Mübâh:
(tercihe bırakılıp) ne
terki ne de işlenmesi istenmeyen şeydir. Mâbâhın terkinin matlûp olmamasına şu
hususlar delâlet etmektedir.
1. Sâri' katında mubah, işlenmesi ve terkedilmesi arasında
muhayyer kalman ve bundan dolayı da ne işlenmesi ne de terki durumunda bir
övgü ya da yergi bulunmayan şeydir. Şer'an bunlar arasında eşitlik bulunduğuna
ve mükellef işleme ya da terki arasında muhayyer kılındığına göre, onu terkeden
kimsenin itâaatinden söz etmek mümkün olmayacaktır. Çünkü itaat ancak taleple
birlikte düşünülebilir. Talep yoksa itaat da yoktur.
2. Mübâh, her birinin terkinin matlûp olmaması açısindan
vâcib ve mendûbla aynıdır. Vâcible mendûbu terkeden kimsenin, onu terk sebebiyle
şer'an itaatkâr sayılması mümkün değildir. Çünkü sâri' onlann terkini
istememiştir. Dolayısıyla aynı şekilde mübâhı terkeden kimse de şer'an itaat
göstermiş olmaz.
İtiraz: Vâcible mendûb mubahtan farklıdırlar. Çünkü onların
işlenilmeleri matlûptur, dolayısıyla terk talebini engelleyici durum (muarız)
bulunmaktadır. Mübâh ise böyle değildir. Çünkü mubahta, onun terkini talep
karşısında bir (engel) muarız bulunmamaktadır.
Cevap: Mubahta da, onun terkini talep karşısında engel bulunmaktadır.
O da terk konusunda seçimli bırakmadır. Bu itibarla, bizzat terk talebiyle o
konuda seçimli kılma arasını birleştirmek (cem) mümkün değildir.
3. Mubahta, işlenmekle terkin eşitliği şer'an
sâbittir.bu durumda eğer mübâhı terkeden kimsenin itaat göstermiş olması
olsaydı, o takdirde onu işleyen kimsenin de itaat göstermiş olması caiz olurdu.
Çünkü mubaha nisbetle her ikisi de eşittir. Bu netice ise ittifakla sahih
değildir. Haddizatında da makûl bulunmamaktadır.[1]
4. İcmâ ile sabittir ki, mubahın terkini nezreden
kimseye, o mubahın terki suretiyle nezrinin gereğini yerine getirmesi
gerekmemektedir. Mubahın terkini nezreden ile işlenmesini nezredenin durumu
aynıdır. Hadiste: "kim Allah'a itaat etmeyi nezretmişse, o'na itaat
etsin."[2]buyrulmuştur. Eğer mubahın
terki tâat olsaydı, o zaman nezirle yerine getirilmesi gerekirdi. Oysa ki, bu
tür nezirler bağlayıcı değildir. Bu da onun itaat olmadığını gösterir. Hadiste
vârid olduğuna göre bir adam ayakta durarak, gölgelenmeden oruç tutacağına dâir
nezirde bulunmuştu. Hz. Peygamber kendisine, oturmasını, gölgelenmesini,
orucunu da tamamlamasını emretmişti.[3] imâm
mâlik: "hz. Peygamber ona Allah için tâat olan şeyi tamamlamasını, Allah
için masiyet olan şeyi de terketmesini emretti." demiş[4] ve
böylece mübâ-hın terkini nezretmeyi görüldüğü üzere masiyet telakki etmiştir.
5. Şayet mübâhı işleyen kimse, bu terki sebebiyle itaat
içerisinde olacak olsaydı —ki biz sâri' katında onu işlemenin de ter-ketmenin
de aynı olduğunu ortaya koymuş bulunuyoruz— o takdirde âhirette mübâhı terkeden
kimsenin onu işleyen kimseden daha üst derecede olması gerekirdi. Bu netice kesinlikle
bâtıldır. Çünkü ittifakla kaide olarak[5]
belirlenmiştir
Âhiretteki dünyadaki
durum lur. Şayet bütün tantlnr aynı
şekilde eyitoihiılfiıdcncnltır di hep aynı olurdu. Mubahın işlenmesiyle
-dilmi'si huzurunda eşittir. Dolayısıyla da onu yapan ya da lerk kimsenin
tâatte eşit olduklarını varsaydjğımı/dıı alı ıro derecelerin de eşitolması gerekir.
İşleyen kimsenin doğil dt terkeden kimsenin tâat içerisinde olduğunun kabûlu
notiot* ainde ise, terkedenin işleyenden derece itibarıyla daha üatttii olması
lâzım gelir. Bu ise muhaldir ve şeriatın getirdikleriyle ters düşer. Aksi
takdirde kişinin kendi nefsine mübâhı terk suretiyle zulmetmesi ve bundan da
sevap alması gibi (hiçbir kimsenin kail olma'dîğı) bir netice söz konusu
olacaktır. Eğer mübâhı terk suretiyle tâat içerisinde olmayacaksa, (o zaman
mubahın terki matlûp olmayacaktır; netice itibarıyla da ondan) burada söz
etmeye gerek kalmayacaktır.
6. Eğer mubahın terki itaat olsaydı, o zaman bizzat
kendi özelliklerinden dolayı mubahın şer'î hükümlerden çıkarılması gerekirdi.
Bu ise icmâ ile bâtıldır. Bu konuda el-kâbî'nin[6] muhalefeti
de söz konusu değildir. Çünkü o mübâhı fiilin kendi açısından değil, sâdece
doğurduğu sonuç bakımından nefyetmiştir. Bizim buradaki üzerinde durduğumuz şey
ile fiilin kendisi açısından olup, zorunlu olarak doğuracağı sonuca göre
değildir. Yine el-kabî, söylediklerini sâdece mubahın işlenmesiyle ilgili
olarak söylemiştir. Çünkü mubahın işlenmesi,
bir haramın terkini gerektirmektedir. Terki ise böyle değildir. Zira o
(terk) bir vâcib ya da mendûbun işlenmesini gerektirmemektedir ki vâcib ya da
mendûb olsun. Demek ki, böyle bir görüş mubahın mutlak anlamda ortadan
kaldırılmasını gerektirecektir. Bu da ittifakla bâtıldır.
7. Tahkîk erbabına göre 'terk' de, ihtiyarî
fiillerdendir. Dolayısıyla mubahın terki, mubahın işlenmesi[7] demek
olmaktadır. Yine kaide olarak, hükümlerin fiil ya da terklerle ilişkisi ancak
—inşAllah ileride de geleceği üzere— maksatlarla[8] olmaktadır.
Bu da terkin, fiil gibi ihtiyara (irâdeye) râci olmasını gerektirecektir. Eğer
mübâhı terkeden kimsenin, bizâtihî terkle tâat içerisinde olması caizse, onu
işleyenin de tâat içerisinde olması caiz olacaktır. Bu ise bir tenakuzdur[9] ve
muhaldir.
İtiraz: Bütün bunlara çeşitli açılardan itiraz mümkündür.
Mubahın işlenmesi
birçok zararlara sebeptir. Bunları
şöyle sıralayabiliriz:
A) Mubahla uğraşıldığı zaman dünyada hayırlı ameller
işlemek gibi daha önemli şeylerden geri kalınır ve bu durum pek çok tâatten
alıkor.
B) Mubahın işlenmesi insanı vâciblerle uğraşmaktan
alıkoymaya ve yasak olan şeylere götürmeye sebeptir. Çünkü dünyâ nimetlerinden
istifâdenin şarabın verdiği sarhoşluk gibi bir büyüsü vardır. Bu nimetlerden
bir kısmı, diğerini çeker; neticede de sahibini helake atar. Allah korusun!
C) Şeriat dünyayı ve onun lezzetlerine dalmayı
zemmetmiştir. Mesela âyetlerde şöyle buyrulmuştur: "dünyadaki hayatınızda
sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün,
yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında
alçaltıcı bir azâb göreceksiniz.[10]"dünya
hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam
veririz; onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte âhirette onlara
ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zâten
yapmakta oldukları da bâtıldır.[11] bir
hadisinde de hz. Peygamber şöyle buyurur: "sizin hakkınızda en çok korktuğum
şey, dünyanın sizden öncekilere kapılarını açtığı gibi, size de açmasıdır.[12] bu
hadiste "şüphesiz baharın bitirdiği her nebat şişkinlikten ya öldürür ya
da ölüme yaklaştırır..." ifâdesi de bulunmaktadır. Bu husus kitâb ve
sünnette meşhurdur ve konuyla ilgili pek çok delil vardır. Bu da mubahın
terkini istemeye yeterlidir. Çünkü bu dünyevî bir husustur ve" mübâh
olması açısından âhiretle ilgisi yoktur.
D) Mubahın işlunmori durumunda âhirette uzun birheiaba
mâruz kalma söz konusudur. Haberde "onun (malın) helâli hitap; haramı
ise azâbtır."[13]
denilmiştir. Seleften bazıları da kendilerine almaları için bir şey
getirildiğinde: "onun hesabını benden uzaklaştırınız." derlermiş.
Akıllı olan kimse, uzun süre hesap vermenin bir nevi azab olduğunu, mahşerden
bir an evvel cennete ulaşmanın en büyük amaçlardan biri olduğunu bilir. Mübâh
isejju amacın önüne geçmektedir. Şu halde onun terki şer'an daha üstündür.
Şer'an terki daha üstün olan şeyin terki de tâattir; öyleyse mubahın terki de
tâattir.
Cevap: Mübâhı işlemenin zararlara vesile olduğu iddiasının
çeşitli açılardan bir dayanağı yoktur:
1. Asıl mevzumuz, fiilin iki tarafı da (yani yapılması
ya da terke-dilmesi) eşit olması anlamında olan mubah hakkında olup, başka bir
duruma vesile (zerîa) olmasıyla ilgili değildir. Zira mübâh yasak olan bir şeye
götürüyorsa, o zaman mübâh olduğu için değil de "sedd-i zerîa"
kabilinden olmak üzere yasaklanır. "biz hakkında bir sakınca olmayan şeyleri,
sakınca bulunan şeyler sebebiyle terkederdik."[14] şeklindeki
merfû olarak da zikredilen sözü işte bu mânâya yormak gerekir. Bu konuda vârid
olan diğer deliller de aynı şekilde değerlendirilir dünyanın zemmedilmesi
sâdece yükümlülükleri ihmâl ve terke vesile (zerîa) olur endişesiyledir.
Keza mübâhm öncesinde,
sonrasında ya da bitişiğinde, o şeyi mübâhlıktan çıkaran durumlar olabilir.
Mesela zekâtı verilmeyen mal, ihtiyacı karşılamak için tutulmakla birlikte,
üzerine taalluk eden Allah hakkı unutulan at vb.... Gibi.
2. Biz mubahın
işlenilmesinin bir vesile olduğu nokta-i nazarından konuya yaklaştığımızda da,
onun terkinin mutlak anlamda daha üstün olmadığını, aksine bu açıdan da mubahın
üç kısma ayrıldığını görürüz:
A) İşlenmesiyasakolanbirşeyevesile(zerîa)olankısım.buaçı-dan
mübâhm da terki istenir.
B) Emredilen bir şeye vesile olan kısım: âhiretle ilgili
konularda kendisinden yararlanılan hususlar gibi. Meselâ hadiste:"salih
insan için hayırlı mal ne güzeldir...'[15]buyrulmuştur.
Yine hadiste, sahabenin: "yâ rasûlallah! Varlık sahipleri sevapları, yüce
makamları ve cennet nimetlerini alıp götürdüler. .." şeklindeki
serzenişlerine hz. Peygamber "varlıkAllah'ın bir lutfudur;dilediğine
verir..." [16]buyurması bu kısma örnek
teşkil eder. Dahası kişinin ailesiyle olan cinsî münâsebetinde —şehvetini
gideriyor da olsa— sevap bulunduğunu, çünkü onu haramdan alıkoyacağını belirten
hadisler vardır. Daha başka benzeri haberler çoktur. Çünkü madem ki, bunlar
emrolunan konular için birer vesiledirler, elbette ki onların hükümlerini alacaklardır.
C) Hem yasaklanan hem de emrolunan hususlara vesile
teşkil etmeyen kısım. Mutlak mübâh işte bu kısımdır.
Kısaca mubahın bir
başka şeye vesile olması takdirinde hükmü, vesîle olduğu şeyin hükmü
olmaktadır. Bizim konumuz ise o değildir.
3. Şayet "mubahın terki mutlak surette itaattir;
çünkü o(nun iş-lenilmesi) yasaklanılan şeye vesîle olmaktadı?." denilirse,
tam bunu tersine çevirerek "hayır, mubahın işlenmesi mutlak surette
itaattir; t u61 çünkü her mübâh bir haramın terki demektir.[17]görülmez
mi ki, kişi mübâhı işleme sırasında bütün haramları terketmiş ve nefsini onunla
meşgul etmiştir." demek de mümkün olacaktır ve bu ikincisi daha da
isabetlidir; çünkü buradaki genelleme sahihtir; aksine "her mübâh mutlak
surette bir haram ya da yasak olan şeye vesiledir." demek yanlış olur.
Bunun neticesinde de, ileri sürülen itirazın, mubahın terkinin tâat olduğuna
dâir delil olamayacağı ortaya çıkar.
Mubahın işlenmesinin
uzun süre hesaba çekilmeye maruz bırakacağını ileri sürerek yöneltilen itiraza
bir kaç açıdan cevabımız olacaktır:
A) Eğer mübâhı işleyen kimse bu yüzden hesaba
çekilecekse, onu terkedenin de terkinden dolayı hesaba çekilmesi gerekir; çünkü
şer'an her ikisinin de mübâha olan nisbetleri aynıdır. Neticede tenakuz söz
konusu olmaktadır.[18] bu
ise muhaldir. Bu neticeye götüren de aynı şekilde muhaldir.
B) Keza, helâlin hesap olduğu kabul edilir, sonra da
mübflhı terkeden kimsenin —ki o da terkten ibaret olan bir helâli iglo miş
olmaktadır— hesaba çekilmeyeceğine hükmedilirse, o takdirde helâl uzun hesaba
çekilme için hem sebep olacak hem de olmayacaktır. Çünkü uzun süre hesaba
çekilme, sadece bilfarz o şeyin helâl oluşuna bağlanmıştır. Böyle bir netice
ise tenakuzdur.
4. Eğer hesaba çekilme terkin talebi için bir sebep
olabilecekse, o takdirde bütün tâatleria terki de istenilir. Çünkü bütün
bunlardan hesap sorulacaktır. Nitekim yüce Allah: "andolsun ki,
kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız, peygamberlere de
soracağız."[19] buyurmaktadır. Bu âyette
görüldüğü üzere peygamberlerin risâlet-ten ve şeriatın tebliğinden mesul
oldukları kesin olarak belirlenmiştir. Bununla birlikte, bu durum peygamber
göndermeye ve onların risâletini tebliğe mâni olmamıştır. Diğer mükellefler
için de durum aynıdır.
Burada "tâatlerin
terkini istemeyi engelleyici bir unsur olarak onların yapılmasını isteyen talep
bulunmaktadır." şeklinde bir itiraz serdedilemez. Çünkü, biz "mübâhda
da durum aynıdır; onda da terk talebinde bulunmayı engelleyecek unsur (muarız)
olarak muhayyer kılma durumu bulunmaktadır. Mubahın işlenmesiyle terki şâri'ce
aynı mesabededir." diyoruz.
5. Helallerin işlenmesi üzerine terettüp eden hesap,
muhtemelen o mubahın kendisi dışında başka bir sebeble ilgili olabilir. Çünkü
mübâh meselâ falan şeyin yenilmesi demektir. Bunun mutlaka uyulması gereken mukaddimeleri,
şartlan ve neticeleri vardır. Eğer bunlara riâyet edilirse, o şeyi yemek mübâh
olur; riâyet edilmezse, o takdirde ona sebebiyet vermek ve onu yemek mübâh
olmaz.
Kısaca mubahın da
diğer fiiller gibi uyulması gereken rükünleri, şartları, mâni ve neticeleri
vardır. Bütün bu konularda 'terk' aynen 'fiil' gibidir. Nasıl ki, fiile sebep
olunduğunda ondan mesul olunmaktadır; aynı şekilde terke sebep olunduğunda da
ondan mesul olunur.
Burada "fiilin
pek çok şartlan ve mânileri vardır; rükünlere ihtiyaç gösterir. Terk ise böyle
değildir; onun varlığı için sadece kasıt yeterli olabilir." şeklinde bir
mütâlâa ileri sürülemez.
Çünkü mubahın hakikati
ister fiil olsun ister terk, mukaddime-leriyle oluşur. İsterse bu sadece
kasıttan ibaret olsun. Aynı şekilde haklar, fiile taalluk ettiği gibi terke de
taalluk etmektedir. İster buhaklar hahakkı olgun, ister kul hakkı, isterse
karma nitelikli bu-iuııhıih farketmemektedir. Bu hususa hz. Peygamber'in
nefsimin de üzerinde hakkı vardır; ehlinin de üzerinde hakkı vurdır. Bu
itibarla her hak sahibine hakkını ver."[20]
hadisleri de de-lalel etmektedir. Selmân ve ebû'd-derdâ hadisi[21]
üzerinde düşünüldüğü nde, o ve onun mânâsında olan hadisler, mübâh konusunda
fiil ve uırkin, özellikle bu açıdan aralarında bir fark bulunmadığını ortaya
koymaktadır. Hesaba çekilme, mubahın işlenmesi suretiyle olduğu gibi, terki
durumunda da söz konusudur. Durum böyle olunca, eğer hohûba çekilme mubahın
vesilesinden dolayı ise (ona râci ise); onun iş-ummesiyle terki eşittir; yok
bizatihi mubaha veya her ikisine birden rnei ise; fiil ve terk yine birbirine
eşit olmaktadır.
Keza, eğer mubahta
onun terkini gerektiren bir husus varsa, ter-ked i ı memesini gerektiren husus
da bulunmaktadır. Çünkü mübâh Allah teâlâ'nın kullarına bir nimet olarak
lütfettiğini belirlediği hususlardandır. Meselâ şu âyetlere bu açıdan
bakılabilir: "Allah yeri canlı varlıklar için meydana getirmiştir.... Bu
iki denizden de inci ve mercan çıkar. Öyleyken rabbinizin nimetlerinden
hangisini yalanlayabilirsiniz?" [22]
"taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol
nimetlerinden faydalanmanız için denize... Boyun eğdi-[117] rendeo'dur.[23]
"göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına
vermiştir.[24]verilen nimetlerden dolayı
in'âmda bulunulduğu belirtilen bu mânâda daha pek çok âyet bulunmaktadır.
Bunlar, zikredilen nimetlerin edinilmesini, onlardan yararlanılmasını ve
netice itibarıyla da bunlar için şükürde bulunulmasını bildirmektedir. Durum
böyle olunca, bu nimetleri kasıtlı olarak terkeden kimseye de sorulacaktır: onu
niçin terkettin? Hangi amaçla ondan yüz çevirdin? Senin için helâl kılınan bir
şeyden seni alıkoyan şey neydi? ... Bu itibarla suâl mubahın her iki tarafı
için de söz konusudur. Bu konunun izahı inşAllah ileride, "başkasına hadim
(yardımcı) olan mübâh" bahsinde gelecektir.
Bu cevapların çoğu
cedelle ilgilidir. Asıl verilecek doğru cevâp şudur: mübâhı işleyen kimsenin
mutlak surette hesaba çekilmesi doğru değildir. Kişi ancak mübâha karşı yerine
getirilmesi gereken şükürde kusur gösterdiğinden dolayı hesaba çekilir; onu
elde etmek ve kullanmak açısından ya da yükümlülüklerin ifâsında yeterli bir
şekilde onunla yararlanamamasından dolayı sorumlu olur. Kendisini bu
gibihususlarda muhasebeye çeken ve emrolunduğu şekilde onlun işleyen kimse,
Allah'ın nimetlerine şükretmiş olur. İşte bu anlamda olmak üzere yüce Allah:
"ey muhammedi de ki: 'Allah 'm kulları için zîntt vt temiz nzıkları haram
kılan kimdir? Bunlar, dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de
yalnız onlar içindir.'[25]yani
bunlardan dolayı bir sıkıntıya maruz kalmayacaklardır. Başka bir âyette de:
"amel defterleri kendisine sağından* verilen kimse, kolay vereceği bir
hesaba çekilir..."[26]
buyurmuştur. Ayetteki lıesâb' hz. Peygamber tarafından 'arz' olarak tefsir
edilmiş[27]
münâkaşa ve azâb içerenhesâpolmadığıbelirtilmiştir. Aksi takdirde, mübâh olan
nimetlerin kıyamet gününde sa'dece mü'minlere has olmasının mânâsı kalmazdı.
"andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız,
peygamberlere de soracağız.[28]
âyetinde söz konusu edilen peygamberlerin suâllerini de aynı mânâya yormak
gerekir. Mübâhlann işlenmesi konusundaki selefin yaklaşımı da bu mânâ*nın
doğruluğunu ortaya koymaktadır. Nitekim birazdan bahsedilecektir.
İtirazların
ikincisi: ortaya konulan şey selef-i
sâlihten sahabe, tabiîn ve takva sahibi imamların gidişatlarına aykırıdır.
Çünkü onlar, mubahlardan sıkıntı duymuşlar ve onlardan çoğu kez kaçınmışlardır.
Bu durum, onlardan tevatür şeklinde nakledilmiştir. Meselâ onlar yiyecek,
içecek, binecek ve mesken gibi konularda bolluk ve rahat içerisinde olmaktan
kaçınmışlardır. Bunlar içerisinde de en önde gelenleri hz. Ömer, ebû zer,
selmân, ebûubeyde b. El-cerrâh, hz. Ali, ammâr vb. Gibi sahâbîlerdir. Bu konuda
ibn habîb'in kitâbu'l-cihâd'ına, keza dâvûdî'nin kitâbu'l-emvâfine bakılabilir.
Buralarda yeterli bilgi vardır. Kısaca bunların özeti şudur: bunlar mübâhı,
sırf mübâh olması açısından terketmişlerdir. Eğer mubahın terki tâ at
olmasaydı, bu sahâbîler onu terketmezlerdi.
Cevap: bu itiraza cevabımız
bir kaç açıdan olacaktır:
1. Bunlar içinde bulunulan hallerin nakli kabilindendir.
Araştırılıp incelenmeksizin sadece bunlarla ihticâcta bulunmak kifayet etmez.Zira
onların bu terkleri, terkettikleri şeylerin mücerred mübâh olmaları yüzünden olduğu
kesin değildir, başka amaçlarla terketmiş olmaları da mümkündür. İnşaAllah
ileride içinde bulunulan hallerin mücerred naklsdilmeıiyle ihticâcta bulunmanın
bir fayda bağlamayacağı konusu gelecektir.
2. Bu tezin aksi de söz konusudur. Şöyle ki: hz. Peygamber
Helva ve balı sever, et
yerdi ve etin de budunu seçerdi; bu o-nun hoşuna giderdi; kendisine tatlı su
arardı; kuru üzüm ve hurmayı ayıklardı; miskle kokulanırdı; kadınları severdi.
Keza pek çok sahâbî, tflbiîn ve takva sahibi ulemâdan mubahın terkinin
kendilerince matlûp olmadığı, eğer şer'an terki matlûp olsaydı mutlaka ona
koşacakları neticesinde toplanan pek çok haber vârid olmuştur. Vakıa eğer onlarca
mubahın terki matlûp olsaydı, diğer nafilelere ve iyiliklere; mertebe ve
derecelere koşuştukları gibi, onun terkine de koşuşurlardı. Zira ümmetten
hiçbir kimse hayırlı amellere onların koşuştukları gibi koşmamıştır; hiçbir
kimse yakın ya da uzak mü'min kardeşini (onlar gibi) kendi malına ve mülküne
ortak etmemiştir. Onların hayat tarzlarına vâkıf olanlar bunu çok iyi
bilirler. Bütün bunlara rağmen onlar asla mubahları terketmiş değillerdi. Eğer
mubahın terki matlûp olsaydı, kesin olarak bunu öğrenirlerdi ve mutlaka
istisnasız gereğiyle amel ederlerdi. Fakat onlar böyle bir şey yapmamışlardır.
Bu da gösteriyor ki, onlara göre mubahın terki matlûp değildir. Dahası,
içlerinden bazıları bir kısım mubahları terketmeye niyet etmişlerdi de, onların
bu tutumları tepki ile karşılanmış ve yasaklanmışlardı. Bu konuda pek çok delil
bulunmaktadır. Bu konuda ibn rüşd'ün mukaddi-mât'ının "fakîr ile zenginin
birbirine olan üstünlükleri"[29]babına
bakınız.
3. Eğer onların mubahın terkinden dolayı sevap elde
etmek amacıyla birşey terkettikleri sabit ise, geçen delillerden de anlaşılacağı
üzere, bu onun sadece mübâh oluşundan değil, haricî unsurlardan dolayıdır. Bu
da mubahın terkinin matlûp olduğunu gerektirmez. Onlar mubahları çeşitli
sebeplerden dolayı terketmişlerdir. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:
A) Mübâh, ibâdetler için bir mâni, hayırlı işler önünde
bir engel görülebilir; dolayısıyla sevaba ulaşabileceği şeyi yapmaya imkan
bulabilmek için onu terkedebilir. Bu matlûp olan şeye ulaşmak için gösterilen
çabalardan sayılır. Meselâ hz. Âişe'-ye büyük miktarda mal gelirdi. Bu sayede
mübâh olarak bolluk içerisinde yaşaması mümkündü. Ancak o gelen mallan
tasadduk eder, geçimi için asgarî olan bir miktarla yetinirdi. Onun bolluk
içerisinde yaşamayı terki onun matlûp olduğuna kail olduğundan değildi. Bizim
buradaki konumuz ise bu ikinci şekilde olan terktir.
B) Bazı mubahlar işlenildiği takdirde, kişinin sahip
olduğu övgüye değer vasıflara nisbetle kendi nefjsi için istemeyeceği bir
neticeyi başkalarında uyandırabileceği düşüncesiyle terkedilmiş olabilir.
Dolayısıyla bu durumdamübâh neden olacağı şey sebebiyle terkedilmiştir. Örnek:
hz. Ömer'in şam'a gidişinde eşeğe binmiş olmasını iyi görmemişler ve kendisine
bir at getirmişlerdi. Binip de at altında rahvana kalkınca, kendisinin bir
şeyler hissettiğini bildirerek ondan aşağı inmiş ve yine eşeğine dönntüştür.
Yine hadiste vârid olduğu üzere hz. Peygamber tıamîsa' adı verilen alemli
(nakışlı) bir elbise giymişti. Sonra hz. Peygamber namazda o-nun alemine
baktığını ve nerdeyse kendisini meşgul ettiğini belirtmiş (ve onu çıkararak ebû
cehm'e göndermişti)[30] halbuki
kendisi masumdu. Ancak bununla o, ümmetine, mübâh bir şeyin hoşlanılmadık bir
neticeye sebep olması durumunda ne yapmaları gerektiğini öğretmiş oluyordu.
Aynı şekilde mübâh
bazan yasak olan bir şeye vesîle olabilir ve o yasağa vesîle olması açısından
bırakılmış olur. Nitekim bu mânâda bazıları "ben haramla benim aramda
helâlden bir sütre bırakırım ve onu haram kılmam." demişlerdir. Hadiste
de: "insan, sakıncalı şeylerden kaçınmak için, sakıncası olmayan bazı
şeyleri terketmedikçe müttakîler derecesine ulaşamaz."[31]
buyrulmuştur. Bu, falan yoldan geçtiğinde harama bakacağını, ya da gıybet gibi
kendisine zararı dokunacak bir söz edeceğini vb. Bilen bir insanın durumuna
benzemektedir.
C) Bazı insanlar başkalarınca mübâh görülen bir şeyi
kendilerine helalliği netleşmediği ve şüphe bulunduğu için terkeder-ler. Bu
gibi durumlarda terke gitmek ihtilafsız iyi bir şeydir. Meselâ "biz
işlenmesi sakıncalı olan şeylerden sakınmak için, bir sakınca bulunmayan
şeyleri terkederdik." sözünü buna
yormak gerekir. Onlar hakkında bir sakınca olmayan her şeyi terketmemişler,
sadece kendilerini mekruh ya da yasak olan şeye götüreceğinden korktukları
şeyleri terketmişlerdir.
D) Mübâh, işlenmesi sırasında onu tâate dönüştürecek
niyet hazır bulunmadığı için terkedilmiş olabilir. Şöyle ki: bazı insanlar
mubahın tâate bir yardımcı olmasını, ya da yaptığı işin katkım/. Allıtlı için
olup, nefgine ait bir pay bulunmamasını is-torlor. Allah'ın öylo han kulları
vardır ki, mübâhı mübâh olduğu için işlemeyi sevmezler. Aksine onu işlemeyi
ibâdet kas-dı bulununcaya ya da mübâh ibâdete yardımcı olma vasfı ka-zanıncaya,
yahut da onu işlemesi nefsin bir hazzı için değil de izin açısından oluncaya
kadar terkederler. Çünkü nefsin haz duyacağı mübâh şükürden sayılmazken; tâat
kasdı ile işlenen mübâh bir nevi şükür olacaktır. İşte bu noktadan hare-
ketledir ki, bazıları yemek, içmek vb. Gibi mubahları matlûp hâl alıncaya kadar
terketmişlerdir. Çünkü bunlar ihtiyaç duyulmadan alındığı zaman mubahtır.
Mesela meyve yemek gibi. Ancak yeme ve içmeyi gıdaya ihtiyaç duyulacak zamana
kadar terkeder, sonra bünyenin güç kazanması ve tâate yardımcı olması amacıyla
yer içerse, o takdirde mubahın vasfı değişir. Bütün bunlar yerinde amaçlardır
ve bu tür davranışlar seleften nakledilmiştir. Bu durum meselemize bir halel
getirmez.
E) Mübâhı terkeden kimse bazan kendisini tamamen
tefekkür, amel gibi âhiretle ilgili bir tâate vermiş olabilir. Öyle ki,
mubahtan bir haz duymaz, kalbi ona meyletmez, dikkatini dahi çekmez. Ne kadar az
da olsa, bu şekilde meydana gelen terk, terkedilen şeyden gaflet şeklinde
düşünülür. Mubahın farkında olunmadığı için onun alınmaması ise tâat değildir.
O kimsenin gaflete sebep olan şeyle meşguliyeti tâat olmaktadır. Buna benzer
bir olay hz. Aişe hakkında nakledilmiştir. Şöyle ki: hz. Âişe'ye bir keresinde
çok miktarda mal (para) getirilmişti. O onların hepsini taksim etmiş ve
kendisi için hiçbir şey bırakmamıştı. Nefsini ihmal ettiği için de (cariyesi
tarafından) eleştirilmişti. Bunun üzerine hz. Aişe: "beni eleştirme!
Eğer banahatırlatsaydın, yapardım." demiştir. Bu kabilden davranışlara
sûfiyyede de rastlanır. Bazı mubahların nefsin haz alamaması neticesinde
terkedilmesi de aynı şekilde, onlardan gaflet hükmündedir.
F) Bazıları bir kısım mübâhı israf kapsamında görür.
İsrâfsa verilmiştir. İsrafın belirli bir sınırı yoktur. Nitekim israfın zıddı
olan "iktâr" in yani pintiliğin de değişmez bir haddi bulunmamaktadır.
Bu durumda iktisatlı olmak, iki kötü uç arasında dengeyi yakalamak kişinin
içtihadına, kendi görüşüne bırakılmıştır. İnsan bir kısım mübâh şeyleri
kendisine nisbetle israf kapsamı içerisinde görebilir ve neticede bu yüzden onu
terkeder. Onun israf olmadığı kanâatinde olanlar onu gördüklerinde onun mübâhı
terkettiğini zannederler. Halbuki, durum onların zannettikleri gibi değildir.
Bu gibi konularda, herkes kendi içtihadıyla hareket eder.
Fıkıhlar! Hükümler
Kısaca mubahın israf
kupsamına girip girmome konusunda bir anlayışa (fıkıh) sahip olmak ve ona göre
de amel etmuk ihtanilmekte-dir. Bu mübâh olmanın şartlarından birisidir.
Bununla mübah, ne terki ne de işlenmesi istenen bir vaziyet almaz. Meselâ
mübâh bir ytıy don dolayı mescide girmek mubahtır. Bunun şartlarından biri de
tfiron kimsenin cünüp olmamasıdır. Nafilelerin şartlarından biri de tali
a-rettir ve bu vaciptir. Şimdi ne mescide girmek ne de nafile namaz kıl mak, bu
şartlardan dolayı vacip olnîazlar. Burada da durum aynıdır. Mubahın alınmasında
israfın terki şartı vardır. Mubahlar alınırkon israfın kötülenmesi, aynı
zamanda mubahın da mutlak anlamda kötülenmesi demek değildir.
Seleften nakledilen
mubahların terkiyle ilgili menkıbeleri tetkîk ettiğimizde onların mutlaka bu
arzettiğimiz izahlardan biri altına girdiğini görürüz. Böylece onlarla ilgili
bu tür menkıbelerin, konulan meseleyle tearuz teşkil etmeyeceği anlaşılmış
olmaktadır. Allahu a'lem!
İtiraz vaki olan
konulardan üçüncüsü de zühdün teşvik görmesi hususudur: dünyadan el-etek çeken, onun lezzet ve şehvetlerini
terkeden kimsenin şer'an övgüye mazhar olduğunda, genel anlamda zühdü terkeden
kimsenin de yerildiğinde ittifak bulunmaktadır. Hatta, fudayl b. Iyâz bu
konuda: "her türlü şer bir eve konulmuş, anahtarı da dünya sevgisi
kılınmıştır; her türlü hayır da bir eve konulmuş ve anahtarı da zühd
kılınmıştır." demiştir. Sûfî el-kettânî ise şöyle der: "kûfeli,
medineli, ıraklı, şamlı hiçbir islâm âlimi dünyada zâhidâne bir hayat yaşamak,
cömert olmak ve herkese nasihatte bulunmak konusunda farklı
düşünmemiştir." kuşeyrî bu sözü: "yani hiçbir kimse bu vasıfların
övgüye değer olmadığını söylememiştir." şeklinde açıklar. Bu hususla
ilgili kitâb ve sünnette mevcut deliller sayılamayacak kadar çoktur. Gerçek
anlamda zühd helâl konusundadır. Haramdan el-etek çekme (zühd) ise zâten
lâzımdır, islâmın bir emridir ve bütün îmân sahiplerini kapsar; sadece seçkin
mü'minlerin yapacağı bir şey değildir. Seçkinler kendilerinin temayüz
etmelerini temin eden hususlar üzerinden yürümüşlerdir ki, bu da mubahtan
el-etek çekme (zühd) olmaktadır. Mekruh ise iki taraflıdır. Bu sabit olduğuna
göre, onların böyle faydasız bir davranışa girmeleri âdeten muhaldir ve yine
terkiyle işlenmesinin eşit olması sebebiyle şer'an övgüye lâyık bulunmaları
keza muhaldir.
Cevap: buna verilecek cevap çeşitli açılardan olacaktır:
1. Şerîatte zahir olduğu üzere zühd, terki istenen
şeylere mahsûstur. Mübâh ise, geçen delillerden dolayı bunların hâricindedir.
Bazılarının 'zühd' lafzını helâlin terki anlamında kullanmaları, kaçırdığı
hayırlar gözönünde bulundurulduğunda veya başka bir sebeple mecazî anlamda olmaktadır.
2. Enzâhidinsanolanhz. Peygamber bulduğu takdirde güzel
şeyleri terk etmemiştir. Ondan sonra gelen sahabe ve tabiîn de zühd makamında
bulunmalarına rağmen aynı şekilde davranmışlardır.
3. Mubahların terki ya kasıtlı olur ya da kasıtsız. Eğer
kasıtsız olarak terkedilmiş se dikkate alınmaz; aksine bu bir gaflettir, ona değil
zühd mübâh dahi denilmez. Eğer terki kasıtlı yapılmışsa bakılır: o sadece ya
mübâh olduğu için terkedilmiştir —üzerinde tartıştığımız nokta da burasıdır— ya
da haricî bir unsurdan dolayı terkedilmiştir. Eğer o haricî unsur, terkedilen
mübâh gibi dünyevî bir şeyse, o takdirde yapılan zühd değil, bir mubahtan
diğerine intikal olur. Eğer o uhrevî bir şeyse, o takdirde terk, matlûp olan o
şeye bir vesîle olur ve dolayısıyla matlûp olan o şeye nisbetle bir fazilet
olur, yoksa mücerred terkten dolayı bir fazilet olmaz. Bu konuda da anlaşmazlık
bulunmamaktadır.
Gazzâlî de bu mânâda
tefsirde bulunarak: "zühd, arzu ve rağbetin bir şeyden daha hayırlısına
çevrilmesidir." demiş ve bir şeyden mücerred vazgeçmeyi zühd saymamış,
aksine onu bir şeyden daha hayırlısına intikal ile kayıtlamıştır. Gazzâlî bu
tarifinin açıklanması sadedinde de "zühd, genelde sevilen bir şeyden
yüzçevirme olunca, onun tasavvuru için mutlaka ondan daha üstün bir şeye
yönelme şartı vardır. Aksi takdirde sevimli bir şeyin daha sevimli olmayan
başka bir şeyden dolayı terkedilmesi muhaldir." demiş ve sonra zühdün
kısımlarım zikretmiştir. Bu da açıkça göstermektedir ki, zühd hiçbir zaman
mübâha, mübâh olduğu için taalluk etmez. Ehl-i ibretin sözleri üzerinde
düşünenler, onların bu mihver etrafında döndüğünü görecektir.
Fasıl:
Mubahın işlenmesi
matlûp mudur?
Mubahın işlenmesinin
matlûp olmadığı konusuna gelince, (bölümün başında) geçen delillerin çoğu[32] bu
hususa delâlet etmektedir. Çünkü mübâha nisbetle her iki taraf (yapmak-terk
etmek) da aynı durumdadır.
Mubahın işlenmesinin
matlûp olduğu görüşünde olan (el-ka'bî), usûle ülerin ifâde ettikleri üzere, şu
şekilde istidlalde bulunmuştur: her mübâh bir haramın terki demektir. Haramın
terki vâcibtir; öyleyse her mübâh vâcibtir.
Ancak bu görüşe kail
olan kimse, öyle gözüküyor ki, mübâhm işlenmesinden doğan sonuçtan bağımsız
olarak ele alındığında her iki tarafının da eşit olduğunu kabul etmektedir. Bu
durumda sahîh olan görüşün[33]
diğer ulemânın ortaya koyduğu görüş olduğu ortaya çık* maktadır ve bu hususu
aşağıdaki açılardan delillendirmek mümkündür:
1.
(el-ka'bî'nin görüşüne
göre) hiçbir fiilde asla 'mübâh' vasfının bulunmayacağı, mükelleflerden sâdır
olan hiçbir fiili •'mübâh' diye niteleme imkanı kalmayacağı gibi bir netice
ortaya çıkmaktadır. Bu ise bâtıldır. Çünkü ümmet, bu görüş ortaya çıkmadan
önce, fiillere, diğer hükümlerle hükmettikleri gibi, mübâhlıkla da
hükmedegelmişler; haramın terkini gerektirse bile bu tür fiillere
"mübâh" tabirini kullanmışlardır. Bu da mübâhm işlenmesinden doğan
sonuçlara itibâr edilmediğine delâlet etmektedir. Çünkü o, mubahın mâhiyeti
dışında haricî bir unsur olmaktadır.
2.
Eğer onun dediği gibi
olsaydı, şerîatten 'mübâh' kavramı tamamen kalkmış olurdu. Bu ise hem onun hem
de diğerlerinin görüşüne göre bâtıl olmaktadır. Şöyle ki: eğer mübâhlık (ibâha)
varlık âlemin- l ıtt] de tayîn üzere olmasaydı, o takdirde şeriatın onu
hükümler içerisine koyması abes olurdu. Çünkü hükmün mevzuu mükellefin
fiilidir. Biz ise onun vâcib olduğunu, mübâh olmadığını varsayıyoruz. Bunun neticesinde
de 'mübâh' asıl olarak da, fer"î olarak da, ortadan kalkmaktadır. Zira
mükellefin fiillerinden hiçbirisi üzerine tatbik olunmayan bir hükmün ortaya
konulmasında hiçbir fayda bulunmamaktadır.
Eğer durum onun dediği
gibi olsaydı, onun benzeri, diğer hükümlerin tamamında da gerekli olacaktı.
Çünkü, (vâcib, mendûb... Gibi diğer hükümler de haramın terkini intâc
etmektedir. O takdirde bunlar da şu ya da bu hüküm olmaktan çıkacak ve hepsi
vâcib olacaktır.
Eğer o, nakledildiği
üzere her iki cihetten (terk ve adem-i terk) bu neticeyi iltizâm etmişse bu
bâtıldır. Çünkü o mubahın işlenmesinden doğan sonuç cihetini dikkâte almakta,
bu yüzden de mubahı nefyetmektedir. O takdirde diğer dört hükümde de bu
sonuçları dikkate alsın ve onları da nefyetsin. Bu ise hem icmâa hem de aklî
esaslara (makûl) ters düşer. Eğer haram ve mekruhta (doğan sonuçlara değil de)
nehiy cihetine, mendûbda da vâcib gibi emir cihetine itibâr ettiyse, o takdirde
mubahta da tahyîr (seçimli kılma, tercih hakkı tanıma) cihetine itibâr etmesi
gerekir. Çünkü makûl esâsları açısından aralarında bir fark bulunmamaktadır.
Eğer o: "mübâh yol açtığı sonuç ya da vesîle edinildiği şey sebebiyle
mübâh olmaktan çıkar." derse, bu kabul edilmez. Edilse bile bu konu
"vacibin vücûda gelmesi için zarurî olan şeyin vâcib olup olmaması"
konusuyla ilgilidir ve bu husustaki ihtilâf malûmdur. Biz onun vâcib olduğunu
kabul etmiyoruz; edilse bile, o zaman diğer hükümler de aynı şekilde
olacaktır. Neticede haram, mekruh, mendûb hepsi de vâcib olacaklardır; tek bir
cihetten vâcib olan da iki cihetten vâcib olacaktır. Bütün bunların tamamında
şâri'ce muteber bir maksat asla bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, mubahın
ne sadece işlenmesinde ne de sadece terkinde şâri'in bir kasdı
bulunmamaktadır. Onun kasdı, mubahı mükellefin tercihine bırakmaktır.
Mükelleften sâdır olan şey, terk ya da işlenmesi her neyse mükellefe nisbetle
o, şâri'in kasdı olmaktadır. Bu durumda mükellefe nisbetle mubahın terk ya da
işlenmesi keffâ-retteki seçeneklere benzemektedir. Hangisini yaparsa, şâri'in
maksadı o olntaktadır. Yoksa şâri'in husûsî olarak ne terkinde ne de
işlen-[126] meşinde bir kasdı
bulunmamaktadır.
Ancak her iki taraf
için de, daha önce sadece bir taraf için söz konusu edilen problemlere ek
problemler bulunmaktadır: bazı mubahlar hakkında, şâri'in husûsî olarak onun
işlenmesi ya da husûsî olarak onun terkedilmesi kasdının bulunduğunu ortaya
koyan nasslar vardır.
Bazı mubahlar hakkında,
onların özel olarak işlenmesini gerektirir şekilde tezahür eden şâri'in
kasdını gösteren deliller:
A) Güzel ve temiz olan şeylerden faydalanılmasına dâir
olan emirler: "ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin[34]
"ey insanlar! Sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin; yalnız
Allah'a kulluk ediyorsanız o'na şükredin.[35]
"ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, yararlı işleyin.[36] bu
ve benzeri mubahların kullun ılması knadının bulunduğunu gösteren deliller
mevcuttur. Keza mühahların kulların istifâdesi için yeryüzüne yayıldığı ve
onlara bir in'âm olduğu belirtilen delillerden, onlardan güdülen kasdın
şükretmek kaydıyla yararlanma olduğu anlaşılmaktadır.
B) Yüce Allah yeryüzüne yayıp, temiz kıldığı nimetlerden
bir şeyi haram kılmayı münker.bulmuş ve bunu bir nevi sapıklık saymıştır:
"Allah'ın kulları için zînet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?
Bunlar-, dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar
içindir.[37] yani nimot-ler dünya
hayatında mü'minler için yaratılmıştır, kâfirler onlardan mü'minlere tâbi
olarak istifâde ederler; âhiret gününde ise onlar sadece mü'minlere hastır ve
orada kâfirlerin tâbilik yoluyla nimetlerden istifade imkânları yoktur. Bu da
mubahların kullanılmasına dâir kasdın bulunduğunu açıkça göstermektedir.
C) Bu nimetler yüce Allah'tan kullarına olan bir
hediyedir. Acaba kulun efendisinin hediyesini kabul etmemesi uygun mudur? Bu
ne âdaba, ne de şeriata uygun bir davranış değildir. Hediye edenin kasdı, hediyesinin
kabulüdür. Yüce Allah'ın kullara olan hediyesi de, onlara in'âmda bulunduğu
şeydir; öyleyse onu alsınlar ve şükrünü yerine getirsinler. İbn ömer ve
babasıyla ilgili, yolculuk sırasında namazın kısaltılma-sıyla ilgili hadis bu
mânâda gayet açıktır. Bu hadiste hz. Pey-gamber:"bu Allah'ın size tasadduk
eylediği bir sadakadır. Binâenaleyh, siz onun sadakasını kabul edin!" buyurmuşlardır.[38] ibn
ömer'e mevkuf olarak nisbet edilen hadiste de: "ne dersin! Sen bir
tasaddukta bulunsan da, senin sadakanı kabul etmeyip geri çevirseler, buna
kızmaz mısın?" ziyâdesi vardır. Başka bir hadiste de "yüce Allah,
azimetlerin işlenmesini sevdiği gibi, ruhsatların işlenmesini de sever.
" buyrulmuştur ,[39]
ruhsatların çoğunluğu, ya yolculuk sırasında oruç tutmama gibi vâcib hükmünden
ya da "sizden, hür mü'minkadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse,
el-lerinizdeki mü'min cariyelerinizden alsın.. [40]
âyetinde ifâde edildiği gibi haramlıktan vazgeçilmiş ibâha tarzındadır. Mubahın
işlenmesine Allah'ın sevgisi taalluk ettiğine göre, işlenmesi tarafı ağır
basacaktır. Bütün bunlar, mubahın işlenmesinin bazan terkinden daha üstün
olduğuna delâlet etmektedir.husûsî olarak mubahın terki kasdmın bulunduğunu
gösteren delillere gelince; daha önce geçen dünya nimetlerinden istifâdenin ve
şehevî konulara meylin yerilmesiyle ilgili bütün deliller genel anlamda bu
mânâyı ifâde ederler. Özel olarak da, mübâhlığı sabit olan bazı şeyler
hakkında, onların sevimsizliğini ifâde eden deliller mevcuttur. Meselâ sünnî
talak[41]
gibi. Onun hakkında sahîh de olmasa(l) hadiste: "Allah katında en sevimsiz
(en çok buğzedilen) helâl talâktır."[42] bu
yüzdendir ki, ne kur'an âyetlerinde ne de hadiste hiçbir yerde talâktan
bahsedilirken, diğer nimetlerin istifâdesinden bahsedilirken yapıldığı gibi,
asla (kayıtsız olarak) emir sîgası kullanılmamıştır.aksine "talak iki
defadır.[43]"eğer onu (üçüncü
defa) boşarsa, bir daha ona helal olmaz....[44]
"ey peygamber! Kadınlarınızı boşamak istediğinizde iddetlerinigöz önünde
bulundurarak boşayın.[45]"müddetlerini
doldurduklarında ya onları iyilikle tutun; ya da güzellikle onlardan
ayrılın."[46]gibi ifâdeler
kullanılmıştır. Mübâha taalluk eden buğz 128]
yönünün onu mercûh kıldığında şüphe yoktur. Hadiste üç şey hariç bütün
eğlencelerin bâtıl olduğu[47]
belirtilmiştir. Oysa ki, eğlencelerin pek çoğu mubahtır. Keza oyun mubahtır,
buna rağmen yerilmiştir.
Bütün bunlar, mübâh
konusunda şâri'in husûsî olarak iki taraftan birisini kasdetmiş olabileceğine
ve mubahın konumunun buna imkan vermemesi gibi bir durumun olmadığına delâlet
eder. Bu da haricî unsurlar dikkate alınmadan, bizatihi mubahın kendisine
nisbetle terk ya da işleme yollu ona talebin taallukunun söz konusu olacağına
delâlet eden delillerden birisi olmaktadır.
Cevap: buna vereceğimiz cevap iki açıdan olacaktır:
1. Genel olarak verilecek cevap: mubahın sâri' katında
her iki tarafının da eşit olduğu sabit olduğuna göre, iki taraftan ağır basan
her bir terk ya da işlenme ciheti, mübâh olmaktan çıkar. Bu ya o şeyin, her ne
kadar hakkında mübâh tabiri kullanılsa da, hakîkaten mübâh olmaması sebebiyle
olur, ya da aslında mübâh olmakla birlikte, daha sonra haricî bir unsur
yüzünden mübâh kapsamından çıkması sebe-biyle olur. Mubahın mekâsıddan
hareketle veya haricî unsurlar sebebiyle mübâhhktan çıkması kabul edilebilecek
bir husustur.
Detaylı olarak
verilecek cevap:
Mübâh iki kısımdır:
A) Zarurî, hâcî ya da tekmîlî olan bir aslın hadimi,
onun yardımcısı mahiyetinde olan mübâh. B) Böyle olmayan mübâh.
Birinci kısım
mubahlara, bazan yardımcı olduğu şey açısından yaklaşılabilmekte ve neticede
mübâh matlûp ve işlenilmesi arzu edilen bir hal almaktadır. Şöyle ki, Allah
teâlâ'nın helal kıldığı yiyecek, içecek, giyecek vb. Gibi şeylerle faydalanmak
haddizatında mübâh tır. Bunların mübâh kılınması da cüz itibarıyladır; yani
yenilecek, içilecek, giyilecek... Şeylerin şu ya da bu cüz'üne nisbetle
mubahtır. Aynı zamanda o zarurî olan bir esasa —ki hayatın idâmesidir— hizmet
eder. Bu açıdan da işlenmeleri emredilmiş; külliyen yani bütün olarak
terkedilmemesi anlamında bunlar muteber ve matlûp bir hal almışlardır. Burada
emir, cüz yani şu ya da bu mubahın işlenmesi açı- 11mj smdan değil, küll
açısından söz konusu olmaktadır. İşte bu küllîlik içinde mubahın, kabul
edilmesi uygun olan bir hediye telakki edilmesi doğru olmakta, reddi yaraşmamaktadır.
İkincisi: bu kısımdan olan mubahlar, ya şer'an muteber olan üç
husustan bir aslın iptaline götürür; ya da böyle bir neticeye götürmez. Talak
gibi.[48]
çünkü talak, helâlin terki olmaktadır. Bu öyle bir helâl ki, varlık âleminde
neslin muhafazasını temin etmektedir ve bu haliyle o zarurîdir, yine o insanlık
içerisinde mutlak anlamda ülfeti, muaşereti, kabilelerin birbirleriyle
kaynaşmalarını temine yardımcı olmaktadır ve bu haliyle de o, ya zarurî, ya
hâcî ya da ikisinin mütemmim unsurlarından olmaktadır. Bu açıdan
yaklaştığımızda, talak istenilen bu neticeyi bozmakta ve tahrip etmekte
olduğundan buğzedilen bir şey olmakta; işlenmesi terkinden daha üstün
olmamaktadır. Ancak geçimsizlik, Allah'ın sınırlarını koruyamama gibi daha
güçlü zıd durumların bulunması halinde bu özelliği değişmektedir. Talak, şu ya
da bu şahsa nisbetle, şu ya da bu zamanda mübâh ve helâldir. Ama küllî açıdan
yaklaştığımızda durum yukarıda arzedildiği gibidir. Dünyanın yerilmesi hakkında
gelen deliller karşısında da edilecek söz aynıdır. Nitekim daha önce geçmişti.
Ancak, dünyada helâlin alınması, işlenmesi dîn gibi —kâfir için söz konusudur—
takva gibi —isyankâr mü'min için söz konusudur— bir zarurî aslın yıkılmasına,
onun ihlâl edilmesine sebebiyet veriyorsa, işte bu açıdan onların alınması,
işlenmesi yerilmiş olmaktadır. Eğlence, oyun ve her türlü vakit öldürücü
şeyler de bunun gibidir. Bunlar eğer haram içerisinde işlenmiyorsa, yahut
bunların işlenmesinden haram bir netice doğmuyorsa, mubahtırlar; ancak
yerilmişlerdir ve ulemâ bunları hoş karşılama-mışlardır. Hatta onlar, mü'minin,
bir an bile olsa dünya ya da âhirette kendisine fayda sağlamayacak bir
vaziyette görülmesini hoş karşıla-mamışlardır. Bu itibarla onların zamanı
öldürmekten ibaret olan, ne dünyada ne de âhirette bir faydası bulunmayan
oyunları hoş görmemeleri normaldir. Kur'an'da: "yeryüzünde böbürlenerek
yürüme."[49] buyrulmakta ve bu mânâya
işaret edilmektedir. Hadiste üç şey hariç bütün eğlencelerin bâtıl olduğu [50]belirtilmiştir.
Bunların bâtıl olmalarından kasıt, onların üzerlerine terettüp edecek herhangi
bir semeresi bulunmayan abesle iştigal ya da o kabilden bir şey olmaları
anlamındadır. Kişinin eşi ile oynaması ise böyle değildir; çünkü o neslin
muhafazasını teminat altına alan zârûrî bir esasa hizmet eden bir mubahtır.
Aynı şekilde atın eğitilmesi için yapılan, keza oklarla oynanılan oyunlar da
böyledir; çünkü bunlar da dînin muhafazası için gerekli ve tamamlayıcı unsur
özelliği gösteren cihâda [51]hizmet
etmektedirler. Bu yüzdendir ki, bu üç şey bâtıl olan eğlenceler zümresinden
istisna edilmişlerdir.
Bütün bunlar
göstermektedir ki; mubahın, mübâh olması açısından husûsî olarak ne işlenmesi
ne de terki matlûp değildir.[52]
Bu cevap, teklifi hükümler
bahsinde sabit başka bir esas üzerine bina edilmiştir. Şimdi bu esası ortaya
koymaya geçiyoruz: [53]
Mübâh küll olarak ayrı,
cüz olarak ayrı hükümlere tâbi olur; bu itibarla mübâh cüz olarak yani şu ya da
buna nisbetle mübâh, küll olarak ele alındığında da mendûb ya da vâcib olur;
keza cüz olarak ele alındığında mübâh olan şey, küll açısından ele alındığında
mekruh ya da haram şeklini alır. Böylece ortaya dört kışım çıkmaktadır:
Birinci Kısım:
Mübâh yenilecek,
içilecek, giyilecek, binilecek vb. Şeylerin iyi, temiz ve kaliteli
olanlarından haddizatında vâcib olmayan; ibâdetlere güzellik verip aslında
mendûb bulunmayan, güzel âdetlerden olup israf gibi mekruh sayılmayan hususlar[54] cüz
olarak yani teker teker ele alındıklarında mubahtırlar; şayet bunlar, kudret
bulunmakla birlikte bazı vakitlerde[55]
terkedilmiş olsalar, bu terk caiz olur. Nitekim aynı şeylerin terk yerine
işlenmeleri de caizdir. Şayet bunlar toptan terke-dilecek olsalar, o takdirde
şeriatın mendûb kabul ettiği ve yapılmasını istediği şeyin aksine bir davranışa
girilmiş olur. Hadis-i şerifte: "Allah size nimetini artırıp genişlik
verdiği zaman, siz de kendinize genişlik gösterin. Şüphesiz ki Allah, verdiği
nimetin eserini kulunun.üzerinde görmekten hoşlanır." [56]buyrulmuştur.
Pejmürde birisine de, üstünü başını düzelttirdikten sonra: "böylesi daha
güzel değil midir?" buyurmuşlardır. Kibir hakkında söz edilirken: "yâ
rasûlallah! Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını
sever, bu da kibir kapsamına girer mi?" şeklinde soran birisine hz.
Peygamber "şüphesiz ki, Allah güzeldir, güzelliği sever." [57]buyurmuşlardır.
Bu tür örnekler çoktur. Bütün insanlar da toptan onu terketse-ler, o takdirde
de aynı şekilde mekruh olurdu.
İkinci Kısım:
Yemek, içmek, cinsî
münâsebette bulunmak, alış veriş yapmak ve diğer caiz olan iktisap yollan
külliyen ele alındığında vâcib hükmünü alan mubahlardır. Bu konuyla ilgili
olmak üzere de yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah, alış-verişi helâl,
ribâyı da haram kıldı.[58]
"size deniz avı ve yiyeceği helâl kılındı.[59]
"size bildirilecek olanlar dışında hayvanlar helâl kılındı."[60].
Buna benzer daha pek çok delil bulunmaktadır. Bütün bu şeyler, teker teker ele
alındıklarında mübâh olmaktadırlar. Yani bir kimse, bu zikredilen şeylerden
şunu değil de bunu seçse, birini diğerine tercih etse, bu caiz olmaktadır. Keza
insanın bunları bazı durum ve zamanlarda terketmesi veya sadece bazı insanların[61]
terketmeleri de caizdir. Böyle değil de, aksine bütün insanların
terkettiklerini düşünecek olsak, bu yapılması emrolunan zarûriyyâttan olan bir
hususun terki olmuş olur. Dolayısıyla külliyen ele alındığında bu tür
mubahların işlenmesi vâcib olmaktadır.
Üçüncü kısım:[62]
Mesire yerlerinde
gezinmek, kuş sesi dinlemek, mübâh olan mûsikî dinlemek, güvercinle oynamak vb.
Oyunlarla eğlenmek gibi mubahlar külliyen ele alındığında mekruh hükmünü
almaktadır. Bu ve benzeri şeyler, cüz olarak ele alındıklarında mubahtırlar; şu
veya bu günde, şöyle veya böyle bir halde bunlarla eğlenmesinde bir günah
yoktur. Ama bunları devamlı surette yaparsa, o zaman bunlar mekruha dönüşürler
ve bunu yapanlar kıt akıllılıkla itham edilirler; onlara iyi bir davranış
göstermedikleri, bu gibi şeylere dalarak israfa girdikleri gözüyle bakılır.
Dördüncü kısım:
Bunlar, aslında mübâh
da olsa, devamlı işlenmesi durumunda sahibinin adalet (dürüstlük) vasfını
zedeleyen şeylerdir. Çünkü bunlar, sahiplerinin onlar üzerinde ısrarları yüzünden
doğru ve dürüst insanların gidişatından çıkmış ve fâsık olmasa bile fâsıklar
zümresine katılmış sayılacak bir zamana kadar, onların adalet vasıflarım leyici
değillerdir. Bu da onun şer'an işlemiş olduğu bir günahtan dolayı olmaktadır.
Gazzâlî bu konuda şöyle demiştir: "mübâh olan bir |»y üzerine devam etmek,
bazan o mübâhı küçük günah hali ne getirebilir, nitekim küçük günah üzerine
müdavim olmak da, onu büyük güntth haline dönüştürür. Bu noktadan hareketledir
ki: israr edilen küçttk günah küçük değildir.' demişlerdir."
Fasil:
Cüz itibarıyla mendûb
olan fiil, külliyen ele alındığında vâcib olur.[63]
büyük mescidlerde ve diğer yerlerde ezan okumak, cemâatle namaz kılmak, bayram
namazlarını kılmak, nafile sadakada bulunmak, nikâh, vitir, fecir (sünneti),
umre ve diğer râtib nâfilwlt»r gibi. Bunlar cüz itibarıyla mendûbturlar. Ancak
bunlar cümlelen terk olundukları zaman, terkedenin adaletini yaralar.
Baksanıza, ezan islâmın şiarlarından olmaktadır. Bu yüzden, bir şehir halkı
ezanı tor-kettiklerinde onlarla savaş etmek caiz olmaktadır. Cemâate iştirak de
aynı şekildedir. Sürekli olarak cemâat namazlarına katılmamak kişinin adaletini
yaralamakta ve onun şehâdeti kabul edilmemokta-dir. Çünkü cemâatin terki, dinî
şiara ters düşen bir davranış olmaktadır. Hz. Peygamber bu konuda şiddetli bir
üslûp kullanmij ve cemâate iştirak etmeyenlerin evlerini başlarına yıkmak istediklerini[64]
ifâde buyurmuşlardır. Yine hz. Peygamber'in bir yere baskın yapmak istediğinde
sabaha kadar beklediğini, eğfir orada sabah ezanı okunuyorsa baskında
bulunmadığını, aksi takdirde hücuma geçtiğini biliyoruz. Nikâhın durumu
açıktır; içerisinde neslin çoğaltılması ve insan nevinin bekâsını temin
şeklinde kendilini gösteren şer'î maksatları ihtiva etmektedir. Bu tür dînen
mendûb olan şeylerin daimî surette toptan terkedilmesi dînin konumu üzerinde
müessir olmaktadır. Ama daimî değil de ara sıra terkedilecek olursa, bunun
tesiri olmaz; dolayısıyla da terkinde mahzur bulunmaz.
Fasıl:
Fiil cüz olarak ele
alındığında mekruh ise, küll halinde haram (memnu) olur. Kumar kasdı olmaksızın
satranç ve tavla oynamak, mekruh olan mûsikî dinlemek gibi. Çünkü bu gibi
şeyler, daimî surette işlenmediği takdirde adaleti zedelemez; eğer kişi sürekli
bunları işlerse, o takdirde adalet vasfını kaybeder. Bu durum, gazzâlî'nin
ortaya koyduğu kaideye[65]
göre, bunların yasaklanmasına bir delîl olmaktadır. Muhammed b. Abdulhakem,
tavla ve satranç oyunu hakkında: "eğer cemâatten alıkoyacak kadar çok
oynarsa, o kimsenin şehâdeti kabul edilmez." demiştir. Mürüvveti zedeleyen
ve hafif meşreplik belirtisi olan diğer oyunlar, bir mazeret bulunmaksızın
töhmetli yerlere gitmek vb. Gibi şeyler de böyledir.
Fasıl:
Vacibin durumu: eğer
vacibi farz' anlamında kullanıyorsak, onun hem cüz olarak, hem de küll olarak ele
alındığında vâcib olduğu [1341 muhakkaktır. Çünkü âlimler vâcib ıstılahını
sâdece cüz'î açıdan ele alarak kullanmışlardır. Cüz olarak ele alındığında
vâcib olan bir şeyin, küll olarak ele alınması durumunda vâcib olması öncelik
ve üstünlük arzeder. Ancak, acaba küllî ve cüz'î açıdan ele alınışına göre
hükmü değişir mi?
Cevazı ve şer'an vuku
imkânı açısından bu açıktır; çünkü, meselâ şu muayyen öğle namazı mükellef
üzerine farz olduğuna göre, onu terkeden kimse günahkâr ve büyük günah işlemiş
(mürtekib-i kebîre) olur; bu yüzden de —Allah affetmedikçe— şiddetli vaîde
(azaba) maruz kalır. Bir öğleyi terkedenin durumu böyle olunca her öğle namazını
veya bütün namazları terkeden kimse bu vaîde öncelikli olarak maruz kalır.
Kasden bir defa insan öldüren kimseyle devamlı surette öldüren katilin
durumları da aynı şekildedir. Çünkü devamlı surette işlenen bir cinayette
bulunan mefsedet, bir defa işlenen aynı tür cinayetlerde bulunan mefsedetten
daha büyük olmaktadır.
Vuku açısından
yaklaştığımızda, bunu gerektiren nassların vârid olduğunu görmekteyiz: meselâ
hz. Peygamber cuma namazını terkeden kimse hakkında: "kim cumayı üç defa
terkederse, Allah onun kalbini mühürler. Buyurmuş ve görüldüğü üzere bunu üç
adediyle kayıtlamıştır. Başka bir hadislerinde de: "kim cumanın hakkını
hafife alarak ya da önemsemeyerek terkederse [66]
Allah onun kalbini mühürler.[67]
buyurmuşlardır. Halbuki, ihtiyarı dahilinde fâ-kat hafife almaksızın,
küçümsemeksizin kılmasa bile farzı terkotmiş ve harnm işlemiş olmaktadır. Buna
rağmen hz. Peygamber bu ifâdeyi, defalarca terketmesinde haramlığın daha
şiddetli olduğunu belirtmek için kullanmıştır. Onu hafife almajsasdıyla ve
önemsemeyerek terketmekte de aynı durum söz konusudur. Bunun üzerine fıkıhta
şöyle bir netice terettüp etmiştir: özürsüz^cumayı üç defa terkedenin şehâdeti
caiz değildir. Bunu* sehnûn söylemiştir. İbn habîb de, mutarrif ve ibn
mâcişûn'dan: "kişi cumayı özürsüz defalarca terkederse, şehâdeti makbul
olmaz. Bunu sehnûn söylemiştir.'[68]
şeklinde nakilde bulunmuştur. Fukahâ, bir günah işleyip üzerinde müdavim
olmayan kimse hakkında, eğer işlediği günah kebîre (büyük günah) değilse, onun
şehâdetini zedelemeyeceğine dair hükümde bulunmuşlardır. Eğer müdavim olur ve
çokça işlerse şehâdetini geçersiz kılar ve o işlediği günah büyük günahlar
meyânında sayılır; çünkü kaide olarak küçük günah üzerinde yapılan ısrar, onu
büyük günah haline dönüştürür.
Ama vacibin farz
mânâsına olmadığını (hanefîlerde olduğu gibi farzın altında bir hüküm olduğunu)
söylersek, daha önce arzettikleri-miz, bu hüküm için de geçerli olabilir ve
şöyle denilir: vâcib cüz olarak ele alındığında vâcib olduğuna göre, kül
açısından da farz olur ve buna mâni bir durum yoktur.[69]vacibe
ve misallerine hanefî mezhebi doğrultusunda bakılabilir. Bu yola göre
genelleme yerinde olur ve farz hakkında da şöyle denilir. Farz da, küll olarak
ayrı ve cüz olarak ayrı ele alınması durumunda (tekit ve güç bakımından)
farklılık arzeder. Nitekim faslın başında izahı geçmişti. Menedilen hususlar
(haramlar) hakkında da durum aynıdır. Küll olarak ayrı, cüz olarak ayrı ele
alınmaları durumunda onların da mertebeleri farklılık gösterir. Şu veya bu
vakitte, şöyle veya böyle irtikâb edilmeleri durumunda hükümde aynı mertebede
sayılmalarına karşın, küll olarak ya da tekrarları halinde ele alınmaları
durumunda aynı şekilde olmazlar. Mesela: özürsüz yalan söylemek ve ısrarla
işlenen şâir küçük günahlar gibi. Çünküküçük günahlarda, ısrarın
onlarıbüyütmedeetkisi bulunmaktadır. Bazan günah günaha eklenir ve bu
eklenmeden dolayı ha- ramlık büyür. Nisâb miktarının yarı değerinde bir şey
çalmak, dörtte birini çalmak gibi değildir. Nisap değerinde bir şey çalmak da
yan değerinde bir şey çalmak gibi değildir. Bu yüzden bir lokma yiyecek çalmayı,
tartıda bir habbe eksiltmeyi küçük günahlardan saymışlardır. Halbuki, hırsızlık
büyük günahlardan sayılmaktadır. Bu hususta gazzâlî şöyle demiştir:
"ansızın büyük günaha teşebbüs etmek çok nadir düşünülebilir; mutlaka onun
küçük günahlardan öncüleri, mukaddimeleri vardır. Şayet küçük günahlarca önü
açılmamış, aniden işlenen ve bir daha da geri dönülerek tekrarlanmayan büyük
bir günah tasavvur olunursa, belki de onun affedilme şansı, ömrü boyunca devam
ettiği küçük günahın affedilme şansından daha büyük olacaktır."
Fasıl:
Bu arzettiklerimiz,
bütün fiillerin hükümlerinin küll ya da cüz açısından ele alındıklarında farklı
oluşu esasına bina edilmiş bir yaklaşımdır.
Birileri çıkarak,
fiiller küll ya da cüz açısından farklılık gösterseler bile hüküm açısından
aynı olurlar, şeklinde bir iddiada bulunabilir. Şöyle ki: mübâhı ele alalım:
meselâ zararlı haşerâtın öldürülmesi, mudârebe (kırâz), müsâkât, ariyye [70]agibi
muameleler, talebe müteveccih olmayacak şekilde yorulduktan sonra dinlenme,
tedâvî olma —eğer mübâh olarak almacaksa— bütün bu saydıklarımızın devamlı
yapılmalarıyla, devamlı terkedilmeleri birdir ve bunların üzerine ne kerahet,
ne nedb (mendûbluk.), ne de vücûb gerekmemektedir. Aynı şekilde bunları bütün
insanların kasıtlı olarak terketmeleriyle işlemeleri arasında da bir fark
yoktur. Tedâvî gibi —eğer mendûb kabul edilecekse, çünkü bu konuda hz.
Peygamber'in "ey Allah'ın kulları! Tedavi olunuz.[71]
şeklinde hadisleri bulunmaktadır—; yine hz. Peygamber'in "öldürdüğünüz
zaman, eziyet vermeden, güzel bir biçimde öldürün."[72]
şeklindeki hadisine binâen, ezâ veren haşerâ-[137] tın güzel bir tarzda
öldürülmesi gibi mendûbları ele alalım. Şayet insan bu işleri sürekli
terketse, bu ne mekruh ne de yasak bir şey olur. Sürekli yapması durumunda da
hüküm aynıdır. Mekruha gelince, meselâ ezâ vermeyen karıncaları öldürmek,
necaseti izâle etmekle.birlikte kirletici olan ya da cinlerin haklan bulunan
kömür, kemik vb, gibi şeylerle istincâda bulunmak gibi. Bunlar hakkında vârid
olan ya-mk, haram kılıcı bir yasak değildir. Bunları sürekli olarak yapan
kim-««nin günahkar sayılacağı sabit olmamıştır. Haşerât yuvalarına işo-mek, su
içerken kırbanın tüylü ağız kısmını dışına kıvırarak suyu içerisinden içmek de
aynıdır. Buna benzer örnekler çoktur. Vâcib ve haram konusunda hükmün eşitliği
ise açıktır. Çünkü hadler eşitlik üzere konulmuştur: üzerlerinehaddin tatbiki
bakımından-yüz defa şarap içenin durumuyla, bir defa içenin durumu aynıdır; bir
kişiye iftirada (kazif) bulunan, bir topluluğa iftirada bulunan gibidir; bir
insanı öldürenle yüz insanı öldüren arasında fark yoktur. Aynı şekilde bir
namazı terkeden kimse ile, süreklitsılmayan arasında bu açıdan bir fark bulunmamaktadır.
Benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Keza gazzâlî, gıybet
etmek ve dinlemek, tecessüs, suizan, iyiliği emretmeyi, kötülükten yasaklamayı
terk etmek, şüpheli şeyler yemek, öfkeden dolayı çocuğa ve köleye terbiye için
gerekli olan miktarından fazla olarak sövmek ve onları dövmek, zâlim
sultanlara (idarecilere) ikramda bulunmak, aile efradına gerekli olan dînî
bilgile ri öğretmede tenbellik ve kusur göstermek gibi şeylerde devamlılık
göstermenin, bunların dışındaki diğer şeylerin sürçmek suretiyle irtikâp
edilmeleri derecesinde mütâlâa edileceğini belirtmiş ve gerekçe olarak da
husûsiyle bunların insanlarda gâlib olduğunu, nitekim diğer günahlarda da
sürçme yoluyla işlemenin gâlib bulunduğunu; ; dolayısıyla da diğer günahların
sürçme yollu irtikâp edilmeleri durumunda adaletin zedelenmeyeceği gibi
bunlarda devamlılığın da adalet vasfını zedelemeyeceğini ifâde etmiştir. Bu
sabit olduğuna göre, fiiller küllî veya cüz'î olmaları bakımından farklılık
gösterseler bile hüküm açısından aynı oldukları iddiası doğruluk kazanır.
İlk bakış açısına
sahip olanlar, bu iddiaya şu şekilde cevap verebilirler: küllî ya da cüz'î
olarak ele alındığında, fiillerin farklılık arzet-mesine rağmen hükümlerin eşit
olacağı iddiasını desteklemek üzere getirilen şey kesinlik arzetmemektedir:
şöyle ki:
Küllî ve cüz'î
izafîdir; şahıslara, durumlara ve mükelleflere göre farklılık arzeder. Delili:
eğer biz ezâ veren haşerâtın öldürülmesinin terkinin cevazı konusuna teker
teker fertler açısından baktığımızda durum hafifler; fakat bütün insanların
onların öldürülmelerini terk konusunda görüş birliği ettiklerini ve
öldürmediklerini farzettiğimiz-de, onlar bu yüzden çeşitli açılardan sıkıntılara
(haraç) duçar kalacaklardır. Sâri' ise sıkıntı ve güçlük doğuracak şeylerin
kesin olarak reddini istemiştir. Dolayısıyla terk, en azından mekruh
seviyesinde olmak üzere yasak bir durum halini almış olur. Şu halde fiil
külliyen ele alındığında, eğer vâcib demezsek, en azından mendûb vasfını alır.
Mudârabe ve diğer muamelelerle ilgili olarak zikredilen hususlarda da durum
aynıdır. Netice itibarıyla dacüz'îileküllî arasında bir eşitlik «öz konusu
olmaz. Bütün insanların bu gibi şeylerden birisini terket-me üzerinde görüş
birliği etmeleri durumunda, bunun o konuyla ilgili şer'î bir hükmün yıkılmasına
sebep olması da bu konuda yeterli bir delil olur. Evet, küllî ile cüz'î
arasındaki farklılığın azalması durumunda ileri sürülen karşı görüş[73] de
isabetli olabilir; ancak aradaki farkın büyük olması durumunda, gerçek
yukarıda arzedildiği gibidir. Benzer bir bakış açısı mendûb ve mekruh hakkında
da geçerlidir.
Vâcible haram
konusunda zikrettiği ise söz konusu değildir. Çünkü, hadler konusundaki
hükümlerin farklılığı, her ne kadar bazısında birse de, açıktır. Gazzâlî'nin
zikrettiği ise, bu kaideye[74]
mebnî olarak, kabul görmüş değildir. Kabul edilse bile, daha ağır basan bir zıd
unsur sebebiyle sadece adalet konusuna hastır. Bu zıd unsur da bunlar üzerinde
devamlılığın adalet vasfını zedelemesi durumunda, çok az kimsenin âdil kalması
ve şehâdet müessesesinin işlemez hale gelmesi keyfiyetidir.
Fasıl:
Bir fiilin küllî ya da
cüz'î oluşuna göre beş hükümden birisini alması akabinde bunun sıhhati üzerine
delil talebinde bulunulabilir. Konu aslında, meselenin vazı sırasında ortaya
konulan hususlar üze-[139] rinde düşünüldüğünde açıktır; hatta şeriat nazarında
o, şer'î kaynakların istikrasında bulunan kimseler için katiyet mertebesine
ulaşmaktadır. Buna rağmen, kalbin mutmain olması için daha fazla talepte
bulunan kimselere aşağıdaki deliller takdim edilecektir:
A) Daha önce geçtiği üzere, bir insan devamlı olarak
işlemediği zaman adalet vasfını kaybetmediği bir şeyi daimî surette işlediği
zaman bu vasfını yitirmektedir. Bu genel anlamda âlimler arasında üzerinde
anlaşılan bir esasdır. Eğer o şey üzerinde devamlılığın bir tesiri olmasaydı,
âlimlerin onu devamlı işleyenle işlemeyenin arasını ayırmalarının bir mesnedi
kalmazdı. Ancak onlar fiillerin devamlı oluş ya da olmayışlarını göz önünde
bulundurmuşlardır. Bu da aralarında bir farkın bulunduğunu, devamlı olarak
işlenen münker bir fiilin, devamlı surette istenmeyenden daha şiddetli olduğunu
göstermektedir. Bir fiilin küllî ya da cüz'îliğinin mânâsı da daha önce de
ortaya konulduğu gibi işte budur. Bu yaklaşım, ibret sahibi kimseler için
meselenin isbatına yeterlidir.
B) Sâri' teâlâ şeriatı, ittifakla maslahatları göz
önünde bulundurarak, onların teminini amaçlayarak vaz' etmiştir. Bu
mtı-selelerde ortaya çıktığı üzere, muteber olan .maslahatlar, küllî
olanlardır; cüz'î olanlar değildir. Zira âdeten hükümlerin cereyan tarzı bu
şekildedir. Eğer cüz'î olanlar, dikkate alınma konusunda, küllî olanlardan daha
zayıf olmasalardı bu netice sahih olmazdı. Dahası eğer durum böyle olmasaydı
küllî olanlar biteviyelik (muttaritlik) arzetmezdi. Mesela şehâdetle hükümde
bulunmak, haber-i vahidi kabul etmek gibi. Halbuki âhâd haberlerde hata ve
unutma ihtimali vâkidir. Ancak gâlib olan doğruluktur. Küllî'olan hükümler doğruluk
derecesi açısından gâlib olan bilgiler üzerine bina edilir. Zira külliyyâtın
korunması bunu gerektirmektedir. Eğer cüz'iyyât dikkat nazarına alınacak
olsaydı, o zaman aralarında fark kalmazdı ve kesin bilgi ifâde eden bir şey
olmadıkça hükümde bulunulamaz, 'zan' mutlak surette atılır, itibara
alınmazdı. Halbuki durum böyle değildir. Aksine zan-nın gereğiyle hükümde
bulunulur. Daha sonra bazı vak'alar-dahükme medar kılınan zannın hatalı olduğu
ortaya çıksa bile ona itibar edilir. Bu da küllî hükme itibarla cüz'î olan
şeyin hükmünün atılmasından başka bir şey değildir. O da bir fiilin küllî ya da
cüz'î oluşuna göre farklı hüküm aldığının doğruluğuna ve cüz'î olanın
durumunun küllî olana nisbetle daha hafif olacağına bir delildir.
C) Alimin gerek ilminde gerekse amelinde yapacağı
hatadan sakınılması gerektiği hakkında na s slar vârid olmuştur. Âlimin
hatası, eğer neticesi başkalarına sirayet etmiyorsa, âlim olmayanın hatası
hükmündedir ve ondan bir farkı bulunmamaktadır. Ancak neticesi başkalarına da
sirayet ediyorsa hükmü değişmektedir. Bunun da sebebi, neticesinin sadece
kendisinde kalıp başkalarına sirayet etmemesi durumunda cüz'î bir özellik
göstermesi, neticesinin kendinde kalmayıp başkalarına sirayet etmesi durumunda
da diğerlerinin ona uymaları, sözünün gereğiyle amel etmeleri sebebiyle küllî
bir özellik kazanmasıdır. Alimin hatası, ona uyulması takdirinde gerçekten
büyük olmaktadır; sadece kendisinde kalması durumunda ise böyle değildir. İyi
ya da kötü bir çığır açıp da, onun peşinden gidilen ve o doğrultuda uygulamada
bulunulan herkesin durumu âlimin durumu menzilesindedir. Nitekim bu mânâda
olmak üzere hadîs-i şerifte: "kim islâmda iyi bir çığır açar da kendinden
sonra gelenler onunla amel ederlerse, onunla amel edenlerin sevâblarının bir
benzeri de, o çığırı açan kimseye yazılır, öbürlerinin de sevaplarından hiçbir
şey eksiltilmez. Kim de kötü bir çığır açarsa..."[75]yine:
"haksız yere öldürülen hiç bir nefis yoktur ki, âdem 'in ilk oğluna onun
öldürülmesi cinayetinden bir pay ayrılmış olmasın. Çünkü yeryüzünde ilk kan
akıtma çığırını açan odur.[76]
buyrulmuştur. Âlimin 'seyyie'si, haddizatında küçük günah olmakla birlikte işte
bundan dolayı büyük günah (kebîre) telakki edilmiştir. Bu aslın sıhhatine
delâlet eden deliller, kat'îyet mertebesine ulaşacak kadar çoktur. Bunlar bizim
de-lillendirmeye çalıştığımız fiillerin küllî ya da cüz'î oluşlarına göre
farklı biçimde ele alınacakları hususunu açıklamaktadır. Matlûp olan da budur. [77]
'Mübâh':
A) İşlenme veya terkinin tercihe bırakılmış olması;
B) İşlenmesinde bir günah, bir sakınca olmaması!
anlamında olmak üzere iki ıstılâhî mânâda kullanılır ve buna göre genelde
mübâh dört kısımdır:
1. İşlenmesi matlûp
olan bir şeye hizmet eden mübâh.
2. Terki matlûp olan bir şeye hizmet eden mübâh.
3. Terk ya da işlenmesi tercihe bırakılan bir şeye yani
kendisi gibi başka bir mübâha hizmet eden mübâh.
4. Bunlardan birisi altına girmeyen mübâh.
1. Kısım, cüz olarak ele alındığında mübâh, külliyen ele
alındığında da işlenmesi matlûptur (mendûb ya da vâcib düzeyinde).
2. Kısım, cüz olarak ele alındığında mübâh, küll olarak
ele alındığında ise terki matlûptur (mekruh ya da haram düzeyinde). Buradaki
terkten maksat, o şey üzerinde müdavim olmak demektir. Bunların cüz'î olarak
işlenmeleri mübâh olmakla birlikte, küllî olarak ele alındıklurında yani
devamlı olarak işlenmeleri durumunda yasaklanmışlardır.
3. Ve 4. Kısımlar da, 2. Kısmın hükmünü alırlar.
Bu son cümlenin mânâsı
şudur: mübâh görüldüğü üzere, eğer bir başkasına hizmet ediyor ise, hizmet
ettiği şeye nis*betle hüküm almaktadır. Burada hizmet bazan mubahın terki
tarafında bulunur. Mesela mesire yerlerinde devamlı[78]
gezinmeyi, kuş sesi ve mûsikî dinlemeyi terketmek gibi. Bunlar matlûp
bulunmaktadır. Bazan da hizmet, mü-bâhın işlenmesi tarafında bulunur; temiz ve
helâl olan şeylerden faydalanmak gibi. Çünkü, israf olmamak kaydıyla bunlardan
imkân nis-betinde faydalanmak matlûp bulunmaktadır. Çünkü bunlar zarûriy-yâttan
olan ve matlûp bulunan nefsin korunması prensibinin yerine getirilmesine hizmet
etmektedir. Mubahın terki matlûp olan şeye hadim olması durumu ise bunun
aksinedir; çünkü bu durumda mübâ-hın işlenmesi zarûriyyâttan olan esaslarla zıtlık
teşkil'etmekte, onlarla uğraşmaktan insanı alıkoymaktadır.
Bir başka mübâha
hizmet eden mübâh da bunun (yani ikinci grubun) hükmündedir. Dördüncüye
gelince, mubahın itibara alınacak herhangi bir şeye hizmeti olmuyorsa, onun
işlenmesi sağduyu sahiplerince abesle iştigal ya da o mânâda bir şey olur;
dolayısıyla o da, terki matlûp bir hal alır. Çünkü bu durumda mubahın işlenmesi
ne dünyevî ne de uhrevî bir maslahat teminine yönelik olmaksızın vaktin öldürülmesinden
başka bir şeye katkısı bulunmamaktadır. Şu halde o, terki matlûp olan bir şeye
hadim durumundadır. Neticede de küll açısından ele alındığında terki matlûp
olur. Üçüncü kısım da dördüncünün aynısıdır. Çünkü o da (neticede terki matlûp
olan bir şeye) hizmet etmektedir; dolayısıyla onun da terki matlûp hal alır.
Özetle diyebiliriz ki,
her mübâh mutlak surette mübâh değildir; onun mübâhhğı sadece cüz olarak ele
alınması durumunda söz konusudur. Küll olarak ele alınması durumunda ise
işlenmesi matlûp, ya da terki matlûp bir hal almaktadır.
İtiraz: Getirilen bu izah, daha önce ortaya konulan
"mubahın terk ve işlenme taraflarının eşit olduğu" esasını bozmaz
mı?
Cevap: Hayır! Çünkü daha önce sözkonusu edilen şey haricî unsurlara
iltifat edilmeksizin, mübâhm bizâtihî kendisi idi. Burada ise mübâh haricî
unsurlar göz önünde bulundurularak ele alınmaktadır.eğer bizatihi mubahın
kendisine bakılırsa, o burada "cüz itibarıyla mübâh" diye
isimlendirilen şey olmaktadır. Haricî unsurlar açısından bakıldığında da o,
burada "küll olarak (işlenmesi ya da terki) matlûp" diye
nitelendirilen netice ortaya çıkmaktadır. Meselâ, diyelim ki şu güzel elbisenin
giyilmesi mubahtır ve sâri' nazarında onun giyilme-siyle giyilmemesi arasında
bir fark yoktur. Şâri'in bu ikisinden birisi doğrultusunda bir kasdı bulunmamaktadır.
Meseleye bizatihi mubahın kendisine sırf mübâh olması açısından bakıldığında
bu netice makûldür ve vâkidir. Ancak konuya, giyinmenin sıcak ve soğuktan
koruması, avret yerlerini örtmesi, insanı güzel göstermesi vb. Gibi açılardan
yaklaşıldığında, elbisenin giyilmesi matlûp bir hal almaktadır. Bu matlûp olma
vasfı ne bu elbiseye, ne de muayyen bir vakte mahsûs değildir. Bu yaklaşım cüz
açısından değil, küll açısından olmaktadır.
[79]
Mübâh hakkında
"işlenmesinde bir günah (haraç) yoktur" denildiğinde —ki bu üçüncü
meselede geçen mubahın iki anlamından birisi olmaktadır— bu mânâda mübâh,
"işlenmesi ve terki tercihe bırakılmış" mânâsı altına girmemektedir.
Delilleri:
1.
Biz bu ayırımı,
şerîatte bunların tefrik edilmelerine yönelik bir kasdın bulunduğunu gördükten
sonra yaptık. Küll olarak işlenmesi matlûp olan kısım, bizzat işlenmeleri ya da
terkleri hakkında tercihe bırakma hükmü vârid olan kısımdır. Meselâ şu
âyetlerde olduğu gibi: "kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza istediğiniz
gibi gelin."[80]...
Orada olandan, istediğiniz yerde bol bol yiyin.[81]
"şu şehre girin ve orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin ...
Demiştik."[82] bu hakîkaten bir tercihe
bırakmadır. Keza, mutlak surette vâki olan emirler —eğer ibâha içinseler—
gerçek anlamda tercihe bırakma mânâsını gerektirirler: "ihramdan
çıktığınız zaman avlanın.[83]
"namaz bitince yeryüzüne yaydın; Allah'ın lutfundan nzık isteyin.[84]
"verdiğimiz rızıfa ların iyi ve güzel olanlarından yiyin.[85] ve
buna benzer âyetler, bunların, çeşitli şekillerde ortaya konma imkanları
bulunmakla birlikte mutlak surette mübâh kılınmaları —aksine bir delîl
bulunmadıkça— o şekiller arasında bir tercih sözkonusu olduğunda açıktır.
Küllî olarak terki
matlûp olan kısma gelince, bukısımda ştırîntın gerçek anlamda tercihe bırakmaya
«lelâlet edecek bir q,ass getirdiği n i bilmiyoruz. Aksine bunlar hakkında ya
sükût geçilmiş (meskûüııı anh) ya da bazısına sarîh tercihe bırakma hükmünden
çıkaracak bir ifade ile işarette bulunulmuşlardır. Meselâ dünyanın, ona meyledon
kimselerin kötülenmesi sadedinde "oyun ve eğlence" olarak isimlendirilmesi
gibi. Böyle bir üslûp eğlencenin işlenmesi ve terki arasında aslında tercihin
bulunmadığını ihsas ettirmektedir. Bu meyandâ gelen âyetlerden bazıları şöyle:
"onlar bir kazanç veya bir eğlence gördüklerinde, seni ayakta bırakarak
oraya yöneldiler.[86]
buradaki eğlenceden maksat (kervanın gelişini bildiren) davul ya da onun gibi
bir goy. Dir. "insanlar arasında bir kısmı vardır ki, gerçeği boş sözle
değişirler...[87] daha önce de geçtiği
üzere, ashab biraz sıkılmış ve:
—Yâ rasûlallah! Bize
(kur'ân haricinde) bir şeyler anlat; demiş-lerdi de, bunun üzerine "Allah,
sözlerin en güzelini indirmiştir."[88]
ayeti inmişti. Hadiste de "bütün eğlencelerin bâtıl olduğu"[89]ifâde
edilmiştir. Bu ve buna benzer tercih kavramı ile birlikte düşünülmedi im kanı
olmayan daha başka ifâdeler bulunmaktadır. Şimdi, şerîatte bu gibi şeylerden
bazılarına belli bir hale mahsûs olmak üzere izin verilmişse[90] veya
bazı vakitlerde ya da bazı hallerde müsamaha (tolerans) gösterilmişse[91] işte
bunlar, "şâri'in sükût geçmiş olduğu şey af-tır.[92] yani
affedilen şeylerdendir; şeklindeki başka bir hadis mânâsına yormak suretiyle
"haracın nefyi" yani bir günahın olmaması mânâsındadırlar. Bu tür
şeyler, genelde böyle ifâde edilir ki, bununla onda affedilen bir şey
bulunduğu, yahut da o şeyin affa mahal bulunduğu; ya da âdetin cereyan ettiği
hususlarda onun atfedilebileceği ihsas ettirilmiş olur.
Farkın neticesi şudur:
mubahın "bir sakınca ve günah yoktur"anlamındaki kullanılış şekli
—her ne kadar işlenmesi ya da terki konusunda bazan izin mânâsı çıkarılması
lazımsa da[93]— asıl olarak günahın
kaldırılmış olduğu mânâsında sarihtir; bu çerçevede lafzın asıl amacı özellikle
günahın nefyedilmesidir. Fiile izin verilip verilmediği konusuna gelince, o
"vacibin varlığı için gerekli olan şeyin de vâcib olup olmaması"
yahut da "bir şeyin emredilmiş olması, zıddının da yasaklandığı anlamını
da içerir mi?"; "bir şeyi yasaklamak aynı zamanda o şeyin
zıtlarından birini emretmek midir?" konularıyla ilgilidir. Diğerinde ise,
bazan fiilden günahın nefyini gerektirse de, tercihe bırakma mânâsı sarihtir.
Bu kısımda lafızdan gözetilen maksat, husûsiyle tercihe bırakmadır. Günahın
kaldırılması konusu ise zikri geçen konularla ilgilidir. Buna şu husus delildir.[94]
günahın kaldırılması ifâdesi "kim ka'be'yi hacceder veya umre yaparsa
safa ile mer-ve'yi tavaf etmelerinde bir günah (beis) yoktur"[95]âyetinde
olduğu gibi bazan vâcible; bazan da "gönlü imanla dolu olduğu halde, zor
(teh-dîd) altında kalan kimse müstesna... "[96]âyetinde[97]
olduğu gibi men-dûba muhalefetle birlikte kullanılabilir. Eğer bir fiilden
günahın kaldırılmış olması, onun terki ya da işlenmesi konusunda tercihi
gerektirecek olsaydı, vâcible ve mendûba muhalefetle sahih olmaması gerekirdi.
Tercihe bırakıldığı açıkça belirtilen fiiller böyle değildir; çünkü bir fiilin
terki caiz olmadan vâcib ya da mendûb olması halinde ya da aksi durumda tercihe
başvurmak doğru olmaz.
İkincisi:
"tahyîr" (tercihe bırakma) lafzından, o şeyin terk ya da işlenmesi konusunda
her iki tarafa da izin verildiğinin bildirilmesine yönelik şâri'in kasdı
bulunduğu, her iki tarafın da şâri'in kasdı bakımından eşit olduğu anlaşılır.
Güçlüğün, yani günahın kaldırılması konusu ise sükût geçilmiş olur.
"günah
yoktur"[98] lafzı ise, fiilin
işlenmesi durumunda söz konusu olacak günahın, sıkıntının kaldırılmasına
yönelik şâri'in kasdını ifâde eder. O fiile izin verilmiş olup olmaması konusu
ise, sükût geçilmiş olur. Mümkündür ki, sâri' o hususu da kasdetmiş olabilir;
ancak o takdirde bu ikinci kasıtla (kasd-ı sânî) olur. Ruhsatlarda olduğu gibi.
Çünkü ruhsatlar, inşAllah ileride de geleceği gibi güçlüğün kaldırılması
esâsına râcidir. Bu ikisinden her birisinde tasrîh edilen şey, diğerinde sükût
geçilmiş olmaktadır. Bu yüzdendir ki, sâri' vuku bulmu| bir şey hakkında
"onda bir güçlük, sıkıntı veya günah yok." anlamında dediği zaman,
ondan mübâhlık hükmü çıkarılanıas. Çünkü o şey, mübâh olabileceği gibi mekruh
da olabilir.[99]çünkü vuku bulduktan sonra
mekruh da kabilinden olur. Deliller bahsi okunurken bu husus göz önünde
bulundurulmalıdır.
Hakkında "bir
beis, bir günah yoktur."tabir olunan bir şeyin mutlak surette yapılması ve
terki hakkında tercihin sözko-nusu olmadığını gösteren üçüncü husus:
Hakkında tercih hükmü
bulunan şey, yapılması matlûp olan bir şeye hizmet ediyorsa, sırf arzu ve
hevese uyma durumundan çıkılmış olunur; bilakis tercihe bırakılan hususta
arzuya tabi olma ikinci kasıtla kayıtlıdır ve aslî kasda tâbidir. Dolayısıyla
da onu işleyen, küll açısından söz konusu olan talebin altına girmiş olur.
Neticede de, o şeydo tercih ancak cüz'î çerçevede sözkonusu olur. Küllî olarak
matlûp olun ca, bu açıdan arzu ve hevese uyulmuş olmaz. Biz şâri'in
külliyyftl.n olan itinasını ve teklif sırasında onları nasıl göz önünde
bulundurduğunu biliyoruz. Şâri'in kasdına halel getirmeyen cüz'î, küllî olarak
matlûp bulunan şeyin gereğini ihlal etmemekte, ona zıt da düşmemekte; bilakis
teyîd etmektedir. Tercihe bırakılan şeyde arzu ve hevese uymak şâri'in küll
açısından maksûduna tâbiliği tekit etmektedir; dolayısıyla burada arzu ve
hevese uymada bir zarar yoktur. Çünkü başlangıç itibarıyla (ibtidâen) şâri'in
kasdına uyulmaktadır. Arzu ve hevese uyma ise, sadece şâri'in kasdına tâbiliğe
hizmet etmektedir.
Hakkında "bir
sakınca, bir günah yoktur."tabiri kullanılan kısım ise, hemen hemen
yerilen arzu ve hevese uyma kabilinden olmaktadır. Dikkat edilirse, küllî
nehiy talebi konusundaki şâri'in kasdına genelde zıtlık göstermektedir. Ancak
azlığı ve devamlı olmayışı, işlenmesi matlûp olan şeye hizmet edene arazî
olarak müşarekette bulunması —yerinde zikredilmiştir— sebebiyle, onun bu
zıtlığına aldırış edilmemiş ve kaldırılan günah, güçlük (haraç) kapsamına
alınmıştır. Çünkü bu tür bir cüz'î matlûp bir aslı ihlal etmemektedir. Her ne
kadar onun kapısını kısmen açmaktaysa da, cüz'î olması açısından etkin
değildir; dikkate alınmamaktadır. Ama kendi cinsinden başkalarıyla birle şirse
(yani devamlılık veya yaygınlık arzeder-se), bir araya gelmekten güç doğmakta
ve etkin bir hal almaktadır. İşte bu noktadan hareketle işlenmesi matlûp olan
şeylere zıt düşen küllî olan hususların yasak olması uygun olmaktadır. Bu
kısmın aslî maksat itibarıyla küllî bir durum altına girmeksizin arzu ve hevese
uymak gibi bir şey olduğu sabit olunca, şer'î kaideler onun yapılması ve terki
tercihe bırakılan bir şey olmamasını gerektirmiştir. Geçen izahlar ışığı
altında bu kısmın arzu ve hevese uyma olduğu ve şerîate zıt bulunduğu
sarihtir. [100]
Mubahın, mübâh diye
tavsif edilmesi, ancak sadece mükellefin hazzı nazara aldığında mümkündür. Eğer
bu kasıd dışına çıkarsa, mubahın başka bir hükmü olur.
Delili:
Daha önce de geçtiği
gibi mübâh, şeriat tarafından işlenme ya da terkine dâir bir kasıt
bulunmaksızın, yapılması ve terki arasında tercihe bırakılan şeydir. Şu halde,
cüz'î olması itibarıyla bu açıdan mü-bâhın yapılması ya da terki üzerine ne
zarurî, ne hâcî, ne de tekmîlî hiçbir durum terettüp etmemektedir. Mübâh
husûsiyle peşin bir haz-zın (zevkin) elde edilmesi amacına matuftur. Aynı
şekilde, hakkında "bir günah yoktur" tabir edilen mubahların da
mükellefin hazzına matuf olması öncelik arzeder. Aynı şekilde emir ve nehiy de[101]
zarurî, hâcî [148] ya (ja tekmîlî bir aslın korunmasına yöneliktir. Her bir
emir ve nehiy-de şâri'in gözettiği maksat anlaşılır. Emir ve nehiy haricinde
kalan şeyler (mübâh) ise, mücerred bir haz elde edilmesi ve şehvetin yerine
getirilmesi demektir.
Soru: mübâh konusunda durumun, başka şeyle değil de sadece
mükellefin hazzıyla ilgili olduğunun; emir ve nehyin ise mükellefin hazzını
değil de Allah'ın hakkını ilgilendirdiğinin delili nedir? Belkide, bazı
mubahların haz cihetinden işlenilmemesi sahih olabilir; nitekim bazı emrolunan
ve yasaklanılan şeylerin de haz cihetinden işla-nllmeleri sahih olabilir.
Cevap: yerleşmiş olan kaideye göre, şeriatlar, ancak ve
ancak kulların maslahatlarını temin için getirilmişlerdir. Emir, nehiy, tercihe
bırakma bunların hepsi mükellefin hazzı ve enun maslahatlarına yöneliktir.
Çünkü yüce Allah her türlü hazza ihtiyaç duymaktan müstağnidir, her türlü ihtiyaçtan
münezzehtir. Şu kadar var ki, haz da iki kısımdır:
A) birincisi talebe bağımlıdır; kulun onu talep ile
birlikte alma imkanı vardır ve böylece özellikle hazzı peşinde koşmuş olmaz;
bununla birlikte o, hazzını da kaçırmaz, onu elde eder. Ancak onu nefsinin
itmesi neticesinde değil de, talep doğrultusunda elde etmiş olur. Onun
(mubahın) h'azdan berî olmasının mânâsı da işte budur. Bazan da haz cihetinden
onu işler; şu kadar var ki, fiil talebe bağımlı bulunduğundan, onu bu açıdan
talep edebilir ve netice itibarıyla onun hazzı taleht bağımlı olmuş olur.
Hazdan soyutlanması hususunda kendisinden öncekine katılır ve onun ismiyle
isimlendirilir. Bu konu inşAllah bu kitapta yerinde izah edilecektir. Tevfîk
ancak Allah'tandır.
B) ikincisi
talebe bağımlı değildir. Bu durumda mükellef onu ancak irâde ve ihtiyarı
yoluyla işleyecektir. Çünkü bilfarz ondan talep kaldırılmıştır. Şu halde
mükellef onu, kendi hazzı açısından almış olacaktır. Bunun içindir ki, mübâh
hakkında "o izin verilen bir ameldir, ondan gözetilen maksat, hâsseten
mücerred dünyevî hazdır." şeklinde tarifi yapılmıştır.
Altıncı Mesele
Beş teklifi hükmün fiil
ve terklere taalluku ancak kasıt iledir. Fiillerde kasıt bulunmadığında teklifi
hükümlerin onlara taalluku söz konusu olmaz.
[102]
Delilleri:
1.
"ameller ancak
niyete göredir."[103]
hadisi. Bu genelde üzerinde ittifak edilen bir esas olmaktadır. Bu husustaki
deliller katiyet ifade edecek derecededir. Hadisin mânâsı şudur: sırfhis
planındaki şekilleriyle ameller, hiçbir şekilde şer'an muteber değillerdir.
Ancak vaz'î hükümler babında itibar edildiğine dâir hakkında özel delil bulunanlar
bunun dışındadır. Hadis bunun dışında her yerde uygulama alanı bulan bir
kaidedir. Kasıt bulunmadığında itibara alınmadığına göre bu tür fiiller şeriat
nazarında hayvanların ve diğer cansızların hareketleri mesabesinde
sayılmaktadır. Hayvanların ve cansızların hareketlerine teklifi hükümlerin
taalluk etmeyeceği hem aklen hem da naklen sabittir. Onlar mesabesinde olan
fiillerin durumu da aynı olacaktır.
2.
Deli (mecnûn), uykuda
olan, sabî (küçük çocuk) ve baygın kimselerden sâdır olan fiillerin itibara
alınmadığına dâir vârid bulunan
deliller. Bu deliller, şerîatte bu tür fiillerin "caiz, haram,
vâcib..." gibi bir hükümlerinin bulunmadığını, aynen hayvanlardan sâdır
olan fiiller gibi kabul edildiğini göstermektedir. Kur'ân'da bu meyanda olmak
üzere şu âyetler vardır: "içinizden kasdederek yaptıklarınız bir yana,
yanılmalarınızda size bir sorumluluk yoktur.[104]
yüce Allah: "ey rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi
sorumlu tutma. A\ye bize duâ öğretmiş ve hadisin beyânına göre bu duamıza
icabet ettiğini[105] de
belirtmiştir. Bu mânâda rivayet edilen bir hadiste de "ümmetimden hata,
unutma ve tehdîd altında yapılan şeyler kaldırıldı (yazılmadı)."[106]
buyrulmuştur. Hadis her ne kadar sened bakımından sağlam değilse (!) De,
mânâsının sıhhati üzerinde ittifak vardır. Yine hadiste "üç kişi
üzerinden kalem kaldırılmıştır." [107]buyrul-muş
ve bunlar arasında ihtilam (ergen) oluncaya kadar çocuk ile, ifâ-kât buluncaya
kadar bayılan kimse de sayılmıştır. Bütün bunlar kas-dı bulunmayan kimselerdir.
Dolayısıyla hükmün kaldırılmasındaki illet kasdın bulunmaması olmaktadır.
3.
Teklîf-i mâla yutâkın
yani takat üstü yükümlülüğün şerîatte bulunmadığına dftir iomâ vardır. Kasdı
bulunmayan imanın yükümlü tutulması, takat üstü yükümlülük kabilindendir.
"bu sözünü
ettiğiniz şey, talep konusundadır, mubahta ise bir teklif
bulunmamaktadır." şeklinde vârid olacak bir itiraza şöyle kar yi • lık
verilecektir: tercihe bırakma hükmünün taalluku her ne zaman sahih ise, talebin
taalluku da sahihtir. Bu da tercih durumunda olan kimsenin kasdmın bulunmasını
gerejstirir. Biz ise onun kasıtsız olduğunu farzediyoruz. Bu muhaldir.
Küçük çocuklara,
delilere ve benzerlerine itlaf ettikleri malların tazmin sorumluluğunun, zekât
mükellefiyetlerinin taalluk etmesi ileri sürülerek, bu hususa itiraz edilemez.
Çünkü, bunlar teklîfî hüküm değil de vaz'î hüküm kabilinden olmaktadır. Bizim
burada söz konusu ettiğimiz husus ise, teklîfî hükümlerle ilgilidir. Yine
"sarhoş iken namaza yaklaşmayın." 104 âyeti ileri sürülerek sarhoşun
kasdının bulunmamasına rağmen muâhaze edilmesi durumuyla da'itiraz edilemoz.
Sarhoşun durumuyla ilgili cevap usûl-ı fıkıhta verilmiştir. Maamufih şunu
belirtelim ki, sarhoş, akitlerinde, yaptığı alış verişlerinde kendi hakkından
dolayı kısıtlılık (hacr) altındadır. Tıpkı deli ve küçük çocuğun kısıtlılığı
gibi. Diğerlerinde ise, sarhoşluğa kendisi sebep olduğu [108]
için, teklîfî hükümlerin kaldırılmasını kasdetmiş gibi kabul edilmekte ve bu
kasdının tam tersi ile cezalandırılmaktadır.
Bir başka izah da şu
şekilde olabilir: içki içmek pek çok kötülüklerin sebebidir; bu itibarla onun
kullanılması, bu mefsedetlere sebebiyet vermek kabilinden olur.[109] bu
açıdan hareketle de, şeriat o kimseyi, o mefsedetleri kasdetmese bile bu
davranışından dolayı muâhaze eder. Nitekim, haksız yolla öldürülen her nefisten
dolayı hz. Âdem'in iki oğlundan birisi ondan bir günah kendisine de terettüp
edilmek suretiyle muâhaze edilmektedir. Aynı şekilde zina eden bir kimse, sadece
haram olan işi işlemekten başka hiçbir kasdı olmasa da, neseplerin ihtilâtı
mefsedetinin gereğiyle muâhaze edilecektir. Bunun benzerleri çoktur.
Dolayısıyla koyduğumuz esas doğrudur, ileri sürülen itiraz vârid değildir. [110]
Mendûb, önce de
geçtiği üzere daha genel bir yaklaşımla ele alındığında, onun vacibe hizmet
ettiği görülür.[111]çünkü
mendûb ya vacibin bir mukaddimesi ya da onun bir hatırlatıcısı mahiyetindedir.
Vacibin cinsinden olup olmaması arasında fark yoktur. Vacibin cinsinden olan
mendûba örnekler: farzlanyla birlikte namazların nafileleri (sünnet ve
müstahaplan), farzlanyla birlikte olmak üzere oruç, zekat ve haccın sünnet ve
müstehapları.vâcib cinsinden olmayan mendûba ait örnekler: namaza ait olmak
üzere cesedin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz tutulması, misvak
kullanılması, güzel elbiselerin giyilmesi vb. Gibi; oruca ait olmak üzere
iftarda acele edilmesi, sahurun geç yenilmesi, lüzumsuz lakırdılardan dilin
tutulması ve daha başka benzeri mendûblar. Durum böyle olunca, mendûb küll
olarak vâcib hükmüne katılacaktır. Bir şeyin bu esastan dışarı çıkarak hem cüz
hem de küll olarak mendûb bulunması çok nâdir bir durumdur. Bu mânânın izaha
ihtiyacı vardır; ancak daha önce arzettiğimiz bilgiler[112]
bundan bizi müstağni kılmaktadır.
Fasıl:
Mekruhun da, haramla
(memnu) birlikte aynı şekilde ele alındığında, vâcible birlikte mendûbun
durumunda olduğu görülür. Vâcib-lerden bir kısmı —ki büyük çoğunluğu teşkil
eder— bizatihi maksûddur; diğer bir kısmı da maksûd olan bir tâate vesile ve
hadim durumundadır. Mesela namaza nisbetle hadesten taharet, avret yerini
örtmek, kıbleye yönelmek, vakitleri bildirmek için ezan okumak; islâmın
şeâirinden olan hususların ikâmesinde bulunmak gibi. Bunlar bizatihi maksûd
olmayıp, vesile olduklarından cüz olarak bunların vâciblikleri külli olarak
aldıkları vâcib hükmünden daha aşağı mertebededir.[113]vesile
ve hizmet eder durumda olan vacibin maksûd olan vâcible beraber hükmü, vâcible
beraber mendûbun hükmü olmaktadır. Aynı şekilde memnu olan şeylerin de
(haramlar) bir kısmı bizatihi maksûddur; bir kısmı da asıl yasağa vesile olması
bakımından yasaklanmıştır. Durum aynen harfiyyen vâcibde olduğu gibidir. Bu
hususu düşün. [114]
Şâri'ce kendileri için
belirli bir vakit belirlenmiş gerek vâcib ve gerekse mendûbların vakitleri
içerisinde işlenmiş olması durumunda, bunda şer'an bir taksir olmadığı gibi,
bir itâb (azar), bir zem (yergi) de yoktur. İtâb ve zem sadece onların vaktine
riayet etmeyen kimseler üzerinedir. Vacib ya da mendûbun geniş vakitli [115]veya
dar vakitli olması arasında bir fark yoktur. Bu esasa iki husus delalet etmektedir:
1.
Şâri'ce vaktin
belirlenmesinde ya gözetilen bir maksat vardır ya da yoktur. Bir kasıt ve mânâ
bulunmaması bâtıldır. Öyleyse geriye bir mânâsının olması kalmaktadır. Bu mânâ
da, fiilin belirlenmiş vakit içerisinde îfâ edilmiş olmasıdır. Eğer fiil o
vakit içerisinde îfâ edilirse, şâri'in belirlemeden kasdettiği maksad da budur.
Bu da kesinlikle ım] emrin, o vakit içerisinde vâki olan fiile muvafakatini
gerektirir. Eğer bu vakit içerisinde işlenilmiş fiil için bir itâb veya yerme
bulunsaydı, o takdirde bu itâb ve yerme, fiilin itaba sebep olan vakit
içerisinde işlenmesi sebebiyle şâri'in kasdına muhalefet edilmiş olacağı için
olacaktı.oysa ki, biz onun muvafık olduğunu kabul ediyoruz. O takdirde bu bir
çelişki olurdu.
2.
Eğer öyle olsaydı,
itaba maruz kalınan fiilin içerisinde işlendiği zaman dilimi, belirlenmiş
vakitten olmayacaktı. Çünkü fiilin geniş vakitli olması durumunda, belirlenmiş
vaktin, onun tercih edilmiş bir dilimi olduğunu kabul etsek, bu durumda tercih
hakkı ile itâb birbiriyle tenakuz teşkil edecektir. O takdirde fiilin
işlendiği zaman diliminin mutlaka belirlenmiş zaman haricinde olması
gerekecektir; halbuki biz onun içerisinde ve onun bir parçası olduğunu
biliyoruz. Bu bir muhale götürür ve bunun açıklığı delil ikâmesine ihtiyaç göstermeyecek
derecededir.
İtiraz: hayırlı
işlerde acele etmek ve onlar için koşturmak şer'an matlûptur ve bu kat'î bir
esas olmaktadır. Bu ne belli bir vakte, ne de belli bir hale mahsûs değildir.
Hayırlı amellere koşmak ve acele etmek matlûp olduğuna göre, mutlaka onu
erteleyen kimsenin taksir ve tefrit ehlinden sayılması gerekecektir. Hiç şüphe
de yoktur ki, bu halde bulunanlar tefrit ve taksirlerinden ötürü itaba maruz
kalacaklardır. Bu durumda nasıl olur da itâb yoktur; denilebilir?
Bu iddiamızın doğruluğuna
hz. Ebû bekir'den rivayet edilen şu söz de delâlet etmektedir. O, hz.
Peygamber'in 'vaktin evveli Allah'ın nzâsıdır, sonu da Allah'ın affıdır."[116]
sözünü duyunca: "Allah'ın rızası benim için affından daha sevimlidir;
çünkü onun rızâsı ihsan sahipleri için, affı da taksir gösterenler
içindir." demiştir.
İmam mâlik'in
mezhebinde de buna delâlet eden hususlar bulunmaktadır: o, namaz kıldırması
için yaşından dolayı bir adamı ileri süren yolcular hakkında, adamın da sabah namazını
iyice aydınlıkta kıldırdığını öğrenince: "vaktin evvelinde kişinin
namazını yalnız başına kılması, iyice aydınlandıktan sonra cemâat içerisinde
kılmasından bence daha hayırlıdır." demiştir. Görüldüğü gibi, imâm erken
davranma ve fiilin ilk vaktinde işlenmesi hükmünü takdim etmiş, terkeden
kimsenin taksirde bulunduğu kabul edilen cemâat sünnetine itibar etmemiştir.
Dolayısıyla erken davranmayı terkeden bir kimsenin taksir ehli olarak kabulü
öncelik arzedecektir. Yine imâm mâlik'ten yolculuk ya da hastalık sebebiyle
ramazan orucunu tutmayan, sonra şaban ayı dışında kaza edebileceği aylardan
birisinde yolculuktan dönen veya iyileşen fakat orucunu tutmayıp sonunda ölen
kimse hakkında üzerine 'it'âm' yani fakir doyurma yükümlülüğü bulunduğunu
ifâde ettikten sonra, o kimsenin ehl-i tefritten olduğunu kabul etmiştir.
Aynen şaban'da yolculuktan dönüp ya da iyileşip de ikinci ramazan gelinceye
kadar orucunu tutmayan kimse gibi kabul etmiştir. Halbuki, imâm mâlik'e göre
orucun kazası fevri (ertelenemez türden) değildir. El-lahmî:[117] o
(mâlik) orucun kazasını ne fevri ne de terâ-hî üzere değil, hep kaza fırsatım
kollama üzerine olma şeklinde kabul etmiştir. Bu durumda şaban'dan önce kaza
etme kudreti bulunmalına rağmen şaban içerisinde kaza edecek olsa, üzerine
fakir kimseletta doyurulması yükümlülüğü gerekmeyecektir; çünkü taksir ve
tefiptt göstermemiştir. Eğer şaban'dan önce ölürse, tefrit göstermiş olacağından,
üzerine fakir doyurması yükümlülüğü gerekecektir. Şâfifli-rin terâhî üzeredir
dedikleri hac hakkındaki görüşleri gibi. Eğer edadan önce ölürse günahkar olur.
Şâfiîlerin görüşü de aynı şekilde zikredilen esasa zıt düşmektedir.
Şer'an ya nassla [118]ya
da içtihâdla[119] belirlenmiş muayyen
vakitler bulunduğunu görürsünüz. Sonra bu vakitlerde acele davranma konusunda
taksir gösterenler levme uğrarlar ve itaba maruz kalırlar. Hatta bazan günahkar
da olurlar. Buda, sizin ortaya koyduğunuz eia-sa tezad teşkil eder.
Cevap: hayırlı
amellerde acele davranmak, onlar için koşturmak prensibi inkar edilemez. Ancak
kendisi için belirli bir zamanın belirlendiği amelin, belirlenen vakti
içerisinde işlenmesine acele davranmak, koşturmak tabir edilebilir mi ki,
zikredilen bu esas onu da içine alsın; yoksa böyle olmaz ve onu içine almaz
mı?
Delilin gereği
doğrultusunda olan şık birincisi (yani meselenin başında konulan) olmaktadır.
Bu durumda hz. Peygamber'in"en hayırlı amel hangisidir?" şeklinde
kendisine yöneltilen bir soruya "ilk vaktinde kılınan namazdır."[120]
şeklinde verdiği cevâbıyla, mutlak anlamda ihtiyar vakti (namazı kılmak için
belirlenmiş vakit içerisinden tercih edilen zaman dilimi) kasdedilmiş
olmaktadır.
Buna şu husus da
işaret eder. Hz. Peygamber a'râbîye namaz vakitlerini öğrettiği sırada [121]namazları
birinde ilk vakitlerin de diğerinde de son vakitlerinde olmak üzere kılmışlar
ve bu iki vakit arasındaki zamanı namazların öte aşılmaz, öne alınmaz şekilde
vakitleri olarak belirlemişler, bu vakitler içerisinde kılındığı takdirde
taksîr bulunacağına dâir tenbihte bulunmamışlardı. Taksir ve tefritin ancak, bu
vakitlerden sonra olan zaruret vakti içinde kılınması durumunda olacağına
dikkat çekmişler ve bir zarureti bulunmayan kimsenin bu vakitler içerisinde
kılması durumunda "onun namazının münafıkların namazı olduğunu"[122]ifâde
etmişler ve tefrit vaktinin, güneşin şeytanın iki boynuzu arasında olduğu
zaman olduğunu açıklamışlardır. Ancak namazı belirlenmiş vakit içerisinde
kılmayan kimselerin acele davranma ve hayra koşma vasfı haricinde kalan
kimselerden sayılması uygun olacak ve işte o zaman kişi tefrit ve taksirle ve
yine bazılarınca günahkar olmakla nitelenecektir. Fevri olan (acele
davra-nılan, ertelenemeyen) vâciblerde de durum aynıdır.
Ertelenebilen (ömrî
olan) vâciblere gelince, bunların sonlan mechûl bir zamanla kayıtlanınca bu,
bir nevi o fiilin imkan bulunan ilk zamanda yapılması için gayret sarfetmenin,
çabuk davranmanın istenildiğine dâir bir alâmet olmaktadır. Çünkü âkibet
meçhuldür. Kişi, o vacibi işleyebilecek kadar bir süre yaşar ve özür olmadığı
halde onu işlemezse elbette ki, tefrit ve taksir göstermiş sayılacaktır. İmâm
şafiî, bu ertelemesinden dolayı o kimseyi günahkâr kabul etmiştir; çünkü çabuk
davranmak ve bir an evvel îfâ etmek matlûp olmakta, gerçek anlamda ilk vakitle
sonu arasında bir tercih sözkonusu olmamaktadır. Çünkü sonu belli değildir;
belli olan sadece şu anda elde bulunan imkandır. Netice itibarıyla bu konu,
bizim burada söz ettiğimiz esas dahiline girmemektedir; dolayısıyla da onu
bozma durumunda değildir.
Yine muayyen vakte
nisbetle de çabuk davranmanın müstehab-lığı inkâr edilemez; ancak geniş vakitli
vacibi, ilk vaktinden erteleyen kimse taksirde bulunmuş sayılmaz. Aksi takdirde
vaktin geniş tutulmasının bir mânâsı kalmazdı. Bunun benzerini keffâret
konusunda tercihli vâciblerde görebiliriz. Mükellef belirlenen seçenekler arasında
tercîhde bulunabilmektedir. Gerçi belirlenen bu şeyler arasında sevâb
bakımından farklılık olabilir; bir kısmı diğerine nisbetle daha sevâblı
olabilir, ama bu durumu farkettirmez. Nitekim ramazan kef-fâreti konusundaki,
hadiste tercih hakkı verilmesine rağmen fakirleri doyurma seçeneğinin daha
sevâb olduğu söylenmiştir. İmâm mâlik'in görüşü de böyledir. Aynı şekilde
zıhâr, katil vb. Gibi keffâretlerde köle azadı getirilmiştir. Yükümlü istediği
köleyi seçmekte serbesttir. Halbuki, efdal olan değeri en fazla ve ailesi
katında üstün yeri olan bir kölenin azâd edilmesidir. Bukeyfiyetle, tercih
hakkı ortadan kalkmış olmaz; değeri çok yüksek olmayan bir köleyi azâd eden
kimse, îfâda taksir ve. Tefrit göstermiş sayılmaz. Aynı şekilde yemin
keffâretinde giyecek ve yiyecek tercihinde bulunan kimsenin durumu da aynıdır.
Bunlara benzer şekilde, şâri'in ferdlerinin belirlenmesinde bir kasdı Tıklım
hükümler Bulunmayan mutlak iûrtstte vârid olan talepleri de —her ne kadar
bunlar içerisinde en üstününü işlemek fazilet bakımından daha ondu ine de—bu
kabildendir. Yine meselâ yürüyerek yapılan hac ibâdeti daha faziletlidir.
Bununla birlikte, haccını binerek edâ eden bir kimse hacda taksir göstermiş
sayılmaz. Keza mescide giderken fazla adım atmış olmak, azından faziletçe daha
üstündür, bununla birlikte evi yakın olup da az yürüyen kimse taksirde bulunmuş
sayılmaz. Bilakis taksirde bulunan kimse, belirlenmiş bir şeyi yerine getirmede
kusur gösteren ve kendisine yönelen emrin gereğinin hâricine çıkan kimsedir.
Bizim konumuzda ise böyle bir durum yoktur.
Hz. Ebû bekir'e nisbet
edilen söz ise sahih değildir; sahîh olduğunu farzetsek bile, o kat'î olan bir
esasla çelişki durumundadır. Bu da kabul edilmese bile, o ihtiyar edilen vaktin
tamamından tehîr etme anlamına yorulur. Bu da kabul edilmese o takdirde
'taksir' sözü sevabı katlamak için koşmak şeklinde ifâde edebileceğimiz evlâ
olan bir şeyin terki anlamında kullanmış olur. Çünkü erteleyen kimse emrin
gereğine muhalif olmaktadır.
İmâm mâlik'in zikri
geçen meselelerine gelince; onun namazın takdimini ve cemâatin terkini müstahab
görmesi, muhtemelen sabah namazının bir zaruret vakti vardır, şeklindeki görüşe
riâyet sebebiyle olmalıdır. Nitekim bu meselede imâm namazı o zamana kadar
ertele-mişti. Ramazan'ın kazası konusundaki, tefrit doyurması şeklindeki görüşü
ise, kazanın ertelenemeyeceği (fevri olduğu) esâsına dayanmaktadır.
Dolayısıyla itiraz yerinde değildir.
Tevfik ancak
Allah'tandır! [123]
Mükellef üzerine vâcib
olan haklar (mükellefiyetler) iki kısımdır. Bunlar ister namaz, oruç, hac gibi
Allah haklarından olsun; ister borçlar, nafaka yükümlülükleri, nasihat, iki
kişi arasını bulma vb. Gibi kul hakları olsun farketmemektedir. Bunlar:
1. Şer'an belirlenmiş (muhadded, muayyen, mukadder)
haklar ve,
2. Şer'an belirlenmemiş haklar olmak üzere ikiye
ayrılırlar. Şer'an belirlenmiş ve tayin edilmiş haklar (vâcibler,
mükellefiyatlar), îfâ edilinceye kadar mükellefin zimmetinde sabittir ve onun
üzerine bir borç olarak terettüp eder: satın alınan malların bedelleri, itlaf
edilen malların tazmîn bedelleri, zekât miktarları, namazların farzları...
Gibi. Hu gibi vâciblerin mükellefin zimmetinde bir borç olarak lâzım olmasında
herhangi bir problem bulunmamaktadır. Bunun delîli vacibin takdir ve tahdîd
edilmiş olmasıdır. Çünkü bu durum, o muayyen şeyin edasına yönelik kasdın
bulunduğunu göstermektedir. Şayet onu yerine getirmezse, hitâb üzerinde bakî
kalacaktır ve bir delîl olmadıkça üzerinden sakıt olmayacaktır.
Muayyen olmayan
(gayr-ı mahdûd) vacibe gelince, bu da mükellef için lâzımdır; işlenmesi
istenilmektedir. Şu kadar var ki, aşağıdaki sebeplerden dolayı zimmete terettüp
etmemektedir:
1.
Eğer bu da zimmete
terettüp edecek olsaydı, o takdirde belirli ve muayyen (mahdûd) olurdu. Zira
mechûl bir şey zimmette sabit olmaz ve onun zimmete nisbetinin anlamı
anlaşılamaz. Dolayısıyla da borç olarak zimmet üzerine terettübü sahîh olmaz.
İşte bu noktadan hareketle, biz onun zimmette sabit olamayacağına istidlalde
bulunuyoruz. • çünkü bu vâcibler (haklar, mükellefiyetler) mikdar bakımından
mec-hûldürler. Mikdârı bilinmeyen bir şeyle yükümlü tutulmamız, vukuu imkansız
olan bir şeyle yükümlü kılmak demektir. Böyle bir yükümlülük ise naklî
deliller bakımından imkansız (mümteni) bulunmaktadır.
Örnek: kayıtsız olarak
vârid olan sadakalar, gedikleri kapama, muhtaçların ihtiyaçlarını giderme,
çaresizin imdadına koşma, boğulanı kurtarma, cihâd, iyiliği emretme ve
kötülükten sakındırma gibi. Bunlar altına diğer kifâî farzlar (içtimaî farzlar)
da girer. Sâri teâlâ "...isteyene de istemeyene de ondan yedirin."[124]
"çıplağı giydirin."; "Allah yolunda infakta bulunun." ...
Buyurduğu zaman bunun mânâsı, her vakıada nisbetine göre, belirli bir miktar
tayin edilmeksizin ihtiyâcın giderilmesinin istenilmesi demektir. Bir hacet
ortaya çıktığı zaman, onun giderilmesi için ihtiyaç duyulan miktar nassla değil
de ictihâdla (nazar) taayyün edecektir. Bir aç ortaya çıktığı zaman, mükellef,
talebin mutlaklığı gereği olmak üzere onu doyurmak ve ihtiyacını gidermek
durumundadır. Eğer onu doyurmayacak bir miktar yedirecek olsa, —emre muhatap
olmasına sebeb olan ihtiyacın giderilmesi için yeterli miktarda ve açlığını
giderecek kadar yedirmedikçe— kendisine yönelik olan talep hâlâ üzerinde bakî
kalacaktır. Yeterli miktar ise zamandan zamana, halden hale değişecektir.
Mesela bazan fazla aç olmaz ve bir miktar yiyeceğe ihtiyaç gösterir; ihmal
edilir de iyice acıkırsa, dahu fazla yiyeceğe ihtiyaç doğar. Bazan bir başkası
do- ubi] yurur ve kendisinden talep doğrudan kalkmış olur. Bazan bir başkam
doymayacak kadar yedirir, beriki istenilenden daha az bir miktarla yükümlü
tutulur. Yükümlülük konusu zaman ve mekâna, halde n h a le değiştiğine göre,
kesin olarak istenilecek belli bir şeyin zimmet üzerine tertibine gidilmesi
mümkün olmaz. Bu tür vâciblerin meçhull ıi|>, ii-nün anlamı işte budur. Bu
tür vâcibler ancak ihtiyacın* ortaya çıul ifjı vakitte (hâl-i hazırda) nassm
gereğiyle değil, ictihad (takdir, na/.u1) yoluyla malûm olmaktadırlar.
İhtiyacın ortaya çıktığı vakit geçi ikinci vakitte birinciyle değil başka bir
şeyle mükellef olacaktı ya ortaya çıkan ihtiyâcın ortadan kalktığı
farzedildiğinde kendisinden yükümlülük düşecektir.[125]
2.
Eğer zimmetine bir şey
terettüp edecek olsaydı, bu makûl olmazdı. Çünkü, kişi muhtacın ihtiyaç
gösterdiği her vakitte onun ihtiyacını gidermekle mükelleftir. Mesela bir vakit
geçse ve belli bir miktarla onun ihtiyacını karşılama imkanı bulunsa sonra onu
yapmasa, bu zimmetinde sabit olacaktır. Sonra ikinci bir zaman gelse ve o ilk
zamandaki hali üzere veya daha şiddetli bir durum içerisinde bulunsa, şimdi bu
durumda ya yine onu karşılamakla mükelleftir denilecek ya da mükellef olmadığı
söylenecektir. İkinci şık bâtıldır. Zira bu ikincisi sükût açısından birinciden
evlâ değildir. (birinci düşmediğine göre ikinci de düşmeyecektir.) Çünkü
mükellef, ihtiyacın giderilmesi için yükümlü tutulmuştur; öyle olduğu takdirde
ihtiyaç mevcut olduğu
I halde yükümlülük
kalkmış olacaktır. Bu ise muhaldir. Bu durumda mutlaka ikinci defa da, zimmete
o vakitte ihtiyaç için yeterli olacak kadar bir yükümlülük terettüp edecektir.
Bu durumda bir haktan dolayı zimmete, geçmiş zamanlar adedince farklı
miktarlar (kıymetler) terettüb etmiş olacaktır. Bu ise şerîatte makûl olmayan
bir neticedir.
3.
Bu yükümlülük ya aynî
ya da kifâî vâcib (farz-ı ayn, farz-ı kifâye) olacaktır. Her iki takdire göre
de —hiçbir kimsenin yapmaması durumunda— şöyle bir netice gerekecektir: ya bu
muayyen olmayan tek bir zimmet üzerine terettüp edecektir; bu ise bâtıldır ve
makûl değildir. Ya da bütün insanların zimmetlerine bölünerek binecektir. Bu
da aynı şekilde batıldır. Çünkü herkese düşecek pay belli değildir. Yada
bölünmeden bütün zimmetlere binecektir ve bundan meselâ bir dirhem kıymetinde
olan bir vacibe karşılık meselâ yüz bin insanın zimmetinde yüz bin dirhemlik
bir yükümlülük lâzım gelecektir ki, bu da daha önce geçtiği gibi bâtıldır.
4.
Eğer zimmette sabit
olacak olursa, bu bir abes olurdu. Şerîatte 1169] ise abesle iştigal yoktur.
Çünkü maksat hacetin giderilmesi olduğuna göre, zimmetin sabit karakteri böyle
bir maksada aykırıdır. Çünkü maksat, ortaya çıkan ihtiyacı gidermektir, onun
kıymetini yüklenmek değildir. Hüküm zimmetin meşguliyeti sebebiyle, vücûbun
sebebine aykırı olunca bu bir abes olur ve onunla meşgul olmak doğru olmaz.
"aynı durum farz
olan zekât ve benzerlerinde de gerekir, zira onlardan da gözetilen maksat
ihtiyaçların giderilmesidir. Bununla birlikte onlar zimmette sabit
olmaktadırlar." diye bir itiraz serdedilemez.
Çünkü biz, evet maksadın
zikrettiğiniz şey olduğunu kabul ediyoruz, diyoruz. Ancak, zekâtla giderilen
ihtiyaç genelde taayyün etmiş değildir. Dikkat edilirse, zekât bizzat ihtiyaç
belirmese bile, ittifakla ödenmesi gerekmektedir. Böylece zekât ivazlı
muameleler ve hibe yoluyla sabit haklar (mükellefiyetler, borçlar) gibi
olmuştur. Şâri'e ait bu gibi haklarda (mükellefiyetlerde) misil ile ya da
kıymet ile tazminde (ödenmesinde) bir kasıt bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz
mesele ise böyle değildir. <^ünkü burada hacet taayyün etmiştir ve mutlaka
izâlesi gerekmektedir. Bu yüzden illâ da izâlesi için zekât malı olması
gerekmemektedir; aksine hangi mal olursa olsun, matlûp hâsıl olmaktadır. Burada
mal bizatihi matlûp değildir. O yüzden ortaya çıkan ihtiyaç kendiliğinden
kalkıverse vücûb düşmektedir. Zekât ve benzerlerinde ise maksat, mutlaka malın
elden çıkarılmasıdır. Harcama yerlerinin şu anda zekât mallarına ihtiyaçları
bulunmasa bile ödenmesi gerekir. İşte bu yüzden zekât yükümlülüğü belirlenmiş
ve zimmette sabit olmuştur.
Bu kısmın diğer
nevilerinin hükmü de, doğan ihtiyaçlar için mal harcanması hakkındaki bu
arzettiğimiz durum üzeredirler.
İtiraz: Eğer bilmemezlik vacibin zimmette sabit olmasına mani
olsaydı teklifin aslının sübûtuna da mâni olurdu. Çünkü teklifte yükümlü
tutulan şeyin bilinmesi şarttır. Zira bilinmeyen şeyle yükümlü tutmak teklîf-i
mâ lâ yutaktır (takat üstü yükümlülük). Şayet bir kimseye: "bilmediğin
bir miktar harca."; "kaç rekat olmadığını bilmediğin namazları
kıl."; "bilmediğin, tanımadığın kimseye nasihat et."... Gibi
yükümlülükler getirili» bu teklîf-i mâla yutak olurdu. Çünkü;yükümlü tutulan
şeylerin bilinmesi ebediyen mümkün olmaz, ancak bir va- ın hiyle bilinebilirdi. Vahiyle bilinince de
mechûl değil, malûm olurdu. Bilinen bir şeyle yükümlü tutmak da sahihtir. Bu
bir çelişkidir.
Cevap: Asıl teklife mani olan bilinmezlik, sâri' katında
belirlenmiş olan şeye ilişkin olan bilinmezliktir. Mesela sâri' "bir köle
azad et!" der de bununla beyanda bulunmaksızın falanca köleyi kastederse
bu türden olur ve böyle bir teklif imkansızdır. Ama teklifte sâri' katında
taayyün etmeyen bir şey ile yükümlü kılmak sahihtir. Nitekim keffâret bahsinde
mükellefe belli şeyler arasında tercihini kullanma hakkı verilmesi sahîh
olmuştur. Çünkü şâri'in bu seçenekler içerisinde husûsiyle birisinin
yapılmasına ilişkin bir kasdı bulunmamaktadır. Burada da durum aynıdır.
Şâri'in buradaki maksadı genel anlamda doğan ihtiyaçların giderilmesi, açılan
gediklerin doldıırulmasıdır. Herhangi bir ihtiyaç taayyün etmedikçe bir talep
de bulunmamaktadır; taayyün edince de talep ortaya çıkmaktadır. Bu meseleden
murâd olunan mânâ işte budur. Yükümlülük konusunun miktar ve daha başka
vasıflarının tayini bulunmaksızın mükellef tarafından yerine getirilmesi
mümkündür.
Muayyen vâcible,
muayyen olmayan vâcib arasında bir üçüncü kısım daha vardır ki, bu tam olarak
ikisinden birisi altına girmemekte, bu kısım ictihâd konusu olmaktadır; akraba
ve eş nafakaları hl gibi. Bunlar her iki tarafa da benzedikleri için âlimler
arasında: "aca-b ba bunlar zimmette sabit olurlar mı, yoksa olmazlar
mı?" diye ihtilâf meydana gelmiştir. Eğer zimmette sabit olacaksa,
yoksulluk (i'sâr) durumunda bu yükümlülük düşmeyecektir.
Birinci kısımdan olan
vâcibler, dînî zaruretlerden olmaktadır. Bu yüzden bunların takdir ve tayin
cihetine gidilmiştir. İkinci grup tahsîn ve tezyin kaidesi altına girmektedir;
yanî tahsîniyyâttandır. Bu yüzden de mükellefin içtihadına havale edilmiştir.
Üçüncü kısım ise güçlü bir sebepten dolayı her iki kısma da benzemektedir ve
onların tarafında gibi gözükmektedir. Dolayısıyla her vakıada tayin için
mutlaka üzerinde düşünmek gerekecektir. Allahu a'lem!
Fasıl:
Muhtemelen ilk iki
kısmın aynî ve kifâî talep özelliğiyle belirlenmesi mümkündür. Çünkü birinci
kısmın özünü, bütün mükelleflerden teker teker aynî olarak belirlenmiş talep
teşkil etmekte; ikinci kısmın özünü de dînde ve onun sâliklerinde ortaya çıkan
sıkıntı, güçlük ve ihtiyacın giderilmesi oluşturmaktadır. Ancak bu ikinci
kısmın içerisine aynî talep olduğu zannedilen bazı vâcibler de
girebilmektedir. Genelde bunlar kesin talep özelliğini ancak kifâî (içtimaî)
olma durumunda alırlar: adalet, ihsan, yakınlara haklarını vermek gibi. Kesin
talep bulunmazsa o zaman mendûb olurlar. Kifâî (içtimaî) farzlar aynî olarak
mendûb hükmünü alırlar. Bu konu üzerinde düşün.[126]
Üçüncü kısma gelince,
her iki tarafa da benzerlik arzettikleri için tafsilâtında —fukahânın
zikrettikleri üzere— ihtilaf edilmiştir. Allahu a'lem! [127]
Helâl ile haram arasında
bir 'aiv (meskûtun anh, kanun boşluğu) mertebesinin bulunduğu doğrudur; bunlar
beş teklîfî hükümden birisi altına sokulmazlar.[128]
genelde bu böyledir.[129]bu
konuya delâlet eden delilleri aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür:
1.
Daha önce geçtiği
üzere, teklîfî hükümler, mükelleflerin fiillerine ancak kasdın (niyetin)
bulunması duşumun da taalluk ederler. Kasıt bulunmadığı zaman ise, taalluk
etmezler. Teklîfî hükümlerden birisinin, kendisine ilişkin olabilir biri
durumunda olan kimseden sâdır olmasına rağmen, taalluku söz konusu olmadığına
göre, bunun anlamı işte üzerinde durduğumu 'afv' olmalıdır; yani o fiilde
sorgulama yoktur, demektir.
2.
Özellikle bu
mertebeyle ilgili nasslar vârid olmuştur: hz. Peygamber'den şöyle rivayet
edilmiştir: "Allah yapılması gereken hükümleri farz kılmıştır. Onları
çiğnemeyiniz. Hadler koymuştur, onları tecavüz etmeyiniz. Bazı şeyler hakkında
da, unuttuğundan değil, size olan merhametinden dolayı sükut etmiştir (afv).
Onları da deşelemeyiniz." başka bir
rivayette de "onları da kabul ediniz."[130]
İbn abbas ise:
"hz.muhammed'in ashabından daha hayırlı kimse görmedim. Onlar hz.peygamber
ölünceye kadar, hepsi de kur'ân'da bulunan on üç sorudan başka soru
sormamışlardır. 'Sana hayız hakkında soruyorlar.[131]
'sana yetimler hakkında soruyorlar.[132]
'sana haram olan ayı soruyorlar'[133]
gibi. Onlar ancak kendilerine faydası olacak şeyleri soruyorlardı."
demektedir. Yani çoğu kez böyle yapıyorlardı, demek istiyor.
Yine ibn abbas:
"kur'ân'da sükût geçilen şeyler Allah'ın bağışladığı şeylerdendir."
demiştir. Kendisine haram kılınmamış şeyler[134]
hakkında sorarlardı da, o cevap olarak "o afvdır." derdi. Kendisine:
—Zimmîlerin malları
hakkında ne dersin? Diye sormuşlardı. Cevap olarak:
—Afvdır; denıişdi.
Yani onların mallarından zekât alınmaz.
Demek istemişti.
Ubeyd b. Umeyr de:
"Allah helâli helâl, haramı da haram kılitm tır. O'nun helâl kıldığı
şeyler helâl, haram kıldığı şeyler de haramdır sükût geçtiği şeyler ise,
afvdır." demiştir.[135]
3.
Kısmen bu mânâya
delâlet eden deliller bulunmaktadır: 'Allah seni affetti (affetsin!). Onlara
niçin izin verdin."[136]
âyeti gibi. Buradaki izin konusu, hakkında nass bulunmayan içtihadı bir
konudur.
Usulenlerin de genişçe
üzerinde durdukları gibi, şerîatte ictihâd konusunda yapılan hatalar
affedilmiştir. "daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı,
aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azâb erişirdi.[137]
âyeti de bu meyândadır. Hz. Peygamber hakkında bir hüküm inmeyen konularda çok
soru sorulmasını aslî berâet hükmüne binâen iyi karşılamazdı. Çünkü bu gibi şeyler
aslî berâet hükmüne râci bulunuyordu. Yani aslî berâetle fiiller
"mafuv-vun anh"yani af kapsamına giriyorlardı. Nitekim bir
hadislerinde hz. Peygamber "en büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan
bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına
sebep olan kimsedir."[138]
buyurmuşlardır. Yine o: "ben sizi terkettikçe, sizde benim üstüme
gelmeyiniz. Şüphesiz ki, sizden önceki kavimler, mutlaka peygamberlerine fazla
soru sormalarından dolayı helak olmuşlardır."[139]
buyurmuşlardır. Hz. Peygamber "oraya yol bulabilen insana Allah için
ka'be'yi haccetmesi gereklidir." [140]âyetini
okumuştu. Bir adam kalkarak:
'Tâ rasûlallah! Her
sene mi?" diye sordu. Hz. Peygamber bu soruya cevap vermedi. Adam sonra:
"yâ rasûlallah! Her sene mi?" diye yine sordu. Hz. Peygamber yine yüz
çevirdi.
Adam üçüncü kez yine:
"yâ rasûlallah! Her sene mi?" diye sordu. Bu-üzerine hz. Peygamber
"irâde ve kudretiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, eğer 'evet!'
deseydim o zaman mutlaka (her pne) vâcib olurdu; eğer o şekilde vâcib olsaydı
siz de onu yerine getiremezdiniz; onu yerine getirmediğinizde de küfre
girerdiniz. Ben sizi bı-raktıği-m sürece siz de beni bırakınız,
üstelemeyiniz."[141]
buyurmuş ve sonra yukarıda geçen hadisi îrâd buyurmuşlardır. Yüce Allah:
"ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitm,eyecek şeyleri
sor?na-yın."[142]buyurmuş,
sonra da "Allah onları affetti." diye eklemiştir. Yani o şeyleri
demektir. Şu halde bunlar 'afv' mertebesinde olmaktadır. Hz. Peygamber
sorulardan hoşlanmaz, onları ayıplar ve çok soru sormayı yasaklardı. Rivayete
göre[143] bir
gün hz. Peygamber kalktı; yüzünden öfkeli olduğu belli idi. Kıyametten
bahsetti. Ondan önce de azametli şeylerden bahsetmişti. Sonra:
"kim bana bir şey
sormak isterse sorsun. VAllahi, bana ne sorarsanız, mutlaka onun cevabını
vereceğim!" buyurdu.
Râvî enes şöyle der:
insanlar bunu duyunca iyice ağlamaya başladılar. Hz. Peygamber da tekrar
tekrar "bana sorun!" diyordu.
Bunun üzerine abdullah
b. Huzâfe es-sühemî kalktı ve: —babam kim? Yâ rasûlallah! Diye sordu. Hz.
Peygamber
—"Baban
huzâfe'dir." buyurdu. Hz. Peygamber tekrar tekrar "bana sorun!"
diye devanı edince hz. Ömer dizleri üzerine çökerek:
—Yâ rasûlallah! Biz
rab olarak Allah'tan, dîn olarak islâm'dan, peygamber olarak muhammed'den
razıyız; dedi. Bunun üzerine hz. Peygamber sükûn buldu ve âyet indi.[144]
Daha önce hz.
Peygamber "irâde ve kudretiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, az önce
ben namaz kılarken cennet ve cehennem şu duvarın üzerinde[145]
bana arzedildi. Hayırda da serde de bugün gibisini görmedim." buyurmuştu.
Hadisin akışım (siyak ve sibakım) da göz önünde bulundurduğumuzda, hz.
Peygamberin öfke içerisinde "bana sorun!" buyurmaları, suâlin
neticelerini[146] göstermek suretiyle
onları tenkil anlamı taşımaktadır. Bu yüzdendir ki "ey iman edenler! Size
açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın."[147]
âyeti inmiştir. Bu deliller muvacehesinde "ma-fuvvun anh" yani
affedilen şeylerin de bu cümleden[148]
olduğu ortaya çıkmıştır. Bunlar da haklarında soru sorulması yasaklanılan
şeylerdendir. Haccın Allah için olması âyetin gereği olmaktadır. Nitekim âyet
haccın o sene yapılmasını da gerektirmektedir. Tekrardan bahsedilmeyince,
yorumda uyulması gereken şey, ihtimaller içerisinden en hafif olanı almak
olmalıydı. Diğer ihtimâlin de murâd olacağı varsayılsa bile o "mafuvvun
anh" yani af kapsamına girecektir. Benzeri bir diğer örnek de benî
israil'in bir inek boğazlamakla [149]emredilmiş
olmasıyla ilgilidir. Herhangi bir inek boğazlamakla emri yerine getirme
imkanları bulunuyordu. Ancak onlar yönelttikleri sorularla ifrata gittiler,
Allah da zorlaştırdıkça zorlaştırdı. Sonunda güçlükle boğazladılar
"nerdeyse de yapmayacaklardı."
Bütün bunlar
göstermektedir ki, mükelleflerin fiillerinden mâhiyetleri ve hükümleri hakkında
suâl etmenin pek iyi karşılanmadığı bir kısım bulunmaktadır. Bundan da onun
"mafuvvun anh" yani af kapsamında olması iktizâ eder. Netice itibarıyla
diyoruz ki, 'afv' mertebesi sabittir ve bunlar beş teklifi hüküm içerisinde yer
almamaktadırlar.
Fasıl:
"mafuvvun
anlı" yani af kapsamına giren şeyler:
Bunlardan bir kısmı
üzerinde ittifak edilmiş; diğer kısmı üzerinde de ihtilâf edilmiştir.
A) Hata ve unutma: bunlar sebebiyle sorgulama olmayacağı
Konusunda ittifak
bulunmaktadır. Gafil bulunan, unutan ve hata eden kimseden sâdır olan her fiil
'afv' kapsamındadır. Bu fiiller ister yapılmaları emrolunan fiillerden, ister
yasaklanılan fiillerden olsunlar, ister böyle olmasınlar farketme-mektedir.
Çünkü fiiller eğer emrolunan veya yasaklanan yada tercihe bırakılan kısımlardan
değillerse, o takdirde hakkında şer'î bir hüküm bulunmayan kısma râci olurlar
ki, 'afv'ın anlamı da budur.
Eğer emir ve nehiy
konusu bir fiilse, bunlar sebebiyle sorguya çekilebilmesi (muâhaze) için emir
ve nehyin hatırlanması ve onların ifâsı için kudretin bulunması şartı vardır.
Bu şartların bulunması ise hata, unutma veya gaflet hâlinde bulunan kimse için
muhaldir. Aynı şey uyuyan, deli olan, hayız hâli ve benzeri durumlarda olan
kimseler için de söz konusudur.
B) İçtihatta yapılan hatalar: bu da birinci kısma
râcidir. Bizzat kur'ân'da: "Allah seni affetsin! Onlara niçin izin verdin.[150]"daha
önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size
büyük bir azâb erişirdi."[151]
buyrulmaktadır.
C) Ikrâh: zorlama, tehdîd: ister ikrahın üzerinde
ittifak edilen kısmından olsun; ister ihtilâf edilen kısmından farket-mez.
Eğer biz ikrah durumunda zorlanılan şeyin yapılmasının cevazını kabul
ediyorsak, bu 'afv' mânâsına çıkmış olur. Ikrâh karşısında emir ve nehyin (her
iki görüşe nazaran) bakî kalıp kalmaması da durumu değiştirmez. Çünkü ikrahın
özü şu demektir: ikrah altında yapılan fiil ya da terke bir günah terettüp
etmemektedir.
D) Ruhsatlar: mevcut ihtilâflara rağmen bütün ruhsatlar da afv kapsamına
girmektedir. Zira nasslar, ruhsatların işlenmesinde bir günah olmadığını,
güçlüğün kaldırıldığını ve mağfiretin husulünü belirtmek suretiyle buna
delâlette bulunmuştur. Bu hususta ruhsatın işlenmesinin nıübâh olmasıyla,
matlûp bulunması arasında bir fark yoktur. Çünkü eğer ruhsat mübâh olursa,
zaten o takdirde bir problem söz konusu değildir. Eğer matlûp ise, o takdirde
de matlûbun zıddının işlenmesi durumunda'afv'gerekecektir. Mesela lâşe (murdar
hayvan eti) yemeyi ele alalım. Zarurete binâen biz onu yemenin vâcibliğîni
söylediğimizde, mutlaka onun zıddının —ki terk yani yememek oluyor— af
kapsamına girmesi gerekecektir. Aksi takdirde her ikisiyle yükümlü tutmak
suretiyle iki zıttın bir arada cem edilmesi gibi bir durum gerekecektir. Böyle
bir yükümlülük ise muhaldir ve ümmetten kaldırılmıştır.
E) Tercih: ih delilin tearuzu durumunda, aralarını telîf etme
imkanının da bulunmadığı zamanda tercihe gidilir. İki delilden birisinin
diğerine oranla daha ağır basması durumunda,
mercûh kalan delilin gereği af kapsamında olur. Çünkü eğer böyle
olmazsa, o zaman tercih imkânı kalmaz ve tercihin tümden ortadan kalkmasına
sebebiyet verir. Oysaki, tercih icmâ ile sabit bulunmaktadır. Keza böyle
olmadığı takdirde durum, iki zıt şeyi isteyen hitabın bulunmasını gerektirir
ki bu da bâtıldır. 'Afv'ın lâzım geleceği açısından mercûh delîlhak-kmda
gereğinin (iktizâsının) bekasına ve sabit hükmünde olmasına hükmetmemizle,
sanki yok hükmünde olmasına hükmetmemiz arasında bir fark bulunmamaktadır.
F) Ulaşmayan delile muhalif ya da haddizatında mensûh
bulunan ya da sahîh olmayan delile uygun amel: çünkü
Sorgulamayı gerekli
kılacak delîl henüz kendisine ulaşmamıştır. Sorguya çekilebilmesi için mutlaka
delilin kendisine ulaşması ve onu bilmesi gerekmektedir. İşte o zaman ancak o
delil muvacehesince kişi sorumlu tutulabilir. Aksi takdirde teklif-i mâ lâ
yutak (takat üstü yükümlülük) lâzım gelir.
G) Aynı anda vârid
olan iki hitâh arasında, ikisinin aralarını bulma imkanının da bulunmaması
durumunda tercihte bulunmak:[152]bu
durumda da, mutlaka geriye alınana
nisbetle afvın bulunması
gerekecektir ki, böylece takdim
edilen şey husule gelsin. Sonra bu tür teklifte bulunmak mümkündür. Bu durumda
eğer tercih yapılarak birisi öne alınmıyorsa, şer'an memnu bulunan teklîf-i mâ
lâ yutak gerekir.
H) Hakkında sükût
geçilen şeyler: çünkü, hükmün konulması
için mahal mevcut iken, konulmayarak sükût geçilmiş-se, bu o şeyin
"mafuvvun anh" olduğuna (af kapsamına girdiğine) bir delîl olur.
Daha önce geçen delillerde verilen örneklerin burada da örnek olarak verilmesi
mümkündür.
Allahu a'lemi
Fasıl:
'Afv' mertebesini
kabul etmeyenlerin şüphelerini izâle sadedinde aşağıdaki hususları eklemek
mümkündür:
1.
Kulların fiilleri
mükellef olmaları açısından, ya tamamen teklif hitabı (ya da teklifi hükümler)
—ki bu iktizâ ve tahyîr[153]
olmaktadır— altına girerler, ya da tamamen girmezler. Eğer tamamen
giriyorlarsa, bu durumda beş teklîfî hüküm üzerine bir ek yok demektir; zaten
maksat da budur. Eğer tamamen girmiyorsa, bu takdirde bazı mükelleflerin,
herhangi bir vakit veya halde de olsa, teklif hitabı hükmünün dışarısında
kalmış olmaları gerekecektir. Ancak böyle bir netice u67] bâtıldır. Çünkü biz
kulun her hâl ve durumda mükellef olduğunu kabul ediyoruz. Dolayısıyla onun
hiçbir şekilde teklif altından dışarı çıkmaları sahîh değildir. Bunun
neticesinde de, beş teklîfî hükme ek başka bir hüküm bulunmadığı ortaya
çıkmaktadır.
2.
Bu ek olan şey, ya şer'î
bir hüküm olacaktır ya da değil. Eğer şer'î bir hüküm değilse, o dikkat
nazarına alınmayacaktır. Onun şer'î bir hüküm olmadığının delili de onun 'afv'
diye isimlendirilmiş olmasıdır. 'Afv', ancak mükellefin emir ya da nehye
muhalefeti hükmünün beklenti halinde olması durumunda söz konusu edilir. Bu da
mükellef olunan şeyin daha önceden hükmünün bulunduğunu gösterir. Dolayısıyla
hükmü bulunduğu için, üzerine ikinci bir hükmün tekrar gelmesi —hükümlerin
birbirlerine zıtlıkları söz konusu olduğu için— sahîh olmayacaktır. Keza,
'afv' sadece uhrevî bir hükümdür, dünyevî değildir. Bizim konumuz ise, dünyevî
durumlara yönelik hükümlerdir. Sonra eğer 'afv' şer'î bir hüküm olsaydı, ya
teklîfî hükümlerden, ya da vaz'î hükümlerden olacaktı. Teklîfî hükümlerin nevileri
beş adediyle sınırlıdır. Yine vaz'î hükümlerin nevileri de usûlcülerin
zikrettikleri beş adediyle sınırlıdır. 'Afv' ise bunlar arasında yoktur;
dolayısıyla da hükümsüzdür.
3.
Eğer bu ek (zâid) olan
şey, "bazı vak'aların Allah'ın hükmünden dışarda bulunması sahîh midir,
değil midir?" şeklindeki bir usûl meselesine râci ise, o zaman şöyle
demek mümkündür: bu mesele zâten ihtilaflı bir konudur. Böyle bir hükmün isbâtı
da, reddi kadar delile muhtaçtır. Konuyla ilgili deliller ise tearuz
halindedir. Dolayısıyla bu meselenin isbâtı, ancak çelişeni bulunmayan bir
delille olacaktır. Keza, eğer bu konulan mesele delile değil de ietihâdî bir
konuya râci İse, bu durumda da zahir olan onun usûl kitaplarında zikredilen delillerle
reddidir. Eğer konu, zikri geçen meseleye dönük değilse, o zaman anlaşılmamış
demektir. Daha önce geçen ve 'afv' mertebesinin isbâtı için kullanılan
delillerde ona dâir bir delâlet bulunmamaktadır. Naklî deliller, onun beş hüküm
içerisinden çıkmasını gerektirmemektedir, çünkü aralarını birleştirme imkânı
bulunmaktadır. Sonra 'afv' uhrevîdir. Keza, afvın sübûtu iddiası kabul edilse
bile, bu sadece hz. Peygamber'in zamanına hastır, sonraları için değildir.
'Afv' mek bir hüküm olduğu intibaını veren zahir ifâdelerin tevîl imkânı
bulunmaktadır ve onun nevileri meyanmda sayılan şeyler, beş teklifi hüküm
altına girmektedir. Çünkü onlarda söz konusu edilen 'afv'; hata, unutma, ikrah
(zorlama, tehdîd), ve güçlüğün kaldırılmasına matuftur. Bu ise ya 'ibâha'
mânâsına cevazı gerektirir ya da vuku bulan muhalefet üzerine gereken zemmin ve
azaba sebebiyet verici hususun ıi68i kaldırılmasını iktizâ eder. Bu da
neticelerini ortadan kaldıracak bir çelişenle birlikte bir emir ve nehyin
bulunmasını gerektirecektir. Netice itibarıyla 'afv' mertebesiyle hükmetmek ve
onun beş teklifi hükme zâid bir hüküm olduğunu söylemek imkânı bulunmamaktadır.
Bu me-yanda daha başka bahisler de vardır.
Fasıl:
Burada 'afv' kapsamı
içerisine giren şeylerin bir kurala bağlanması hususunda biraz durmak
istiyoruz. Çünkü sâdece nassların bulunduğu mahallede yetinmek zahirî bir
eğilim olmaktadır. Bu konuda bir kayıt tanımamak ise, tamiri mümkün olmayan bir
gedik açmak demektir. Bazı mahalleri ihmâlle sâdece bazı mahallere hasretmek ise
ne akılla ne de nakille bağdaşmayacak bir tahakkümdür. Bu durumda meselenin
vuzuha kavuşabilmesi için mutlaka tutulacak orta bir yolun bulunması zarureti
vardır. Bu konuda edilecek söz üç nev'e inhisar edecektir:
A) Muarızı güçlü olan bir delilin gereğiyle amel etmek.
B) Delilin gereğinden kasıtsız olarak ya da te'vîl
yoluyla çıkmak.
C) Re'sen hükmü sükût geçilen şeyi işlemek.
Şimdi bunlar üzerinde
sırayla durmak istiyoruz:
A) Muarızı güçlü
olan bir delilin gereğiyle amel etmek.
Bu nev'in altına şu
hususlar girecektir:
1) Ruhsat deliline rağmen azimetle amel etmek. Çünkü azimet zahir olan umumiliği ya da
mutlakhğı üzere ele alınınca, onu işleyen kimse, genelde güvenilir olan bir
delile dayanmış olur. Azimet deliline rağmen ruhsatla amel etmek de aynıdır.
Çünkü ruhsat "güçlüğün (haraç) kaldırılması" kaidesinden alınmıştır.
Nitekim 'azimet' de aslî teklife matuftur. Her ikisi de külli bir esas
olmaktadır. Dolayısıyla ruhsat hükmüne rücû etmek de, güvenilir bir delille
amel etmek demek olur. Ancak "güçlüğün kaldırılması" kaidesi aslî
teklif üzerine 'mükemmip yani tamamlayıcı bir unsur şeklinde geldiğinden, aslî
teklif olan azimet yönü bir nevi ağır basmaktadır. Şu kadar var ki, ruhsata
başvurma prensibini de ihlâl etmemektedir. Çünkü aslî teklifin temellenmesi o
tamamlayıcı (mü-kemmil) unsurla olmaktadır. Bu hususa[154]
imâm mâlik'in mezhebinde itibar edilmiştir. Bu mey anda şunları örnek verebiliriz:
bir kimse ramazan ayında dört berîd[155]
mesafeden daha az bir yere yolculukta bulunsa ve bu yüzden orucunu bozmasının
kendisine mübâh olduğunu zannetse ve bozsa, kendisine keffâret gerekmez. Her ne
kadar dayanağı1[156]
ilmî değilse de tevîl yoluyla orucunu bozan kimsenin durumu da aynıdır. Hatta
bu tevil yolu ile işlenilen her hususta geçerlidir: örnekler: sarhoşluk verici
bir şeyi, öyle değil zannıyla içmek; müslümam kâfir zannıyla öldürmek;
kendisine haram olan bir malı helâldir zannıyla yemek; temiz zannıyla pis olan
suyla taharetlenmek vb. Gibi.
2) İctihâd hataları: içtihadında hata eden müctehidin
durumu da bu nevidendir. Ebû davud'un rivayet ettiği bir hadise göre ibn mesûd
bir cuma günü mescide gelmişti. Hz. Peygamber hutbe îrâd ediyordu. O'nu:
"oturun!" derken işitmiş ve hemen kapının yanına oturmuştu. Hz.
Peygamber kendisini görmüş ve:
—Yâ abdullah b. Mesûd!
Buraya gel." buyurmuşlardı.[157]
bundan anlaşılmaktadır ki, ibn mesûd, her ne kadar emirden başka bir şey
kasdedilse de, hz. Peygamber'in 1 emirlerine imtisâlde ihmâl göstermiş olmamak
için mücer-red emrin zahiriyle amel etmiş olmaktadır. Benzer bir olay da şöyledir:
abdullah b. Ravâha yolda iken, hz. Peygamber'!"oturun!" derken
işitmiş, hemen oracıkta yolun or-tasınaoturmuştu. Hz. Peygamber yanma geldiğinde
kendisine:
— Burda ne yapıyorsun?
Diye sormuş, o:
—Yârasûlallah! Sizi
"oturun!" derken işittim, bu yüzden hemen buraya oturdum; demiş. Hz.
Peygamber de kendisine:
—Allah tâatini
artırsın! Diye mukabelede bulunmuştur. Bu olaydan şu anlaşılmaktadır: aslında
hz. Peygamber onun yolda oturmasını kasdetmemiştir. Ancak o emri işitince,
emre imtisâlde kusur göstermemek için hemen oturuver-mistir. Nitekim hz.
Peygamber'in kendisini yol ortasında oturur gördüğünde niçin oraya oturduğunu
sorması da emirdeki kasdm o olmadığını göstermektedir. Başka bir hadiste de
şöyle anlatılır: ahzâb muharebesinden döndüğü gün hz. Peygamber bize:
— Sakın kimse ikindiyi
benî kureyza yurdundan başka bir yerde kılmasın! Diye seslendi. Yolda iken
namaz vakti girdi ve bazı insanlar:
—Vakti geçirsek bile
biz namazımızı ancak hz. Peygamber'in emrettiği yerde kılarız; dediler.
Ötekilerde hz. Peygamber'in amacı o değildir; dediler (ve vaktin geçeceğinden
korkarak namazı benî kureyza yurduna varmadan yolda kıldılar.) Durum hz.
Peygamber'e intikal ettirildi. O iki gruptan hiçbir kimseyi azarlamadı.[158]
3) Tercih: iki delîl arasında tercîhde bulunmak,,
birinin imâli, diğerinin de ihmâli demektir. Eğer râcih olan çağır basan)
delilin ihmâli farzedilirse, bu mercûh olan delile itibarın bir neticesi
olmaktadır. Mercûh olan delîl de zahirde itimâda şayan bir delîl olmaktadır.
Dolayısıyla bu durum da af kapsamına girmektedir.
4) Mensûh ya da sahih olmayan delille amel etmek: çünkü
bu durum da, kısmen de olsa benzeri itimada şayan bir delilin zahiriyle amel
etmek olmaktadır.
Bu madde halinde
zikrettiklerimiz ve daha başka benzerleri zikri geçen 'afv' mânâsının altına
girmektedirler.
Biz burada kural
olarak "çelişeni (muarız) güçlü olan bir delilin gereğiyle amel
etmek" dedik ve tearuz şartını koştuk; çünkü eğer delilin bir çelişeni
yoksa o zaman 'afv' kapsamına girmez. Çünkü delîl ya emri ya nehyi ya da
tahyîri gerektirmektedir ve mükellef onun gereğini yapmıştır; dolayısıyla
zahir hükmüne göre on da tasavvur edilebilecek herhangi bir azarlama, ona
lâzım gelecek herhangi bir sorgulama bulunmaz ki, 'afv' mahalli olsun.
"çelişenin güçlü olması" kaydı-nı da ilâve ettik; zira çelişeni güçlü
olmadığı zaman bu neviden olmaz. Hatta bundan sonra gelecek olan nev'iden de
sayılmaz. [159]çünkü o nevide kasıtsız
olarak ya da tevîl yoluyla bir delilin terki söz konusudur. Burada yani
çelişenin güçlü olmaması durumunda ise, her ne kadar bir delilin imâli söz
konusu ise de, onun imâli meseleyi ele alan kişi açısından onun daha güçlü
olması sebebiyledir veya haddizatında o muarızı olmayan bir delilin imâli gibi
olmaktadır.bundan da bir muâhaze doğmaz. Dolayısıyla muarızın güçlü olmaması
durumunda bir afv mahalli söz konusu değildir. Bu yüzden zikri geçen kayda
gerek duyulmuştur.
B) Delilin
gereğinden kasıtsız olarak ya da tevîl yoluyla çıkmak:
Meselâ ki şi mübâh
olduğu inancıyla bir iş işler; çünkü kendisine onun haranılığma ya da
mekrûhluğuna dâir olan delîl ulaşmamıştır; yahut da kendisine vâcib ya da
mendûb olduğunun delili ulaşmadığı için mübâh itikadıyla bir şeyi terkeder:
yeni müslüman olan bir kimsenin şarabın haram olduğunu bilmemesi ve içmesi;
guslün farziyeti-ni öğrenmediği için gusül yapmaması gibi. Nitekim ilk
zamanlarda ensârın cima sırasında inzal vuku bulmadan sadece sünnet mahallinin
girmesiyle de guslün yapılması gereğinden haberleri olmamış ve konumuza örnek
teşkil edecek bir uygulama yaşanmıştı. Bu tür pek çok şey müctehidler için söz
konusu olmuştur. Rivayet edildiğine göre imâm mâlik, abdestte ayak
parmaklarının hilalienmesini sünnete uygun bulmazdı ve bunu bir aşırılık
sayardı. Sonunda kendisine "hz. Peygamber'in ayaklarını hilallediği"[160]
hadisi ulaşmıştı ve görüşünden dönerek hadisin gereğiyle amel etmişti. Keza ebû
yûsuf ve imâm mâlik arasında 'müd' ve 'sâ' hakkında da böyle durum olmuştu da,
sonra (ebû yûsuf imâm mâlik'in görüşü doğrultusunda) görüşünü değiştirmişti.[161]hata
ve unutma yoluyla işlenilen muhalefet[162] de
bu kısımdandır. Bu meyanda rivayet edilen "ümmetimden hata, unutma ve
tehdîd (ikrah) altında yapılan şeyler kaldırıldı (yazılmadı)."[163] hadisi
bunu ifâde etmektedir. Hadisin senedi eğer sahîhse ne âlâ, ne güzel; değilse
bile mânâsı üzerinde ittifak bulunmaktadır. Kasıt bulunsa da, bu konuda hata ve
unutma mevkiinde tutulacak bir diğer hususu da, hadiste ifâdesini bulan
'ikrah'yani zorlama ve tehdîd altında yapı- lan işler oluşturmaktadır.
Bundan daha açık
olanı, itibar sahibi kimselerin sürçme kabilinden işledikleri şeyleri affetme
konusudur. Çünkü bu gibi insanların yaptıkları kabahatlerin affedilmesi ve
işledikleri sürçmelerden ötürü diğer insanlara yapılan muamelelere tabi
tutulmaması talebi şerîatte sabit bir husus olmaktadır. Nitekim hadiste
"itibar sahihi kimselerin (had cezaları hariç) sürçmelerini
affediniz."[164]
yine başka benzer bir hadiste: "mürüvvet ve iyi hal sahibi insanları
cezalandırmaktan uzak durunuz."[165]
buyurulmuştur. Muhammed b. Ebî bekir amr b. Hazm'-m bu doğrultuda uygulamaya
gittiği de rivayet edilmiştir. Şöyle ki: hz. Ömer'in sülâlesinden olan bir adam
bir başkasının başını yaralamış ve onu dövmüştü. İbn hazm ona, "sen
(hadiste geçen) önemli ve itibarlı kimselerden birisin." diyerek kendisini
serbest bırakmıştı. Başka bir haberde de şöyle ifâde edilmiştir: abdulazîz b.
Abdullah b. Abdullah b. Ömer b. El-hattâb şöyle der: selâmu'l-berberî adında yaralamış
olduğum bir kölem, beni ibn hazm'a şikâyetle kısas talebinde bulunmuştu. İbn
hazm bana geldi ve:
—Onu yaraladın mı? Diye
sordu. Ben de: —evet! Dedim. O şöyle dedi:
—Teyzem amra'dan işittim: hz. Âişe, hz. Peygamber'in
İtibar sahihi
kimselerin sürçmelerini affediniz." buyurduğunu söylemiş. Sonra ibn hazm
adamı serbest bırakmış ve cezalandırmamış tır.
Bu aynı zamanda izzet
sahibi yüce Allah'ın da sünnetinden olmaktadır. Çünkü bir âyette: "Allah
iyi davrananlara, —Ufak tefek kabahatleri bir yana—büyük günahlardan ve
hayasızlıklardan kaçınanlara işlediklerinden daha iyisiyle karşılığını
verir."[166] buyrul-muştur. Ancak
âyet uhrevî hükümlerle ilgilidir. Bizim burada sözünü ettiğimiz 'afv' ise
dünyevî ahkâmla ilgilidir.[167]şüphe
sebebiyle hadlerin düşürülmesi de bu nev'e yakın olmaktadır. Çünkü hadlerin
ikâmesi konusunda delil, zan mertebesinde olmak üzere kâim bulunmaktadır.
Bununla birlikte zayıf da olsa bir şüphe arız olduğunda, bu şüphenin hükmü
galebe çalarak hadde maruz kalan kimseyi 'afv' kapsamı altına sokmaktadır.[168]
hadlerin şüphe ile düşürülmesi sahası, tevîl yoluyla delile muhalefette bulunmak
kısmından da sayılabilir ki, o da bu ikinci neviden olmaktadır.[169]delilden
haberdar olmakla birlikte, tevil yoluyla ona muhalefette bulunmaya misal
olarak da içki hakkındaki "inananlara ve yararlı iş işleyenlere
—sakınırlar, inanırlar, yararlı işler işlerler, sonra haramdan sakınıp iyilik
yaparlarsa— tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur."[170]
âyetinin yorumu hakkında cereyan eden şu olayı vermek istiyoruz: kudâme b.
Mazûn, hz. Ömer'e:
—Eğer ben içti isem,
sen bana had tatbik edemezsin! Demiş. Hz. Ömer de niye diye sorunca:
—Çünkü yüce Allah:
"inananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir
sorumluluk yoktur." buyuruyor demiş. Hz. Ömer kendisine:
—Ey kudâme! Şüphesiz
sen yanlış tevilde bulundun. Eğer sen takvalı davransaydın, Allah'ın haram
kıldığından da sakınırdın; diye karşılık vermiştir. El-kâdî ismail şöyle
demiştir: sanki o, bu durum daha önce geçen içki içmeden doğacak günahlara
keffâret olur demek istemiştir. Çünkü o, takva sahibi olan, inanan ve sâlih
ameller işleyen bir kimse idi ve yorumda hata etmişti, içkiyi helâl görenin
durumu ise hz. Ali hadisinde olduğu gibi böyle değildir. Kudâme hadisinde ona
had vurulduğundan söz edilmemiştir.
(mâliki) mezhebinde
mevcut bulunan bir örnek de şudur: özür sahibi bir kadın (müstehâza), özürlü
bulunduğu süre içerisinde namazlarını bilgisizliğine binâen kılmasa, bu süre
içerisinde terketmiş olduğu namazlarını kaza etmesi gerekmez. Muhtasaru mâ
leyse fi'1-muhtasar'da şöyle denilir: özür sahibi kadınla lohusa kadının
gördüğü kan uzasa da lohusa üç ay, özür sahibi kadın da bir ay boyunca namaz
kalmasa, eğer gördükleri kandan dolayı namaz kılınmaz şeklinde kendilerince bir
yorum yapmışlarsa, geçen sürenin namazlarını kaza etmezler. Özür sahibi kadın
hakkında "normalde hayıza tekabül eden günlerinden sonra kısa bir süre
namazını kılmamışsa, [173] onları iade eder, fakat uzun süre kılmamışsa onları
vâcib olmak üzere kaza etmesi gerekmez." de denilmiştir. Ebû zeyd de imâm
mâlik'ten: "özürlükadın, ihtiyat gününden sonra, namazlarım kendisine gerekliliğini
bilmediği için kılmamışsa. O günlerin namazlarını kaza etmez." şeklinde
işitmiş tir. İbnu'l-kâsım, bu durumda kadının namazlarını kaza etmesini
müstahab bulmuştur.
Bütün bunlar,
bilgisizlikten ya da yapılan bir yorumdan dolayı delile muhalefet olmaktadır ve
bunlar 'afv kabilinden sayılmışlardır.
Yine bu kabilden olmak
üzere şunları da misal olarak vermek mümkündür: yolcu fecir vaktinden önce
memleketine dönmüştür ve güneşin batmasından önce dönmeyen kimse için orucun
farz olacağını zannetmemektedir. Keza, hayız gören bir kadın fecir vaktinden
önce temizlenmiştir; fakat oruç tutabilmesi için güneş batmadan önce temizlenmiş
olması gerektiğini zannetmektedir. Burada her ikisi için de keffâret söz konusu
değildir. Her ne kadar delile muhalefet varsa da, kendilerince bir yorumu
bulunmaktadır. Burada keffâretin düşürülmesi işte 'afv mânâsında olmaktadır.
C) Re'sen hükmü
sükût geçilen şeyi işlemek:
Hakkında sükût geçilen
şeyle amelde bulunmak nev'ine gelince bu konu üzerinde biraz durmak
gerekmektedir. Çünkü bazı vak'ala-rın Allah'ın hükmünden hâlî olmaları
ihtilaflı bir konudur. Hâlî olabileceği görüşünü esas aldığımızda bir problem
çıkmaz. "şâri'in sükût geçmiş olduğu şey aftır."[171]hadisiyle
daha önce geçen benzer delillerin gereği de bu olmaktadır. Diğer görüşe göre
ise, hadîs bir problem ar-zetmektedir. Çünkü hiçbir şekilde "meskûtun
anh" yani hakkında sükût geçilen bir şey yoktur. Aksine her şey ya nassla
ya da kıyasla belirlenmiştir. Kıyas da şer'î deliller cümlesindendir ve hiçbir
yeni olay yoktur ki, şerîatte ona dair bir hüküm mahalli bulunmasın; bu mümkün
değildir. Dolayısıyla da "meskûtun anh" yani hakkında sükût geçilmiş
bir şey yoktur.
Bu görüşe göre sükûtun
şu şekillere hamledilmesi mümkündür:
1) Muhtemel bir gerekçe bulunmasına rağmen tafsile
gitmeyerek sükût etmek.
2) Istishâba hamlederek carî olan âdetler hakkında sükût
etmek.
3) Daha önceden hz :ibrahim şeriatından alınan ameller
hakkında sükût etmek.
Birincisine örnek: Önce şu âyete bakalım: "kendilerine kitâb
verilenlerin yiyecekleri sizin için helâldir."[172] bu
âyetin umûmu zahir manâsıyla, müslümanlara onların bayram günleri ve mabedleri
için kestikleri hayvanların etlerinin de helâl olduğunu gösterir. Bu açıdan
mânâya bakıldığında problem doğar. Çünkü bayram günleri için kestikleri
hayvanlarında, islâm ahkâmıyla bağdaşmayacak ek bir husus daha bulunmaktadır.
Dolayısıyla bunun üzerinde durmayı gerektirici bir sebep bulunmaktadır.
Ancakmekhûl'e bu durum sorulduğu zaman o: "sen ye! Allah onların ne
dediklerini biliyor ve o bize onların boğazladıkları hayvanların yenilmesini
helâl kılmıştır." şeklinde cevap vermiştir. —Allahua'lem—
oşunudemekistemiştir: her ne kadar o hayvanların yenilmesine ters düşen bu özel
durum varsa da âyetin umûmu tahsis edilmemiştir. Allah bunun gereğini ve bu
özel durumun âyetin umûmu altına gireceğini biliyordu. Bununla birlikte o,
onların boğazladıkları hayvanların böyle arızî durum olanını da olmayanını da
helâl kılmıştır; ancak bu onların helâlliğine aykırı gözüken bu özel durumun
affı hükmüyle olmuştur. Hz. Peygamber'in şu sözleri de bu mânâya işaret
olmaktadır: "Allah bazı şeyler hakkında da, unuttuğundan değil, size olan
merhametinden dolayı sükut etmiştir (afi)). Onları deşelemeyiniz." [173]
keza hac hakkındaki "her sene mi yâ rasûlallah! " sorusuna verdikleri
cevapla ilgili hadîsi de bu şekildedir. Çünkü lafza itibar onun ömür boyu için
yeterli olduğu intibaını vermektedir. Bu yüzden hz. Peygamber onun sorusundan
hoşlanmamış ve ona bu gibi şeyler hakkında soru sormamak gereğinin sebebini
açıklamıştır.[174] yine: "en büyük
cürüm işleyen insan, haram olmayan bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu
yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir."[175]
hadisi de bu kabildendir. Çünkü haram olmayan bir şeyden suâl edilmesi ve sonra
bu soru yüzünden o şeyin haram kılınması çoğu kez, sadece o şeyin haramlığını
gerektirecek bir yönün[176]
ortaya çıkarılması cihetinden olur. Oysa ki, —her ne kadar kendi içerisinde
furûu farklılık gösterse de veya o esasdan çıktığı intibaını veren bir mânâ
bulunsa da— meselenin helalliği için dayanılacak başka bir esas daha bulunmaktadır.
Benzeri bir başka örnek de: "ben sizi terkettikçe, siz de benim üstüme
gelmeyiniz."[177]hadisidir.
Daha başka örnekler de vardır.
İkincisine örnekler:
bu kısma örnek olarak islâmm ilk yıllarında ikrar edilen ve daha sonraları
tedricen haram kılman şeyleri vermek mümkündür: şarap gibi. Bilindiği gibi
şarap (içki), cahiliyye devrinde yaygın olarak kullanılıyordu. Sonra islâm
gelmiş ve hicret öncesinde ve bir süre de hicret sonrasında olmak üzere ona dokunmamış,
kendi hâli üzere bırakmıştı. Bir süre böyle devam etmiş ve hakkında şer'î bir
nass gelmemişti. Nihayet "sana içki ve kuman soruyorlar. .."[178]
âyeti gelmiş ve bunlarda faydaların da zararların da bulunduğunu, ancak
zararlarının faydalarından daha büyük olduğunu beyan etmiş ve maslahatın
gerektirdiğ ihükmü iseter kederek açıklamamıştı. Bu hüküm tabiî ki, onların
haramlığı idi. Çünkü şer'î bir kaide olarak, mefsedet maslahata galebe çalarsa
hüküm mefsedet yönüne ait olmaktadır. Mefsedetler ise engellenir; dolayısıyla
her ikisinin de haramlıkyönü ortaya çıkar.[179] şu
kadar var ki, her ne kadar anlaşılı-yorsa da buna rağmen haramlığı üzere açıkça
temas edilmediği için, alışılagelmiş âdetlere uyarak daha önceden kendileri
için sabit bulunan esas ile amel ederek içmeye devam etmişlerdir. İşte bu
dönemden mâide süresindeki "... Ondan kaçınınız!"[180]
âyeti ininceye kadar olan dönem arasında içilen içkiler 'afv' kapsamı altına
girmektedir. Artık kesin yasağı açık olarak getiren bu âyetle haramlık hükmü
yerleşmiş ve 'afv' hükmü kalkmıştır. Buna "inananlara ve yararlı iş
işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk (günah) yoktur."[181]
âyeti de delâlet etmektedir. Çünkü içki yasağı kesin olarak geldiğinde, içerek
ölen kimselerin durumu nasıl olacak diye sormuşlar ve bunun üzerine de bu âyet
inmişti. Günahın kaldırılmış olması, sözünü ettiğimiz 'afv' mertebesi
olmaktadır. Cahiliyye döneminde ve islâmm ilk yıllarında uygulanan ribâ da
aynı şekildedir. Keza o dönemlerde aralarında carî olan, "beyu'l-medâmîn"
ve "beyu'1-melâ-kîh"[182]
gibi, kurutulmadan önce meyvelerin satılması vb. Gibi ga-rarlı[183]
muameleler, bütün bunlar meskûtun anh yani hakkında sükût geçilmiş şeylerdi.
Hakkında sükût geçilen şeyler ise "afv" mânâsı altma girmektedir.
Daha sonra gelen nesih bu mânâyı kaldırmaz. Çünkü bunlardan bir kısmı hâlâ
islâmm eski ikrarı üzere bakîdir. Kırâz (nıudârabe), miras ve daha başka
konulara nisbetle hünsâ [184]konusunda
verilen hüküm vb. Gibi âlimlerin dikkat çektikleri konular bunlardandır.
Üçüncü kısma örnekler:
bunlar nikah, talak, hac, umre ve bunların diğer fiilleri gibi. Ancak bunlardan
bir kısmım değiştirmişlerdir. İslâmdan önce cahiliyye döneminde de bunları
yapıyorlardı; nikâhla sifâh (zina) arasını ayırıyorlardı ve boşuyorlardı; bir
hafta süreyle kabe'yi tavaf ediyorlardı, hacer-i esvede el sürüyorlardı, safa
ve merve arasında sa'y ediyorlardı, telbiye getiriyorlar ve arafat'ta vakfede
duruyorlardı, müzdelife'ye uğruyorlardı, şeytan taşlıyorlar ve haram aylara
tazim ediyorlar, onlarda kan dökmeyiharam sayıyorlardı; cünüblükten dolayı
yıkanıyorlardı; ölülerini yıkıyorlar, onları kefenleyip üzerlerine namaz
kılıyorlardı; hırsızın elini kesiyorlar ve yol kesiciyi asıyorlardı. Bunlar ve
buna benzer daha başka hususlar hep halil ibrahim peygamber'in dîninden geriye
kalmış şeylerdi. İslâm gelinceye kadar onlar bu hükümler üzere bulunuyorlardı.
Sonunda islâm bunlardan bir kısmını benimseyerek iyice sağlama bağladı,
islama muhalif bulduklarını da nesh etti. Bu geçen ameller içerisinde olup da
haklarında kabul edildiklerine dâir yeniden ek bir nass gelmeyen ve bir süre
devam edip de sonrahükümleri neshedilen ameller 'afv5 kapsamına girdi.
Bunlardan neshedilenler neshedilmiş, ibkâ edilenler de eski halleri üzere
bırakılmışlardı.
Bu geniş açıklamayla, 'afv
mertebesi'nin şerîatte söz konusu olduğu yerler ortaya çıkmış ve —Allah'a hamd
olsun ki— sübûtuna delâlet eden delillerin imâli neticesinde vaziyetine en
yakın şekilde tesbit edilmiştir. Geriye bir husus kalmıştır: acaba 'afv bir
hüküm müdür? Yoksa değil midir? Eğer 'afv' bir hükümdür, denilirse o takdirde
bu teklifi hüküm mü olur yoksa vaz'î hüküm mü? Bütün bunlar muhtemel şeylerdir.
Şu kadar var ki, bunların üzerine herhangi bir amelî netice terettüp
etmemektedir; dolayısıyla bunun beyânına girmek lüzumsuz bir hal almıştır ve o
yüzden de terki evlâ görülmüştür.
Doğruya muvaffak kılan
ancak Allah'tır. [185]
Usûl âlimlerinin
beyanı üzere kifâî (içtimaî) talep (farz-ı kifâye) herkese yöneliktir. Ancak,
içlerinden bir kısmı onu yerine getirdiği zaman diğerlerinden yükümlülük
düşmektedir.
Usûlcülerin bu
söyledikleri talebin küllîliği açısından doğrudur. Cüz'îliği açısından ele
aldığımızda ise tafsilât vardır ve kısımlara ayrılır; belki de söz iyice
dallanır ve uzar. Ancak hepsi için geçerli olacak ve bir araya toplayacak kural
(zabıt) şudur: farz-ı kifâyede "talebin belirli bir kesime yönelmiş
olması"dır. Bu da rast gele bir kesim değil, bilakis istenilen fiili
yapmaya ehil olan kesimdir. Yoksa talep genel olarak herkese yönelmez.[186]
Delilleri:
Bu konuya delâlet eden
delillerin başında ilgili nasslar gelmektedir: "inananlar toptan savaşa
çıkmamalıdır. Her topluluktan bir
Taifenin dîni iyi
öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları
gerekli olmaz [187]burada
mevzu bahis olan teşvîk sadece bir taife içindir, bütün toplum için değildir.
"sizden iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan men eden bir
cemâat olsun..[188]
"ey muhammedi sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman, bir
kısmı seninle birlikte namaza dursun ve silahlarını da yanlarına
alsınlar..."[189]
kur'ân'da bu türden pek çok şey vardır. Bütün bunlarda talep, herkese değil
sadece belli bir kesime yönelerek gelmiştir.
İkincisi, bu konuda
sabit olan kat'î şer'î kaidelerdir. Devlet başkanlığı (imâmet-i kübrâ)[190] ve
diğer amme velayetleri (kamu idarecilikleri, imâmet-i suğrâ) gibi. Çünkü
bunlarla ilgili talepler kendilerinde aranılan şartları taşıyan insanlara
yöneliktir ve onlar için taayyün[191]
etmektedir; yoksa herkes için değildir. Diğer amme velayetleri de aynı
durumdadır. Bunlar ittifakla, kendisinde bu görevleri yerine getirmek için
gerekli olan ehliyet ve yeterliliğe sahip olanlardan istenilmekte, görev için
bunlar taayyün etmektedir. Aynı şekilde cihad çağrısı da farz-ı kifâye olması
durumunda bu iş için gerekli olan cesaret ve kahramanlık vb. Gibi vasıflara
hâiz olan kimselere yönelik olacaktır. Zira bu gibi önemli mükellefiyetlerle ne
yapacağını bilemeyen âciz kimselerin yükümlü tutulması doğru değildir. Bu tür
kifâî yükümlülüklerle ehil olmayan kimseleri muhatap tutmak mükellef açısından
teklîf-i mâ lâ yutak, elde edilmesi istenilen maslahat veya uzaklaştırılması
istenilen mefsedet açısından da abes kabilinden olacaktır ki, her ikisi de
şerîatte bâtıl olmaktadır.
Üçüncüsü: bu konuda
vâki olan ulemâya aitfetvâlar (yani uygulama) ve yine bu kabilden olmak üzere
şerîatte vuku bulan örnekler: bunlardan olmak üzere hz. Peygamber'in ebû zer'e
olan şu sözlerini görüyoruz: "ey ebû zer! Gerçek şu ki, ben seni zayıf
görüyorum. Ben kendim, için sevdiğim şeyi senin için de severim. Sakın ola ki,
iki kişi üzerine (de olsa) emirlik (yöneticilik) yapmayasın, yetim, malı
üzerinde vesayette bulunmayasın."[192]
hadiste sözü edilen her iki husus da kifâî (içtimâi) farzlardandır. Bununla
birlikte hz. Peygamber ebû zer'i bunları kabul etmekten nehyetmistir. Şayet bu
iki kifâî yükümlülüğün diğer insanlar tarafından ihmal edildiği varsayılsa,
ebû zer'in de söz konusu ihmâl günahı altına gireceğini söylemek sahih
olmayacaktır. Ebû zer gibi olanların durumu da aynı olacaktır. Hadiste
"emirlik isteme..."[193]
buyrulmuştur. Bu nehiy emirliğin bütün insanîarayönelik bir vücûb olmadığını
gerektirir. Hz. Ebû bekir bazı insanları, emirlikten nehyetmiştir. Hz. Peygamber
vefatettiğizamanhz. Ebûbekir hilâfeti üstlenmişti. Kendisine o adamlardan biri
geldi ve:
—Sen beni emirlikten
nehyettin, sonra kendin kabul ettin? Diye sormuştu. Hz. Ebû bekir:
—Evet, ben seni
emirlikten şimdi de nehyediyorum, dedi ve kendisinin hilâfet görevini üstlenmek
mecburiyetinde kaldığını belirterek mazeretini bildirdi.
Rivayete göre temim
ed-dârî hz. Ömer'den vaizlik yapmak için izin istemişti. Hz. Ömer ona izin
vermedi. Halbuki, vaizlik —temîm ed-dârfnin yapmak istediği vaizliği
kasdediyo-rum— kifâî farzlardan bulunuyordu.
Buna benzer bir olay
da hz. Ali'den nakledilmiştir.bir çok farz-ı kifâyenin ortaya konulması ve
îzâhı konusunda ulemâ, işte bu geniş ve açık yol üzerinden yürümüşlerdir:
nakledildi-
Fasıl:
Burada konunun vuzuha
kavuşması ve doğruluğunun ortaya çıkması için Allah'ın izniyle biraz tafsilatta
bulunmak istiyoruz: şöyle ki:
Yüce Allah insanları
hem uhrevî hem de de dünyevî maslahatlarının ne olduğunu ve onları nasıl elde
edeceklerini bilmez bir vaziyette yaratmış, ana rahminden çıkarmıştır. Nitekim "ve
Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez bir halde çıkardı."[194]âyetinde
bu husus gayet açık bulunmaktadır. Sonra yüce Allah onları tedrîc ve terbiye
esası üzerine dayalı olarak bilgilendirdi. Bu bazan ilham yoluyla oldu:
çocuğun hemen doğum sonrasında annesinin memesini ağzına alması va sormaya
başlaması gibi. Bazan da eğitim öğretim (terbiye) yoluyla oldu. İnsanlar eğitim
ve öğretim yoluyla, her türlü maslahatları celbetmek ve her türlü mefsedetleri
de defetmek üzere, kendi fıtratlarında gizli bulunan melekeleri, ilhama dayalı
doğuşlarını ortaya çıkarmak için ilâhî talebe muhatap oldular. Çünkü bu iş bütün
detaylarıyla maslahatlarını gerçekleştirebilmek için ilk ve temel unsur
oluyordu. Bu eğitim ve öğretim fiiller, sözler, bilgiler, inançlar, şer'î ve
örfi muaşeret kuralları... Gibi şeyleri kapsıyordu. Bu eğitim ve öğretim itina
ile uygulanırken her insanda mevcut bulunan fıtrî meleke ve çeşitli hal ve
durumlarla ilgili olan özel istidadlar belirecek, güç-lenecekve
ortayaçıkacaktı. Böylece ilgi duyduğu ve ilgili yeteneklere sahip olduğu alanda
kişi, kendisi gibi olmayan diğer akranlarına karşı temayüz edecekti. Daha aklı
ermeye başlama zamanı geldiğinde, artık ilk yaratılışı sırasında içerisine
konulan fıtrî kabiliyetler iyice kendisini gösterecektir. Bakarsın biri ilim
tahsili için vardır, diğeri riyaset için hazırlanmıştır; bir diğeri ihtiyaç
duyulan sanatlardan birisine yatkındır; bir dördüncüsü boğuşma, vuruşma ve
mücâdele için yaratılmıştır ... Böylece ihtiyaç duyulan her iş ve mesleğe uygun
istidat ve kabiliyetler bulunur.
Evet! Her ne kadar
herkes hemen her işe az çok yatkın kılınmışsa da, çoğu kez mutlaka bunlardan
bir kısmının diğerlerine galebe çaldığı görülür. Dolayısıyla teklif, o kimseye
üzerinde bulunduğu ka-
Nun unda bütün insanların
günaha gireceği anlamında hakîkî bir vücûb olmadığını gerektirmektedir. Eğer
"mecazî olarak vâcib denilir" şeklindeki sözünden serî mânâda vâcib
mânâsını kasdetmiyorsa, o takdirde paragrafın sonundaki "bu şekildeki bir
yaklaşımla hilafın dayanağı da ortadan kalkmış olacaktır." sözü
tamamlanmış olmayacaktır. Eğerbu sözüyle hakîkî anlamda herkes üzerine farz
olacağını ve yapılmaması durumunda herkesin günahkar olacağını kasdediyorsa, o
zaman sözü biribirini tamamlayacaktır. Ancakbukez de meseleyi tamamıyla daha
önceki mukaddimelerde bahsettiği hiçbir neticesi olmayan kısım mâhiyetine
sokacak ve ilmin ne özünden (sulbünden) ne de tâli unsurlarından (mülahmdan)
sayılmayacak hale getirecektir.biliyetler doğrultusunda eğitilmiş, öğretilmiş
ve terbiye edilmiş haliyle yapılır. Bu takdirde her bir mükellefe kifâî
taleplerden kendi istidadı doğrultusunda olan bir yükümlülük terettüp edecektir
ve bu insanları yetiştirmek durumunda olan kimselerin de bu hususu göz önünde
bulundurmaları ve herkesi kendi istidad ve kabiliyetleri doğrultusunda
yönlendirmeleri; her bir yükümlülüğün doğru bir yol üzere ona ehil kimselerin
eline verilmesini temine çalışmaları; ehil insanların o işi üstlenmelerine
yardımcı olmaları, onun îfâsı konusunda devamlı olmalarını temin ve teşvik
etmeleri bir görev olarak kendisini göstermektedir. Böylece daha ilk andan
itibaren herkes, kendisinde rıso] galip bulunan istidat ve kabiliyetler
doğrultusunda ortaya çıkarılacak, sonra bunlar o dallarla ilgili ehil
insanların ellerine teslim edileceklerdir; onlar da o ilim, sanat, meslek ve
benzeri dallarda ehil olarak yetişebilmesi için onlara uygun gelen muameleyi
gösterecektir. Eğer geliştirilen bu istidat ve kabiliyetler; kazandırılan
beceriler, kendileri için fıtrî bir meleke, ondan ayrılması mümkün olmayan bir
vasıf halini alırsa; artık beklenen netice hâsıl olmuş, uygulanan eğitim ve
öğretimin (terbiyenin) amacı gerçekleşmiş olur.
Meselâ farzedelim ki,
bir çocuğun diğer vasıflara da sahip olması yanında özellikle son derece zeki
olduğu, parlak bir anlayış gücüne sahip bulunduğu, işittiklerini anlama ve
ezberleme istidadında olduğu görülse, bu çocuk sahip olduğu bu kabiliyetler
istikametinde yönlendirilecektir. Bu, o çocuğun sorumluluğunu üstlenen kimse
üzerine bir anlamda vâcib olmaktadır. Çünkü onda istikbalde eğitim ve öğretim
maslahatını üstlenme ve onu gereği gibi ifâ etme kabiliyeti gözükmekte ve bu
netice umulmaktadır. Dolayısıyla bu çocuğun eğitilip öğretilmesi, her ilim
dalı için gerekli olan temel bilgiler ve âdâb-ı muaşeret kurallarının kendisine
verilmesi istenilecektir. Bundan sonra mutlaka nihâî hedefe ulaşabilmek için
gerekli merhalelerin kısım kısım ele alınması ve çocuğa yardımcı olunması
gerekmektedir. Ancak bu konuda mutlaka rabbânî âlimlerin yani terbiyecilerin öngördükleri
programa riâyet edilecektir. Çocuk kısımlardan birine başlayıp da, tabiatı özel
olarak o kısma meyledince, o kısmı diğerlerinden daha fazla sevince, bu
sevdiği kısımla başbaşa bırakılır ve ehline teslim edilir. O kısımda çocuğun
ihmâle uğramadan, gereklerine riayetsizlikler söz konusu olmaksızın kapasitesi
ve kabiliyetleri ölçüşünce alması için imkanların hazırlanması sorumlu kişiler
üzerine vâcib olur. Sonra o kısımla yetinirse, tabiî bu güzel bir şeydir. Ancak
çocukbaşka dallarda dayetişmekistiyorsa, o takdirde daha önce yapılan şey
burada da yapılır. Böylece en son noktaya ulaşıncaya kadar devam edilir.
Mesela arapça
öğrenimiyle işe başlasa. Zira en önce öğrenilmesi gereken arapça olmaktadır.
Çocuk bu işin üstadlarına teslim edilir ve
çocuk onların gözetim ve sorumlulukları altında olur.
Onlar da çocuğu gözetir ve kollarlar. Onların çocuğu kendi yanlarında
alıkoymaları, istenilen konuda hem kendilerine hem de çocuğa uygun gelecek
şekilde onu yetiştirmeleri gerekir. Eğer çocuk azim ve sebat sahibiyse bu
böyle devam eder ve Kur'ân'da mehâret sahibi olması için Kur'ân ehlinin
gözetim ve sorumluluğuna tevdi edilir. Artık çocuktan mesul onlar olurlar.
Aynı şekilde hadis veya fıkıh ya da diğer şer'î ilimleri öğrenme isteği
durumunda da söz konusu olur. Kendisinde cesaret ve atılım gücü, idarecilik
gibi hususlarda yeteneği ortaya çıkan çocuklar hakkında da aynı şekilde belli
bir programa riâyet edilerek hareket [isi] edilir; önce onlara âdâb öğretilir
ve temel bilgiler verilir, sonra da öncelik sırasına göre ırâfe (kethüdâlık, reislik),
nakîblik, askerlik, rehberlik ve irşâd, imamet (devlet başkanlığı) vb. gibi
durumuna uygun olan kısımlara geçilir. Böylece her bir kifâî farz (içtimaî
yükümlülük) için yetişmiş ehil insanlar ortaya çıkarılmış olacaktır. Çünkü önce
herkes aynı yola girecek ve herkes kendi kabiliyet ve istidadına göre
yürüyecektir. Bunlar içerisinden artık devam edemeyip durmak zorunda kaldığı
nokta, insanların bir şekilde ihtiyaç duydukları bir nokta olacaktır. Eğer
kendisinde güç varsa devam edecek ve kifâî yükümlülüklerin en son noktasına ve
çok nadir olarak elde edilebilen mertebesine kadar ulaşabilecektir. Gerek
şer'î sahada ve gerekse sevk ü idare konusunda ictihad mertebesine ulaşmak
gibi. Böylece hem dünya hem de âhiret işleri düzene girecek ve her şey yerli
yerince îfâ edilecektir.
Görüldüğü üzere kifâî
talep yolunda ilerleme tek bir tertip üzere olmadığı gibi, ne kayıtsız olarak
herkese yönelmekte, ne de yine kayıtsız olarak belli bir kesime yönelmektedir.
Keza o vesileler göz ardı edilerek makâsıd açısından ya da aksi şekilde
istenilmemektedir. Aksine ona böyle bir tafsile gidilmeden, İslâm ümmeti
içerisinde böyle bir tevzîde bulunmadan tek bir açıdan bakmak doğru değildir.
Yoksa farz-ı kifâye konusunda tutarlı bir söz etmek herhangi bir şekilde mümkün
olmayacaktır.
Her
şeyi en iyi bilen ve en doğruya hükmeden Allah'tır.
[195]
Bir ihtiyaca veya zarurete
binâen aslında mübâh olan bir şey, vuku ya da beklenti halinde olan ve aslî
ibâha hükmüne ters düşen arızî bir durum karşısında mübâhlıktan çıkar mı? Ya da
çıkmaz mı?
Konu üzerinde durmak
gerekmektedir. Bu konuda söz şu ihtimallerden biri içerisinde olacaktır:
a) O mübâha zaruret duyulacaktır .
b) Zaruret bulunmamakla birlikte onu terk durumunda
kişiye güçlük (haraç) dokunacaktır.
c) Zaruret bulunmadığı gibi güçlük de dokunmayacaktır.
Bu üç kısmı şimdi
teker teker ele alacağız.
a) Mübâha bir zaruret duyulması
hali:
Eğer kişi o mübâha bir
zaruret duyarsa, o takdirde mutlaka o aslî ibâha hükmüne dönmesi ve o arızî
duruma itibar etmemesi gereke-çektir.
Buna çeşitli hususlar delâlet edecektir:
1. O mübâh, duyulan zaruret neticesinde aslî hükmü olan
mübâhlıktan çıkarak vâcib halini almıştır. Vâcib hükmünü aldığına göre ona
muarız olan şeyin de en az kendi seviyesinde yahut da daha güçlü olması
gerekir ki, itibar görsün. Meselenin tasavvuru bu şekilde olmadığına göre,
mutlaka vâcib tarafı daha güçlü olacağından onun işlenmesi gerekecektir. Bu da
arızî olarak ortaya çıkan muarızın dikkate alınmayacağını gerektirecektir.
2. Zaruret mahalleri şer'an affedilmiş tir. Yani
zaruretin gereğiyle amel etmek şer'an muteber olup, üzerine terettüp edecek
mefsedetler, celbedilen maslahatlar dikkate alınarak af kapsamına alınmıştır.
Nitekim lâşe, kan, domuz eti ve benzeri haram olan şeylerin yenilmesi neticesinde
terettüp edecek olan mefsedet, zor durumda kalan bir can kurtarma maslahatı
yanında görmezlikten gelinmiştir. Aynı şekilde, tehdîd altında kalan kimsenin
canını veya malını muhafaza amacıyla küfür kelimesi ya da yalan söylemesi
durumu da aynıdır. Söz konusu ettiğimiz mesele ise bu kabilden olmaktadır. Dolayısıyla
zarurî maslahata itibarla ânzî olan durumu dikkate almamak gerekecektir.
3. Eğer biz arızî olan durumlara itibar eder ve onları
görmezlikten gelmezsek, bu ibâha hükmünün baştan ortadan kaldırılması gibi
bir neticeye götürürdü. Bu ise sahîh değildir. Nitekim "Mekâsıd"
bölümünde de gelecek ve orada da görülecektir ki, kaide olarak tamamlayıcı
unsur, dikkate alındığında aslı ortadan kaldıracak bir durum arzettiğinde
itibardan düşmektedir. Burada ânzî durumların itibara alınması,işte bu
kabilden bulunmaktadır. Meselâ alış ve satış aslında helâl bulunmaktadır. Bir
insan bu muameleleri yapmak zorunda kalsa ve yolunda da arızî olarak bazı
engeller çıksa ne olacaktır: Engellerin bulunmaması tamamlayıcı unsurlardandır.
Akit için gerekli şartların tam bulunması gibi. Böyle bir durumda bunlara
itibar edildiği zaman bu, zaruret duyduğu şeyin ortadan kalkmasına sebebiyet
vermektedir. Aslını iptale götürecek her tamamlayıcı unsur itibardan düştüğüne
göre, burada da durum aynı olacaktır.[183]
b) Zaruret bulunmamakla
birlikte onu terk durumunda kişiye güçlük (haraç) dokunması durumu:
Bu konu üzerinde de
düşünüldüğünde, aslî ibâhaya dönmenin ve arızî olarak ortaya çıkan engelleri
dikkate almamanın gereği ortaya çıkmaktadır. Çünkü bir çok yasak olan veya
olması gereken şeyler vardır ki, güçlük ve sıkıntıdan (haraç) dolayı mübâh
kılınmıştır. Nitekim ileride hamama girmek konusunda İbnu'l-Arabî'nin
mütâlâası gelecektir. Keza, yollarda, çarşı ve pazarda münkerât (kötülükler)
iyice yaygın hâle gelse, bu durum ihtiyaçların giderilmesi için oralarda
çeşitli tasarrufta bulunulmasını —eğer bu tür tasarruflarda bulunulmadığı
zaman açık bir güçlük varsa— engellemez. Yüce Allah: "O dinde sizin için
bir zorluk kılmamıştır."[196]
buyurmuştur. Aslında yasak olması gereken bazı şeyler vardır M, güçlük
sebebiyle mübâh kılınmışlardır. Mesela borç alıp-verme (karz) muamelesi gibi.
Vakıa karz, paranın yine parayla ve fakat bir tarafı veresiye olmak üzere
satılması mânâsını içermektedir.[197]
Keza ariyyenin (ç. arâyâ)[198]
mübâh kılınması da bu şekildedir. İnsanların nikâhın engellerinden[199]
olmak üzere zikrettikleri, insanlarla haşir neşir olmanın engelleri kabul
ettikleri şeylerin tamamı ve buna benzer daha pek çok şey hep bu kabilden olmaktadır.
Gerçi bu konuda ilk bakışta görüş farklılıkları bulunduğu intibaı doğmaktadır.
Çünkü bazı insanlar bu konuda kendi nefisleri aleyhine işi zorlaştırmışlardır.
Bunlar aynı zamanda ilim sahibi ve kendilerine uyulan kimselerdir. Bunlardan
bir kısmı, bu gibi durumlardan el çekilmesi ve arızî olarak ortaya çıkan bu
durumların dikkate alınmasının gereğine dâir fetvalar vermişlerdir. Bunlar
meseleyle ilgili görüşlerini iki görüş açısı üzerine bina etmişlerdir: Ya
bunlar söz konusu edilen güçlükleri kendilerine göre zayıf bulmuşlar ve dikkate
alınacak bir güçlük olmadığını ve bu tür güçlüklerin teklifte her zaman için
bulunabileceğini kabul etmişlerdir. Vakıa mutâd olan güçlük (haraç) tekliflerde
kaldırılmış değildir. Eğer öyle olsaydı hiçbir teklîf kalmaz hepsinin ya da en
azından büyük bir çoğunluğunun kaldırılması gerekirdi.[200]
Nitekim bu husus yerinde açıklanmıştır.
İkinci bir ihtimal
olmak üzere de, bu zevat ruhsatlar bahsinde vâki bulunan ıstılah itibarıyla
amelde bulunup, fetvalar vermişlerdir. Bunlar mubahın ruhsat kabilinden olduğu
yolundaherhangibirengel bulunmasa bile, terk tarafının daha ağır basacağı
hükmünde bulunabileceği görüşünde olmaktadırlar. Bu durumda ya bir de önünde
engel, ona muarız bir başka durumun bulunması takdirinde ne diyeceklerdir?
Elbetteki bu öngörülmeyecek bir şey değildir. Bu konuda edilecek söz de
"Ruhsatlar" bahsinde zikredilmiş bulunmaktadır.
Belki
mubahın önüne çıkan birden çok mâni bulunabilir ve bunların tümü birden,
onların dikkate alınması gereğini ortaya çıkarabilir. Çünkü bu durumda mubahın
işlenmesi neticesinde karşılaşılmak durumunda kalınan mefsedetler onun
terkinden doğacak olan mefse-detten daha büyük olacaktır. Çünkü işlenmesi
durumunda karşılaşılacak olan güçlük (haraç), terki durumunda karşılaşılacak
güçlükten daha ağır olacaktır. Bu konu da ictihad mahalli olmaktadır. Ancak burada
şöyle bir soru sorulacaktır: Aslî ibâhanın terki sebebiyle doğacak olan güçlük,
arızî durumlardan kaynaklanan güçlüğe denk midir? Bu başka bir meseledir ki,
Allah'ın izniyle şimdi ona başlıyoruz:[201]
Diyoruz ki: Bu asıla
(aslî ibâha) nisbetle arızî unsurların bulunmaması ya aynı bâbda ve o asîm
tamamlayıcı unsuru (mükemnıili) olacaktır; ya da başka bir bâbda ve
haddizatında kendisi de müstakil bir asıl olacaktır. Eğer İkinci ise, bu
durumda da söz konusu olan güçlük (haraç) ya fiilen mevcut olacak ya da
beklenti halinde olacaktır. Eğer beklenti hâlinde bulunuyorsa, o takdirde
fiilen mevcut bulunan güçlük karşısında bir etkisi bulunmayacaktır. Çünkü
mubahın terki durumunda güçlük ortada mevcuttur ve bu bir mefsedettir; arızî durum
arzeden mâninin mefsedeti ise beklenti ve tevehhüm halindedir; dolayısıyla
gerçek ve mevcut olan güçlüğe tearuz durumu asla söz konusu değildir. Eğer beklenti
halinde değil de onun mefsedeti de gerçek ve fiilen mevcut ise, o takdirde
gerçekten konu ictihad mahalli olacaktır. Bazan arızî olan engellerin
mefsedeti mubahın terkinden doğacak mefsedetten daha ağır basabilecektir. Bazan
da durum aksine olabilecektir. Bu konu üzerinde durmak, "Tearuz ve
Tercîh" bahisleri içerisine girmektedir.
Eğer birinci durum söz
konusu olursa o takdirde tearuzun bulunması ve iki mefsedetin eşit olması diye
bir şey söz konusu olmayacaktır. Bunun delillerini de şu şekilde sıralamak
mümkün olacaktır:
1. Tamamlayıcı unsurun, tamamladığı şeye nisbetle durumu
sıfatla mevsûfunun durumuna benzer. Bu konu yerinde ele alınmıştır. Sıfatın
bulunmaması, mutlak surette mevsûfun da bulunmamasını —tersi durumunun aksine—
gerektirmediğine göre, varlık ve yoklukbakımmdan, maslahat ve mefse-det
açısından mevsuf tarafı daha güçlü olmaktadır; onun benzeri olduğu durumda da
netice aynı olacaktır.
2. Aslın tamamlayıcı unsurlarıyla beraber olan durumu,
küllinin cüz'î ile beraber olan durumu gibidir. Bilindiği üzere cüz'înin
külliye muarız olması durumunda, cüz'înin herhangi bir etkisi bulunmamaktadır.
Burada da durum aynıdır, mükemmil unsurun bulunmaması neticesinde ortaya çıkan
mefsedetin, asıl olan ve tamamlanılan hükmün terki neticesinde ortaya çıkacak
olan mefsedetin karşısmdaherhangi bir etkisi bulunmayacaktır.
3. Mükemmil unsur, mükemmil (tamamlayıcı) olması açısından
ele alındığında, onun sadece aslın maslahatını güçlendirdiği ve onu tekit
ettiği görülecektir. Bu itibarla onun bulunmaması tamamlanılan asılın sadece bir kısmının ortadan
kalkması olacak, asıl maslahat bakî kalacaktır. Aslın maslahatı bakî kalacağına
göre, onun karşısında bulunmayan şeyin ona muarız olması söz konusu
olmayacaktır. Nitekim asıl maslahatın ortadan kalkması durumunda, tamamlayıcı
unsurun maslahatının muarız olması da tasavvur edilemez. Durum açıktır.
c) Birinci taksimin üçüncü şıkkına yani mübâhm
işlenmesine zaruretin bulunmaması yanısıra, güçlüğün de dokunmaması durumuna
gelince, bu konu ictihad mahalli olmaktadır. Bu konu altına tâat ve mâsiyete
yardımcı olma esası üzerine bina edilen 'zerîa'[202]
(sedd-i zerîa veya feth-i zerîa) konusu girmektedir. Çünkü bu konu üzerinde
ittifak edilen bir konu olmaktadır. Gerçi bunun furûunda alış veriş ve benzeri
konularda zerîalar gibi bazı ihtilaflar da bulunmaktadır. Ancak genelde
ittifak söz konusudur. Bu konunun altına aynı zamanda asıl ile gâlib olanın
tearuzu konusu da girmektedir vebukonudaki görüş ayrılıkları da meşhurdur. Bu
kısımda üzerinde durulacak husus, üzerinde ittifak bulunan iki taraf arasında
dönüp dolaşmaktadır. Çünkü iyilik ve takvaya ya da günah ve taşkınlığa yardımcı
olmak aslı, yardımcı olunan şey için tamamlayıcı (mükemmil) unsur olmaktadır.
Zerîa aslının durumu da aynıdır. Karşı tarafta ise izin (ibâha) aslı
bulunmaktadır ki, o tamamlayıcı (mükemmil) unsur değil tamamlanılan şey
olmaktadır.
İbâha aslını göz önüne
alan kimseler, görüşlerini şu şekilde delille ndirebilirler: İzin yani mübâh
aslı bir anlamda zarûrîyyâttan olmaktadır. Zira daha önce de ortaya konulduğu
üzere, tercihe bırakma anlamında olan mübâh, aslında, zarûriyyata mülhak olan
bir hakikat olmaktadır. Zarûriyyât ise bütün maslahatların asıllarını teşkil etmektedir.
Biz onun bizzat kendisi olduğunu söylemesek bile en azından onun hadimi
hükmünde olduğunu kabullenmek zorundayız. Şu halde mübâh karşısında, ona mâni
engelleri göz önüne almak, bir anlamda zarurî olan bir şeyin muarızı olan şeyi
göz Önüne almak ve onun için zarurîyi terketmek gibi bir şeydir. Durum böyle
olunca, mübâh yönü, kendi ayarında bulunmayan muarız tarafından daha ağır basacaktır.
Bu ise delile muhaliftir. Keza, tamamlayıcı unsur olan çe-lişenindan dolayı
asıla itibar edilmediği varsayılacak olsa ve bu ıtlakı üzere alınsa veya bu
durumun Şâri'ce kaldırılmış bulunan güçlüğe götüreceğine dâir şüphe edilse
—çünkü muhtemelen bu olacaktır ve mübâhm muarızları da pek çok bulunmaktadır—
eğer bunlar itibara alınır da bunlar yüzünden asıl terkedilecek olursa,
muhtemelen yol daralacak, çıkış zorlaşacak ve imkansız hale gelecektir. Bu
vaziyette bundan önceki kısmın durumu söz konusu olacaktır ki, daha önce onunla
ilgili söz geçmişti.[203]Bu
neticeye götüren şey ibâha aslının ihmali olunca, ona meyletmek, ona yönelmek
caiz olmayacaktır. Yine bu [186İ asıl, üzerinde ittifak edilen iki asıl
etrafında dönüp dolaştığına göre ve bu iki aslın da tearuzu söz konusu olduğuna
göre bunlardan birisine meyletmek, diğerine meyletmekten daha evlâ değildir.
Bunlardan birisine muarızı bulunmadan delâlet edecek bir delîl de
bulunmamaktadır. Bu durumda durmak ve beklemek gerekecektir. Ancak bizim elimizde
bunlardan daha genel bir asıl daha bulunmaktadır ki o da: "Eşyada asıl
olan ya ibâhadır ya da afvdır." prensibidir. Bunlardan her ikisi de,
iznin (mübâh) gereğine rücûda bulunmayı iktizâ etmektedirler. Dolayısıyla izin
tarafı daha ağır basmaktadır. -
Arızî mâniler tarafını
tercihte bulunan kimseler de delillerini şöylece serdedebilirler: Mübâh olması
açısından mubahın maslahatı, elde edilmesi hususunda muhayyer bırakılmış
olunmaktadır. Bu da mubahın zarûriyyât mertebesinde olmadığının bir delilidir.
Bu her zaman için böyledir. Çünkü mübâh olan bir şey zaruret mertebesine
ulaştığı zaman, zaten mübâhlık hükmünden çıkar. Halbuki bizim meselemiz burada
o şekilde vaz edilmemiştir. Dolayısıyla mesele ile delil-lendirme arasında
tutarsızlık vardır. Mubahın maslahatının elde edilmesi konusu mükellefin
tercihine bırakıldığına göre, bu durum onun tahsili durumunda mefsedetin
bulunmaması hükmünü getirmektedir. Muarız olan engel ise, mefsedetin vukuu ya
da beklenti halinde olduğu hükmünü getirmektedir. Mefsedetin vukuu ya da beklenti
halinde olması ise, tercih yolunu engelleyen ve ondan mübâhlık hükmünü çeviren
unsurlar olmaktadırlar. Bu durumda, mübâhm yapılıp yapılmamakta serbest kılman
bir şey olması doğru değildir. İbâha aslının önüne çıkan engele itibar
edilmesinin anlamı işte budur. Keza, müteşâbihât [204]aslı
bu konunun altına girmektedir. Çünkü bu konu üzerinde iyice durulduğu zaman,
müteşâbihâtm ibâha aslına râci olduğu görülecektir. Şu kadar var ki, ibâha
sınırı ötesine taşılma-smın beklenti hâlinde bulunması, bizzat Şâri'in itibar
etmiş olduğu ve bunun neticesinde de yasakladığı nokta olmaktadır.
Müteşâbihâttan uzak durulması, bu tür taleplerde merci olan kat'î bir asıldır
ve bu asıl, ibâha aslına rücuda bulunmaya münâfîdir. Yine şerîatte ihtiyat prensibi
sabit bir asıl olmakta ve ibâha aslının umûmunu —eğer sabit olur-[187] sa—
tahsis etmektedir: Mesele ihtilaflı bir konudur. "Şerîatler (şer'î
hükümler) gelmezden evvel, eşyada asıl olanharamlık(hazr)dı." görüşünde
olanlara göre, muarız olan engellerin itibara alınacağı konusu üzerinde durmaya
gerek bile yoktur. Çünkü bu muarız engeller eşyayı aslî hükmüne
çevirmektedirler; dolayısıyla onların tarafı daha ağır basacaktır. "Eşyada
asıl olan ibâhadır veya afvdır." görüşünde olanlara göre ise, bu kaide
ittifakla umûmu üzere değildir. Aksine kaidenin tahsis edicileri (muhassıs)
vardır. Bunlardan birisi de, kaide karşısında tearuz durumunda olacak arızî
bir mania ya da başka bir asıl bulunmamasıdır. Ortaya konulan meselemizde ise
tearuzun bulunmaması gibi bir durum yoktur. Sonra ikisinin tearuzundan da söz
edilemez. Çünkü birinin diğeriyle tahsis edilmesi imkanı bulunmaktadır.Nitekim
"Müslüman kâfire vâris olmaz.,.," [205]hadisinin
"Allah çocuklarınız hakkında, bir erkeğe iki dişinin payı olduğuna dâir
hükümde bulunuyor..."[206]âyetine
muarız olduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü aralarında tahsis imkanı
bulunmaktadır.
Her
iki tarafın da görüşlerini deli İlendirme yönleri çoktur. Bizim burada bunlara
atıfta bulunmamızdaki kasdımız, meselenin daha önce de geçtiği gibi, içtihadı
olduğu hususuna dikkat çekmektir.Allah u a'lem!
[207]
[1] İleride bunun bir tenakuza
götüreceği belirtilecektir.
[2] Buhârî, eymân 28, 31; ebû
dâvûd, eymân 19; tirmizî, nüzûr 2; neseî, eymân 28; îbn mâce, keffârât 16;
ahmed, 6/36. Delili kısaca şöyle özetleyebiliriz: nezir ancak tâat hakkında
olur. Mübâhı terketmeye nezreden kimsenin nezrinin lağv (boş) olduğunda icmâ
etmişlerdir. Eğer mubahın terki tâat olsaydı ve nezre vefa gösterilmesini
isteyen hadisle talep edilenler içerisine girseydi, o takdirde riâyet etmenin
gerekmeyeceğine dâir icmâ etmezlerdi.
[3] Buhârî, eymân 31; ebû dâvûd,
eymân 19; ibn mâce, kefförât 21; ahmed, 4/168.
[4] Müellif îmâm mâlik'in sözünü
mubahın terki üzerine hamletmiştir. Bu da oturmak ve gölgelenmektir. Ondan
sonra da sözünü söylemiştir. Ancak sahih hadiste benzeri durumlarda, bizzat fiilin
nefse işkence olduğunu ve bunun da haram olduğunu belirten ifâdeler
bulunmaktadır. Meselâ "şüphesiz ki, Allah bunun nefsine olan işkencesinden
müstağnidir." buyrulmuştur. Bu takdirde yapılan bu şekildeki bir nezir,
mubahın terki vasıtasıyla değil, doğrudan olmak üzere masıyetin nezri
mahiyetinde olmaktadır.
[5] Bunun kaide olduğu ittifakla
teslim edilemez. Zira islâm âlimleri yüce Allah'ın aza çok verebileceğini
belirtmişlerdir. Takdir sadece Allah'ın lûtfu esâsına dayanır; tartı ve ölçüyle
değildir. Yüce Allah: "inanan, soyları da inançta kendilerine uyan
kimselere, soylarını da katarız buyurmaktadır. Dolayısıyla tâatte birbirlerine
eşit olan iki kişiden birisinin, âhirette daha üstün bir mevkide olmasında bir
engel yoktur. Aksine amel yönünden daha az olan bir kimse, derece bakımından
daha yüksekte olabilir. Çünkü hepsi de Allah'ın lütuf ve keremiyle olup,
amellerin ölçü ve tartısıyla değildir. Görüldüğü üzere bu delil çeşitli
açılardan zayıf gözükmektedir..
[6] Bu mesele içerisinde yer
alan fasılda, görüşü, delili ve reddi işlenecektir.
[7] Şu halde işlenmesi matlûp
değildir ki, bizim iddia ettiğimiz husus da budur.
[8] Yani hükümlerin teşriinde
gözetilen şer'î maksatlarla
[9] Çünkü maslahatın korunması
için mubahın hem işlenmesi hem de terki şâri'ce maksûd olacak ve mükellef her
ikisini yapma durumunda ancak itaat içerisinde sayılacaktır.
[10] Ahkâf, 46/20.
[11] Hûd, 11/15-16.
[12] Buhârî, cihâd 37;müslim,
zekât 121;neseî, zekât 81; ibnmâce, fiten 18; ahmed,3/7, 21.
[13] El-ırâkî, îhyâ'mn
hadislerini tahrîc sırasında, bu sözü ibn ebf d-dünyâ ve beyhakî'nin (şuab'da)
hz .ali'ye mevkuf olarak munkatı bir senetle rivayet ettiklerini söyler ve
merfû olarak bulamadığını belirtir
[14] Yâni aslında kendisinde bir
sakınca bulunmayan şeyleri, sakıncalı şeylere götürebilir düşüncesiyle
yapmazdık demektir
[15] Ahmed, 4/197.
[16] Buhârî, ezan 155; deavât 17;
müslim, mesâcid 142, zekât, 53; ebû dâvûd, vitr 24; ıbn mâce, ikâme 32; ahmed,
2/238 ...
[17] Mübâhm işlenmesi bazan
da bir vacibin terki değil midir? Bu
takdirde mübâhı işlemek suretiyle haramı terketmiş olmaz. Üzerinde düşünülmelidir.
[18] Yani hem işlediği için hem de
işlemediği için hesaba çekilmesi söz konusu olacaktır.
Tkkllrl hükümler
[19] Araf,7/6
[20]Buhârî, savm 51; edeb 86;
tirmizî, zühd 64.
[21] Bir önceki ay m hadis. Şu
kadar var ki, onun evvelinde "şüphesiz senin rab-binin üzerinde hakkı
vardır." kısmı bulunmamaktadır.
[22] Rahman, 55/10 Vd.
[23] Nahl, 16/14.
[24] Câsiye,45/13.
[25] A'râf, 7/32.
[26] İnşikâk, 84/8.
[27] Buhârî, tefsîr 84/1; ahmed,
6/206.
[28] Araf, 7/6.
[29] Bu iki vasfa sahip insanlar
arasında söz konusu edilen üstünlük sâlih ameller açısındandır; bizzat bu
vasıflarından dolayı değildir. Kitabın sonunda "tearuz ve tercih"
bahsinde bununla ilgili müellife ait güzel bir bahis gelecektir
[30] Bkz. Buhârî, salât 14;
müslim, mesâcid 61-63; ebû dâvûd, salât 163; ah-med, 6/37....
[31] Bkz. Buhârî, imân 1.
[32] Birinci, üçüncü, altıncı ve
yedinci delilin bir şıkkı bu doğrultudadır.
[34] Bakara, 2/168.
[35] Bakara, 2/172.
[36] Mü'minûn, 23/51.
[37] A'râf, 7/32.
[38] Bkz. Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn
[39] Ahmed, 2/108.
[40] Nisa, 4/25.
[41] Sünnî talak, nasıl
boşanılacağı, boşama sırasında nelere riâyet edileceği sünnet tarafından
belirlenen talak şeklidir. Bidî talak ise mübâh olmadığı için onu misal
vermemiştir.
[42] Ebû üâvûd, talâk 3; ibn mâce,
talâk 1. Hadis zayıf bulunmamıştır, bkz. Aclûnî, keşfu'1-hafâ, 1/28
[43] Bakara, 2/229.
[44] Bakara, 2/230.
[45] Talâk, 65/1.
[46] Bakara, 2/231.
[47] Bkz. Buhârî, isti'zân 52;
tirmizî, fedâilu'l-cihâd 11; ibn mâce, cihâd 19; ah-med, 4/144.
[48] Talak, zarurî ve küllî olan
neslin ikâmesini temin eden nikahın terkine hizmet etmektedir. Aynı şekilde
talak küllî ve hâcî bir aslı yıkan şeye de hizmet etmektedir. Nitekim müellif
söyleyecektir.
[49] İsrâ, 17/37.
[50]
Bkz.buhârî,isti'zân52;tirmizî,fedâilu'l-cihâdll;ibnmâce,cihâdl9;ah-med, 4/144.
[51] Müellif burada cihâdı
tekmîlî asıllardan olarak göstermiştir. İleride "me-kâsıd" bahsinde
de zarûriyyâttan gösterecektir. Aralarında bir çelişki bulunmamaktadır; çünkü
duruma göre cihâd zarûriyyâttan Olur, Duruma göre de mükemmil unsur olabilir.
Meselâ her tarafı kargaşa ve fesat alır götürür, can ve dîn güvenliği kalmazsa
cihâd z arûrî bir hal alır; böyle değilse mükemmil unsur şeklinde düşünülür.
[52] Bu cümle şimdiye kadar
ortaya konulan problemler ve verilen cevapların hâsılası olmaktadır.
[53] Şatibi, el-muvafakat islami
ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/101-120
[54] Bunlar bazan vâcib, mendûb
ya da mekruh da olabilirler. Meselâ işlenmelerini zarûrîya da hâcî bir hususun
gerektirmesi durumunda bunlar vâcib; güzel örf ve âdetin gerektirdiği bir şey
ise mendûb; onların ihlâlini gerektiren bir şeyse —israf gibi— mekruh
vasıflarını alırlar.
[55] Buradaki sözünden anlaşılan,
tek bir şahsa göre mubahın küll açısından ele alındığında mendûb hükmünü
almasıdır. Bu paragrafın sonunda ise "işte böylece bütün insanlar onu
terketseler, o takdirde mekruh olurdu." sözüyle de, sankî kifâî bir talep
olduğunu, dolayısıyla bazılar işlediği takdirde diğerlerinden talebin
düşeceğini belirten bir ifâde kullanmıştır. Muhtemelen konuyu birinci sözü
doğrultusunda anlamak gerekmektedir. İleride gelecek "keza insanın bunları
bazı durum ve zamanlarda terketmesi veya sadece bazı insanların terketmeleri
de caizdir, "sözü de bunu desteklemektedir.
[56] Buhârî, salât 9; neseî,
zekât 40; muvatta, libâs 3.
[57] Müslim, îmânl47; ibn mâce,
duâ 10; ahmed, 4/133 ...
[58] Bakara, 2/275
[59] Mâide, 5/96.
[60] Mâide, 5/1.
[61] Tabiî yeme ve içme dışında
kalan şeyleri.
[62] Bu ve bundan sonrasını
sadece tek şahsa nisbetle ele almıştır.
[63] Ya ezan, ikâmet gibi kifâî,
ya da diğer misaller gibi aynî vâcib olurlar.
[64] Bkz. Buhâri, ezan 29, 34;
müslim, mesâcid 251-254; ahmed, 1/394 ...
[65] Ona göre, mubah bir şeyi
işlemede devamlılık göstermek, o şeyin küçük günah haline dönüşmesine sebep
olabilir.
[66] Bu hadisi burada almasının
sebebi, şâri'in terkin tekrarına, hafife alma ve umursamazlık üzerine tertip
ettiği hükmün aynısını tertip ettiğini ifâde içindir. Dînî mükellefiyetlerle
istihfafta bulunma ve onları önemsememenin ne kadar büyük bir cürüm olduğu
bellidir. Böylece hadisin zikri, terkin tekrarı durumunda ortaya çıkacak
günahın, bir defa işlenmesi durumunda söz konusu olandan çok daha büyük
olduğuna delâlet etmiş olmaktadır
[67] Her iki hadis için bkz. Ebû
dâvûd, salât 204; tirmizî, cuma 7; neseî, cuma 2; ibn mâce, ikâme 93; muvatta,
cuma 20; ahmed, 3/332 ...
[68] Buradaki tekrardan bir fayda
çıkmamaktadır. Bu belki de bir tahrif sonucudur.
[69] Nasıl ki, mendûb cüz olarak
mendûb, küll olarak vâcib oluyordu ise, burada da vâcib küll halinde ele alındığında
farz olur. Böylece daha önce mendûb, mübâh ve mekruh için açıklanan yol dışına
da çıkmaz. Bunun onlardan ayrıldığı yer şurasıdır: daha öncekiler küllî olarak
ele alındıklarında, cüzî olarak ele alınma durumundaki hükümlerinden farklı
bir hüküm almaktadırlar.
[70] Tarifleri için bkz. S.
68'deki dipnotlar.
[71] Tirmizî, tıb 2; ebû dâvûd,
tıb 1; ıbn mâce, tıb 1; ahmed, 3/156.
[72] Müslim, sayd 57; ebû dâvûd,
edâhî 11...
[73] Yani bu zikri geçen küllî meselelerin
kapsamları altına giren cüzlerin az olması ve şümullerinin zayıf bulunması
durumunda küllî ve cüzî oluşları halinde de hükmün aynı olması görüşü kabul
görebilir.
[74] Daha önce de geçtiği gibi,
yasak olan şeylerin küllî ya da cüzî oluşlarına göre mertebelerinin farklı
olması.
[75] Müslim, ilim 15; neseî,
zekât 64; ahmed, 4/357.
[76] Buharı, cımâiz 32; müslim,
kasâme 27; ahmed, 1/383 ...
[77] Şatibi, el-muvafakat islami
ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/121-130
[78] Şayet "devamlı"
kaydı olmadan zikretseydi daha tutarlı olurdu. Çünkü mesî-re yerlerinde
gezinmemek, kuş sesi dinlememek ... Bunlara müptela olmanın terkine hizmet
etmektedir ve bunların devamlılık üzere işlenmesinin terki matlûptur
[79] Şatibi, el-muvafakat islami
ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/130-132
[80] Bakara, 2/223.
[81] Bakara, 2/35.
[82] Bakara, 2/58.
[83] Mâide, 5/2.
[84] Cuma, 62/10.
[85] Bakara, 2/57.
[86] Cuma, 62/11.
[87] Lokman, 31/6.
[88] Zümer, 39/23.
[89]
Bkz.buhârî,tsti'/.ân52;tirmizî,fedâilu'l-cihâdll;îbnmâce,cihâd 19; ah-med,
4/144.
[90] Nikâhta def çalınması gibi.
[91] Bayram gününde, mcsciddu
kılıç-kalkan oyununa müsâade edilmesi gibi.
[92] Bkz. Ebû dâvûd, atime i)0;
tirmizî, libâs 6; ibn mâce, atime 60.
[93] Az sonra da geleceği gibi,
bazan da o şey hakkında izin bulunduğu anlaşılma-yabilir.
[94] Yani mubahın iki anlamı
arasındaki farka delili. Bu üç delil içerisinde en açık olanıdır. İstidlal
yönü, günahın kaldırılması ifâdesi âmm olmakla birlikte, bundan tahyîr mânâsı
gerekmemesidir.
[95] Bakara, 2/158.
[96] Nahl,16/106.
[97] Ayette "günahın
kaldırılması" tabiri olmamakla birlikte, aynı mânâ bulunmaktadır, oyüzden
de mendûbun hilâfına olmasına rağmen buraya alınmıştır.
[98] Burada müellifin maksadı,
sadece zikrettiği bu iki lafız değildir, bu lafızlarla birlikte aynı mânâyı
ifâde eden diğer lafızlar da bu iki lafza dahildir.
[99] Geçen izahatlar ışığı
altında, burada "bazan da vacib olur" ilâvesinde bulunması uygundu.
[100] Şatibi, el-muvafakat islami
ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/132-136
[101] Bu birinci delilden uzak değildir.
Çünkü bunun ifade ettiği anlam şudur: yüce Allah emrolunan ve yasaklanılan
şeylerle korunmasına özen gösterilen üç husustan birinin teminini kasdetmiş
olmaktadır. Mubah ise böyle değildir; ona yönelik işlenmesi ya da terki
şeklinde bir kasdı bulunmamaktadır. Çünkü onun üzerine üç şeyden bir husus
terettüp etmemektedir. Dolayısıyla da mübâh mücerred mükellefin tercihine
bırakılmış ve mahza arzu ve hevesine, sırf kendi hazzına tâbi kılınmıştır. Bu
aslında birinci delilin aynısıdır. Aralarındaki fark nihayet şudur: birinci
delilde, garaza mübâh cihetinden doğrudan doğruya girmişti, burada ise emir ve
nehiy vasıtasıyla yaklaşmaktadır. Dolayısıyla bu aynı delilin bir başka açıdan
tasviri mahiyetindedir.
[102] Şatibi, el-muvafakat islami
ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/136-137
[103] Buhârî, bed'u'1-vahy 1...;
müslim, imâre 155; ebûdâvûd, talak ll;neseî, taharet 59 ...; tbn mflce, 26.
[150]
[104] Ahzâb,33/5. 100 bakara, 2/286.
[105] Bkz. İbn kesir, 1/342
[106] İbn mâce, talâk 16.
Şevkânî'nin bildirdiğine göre ayrıca ibn hibban, dara-kutnî, taberânî, hâkim de
tahric etmişler, nevevî hasen olduğunu söylemiştir.
[107] Yaklaşık şekillerde olmak
üzere bkz. Buhârî, hudûd 22; talâk 11; ebû
Dâvûd, hudûd 17; tirmizî, hudûd 1; ahmed,
6/100
[108] Nisa, 4/43.
[109] Aklı başında iken ve içkinin
pek çok kötülüğe götüreceğini bilerek içmiştir; dolayısıyla onların husulüne
dâir bir kasdı bulunmasa bile muâhaze edilir. Zina cezasının bu denli ağır
tutulması da sadece sebebiyet verdiği neticeler itibarıyla : '.malıdır. O bu
neticeleri bilmektedir. Zina sırasında bunları düşünmemesi, böyle bir kasdının
bulunmaması durumu değiştirmemektedir. Sebeb bahsinin sekizinci meselesinde de
geleceği üzere sebebiyet verecek bir şeyin işlenmesi, sebebin ortaya konulması
gibidir. Müsebbibi kasdetmiş olup olmaması farkulmemektedir.
[110] Şatibi, el-muvafakat islami
ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/137-139
[111] Müellif, burada daha önce
arzettiği ve "cüz olarak ele alındığında mendûb vâcib olur" şeklinde
belirlediği esası biraz daha açmak istemektedir. Burada ikinci meselenin
birinci faslında yetindiği gibi yapmayarak müekked sünnetlerle râtib
nafilelerin dışında kalan diğer mendûblan da konu içine dâhil etmektedir.
[112] Delîlin mihverini, bunları
küll olarak terkeden kimselerin adalet vasıflarını yitirmeleri ve bunların
dînin konumunda etkin bulunmaları teşkil ediyordu. Bunların her ikisi de,
burada terkinde bir kerahet bulunmayan ve geçen kaidenin üzerine bina edildiği
sünnetlergibi olmayan mendûblar için geçerli olabilir mi? Eğer bunların
terkinde bir kerahet bulunmuyorsa, onu terkeden kimse nasıl adalet vasfını
kaybedecek, dînin konumuna nasıl etkide bulunacaktır? Bu itibarla hem konu
üzerinde hem de iddia edilen neticeler üzerinde daha fazla düşünmek
gerekmektedir.
[113] Bu kısımdaki vâciblik hükmü,
asıl maksûd olan vâcibdeki kadar güçlüolma-maktadır. Bunun üzerine şu netice
terettüp eder: vesîle vacibin terkinden gerekecek günahla işlenmesi sonucunda
elde edilecek sevap, maksûd olan vacibin günah ve sevabına denk olmayacaktır.
[114] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler
metodolojisi, iz yayıncılık. 1/140-141
[115] Mesele, cumhurun geniş
vakitli vâcib hakkındaki görüşü üzerine bina edilmiştir. Geniş vakitli
vâcibden kasıt şudur: bazı yapılması istenilen şeyler vardır ki, onlar için
belirlenmiş vakit geniştir; şayet mükellef o vaktin herhangi bir diliminde onu
îfa edecek olsa, üzerine bir günah terettüp etmeyecektir. Burada müellif hatta
taksirin de bulunmadığını, itabın da söz konusu olmayacağını belirtmektedir.
Onu vaktin ilk diliminde îfâ etmek ve böylece öne geçmek ve efdaliyet ise daha
başka bir şeydir; ondan vacibin belirlenmiş vaktin en sonunda îfâ edilmesi
durumunda taksirin söz konusu olması gerekmeyecektir.
[116] Tirmizî, salât 13.
[117] Ali b. Muhammed el-mâlikî
(ö. H. 478).
[118] Vaktin evveli ... Hadisi
gibi.
[119] Namaz, hac ve oruç
konularında imâm mâlik'le şafiî'ye nisbet ettiği vakitler gibi. Bunların
vakitleri içtihâdla tayin edilmiştir
[120] Ebû dâvûd, salât 9; tirmizî,
mevâkît 13; ahmed, 6/374, 440.
[121] Bkz. Ebû dâvûd, salât 1.
[122] Ebû dâvûd, salât, f>;
muvatta, kur'ân 46; ahmed, 3/ 185.
[123] Şatibi, el-muvafakat islami
ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/141-145
[124] Hac, 22/36.
[125] Bu durumda, o şeyin zimmette
sabit olması nasıl mümkün olabilir? Zira yükümlü tutulan durum zaman ve mekâna
göre farklılık göstermektedir; Yerine göre tamamen düşebilmekte, azlık ve
çokluk bakımından değişebilmektedir.
[126] Konuyu biraz açmak istiyoruz:
kifâî (içtimâi) farzlar, bazan cüz olarak yapılıp yapılmamakta muhayyer
kılınırlar. Medenî hayatın ikâmesi için gerekli olan çeşitli sanatlar ve
mesleklerin icrası gibi. Bazan da cüz olarak mendûb olurlar. Adalet, ihsan,
diğer nafileler, nikâh vb. Gibi. Şu kadar var ki, ikincisi kül olarak ele
alındığında mutlaka kifâî vâcib olur. Bazan cüz'î olarak da kesinlik (vücûb)
arzeder. Bizzat devlet başkanına nisbetle adaletin ikâmesi gibi. O ferd olarak
da adaletin ikâmesi talebiyle kesin olarak memurdur. Ancak "kifâî
(içtimaî) farzlar aynî olarak mendûb hükmünü alırlar." sözü küllî bir
kaide deği ldir. Aksine bazan mendûb bazan da yapılıp yapılmaması muhayyer
olur. Nitekim daha önce de işaret edilmişti.
Kısaca,
kifâî (içtimaî) farz olan bir şey, bazan cüz olarak ele alındığında yapılıp
yapılmaması muhayyer olur, bazan da mendûb olur. Kesin talep ancak kül olarak
ele alındığında söz konusudur. Bazan nadiren de olsa, ferdî planda da kesinlik
(vücûb) arzettiği olur.
Buna göre şunu da ekleyebiliriz: kifâî farzı
edâ eden kimse ondan ancak mendûb sevabı alır. Herkes terkettiğinde bütün
mükellefler onun terkinden dolayı ikâba uğrarlar. Bazan da onu işleyen bir
sevâb elde edemez. Bu kifâî farzın cüz olarak ele alındığında mükelleflerin
yapıp yapmamakta muhayyer kılındıkları sanatlar ve mesleklerin icrası gibi
kısmında olur. Bu konu üzerinde iyice düşünmek gerekir.
[127] Şatibi, el-muvafakat islami
ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/145-150
[128] Bu mertebe bir açıdan helâle
benzemektedir; çünkü ona taalluk edecek bir talep bulunmamaktadır, yapılması
durumunda günah da yoktur; harama da benzemektedir; çünkü bunlara eğer bir
hüküm taalluk edecek olsaydı, muhtemelen bu levm (kınama) ve zem olurdu.
[129] Müellif, bu mertebenin
sadece teklîfî hükümlerden olmadığına hükmettikten sonra, onun altıncı bir
hüküm olduğunu veya şer'îbir hüküm olmadığım ifâdeye gitmemiş, helâl ile haram
arasında bir mertebe olduğunu belirtmekle yetinmiştir.
[130] Bkz. Darakutnî, 4/184, 298.
[131] Bakara, 2/222.
[132] Bakara, 2/220.
[133] Bakara, 2/217.
[134] Yani haramlık şüphesi bulunup da hakkında
haram kıhcı bir nass bulunmayan, sükût geçilen konuları
[136] Tevbe, 9/43. Dclîl olarak kullanılan kısım âyetin devamı dır. Ayetteki
ifâdeye görehz.peygamber, doğru olup olmadıkları tebeyyün etmeden önce onlara
izin vermiştir. Bu husus âyet başında ifâde edilen af kapsamından olmaktadır.
[137] Enfâl, 8/68.
[138] Ebû dâvûd, sünne 6.
[139] Neseî, hac l;ahmed, 2/247.
[140] Al-i imrân, 3/97.
[141] Yaklaşık olarak bkz. Müslim,
hac 141; neseî, hac 76; îbnmâce,menâsik4], 44; ahmed, 4/175.
[142] Mâide, 5/101.
[143] Buhârî,mevâkît11,pitcn
15;itisâm 3; müslim, fedai! 136-137;ebûdâvûd, nikâh o ..-
[144] Bkz. İbnkesîr, 2/104.
[145] Ekran gibi. Hadisin metninde
"urd" kelimesi geçmektedir. Bu kelime bir şeyin yanı, canibi
manasınadır. (ç)
[146] Haram olmayan şeyi haram
kılıcı vahyin inmesi, rezil ve rüsvay olmaya maruz kalma vb. Gibi kendilerinin
hoşlarına gitmeyecek şeylerin ortaya çıkması vb..
[147] Mâide, 5/101.
[148] "Hz.Peygamber (as) çok
soru sorulmasından hoşlanmazdı." diye başlanıp da buraya kadar arzedilen
kısımdan.
[149] Bakara, 2/67 vd.
[150] Tevbe, 9/43.
[151] Enfâl,8/68.
[152] Mesela aynı anda yapıl ması imkanı
olmayan iki işin yapılmasını isteyen iki delilin bulunması durumunda bunlardan
birini takdimde bulunarak tercihe gitme gibi.
Teklifi hükümler
[153] 'İktizâ' fiilin işlenmesini
ya da terkini talep etmektir ki, vâcib, mendûb ile haram ve mekruh kısımlarını
içerir. Tahyîr' ise muhayyer kılmak, tercihe bırakmak anlamında olup 'mübâh'ı
içine ahr. (ç)
[154] Yani güçlü bir çelişen i
olan delille amel etmek. Gerçi bu delil ilmî olmamaktadır; çünkü mücerredzandan
başka bir şey değildir ve şer'îbir mesnedi de yoktur
[155] Bir berîd on iki mildir
[156] Orucunu bozmasını ya da
tevilini dayandırdığı asıl, dayanak.
[157] Ebû dâvûd, salât (cuma)
h.no: 1091 {c.l/s.286).
[158] Bkz. Müslim, cihâd 69.
Müslim'in bu rivayetinde öğle namazı olarak belirtilmiştir.
[159] Elimizdeki her iki baskıda
da cümle olumlu kurulmuş olmakla birlikte, sözün siyak ve sibakını, tahkiki
yapan abdullah dıraz'ın muhtemelen burada bir istinsah hatası olabileceği
şeklindeki notunu da dikkate alarak bu şekilde olumlu olarak tercüme ettik. (ç)
[160] Bkz. İbn mâce, taharet 54;
tirmizî, taharet 30; abmed, 4/229.
[161] Ay nî'n in nakline göre ebû
yûsuf şöyle demiştir: medine'ye gittiğimde îmâm mâlik'i ziyaret etmiş ve sohbet
esnasında sâ'ın sekiz ntıl olduğunu söylemiştim.
İmâm mâlik; hayır, sekiz değil 5 tam 1/3 rıtıldır, diyerek bir ölçek getirip:
işte hz.peygamber'in (as) sâ'ı budur, dedi. Ve hakîkaten bu ölçek 5 tam 1/3
rıtıl idi. (bkz. Tecrid 5/82). (ç)
[162] Yani delilin gereğinden
mesela delili doğru şekilde anlayamamak gibi hata yolu ile veya delili unutmak
suretiyle çıkmak. Birinci neviden sayılan müc-tehidin hatası ise farklıdır.
Orada müetehid delile sarılmakta ve onunla amel etmektedir. Ancak daha güçlü
bir delit karşısındaodelileyapışmasmın hatalı olduğu ortaya çıkmaktadır. Burada
ise delili terk ve gereğinden çıkmak söz konusu edilmektedir.
[163] İbn mâce, talâk 16.
Şevkânî'nin bildirdiğine göre ayrıca ibn hibban. Dara-kutnî,taberânî, hâkim de
tahric etmişler, nevevîhasen olduğunu söylemiştir.
[164] Ebû davûd, hudûd 5; ahmed,
6/181. Müellifin aldığı hadiste bulunmamakla birlikte verdiğimiz bu iki
kaynakta hadis "hadler müstesna" şeklinde kayıtlıdır. O yüzden biz
parantez içerisinde ilâve ettik. (ç)
[165] Hadîsin sahîh olduğunu kabul etsek bile, her
iki hadiste de sözü edilen şey, bizim burada konu edindiğimiz " afv"
yani "şer'an bir günahın, sakıncanın olmaması ve mağfiret edilmesi"
mânâsında değildir. Ama bir kimsenin kölesinden veya yaraladığı birisinden
dolayı kısas edilmemesi konusuna gelince, o tamamen ayrı bir konudur. Bu hadisi
concordanee vasıtasıyla bulamadık. Kaldı ki, her iki hadiste de söz konusu
olan sürçme ve suçlardan maksa-dm, hakkında şer'an belirlenmiş bir had cezası
olmayan, tazîr nevinden bulunan suçlardan olması gerekmektedir. Nitekim izahlar
da bu doğrultuda yapılmıştır.
[166] Necm, 53/31-32.
[167] İzah etmeye çalıştığım izm
ân âda afv uhrevî bir durum olmaktadır. Daha önce geçen misallerine bakınız.
Hatta müellif bizzat kendisi de mağfiretin husulünden söz etmiştir ki, bu her
ne kadar meselâ içki içmek gibi şeyler sebebiyle kendisine haddin adem-i
tatbiki hükmünü tabî kılsa da tamamen aslî kasıtla yapılan uhrevî bir durum
olmaktadır. Ancak bazı afv mahalleri de vardır ki, onların altına dünyevî
herhangi bir durum girmemektedir. Mesela müetehidin yaptığı hatalar gibi. Bu
tür hataların affı tamamen uhrevî bir durum olmaktadır.
[168] Acaba bu aynı zamanda günahı
da düşürür mü? Görünen odur ki, şüphe çeşitlerinin çoğu günahı da düşürür.
Eğer şüphe sâdece haddi düşürecek, günahı düşürmeyecek ol ursa, o takdirde o,
burada konumuzu teşkîl eden "afv mertebesi" dâhilinde olmaz.
[169] Çünküo, ikinci nevin ikinci
şıkkı olmaktadır. Abdullah dıraz müellife bu konuda itiraz eder ve notunda
şöyle der: "ancak buna,"delilin gereğinden tevîl yoluyla
çıkmaktır", diye nasıl söylenebilir? Halbuki, hadlerin şüphe ile düşürülmesi
"hadleri şüphelerle düşürünüz." (bkz. Keşful-hafâ, 1/73) şeklindeki
hadîsle amel etmek olmakta, dolayısıyla bu delille tahsîs edilmiş hadler
hakkındaki delilin genel kapsamından dışarıçıkılmişolmamaktadır. Çünkü tahsis
gördükten sonra, o kısımda delili uygulamaya koymamak delilin gereğinden çıkmak
olmaz. Aksine bu iş, ânım olan deiîlin delâletinin bu konuyu içerisine
almadığını beyan eden tahsîs delilinin imâli olmaktadır. Dolayısıyla hadlerin
şüphelerle def edilmesi konusunun "afv" mertebe-sininbuikincinev'inin
her iki şıkkına da girmeyeceği kanâatindeyiz. Çünkü burada kasıtsız olarak ya
da tevîl yoluyla delilin terki söz konusu değildir.
Ancak burada müellifin kasdettiği delilden
maksat muhtemelen haddin ikâmesini gerektiren beyyine vb. Olmalıdır ve
terkedilen delilden kasdmın da bu olduğu anlaşılmaktadır.
[170] Mâide, 5/93.
[171] Bkz. Ebû dâvûd, atime 30;
tirmizî, libâs 6; ibn mâee, atime 60.
[172] Mâide, 5/5.
[173] Bkz. Darakutnî, 4/184, 298.
[174] Yaklaşık olarak bkz. Müslim
hac, 141;neseî,hac76;ibnmâce,menâsik41, 44; ahmed, 4/175.
[175] Ebû dâvûd, sünne 6.
[176] Yani muhtemel bir gerekçe
bulunsa bile sükût edilen, açîklamaya gidilmeyen bir yönün.
[177] Neseî, hac 1; ahmed, 2/247. Yani fazla deşelemeyiniz
ki üzerine size bir faydası olmayacak tafsilât binmesin.
[178] Bakara, 2/219.
[179] Hatta bazıları bu yüzden,
haramlığın bu âyetle başladığı görüşündedirler.
[180] Mâide, 5/90.
[181] Mâide, 5/93.
[182] "Beyu'l-melâkîh",
gebe devenin karnındaki yavrunun; "bey u'l-nıe idamın" de henüz
damızlık erkek hayvanın sulbündeki dölün satılması olmaktadır. (ç)
[183] Garar iki kısımda mütâlâa
edilir: a) vücutta garar.b) vasıfta garar. Yukarıda verilen misaller vücutta
gararla ilgilidir. (ç)
[184] Kendisinde hem erkeklik hem
de dişilik alâmeti bulunan kimse. (ç)
[185] Şatibi, el-Muvafakat İslami
İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/150-168
[186] Yani bu durumda, farz-ı
kifâye hiçbir kimse tarafından işlenmediği zaman, terettüp edecek günah bütün
mükellefler üzerine olmayacak, sadece o iş için ehil olan kimselere ait
olacaktır
[187] Tevbe, 9/122.
[188] Al-i imrân, 3/104.
[189] Nisa, 4/102. Bu âyetler söz
kon usu ta lebin sadece ehil olan kimselere yönelik olduğunu göstermez. Onlara
yönelik olduğu gibi, bütün imkanlarını kullanarak onların yetiştirilmesini
temin etmek durumunda olan bütün mükelleflere de yöneliktir. Eğer içtimaî
farzlar için ehil ol an kişiler yetiştirilmezse, o takdirde bütün mükellefler
bundan mesul olacaklardır. Nitekim bir âyette "bir fitneden sakının ki, o
sadece içinizden zâlim olanlara isabet etmez ..." buyruhnuş ve böylesi bir
durumda herkesin mesul olacağı belirtilmiştir.
[190] Müellifin görüşü esas
alındığında bugün halîfe olmadığına göre, bundan mesul olacak kişiler sadece bu
göreve ehil olan kimseler olacak ve ümmet günahkâr olmayacaktı r. Ve yine
hilâfet için aranılan şartların hiçbir kimsede bulunmadığı varsayılacak olsa,
bu görevin ihmâlinden dolayı hiçbir kimse günahkâr olmayacaktır. Doğrusu böyle
bir neticeyi kabul etme imkanı yoktur. Müellifin bahsettiği "taayyün"
meselesi şu anda sözünü ettiğimiz farz-ı kifâyeden ayrı, başka bir şeydir.
[191] Şu anda biz farz-ı aynı
işlemiyoruz. Cihâdın onlar üzerine taayyün edeceği müsellemdir. Ancak hepimiz
üzerine vâcib olan şey bu işin gerçekleşmesidir. Kısaca konuyu şöyle özetlemek
mümkündür: fiilen maslahatı gerçekleştirme işini yüklenmek buna'ehil olan
kimseler üzerine düşecektir. Kendisinden başka ehil olmaması ve o iş için
kendisinin taayyün etmesi durumunda o işi yüklenmesi taayyün eden kimse için
farz-ı ayın olacaktır. Eğer kendisinden başka ehil insanlar varsa, ehil
olmayan insanlar gibi onun için de talep hâlâ kifâî olarak farz olmaya devam
edecektir. Bu durumda, kifâî talebe ehil olanla olmayan arasındaki fark şudur:
ehil olmayan kimse, û işi ehil olan birisinin üstlenmesi için çalışmak, ehil
olan insanları yetiştirmek ve ortaya çıkarmakla yükümlüdür. Ehil olan kimse
ise, ehiî n\ mayan kimsenin yaptıklarını yapmakla birlikte, ayrıca bu iş için
kendisi taayyün ettiğinde onu üstlen-mek ve yerine getirmekle görevlidir.
[192] Müslim, imâre 17; ebû dâvûd,
vesâyâ 4.
[193] Hadisin devamı: "eğero
sana talebin neticesinde veriîirse, onunla yalnız bırakılırsın; yok sen
istemeden verirlerse o zaman yardım görürsün." şeklindedir. Bkz.buhâri,
ahkâm 5, 6; müslim, imaret 13; ebû dâvûd, imaret 92.
[194] Nahl, 16/78.
[195] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/168-174
[196] Hac, 22/78.
[197] Aynı cinsten olan ribevî malların bir tarafi fazlahkh
olarak yapılan peşin mübâdeleteriyle, bir tarafı fazlahkh olmasa dahi veresiye
yapılan mübadeleleri ribâ olmaktadır. (Ç)
[198] bkz. s.68 (dipnot).
[199] Yani evlenüdiği zaman şüpheli şeyler kazanmaya
tevessül etme, bazı yasaklara düşme korkusu vb. gibi engeller; insanlarla
haşir neşir olduğunda bazı münker olan şeyleri görebileceği ve işitebileceği
ihtimalleri gibi engeller kasdedilmektedir. Bu engeller bulunması na rağmen bu
tür tasarruflar yasaklanmış değildir.
[200] Zira hemen her teklifte az ya da çok bir güçlük
vardır.
[201] Müellif burada bu şıkkın altına girecek hem hacmen
fazla uzun olmayan hem de fazla Önemi bulunmayan bazı tafsilatı vermek için bir
"Mesele" açmakta ve yukarıdan beri izah etmeye çalıştığı 11.
Mesele'nin (c) şıkkını da daha sonraya bırakmaktadır. Bu itibarla yaptığı bu iş
sistematik açıdan pek uygun gözükmemektedir.
Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık.
1/174-176
[202] 'Zerîa'(ç.Zerâi') Bir kötülüğe ya da iyiliğe götüren
yollar, vesileler, vasıtalar demektir. (Ç)
[203] Eğerbirincisiyse aralarında tearuzun bulunması sahîh
değildir... şeklindeki on üçüncü meselenin başında geçen sözleri kasdediyor.
[204] Müteşâbihâttan buradaki kas di, muhtemelen hadiste
geçen "müştebihâfla aynı anlamda olmalı, yani helâl ve haram arasında
şüpheli olan şeylerden sakınmanın gerekliliğini bildiren asıl. (Ç)
[205] Buharı, Ferâiz 62; Müslim, Ferâiz 1; Ebû Davûd, Ferâiz
11
[206] Nisa, 4/11.
[207] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz
Yayıncılık. 1/177-181