geri alırlar. Çünkü taprak da, diğer mallar gibi müslümamn malıdır.

Toprağın payına düştüğü kişi, o toprak üzerinde bina inşa ettikten sonra eski sahibi çıkar gelirse, o toprağı geri alma hakkına sahip değildir.

Çünkü üzerinde bina yapmakla o toprak, toprak olmaktan çıkmıştır ve eski sahibinin toprağı geri almak için o binayı yıkma yetkisi yoktur. Bina yapan kişi­nin diğer tasarrufları gibi bu tasarruf da geçerlidir. Ama toprakla birlikte binayı satınalırsa, o başka. Bu, hibe edilmiş toprağa benzer. Kendisine bir toprak hibe edilen kişi, o toprak üzerinde bir bina yaptıktan sonra hibe eden kişi toprağı geri almak isterse, alamaz. Çünkü bina yapmak, bir nevi tüketimdir, Bu da onun gibidir.

3932- Fasit bir aliş-verişle bir toprağı satın alıp üze­rinde bina yapan kişi hakkında da Ebû Hanife aynı görüştedir. Bina inşa edildikten sonra satıcı o toprağı geri ala­maz. Malumdur ki burada satıcının hakkı, eski sahibin hakkından  daha kuvvetlidir. Bina yapılmasından dolayı satıcının toprağı geri alması ve bina yapılmadan önceki duruma geri getirilmesi için hakim karar veremiyorsa, bu­rada eski sahibi fidyesini vererek alabilir.

Çünkü engel, binanın yapılmış olmasıdır. Bina ortadan kaltıktan sonra an­cak onu geri alabilir. Çünkü bina ortadan kalktıktan sonra engel ortadan kalkmış olur.   .

Bir tarlayı başkasına hibe eden de bu durumdadır. Kendisine hibe edilen kişi, tarlanın üzerindeki bina or­tadan kaldırıldıktan sonra hibe ettiği tarlayı geri alabilir. Orayı harp ehli ele geçirip üzerinde bina inşa edecek ol­salar durum yine aynıdır.

Çünkü oranın eski sahibi, ancak mülkü olan şeyi geri alabilir. Üzerinde yapılmış olan bina onun mülkü değildir. Binayı alamaz ve payına düşmüş olan kişi binayı yıkacak olursa, değerini vermek suretiyle eski sahibi tarlayı geri ala­bilir. Çünkü artık engel ortadan kalkmıştır.

3933- Ama müşrikler orayı ele geçirdiklerinde üzerinde bina var idiyse, ilk sahibi, payına düştüğü kimeseye değerini vererek orayı geri alma hakkına sahiptir.

Çünkü binasıyla birlikte orası ona aitti ve satın alarak tekrar mülkiyetine geçirebilir.

Payına tarlanın düştüğü kişi, içinde müslümanlarin namaz kılacakları bir mescit inşa eder ve müslümanlar da orada namaz kılar ya da orayı miskin ve fakirlere vakfeder yahut mezarlık veya müslümanların uğradıkları bir han ha­line getirir, sonra ilk sahibi çıkar gelirse, bu tarladan alacağı olmaz.

Çünkü tarlada yapılmış olan tararruflar artık onu fertlerin mülkü olmaktan çıkarmıştır. Bu, kölenin payına düştüğü kimsenin o köleyi âzad etmesi olayına bir ölçü kabul edilmiştir. Çünkü ilk sahibi, yapılmış olan tasarrufları bozmadan onu geri alır. Oysa tarla meselesinde yapılmış olan tasarrufları bozmadan tarlanın değerini vererek onu geri alamaz. Kamu yararına yapılan bu tararruflar yapıldıktan sonra, artık orası kimsenin mülkü değildir ki değerini ona ödeyerek tarlayı geri alabilsin.

Bu yönüyle şufa meselesinden de ayrılmaktadır. Çünkü şuf a hakkı olan kişi müşterinin tasarruflarını bozabilir. Müşterinin tasarrufu bozulduktan sonra ise daha önce olduğu gibi mal sahibine döner ve o da (yani şefi1) onu kendisinden alabilir. Mescidin çevresinde bulunan binalar harap olur ve o mescitte namaz kılanlar başka yere göçecek olursa, imam Muhammed'in görüşüne göre tarla sa­hibinin mükiyetine geçer. Çünkü engel ortadan kalkmıştır. İlk sahibi, değerini Ödeyerek onu geri alabilir.

3934- Aynı şekilde savaşta ele geçen at ise ve atın pa­yına düştüğü kimse onu vakfedecek olsa, sonra da ilk sa­hibi çıkıp gelecek olsa, atı geri alamaz. İmam Muham­med'in görüşü budur. Çünkü ona göre hem gayr-ı men­kulde ve hem de âdet haline gelmiş menkulün vakfedil-• meşinde bir sakınca yoktur.

Ebû Hanife'ye göre ise, vakfedilenin mülkiyeti için bu durum sözkonusu değildir. Vakıf bağlayıcı olmadığı gibi, malı sahibinin mülkiyetinden de çıkarmaz. Onun için ilk sahibinin alma hakkı vardır. Ama özellikle mescitte bu hak yoktur. Çünkü mescit vakıf ise, mülkiyet ilk sahibi­nin elinden çıkar. Çünkü ilk sahibi yapılan tasarrufu bozamaz. Onuniçin taksimatı bozamadığı gibi, payına düşen kişinin satışını da iptal edemez. Gerçi değer ile ücret ara­sında fark olduğu için menfaat sözkonusudur.

Ancak başkasından satın aldıktan sonra bir mülkiyetten başkasına geçmesi ihtimali vardır. Böylece geri alma hak­kı baki kalır. Belirttiğimiz tasarruflardan sonra ne bir karşılık verilerek ve ne de karşılıksız mülk edinilme yeridir. Mülkiyete mahal olacak konuma girmedikçe onu geri alamaz. Mülk edinme, kölenin payına düştüğü kimse tarafından nıükâtep kılınması mesabesindedir. Sahibinin onu geri almaya hakkı yoktur. Ama mükateb kılınan köle, anlaşma yapılan miktarı ödemeyince, engel ortadan kaktı­ğı için ilk sahibi değerini vererek onu geri alabilir.

Aynı  şekilde payına düştüğü kimse borcuna karşılık oiıu birine rehin bıraknıışsa, rehin alan kişi borcunu öde­yip onu serbest bırakmadıkça ilk sahibi onu geri alamaz. Çünkü rehin alan kişinin hakkı o kölede mevcuttur. Ancak rehin olma ha­disesi ortadan kaltıktan sonra artık engel bulunmadığından ilk sahibi değerini ve­rerek onu geri alabilir.

3935- Şayet ilk sahibi: borcu ödeyip köleyi de değerini vererek geri alayım derse, rehin bırakan da, rehin alan da bu teklifi kabul etmek zorundadır. Çünkü rehin alan kişi­nin hakkı tam olarak ödenmiştir ve rehin bırakan kişi dilerse daha sonra borcunu öder.

Çünkü kişi, o borcu ödemek zorunda değildi ve buna ihtiyacı da yoktu. Rehin bırakan kişi borcunu ödeyinceye kadar bekler sonra köleyi geri alırdi.

3936- Kölenin payına düştüğü kimse belli bir müddet için köleyi birine ücret karşılığında kiraya vermiş ve ücretini almışsa, ilk sahibi kiralamayı bozarak köleyi geri ala­bilir.

Çünkü kiralama işi, mazeretlerden dolayı bozulabilir. İlk sahibin köleyi geri alma hakkı, kiralama konusunda bir mazerettir ve onu bozar. Her ne kadar sair tasarruflar bu sebeple bozulmuyorsa da, buradaki tasarruf bozulabilir. Çünkü kusurdan dolayı müşterinin geri verme hakkının bulunması, diğer tasarruflar dışında kiralama konusunda akdin bozulması için bir mazerettir.

3637- Ele geçirilen, bir müslümanin devesi olup bu de­venin payına düştüğü kimse onu kurbanlık diye boynuna bir gerdanlık yahut kurbanlık işareti koyarsa, ya da o de­veyi bayramda kesilecek kurban kılarsa, sonra da ilk sahibi çıkıp gelirse, değerini vererek devesini geri alabilir.

Çünkü payına düştüğü kimsenin o deve üzerindeki mülkiyeti bu tasarrufla ortadan kalmış değildir.

Görmüyor musun, o deveyi satacak olsa, bu tasarruflarla birlikte onu sat­ması caizdir. Ama vakfetmesi durumu böyle değildir. Burada onun sözkonusu deve üzerindeki mülkiyeti ortadan kalkmıştır. Kurbanlık koyun ve deveye kıyas ederek vakfedilmiş olan hayvanın da değiştirilebileceğini söyleyenin hatası da böylece anlaşılmış olmaktadır. Kişi değerini vererek devesini geri alacak olursa, payına düştüğü kimse o devenin yerine başkasını kurbanlık yapar.

3938- Esir düşen köle olup biri değerinden daha pahalı veya daha ucuz onu düşmandan satın alır ve Ölüm döşeğinde iken o köleyi başka bir kimseye vasiyet ederse, ilk sahibi, değerini vererek o köleyi kendisine vasiyet edi­lenden satın alabilir.

Çünkü vasiyet, Ölümden sonra vasiyet edilen şeyi teberru etmekdir. Böy­lece hayatta iken hibe ederek teberru etmeye benzer. Kendisine hibe edilen şahsa değerini vererek onu nasıl geri alabiliyorsa, vasiyet edilen kişiden de değeri karşılığında alabilir.

3939- Onu alan kişi, köleyi vasiyet etmemiş (ve köle mirasçılarına kalmışsa) ilk sahibi yine miras bırakan kişi­nin satın aldığı parayı mirasçıya ödeyerek onu geri ala­bilir.

Çünkü   veraset,  yerine   geçme   anlamındadır.   Mirasçı   için   sabit  olan mülkiyet, miras bırakan İçin sabit olan mülkiyetin kendisidir. Bu nedenle miras bırakan kişi onda bir kusur bulacak olursa, kusurdan dolayı    iade edilebilir; Çünkü kendisine miras bırakan kişinin yaptığı tasarruf sonucunda alan kişi al-danrmş sayılır. İste bu yüzden (yani mirasçı ile miras bırakan arasındaki du­rumdan dolayı) miras bırakan kişiye değerini vererek köleyi nasıl geri ala­biliyorsa, mirasçıya da değerini vererek köleyi   geri alabilir. Kendisine vasiyet yapılmış olan ise, yeni bir sebeple o mala malik olmuştur. Bu nedenle vasiyet yo­luyla bir şeye sahip olan, kusurdan dolayı satıcıya malı iade edemeyeceği gibi, kusurdan dolayı malı kendisi de iade edemez.

İmam Muhammed dedi ki: Ölen kişi, kölesini herhangi bir kimseye vasiyet etmemiş ama birine hizmet etmesini ya da gelirinin birine verilmesini vasiyet etmişse, ilk sa­hibin o köleyi para ile ya da değerini vererek satınalma hakkı yoktur.

Çünkü kendisine vasiyet yapılan kişinin onda kalıcı bir hakkı vardır. Bu se­beple de mirasçı, o köleyi satma ve kendisine vasiyet edilenin hakkını iptal etme hakkına sahip değildir. Bu nedenle ilk sahibi o köleyi mirasçıdan alamaz, çünkü kendisine vasiyet yapılmış olanın o kölede hakkı vardır.

Kendisine vasiyet yapılmış olan kimseden de satın ala­maz.

Çünkü vasiyet yapılmış olan kişi, o kölenin kendisine sahip değildir. Bedel ile birinden birşey satmalabilmek için o kimsenin satışa konu olan şeyin kendisine sahip olması gerekir. Birinci meselede durum farklı idi. Çünkü kendisine vasiyet yapılmış olan kişi malın kendisine sahip idi ve değeri karşılığında onu satma hakkına da sahipti.

Kendisine kölenin geliri yahut hizmeti vasiyet edilmiş olan   kişi   ölmüşse,  ilk   sahibi,  değerini   vererek   köleyi mirasçıdan alabilir.

Çünkü kendisine vasiyet yapılmış olan kişinin hakkı, onun ölmesiyle son bulmuştur. Böylece engel ortadan kalkmıştır.

3940- Esir düşmüş köle şayet iki kişinin ortak mülkü ise ve bu ortaklardan biri hazır bulunacak olursa, kölenin payına  düştüğü  kimseye  kölenin  değerinin  yarısını  ve­rerek kölenin yarısına sahip olabilir. Çünkü   satınalma   hakkı,   eski   mülkiyetten   kaynaklanmaktadır.   Eski mülkiyette ortaklardan herbiri mülkün yarısına sahip olduğuna göre, yansının karşılığını vererek onu geri alabilir.

Şayet ortakların ikisi de gelir ve bunlardan biri köleyi satın almak isteyip diğeri istemiyorsa, talip olan kişi kölenin yarısını satın alabilir. Çünkü ortaklardan herbiri kendi payı hakkında karar verebilir. Diğeri nasıl bu ortağın payına karışmıyorsa, satın alan kişi de diğerinin payı konusunda etkili olamaz.

Kölenin payına düştüğü kimse, mülkiyeti parçalara ayı­rıyorsunuz ve bu yaptığınızla bana zarar veriyorsunuz, diyemez.

Çünkü ilk malikin uğramış olduğu zararı defetmek, kölenin payına düştüğü kimsenin uğradığı zararı defetmekten evladır. İste bu nedenle ortaklardan di­leyen,diğeri kabul etse de, etmese de, satın alabilir.

Ama kendisinden esir alınmış olan kişi tek başına olsa ve ölerek ardında iki çocuk bırakmışsa, kölenin payına düştüğü  kimsenin  rızası  olmaksızın  o  çocuklardan  biri kölenin yarısını aimaya yetkili değildir.

Çünkü mülkiyetin aslı, miras bırakan kişinindir. Mirasçılar İse onun yerine geçerler. Mülkiyetin asıl sahibi olan kişi şayet hayatta olsaydı, mülkiyetin bir kısmını alıp bir kısmım almamazlık edemezdi. Ya hepsini alırdı veya hepsini payına düştüğü kimseye bırakırdı. Mirasçılar da kendisinin yerine geçtiklerine göre onlar hakkında aynı durum geçerlidir.

Şayet, buna göre mirasçılardan biri, kölenin payına düştüğü kimseye kal­masını söyleyecek olsa, bu ikisi tarafından da bunun kabul edilmesi gerekir, çünkü miras bırakan kişi hayatta iken, yarısını teslim edip diğer yarısı hakkında birşey söylememiş olsaydı, tam teslim anlamına gelmez miydi? denilecek olursa, şöyle deriz:

Arada fark yoktur. Miras bırakmış olan kişi, yansım değerinin yarısıyla satın almak üzere veriyorum, derse, bu ondan teslim sayılmaz. Tıpkı burada iki mirasçıdan birinin teslim etmesi, diğerinin hakkında teslim sayılmayacağı gibi. Ancak yukarıdaki meselede miras bırakan kişi bütünü teslim edebilirdi.Tıpkı şufada olduğu gibi, mutlakolarak yansını teslim etmesi, tümü teslim etmesi gibi sayılır. Burada ise, mirasçılardan biri, diğerinin hakkında teslim etme yetkisine sahip değildir. Bu da, diğer yansını almak şartıyla miras bırakan kişinin yarısını teslim etmesi mesabesinde olur.

3641- Müşrikler yenilgiye uğrayıp o ev müslüman-lardan birinin payına düşse ve binanın bir kısmını yıkacak olsa, sonra o binanın asıl sahibi gelerek evi geri almak is­tese, onu geri alır ve payına düştüğü kimseye teslim aldığı günkü değerini öder. Binanın yıkılmamış olarak geri ka­lan kısmını da alabilir.

Çünkü binanın geri kalmış olan kısmı, daha önce kendisinin mülkü idi.

Görmüyor musun, binanın payına düştüğü kimse, binasının bir kısmım yıkmadan önce asıl sahibi gelmiş olsaydı, binanın tamamını alabilecekti. Binanın tamamını alabilen, geri kalan kısmını da alabilir. Payına düşmüş olan kimsenin binanın bir kısmını yıkmış olmasından dolayı binanın değerinden bir şey düşülmez. Payına düştüğü günkü değeri esastır.

Çünkü kişinin verdiği miktar, kendi mülkiyeti İçin fidyedir ve verilen fid­yede asla itibar edilir. Aslından birşeylerin eksilmiş olması, fidyeyi eksiltmez.

3942- Payına düştüğü kişi, bir kısmını tüketmiş olsa, yine birşey bozulmamış olur ve ilk mâlik durumunda olan kişi fidyeyi tam olarak verir. Oysa şuf'a da durum böyle değildir. Müşteri, binayı yıkacak olup sonra şefi çıkıp gelse, yıkılmış olan üzerinde herhangi bir hakkı yoktur, ancak boş arsayı değerine göre alır.

Çünkü şufa sebebiyle alma hakkı, menkûle değil, gayr-ı menkûle has bir durumdur. Yıkılmış olan ise, menkûl durumundadır.

Ayrıca şufa sebebiyle almak, satın almak mesabe­sindedir.

Çünkü şufa hakkı olan kişi başlangıçta parayla alınmış olana malik olur. Bina bir vasıf mesabesindedir. Sonradan bir olayla bina yıkılmış, binaya tekabül eden pay, şufa sahibinin ödediği meblağlardan düşülür. Oysa ilk maliki du­rumunda olan kişi fidye vermekle onu eski mülkiyetine iade etmiş olur. Fidyenin vasfın karşılığı deşil, aslın karşılığı olduğunu daha önce belirtmiştik.

Buna göre evin bulunduğu yer aslında hurma ağaçları­nın bulunduğu bir yer idiyse ve sonra da ilk sahibi çıkıp gelecek olsa, evle birlikte tamamını, o yerin payına düştü­ğü günkü hurma ağaçlı şekliyle olan değeri üzerinden ala­bilir. Payına düştüğü kimse meyvesini yemiş olması, - onları satmış olması ya da ağaçlarını sökmüş olması du­rumu değiştirmez.

Çünkü o tarla ve hurmalıkların değeri olarak verdiği, aslın karşılığı bir fid­yedir. Bu nedenle bir nitelik veya satışın değişmiş olması asıl olanı değiştirmez. Ancak hurma veya meyveler satılmış ve müşterinin elinde mal olarak duruyorlarsa, müşterinin alırken verdiği parayı kendisine vererek hurma ve meyveleri geri alabilir. Oysa şufa da durum böyle olmayıp gayr-ı menkulde geçerlidir. Şufa hakkına sahip olan kişi, hakkı devam ettiği müddetçe müşterinin tasarrufunu bozma yetkisine sahiptir. Bu nedenle diyoruz ki: Müşteri hurma ağaçlarını sök­meden önce gelecek olursa, alış-verişi bozma hakkına sahiptir. Dilerse, değerini vererek ilk müşteriden tamamını alabilir.

3943- İmam Muhammed dedi ki: Biri satın aldığı bir köleyi teslim almadan köle düşmana esir düşer, sonra da bir müsümanın payına düşerse, daha sonra hem satıcı ve hem de müşteri çıkıp gelecek olurlarsa, dilediği takdirde satıcı değerini vererek onu geri almaya daha çok hak sa­hibidir. Çünkü köle esir düşmezden önce onundu.

Kölenin değerinin tamamını verebilecek durumda de­ğilse, değerini tamaiayıncaya kadar onu tutma (bekletme) hakkına da sahiptir.

Çünkü satılan birşey, müşteri tarafından teslim alınıncaya kadar satıcının mülkiyet garantisi altındadır.

Bu nedenle teslim alınmadan önce helak olduğu takdir­de satıcının mülkiyetinden helak olmuş olur. Müşteri de­ğerini vererek onu aldığı takdirde, değerini verirken bunu teberru olarak vermiyor. Hakkına ancak bu yolla uluşa-bileceği için onu veriyor. Böylece müşteri muhayyerdir, dilerse ilk değeri üzerinden onu alır ve dilerse vazgeçer. Muhayyerlik onun için sabittir. Çünkü değerde bir artış olmuştur ve bu artıştan sorumlu değildir.

Satıcı değerini vererek onu geri almak istemezse, müş­teri dilediği takdirde değerini vererek onu alabilir. Çünkü esir düştüğünde onun mülkiyetine geçmek üzereydi ve onu kendi mülkiyetine tekrar alma hakkına sahiptir.

Ayrıca değerini satıcıya teslim etmesi gerekir. Çünkü satılmaya konu olan köle satıcıya aittir. Şayet satıcı: "Değerini ve­rinceye kadar köleyi ondan alırım ve benim yanımda bekleyecektir" diyecek olsa, buna hakkı yoktur. Çünkü henüz başlangıçta onu almaktan imtina edip müşteri onu hepsettiğinden dolayı artık satıcı hakkını kaybetmiştir. Bu tıpkı şuna benzer: Satıcı satmaya konu olan malı müşteriye teslim ediyor ve sonra da onu geri almak isteyip değrini getirinceye kadar onu yanımda hapsedeceğim diyor.

3944- Kendisinin elinde iken kölenin esir düştüğü kişi ölür ve ardında küçük bir çocuk bırakıp onu birinin vesayetine teslim etmişse ve sonra da düşmana esir düşen kö­le, müslümanların aldıkları ganimetler arasında geri gelir, vasî de ganimetler taksim edilmezden Önce gelip köleyi bulursa, birşey ödemeksizin o çocuğu geri alır. Ama tak­simat yapıldıktan sonra onu bulmuşsa, dilerse değerini vermek suretiyle onu alabilir. Çünkü mirasçı, mirasçısı olduğu kişinin makamındadır. Miras bırakan kişinin ölme­siyle bu hak ortadan kalkmaz. Ayrıca vasî, çocuğun babası makamındadır. Dilerse onu alır ve değerini de çocuğun malından öder.

Çünkü bu, çocuğun malında bir borçtur ve onun malından ödenir. Nasıl vekil, eski mülk sahibinden gerekli olan meblağın alınmasında vekilin zimmetinde birşey yoksa, vasî durumunda olan kişinin de zimmetinde herhangi bir borç yok­tur. Çünkü burada verilen, cinayet karşılığında verilen fidye mesabesindedir. Orada vekil, sadece başkası adına hareket etmektedir. Burada da vasî, aynı du­rumdadır.

Oysa şuf'ada durum böyle değildir. Vasî veya vekil şuf'a ile bir şeyi aldıkları takdirde taahhüt altına girerler ve değerin ödenmesinden sorumlu olurlar.

Çünkü şufa ile almak, şufa hakkına sahip kişi İçin sıfırdan satmalma yo­luyla mülk edinme biçimidir.

3945- Vasî, kölenin payına düştüğü kimseye değeri ga­ranti etmişse, garanti etmiş olmasından dolayı bunu yapması kendisinden istenir. Ancak bunu çocuğun malından da karşılayabilir. Çünkü çocuğun velisi durumundadır ve borç hususunda onu yükümlü tutabilir. Oysa vekilin du­rumu böyle değildir. Değeri kendisi garanti etmişse, onu fedakârlık olarak Öder ve kendisini vekil tayin edenden ödediğini alma hakkına sahip değildir.

Çünkü vekil, tayin edildiği işin dışında, kendisini ve­kil tayin edeni bir borç altına sokamaz. Kendi adına ver­diği sözden onu nasıl sorumlu tutabilir ki!

Ancak kendisini vekil tayin eden kişi kendisine bu yet­kiyi vermişse, sorumluluk vekil tayin eden kişiye aittir. Şayet vasî, çocuğun malından kölenin fidyesini verdikten sonra biri çıkar ve Ölmüş kişiden alacaklı olduğunu delil­leriyle isbatlar ve alacağı miktar köleyi kapsarsa, alaca­ğına karşılık köle ona satılır.

Çünkü köle, miras bırakanın eski mülkiyetine geri alınmıştı ve alacaklının hakkı, mirasçının hakkından öncedir.

Daha sonra vasî, fidyeyi gönüllü olarak vermiş  olur ve kendi malından alarak çocuğun zararını karşılar. Çünkü burada o köleyi çocuk için almadığı ortaya çıkmıştır. Kişinin miras olarak bıraktığının tamamım borcun kapsaması, mirasçının mülkiyetine engeldir. Bu nedenle çocuğun malından ödediğini çocuğa tazminat olarak öder.

Ama yukarıda ise, fidyeyi kendisi malından gönüllü olarak vermiştir. Bu sebeple köle, alacaklının alacağının ödenmesi için satılır. Burada da durum böyledir.

İmam Muhammed bunu şuna benzetir: Köle bir cinayet işleyecek olsa ve vasiy de çocuğun yararını düşünerek çocuğun malından o cinayetin fidyesini ve­recek olsa, sonra ölünün borçlu olduğu ortaya çıksa, nasıl o borcu ödemesi ge­rekiyorsa, burada da durum aynıdır.

Fidyeyi gönüllü olarak verme hususunda vasiy yabancı başka herhangi biri gibi değildir. Yabancı  biri, payına düşeni   ödemeyebilir.  Vasiy  ise,  Ödemek  mecburiyetin­dedir. Çünkü vasî, kendisini vasiy yapanın yerine kaimdir.Vasi yapan kişiye değerini vermeye mecburdu. Öldükten sonra vasisi için de durum bu şekildedir.

3946- Vasiy, coçuk yerine fidye vermeyip nihayet iş mahkemeye intikal eder ve hakim kölenin fidyesini vermesini vasiy'e emreder yahut hakimin kendisi fidyeyi verir ya da adamlarından birine fidyeyi vermesini söyler ve sonra da borçlu meselesi ortaya çıkarsa, alacaklılar mu­hayyerdirler. Dilerlerse kölenin değerini çocuğa verir ve sonra alacaklarına karşılık köleyi satarlar, dilerlerse, kö­le, payına düştüğü kimseye verilir ve ondan kölenin de­ğeri alınarak çocuğa verilir.

Çünkü burada fidyeyi veren kişinin kendi gönlünden koparak bu fidyeyi ödediği söylenemez. Çocuk için bunu yapması, yani fidyeyi vermesi hakim tarafmdan kendisine emredilmiştir. Hakimin emrini yerine getirmiş olmasından dolayı fidye olarak verdiğini geri alma hakkına sahiptir. Oysa önceki meselede durum böyle değildi.

3947- Hakimin emri olmaksızın vasiy değerini vererek köleyi çocuk için satın almış ve kölenin değerinin yarısını tutacak kadar bir borç ortaya çıkmışsa, köle satılır ve borçlu borcunu ücretinden alır. Ücretten artan olursa, babasından kalan miras olarak çocuğa kalır. Yahut vasiy, kölenin ücreti olarak ödediğini gönüllü olarak kendisi ödemiş olur.

Çünkü bu tasarrufunda çocuğun yararı yoktur. Kölenin bütün değerini ken­disi fidye olarak öder ve ondan sadece yansım çocuğa teslim eder. Bu şekilde çocuk hakkında tasarrufu geçerli olmazsa, fidye olarak verdiğini gönüllü olarak kendisi ödemiş olur.

3948- Köleyi çocuk için satın almasını hakim etretmiş ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim, alacaklılara: isterseniz köleyi alacağınıza karşılık satıncaya kadar bekleyin ve paylarınız miktarmca fidyeyi Ödeyin. Değilse, köleyi payına düştüğü kimseye geri veririm, der. Çünkü bu takdirde vasiy, kendi gönlünden koparak karşılıksız olarak fid­yeyi vermiş kabul edilmez. Fidyeyi hakimin emriyle vermiştir. Yapılan iş, ha­kimin hükmüne bağlıdır ve hakim bu hükümünü verirken çocuğun yararına görür ve bunu uygularsa, o başka. Mesela köle birinin payına düştükten sonra daha da güçlenmiş ve değeri artmışsa, hakim fidyeyi çocuğun malından öder ve böylece çocuğun yararını arttırmış olur.

3949- Şayet hakim, ölünün malından kölenin fidyesini verdiğinde borcu, miras bıraktığı malın tamamını kapsıyorsa ve alacaklılar, kölenin fidyesinin verilmesini iste­miyoruz, alacağımıza karşılık fidyeyi almak istiyoruz, diyorlarsa, bunu istmeye hakları vardır.

Çünkü miras olarak kalan malda sadece kendilerinin hakkı vardır. Bu se­beple onların isteklerine göre hüküm verilir. İstekleri kendilerinin yararına veya zararına olsun, onların bileceği bîr iştir.

Burada mirasçının, kölenin fidyesini verme hakkı da yoktur.

Çünkü miras bırakanın borcu, miras bıraktığı malın tamamını kapsa­maktadır.

3950- İmam  Muhammed dedi  ki:   Müşrikler, kölenin payına  düştüğü  kimseden  köleyi  esir  alacak  olsalar  ve sonra da köle bir müslümanın payına düşecek olsa, daha sonra ilk  sahibi çıkıp  gelecek  olsa o köleyi  geri  alma hakkına sahip değildir.

Çünkü ikinci defa esir düştüğünde onun mülkiyetinde değildi. Payına düştüğü kimsenin mülkiyetinde idi. Hak, sadece mülkiyetinde iken esir düştüğü kimseye aittir. Ancak mülkiyetinde İken esir düştüğü kimse, kölenin fidyesini ödemediği takdirde ilk sahibinin mülkiyetine geçer ve taksimattan önce hazır bu­lunduğu takdirde bir karşılık ödemeden, taksimattan sonra değerini ödeyerek onu geri alabilir.

3951- Mülkiyetinde iken esir düştüğü kimse değerini ödeyerek onu geri alabilir. İlk sahibi de dilerse  değerinin iki katını vererek onu geri alabilir.

Çünkü elindeyken esir düştüğü kimse, değerini vererek mülkiyetini can­landırmıştır. Buna ihtiyacı vardı ve teberru olarak değerini ödemiş değildir. Bu sebeple ilk sahibi, hem İlk değerini ödeyerek ve hem de değerini ödeyen kim­senin ödediğini de ödeyerek onu geri alabilir. Aynı şekilde payına düştüğü kimse müşteri olup onu düşmandan satın almışsa ve sonra da ikinci defa elindeyken esir düşmüşse, sözkonusu ettiğimiz hususların tamamında evvelki duruma benzer bir konumdadır. İlk müşteri onu satın almadan ilk sahibi onu satın alamaz ve satın almak itediği takdirde iki değeri de ödemek zorundadır.

3952- Eski sahibi, kölenin payına düştüğü ya da onu satın alan kimseden satın almak isteyip hakim de buna hükmedecek olsa yahut hükmetmeden köleyi ona teslim edecek olsa ve sonra da: Köleden dolayı tahakkuk eden hakkımın tamamını ödemeden köleyi vermem, derse, bunu istemeye hakkı vardır.

Çünkü fidyeden dolayı köle üzerinde hakkı vardır ve fidyeyi ödeyinceye kadar onun elinde tutulmuş olarak kalır. Bu, mülkiyetten kaçan kölenin du­rumundan daha aşağı değildir. Kaçan köle hapsedilebiliyorsa burada evleviyetle hapsedilir.

3953- İlk sahibi köleyi eline geçirmeden onu başka bi­rine satacak olsa, satışı batıldır. Batıl oluşu ya kendisine düşen miktarı ödemediğinden onu teslim etmekten âciz oluşundan dolayıdır, ya da kendisine düşeni ödemiştir ama fidyesini veren başka birinin elindedir.

Görmüyor musun, şayet helak olacak olsa, ödenmiş olan fidye geri verilir. Bu, satılan birşeyin henüz satan kişinin elinde bulunduğu durum gibidir. Ya da ahş-verişin feshedilmesinden sonra müşterinin elinde bulunması yahut hakimin hükmü bulunmaksızın kusurdan dolayı ahş-verişin feshedilmesi durumuna ben­zemektedir.

Böylece anlıyoruz ki o ahş-verişin feshedilmesinden sonra müşterinin elin­deki satmaya konu olan mal gibidir. Satıcının elinde durmaktadır. Burada da, dindeyken esir düştüğü sahibinin eline geçinceye kadar fidyesi üzerinden garanti edilmiş emanet olarak onun elinde durmaktadır. Bu sebeple köleyi, onun elinde bulundurana satmak caizdir, ama başkasına satmak caiz değildir.

Ayni şekilde burada kendisinin elindeyken esir düştüğü kimse, şayet kölede sonradan ortaya çıkmış bir kusurla karşılaşırsa, mahkeme kararıyla veya başka bir yolla teslim almadan önce onu geri iade etme hakkına sahiptir. Hakimin kararı ile onu teslim aldıktan sonra ortaya çıkmış yeni bir kusur bulan satıcının durumu gibidir.

3954- Kölenin  kendisinden  esir  alındığı  kimse  daha önce hiç görmediği halde fidyesini vererek onu satın alacak olsa, fakat sonra onu gördüğünde buna razı olmazsa, onu geri verme hakkı yoktur.

Çünkü almakla onu eski mülkiyetine geçirmiştir. Görma hususunda mu­hayyerlik, yeni alış-verişler için geçerlidir. Ama bu meselede daha önce mülki­yetinde bulunduğu sıradaki gibiyse, yani durumunda herhangi bir değişiklik ol­mamışsa onu geri veremez. Ancak daha sonra  bir eksikliği sözkonusu olmaşsa

bu takdirde geri verebilir.

Zira fidyesini vermekle eski mülkiyetine geçmesine rıza göstermiştir. Ama sonradan onda bir değişiklik olmuşsa bundan dolayı geri verme hakkına sahiptir.

3955- Esir düşmüş köle bin dirhem değerinde ise ve biri onu yüz dirheme almışsa ve elindeyken esir düştüğü kimse ölür de arkasında küçük bir çocuk bırakmış ve beş-yüz dirhem borçlu olarak ölmüşse, sonra da alacaklılarla vasiy gelir ve alacaklılar fidyesini vermekten kaçınacak olurlarsa, vasî, çocuğun malından yüz dirheme fidyesini verebilir.

Çünkü bunda çocuğun yararı vardır ve yarar apaçıktır. Çünkü bu durumda köleyi bin dirheme satar, beşyüz dirhemi borç karşılığı olarak öder, arta kalanı da çocuğa kalır. Çocuğun yararının kesin olduğu durumlarda vasiy fidyeyi verirken kendi yanından karşılıksız olarak vermiş sayılmaz. Bu, işlenen suç nedeniyle fidye vermeye kıyas edilir.

Vasîy köleyi satın aldıktan sonra kölenin değeri düşe­rek beş yüze kadar inmişse, borçluların borcu için köle satılır ve vasiden bir şey alınmaz.

Çünkü o gün köleyi almanın çocuğun yararına olacağı açıktı ve çocuğun yararı, için vasiy tasarrufta bulunmuştur Fiyatta sonra meydana gelen azalmadan dolayı bu değişmez.

Görmüyor musun, vasiy köleyi aldıktan sonra köle ölecek olsa, vasiy açısından herhangi bir sorumluluk yoktur. Bu mesele de buna benzemektedir.

3956- Alacaklı yerine çocuğun bir kardeşi varsa ve va­siy   bu durumda bilmeyip çocuğun malından yüz dirhem

3957- Vasiy, hakimin kararı ile fidyeyi vermişse, ha­kim, gaip olup sonradan gelen kişiye: İstersen fidyenin yarısını öde ve köle seninle çocuğa yarı yarıya ait olsun, değilse, köleyi düşmandan satın alan müşteriye geri vereceğiz, der.

Çünkü vasi, hakimin kararıyla fidyeyi verdiğinde kendi mülkünden vermiş olmaz. Böyle bir tasarrufta her ne kadar çocuğun yararı var ise de, ona ait olmaya devam eder. Çünkü büyüdüğünde dilerse yüz dirhemlik fidyeyi karşılayabilir ve fidyenin yarısını kardeşi için Ödemiş olur.

3958- İmam Muhammed Dedi ki:  Köleyi düşmandan satın alan müşteri onu ikiyüz dirheme satın almış ve ölen kişi dokuzyüz dirhem borçlu ise, vasiy, ikiyüz dirheme o köleyi çocuk için geri alamaz.

Çünkü borç ödendikten sonra kölenin değerinden çocuğa sadece yüz dîr-hem kalmış olur. Burada çocuğun zararı apaçıktır.

3959- Buna rağmen vasiy, hakimin kararı olmaksızın köleyi satınalacak olursa, fidyeyi kendi mülkünden ödemiş olur. Ayrıca alınan köle, değerinin iki katına satılacak olsa, ölenin borçlarının tamamı ödendikten sonra geri kalan miktar çocuğa aittir. Vasinin ödediği fidye de kendi mülkünden ödenmiştir.

Çünkü satmalma zamanına itibar edilir. Köle satın alındığı zaman çocuğun yararı sözkonusu değildi. Bu nedenle sonradan kölenin değerinde ortaya çıkacak artışlar asıl hükmü değiştirmez.

3960- Vasî hakimin kararına dayanarak fidye ödemişse ve hakim bu kararı verdiğinde ölen kişinin borcunun mik­tarını bilmediğinden dolayı bu kararı vermişse vasî, kendi mülkiyetinden fidyeyi vermiş sayılmaz. Ancak bu durum­da hakim alacalıyı muhayyer bırakır, dilerse alacağı ora­nında fidyeden sorumluluk yüklenir ve bu, fidyenin onda dokuzu  demektir. Değilse, köle kimden satın  alınmışsa ona geri verilir. Alacaklı buna razı olduğu takdirde parayı o köleyi satınalmış kimseye teslim eder ve köle satılır. Alacaklı  alacağını  alır, geri kalan  para çocuğa verilir.

3961- Şayet köle değer açısından veya vücut açısından bir eksilmeye maruz kalır ve ancak borç miktarı ile ya da az bir miktar ile satılırsa çocuk, alacaklının ödediği fidye miktarını ona geri vermez.

Çünkü kölenin fidye verilerek alındığı vakte itibar edilir ve sonradan çıkan artma veya eksilmeler hükmü değiştirmez.

Bu, fidyesi ödendikten sonra kölenin ölmesine benzer. Bu takdirde kimse kimseye herhangi bir ödemede bulunmaz.

Bu durum şuna benzer;Ölünün miras bıraktığı bir köle bir adamın kafasını derin bir şekilde yaralar ve bundan dolayı borç altına girer. Cinayet için fidye ver­menin hükmü, her bakımdan esir düşenin fidye ile kurtarılmasının hükmü gibidir. En iyi Allah bilir.[16]

 

Mürteddın Kölesinin Esir Edilmesi

 

3962- İmanı Muhanımed dedi ki: Düşman, müslüman-lardan birinin kölesini esir alıp darulharbe götürdükten sonra kölenin sahibi de irtidat edip darulharbe iltihak et­se, sonra müslümanlar esir düşen köleyi ele geçirse, ele geçiren adama köle feyr olur.

İmam dedi ki: Mürted kişinin harp yurduna iltihak et­tiğine dair gıyabında hakim karar vermişse, o kişinin öl­müş gibi işlem gördüğünü belirtmiştik. Nasıl köle elinde iken esir düşen kimsenin ölümünden sonra varisleri taksimattan öncek öleyi ücret ödemeden, taksimattan sonra ise değerini vererek alabiliyorsa, hakimin o mürted kişi­nin harp yurduna iltihakına karar vermesinden sonra da durum aynıdır. Darulharbe iltihak ettiğine hakim karar verdikten önce veya sonra, irtidat etmeden önce veya son­ra, darulharbe iltihak etmeden önce veya sonra müşriklerin köleyi esir almış olmaları farketmez.

3963- Hakim, onun harp yurduna iltihakına karar ver­mezden önce mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa ve daha sonra kölesini müslümanların elde ettikleri ganimetler arasında ele geçecek olsa, bakılır;

Taksimattan önce kölesini bulacak olsa hiçbir karşılık ödemeden onu geri alır. Ama taksimat yapılmışsa değerini ödeyerek onu geri alabilir. Mürted kişi, mürted olarak geri dönüp kölesini düşman esir alıncaya kadar da mürted olarak devam etse ve sonra da kölesi müslümanların elde ettikleri ganimetler arasında bulunsa Ebû Hanife'nin içtihadına göre, taksimattan Önce kölesini bulduğu takdirde birşey ödemeksizin onu geri alabilir. Ama taksimattan sonra bulursa geri alma hakkına sahip değildir. Bu durumda kişi İslama dönecek mi yoksa öldürülecek mi diye beklenir. İslama dönecek olsa değerini vererek onu geri alabilir. Ama İrtidat ettiğinden dolayı öldürülecek olursa, varisleri o kölenin değerini vererek geri alabilirler.

Çünkü Ebu Hanife'ye göre mürteddin tasarrufları mevkuftur. Ancak ona göre bu durumdaki kişinin hibe kabul etmesi caizdir. Taksimattan önce köleyi geri alması hibe anlamına gelir. Çünkü bir karşılık ödemeden onu mülkiyetine geri al­maktadır.

İmam Muhammed'e göre ise, taksimattan sonra kölenin değerini vererek köleyi geri alabilir. Çünkü ona göre karşılığını versin veya vermesin mürteddin tasarrufları geçerlidir. Mürted kişi, kölenin durumundan haberdar olduğu halde onu geri almamış ve iıtidattan dolayı öldürülecek olsa, varisleri onun yerine geçerler ve değerini vererek köleyi geri alabilirler.

3964- Mürted kişi, darulharbe iltihak ettiğine (vatan­daşlıktan çıktığına) hakim karar verdikten sonra mürted olarak İslâm yurduna geri döner ve esir düşen kölesi ga­nimet arasında ele geçinceye kadar da İslama geri dönmezse, köle hakkında herhangi bir hakka sahip olamaz. Çünkü hakimin hükmü gereğince mürted, Ölü hükmündedir ve İslama dön­medikçe bu durumu devam etmektedir. Köleyi alma hakkı kendisine değil, mirasçılarına aittir.

Mirasçıları ganimet taksiminden önce köleyi bulduk­ları takdirde birşey ödemeksizin geri alabilirler. Ama taksimattan sonra bulacak olurlarsa değerini vererek geri al­ma hakkına sahiptirler. Değerini, mürted olan kişinin bıraktığı mirastan almışlarsa ve sonra da o mürted kişi İsla­ma geri dönerse, mirastan mirasçıların elinde artakalanı alabildiği gibi, köle için ödediklerini ödemek suretiyle köleyi de geri alabilir. Çünkü köleyi geri almakla onu o kişinin eski mülkiyetine iade etmişlerdir.

Ancak fidye olarak verdiklerini teberru olarak vermiş sayılmazlar. Çünkü o köleyi kendileri için almak amacıyla fidyesini Ödemişlerdir.

3965- Şayet kişi:  Fidyeyi benim malımdan ödediler, onlara hiçbir şey vermem, derse buna hakkı yoktur.

Çünkü verdikleri fidye harcanmıştır ve mahndan harcamış oldukları miktar üzerinde onun herhangi bir hakkı yoktur. Fidyeyi onun mahndan ya da başka bir maldan ödemiş olmaları arasında bir fark yoktur.

Görmüyor musun, mirasçılardan bîri, o mürteddin bıraktığı maldan miras olarak kendisine kalan mal ile köleyi düşmandan satın alacak olsa ve sonra da o mürted kişi İslama dönmüş olarak geri gelecek olsa, karşılıksız olarak köleyi geri alamaz. Dilerse değerini vererek onu geri alabilir.

3966- Mirasçılar köleyi payına düştüğü kimseye teslim ettikten sonra o mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa ve değerini ödeyerek köleyi geri almak istese, buna hakkı yoktur.

Çünkü mirasçılar köleyi pay sahibine teslim etmekle bu hakkı harcamış sayılırlar. Harcanmış olan şeyde de mürted kişi herhangi bir hak sahibi değildir.

Görmüyor musun, mirasçılar, köleyi payına düştüğü kimseden satmalacak olsalar ve sonra da mürted İslama dönmüş olarak geri gelecek olsa, köleyi on­lardan geri alamaz. Çünkü kendilerinin mülkiyetine geçmesi için onu satın almışlardır.

3967- Hakim, küfür yurduna iltihak ettiğine karar ver­mezden önce müslümanlar mürted kişiyi ve esir düşen kö­lesini birlikte ele geçirseler, ardından mürted kişi İslama geri dönecek olsa, köle üzerinde onun herhangi bir hakkı kalmaz.

Çünkü ganimet olarak ele geçirildiğinde esir düşmüş harp ehlinden biridir ve müslümanların ele geçirdikleri ganimetlerde hak sahibi değildir. Mirasçıları da o ganimetlerde hak sahibi değildir. Çünkü hakim, onun küfür yurduna iltihak ettiğine dair henüz hüküm vermiş değildir.

Efendinin İslama geri dönmesi, köle üzerinde hak sa­hibi olmasını sağlamaz.

Görmüyor musun, irtidat ederek bir kölesiyle birlikte şirk yurduna iltihak edecek olsa ve kölesiyle birlikte müslümanlara esir düşecek olsa, köle müslü­manlar için fey' olur ve efendisi onun üzerinde herhangi bir hak iddia edemez. O halde bu meselede evleviyetle hak idda edemez.

Köleye malik olması darulharpte sözkonusu olmuştur. Halbuki esir kişiye darulharbe iltihak etmeden önce malik değildi. Mürted esir edilinceye kadar müs­lüman olup gelmeden önce varisler onu almak isterlerse esir edilmeden önce yar­gıç darul harbe iltihak ettiğine karar verdiği gibi burada iltihak ettiğine karar verir.

Çünkü esir edilmekle düşman olmaktan çıkmaz ve hakimin hükmünden sonra Ölü hükmündedir. Çünkü bu takdirde kendisi artık harp ehlinden biridir.

3968- Şayet hakim, o nıürted kişinin mirasını almala­rına karar verirse, taksimattan önce birşey ödemeksizin, taksimattan sonra ise değerini ödeyerek köleyi alabilirler. Mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa, bu me­selede hakim malının miras olarak dağıtılmışına karar ver­miş olsun veya henüz vermemiş olsun, o kişinin veya mi­rasçılarının köle üzerinde bir alacağı olmaz.

Köle ganimet olarak ele geçirildiğinde kendisi darulharp vatandaşı olduğu için kendisinin bir hakkı olmaz. Mirasçılarına gelince; şayet köleyi alacak olsalar, onu o kişinin eski mülkiyetine geçirmiş olurlar ve o taktirde kendisi o kölede daha çok hak sahibi olurdu. Oysa kendisinin burada bir hakkı olmadığını belirttik.

Ama İslama geri dönmemiş olarak çıkıp gelirse, bu tak­dirde mirasçılar ganimette pay sahibi olarak köleyi alabilirler. Şayet mürted kişi müslüman olarak geri dönmez­den Önce köleyi almışlarsa ve o mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa, köle konsunda onlardan daha çok hak sahibidir.

Çünkü köleyi eski mülkiyetine geri almışlardır. Dolayısıyla köle, miras ola­rak bırakmış olduğu şeyler arasına girer.

Ancak ganimet olarak onu almalarından dolayı ne kadar ödemişlerse, onu kendilerine ödemesi gerekir. Çünkü o köleye karşılık verdikleri şeyi teberru olarak vermiş değillerdir.

3969- Köle ganimet olarak ele geçirilmeden önce mür­ted kişi müslüman olarak geri gelecek olsa, taksimat yapılmadan önce bir karşılık vermeksizin, taksimat yapıl­dıktan sonra ise karşılığını vererek köleyi geri alabilir.

Çünkü köle ganimet olarak taksim edilirken adam ganimette hak sahibi olanlardandır ve bu nedenle köleyi eski mülkiyetine geri alma imkânına sahiptir.

3970- Devlet başkanı, o kişinin durumunu incelemek üzere onu ve kölesini hapse atar ve sonra da mirasçıları gelip köleye talip olsalar, bakılır; devlet başkanı o kişinin küfür yurduna iltihak ettiğine karar vermişse, mirasçıların köleyi alma hakkı vardır.

Çünkü o kişi İslama geri dönmedikçe hakimin hükmü sebebiyle ölü me­sabesindedir.

Şayet köleyi mirasçılar aldıktan sonra satarlarsa ve da­ha sonra mürted kişi İslama döner ya da bu tasarruf yapıldıktan sonra müslüman olarak geri gelirse, köleyi müş­teriden alma hakkına sahip değildir.

Çünkü mirasçılar köleyi satmakla onu harcamış sayılırlar. Harcanmış olan malda mürteddİn bir hak İdia edemeyeceğini daha önce belitmİştik.

3971- Mürted, erkek değil de kadın olursa ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, ister köle o kadınla birlikte, ister ondan önce ve ister ondan sonra esir düşmüş olsun, kadının kendi malı üzerinde veya köle üzerinde bir hakkı olmaz.

Çünkü kadın esir olduğunda fey' durumuna düşmüştür ve mülk sahibi olma konusunda ölü hükmündedir. Daha sonra İslama geri dönmüş olsun veya dönmemiş olsun farketmiz. Köleyi alma hakkı mirasçılarına aittir.

Şayet kadın esir düşmeyip müslüman olarak geri döne­cek olsa, onun durumu anlattığımız bütün durumlarda erkeğin durumu gibidir.

Çünkü kadın hür olarak kalmıştır ve erkek de sözkonusu durumlarda hür olarak kalmıştı. O erkek ister müslüman olarak geri dönsün, ister esir olarak ya­kalanıp daha sonra müslüman olsun, yine hürdür. Şüphesiz Allah en iyi bilir.[17]

 

Mürteddin Şuf'a Hakkı

 

3972- Mürteddin evine bitişik ev satılsa ya da satış o kişinin irtidat etmesinden önce olmuş fakat kişi irtidat etmiş ve küfür yurduna iltihak edinceye kadar bu satıştan haberdar olmamış olup hakim onun küfür yurduna iltihak ettiğine dair karar vermeden önce müslüman olarak geri dönmüşse ve satıştan haberdar olup şuf a hakkı olduğunu söylese, o evi satmalına hakkı vardır.

Çünkü hakim iltihak ettiğine dair hüküm vermedikçe o kişi kayıp kişi hük­mündedir. Kayıp kişi ise geri döndüğünde şuf a hakkınna sahiptir. Ama hakim il­tihak ettiğine hüküm vermişse, mirasçılarının şufa hakları kalmaz. Çünkü şufa hakkı miras yoluyla mirasçılara geçmez.

Satış, mirasçılarının hakkı gerçekleşmeden olur ve mürted kişi müslüman olarak geri dönerse, şufa hakkı yoktur.

Çünkü hakim, küfür yurduna İltihak ettiğine dair hüküm verdiği zaman o mürtedin evi mirascıİarınn mülkü olur ve böylece o kişinin şufa hakkı kalmaz.

3973- İmam Muhammed dedi ki: Mürted, darulküfre il­tihak ettikten sonra şufa hakkı bulunan ev satılırsa, sonra da o mürted kişi msülüman olarak geri dönerse, ister ha­kimin onun iltihakına  karar vermesinden önce olsun ister karar vermesinden sonra olsun şufa hakkı yoktur. Çünkü ev satıldığında o düşman biri olup ve emanı yoktur. Düşman kişi­nin, İslâm yurdunda satılan malda şufa hakkı yoktur.

Görmüyor musun, kendisi sebebiyle şufa talebinde bulunduğu evini il­tihak ettikten sonra satacak olsa ya da satılması için birini vekil bırakacak olsa, bu işlem geçerli olmaz. Bu da gösteriyor ki o kişi düşman biri olmuştur ve buradaki eski mülkü sebebiyle şufa hakkına sahip değildir.

Mirasçıları şuf'aya talip olsalar, hakim hem malından onlara miras olarak verilmesine ve hem de şufa hakkını istemelerine olumlu karar verir.

Çünkü hakim, o kişinin küfür yurduna iltihakından itibaren o mülkün mirasçılarına ait olduğuna hüküm verir. Böylece evin satışı, mirasın onların mül­kiyetine geçmesinden sonraki bir tarihte yapıldığı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de şuf a hakları vardır. Bu da Ebû Hanife'nİn şu görüşünün bir benzendir:

Biri, muhayyerlik şartıyla bir ev satın alıyor. Sonra satmaldığı evin biti­şiğinde bir ev satılıyor. Sonra kişi muhayyerlik hakkından vaz geçiyor ve o evin satıldığından haberdar oluyor. Bunun üzerine şuf a hakkını taleb ediyor. Bu kim­senin şuf a hakkı vardır.

Şayet orada müşteri, satmaldığı şeyde tasarruf imkânına sahipti, burada ise mirasçılar, mürteddin küfür yurduna iltihakına Hâkim karar vermedikçe onun malı üzerinde tasarruf yetkisine sahip değillerdir, denilecek olursa, deriz ki:

Dediğiniz doğrudur. Ancak şuf a hakkı mülkiyet İtibariyledir, tasarruf im­kânıyla değil. İki durumda da satış esnasında şuf a talebinde bulunanın mülkiyeti mevcut değildir. Ancak mülkiyet sebebi tam olarak mevcuttur ve başkasının hakkı kalmamıştır. Ayrıca o evde mülkiyeti tam gerçekleştiğinde o kişinin bundan dolayı şuf a hakkı olur ve burada da durum aynıdır.

Görmüyor musun, hür akrabaları bulunan mükâteb köle, ödemesi gereken miktarı tam ödedikten sonra ölür, sonra da evinin bitişiğindeki bir ev satılacak olursa, hür akrabaları mükâteblİkten kaynaklanan miktarı ödeyinceye kadar sa­tıştan haberdar olmayıp sonradan bu satıştan haberdar olmuşlarsa, satış esnasında o ev hususunda tassurruf imkânına sahip bulunmamalarına rağmen şuf a haklan vardır.

3974- Ülkemizde eman altında bulunan harp elinden bi­rinin ülkemizdeki bir evinin bitişiğindeki bir ev satılacak olursa, şuf a yoluyla o evi satınaima hakma sahiptir.

Çünkü ülkemizde eman altında bulunduğu müddetçe muamelat konusunda zimmî gibidir.

Şayet satıştan haberi olmayıp ülkesine dönmüş ve son­ra eman alarak geri dönecek olursa, şuf a hakkı olmaz.

Çünkü ülkesine geri döndükten sonra tekrar ülkemize gelinceye kadar, ülkemize giriş yapmamış darulharp vatandaşı gibidir. Böyle olan bir kimsenin ise başlangıçta veya kalıcı olarak ülkemizde bir şufa hakkı yoktur. Bu sebepten dolayı da harp ülkesine geri gitmesinden sonra onun şufa hakkı yoktur.

3975- İmam Muhmmed dedi ki: Mürted bir kişinin kü­für yurduna iltihak etmeden Önce evinin bitişiğinde bir ev satılacak olsa ve o mürted kişi şufa yoluyla onu satı-nalmaya talip olacak olsa, şufa hakkı vardır.

İmam Muhammed'in görüşü budur, Ebu Hanîfe -Allah kendisinden razı olsun- bu görüşte değildir. Ona göre o kişi İsâma geri dönmedikçe şufa hakkına sahip değildir. Ancak mürted kadının durumu farklıdır. Bu anlattıklarımız, mürteddin tasarrufları konusundaki görüşlere dayanmaktadır ki bu konuyu daha Önce incelemiştik.

3976- İrtidat ettiğinde satıştan haberdar olup İslama dönmemiş ve şufa hakkına da talip olmamışsa, şufa hak­kı ortadan kalmıştır. Çünkü İslama dönme imkânı varken böyle bir talepte bulunmamıştır.

Şüphesiz Allah en iyi bilir.[18]

 

Müşrik Araplar Ve Harp Yurdunda Bulunan Mürtedler

 

3977- Karı-koca irtidat ederek harp yurduna iltihak edecek olsalar ve kadın orada kocasından hamile kalıp doğum yapsa, sonra da müslümanlar düşmanla yapılan sa­vaşta o doğan çocuğu ele geçirecek olsalar, çocuk müslümanlar için rey1 olur ve müslüman olmaya zorlanır. Çünkü ana-babası müslüman asıllıdırlar ve İslâm konusunda çocuk ana babasına tabidir. Şayet çocuk bitzzat müslüman asıllı olsaydı, esir düştüğü zaman İslama dönmeye zorlanacaktı. Burada da durum aynıdır.

Doğan çocuk   büyüyüp onun da çocuğu olsa ve müslü­manlar bu çocuğu ele geçirecek olsalar,   çocuk fey' olur ama müslüman olmaya zorlanamaz. Çünkü bu durumda (babası değil) dedesi müslüman asıllıdır. Daha önce de

belirttiğimiz gibi torun dedesinin müslüman olmasıyla müslüman sayılmaz. Bu nedenle müslüman olmaya zorlanamaz. Onun hükmü, diğer kâfirler için geçerli olan hükümdür.

3978- imam Muhammed dedi ki: Mürted malını da kü­für yurduna götürüp sonra o malı müslümanlar ele geçirecek olsa, o mal fey  olur ve mirasçılara düşmez.

Çünkü bu mal, damlharp vatandaşı düşman birinin malıdır. Mirasçıların miras hakkı, ancak o mürted kişinin İslâm yurdunda terkettiği maldadır. Beraberinde götürdüğü malda mirasçıların haklan yoktur.

3979- Mürted kişi küfür yurduna iltihak ettikten sonra dönüp malını oraya götürecek olsa ve sonra da o malı ele geçirecek  olsa,  o  mal  mirasçılarına  verilir. Başkasının malını götürmüş olsaydı, sahiplerine verilirdi.

Hbu Hanife'nin -Allah kendisinden razı olsun- görüşü budur. İmam Mu-hammed'in görüşü ise şöyledir: Şayet hakim, onun küfür yurduna iltihak ettiğine hükmetmeden önce dönüp malı götürmüşse, mirasçıların bu mal üzerinde bir hak­lan yoktur. Ancak hakimin hükmünden sonra gelip götürmüşse, mirasçıları o malı ganimetin taksim edilmesinden önce bulacak olsalar bir karşılık ödemeksizin geri alırlar. Taksim edilmişse, değerini vererek onu geri alabilirler.

Hakikatte burada Ebû Hanİfe, bir kayıt belirtrheksİzin görüşünü söylemiş, Muhammed ise, görüşünü şıklara ayırmıştır. Hakimin hükmünden önce geri gel­mişse, önceki iltihakı onun kaybolması hükmündedir. İkinci İltihakına itibar edi­lir. Mal da bu ikinci iltihakında onunla birliktedir. Sanki malıyla küfür yurduna henüz yeni iltihak etmiştir. Ama hakim, onun iltihak ettiğine hükmetmişse, malı, mirasçılarına ait olmuş olur. Bu durumda o düşman biridir ve mirasçıların malını ele geçirerek götürmüştür.

Şayet bir başkası o malı ele geçirip götürmüş olsa ve o mal ganimet arasın­da bulunsa, taksimat yapılmazdan önce onu ele geçirdiklerinde bir karşılık öde­meden geri alırlar Ama taksimattan sonra bulacak olsalar, değerini vererek onu geri alabilirler.

Burada da durum aynıdır. Mükâteb biri irtİdal ederek duruiharbe ihtihak etse ve bir miktar mal kazanmış olup malıyla birlikte öldürülmüş olarak ele geçiril-se mükatebliğine karşılık verilecek miktar o maldan verilir ve malın geri kalanı rnirasçcnarına miras olarak kalır. Daru'lharbe iltihakından sonra irtidat ettiği için ceza olarak ölüdürlecek olsa, durum böyle değildir. Çünkü mükatebp olan köle­nin kazancında efendisinin hakkı vardır.Dam 1 harbe iltihak ettikten sonra da müka-teblik devam eter.

Hakiki ölüm, mükâtebliği İptal etmediğine göre hükmî ölüm evleviyetle iptal etmez. Kazancında efendisinin hakkının bulunması, fey1 olmasına engeldir. Bu nedenle İslâm yurdunda ve küfür yurdunda kazandıkları aynı hükme tabidir. Darulharp vatandaşı (harbî) olan kişiye gelince, harp yurduna iltihak etmekle ora­nın vatandaşı olmuştur ve bundan sonra kazandıklarında herhangi gibi müslü-manın hakkı yoktur. Ele geçirildiği takdirde fey' olur.

3980- Darulharp ehli kimsenin kölesi İslâmı kabul eder ve onlarla çatışarak bize kaçacak olursa yahut müslüman-lar onu esir alacak olurlarsa, hür olur. Çünkü kendi ken­disini kurtarıp bize gelmiştir. Ama eman alarak, mesela efendisinin ticarî bir işi için bize gelmişse, âzâd olmuş olmaz.

Çünkü bu davranışıyla kendini efendisinden kurtarıp emin bir yere ulaş­mayı hedeflemiş değildir. Ancak müslüman olduğundan dolayı da harp yurduna geri dönmesine müsaade edilmez. Devlet başkanı onu satar ve efendisi gelip alıncaya kadar parayı bekletir.

3981- Şayet köle İslama girmemiş fakat ülkemizde zimmî olmak üzere efendisine karşı gelerek bize gelmişse, hürriyetine kavuşmuş olur.

Çünkü bu yolla efendisinin elinden kendini kurtararak emin bir yere gelmiştir. Güvenlik altına girme hususunda zimmî olmak da müslüman olmak gi­bidir.

Ama eman alarak bize gelmişse, efendisinin kölesi ol­maya devam eder ve zimmî olma isteği kabul edilmez. Bilakis, kendisine verilmiş emana vefalı olmamızın bir ge­reği olarak daru'lharbe geri dönmesini emrederiz.

3982- Hakim, mürteddin harp yurduna iltihak ettiğine karar  verdikten  sonra, kendisi  için  ümmu'lveled  durumunda olan kadınlar ve müdebber köleleri, malının üçte-birinden ücret ödenerek âzâd edilirler. Ertelenmiş bulunan borçları da âciliyet kazanır.

Çünkü hakkında verilen bu hüküm, ölümü mesabesindedir. Gerçek olarak aöldügünde ne gibi hükümler geçerli ise bu durumda da o hükümler geçerlidir.

3983- Mürted biri, müslüman bir köle veya müslüman bir cariyesi ile birlikte savaş yurduna iltihak edecek olursa, köle veya cariye ister gönül rızasıyla onunla birlikte gitmiş olsunlar, ister zorla onları götürmüş olsun, âzâd olmuş sayılmazlar ve onun mülkiyetinde olmaya devam ederler.

Bunun İmam Muhammed'in görüşü olduğu belirtilmiştir. Ebû Hanife'ye -Allah kendisinden razı olsun- göre ise, tıpkı yurdumuzda eman altında olup müslüman bir köle satmalan ve onu savaş yurduna götüren meselesinde olduğu gibi hürriyetlerine kavuşmuş olmaları gerekir. Çünkü mürted kişi, savaş yurduna İltihak etmekle düşman biri olmuş olur. Kendi hakkında eman yoktur. Bunun bütün imamların görüşü olduğu ve Ebû Hanife'nin aralarında bir ayırım yap­madığı da söylenmektedir.

Ebû Hanife'nin şöyle dediği de nakledilmektedir: Eman altındaki kişi, müslüman köleyi mülkiyetinden çıkarmak zorundadır. Ancak mülkiyetinden çıkarması, kendisine verdiğimiz emana saygılı olmamız gerektiğinden onu sat­ması şeklinde olur. Ama savaş yurduna iltihak edecek olursa bu eman ortadan kalkar ve artık köle üzerinde hakkı tamamen yok olur.

Ama bu mürted darulharbe iltihak etmeden önce köleyi elinden çıkarmaya mecbur edilmemiştir. Dolayısıyla onu darulharbe götürdüğü zaman da mülkü ol­maktan çıkmaz. Sadece müslüman bir kölesi bulunan harp ehlinden biri olur. Tıpkı kölesi müslüman olan harp ehlinden biri gibidir.

Mürted kişi kölesiyle birlikte zaptedilir ve kölesi müs­lüman ise, bu takdirde köle hürriyetine kavuşmuş olur. Çünkü kendisini korumaya alması, müslüinanların onu ele geçirmelerinden önce gerçekleşmiştir.

3984- İrtidat eden kadın ise, durum farklıdır. Bu kadın geri alındığında fey' olur. Oysa mürted erkeğin durumu böye değildir.

Şayet irtidat eden kişi kölesini de irtidat etmeye davet eder ve köle de davetine icabet ederek irtidat edecek olursa, ele geçirildiklerinde köle fey' olur.

Çünkü savaş yurdunda kendi kendisini koruma altına almıştır ve artık düşman biridir. Ancak kişi köle olup İslama geri dönmeyi kabul etmeyecek olursa öldürülür. Ama cariye İse öldürülmeyip hapsedilir ve hür kadın gibi İslama gir­mesi için zorlanır.

3985- Mürted kişi kendisi için umnıu'lveled durumun­da ya da müdebber kıldığı veya mükâtebe olan müslüman bir cariyesiyle birlikte küfür yurduna gidecek olsa, ister bu cariyeyi zorla götürmüş olsun, ister cariye kendi isteğiyle gitmiş olsun bilahare müslümanlar o bölgeye galip gelip o cariyeyi ele geçirdikleri takdirde cariye hürdür.

Çünkü bu cariye hakkında âzâd olma gerçekleşmiştir. Daha önce be­lirttiğimiz gib âzâd olma yoluna girmemiş bir cariye bu duruma düşmüş olsa bile onun hür olacağını belitrmiştik. Âzâd olma yoluna girmiş olması, fey' olmasını ortadan kaldırmaz.

Çünkü bu durumda o, hür ve mürted bir kadının durumundan üstün de­ğildir. Mürted hür kadın bile ele geçirildiğinde esir olur.

3986- Müdebber ya da mükâteb erkek köleleriyle bir­likte küfür yurduna iltihak edecek olsa ve bu köleler kendisiyle birlikte yahut küfür yurduna girdikten sonra irtidat edip sonra onunla birlikte müslümanlara esir düşecek ol­salar, durum şöyle olur: Efendi durumunda olan kişiden tekrar İslama dönmesi istenir, reddettiği takdirde öldü­rülür ve müdebber kılmış olduğu kölesi hür olur. Çünkü o kölenin hürriyetine kavuşması, efendisinin ölümüne bağlı kılın­mıştı ve efendisi de artık ölmüştür. Mükâteb durumunda olan köle de hürriyetine kavuşmuş olur.

Çünkü efendinin hakkı, öldürülmesiyle ortada kalkmış olur.

Bu  durumdaki kölenin  mükatebliği  karşılığında öde­mesi gereken miktar ganimet sahipleri içn fey1 olmaz.

Çünkü hürriyetine kavuşması İçin ödemesi gereken miktar, o kölenin boy­nunda bir borçtur ve borç fey1 olmaz. Mükâteb üzerindeki bu borç, efendisinin Ölümüyle temelden ortadan kalkar. Mükatebliği karşılığında Ödemesi gerekenden kurtulmuş olması ise, hürriyetine kavuşmasını zorunlu kılar.

3987- Efendisi, İslama dönmeyi kabul ettiği takdirde hürriyetine kavuşur. Bu durumda müdebber veya mükâteb olan kölesine de İslama geri dönmesi teklif edilir. Red ederlerse öldürülürler. Ama İslama dönmeyi kabul edecek olurlarsa, mükâteb ve müdebber olarak devam ederler. Çünkü müdebber ve mükâteb olmak, köleleştirerek mülk edinmeye en­geldir. Tıpkı hür kişinin köleleştirilerek mülk edinilmesinin mümkün olmaması gibi. Ayrıca hür mürted kişi, esir edilmekle mülk edinilmez. Mükâteb ve müdeb-berin durumu da böyledir.

3988- Müdebber veya mükâteb olan köle, ele geçiril­diklerinde müslüman iseler, efendileri ister İslama tekrar dönsün, ister öldürülsün, hür olurlar.

Çünkü bu durumdaki alınıp satılan köle bile hürriyetine kavuşmuş olur. Müdebber veya mükâteb köle ise evleviyetle hürriyetine kavuşur.

3989- Mürted bir kadın müdebber ya da mükâteb olan kolesiyle birlikte harp yurduna iltihak edip ikisi de müslüman iseler, sahip durumundaki kadın ister İslama dönsün, ister dönmesin feyr olur. Köleler ise hürriyetlerine kavu­şurlar.

Çünkü kendilerini onun mülkiyetinden kurtarmış olurlar.

3990- Onunla birlikte kendileri de irtidat etmiş olsalar, yine hürriyetlerine kavuşmuş olurlar. Yukarıda anltildığı gibi mürted kadınla ilgili meselede durum böyle değildi.

Çünkü sahip durumunda olan kadın esir edilmekle cariye olmuş olur ve ölmüş mesabesindedir. Oysa mürted erkek kişi, esir edilmekle köle olmaz. Bu ne­denle köleleri de statülerini devam ettirirler. Ancak o müıted öldürüldüğü takdirde hürriyetlerine kavuşurlar. Bu durumu da yukarıda anlatmıştık.

3991- Bir ülke halkı irtidat edip orası harp yurdu olsa, sonra  da  müslümanlar oraya galip  gelerek halkı  tekrar İslama dönecek olsalar, erkekler hür, ama ummu'Iveled, mükâteb ve hür olan kadınları müslümanlar içiri fey' olur­lar. Hür olduğuna karar verilen kadın temelden hür olan mesabesinde olup irtidattan sonra esir alınınca fey' olur. Mürted erkek köleleri de, eski statülerini devam ettirirler, müdebber olanları müdebber olarak, mükâteb olanları da mükâteb olarak kalır.

Köle ve cariyelerin aksine bunlar esir olmazlar.

Köleler eğer irtidat etmemişlerse hepsi hürriyetlerine kavuşurlar. Çünkü efendilerine karşı kendilerini koruma altına almışlardır.

Onlardan kendisi hakkında âzâd vaki olmayan köle ve cariyeler dilediklerini efendi seçerler.

Çünkü bu durumdaki kişi hürdür ve kimsenin onun üzerinde velayet hakkı yoktur.

Kuralımıza göre efendisine isyan edip müslüman ola­rak gelen (murağım) üzerinde kimsenin velayet hakkı yok­tur. Müdebber ve ummu'Iveled durumunda olanlar  ise, efendilerinin onlar üzerinde velayet hakları vardır. Çünkü onlar hakkında bir nevi azâd etme cereyan etmiştir ve bununla di­ledikleri kişiyi kendilerine veli yapma hakkım kazanmışlardır. Velayet, neseb gi­bidir ve gerçekleştikten sonra ortadan kalkma ihtimali yoktur.

Şöyle açıklayalım: Mürtedlerin erkekleri esir edilemeyeceklerinden onlar müşrik Araplar gibidir. Ya İslama dönerler ya da öldürülürler. Onlar için başka bir alternatif yoktur. Bu hüküm (yani esir edilmemeleri) îslâmı kabul etmiş müdebber kadınlarla ummu'Iveled durumunda olanlar ve mukâtebler hakkında da sabittir .Tıpkı müşrik araplar hakkında olduğu gibi.

3992- Mürtedlerden ya da Arap müşriklerden bir top­luluk, müslümanların müslüman cariyelerini esir alıp ken­di aralarında taksim edecek olsalar ve sonra da her biri ca­riyesinden kendisine bir çocuğu olsa ya da cariyesini mudebbere veya mükatebe kılsa, daha sonra İslama dönecek olsalar, o cariyeler onların cariyeleri olmaya devam eder­ler. Çünkü onları kendi korumaları altına almakla onlara malik olmuşlardır. Ancak umm'lveled sıtatüsüne kavuş­mamış ya da müdebbere ve mükatebe olmayan cariyeler hürriyetlerine kavuşurlar.

Çünkü bu durumdaki cariyeler, efendilerinden kendilerini korumuşlardır. Efendileri ise harp ehli idiler. Kendilerini onlardan korumakla kendi kendilerinin sahibi olmuşlardır. Çünkü tedbirden, çocuk doğurduktan ve mükâteb durumuna kavuştuktan sonra eski sahiplerinin, yani mülkiyetinde bulundukları sırada esir alındıkları kimsenin onlar üzerinde herhangi bir hakkı kalmamıştır.

Mürted kadınların müdebber veya mükâteb köleleri ol­muş olsaydılar, durum yine ayni olurdu.

Çünkü efendileri durumunda olan kadınlar artık fey1 olmuşlardır ve ölü hükmündedirler.

3993- Şayet irtidat eden köleler olup mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, onlardan bir erkek veya kadına ait cariyeler fey' olurlar ve İslama dönmeye zorlanırlar. Er­kek köle olup mürted bir kadına ya da müşrik Arap bir ka­dına ait iseler, hürriyetlerine kavuşmuş olurlar. Kendi­lerine İslama dönmeleri teklif edilir. İslama geri dönecek olsalar artık mesele bitmiş olur. Değilse, öldürülürler.

Çünkü mürted kişi îslâmm hükmüne göre yok hükmündedir. Mürted bi­rinin kölesi olan kişiye efendisi öldükten sonra İslâm arzedilir, kabul edecek olur­sa hürriyetine kavuşmuş olur. Şayet reddedecek olursa, öldürülür. Eğer efendi kölesiyle birlikte İslama girer ve köle müdebber veya mukâteb ise, olduğu hal üzere efendisinin mülkiyetinde olmaya devam eder. Bu durumdaki kölelerin du­rumu, açıkladığımız tüm hususlarda efendileriyle birlikte irtidat eden kölelerin du­rumu gibidir.

3994- Mürted kişi harp ehlinden bir cariye satın alıp ondan çocuğu olsa, sonra da o cariye müslümanların eline geçecek olsa, fey' olur.

Çünkü harp ehlinden olduğundan ümmülveled olması onun konumunu güçlendirmez. Konumu da temelden hür bir kadının"konumundan güçlü değildir. Haıp ehlinden olup temelden hür olan bir kadın esir alındığında cariye olursa, ümmülveled olan evleviyetle cariye olur.

Müslümanlar onu ele geçirmezden önce İslâmı kabul etmişse, müslümanlar onu ele geçirdiklerinde hürriyetle­rine kavuşmuş olur. Çünkü bu durumda efendisine karşı kendisini korumuş konumundadır.

3995- Müslüman bir esir harp yurdunda harp ehlinden bir cariye ile evlenip çocukları doğacak olsa, doğan çocuk din  olarak  müslümandır  ve  cariyenin   efendisinin  köle-sidir.

Çünkü çocuk din bakımından ebeveyninden en hayırlı dine mensup olanına tabidir. Kölelik ve hürriyet bakımından ise, annesine tabidir.

O yurdun halkı İslâmı kabul edecek olurlarsa çocuk yi­ne efendisinin kölesi olmaya devam eder.

Çünkü îslâmdan önce efendisinin mülkiyetinde idi ve babanın İslama girmiş olması bu mülkiyete geçerlilik kazandırır.

3996- Müslümanlar o yurdu ele geçirecek olsalar o ço­cuk hürriyetine kavuşmuş olur ve babasının aşiretinden kabul edilir.

Çünkü müslümanların orayı ele geçirmeleriyle efendisine karşı kendisini korumuş konumundadır ve hürriyetine kavuşmuş olur.

Eğer baba Arap ise, o kişi vela akdi yaparak birisini velî edinemez. Arap değilse dilediğini velî edinebilir. Eğer babası harp ehlinden ise ve müslümanlar onu esir alıp hissesine düşen kişi de âzâd etmişse o zaman velası âzâd edenle ilgili olur.

Kitabûl-Velâ'da da anlattığımız gibi âzâd etmeye bağlı vela (velâul-ıtâka], anlaşmaya bağlı velâdan (velâu-1-muvâlât) daha kuvvetlidir. Eğer çocuk üzerinde zaten bir velâu'l-ıtâka yok ise babası âzâd edildiği zaman çocuğunun velâsını da kendisini âzâd edene bağlar. Efendisine isyan edip müslüman olarak kaçıp gelen (murağım) kölenin üzerinde efendisinin velâ hakkı olmayacağına tâif kökleriyle ilgili şu olay delil olarak getirilmektedir:

Tâif köleleri müslüman olarak Rasulullah'a geldiklerinde, Rasulullah onları hürriyetlerine kavuşturmuştu. Sonra asıl sahipleri gelip onları isteyince Rasulul­lah (s.a.v) "Onlar Allah'ın âzâd ettiği kimselerdir" diyerek isteklerini geri çevirmişti.

Bu da açıkça gösteriyor ki onların üzerinde herhangi bir kimsenin velayet hakkı yoktur. Rasulullahın (s.a.v) onları mevlalarına verdiğini belirten rivayette kastedilen ise, kendi İstekleriyle diledikleri kişilerle muvalat yapmalarını onay­laması anlamındadır.

3997- Harp ehlinden birinin kölesi daru'Iharpte İslâmı kabul ederse, sonra efendisi onu bir müslümana veya bir zinımîye yahut bir düşmana satar ve teslim ederse, Ebû Hanife'nin görüşüne göre o köle hürriyetine kavaşmuş olur.

Bu meseleyi "es-Siyeru's-Sağîr" de açıkladık. Ancak orada İmam Muhm-med cevabı kapalı bırakmıştı. Burada ise cevabı da belitmiş ve: Sırf satıştan dolayı köle hürriyetine kavuşmuş olmaz, müşteri onu teslim aldığı takdirde hürriyetine kavuşur, demiştir ki doğrusu da budur. Çünkü hürriyetine kavuşması için efen­disinin elinden çıkması gerekir. Bu ise, akidle değil, teslim edilmesiyle gerçek­leşir. Çünkü teslimden önce akid bir hükümdür ve harp yurdu, İslâm yurdunda olduğu gibi hükümlerin geçerli olduğu yer değildir.

Ayrıca burada müşterinin müslüman veya zimmî olmasıyla harp ehlinden olması arasındaki farka da değinmiş ve şöyle demiştir: Müslüman ve zimmîler yurdumuzun vatandaşıdırlar. Müslüman köle yurdumuzun vatandaşı olan birinin eline geçtiği takdirde, sanki İslâm yurduna girmiş gibidir ve bu sebeple hürriye­tine kavuşmuş olur. Nitekim müslüman olup kaçan kölenin durumu da böyledir. Ancak müşteri harp yurdunun vatandaşı ise, yurdumuzun vatandaşı olmayan bi­rinin eline geçmesinden dolayı âzâd edilmiş olmaz.

"es-Siyru's-Sağir" de anlatıldığına göre müslüman köle harp ehlinden olan efendisinin mülkiyetinden çıkınca hürriyetine kavuşmuş olur. Satış ya da teslim ile mülkiyetinden çıktığına göre hürriyetine kavuşmuştur demektir. Doğru görüş, burada anlatılandır. Çünkü müşteri, satıcı ile aynı konumdadır. Daha önce satıcının mülkiyetinde olan köle şimdi müşterinin mülkiyetine geçmiştir.

3998- Mürted kişi zimmî kölesiyle birlikte harp yur­duna iltihak eder de sonradan müslümanlar onları ele geçirecek olurlarsa, köle ister kendi isteğiyle ona tabi olsun, ister zorla götürülmüş olsun hürriyetine kavuşmuş olur.

Çünkü zimmî kişi de müslüman kişi gibi saygındır. O köle şayet müslüman olmuş olsaydı, efendisine karşı kendisini korumuş olması nedeniyle hürriyetine kavuşmuş olacaktı.

O köle efendisiyle birlikte ahdi bozmuş olsa, fey' olur.

Çünkü bu takdirde darulharp ehlinden olmuş olur. Darulharp ehlinden olan birinin mülkiyetinde iken ona eman yoktur. Bu nedenle ele geçirilecek olursa, fey' durumuna düşer.

3999- Kölenin  yerine  mudebber, mükâteb  veya  üm-mü'lveled bulunmuş olsaydı, ele geçirilmesi durumunda eğer ahdi bozmuşsa fey1 olur, değilse hürriyetine kavuş­muş olur.

Çünkü ahdi bozdukları andan itibaren, harp ehli gibi olurlar.

Kölelerle birlikte irtidat etmeleri halinde durum böyle değildir.

Çünkü mürteci eğer hür ise, fey' olmaz. Mudebber veya mükâteb de bu du­rumdadır. Zimmîlerden ahdi bozan kişi, harp yurduna iltihakından sonra nasıl müslümanlar onu ele geçirdiklerinde fey' oluyorsa, mudebber ve mükâteb de ahdî bozduğu takdirde fey1 olur.

4000- Mudebber  veya mükâteb  yahut  bir  müslüman için ummu'lveled bir köle harp yurdunda ister müslüman olarak ister mürted olarak bırakılıp harp ehli onu köle edi­necek olsa ve sonra da müslümanlar orayı ele geçirecek olsalar, köle, efendisinin kölesi olarak devam eder.

Çünkü bu durumdaki köleler, sair sebeplerle mülk edinilmezler. Zorla bir yerlere götürülmüş olmakla da mülk edinilmezler. Velevki onlara bunu yapanlar müslüman olmamış olsunlar. Bunlardan erkek olanlara İslama dönmeleri teklif edilir. Kabul ettikleri takdirde efendilerine geri verilirler. İslama dönmeyi kabul etmeyecek olurlarsa, bu takdirde öldürülürler. Kadın olanları ise, İslama dönmeye zorlanırlar ama öldürülemezler. Efendisinin elinden kaçarak gitmiş olan kölenin durumu hakkında ihtilaf vardır.

4001- Müslüman biri irtidat eder ve kölesi de onunla birlikte irtidat edip harp yurduna iltihak edecek olurlarsa ve sora da o mürted kişi kölesini âzâd eder yahut    onu mudebber veya mükâteb kılarsa yahut kölesi bir cariye olup o cariyeden çocuğu olur ve daha sonra müslümanlar tarafından ele geçirilecek olurlarsa, köle fey' olup onu ele geçirene aitarih olur.

Çünkü bu durumda o harp ehlinden olmuştur. Harp ehlinden olan birinin, yine harp ehilenden olan kölesini elinden çıkarmadan âzâd etmesi batıldır. Aynı şekilde onu mudebber ya da mükâteb kılmış olması veya onu ummu'lveled yapmış olması, âzâd olması için bir gerekçe değildir ve bu durumda o kölenin zorla mülk edinilmesine engel olmaz.

4002- Harp ehli bir köleyi esir alıp onu hakim bu­lundukları bir bölgeye götürecek olsalar ve köle artık on­lardan birine ait olacak olsa, sonra da o şahıs onu mükâ-teb veya müdebber kılsa, daha sonra müslümanlar o köle­yi veya köleyle birlikte efendisini ele geçirecek olsalar, köle hürriyetine kavuşmuş olur ve kimse onun üzerinde bir hak iddia edemez.

Çünkü esir düştükten sonra, bulunduğu hal üzere müslümandır veya zimmîdir. Müslümanların orayı ele geçirmeleri sayesinde de kendini korumuş, bu nedenle de hürriyetine kavuşmuştur.                                            '

4003- Şayet ele geçirilmezden önce irtidat eder ve ir­tidat etmesi de efendisinin kendisi hakkındaki kararla­rından sonra  ise, cevap yine aynıdır.

Çünkü harp ehlinden birinin müslüman kölesini âzâd etmesi ve onu mu-debber kılması geçerlidir. Müslüman kişi hürriyete kavuştuktan sonra köle ol­maya konu değildir. Oysa harp ehlinden olan kişinin durumu böyle değildir. Bu sebeple muslümanın İslâm yurdunda veya harp yurdunda âzâd edilmesi arasında bir fark yoktur. Her iki durumda da esir edilemez. Esir edilemeyeceğine göre hür­dür ve efendisinin kendisiyle birlikte ele geçirilmiş olması bu konumunu değiş­tirmez. Efendisinin elinden kaçmış köle gibi hürdür.

4004- Kölenin irtidat etmesinden sonra efendisi onun hakkında kararlar almışsa, aldığı kararların hepsi geçersizdir ve böyle bir köle ele geçirildiğinde fey' olup İslama geri dönmeye zorlanır.

Çünkü irtidat etmekle harp ehlinden olmuştur ve harp ehlinden birinin va­tandaşı olan kölesini âzâd etmesi geçersizdir.

Netice olarak, temelde hür olan mürted erkekler köle edinilemezler. Ama temelde hür olmayanları zorla mülk edinilmeye konu olmaya devam eder.

Çünkü hürriyeti İslâm ile pekişmez ve İslâm ile yahut İslâm yurdunda olmasından dolayı pekişen hürriyet köle edinilmekle bozulmaz.

4005- Mürtedlerin köleleri efendilerini mağlup ederek onları harp yurdunda kendilerine köle edinseler, sonra da müslümanlar oraya galip olup onları ele geçirecek olsalar hepsi hürdürler. Efendilerinin hür olmaları, daha önce te­melde   hür olmaları nedeniyledir. Onları esir eden kendi köleleri olsun, başkaları olsun farketmez. Kölelerin hür oluşlarının nedenine gelince; onlar da efendilerine galip gelmiş ve oraya hakim olmuşlardır. Böylece efendilerinin elinden kaçıp kurtulanlar gibi onlar da hürriyetlerine ka­vuşmuşlardır.

Oysa harp yurdundakilerin kölelerinin onlara galip ge­lip ülkelerini ellerine geçirmeleri halinde durum böyle de­ğildir.

Çünkü harp ehli olanlar zorla köle edinilme konumundalar. Köleleri dışın­dakiler nasıl onları esir aldıklarında köle olabiliyorlarsa, köleleri de onları esir aldıklarında onlar köle olurlar. Onları esir aldıklarından dolayı da köleleri artık hürdürler.

4006- İmam Muhmmed dedi ki: Harp ehlinden birinin kölesi islâmı kabul eder ve müslüman iken müslümanlarm eline esir düşer, sonra da o köle irtidat edip   efendisi onu âzâd edecek olursa, âzâd edilme işlemi  geçersizdir.

Çünkü irtidat etmekle düşman biri olmuştur.

Efendisi âzâd ettiğinde onu elinden çıkarmış ve kendi yönetiminden ayrı yaşamaya başlamış olup efendisi ona hakim değilse, bu takdirde o kişi hürdür.

Çünkü artık efendisinin hakimiyetinden tamamen çıkmıştır. Hakimiyetin­den tamamen çıkmadığı nüddetçe sadece sözde âzâd edilmiş, fiilen ise onun kölesi olmaya devam etmektedir, Fiilen de onun hakimiyetinden çıkmışsa artık onun hakkında şu veya bu şekilde kölelik devam etmez.

Efendisiyle birlikte müslümanlar tarafından ele geçiri­lecek olurlarsa, efendi kendisini ele geçirene ait fey olur. Çünkü o, darulharp ehli biridir ve mülk edinilme konumundadır Köle ise hür olur.

Çünkü onun hakkında azad olma, mürted iken gerçekleşmiştir. Mürted kişi ise tıpkı müslüman gibi zorla mülk edinilme konumunda değildir. İslama geri döndüğü takdirde hürdür. İslama geri dönmeyi kabul etmediği takdirde öldürülür.

4007- Efendi onu âzâd ettiği sırada elinden çıkarmamış ve sonra da müslümanrlar ikisini ele geçirecek olurlarsa, daha önce de belittiğimiz gibi efendi fey' olur. Köleye ge­lince; şayet harb yurdunda iken İslama girmişse yine o da fey' olur.

Çünkü efendisi onu elinden çıkarmadığı İçin hürriyeti sabit olmamıştır. Ayrıca ona İslama dönmesi teklif edilir. îslâmı kabul etmediği takdirde öldürülür.

4008- İslâm yurdundan esir alınıp götürülmüşse, bu takdirde efendisi taksimattan önce onu bulduğu takdirde hiçbirşey ödemeksizin geri alır. Ama taksimattan sonra bulmuşsa, dilerse değerini ödeyerek onu geri alabilir.

Çünkü irtidat ettikten sonra harp ehlinden olan kişinin onu âzâd etmiş olması, ancak onu elinden çıkarmasıyla gerçekleşir. Elinden çıkarmadıkça âzâd etme işlemi geçersizdir.

4009- İmâm Muhammmed dedi ki: Harp ehlinden kişi yine harp ehlinden olan kölesini âzâd edip onu elinden çıkarmış, sonra da o bölge halkı İslâmı kabul edecek olur­larsa, kölenin hürriyeti gerçekleşmiş olur.

Çünkü hakimiyetinden çıkmasının gerçekleşmesiyle artık o hürdür. İslâmâ girmesiyle bu hürriyet daha da pekişmiştir.  

4010- Efendisi onu âzâd ettikten sonra onunla çekiş­meye girerek yenilgiye uğratır, sonra da köle kendi mahkemelerine müracaat eder ve hakim kölenin lehine hüküm vererek efendisinin onun üzerindeki hakimiyetinin son-bulduğuna karar verirse, köle yine hürdür. Ama mahkeme âzâd  edilmesinin  geçersiz olduğuna karar verirse efen­disinin kölesi olmaya devam eder.

Çünkü hakim onun âzâd edildiğine karar verirse, hakimin gücü ile ken­disini efendisine karşı koruma altına almıştır demektir ve bundan dolayı âzâd olması pekişmiştir.

4011- Harp ehlinden bir topluluğun müslüman köleleri bulunsa ve bu köleler irtidat ederek başka bir harp yurduna kaçacak olsalar, efendileri de bu yurtta onlara söz geçiremeyecek durumda iseler, bu yurtta onlar hürdürler.

Çünkü artık onlar efendilerine isyan ederek müslüman olan köle durumun­dadırlar. Köle nasıl İslâm yurdunda kendisini koruma altına alabiliyorsa, başka bir harp yurdunda da kendisini koruma altına alabilir. Daha Önce de belittiğimiz gibi farklı harp yurtları olabilir ve her bir yurdun kendine has ordusu vardır.

4012- Müslümanlar kendilerine galip gelecek olsalar, hür olurlar. Bu takdirde kendilerine İslama dönmeleri teklif edilir, kabul etmedikleri takdirde öldürülürler.

Çünkü bu son esaretlerinden önce hür müslüman idiler ve mürted hür er­kekler, müsîümanların onları esir almalarıyla köle olmazlar.

4013- Ama başka bir ülkeye gidememiş, fakat o ülke halkı onları esir alıp hakimeyetlerine geçirmişlerse, sonra da müslümanlar o ülkeyi ele geçirmişlerse, fey" olurlar.

Çünkü müslümanlarm onları ele geçirmelerinden önce köle idiler ve müslümanlar orayı ele geçirdikten sonra da köledirler. Çünkü onlar harp ehlidirler ve müslümanlarm gücü sebebiyle kendilerini koruma altına almış sayılmazlar.

4014- Eman atarak harp yurduna girmiş bir müslüman, harp ehlinden olan kölesini âzâd edecek olursa, köle hür olur. Tekrar köle olmaz.

Çünkü müslüman, âzâd ettiği kimseyi köle. edinemez. Muhammed'in görüşü budur. Ebû Hanife'ye göre ise, nasıl harp ehlinden biri, harp ehlinden olan kölesini âzâd etmesi geçerli değilse, müslüman birinin harp ehilinden olan kölesini âzâd etmesi de geçerli değildir. Her iki durumda da zorla mülk edi­nilebilecek konumdadır ve onun hakkındaki âzâdlık geçerli değildir.

4015- Müslümanlar bu durumdaki birini ele geçirecek olsalar, deriz ki: Şayet köle darulharp asıllı biri ise, onu ele geçiren için fey' olur. O, tıpkı harp ehlinden herhangi biri gibidir. Müslümanın onun üzerinde sabit olan velayeti de onu esir alanın mülkiyetinie girmesine engel değildir. Çünkü velayet neseb gibidir. Müslümanın nesebinin sabit olması harp eh­linden birinin zorla mülk edinilmesine engel değildir. Neseb engel değilse, velayet evleviyetle engel olamaz.

Şayet köle asıl olarak mürted biri ise, hür olur.

Çünkü mürted kişi hakkında âzâd olma gerçekleştikten sonra zorla mülk edinilme konumunda değildir.

Ama o yurt halkı müslüman olmuşlarsa, velayeti efen­disine aittir.

Muhammed'in görüşü budur. Çünkü ona göre o köle hakkında yapılmış âzâd etme işlemi geçerlidir. Velayet daha da pekişmiş olur. O köle başkasına ve­layetle bağlanmaz.

Ebû Hanife'ye göre ise, efendisinin onu âzâd etmesi geçersizdir. O, halkın müslüman olması ile beraber azat olmuştur ve dilediğiyle velayet bağı kurabilir.

Bu, izahı zor bir meseledir. Çünkü Ebû Hanife'ye göre kendisi hakkında verilmiş âzâdlık kararı geçerli değilse, efendisine köleliğinin devam etmesi ge­rekir. Ama kendisi hakkında verilmiş olan âzâdlık kararı geçerli ise, veli seçtiği kişiye velayetinin geçerli olması gerekir. Tahavî, Ebu Hanife ile Muhammed arasındaki ihtilafın azad etmenin geçerli olup olmaması konusunda değil, bu azat etme İle velanın sabit olup olmaması konusunda olduğunu söyler. Bunu azat etme bölümünde açıklamıştık.

4016- Darulharp vatandaşı olan biri vatandaşı olan kölesini âzâd edecek olsa, bu, velayetinin ona ait olmasını gerektirmez. Köle müslüman olduğu takdirde dilediğiyle velayet bağı kurar.

Ebû Yusufa göre durum böyle değildir. Ona göre velayet neseb gibidir. Daru'lharpte neseb sabit olduğuna göre velayet de sabittir. İmam Ebu Hanife ve Muhammed'e göre ise âzâd etmekten dolayı velayet, İslamın hükümlerindendir ve İslâmın hükümleri daru'lharpte geçerli değildir.

Buna itiraz olarak: İslâm geldiğinde insanların köleleri vardı ve cahiliye döneminde bu köleleri âzâd etmişlerdi. Cahiliye döneminde âzâd ettikleri bu kölelerle İslâm döneminde velayet bağı kuruldu, denilecek olursa, cevap olarak deriz ki:

Bu köleler iki yurdun birbirlerinden ayrılmasından önce âzâd edilmişlerdi. Kâfirlerin hükmünden ayrı müslümanların hükümlerinin geçerli olduğu bir yurt yoktu. Şimdi ise yurtlar birbirlerinden ayrılmıştır. Her yurt ehlinin ayrı bir hükmü vardır. Müslümanların hükmü altında olan bölgede âzâd etmekten dolayı mecut olan velayet, harp yurdunda sabit olmaz.

4017- Muhammed   dedi   ki:   Müslümanın   darulharpte müdebber veya ummu'lveled durumunda olan harp ehlin­den bir cariyesi bulunup müslümanlar onları ele geçiricek olsalar, ikisi de fey1 olmazlar.

Çünkü efendilerine karşı kölelik halleri devam etmektedir. Ama onları âzâd etmiş olsaydı, müslüman köle olma durumları ortadan kalmış olurdu. O zaman sair hür kadınlar gibi fey' olurlardı.

4018- Dedi ki: Müslüman biri daru'lharpte ölüp mürted köleleri bulunacak olsa ve sonra da müslümanlar oraya hakim olup onları ele geçirecek olsalar, onlardan müdeb­ber  olan hür olur ve üzerinde başkasının bir hakimiyeti olmaz.

Çünkü efendisinin ölümüyle âzâd olmuştur ve müdebber kişi âzâd olduktan sonra müslümanlar zor kullanarak ona malik olamazlar.

Müdebber veya ummu'lveled durumunda olan cariye­lere ise, onlar  fey1 olurlar. Çünkü onlar da efendilerinin Ölümüyle âzâd olmuşlardır. Böylece onların durumları sair mürted hür kadınlar gibidir.

4019- Dedi ki: Mürted kişi duru'lharbe iltihak edip be­raberinde müslüman bir kölesi bulunacak olsa ve sonra da o köle efendisinden kaçarak İslâm yurduna geri dönecek olsa, hürriyetine kavuşmuş olur.

Çünkü bu köle üzerinde mirasçılarının hakkı sabit olmaz. Kölenin efendisi artık harp ehlinden biridir ve harp ehlinden birinin kölesi, müslüman veya zimmî olarak efendisinin elinden kaçıp İslâm yurduna gelecek olursa, hürriyetine kavuş­muş olur. islâm yurdunda hırsızlık yapmak üzere kaçmış olsa, yi­ne hürriyetine kavuşmuş olur.

Çünkü efendisine karşı çıkarak gelmiştir.

Şayet  zimmî ise, o  zaman  onu  ele  geçiren  için  fey1 olur.

Çünkü müslümanlarla savaşması, ahdi bozması anlamına gelir. Efendisinin elinden kaçmakla darulharp ehli olmuştur ve onu ele geçiren için fey' olur. Bu   durumdaki   köleler  ele  geçirilemeyip   efendilerine dönecek olsalar ve sonra da yurt halkı İslâmı kabul ede­cek olsa, efendilerinin kölesi olmaya devam ederler. Çünkü efendilerine geri dönmekle müslüman olup kaçan köle olmaktan çıkmışlardır.

4021- Eman isteyerek İslâm yurduna giriş yapmışlarsa, efendilerine  geri dönmelerine müsaade  edilmez. Bilakis satılırlar ve satışlarından elde edilen para bekletilir.

Çünkü efendilerine isyan edip müslüman olarak kaçıp gelmemişlerdir. Kendilerine eman verilmiş olmasından dolay* da harp ehlinden olan efendilerinin onlar Üzerindeki malî haklarının gözetilmesi gerekir.

4022- Darulharp halkından birinin kölesi    müslüman olup efendisinden kaçarak gelmiş ve eman alarak İslâm yurduna   girmişse,  kaçıp  gelmiş   olması   nedeniyle   âzâd olmuş olur. Kendini koruma altına alma düşüncesiyle ül­kemize geldiği içiji de artık bizim zimmetimizdedir. Bu düşüncesi, onun himayemize girme konusundaki rızasına delildir. Ama ülkemizden hırsızlık yapmak ya da bizimle savaşmak üzere gelmişse, onu ele geçiren için  feyr olur. Çünkü o düşman biridir ve emam bulunmamaktadır. Ebû Hanife'ye göre

ülkemizde ele geçirilmesiyle müslüman toplum için fey1 olur. İmam Muhammed'e göre ise, onu ele geçiren kim ise, ona fey' olur. Allah en iyi bilir.[19]

 

Bir Kimsenin İrtidat Ettiğine Dair Şahitlikle İlgili Meseleler

 

4023- İmam Muhammed -Allah kendisinden razı olsun-dedi ki: Durumu hakkında kesin bilgi gelinceye kadar esi­rin malının taksim edilmeyeceğini ve eşinin evleneme­yeceğini belirtmiştik.

Çünkü bu durumdaki kişi, kaybolmuş kişi mesabesindedir.

4024- Esir düşen kişinin izine rastlanamamışsa ve mi­rasçıları da irtidat ettiğine dair bir bilgi ile gelecek olurlarsa, bu konuda âdil ve müslüman iki şahit getirmedikçe, getirdikleri bilgi nazarı itibara alınmaz.

Çünkü o kimseninin müslüman olduğu biliniyordu ve bu sabit idi. Müslü­man olmayan kimselerin bir müslümanın aheyhine şahitlikleri irtidat meselesinden daha basit meselelerde bile kabul edilmezken, irtidat ettiğine dair şahitlikleri nasıl kabul edilebilsin.

4025- Dedi ki: İrtidat ettiğine dair iki müslüman şa­hitlik edecek olursa hakim, o irtidat eden kişi ile karısının artık bir ilişkisinin kalmadığına ve malının mirasçıları arasında taksim edilmesine karar verir.

Çünkü hakimin bu konuda hüküm  vermesiyle o kişi  artık Ölü hük­mündedir.

4026- Hakim hükmünü verdikten sonra o kişi müslü­man olarak geri dönüp şahitlerin kendisi aleyhindeki şahitliklerini inkâr edecek olursa, onun bunu inkâr etme­sinden dolayı hakim verdiği kararı iptal etmez. Çünkü hasım durumunda olan biri hakkında delile dayanarak kararını vermiştir.

4027- Ancak onun bunu inkâr etmesi, geleceğe yönelik olarak müslüman olduğu anlamındadır. Hakim ne hamminin tekrar kendisine dönmesine ve ne de malının ia­desine hüküm verir. Tıpkı irtidat ettiği kesin olarak bili­nip sonra tekrar İslama dönen kimsenin durumunda oldu­ğu gibi malından mirasçılarının elinde bizzat (ayn) bu­lunan kısmını geri alır.

Müslümanm yerinde bir zimmî olmuş olsaydı ve onun ahdi bozduğuna dair delil getirilmiş olsaydı, onun hakkındaki hüküm de aynı olurdu. Sadece onun hakkında zim-mîlerin şahitliği de makbuldür.

Çünkü bir zimmî aleyhindeki zimmînin şahitliği de makbuldür. Oysa müslümanm aleyhindeki şahitliği makbul değildir.

Hakim, esir kişinin irtidat ettiğine dair şahitleri din­ledikten sonra onun irtidat ettiğine karar vermeyip o kişi müslüman olarak geri dönecek olsa ve irtidat ettiğini de inkâr edecek olsa, malı kendisine ait olur.

 

Çünkü mürteddin harp diyarına iltihak ettiğine dair hakim hüküm ver­medikçe, mürteddin malı varislerine ait olmaz.

4028- Müslüman olarak geri dönmüşse, daha önce ir­tidat etmiş olsun veya olmasın, malı bulunduğu durum üzere devam eder. Ancak irtidat ettiğine şahitlik edenlerin durumu araştırılır ve adaletli oldukları kesinleşirse, ha­kim, karısının kendisinden ayrı düştüğüne karar verir. Çünkü karısının kendisinden ayrı düşmesi, irtidadm kendisi ile subut bulur.

Ancak ummu'Iveled durumunda olan cariyelerinin âzâd olduklarına dair hüküm verilmez.

Çünkü ummu'Iveled durumundaki cariye, irtidattan dolayı âzâd olmaz. Ancak ölüm sebebiyle âzâd olur. İrtidada dair hakimin hükmü bulnduğu takdirde o zaman iitidat, ölümü mesabesindedir.

Şayet hakim burada karısı ile arasını aydırdığı takdirde harp yurdunda ir­tidat ettiğine hükmetmiş anlamına gelir ve bu, ummu'Iveled durumundaki ca­riyenin âzâd olmasını gerektirir denilecek olursa, deriz ki:

Hayır, durum böyle değilir. Mürted kişi harp yurduna iltihak etmiş olsa bile, hakim, iltihak ettiğine karar vermedikçe ummu'Iveled durumundaki cari­yeleri âzâd olmazlar. Oysa burada hakim, ihtiyaç olduğu kadarına hüküm vermek­tedir ve bununla ancak kişi ile karısı birbirlerinden ayrılmış olur. Bu da ura-mu'lveled durumundaki cariyelerin âzâd olmalarını gerektirmez.

4029- Zimmîye gelince; şahitler, onun zimmet ahdini bozduğuna dair şahitlik eder ve sonra yeni bir eman al­maksızın  o  zimmî gelip  ahdi bozmadığını  iddia  edecek olursa, bakılır; eğer şahitlerin âdil oldukları sabit olursa hakim, o kişinin müslüman için fey1 olduğuna hükmeder. Çünkü bu delil ile karısı kesin olarak kendisinenden ayrı düşmüş olur. Bu

ise, ancak ahdi bozması veya gerçek üzere ya da hükmen yurtlarının ayrı olması sonucunda gerçekleşir. Böylece bu, onun ahdi bozduğu anlamına gelir. Bunun başka bîr izah yolu yoktur. Bunlar gerçekleştikten sonra artık o, yurdumuzda emanı bulunmayan daıulharp vatandaşıdır ve bu nedenle kendisi esir alındığında fey' olur, malı da mirasçılarına taksim edilir.

4030- Fakat eman alarak geri dönmüşse, bu davranışı ahdi bozduğunun bir isbati olduğundan hakim, karısının kendisinden ayrı düştüğüne karar verir, ancak malını ken­disine geri verir. Böyle bir kişi, ahdi bozduğu bilinen ve malı taksim edilmeden önce tekrar zimmîlik statüsüne dö­nen kişiye benzemektedir ve onun hakkında da ayni hükümler geçerlidir. Ummu'Iveled veya müdebber olan ca­riyeleri de âzâd olmuş sayılmazlar.

Çünkü   ölüm   olmaksızın  yurtların   ayrı   olmasıyla  cariyelerin  konumu değişmez. Oysa karısıyla ayrılığına hükmetme meselesi böyle değildir.

4031- İmam Muhammed dedi ki:  İki müslüman, esir düşen  kişinin karısını  üç takla boşadığına dair şahitlik edecek olursa, hakim, onların şahitliklerine bakarak buna karar veremez.

Çünkü hakkında hüküm verilen kişi hazır değildir ve boşama ile âzâd etme konularında getirilen delillere bakarak aleyhine hüküm verilemez.

Ne var ki kadın, (mahkeme kararıyla değil de) kendisi ile Allah arasında olayı değerlendirerek iddet bekledikten sonra evlenebilme imkânına sahiptir.

Çünkü hasım hazır bulunmuş olsaydı, hakim, ileri sürülen delile dayanarak karısının ondan ayrı düştüğüne karar verirdi. O halde bu delile dayanarak kadın iddet bekleyebilir ve iddeti dolduktan sonra da evlenebilir.

4032- Kadın evlendikten sonra esir geri döner ve bo-şadiğım inkâr edecek olursa, kadının ise boşadığını delille kanıtlarsa, hakim boşanmanın gerçekleştiğine karar verir ve yeni evliliğinin geçerli olduğunu kararlaştırır. Değilse, esir olan kocasına geri verir ve ikinci kocasından ayırır.

Çünkü karısını kendisine iade etmeden önce o delile dayanarak ayn düştüklerine karar veremez. Sözkonusu delil, hasmın (eski kocasının) hazır bu­lunmadığı bir sırada getirilmişti.

imam Muhammed dedi ki: Şahitler o kişinin öldüğüne yahut öldürüldüğüne dair şahitlik   edecek olursa, hakim şahitlerin şahitliklerini kabul eder ve buna göre hüküm verir.

Çünkü hasmın aleyhine delil sabit olmuştur ve burada mirasçılar hasım ko­numundadırlar. İrtidat meselesinde de durum böyleydi. Oysa boşama konusunda durum böyle değildir.

4033- Kişinin öldüğüne âdil biri şahitlik edecek olur­sa, hakim onun şahitliğine bakarark hüküm veremez ama kadın iddet bekleyip evlenebilir.

İmam Muhammed bu arada ölüm, neseb ve nikâh meselelerinde şahitlerin duydukları şeyleri anlatmalarına dair hususlarda şahitliklerinin geçerli olup olmadığı konularını anlatır ki bu konular daha önce açıklanmıştı.

4034- İmam Muhammed dedi ki: Esirin irtidat ettiğine dair bir kişi şahitlikte bulunacak olursa, bu kitaptaki ri­vayete göre karısı iddet bekleyip evlenme imkânına sahip değildir.

Halbuki "el-İstihsan" kitabındaki rivayet bundan farklıdır. İki rivayetten ne kastedildiğini daha önce aaçıklamiştık.

4035- Karısını üç defa boşadığına dair şahitlik edecek olursa, kıyasa göre cevap yine aynıdır.

Çünkü nikâh, ancak iki şahitle sabit olur ve onun izalesi de ancak iki şahitle subût bulur. İstihsana'a göre de durum budur. Esirin öldüğüne dair tek kişinin şahitliği de böyledir.

Çünkü kadınla evlenmesinin helal olduğuna dair şahitlikte bulunmuştur. O halde şahidin verdiği haber, dini ilgilendiren bir haberdir ve o verilen haberi red­deden bir hasım ortaya çıkmadıkça din ile ilgili işlerde tek kişinin verdiği haber geçerlidir. Bu rivayete göre irtidat böyle değildir. Çünkü irtidada dair verilen haber müstenkerdir. Oysa boşamaya dair haber, müstenker değildir. Ayrıca kişi­nin irtidat ettiğine dair habere, irtidat eden kişinin öldürülmesi de taalluk eder. Bu nedenle bu konuda tek kişinin şahitliği geçerli değildir. Halbuki boşamada durum böyle değildir.

İlk görüş daha sahihtir. İrtidat ettiğine dair bir erkek iki kadın veya iki erkek kişinin şahitliğinden sonra yine iki kişi şahitlik edecek olursa, hakim bu şahitliği geçerli sayar ama öldürülmesinin helal kılındığı meselesinde bu şahitlerin şahitliğini kabul etmez. Bir kişinin şahitliğiyle öldürme hükmü sabit olmadığı gibi şahitlik üzere şahitlik ve bir erkekle birlikte kadınların şahitliğiyle de öldürme sabit olmaz.

4036- Ajm şekilde bir erkek ve iki kadın zimmînin ahdi bozduğuna dair şahitlik edecek olurlarsa ve zimmî de ahdi bozduğunu inkâr edecek olursa, devlet başkanı bu şahitlerin şahitliklerine dayanarak o zimmîyi öldüremez. Diğer hükümler konusunda ahdi bozduğunu kabul eder ama öldürme hükmü bunun dışındadır.

Çünkü kadınlarla birlikte erkeklerin şahitliği, şüphelerle birlikte sabit olan hükümlerde geçerlidir, ama şüphelerle birlikte sabit olmayan hükümlerde geçerli değildir. Mesela adamın hırsızlık yaptığına dair şahitlik yapacak olurlarsa, bu­radaki şahitlik geçerli değildir.

4037- Aynı şekilde bir erkekle iki kadın bir hiristiya-nın İslama girip sonra irtidat ettiğine dair şahitlik edecek olursa, kişi de bunu inkâr ediyorsa, tekrar İslama donmesi konusunda zorlanır ama şahitlikteki şüpheden dolayı öldürülmez.

İmam Muhammed dedi ki: Zimmî iki kişi, bir zimminin İslâmı kabul edip daha sonra irtidat ettiğine dair şahitlik edecek olurlarsa bu şahitlikleri hiçbir surette geçerli de­ğildir.

Çünkü bu iki şahit onun irtidat ettiğini ileri sürüyorlar. Müslüman ol­mayanların müslümanlar aheyhindeki şahitlikleri nasıl kabul edilmiyorsa, iıtidat konusundaki şahitlikleri de kabul edilmez. Çünkü o müıted olduğunu iddia et­tikleri kişinin ancak müslüman olduktan sonra irtidadı sözkonusudur. Onların bu iddiaları, aleyhinde şahitlik edemeyeceklerinin delilidir. O halde onların şahitliğine dayanarak o kişi hakkında hüküm verilmez. Allah en iyisibilir.[20]

 

Mürted Hakkında Hadler Ve Diğer Cezalar

 

İmam Muhmmed - Allah kendisinden razı olsun - dedi ki:

4038- Bu konuda kural şudur: Başlangıçta varlığı küfre aykırı düşmeyen şeyin devamı evleviyetle küfre aykırı de­ğildir. Cezalardan başlangıçta varlığı küfre aykırı düşenin devamı da küfre aykırıdır.

Çünkü cezalar şüphelerden dolayı ortadan kalkar. Şüphelerin en kuvvetlisi ise, aykırı düşen, yani cezanın uygulanmasını engelleyendir. Nasıl şüphe ile bir­likte suçun cezasının uygulanışı engelleniyorsa, cezanın vacip oluşundan sonra fakat uygulanmasından önce böyle bir şüphenin ortaya çıkması da aynı şekilde ce­zaya engel olur. Cezayı uygulayamama halinden sonra artık vacip diye birşey or­tada kalmaz. Bunu tesbit ettikten sonra deriz ki:

Müslüman kişi, bir mal ele geçirecek ya da kısası veya haddi gerektiren birşey yapıp sonra da irtidat edecek olsa ve harp yurduna iltihak edip bir müddet müslümanlara karşı savaşacak olsa ve daha sonra tevbe ederek dönecek olsa, bütün bunlar İslâm yurdunda iken İşlediği suçlardan dolayı cezalandırılmasına engel değildir. Çünkü müslümanlara düşman olması, üzerinde bu hakların vacip olmasına engel değildir.Çünkü bu cezaların sebeplerini darulislamda işlemiştir.

Görmüyor musun, eman altındaki biri, İslâm yurdunda bunlardan birini işleyecek olursa, işlediğinde kulların hakkı bulunduğundan dolayı bu cezaları hakkeder. Mürted de aynı durumdadır.

4039- Ancak bütün bunları mürted olarak harp yurduna iltihak ettikten sonra işleyecek olur ve sonra da İslama geri dönecek olursa, sözkonusu bütün cezalar üzerinden düşer.

Çünkü bu suçlan düşman biri olarak ve harp yurdunun vatandaşı olduğu bir sırada işlemiştir. Düşman biri ise, düşman olduğu bir sırada işlediği suçlardan dolayı  İslama girdikten sonra cezalandırılmaz. Nitekim  Peygamber (s.a.v.):

'"İslâm, öncesini siler" buyurmuştur. Hükümler konusunda harp ehli hakkında batıl te'yilin sahih te'vile ilhak edildiğini belirtmiştik. Darulharp ehline karşı İşlediği suçlardan dolayı müslüman kişiye bu cezaların biri uygulanmayacağı gibi, darulharp vatandaşı biri de bu cezalan hak etmez. Harp yurduna iltihak ettikten sonra mürted kişi de darulharp vatandaşı olur.

4040- Müslüman biri, belirlenmiş cezalardan birini ge­rektiren zina, hırsızlık veya yol kesme gibi bir suç işler ve sonra irtidat eder yahut irtidat ettikten sonra bunları işler ve sonra da harp yurduna iltihak edip daha sonra tev-be ederek İslâm yurduna geri dönecek olursa, aynı şekilde bütün cezalar üzerinden düşer.

Çünkü darulharp vatandaşı oluşu, had cazalarınm ona uygulanmasına en­geldir. Haddi gerektiren suçları İslâm yurdunda işlemiş olsa bile cezaların ona uy­gulanmasını gerektirmez. Eman altındaki kişinin de durumu böyledir. Bir ara eman altında olmaktan çıkmışsa, işlediği suçlardan dolayı cezalandırılmaz. Sa­dece hırsızlık yapmışsa çaldığı malı tazmin eder.

4041- Yolkesicilik yaparken birini öldürücek  olursa, kendisine kısas uygulanır. Bu konuda durumu, eman altındakinin durumu gibidir.

Çünkü kulların hakkının taalluk ettiği hususlar kendisine ödetilir.

4042- Yolkesicilik yaparken yanlışlıkla bir adam öldü­recek olursa bakılır, şayet irtidat etmezden önce öldürmüşse,  âkile  durumunda  olan   yakınları   diyeti  öderler. İrtidat ettikten sonra öldürmüşse, diyeti kendi malından öder.

Çünkü âkile durumunda olanların yardımlaşmaları, müslümanlar için söz-konusudur. Kişi irtidat ettikten sora müslüman birinin ona yardımcı olması söz-konusu değildir.

Müslüman biri, içki ve sarhoşluk suçunu işleyip had cezasını hakeder ve daru'Iharbe iltihak etmeden irtidat e-dip sonra İslama geri dönecek olursa, işlediği bu suçtan

dolayı cezalandırılmaz.

Çükü küfür, henüz başlangıçta bu had cezasına engeldir. Zİmmî ve eman altındki için de aynı durum sözkonusudur. Had cezası gerekli olduktan sonra kişinin irtidat etmesi de cezanmm kalıcılığını giderir. Aynı şekilde mürted kişi, devletin elinde mahpus İken İçki içecek olsa, yine içki içme cezasına çarpıtılmaz.

Çünkü bu suçu işlediğinde kâfir idi. Kâfirin inancına göre de içki içmek, serbesttir.  Hadler,  sebeplerine  başvurulmasını     engellemek  maksadıyla  en-redilmişlerdir. O halde suçlan işleyen kişinin, onları işlemenin haram olduğuna inanması gerekir. Ancak böyle biri için cezalar engelleyici olur. Bunun dışında kalan hadlerde ise sorumludur.

Çünkü kendisi de bunların yasaklığına inanmaktadır. Ayrıca devlet başkam elinde bulunduğundan dolayı ona ceza verme imkânına sahiptir.

4043- O suçu işlediği sırada devletin elinde değilse ve harp yurduna iltihak etmezden önce tekrar İslama dönmüşse   yine   işlediği   o   suçtan   dolayı   kendisine   ceza verilmez.

Çünkü onu işlediğinde müslümanlarla harp halinde bulunuyordu. Onu İslama savaş açmış kabul ediyoruz. Çünkü irtidat etmekle imkân bulduğu takdirde müslümanlarla savaşmanın gerekliliğine inanmaktadır. Ancak devletin elinde mahpus olduğu müddetçe savaşma imkânına sahip olmadığından İslama karşı muharip kabul edilmemektedir. Şayet devletin eli kendisine uzanamayacak bir du­rumda ise, savaşmak onun hakkında mümkündür ve o buna inanmaktadır. Böylece harp yurduna iltihak etmiş gibi hükmen muhariptir.

4044- Kısası gerektirecek bir suç işlemiş yahut zina if­tirası cezasını hakketmiş ve sonra da irtidat ederek harp yurduna iltihak etmiş biri müslümanlara: Hakkettiğim ceza konusunda bana eman verin sizinle barışayım, talebinde bulunucak olursa, müstümanlardan hiçbiri ona eman ver­me yetkisine sahip değildir.

Çünkü ileri sürdüğü şart, şeriatın hükümlerine aykırıdır. Zira Peygamber (s.a.v.): "Allah'ın kitabında bulunmayan her şart batıldır." buyurmaktadır. Ayrıca işlediği suçta kulların hakkı vardır. Kısas, tamamen velinin hakkıdır. Ondan başka hiç kimsenin onu yok etme yetkisi yoktur. Kazif suçunda ise, kendisine iftira edilen kimsenin hakkı vardır. Kendisine iftira edilen kişinin kendisi cezayı o kimesenin üzerinden kaldırma hakkına sahip değilse, başkası nasıl böyle bir hakka sahip olabilir! Böylece anlaşılıyor ki bu konuda kendisine eman veren kişi, yerine getirmeyeceği bir sözü üstlenmiştir.

4045- Bu konuda kendisine eman veren devlet başka­nının kendisi dahi olsa ona verdiği sözü yerine getirmez. Çünkü peygamber (s.a.v.):  "Bilinmeyenleri sünnete irca edin" buyurmuktadır. Haksızlığa uğramış kulların hakla­rının bulunduğu bir hususta devlet başkanı eğer taahhüt altına girmişse, böyle bir taahhüt altına giremeyeceğini bilmiyor demektir. O halde hasım durumunda olan kişi, devlet başkanından hakkının alınmasını istediği takdirde devlet başknı sözkonusu şartı bir tarafa atarak gereğini yapmak zorundadır.

Şart koşup eman isteyen kişi: Bana verdiğiniz emani yerine getiremiyorsanız, beni  emin  olacağım  yere  iade edin , diyecek olursa, bu isteği de yerine getirilmez. Çünkü o kişi mürtettir ve devlet başkanı tekrar müsiümanlarla savaşmasına imkan veren bir davranışta bulunamaz.

4046- Suç işlemiş mürted kişi böyle bir anlaşma iste­ğinde bulunur ve müslümanlar da ancak isteğini kabul ettikleri takdirde geleceğini biliyorsa, yalancı çıkmayacak­ları bir şekilde kendisine muamele etmeleri gerekir. Değil­se, isteğini kabul ettiklerini   .anacak ve aldatılmış ola­caktır.

Yalan söylemiş duruma düşmeyecek şekilde ona söz vermeleri gerekir. Ya­landan kurtulmak için tevriyeli sözler kullanılabilir. Muhariplere karşı bu tür sözler söylemek caizdir. Nitekim peygamber (s.a.v): "Harp hiledir" buyurmuştur. Hendek günü "Belki de biz onlara bunu emretmişizdir." demek suretiyle Pey­gamber (s,a.v)in bu yola başvurduğunu daha önce belirtmiştik. Çünkü yalana ruhsat yoktur. Müslüman, hiçbir surette bilerek yalan söylememelidir.

4047- Şayet kaçınır ve mutlaka kesin ve açık konuş­malarını isteyecek olursa, açık seçik konuşurlar, ama o mürted kişin\n farkına varamayacağı bir şekilde anlaşmayı geçersiz   kılacak   bir   cümleyi   anlaşmaya   ilave   ederler. Böylece bu yolla maksat hasıl olmuş olur.

Bu konuda dayanağımız şu rivayettir: Sakif kabilesinden bir heyet Pey­gamber (s.a.)e gelerek: "Eğilmemek - yani rükû ve sucuda gitmemek şartıyla sana iman ederiz" dediler. Peygamber (s.a.v.) bu şekilde onlarla antlaşma yaptığı, fa­kat antlaşma metninin sonuna "müslümanlann lehine olan onların da lehine, aley­hine olan onların da aleyhine olacaktır" ifadesini yazdı ve sonra yazdığı bu cüm­lenin, önceki ifadeleri hükümsüz bıraktığı gerekçesiyle onlara namaz kılmalarım emretti.

4048- Bunu da beceremez ve isteğini yerine getirmek üzere onunla anlaşacak olurlarsa, yine verdikleri sözü yerine getirme yetkisine sahip  değillerdir.

Çünkü ileri sürülen şart, şeriatte haramdır. Onların bu şartı kabullenmeleri de haramdır. Bir haramın işlenmiş olması, şeriatte başka bir haramı işlemeye sebep teşkil etmez.

4049-  Aynı şekilde mürtedlerden bir topluluk, zimmî olmak  üzere  müslümanlardan  eman  iseteyecek  olsalar, müslümanlann  bu  şartla  onlara eman  vermeleri  doğru değildir.

Çünkü mürteddin öldürülmesi had olarak gereklidir. Mal için bir haddin ye­rine getirilmemesi veya geciktirilmesi hiçbir surette caiz değildir. Harp ehli ile zimmî antlaşmasının yapılmasında hedef, onların mallarını almak değil, onlann muamelat konusunda İslâmî hükümlere boyun eğmelerini sağlamaktır. îslâmın hükümlerini mürtedde uygulamak da bir zorunluluktur. Ona bu konuda eman ve­riliyorsa, sadece mal için yapılmış olur ve bu caiz değildir.

4050- Bu isteklerini kabul edip nihayet onlar da çıkıp gelecek olsalar, kendilerine İslama dönmeleri teklif edilir ve kabul etmedikleri takdirde öldürülürler. Hiçbir surette geri dönmelerine izin verilmesi caiz değildir.

Çünkü mürted kişinin îslâma dönmemesi bizzat kendisinin öldürülmesini gerekli kılar. Nitekim Peygamber (s.a.v):" Dinini değiştireni öldürünüz" bu­yurmaktadır.

4051- İki taraf da birbirine ilişmemek  üzere antlaş­masını isteyecek olsalar -ki bu konu daha önce açıklan­mıştı mesela devlet başkanının onların hakkından gele­meme durumu gibi bir zaruret bulunmadıkça onlarla böyle bir antlaşma yapmak caiz değildir. Bir zaruret ortaya çık­tığında da yaptığımız bu antlaşma karşılığında onlardan herhangi bir malî karşılık alamayız.

Çünkü onlardan malî karşılık almamız, haraca benzer

Ama devlet başkam herhangi bir malî karşılık almışsa, aldığını devletin hazinesine devreder.

Çünkü kendilerinden alınan malî karşılık, mürteddİn malıdır ve mirasçıların bu maldan bir alacakları yoktur. Olduğu gibi hazineye devredilir,

4052- Ancak Haricîlerin durumu böyle değildir. Ken-dileriyle saldırmazlık antlaşması yapmak üzere kendilerinden bir mal alınmışsa devlet başkam onu yanında mah­pus tutar ve nihayet tevbe edip dündüklerinde mallarını kendilerine iade eder.

Çünkü Haricîlerin mallan hiç bir surette başka müslümanîar için ganimet olmaz. Oysa mürtedlerin durumu böyle değildir. Onlar İslama düşman kişiler ol­duktan sora malları müslümanlara ganimet olur.

Buna göre yurdumuzda eman altında olan biri bir suç işler ve harp yurduna gittikten sonra müslüman olarak ge­ri dönmek üzere müslüjHanlardan eman isterse, yaptı­ğından dolayı sorumlu olur.

Çünkü bu, kullara yapılan haksızlıklardandır ve bu konuda eman altında olan biri de mürted gibidir.

4053- Harp yurduna döndükten sonra müslümanîar onu esir alacak olsalar, can konusundaki kısas hariç, tüm cezalar kendisinden düşer.

Çünkü o artık bir köledir ve köle oluşu, organlar konusundaki cezaların başlangıçta uygulanmasına engel olduğu gibi, sonrası için de engel olmaya devam eder. Oysa can konusundaki kısas böyle değildir. Köle oluşu, başlangıçta bu kısas cezasının uygulanmasına «ngel değildir.

4054- Köle, ele geçirmiş olduğu mallardan dolayı so­rumluluk altına girmez. Ancak köle mükâteb ise, malî yükümlülük altına girer. Halbuki buradaki borçtan dolayı mükâteblik diye bir durum sözkonusu değildir.

4055- Aynı şekilde Hariciler güçlenmeden önce böyle bir cezayı hakkedecek bir suç işler ve sonra da güç sahibi olup hakkettikleri cezaya çarpıtırılmamak kaydıyla barış isteyecek olsalar, devlet başkanı onların ileri sürdükleri bu   şartı   kabul   edemez.   Ancak   içki   içme   ve   benzeri suçlardan cezayı hakketmişlerse, muharip olduktan sonra tevbe ettikleri takdirde üzerlerindeki bu cezalar düşer. Bu nedenle   bu   suçlardan   dolayı   cezalandırılmamak   üzere antlaşma yapmak isterlerse, devlet başkanı bu şartlarını kabul edebilir.

Çünkü ileri sürdükleri bu şart, şeriatın hükmüne uygundur.

Aynı şekilde kendilerini koruyacak güce ulaştıktan sonra işledikleri suçlardan da tevbe ettikleri takdirde ce-zalardan muaf olurlar. Ancak haksız yere aldıkları mallar­dan ellerinde bulunan birşey varsa, onu geri vermeleri kendilerinden istenir. Ellerinde mevcut bulunan bu mal­ların kendilerine bırakılması şartıyla devlet baskınından sulh yapmasını isteyecek olsalar, devlet başkam bu şart­larını kabul etmemelidir. Anlaşma sırasında bu şartı kabul etmiş olsa bile, bu konuda verdiği söze riyayet etmemesi ve ellerinde mevcut bulduğu herhangi bir müslüman veya antlaşmalımn malını onlardan alarak sahibine geri vermesi gerekir. Sadece Allah'a ait olan hadlerden dolayı onları cezalandırmaz.

Aradan uzun bir müddetin geçmiş olması bu cezalan uygulamaya engeldir. Nitekim Hz. Ömer şu sözüyle buna işaret etmektedir. "Herhangi bir topluluk vak­tinde şahitlik yapmadıkları bir suç konusunda daha sonra şahitlik ederlerse, o kişiye olan kinlerinden dolayı şahitlik ediyorlar demektir" Aradan uzun bir müddetin geçmiş olması ise, o kişinin adalet ehlinin dışına çıkması demektir.

4056- Mütrted  kişi, harp  ehlinin  kalelerinin  birinde kulların haklarının taalluk ettiği bir had cezasına çarptırılmayı hakkeder ve kalenin kapısını ınüslümanlara aç­mak üzere sözkonusu cezaya çarptırılmamasını isteyecek olursa, bu isteği de önceki istekleri gibi reddedilir.

Çünkü devlet başkanı, kulların haklarının taalluk ettiği birşeyi düşüremez.

4057- Ancak o mürted kişi, müslümanların mallarından ele geçirdiğini tüketmiş olup kimsenin kanını akıtmamışsa ve devlet başkanı da kendisine eman vermeyi müslüman­ların yararına görürse, bu takdirde o cezaya çarptırılma­mak üzere kendisine eman verebilir. Sonra da malı gitmiş olan müslümanların haklarını ganimetten karşılar.

Çünkü devlet başkanı, müslümanlara kalenin kapısını açacak kimseye özel olarak ganimetten bir miktar ayırma yetkisine sahiptir, Mürted kişi, tekrar İslama dönmek ya da kalenin kapısını açmak üzere istekte bulunduğunda bu isteğini ye­rine getirir ve ona özel olarak ayıracağı ganimetten hakkı yenmiş olan müslü­manların malî zararlarını karşılar.

Ancak kısas ve iftira cezası konusunda eman veremez. Çünkü  bu   konularda  müslümanların   uğramış  oldukları haksızlıkları devlet başkanı karşılayamaz. Karşılayama­dığı için de eman verme yetkisine sahip değildir. Allah en iyi bilir.[21]

 

İrtidat Konusundaki İddialar Ve Bu İddialara Muhatap Olan Kişinin Eşiyle İlgili Hususlar

 

4059- İmam Muhammed dedi ki: Esir kişi İslâm yur­duna döndüğünde karısı onu mahkemeye verip hakime: Kocam İslâmdan irtidat etti. Bu nedenle ben ondan ayrı düşmüş durumdayım, diyecek olsa ve esir düşen kişi de: Onların kralları beni bu işe zorladı, dininden dönmediğin takdirde seni öldüreceğim, dedi, ben de istemeyerek ir­tidat ettiğimi söyledim, derse, bu konuda kadının söy­lediği geçerlidir. Esir, zorlandığına dair delil getirmedikçe bu şekilde iddiası geçerli değildir.

Çünkü kişi ile karısının birbirlerinden ayrı düşmeleri, şirk sözünün ağızdan çıkmış olmasıyla gerçekleşir ki kadının ifadesinden de, erkeğin İfadesinden de böyle bir sözün çıktığı sabit olmaktadır. Daha sonra esir, açık olan sebebin hükmünü değiştirmek için gizli bir sebep iddiasında bulunmaktadır. Delil ge­tirmedikçe söylediği kabul edilmez.

Ayrı düşmelerini gerektiren sebebi pek rastlanmayan birşeye nisbet et­mektedir ki o da ikrahtır. Böyle bir iddiada bulunan kişinin söylediği ancak delil ile kabul edilir.

4060- Aynı şekilde, deli olduğu bir sırada karısını üç talakla boşadığmı iddia eder ve delilik geçirdiği bilinmiyorsa, delil getirmedikçe iddiası kabul edilmez. Kralın kendisine: Küfre girmediğin takdirde seni öldüreceğim, dediğine dair şahitler şahitlik etseler, fakat o sırada onun küfür söz talaffuz edip etmediğini bilmeseler, esir de: Ben küfür sözünü ancak o sırada söyledim, ne öncesinde ve nede sonrasında böyle bir söz söylemedim, derse, esirin sözü geçerlidir.

Çünkü şahitlerin şahitliğiyle tehdit altında küfür söz söylediği artık bilinen bir husustur, koca, eşinden ayrı düşmesinin sebebini ayn düşmeye engel olan bir duruma nisbet edince, söylediği kabul edilir. Çünkü sözkonusu durum bilinen bir durum ise, zahir durum ona şahitlik eder.Tıpkı karısını boşadığında çocuk olduğunu iddia etmesi gibi. Çünkü geçmişinde çocukluk döneminin bulunduğu kesin olarak bilinmektedir. Geçmişinde böyle birşey in varlığının kesinliği, ayrı düşmelerine engel teşkil edir. Ayrıca kişi, eşinin kendisinden ayn düştüğünü red­detmektedir ve zahir durum reddeden kişinin sözlerini destekliyorsa, onun dediği geçerlidir. Ama geçmişinde bilinmeyen birşey iddia ediyorsa, olmayan birşeyi iddia ediyor demektir. İddiasını isbat için delil getirmesi gerekir.

Bu hususta onu mahkemeye veren, eşinden başka biri de olsa hüküm aynıdır.

Çünkü sözkonusu haramlık, şeriatın hakkıdır ve her müslüman böyle bir konuda dava açabilir.

4061- İmam Muhmmed dedi ki: Kadın, kocasının ken­disini üç talakla boşadiğım iddia eder ve kocası da: Zatürre hastalığına yakalanmıştım, öyle ağrı çekiyordum ki aklım   başımda  değildi,  ne  yaptığını   bilmeyen   bir  deli idim, o durumda iken onu boşamışım, iddiasını ileri süre­cek olursa, bu takdirde değerlendirme yapılır; Kocanın böyle bir hastalığa yakalandığı bilinmiyorsa, kadının id­diası geçerlidir. Ama böyle bir hastalığa yakalandığı bi­liniyorsa, kocanın iddiası geçerlidir. Şahitler, kocanın bir defasında deli olduğunu gördüklerine dair şahitlik edecek olurlarsa, yine kocanın iddiası geçerli olur. Çünkü bu şahitlikle artık geçmişinde bir delilik döneminin bulunduğu bi­linmektedir. Bilinen bir durum sözkonusu ise ayrılık gerçekleşmez. Sadece söylediğinin doğruluğuna dair yemin eder ve onun dediği kabil edilir.

Uyuduğu bir sırada onu boşadığını iddia edecek olsa, burda da onun dediği geçerlidir.

Çünkü uyku hali de çocukluk hali gibi hayatında varlığı bilinen bir hu­sustur. Boşamayı o bilinen duruma taalluk ettirmesi, reddetme anlamını taşır.

Görmüyor musun, şayet, ben yaratılmazdan yahut onunla evlenmezden önce onu boşadım, diyecek oisa, bu sözleri, boşadığını inkâr etmesi anlamına gelir. Yukarıdaki durumlar da aynen Öyledir.

4062- Eğer koca: İçki içip sarhoş oldum, aklım başım­dan gitmişti. İşte o sırada onu boşadım. Yahut dinden döndüm ve o sırada onu boşadım, diyecek olursa, karısı ondan boşanmış olur. Kadın bunu inkâr etsin veya kabul etsin farketmez.

Çünkü sarhoşluk, boşamanın meydana gelmesine engel değildir. Boşamayı kendisine nisbet ettiği durum, ayrılığın meydana gelmesine engel bir durum değildir. Halbuki uyku konusunda durum farklıdır. Çünkü sarhoş olan kişi, had­dizatında aklını yitirmiş değildir. Sadece sarhoşluğun verdiği neşve, aklına galebe çalmış ve aklını kullanamamaktadır. Bu ise, onu akıl sahibi olmaktan çıkarma­maktadır. Halbuki Banotunu yiyip aklını yitirenin durumu böyle değildir. (Uyuş­turucu olan) bu otu yiyen kişi, aklını tümden yitirir. Hatta bu otu yiyen kişi, uyu­yan kişi gibi de değildir. Uyuyan kişi, şeriat hükümleri açısından akletmeyen kişi kabul edilir. Peygamber (s.a.v): "Kalem, üç kişinin yaptıklarını yazmaz'1 derken buna işaret etmektedir. Sarhoşun durumu, malından ayrı düşmüş yolcunun du­rumu gibidir. Onun malında zekât vardır. Her ne kadar malına eli uzanamıyorsa da. Halbuki gerçek üzere ya da hükmen malı telef olmuşun malında zekât yoktur.

İrtidat konusuna gelince; sarhoş olduğu bir sırada ir-tidat ettiği biliniyorsa, onun dediği kabul edilir. Ama böy­le birşey bilinmiyorsa, bu konudaki sözü kabul edilmez. Çünkü sarhoşluk, irtidattan dolayı karısıyla ayrı düşmelerine engeldir. Saçmalayan sarhoşun bundan kurtulması nadirdir. Halbuki irtidadın hükmü, iti­katla ilgilidir. Sarhoş kişi ise, ağzından çıkana itikad ediyor değildir. Sözünü nor­malde bilinmeyen birşeye bağlayınca, sözü kabul edilmez. Bilinen bir duruma ta­alluk ettirdiğinde ise, sözü kabul edilir. O zaman kadının bunu doğrulaması veya yalanlamasına bakılmaz. Çünkü kadının ayrı düşüp düşmemesi, tamamen şeriatı ilgilendiren bir husustur.

4063- Bir kadın hakime gider ve: Kocamın, İsa Al­lah'ın oğludur, dediğini duydum, diyecek olsa ve koca da: Ben bu sözü söyleyenlerden nakil anlamında söyle­dim, deyip sadece bu cümleyi söylediğini kabul edecek olsa, karısı ondan ayrı düşmüş olur.

Çünkü kendi içinde sakladığı, sözle söylediklerinin hükmünü ortadan kal­dırmaya elverişli değildir. Zira içinde sakladığı diliyle söylediğinden aşağı sayılır.

Birşeyin hükmünü ortadan kaldıran ise, ya onun seviyesinde veya ondan üstün bir seviyede olmalıdır.

Görmüyor musun, karısını boşayip içinde istisnaya niyyet edecek olsa, içinde sakladığını telaffuz etmediğinden dolayı kansı kendisinden boş olur. Bu konuda kadının onu doğrulamış ya da yalanlamış olması hükmü değiştirmez.

4064- Şayet koca: Aslında ben, Hıristiyanlar Hz. İsa1 nın Allah'ın oğlu olduğunu soyuyorlar ya da Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyenler hiristiyanlardır, de­dim ama karım sözlerimin bir kısmını duydu, diyecek olsa ve kadın da: Hayır, yalan söylüyor, derse, koca böyle de­diğine dair yemin eder ve yukarıdakinin aksine, sözü geçerli olur.

Çünkü burada koca, ayrı düşmelerine sebep olan sözü söylediğini kabul et­memektedir. Şüphesiz söylediğini ifade ettiği sözün kendisi, ayrı düşmelerini ge­rektirmez. Böylece koca, hakikatte karısının ayrı düşmelerini gerektiren iddiasını reddetmektedir. Bu, şuna benzer: "Koca, ben ona, Allah dilerse benden üç talakla boşsun, demiştim". Kadın burada onun istisna yapmadığını söylemektedir. Be­lirttiğimiz sebepten kocanın sözü kabul edilir.

4065- Aynı şekilde koca:  Hz. İsa Allah'ın  oğludur, derken yüksek sesle konuştum, ancak bu söze bitişik ola­rak Hıristiyanların böyle dediğine dair sözümü alçak bir sesle  söyledim,  derse,  yine  kocanın   sözükabul   edilir. Ama bu sözü söylediğini duydukları ve başka birşey söy­lemediğine dair şahitlik edecek olsalar, bu takdirde hakim karısının kendisinden ayrı düştüğüne hükmeder. Hüküm verirken kocanın iddiasını nazarı itibara almaz. Çünkü şahitler, karısından ayrı düşmesini gerektiren sebebi isbat etmiş­lerdir. Şahitlerin şahitliğini iptal eden sözü geçerli değildir. Oysa önceki meselede durum böyle değildi. Orada ayrı düşmelerini gerekli kılan sebep kendi sözüyle or­taya çıktığı gibi ayrı düşmelerine aykırı düşen sözü diğer sözüyle birlikte söyle­diği de ortaya çıkmaktadır. İşte bu sebeple kocanın sözünün geçerli olduğunu be­lirttik.

Eğer şahitlerin, kocanın başka bir söz söylemediğine dair şahitlikleri nasıl kabul edilir? Halbuki bu şahitlikleri başka bir şey söylemediğine dair şahitliktir ve nefye dair şahitlik kabul edilmez, denilecek olursa, deriz ki:

Boşamanın vaki olması bu şahitlik sebebiyle değildir. Bilakis daha önceki isbat anlamına gelen kocanın sözlerinden dolayıdır. Buradaki şahitlik, şahitliklerin bir kimse için ölen kişinin kardeşi ve mirasçısı olduğuna ve başka mirasçılarının bulunduğuna dair bir bilgilerinin olmadığına dair şahitliklerine benzemektedir.

Şahitlerin: Bu sözden başka bir söz söylemedi, şeklindeki ifadeleri, koca-nın iddia ettiği ilave sözlerini haddi zatında diliyle taiaffuz etmediğine ve içinden geçirdiğine dair bir isbattır. İçinden geçirdikleri ise, diliyle söylediklerinin gerekli kıldığı hükmü ortadan kaldırmaya elverişli değildir. Ayrıca bu sözü söyledikten sonra sustuğunun isbatıdır. Susma ise, gözle de müşahade edilen bir durumdur. Hatta şahitler: Biz onun, Hz. İsa Allah'ın oğludur şeklindeki sözünü duyduk ancak başka bir söz söyledi mi, söylemedi mi onu bilmiyoruz, diye şahitlik etse­ler, kocanın sözü geçerli olur. Bu takdirde karısıyla ayrı düştüğüne hükmedilmez. Çünkü burada şahitler ilave sözlerin diliyle taiaffuz edilmeyip içinden geçirdiğini isbat etmiş olmazlar. Sadece, duymadık, diyorlar. Onlar bunu duymadıkları gibi hakim de bunu duymamıştır. Ayrıca onlar kendilerinin dalgın olduklarını ve söz­leri duymadıklarını söylemişlerdir. İşte bu sepeble kocanın söylediği geçerlidir. Buna göre koca hul1 ya da şart ile veya inşaallah demek suretiyle istisna yaptığını ve bu istisnayı boşama sözlerine bitişik olarak söylediğini iddia edecek olsa, yine onun sözü geçerlidir. Ama şahitler, istisna yapmaksızm hul1 yaptığına ya da hanımını boşadığına dair şahitlik etseler, mesela hul' yaptı veya hanımını boşadı ama istisna yapmadı., deseler, kocanın dediği geçerli değildir.

4066- Şahitler:   Boşama  yahut  hul'   sözünden  başka ondan herhangi bir söz duymadık derlerse, hakim o kişi ile   karısını   birbirinden   ayırmaz   ve   kocanın   söylediği geçerli olur. Ancak bedelini alma veya başka bir sebepten dolayı hul'  yaptığının sıhhatına dair bir durum ortaya çıkarsa, bu takdirde kocanın sözüne itibar etmez. Bütün bu konularda izlenecek yol, yukarıda anlattığımız kurala göre be­lirlenir.

İmam Muhammed dedi ki: Bir adamın bir kez delirdiği biliniyorsa ve karısı: Dün kocam irtidat etti veya beni üç defa boşadı, der ve koca da: Tekrar deliliğim tuttu ve deli olduğum bir sırada o sözü söyledim, derse, buna dair yemin ettikten sonra adamın sözü geçerlidir.

Çünkü bir kimse bir kez delirmişse, artık delirme onun ayrılmaz bir vas­fıdır. Küçük yaşta delirmiş olsun, büyük yaşta delirmiş olsun artık o bu sıfatı taşıyor demektir. Bir defa delirmiş olan bir kimsenin göz bebeklerine dikkatlice bakan, o deliliğin izinin kalıcı olduğunu görür. Koca o sırada delirdiğini söy­lerken, durumunu kendisinde varlığı bilinen bir hastalığa bağlamış olur.

4067- Ama daha önce delirdiği bilinmiyorsa, yukarıda anlattığımız sebepten dolayı sözüne itibar edilmez. Hakim, kendisiyle karısını birbirinden ayırmadan önce adam delirecek olsa ve ayıldıktan sonra, daha önce de bu du­rumda idim, diyecek olsa, yine hakim onun bu sözüne iti­bar etmez ve karısının boşanmış olduğuna karar verir.

Çünkü delilik, sonradan ortaya çıkan bir hastalıktır. Deliliğin ortaya çıkmış olması, daha önce de var olduğunun delili değildir. Ama varlığı bilindikten sonra hiçbir izi kalmayacak şekilde kişinin sağlığa kavuştuğu söylenemez. Bu nedenle daha Önce delirdiği biliniyorsa, bu konudaki sözlerine itibar ediyoruz ama burada İtibar etmiyoruz. Uyku da böyledir.

4068- Kadın, ikindi vakti kendisini üç talakla boşa-dığmı iddia edecek ve koca da onu boşadığına dair sözleri söylediğinde uyuyor olduğunu söyleyecek olsa, kocanın sözüne itibar edilir.

Çünkü normalde insan günün her vaktinde uyuyabilir. Uyku da delilik gibi insanın yakasını bıraktıktan sonra tekrar gelir. Böylece koca, durumunu bilinen bir şeye bağlamış olmaktadır.

4069- Bir ay Önce kişinin sarhoş olup aklını yitirdiği biliniyorsa ve karısı: Kocam dün îrtidat etti, deyip koca da: Bir ay önce sarhoş olduğum gibi dün de sarhoş ol­dum, irtidat ettim ve aklım başımda değildi, diyecek olsa, karısı ondan ayrı düşmüş olur ve adamın sözüne itibar edimez.

Çünkü nedeni ortadan kalktıktan sonra sarhoşluk tekrar kişiye musallat olmaz. Ancak yeni bir nedenle kişi sarhoş olabilir. Dün aynı nedenin başına musallat olduğu da bilinmemektedir. Bu sebeple delil getirmedikçe sözüne itibar edilmez.

4070- Buna göre müşriklerin bir kimseyi küfre zor­ladıkları ve zorlama neticesinde küfür söz söylediği biliniyorsa, karısı da, ondan sonra tekrar küfre girdiğini iddia edip kendisi de bunu kabul ederse ve müriklerin onu buna zorladıklarını söyleyecek olursa, sözüne itibar edilmez. Çünkü bizce bilinmeyen yeni bir sebep iddiasında bulunmaktadır.

Aynı şekilde bir sene önce zatürriye hastalığına ya­kalandığı ya da bir sene önce uyuşturucu olan banotu yediği biliniyor ve dün aynı hastalığa yakalandım ya da dün tekrar banotu yedim, derse, buna dair delil ge­tirmediği müddetçe sözüne itibar edilmez.

Çünkü bu gibi durumlar, ancak sebebinin tekerrür etmesiyle tekerrür eder­ler. Halbuki delilik böyle değildir. Bu gibi durumlar ortadan kaltîktan sonra tekrar tekerrür etmezler. Ancak yeni bir sepeb ortaya çıktığında tekerrür edebilirler. Daha önce de değindiğimiz gibi uyku hali ve delilik böyle değildir. Allah en iyi bilir.[22]

 

Harp Yurdunda Esir Veya Eman Altında Olan Kişilere Kefil Olmakla İlgili Hususlar

 

4071- İmam Muhammed dedi ki: Harp yurdunda esir bulunan bir kimseye düşman, ülkelerinden kaçmamak üzere kendilerine bir kefil getirmeleri karşılığında kendisini serbest bırakacaklarını söyleyecek olsalar ve kendisi de bir müslümam veya zimmî birini yahut harp ehlinden bi­rini kefil gösterse, daha sonra ülkelerinden kaçma imkânı bulsa, bir müslüman veya zimmîyi kefil göstermişse ona ihanet   edip   kaçamaz.   Ama   harp   ehlinden   birini  kefil göstermişse, kaçma imkânı bulduğunda kaçabilir.

Çünkü kaçtığı takdirde kefile eziyet eder veya öldürürler. Müslüman esir, harp ehlinden birini Öldürüp malını alarak kaçabilirdi. Durum böyle olunca, harp ehlinden kendisine kefil olan kişiyi öldürülmekle karşı karşıya bırakıp kaçması ca­izdir. Ama kendini kurtarmak için müslüman veya zimmî birini öldüremezdi. Buna göre kaçmakla onları öldürülmekle karşı karşıya bırakıp getirmesi de caiz değildir.

4072- Esir kişi aralarında eman altında ise ve onlardan birileri  kendisine  ülkelerini terketmeyi  yasaklayıp çıkmayacağına dair kefil getirmesini kendisinden istemişse, kendisine kefil olan harp ehlinden biri olsun, başka biri olsun kaçması caiz değildir.

Çünkü aralarında eman altında olan birinin hap ehlinden birini öldürüp malını alarak oradan kaçması caiz değildir. Buna göre kefilini öldürülmkle karşı karşıya bırakması da caiz değildir. Çünkü eman altında olmayıp aralarında esir bulunan bir kimseye onlar arasında eman vermişlerdir. Ve kendisi de onlara iha­net etmeyeceğine dair teminat vermiştir. Böylece onlar da kendisi açısından eman içerisindeler. Ancak bu eman sadece kendisine aittir. Bu nedenle kendisine kefil olan kimseye ihanet ederek kaçamaz.

4073- Müslüman kişi aralarında zulme uğramış olarak bulunuyorsa ve müslüman biri veya zinamı yahut harp ehliden biri onu Öldürmeleri için belli bir günde  kendilerine getirmek üzere kendisine kefil olmuşsa, kefiline ihanet edip kaçmasında bir sakınca yoktur. Kefil olan kimseye kefil  olmasını  ister  kendisi  emretmiş  olsun, ister  em-retmemiş olsun, farketmez.

Çünkü kaçmadığı takdirde kendi aleyhine kendisi yardımcı olmuş olur ve kendi eliyle kendisini tehlikeye atmış olur. İnsanın kendi eliyle kendisini böyle bir tehlikeye atmasına ruhsat yoktur.

4074- Kendisi kaçıp kefilini Öldürecek olsalar, o ke­filin öldürülmesine kendisi yardımcı olmuş olmaz. Ama kaçmayıp  kefilin  kendisini oraya götürmesine müsaade edecek olursa kendi kendisinin öldürülmesine yardımcı olmuş olur. İşte bu sebeple kaçması caizdir.

İkisinden biri için helak korkusu sözkonusudur. Böyle bir durumda müslüman kimsenin, kendisi hakkındaki helak sebebini savması gerekir.

4075- Senden malı almamız için falan gün seni ge­tirecek bir kefil göster, değilse seni hapseder veya   ayak­larını bağlarız, deseler ve kendilerine bu şartla müslüman yahut zimmi birini kefil gösterse, kefiline hıyanet edip kaçamaz.

Çünkü o kimseyi kefil gösterirken ona söz vermiş ve sözünü yerine ge­tireceğine dair şart koşmuştur. Verdikleri şartlar, müminleri bağlar.

Önceki meselede durum böyle değildi. Orada canı konusunda tehlike söz-konusu idi. Bir müslümanm buna izin vermesine imkân yoktur, Kaçma imkânı bulduğu halde canını almalarına yardımcı olması caiz değildir.

Burada ise, malını verme yahut hapsolma veya bağlanma gibi kendisinin onlara vermesi caiz olan konularda korku sözkonusudur. Bu sebeple kefiline iha­net ederek kaçamaz.

4076- Buna göre aralarında bulunan ve evli olan müs­lüman bir kadının düşmandan bir adamla zina etmek veya evlenmek için getirip teslim edecek müslüman veya zim­met ehlinden birini kefil göstermesini isterse, kadın gösterdiği kefile hıyanet ederek kaçabilir.

Çünkü koşulan şart, hiçbir şekilde dinde olmayan bir husustur. Öldürülme ile buradaki durum aynıdır.

4077- Kadın evli değilse, kendisiyle evlenecek kişi eğer müslüman biri ise, kefiline ihanet ederek kaçması caiz değildir. Ama evleneceği kimse kâfir ise, ihanet ederek kaçabilir.

Çünkü kendisiyle evlenecek kimse eğer müslüman biri ise, kadının böyle bir akdi yapması caizdir. Ama evleneceği kimse kâfir ise, kadm böyle bir akid ya­pamaz. Böyle birşeye rıza göstermesi asla caiz değildir.

4078- Dininden irtidat etmek yahut öldürülmek üzere yarın kendisini onlara teslim edecek bir kefil göstermesini isteyecek olsalar ve kendisi de bir kefil bulacak olsa, ke­filine ihanet edip kaçmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü küfre düşmenin haramlığı, kesindir ve hiçbir surette ona izin yok­tur. Hiçbir kimse buna izin veremez ve ona nza gösteremez. Aynen katil gibi kesin bir haramdır.

Görmüyor musun, bir kimseye ya Allah'ı inkâr edersin ya da şu adamı öldüreceğiz, denilecek olsa, başkasının öldürülme korkusundan dolayı kendisi küfre giremez. Ancak kendi canı konusunda bir korkusu varsa, kalbinde Allah'a imanı saklı tutması şartıyla küfür sözünü telaffuz etmesi caizdir.

Burada da başkasının öldürülmesi korkusu sözkonusudur. O halde şirkten kaçması ve kendisine kefil olanı onlara teketmesi de caizdir,

4079- Şayet ya şu müslümanı veya antlaşmalıyı öldü­rürsün veya biz seni öldüreceğiz, derlerse ve kendisi de yarın bu işi yapacağına dair bir kefil gösterecek olsa, ke­filine ihanet ederek kaçması caizdir ve evla olan da budur.

Çünkü bir müslümanı öldürmesi asta caiz değildir. İster kendi öldürül­mekten korksun, ister başkasının öldürülmesinden korksun, farketmez.

4080- Esir olan birine, bizden herhangi bir cana kıy­mamak, bizden herhangi bir kimsenin malına el uzatma­mak ve ülkemizden çıkıp kaçmamak şartıyla bize garanti verirsen seni serbest bınkacağız, deseler ve kendisi de bu isteklerine riayet eğeceğine dair yemin edecek olsa, ken­disini serbest bıraktıktan sonra kaçıp yemin kefareti verir. Çünkü peygamber (s.a.v): "Daha hayırlı olanı yapsın ve yemin kefaretini versin" buyurmaktadır. Ancak onlardan herhangi birinin canına kıyması ya da malına el uzatması caiz değildir.

Çünkü buna dair onlara söz vermekle artık kendisi aralarında eman altındaki kişi mesebisindedir. Eman altındaki kişinin onlardan birinin canına kıymasının veya mallarını almasının caiz olmadığını daha önce açıklamıştık. Ancak onlara haber vermeden ve rızalannı almadan ülkelerini terkedebilir. Onlara söz veren esirin de durumu budur.

4081- Esir kişi müslüman veya zimmî birini kefil gös­terir ve sonra da kefiliyle anlaşarak birlikte ülkelerini terkedecek olurlarsa, bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü kefilin hakkından dolayı ülkeleri terkedemiyordu. Harp ehline karşı herhangi bir sorumluluğu yoktur. Kefil orayı terketmesine müsaade ediyosa, engel ortadan kalkmış olur.

Kefilin hakkı nasıl onu bağlar ki, harp ehli kendisini hapsetmekle zaten kendisine zulmetmişlerdir. Zulme uğrayan kişi, gücü yettiğinde zulümden kur­tulma hakkına sahiptir, denilecek olurlarsa, deriz ki:

Evet öyledir. Ancak zulme uğrayan kişinin başkasına zulmetmeye hakkı yoktur. Kefiline verdiği sözü tutmayacak olursa, ona zulmetmiş olur. Çünkü ke­fili, ona güvenmiştir.

Görmüyor musun, İslâm yurdunda zalim biri ona zulmetmeye kalkışacak olsa ve kendisi de o zalime kendisi için bir kefil gösterecek olsa, kefile verdiği söze riayet etmemesi caiz değildir. Kendisi zulme uğradığını bilse bile, kefile verdiği söze riayet etmesi gerekir. Bu mesele de tıpkı bunun gibidir.

4082- Kendisine: Seni serbest bırakacağız ve sana te­minat vereceğiz, sen de ülkemizi terketmemek üzere bize söz vereceksin, deseler ve kendisi de bunu kabul edecek olsa, daha sonra kaçma imkânı bulduğunda kaçmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü artık eman altındaki kişi hükmündedir.

Şayet harp ehlinden birini kendisine kefil göstermişse, birinci durumdakinin aksine burada kefiline verdiği söze riayet etmeyip kaçması caiz değildir.

Çünkü eman altında olduğundan onlardan birini öldürmesi ya da malını alması caiz değildir. Aynı şekilde kefiline hıyanet etmesi de caiz değildir.

Şayet kefil, birlikte ülkeyi terketmeleri konusunda ken­disine yardım ederse, birlikte kaçmalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü kaçıp gitmelerine engel, harp ehlinin hakkı değil, kefilin hakkıdır. Nitekim onlara bunu kefil göstermeseydi, kendisi çıkıp gidebilirdi.

Kefil onunla birlikte eman alarak çıkacak olsa ve ken­disine "benimle beraber darulharbe geri dön" derse, esirin dönmesi gerekmez.

Çünkü İslâm yurduna giriş yapmalanyla o emanın hükmü son bulmuştur. Kefaletin hükmü de böylece sona ermiştir.

Görmüyor musun, bu düşman kişi harp yurduna dönecek olursa, esirin emanından çıkmış olur ve esirin onu öldürmesi caiz olur.

Ayrıca müslüman esirin kaçabilmek için harp ehlinden birine rüşvet ver­mesi de caizdir. Çünkü canını korumak için malını kendisine kalkan yapmaktadır. Canı kurtarmak için malın bir etkisi varsa onu harcamak gerekir. Nitekim Pey­gamber (s.a.v) ashabından birine şöyle demiştir: "Canını kurtarmak için malım feda et ve dinini kurtarmak için de canını feda et."

Bu konuda temel dayanak Abdullah b. Mes'ud'un - Allah kendisinden razı olsun - hadisidir. O, Habeşistan'da hapsedilmiş ve kurutulmak için iki dinar rüş­vet vermiştir. Böyle bir durumda rüşvet veren günahkâr değildir. Ama alan kişi günahkârdır. Böyle bir kişi Peygamber (s.a.v) in: "Rüşvet veren de, rüşvet alan da cehennemdedir" hadisinin kapsamına girmez. Çünkü peygamber (s.a.v) bu sözüyle haksız yere birşey elde etmek ya da başkasına zarar vermek kasdıyla rüşvet vereni kasdetmektedir. Ama kendinden haksızlığı savmak ya da başkasına zarar vermeksizin bir yarar elde etmek için rüşvet vermekte bir sakınca yoktur. İslâm yurdunda da zalim bir kişinin zulmünü savmak için kişinin rüşvet ver­mesinde bir sakınca yoktur. EbÛ'ş-Şa"sâ cabir bin zeyd'in bu konuda şöyle dediği rivayet edilir: "Haccac zamanında rüşvetten daha hayırlı bir yol bu­lamadık." Böyle durumlarda rüşveti hayırla nitelemesi, veren kişi için bir günahın bulunmadığının delilidir. Ama alan kişi için elbette günah vardır. Başarı Allah'tandır.[23]

 

Harp Yurdunda Esirin Karşılaşabileceği Sorunlar

 

4083- Harp ülkesinin devlet başkanı, İslâm ülkesine kaçmayacağına dair esire pekiştirilmiş yeminlerle yemin ettirecek olsa ve esir de bu yeminleri yapacak olsa, yap­tığı yeminler onu bağlar.

Esir her ne kadar ellerinde yenilgiye uğramış biri ise de burada taraftır ve verdiği yeminlerin muhatabıdır. Zor durumda kalmış olması yaptığı yeminlerin onu bağlamasına engel değildir. Bu konuda temel danayanak Huzayfe'nin -Allah kendisinden razı olsun- hadisidir. Müşrikler onu yakalamış ve Rasûlüllah'a yardım etmeyeceğine dair ona yemin ettirmişler. Bu durumu Rasûlüllah'a (s.a.v) açtığında, "Onlara verdiğin sözü yerine getir. Onlara karşı Allah1 tan yardım di­leriz" buyurmuştur.

4084- Devlet başkanlarının izni olmaksızın ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin  etmiş  ve sonra orayı terkedeceğine dair devlet başkanlarından izin almışsa, ye­minini bozmuş olmaz.

Çünkü ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin ederken devlet başkanlarının iznini istisna etmişti.

İzin  almadan  ülkelerini terketmişse, yeminine  aykırı davranmış olur. Ancak kralları Ölmüşse durum farklıdır.

Çünkü yemin ederken sözlerinden, kırallan hayatta kaldığı müddetçe bu ye­minine bağlı kalacağı anlaşılıyordu.

Kedisine   yemin   ettiren   kıral   iktidardan   ayrılmışsa durum yine aynıdır.

Çünkü kralın izin vermesi, iktidarda oluşuna bağlı bir olaydır. Yemin, o-nun zamanı ile sınırlıdır. Ancak Ebû Yusufun görüşü böyle değildir. Burada temel dayanak borçlu ve nikahlı kadının durumudur. Borçlu kişi, alacaklının izni olmadan şehri terketmeyeceğine dair yemin edecek olsa, yahut kadın, kocasının izni olmadan evden çıkmayacağına dair yemin edecek olsa, borcu devam ettiği müddetçe ve yine nikâh devam ettiği müddetçe şehirden dışarı çıkmazlar. Ancak Ebû Yusuf tan gelen rivayet farklıdır.

Kralın iktidardan uzaklaştırılmasından sonra tekrar ik­tidara gelmesi halinde durum böyledir.

Çünkü kralın iktidardan uzaklaşmasıyla yemin artık geçersiz olmuştur. Yemin geçerliliğini yitirdikten sonra artık yeni bir yemin olmaksızın eski yemin bağlayıcı değildir.

Görmüyor musun, efendi cariyesine: Benim iznim olmadan bu evden dışarı çıkacak olursan kölem hürriyetine kavuşmuşey olur, diyecek olsa ve cariyeyi sattıktan sonra tekrar onu satınalacak olsa, ya da kansına aynı şeyi söyleyip sonra karısını boşasa ve tekrar onunla evlenecek olsa, sonra da cariye yahut karısı dışarı çıkacak olsalar, belittiğimiz sebepten dolayı yeminini bozmuş olmaz.

4085- Aynı şekilde sultan, mahallesinde bildiği her ah­lâksızı kendisine bildireceğine dair bir adama yemin ettirecek olsa ve sonra sultan makamından uzaklaştırılıp tek­rar o makama gelecek olsa, yemin ettirdiği kimse, sulta­nın ikinci defa tahta getirilmesinden sonra bildiği ahlâk­sızları ona bildirmek mecburiyetinde değildir.

4086- Ancak sultan tahttan uzaklaştıramazdan önce böyle bir bilgiye sahip olup onu sultana bildirnıemişse, yemini çiğnemiş olur. Sultan tahttan uzaklaştırıldıktan sonra ya da tekrar tahta geçtikten sonra onu haber vermesinin ona herhangi bir yararı yoktur. Bu konulan Şarhu'z-Ziyadat'ta etraflıca ele aldık.

4087- Esir kişi, kırallarından birini bizzat anmadan kralın izni olmadan ülkelerini terketmeyeceğine dair ye­min edecek olsa ve sonra da iktidardaki kral uzaklaştırılıp başka biri ounu yerine iktidara gelecek olsa, esir yine yeminine bağlı kalmadan ülkeyi terkederse, yemini çiğnemiş olur.

Çünkü yemin ederken kim olursa olsun kırallarından izin almaksızın ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin etmiştir.

Ancak kıralları ölür yahut iktidardan uzaklaştırılır ve ülkelerini esir terkedinyece kadar başka birini başa geçirmemişlerse, esir kimse yeminini bozmuş sayılmaz.

Çünkü ülkelerini terkederken başlarında bir kıral yoktur. Halbuki esir, kiralın izni ile bağımlı idi. Başlannda bir kıral yoksa, ülkelerini terketmekten dolayı yeminini bozmuş sayılmaz. Ülkelerinden çıkmakla günah işlememiştir. Çünkü ilk kiralın tahttan uzaklaştınlmasıyla yemini son bulmuştur. Ancak yeni bir kıral tayin etmelerinden sonra ülkelerini terkedecek olursa, yeminine riayet et­memiş olur. Çünkü yemininin gereğini yerine getirmemiştir.

4088- Kiralın izni olmaksızın ülkelerini terketmeyece­ğine dair yemin, o anda iktidarda bulunan kıral zamanında geçerlidir.

Çünkü "el-melik" diyerek sözünde belirlilik takısı olan "el" ekini kul­lanmıştır ve bu ek ile artık belirli bir kıral kastedilmektedir. Böylece bu yolla hangi kiralı kasdettiği belirlenmiştir.

4089- İmam Muhammed dedi ki: Esir ellerinde iken ih­rama girmiş ve fidyesini verip kurtarmaları için müslümanlara ulaşmak arzusunda iken müslümanlar fidyesini vermemişlerse ve düşman da onun müslümanlara gitmesine engel olmuşsa, bu esir haccını tamamlamaktan alı-konmuş kişi mesabesindedir.

Çünkü ihrama sahih birşekilde girdikten sonra haccı yerine getirmesi mümkün olmamaktadır. Bu sebuple muhsar hükmündedir. Muhsarla ilgili me­seleleri Muhtasar'ın Şerhinde belirtmiştik.

4090- İhramdan çıkmak için bir kurban kesme imkâ­nına sahip değilse, Ata' b. Ebi Rabah'a göre mut'a kur­banına kıyasla on gün oruç tutmak suretiyle ihramdan çıkmış olur. Medine alimlerine göre ise, hiçbir şey yap­maksızın ihramdan çıkmış sayılır. Bizim görüşümüze göre, ancak kurban ile ihramdan çıkabilir.

Çünkü muhsarın durumu Kur'an'da belirlenmiştir. Bu durumdaki birinin İhramdan çıkması için yapacağı şey, kurban kesmektir. Mut'a ve kıran haclanndaun nass bulunan bir hususa kıyas edilmez. Sadece hakkında âyet bulunana başkası kıyas yapılır. Ama her iki husus hakkında âyet varsa, ikisi biribirine kıyas edilmez. Çünkü âyet ile sabit olan kesindir. Re'y ile sabit olan ise kesin değildir. "Temhidu'I-Fusûl fi'I-Usûl" de bu meseleyi etraflıca inceledik.

Başarı Allah'tandır.[24]

 

Müslümanlarin Elegeçirdiği Ajanlarla İlgili Meseleler

 

4091- İmam Muhammed dedi ki: Müslüman olduğunu iddia eden ve müslümanların eksik taraflarını düşmana yazrak müslümanların aleyhine casusluk yapan bir ajanı müslümanlar ele geçirdiklerinde, o kimse bunu yaptığını kendiliğinden ikrar edecek olsa, Öldürülmez, ancak devlet başkanı onu incitecek şekilde cezalandırır.

İmam Muhammed sözlerinin iki yerinde böyle birinin gerçekten müslüman olmadığına işaret etmekte ve bu sebeple "Müslüman olduğunu iddia eden" ifa­desini kullanmkatıdır.

Yine "Böyle bir kimseye tazir cezası değil, incitici bir ceza verilir" de­mektedir. Daha önce bu tür cezalar konsunda müslümanlar hakkında "tazîr" sözcüğünün, müsîüman olmayanlar hakkında ise "incitici ceza" sözcüğünün kul­lanıldığına dikkat çekmiştik.

Ancak İmam Muhammed, onun öldürülemeyeceğini belirtmektedir. Çünkü kendisinin müslüman olduğuna hükmetmemizi sağlayan şeyi terketmiş değildir. Kendisinin müslüman sayılmasına sebep olan şeyi o kimse terketmedikçe zahiren onu İslâm dışına çıkaramayız. Çünkü onu ajanlık yapmaya sürükleyen, itikatsızlık değil, tamah olabilir. Böyle bir kimse hakkında düşünebileceğimiz alternatiflerin en güzeli budur. Nitekim Yüce Allah da bunu bize enretmekte ve onlar "Sözün en güzeline uyurlar[25]  Buyurmaktadır.

Peygamber (s.a.v.) "kardeşinin ağzından çıkan kelimeyi iyiye yorabilirsen kötüye yorma" buyurmuştur. Böyle bir kişinin öldürülmeyeceğine Hatıb bin Ebi Beltaa hadisini delil göstermiştir.

Hatıb, "Peygamber size saldıracak, hazırlığınızı yapın" diye Kureyş'e giz­lice mektup yazmıştır. Nihayet Rasulüllah (s.a.v) onun boynunun vurmak için izin isteyen Hz. Ömer'e: Ağır ol ey Ömer, herhalde Yüce Allah Bedir savaşma katılanları görmüş ve "dilediğinizi yapın, sizi bağışladım" buyurmuştur.

Şayet Hâtib bu davaranışıyla öldürülmeyi hak etseydi Rasulüllah mutlaka onu öldürürdü. O halde Bedir savaşına katılmış olanın da, katılmamış olanın durumu budur. Ayrıca had olarak öldürülmesi gerekmiş olsaydı, peygamber (s.a.v) yine onu öldürürdü. [26]"Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinmeyin'[27] âyeti bu kişi hakkında inmiştir. Âyette bu kişi mümin olarak ni­telenmektedir.

Ebû Lubâbe olayı da buna delalet etmektedir. Beni Kurayza kendisine danıştıklarında, Peygamber'in hükmünü kabul ettikleri takdirde öldürüleceklerini haber vermek için parmağıyla boğazına işaret etmiştir. Şu âyet-i kerime de bu kişi hakkında indirilmiştir: "Ey İman edenler, Allah'a ve Rasûlüne ihanet etmeyin."[28]

4092- Zimmî biri de böyle birşey yapsa, incitici şekil­de cezalandırılır ve hapse atılır. Bu davranışı da zimmîlik akdini bozduğu anlamına gelmez.

Çünkü bir müslüman böyle birşey yaptığında nasıl emanım bozmuş sayilmıyorsa, zimmî de emanım bozmuş sayılmaz.

Görmüyor musun, yolkesicilik yapıp başkasının malını alsa veya adam öldürse, ahdi bozmuş sayılmıyor. Halbuki yolkesiciliğin Allah ve Rasûlüne savaş açmak olduğu ayet ile sabittir.

Aramızda eman altındaki biri de böyle birşey yapmış olsa durumu aynıdır.

Böyle birisi yolkesicilik yaptığında nasıl emamnı bozmuş sayımlıyorsa, bu davranışı da emanım bozduğu anlamına gelmez.

Ancak bütün bu şahıslar acıklı şekilde cezalandırılırlar. Çünkü yapmaları helal olmayan biri işi yapmışlardır ve davranışlarıyla müslümanlara zarar vermeyi hedeflemişlerdir.[29]

4093- Yabancı biri eman istediğinde müslümanlar ken­disine: Müslümanların aleyhine müşriklere casusluk yapmaman şartıyla sana eman veriyoruz yahut sana eman ve­riyoruz ama müslümanların zayıf taraflarını düşmana ha­ber verecek olursan sana eman yoktur, demişlerse ve me­sele de yukarıda anlattığımız şekilde ise, bu adam ca­susluk yapacak olursa öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü şarta bağlanan şeyler şart meydana gelmeden hemen önce yok

sayılırlar. Burada kendisine eman verilirken ajan olmaması şartı ileri sürülmüştür. Ajan olduğu ortaya çıktığında artık o harp ehlinden herhangi biridir ve öldürül­mesinde bir sakınca yoktur.

4094- Devlet başkanı, başkasına ibret olması için öl­dürülmesini uygun görürse, bu şekilde öldürülmesinde bir sakınca olmaz. Diğer esirler gibi fey1 yapmak isterse bun­da da sakınca olmaz. Ancak başkasına ibret olması için öldürmesi daha iyidir.

Erkek değil de kadın bunu yapmışsa, onu da öldür­mekte bir sakınca yoktur.

Çünkü müslümanların geneline zarar vermeyi kasdetmiştir. Harp ehlinden olup savaşan kadın öldürülebildiği gibi, böyle bir durumda da öldürulebilir.

Ancak kadının asılarak öldürülmesi mekruhtur. Çünkü kadın avrettir ve avretin örtülmesi evladır.

4095- Erginlik çağma ermemiş bir çocuk böyle birşey yapacak olursa, fey' olur ve öldürülemez.

Çünkü mükellef değildir ve yaptığı iş, öldürülmesini gerektiren bir ihanet değildir. Halbuki kadın böyle değildir. Casusluk yapan çocuk, savaşan çocuk gi­bidir, esir edildiği takdirde öldürülmesi caiz değildir. Halbuki kadın savaşıp esir edildiği takdirde öldürulebilir.

Savaşacak durumda olmayıp esir edilecek olursa yaşlı kimse de bu konuda kadın gibidir.

Çünkü mükelleftir.

4096- Eman altındaki biri bu işi yaptığını inkâr eder ve kendisiyle birlikte yakalanan mektubu yolda bulduğunu ve aldığını söyleyecek olursa, delil bulmaksızın müslüman-ların onu öldürmeleri caiz değildir.

Çünkü zahirde emanına riayet etmektedir. Kendisi hakkında kesin olarak

sabit olmayan birşey emamnı ortadan kaldırmaz ve bu nedenle de öldürülemez.

Onu kelepçeleyip bağlamak, dövmek yahut hapsetmek­le tehdit etseler ve o da nihayet ajan olduğunu itiraf edecek olsa, bu itirafının bir değeri yoktur. Çünkü baskı görmüş (mükreh) durumundadır. Baskı görenin ikrarı ise geçersizdir. Baskının şekli hapis olsun veya ödürülme olsun, farketmez.

Zorlama ve baskı olmadan itiraf etmedikçe yahut iki şa­hit hakkında şahitlik yapmadıkça ajan kabul edilmez. Bu konuda hakkında zimmîlerin ve harp ehlinin şahitlikleri kabul edilir. Çünkü kendisi de aramızda harp ehlinden biridir. Aramızda eman altında olsa da harp ehlindendir. Harp ehinin, yine harp ehlinden birinin aleyhine şahitlikleri geçerlidir.

4097- Devlet başkanı müslüman veya zimmî yahut e-man altındaki birinin yanında düşmanın kiralına yazılmış ve müslümanların zayıf taraflarım anlatan bir mektup bulsa ve bu mektup kendi elyazısı ile yazılmış ise, devlet başkanı o kimseyi hapseder, ama dövemez.

Çünkü ele geçen mektup şüphelidir. Uydurma bir mektup olabilir. Yazılar da birbirine benzeyebilir. Böyle şüpheli bir mektuptan dolayı onu dövemez. Ancak müslümanların yararını gözönünde bulundurarak durumu kesinlik kazanıncaya kadar onu hapseder. Du­rumu kesinlik kazanmayacak olursa onu serbest bırakır ve eman altında ise onu ülkesine iade eder. Böyle birşeyden sonra bir gün dahi olsa onun İslâm yurdunda kalmasına müsaade etmez.

Çünkü hakkındaki şüphe kuvvetlidir. Böyle birini İslam yurdundan uzak­laştırmak, yolda gelip geçenlere rahatsızlık veren birşeyi temizlemek gibidir. Allah en iyi bilir.[30]

 

Harp Ehli Ve Zimmilerin Şahitlikleri Ve Vasiyetleri

 

4098- Aynı devlete bağlı olup ülkemizde eman altında o-lan harp ehlinin birbirleri aleyhindeki şahitliklerinin geçerli olduğunu belirtmiştik. Ayrı ülkelere mensup iseler birbirleri aleyhindeki şahitlikleri geçerli değildir.

Ülkelerin farklı olması halinde engel, dinlerinin farklı oluşu değil, ülkelerin farklı oluşudur. Ülkelerin farklı oluşu da, farklı hakimiyetlerin vatandaşları ol­malarıdır.

Birbirlerine mirasçı olmalarının hükmü de buna göre­dir. Zimmet ehlinin eman altında olanlar karşısındaki durumu, müslümanların zimmet ehli karşısındaki durumu gi­bidir.

Çünkü eman altındakilerin aksine zimmet ehli ülkemizin vatandaşlarıdır. Bu nedenle ülkemizde ikamet süresi İçinde eman altmdakinin zimmet ehlinden bir kölesi varsa, onun elinde bırakılmayıp satmaya mecbur edilir. Zaten zimmet eh­linin elinde de müslüman bırakılmayıp satmaya mecbur edilir.

4099- Eman altındaki biri, malının tamanını bir müs­lüman veya zimmîye vasiyet edecek olursa, bu vasiyet geçerlidir ve mirasçılarının o malı geri alma hakları yoktur.

Çünkü malının dokunulmazlığı, kendi hakkı sebebiyledir, harp yurdundaki mirasçılarının hakkı sebebiyle değil. Aynca mirasçıların rızası olmadığı takdirde malının üçtebirinden fazlasını vasiyet edememe, îslâmın hükümlerindendir. Eman altındaki ise bu hükme bağlı değildir. Zimmî hakkında bu hükmün geçerli olması da bundandır. Çünkü zimmî kişi, muamelat konularında îslâmın hükümlerine tabidir.

4100- Zimmî birinin, harp ehlinden eman altındaki bi­rine malının üçtebirini vasiyyet etmesi, tıpkı müslüman birinin zimmî birine malının üçtebiri kadarki vasiyeti gibi geçerlidir. Müslüman veya zimmî birinin, mirasçıları uygun görse de, damlhapteki birine vasiyyeti geçerli de­ğildir. Ancak mirasçılar, miraslarını kabzettikten sonra mallarından bir kısmını ona hibe edebilirler.

Çünkü İslâm yurdunda bulunan kimse açısından harp yurdundaki kimse ölü mesabesindedir.

4101- Eman altındakinin mirasçısı eman almış olarak birlikte yurdumuzda iseler, mirasçısının izni olmaksızın malının üçtebirinden fazlasını vasiyyet etmesi geçerli değildir.

Çünkü kendisine verilmiş eman sebebiyle mirasçısının da hakkı gözetil-melidir.

Daru'lharpten başka bir mirasçısı kendisiyle birlikte ülkemizde bulunup diğer mirasçıyla birlikte o da mirasa ortak olsa, kendine vasiyet yapılmış olana malın ancak üçtebiri verilebilir.

Çünkü üçtebirden fazlası için yapılmış olan vasiyeti, mirasçıların izin ver­memeleri sebebiyle geçersiz olmuştur. Kendisine miras olarak kalan, bütün mirasçılara kalmıştır. Kendisiyle birlikte mirasçı olarak hazır bulunan kişinin karısı veya oğlu olması arasında bir fark yoktur.

Çünkü hakim, mirasın üçtebirden fazlası hakkında hüküm vermesi ge­rekir. Bir malda bazı mirasçıların mirastan alacağı hakkında hüküm vermesi caiz olmazsa, o maldaki vasiyet de geçersiz olur.

4102- Aramızda eman ile bulunan bir kişi, harp yur­dunda bulunan harp ehlinden birine malının tamamını va­siyet edecek olsa, sonra da kendisine vasiyet yapılmış olan ile eman altındaki kişinin oğlu çıkıp gelecek olsalar, hakim, malın kendisine vasiyet yapılmış olan kimseye ve­rilmesine karar verir.

Çünkü harp yurdunda bulunan mirasçısının bizler açısından malının say­gınlığı yoktur. Malının dokunulmazlık ve saygınlığı, ölmüş olan kimsenin o hakkından dolayıdır. O halde Ölen kişi malının nereye verilmesini istemişse, malı oraya verilir.

4103- Kendisine vasiyet yapılmış kişi, ile ölmüş olan kişi ayrı devletlerin vatandaşı ise, ölenin yapmış olduğu vasiyet geçersiz olur. Çünkü ülkeleri hem hakikat üzere ve hem de hükmen farklıdır. Bu, tıpkı zimmî olan birinin, harp yurdunda bulunan harp ehlinden birine vasiyet yap­masına benzer. Ancak kendisine vasiyet yapılmış olan kişi eman   ile   ülkemizde   bulunuyorsa,   bu   takdirde   durum farklıdır.

Çünkü bu durumda hükmen ülkeleri farklı da olsa şekil olarak farklılık mevcut değildir.

Ama hap yurdunda eman ile bulunan veya esir düşmüş olan bir müslüman veya zimmî   birine vasiyet yapmışsa,

vasiyet geçerli olur.

Çünkü bu takdirde ülkelerin farklılığı hükmen mevcut değildir. Müslüman kişi, nerede bulunuyorsa bulunsun İslâm yurdunun vatandaşıdır.

Harp yurdunda İslâmı kabul etmiş ve harp yurdu va­tandaşı olan birine yapmış olduğu vasiyet de böyledir.

Çünkü müslüman kişi, nerede bulunuyorsa bulunsun İslâm yurdunun va­tandaşıdır.

Görmüyor musun, karısı müslüman olarak ülkemize gelmişse kendisinden ayrılmış kabul edilmez. Ancak kocası müslüman olmazdan önce gelmişse, ondan ayrılmış kabul edilir.

4104- Darulharp vatandaşına vasiyet yapılmış olsa ve vasiyet yapan kişinin ölümünden önce veya sonra adam müslüman olsa, yapılan vasiyet geçersizdir.

Çünkü vasiyet belli bir insana yapılmıştır ve kendisine vasiyet yapıldığı an­daki durumu muteberdir. Kendisine vasiyet yapıldığı anda da o kişi ölü hükmün­dedir. Böylece kendisine yapılmış vasiyet batıldır. Vasiyet yapıldıktan sonra o kişinin İslâmı kabul etmiş olması, vasiyeti sahih kılmaz.

Mirasçılar vasiyete izin vermiş olsalar bile durum de­ğişmez.

Çünkü izin verme mevkuf olan şeyler hakkında geçerlidir, batıl olan hakkında değil.

Buna göre kişi, falan kardeşimin oğlu falana vasiyet

ettim, demiş olsa, vasiyet yine geçersizdir.

Çünkü ismini bizzat belirtmekle, sanki bizatihi kendisine işaret etmiş kabul edilir.

Ancak kardeşimin oğluna şu kadar vasiyet ettim, deyip

şahıs olarak oğlun ismini belirtmese, oğlan da amcasının

ölümünden önce İslâmı kabul edecek olsa, vasiyet edilen

miktarın kendisine verilmesi caizdir.

Çünkü bu sözüyle bizzat bir şahsı belirlememiştir. Böylece ölümü esnasında kardeşinin oğullarından mevcut olana vasiyet yapılmış olur. O halde ölümü esnasında kardeşinin oğlunun durumu muteberdir.

Nitekim vasiyet ettiği anda kardeşinin bir oğlu yoksa ve ölümünden Önce kardeşinin bir oğlu dünyaya gelecek olsa, bu yolla o çocuk vasiyeti hakkeder. Oğlan kâfir olup amcasının Ölümünden önce İslâmı kabul etmiş ise, durum aynıdır.

4105- İmam Muhammed dedi ki:Eman altındaki biri, hastalığı sırasında malının tamamını kendisiyle birlikte olan oğluna hibe etse ve malı kendisine teslim ettikten sonra ölse, sonra da harp yurdundan diğer bir oğlu gelip hibeyi   bozmak   istese,   hibeyi   bozma   imkânına   sahip değildir.

Çünkü babasının ölümü sırasında bu oğlu düşman olup yok hükmünde idi. Vasiyetin mirasçıya yapılamaması, diğer mirasçıların hakkı sebebiyledir. Vasiyet eden kişi öldüğü sırada böyle bir hak sözkonusu değilse, vasiyet gerçekleşmiş olur. Daha sonra gelen kişinin bu vasiyeti bozma yetkisi yoktur.

4106- Gelen   oğlan   babasının   ölümündtfo   önce   gel­mişse, hibeyi bozma hakkına sahiptir.

Çünkü babasının vefatı esnasında hak iddia ediyordu. Böylece babanın ta­sarrufu, mirasçıların bazısını bazısından üstün tutma anlamına gelir ki bu caiz değildir.

Daha sonra başka bir oğlu çıkıp gelecek olsa, mirasta öncekilere ortak olur. Çünkü hibe geçersiz olunca, ölünün arkada bıraktığı mal, miras olur.

4107- Babasının ölümünden önce gelen oğul, kardeş­inin gelmesinden önce veya sonra, kardeşine yapılmış hi­beyi babanın ölümünden sonra geçerli kabul ederse, geçerliliği kabul eden oğlun payında hibe geçerlidir.

Çünkü hibenin geçerliliğine müsaade etmezden önce babası vefat ettiğinden mal, üç çocuk arasında miras haline gelmiştir. Bu maldan herbiri için üçtebir vardır. Bundan böyle hibenin geçerliliğini kabul eden kişi, kendi payı hakkında. karar verme yetkisine sahiptir. Başkasının payı hakkında karar veremez. Bu, şuna benzer: Hazır bulunan oğul, hibe etmek suretiyle veya başka bir yolla mirası tü­ketir sonra diğer oğul gelirse, kendi payına düşeni mirastan alma yetkisine sahiptir.

4108- Yine eman altındaki kişi ülkemizde kendisiyle birlikte iki oğlu bulunacak olsa ve malın tamamını onlara vasiyet edecek olsa yahut malın yarısını birisine diğer ya­rısını Ötekine hibe edecek olsa ve her biri payını kabzedecek olsa, sonra da oğlanlardan her biri babalarının ölümünden sonra yapılmış olan vasiyetin kardeşi hakkın­da geçerliliğine müsaade edecek olsa, ölenin üçüncü bir oğlu sonra çıkıp gelecek olsa, her iki paydan payına dü­şen mirası alma hakkına sahiptir.

Çünkü babasının ölümüyle miras olarak kalan malın üçtebiri kendisine ait olmuştur. Daha sonra o iki kardeşin birbirlerine vasiyeti geçerli kabul etmiş ol­maları, bu üçüncü kardeşin üçtebirlik payını ortadan kaldırmaz.

4109- Kendisiyle birlikte yalnız bir oğlu bulunsa ve malının tamamını kendi oğluna vasiyet etse, babasının ölümünden sonra da oğul bu vasiyeti kendi hakkında geçerli kılsâ, daha sonra başka bir oğlu çıkıp gelecek ol­sa, malın yarısını alma hakkına sahiptir. Ancak baba malı önceki oğluna hibe etmiş ve malı kendisine teslim etmişse, gelen oğul o maldan hiçbir şey alamaz.

Çünkü kendisine hibe yapılmış olan kişi, babası henüz hayattayken hibeyi teslim almış ve onu mülkiyetine geçirmiştir. Bu takdirde gelen oğlun gözetilecek bir hakkı kalmamıştır. Babanın vefatı esnasında miras hakkı o malda bulunma­maktadır. Vasiyete gelince, tıpkı miras gibi ölüm ile geçerli olur. Karşılaştırma yapıldığında, başka oğulun miras hakkı ortadan kalkmaz. Bu nedenle mirasın yarısı onundur. Onun hakkında vasiyetin geçerli olmasına müsaade eden kişinin bu müsaadesi geçerli değildir.

Görmüyor musun, kendisine vasiyet yapılmış olan oğlu, babasının Ölü­münden sonra miras yoluyla malı alacak olsa, diğer oğulun mirasın yansını alma hakkı vardır. Vasiyet yoluyla malı almışsa, durum >*ine aynıdır.

4110- Darulharpte harp ehlinden biri, Ölmeden Önce malını, yanında eman ile bulunduğu bir müslümana hibe edip ona teslim edecek olsa, Ölümünden sonra mirasçısı, üçtebirden fazla miktarın o müslümana verilmesine karşı çıkacak olsa, bu miislümanın gücü yettiği takdirde o mirasçıya maldan hiçbir şey vermez. Çünkü ölen kişi gönül rızasıyla bu malı kendisine temlik etmiştir. Mal onun mülkü olduktan sonra da mirasçılardan hiçbirinin o malda hakkı kalmamıştır.

Ölümünden sonra o kişinin alacaklıları, İslama girmiş olsalar bile o maldan bir şey alamazlar.

4111- Harp ehlinden olan kişi, malının tamamını ona vasiyet etmiş olsa ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, bakılır; bulunduğu harp ülkesinin kanunları kendisine vasiyet   yapılmış   olan   kimsenin   vasiyet   edilen   malda diğerlerinden daha fazla hak sahibi olduğunu kabul edi­yorsa, vasiyet edilmiş malın tümü kendisinin olur. Çünkü mirasçılarla alacaklılar, harp ehlinin hükümlerine bağlıdırlar. Ama   kanunları   bunu   öngörmüyorsa,  alacaklılar   ala­caklılarını aldıktan sonra bu kişi ancak malın üçtebirini alma hakkına sahiptir.

Çünkü eman almış olarak aralarında bulunmaktadır ve gönül rızaları bu­lunmadıkça onların mallarını veya hak sahibi oldukları bir malı alamaz.

4112- Aramızda eman ile bulunan bir kişi malını birine hibe ya da vasiyet edecek olup mirasçısı da yoksa ve ölümünden sonra bir topluluk gelip İslâm ülkesinde iken ken­disine borç verdiklerini ispat edecek olsalar, hakim ala­caklıların haklarını Ödemekle başlar.

Çünkü malı elinde bulunduran kişi, ölmüş olan kişi adına taraftır. Ölü hakkında sabit olan borç, malı elinde bulunduran kişi hakkında da sabittir. Has­talık ve vasiyet sözkonusu olduğunda hibe edilecek olan mal verilmezden önce borcun Ödenmesi, İslâmın hüküm (erindendir.

Bu işlem yapıldıktan sonra harp yurdundan oğlu gelip:

mirastan geri kalan miktar bana verilsin, diyecek olsa, hakim ona aldırış etmez.

Çünkü babasının vefatı esnasında gözetilecek bir hakkı yoktur. Onun bu isteğinden dolayı hibe ve vasiyet bozulmaz.

4113- Buna göre alacaklılar harp yurdundan gelip ora­da kendisne borç verdiklerini ispat edecek olsalar, hakim onların lehine hüküm vermez. Bu alacaklılar müslüman ya da zimrnî de olsalar hüküm değişmez.

Çünkü o kişi hayatta iken gelmiş olup alacaklı olduklarını ispat etmiş ol­saydılar, hakim yine onlara birşey verilmesi doğrultusunda hüküm vermezdi. Çünkü eman altındaki kişi, harp yurdunda yapmış olduğu bir muameleden dolayı sorumlu tutulmaz. Ölümünden sonra da gelmiş olsalar bu hüküm değişmez.

4114- İmam Muhammed dedi ki: Malını kimseye va­siyet etmemişse ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim Önce İslâm yurdundaki borçlarını öder, ondan sonra harp yurdundaki borçlarım ödemeye başlar.

Çünkü İslâm yurdunda aldığı borçlar daha kuvvetlidir. Önce bu borçlar malından ödenir. Harp yurdundaki borçlanmaları ise daha zayıftır. Müslüman olmadıkça bu borçlardan sorumlu değildir. İki hak bir araya gelince kuv­vetlisinden başlanılmalıdır.

Ayrıca bu meselede, bıraktığı mirastan harp yurdunda aldığı borçların Ödenmesine de hüküm verilir.

Çünkü İslâm yurdunda borçlandıkları ödendikten sonra geri kalan mal harp yurdundaki mirasçılarının hakkı üzere mevkuftur. Bu sebeple harp yur­dundaki borçlanmaları da bu mevkuf olan maldan ödenir.

Oysa birinci meselede durum böyle değildi. Orada artakalan mal, İslâm yurdunda kendisine hibe edilen veya vasiyet edilen kişiye aittir. Harp yurdundaki borçlanmalarından dolayı bu geri kalan malda bir hak yoktur.

4115- Eman altındaki kişi ülkemizde ölür ve ardında bir mal bırakırsa, malı kimin elinde bulunuyorsa mevkuf ola­rak bulundurulmaya devam edilir. Şayet mah kimsenin elinde değilse, devlet başkanı mirasçıları gelinceye kadar o malı beytu'lmalda mevkuf tutar. Malı miraçılarına gön­dermek  mecburiyetinde  değildir.  Ancak  mirasçılarından kim gelirse payına düşeni ona verir. Arta kalan ise bek­letilir. Ancak mirasçılarının bulunmadığını biliyorsa o ma­lı fakirlere dağıtır. Daha sonra bir mirasçısı çıkıp gelecek olursa, onun payını da zekât fonundan Öder. Çünkü o kişinin  ölümünden sonra da malı hakkındaki eman hükmü kalıcıdır, zimmî olup mirasçısı bulunmayan kişi öldüğü takdirde devlet başkam o zimmînin mah konusunda nasıl davranıyorsa bu kişinin mah hakkında da aynı şekilde davranır.

4116- Aramızda eman ile bulanan bir kişi birini kasten veya yanlışlıkla yaralamış olsa ve yaralanan kişi de yaralanmasından  dolayı  doğan  haklarından  vazgeçse, sonra varislerinden biri harp yurdundan gelecek olsa ve bu ara­da adam ölse, gelen adam katilden herhangi birşey talep edemez.

Çünkü bu konuda olsa olsa katili için diyeti vasiyet etmiş olabilir. Katil için yapılmış olan vasiyet ise, mirasçıya yapılan vasiyet gibidir. Daha önce belirtti­ğimiz gibi hastalığı sırasında yapılan bir uygulama, harp yurdundaki mirasçısının hakkını iptal etmez. Burada da durum aynıdır.

4117- Kişi hayatta iken mirasçısı gelmişse, o kişinin kendisini öldürene yapmış olduğu vasiyet geçerli olmaz.Kısası gerektiren kasıtlı Öldürmeyi   affetmiş ve katil de kendisi gibi eman sahibi biri İse, bu affetme geçerlidir.

Çünkü katilden dolayı katilin öldürülmesinin vasiyetle bir ilgisi yoktur. Öldürme yanlışlıkla yapılmış ise, üçtebirin verilmesi caizdir.

Çünkü diyeti vasiyet etmesi, âkile durumunda olan kişiler için olup, katil

için değildir.

4118- Kişi, katiline malının yarısını ve ölümünden Ön­ce gelmiş olan oğluna da yansını vasiyet etmiş olsa ve oğlu da katil için yapılmış olan bu vasiyetin geçerliliğine izin verip, daha sonra diğer bir oğlu çıkıp gelecek olsa, her iki vasiyetten de miras payını alma hakkına sahiptir. Çünkü katile yapılmış olan vasiyet, tıpkı mirasçı olan birine yapılmış va­siyet gibi olmuştur. Mirasçıya yapılan vasiyet de böyledir. Orada da mirasçıların izin vermesiyle geçerlilik kazanır. Böylece diğer oğul da mirasın tamamından payına düşeni hakketmiştir. Ayrıca katil için yapılmış olan vasiyet konusunda her oğulun izni, kendi payı konusunda geçerlidir.

4119- Hastalığı sırasında malım katiline hibe etmiş   ve mirasçısı yoksa, malının tamamı hakkında bu hibe geçerlıdır.

Çünkü mirasçısı, o vasiyet eden kişinin ölümü sırasında harp yurdunda bu­lunmaktadır ve hakkı gözetilemez.

4120- Ölen kişinin beraberinde, kindisinden daha ya­kın akrabalarının varlığından (mahcub olmaktan) dolayı mirastan yoksun kalan bir akrabası bulunuyorsa ve bu ak­raba:  Bu kişinin harp yurdundaki akrabasını ölü hükmünde kabul ederseniz, malım hakketme noktasında ben daha evlayım, o halde miras yoluyla malını bana verin, di­yecek olsa, bu isteği yerine getirilmez.

Çünkü vasiyeti ve hibeyi iptal edersek, o kişinin bıraktığı malı miras kıl­mış oluruz. Geri kalan malı miras olunca da, harp yurdundan gelecek daha yakını durumundaki kişi bu malda daha çok hak sahibi olur. Tıpkı hibe ve vasiyet yapılmamış gibi. Hibe iptal edilince de, ölümü sırasında harp yurdunda bulunan yakını daha çok hak sahibi olur ki bu caiz değildir.

Bu maddeden itibaren "Darulharb ehli kişi ne zaman zimmî olur" konusuna kadar olan şerh bölümü Şemsu'l Eimme es-Serahsî'nin imlâsı olmayıp Kâdi Mahmud el-Evzecendî'nin (Özkendî'nin) nüshasından alınmıştır.

Harp ehlinden eman sahibi biri bir haraç arazisi satın alır, sonra da o arazi üzerinde başka biri hak iddia ederse,

hakkını alır.

Herhalde burayı Şemsü'l-Eimme imlâ ettirmiş değildir. Çünkü rivayet edi­lenin bir bölümü, bu meseleye kadar onun kitaplarını nakleden kişinin elinden düşmüştür. Ondan sonra gelen imamlar onun rivayet ettiklerini şerhetmişlerdir. Burada yazılı olan, kadi'I-kudât Mahmud el-Evzecendî'nin şerhinden alınmıştır.

4121- İmam Muhammed dedi ki: Harp yurdundan biri darulharpte bir müslümana bir vasiyette bulunup sonra da miras taksimi yapılmadan o ülke halkı İslâm i kabul edecek olurlarsa, şayet vasiyet yapıldığında kendisine vasiyette bulunulan müslüman islâm yurdunda bulunuyor idiyse, ülke farklılığından dolayı vasiyet geçersizdir. Çünkü va­siyet eden ile kendisine vasiyet yapılan kişiler farklı ülkelerde iseler, bu durum vasiyetin geçerliliğine engel­dir. Aynı şekilde müslüman biri de, harp yurdunda bu­lunan bir düşmana vasiyette bulunursa, bu vasiyet de ge­çersiz olur. Mirasçılar İslâmı kabul ettikten sonra vasiyet edilen şeyleri teslim edecek olsalar, onlardan yapılmış bir hibe olarak değerlendirilir ve kabul edilir. Çünkü vasiyet şekil itibariyle batıldır ve batıla izîn yoktur.

4122- Vasiyet yapıldığı sırada müslüman harp yurdun­da ise ve miras henüz taksim edimeden o ülke halkı İslâmı kabul edecek olursa, mirasın üçtebirinde vasiyet geçerli olur ve geri kalan mal mirasçılar arasında belirlenen mik­tarlara göre paylaştırılır. Çünkü vasiyet yapıldığında her ikisi de aynı ülkede bulunuyordu ve bundan dolayı vasiyet geçerlidir. Nitekim bir müslüman da eman ile ülke­mizde bulunan harp ehlinden birine vasiyette bulunsa, bu vasiyet de mirasın üçtebirinde geçerlidir.

Çünkü artık o ülke îslâm yurdu olmuştur ve orada İslamın hükümleri yü­rürlüktedir. O halde bu mal konusunda da İslâmm hükümleri uygulanır ve İslâmın hükümlerine göre vasiyet malın üçtebirinden alınır.

Ama mirası taksim etmiş, paylarına düşeni kabzetmiş, vasiyeti iptal etmiş, sonra müslüman olmuşlarsa, vasiyet

geçersiz olur.

Çünkü bu malda onların hükümleri uygulanmıştır ve müslüman olmala­rından sonra İslâmın hükümlerini, İslâm olmalarından öncesi için yürürlükte sa­yamayız.

Nitekim İslâmın öngörmediği bir şekilde mirası taksim etmiş, sonra da îslâmı kabul etmiş olsalar, o taksime müdahale edemeyiz. Burada da durum aynıdır.

Başarı Allah'tandır.[31]

 

Zimmi Olduğunu İddia Eden Esirin İddiası Ne Zaman Kabul Edilir?

 

Bu ifadelerle bu konu "ez-Ziyadâf ta işlenmiştir. Ayrıca bu konuyla i,güi meseleler bu kitapta da ele almm.ştır. Bu nedenle onları burada tekrar etmiyoruz Başarı Allah'tandır.[32]

 

Harp Yurdunda Mal Ve Cana Verilen Zararlarla İlgili İtiraflara Dair Meseleler

 

4123- Harp ehlinden biri İslâmı kabul eder yahut zimmî olur veya eman alarak ülkemize girer ve biri ona: Harp yurdunda iken elini kestim, ya da: Sen harb ehlin­den iken şu binliği senden aldım ve artık o benimdir veya: Senden bin dirhem aldım ve onu harcadım, yahut: Şu oğlunu harp yurdunda esir aldım derse ve müslüman da: evet, bütün bunları ben İslama girdikten sonra yaptın, derse, Ebû Hanife ve Ebû Yûsuf'a göre -Allah ikisinden de razı olsun- müslüman ve zimmînin bu konuda söyle­diği kabul edilir. Ama bunları yaptığını ikrar edenin sözü kabul edilip kesilen elin diyeti alınmaz. Sadece çocuğu ve elinde mevcut olan bini alır.

Muhammed'e göre ise, ikrar edenin sözü kabul edilir, ama kendisinden hiçbir şey geri alınmaz. Ancak imamların üçü de, ikrar eden kişinin elinde mevcut bulunan mal alınarak sahiplerine iade edilir ama paralar konusunda söylediği tasdik edilmez, diye sözbirliği etmişlerdir. Çünkü bu mal ve paraların o kişiye ait olduğunu ikrar etmektedir. Bunu ikrar ettikten sonra artık bunlar kendi mülkiyetine geçemez.

Harcadığını söylediği paralar konusunda ise, Muham­med'e göre ikrar eden kişinin sözü kabul edilir. Çünkü ikrarına ilave olarak tazmin etmesini gerektiren hususu reddetmekte ve normalde de ele geçen para zaten harcanır. Böylece tazmin etmesini gerektiren durumu reddetmektedir ve onun dediği kabul edilir, hiçbir şeyi de tazmin etmez.

Aynı şekilde kişi, çocuk yaşta iken veya uyuyorken ka­rısını boşadığıni söylediğinde de dediği kabul edilir ve o da bu dedikleriyle boşamayı reddetmektedir.

Ebû Hanife ve Ebu Yûsuf a göre ise, cinayeti ikrar edip sonra bu cinayetin hükmünü mülkiyetle ortadan kaldırmayı gerektiren bir söz söylediğinde sözü kabul edilmez. Mesela kişi: Senden bin dirhem aldım, çünkü senden bin hem alacağım vardı, derse ve diğeri bunu reddederse, o bin dirhemi geri vermek mec­buriyetindedir. Çünkü cinayeti, yani bu parayı ondan aldığını ikrar etmektedir. Sonra da bu bin dirhemin aslında kendi mülkiyetinde olduğunu söylemekle ci­nayete taalluk eden hükmün artadan kalktığını iddia etmektedir. Bu nedenle bu konudaki iddiası kabul edilmez. Bu meselemizde de durum aynıdır. Bu konunun değişik meseleleri vardır ve bunlar "ez-Ziyadât" ta ele alınmıştır.

Başarı Allah'tandır.[33]

 

Kişi İslama Girdiğinde Mülkiyetinde Mallar Kendisine Aittir

 

İmam Muhammed -Allah kendisine rahmet etsin- senediyle şunu rivayet et­mektedir:

4124- Tavus'tan, o da babasından Muaz'a yazdığı mek-tupda şöyle dediğini nakletmektedir: "Her kim daha önce hür olan  veya mustazaf bulunan komşuları  köle edinirse, eğer onları evinde zaptetmiş ve sonra İslama girmişse, ye­nilgiye uğrattığı bu kimseler kendisinin kölesidirler. On­lardan   her   kim   serbest   olup   haraç   veriyor   idiyse,   o hürdür.

Burada köleleştirmek anlamında "İstihmar" kelimesi kullanılmıştır. Kitapta da bu kelime bu şeklide açıklanmıştır. Bu açıklama, Ebû Ubeyde'nin "Garîbu'l-Hadis" kitabında Abdullah b. Mübarek'in açıklamasına benzemektedir. Bu söz­cük, Yemen lehçesinde kullanılmaktadır. Muhammed b. Kesîr, kişi diğerine 'ah-mirnî keza" dediğinde, onu benim mülkiyetime ver, onu bana hibe et, demek is­temektedir. Ayrıca mesele, Muaz'm mektubunda anlatıldığı gibidir. Çünkü onları kendi evine hapsetmiş ve yenilgiye uğratmişsa, onlara malik olmuş ve onları ken­disine köle edinmiş olur. Bu durumda iken İslama girdiğinde mülkiyetindekiler, mülkiyetinde olmaya devam ederler.

Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Bir mala sa­hip iken İslama giren kişi, o malı kendisine aittir. " Ama kişi serbest olup haraç Ödüyor idiyse, o hürdür. Çünkü o sırada mülk değildi. Devlet gücü ile kendisine hakimiyet ku­rulmuş olması ve kendisinin devlet gücüne boyun eğmesi, köle olduğuna delil değildir. Çünkü her müslüman devletine itaat eder ve devlet başkanının velayeti altındadır. Ama devlet başkanına itaati ve onun velayetinde bulunması, devlet başkanının kölesi olduğu anlamına gelmez. Burada da durum aynıdır.

4125- Ruhhac,  Zâbulistan  ve  berisindeki  bölgelerin halklarının  da  durumları böyledir. Bu  bölge  halklarını

Türkler yenilgiye uğratmış ve onları kendilerine köle yap­mışlardır. Onlardan dilediklerini köle olarak satıyorlar. Şimdi Türklerle o yöne halkı İslâmı kabul edecek olur­larsa, bu bölge halkı Türklerin köleleri olarak devam ederler.

Başarı Allah'tandır.[34]

 

Harp Ehlinden Eman Alarak İslam Ülkesine Giren Kişinin Haraç Ödeyip Ödememesi

 

4126- İmam Muhammed dedi ki: İsmail b. Ayyaş, Ab­dullah b. Yesar es-Sülemî'den şöyle dediğini bildirmektedir: Bazı kimseler, Bizans'ın ileri gelenlerinden bazıla­rını esir aldılar. O esir alınanların bazı akrabaları eman alarak onlarla birlikte İslâm yurduna geldiler. Şam'a gel­diklerinde bu kimseler esir akrabalarıyla birlikte burada yerleştiler. Ancak haraç ödemediler. Bunun üzerine Ömer b. Abdilaziz onlar hakkında şunu yazdı: Onlara haber ve­rin, dilerlerse bizim vatandaşımız olan zimmîler gibi onlar da haraç Öderler. Bu hakkı onlara tanıyoruz. Değilse, eman içerisinde onları ülkelerine gönderin.

Şüphesiz bu konudaki hüküm, Ömer b. Abdilaziz'in belirttiği gibidir. Buna göre darulharpten biri, ülkemizde oturumunu uzatacak olursa devlet başkam kendisine şöyle der: Bu günden itibaren bir yıldan fazla bir gün dahi ülke­mizde kalacak olursan, senden haraç alırım. Bir yılı aşa­cak şekilde ülkemizde kaldığı takdirde artık o zimmîdir, kendisinden haraç alınır ve ülkemizi terketmesi yasakla­nır. Ama bu süreden önce ülkemizi terketmek isterse, ken­disine engel olunmaz.

Bunun bir yıl ile takdir edilmesi, bir yıldan önce İslâmın oruç ve zekât gibi hükümlerinin gerekli olmaması sebebiyledir. Yıl tamamlandığı takdirde müslüman İslâmın bu gibi hükümlerine muhatap olur. Böylece bir yıldan az bir müddet kal­ması az bir müddettir, bir yıldan fazlası da fazla bir müddettir. Ülkemizde bir yıl ikamet edecek olursa oturma müddeti uzundur, demektir. O zaman kişi zimmî olur ve kendisinden haraç alınır.[35] Başarı Allah'tandır.[36]

 

Müslümanın Harp Yurdunda Bulunan Gayri Menkulü

 

Muhammed ve Ebû Hanife -Allah ikisinden de razı olsun- dedi kî:

4127- Müslüman biri eraan alarak harp yurduna girip orada ticaret yapsa ve atlar, silah, evler ve benzeri şeylere sahip olacak olsa, sonra müslümanlar o ülkeyi fethetseler, adamın sahip olduğu gayri menkuller dışındaki malların tamamı kendisine aittir. Gayri menkuller ise müslüman-fara fey' olur.

Çünkü tarla dışında kalan mallan kendi elinde bulunmaktadır ve kendi elin­de bulnanlar ganimet değildir. Tarla ise, o ülkenin krallarının mülkiyetinde bu­lunmaktadır ve onların mülkiyetinde bulunan şeyler ganimettir. Ebû Yûsuftan gelen rivayet ise bundan farklıdır. Ona göre harp yurdunda İslâmi kabul eden kimsenin mülkiyetindeki tarlası, müslümanlarm o ülkeyi fethetmelerinden sonra da kendisine aittir. Yani tarlası da fey1 olmaz. Ebu Yûsuftan gelen bu rivayete kıyas yapıldığında eman alarak harp yurduna giren bu müslümanm, menkul mal­lan gibi tarlası da fey' olmaz.

Muhammed, kitabında şunu da rivayet etmektedir:

4128- Abdullah b. Mübarek'ten, Vadîn b. Abdillah el-Hûlânî'den, Muhammed b. Velîd ez- Zühri'den, Hişam' dan ve o da Said b. EI-Müseyyeb'den Peygamber (s.a.v) in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:  "Müşrikler birine bir tarla bağışlayacak olursa, tarla onun olmaz". Ayrıca şöyle bir rivayet de nakletmektedir: "Müşrikler binine bir ev bağışlayacak olursa, ev onun olmaz"

Peygamber (s.a.v) bu hadisiyle, bağışlamalarından dolayı o kimsenin o ev veya tarlaya sahip olmayacağını antamış değildir. Sadece o ev ve tarla üzerindeki mülkiyetinin devam etmeyeceğini belirtmiştir. Müslümanlar orayı fethedecek ol­salar, bağışlanan bu tarla ve ev müslümanlara ait ganimet olur.

Başarı Allah'tandır.[37]

 

Kralın Kendi Vatandaşları Hakkında Yapabileceği Şeyler Ve Vatandaşlarından Köleleşterdiği Köleleri

 

Muhammed b. Hasan -Allah kendilerinden razı olsun- şöyle dedi:

4129- Düşmandan bir topluluk düşman başka bir top­luluğu yener ve onları kiralın köle ve cariyeleri yapar, sonra da halkıyla birlikte İstâmı kabul edecek olurlarsa, kendilerine karşı savaştığı ve mağlup ettiği askerleri hür olurlar.

Çünkü bunlar krala mağlup olmuş değil, sadece kendisine  boyun eğmiş­lerdir. Krala boyun eğmiş kişi, kralın kölesi değildir. Nitekim müslüman da kendi devlet başkanına itaat etmektedir ve onun kölesi değildir. Bunlar, hem İslâmı kabul etmezden Önce hür idiler ve İslâmı kabul ettikten sonra da hürdürler. Mağlup  olup  kralın  köle edindiği kimselere  gelince;

İslama girmezden önce de onlar köledirler, İslâmı kabul ettikten sonra da köle olarak devam ederler.

Çünkü krala mağlup olmuşlardır. Onlardan mağlup olanlar, köledir. Kendi krallarının köleleridir. Kıral İslâmı kabul ettiği takdirde, kendi kölesi durumunda olanlar onun kölesi olmaya devam ederler. Daha önce bu konuda bir hadis nak­letmiştik. Sözkonusu hadiste, islâmı kabul eden kimsenin, mülkiyetende bu­lunanların onun mülkiyetinde olmaya devam edecekleri belirtiliyordu.

4130- Kral ölüm döşeğinde kölelerini mirasçılarından sadece bazılarına miras olarak bırakır ve kendilerine teslim edecek olursa, bakılır; müslüman veya zimmet ehli ol­mayı kabul etmeden önce bu uygulamayı yapmışsa, ondan sonra   da   oğlu   müslüman   olmuşsa,   kralın   uygul-ması geçerli olur

Çünkü bu uygulamayı yaptığında kendisinin hükümleri geçerliydi. Müslü­manların kendisi üzerinde herhangi bir hakimiyetleri bulunmuyordu. Bu nedenle uygulamasına itiraz edilmez ve uygulaması geçerlidir.

4131- Ama müslüman veya zimmî olduktan sonra bu uygulamaya gitmişse, bu yaptığı geçerli değildir. Malının tamamı, Allah'ın belirlediği şekilde mirasçıları arasında dağıtılır.

Çünkü bu yugulamaya gittiğinde îslâmın hükümleri kendisi hakkında geçerlidir. Bu nedenle uygulamaları, İslâmın hükümlerine uygun olmalıdır. İslâ-mın hükümlerine göre onun bu yaptığı bir haksızlıktır ve müslümanlar bu haksız­lığı düzeltirler.

4132- Ölüm döşeğinde iken mülkünü çocukları arasın­da taksim edip ülkesinin her bir bölgesini bir oğluna verir ve bir oğluna merkez bölgeyi ve köleleriyle cariyelerini bırakacak olursa bakılır; bütün bu kararları müslüman ol­madan önce vermişse bu uygulaması geçerlidir. Ama islâ­mı kabul ettikten veya zimmî olduktan sonra bunu yap­mışsa, uygulaması geçersizdir. Bütün köle ve cariyeleri de mirasçıları arasında taksim edilir.

Çünkü bu uygulamada mirasçılarım eşit tutmamış, birini diğerlerinden üstün tutmuştur. İslâmın hükümlerine göre bu yaptığı batıldır. "Bütün köle ve ca­riyeleri, mirasçıları arasında taksim edilecek bir mirastır" sözüyle şunu anlatmak istemektedir:

Hasta kişi, mirasından bir şahsı mirasçılarından birine pay olmak üzere ve­rirse veya mirastan bir hakkı olarak ona verilmesini vasiyet ederse, bu geçersiz olup kesinlikle caiz değildir.Onun için bötün köle ve cariyeleri mirasçıları arasında paylaşılmak üzere   miras olarak kalırlar.

4133- Kral, malının tamamını oğullarından birjne ver­miş ve ölümünden sonra diğer oğlu kardeşine saldırarak öldürmüş veya İslâm yurduna sürmüş ve malına el koy­muş, sonra da hepsi İslâmı kabul etmişlerse, malın tama­mı galip gelen kardeşe aittir ve kölelerin tamamı sadece onun köleleridir.

Çünkü harp yurdunda galip gelmek, düşman biri için mülkiyet sebebidir. Galip gelen kardeş, kardeşinin mülkiyetinde bulunan bütün köleleri İslâmı kabul etmezden önce kendi mülkiyetine geçirmiştir. İslâmı kabul ettikten sonra da kendişinin mülkiyetinde olmaya devam ederler. Ama İki kardeş müslüman olduktan sonra bunu yapmışsa, kardeşinin mülkiyetine iade edilirler. Çünkü bir müslü­man, galip gelmekle diğer müslümamn mallanm kendi mülkiyetine geçiremez.

4134- Galip gelen kardeş müslümanlarla savaş halinde olup yenilgiye uğrayan kardeş de müslüman idiyse, galip olanı sonradan müslüman olur veya zimmîliği kabul ede­cek olursa, ele geçirdiği mallar yine kendisinindir.

Çünkü harp ehlinden kişi, yabancı bir müslümanın malını zorla ve ona ga­lebe çalarak mülkiyetine geçirebilir. Harp yurudunda bulunan müslüman karde­şinin malı da kendisi için aynı durumdadır.

4135- Müslümanlar o köleleri ele geçirecek olsalar, ye­nilgiye uğrayan kardeş taksimattan sonra onları bulacak olursa, birşey ödemeksizin onları geri alabilir. Ama tak­simat yapıldıktan sonra onları bulacak olursa değerlerini ödeyerek  geri alabilir.

Nitekimz yabancı biri onları yenilgiye uğratmış olsaydı, müslümanlarm onları ele geçirmelerinden sonra da durum buydu.

Muhammed dedi ki: Müslüman bir tüccar, galip gelen bu kardeşten o kölelerin bir kısmını satın alacak olursa,bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü galip gelen kardeş, zorla onları mülkiyetine geçirmiş ve sair mallan gibi onları da mülkiyetine katmıştır. Bu sebeple bu köleleri ondan satın almakta bir sakınca yoktur.

4136- Onları İslâm yurduna getirdiği takdirde yenilgiye uğrayan kardeş muhayyerdir» dilerse değerlerini ödeyerek onları alır, dilerse de terkeder. Galip gelen kardeş müs­lüman olarak bu işi yapar ve o sırada yenilgiye uyğrayan kardeşi de müslüman ise, müslümanlarm o köleleri satın almaları doğru değildir. Çünkü galip gelen kardeş galip gelmekle onları kendi mülkiyetine geçirmiş

değildir. O köleleri gasbetmiştir ve gasbedilmiş birşeyi ğaspeden kişiden satmamak helal değildir. O kölelerden birini satınalip onu İslâm yurduna getir­diği takdirde yenilgiye uğrayan kardeşe onu karşılıksız olarak iade eder.

Çünkü o köle, yenilgiye uğramış kardeşin mülküyetindedir ve ona geri ve­rilmesi gerekir.

4137- Bunu kardeşine yaptığı zaman galip gelen kar­deş müslüman ise, kardeşi de müslüman veya zimmi olup sürgüne göndermiş ve köleler üzerinde bir tasarrufta bu-lunmamişsa,, sonra galip gelen kardeş irtidat edip darul-harbe iltihak etmiş, müslümanlarla savaşıp köleleri ele geçirmiş ve ülkesinde küfür hükümleri egemen olmuşsa, daha sonra nıüslümanlar o ülkeyi fethetmiş ve esirlerden bir miktar almışsa, yenilgiye uğramış olan oğul taksi­mattan önce kendisinden alınmış olanları bulursa ücretsiz olarak, taksimattan sonra bulursa ücretini vererek alabilir.

Çünkü galip gelen kardeş irtidat edince harp ehlinden olmuştur ve ülkesi de harp yurduna dönüşmüştür. Böylece o köleler, harp yurdunda düşman birinin elinde korunmaya alınmış müslüman birinin malıdırlar. Müslümanlar oraya galip gelerek o köleleri taksim etmişlerse, kendileri için ganimet olurlar ve önceki sa­hipleri ancak değerlerini ödeyerek onları geri alabilir.

Allah en iyi bilir.[38]

 

Esirleri Birbirlerinden Ayırmak

 

İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:

4138- Harp yurdundan esir alınan esirlerin tamamı bü­yük kimseler ise, gerek satıldıklarında ve gerekse taksim edildiklerinde onları birbirlerinden ayırmakta bir sakınca yoktur. Kardeşler veya anne ve çocukları yahut baba ve çocukları da olsalar onları birbirlerinden ayır-makta sa­kınca yoktur.

Kıyasa göre, yakın akrabaları birbirinden ayırmak mekruh değildir. Çünkü ayrılmalarının engellenmesi durumunda mülk sahibi, kedi mülkünde tasarruf im­kânından mahrum kalır. Birşeyin yasaklanması şeriatça belirlenir. Şeriat, küçük­lerin veya biri büyük diğeri küçük olanları birbirlerinden ayırmanın mekruh oldu­ğunu söylemektedir. Ama esirlerin ikisi de büyük ise, şeriata göre birbirinden ayırmakta bir sakınca olmaz.

İkisi de küçük oldukları takdirde, onlardan herbiri diğeriyle teselli bulur. Birbirlerinden ayrıldıkları takdirde herbiri yalnızlık hisseder ve küçük çocuğun kalbi buna dayanamaz. Bu durum helakine bile sebep olabilir. Büyük oldukla­rında .ise böyle bir şey sözkonusu değildir.

4139- Ancak anne ve küçük çocuğu, iki küçük kardeş, biri küçük diğeri büyük kardeşler ya da küçük çocukla birlikte küçük yahut büyük halası veya teyzesi birlikte bu­lunuyorsa, gerek taksimatta ve gerek satışta onları birbirlerinden ayırmak caiz değildir.

Çünkü İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- es-Siyeru'1-Kebir'de isnadıyla Huyay b. Abdillah'tan ve o da Ebu Abdurrahman el-Cili'den şöyle ri­vayet etmektedir: Ebû Eyyüb el-Ensâri ile birlikte bir gazvede bulunuyorduk, Peygamber (s.a.v) in şöyle buyurduğunu duyduğunu bize aktardı: "Her kim baba ile oğlunu birbirinden ayınrsa Allah da kıyamet günü o kimseyi sevdiklerinden ayırsın."

Yine rivayet edilir ki: Peygamber (s.a.v) e esirler getirildi. Aralarında bir-kadın ağlıyordu. Peygamber (s.a.v): Niçin ağhyorsun? dedi. Kadın: Oğlum Absoğullarma satıldı, karşılığını verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Ebû Useyd el-Ensârî'ye şöyle emir verdi:" Anayla oğlunu birbirlerinden ayırdın. Gi­deceksin ve bu kadının oğlunu getireceksin." Ebû Useyd gitti ve kadının oğlunu getirdi.

Hz. Ömer'in de valilerine şöyle yazdığı rivayet edilmektedir: Kardeşleri bir­birlerinden ayırmayın. Anne ile çocuğunu birbirlerinden ayırmayın.

Tabiatıyla birbirlerinden ayırmayın, derken ikisinin küçük yahut birinin küçük ve diğerinin büyük olması durumunu kasdetmektedir.

4140- Birbirleriyle  evlenmeleri yasak  olmayan  akra­balar iseler: Mesela amca çocukları yahut dayı çocukları olup ikisi de küçük iseler veya biri küçük diğeri büyük olursa, gerek satışta ve gerek taksimatta bunların birbirlerinden ayrı düşmelerinde bir sakınca yoktur.

Çünkü ahkâm açısından bunların yakınlığına itibar edilmez. Bu akrabalar biri erkek diğeri kız olduklarında birbirleriyle nikah I anabilirler. Yine bunlardan biri, diğerinin malım çaldığında eli kesilmektedir. Görüldüğü gibi ahkâm açısından bunlar birbirlerine yabancı mesabesindedir ve yabancıları birbirlerinden ayırmakta bir sakınca yoktur.

4141- Karı koca esir alındıklarında ister büyük, ister küçük olsunlar birbirlerinden ayırmakta sakınca yoktur.

Çünkü belirttiğimiz sebepten dolayı şeriat onları birbirlerinden ayırmayı çirkin görmemektedir. Ama şeriat ayırmayı kerih görüyorsa onları ayıramayız.

Şeriat, sadece soy bağı olanların ayrılmasını uygun görmemiştir. Sonradan oluşmuş bağlar, ayrılmalarına engel değildir. Ebû'l-Haryr'dan nakledilen şu rivayet

buna delalet etmektedir. Ebû'l Hayr diyor ki: Gazvelerde ana ile çocuğunu bir­birlerinden ayırmazdık. Ancak kadm ile kocasını birbirlerinden ayırırdık.

Kan-koca birbirlerinden ayrıldıklarında bu ayırma ister satış sebebiyle, ister taksimat sebebiyle olsun kadın kocasından nikâh açısından ayrılmış olmaz. Çünkü birlikte esir alınmışlardır ve ayrı ülkelerde değillerdir. O halde satış da, taksimat da nikâhlarını iptal etmez.

4142- Koca ölüp ardından hür bir kadın bırakmışsa ve kadının küçük bir kızı bulunup kızın amcası da onlarla birilkte esir alınmışsa, kız erginlik çağına ermedikçe anne­siyle birliktedir. Erginlik çağına erdikten sonra amcanın hakkı, annesinin hakkından önce gelir.

Çünkü amca, baba mesabesindedir. Kız buluğ çağına erdikten sonra baba daha çok hak sahibidir. Amcanın durumu da böyledir.

Ancak annenin kız çocuğunu ziyaret etmesi akrabalık bağının gereğidir ve bu bağı gözetmek vaciptir.

Ne kadar müddet içerisinde ziyaret etmesi geriktiği hsusunda ihtilaf vardır. Ebû Yusuf a göre ayda bir defa. Muhammed'e göre ise ayda bir veya iki defa zi­yaret eder.

Koca evine giden kadın için de aynı müddet geçerlidir. Koca, karısının an-nebabasını ziyaret etmesini engelleyebilir. Ancak annesi ile babası kızlarını ziyaret ederler. Yine Ebû Yusuf a göre ayda bir defa, Muhammed'e göre ise bir veya iki defa ziyaret ederler. Bu müddetten daha kısa bir müddet içerisinde onu ziyaret etmek isterlerse, koca buna engel olabilir. Ayrıca kocasının huzurunda ziyaretine gelirler. Koca hazır değilse ziyaret edemezler. Çünkü böyle bir durumda kızları­nın kafasını karıştırıp onu kocasına karşı kışkırtabilirler.[39] Allah en iyi bilir.[40]

 

Satışta Köleleri Hangi Durumlarda Birbirlerinden Ayırmak Caiz Değildir.

 

"Ziyadâfta bu konu ayniyle geçtiği için onu burada tekrar etme ihtiyacı duymuyoruz.

Başarı Allah'tandır.[41]

 

Allah Yolunda Vasiyet

 

Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:

4143- Biri hastalığı sırasında: "Malımın üçtebîrini Allah yolunda vasiyet ediyorum" deyip sonra vefat edecek olsa, yaptığı bu vasiyet geçerlidir.

Çünkü malının üçtebirini ibadet ve taat yolunda vasiyet etmiştir. Allah'ın emirlerine her itaat, Allah yolundadır. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v) şöyle bu­yurmaktadır: "Allah yolunda yaşlanan kişinin saçlanndaki beyazlık, kıyamet gününde nurdur. "Hadiste Allah'a itaattaki yaşlanmayı kastetmektedir.

Nitekim başka bir rivayette şöyle denilmektedir: İslâmda yaşlanan kişinin saçlanndaki beyazlık..." Bu hadiste de kastedilen Allah'a itaat uğruna meydana gelen yaşlılıktır. Bu şekilde vasiyet eden kişi, malını Allah'a itaat yolunda vasiyet etmektedir. Her ne kadar bu vasiyette kendisine vasiyet edilen kişi belli değilse de, vasiyet genel olarak caizdir. İmam Muhammed sözüne devam ederek şöyle demektedir:

Malının üçtebiri, Allah yolunda cihad eden fakir ga­zilere verilir.

Çünkü her hayır ve itaat, Allah yolunda ise de, söz mutlak olarak söylendiğinde Allah yolunda savaş ve cihad kastedilmektedir. Yüce Allah: "Allah yolunda savaşın" buyurmakta ve bununla cihadı kasdetmektedir. Böylece ölen kişinin kasdı, malının üçtebirisinin savaşa harcanmasıdır. Bu sebeple niyet ve kasdettiği yere harcanır. Malının üçte birisinin fakir gazilere verileceğini söylemiştik. Bu vasiyetten alan gazi, Allah yolunda cihada çıkmadan Ölecek olsa da kendisine o vasiyetin verilmiş olması geçerlidir ve ardından bıraktığı malı mirasçılarına verilir. Mirasçılar bu malı aldıktan sonra dilerlerse savaşa giderler, dilerlerse gitmezler.

Çünkü vasiyet eden kişi, malının üçtebirini Allah yolunda sadaka kılmıştır. Sadaka ise, ihtiyaç sahiplerinin mülkiyetine verilir. Yüce Allah: "Sadakalar fa­kirleredir" buyurmaktadır. Âyetin devamında sadakanın Allah yolunda harcana­cağını da belirtmektedir. Sadakanın sıhhatninin şartı, fakirlerin mülkiyetine verilmesidir. Aynı şekilde malın üçtebiri, Allah yolunda verildiği takdirde, mülkiyte geçirilen sadaka olur. Sadakanın kendisine verildiği kimsenin mülkiyetine geç­mesi ise, o sadakayı teslim almasıdır. Teslim aldıktan sonra ölürse ondan miras olarak kalır. Ondan sonra mirasçılar dilerlerse cihada giderler, dilerlerse git­mezler.

Çünkü o malı sadaka olarak vermek vacip olmuştur. O malı almış olan kişi açısından vasiyet sahibinin vasiyeti, danışmada ölen kişinin önerisi mesabe­sindedir. Mesela biri malını hayatta iken birine veriyor ve kendisine: Bu mal artık senindir, dilersen onunla hacca gidersin, dilersen savaşa katılırsın, diyor. Hacca gitme ya da savaşa katılma önesirisi ne ise, vasiyet de bu konumdadır.

4144- Aynı şekilde biri diğerine bir ev vererek içinde otur, diyor. Bağışlayanın bu sözü bir öneriden ibarettir. Kendisine mal bağışlanan kişi, dilerse onu başka şekilde lıacrayabilir. Burada da durum aynıdır. Kişi onu temellük ettikten sonra dilediği şekilde harcar. Mirasçıları da dî-ledilkerî şekilde harcarlar. Yine bu vasiyet edilen mal fa­kir birine verilecek olsa, o fakir kişi malın bir kısmıyla borcunu ödeyebilir, bir kısmıyla çoluk çocuğunun nafa­kasını karşılayabilir, bir kısmı ile de Allah yolunda savaşa gidebilir.

Bütün bu harcama şekilleri, Allah yolunda harcama sayılır .Çünkü ailesinin masraflarını karşılamadan, üzerindeki borçlarım ödemeden ve yolda kendisine masraf olması için bir kısmım yanına almadan kişinin savaşa çıkması mümkün değildir. Bilinen savaşa gitme budur ve bunda bir sakınca yoktur.

Hac yolunda bulunan fakir bir hacıya sadaka yollu ve­recek olsa, bu da caizdir.                                                         , Çünkü hac yolunda da sadaka gider. Daha önce bu sözün kapsamına her türlü hayır ve itaatin girdiğini belirtmiştik. İbnu Sîrîn'den yapılan   rivayet buna delalet etmektedir. Sözkonusu    rivayette İbnu Şîrîn şöyle demektedir. İbnu Ömer'e -Allah ikisinden razı olsun- sormuş: Adamın biri bana bir mal vasiyet etti, onu hac için verebilir miyim? Hac, Allah yolundadır, dedi. Yine rivayet edilir ki biri, Allah yoluna bir kılıç adadı, Hz. Ebû Bekir bu kılıcı bir hacıya verdi. Ancak daha faziletli olanı, onu muhtaç durumdaki bir mücahide vermektir. Çünkü Allah yolunda, denilip mutlak olarak söylendiğinde savaş ve cihad kastedilir. O halde o yolda malı harcamak evladır. Bunun benzeri, âlimlerimizin şu görüşüdür: Biri malının üçtebirini Mekke fakirlerine vasiyet edecek olsa, o malı başka fakirlere vermek caizdir, ama Mekke fakirlerine vermek evlâdır.

4145- Said b. Müseyyeb'e, Allah yolunda harcamak ü-zere birinin  diğerine mal vermesi soruldu. Şöyle  dedi: Kendisine   mal    verilen   kişi,   düşmana   karşı    cephede kazılmış siperlere ulaştığında o malı mülkiyetine geçirmiş olur.

Bu durumda Said b. Müseyyeb'e göre, o malın mülki­yetine geçmesi, siperlerin bulunduğu yere ulaşması şar­tına bağlıdır.

Bize göre ise siperlere varmadan önce de o mal mülki­yetine geçmiştir. Çünkü verilen bu mal sadakadır ve tes­lim alındığında mülkiyetine geçmiştir.

Herhalde Said b. Müseyyeb bu şartı savaşçının o vasi­yete malik olması anlamında değil, başka ihtiyaçları için harcama yapmaması için koşmuştur. Çünkü siperlerin yanına gelmeden önce o maldan ihtiyaçlarını karşılanışı yahut onu aile fertlerine bırakması sözkonusu olabilir. Ama siperlerin yakınlarına geldiğinde artık onu sadece cihad için harcayabilir. Bu şartı koşmasının sebebi, o malı sadece cihad yolunda kullanmasını sağlamaktır.

4146- Zeyd b. Eşlem babasından şunu rivayet etmek-terir: Hz.Ömer birine Allah yolunda savaşa gitsin diye bir at verdi. Adam atı elinden çıkardı. Hz. Ömer, verdiği atı ondan satmalmak istedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v) ona şöyle dedi: "Verdiğin sadakadan   cayma. Sadakasın­dan cayan kişi, kusup kusmuğunu yalayan köpeğe ben­zer."

"Atı elinden çıkardı" derken, kendisine verdiği atı ada­mın sattığı ya da herhangi birşeküde mülkiyetinden çıkardığını kasdetmektedir. "Allah yolunda onunla savaş­sın" derken de o atı vakfettiği anlamınd değil, sadaka ola­rak verdiği anlamındadır. Çünkü vakfetmiş olsaydı, o kşinin o atı satması caiz olmazdı. " Ömer, onu satınalmak istediğinde Rasulülllah (s. a.v)'in: 'verdiğin sadakadan cayma" demesi ise, bazı kimselerin ileri sürdükleri görüşe delildir. Çünkü bu âlimlere göre birine sadaka olarak bir at verip onu ya kendisine verdiği kimseden veya bir baş­kasından satınalması mekruhtur. İbni Ömer'in görüşü de budur. Hatta İbni Ömer'e göre değerinin kat kat üstünde bir fiatla da olsa satınalması mekruhtur. Çünkü peygam­ber (s.a.v) Ömer'i, sadaka olarak verdiği atı satınal-maktan sakındırmış ve bunu sadakadan geri dönüş olarak nitelemiştir. Sadakadan geri dönmek ise, haramdır.

Bize göre ise, mekruh değildir. Çünkü bu bir değiş tokuştur, geri dönmek değildir.

4147- Rabia b. Abdillah b. el-Hüzeyl'in şöyle dediği nakledilmektedir: Ömer b. Hattab -Allah kendisinden razı olsun- bir deve veya başka birşeyi Allah yolunda vermek istediği zaman, verdiği kişiye şöyle derdi: Mısır yolunda Vadi'1-Kura veya çevresine vardığında dilediğini yap.

Bazıları bunun Hz. Ömer'den muvakkat bir temlik olduğunu söylemişlerdir. Yani Vadi'l-Kura'ya varıp orayı geçtiğinde sana verdiğim bu şey artık senin mülkiyetine geçmiştir. Kişinin başka birine "Yarın falan kişi gelecek olursa, bu ev ona sadakadır" demesi gibi. Vadiyi geçtik- » ten sonra onun mülkiyetine geçtiğine göre, şimdiden onun mülkiyetinde değildir, demektir.

Bazılarına göre ise, Hz. Ömer, o anda o şeyi onun mülkiyetine veriyordu. Bu şartı koşmuş olması, verdiği şeyi o şahsın kendi ihtiyaçlarına harcamaması ve savaşa gitmesini teşvik içindir. Böylece koşulmuş olan bu şart bir öneri mesabesindedir.

İmam Muhammed, kendi isnadıyla İbni Ömer'den de şu rivayeti nakletmektedir: Vadi'l-Kura'ya vardığında diledi­ğini yaparsın. Yine Asım b. Küleyb el-Cermî, Ata b. Ebî Rabah'ın, "Malımın üçtebiri Allah yolundadır" diyen biri hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: "Allah'a itaatin her çeşidi, Allah'ın yoludur. Ama "Allah yolunda savaş içindir" demiş olsaydı, o zaman malının üçte birinin savaş konusunda harcanması gerekirdi.

İmam Muhammed şöyle demektedir: Böyle bir durumda Allah yolunda savaşan fakire verilmesi ve o maldan zen­gin olup Allah yolunda savaşanlara verilmemesi bize daha hoş gelmektedir. Çünkü "malımın üçtebiri Allah yolundadır" derken, sadaka olarak bu malı vermeyi kasdetmektedir. Sadakanın verileceği yer ise, diğer sadakalarda olduğu gibi fakir kimselerdir.

4148- Osman b. Ebi Şevde rivayet etmektedir: Kinaneli Kare bölgesinden olan iki kardeşten biri vefat etti. Vefat eden kişi, vefat etmezden Önce bir miktar dinarının Aliah yolunda harcanmasını vasiyet etmişti. Kardeşi o yıl sava­şa katılamadı. Bu nedenle o paralarla hacca gitti. Daha sonra o şahıs Hz. Ömer'le karşılaştı ve kendisine durumu anlattı.

Sen o dinarları kendine harca, kendine her dirhem har­cadığında kat kat, mükafatlandırılır, karşılığını verdi.

İmam Muhmmed, bu rivayetle ilgili olarak şöyle de­mektedir: Kardeşi muhtaç olup mirasçı değilse, vasiyet edilen dinarları kendine harcamasında bir sakınca yoktur. Çünkü kendisi de herhangi bir fakir gibidir. Ama zengin ise, kendine harcaması doğru değildir.

Çünkü vasiyet edilen bu dinarlar sadakadır ve sadaka fakirlere verilir, zenginlere değil.

Kendisi mirasçı ise, yine kendisine harcayamaz. Çünkü bu dinarlar vasiyettir ve Peygamber (s.a.v): "Mirasçıya vasiyet yok­tur." buyurmaktadır.

Başarı Allah'tandır.[42]

 

Allah Yolunda Vakfetmek

 

İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:

4149- Kişinin atını ve silahını Allah yolunda vakfedip: Bu, Allah yolunda cihada çıkacak kimseye vakıftır, demesinde ve atını bu işi yapacak birine yahut muhtaç olan birine vermesinde bir sakınca yoktur. Çünkü böyle dav­ranmak, insanı Allah'a yaklaştıran bir ameldir. Ashaptan Hz. Ömer, Ali, Abdullah b. Mes'ud ve tabiinden İbrahim en-Nahai ve Amir eş-Şa'bı'nin yaptıkları bir şeydir. Allah hepsinden razı olsun. Bu saydığımız kimselerin hepsi Allah yolunda vakıf yapmışlardır.

İmam Muhammed'in görüşüne göre burada bir proplem sözkonusu değildir. Çünkü ona göre bu konuda Örf bulunsun veya bulunmasın menkul eşya vakfedilebilir. Ebû Yusuf'un görüşü de budur. Çünkü ona göre menkul eş­yanın vakfı örfte sabit ise caizdir. Örfte menkul vakfe-dilmiyorsa geçersizdir.

Sahabe ve tabiînin örfünde menkul vakfedilğidine göre onun görüşü de menkulün vakfının caiz olduğu doğrultusundadır. Sahabe ve tabiînden silah, bir de savaşta bini­len binek hayvanlarını vakfedenler olmuştur. O halde Ebû Yusuf'un görüşüne göre silah ve binek hayvanlarının vak-fedilmesi caizdir. Bunların dışında kalan menkul eşyanın vakfedilmeleri ise caiz değildir.

Ebû hanife'ye göre ise, böyle bir vakıf vakıf değildir. Kişi, menkul eşyası için ben bunu vakfettim derse, o şey üzerindeki mülkiyeti zail olmaz. Dilediği zaman onu sa­tabilir ve vefatından sonra o şey mirasçılarına miras olarak kalır. Yapmış olduğu vakıf, iğreti verilmiş birşeyden ibarettir. Bu şekilde verilmiş olan menkul şeylerden yararlanmak ise, onun görüşüne göre sair vakıf şeylerden yararlanmak gibi caizdir.

Ayrıca İmam Muhammed'e göre, menkul eşya diğer şeylerde olduğu gibi, kişiye teslim edilmedikçe vakfedelmiş sayılmaz. Çünkü onun görüşüne göre sair vakıflarda olduğu gibi vakfedenin vakfettiği şeyi elinden çıkarması ve onu vakıf islerini yürüten kişiye ya da kendisine vakfedeceği kimseye teslim etmesi şarttır.

Ebu Yusufa göre ise, vakfın sıhhati için teslim şart değildir. Şahit tu-iulmuş olması yeterlidir. Menkul eşyanın vakfedilmesinde de teslim, aynı şekilde şart değildir.

Ayrıca   sağlığı   yerinde   iken   malının   tamamını   vak­fedebilir.

Çünkü sağlıklı olan kişi, malının tümünü tebberru edebilir. Ama has­talığında ya da vefatından sonra malını vakfedecek olursa, diğer teberrularda olduğu gibi ancak malının üçtebirini verebilir. Çünkü hastalık sırasında yapılan te-^errülar vasiyyattİr ve vasİyyet, malın ancak üçtebirini kapsayabilir.

4150- Herhangi bir şeyi Allah yolunda vakfeden kişi, malını kime vakfettiğini belirlemek için falan oğlu falana vakıftır, diyerek malı damgalayabilir. Ta ki vakfettiği şey kaybolduğunda ya da çalındığında sahibine iade edilsin. Sadaka olarak verilmiş develeri peygamber (s.a.v)'in biz­zat kendi eliyle damgaladığı rivayet edilmektedir. Hatta onun otuz bin sığır ve üçyüz at vakfettiği ve bunların ba­caklarına "Allah yolunda vakıftır" diye damga vurduğu ri­vayet edilmektedir. Yine Ömer b. Abdülaziz'in de Allah yolunda at vakfettiği ve bunların bacaklarına, Allah yo­lunda vakıf olduklarına dair damga vurduğu nakledilmek­tedir. Hayvanların bu şekilde damgalanmaları, her ne ka-   * dar onlara eviyet veriyorsa da bunda müslümanlann ya­rarlan vardır.

Çünkü hayvanlar üzererlerinde bir alamet taşıyorlarsa kimse onları gas-' etmeye veya çalmaya kalkışmaz.

4151- Hayvan kaybolacak olursa, taşıdığı  damgadan bilinir ve sahibine geri verilir. Müslümanların yararına olduğu takdirde özellikle yapılan iş dini işlerden biri ise, hayvanlara eziyet vermekte bir sakınca yoktur. Bazıları, İmam Muhammed ile Ebu Yusuf'un görüşlerinin böyle ol­duğunu, İmam Ebû Hanife'ye göre ise, hayvana damga ve işaret vurmanın mekruh olduğunu söyler.

Ayrıca damganın, hayvan toprakta debelenirken debe­lendiği tarafta olmasında bir sakınca yoktur. Çünkü sahibi ona damga vururken amacı, hayvanın tanınmasıdır, yoksa "Allah yolunda vakfedilmiştir" mührünü basarak, Allah isminin toprakta sürün­mesini sağlamak değildir. Kişinin Allah'ın isimini aşağılamak ya da buna önem vermemek gibi bir kasdı olamaz.

Bu anlattığımız, başka bir meseleyle ilgili cevabı da açıklamaktadır. Söz ko­nusu mesele şudur: Parmağında Allah'ın isimlerinden birinin yazılı bulunduğu bir yüzüğü olan kişinin tuvalete gitmesini ya da hanımına yanaşmasını âlimler mek­ruh görmüşlerdir. Allah'ın ismine saygı olarak bu sırada yüzüğü parmağından

çıkarması gerekir.

Ancak burada anlattığımıza bakıldığında gerek tuvalete giderken ve gerek hamımına yanaşırken sözkonusu yüzüğü kişinin parmağında taşımasında bir sakınca yoktur. Ne vak ki âlimler bunun mekruh olduğunu söylüyorlar.

4152- Süleyman b. Yesar'ın, bir illetten dolayı vakfe­dilen malın değiştirilmesinde bir sakınca görmediği, ama bir sebep yokken değiştirilmesini de meruh gördüğü ri­vayet edilmektedir. Hasam Basri'nin de sebep olmaksı­zın vakıf şeyin değiştirilmesini mekruh gördüğü, hastalık gibi bir sebep varsa değiştirilmesini mekruh görmediği

belirtilmektedir.

Çünkü onu vakfeden kişi, değiştirilmesi için değil, o haliyle onu vakfet­meye razı olmuştur. Ancak zail olması umulan hastalık gibi bir sebepten dolayı ise Ebu Yûsuf ve Muhammed'e göre değiştirilmesi mekruhtur. Ebû Hanife'ye göre ise, mekruh değildir. Çünkü ona göre vakfetmek zorunluluk ifade etmez. Hatta sahibi onu satabilir de. Sahibi onu satabildiğine göre onu geri alması yahut değiş­tirilmesi de caizdir. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre ise, vakıf olarak kalması zo­runludur. Sahibi hastalandıktan sonra onu satamayacağı gibi bir başkası da onu satamaz.

4153- Mekhûl'un da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hayvan cinsinden vakfedilmiş olanları satmayın ve onu değiştirmeyin. Çünkü hastalıklı olmadıkça değiştirilmesi caiz değildir. Mesela artık o hayvan savaşta kullanılma­yacak bir duruma düşmüşse veya yaşlanmişsa satılıp pa­rasıyla başka bir hayvanın satın alınmasında bir sakınca yoktur. Satılan hayvandan elde edilen parayla bir başka hayvan satın ahnamıyorsa, kişi o parayla Allah yolunda cihada gider.

Çünkü onu vakfeden kişinin kasdı, o hayvanın savaşta kullanılmasıdır. Kendisiyle savaşa çıkılmayacak duruma düşmüşse ve bu durumda da değiştiril­mesi caiz olmazsa, sahibinin hedefi kaçırılmış olur. Bu nedenle değiştirilmesinde bir sakınca yoktur.

Ebû Yusufun şöyle dediği rivayet edilmektedir: Vakf malın değiştiril­mesinde bir sakınca yoktur. Çünkü Hz. Ali (r.a)'nın oğullan Hasan ve Hüseyin'e bir ev vakfedilmişti. Sıffîn savaşına çıktığında şöyle dedi: Geri döndüğümüzde evi satsınlar ve parasını kendi aralarında taksim etsinler. Halbuki vakıf yapılırken satılması şart koşulmamıştı. Başarı Allah'tandır.[43]

 

Sağlıklı Kişinin Malını Allah Yolunda Vasiyet Etmesi Ve Vakfetmesi

 

4154- Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki: Kişi "malımın üçtebiri Allah yolunda vasiyettir"  deyip sonra ölecek olursa, vasiyet ettiği şekilde malının üçtebiri Allah yolunda   harcanır.   Çünkü   kendisi   malının   üçte   birinin Allah'a itaat yolunda harcanmasını vasiyet etmiştir. Böyle bir vasiyet caizdir ve malının üçtebiri ihtiyaç sahiplerine verilir.

Çünkü Allah yolundaki mal, sadakadır ve sadakanın harcama yeri, fakirler ve muhtaçlardır.

4155- Daha sonra Allah yolunda savaşan ihtiyaç sa­hiplerine verilir. Çünkü daha önce de  belittiğimiz gibi kayıtlamadan "Allah yolunda" denildiğinde bununla cihad kastedilir. Bu nedenle gazi ve mücahidlerden ihtiyaç sa-hipherine verilir. Bunlardan herbirine, kendisini savaşa güçlü kılacak miktar verilir.

Çünkü miskine sadaka vermek vacip olduğunda, bir günlük nafakasından azı verilmez. Daha azı ile kişinin ihtiyacı giderilmiş olmaz. îşte bu nedenle yemin keffarelinde her miskine günlük yemeği verilmektedir. Bu miktar ise, yarım sa1 buğdaydır. İsterlerse bu miktarı arttırırlar.

Çünkü harcama yeri burasıdır ve fazlası da buraya harcanabilir. Nitekim malının üçtebirini fakirlere vasiyet edecek olsa ve malının üçtebirinin tamamı bir fakire verilecek olsa Ebû Yusufa göre caizdir. Muhammed'e göre ise, asgari iki kişiye verilmesi gerekir. Yine malının zekâtını birkişiye verecek olsa, geçerli kabul edilir. Bu da gösteriyor ki vasiyetinin tamamı bir fakire verilebilmektedir. Böylece bir günlük geçiminden artan kısım, ona temlik edilmiş olur.

Görmüyor musun, yüce Allah, farz kılınmış sadakayı (zekâtı), Allah yo­lunda harcanan diye nitelemiştir. Farz elan sadakanın sıhhatinin şartı ise, temliktir. Burada da durum böyledir. Sadaka ise, teslim alma ile mülkiyete geçer. Sa­dakayı alan kişi, onu aldığında artık onun mülkü olur.

Vasiyet edilmiş olan malı alan kişi ondan aile fertlerine masraf bıraksa veya kendi harcamalarında kullansa, caizdir.

Çünkü kendi mülkiyetindeki malda bir tasarrufta bulunmuştur. Ancak kendisine verilen bu mal ile cihada gitmesi, ölen kişinin  maksadının  gerçekleşmesi  bakımından  efdaldır.

Kendisine verilen bu mal ile Allah yolunda cihada çıkıp döndüğünde artakalan miktar elinde duruyorsa, onu da

kendi harcamalarında kullanır.

Çünkü kendisine verilen bu mal ile cihada çıkmasaydı, mal yine kendisi­nindi. Cihada çıktıktan sonra hala elinde bir miktar kalmışsa onu istediği şekilde harcayabilir. Öldüğünde de mirasçılarına miras olarak kahr.

4156- İmam Muhammed dedi ki: Vasiyet edilen o ma­lın, Allah yolunda cihada çıkan bir zengine verilmesi doğru değildir.

Çünkü Allah yoluna vasiyet edilmiş olan bu mal sadakadır ve sadakanın harcama yeri zenginler değil, fakirlerdir. Çünkü zekât ve sair sadakalar da fa­kirlere verilir.

4157- Aynı şekilde kişi hayatta ve sağlığı yerinde iken malını Allah yolunda harcayacağını söyleyecek olsa, kendi geçimi dışında malının tamamını tasadduk etmesi ge­rekir. Ondan sonra bir mal kazanacak olursa, alıkoyduğu kadar ondan tasadduk eder.

"Hibe" bölümünde şu husus belirtilmiştir: "Kişi Malım miskinlere Sa­dakadır" derse, zekâta konu olan hayvanlar ve ticaret mallan bu sözün kapsamına girer. Zekâtı bulunmayan köle ve tarla gibi mallan bu sözün kapsamına girmez. Bazıları ise burada zekâta kıyas yapılamayacağını söylemişlerdir. Çünkü burada hibe etmeyi sözkonusu etmektedir. Konular farklıdır. Çünkü kişi, malım sa­dakadır sözünü kullanmıştır. Kıyasa göre zekât malları esas alınır ama istihsana göre hibe esas alınır. Sadaka sözü kullanıldığında kendisine zekât düşen mallar kastedilir.

Oysa burada kişi, malım Aüah yolundadır, diyor. Sözünde sadaka ismi be-tilmemiştir. Böyle bir sözün, Allah kitabında kıyaslanacağı bir temel yoktur. Böylece mal kelimesinin kapsamına giren herşey bu sözün kapsamına girmiş olur.

Kimine göre ise, iki mesele arasında rivayet bakımından da farklılık vardır. Kişi, malım, dediğine göre, mal kapsamına giren köle ve tarlalar da bu sözünün kapsamına girer. Nitekim Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Her kim ardında bir mal bırakırsa, bıraktığı mal mirasçılarına aittir. " Böylece ölünün ardında bıraktığı her çeşit mal, bu sözün kapsamına girmektedir.

Yine kişi, "malımın üçtebirini alan kişiye yahut fakirlere vasiyet ediyorum" derse, malının tüm çeşitleri bu sözün kapsamına girer ve mallarının tamamının üçtebiri vasiyet ettiği kişi veya kişelere verilir.

Kendi geçimi için ayırdığı malın miktarına denk bir

mala sahip olduğunda o miktarı tasadduk eder.

Çünkü eline geçen mal o seviyeye ulaştığında artık o mal fakirlere aittir. Onu fakirlere harcaması, kendisine vacip olur. O malı telef edecek olursa, kendisi üzerine borç olur ve bu borcunu ödemesi gerekir. Alimler, kendisine ayıracağı miktar konusunda da görüş serdetmişlerdir.

4158- Şayet kişi ziraatle uğraşıyorsa bir yıllık nafa­kasını kendisine ayırır. Çünkü normalde ziraatle uğraşan ancak bir yıl sonra mahsûl elde eder. Eğer ticaretle uğraşıyorsa bir aylık nafakasını kendisine ayırır. Çünkü işçi bir gün iş bulamazsa ikinci gün bulabilme imkânına sahiptir.

Kişi, sahip olduğum herşey fakirlere sadakadır, de­mişse, bu konuda iki görüş vardır. Bir görüşe göre, mül­kiyeti altındaki her mal, bu sözün kapsamına girer. Diğer görüşe göre ise, zekâta konu olan malları bu sözünün kapsamına girer. Hibe bölümünde bu sözle ilgili değerlendirme belirtilmişti.

Bu sözü söyledikten sonra malını sözkonusu ettiğimiz sebepten dolayı Allah yolunda cihada çıkan muhtaçlara verir. Allah yolunda cihada gitmeyen fakirlere verecek olursa yine sözünü yerine getirmiş olur.

Çünkü sadaka, Allah yolunda cihada çıkmayan fakirlere de verilir. Aynca Allah'a itaati içeren herşeyin Allah'ın yolu olduğunu belitmiştik.

4159- Kişi isteğini uygulamadan ölecek olursa, o mal mirasçılarına miras olarak kalır. Mirasçılarının da o malı fakirlere dağıtma zorunlulukları yoktur.

Çünkü adanmış olan sadaka, farz olan sadakadan(zekâttan) daha faziletli değildir. Nitekim kişi üzerinde zekât borcu bulunduğu halde ölürse, ölümüyle üzerindeki zekât düşüyor ve miras üzerinde borç olmuyorsa, böyle bir sadaka ev-leviyetle düşer. Yani sadakanın fakirin mülkiyetine geçmesi, fakirin onu kab-zetmesiyle gerçekleşir. Fakirin kabzetmediği ise, ölünün mallan arasında miras­çılarına kalır. Mirasçılar da miras yoluyla bu mala sahip oldukları için ölenin sa­daka isteğini yerine getirmeyebilirler.

4160- İmam Muhammed dedi ki: Kişi ölümü esnasında: "Benim yerime bir defalığına savaşa gidin" yahut "benim yerime malımın üçtebiriyle savaşa gidin" diye vasiyet ede­cek olsa bakılır; "benim yerime savaşa gidin" deyip birine bir savaşa katılacağı kadar para verecek olsa, savaşa gi­decek olan bu şahsa verilmiş olan mal, o şahsın mülki­yetine geçmez.

Çünkü kendisine, "benim yerime savaşa katıl" demiştir. Onun yerine sa­vaşa gitmesi, ancak onun verdiği mal ile savaşa gitmesiyle gerçekleşir. Böylelikle ancak savaş için verdiği malın sevabı kendisine erişir. Gaziye verilmiş olan bu mal, gazinin mülkiyetine geçmiş olsaydı, savaşa gitme gaziye ait olmuş olurdu, kendisinden savaşa gitmesini isteyen şahsa ait olmazdı,

Görmüyor musun, "benim yerime haccetmesi için birine malımdan ve/in" derse ve hacca gitmesi için birine malından bir miktar verilse, bu mal, hacca gi­decek o şahsın mülkiyetine geçmez. Sadece o malı hac yolunda harcama yetkisine sahiptir. Başka bir şekilde harcayamaz. Bu yolla yapılan hac ancak vasiyet ede­nin haccının yerine geçer.

Gazinin savaşa çıkması için gerekli asgari miktar ken­disine verilir ve böylece vasiyet eden kişinin yerine sava­şa katılır.

Çünkü savaş için asgarî miktarın gerekliliği kesindir. Böylece maldan geri kalan misarçilarına kalmış ve mirasçıların haklan kullanılmamış olur.

Görmüyor musun, hac vasiyetinde de, hac için gerekli masrafların asgarisi verilir, (burada da asgarisi verilir). Savaşa, vasiyet edenin yerine katılacak kişi, kendisne verilen bu maldan ailesi için herhangi bir harcamada bulunamaz. Çünkü kendisine verilen bu malın mülkiyeti kendisne ait değildir ki onu dilediği şekilde kullanabilsin. Sadece kendi ihtiyaçları için harcayabilir. Kendisine harcama ya­parken de savaşla ilgili hususlarda harcamada bulunur. Hac konusunda da durum budur. Hacca gidecek kişi, kendisine verilmiş olan malı sadece hac yolunda har­cayabilir.

İmam Muhammed dedi ki: Savaştan dönüşte de bu maldan harcamada bu­lunabilir.

Nitekim hacca giden kişi de hem gidiş, hem dönüş yolculuğunda o maldan harcamada bulunur.

Kendisine verilmiş olan maldan arta kalan olursa onu mirasçılara iade eder.

Çünkü malı kabzederek ona sahip olmuş değildir. Sadece savaş harca­maları konusunda tasarruf yetikisine sahipti. Savaş işi bittiğine göre ölünün ma­lından bu arta kalanlar mirasçılarına geri verilir.

Nitekim başkası yerine hacca giden kişi, hac yolculuğundan arta kalanı, ye­rine hac yaptığı kimsenin mirasçılarına iade eder. Burada da durum böyledir. Ancak mirasçılar, geri kalan malın kendisine ait olmasını isterlerse, o başka.

4161- Şayet kişi: Malımın üçtebiriyle benim yerime Allah yolunda cihada çıkılsin, diye vasiyet ederse, malı­nın üçtebiri Allah yolunda savaşa çıkanlara verilir. Har­camaları karşılanır ve kendilerine at vs. gibi savaşta kullanılan araçlar satınalımr.

Çünkü vasiyet hakkı olan malının üçtebirinin tamamının savaşta kul­lanılmasını vasiyet etmiştir. Bu nedenle üçtebirin tamamı bu uğurda harcanır. Önceki meselede durum farklıydı. Orada bir savaşa çıkılmasını vasiyet etmişti. Bu nedenle bir savaş için gerekli harcama malından ayrılıp savaşa gidecek kimseye veriliyordu. Burada sözünü genel kullanımış ve bir savaşla kayıtlamamıştır. Bu mal ile at da satınalmabilir. Çünkü at savaş için kullanılmaktadır.

Görmüyor musun, malının üçtebirini hac için vasiyet edenin malıyla kişinin hacca gidebilmesi için deve satın alınabiliyor. Hac için deve satın alınabiliyorsa, savaş için de at alınabilir.

Ayrıca kendisi yerine savaşa gidilsin diye üçtebirin ta­mamını bir yıl içerisinde verirler.

Çünkü vasiyetinin yerine getirilmesi ve maksadının hasıl olması için en süratli yol budur. Buradaki vasiyet de, hac konusundaki vasiyet de böyledir. Sa­vaşa katılanlar geri döndüklerinde ellerinde arta kalanı geri verirler ki artakalan bu mal, savaşa çıkacak başkalarına verilebilsin. Ancak böylelikle üçtebir tüketilmiş olur.

Şayet savaş için harcanacak para kalmayıp atlar kal­mışsa, atlar satılır ve onların satışından elde edilen para Allah yolunda savaşa çıkacak kimselere verilir.

Çünkü bu atlar vasiyet eden kişinin malının üçtebirinden satinahnmıştı. Bu nedenle atlar satıldıktan sonra cide edilen para, üçtebirin harcanması gereken yere hacanır. Savaş dönüşü verilen paradan arta kalan varsa, Allah yolunda cihada gi­decek başkalarına verilir.

İmam Muhanımed dedi ki: Kendisine vasiyet yapılmış olan kimsenin katılacağı savaşların birine giderken, yerine savaşa gittiği kimsenin evinden yola koyulur.

Çünkü kendi adına savaşa çıkmış olsaydı, kendi evinden yola koyulurdu. Burada da durum böyledir.

Görmüyor musun, hac konusunda da durum böyledir. Malın üçtebirinden arta kalan, şayet vasiyet edenin evinden yola koyulup savaşa gidecek birinin harçlığını karşılamıyorsa vasiyet sahibi parayı, yeteceği yerden yola oyulacak birine verir. Hac konusundaki vasiyette de durum böyledir.

4162- Ölen kişi, malının üçtebirinin Allah yolunda har­canmasını vasiyet etmişse, vasiyet sahibi muhtaç dahi olsa mirasçılardan birine bu paradan herhangi birşey ver­mesi doğru değildir.

Çünkü misarçilardan birine herhangi bir şey verdiği takdirde mirasçıya va­siyet olur ki bu caiz değildir.

Şayet mirasçıların tamamı ergenlik çağını aşmış kim­seler ise ve vasiyet sahibi muhtaç mirasçılarına vasiyetten birşey vermesine izin veriyorlarsa, bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü mirasçılara vasiyetin caiz olmaması, mirasçıların haklan se­bebiyledir. Verilmesine mirasçılar izin veriyorlarsa, kendi haklarından kendileri vazgeçiyorlar demektir. Bu durumda mirasçıya vasiyetin verilmesi caiz olur.

4163- Vasiyeti yapan kişi, kendisi muhtaç olup Allah yolunda cihada çıkmak için üçte birin bir miktarını kendisine ayıracak olursa, bunda bir sakınca yoktur. Ancak bunu yapabilmesi için kendisinin mirasçı olmaması ge­rekir.

Çünkü vasiyet eden kişinin "malımın üçtebirini Allah yolunda vasiyet edi­yorum sözünde, vasiyet ettiği bu malı başka birinin mülkiyetine vermesini anlatan bir ifade mevcut değildir. Bu, malımı dilediğin kimseye ver, anlamında bir sözdür. Buna göre vasiyeti yapan kişi kendisine de başka birine de bu maldan ve­rebilir. Burada da durum böyledir. Vasînin bu tasarrufu mirasçıların hoşuna git­mese de bunda bir sakınca yoktur. Çünkü bu konuda karar verecek olan mirasçılar değil, vasidir. Onların bu üçtebirde hiçbir haklan yoktur. Bu nedenle onların rıza göstermeleri yahut göstermemeleri önemli değildir.

Aynı şekilde vasnînin bu maldan oğluna yahut baba­sına ya da mükâtebi bulunan kölesine vermesi de caizdir. Çünkü kendisine harcamada bulunması caiz olunca, sözkonusu ettiğimiz kimselere vermesi evleviyetle caizdir.

Kendi kölesine vasiyetten verdiği takdirde bakılır; eğer kendisi muhtaç durumda ise, caizdir. Ama zengin ise, caiz değildir. Zengin olarak verdiği takdirde, ne kadar ver-mişse onu tazmin eder.

Çünkü kölesine yaptığı harcama, kendisine yaptığı harcama hükmündedir. Çünkü mülkiyet kölesine değil, kendisine aittir. Harcamayı kendisine yaptığında şayet kendisi fakir ise caizdir, zengin ise caiz değildir. Kölesine harcama yaptığın­da da hüküm aynıdır.

Kendisine bu malı verdiği kişi zengin olup zengin ol­duğunu bilmeden vermişse, uygulması geçerlidir.

Çünkü zengin olduğunu bilmeden malının zekâtını o kişiye vermiş olsaydı yine zekâtı geçerli olurdu. Ebû Hanife ve Muhammed'in görüşü budur. Ebû Yusufa göre ise caiz dğildir. Hem vasiyet yerini bulmamıştır ve hem de zekât ye­rini bulmamıştır. Şayet vasî, ölünün emri ile bu malı veriyor ve ölen kişi fakirlere verilmesini istemiştir. Bu nedenle ölen adına verilmemiş sayılması gerekir de­nilecek olursa, vereceğimiz cevap şudur:

Ma'n b. Yezid, babasının vekilinden zekâtı almıştı. Babası ise, başkasına verilmesini kasdetmişti. Çünkü; Sana verilmesini kasdetmemiştim, demişti. Bu­nunla birlikte Peygamber (s.a.v) uygulamayı geçerli saymıştır. Çünkü Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştu: Ey Yezid. senin için niyyet ettiğin vardır. Böylece, bu konuda vekil ile mal sahibinin aynî konumda oldukları sabit olmuştur.

4164- Vasiyet eden kişi, mirasçılardan birinin kendisi yerine Allah yolunda  cihada çıkmasını vasiyet etmişse, mirasçıların izni olmadan bu vasiyet geçerli değildir.

Çünkü mirasçı kişi; her ne kadar vasiyet edilen malın kendisine malik ol­muyorsa da, bundan dolayı kendisine bir menfaat tahukkuk etmektedir. Halbuki mirasçı, varis olduğu kimsenin ölümcül hastalığında miras bırakanın mah ko­nusunda mahcurdur. Ama mirasçılar büyük yaşta olup o mirasçının miras bırakan kişinin ölümünden sonra savaşa çıkmasına müsaade ediyorlarsa, vasiyet edilen o mal ile savaşa gitmesi caizdir.

Savaştan artakalan parayı geri verir.

Çünkü savaşa gitmesine engel olmak, mirasçıların bir hakkı idi. Buna izin vermelerinden sonra artık bir haklan kalmamıştır. Mirasçı durumunda olan kişi zengin de olsa savsa gidebilir.

4165- Ama vasiyet eden kişi: Malımın üçtebiri Allah yolunda vasiyettir, demişse, mirasçıların tamamı izin verseler bile, zengin mirasçıya bu vasiyetten hiçbir şey ve­rilemez.

Çünkü mirasçıların izninden sonra kendisine verilecek olan bu mal sadaka olarak verilmektedir. Sadaka ise, zenginlere değil, fakirlere verilir. Mirasçıların izin vermeleriyle zengin kişi, sadakanın verildiği kişi olamaz. Ancak burada ve­rilen mal, temlik üzere verilmiyor. İbaha (kullanabilme izni) şeklinde kendisine veriliyor. İbaha üzere olunca da bu konuda fakir de, zengin de aynı konumdadır. Bunun delili, vakıf olarak tahsis edilmiş olan sudur. Zengin de, fakir de bu sudan içebilir.

Nitekim bu konuda harcamadan artakalan, mirasçılara geri verilmektedir. Bu da bu konuda söylediğimizin delilidir.

4166- Mirasçı diğer mirasçılar izin vermezden önce o mal ile savaşa gider ve mirasçılar ancak geri dönüşünden sonra bunu öğrenip izin verdiklerini söyleyecek olurlarsa, bu caiz olmaz. Onun yerine tekrar savaşa gitmesi için har­cadıklarını geri ödemesi gerekir. Çünkü izin verme, mevkuf olan (geçerliliği oraya bağlı olan) şey için söz konusudur. Savaş vâris adına geçerli olduğundan mevkuf değildir. Dolayısıyla bunun için sonradan izin verilmez.

Aynı şekilde mirasçılar arasında küçük  çocuk bulu-nuyors, mirasçıya verilen izin geçerli değildir. Çünkü küçük çocuğun izni geçerli değildir.

Çocuk   büyüdükten   sonra   izin   verecek   olursa   yine geçerli değildir. Çünkü savaşa gitme ertelenemez ki ona izin vermesi sözkonusu olsun.

Aynı şekilde malından Allah yolunda harcanmak üzere vasiyette bulunacak olursa, mirasçıların tamamı izin vermedikçe vasiyet edilen bu maldan hiçbir mirasçıya birşey verilmez. Çünkü verilecek olursa, mirasçıya vasiyet   yapılmış olur ki bu, ancak

mirasçıların izniyle caiz olur.

4167- Kendisi yerine bir defa savaşa gidilmesini va­siyet eder ve mirasçılardan olmayan vasînin kendisi savaşa gidecek olursa, caizdir ve döndüğünde artakalanı iade eder.

Çünkü vasiyet eden kişi vasîyi vasiyetin dışına çıkaracak bir ifade kul­lanmamıştır. Bu nedenle vasî, vasiyet edileni kendisi için de kullanabilir.



[1] parülharp olan bir ülkenin halkı ile herhangi bir anlaşma yoksa, düşman olan halkının malı ve canı dokunulmaz olmayacağından darulibaha (her şeyi mubah olan) olarak da ad­landırılır. Ahmed b. Yahya, Şerhu'l-Ezhâr, 4/552. (Editör)

[2] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/1-10

 

[3] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/11-15

 

[4] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/17-19

 

[5] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/21-27

 

[6] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/29-31

 

[7] Kitabın metninde "es-Siyeru's-Sağîr"de belittiğimiz gibi..;' denilmekle birlikte asıl kastedilen İmam Muhammed'in cs-Siyeru's-Sağîr kitabına yazdığı şerhtir. Serahsî bu eseri el-Mabsût isimli genci fıkıh kitabının Kitâbu's-Siyer bölümünde şerhetmiştir. el-Mabsût'un günümüzdeki neşrinin 10. cildinde yer alan bu bölümünün sonunda Serahsî "İşteböylece es-Siyeru's-Sağîr şerhi de sona ermiş oldu" diyerek bu gerçeği ifade etmiştir. Serahsî, el-Mabsût, 10/144. (Editör)

[8] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/33-40

 

[9] Islama dönme konusunda düşünme süresi isteyen birine süre tanımamak doğru olmaz. İnsanların kendi iradeleriyîe tercih yapabilmeleri için sürenin verilmesi gerekir. (Çeviren)

[10] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/41-54

 

[11] Nisa, 137.

[12] Enfal.28.

[13] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/55-57

 

[14] Kitapta geçen bu sözler, Türklerin müslüman olmadan önceki durumlarına işaret et­mektedir. (Editör)

[15] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/59-66

 

[16] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/67-89

 

[17] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/91-95

 

[18] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/97-99

 

[19] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/101-118

 

[20] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/119-124

 

[21] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/125-132

 

[22] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/133-139

 

[23] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/141-146

 

[24] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/147-150

[25] Zümer, 18.

[26] Mümtehıne, 1.

[27] Müslümanların aleyhine casusluk yapan müslüman casus, Hanefiler, İmam Şafiî, Evzaî, bir görüşünde Ahmed ve bazı Malikîlere göre de öldürülmez. Fakat gönülden pişman  oluncaya kadar ağır bir cezaya çarptırılır ya da uzun  süre hapsedilir. Çoğunluktaki Malikîler işe böyle birisinin zındık sayılıp öldürülmesi gerektiğini söylemişlerdir. (Safir, el-Ümm, 4/249; Kurtubî, el-Camî h Ahkâmi'l-Kur'ân, 18/53; İbn Kayyım, Zâdu'1-Meâd, 3/114 Hatib b. Ebî Belta'a olayı yanında şu hadisi de cum­hurun görüşüne destek olmaktadır. "Bir müslüman ancak üç şeyden biri sebebiyle öfdürulebilir: Evli iken zina etmk, dinden dönmek ve adam öldürmk." (Buhari, Diyet, Müslim, Kasâme, 25.) (Editör)

[28] Mü'mtehıne, 1.

[29] İmam Malik, Ahmed, Evzaî ve Zeydîlere göre zimmî casus ya öldürülür ya da köleleştirilir. (Hanefîlerden Ebû Yûsuf da öldürüleceğini söylemektedir. İmam Şafiî ise Öldürülmeyip ağır bir cezaya çarptırılması görüşündedir. Hz. Peygamber'in böyle zımmî casusları takip ettirip öldürtmesi örnekleri. (Ebû Dâvûd, Cihad, 990; Şevkânî, Ncylü'l-Evtâr, 8/7, 154) Cumhurun kanaati yani öldürüleceği görüşünü doğurmak­tadır. (Editör)

[30] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/151-154

 

[31] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/155-165

[32] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/166

 

[33] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/167-168

[34] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/169-170

[35] Sürenin bir yıl olarak belirlenmesinin namaz ve oruç gibi İslamm hükümleriyle ilgisi yoktur. Çünkü sözkonusu kişiler müslüman olmadığından islam ülkesinde yıllarca da kal­salar, İsfamın farz kıldığı namaz ve oruçla yükümlü değildiler. Sürenin bir yılla sınırlan­dırılması, o!sa olsa makul bir süre kabul edildiği içindir. (Çeviren)

[36] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/171

[37] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/173

 

[38] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/175-178

 

[39] İslamm tasvip etmediği bir durum sözkonusu olmadıkça, kızın, anne babasını ve anne babanın da kızlarını ziyaret etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Bu konuda Islamın yasak getirmesi bir yana, akrabaların akrabalık bağını korumaları ve ziyaretleşmelerini emret­mektedir. Şeriatta sıla-i rahim olayı çok önemli bir prensiptir. Meşru bir engel bu­lunmadıkça bunun engellenmesi haramdır. Bu sebepten kacnın, eşinin anne ve baba­sını ziyaret etmesini engelleyebilir, görüşüne katılmak mümkün değildir. (Çeviren)

[40] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/179-181

[41] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/182

 

[42] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/183-187

 

[43] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 5/189-192