ÇAĞDAŞ EKONOMİK PROBLEMLERE İSLÂMÎ YAKLAŞIMLAR
İSLÂM'DA PARA KREDİ VE ENFLASYON İLİŞKİLERİ
I — Enflasyon Terimi ve Kapsamı:
B) İslâm'ın İlk Yıllarında Para :
C) Paraya Devletin Müdâhalesi:
D) Altın ve Gümüş Dışında Diğer Madenî Paralar :
ÎSLÂM HUKUKU KAYNAKLARINDA ENFLASYON
I — Felslerin Ekonomik Hayattaki Yeri ve Değeri:
A) Felslerle Alım Satım ve Ödünç (Karz) Akdi:
el-Mebsût adlı İslâm hukuku kaynağında verilen örnekler :
B) ödünç (Kars) Vermeye Elverişli Olan Şeyler:
2) Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlerin Görüşü :
C) Yarar Sağlamak Amacıyla Yapılan Karz Akdi:
D) Felslerin Satın Alma Gücündeki Değişmeler:
1) Satın Alma Gücünün Tamamen Ortadan Kalkması:
2) Satın Alma Gücünün Düşmesi Veya Yükselmesi:
b) Ebu Yusuf'un İkinci Görüşü :
E) Ödünç (Karz) Akdinde Vade ve Faiz İlişkisi:
II — Kâğıt Paranın Doğuşu ve Gelişmesi:
B) Osmanlılarda Kâğıt Para Uygulaması:
C) Altın veya Gümüş Paralarla Fels veya Mağşuş Paralar Arasında Ekonomik Değer İlişkileri:
D) Altın Veya Gümüş Para İle Kâğıt Para İlişkisi:
E) Gücünü Devletten Alan Kağıt Paralar:
İSLÂM EKONOMİSİNDE FAİZ VE FİNANS KAYNAKLARI
İSLÂM'DA RİBÂ TERİMİ VE KAPSAMI
C) Günümüz Ekonomisinde Faiz :
II — İslâm'da Faiz Yasağının Geçirdiği Merhaleler:
A) Miraç Hadisinde Faiz Yiyenlerin Kınanması:
B) Faizin Malı Ârtırmayacağının Bildirilmesi:
C) Faizcilik Yapan Yahudilerin Kınanması:
D) Faizin Kısmî Olarak Yasaklanması:
E) Kesin Faiz Yasağının Gelişi:
III — Ribâ Âyetlerinin Nüzul Sebebi:
IV — Câhiliye Devrinde Ribâ Uygulaması:
V — Ribâ Sözcüğü, Anlamı Kapalı Olan (Mücmel) Bir Lafız Mıdır?
VI — Asr-ı Saadette Faizin Uygulama Alanı:
VII — Asr-ı Saadette Ribâ Muamelesi Örnekleri:
C) Altın ve Gümüşün Birbiriyle Mübadelesi:
D) Hurmanın Hurma İle Mübadelesi:
E) İbn Abbas'ın Yalnız Nesîe Ribâstm Kabul Etmesi:
F) Yaş Hurmamn Kuru Hurma Karşılığında Satılması .-
G) Borçludan Alınan Hediyenin Faiz Sayılması:
Mezheplerin Ribânın İlleti İle İlgili Görüşleri
A) Karz Akdinin Meydana Gelme Şartları: '
1) Ödünç Verenle İlgili Şartlar :
2) Ödünç Verilen Şeyle İlgili Şartlar:
B) Menfaat Karşılığı Ödünç Verme:
C) .Karz Yoluyle Kredi Temini:
A) İslâm'da Şirket ve Kapsamı:
a) İnan Şirketi ve Anonim Ortaklığı:
a) Mudârabenin Dayandığı Deliller :
c) Mudârabenin Hukukî Niteliği:
d) Mudârabede Kârın Paylaşılması :
e) İşletmecinin Kâra Mahsuben Maaş Alması:
f) Alt Mudârabe ve Banka Sistemine Geçiş :
g) Mudârabede Zararın Tazmini:
Faisal Finans Kurumunun Çalışma Sistemi:
2 — Sistemin Fon Toplama Yöntemleri:
3 — Fon Kullandırma Yöntemleri:
a) Kâr ve zarara katılma yöntemi:
b) Üretim desteği sağlanması yöntemi :
c) Kira akdi yöntemi (leasing) :
d) Vesaikin alım satımı yoluyle fon kullandırma yöntemi :
B) Al-Baraka Türk Özel Finans Kurumu A.Ş.:
a) Câri hesaplar faaliyetleri:
b) Katılma hesapları faaliyetleri:
bb) Kâr ve zarara katılma yöntemi ile fon kullandırma :
dd) Mal karşılığı vesaik üzerine fon kullandırma :
I — Kiralama Yöntemi (Leasing)
B) Kiralama Yöntemi île Kredi Sağlama:
II — Köprü - Baraj Gelir Ortaklığı Senetleri:
A) Gelir Ortaklığı Senetlerinin Hukukî Statüsü:
B) İslâm Hukuku Bakımından Değerlendirme :
A) Zekât Fonundan Kredi Sağlama :
B) Borçluların Borçlarını Karşılıksız Ödeme:
İSLÂM'DA İŞÇİ VE İŞVEREN MÜNASEBETLERİ
I — İş Akdinin Hukukî Mâhiyeti:
2) Ortak İşçi (Ecîr-i Müşterek) :
E) İş Akdinin Meydana Gelme Şartları:
1) Yapılacak İşin Belirlenmesi:
F) Türk îş Hukuku île Karşılaştırma :
II — İşçi Çalıştırmanın Caiz Olduğunu Gösteren Deliller:
I — İşçinin İşe Girmezden Önceki Hakları
II - - İşe Girdikten Sonraki Hak ve Görevleri:
Batı Ekonomisinde Ücret Nazariyeleri :
a) Ücretin En Az Geçim Seviyesinde Kaldığı Görüşü :
b) İşçilerin Sürekli Olarak İstismar Edildiği Görüşü :
c) Ücretin Üretim Verimine Göre Oluştuğu Görüşü ;
d) Ücret Miktarını Güç (İktidar) a Bağlayan Görüş :
İslâm Ekonomisinde Ücret Miktarı :
a) İş ve Meslekler Arasında Adalet:
c) İşçi Ücretlerinde Emsal Emek Değerinin Ölçü
İslâm Hukuku Kaynaklarından Uygulama Örnekleri:
Dünyada İlk Toplu İş Sözleşmesi:
g) Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma :
B) İşçinin Gücünün Yeteceği Ölçüde Çalıştırılması:
Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma;
C) İşçinin Dinlenme ve İbadet Yapma Hakkı:
Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma:
D) Ücret Kapsamına Giren Diğer Sosyal Haklar:
1) İşçiye Yapılan Sosyal Yardımlar :
Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma :
İŞÇİNİN İŞTEN AYRILDIKTAN SONRAKİ HAKLARI
I — İş Akdini Sona Erdiren Haller:
A) Âkit Süresinin Sona Ermesi:
B) Tarafların Karşılıklı Rıza İle Akde Son Vermesi:
C) Bir Özür Sebebiyle Akdi Feshetmek :
D) İş Akdinin Mahkeme Hükmü İle Feshi:
Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma:
Sosyal Sigortalar Kurumu İle Karşılaştırma ;
Kurumun gelir kaynakları şunlardır:
Kurum sermayesinin işletilmesi:
I — İşçinin İşi Bizzat Yapması -.
II — İşi Sağlam ve İyi Yapması:
III — İşçinin Mesai Saatleri İçinde Devamlı Çalışması:
IV — İşçinin Elindeki Alet ve Malzemelerin Emânet Sayılması:
İnsanoğlu, canlılar arasında en üstün yaratılışa sahiptir. Bedeniyle dünya hayatına, ruhuyla ise manevî âleme bağlıdır. Dünyada varlığını sürdürmek için önce kabileler, büyük küçük topluluklar, milletler oluşturmuş, daha sonra da milletler topluluğu oluşturma ihtiyacını duyar olmuştur. Bütün bu birleşmeler, güç dengesi düşünceleri ve savaşa varan sürtüşmelerin temelinde çoğunlukla ekonomik nedenler yatar. Cenab-ı Hakkın insanların hizmetine sunduğu nimetleri paylaşamama ya da paylaşırken adalet ve insaf ölçülerine uymama, yahut kendisine meşru yoldan isabet edecek paya razı olmama yüzünden ekonomik dengeler bozulmaktadır. Para ve kredi gücünü eline geçiren, tüm ekonomik fırsatları değerlendirmekte ve para imparatorluğunu büyütmektedir. Kazanca ahlâk sınırı konulmazsa; gerçekte başkasının hakkı, bîr başkasına geçebilmekte ve sağlıksız servetler ortaya çıkmaktadır.
işte insanoğluna daima en iyiyi, en güzeli ve en doğruyu telkin eden vahiy ve sünnet, dünya nimetlerinin elde edilmesi, paylaşılması ve bunu yaparken ortaya konulan emeğin değeri gibi konularda birtakım ölçüler getirmiş, hakkı savunmuş, haksızlığı ise yermiş, böylece kul hakkını dünya ve ahirette koruma altma almıştır. Hatta bu konuda din ayrımı bile yapmamış, ekonomik hak ve adaleti evrensel bir prensip olarak ilan etmiştir.
Elinizdeki kitap, üç bölümden oluşmuştur : Para-kredi ve enflasyon, İslâm ekonomisinde finans meselesi ve İslâm'da, işçi - işveren münasebetleri. Bu üç ana konu çevresinde İslâm ekonomisinin bu problemleri çözüm yolları, vahiy ve sünnet açısından incelenmiş ve yer yer yüzyılımız ekonomik sistemleri ile karşılaştırmalar yapılmıştır. Bu problemler, okuyucuyu tereddüt içinde bırakmayacak şekilde açıklığa kavuşturulmuş ve önemli noktalarda mezheplerin görüş ayrılıklarına işaret edilmiştir.
Yüzyılımız, bütün ilimlerin araştırıldığı ve kökenlerine inilmeğe çalışıldığı bir zamandır. Bugün yeryüzü liberal, kapitalist ekonomik sistemlerle kollektivist sistemlerin mücadelesine sahne olmaktadır. Bu sistemlerin
yeryüzünde milyarlarca taraftan bulunmaktadır. Söz konusu bu sistemler, bilimi temel aldıklarını, hak ve adaletin de kendi görüşlerinde olduğunu savunmaktadırlar.
Bu durum karşısında, sosyal ve ekonomik problemlerin çözümünde akıl ve deneyimin yetersiz kaldığı söylenebilir. Çünkü çoğu defa, kişisel yarar toplum yararından, hırs ve tamah akıldan üstün tutulabilmektedir. Bu yüzden ekonomik problemlere vahiy ve sünnet açısından yaklaşmak, toplumda adaletli bir yarar dengesinin kurulmasına yardımcı olabilir.
Eser. ilâhiyatçılar yanında, hukuk, iktisat, siyasal ve benzeri sosyal ili mi erle ilgilenen kimseler için de yararlı olabilir.
Bu araştırma iddiadan uzak bir başlangıç mahiyetindedir. Allah'tan daha iyiye ulaştırmasını dilerim.
Dr. Hamâi Döndüren
Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
BURSA [1]
Enflasyon, fert ve toplum hayatını ekonomik yönden ilgilendiren önemli bir problemdir. Lâtincede «şişme» anlamına gelen «inflatio» sözcüğünden alınmıştır. Tedavüldeki para miktarının üretim seviyesine ve mal arzına oranla ölçüsüz bir artış göstermesine «enflasyon» denir. Satınalma gücü hacminde ekonomik dengeyi bozabilecek bir şişkinlik belirdiği hallerde enflasyonla karşılaşılmaktadır.
Enflasyonun en açık belirtisi para kıymetinin düşmesi ve fiyatların yükselmesidir. Bütün fiyatlar, enflasyondan aynı ölçüde ve aynı zamanda etkilenmez. Bu durum da piyasada bir takım düzensizliklere ve gayr-i mütecanis durumlara yol açar. Enflasyonist dönemlerde eşyanın toptan ve perakende fiyatlarının artış hızı birbirinin aynı değildir. Toptan eşya fiyatları sür'atle artış gösterirken, perakende fiyatların yeni şartlara uyumu genel olarak gecikmektedir. Çünkü toptancı tüccar, piyasa temayüllerine daha çok vâkıftır. Elindeki stoku yenilemek gereğini duyduğu vakit, ödeyeceği fiyatı hesaplamak ve fiyatı ona göre düzenlemek fırsatına sahiptir. Perakendeci ise, para kıymeti mefhumu ile toptancı derecesinde ilgili değildir. Ekonomik hayatın stratejik mevkileriyle teması çok zayıftır. Fiyatı, dükkânda mevcut eşyanın maliyetine göre ayarlamak alışkanlığındadır. Ancak paranın satın alma gücündeki düşmeler, basında yankı uyandırır, kamu oyunun ilgisini toplar ve pahalılığın hızlı bir tempo izleyeceğine dair bir kanaat meydana getirirse, psikolojik faktörlerin etkisiyle, perakendeci de, tahminlere ve hâdiselere göre fiyatları vakit geçirmeden ayarlamak yolunu tutmaktadır [2]
Yine enflasyon dönemlerinde eşya tüketiminin önem kazandığı da dikkatleri çekmektedir. Halkın bir kesimi zevk ve israf peşinde koşarken, diğer kesim temel ihtiyaç maddelerinde fedakârlıklarda bulunma mecburiyeti ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Böylece enflasyon, israf ve sefahat ile mahrumiyet ve sefaletin dirsek dirseğe yaşadığı bir durumdur [3]
Piyasaya bol miktarda kâğıt para sürmek, ilk bakışta parayı basan devlet adına önemli bir gelir kaynağı gibi görülürse de bunda ifrata kaçış ekonomik ve sosyal hayatta derin reaksiyonlar uyandırmaktadır. Bu durum, tüketim temayüllerinin artmasına neden olmakta, bunu da mal talebinin genişlemesi izlemektedir. Talep artınca fiyatlar yükselmekte ve buna bağlı olarak, ticaret erbabı mal arzını genişletmeyi ve ellerinde fazla stok bulundurmayı menfaatlerine uygun görmektedirler. İş adamları uzun vadeli yatırımlar yerine, artan talebi karşılamak amacıyle en ucuz üretime yönelebilirler. Ticarî muamelelerin getirdiği dolgun kazanç, uzun vadeli sanayi yatırımlarının muhtemel gelirine tercih edilmektedir [4]
Enflasyonun yol açtığı ekonomik problemler her devirde kendisini göstermiştir. Paranın satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi olayı Hz. Peygamber (s.a.) hayatta iken de vuku bulmuştur.
Ebu Davud, Tirmizî ve İbn Mâce'nin Enes b. Mâlik'ten rivayet ettiklerine göre; Resulullah devrinde fiyatların yükselmesi üzerine halk; «Ey Allah'ın elçisi, bize narh koy» dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
«Şüphe yok ki, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah'dır. Sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem.»[5]
Bununla karaborsacılık, aşırı para basma ve ticaret yapanların kendi aralarında gizlice anlaşması gibi müdahaleler olmaksızın; arz ve talep dengesinin kurulması ile fiyatların oluşması amaçlanmakta, ancak bu denge kuruluncaya kadar bazan fiyat yükselmelerinin görülebileceğine işaret edilmektedir.
İslâm hukukunda enflasyonla ilgili olarak daha çok «rahs : ucuzluk» ve «gala: pahalılık» terimleri kullanılmıştır [6] Tağşiş, züyûf ve süttük terimlerinin de enflasyonla ilgili yönleri vardır [7] Halk dilinde; «ucuzluk,15
pahalılık, paranın değer kaybetmesi, değer kazanması, paranın satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi» gibi sözcükler bu anlamı ifade etmektedir.
Klâsik İslâm hukuku kaynaklarında paranın değer kazanması veya değer kaybetmesi daha çok «fels ve mağşuş paralar» üzerinde söz konusu olmuş ve hükümler bu çeşit paralar için konulmuştur. Saf altın ve saf gümüşten basılan dînâr ve dirhemlerin maden değeriyle, piyasadaki satın alma gücü arasında denklik gözetildiği için, bu paralar, diğerleri kadar enflasyondan etkilenmemiştir. Bunlar, fels, mangır, mağşuş para veya kıymetli maden karşılığı basılan banknotların piyasa değerini belirlemede sağlam para vazifesi görmüşlerdir.
Biz, önce enflasyonda ağırlık noktasını teşkil eden paranın tarihî gelişimi üzerinde duracağız. Böylece, bugün kıymetli maden karşılığı bulunmayan, satın alma gücünü tamamen devletten ve ekonominin genel gücünden alan kâğıt paranın, bu madenî paralardan hangisinin yerine kâim olduğunu düşünme imkânımız doğacaktır. [8]
Eşyanın değerini ölçmeye ve serveti biriktirmeye yarayan ödeme vasıtasına «para» denir. Ödeme vasıtaları nakit para olabileceği gibi, arpa, buğday, tuz, bakır ve demir gibi misli mallar da olabilir [9] Ancak bu sonuncular para sayılmaz.
Tarihin eski çağlarında alış - veriş, yalnız mal mübadelesi tarzında olmuş, kârdan çok ihtiyaç duyulan maddeleri elde etmek ön plâna alınmıştır. Ancak giderek trampanın alış verişlerde yeterli olmadığı görülmüş ve bazı kıymetli madenlerin satış bedeli olarak kullanılması yoluna gidilmiştir [10] Bunlar demir, bakır, bronz, gümüş veya altından yapılmış madenî paralar olup, önceleri külçe, halka veya çubuk şeklinde tedavül etmiştir. Bunlardan altın ve gümüşün değeri ağırlıklarına göre belirlenmiş, külçeler şekil bakımından standart hâle getirilerek, üzerlerine ağırlık ve ayar durumlarını belirten işaretler konulmaya başlanmıştır [11].
Altın, gümüş veya bakırdan yapılmış ve devletin özel damgası ile damgalanmış madenî ödeme vâsıtasına «sikke» denir. Sikke, M.Ö. 7. yüzyılda Anadolu'da Lidyahlar tarafından icat edilmiştir [12].
İslâm'dan önce Arabistan'da, İran, Roma, Bizans ve Cenubî Arabistan sikkeleri kullanılıyordu [13] Altının para birimi «mıskal», gümüşün «dirhem», bakır vb. madenlerden basılan paranın ise «feis»dir. [14]
Hz. Peygamber devrinde sikke basılmamış ve o devre kadar tedavülde bulunan sikkeler kullanılmıştır. Hz. Ebû Bekr (ö. 13/638)'in hilâfeti kısa sürdü. O, iç düzeni sağlamaya çalışırken para işi ile uğraşacak zaman bulamadı. Bu konuya ilk eğilen Hz. Ömer (ö. 23/634) olmuştur. Peygamber (s.a.) devrinde tedavülde üç çeşit dirhem vardı [15]
Ağırlık bakımından:
10 dirhem = 10 miskal
10 dirhem = 6 miskal
10 dirhem = 5 miskal
Hz. Ömer devrinde 10 dirhem = 10 miskal üzerinden vergi talep edilince, vergi yükümlüleri bunun hafifletilmesini istediler. Halîfe bir bilirkişi heyeti teşkil ederek, konunun ne hazîneye ve ne de halka zarar vermeyecek bir biçimde çözümlenmesini istedi. Heyet üç çeşit dirhemi toplayarak üçe böldü. Böylece ağırlık bakımından (10 + 6 + 5 = 21 : 3 =7), 10 dirhem = 7 miskal ağırğı esas alındı (13 ) [16]
Hz. Ömer'in bu uygulaması, para basımından çok, para ayarlaması olarak kabul edilir. Yine o devirde İran sikkeleri değiştirilmemiş, ancak İslâm ülkeleri sınırları içindeki emîr ve valiler küçük değişiklik ve ilâveler yaparak sikke bastırmışlardır [17] Hz. Ömer'den itibaren çok sayıda kişi, meselâ; Hz. Osman (ö. 35/655), Muâviye (ö. 60/679) ve Abdullah b. Zübeyr (Ö. 72/691) para basmışlardır. Bunların on tanesinin ağırlığı da 7 miskal idi. Ancak bu paralar mevziî kalmış ve ülke çapında yayılmamıştır [18]
İslâm parasının basılarak bütün İslâm ülkesine hâkim kılınması Emevî Halîfesi Abdülmelik b. Mervan devrine rastlar. Abdülmelik'i para basmaya zorlayan olay şudur : Halîfe, Doğu Roma İmparatorluğuna gönderdiği resmî yazılara; «De ki, Allah birdir» [19] âyetini başlık yapar ve sonuna da Hz. Peygamber'in adını yazardı. Bu üslûba kızan Roma İmparatoru, yazılardan bunları çıkarmasını, aksi hâlde İslâm ülkelerinde tedavül eden Roma paralarının üzerine Hz. Muhammed'in adını, müslümanların hoşuna gitmeyecek bir biçimde yazdıracağını bildirdi.
Bu tehdit üzerine, ilmî bir heyet toplanarak, devlet adına para basılmasına ve piyasadaki yabancı paraların tedavülden kaldırılarak değiştirilmesine karar alındı. Hazırlanan para kalıpları çeşitli merkezlere gönderilerek, basıma izin verildi. Halk, elindeki yabancı paralan darphanelere götürüp, yeni paraya çevirtmiş ve her yüz dirhem için bir dirhem basım ücreti ödemiştir [20]
Kendisine altın veya gümüş dışında başka madenler
karıştırılmış bulunan madenî paraya «mağşuş para» denir. İki kısma ayrılır:
a) Mağlûb Gaş : İçindeki altın veya gümüş oranı yarıdan fazla olan madenî para anlamına gelir. Bunlar dînâr ve dirhem gibi değerlendirilir [21]
b) Gâlib Gaş : Altın veya gümüş oranı yarıdan az olan madenî paralar böyledir. Mağşuş terimi daha çok 19
bu tip paralar için kullanılır. Bunlar «fels» hükmünde paralardır. [22]
Felsler çoğu zaman ufaklık para ihtiyacını karşılamak amaciyle basılır. Bakır, nikel ve benzeri madenlerden basılmış paralardır. Klâsik İslâm hukuku kaynaklarında, paranın değeri üzerindeki tartışmalar daha çok mağşuş paralar ve felsler üzerinde cereyan ettiği için, bu iki çeşit parayı tanıtmaya çalışacağız. Felslerin kullanımı daha eski olduğu için, önce onun üzerinde duracağız. Zaten felslere uygulanan hükümler mağşuş paraya da uygulanarak, bu iki çeşit para aynı esaslarla değerlendirilmiştir. [23]
Fels sözcüğü lügatte; altın ve gümüş kabilinden olmayan para, Irak dinarının binde biri ve insanların alışverişlerde kullandığı .bakırdan basılmış para anlamlarına gelir.
İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren bakır sikkelere «fels» adı verilmiştir. Bu sözcüğün Arap diline lâtince «follis»ten geçtiği öne sürülmüştür. İmparator I. Anastius (m. 491 - 518)'un meskukât nizamnamesinde 40 nummia'lık [24] Bizans sikkesinin adıdır. Bizans follis'lerinin arkasında değerini gösteren M (= 40) işareti vardır. Bu sikkelerin ağırlıklarının önceleri yaklaşık olarak 30 gram olması gerekirken bu miktar giderek azalmış ve müslümanların Suriye'yi fethettikleri sıralarda 6 grama kadar düşmüştür. Değişik büyüklükte olan ve «nummia» adı verilen küçük Bizans bakır sikkelerinin ayarının, 7. milâdî yüzyıldan sonra tamamiyle bozulduğu görülür. Bu yüzden Araplar bunları sikke olarak kabul edip, tedavülde kullanmamışlardır [25]
Müslümanlar, vezinleri hayli azaltılmış bulunan follis'leri, Suriye'nin fethinden sonra kesmeye devam etmişlerdir. Suriye için, yalnız Antakya'da sikke darbedildiği halde Araplar; Baaîbek, Halep, Şam, Ruha (Urfa), Taberiye, Amman, Menbic, İliya-Filistin, Kinnisrin ve daha bir çok yerde para kesmeye mahsus imalathaneler kurmuşlardır. Bu ilk felsler önceleri, tıpkı Bizans sikkeleri tipinde, İmparator Heraklius I ve İmparator Konstantius II'nin ve sonradan halîfenin resimleri ile basılmıştır. Arkalarında kıymetini gösteren M işareti ve daha sonra, arapça yazılar giderek artmıştır. Bir kaç basamak üstüne dikilmiş bir haç şekli vardır [26]
İslâm âleminin en eski, ilk bakır sikkesi 638 m. tarihlerinde Şam'da basılmış olan bir fels'dir. Emevî Halîfesi Abdülmelik tarafından konulan ve 77/696 tarihinde tamamlanmış bulunan «Meskukât Nizâmnâmesi»nde fels'den söz edilmemiş, ancak bakır sikkeler için de arapça yazı kullanılmasının gereği belirtilmiştir. Yine İslâm Ansiklopedisinde verilen bilgiye göre felsler, Araplar tarafından mutlak kıymetli bir sikke gibi değil, ancak kesirleri tamamlamak için, bir ufaklık para olarak telakki edilmiştir. Fels basımı hükümdarlık hukukundan sayılmadiğı için, valiler ile mahallî yöneticiler bu konuda tamamiyle serbest bırakılmıştır. Bu yüzden fels'in kıymeti ile vezin ve tipi basıldığı şehre göre değişir, dînâr ve dirhem gibi hilâfet ülkesine dahil bütün beldelerde serbestçe tedavül etmezdi [27] Fels'in satın alma gücünde şehirler arasında bile değer farkı meydana geldiği için, Hanefîler bunda «fazlalık ribâsı (ribe'l-fadl)»nın cereyan etmeyeceği, ancak nesîe ribâsının [28] cereyan edebileceği görüşünü benimsemiştir. İmam Muhammed (ö. 189/ 805/'e göre tedavülde bulunan fels'lerde ribânın her çeşidi cereyan eder [29]
48 fels'in 1 gümüş dirheme eşit tutulacağını belirten bazı alâmetler varsa da, gümüş sikke ile bakır sikke arasında hiçbir vakit kanunî bir nisbet konulmadığı anlaşılmaktadır. İki maden arasındaki kıymet oranı dâima hâlin icaplarına ve halkın bunları alış verişlerinde kullanmalariyle oluşan satın alma gücüne göre tayin edilmiştir.
Mısır'ın fels'Ier için 1 krattan 30'a kadar hatta daha fazla ağırlıkta «cam vezinler» kullandığı ve bunların feîs basımında tatbik edildiği düşünülürse, hatıra gelebilecek her büyüklükte fels'ler basıldığı ortaya çıkar [30]
Bu duruma göre, çok çeşitli fels'lerin aynı şehirde veya beldeler arasında farklı satın alma güçlerine sahip
olması tabiîdir. Ağırlıkları aynı olsa bile, değişik şehir ve beldelerde farklı nominal bir değer kazanması sebebiyle; 1 felsin 2 felse denk hâle gelmesi mümkündür. Bu yüzden, Hanefîler 1 felsin 2 fels karşılığında satılabileceği görüşünü benimsemişlerdir. Ancak İmam Muhammed aksi görüştedir [31] Felslerin doğrudan doğruya semen sayılmayıp, hangi çeşidi para yerine kullanılacaksa, onu belirleme ile muayyen hâle geleceği esası standart olmamaları yüzündendir. [32]
Enflasyonun kaynaklarda daha çok «rahs : ucuzluk», «gala : pahalılık» anlamına gelen iki terimle ifade edildiğini yukarıda belirtmiştik. Paranın değeri problemi, temel kaynaklarda alım satım, sarf ve karz gibi konular içinde yer almıştır. Biz aşağıda, İslâm hukukçularının bu konudaki görüşleri ve uygulamadan verdikleri örnekler üzerinde duracağız. [33]
Ebu Hanîfe (ö. 150/767) 'ye göre fekleri ödünç (karz) olarak alan kimse, zimmetinde bunların mislini borçlanmış olur. Bu arada felsler tedavülden kalksa bile mislini ödemek yeterlidir. Geri verinceye kadar, felslerin satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi nazar-ı dikkate alınmaz. Başka bir deyimle enflasyon farkı ödemek gerekmez. Çünkü felslerin ödünç verilmesinin caiz olmasının sebebi, semenlik sıfatı itibariyle değil, misli olması yüzündendir. Ölçü veya tartı yahut standart olup da 24 sayı ile satılan bütün mislî mallarda ödünç (karz) ün caiz olmasının sebebi de budur [34]
1) Bir kimse dirhemin 1/6'sına (dânık) veya yarısına denk olan fekleri ödünç alsa, bu felslerin satın alma gücünde, dirheme (gümüş paraya) göre düşme (rahs) veya yükselme (gala) meydana gelse, bu kimseye sadece ödünç aldığının mislini vermek yeterli olur. İlave birşey vermesi gerekmez. Çünkü ödünç alanın borçlanması (dımânı), kabzla meydana gelir. Kredi (karz) yoluyle kabzedilen birşey, kıymetiyle değil, misliyle borçlanılmış olur.
2) Bir kimse diğerinden, dirhemin (gümüş paranın) 1/6'sı tutarında buğdayı ödünç olarak istese, diğeri; dirhemin 1/4'ü tutarında buğday verse, ödünç alanın kabz durumu esas alınarak, dirhemin 1/4'ü tutarındaki buğdayın mislini vermesi gerekir. Burada, dirhemin 1/6'sı tutarındaki buğdayla ilgili konuşmaya itibar edilmez.
3) Bir kimse, diğerine : «Bana, bir dînâr (altın para) tutarında olan on dirhem gümüşü ödünç ver», dese, diğeri on dirhem gümüşü ödünç verse, ödünç alana, kabzettiği on dirhemin sayısınca misli gerekli olur. Ödeme gününe kadar dirhemin satın alma gücündeki düşme veya yükselmelere itibar edilmez. İşte bütün ölçü veya tartı ile satılan mallarda hüküm böyledir. Ödünç (karz) akdî caiz şartlara bağlanamadiği gibi, onu fâsid şartlar da bâtıl kılmaz. Bunun bir sonucu olarak, ödünç alınan şey yerine, başka bir şeyi verme şartı geçersizdir. Ödünç alanın, kabzedilenin mislini vermesi yeterlidir [35]
Mislî olan her şeyin karz olarak verilmesi mümkündür. Bunlar üç kısma ayrılır:
a) Ölçü ile satılanlar (mekîlât) :
Belirli bir kapla ölçülerek alınıp satılan mallar bu bolüme girer. Buğday, arpa, mısır, gaz ve zeytinyağı böyledir.
b) Tartı ile satılanlar (mevzunât) :
Ağırlık ölçüleri ile alınıp satılan şeylerdir. Demir, bakır, çimento, tuz gibi maddeler bu kabildendir.
c) Sayı ile satılanlar (adediyyât-ı mütekâribe) : Biri diğeri île aynı büyüklükte olduğu başka bir deyimle standart bulunduğu için sayı ile alınıp satılan şeyler bu çeşide girer. Bunlar tek tek alındıklarında aralarında kıymet farkı bulunmaz.
Ölçü, tartı veya sayı ile satılmayan mallara «kıyemî mal» denir. Hayvan, halı ve gayrı menkuller böyledir. Bunların çarşı ve pazarda misli bulunmaz, bulunsa da fiyatça farklı olur.
Hanefilere göre, kıyemî olan malların ödünç (karz) verilmesi caiz görülmemiştir. Çünkü, bunların mislini geri vermek güçtür [36]
Bu hukukçulara göre, kendisi üzerinde selem akdi (para peşin mal veresiye) yapılması sahih olan şeylerin ödünç verilmesi de caizdir. Bu, mislî olabileceği gibi kıyemî mallardan da olabilir. Hayvan da bunlar arasındadır.
Delil, Hz. Peygamber (s;a.)'in uygulamasıdır. Ebu Râfi' şöyle rivayet etmiştir : «Resulullah (s.a.) iki yaşlaınrıdaki bir deveyi ödünç aldı» [37] Hayvanlar ne ölçü ve ne de tartı ile satılmayan mallardandır. Hanefîler, Ebu Râfi' hadîsinin mensûh olduğu ve kıyemî malların karz olarak verilemeyeceği görüşünü benimsemiştir.
Kendisinde selem akdi caiz olmayan mücevherat vb. şeylerin karz olarak verilmesi de caiz değildir. Çünkü karz, mislin geri verilmesini gerektirir. Benzer nitelikleri tesbit edilemeyen veya nadir olan şeylerin mislinin- geri verilmesi ise güç olur [38]
Hanefîlerin meşhur görüşüne göre, ödünç verenin yararlanması şart koşulan her karz akdi caiz değildir. Eğer yararlanma şart koşulmamışsa veya karz akitlerinde ödünç verenin yarar sağlaması örfleşmiş (müteâref) değilse bunda bir sakınca yoktur. Bu duruma göre, bir kimse ödünç aldığı parayı geri verirken, kendi arzusu ile biraz fazla verse, önceden şart koşulmadığı ve bu konuda örf hâline gelmiş bir alışkanlık da bulunmadığı için caiz olur. Hatta bu, borcunu en güzel şekilde ödeme sayılacağı için mendûb kabul edilmiştir. [39]
Ödünç verene, hediye vermenin hükmü de böyledir. Eğer hediye şart koşularak verilmişse tahrîmen mekruh olur [40]
Şafiî ve Hanbelîlere göre, menfaat celbeden karz caiz olmaz. Meselâ; bîr kimseye, evini kendisine satması şartiyle 1 milyon lira ödünç vermek gibi. Daha fazlasını geri almak üzere ödünç vermek de böyledir
Delilleri hadîstir.
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur :
«Hem ödünç (alıcıdan ödünç istemek), hem satış ve bir satış içinde iki şart helal değildir»[41].
Ashâb-ı kiramdan Ubey b. Kâ'b, İbn Mes'ûd ve İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre onlar:
«Menfaat celbeden her çeşit karzı yasak kabul etmişlerdir» [42] Çünkü karz akdi, dostluk ve Allah'a kulluk amacıyle, başka bir deyimle ekonomik bakımdan sıkıntıda bulunanlara yardımcı olmak ve karşılığını âhirette beklemek amaciyle yapılır. Onda bir menfaat şart koşulursa; karz akdi muteber olur, şart ise lağv olunur. Menfaat nakit para olsun, ayn olsun, az veya çok olsun müsavidir.
Ancak, önceden şart koşmaksızın ödünç para geri verilirken ilave yapılsa, veya bir teşekkür olarak evini ödünç verene satsa, bunda bîr sakınca bulunmaz.
Delil, Ebu Rafi1 (r.a.)'ın Hz. Peygamber (s.a.)'den naklettiği şu hadistir : Ebu Râfi' şöyle der :
«Resulullah, bir adamdan 2 yaşlarındaki bir deveyi ödünç olarak aldı. Sonra, bana zekât develerinden 2 yaşlarında bir deve seçerek alacaklıya vermemi emretti. Ben; develer arasında 6 yaşlarında, daha kıymetli deveden başkasını bulamıyorum, diye cevap verdim. Bunun üzerine Allah'ın elçisi şöyle buyurdu :
— Onu, ödünç aldığım kimseye ver. Şüphesiz sîzin en hayırlınız borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir [43]
Câbir b. Abdillâh'dan şöyle dediği nakledilmiştir: «Benim Resulullah (s.a.) de bir hakkım (alacağım) vardı. Bana bunu ziyâde ederek ödedi» [44]
Aslında, menfaat celbeden karz yasağı ez-Zeylâ'î'nin Nasbu'r-Râye'de tesbit ettiği gibi herhangi bir hadîse
dayanmaz. Bunu, şart koşulan veya örf hâline getirilen menfaatlerle ilgili olarak düşünmek mümkündür [45]
Mâlikîlere göre, başkasına ödünç verenin, ödünç verdiği kimseden herhangi bir şekilde yarar sağlaması caiz değildir. Ancak dostlar arasındaki normal ölçüde ikram ve hediyeleşmeler, borç münasebetleri olsa da zarar vermez.
Borcu ödeme sırasında verilen fazlalığa gelince, Mâlikîler bunu iki kısma ayırarak değerlendirmiştir ;
1) Borç, satım akdinden doğmuşsa; fazlalık mutlak olarak caizdir. Ödenen miktar, sıfat veya miktar bakımından daha fazla olsun, vadesinde, vadeden önce veya sonra olsun müsavidir.
2) Borç, karz akdinden doğmuşsa; fazlalık şart koşulmuş veya vaadedilmiş yahut âdet olmuşsa mutlak olarak caiz değildir. Şart koşulmamış, vaad ve âdet dahi yoksa fazlalık ittifakla caizdir.
Delil, Hz. Peygamber (s.a.)'in 2 yaşlarındaki deveyi ödünç alarak bunun yerine daha güzel bir deveyi vermesidir [46]
Bu, felslerin tedavülden kalkmasıyla meydana gelen durumdur. «Kesâd» terimiyle ifade edilir. Bunu, satım akdinde ve karzda olmak üzere iki kısımda değerlendireceğiz : [47]
Felsler, dirhem karşılığında satın alınsa, henüz bunlar kabzedilmeden tedavülden kalkmış bulunsa, akit bâtıl olur. Teslim alınan dirhemlerin de geri verilmesi gerekir.
Hanelilerin bu konuda dayandıkları temel düşünce şudur : Burada felsler satım akdine semenlik sıfatiyle girer. Tedavülde kaldıkları sürece bu böyledir. Tedavülden kalkınca semenlik sıfatlanrı yok olur. Ivazlardan birisi ortadan kalkınca da akit bâtıl olur. Felslerde semenlik sıfatı, eşya (mallar) da «mallık sıfatı» gibidir. Eğer kabzdan önce, mebi'in helak olması veya şıranın alkolleşmesi gibi sebeplerle, bîr şey mal olmaktan çıkarsa, akit fâsid olur. Bu da onun gibidir [48]
Ebu Hanîfe'ye göre, bir kimse 10 felsi ödünç olarak alsa, sonra bu felsler tedavülden kalksa, ödünç alan kimse mislini vermekle borçtan kurtulmuş olur. Çünkü o, zimmetinde kabzetmiş olduğu feîslerin mislini borçlanmıştır. Zaten ancak bunları teslime gücü yeter.
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, bu kimsenin felslerin gümüş karşılığı olan kıymetini ödemesi gerekir. Bu iki imam «istihsan» prensibine dayanır. Çünkü ödünç alan, kabzettiğinin mislini borçlanmış olur. Kabzolunan fülus olup, semendir. Tedavülden kalkınca, semenlik sıfatı da yok olur. Burada satım akdi deliline dayanılmış tır. Borçlandığı şeyin mislini vermekten âciz kalan kimse, onun kıymetini borçlanmış olur. Yine bunun gibi misliyâttan birşey ödünç alınsa, insanların ellerinde bunun misli kalmasa, kıymetiyle borçlanma olur [49]
Felsler dirhem karşılığında satıldıktan sonra henüz teslim edilmezden önce, satın alma gücünde düşme veya yükselme meydana gelse, satım akdi fâsid olmaz. İnsanların felslerle muamele yapmaya devam etmesi sebebiyle semenlik sıfatı yok olmaz. Satın alma gücündeki değişmeler yüzünden bedel yok olmuş sayılmaz. Ayıplı hale gelmiş de bulunmaz. Bu durumda alıcı, mevcut dirhemleri alır ve muhayyerlik hakkına da sahip olmaz. [50] Sadece, halkın felslere rağbetinin azalması sebebiyle, değişiklik doğmuş olur. Satım akdinde olduğu gibi sonradan meydana gelen bu değişikliğe itibar edilmez [51] İmam Ebu Yusuf'un ilk görüşü de böyledir [52]
Ebu Yusuf'un ikinci görüşüne göre, felslerin ve aynı hükme tâbi bulunan mağşuş paraların satın alma gücünde meydana gelebilecek değişmeler, borçların ödenmesinde dikkate alınır. Satın alma gücündeki düşme veya yükselme halinde; borç satım akdinden doğmuşsa akit tarihi, karz akdinden doğmuşsa kabz tarihi esas alınarak gümüş veya altın hesabiyle ödeme yapılır. Kendisiyle fetva verilen (müftâ bih olan) görüş budur [53] Bu duruma göre Ebu Yusuf'un ilk görüşünden rucû ettiği anlaşılmaktadır [54]
Ebu Yusuf'un değerleme tarihi için dayandığı delil şudur: Bir kimse, -misli olan bir malı telef etse, insanların elinde bu şeyin misli tükenmiş bulunsa, itlaf tarihindeki kıymeti üzerinden tazmin etmesi gerekir. İmam Muhammed değerleme için, bu malın insanların elinde bulunduğu son günü esas alır [55]
Ebu Yusuf'un, satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi konusundaki bu görüşü, yalnız fels veya mağşuş paralarla ilgili olmayıp, ölçü veya tartı ile satılan bütün mislî malları da kapsamına alır. Meselâ; ölçü veya tartı ile alınıp satılan bir malı, ödünç olarak alan kimse, daha sonra fiyatların düşmesi veya yükselmesi yüzünden kıymeti değişse, kabz günündeki kıymeti üzerinden ödeme yapması gerekir. Fetvaya esas olan da bu görüştür [56]
Bu duruma göre, Ebu Yusuf'un yalnız fels ve mağşuş paralarda enflasyon farkını kabul ettiği, diğer mislî malları da bu hükme tâbi tuttuğu anlaşılmaktadır. Ancak altın (dînâr) veya gümüş (dirhem) para ile yapılan satım veya karz muamelesinden doğan borçlarda, bu paraların satın alma güçlerinde düşme veya yükselmeler
meydana gelse bile, alacaklı fazla birşey talep edemez. Bu konuda icmâ (ittifak) vardır. Ebu öbelirtmiştir [57]
Ödünç alınan paranın değeri düşse veya yükselse yahut bu para tedavülden kalksa mislinin ödenmesi gerekir. Karz mübadelen" bir akit olmadığı için, ödünç alman şey misliyle borçlanılmış olur. Burada, misliyle ödeme, alacaklının hakkına daha yakındır. Para da mislî olduğuna göre, eğer mislini bulup ödemek mümkün olmaz veya satın alma gücünü tamamen kaybetmiş bulunursa, bu takdirde kıymetini ödemek gerekir [58] Şâfiîlerden, ödünç alındığı gündeki kıymetinin ödenmesi gerektiği görüşü rivayet edilmişse de bu nakil zayıftır [59] Başka bir deyimle Sâfi'îler enflasyon farkı konusunda Ebu Hanîfe ile aynı görüştedir. [60]
Hanbelîlerin, ölçü veya tartı ile alınıp satılan şeylerin ödünç verilmesi halinde sonradan meydana gelecek fiyat değişiklikleri konusunda iki görüşü vardır :
aa) Ödünç alan, bunların ödünç alma günündeki kıymetini öder. Çünkü fiyat değişmeleri sebebiyle bunların tam misli yoktur. Bu yüzden, ödünç alan kimse, itlaf ve gaspta olduğu gibi bunların kıymetini borçlanmış olur.
bb) Mislim geri vermesi gerekir. Çünkü, Hz. Peygamber bir adamdan 2 yaşlarında bir deveyi ödünç (karz) olarak almış ve bunun mislini geri vermiştir [61]
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, karz akdinde şart koşulacak vade geçerli değildir. Meselâ; 100.000 lirayı, 6 ay sonra geri almak üzere bir kimseye ödünç veren, ihtiyacı olduğu takdirde bunu daha önce de talep edebilir. Başka bir deyimle, karz akdi peşin olarak meydana gelmiş olur. Aynı cinsten olan iki şeyi peşin satmak anlamındadır. Nesîe ribâsını engellemek için, vadenin bağlayıcı olmadığı esası kabul edilmiştir. Karz akdi diğer bir yönüyle teberru niteliğindedir. Ödünç verenin, bedeli derhal isteme hakkı doğar. Çünkü bu, misîiyâtta mislini geri vermeyi gerektiren bir akit olduğu için, bedeli peşin olarak isteme hakkı doğar. Ancak ödünç veren, ödünç alana yardımcı olmak amaciyle, geri istemeyi geciktirir [62]
Karz muamelesinin borçlar arasında özel bir durumu vardır. Şöyle ki; her ödünç (karz), bir borç (deyn)tur.. Fakat her deyn bir karz değildir. Meselâ, bir kimseden 10.000 lira ödünç almak, bir karz olduğu gibi aynı zamanda bir borç (deyn)dir. Fakat, satılan veya kiraya verilen yahut da gasbedilen bir malın bedeli ise, borçlunun zimmetinde bir deyndir. Fakat karz değildir. Diğer borçlar için şart koşulacak vade muteber olup, vade tarihi gelmedikçe talep edilemez. Fakat karz hakkındaki vade muteber değildir. Ancak karzda vade vâdedilmiş olursa,.
buna uymak ahlâk bakımından mendûbdur. Hukuk bakımından süre bağlayıcı nitelikte sayılmamıştır [63]
İmam Mâlik'e göre, karz akdinde belirlenecek süre muteberdir. Delil, Hz. Peygamber (s.a.)'in şu hadisidir:
«Müslümanlar, belirledikleri şartlara uyarlar» [64]
Taraflar, karz akdini devam ettirme veya karşılıklı rıza ile akdi bozma (ikâle) yetkisine sahip olduklarına göre, vade belirleme yetkisine de sahip olurlar [65]
Faize tâbi bulunan malların, kendi cinsleriyle veya aralarında ortak faiz illeti olan başka cins bir malla veresiye olarak değiştirilmesidir. 1 gr altını veresiye olarak 2 gr altınla veya 1 gr altını veresiye 1 gr altınla yahut 1 ölçek buğdayı veresiye 2 ölçek arpa ile değiştirince nesîe (veresiye) ribâsı meydana gelir. Bunların mübadelesini peşin olarak yapmak gerekir.
Hz. Peygamber (s.a.) bir hadîsinde şöyle buyurur :
«Altın karşılığında altın, gümüş karşılığında gümüş, buğday karşılığında buğday, arpa karşılığında arpa, hurma karşılığında hurma ve tuz karşılığında tuz, misli misline ve birbirine eşit olarak peşin satılırlar. Bunların cinsleri farklı olursa dilediğiniz gibi peşin olarak satınız» [66]
Müslim, bu hadîsi Ebu Saîd isnadiyle nakletmiştir. Sonunda şu ilâve vardır:
«Her kim fazla verir veya fazla alırsa şüphesiz o ribâ yapmıştır. Bu konuda veren ve alan müsavidir» [67]
İlk hadisten, fazlalık olmasa bile, faize tâbi olan maddelerin veresiye mübadelesinde ribânın cereyan edeceği anlaşılmaktadır.
Karz da bîr yönüyle veresiye mübadele olduğuna göre, veresiye (nesîe) ribâsının cereyan etmeme sebebi nedir?. Meselâ; 10 gr altını 6 ay sonra misli olan 10 gr altın karşılığında mübadele etmekle, ödünç (karz) olarak vermek ve yine 6 ay sonra geri almak arasında ne fark vardır? İkisi arasında şu fark dikkati çekiyor: Karzda vade söz konusu olmaz, şart koşulsa bile uymak gerekmez. Ayrıca karz, bir ihtiyaca mebni istenir ve yardım amaciyle verilir. Vadeli mübadelede ise süre bağlayıcı olur ve böylece satın alma gücünde meydana gelebilecek değişiklikler tarafları etkiler. [68]
Altın ve gümüşten sürekli olarak para basma, hammadde temininde bazı güçlükler meydana getirince, basımı, korunması ve taşınması kolay olan kâğıt para uygulamasına geçilmiştir. Banknot ve kâğıt paranın niteliklerini anlamak için kısaca tarihçesinden söz edeceğiz.
İnsanlık âlemi çok eski çağlardan beri, madenî paralar olmadan da ekonomik hayatın yürüyebileceğini anlamıştır.
J. Dobretsberger [69] Mısır'da m.ö. 1600 yıllarında banknot tedavül ettiğini söyler [70] Bu ülkede devlet hazîne ve depolarının emânet kabul etmesi usûldendi. Halk, elindeki altın, mücevherat veya hububatı saklanmak üzere buralara tevdi eder ve kendilerine emânet bıraktıkları şeyin değerini belirten bir makbuz verilirdi. Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki malı dilediği zaman çekebilirdi. Ticaretle uğraşanlar bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı. Hatta bu belgeler Fenike ve Mezopotamya'da da tedavül ediyordu [71]'
Milâdın ilk yüzyılında Çin'de, daha sonra İtalya'da ve 16. yüzyılda Hollanda'da temsilî paralar çıkarılmıştır. Ancak banknotun yaygınlaşması 17. yüzyılda İngiltere ve İsveç'te cereyan eden uygulamalarla olmuştur. Bu ülkelerde, resmî darphaneler kendilerine bırakılan altın ve mücevheratı emânet olarak muhafaza ediyorlardı. Ancak, devlet, mâlî sıkıntılar yüzünden bu güveni kötüye kullanınca, sarraflar teşkilatlandılar ve halkın elindeki kıymetli eşyayıda saklamaya başladılar. İşte, sarrafların emânet bırakanlara verdiği «Goldsmith's notes» denilen makbuzlar, para yerine kullanılan ilk yazılı belgelerdir [72]
Daha sonraki yüzyıllarda bizzat devlet veya yetki verdiği müessese banknot çıkarma işini sürdürmüştür. Önceleri basılan paranın altın karşılığı tam olarak bulundurulurken, giderek karşılık oranlan azaltılmış, hatta
Avusturya, Danimarka ve Hindistan gibi bazı ülkeler yüzmilyonlar değerindeki bir altın stokunu merkez
bankalarında hareketsiz olarak tutmaktansa, ülke parasını, yabancı dövizlerden birisine bağlamayı uygun görmüşlerdir. Bu ülkelerin dış ödemelerinden büyük bir bölümü, sterlîng île cereyan ettiği için, paralarını sterlinge göre ayarlamak çıkarlarına uygun düşüyordu. Adı geçen ülkeler, döviz ihtiyacını teşkil eden nakdî sermayeyi Londra piyasasında işletmek ve ödemelerini bu şehirdeki keşîde edilen çek ve poliçelerle yapmak yolunu tuttular [73]
Kâğıt para basıp tedavüle çıkarmak, devlet masraflarım karşılamak üzere başvurulabilecek en kolay yoldur. Çünkü çok az tutan kâğıt, mürekkep ve işçilik harcamalarına karşılık devlet büyük bir ödeme gücü elde eder. Ancak bu durumda devlet, paranın kıymetine hâkim değildir. Kâğıt para basımı kötüye kullanılınca, piyasaya ihtiyacın üstünde para çıkar ve giderek paranın satın alma gücü düşer. Para miktar olarak çoğalınca halkın tüketim meyli artar. Mala olan talep çoğalır ve bunu fiyatların yükselmesi izler. Para konusunda devlet, miktardan kazandığını kıymet ve itibardan kaybeder. Osmanlılarda kâğıt para uygulamasına 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlanmıştır. Ancak bu, madenî paralarla birlikte tedavül etmek üzere kısmî kâğıt para uygulaması niteliğindedir.
Osmanlılarda ilk kâğıt para, 1840 m. tarihlerinde, Sultan Abdülmecid'in ikinci saltanat yılında «Kâime-i Mu'tebere-i Nakdiye» adı ile tedavüle çıkarılmıştır. Bu
paralar, karşılığı 8 yıl sonra ödeneceği taahhüt olunan, % 8 faizli birer tahvil niteliğinde idiler [74] Bu tahviller el yazısı ile yazılmış, ancak taklitlerinin çıkması üzerine tedavülden kaldırılarak, yerine matbûları çıkarılmıştır. Bundan sonra bir defa daha, % 6 faizli kaimeler (tahviller) çıkarıldıktan sonra, faizli kâime çıkarma işi terkedilerek, faizsiz kâğıt para uygulamasına geçilmiştir [75]
Diğer yandan İngiliz ve Fransız sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası'na 1863 tarihinden itibaren banknot çıkarma yetkisi verilmiştir. Banka, çıkardığı banknotlara önceleri % 50, sonra % 33 oranında altın karşılık bulundururken, 1895 yıllarında banknotları altınla ödeyememek durumuna düştü. 1914'te Birinci Dünya Harbi nedeniyle de bankanın altın tediyeleri tamamen tatil edilerek, çıkardığı banknotlar devlet tarafından cebrî tedavül rejimine tâbi tutuldu. Bu banknotlar, Cumhuriyet döneminde de uzun yıllar tedavülde kaldı. Yeni anlaşmalarla karşılık ödemesi geciktirildi. 1947'de hükümetin isteği üzerine, piyasada 2 - 3 lira arasında geçen banknotların geri kalanı, karşılıkları altınla ödenmek suretiyle tasfiye edilmiştir [76]
Altın veya gümüşten darbedilen paralar yüzyıllar boyunca alım satımlarda satış bedeli olarak kullanılmış, kâğıt para sistemlerine geçişte de uzun süre karşılık vazifesi görmüştür. Altın ve gümüş paranın semenlik niteliği öz varlığından gelir. Bunların külçe halinde, semen olarak kullanılması yaygın değildir [77]
Felsler ve Osmanlılarda mangır adı verilen bakır paralarla, mağşuş paralar, saf altın veya gümüşten basılan paralarla birlikte tedavülde bulunmuştur. Bunların birbirlerine göre satın alma gücü ve değeri, maden değeri yanında, piyasaya sürülen miktara ve halkın rağbet derecesine göre zaman içinde oluşmuş, ekonomik şartlara göre değişiklikler arzetmiştir. Başka bir deyimle fels, mangır ve mağşuş paraların değerinin düşmesi veya yükselmesi altın veya gümüş paraya göre olmuştur. Çoğu zaman, altın ve gümüşe göre fazla değişiklik göstermeyen eşya fiyatları, halkın fels, mangır veya mağşuş paraya rağbet etmemesi yüzünden, sadece bu paralara göre değişiklik arzetmiştir.- Fels ve mağşuş paralarda enflâsyon farkını caiz gören Ebu Yusuf'un görüşünü değerlendirirken bu noktayı da dikkate almak gerekir.
Felslerin maden değerleri, genellikle tedavüldeki değerlerinin altındadır. Altın ve gümüş paralar gibi mutlak değere sahip değildirler. İlk Bizans felsleri yaklaşık 30 gr dolaylarında iken müslümanlarm Suriye'yi fethi sırasında bu ağırlık 6 grama kadar düşmüştür. Arapların daha sonra Suriye ve Mısır yörelerinde bastığı felslerin de vezin tipi ve değeri, bölgeden bölgeye, hatta şehirden şehire farklılık göstermiştir [78]
Osmanlı hükümeti, 1633 m. yıllarında İran seferi için Mısır valisi Mirahur Ahmet Pasa'dan asker ve savaş malzemesi istemiş; Mısır hazînesinin ekonomik sıkıntı içinde bulunduğu ' bildirilince, İstanbul'dan Mısır'a 12.000 kantar bakır gönderilmiştir. Buna karşılık Mısır'dan 300.000 altın talep edilmiştir. Mısır'da, bu bakırların bir bölümünden «fels» basılmış, ancak mevsimin çok sıcak olması ve bazı darphâne işçilerinin bu yüzden ölümü üzerine fels basımından vazgeçilerek, bakır saçlar küçük parçalara ayrılmış ve bunlar halka zorla satılmıştır [79]
Sultan II. Süleyman devrinde 1687 yıllarında Osmanlı hazinesinin sıkıntıya düşmesi nedeniyle, ikisi bir akçeye geçmek üzere 1,7 gr ağırlığında hâlis bakırdan mangır kesilmişti. Bu mangırlar halk tarafından benimsenince, değerleri yükseltilmiş ve 1 mangır = 1 akçe üzerinden işlem görmesi emredilmiştir [80]
Mağşuş sikkeler de maden değerinin üzerinde nominal (itibarî) bir değere sahip olmuşlardır. 8 Nisan 1380 yılında «Meskûkât-ı Osmaniye Hakkında» çıkarılan bir kararnamede bu değer farkı açıkça görülür :
Madde 6 — «Hükümete mağşuş sikke olarak borçlu olanlar, borçlarım hep mağşuş sikkelerle ödemek isterlerse % 5'i itibarî değeri ile, kalan % 95'i hakîkî değeriyle kabul olunacaktır».
Madde 7 — «Mağşuş sikkelerin hakîkî değeri, itibarî değerinin yarısıdır» [81]
İbraz edildiklerinde, altın karşılığı taahhüt olunan banknotlarla, karşılık gösterilen altın arasında değer farkı meydana gelmiştir. Bu durum, fels ve mağşuş paralarla altın ve gümüş paralar arasında meydana gelen satın alma gücü farkı ile aynı niteliktedir. Aşağıda vereceğimiz Osmanlı İmparatorluğu'na ait uygulama örnekleri bunu göstermektedir:
1) Sultan Abdülmecid devrinde altına göre kâime değer kaybetmeye başladı. 1857'de yüz'lük altın 160 kuruşa çıkmıştı. Kaimenin değeri düştükçe, altının fiyatı yükseldi. Bu durumun muamelâtı ters yönde etkilemesi üzerine kaimenin kaldırılmasına karar verildi [82]
2) Sultan Abdülaziz devrinde, iki buçuk milyon keselik kâime basılıp piyasaya sürülünce, 100 kuruşluk Mecidiye altınının değeri 1861 tarihlerinde 350 kuruşa kadar yükseldi. 1862'de kaimeler tedavülden kaldırılınca, altının fiyatı yeniden 100 kuruşa indi [83]
3) Sultan II. Abdülhamid'in ilk saltanat yılında 600.000 keselik (bir kese 500 kuruş demektir) kâime basıldı. 1878'de, bir Osmanlı altın lirasının değeri 350 kuruşa çıktı [84]
4) 1880 tarihli bir fermanla, kaimenin tamamının tedavülden kaldırılarak, pek az kısmının halkın elinde kaldığı, 1880 yılı mallarından saf altınla ödenmesi kararlaştırılanlar dışındaki gelirlerin beşte biri karşılığında, 1 lira için 400'lük kâime alınmasının emredildiği anlaşılmaktadır [85]
1879 tarihlî bir kararnamede, borçlar kâime île ödenirken, 450 kuruşluk kâime yerine bir yüz'lük altın (1 altın lira) veya borçlan ödeme gününde, bir altın kaç kâime ederse o kadar kâime ödenmesi emrolunmustur [86]
5) Sultan Mehmet Reşat (1909-1918) devrinde de çok miktarda kâğıt para çıkarıldı. Bu arada Osmanlı Bankasi'nın çıkardığı banknotlar da cebrî tedavül rejimine tâbi tutuldu. İlk çıkarılan kaimeler altınla hemen hemen başa baş giderken 1917 yılında 74 milyonluk kâğıt para çıkarılması üzerine, altının fiyatı 550 kuruşa kadar yükseldi. Mütârekeden sonra altının değeri 450 kuruşa düştü [87]
Merkez bankalarında stok edilen altın karşılığı olarak basılan kâğıt paraların gerektiğinde altına çevrilebime imkânı vardı. Karşılığının bulunması, bu paraların halk tarafından tutulmasına neden oluyordu. Ancak halk giderek kâğıt paralara o kadar alışmıştı ki, artık karşılığını hatırına bile getirmez oldu. Bazı ülkeler, kâğıt paranın karşılığı olan altın stokunu piyasaya sürünce veya banknot çıkaran bankayı, banknotun karşılığını ödemekten muaf tutunca, kâğıt paraya olan güven sarsılmamış ve eskisi gibi tedavülü devam etmiştir. Artık kâğıt para, devletlerin kanun gücü ile desteklediği ve alışkanlıkla tedavül eden bir para haline gelmiştir. Kâğıt para, gücünü devletten almaktadır. Devlet bu paraların taklit edilmemesi için gerekli tedbirleri alır.
İmam Muhammed'e göre, kendisiyle eşyaya değer biçilebilen herşey paradır. Böylece paranın sadece altın, gümüş veya diğer madenlerden olması gerekmez [88] felsler, mangır ve mağşuş paralar da birer mübadele aracı olarak kullanılmıştır. Kâğıt para, önceki yüzyıllarda para fonksiyonu olan mübadele vâsıtalarının yerine geçen, devletin desteklediği ve halkın muamelelerde kullanmasiyle- tedavülünü örfleştirdiği bir para çeşidi olmuştur.
Ömer Nasuhi Bilmen kâğıt paralar için şöyle der : «Kâime ve evrâk-i nakdiye denilen kâğıt paralar ve bankaların istenilen zaman nakde tahvil edilen ve bedeli alınabilen banknotları nükûd hükmündedir. Çünkü bunların altın ve gümüş gibi tedavülü müteâreftir (örfleşmiştir). Bunların karşılıkları hakîkî veya itibarî olarak mevcut bulunmaktadır. Bunlar hazır bir mal demektir ve âmmenin (toplumun) servetini teşkil etmektedir. Bunlardan kâfi miktara mâlik olanlar, fakir değil zengin sayılmaktadır. Bunlar mücerred birer alacak senedi mesabesinde değildir. Bunların vâsitasiyle filhâl istifade kabildir. Bunlar birer nakit, birer mübadele vasıtası olarak kabul edilmişlerdir. Velhâsıl, bunlar, şâir nükûd gibi istenildiği zaman sarf ve mübadele edilebilmekte ve birer kıymeti hâiz olup ona göre muamele yapılmaktadır» [89]
Bu duruma göre, altın ve gümüş paralar dışında, nominal (itibarî) bir değerle tedavül eden fels, mangır ve
mağşuş paralara kıyas ederek, kâğıt parayı da semen (satış bedeli) saymak gerekir. Bu paraların semen oluşu örfe dayandığına göre, kâğıt paralar da «örf delili» ile semen olmuş bulunur.
Müslümanların, İslâm'ın prensiplerine aykırı düşmeyen örf ve âdetlerinin bir hüccet olduğu hadîs-i şeriflerle sabittir :
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur :
«Müslümanların güzel gördüğü şeyler, Allah katında da güzeldir» [90]
«Müslümanların çirkin gördüğü şeyler, Allah katında da çirkindir» [91]
«İslâm'da Para, Kredi ve Enflasyon» konusundaki bü inceleme ve araştırmalarımızla ulaştığımız sonuçları şöylece ifade edebiliriz: .
1) İslâm'da para, altın veya gümüşten olabileceği gibi, diğer madenlerden, hakîkî veya itibarî karşılığı bulunan kâğıtlardan da basılabilir. Altın ve gümüş gerçek değeriyle, diğer tüm paralar nominal değeriyle tedavül ederler.
2) İslâm'ın çıkışından, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar bütün İslâm ülkelerinde genellikle birden fazla para. çeşidi, birlikte tedavülde bulunmuştur. Bu paraların satın alma güçleri, genellikle birbirlerine göre belirlenmiştir.
3) Ebu Hanîfe, İmam Şafiî, bir görüşünde Ahmed b. Hanbel ve ilk görüşünde İmam Mâlik'in dahil olduğu İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, paranın değerinin düşmesi veya yükselmesi, borçların ödenmesinde dikkate alınmaz. Bu hukukçulara göre, ölçü, tartı veya standart olup da sayı ile alınıp satılan şeyler (misliyât),. zimmette borç olunca misilleriyle borçlanılmış olur. Borçlanma tarihi ile ödeme tarihi arasındaki değer değişiklikleri dikkate alınmaksızın, mislini ödemekle borç ortadan kalkar.
4) Hammaddesinin tamamı veya yarıdan fazlası altın veya gümüş olan paralarla yapılacak ödemelerde, borçlanma tarihi ile ödeme tarihi arasındaki değer değişikliklerinin dikkate alınamayacağı konusunda icmâ' (ittifak) vardır. Bu görüşe Ebu Yusuf da dahildir. İbn Âbidîn bu noktayı özellikle belirtmiştir. Bunlardan hangi para üzerine akit yapılmışsa, sadece onu vermekle borç düşer. Borçlanma ile ödeme tarihi arasındaki değer
değişikliklerine bakılmaz. Satıcı veya alıcı için muhay'yerlik hakkı da bulunmaz [92]
5) Ebu Yusuf, altın ve gümüş para dışındaki madenî paralar için enflasyon farkını kabul etmiştir. Bu görüş bütün mislî malları da kapsamına alır. Bu görüşü,, örnekler üzerinde düşünürsek, şöylece ifade edebiliriz :
Ebu Yusuf, yukarıda da belirttiğimiz gibi altın veya gümüş para borçlarında enflasyon farkını kabul etmez. Onun görüşü, fels, mangır ve mağşuş para gibi altın ve gümüş cinsînden olmayan paralar için geçerlidir. Bunlar maden değeri dışında nominal bir değerle tedavül eden paralardır. Kâğıt para da bu kabildendir.
Ancak şunu hemen belirtelim ki, İmam Ebu Yusuf devrinde felsler, altın ve gümüş paralarla birlikte tedavüldedir. Bunların mutlak değerleri, standart vezinleri yoktur. Aynı ülke sınırları içinde bile şehirden şehire değişebilen, nominal değerleri vardır. İnsanların rağbet edip etmemesine göre, değişiklik gösteren satın alma gücü karşısında, Ebu Yusuf bunları sağlam bir paraya bağlamak ihtiyacını duymuş olabilir. Çünkü, tedavülden kalkması veya satın alma gücünde değişiklik olması halinde felsin kıymeti, satım akdinde akit tarihi, karzda teslim tarihindeki altın veya gümüş kıymeti üzerinden hesaplanmıştır [93] bir enflasyon farkından çok, aynı anda tedavülde bulunan iki para arasında «kur ayarlaması» olarak düşünülebilir. Meselâ :
Bir kimse diğerinden 100 dirhem (gümüş) karşılığı olan 1000 fels veya 100 dînâr (altın) karşılığı olan 200 kâime ödünç olarak alsa, bir yıl sonra fels, dirhem karşısında, kâime de dînâr karşısında % 100 değer kaybetse, Ebu Yusuf'a göre 1000 fels yerine 2000 fels, 200 kâime yerine de 400 kâime ödemek gerekecektir. Fakat bu kimse, ödünç olarak 100 dirhem veya 1 dînâr (altın) lirayı almış bulunsaydı, bunları ilave yapmaksızın ödemesi gerekecekti.
Aynı esası kâğıt paralar için düşünürsek; temelde, kâğıt paralar Osmanlı devrindeki kaimelerle aynı niteliktedir. Ancak kaimeler, belirli altın lira karşılık alınarak basılır ve satın alma gücü o altın liraya göre her zaman tesbit edilebilirdi. Meselâ, 1 yüzlük altın lira = 1 kâime olmak üzere para basılmışsa, 1 yıl sonra, 1 yüzlük altın = 5 kâime olunca, kâime altına göre % 500 değer kaybetmiş demektir. Borçların kâime ile ödenmesinde, zaman zaman altına göre yapılan ayarlamaların da,. aynı anda tedavülde bulunan iki para arasındaki «kur ayarlaması» olarak düşünmek mümkündür [94]
Bugünkü kâğıt paralara gelince; tedavülde bir çeşit para vardır. Basımında altın, gümüş veya başka bir para, ya da ekonomik değer karşılık gösterilmez. Eşya fiyatlarında meydana gelen değişiklikler dışında, paranın değerini ölçmeye yarayan herhangi bir kriter mevcut değüdir. Yabancı ülkelerin paralarına göre yapılan kur ayarlamaları, yerli paranın sadece o paralar karşısındaki değerini belirtir. Döviz işlemleri bu paraların nominal değeri üzerinden yapılır. Mücerret, eşya fiyatlarındaki değişiklikleri ölçü alarak, bunu borçların ödenmesinde esas kabul etmek taraflar arasında anlaşmazlıklara yol açar. İslâm'da akitlerde açıklık ve belirlilik esastır. Karz akdinde, ödünç alan sonunda ne ödeyeceğini bilmezse, satım akdinde veresiye mal alan, vade tarihinde ne kadar borç ödeyeceğini önceden bilmezse, bu bilinmezlikler akdi fesada götürür. Karz bir teberru olmaktan çıkar, sanki para hemen mala bağlanmış gibi, riske girmeksizin, ödünç veren için açıktan kazanç yolu olur. Satım akdinde ise, satılan mal belli olduğu için, borcu ödeme tarihindeki kıymeti istenir hale gelir. Aylara günlere göre, enflasyon oranını, belirlemek zan ve tahmine dayanır. Zan ve tahmin üzerine hüküm bina edilemez.
Ödünç para veren kimse, eğer faiz almayı düşünmüyorsa paranın değer kaybını düşünmez. Karza vadedilen manevî ecir bu düşünceye engel olur. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.)'den çeşitli hadîsler nakledilmiştir. Ezcümle:
Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir :
«Allah Resulü şöyle buyurdu :
Miraç gecesi bana cennet kapısında şöyle bir yazı gösterildi. Sadaka için 10 kat, karz için ise 18 kat ecir vardır. Dedim ki: Ya Cibril; karz niçin sadakadan daha faziletlidir? Şöyle dedi: Şüphesiz dilenci parası varken de ister. Fakat ödünç isteyen, gerçek ihtiyacı sebebiyle ister.» [95]
«Bir kimse sıkıntıda olanın sıkıntısını giderirse, Allah da dünya ve âhirette onun sıkıntısını giderir. Kul 7 kardeşine yardımcı oldukça Allah da ona yardımcı olur.» [96]
Ödüncü gerçek ihtiyacı için alan, eğer geri ödemede güçlük çekiyorsa, kendisine mühlet tanınması, hatta mümkünse, ödemeden muaf tutulması teşvik edilmişken; onu daha büyük sıkıntılara düşürecek ilâvelerde bulunmak uygun düşmez.
Ancak ister karz akdinde, isterse satım akdinde olsun; borcunu, vade tarihinde geri istendiği halde kötü niyetle ödemeyen, alacaklısını, icra kapılarında büyük sıkıntılara düşüren borçluları bu kolaylıklardan yararlandırmak da alacaklıya karşı haksızlık olur. Karz akdinde geri isteme tarihinden, satım akdinde ve diğer borçlarda vade tarihînden sonrası için adalet ve nısfet kurallarına göre bîr tazminat düşünmek uygun olur. Zaten akitlerde taraflar kendi yükümlülüklerini ifa ederken çıkacak masrafları ve külfetleri üzerlerine almış olurlar.
6) İslâm'da karz akdi, kısa vadeli ve küçük kredileri temin etmek için yeterli olabilir. Uzun vadeli ve büyük krediler için «kâr ortaklığı» esası getirilmiştir. Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, ortaklarını gerçek mal varlığına hissedar yapar ve gerçek kârı anlaşma esaslarına göre onlarla paylaşmaya razı olursa, kredi problemine çözüm yolu bulmak kolaylaşabilir. Uzun vadeli büyük kredileri, ancak kâr ortaklığı içinde sağlamak mümkündür. İnan ve Müdârabe şirketleri bu amaca yöneliktir. Kısaca bu iki şirket üzerinde duracağız : [97]
Bu şirket bu günkü Anonim Şirketlerin benzeridir. Ancak ortakların haklarını koruyucu nitelikteki bazı ana prensipler dikkati çekmektedir [98] Şöyle ki: 100 kişi l'er milyon lira sermaye çıkararak bir şirket oluştursalar, sermaye mala dönüşünce, her ortağın, tüm şirket mal varlığı üzerinde % 1 nisbetinde hakkı olur. Kâr, aralarındaki anlaşmaya göre paylaşılır. Zarara da her ortak % 1 oranında katlanır. Yıl sonlarında kâr kısmen dağıtılır veya hiç dağıtılmazsa, ortaklar bundan etkilenmez. Dağıtılmayan kâr şirketin mal varlığına yansıyacağı için hisse büyümüş olur. Hareketli bir ticâretten sonra, diyelim beşinci yılın sonunda, hisselerin para olarak belirlenmesi gerekse, bütün borçlar ve amortisman bedelleri düşüldükten sonra şirketin müsbet mal varlığı yeni fiyatlar üzerinden değerlendirilince 2 milyar olsa, her ortağın hissesi 1 milyondan 20 milyona çıkmış olur. İlk kuruluşta, üzerinde 1 milyon yazan hisse senedine 20 milyon yazmak gerekecektir. Böyle bir şirket % 51 hisse sahiplerince yönetiliyorsa, yeni değerlemeye göre 1 milyar 20 milyon tutarındaki 51 hisseyi almadıkça, başkası şirketi ele geçiremeyecektir.
Anonim şirketlerde ise bazan çeyrek asır geçtiği halde hiç değiştirilmemiş hisse senetleri vardır. Şirketin ilk kuruluştaki sermayesi 100 milyon olsa, 10 yıl sonra enflasyonlar sebebiyle gerçek mal varlığı yeni değerlemede 3 milyar liraya çıkmış olabilir. Bu şirket 100 ortaklı olsa, mal varlığı üzerindeki hak 30'ar milyon iken, sandıktaki hisse senedinde 1 milyon yazması, belki nominal deger olarak iki katına satılmış olması bir çelişkidir. Gerçek değeri 30 milyon dolaylarında olan bir hisse senedi 28 milyon eksiğine satılırken, iki katı bir fiyatla satıldığını söylemek ekonomik gerçeklere uygun düşmez. Şirketlerin mal varlığını yeni bir değerlemeye tâbi tutarak, bunu hisse senetlerine yansıtmak hakkaniyete uygun düşer. Bu; şirketlerin canlanmasına ve yeni kredi bulmalarına büyük ölçüde yardımcı olur. [99]
Bir veya daha fazla ortak sermayeyi, diğer ortak da çalışmasını ortaya koyarak şirket kurabilir. Buna müdârabe şirketi denir [100]
Elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan birçok kimseler bunu işletmek, ticarî bir işte kullanmak ister. Fakat bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticâret işine yatkın birçok kimseler de, sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte birbirine muhtaç olan bu iki unsuru müdârabe şirketi bir araya getirir ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Toplumda muattal kalan sermayeler ve iş imkânı bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur. Bu çeşit ortaklık tamamen güvene dayanır. İşi yürütmeyi üzerine alan ortak güvene lâyık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş adamları meydana gelebilir.
Kârın paylaşılması anlaşmaya göre olur. İşi yürütenin kastı olmaksızın meydana gelecek zarar, önce kârdan, bu yetmezse ana paradan karşılanır. İşi yürüten ortağın kastı olmadıkça, zararlardan şahsî sorumluluğu yoktur.
Kısa veya uzun vadeli krediye ihtiyacı olan iş adamı, kârdan fedakârlık ederek, müdârabe yoluyle kredi sağlayabilir. Müdârabe için alman kredinin hesabı ayrı tutulur ve süre de belirlenmiş olursa, alınan kredi ve buna isabet eden kâr süre sonunda iade edilir.
7) Şartlı kredileri ortaklık içinde değerlendirmek mümkündür. Kredinin hangi projede kullanılacağı belirlenmekle kurulacak tesis ortak mülk olur. Meselâ; iki kişi mesken yapmak üzere anlaşsalar, birisi arsayı ve su basmanına kadar olan kısmı sağlasa, diğeri de proje üzerinden belirli olan maliyet hesaplarına göre, geri kalan kısım için gerekli olan krediyi verse, mesken aralarında sermaye oranlarına göre ortak olur. Krediyi veren, kendi hissesini kâr ekleyerek, diğer ortağa peşin veya taksitle satabilir.
Devletin fertlerle ortak işler yapması, yatırımlar için şartlı veya şartsız krediler vermesi mümkündür.
Hz. Ömer (r.a.)'in oğullarının uygulaması bu konuda dikkati çeken bir örnektir. Uygulama şöyle olmuştur:
Hz. Ömer'in iki oğlu Abdullah ve Ubeydullah, Irak ordusuna katılmışlardı. Dönüş için paralan yoktu. O bölgede görevli zekât memuru olan Ebu Musa el-Eş'arî'ye başvurdular. Ebu Musa onları iyi karşıladı. Toplanan zekât hazinesini göstererek bunları Halife Ömer'e göndermek istediğini söyledi ve şunu ilâve etti:
— Bunları size kredi olarak vereyim. Buradan mal satın alarak Medine'ye varınca satarsınız. Ana parayı Mü'minlerin Emîrine verirsiniz, kâr da aranızda ortak olur. Ebu Musa krediyi teslim edip Hz. Ömer'e yazdı.
Abdullah ve Ubeydullah Irak'tan aldıkları mallan Medine'de sattılar ve kâr sağladılar. Yalnız ana parayı Ömer'e getirince. Halife şöyle dedi:
— Ebu Musa bütün orduya, sizin gibi kredi dağıttı mı? Hayır, cevabını alınca da;
— Ana parayı ve elde ettiğiniz kârı beytü'l-mâle teslim ediniz, dedi. Ubeydullah şöyle dedi:
— Mal yolda helak olsaydı tazmin edecektik. Bu arada diğer bir şahabı söz alarak şöyle dedi:
— Ey Ömer, bu sermayeyi kredi olarak kabul etseniz, yani bunu mudarabe şirketi olarak değerlendirseniz. Böylece, ana paranın tümü ve kârın yarısı beytü'l-mâle, kârın diğer yarısı da Hz. Ömer'in iki oğluna verilecekti. Ömer (r.a.) buna razı oldu ve hüküm uygulandı [101]
Bu olay, Devletin fertlere kâr ve zarar ortaklığı içinde kredi sağlamasının mümkün olduğunu göstermektedir. Böyle bir kredi yatırıma harcanınca, tarafların hakkı yatırım üzerinde devam edeceği için, anapara enflasyona karşı korunmuş olur. Bu durum, kredilerde enflasyon farkının meydana gelmesine de engel olur. [102]
Ribâ sözcüğü; mastar olup, sözlükte; artmak, çoğalmak, yükselmek, şişmek, gelişmek ve yetişmek anlamlarına gelir [103]Sözcüğün kökeninde «mutlak çoğalma» anlamı vardır. Bir terim olarak ise, mübâdeleli akitlerde taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan karşılıksız fazlalık, anlamına gelir. Cins ve mikdarı bir olan iki şey yekdiğeriyle mübadele edildiğinde bir taraf için kabul edilen malın fazlasına faiz denir [104]
Bir kimse, karşılığını daha sonra almak üzere yüz bin lirayı karz (ödünç) olarak verse, karşı taraf bunu sarfetse, bir süre sonra, yüz bin lirayı alacaklısına ödese, ödeme tarihi itibariyle, iki tane yüz bin liranın mübadele edildiği bir sarf akdi meydana gelmiş olur. Bunlar cins ve miktarda eşit olduğu için faiz söz konusu olmaz. Fakat borçlu, yüz bin lira yerine, önceden şart koşularak yüz yirmi bin lira ödese, yirmi bin lira açıktan bedelsiz verilmiş bir fazlalık olur. İşte İslâm'ın zuhurundan önce böyle bir muamelede borcun aslına, burada yüz bin liraya «re'sü'1-mâl = anapara», fazlalık olan yirmi bin liraya ise «ribâ» adı verilirdi [105]
Ribâ sözcüğü yerine türkçede daha çok «faiz» terimi kullanılır. Faiz; taşan, taşkın, dolu, ödünç verilen para için alman kâr gibi anlamlara gelir [106]
Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1358/1939), ribâ ile faizin ayni anlama geldiğini belirtirken şöyle der : «Ribâ; aslı lügatte, ziyâdelenmek, fazlalanmak anlamına mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın adı olmuştur... Câhiliyye devrinde asıl borca «re'sü'1-mâl» , ziyadesine ise «ribâ» adı verilirdi. Cihanın bugünkü faiz muameleleri nitelik bakımından câhiliyye devrinin bu âdetinden başka bir şey değildir. Zaman zaman faiz mikdarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muamelenin niteliğini değiştirmez. İşte Arap örfünde ribâ tam anlamıyla zamanımızdaki nükudun (nakit paraların) faizi veya neması tabir olunan fazlasıdır. Karz (ödünç para) dan başka borçlar (duyûn)da tatbiki dahi böyledir. Şüphe yok ki lügatte bunun en uygun ismi ribâ, ziyade, artık olması gerekir. Buna faiz veya nema tabirinin kullanılması «Alım- atım ancak ribâ gibidir»[107] âyetinin delaletiyle, alım-satım ve ticarete benzetilerek yalan bir kullanmadır» [108]
Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının değişmesi, hükmünün değişmesini gerektirmez. Böylece, ribânın hükümleri aynı hukukî özellikleri taşıyan faize de uygulanır. Bu, icâre akdine, kira akdi demek gibidir ki, her ikisi de aynı anlama gelen sözlerdir. [109]
Modern ekonomide faiz şu şekilde belirlenmiştir : Para kârı, ödünç verilen paraya karşılık zamana bağlı olarak alınan nisbî ücret, bir sermayenin belli bir nisbet veya faiz fiyatı karşılığında belli bir süre için kiralanmasından elde edilen kâr, nema, kiralanan paranın kira bedeli, faizin tarifleri arasındadır [110]
Faiz basit ve mürekkep (bileşik) olmak üzere iki kısma ayrılır.
1) Basit faiz: Biriken faiz eklenmeksizin, anaparaya her yıl için faiz tahakkuk ettirilmesidir. Meselâ; yüz bin liranın, 0/0 20'den üç yıllık basit faizi altmış bin lira eder.
2)Bileşik faiz : Anaparaya her yıl için tahakkuk eden faiz miktarını da ekleyerek, yeniden faiz hesabı yapılmasıyle bileşik faiz söz konusu olur. Meselâ; yukarıdaki örnekte, yüz bin lira, % 20 faizle, yıl sonunda 120 bin lira olur. İkinci yıl 120 bin lira % 20 faizle 144 bin iraya yükselir. Üçüncü yılda 144 bin lira % 20 faizle 172.800 liraya ulaşır. Burada, iki çeşit faiz hesabı arasında 12.800 lira fark meydana gelir.
Taraflar faiz oranlarını serbestçe kararlaştırmışlarsa buna «iradî faiz», faiz miktarı kanun tarafından belirlenmiş olursa buna da «kanunî faiz» denir [111]
İslâmiyet toplumla ilgili sosyal ve ekonomik problemleri çö'zerken. tedrîc prensibine uymuştur. Çünkü, toplumun benimsediği ve normal alışkanlık olarak kabul ettiği davranışları bir anda değiştirmek güçtür. Bu yüzden içkinin yasaklanışında olduğu gibi faiz yasağında da önce kötülük ve zararlarına, âhiretteki azabına dikkat çekilerek, daha sonra yasaklama yoluna gidilmiştir.
Faizcilik, Arapların özellikle yüksek tabakalarının yararlandıkları önemli bir kazanç yolu idi. Bunu bir hamlede kaldırmak uygun değildi. Bu yüzden faizin kesin yasaklanışı İslâm'ın son inen âyetleri ile olmuştur. Ancak henüz yasaklanmamakla birlikte faizin kınanması ve geçmiş milletlerden tefecilik yapanların uğradığı felâketlerin açıklanması, İslâm'ın ilk yıllarından itibaren vuku bulmuştur.
İslâm'ın faiz yasağında görülen tedrici aşağıdaki şekilde ifade edebiliriz: [112]
Ebu Hureyre (r.a.) 'den, Hz. Peygamber (s.a.) 'in şöyle dediği nakledilmiştir:
«Miraç gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim. Onların karınlarında dışarıdan görünen yılanlar vardı. Bunlar kimdir ey Cebrail, diye sorduğumda, 'bunlar faiz yiyenlerdir' cevabını verdi» [113] Hadisin râvileri arasında bulunan Ali b.-Zeyd hakkında bazı tenkitler yapılmışsa da, Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) ve başkalarının naklettiği miras hadislerinde de ribâdan söz edilmesi, yukarıdaki hadisi desteklemektedir [114] Miraç olayı 621 m. yıllarında Mekke'de vuku bulduğuna göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır. [115]
Faizle ilgili olarak nazil olan ilk âyette şöyle buyurulur :
«İnsanların mallarında artış olsun diye faiz cinsinden verdiğiniz şey (nakit para, mal, sadaka v.b.) Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise, işte sevaplarını kat kat arttıranlar onu verenlerdir» [116]
Bu âyet, Mekke'de nazil olmuştur. Âyette ribâyı yasaklayan bir hüküm bulunmamakla birlikte, ribânın sevap bir amel olmadığına ve onda Allah'ın buğzunun varlığına işaret edilmiştir. [117]
«Yahudilerden taşan bir zulüm, onların insanlardan bir çoğunu Allah yolundan alıkoymaları, (Tevrat'ta)
yasaklanmasına rağmen ribâ almaları, halkın mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle biz, evvelce kendileri için helal kılman temiz ve güzel şeyleri üzerlerine haram kıldık.» [118]
Bu âyet Medine'de nazil olmuştur. Burada mü'minler dolaylı yoldan ribâya karşı uyarılmıştır. Çünkü Yahudilerin yasaklanmasına rağmen faiz yemeleri kötülenmiştir. Ancak âyette açık bir ribâ yasağı da yer almamış, dikkat çekilmekle yetinilmiştir.
Tevrat'ta faiz yasağı yer almış [119] ancak bu yasağın yalnız Yahudiler arasında geçerli olduğu, Yahudilerin Yahudi olmayanlarla faizli muamele yapabileceği belirtilmiştir [120]
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
«Ey iman edenler, ribâyı Öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin» [121]
Bu âyet de Medine'de nazil olmuştur. Burada ribâ açık bir şekilde yasaklanmakla birlikte, bu yasaklama küllî değil cüz'î nitelikte olmuştur. Çünkü yasak hükmü «fahiş ribâ» adı verilen «mürekkep faiz»i ifade eder ki, her yıl için eklenen faize de faiz tahakkuk ettirmek suretiyle, anaparanın katlarını bulan faiz çeşidini kapsar.
Bu âyetten, nisbeti düşük olan ribânın meşru olduğu anlamı çıkmaz. Şöyle ki;
1) Âyetteki «kat kat arttırılmış olarak» ifadesi, bir kayıt veya şart olmayıp, cahiliyye devrinde uygulanan fahiş ribâ olayına dikkati çekmek için kullanılmıştır.
2) Ribânın azının da çoğunun da meşru olmadığı konusunda bilginlerin icmaı meydana gelmiştir. Çünkü bir şeyin azı, çoğunu davet eder. İslâm «seddü'z-zerâyi'» prensibine göre «kötülüğe giden yolu kapamak» için, bir şeyi bütün (küllî) olarak yasaklar.
3) Aşağıda vereceğimiz, kesin ribâ yasağı bildiren ve son olarak vârid olan âyet ve hadisler de ribânın bütün halinde yasaklandığını göstermektedir [122]
Kur'an-ı Kerim azı ve çoğu hakkında bir ayırım yapmaksızın ribâyı şu âyetlerle mutlak olarak yasaklamıştır :
«Allah alış - verişi helal ve faizi ise haram kılmıştır» [123]
«Kim de haram olan bu ribâyı helal diye yemeye dönerse, işte onlar cehennemliktir, o ateşte ebedî olarak kalacaklardır» [124]
«Ey iman edenler Allah'tan korkun ve (cahiliyete işlediğiniz) faiz hesabından arta kalanı bırakın (almayın), eğer gerçek mü'minler iseniz. Yok eğer bu faizi terketmezseniz bilin ki, Allah'a ve Peygamberine karşı bir harbe girmiş olursunuz. Eğer ribâdan tevbe ederseniz, ana-
paranız sizindir. Böylece ne zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olmazsınız.» [125]
Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, İslâm cahiliyye devrinden kalma sosyal ve ekonomik problemlerin çözümünde tedrice uymuştur. Ribâ her ne kadar İslâm'ın ilk yıllarında hemen yasaklanmamış ise de o, insanların hoşlanmadığı ve semavî dinlerin reddettiği bir muamele olarak biliniyordu. Cahiliyye Arapları faizle iş yapmalarına rağmen, yine de faizcileri hor bir bakışla süzüyorlardı. Meselâ onlar, faizcilikle kazanılmış parayı, Kabe onarımında kullanmayı reddetmişlerdi [126]
Ribâ yasağı, cahiliyye devrinde uygulanan faizi kaldırmayı amaçladığına göre, önce o dönemdeki ribâ nedir?. Halk arasında, faiz yasağına neden olan muameleler nelerden ibarettir?. Aşağıda bu noktalan belirlemeye çalışacağız. [127]
Ribâ konusundaki son hükümler, Hz. Peygamber (s.a.)'in son yıllarında ve Mekke'nin fethi sıralarında nâzil olmuştur. Hatta genel uygulama ve ilan, Veda haccı sırasında vukubulmuştur [128]
Müfessirlerin çoğuna göre, ribâ âyetleri, Taif'te oturan Beni Sakîf kabilesinin faiz problemiyle ilgili olarak inmiştir. Bu kabilenin Hz. Peygamber'le yaptığı «Taîf Anlaşması»nda faiz alacak verecekleri lağvedilmişti. Beni Sekîf ten Amr b. Umeyr Oğullan denilen Mes'ud, Abdu Yâleyl, Habîb ve Rabîa adlarındaki dört kardeş Taif'in fethi sırasında İslâm'a girmiş, faiz alacaklarının vadesi yaklaşınca Mekke'deki Mahzûm Oğulları'na elçi göndererek Muğîre Oğullarında bulunan faizlerini talep etmişlerdi. Muğîre Oğulları faiz borçlarını ödemek istemeyince, aralarında düşmanlık doğdu. Durum, Mekke valisi Attâb b. Esîd (o. 13/634) tarafından Hz. Peygamber (s.a.) 'e yazıldı. Bu soru üzerine ribâ âyetleri indi ve Hz. Peygamber, Attâb'a âyeti yazdı. Ayrıca, hükme razı olurlarsa ne âlâ, aksi halde onlara harp ilan etmesini bildirdi.-Bunun üzerine Sekîf kabilesi faiz istemekten vazgeçti [129]
İsmail b. Abdirrahman es-Süddî (ö. 127/745)'den nakledildiğine göre, ribâ âyeti, cahiliyye devrinde ortak iş yapan Abbas b. Abdilmuttalip (ö. 32/652) ile Muğîre Oğullarından bir şahıs hakkında nazil olmuştur. Bu ikisi Amr Oğullan ile Sakîf kabilesinden birçok kişiye faizle borç para veriyorlardı. İslâm gelince bunların faizde büyük servetleri vardı. Kendilerine yalnız anaparalarını alabilecekleri bildirilmiş ve faiz hükmü makable teşmil edilmemiştir [130]
Âyetlerde şöyle buyurulur :
«... Siz gerçek müminler iseniz faizden (henüz alınmamış olup da) kalanı bırakın (almayın)» [131]
«Eğer (tefeciliğe, murabahacılığa) tevbe ederseniz anaparalarınız yine sizindir» [132]
Hz. Peygamber (s.a.) de Veda.hacci sırasında Mekke'de faiz yasağı uygulamasına şu ifadelerle başlamıştır:
«Dikkat ediniz, cahiliyye devrinden kalma faizin hepsi kaldırılmıştır. Kaldırdığım faizin ilki, amcam Abbas bl Abdilmuttalib'in faizidir [133]
Mekke ve Taif'in fethi 8. hicri yılda, Veda haca ise 10. hicri yılda vukubulmuştur. Ribâ yasağı da bu tarihlerde gelmiş ve Hz. Peygamber (s.a.) bundan sonra 81 gün daha yaşamıştır. Ancak bu süre içinde artık helal veya haram hüküm bildiren bir âyet inmemiştir. Ribâ hükümlerinin Hz. Peygamber'in vefatına yakın bir zamanda nazil olması, gerek açıklama ve gerekse uygulama bakımından gerekli zamanın kalmadığını gösterir. Bu yüzden cahiliyye devri Araplannm ribâ sözcüğünden ne anladıklarını belirlemek önem arzeder. [134]
İslâm'ın zuhurundan önce, Arap ileri gelenlerinin en önemli kazanç yolu faizcilikti. Hicaz yöresinde, Kureyş büyüklerinin herbiri birer bankerdi. Bunların kendilerine göre ödünç verme yöntemleri vardı. Kimi zaman vadesinde ödenemeyen borç yeni anlaşmalarla eklenen faizler yüzünden bir kaç katına yükselirdi. Kureyş tefecilerinin eline düşen ihtiyaç sahiplerinin kurtulması çok güçtü. Faiz ekleriyle ödenemeyecek bir noktaya gelen borçlar yüzünden düşmanlıklar ve anlaşmazlıklar doğardı. Cahiliyye devri,, rîbânın yol açtığı savaşlarla doludur [135]
Arapların cahiliyette uyguladıkları ribâ, hep vadeye bağlı ödünç verme suretiyle tahakkuk ettirilen fazlalık
şeklinde olup, buna «gerçek ribâ» denir. Ribâ âyetlerinin nüzul sebebi de, bu çeşit borçlarda eklenen faizdir. Diğer ribâ çeşidi ise «mülhak ribâ» adını alır ki, hadiste [136]zikredilen altı madde hakkındaki ribâdır [137]
Ribâ âyetleri nazil olduğu sırada, altın veya gümüşü ödünç vermede uygulanan faiz, cahiliyye arapları tarafından biliniyordu. Hatta zenginlerin çoğunun yediği içtiği ribâ kazancına dayanıyordu. Biri diğerine belli bir vade için altın veya gümüş ödünç verir ve karşılıklı rıza ile vadeye uygun bir ilaveyi şart koşardı. Herhangi bir borcun vadesi gelince, borçlu ödeme yapamadığı takdirde, alacaklısına «borcunu ödeyemiyeceğim, vadeyi uzat ve faiz miktarını arttır» derdi. Böylece vade yenilendikçe, faiz miktarı da artar ve sonunda ana paranın bir kaç katını bulurdu.
Cahiliyye devrinde borç (deyn)un aslına anapara (re'sü'1-mâl), ziyadeye de «ribâ» adı verilirdi. Vadeye göre ne miktar basit veya bileşik faiz ekleneceğini taraflar karşılıklı rıza ile tesbît ederlerdi [138]
Ebu Bekr el-Cassâs (ö. 370/980) cahiliyye devrindeki ribâyı şöyle açıklar : İslâm ribânın kapsamını genişletmiştir. Usame b. Zeyd hadisinde «Ribâ ancak vadeli satışta söz konusu olur [139] buyurulması bunu gösterir. Hz. Ömer (ö. 23/643) ribânm açıklığa kavuşturulmayan birçok çeşitlerinin bulunduğunu, hayvanlar üzerinde selem akdi yapmanın bunlardan birisi olduğunu belirttikten sonra şunu ilâve eder; «Ribâ âyeti, Kur'an-ı Kerim'in son inen âyetlerindendir. Nebî (s.a.) onu bize açıklamadan vefat etmiştir. Bu nedenle ribâdan ve ribâ şüphesi bulunan şeylerden kaçınınız». Bununla, ribânın cahiliyye devrinde vazolunduğu mâna yanında, ayrıca İslâmî bir kapsam kazandığı anlaşılmaktadır. Çünkü ribânin hükmü yalnız sözlük anlamına dayansaydı, bu Hz. Ömer'e gizli kalmazdı. O, Arap dilini iyi bilen bir kimseydi. Bu duruma göre Araplar, altının altınla, gümüşün gümüşle vadeli satışım ribâ olarak kabul etmiyorlardı. Halbuki bu İslâm'da ribâdır» [140]
İbn Rüşd el-Hafîd (Ö.52O/1I26), cahiliyye ribâsı adını verdiği, İslâm'ın çıkışından önce cereyan eden ribâyı şöyle belirler : «Cahiliyye ribâsı, üzerinde ittifak edilen ribâ çeşidi olup yasaklanmıştır. Onlar fazlasını almak üzere ödünç veriyorlar ve vâde tanıyorlardı. Bu işlem şöyle oluyordu; borçlu alacaklıya, 'bana vâde tanı, ben de sana olan borcumu arttırayım' diyordu. İşte Hz. Peygamber'in Veda Haccındaki sözlerinde kasdettiği bu ribâdır [141]
İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922) tefsirinde cahiliyye ribâsı hakkında şunları söyler : Cahiliyye arapları şöyle diyordu; Allah'ın kullarına helal kıldığı alım-satım (bey') ribâ gibidir. Ödeme tarihi gelen borçlu, alacaklısına, «bana va'deyi arttır,, ben de borcumu arttırayım» der, bunu yaparlarsa kendilerine, işte helal olmayan ribâ budur, denilince de şöyle cevap verirlerdi: Bizim için, malı (mebîi) ilk defa satarken satış bedelini arttırmakla, bu malın veresiye satılması hâlinde, vadesinde ödenmeyen borcu, yeni bir vade tanıyarak arttırmak arasında hiçbir fark yoktur [142]
Bu yanılma onların «Alım - satım da ancak ribâ gibidir» demelerinden ileri gelir [143] Halbuki, Allah bu iki muameleyi birbirinden ayırarak «Allah alış - verişi helal ribâyı ise haram kılmıştır» [144] buyurmuştur.
Âyetlerle ilga edilen faiz borçlan, ödünç verilen nakit paraya, vade sebebiyle yapılan ziyadelerden ibarettir.
İslâm'dan önce Hicaz yöresinde faizle iş görenler, ticaret kervanlariyle zenginlik ve servetleriyle tanınan kimselerdi. Bunların alıp verdikleri krediler tüketim kredileri olmayıp, üretimle ilgili borçlardı. Kâr elde etmek için sayıları bîn ilâ üç bin arasında olan deve kervanlariyle ticaret yapıyorlardı. Bunun için borç alıp veriyorlardı. Onların para ihtiyaçları çoktu. Paranın getirdiği kârdan çoğunu, ödünç verene faiz olarak veriyor ve bu da sermayeyi zayıflatıyordu [145]
Mücmel; anlamında birkaç hâl ve hükmü kapsamına alan, ancak bir açıklayıcı ile anlaşılabilen kapalı ifade demektir. Kur'an-ı Kerim'de teklifi hükümlerle ilgili ifadelerin çoğu mücmeldir. Namaz, oruç, hac bunlar arasında sayılabilir.
İslâmî bir terim olarak ribâ da, sözlükte kendisi için konulmadığı birçok anlamlarda kullanılır. «Ribâ ancak vadeli alış-verişte söz konusu olur»[146] hadisi de bunu gösterir. Çünkü cahiliyye devrinde, altını altınla, gümüşü gümüşle vadeli satmak ribâ olarak bilinmiyordu. Halbuki bu İslâm'da ribâdir.
Ribâ sözcüğünün âyet ve hadislerde tam olarak açıklanmadığını bazı sahabe ileri gelenleri de belirtmişlerdir.
Hz. Ömer'in şöyle dediği nakledilmiştir: «Resulullah (s.a.) üç şeyi açıklasaydı, bence dünyadan ve dünyadakilerden daha değerli olurdu. Bunlar: Kelâle, faiz e devlet başkanlığı (halifelik) dır» [147]
İbn Ömer, Hz. Ömer'in şöyle dediğini nakleder : «Yeminle söylüyorum ki, bilmiyoruz, belki sîze uygun gelmeyen şeyleri emrediyor, sizin için uygun olan şeyleri de size yasaklıyoruz. Gerçek şu ki, Kur'an'ın en son inen âyeti ribâ âyetidir. Allah Resulü de bize ribâ âyetini açıklamadan vefat etmiştir. Bu yüzden şüpheli şeyleri bırakın, şüpheli olmayan şeyleri yapın» [148]
İbn Hazm (Ö. 456/1063) bu haberi eleştirir ve şöyle der : «Hakkında bu kadar cezalar vadedilen ribâyı, nasıl olur da Hz. Muhammed (s.a.) beyan etmez. Belki Hz. Ömer' e açıklamamış olabilir. Ama başkalarına açıklamıştır. Nitekim Abdurrazzâk (Ö. 211/826)'ın naklettiği bir haberde Hz. Ömer; biz ribâ korkusuyle helal şeylerin onda dokuzunu terkettik, demiştir» [149]
İslâm'ın yasakladığı ribâ iki kısma ayrılır. Nesîe ri-bâsı ve fazlalık ribâsı.
A) Nesîe ribâsı: Cahiliye devrinde bilinen ve uygulanan ribâ çeşidi budur. Bu, satım akdinden veya karz vermekten doğan bir borç için vade durumuna gö're eklenen ribâdir. Borç vadesinde ödenmeyince yeni anlaşmalarla ribâ ilâve edilir.
Kur'an-ı Kerim'de bu çeşit ribâya işaret edilerek, yasak hükmü getirilir :
Ey iman edenler gerçek mü'minler iseniz Allah'dan. korkun, faizden henüz alınmamış olup da kalanı bırakın (almayın). 'İşte böyle yapmazsanız. Allah'a ve Peygamberine karşı harbe girmiş olduğunuzu bilin. Eğer tefeciliğe tevbe ederseniz, anaparanız yine sizindir [150]
Bu âyette zikredilen ribânın «nesîe ribâsı» olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, vade sebebiyle eklenen fazlalık ve anapara ancak bu çeşit ribâda söz konusu olmaktadır.
Diğer yandan Hz. Peygamber (s.a.)'in Veda hutbesinde sözünü ettiği, amcası Abbas b. Abdilmuttalib'in ribâsı da vadeli alacağa tahakkuk ettirilen nesîe ribâsıdır [151]
B) Fazlalık ribâsı: Bu hadis-i şeriflerde yer alan ribâ çeşidi olup bir şeyi misli karşılığında, iki ivazdan birisini diğerinin üzerine ziyadeyle satmaktır. Meselâ; bir ölçek buğdayı, iki ölçek buğdayla peşin veya vadeli olarak trampa etmek gibi. Fazlalık ribâsı hadislerle açıklanan ribâ çeşididir. Bu konuda, fazlalık ribâsının cereyan ettiği altı maddeden söz eden hadisler dikkat çekicidir.
Ubâde b. es-Sâmit'ten Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle dediği nakledilmiştir :
«Altın mukabilinde altın, gümüş karşılığında gümüş, buğday karşılığında buğday, arpa mukabilinde arpa, hurma karşılığında hurma ve tuz karşılığında tuz, misli misline, birbirine eşit olarak ve peşin satılırlar. Ama bu maddeler farklı olursa peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız» [152]
Bu hadisin Tirmizî'deki rivayetinde şu ilave vardır : «Her kim fazla verir veya alırsa, şüphesiz ribâ yapmıştır» [153]
İslâm âlimleri hadiste sayılan altı sınıf maddenin «örnek kabilinden» mi, yoksa «hüküm yalnız bunlara ait olmak üzere (hasr)» mi zikredildiği konusunda görüş ayrılığına düştüler. Başka bir deyimle onlar, ribânın illeti veya genel prensibi hakkında ihtilaf ettiler. [154]
İslâm hukukçularının çoğunluğu altı maddeyi «örnek kabilinden» saymış, ancak kapsamı belirlemede değişik ölçüler ortaya koymuştur.
Hanefîler, cins ve miktar birliğini esas almıştır. Ölçü veya tartı ile alınıp satılan tüm mallarda cins birliği olursa «fazlalık» ve «vade», cins ayrılığı olursa yalnız «vade» faiz olur. Hanbelîler de prensipte Hanefîler gibi düşünür.
Şâfiîler, altı maddeden ilk ikisinin, yani altın ve gümüşün «para», diğer dört tanesinin «yiyecek maddesi» olduğuna bakarak,, «yiyecek ve satış bedeli (para)» kabilinden olan şeylerde faizin cereyan edeceği görüşünü benimsediler.
Mâlikîlere göre, altın ve gümüş dışında, ihtikâra elverişli olan yiyecek maddelerinde faiz cereyan eder.
Bu duruma göre, faizin tahakkuku için cins birliği mezhep imamlarınca gerekli görülmüş, vade konusunda ise cins birliği şartı aranmamıştır [155]
Zahirî mezhebi, faizin yalnız hadiste zikredilen altı maddede cereyan edeceği görüşünü benimserler. Onlar hadisin açık anlamını esas alarak, bu altı maddeye «ribevî mallar» adını verirler. Buna göre, belli cinsteki zeytin,. pirinç, demir, çimento ve benzeri ölçü veya tartı ile satılan mallar trampa edilirken' fazlalık ve vade caiz olur [156]
Altının altınla değişimi eşit ağırlıkta ve peşin olarak yapılır. Bunu günümüz altın alım satımında düşünmek güçtür. Ancak Peygamber (s.a.) devrinde dinar adı verilen altın para ile diğer altın çeşitlerinin satımında ribâyı anlamak daha kolay olur. Meselâ; 10 gram ağırlığındaki bir bileziği, 5 dinara satın alsak, bir dinar yaklaşık 4 gram olduğuna göre, 20 gram altınla, 10 gram bilezik şeklindeki altını değişmiş oluruz. Böyle bir piyasadaki dinarlar, zinet eşyasının çok kıymetlenmesi nedeniyle zinete dönüşür. Bunun aksine 20 gr. ağırlığındaki bir bileziği, 2,5 dinara satın alsak, yine gerçekte bu bileziği 10 gr. altınla değişmiş oluruz kî, böyle bir piyasadaki altın zinet eşyaları dinara dönüşür. Para ve zinetteki darphane ve işçilik masraflarını ayrıca değerlendirmek gerekir.
Hz. Peygamber devrinde konu ile ilgili şu uygulama dikkati çeker : Hayber'in fethinden sonra Allah Rasulüne ganimet olarak satılmak üzere boncuk ve altın dizili bir gerdanlık getirildi. Peygamber (s.a.) gerdanlıktaki altınların çıkarılmasını emretti. Onlar çıkarıldıktan sonra; «Altın altına karşılık tartı iledir»[157] buyurdu. Çünkü gerdanlığın parası, altın para olan «dinar» cinsinden ödenecekti.
Fudâle b. Ubeyd diyor ki, Hayber günü boncuk ve altından oluşan bir gerdanlığı 12 dinara satın aldım. Altınlarını ayırdım. 12 dinardan fazla olduğunu gördüm. Durumu Allah Rasulüne anlattım, buyurdu ki;
«Altınlar ayrılmadan satın alınmaz» [158] Burada satıcının aldandığı anlaşılıyor. Çünkü altınlar ayrılarak tartılsa, bunların 12 dinardan daha ağır oldukları görülecek ve gerdanlığa daha fazla fiyat isteyecekti. [159]
Gümüşün para birimi dirhemdir. Bir dirhem yaklaşık 3,2 gram gümüş ihtiva eder. Gümüşten yapılan zinet eşyası ve benzerlerinin gümüş para karşılığında satimi halinde de, altın konusunda arzettiğimiz sakıncalar ortaya çıkar.
Ebu'l-Eş'as, Ubâde b. es-Sâmit (r.a.)'ın altı madde ile ilgili hadisini şöyle nakleder : «Bir gazaya çıkmıştık. Ordunun başında Muâviye (Ö. 60/679) vardı. Birçok ganimetler aldık. Ganimetler arasında gümüş bir kap da vardı. Muâviye, bu kabın halkın bağışları arasında satılmasını emretti. Halk bu alış - verişe koşuştular. Derken Ubâde b. es-Sâmit ayağa kalkarak şöyle dedi:
— Ben Resulüllah'i, altını altınla gümüşü, gümüşle, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla, hurmayı hurmayla, tuzu tuzla misli misline ve peşin olarak satmayı emrederken duydum. Her kim fazla verir veya alırsa şüphesiz ribâ yapmıştır.
Bunun üzerine halk aldıklarını geri verdiler. Durumu öğrenen Muâviye ayağa kalktı ve şöyle dedi :
— Dikkat edin, bazı kimselere ne oluyor kî, Hz. Peygamber'den bazı hadisler rivayet ediyorlar. Biz de onu görüyor ve sohbetinde bulunuyorduk. Ama bunları kendisinden işitmedik. Bunun üzerine Ubâde ayağa kalkarak hadisi tekrarladı ve şöyle dedi: Muâviye hoşlanmasa da biz Allah Rasulünden işittiklerimizi mutlaka söyleyeceğiz» [160]
Bu uygulamaya göre, gümüş bir kap, gümüş para olan dirhem karşılığı satılmak istenince, ağırlık farkının faiz olduğu ortaya çıkmaktadır.
Altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübadele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının istenmesi, paranın maden değerinin üstünde veya altında nominal bir değer kazanmasını engellemiştir. Yani para ile, kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş zinet eşyaları arasında bir fiyat farkının oluşmasını, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslâm'ın faiz yasağının engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz. [161]
Altın ve gümüş biri diğeriyle peşin olmak şartıyle. istenildiği gibi mübadele edilebilir. Cinsler değişik olduğu için, bunların birbirine göre değerini ölçmek daha kolay olur ve aldanmalar en aza iner.
Hz. Ömer, Ubâde b. es-Sâmit'in naklettiği altı madde hadisini zikrettikten sonra şunu ilave etmiştir: «Bu maddelerin birbiriyle mübadelesinde, alıcı senden eve girip çıkıncaya kadar mühlet istese bile verme. Çünkü sizin adınıza «nemâ»dan yani «ribâ»dan korkuyoruz» [162]
Mâlik b. Evs şöyle demiştir: Yüz dinar altın parayı, gümüş para olan dirhemle değiştirmek istemiştim. Talha b. Ubeydillah beni çağırdı. Pazarlık edip anlaştık. Benden dinarları aldı ve çevirmeye başladı. Sonra, hazinedarım ormandan gelince hallederiz, dedi. Hz. Ömer de yaptığımız bu muameleyi izliyordu. Bana hitaben :
«Vallahi dirhemleri alıncaya kadar Talha'nin yanından ayrılma. Çünkü Resulullah şöyle buyurdu...»[163] dedi ve altı madde hadisini nakletti.
Bu konuda Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir uygulama da dikkat çekicidir:
Ebu Kılâbe (ö. 104/722) der ki: Halk gümüş karşılığında veresiye altın satın alıyorlardı. Yanlarına Hi-
şanı b. Âmir geldi ve onları bundan menederek şöyle dedi : «Resulullah (s,a.) gümüşe mukabil altını veresiye satış yapmaktan bizi menetti ve bize bunun ribâ olduğunu haber verdi» [164]
Bilâl (r.a.), Hz. Peygamber'e ikram etmek için iyi cins hurma getirdi. Allah'ın elçisi bu hurmayı nereden aldığını sorunca, Bilal şöyle dedi:
«Bizde âdi bir hurma vardı. Nebi (s.a.) 'e yedirmek için, ben onun iki ölçeğini bu iyi hurmanın bir ölçeğine sattım».
Bunun üzerine Allah'ın elçisi şöyle buyurdu: «Eyvah, eyvah; ribânın ta kendisi, ribânın ta kendisi. Bunu böyle yapma. Fakat hurma satın almak istersen, kendi hurmanı başka bir satım akdi ile sat. Onun satış bedeli ile istediğin hurmayı satın al» [165]
Diğer yandan Hz. Peygamber'e, kuru hurmanın yaş hurma karşılığında satın alınmasının hükmü sorulduğunda,.yaş hurmanın kuruyunca azalıp azalmayacağını sormuş, «azalır» cevabını alınca da, böyle bir mübadeleyi yasaklamıştır [166]
Bu örneklerden anlaşıldığına göre, aynı cins mallar trampa edilecekse, eşit olarak mübadele edilmeli, eğer kalite farkı gibi nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna razı değillerse, mübadele edilecek malların kıymeti para ile takdir edilerek değişim yoluna gidilmelidir.
Böylece faiz yasağının amacının, tarafların aldanmasını önlemek ve haksız kazanca engel olmak noktasında
toplandığı anlaşılmaktadır. [167]
Bu konuda İbn Abbas (r.a.)'tan iki görüş nakledilir :
1) Ribâyı yalnız nesîede mümkün görmesi:
İbn Abbas önceleri ribâ cereyan eden mallar birbiriyle peşin olarak mübadele edildiğinde faizin cereyan etmeyeceği görüşünü savunuyordu. Ona göre, değişik cinsten mallar fazlalıkla mübadele edildiği gibi, aynı cins mallar da peşin'olarak fazlalıkla değişilebilir. Meselâ, 100 gr. altını, 120 gr. altınla peşin olarak değişmek mümkün olduğu gibi, 100 gr. buğday da 150 kg. buğdayla mübadele edilebilir.
İbn Abbas'ın dayandığı deliller şunlardır: Hz. Peygamber (s.a.) hadislerde şöyle buyurmuştur:
«Ribâ ancak veresiyede câri olur» [168] Ribâ veresiye dışında câri olmaz» [169] Peşin satışlarda ribâ cereyan etmez» [170] Ayni nitelikte başka bir hadis, Bera b. Âzib (ö. 72/ 691) ve Zeyd b. Erkanı (ö. 66/689)'dan şöyle.nakledilir :
Ebu'l-Minhâl şöyle demiştir: Benim bir ortağım bir gümüşü hac mevsimine kadar veresiye sattı. Sonra da gelip bana haber verdi. Ben, «Bu caiz olmayan bir muameledir» dedim. O, «Ama ben bunu pazarda sattım da,,
kimse bana caiz olmayacağını söylemedi» dedi. Ben, hemen gidip Bera b. Azib'den meseleyi sordum. Şu cevabı verdi: «Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde biz bu alış - verişi yapıyorduk. Bunun üzerine şöyle buyurdular :
«Peşin olarak satılan şeyde bir sakınca yoktur. Fakat veresiye satılan ribâdır» [171]
İbn Abbas'ın daha sonra rivayeti tevatür derecesine ulaşan [172] altı madde hadisi karşısında, yukarıdaki görüşünden rucû ettiği nakledilmiştir.
Tirmizî (ö. 279/892), Sünen'inde, İbn Abbas'ın önceleri yalnız nesîe ribâsını kabul ettiğini, yani altını altınla, gümüşü gümüşle peşin satışlarda fazlalığın ribâ olmadığı, ribânın ancak veresiye satışlarda cereyan edeceği görüşünde olduğunu, ancak daha sonra Ebu Said el-Hudrî (ö. 64/683)'nin Resulullah (s.a.)'den naklettiği altı madde hadisi [173] karşısında bu görüşünden vazgeçğini ifade eder [174]
Ebu'l-Cevzâ (r.a.) şöyle demiştir : İbn Abbas'a dokuz yıl hizmet ettim. Bir gün ona bir adam gelip bir dirhemi iki dirhem (gümüş) ile satmanın hükmünü sordu. Bunun üzerine İbn Abbas bağırarak; «Bu adam benden kendisine faiz yedirmemi istiyor» dedi. Çevresinde bulunanlar «Biz senin fetvan ile böyle muamelelerde bulunuyorduk» dediler. O zaman İbn Abbas şunu söyledi :
«Evet, Ebu Said ve İbn Ömer, Resulullah (s.a.) 'in bunu menettiğini bana haber verinceye kadar ben böyle fetva veriyordum. Artık ben de sizi bundan menediyorum» [175]
es-Serahsi de (ö. 490/1097) İbn Abbas'ın ilk görüşünden rucû ettiğini belirtir [176]
Sehl b. Ebi Hasme'den şöyle dediği nakledilmiştir : -«Resulullah (s.a.) taze hurmayı kuru hurma karşılığında satmaktan menetmiş ve 'bu ribâdir, bu müzâbenedir' buyurmuştur. Yalnız ariyye'ye yani bir iki ağaç hurmanın yemişini kuru hurma karşılığında satmaya ruhsat vermiştir. Onu bir hane halkı kuru hurma ile takdir ederek taze taze yerlerdi» [177]_
Müzâbene; ağacın üzerindeki miktarı belli olmayan meyveyi, miktarı belli kuru veya olgun meyve ile mübadele etmek, anlamına gelir. Bunda taraflardan birisinin aldanma riski bulunduğu için yasaklanmış, ancak ticari amaçla olmaksızın sadece aile fertlerinin yemesine yönelik az miktardaki mübadeleye izin verilmiştir.
Sad b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir : «Resulullah (s.a.) 'a kuru hurmanın yaş hurma karşılığında satın alınması sorulduğunda çevresinde bulunanlara, 'yaş hurma kuruyunca azalır mı ?' diye sormuş, 'evet' «cvabını alınca da, böyle yapmayı yasaklamıştır» [178]
Ebu Bürde'den, şöyle demiştir: Medine'ye geldiğimde Abdullah b. Selâm'la karşılaştım. Bana dedi ki: «Gelip içeri girmez misin?. Sana kavut ve hurma ikram edeyim». Sonra şöyle devam etti: «Sen ribânın yaygın olduğu beldede bulunuyorsun. Birisinde alacağın varsa, o adam sana bîr yük saman veya arpa, ya da yonca hediye etse sakın kabul etme. Çünkü bu hediye faiz olur» [179]
Ebu Umame Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir :
«Bir kimse, müslüman kardeşine, başka birisinin nezdinde şefaatte bulunarak yardımcı olsa, o da ona bir hediye verse, öbürü bu hediyeyi kabul etse, faiz kapılarından büyük birisinden içeriye girmiş olur» [180]
Şu hadis-i şerif bu konudaki genel prensibi belirler :
«Bir menfaat sağlamaya yönelik borç vermelerin tümü faizdir» [181]
Ancak bu son hadis gerek râvîleri ve gerekse anlamı bakımından tenkid edilmiştir [182] Hanefîler bunu, ödünç verme sırasında yararlanmayı şart koşma veya yararlanma konusunda örfün bulunması şeklinde değerlendirmiştir [183]
İllet, kıyasın rüknünü yani dayandığı temeli teşkil eder. Faiz cereyan eden maddeleri bilmek için, ortak ni-
teîiği belirlemek, başka bir deyimle illeti teşfcît etmek gereklidir. İslâm hukukçuları faizin illetini belirlemek için çalışmışlar/ ancak farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Özellikle faizin altı madde dışında nelere ve hangi ölçülere göre uygulanacağı konusu illetle ilgilidir. [184]
Hanefîlere göre, faizin illeti cins ve miktar birliğidir. Ölçü ile alınıp satılan şeylerde cins ve ölçü birliği. tartı ile alınıp satılan şeylerde ise cins ve tartı birliği, ribâ cereyan eden mallarda ortak niteliktir [185]
Bu duruma göre faizin hükmü, yalnız hadiste zikredilen altı maddeye değil, ortak özelliğe sahip olan tüm maddelere uygulanır.
Cins ve miktar birliğinin ribânın illeti olduğunu düşündüren bazı nass'lar da vardır. Ezcümle:
İmam Mâlik (ö. 179/795)'in senetsiz, Darekutnî'nin mürsel olarak rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulur: «Faiz ancak altında veya gümüşte yahut ölçülen veya tartılan ya da yenilen veya içilen şeylerde cereyan eder» [186]
Ammar b. Yasir (ö. 34/657)'den de şöyle dediği nakledilmiştir :
«Ribâ, ölçülen veya tartılan mallar dışında yalnız veresiye satışlarda cereyan eder» [187]
Bu duruma göre Hanefîlerde faiz, yiyecek maddesi olsun veya başka maddelerden olsun, ölçü veya tartı ile
alınıp satılan tüm maddelerde cereyan eder. Bu çeşit maddelere misli mal denir. Altı madde hadisinde geçen altın ve gümüş tartı (vezn); diğer maddeler ise ölçü (keyl) ile alınıp satılan maddelerden sayılmıştır. İlk devirlerdeki bu kriter İbn Ömer (ö. 73/692)'den rivayet edilen şu hadise dayanır:
«Tartı Mekke halkının tartısı, ölçü ise Medine'lilerin ölçüsüdür [188]
Ebu Yusuf (ö. 182/798)'a göre, ribâ cereyan eden mallardaki ölçü veya tartı konusunda muteber olan her devirdeki öflerdir. Çeşitli yer ve zamanlarda örfün değişmesiyle, ribâ cereyan eden malların ölçü veya tartı ile alınıp satılma niteliği de değişebilir [189]
Nesîe (veresiye satış) ribâsnın illeti vadedir. Mislî olan şeylerin aynı cinsle veya değişik cinsteki şeylerle vadeli mübadelesinde bu çeşit ribâ gerçekleşir. Peşin alman 10 ton buğdayın, üç ay sonra teslim edilecek 30 ton arpa, ile trampa edilmesi gibi.
Ancak vadenin bağlayıcı olmadığı karz-ı hasen ve nakit para karşılığı veresiye satışlarla selem akdi, toplumun bu muamelelere ihtiyacı nedeniyle özel nass'larla mesrû kılınmıştır. [190]
Şafiî mezhebine göre, altın ve gümüşte ribâ illeti para olma (semeniyet) özelliğidir. Bunların basılı para olup olmamaları sonucu etkilemez.
Diğer dört ribevî maddede ise illet «yiyecek maddesi» olmalarıdır. Şâfiîler yiyecekleri de üç kısma ayırmışlardır :
1) Temel gıda maddeleri: Buğday, mercimek ve tatlı su gibi..
2) Meyveler : Hurma, üzüm, elma, armut, zeytin gibi. Hadiste meyveleri temsil etmek üzere «kuru hurma»
zikredilmiştir.
3) Yiyecekleri iyileştirmeye veya insanı tedavi etmeye yarayan maddeler: Hadiste «tuz» zikredilmiş olup, bu nitelikteki maddeler bu gruba girer. [191]
Şâfiîler bu ölçüyü koyarken bazı nasslara da dayanmışlardır. Onlara göre, hüküm türemiş bir sözcüğe bağlı olunca, kök anlam bu hükmün illeti olur. Meselâ;
«Hırsızlık yapan erkekle, hırsızlık yapan kadının ellerini kesiniz» [192] ayetindeki «sirkat (hırsızlık yapmak)», el kesme cezasının illetidir.
Saîd b. Abdillah, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini nakletmiştir :
«Yiyecek karşılığında yiyecek ancak misli misline olur» [193] Burada hükmün kendisine bağlandığı kelime «gıda» sözcüğüdür. Çünkü «yiyecek maddesi» anlamına gelen «taam» kelimesi «ta'm» kökünden türemiştir. Bu da yiyecek kabilinden olan şeyleri kapsamına alır ki, altın ve gümüş dışındaki dört maddede uygun olan nitelik budur.
İşte yukarıdaki maddeler ölçü veya tartı ile satılanlardan olup da aynı cinsten ise, peşin veya vadeli mübadelede «fazlalık», cinsleri değişik olursa «vade» faiz olur. [194]
Mâlikîlere göre altın ve gümüşte ribânın illeti «satış bedeli (semeniyet) »dir. Yiyeceklerde ise illet fazlalık ve nesîe durumuna göre değişir.
Fazlalık ribâsında illet, iki özelliğin bulunması ile gerçekleşir. Gıda maddesi olması ve uzunca sure bozulmadan saklanabilecek (iddihara elverişli) bir gıda maddesi olması gerekir. Diğer yandan her çeşit eşyayı kendi cinsiyle, bire iki mübadele etmek suretiyle nesîe ribâsı gerçekleşir [195]
Ahmed b. Hanbel'den ribânın illeti ile ilgili üç rivayet bulunmaktadır. Bunların en meşhur olanı ölçü ve tartıyı kriter aldığı rivayet olup, Hanefî mezhebinin ölçülerine uygundur. İkinci rivayet ise Şafiî mezhebine uygundur. Üçüncü rivayet de İmam Şafiî'nin ilk görüşüne uygundur [196]
Sonuç olarak ribânın illetinde, mislî olan gıda maddelerinde ölçü veya tartı çoğunluk İslâm âlimleri tarafından bir kriter olarak kabul edilmiş, Hanefîlerle İmam Şafiî'nin meşhur görüşü aynı kriteri gıda maddeleri dışındaki diğer mislî mallara da uygulamıştır.
Faizle ilgili âyet ve hadisler bir bütün olarak ele alınıp, üzerinde ekonomik açıdan düşünüldüğünde, yasağın amacının taraflardan birisinin aldanmasını önlemek, darda bulunanın bu halinden karşı tarafın yararlanmaya kalkısmasını engellemek, özellikle «haksız kazanç» yollarını kapatmak ve belki de en önemlisi riski kapital sahiplerine yayarak, dürüst iş yapan müteşebbislere prim sağlamaktır.
İslâm ribâyı yasaklarken, toplumun ihtiyaç duyacağı kredileri hangi yollardan sağlayabileceği konusunda bir dizi çözümler de getirmiştir. Aşağıda bunları açıklamaya çalışacağız. [197]
Karz; altın, gümüş, nakit para ve diğer mislî olan şeyleri başkasına ödünç vermek, anlamına gelir. Bu Hanefîlerin tarifidir. Diğer üç mezheb, selem akdi yapılan tüm malların karz olarak verilebileceğini söylerler. Onlar böylece, bazı kıyemî malları da tarife alarak kapsamı genişletmişlerdir [198]
Kur'an-i Kerim'de «Allah'a ödünç vermek» şeklinde ifadesini bulan ve «karz-i hasen»i de kapsamına alan altı kadar âyet vardır [199] Bunlardan bir tanesini zikredip geçeceğiz :
«Allah'a karz-ı hasenle ödünç verecek olan kimdir?. İşte o, bunun karşılığını kat kat arttıracaktır. Ona, bundan başka çok değerli bir mükâfat da vardır» [200]
Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.)'in çeşitli hadisleri de vârid olmuştur. Ezcümle :
«Bir müslüman diğer müslümana iki defa ödünç (para) verirse, bir defa tasaddukta bulunmuş gibi olur» [201]
Enes b. Mâlîk'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir :
«Allah'ın elçisi şöyle buyurdu : Miraç gecesi bana, cennet kapısında şöyle bir yazı gösterildi. Sadaka için on katı, karz-ı hasen için ise onsekiz katı ecir vardır. Cebrail (a.s.)'e, karzm niçin sadakadan daha üstün olduğunu sorduğumda, şu cevabı verdi: Şüphesiz, dilenci (çoğu zaman) yanında varken ister. Ödünç isteyen ise, ancak ihtiyaç sebebiyle ister» [202]
Karzın rüknü icab ve kabuldür. Bundan başka ödünç verenle ve ödünç verilen şeyle ilgili bazı şartların da bulunması gereklidir. [203]
Ödünç verenin teberrua ehil olması gerekir. Baba, vasî ve mümeyyiz küçükler, temsil ettikleri kimsenin malını teberru edemedikleri gibî, ödünç vermeye de ehil değildirler, ödünç veremede, başlangıçta bir ivaz (karşılık) bulunmadığı için, bir bakıma teberru niteliği vardır. [204]
a) Akdin gerçekleşmesi için, ödünç verilecek şeyin karşı tarafa teslim edilmiş olması gerekir. Bu duruma göre mücerred konuşmakla karz akdi meydana gelmiş olmaz.
b) Ödünç verilenin mislî mal olması gerekir. Ölçü, tartı ve sayı ile alınıp satılan şeyler mislî sayılır. Hanefilere göre, hayvan ve gayri menkul gibi kıyemî malların karzı olmaz. Bunlar, ihtiyacı olana kira ile veya ariyet olarak verilebilir. Çünkü kıyemî malların misli bulunmadığı için benzerini geri vermek mümkün olmaz. Meselâ, iki yaşlarında 100 bin Tl.'na da, 200 bin Tl.'na da sığır cinsi hayvan, bulunabilir. Ödünç veren daha iyisini almak isterken, ödünç alan daha ucuz olanını geri vermek isteyebilir. Bu durum menfaat çekişmesine yol açar [205]
Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, kendisinde selem akdi yapılabilen herşeyin karz olarak verilmesi de mümkündür. Bu, mislî olabileceği gibi kıyemî mallardan da olabilir. Hayvan da bunlar arasındadır.
Delilleri Hz. Peygamber (s.a.)'in uygulamasıdır. Ebu Râfi' (r.a.) 'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir :
«Allah Rasulü, bir adamdan iki "yaşlarındaki bir deveyi ödünç almıştı. Sonra O'na birtakım zekât develeri geldi. Bana, ödünç aldığı kimseye iki yaşlarında bir deveyi vermemi emretti. Ben dedim ki, develer arasında altı yaşını bitirmiş daha güzel olanından başkasını bulamıyorum. Bunun üzerine şöyle buyurdu :
«Onu ona ver, şüphesiz sizin en hayırlınız, ödeme bakımından en güzel olanmızdır» [206]
Ancak Hanefîlerden İmam Muhammed, kendi devirlerinde ağırlık ve şekil bakımından standart olmamakla
birlikte, insanların ihtiyacının bulunması, örf ve âdetlerin oluşması sebebiyle ekmek gibi'bazı kıyemî şeylerde de karzi müstahsen görmüştür.
Hanefîler yukarıdaki, Ebu Râfi' hadisini mensuh kabul eder. [207]
c) Karz akdinde muhayyerlik ve vade şart koşulabilir mi?
Karz akdinde, muhayyerlik şart koşulsa bile geçerli olmaz. Çünkü muhayyerliğin amacı, taraflara akdi feshetme imkânı vermektir. Karz akdinde zaten tarafların dilediği zaman akdi feshetme yetkileri vardır. Bu yüzden muhayyerlik şartının pratik bir değeri olmaz [208]
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, karz akdinde vade şartı da geçerli değildir. Aksi halde nesîe ribâsı söz konusu olur. Karz başlangıçta teberru niteliğindedir. Ödünç veren için bedelini derhal isteme hakkı doğar. Ancak süre belirlenmiş olur ve ödünç veren buna riâyet etmiş bulunursa, ödünç alana kolaylık göstermiş ve iyi bir iş yapmış olur. Satım ve kira akdi gibi akitlerde ise tarafların tesbît edecekleri vadeler bağlayıcı olur.
İmam Mâlik'e göre, karz akdi vade belirlenmekle vadeli olur. Dayandığı delil şu hadis-i şeriftir :
«Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar» [209] Çünkü taraflar karz akdi ile, bunu devam ettirme veya ikâle yapma bakımından tasarrufa mâlik olurlar. Bu arada vadeyi uzatma yetkisine sahiptirler [210] Karz akdi, ariyet gibi meydana gelir. [211]
Hanefîlerin meşhur görüşüne göre, ödünç vermenin menfaat celbeden bir tarzda olmaması gerekir. Ancak ödünç verenin yararlanması, akit sırasında şart koşmaksızın ve bu konuda örf de bulunmaksızın olmuşsa bunda bir sakınca yoktur. Meselâ, ödünç alan kimse, yeni çıkan ve satın alma gücü daha yüksek olan yeni paralarla borcunu ödemek istese, ödünç aldığı tarihteki para çeşidi de halen tedavülde olmakla birlikte bu mümkün ve caizdir. Çünkü bunu zorlanmaksızın kendi isteği ile yapmaktadır. Ancak, bunu akit sırasında şart koşmuş olsalar, bu şart geçersiz olur.
Rehin konusunda da durum böyledir. Rehinden yararlanmak için şart koşulmuş veya bu konuda örfleşmiş bir uygulama bulunmuş olursa, rehin alanın yararlanması caiz olmaz. Ancak rehin verenin izin vermesi durumu müstesnadır. Bu takdirde rehinden yararlanma caiz olur.
Ödünç verene hediye vermenin hükmü de böyledir. Eğer şart koşularak verilmişse mekruh olur. Aksi halde bir sakıncası bulunmaz [212] Ancak dostlar arasındaki hediye ve ikramlar bundan müstesnadır.
Şafiî ve Hanbelîlere göre, menfaat celbeden karz caiz olmaz. Meselâ, bir kimseye, evini kendisine satması şartıyle bir milyon lira ödünç vermek gibi. Daha fazlasını geri almak üzere ödünç vermek de böyledir.
Delilleri hadistir. Hz. Peygamber (s.a,) şöyle buyurmuştur :
«Hem ödünç (alıcıdan ödünç istemek), hem satış ve bir satış içinde iki şart helal değildir» [213]
Ashab-i kiramdan Ubey b. Ka'b, İbn Mes'ûd ve İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre onlar :
«Menfaat celbeden her çeşit karzı yasak kabul etmişlerdir» [214] Çünkü karz akdi, dostluk ve Allah'a kulluk amaciyle, başka bir deyimle ekonomik bakımdan sıkıntıda bulunanlara yardımcı olmak ve karşılığını âhirette beklemek amaciyle yapılır. Onda bir menfaat şart koşulursa, karz akdi geçerli olmakla birlikte, şart lağv kabul edilir. Menfaat nakit para olsun, ayn olsun, az veya çok bulunsun müsavidir.
Ancak önceden şart koşmaksızın ödünç parayı geri verirken ilâve yapılsa veya bir teşekkür olarak evini tercihen ödünç para verene satsa, bunda bir sakınca bulunmaz.
Delil, Ebu Râfi' (r.a.)'in Resulııllah (s.a.)'den naklettiği hadistir. Yukarıda zikrettiğimiz bu hadiste, Allah Rasulü ödünç aldığı iki yaşlarındaki deve yerine altı yaşlarında daha değerli deveyi vermiş ve «Sizin en hayırlınız borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir» [215] buyurmuştur.
Câbir b. Abdillah'tan şöyle dediği nakledilmiştir:
«Benim Resulullah (s.a.) da bir hakkım (alacağım) vardı. Bana bunu ziyade ederek ödedi» [216]
Aslında, menfaat celbeden karz yasağı ez-Zeylaî'nin Nasbu'r-Râye'de tesbit ettiği gibi, herhangi bir hadise
dayanmaz. Bunu şart koşulan veya örf haline getirilen menfaatlerle ilgili olarak düşünmek mümkündür .
Mâlikîlere göre, başkasına ödünç verenin, ödünç verdiği kimseden herhangi bir şekilde yarar sağlaması caiz değildir. Ancak dostlar arasındaki ikram ve hediyeleşmeler borç münasebetleri olsa da zarar vermez.
Borcu ödeme sırasında verilen fazlalığa gelince, Mâlikîler bunu iki kısma ayırarak değerlendirmiştir :
1) Borç satım akdinden doğmuşsa; fazlalık mutlak olarak caizdir. Ödenen borç, sıfat veya miktar bakımından daha fazla olsun, vadesinde, vadeden önce veya sonra olsun müsavidir.
1) Borç karz akdinden doğmuşsa; fazlalık şart koşulmuş veya vadedilmiş yahut âdet olmuşsa mutlak olarak caiz değildir. Şart koşulmamış, vaad ve âdet yoksa fazlalık ittifakla caizdir.
Delil, Hz. Peygamber (s.a.)'in iki yaşındaki deve yerine daha değerli bir deveyi vermesidir [217]
İslâm'da karz yoluyle kısa vadeli ve küçük kredileri temin etmek mümkün olabilir. Daha çok ticarî olmayan
ihtiyaçlar, dar ve sabit gelirlilerin kısa süreli sıkıntıları ve yine ticaretle uğraşanların geçici ve kısa süreli ekonomik finansmanları bu yolla karşılanabilir. Bu, akrabalık, dostluk ve karşılıklı yardımlaşma; ileride kendisi de benzer ekonomik sıkıntıya düşerse destek hazırlama gibi düşüncelerle yapılabilir. Özellikle günlük çek ve senetlerin ödenmesinde veya protesto olan senetlerin karşılanmasında tüccar sık sık kısa süreli, kimi zaman birkaç saatlik kredilere ihtiyaç duyar. Bu gibi kısa vadeli ihtiyaçların esnaf, tüccar ve komşularla hısım akraba aralarında çözümlenmesi ve bundan bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür. Bu yolla fertler birbirine yaklaşır, iyilik duyguları güçlenir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen ecrine de nail olurlar.
Kısa vadeli küçük kredilerin daha düzenli ve faizsiz olarak temini için, «yardımlaşma sandıkları» da oluşturulabilir. Bu sandığa her ay belli bir aidat ödenerek, ihtiyaç olduğunda biriken primlerinin birkaç katma kadar kredi- alması ve bunu anlaşma şartlarına göre iade etmesi mümkündür. Ayrıca böyle bir sandık, ticaret ortaklığı olarak faaliyet gösterirse, kullanılmayan krediler işletilir ve daha da büyük krediler sağlama imkânları yaratılabilir. Sandık; ortaklarının, çek ve senet tahsillerini yapar, vadesiz mevduatlarına da sahip çıkabilirse, küçük çapta banka işlemleri bu çerçevede ve faizsiz olarak çözülebilir.
İslâm'da uzun vadeli ve büyük krediler için «kâr ortaklığı» esası getirilmiştir. Çünkü bir yarar olmaksızın insanların birbirlerine yardımcı olmaları süreklilik arzet-mez. özellikle kredinin hacmi büyüdükçe, bunu karz-ı hasen Ölçüleri içinde çözmek mümkün olmaz. Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, ortaklarını gerçek mal varlığına hissedar yapar ve gerçek kârı paylaşmaya, yada ortakların anaparalarına eklemeye razı olursa, kredi problemine çözüm yolu bulmak kolaylaşabilir. Aşağıda, büyük kredilerin «kâr ortaklığı» çerçevesinde sağlanması ve bunun işlerliği üzerinde durulacaktır. [218]
Şirket kelimesi sözlükte; iki maldan birisini diğeriyle, birbirinden ayrılmayacak şekilde karıştırmak, demektir. Bir terim olarak ise, iki ve daha çok kimsenin ortak iş veya ticaret yaparak, elde edecekleri kârı paylaşmaları ve ortaya çıkacak zarara da katlanmaları şartiyle kurdukları ortaklık, anlamına gelir [219]
Kur'an-ı Kerim'de ortaklıktan şu şekilde söz edilir : Ana bir kardeşlerin miras hisseleri belirtilirken, «Onlar üçte birde ortaktırlar» [220] buyurulur.
Başka bir âyette de ortaklar kendi aralarında dürüst davranmaya çağrılır :
«Doğrusu, ortakların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. İnanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır ki, sayıları da ne kadar azdır» [221]
Ebu Hureyre'nin naklettiği kudsî bir hadiste şöyle buyurulur :
«İki' ortak birbirlerine hıyanet etmedikleri sürece, üçüncüsü benim. Eğer onlar birbirlerine hıyanet ederlerse, ben aralarından çekilirim» [222]
Başka bir hadis de şöyledir :
«Allah'ın kudret eli, ortaklar birbirlerine hıyanet etmedikleri sürece, onların üzerindedir» [223]
İslâm'da şirketler; mal, iş ve, kredi şirketi olmak üzere genel- olarak üç kısma ayrılır :
1) Mal ortaklığı: Ortaklar belli miktarda sermaye koyarak, bununla yapacakları ticaretten elde edecekleri
kârı paylaşmak üzere mal ortaklığı kurabilirler.
2) İş ortaklığı: Ortaklar mal yerine, sanat ve mesleklerini ortaya koyarak, birlikte iş alabilir, ortak taahhütlerde bulunabilir, elde edecekleri kârı da anlaşma esaslarına göre paylaşırlar.
3) Kredi ve itibar ortaklığı: İki ve daha çok kişi, sermayesiz, yalnız kredileriyle, yani ödünç para kullanarak ya da veresiye mal alıp satmak suretiyle kâr elde etmek ve bunu aralarında paylaşmak üzere ortaklık kurabilirler.
Bu şirket çeşitleri müfâvaza, inan ve mudârabe tarzlarında olur. Aşağıda bunları sırasiyle tetkik edeceğiz : [224]
Bu, eşitlik esasına dayanan bir ortaklık çeşididir. Sermaye miktarlarının eşit olması, kâr ve zararın paylaşılmasınında eşitlik esasına göre çözümlenmesi gerekir. Ortaklar birbirinin hem vekili ve hem de kefili durumundadır. Ortakların şirket sermayesi olabilecek özel mülkleri bulunmaz. Özellikle tamamen şirket hesabına çalışan, bunun dışında hiçbir özel mülkü bulunmayan,
tüm harcamalarını şirketten yapan aile şirketleri, kardeşler veya baba ile çocukları arasındaki bazı ortaklıklar bu gruba girebilir. Bir bakıma ortakların sorumluluğuna tüm mal varlıkları girdiği için dışa karşı güçlü bir ortaklık söz konusu olur.
İbn Mâce'nin naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur : «Üç ticaret muamelesinde bereket vardır. Bunlar : Vadeli satış, mufâvada ortaklığı ve satmak için değil de yemek için buğdayla arpayı karıştırmaktır» [225]
Ortaklar arasında sermaye eşitliği bozulursa, bu ortaklık «inan şirketi»ne dönüşür. Mufâvada şirketini Hanefî ve Mâlikîler caiz görürken, Şafiî mezhebi bunu uygulama bakımından mümkün görmemiştir. Hanbelîler de Şâfiîler gibi düşünür [226] Bunlara göre'mufâvadada eşitlik, istenilen anlamda gerçekleşmez. [227]
İki ve daha çok kişinin ticaret yapmak ve kârı aralarında paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Burada
sermayelerin eşit olması gerekmediği gibi, kârın da sermaye oranlarına göre paylaşılması şart değildir. Ancak
zarara sermaye oranlarına göre katlanılır. Bu şirket çeşidi, günümüzdeki anonim ortaklıkların benzeridir. Ancak ortakların haklarını koruyucu nitelikteki bazı tedbirler dikkati çekmektedir [228]
İnan şirketinde, sermayeler şirkete teslim edilip mala dönüştükten sonra, haklar, hisseler oranında şirketin tüm mal varlığına intikal eder. Şöyle ki;
100 kişi l'er milyon lira sermaye koyarak, 100 milyon lira sermayeli bir ticaret şirketi kursalar, bu para mala dönüşünce, her ortağın tüm şirket mal varlığı üzerinde 0/o 1 oranında hakkı doğar. Başlangıçta 1 milyon lira sermayesini ve % 1 oranındaki hakkını belirleyen ya zıh bir belge düzenlenip, ortağın eline verilse, bunun ekonomideki adı «hisse senedi» olur. Kâr, ortaklar arasındaki anlaşmaya göre paylaşılır. Zarara ise % 1 oranında katlanırlar. Yıl sonlarında kârın kısmen dağıtılması veya hiç kâr dağıtılmaması ortakları ekonomik bakımdan etkilemez. Dağıtılmayan kâr, şirketin mal varlığına yansıyacağı için hisseler büyümüş olur. Bir bakıma kâr dağıtılmaması ortaklan tasarrufa ve yeni yatırımlara yöneltmiş olur. Hareketli bir ticaretten sonra, diyelim beşinci yılın sonunda, hisselerin para olarak belirlenmesi gerekse, bütün borçlar ve amortisman bedelleri düşüldükten sonra, şirketin müsbet mal varlığı, yeni fiyatlar üzerinden değerlendirilince, iki milyar liraya yükselmiş bulunsa, her ortağın hissesi bir milyondan yirmi milyona çıkmış olur. İlk kuruluşta, üzerinde 1 milyon lira yazan hisse senetlerini ibtal ederek 20 milyon lira yazan yeni hisse senetleri çıkarmak gerekecektir. Böyle bir şirket, % 51 hisse sahipleri tarafından yönetiliyorsa, yeni değerlemeye göre, 1 milyar 100 milyon lira tutarındaki 51 hisseyi sahiplerinden satın almadıkça başkası şirketi ele geçiremeyecektir. Bu duruma göre İslâm, kâğıt parçalarının üzerinde yazandan çok, onun temsil ettiği malı esas almakta ve yeniden değerlemelerle, gerçekte var olan malın değerini bir hak olarak korumaktadır.
Anonim şirketlerde de başlangıçta hisse senetlerinde yazan para ile mal varlığı arasında bir yakınlık vardır. Ancak bazan çeyrek asır geçtiği halde hiç değiştirilmemiş hisse senetleri vardır. Böyle bir şirketin, ilk kuruluş sermayesi 100 milyon olsa, 10 yıl sonra, dağıtılmayan kârlar ve enflasyonlar sebebiyle müsbet mal varlığının yeniden değerleme sonucu 3 milyar liraya yükseldiği anlaşılsa, başlangıçta 1 milyon lira sermaye koyan ortağın, mal varlığı üzerindeki hakkı 30 milyona çıkmış olur. Fakat, hisse senetlerinde düzeltme yapılmadığı için, böyle bir ortak, hisse senedine menkul kıymetler borsasında belki 2 ya da 3 milyon liraya alıcı bulduğu zaman % 100 veya % 200 kârla sattığını düşünecektir. Gerçek değeri 30 milyon lira dolaylarında olan bir hisse senedinin, şirketin önceki yıllarda kâr dağıtmaması veya kısmen dağıtması yüzünden değerinin düşmesi ve 27 milyon eksiğine satılması ekonomik bir çelişkidir. Hisse senetlerinden çok, temsil ettiği mala yönelmek ve yeniden değerlemelerle, hisse senetlerine gerçeği yansıtmak gerekir. Senedin üzerine gerçek değeri yansıdıktan sonra, senet sahibinin pazarlıkla ve tenzilat yaparak dilediği fiyata satmak hakkı söz konusu olur.
Diğer yandan, hisse senetlerinde yazılı olan sermaye 100 milyon olunca, % 51'inî, yani 51 milyon liralık hisse senedini eline geçiren, gerçek değeri 3 milyar lira olan bir tesisi ele geçirebilecektir. Bu da başka bir çelişkidir. Kâr dağıtmama yoluyla, o şirkete ilgiyi azaltmak, bu yolla hisse senetlerinin değerini düşürmek ve ondan sonra da bunları satın alarak şirketi ele geçirmek olağan hadiselerdendir. Belirtilen yöntemler kul haklarını geniş ölçüde ve dışarıdan bakanların farkedemeyeceği biçimde yemeye elverişli görünmektedir. Bu konuda son yıllarda çıkarılan «Yeniden Değerleme Kanunu» ve uygulamalar olumlu adımlar sayılabilir. Ancak ortakların haklarını koruyucu daha etkin tedbirlere ihtiyaç vardır. [229]
İnan şirketinde, ortaklardan birisinin veya tüm ortakların çalışması şart koşulabilir. İki kişi belli bir sermaye ile ortaklık kursalar, işleri birisinin yürüteceği, diğerinin şirket işiyle hiç ilgilenmeyeceği kararlaştırılsa mümkün ve caizdir. Ancak çalışmadan maksat, çalışmanın bizzat meydana gelmiş olması değildir. Çalışma şartı konulmakla yetinilir [230]
İslâm ortaklık anlayışında kâr, prensip olarak şâyî bir cüz şeklinde belirlenir. Kârın %lO, % 20 veya % 50'sinî almak gibi. Kâr az olursa, bu oranların miktarı azalır, çok olursa yükselir. Hiç kâr olmazsa, birşey alınmaz. Şirketten, miktarı önceden belirlenmiş maktu kâr almak faiz sayılır. Meselâ, şirkette 10 milyon sermayesi olan kimse, yıl sonunda kâr olsun veya olmasın, sermayesinin net % 4O'ı kadar maktu bir parayı şart koşsa, 4 milyon lira faiz olur. Böyle bir şirket % 50 kâr elde etmiş olsa, bu ortağın sermayesine göre daha fazla kâr alması mümkün iken, başlangıçta kendisini % 40'la sınırlaması zarara uğramasına yol açmıştır. Hiç kâr olmaması halinde, şirket ona, anaparadan 4 milyon lira ödemek zorunda kalacaktır. Bu da şirketin zararınadır. Buradan İslâm'ın,
sermaye maktu bir meblağın yani faizin belirlenmesini yasaklama sebebini anlamak mümkündür. Bir yıl önceden yıl sonunda net kârın miktarını tam olarak tesbit etmek mümkün olmadığı için, taraflardan birisi şu veya bu ölçüde belirsizlikle karşı karşıyadır. Normal kâr ortaklığı ölçüleri içinde alması gerekeni alamamakta veya almaması gerekeni fazla olarak almaktadır. Bu da «haksız kazanç»a neden olmaktadır. Bu duruma göre, gerçekte faizin illetinin «haksız kazanç» olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer yandan İmam Züfer (ö. 158/775) dışında Hanefîler, çalışan ortağın kârdan fazla pay alması prensibini kabul etmişlerdir. Hatta bütün ortaklar çalışsa bile, aralarında, ustalık, sanat, beceri ve benzeri bakımlardan farklılık olabileceği için kârın da bu özellikleri dikkate alınarak paylaştırılması mümkündür. Meselâ, iki kişi 50'şer milyon lira sermaye ile bir fabrika kursalar, ortaklardan birisi mühendis olarak kuruluşu yönetse ve işin başına geçse, diğer ortak da vasıfsız işçi olarak çalışsa, sermayeler eşit olmakla birlikte, mühendis olan, % 10 fazla kâr talep etse, bu fazlalık onun çalışması karşılığı olur. Çünkü kâra hak kazanma; ya sermaye, ya çalışma ya da dımânı yüklenme sebeplerinden birisiyle olur [231]
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur :
«Kâr, ortakların serbestçe belirlediği şartlara göre paylaşılır. Zararın tazmini ise sermaye oranlarına göre olur» [232]
Bu hadis Hz. Ali'nin sözü olarak da nakledilmiştir.
Hanbelî ve Zeydiye mezhebleri de Hanefîler gibi düşünür. Yani onlara göre de, ortakların sermayeleri eşit olmasına rağmen farklı kâr almaları mümkündür [233]
Şafiî, Mâlikî, Zahirî ve İmamiyye mezhebleri ile Hanefîlerden İmam Züfer'e göre, inan şirketinin sahih olması için, kâr ve zararın anaparadaki paylara göre olması gerekir. Çünkü kâr anaparanın geliri, zarar ise yine anaparanın eksilmesidir. Bu ikisi anapara miktarlarına göre olur. Yani kâr zarara benzer. Ortaklardan birisinin zararın belli bîr bölümünü yüklenmeyi şart koşmasının geçerli olmaması gibi, kârdan anapara oranını aşan bir fazlalığı şart koşması da geçerli olmaz [234]
İkinci görüş sahipleri, ortakların çalışmasını kârda bir fazlalık sebebi kabul etmediğine göre, çalışanlara emeğine uygun bir ücret takdir etmek gerekecektir. Yani ortaklar ayrıca, kendi işyerinde «iş akdi» ile çalışabilir. Sözleşmeye göre maaşını da alır. Buna göre, işyeri zarar etse de maaşı almaya hak kazanırlar.
Hanefîlere göre de, yıl sonunda alacağı kâra mahsuben, çalışan ortağın maaş alması mümkündür. Çalışma karşılığı % 10 kâr tesbit edilmişse, aldığı maaşların tutarı % 5 ise, fazlasını alır. Maaşlar % 10'u aşarsa, diğer kârından mahsûb yapılarak denkleştirilir. Ancak şirket kâr etmediği zaman, çalışan ortak hiç ücret alamayacak, şirkete meccânen çalışmış olacaktır. Bu takdirde de avans olarak aldığı maaşları, onun anaparasından kesilecektir. Diğer yandan özellikle şirketi yöneten, kendi şahsî itibariyle şirket adına zaman zaman büyük risklere giren, ticarî hayatta manevî kredi ve itibarı bulunan ortağın, bu özelliklerinin maaşın ötesinde bir hakka neden olabileceğini düşünmek gerekir. [235]
İnan şirketinde zarara katlanma sermaye oranlarına göre olur. Bu konuda mezhebler arasında görüş birliği
vardır. Yukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.) şirketlerde zarara katlanmanın sermaye oranlarına göre olması gerektiğine işaret etmiştir [236] Meselâ, on kişi birer milyon lira koyarak bir şirket kursalar, yıl sonunda iki milyon zarar edildiği ortaya çıksa, bu zarara herbiri % 20 nisbetinde katlanır. Yani anaparaları 8OO'er bin liraya düşmüş olur. Ortaklardan birisinin zarara katlanmamayı veya sermaye oranından farklı bir ölçüde katlanmayı şart koşması geçerli değildir. Böyle bir şart lagv kabul edilir. [237]
Bir veya daha çok ortak sermayeyi, diğer ortak da yalnız çalışmasını ortaya koyarak şirket kurabilirler. Buna «mudârabe şirketi» denir.
İslâm'da mudârabe ortaklığı uzun veya kısa vadeli her çeşit krediyi temin etmek için elverişli bir ortaklık çeşididir. Toplumda, elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan birçok kimseler bunu işletmek, ticarî bir işte kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte, mudârabe şirketi birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir, ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur. Bu çeşit ortaklık tamamen güvene dayanır. İşi yürütmeyi üzerine alan ortak güvene lâyık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş adamları meydana gelebilir. [238]
Kur'an-ı Kerim'de doğrudan doğruya mudârabeden söz eden bir âyet olmamakla birlikte, yeryüzünde gezerek ticaret yapmanın meşru olduğunu bildiren bazı âyetler, mudârabe yoluyla muamele yapmanın caiz olduğuna da işaret etmektedir [239]
İbn Abbas (r.a.) 'den şöyle dediği nakledilmiştir :
«Efendimiz, Abbas b. Abdilmuttalib, bir malı mudârabe olarak verdiği zaman, ortağına bu sermaye ile deniz yolculuğuna çıkmamasını, bir vadide konaklamamasını ve canlı hayvan ticareti yapmamasını şart koşardı. Eğer bunları yaparsa anaparayı tazmin edecekti. O'nun mudârabe sözleşmesine koyduğu bu şartlar Hz. Peygamber (s.a.);e ulaşmış ve buna icazet vermiştir» [240]
Bir sahabe topluluğundan rivayete göre onlar, yetimlerin mallarını mudârabe yoluyle işletecek olanlara vermişlerdir. Bu muameleye karşı çıkan olmadığı için icmâ meydana gelmiştir [241]
Hz. Ömer'in iki oğlunun mudârabe uygulaması bu konuda dikkati çeken bir örnektir. Uygulama devletle halk arasında bu gibi ortaklıkların kurulabileceğini gösterir.
Hz. Ömer'in iki oğlu Abdullah ve Ubeydullah, Irak ordusuna katılmışlardı. Dönüş için paraları kalmamıştı. O bölgede, Basra valisi olarak bulunan Ebu Musa el-Eş'arî (ö. 44/664)'ye başvurdular.. Ebu Musa, onlara beytülmalı göstererek, bu parayı Halife Ömer'e göndermek istediğini söyledi ve şunu ilave etti:
— Bunları size kredi olarak vereyim. Buradan mal satın alarak Medine'ye varınca satarsınız. Anaparayı Mü'-minlerin Emîri'ne verirsiniz. Kâr da aranızda ortak olur. Ebu Musa krediyi teslim edip durumu Ömer'e yazdı. Abdullah ve Ubeydullah Irak'tan aldıkları malları Medine'de sattılar ve kâr sağladılar. Anaparayı Halife Ömer'e getirince, Hz. Ömer şöyle dedi :
— Ebu Musa, bütün orduya sizin gibi kredi dağıttı mı?. Hayır, cevabını alınca da;
— Anaparayı ve elde ettiğiniz kârı beytülmala teslim ediniz, dedi. Ubeydullah şöyle dedi:
— Mal yolda helak olsaydı tazmin edecektik. Bu arada diğer bir sahâbî söz alarak şöyle dedi :
— Ey Ömer, bu sermayeyi kredi olarak kabul etseniz, yani bunu mudârabe şirketi olarak değerlendirseniz. Buna göre, anaparanın tümü ve kârın yarısı beytülmala, kârın diğer yarısı da Hz. Ömer'in iki oğluna verilecekti. Ömer (r.a.) buna razı oldu ve hüküm uygulandı [242]
Mudârabe şirketi, sermaye sahibinin, işi yürütecek olanın uyacağı birtakım kurallar koyup koymamasına göre mutlak ve mukayyed mudârabe olmak üzere iki kısma ayrılır.
aa) Mutlak Mudârabe: Sermaye sahibinin, herhangi bir kayıt koymaksızın, işletmeciyi ticaret işinde serbest bırakmasıdır. Yalnız kârın paylaşılma şeklini ve zamanını belirlemekle yetinir. .
bb) Mukayyed Mudârabe : Sermaye sahibi, anaparayı işletmeciye verirken bazı şartlar öne sürer ve bunlara uymasını ondan ister. Bu şartlar şunlar olabilir :
Ebu Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel'e Göre,
1- sermayele belirli bîr beldede ticaret yapmayı şart koşabilir. Meselâ, iş yerinin Bursa'da açılmasını, ticaretin yalnız Bursa'da yapılmasını isteyebilir. Sermaye sahibinin işi kontrol, kârı paylaşma ve sonunda ortaklığı tasfiye kolaylığı sağlıyacağı için buna hakkı vardır. Yukarıda deliller kısmında zikrettiğimiz İbn Abbas hadisinde, Hz. Abbas'm işi yürütene belde ile ilgili bazı kayıtlar koyduğu ve Hz. Peygamber'in de bunu tasvib ettiği belirtilmiştir [243]
2-belirli cins ve çeşit ticaret eşyasını alıp - satmasını şart koşabilir. Meselâ, yalnız gıda maddeleri veya tekstil ürünleri yahut da akaryakıt ticareti yapmasını istemek gibi. Hz. Abbas'ın işletmeciye canlı hayvan ticaretini yasaklaması bunun delilidir.
3- Ortaklığın süresini belirleyebilir. Meselâ, bir yıl süreyle ticaret yapmak, yıl sonunda ticareti tasfiye etmek üzere sözleşme yapabilir. Ancak süresi sınırlı olan mudârabede, tasfiyede güçlük olmaması için uygun ticaret çeşidinin seçilmesi gerekir. Belirtilen sürede sonuç alınamayacağı önceden belli olan ticaret çeşidine girilmemelidir.
4- Belirli kimseden mal almayı ve belirli kimseye satmayı şart koşabilir. Bununla pazarlama, acente, şube ve benzeri tüm faaliyetler kastedilir. Meselâ, bir firma çeşitli şehirlerde güvenilir, yetenekli kimselere sermaye vererek yalnız kendi üretimlerini alıp satmasını, yıl sonlarında hesaplanacak net kârın yarı yarıya paylaşılmasını sağlayabilir. Yine bir firma, sermayesi olmayan, dürüst ve yetenekli bir elemana sermaye vererek, ayda bin
ton akaryakıt satın alarak kendi firmasına satmasını isteyebilir. Bu ticaretten elde edilecek kâr, firma ile işletmeci arasında paylaşılmış olur.
5- mudarabe'yi gelecek zamana izafe etmek mümkündür. Meselâ, sözleşmeyi yaptıktan altı ay sonra, mudârabe faaliyetinin başlayacağı kararlaştırılmış olabilir. Sermaye sahibinin veya işletmecinin başka işleri sebebiyle, mudârabeyi hemen başlatmaları mümkün olmayabilir.
İmam Şâfiî ve Mâlikîlere Göre,
Onlar son üç maddeyi kabul etmezler. Yani mudârabenin süresini belirleme, mal alınıp - satılacak kimseleri tesbit etmek ve akdi gelecek zamana izafe geçerli değildir [244]
Ebu Hanife, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre, mudârabe akdi lüzum ifade etmez. Taraflardan herbiri dilediği zaman akdi feshedebilir. Bu, mirasçılara da geçmez. Çünkü mudârabe başkasının malında, onun izniyle tasarrufta bulunmaktır. Ancak fesih sırasında anaparanın nakit hâlinde olması gerekir. Eğer anapara ticaret eşyası kabilinden olursa Hanefîlere göre fesih yoluna gidilemez.
Şafiî ve Hanbelîlere göre, mudârabe, anapara ticâret eşyası hâlinde iken feshedilirse, tarafların bu malları satmaya veya paylaşmaya dair ittifakları varsa fesih caiz olur. İşletmeci mudârabe malını paraya çevirmek ister, sermaye sahibi karşı çıkarsa sermaye sahibi satışa zorlanır. Çünkü, işletmecinin hakkı kârda olup, bu da ticaret eşyasının paraya dönüşmesiyle ortaya çıkar [245]
Bu duruma göre, süresi belirlenmemiş olan mudârabede taraflar akdi diledikleri zaman feshedebilecektir. Ancak bunun tarafların zararına olacak bir şekilde yapılmaması gerekir. [246]
Mudârabe için sermaye verilirken, kârın paylaşılma şartlarının da belirlenmesi gerekir. Kâr, sermaye sahibi ile işletmeci arasında 1/2, 1/3, 2/3 gibi şayi bir cüz olarak paylaşılır. Kâr çok olursa tarafların alacağı kâr payı da büyümüş olur. Mudârabede akdin konusunu kâr teşkil ettiği için, bunun meçhul olması akdin fesadını gerektirir [247] Mudârabe sözleşmesinde, kârın taraflar arasında ortak olduğu belirtilse, fakat paylaşma yüzdesinden söz edilmemiş bulunulsa, akit geçerli olur. Kâr aralarında yarı yarıya paylaşılır. Çünkü ortaklık, aksi kararlaştırılmadığı sürece, prensib olarak eşitliği gerektirir [248]
Mudârabede maktu bir kârın şart koşulması geçerli değildir. Böyle bir şart mudârabeyi de fasit kılar. Çünkü mudârabe kârda ortaklığı gerektirir. İşletmecinin, yalnız belirlenen maktu kâr kadar gelir sağlaması halinde karşı taraf bir şey alamaz. Bu nedenle de ortaklık gerçekleşmez. Meselâ, 1 milyon lirayı % 40 maktu kâr almak üzere, mudârabe yoluyle, işletmeciye verse, yıl sonunda tüm kâr 400-bin liradan ibaretse, işletmeciye bir şey kalmaz, onun emeği karşılıksız kalır. % 100 kâr etmiş olması hâlinde de aldığı maktu kârı az bulabilir. Zaten % 40 maktu gelir, burada faiz olur. Gerçekte mudârabe akdi fasit olduğu için, tüm kâr sermaye sahibinin olur. İşletmeci yalnız ecr-i misil, yani çalışmasının ücretini alabilir [249]
Mudârabe akdinde, işletmecinin yıl sonunda elde edilecek kâra mahsuben belli ücreti avans olarak alması kararlaştırılabilir. İslâm hukukçularının çoğunluğu, işletmecinin özellikle şirketle ilgili dış seyahatlarındaki şahsî masraflarını da ortaklıktan alabileceği görüşünü benimsemiştir. Yeme, içme, giyim ve diğer normal masraflar bunlar arasındadır.
İşletmecinin gerek şahsı için yapacağı harcamalar ve gerekse avans olarak aldığı meblağlar, yıl sonunda kârın kendi hissesine düşen kısmından mahsûb edilir. Eğer kâr bu harcamaları karşılamazsa, yalnız nafaka kapsamına giren şahsı ile ilgili harcamaları anaparadan karşılanır. Şâfiîlerin en meşhur görüşüne göre, sermaye sahibinin izni olmadıkça, işletmeci şirket malından ne hazarda ve ne de seferde kendi nafakasını sağlayamaz [250]
İşletmecinin sermayeyi bizzat işletmesi şart değildir.
İşleri yürütürken başkalarını çalıştırması mümkün olduğu gibi, sermayeyi daha iyi çalıştıracak başka birisine
vermesi de mümkündür. Böylece alt mudârabe meydana gelmiş olur. Sermaye sahibine ilk işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati haleldar olmaz. Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir. Meselâ, aniden hastalanan ve uzunca süre tedavi görmesi gereken bir sarraf, 10 kg. 22 ayar altını mudârabe yoluyle işletmesi için, dükkanını A'ya teslim etse, yıl sonlarında net kârı yarı yarıya paylaşmak üzere anlaşsalar, A daha sonra sarraflık işinde çok yetenekli olan, fakat sermayesi bulunmayan B ile, yıl sonlarında kendi hissesi olan c/o 50 kârının % 30'unu vermek üzere, ikinci bir mudârabe sözleşmesi yapıp, dükkânı devretse, bu mümkün ve caizdir, Yıl sonunda 2 kg, 22 ayar altın net kâr'olarak meydana gelmişse, 1 kg.'ı, sermaye sahibinin, 400 gramı A'nın, % 30 olan 600 gramı da B'nin olur. Burada A belki hiç çalışmadığı halde, sermaye sahibine karşı riske girmesi, sermayeyi, bu konuda yetenekli bir işletmeciye teslim edip, fazla kâr elde edilmesine katkıda bulunması nedeniyle 400 gr. altını hak etmiş bulunur. [251]
A'nın yaptığı işi daha düzenli ve geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa, sermayeleri ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği ve dürüst, yetenekli işletmecileri bulmada aracılık ettiği için ilk mudârabe anlaşmasında belirlenen kârı almaya hak kazanır. Bunu bir İslâm Bankası olarak şu tarzda düşünmek mümkündür : Bir yıl vadeli yatırılan mevduatı tek hesapta toplayarak, en geç bir yıl içinde sonuç alınacak işlerde bizzat kullanmak suretiyle işletebilir. Bir yıl sonunda net kârdan anlaşmadaki payını aldıktan sonra kalanını mevduat sahiplerine dağıtır. Bu bir «kâr - zarar ortaklığı» olur.
İkinci bir yol, bu bir yıllık mevduatı, banka bizzat kendisi işletme imkânı bulamazsa, mudârabe akitleriyle, piyasada dürüst iş yapan, yetenekli işletmecilere dağıtabilir. Bu şekilde paraya daha fazla devir sağlayarak kâr marjını yükseltebilir. Ancak böyle bir İslâm Bankasına para yatıran mevduat sahipleri, işin gidişini kontrol etmek, gerçekte ne kadar kâr sağlandığını muhasebe hesaplarından tetkik etmek imkânından mahrum olduğu için, muameleler mutlak güvene dayanır. İşletmenin net kâr hesabının doğru olduğu kabul edilir. Banka güveni sarsıcı işlem ve davranışlardan kaçınır. Aksi halde kâr miktarının önceden belirsiz oluşunun yaratacağı olumsuz etki kendisini gösterir. Faiz lehine prim yaratılmış olur.
Kısaca kâr - zarar ortaklığı biçiminde çalışan bir bankaya yatırılan tüm vadeli mevduatı, vadesine göre gruplara ayırarak, mudârabe akdiyle işletmek mümkündür. Banka, işletmesi veya işletecek olanları bulması nedeniyle, akitte belirlenecek «işletme kârı»na hak kazanır. Geri kalan kârı da sermaye oranlarına göre mevduat sahiplerine dağıtır. [252]
Sermaye, işletmecinin elinde emânet (vedîa) hükümlerine tâbidir. Çünkü onu mâlikinin izniyle kabzetmitir. İşletmeci, mudârabe sözleşmesindeki şartlara uymaz veya kusurlu yahut kasıtlı davranışlariyle sermayenin telef olmasına neden olursa, tazmin etmesi gerekir. [253]
Sermaye, işletmecinin elinde kusuru olmaksızın telef olursa tazmin etmesi gerekmez. Çünkü o tasarrufta
sermaye sahibinin naibidir. Kusuru olmayınca teleften dolayı, vediada olduğu gibi sorumluluğu bulunmaz.
Yıl sonunda zarar ortaya çıkarsa, bu yalnız sermaye sahibine ait olur. Zarar önce kârdan karşılanır. Kâr yeterli olmazsa anaparadan ödeme yapılır. Bu takdirde işletmeci herhangi bir şey almaz.
Mudârabe akdinde, zararın tamamen veya kısmen işletmeciye âit olduğu şart koşulsa, Hanefî ve Hanbelîlere' göre, bu şart bâtıl, mudârabe sözleşmesi ise sahih olur. Şafiî ve Mâlikîlere göre ise, bu durumda mudârabe sözleşmesi fasit olur. Çünkü bu şart akdin tabiatine zıt bir garar hâli olarak eklenmiştir [254]
Ülkemizde son iki yıl içinde, faizsiz bankacılık hizmetleri sunan ve kâr - zarar ortaklığı çerçevesinde faaliyet gösteren iki tane finans kurumu açılmıştır. Bunlardan birisi «Faisal Finans Kurumu», diğeri «al-Baraka Türk Özel Finans Kurumu A.Ş.»dir. Bu iki kuruluş konumuza girdiği için araştırılmış ve çalışma sistemleri ana noktalariyle belirlenmeye çalışılmıştır. Böylece, diğer İslâm ülkelerinde faaliyet gösteren İslâm Bankası, Finans Kurum ve Şubelerinin de çalışma sistemleri hakkında, aralarındaki benzerlikler nedeniyle fikir edinmek mümkün olacaktır. [255]
1985 yılı başlarında açılan bu kurum, merkezi Cenevre'de bulunan Dâr al-Mâl al-İslâmî'nin Türk ortaklann da katılmasıyla oluşturduğu bir kuruluştur. Dâr al-Mâl al-İslâmî, birçok İslâm ülkesinin devlet başkanları, başbakanları ve önde gelen kişilerinin ortaklığı ile 27 Temmuz 1981 tarihinde kurulmuştur. Kuruluş sermayesi 1 milyar dolar olup 1981 -1983 yılları arasında Ortadoğu, Afrika ve Avrupa'da 12 ülkede 22 şirket kurmuştur. 1982 -1983 dönemindeki faaliyetleri sonucunda özkaynaklarını % 80, işletmelerindeki personel sayısını ise %50 arttırmıştır. Dört ana grup çerçevesinde faaliyet gösterir : Yatırım grubu, bankacılık grubu, İslâmî tekâfül (sigortacılık) grubu ve işletmeler grubu. Faisal Finans Kurumu, bankacılık grubunda yer alır.
Dâru'1-Mâl al-İslâmî'nin amaçları şunlardır:
1) İslâm ülkelerindeki kaynakları tümüyle harekete geçirmek.
2) İslâm ülkelerindeki tabii kaynak, insan gücü, tecrübe, teknik ve finas imkânlarının âdil bir yapı içerisinde birleşerek büyük bir ekonomik dinamizm kazanmasını sağlamak.
3) Faizin menfî etkilerini yoketmek.
4) Müslüman ülkeler arasında ekonomik işbirliği sağlamak [256]
Ana sözleşmesinde ve tanıtım broşürlerinde sistemin çalışması şöyle belirlenmiştir :
1- Sistemin Amacı:
a) Tamamen faizsiz bir yöntemle çağdaş ekonomik gelişmeyi hızlı ve sağlıklı bir finans yapısına oturtmak.
b) Faizsiz finans yoluyla yatırımları hızlandırmak, maliyetleri düşürmek, tasarrufa kâr sağlamak.
c) Yepyeni bir anlayışla ekonomiye canlılık kazandırmak, faizin tüketici üzerindeki yükünü hafifletmek.
d) Ekonomideki atıl kaynakları harekete geçirmek. [257]
a) Özel câri hesaplar : TL. veya döviz cinsinden açtırılan, istenildiği her an kısmen veya tamamen geri çekilebilen, karşılığında «faiz» veya «kâr» ödenmeyen gerçek ve tüzel kişilere ait vadesiz hesaplardır. Geri çekilmeler, hesabın açtırıldığı para cinsinden olur. Bu hesap sahiplerine her türlü bankacılık hizmetleri sağlanır, fon kullandırmada öncelik tanınır. Bunlar, Kurum'un teminat ve garantisi altındadır.
b) Katılma hesaplanrı: En çok 5 yıl vadeli, TL. veya döviz cinsinden yatırılan fonların Kurum'ca kullandırılmasından doğacak kâr veya zararlara katılmayı öngören hesaplardır. Katılma hesaplan vadelerine göre dört gruba ayrılmıştır: Üç aylık, altı aylık, 1 yıllık ve 1 yıldan uzun vadeli katılma hesaplan olmak üzere. Döviz cinsinden katılma hesaplarının kâr ve zarar payı da açıldığı döviz cinsinden ödenir. Bu hesaplarda, hesap sahiplerine «faiz» ödenmediği gibi sabit bir gelir taahhüdünde de bulunulmaz. Anaparanın aynen geri ödeneceği garantisi de verilmez. Hesapların işletilmesiyle ilgili tüm masraflar Kurum'ca karşılanır.
Kurumun katılma hesaplarının işletilmesinden doğacak kâr veya zarardan alacağı pay % 2O'dir.
Başlangıçta hesap sahipleri ile Kurum arasında «Kâr ve Zarara Katılma Akdi» imzalanır. 10 maddeden ibaret olan bu akitte, katılma hesabı sahibinin hakları ve riskleri belirtilmiştir. [258]
Kurum topladığı fonları, uzman birimlerinin yapacağı inceleme ve değerlendirmeleri esas alarak, gerçek veya tüzel kişilere, yapılacak olan bir «Kâr ve Zarara Katılma Yatırım Akdi» çerçevesinde kullandırır. Bu yolla, bir ticarî işletmenin tüm faaliyetlerine veya faaliyetlerinin bir bölümüne, ya da yalnız bir parti malın alım satımına finansman sağlanabilir. Kurum karşı taraftan kârı sözleşmeye göre alır. Zarara ise, en fazla o işe tahsis ettiği meblağ kadar katlanır. [259]
Bu yöntem, işletmeleri için gayri menkul, ham ve yarı mamul maddeler ile teçhizat ve makine temini amaciyle başvuranlara, bunları üçüncü şahıslardan peşin satın alıp, üzerinde anlaşılan fiyattan vadeli satmak şeklinde uygulanır. Bu işlem «Alım Satım Akdi» ile yapılır. [260]
Mal ve hizmet üretiminde kullanılacak teçhizatın, mülkiyet Kurum'da kalmak şartiyle, sözleşme serbestisi içinde, işletmelere kiralanması şeklinde uygulanan bir yöntemdir. Taraflar arasında «Kira Akdi» imzalanır. Akdin bitiminde, mülkiyetin kiracıya devri için anlaşmak da mümkündür. [261]
İthal konusu mal ve vesaikin devir volimle Kurum'ca peşin satın alınıp vadeli olarak satılması ve ihraç malını temsil eden vesaikin Kurum'a devri suretiyle ihracatçıya mal bedelinin hemen ödenmesi şeklinde uygulanır.
Kurum, yukarıda belirtilenler dışında ayrıca döviz alım satımı, poliçe, emre muharrer senet, temettü belgesi, çek, konşimento, tahvil ve diğer vesikaları keşide etmek akreditif açmak, teyîd etmek, gelen akreditiflerin uygulamasını sağlamak ve benzeri banka faaliyetlerini yürütür. [262]
Bu kurum, 1984 yılında Suudî Arabistanlı 5 ortağın, ülkemizden de Hak Yatırım ve Ticaret A.Ş.'nin katılmasiyle İstanbul'da kurulmuştur. Çalışma sistemi Faisal Finans Kurumu'nun benzeridir. Ana sözleşmesine göre sistemin çalışmasını şu şekilde özetleyebiliriz: [263]
a) Adalet ve yardımseverlik kaidelerine uygun olarak toplumun refahı için tüzel kişiliğe dayalı ekonomik ve malî bir sistem temini.
b) Şirketin sermayesine ek olarak, çeşitli gelir getiren yatırım ve işlerin finansmanında kullanılmak üzere fonların cezbedilmesi ve yatırımcıların faizsiz esas üzerinden katılmalarını teşvik etmek.
c) Küçük yatırımcılara/tüccarlara yardım etmek, her türlü ticaretin yapılması ve para - ticaret piyasasındaki emtiaların alım - satımını deruhte etmek, belirli sınırlar içinde hak edenlere borç vermek.
d) Bankacılık hizmetleri sunmak.
e) İki tür hesapta fon toplamak. Bunlar cari ve katılma hesabıdır. [264]
TL. veya döviz cinsinden açılır. Hesap sahibi, yatırdığı fonların tamamını veya bir bölümünü istediği anda çekebilir. Kendisine bu fona karşılık faiz, kâr veya başka bir bedel ödenmez. [265]
TL. veya döviz olarak yatırılır. Hesap sahibine herhangi bir faiz veya sabit bir gelir ödenmez, yatırdığı anaparanın aynen geri ödeneceği garantisi verilmez. Katılma hesapları 90, 180, 360 günlük hesaplar ve daha uzun vadeli hesaplar olmak üzere her gurup ayrı bir hesapta tutulacak ve bağımsız olarak çalıştırılacaktır. Bu hesapların çalıştırılmasından doğacak tüm masraflar Şirket tarafından karşılanacaktır.
Şirketin bu hesapların çalıştırılmasından doğacak kârdan veya zarardan payı % 20'den çok olamaz. Şirket payının yüzde miktarı Şirket tarafmdan belirlenecek ve Merkez Bankası'nın izni alınmadıkça da değiştirilmeyecektir.
f) İlgili mevzuat çerçevesinde, mukâraza tahvilleri çıkarılacak, böylece sermaye sahiplerinin belli projelere,
kâr - zarar ortaklığı ölçüleri içinde katılmaları sağlanacaktır. [266]
Bu hesapların mevzuat gereği yedek akçe olarak saklanması gereken kısmı dışında kalan yüzdesi, en çok bir yıl vadeli ve belli bir bölümü de en az bir yıllık vade ile gerçek ve tüzel kişilerin ticarî faaliyetlerini finanse etmede kullanılabilir. Ancak bir gerçek veya tüzel kişiye kullandırılabilecek fon miktarı Merkez Bankası tarafından belirlenecektir. [267]
Katılma hesapları fonun aşağıdaki yöntemler çerçevesinde kullandırılır : [268]
Şirket, işletmeleri için gayri menkul, hammadde, yarı mamul maddeler, teçhizat ve makine temini amaciyle başvuranlara gerekli hammadde, yan mamul maddeler, teçhizat, makine ve gayri menkulü üçüncü şahıslardan peşin satın'alıp, vadeli satacaktır. [269]
Bu fonu kullanacak olan gerçek veya tüzel kişilerle Şirket arasında «Kâr ve Zarara Katılma Yatırım Akdi» imzalanır. Şirket, fon kullananın kârına sözleşmede belirlenen oranda katılır. Zarara ise en fazla o işe tahsis ettiği fon miktarı kadar katlanır. [270]
Şirket, taraflar arasında serbestçe aktedilecek bir kira sözleşmesiyle, mal ve hizmet üretiminde kullanılacak tesisleri, mülkiyeti Şirkette kalması şartıyla, mevzuat çerçevesinde işletmelere kiraya verebilir. [271]
Dış ticaretle ilgili olarak, taraflar arasında yapılacak bir sözleşme çerçevesinde, mal karşılığı vesaik, Şirket tarafından peşin olarak satın alınır ve daha sonra fon kullanana vadeli olarak daha yüksek bir fiyatla satılır.
Kurucu Şirket hissedarlarının sorumluluğu, her bir hissedarın taahhüt ettiği pay tutarı ile sınırlıdır [272]
Şirket ortaklarınca taahhüt edilen sermayenin tamamının ödenmesinden sonra Şirket sermayesi arttırılabilir.
Bu sermaye .arttırımı, önceki hisseler için tesbit edilen itibarî değerlere eşit itibârı değerde yeni hisseler ihraç etmek suretiyle olur. Yeni hisseler, itibârı değerlerinden daha az bir değerle ihraç edilemezler. İtibârı değerden daha yüksek bir değerle ihraç edildiğinde, fark kesinlikle ihraç masraflarının ödenmesinden sonra, Kanunî İhtiyatlar Fonu'na ilâve edilecektir [273]
Ana sözleşmenin 51. maddesinde, lağanüstü Genel Kurul'un fesihle ilgili yetkileri arasında şu hükümler yer alır :
1) Ana sözleşmenin hükümlerinin tadili.
2) Şirketin feshi veya başka bir şirketle birleştirilmesi ve başka bir şirkete satılması. Bu fesih, birleşme veya satışın, Şirketin esas kuruluş gayesine tesir etmesine ve dolayısiyle her ne şekilde olursa olsun faizle iş yapmaya yol açmasına müsaade edilmeyecektir.
Sonuç olarak, tetkik ettiğimiz ve yukarıda ana noktalarını belirtmeye çalıştığımız bu iki finans kurumunun genel anlamda «kâr-zarar ortaklığı», özel anlamda ise «inan, mudârabe, kira, iş ve alım - satım akdi» çerçevesinde, ülke ekonomisine olumlu katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. [274]
İcâre sözlükte, menfaatin satımı, demektir. Bir terim olarak ise; yararlanma üzerine yapılan ivazlı bir akittir [275] Genel anlamda kira, iş akdini kapsamına alır.
Kur'an-ı Kerim'de, bîr kimsenin çocuğunu emziren süt anneye, ücretinin verilmesinin istenmesi [276] ve Şuayb Peygamber'in Hz. Musa'yı bir bedel karşılığında çalıştırması [277] bunu gösterir.
Saîd b. el-Müseyyeb (ö. 93/711)'in şöyle dediği nakledilmiştir :
«Biz topraklarımızı, sulak ve verimli yerinin ürünü kendimize âit olmak üzere kiraya veriyorduk. Resulullah (s.a.) bunu yasakladı ve bize toprağı altın yahut gümüş karşılığında kiraya vermemizi emretti» [278] Ayn'ı bakî kalmakla birlikte, kendisinden yararlanmak mümkün olan herşeyin kiralanması caizdir. Aksi halde caiz olmaz. Çünkü kendisi istihlâk edilmekle yararlanmak mümkün olan şeylerin ayn'mı geri vermek mümkün olmaz. Bu yüzden altın, gümüş, nakit para ile ölçü veya tartı ile alınıp satılan şeylerin kiralanması caiz değildir. Çünkü bunlardan istihlâk edilmedikçe yararlanma söz konusu olmaz. Kira akdinin konusu ise ayn değil, yararlanmadır [279]
İbnu'l-Kayyim (ö. 751/1350) kira akdinde, ayn'la yararlanmayı eşit sayar ve istihlâk edilmekle yararlanmak mümkün olan bazı şeylerin de kiraya konu olabileceğini belirtir. Meselâ, karz-ı hasende kişi ödünç aldığı dirhemlerden yararlanır, sonra bunların bedelini geri verir [280]
Sermaye sahibi, mal ve hizmet üretiminde kullanılacak makine ve teçhizatı, istek üzerine önce satın alır, sonra bunu satın alacak finansmana sahip olmayan üreticiye «kira akdi» ile devreder. Meselâ, iş hacmi büyüyen, fakat elinde o gün için toplu sermayesi bulunmayan bir dokumacının 10 tane dokuma tezgahına ihtiyacı olsa, sermaye sahibi 50 milyon liraya satın aldığı 10 adet tezgahı, tanesi ayda 150 bin lira kira ile üreticiye devretse, bir bakıma ona 50 milyon kredi imkânı sağlamış olur. Üretici mâlî durumunun iyileştiği bir sırada, bu tezgahlan bilirkişinin belirleyeceği bir satış bedeliyle satın alabilir.
Böyle bir yöntemde her iki taraf da kârlı çıkar. Şöyle ki, sermaye sahibi, 50 milyonunu mala bağlamış olur. Tezgahlarda normal yıpranma olsa bile anapara enflasyona karşı kendisini korur. Meselâ, üreticinin 5 yıl sonra bu tezgahları satın alacak ekonomik güce sahip olduğunu düşünelim. Sermaye sahibi bu sürede 90 milyon lira geliri, sağlamış olur. Tezgahların yeni satış kıymeti % 100 artmışsa 100 milyon da satıştan alır. Ayrıca kira bedeli yıllara göre artmış da olabilir. Üretici de ayda yaklaşık ortalama 10 tezgahtan 1 milyon 600 bin lira net gelir sağlamışsa. 5. yılın sonunda tezgahlar kendisini ödemiş olur.
Sonuç olarak iş hacmi elverişli olan müteşebbislerin kiralama yoluyle işlerini büyütmesi ve bu şekilde dolaylı yoldan kredi kaynağı elde etmeleri mümkündür. [281]
Gelir ortaklığı senedi, 17 Mart 1984 tarihli 2983 sayılı «Tasarrufların Teşviki Ve Kamu Yatırımlarının Hızlandırılması Hakkında Kanunsun 3. madde c bendinde şöyle tarif edilir : «Gelir ortaklığı senedi; Kamu kurum ve kuruluşlarına (Kamu İktisadî Kuruluşları ve İktisadî Devlet Teşekkülleri dahil) ait altyapı tesislerinin gelirlerine hakiki ve hükmî şahısların ortak olması için çıkarılacak senetlerdir».
3. madde a bendinde ise altyapı tesisleri şöyle belirlenir : «Köprü, baraj, elektrik santrali, karayolu, demiryolu, telekominükasyon sistemleri ile sivil kullanıma yönelik deniz ve hava limanları ve benzerleridir». 4. maddede, gelir ortaklığı senetleri ile diğer bazı kaynaklardan sağlanan gelirlerin, ilgili kuruluşların bütçeleri dışında T.C. Merkez Bankasında kurulacak «Kamu Ortaklığı Fonu»nda toplanacağı belirtilir. 5, maddede ise, gelir ortaklığı çıkarılacak altyapı tesislerinin işletme, bakım, onarım, idame ve benzeri hertürlü masraflarının ilgili idarelerce bu fondan karşılanacağı, hükmü yer alır. Aynı maddenin c fıkrasında gelir ortaklığı senetlerine her yıl dağıtılacak meblağların bu fondan karşılanacağı, e bendinde de, gerekli görülen hallerde piyasaya arzedilmiş bulunan gelir ortaklığı senetlerinin satın alınmasında yine bu fonun kullanılacağı, belirtilmiştir.
10/g maddesiyle; «Gelir ortaklığı senedi ile gelirleri satılacak altyapı tesislerinin tarife ve ücretlerini tespit etmek» görevi «Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı Kurulu»na verilmiştir.
Mülkiyetle ilgili önemli bir madde de 11. maddedir, a fıkrası şöyledir : «Altyapı tesislerinin mülkiyeti ilgili Kamu Kurum ve Kuruluşuna (Kamu İktsadî Kuruluşları ve İktisadî Devlet Teşekkülleri dahil) ait olmak kaydiyle bu tesisler için Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı Kurulunca 'Gelir Ortaklığı Senedi' çıkarılabilir». t
Gelir Ortaklığı Senetleri hâmiline yazılı olarak düzenlenir.
Yukarıdaki hükümlerden anlaşıldığına göre, köprü ve baraj senetleri, ilgili kanununa göre, mülkiyetin naklini gerektiren gerçek bir satış olmamaktadır. Devlet, halktan aldığı karzlara karşılık, bazı tesislerini teminat (rehin - ipotek) olarak göstermekte ve senet sahiplerine bu tesislerden yararlanma hakkını vermektedir. Anaparayı geri verince de yararlanma hakkı sona ermektedir. Bu,hukukî statü bakımından alacaklının, borçluya ait ipotekli maldan onun izniyle yararlanmasına benzemektedir. [282]
Gelir ortaklığı senetlerinin istenildiği anda paraya çevrilmesi ve aynen geri ödeneceği garantisinin verilmesi, bunların «karz» çerçevesinde değerlendirilmesini gerektirir. Devlet «borçlu», senet sahipleri «alacaklı» durumundadır. Ancak bir yönüyle de köprü ve baraj karşılık gösterildiği için, bu meblağlar satış bedeline benzemektedir.
Bu işlemin İslâm Hukuku literatüründe teknik adı «Bey'bi'l-vefâ»dır. Faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amaciyle örfleşen bir satış şeklidir. Bir kimse, bir malını, satış bedelini geri verince malı geri almak üzere peşin bir para karşılığında satsa «bey' bi'1-vefâ-» satışı meydana gelir. Satıcı daha sonra parayı geri vermeyi, alıcı da parasını teslim alınca malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır. Buna «Bey'u'l-muâmele» denildiği gibi, Mısır'da «Bey'u'l-emâne» adı da verilir [283]
Bu akitte, alıcı mala mâlik olamaz. Satıcı her an satış bedelini iade edip malı geri isteyebilir. Alıcı da malı geri verip parayı talep edebilir. Tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez [284]
Bey' bi'1-vefâ yoluyle satılan mal her bakımdan rehin hükmündedir. Bu yüzden, teminat sayılan bu malı ne
satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça başkasına satamaz. Bu hak, tarafların mirasçılarına da intikal eder. Taraflardan biri diğerinin izniyle satış yapabilir [285]
Köprü ve baraj gibi altyapı tesisleri İslâm Hukuku bakımından rehin olabilir mi?. İslâm'da menkul veya gayri menkul bir malın borca karşılık rehin olabilmesi için :
1) Alım - satıma elverişli ve mütekavvim bir mal olması gerekir. Mütekavvim mal, yararlanılması mümkün ve caiz olan mal, anlamına gelir.
2) Malın rehin akdi sırasında mevcut olması mûşâ (ortak) bir mülk olmaması, kabzdan sonra rehin hakkı sahibinin eli altında bulunması ve rehnedenin bir hakkı ile meşgul olmaması gerekir.
3) Vakıf mallarla, mîrî arazilerin rehnedilmesi prensip olarak câîz görülmemiştir [286]
Yukarıdaki ölçülere göre, köprü ve baraj gibi tesisler gelir getirmekte ve ekonomik hayatta alım - satımı mümkün bir kıymet taşımaktadır. Batı ülkelerinde bu gibi tesisleri özel sektör de kurabilmekte ve gerektiğinde başkalarına devredebilmektedir. Rehnin bîrden çok kimseler arasında ortak (mûşâ) olmaması kabzla ilgilidir. Günümüzde ortak mülkler, hakikaten veya hükmen kabzedilebilmekte ve borçlara teminat olabilmektedir. Kısaca, bu altyapı tesisleri rehin olma özelliğine sahiptir.
Bey' bi'1-vefâ yoluyle satılan rehin hükmündeki bir malın gelirinden yararlanmak mümkün müdür?. Konunun ağırlık noktası burasıdır.
Ali Haydar Efendi (ö. 1355/1936) Mecelle'nin 398. maddesinin şerhinde şunları yazmaktadır : «Mebîin, yani vefâen satılan bir gayri menkulün menfaatlerinden bir miktarı müşteriye ait olmak üzere şart kılmsa, bu şarta riayet olunur. Çünkü, 83. maddede «Bi kaderi'l-imkân, şer'i şerife uygun bulunan şarta uymak gerekir» hükmü yer.alır. Meselâ; vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya taksim olunmak üzere, karşılıklı rıza ile mukavele olunsa, bu mukavele mucibince amel olunmak gerekir. Ancak zikredilen menfaatlerin alıcıya ait olması şart kılınmadığı halde alıcı o menfaatleri, izinsiz olarak istihlâk etse tazmin etmesi gerekir. Çünkü vefâen satılan maldan meydana gelen mahsûle alıcı mâlik olamaz. Ancak satıcının mubah ve helal kılmasiyle istihlâk etmişse, satıcı bu geliri alıcıya tazmin ettiremez. Bu gelir, alıcının haddi aşma ve kusuru bulunmaksızın telef olsa,dımân lâzım gelmez. Fakat vefâen satılan malın kira bedelinin istihlâki tazmini gerektirmez. Meselâ; alıcı vefâen aldığı değirmeni satıcının emri olmaksızın başkasına kiraya verip, kira bedelini aldıktan sonra istihlâk etse, daha sonra satıcı semeni vererek, değirmeni geri alsa, kira bedellerini tazmin ettiremez [287]
Mecelle şerhindeki bu bilgiler çeşitli fetva ve furû (uygulama) eserlerine dayanır [288]
Şeyh Bedruddîn Mahmûd (ö. 823/1420), bey' bi'l-vefânın başlangıcı hakkında şu bilgiyi verir : «Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey' bi'1-vefâ şeklindeki satış örf hâline gelmiştir. Buna, bey'u'1-vefâ adını verdiler. Bu gerçekte bir rehin muamelesi olup, alıcı mebîa.mâlik olamaz ve mâlikinin izni olmadıkça gelirinden yararlanamaz» [289]
Ömer Nasuhi Bilmen, bu konuda şöyle der : İslâm âlimlerinin çoğunluğu, bey' bi'l-vefayı rehin olarak kabul eder. Mâlikin izni olmak şartiyle alıcı malın gelirinden yararlanabilir. Bilmen, bu konuda klâsik fetva ve furû kitaplarındaki bilgileri nakletmiştir [290]
Sonuç olarak köprü ve baraj gibi alt yapı tesisleri, gelir ortaklığı senetlerinin bedellerine karşılık ve teminat olarak gösterildiği için, bu mülklerin bey' bi'1-vefâ çerçevesinde rehin olarak kabul edilmesi mümkündür. Mâlik durumundaki Devletin, tesislerin gelirinden yararlanmaya izin vermesi, rehinden yararlanma niteliğindedir. Mülkiyetin Devlette kalması sonucu etkilemez. Çünkü bey' bi'1-vefâda mülkiyet alıcıya geçmez [291]
lyne satışı; satılan bir malı, satış bedelinden daha ucuz bîr fiyatla geri almak, anlamına gelir. Bu muamele, ödünç para alırken başvurulan bir usul olup, amaç satıın akdi içinde faizi gizlemektir. Şu şekilde yapılır : Ödünç para verecek olan kimse, ödünç isteyene, bir malını, meselâ 100 bin liraya, üç ay vade ile satıp, aynı kişiden peşin 80 bin liraya geri alır. Bu akit sonucunda, ilk satıcı, ilk alıcıya 80 bin lira öder ve üç ay sonunda ise ondan 100 bin lira alır [292]
İbn Ömer (r.a.)'den Nebi (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.: «Sizler, cihadı terkedip, ineklerin kuyruğuna yapışır ve ıyne alış - verişine dalarsanız, tevbe edip geriye dönmedikçe, Allah hiç kurtulamayacağınız bir mezelleti boynunuza geçirir» [293]
Bu çeşit satışı Ebu Yusuf (ö. 182/798) dışında diğer fakihler tenkid etmişlerdir. Çünkü böyle bir satışta, ödünç para isteyen müşterinin, o sıradaki sıkışık durumundan yararlanarak malı, veresiye yüksek fiyatla satmış gibi işlem yapıp, isteyenlere kredi vermek ve faizi ile birlikte geri almak düşüncesi vardır.
İmam Muhammed (ö. 289/805), Şafiî (ö. 204/819) ve Dâvud ez-Zâhirî (ö\ 270/883)'ye göre, ıyne satışı mekruh olmakla birlikte sahihtir. Mâliki ve Hanbelîler ise bunu bâtıl sayarlar. Hatta İmam Muhammed, ıyne satışını faizcilerin uydurduğunu ve bu akde kalben razı olamadiğini söyler [294]
Ebu Hanîfe (ö. 150/767)'ye göre, A, B'den bîr mal satın alır ve daha akit tamamlanmadan tekrar B'ye düşük fiyatla geri verirse, satım akdi fasit olur. Akit tamamladıktan sonra, yine düşük fiyatla satarsa caiz olmaz, fakat daha yüksek bir fiyatla olursa caizdir. Ancak araya üçüncü bir kişi girerse akit muteber olur [295]
Iyne satışında, üçüncü kişinin araya girmesi şu şekilde olur: A, B'den 100 bin lira ödünç para ister, B ona
para yerine asıl fiyatı 100 bin lira olan bir malını 120 bin liradan satar ve teslim eder. A da bu malı C'ye rayiç fiyat olan 100 bin liraya peşin olarak satar ve teslim eder. C tekrar, malın ilk sahibi olan B'ye gelerek 100 bin liradan malı ona satar ve parasını alır. Bu parayı A'ya verir. A vade sonunda B'ye 120 bin lira ödeyecektir [296]
Sonuç olarak hadisi şerifte ıyne'den kapalı bîr şekilde söz edilmesi bu görüş ayrılıklarına sebep olmuştur. Belki burada uygun olan şudur: Nakit paraya ihtiyacı olan kimse, müşterisi hazır bulunan bir malı vadeli olarak alır, hazır müşteriye tenzilatla peşin olarak satar ve bu yolla kredi sağlamış olur. [297]
Yukarıda inan ve mudârabe ortaklıklarını açıklarken de belirttiğimiz gibi, iki ve daha çok kimse, sermayelerini birleştirmek suretiyle ortak işler yapabilir, tesis ve işletmeler kurabilir. Hz. Ömer'in iki oğlu Abdullah ve Ubeydullah'ın zekât fonundan aldıkları ve elde edilen kârı devletle paylaştıkları [298] düşünülürse, ortaklardan birisinin devlet olması da mümkündür.
Birisi arsa sahibi olan iki kişi, aralarında anlaşarak ev yapmak isteseler, arsa bedeli 1 milyon olsa, ev yapıldığı zaman toplam 6 milyon nakit para harcanmış bulunsa, bu paranın 2 milyon 500 bin lirasını arsa sahibi, 3 milyon 500 bin lirasını da diğer ortak ödese, ev aralarında yarı yarıya ortak olur. Ev tamamlandığı zaman rayiç bedeli 12 milyon olsa, bir ortak kendi hissesini 6 miyona diğer ortağına satabilir. Burada ödediği paradan fazla olan 2 milyon 500 bin liranın meşru kâr olduğunda Şüphe yoktur. Ortağına kolaylık göstererek vadeli de satabilir. Bu takdirde kâr oranının daha yüksek tutulması mümkündür.
Günümüzde 2985 Sayılı Toplu Konut Kanunu 3. maddesine göre verilen ferdî veya toplu konut kredilerini, faizli muamele olmaktan çıkararak ortaklık çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Ancak bunun için, bina tamamlandığı zaman, tarafların nakit katkısına göre, ortak mülke, eksperlerce değer bîçilmeli ve devlet kendi .hissesini diğer ortağa, vadeli olarak satış yapmalıdır. Gerçekte vakıa buna benzer şekilde yürümektedir. Kredi nakît para olarak alınmakla birlikte, başka işe kullanılamamakta, para mala bağlanmaktadır. Kredi alan, borç bitinceye kadar dairesini satamamaktadır. [299]
Zekât İslâm ekonomisinde önemli bir yer işgal eder. Özellikle zayıf ve fakir kesimlere destek sağlamak amaciyle ihdas edilmiştir. Asr-ı saadette devlet eliyle toplanması sosyal güvenlik etkisini artırıcı rol oynamıştır.
Yoksul, borçlu ve yolda kalmışlar bu fondan karşılıklı veya karşılıksız kredi olarak yararlanabilir. Tevbe sûresi 60. âyette şöyle buyurulür : «Zekâtlar; Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalbleri müslümanlığa ısındırılacaklara verilir, kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarfedilir».
Âyet-i kerimede zekât verilecek sınıfların sayılması ve zekâtı toplayacak memurlardan söz edilmesi,, devlet eliyle bîr sosyal güvenlik müessesesi olarak çalışacak zekât fonunu düşündürmektedir. Bunun anlamı, devletin genel bütçesi dışında, zekâtın özel bir bütçesinin bulunması ve fonun kendi alanında kullanılmasıdır. İlk müslümanlarında anlayıp uyguladığı bu yöntemdir. Kısaca, zekâtın amacı zengin kesimden alarak, fakir kesime vermek ve darda bulunanlara ekonomik destek sağlamaktır. Bu yüce amacın, devletin katkısı olmaksızın gerçekleşmesi güçtür. [300]
Âyet-i kerîmede yer alan sınıflara, ihtiyaçlarını giderecek ölçüde zekâtın karşılıksız olarak yerilmesi asıldır. Ancak geçici olarak borçlanmış, ya da mal karşılığı olmakla birlikte nakit darlığına düşmüş olan borçlulara karz yoluyla destek sağlamak da mümkündür. Bu gibi geri iade edilmek üzere, bir çeşit faizsiz kredi olarak verilen zekâtın ayrı bir yardımlaşma sandığında işletilmesi mümkündür. Böylece zekât da bîr kredi kaynağı olarak devreye girmiş olur.
Yüzyılımız bilginlerinden Ebu Zehra, Hallaf ve Yusuf el-Kardavî bu görüşü savunur ve şöyle derler : Meşru borçlar zekât fonundan karşılıksız olarak ödendiğine göre, aynı borçların tekrar bir yardımlaşma sandığına dönmek üzere karz-ı hasen. olarak ödenmesi öncelikle mümkündür [301]
Ekonomik durumun ahlâk ve yaşayış üzerinde büyük etkisi vardır. Hz. Peygamber borçlu olmaktan Allah'a sığınırdı. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle buyurmuştur :
«Bir kimse borçlanınca konuşur, yalan söyler, söz verir, sözünde duramaz» [302]O, ashabını aşırı borçtan sakındırmak için, borçlu iken ölen ve geride borcunu ödeyecek kimse veya mal bırakmayan kimselerin cenaze namazını kıldırmamıştır. Namazı sahabiler kılıyordu. Ancak ganimet gelirleri artıp, beytülmâl zengin imkânlara kavuşunca, Hz. Peygamber, ödeme güçlüğü çeken müslümanların borçlarını demeyi bizzat üzerine aldı. Ebu Hureyre (Ö. 58/677) bu konuda şöyle der : «Yüce Allah Hz. Peygamber'e fetihler nasib edince şöyle buyurdu : Ben mü'minlere canlarından daha sevimliyim. Kim ölür ve geriye borç bırakırsa, borcunu ödemek bana aittir» [303]
Özellikle Emevîler devrinde çeşitli İslâm beldelerinde borcu zekât fonundan ödenecek borçlu bulmakta güçlük çekilmiştir. Ömer b. Abdilaziz (ö. 101/720), valilerine «Borçluların borçlarını ödeyiniz» diye genelge yayınlamıştır. Bir vali şunu yazar: «Bir kimsenin evi, hizmetçisi, atı ve eşyası var. Bununla birlikte borçludur. Bunun borcunu da ödeyecek miyiz?..» Halife şu cevabı verir : «Bir müslümanın oturacağı bir evi, işlerini görecek bir hizmetçisi, düşmana karşı üzerinde savaşacağı bir atı ve evinde eşyası olması gerekir. Onlar bununla zengin sayılmazlar. Borçları varsa, borçlarını ödeyiniz» [304]
Yüzyılımızın belki en büyük ekonomik güç ve potansiyeline sahip olan zekât müessesesi üzerinde pratik statü çalışması yapmak gerekmektedir. [305]
«İslâm Ekonomisinde Faiz ve Finans Kaynakları» konusundaki bu inceleme ve araştırmalarımızla ulaştığımız sonuçları şöylece ifade edebiliriz.
1) İslâm'da faiz yasaklanmış, ancak kapsamı nassla tam olarak belirlenmediği için görüş ayrılıkları olmuştur. İslâm bilginlerinin çoğunluğu, hadiste zikredilen 6 ribevî maddeyi «örnek kabilinden» saymış, Hanefîlerle, meşhur rivayette Hanbelîler tüm «mislî mallar»ı faiz kapsamına almışlardır. Buna göre, mislî mallarda «peşin mübadele prensibi» getirilmiş, cinsler bir olursa miktarların eşit olması, cinsler farklı olursa miktarların da farklı olabileceği esası benimsenmiştir. Bu ölçülere uymayan mübadeleler faiz kabul edilmiştir.
2) Mislî malların karz-ı hasen olarak verilmesi veya selem akdine konu olması, özel nasslarla meşru kılındığı için faiz kapsamı dışındadır.
3) Faizle ilgili âyet ve hadisler bir bütün olarak ele alınıp, üzerinde ekonomik açıdan düşünüldüğünde, yasağın amacının taraflardan birisinin aldanmasını önlemek, darda bulunanın bu halinden karşı tarafın yararlanmaya kalkışmasını engellemek, özellikle «haksız kazanç»yollarını kapatmak ve belki de en önemlisi riski kapital sahiplerine yayarak, dürüst iş yapan müteşebbislere prim sağlamaktır.
4) Hz. Peygamber devrindeki bazı uygulamalar faizin amacının haksız kazancı önlemek olduğunu göstermektedir. Boncuk ve altın dizili bir gerdanlığın satımında, Allah elçisinin, altınların çıkarılarak tartılmasını istemesi, yine Fudâle b. Ubeyd'in, Hayber günü boncuk ve altından oluşan bir gerdanlığı 12 dinara satın alması, ancak sonradan yalnız altınlarının bile 12 dinar (altın) paradan daha ağır olduğunu görmesi üzerine, Hz. Peygamber'e başvurması ve O'nun «altınların ayrıca tartılarak ağırlığınca dinarla satın alınmasını» bildirmesi, bunlar arasında sayılabilir.
5) Altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübadele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının istenmesi, paranın maden değerinin üstünde veya altında nominal bir değer kazanmasını engellemiştir. Başka bir deyimle, para ile, kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş zinet eşyaları arasında bir fiyat farkının oluşmasına ve buna bağlı olarak enflasyonun meydana gelmesine faiz yasağının engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz.
6) Faizin illetini «mislî mallarda cereyan eden haksız kazanç» olarak düşünmek mümkün görünüyor. Meselâ, 10 milyon lirayı °/o 40 faizle bir işletmeciye veren kimse, yıl sonunda 4 milyon lira + anapara'yı alacaktır. Kredi kullanan bu kimse % 100 kâr etmişse, krediyi veren, 10 milyon kâra karşılık 4 milyonu az bulacaktır. Hiç kâr elde edilmemîşse, bu defa krediyi alan anaparayı % 40 fazlası ile ödemek zorunda kalacaktır.. Kısaca taraflardan birisi haksız kazanç elde etmektedir. 1000 doları, üç ay sonraki 2000 markla mübadelede de taraflardan birisinin mağdur olabileceği açıktır.
7) Küçük ve kısa vadeli kredilerin karz-ı hasen çevresinde çözümlenmesi mümkündür. Mislî mallar karz olarak verilebilir. Akit sırasında şart koşulsa bile, karzda vade bağlayıcı olmaz.
8) Ödünç verenin, akit sırasında şart koşulmamak ve,örfleşmiş de bulunmamak kaydıyla, ödünç verdiği kimseden yarar sağlaması faiz sayılmaz. Câbir b. Abdillâh «Benim Resuîullah (s.a.) da bir hakkım (alacağım) vardı. Bana bunu ziyade ederek ödedi» [306] demiştir.
9) İslâm'da, her çeşit krediyi sağlamaya elverişli bulunan «kâr - zarar ortaklığı» formülü geliştirilmiştir. Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, ortaklarını gerçek mal varlığına hissedar yapar ve gerçek kârı paylaşmaya, yada ortakların anaparalarına eklemeye razı olursa, kredi problemine çözüm yolu bulmak kolaylaşabilir. Özellikle inan ve mudârabe ortaklıkları dikkat çekicidir. [307]
Bu şirket, günümüzdeki Anonim şirketlerin benzeridir. Ancak, ortakların haklarını koruyucu nitelikte ayırıcı özellikleri vardır. Şöyle ki; 100 kişi l'er milyon lira koyarak, 100 milyon sermayeli bir şirket kursalar, bu para mala dönüşünce, her ortağın tüm şirket mal varlığı üzerinde % 1 oranında hakkı doğar. Üzerinde, sermaye miktarı, yüzdesi ve kârnı paylaşılma şekli yazılı bulunan bir belge düzenlenirse, bunun adı «hisse senedi» olur. Kâr, ortaklar arasındaki anlaşmaya göre paylaşılır. Zarara ise % 1 oranında katlanırlar. Yıl sonlarında kârın kısmen dağıtılması veya hiç kâr dağıtılmaması ortakları . ekonomik bakımdan etkilemez. Çünkü, dağıtılmayan kâr,
şirketin mal varlığına yansıyacağı için hisseler büyümüş olur. Bir bakıma kâr dağıtılmaması ortakları tasarrufa ve yeni yatırımlara yöneltmiş olur. Bereketli bir ticaretten sonra, diyelim' beşinci yılın sonunda, hisselerin para olarak belirlenmesi gerekse, borçlar ve amortisman bedelleri düşüldükten sonra şirketin müsbet mal varlığı, yeni fiyatlar üzerinden değerlendirilince, iki milyar liraya yükselmiş bulunsa, her ortağın hissesi 1 milyondan 20 milyona çıkmış olur. Artık, üzerinde 1 milyon yazan "ilk hisse senetlerini iptal ederek, 20 milyon yazan yeni hisse senetleri çıkarmak gerekecektir. Hissesini devretmek isteyen ortak, gerçek değer üzerinden pazarlıkla satış yapabilir.
Anonim şirketlerde ise, bazan çeyrek asır geçtiği halde hiç değiştirilmemiş hisse senetleri vardır. Çoğu kere, iş hacmini büyütme sebebiyle ya hiç kâr dağıtılmamış ya da kısmen dağıtılmıştır. Yukarıda verdiğimiz örnekte, başlangıçta 100 milyon olan sermaye, 10 yıl sonra, dağıtılmayan kârlar ve enflasyonlar sebebiyle 3 milyar lira değerindeki müsbet mal varlığına ulaşsa, başlangıçta 1 milyon sermaye koyan ortağın hissesi 30 milyona çıkmış olur. Fakat hisse senetlerinde düzeltme yapılmadığı için, böyle bir ortak, menkul kıymetler borsasında belki 2 vada 3 milyona alıcı bulduğu zaman % 200 veya %300 kârla sattığını düşünecektir. Gerçek değerinden yaklaşık olarak 27 milyon eksiğine satılan bir hisse senedinin, 2-3 katı kârla satıldığını kabul etmek ekonomik bir çelişkidir. Diğer 'andan 10 yıl sonra kârın da 1 milyon hisseye göre dağıtılması ve büyük meblağ görünümü vermesi başka bir çelişkidir. Hisse senetlerinin tutan 100 milyon -olduğu için, 51 hisseyi eline geçiren, yani 51 milyon veren, 3 milyarlık tesisi de ele geçirecektir.
Bu konuda son yıllarda çıkarılan «Yeniden Değerleme Kanunu» ve sermaye arttırımı uygulamaları olumlu
adımlar sayılabilir. Ancak ortakların haklarını koruyucu daha etkin tedbirlere ihtiyaç vardır. [308]
Bir veya çok kişi sermayeyi, diğer taraf emeğini ortaya koyarak «mudârabe şirketi» kurabilir. Mudârabe; elinde sermayesi olup da bilgisi, tecrübesi olmayan veya sağlığı elverişli bulunmayan yahut daha çok- kâr elde etmek isteyen kimse ile, elinde sermayesi bulunmayan, bilgili, tecrübeli, yetenekli ve ticarete yatkın kimseyi bir araya getirir. Kârın paylaşılması anlaşmaya göre olur. İşi yürütenin kastı olmaksızın meydana gelecek zarar, önce kârdan, bu yetmezse anaparadan karşılanır. Mudârabe için alınan kredinin hesabı ayrı tutulur ve süre de belirlenmiş olursa, alınan kredi ve buna isabet eden kâr, süre sonunda iade edilir. Bu yolla, uzun, kısa, bazan bir parti mal için, finansman sağlamak mümkündür. Bu sistemin çalışması mutlak güvene dayanır ve giderek dürüst iş adamları ekonomik prim kazanır.
10) Mudârabede, işletmecinin sermayeyi bizzat .işletmesi zorunluluğu yoktur. Kâr marjını yükseltmek için alt mudârabe ve mudârabecikler tesis etmek mümkündür. Böylece, sermaye sahipleri ile direkt muhatap olan, fakat mevduatı kâr - zarar ortaklığı çerçevesinde işletecek olanlara intikal fonksiyonunu ifa eden «Banka Sistemi» ortaya çıkmış olur. Banka, sermayeyi ya kendisi çalıştırır, kârdan hissesine düşeni alır, ya da alt işletmecilere verir ve kârdan hissesine düşeni onlarla paylaşır. Banka, bu sonuncu durumda aracılık görevi yapar ve sermaye piyasasını tanıması, kâr marjını yükseltmeye çalışması nedeniyle, emeğinin karşılığını kârdan alır.
11) Mudârabe sisteminde, bankaların sermaye sahiplerine karşı, zararı dımân sorumluluğu yoktur. Kasıt olmadığı sürece hüküm böyledir. Hiç kâr olmaz veya zarar meydana gelirse, banka emeğinin karşılığını talep edemez. Bu durum, onları dikkatli olmaya ve kâr getiren yatırımlara sevkeder.
12) Mudârabe'de bankanın zarara katılmaması, anaparayı aynen iade etme zorunluluğunun bulunmaması ve kârdan serbest sözleşmeyle belirlenecek bir paya hak kazanması dikkate alınarak İslâm'ın banka sistemini güçlendirdiği söylenebilir.
13) Üretim işinde yetenekli olan, fakat bunun için gerekli tesislere sahip bulunmayan kimse, bunları başlangıçta herhangi bir bedel ödemeksizin «kira akdi» ile elde edebilir. Tesisleri satın alabilecek duruma gelince de mülkiyetini devralabilir.
14) Köprü - baraj gibi alt yapı tesislerine ait «Gelir Ortaklığı Senetlerinin, bey' bi'1-vefâ akdi çerçevesinde değerlendirilmesi mümkündür. Köprü ve barajın belli hisseseleri, senet sahiplerinin ödediği meblağ karşılığında bir rehin görünümündedir. Mâlik durumundaki devletin bu tesislerin gelirinden yararlanmaya izin vermesi rehinden yararlanma niteliğindedir. Rehinden mâlikin izniyle yararlanmak mümkündür.
15) Şartlı kredileri man ortaklığı içinde değerlendirmek mümkündür. Kredinin hangi projede kullanılacağı belirlenmekle, kurulacak tesis ortak mülk olur. Daha sonra ortaklar birbirine satış yapabilir.
16) İnan ortaklığı çerçevesinde iki kişi, ortak mesken yapabilir. Mesken tamamlanınca, 8 milyon lira maliyet olsa, iki ortak bunu yarı yarıya karşılamışsa, ev aralarında % 50 ortak olur. Birisi yeni değeri üzerinden, meselâ, 12 milyon üzerinden kendi hissesini diğer ortağa peşin veya taksitle 6 milyona satsa, 2 milyon lira kârla mülkünü satmış olur. Ortaklardan birisinin devlet olması sonucu değiştirmez. Aslında aynı yola çıkan prosedürün hak ve risk bakımından tashih edilmesi gerektiği söylenebilir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, İslâm, finans kaynaklan bakımından güven esasına dayanan çözümler getirmiş ve haksız kazanç yollarım kapamaya çalışmıştır. Meşru kazancı sermaye, emek veya risk bazına oturtmuştur.
En doğruyu bilen Allah'ın, doğruyu bulmada yardımcı olmasını niyaz ederim. [309]
İş sözcüğü; arapça «amele» kökünden masdar olup sözlükte; iş işlemek, yapmak, icra etmek, tasarruf etmek ve amel etmek gibi anlamlara gelir [310] Âmil sözcüğü de; işçî, bir işi yapan, işleyen ve çalışan kişi anlamında kullanılır..Arapçada genel olarak çalışmak ve iş yapmak anlamında başka terimler de vardır, «sa'y»-, «faale» ve «cehede» ile türevleri bunlar arasında sayılabilir.
Kur'an-ı Kerim'de; kendi işinde veya başkalarının işinde çalışmak yahut âhiret için iyi işler yapıp hazırlamak anlamlarında olmak üzere 670 kadar âyet vardır [311] Yalnız iş (amel) sözcüğü ve türevleri 360 âyette geçer [312] Hz. Peygamber'in hadislerinde de aynı terimleri ve işçi, işveren konularında çeşitli hükümleri bulmak mümkündür. Birkaç örnek vererek geçeceğiz:
«... onun meyvasından ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye...» [313]
«İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır» [314]
«İnanıp iyi iş yapanlara Allah ücretlerini tam olarak verecektir» [315]
«Biz elbette, iman edip işini iyi yapanların ücretini zayi etmeyin» [316]
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur : «İşçinin ücretini teri kurumadan önce veriniz [317] «İşçi çalıştıran kimse, işçisine ne kadar ücret vereceğini bildirsin» [318]
Başkasına ait bir işi ücret karşılığında yapmayı üslenen kimseye «işçi (âmil)» denir. Bu; işçinin emeğini kiralaması demektir [319] İnsanlar bütün işlerini her zaman kendileri göremez. Başkalarının yardımına ihtiyaç vardır. Bu yardımın sürekli olarak meccânen yapılması beklenemez. Sözleşme ve ücret, emeğin kiralanmasında sürekliliği sağlar.
Başkasını bir ücret karşılığı çalıştıran kimseye «işveren» denir. Bu, gerçek kişi olabileceği gibi, devlet, vakıf, şirket gibi tüzel kişi de olabilir.
İslâm hukukunda tarım işçileri için, «çiftçi» anlamında «fellâh» sözcüğü de kullanılmıştır. Bu konuda er-Remlî (Ö. 1004/1595) şöyle der : «Tarım yapılan bir toprağın yarar ve zararı, toprak sahibine aittir. Çalışan (fellâh) kimse sadece işçilik ücretine hak kazanır» [320]
Tarım işçileri dışında kalan, diğer ücret karşılığı çalışanlara ise «ecîr (ücretli)» denilmiştir.
Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: «Ey babacığım, onu ücretli olarak tut» [321]Hadiste «İşçiye ücretini teri kurumadan önce veriniz» buyurulurken, işçi «ecîr» sözcüğü ile ifade edilmiştir [322]
İslâm'da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiştir. Bugün uygulamada işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya olmama gibi ayırımlar yapılmaksızın tüm çalışanlar ayni hükümlere tâbi tutulmuş, ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuştur. Sadece işin bir kişiye veya. birden çok kişilere yapılmasına göre bir ayırım yoluna gidilmiştir. Aşağıda vereceğimiz İşçi çeşitleri böyle bir ayırımdan ibarettir.
Türk İş Kanunu 1. maddede işçi şöyle belirlenir: «Bir hizmet akdine dayanarak herhangi bir işte ücret karşılığı çalışan kişiye işçi, çalıştıran tüzel veya gerçek kişiye işveren, işin yapıldığı yere işyeri denir». [323]
Yalnız, bir gerçek veya tüzel kişiye çalışan kimsedir. Bugün bir sözleşmeyle ve ücret karşılığı çalışan fabrika, inşaat, tarım vb. işyerlerindeki işçilerle, memurlar bü gruba girer. Yapılan hizmetin özel veya kamu hizmeti niteliğinde olması sonucu etkilemez. Yalnız bir kişiye âit koyunları güden çoban, başkasının aracını kullanan şoförde bu statüye girer. İşverenin birden fazla olması, iş kapsamı sınırlandırıldığı için sonucu değiştirmez. Meselâ; bir köy halkı öğretmen, imam, müezzin ve köy çobanı tutsa, bunlar da «özel işçi» sayılır. Çünkü bu sayılanlar belirli işleri yapmakla yükümlüdür.
Din görevlileri Şafiî, Malikî ve Hanbelî Mezheplerine göre İslâm'ın çıkışından, Hanefîlere göre ise m. 13. yüzyıldan itibaren emeğini ücret karşılığı kiralayan sınıf içinde yer almıştır [324]
Özel işçi, sözleşme süresince başkası için çalışamaz. Çünkü kendisiyle akit yaptığı işverenin, belli süre onun iş gücünden yararlanma hakkı vardır. İzinsiz olarak başkasının işinde çalışır ve bu nedenle, kendi işvereninin işi eksik kalırsa, bu eksiklik ücretinden düşülür. Özel işçi hazır olur ve belirlenen süre dolarsa ücrete hak kazanır [325]
Belirli gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan boyacı, terzi, marangoz gibi zanaatkarlar, doktor, avukat, muhasebeci gibi serbest meslek sahipleri bu gruba gîrer. Bunlar işi yapmadıkça ücrete hak kazanamaz. Ortak işçi, bir kimsenin işini yaparken, diğerinin işini de alıp yapabilir. Meselâ, yalnız br fabrikanın muhasebe işlerini yapmak üzere tutulan kimse «özel işçi» sayılırken, bu muhasebeci ücret karşılığında başkalarının muhasebe işlerini de yürütebiliyorsa «ortak işçi» sayılır. Sözleşmede herkese iş yapabileceği belirtilince, piyasadan başka iş almasa bile ortak işçi özelliği devam eder. Çünkü istediği takdirde iş alması mümkündür [326]
Bu duruma göre, İslâm'da işçi kapsamı, modern hukuktakinden daha geniştir. Bugün ülkemiz uygulamasında, emekli sandığına tâbi memurlarla, zanaatkarlar ve serbest meslek sahipleri işçi sayılmamaktadır. Araştırmamızda belirleyeceğimiz prensipler bu sınıfları da kapsamına almaktadır. Özellik arzeden durumlar ayrıca belirtilecektir. [327]
İslâm hukukunda iş akdi, icâre (kira akdi) içinde yer almıştır. İcâre sözlükte; himaye etmek, korumak, kurtarmak ve saptırmak gibi anlamlara gelir. Bir terim olarak ise, bir şeyden yararlanma hakkını bir ücret karşılığında başkasına satmak demektir [328] Kendisi istihlâk edilmeksizin yararlanmak mümkün olan her şeyin kiralanması caizdir. Yararlanma ancak kendisi tüketilerek labilen şeyler kira akdine elverişli değildir. Nakit para, altın, gümüş, ölçü veya tartı ile alınıp satılan şeyler böyledir [329]
Hanefîler, mülkiyetin naklini gerekli kılan akitleri iki bölüme ayırırlar :
1) Ayn'ın temliki. Bir şeyin mülkiyetini başkasına devretmekle gerçekleşir. Bu da ikiye ayrılır.
a) Ayn (eşyanın) in bir bedel karşılığında temliki. Bir binayı 5 milyon liraya satmak gibi.
b) Ayn'ın-meccânen başkasına devredilmesi. Bir binanın başkasına hibe edilmesi veya vasiyet yoluyla başkasına bırakılması gibi.
2) Menfaatin temliki. Bir şeyin mülkiyetini devretmeksîzin yalnız yararlanma hakkını vermektir. Bu da iki türlü olabilir :
a) Yararlanmanın bir bedel karşılığında devredilmesi. İcâre akdi bu çeşide girer. Bu da iki türlü olabilir:
aa) Menkul ve gayrî menkullerin kiralanması. Ev, dükkân, tarla, nakil aracı gibi şeylerin kiralanması böyledir.
bb) İnsan emeğinin kiralanması. Bu iş akdi ile gerçekleşir. Bir kimsenin 50 bin lira aylık bedel karşılığında belli bir işte çalışmayı kabul etmesi gibi. İşte araştırmamızın konusunu bu çeşit akitler oluşturacaktır.
b) Yararlanmanın başkasına meccânen devredilmesi. Bir evde, kira ücreti almaksızın bir yıl oturmaya izin vermek gibi [330]
Yararlanmalar, eşya veya zimmet üzerinde olmak bakımından da ikiye ayrılır. Bir gayri menkulü, 1 yıl süreyle kiralamak birinciye, bir insanla bir ay çalışması için iş akdi yapmak ise ikinciye örnek teşkil eder [331]
İş akdinin geçerli olması için, işverenin işçiden yararlanma konusunun, başka bir deyimle işçinin yapacağı işin belirlenmiş olması gerekir. Bu yararlanma sözleşmedeki şartlara veya örfe göre olur. Şart ve örf yoksa, işçiye zarar vermeyecek ölçüde çalıştırma yolu izlenir. İş akdinde, yapılacak işin bilinmemesi anlaşmazlığa yol açabileceği için, akit fasit olur. Bir kimse işçiyi terzilik, çobanlık, inşaat işçiliği, ustalık, şoförlük gibi yapacağı işi belirtmeksizin işe alsa, işçi işi öğrenince akdi feshedebilir [332]
İşçiden yararlanma, işin nevinin ve çalışma süresinin birlikte beyanı ile belirli hâle gelir. Böylece işçi ya belli bir işte, belli bir süre çalışmakla veya süre söz konusu olmaksızın belli miktar işi yapmakla ücrete hak kazanır. İş akdinde günlük, haftalık, aylık veya yıllık olarak anlaşma yapılmışsa, işçi yaptığı işin miktarına göre değil, süreye göre ücrete hak kazanır [333]
Süre ve iş miktarının birlikte belirlenmesi konusunda görüş ayrılığı vardır.
Ebu Hanîfe (Ö. 15O/767), İmam Şafiî (Ö. 204/819) ve bir rivayette Hanbelîlere göre, çalışma süresinin belirlenmesi yeterli olup, ayrıca yapılacak iş miktarının belirlenmesi caiz olmaz. Aksi halde iş akdi fasit olur. Çünkü böyle bir akitte özel ve ortak işçilik özelliği bir kişide toplanmış olur. Bunların arasında, ücrete hak
kazanma bakımından ayrılık vardır. Süresi belirli iş akdi, gerektiğinde çalışmadan da ücrete hak kazandırdığı halde, işin miktarı belirtilerek yapılan akitte, ücrete ancak işin yapılmasîyle hak kazanılır. Bu farklı sonuçlar, akdin konusunun bilinmezliğine yol açar. Bu yüzden işçi normalin üzerinde zorlanır [334] Meselâ; normal bir işçinin 8 saatte 50 adet ürettiği bir maldan, aynı süre içinde 100 adet üretmek şartiyle iş akdi yapmak, işçiyi zor duruma düşürür. 8 saatte sürekli olarak 50 adet mal üretmesi istenirse, bu defa da kimi zaman iş erken biter, süre doluncaya kadar çalışması gerekir. Kimi zaman da 8 saatten fazla çalışması gerekebilir. Her iki durumda da belirsizlik söz konusudur.
Ebu Yusuf (Ö, 182/798) ‘a İmam Muhamnıed (ö. 189/805)'e, Mâlikilere ve bir rivayette Hanbelîlere göre, süre ve iş miktarı bir arada belirlenebilir. Meselâ, bir kimse «bu elbiseyi bugün dikmen için seni kiraladım» yahut «şu bir çuval unu bir günde ekmek yapman için seni kiraladım» dese, işçi de bunu kabul edince akit meydana gelmiş olur. Çünkü sürenin belirlenmesindeki amaç, işin bir an önce yapılmasını sağlamaktır. Süre, akdin konusunu teşkil etmediği için, onun cevazına engel olmaz. Bu durumda işçi işi belirtilen süreden önce bitirirse tamücret alır. İşi süresi içinde bitiremezse, tamamlayıncaya kadar çalışması gerekir [335]
İşçinin zanaatkar veya serbest meslek sahibi gibi herkese iş yapan «ortak işçi» olması halinde de yapılacak işin belirlenmesi yahut da işin cins, nevi, miktar ve sıfatının açıklanması gerekir. Meselâ, bir kimse ile kuyu kazmak için sözleşme yapılsa ona; kuyunun yer, derinlik ve genişliğini açıklamak gerekir. Çünkü kazma işi bu unsurların değişmesiyle değişiklik arzeder [336] Günlük ücret üzerinde sözleşme yapılmayıp, kuyu götürü olarak verildiği için, kuyunun kazılacağı yerin sert veya yumuşak olması, derin olup olmaması ve genişliği emeği etkileyecektir. Süre söz konusu olmaksızın yalnız işin miktarı belirlenerek yapılan iş akdinde, işin tamamlanmasiyle ücrete hak kazanılır [337]
Kimi iş sahipleri işçilere üretime göre veya parça başına ücret vermeyi daha uygun bulurlar. Meselâ tanesi 1000 liradan gömlek diktirmek, mesai süresince ürettiği mal miktarına göre ücret vermek gibi. Böylece iş ve ücret miktarı belli edilmiş olur. Artık dikme veya üretme işinin bir saatte olmasiyle üç saatte olması arasında ücret bakımından fark bulunmaz.
Kanaatımızca, süre ve iş miktarı konusunda yukarıdaki iki görüşü birleştirerek şu tarzda değerlendirmek mümkündür. İş miktarına göre ücret veren kimseler, bu işin belli süre içinde yapılmasını isteyebilir. Çünkü malın
bir an önce üretilmesinde yaran vardır. İşçi süre bakımından tamamen serbest bırakılırsa, işveren çoğu zaman taahhütlerini yerine getiremez. Bunun için işçiye müsamahalı bîr sürenin verilmesi uygun olur. İşçiyi zor duruma düşürmemek için günde üretebileceği en az miktar belirlenerek, bu miktarın üzerine çıkarsa parça başına alacağı ücret de artmak üzere sözleşme yapılabilir. Fazla miktarda mal üretmek, ücreti etkileyeceği için işçinin de yararına olur. Günlük en az miktarı üretince, işçi mesai sonuna kadar işe devam etmek zorunda da bulunmaz. Bu, işin tamamlanıp teslim edileceği son tarihi belirlemek gibi olur. [338]
İş akdinin geçerli olması için, ücretin de belirlenmesi gerekir. Ücret; işçinin emeğinin bedelidir. Satım akdinde, satış bedeli olmaya elverişli bulunan herşey, iş akdinde ücret de olabilir.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, satış bedeline uygulanan hükümler, emeğin bedeli olan işçi ücretretlerine de uygulanır [339]
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur :
«Kim bir işçiyi çalıştırırsa, ona vereceği ücreti bildirsin» [340]
Ücret nakit para, ölçü veya tartı yahut da sayı ile alınıp satılan şeylerden olursa, bunun cins, nevi, miktar ve sıfatını beyan etmek gerekir. Ücrette, anlaşmazlığa yol açacak ölçüde belirsizlik bulunursa akit fasit olur. Bu durumda, işçi çalışmış bulunursa ecr-i misi (emsalücret) e hak kazanır. [341] İşçinin hakları konusunu incelerken ücret hakkında geniş bilgi vereceğimiz için burada kısa geçiyoruz. [342]
Türk iş hukukunda süresi bir yıldan daha az olan iş akitleri, tarafların sözlü ani aşmalar iyle meydana gelir. Süre bir yılı geçerse akdi yazılı olarak yapmak zorunluluğu vardır.
1475 Sayılı İş Kanununun 9. maddesinde şöyle denilir :
«Belirli süresi bir yıl veya daha uzun süreli hizmet akitlerinin yazılı olarak yapılması zorunludur... Yazılı akit yapılmayan durumlarda işveren, işçinin isteği üzerine, kendisine genel ve özel iş şartlarını gösteren ve imzasını taşıyan bir belge vermekle yükümlüdür».
Bu duruma göre, süresi bir yıldan kısa olan iş akilerinde de işçi, işverenden yazılı bir belge istemek hakkına sahiptir. Bu belge sözleşme yerine geçerli olur.
Aynı kanunun 11. maddesinde, yazılı olarak yapılacak iş sözleşmesinde şu unsurların bulunması öngörülmüştür.
1) İşveren ve işçinin (takım sözleşmelerinde her işçinin ayrı ayrı) ad ve kimlikleri,
2) Yapılacak iş,
3) İşyerinin adresi,
4) Süresi belirli sözleşmelerde sözleşmenin süresi,
5) Ücret (takım sözleşmelerinde her işçi için ayrı ayrı) ödeme şekli ve zamanı,
6) Var ise tarafların ileri sürdükleri özel şartlar,
7) Hizmet akdinin yapıldığı gün,
8) Tarafların imzası.
İşçi veya işveren şartlara uymadığı takdirde bu yazl sözleşme ispat aracı olarak işe yarar.
İslâm hukukuna göre iş sözleşmesi sözlü olabileceği gibi, yazılı olarak da yapılabilir. Çünkü tarafların haklarını güvence altına alacak bir belge, hakları korumada etkili olur. [343]
İslâm'dan önceki semavi dinlerde de ücret karşılığında işçi çalıştırma söz konusu olmuştur. Bunlardan birisi Hz. Musa'nın bizzat çalişmasıyle ilgilidir. Hz. Musa peygamber olmazdan önce Mısır'dan ayrılarak,. Şuayb peygamberin bulunduğu Medyen yöresine gider. Kasabanın kenarında, koyunlarını sulamaya çalışan Şuayb (a.s.)'ın iki kızına yardımcı olur. Olayın arkası âyette şöyle anlatılır :
«Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek Musa'nın yanma geldi ve şöyle dedi: Babam, (koyunlarımıza) sulama ücretini vermek üzere seni çağırıyor,..»
«O iki kızdan biri dedi: Babacığım onu ücretle çoban tut. Çünkü çalıştırdığın işçilerin en hayırlısı bu güçlü ve güvenilir adamdır» [344]
«Şuayb (a.s.) dedi: Bu iki kızımdan birini sen bana sekiz yıl işçilik yapmak üzere sana nikahlamak istiyorum» [345]
İslâm'da, önceki ümmetlerin tâbi olduğu hükümler, neshedildiği sâbit olmadıkça geçerliliğini sürdürür. Özellikle bunlar tenkid için nakledilmemişse, yararlanılması amaçlanmış olur [346]
Diğer bazı âyetlerde de şöyle buyurulur :
«İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır» [347]«Eğer boşandığınız kadınlar, sizden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz» [348]
«İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz» [349]
Musa (a.s.). Hızır'la yolculuk yaparken yollan bir köye uğrar. Hızır (a.s.) orada yıkılmak üzere olan bîr binayı sağlamlaştırır ve buna karşılık herhangi bir ücret talep etmez. Yiyecek sıkıntısı içinde oldukları için, Musa (a.s.) ona şöyle der :
«Eğer sen isteseydin şüphesiz bu işe karşılık ücret alırdın» [350]
Bu âyetler, bir insanı ücret karşılığı çalıştırmanın câîz olduğunu gösterir. Ayrıca geçmiş toplumlarda da uygulamanın böyle olduğuna işaret eder. [351]
Hz. Peygamber'in işçi konusunda çeşitli hadisleri vardır. İleride ilgili konular içinde bunlara yer verilecektir. Burada birkaç tanesini verip geçeceğiz.
Hz. Peygamber, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle demiştir:
«Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar. Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için,.içende mahsur kalırlar. Kendi aralarında konuşarak, «Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için duâ etmeye» karar verirler. İlk ikisinin duâsiyle kaya parçası biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle niyaz eder:
«Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırmıştım. Ücretlerini ödedim. Ancak içlerinden birisi ücretini almadan bırakıp gitmişti. Onun hakkını ticaretle işletip artırdım. Birçok malı oldu. Bir süre sonra bana gelerek ücretini istedi. Ben; gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi, dedim. Benimle alay etme, diye cevap verdi. Seninle alay etmiyorum, dedim. Bunun üzerine bütün malımı alıp gitti, hiçbir şey bırakmadı. «Ey Rabbim, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam bizi bu mağaradan kurtar». Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar» [352]
Bu hadis, işçi ücretlerinden kesilen primlerin bir fonda işletilerek, elde edilecek kâr ve anaparanın tekrar kendilerine verilebileceğini gösterir. İleride emeklilik konusunu incelerken bu hadîs üzerinde ayrıca duracağız.
«İşçiye ücretini teri kurumadan önce veriniz» [353] «Bir işçi kiralayan kimse, ona vereceği ücreti bildirsin» [354]
Bu hadisi Ebu Saîd el-Hudrî rivayet etmiştir. Aynı hadîsi, Abdürrazzâk, Ebu Hureyre ve Ebu Saîd'den şu sözlerle nakletmiştir :
«Bir işçiyi kiralayan kimse ona vereceği ücreti belirlesin» [355]
Kudsî bir hadiste şöyle buyurulur : «Üç kimse kıyamet gününde beni karşılarında bulacaktır.
1) Benîm adımı verip haksızlık eden,
2) Hür bir insanı satıp parasını yiyen,
3) Bir kimseyi çalıştırıp da, ona ücretini vermeyen» [356]
İbn Abbas (r.a.) 'den rivayete göre şöyle demiştir :
«Nebi (s.a.) bir haccâma kan aldırdı ve ona ücretini ödedi» [357]
Aynı hadis, Buharî'de aşağıdaki ilaveyle nakledilmiştir :
«...Eğer bu, haram kazanç olsaydı, Hz. Peygamber ona bu ücreti vermezdi».
Allah Resulüne hangi amelin daha değerli olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir:
«En değerli kazanç, kişinin elinin emeği olarak elde ettiği kazançtır. Şüphesiz Davud Peygamber de kendi elinin emeğini yiyordu» [358]
Davud (a.s.) zırh yapar, kendilerine iş yaptığı kimselerin verdiği ücretle geçimini sağlardı. [359]
Bir ücret karşılığı işçi çalıştırmanın caiz olduğu konusunda ittifak (icmâ') vardır. Çok az sayıda bilgin, iş akdinde yararlanma, akit tarihinde henüz elde edilmediği için, bu akdin caiz olmadığını öne sürmüşse de bu görüş zayıf kalmış ve yüzyıllar içinde taraftar bulamamıştır. İbn Rüşd (ö. 520/1126), genel olarak kira akdine karşı olan bu görüş sahiplerine şöyle cevap verir: Yararlanma, her ne kadar akit sırasında mevcut değilse de, süre geçtikçe elde edilir ve genel olarak meydana gelir. İslâm hukuku, çoğunlukla ifası mümkün veya ifa edilip edilmemesi eşit olan yararlar üzerinde icâre akdini kabul eder [360]
İslâm hukukunda kira ve iş akdi kıyasa aykırı sayılmıştır. Çünkü bu akitlerde konu yararlanmadır. Yararlanma ise, akdin yapıldığı tarihte henüz meydana gelmemiştir. Mâdum (bulunmayan) şeyin satımı niteliğinde olan kira ve iş akdinin caiz olmaması gerekirken, İnsanların ihtiyacı nedeniyle, yukarıda birkaçını verdiğimiz nasslarla meşru kılınmıştır. Çünkü insan çoğu zaman başkasına ait mallardan para karşılığında yararlanmak ister. Herkesin oturacak evi, binecek aracı, elbisesini dokuyacak tezgahı bulunmayabilir. Satın alamadığı şeyi kiralamak ister. Zenginin işçiye, yoksulun ise paraya ihtiyacı vardır. İş akdi, birbirine ihtiyacı olan bu iki unsuru bir araya getirir. Akıl, bunun böyle olması gerektiğini kabul eder. [361]
İslâm'da, başkasının işinde bir ücret karşılığı çalışanlar bir sınıf oluşturmaz. Çünkü işçilerin emek - sermaye .(mudârabe) ve ziraat ortakçılığı (muzâraat) gibi ortaklıklar içinde işveren sıfatını kazanması mümkündür. Bu, kâr ortaklığı biçiminde gerçekleşir.
Sermayesi olmayan dürüst kimse bir işte ücret karşılığı çalışabileceği gibi, gerçek veya tüzel kişilerden sağlayacağı sermaye ile kâr ortaklığı oluşturarak ticaret yapabilir. Elinde büyük meblağlara ulaşan sermayeye sahip pekçok kimseler bunu işletmek ve ticaret işinde kullanmak ister. Ancak sıhhati, bilgi veya tecrübesi elverişli olmadığı için bu isteğini gerçekleştiremez. Yine toplum içinde, bilgili, yetenekli ve ticarete yatkın birçok kimselerde sermayesi olmadığı için ticarete atılamaz. İşte, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru «emek - sermaye (mudârabe) ortaklığı» bir araya getirir. Böylece, toplumda piyasaya çıkmayan sermayeler ve iş bulamayan yetenekler değerlenmiş olur. Bu çeşit kâr ortaklığı tamamen güvene dayanır. İşi üzerine alan işletmeci güvene lâyık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş adamları meydana gelir. Kârın paylaşılması anlaşmaya göre olur. Zarara ise yalnız sermaye sahibi katlanır [362]
Meselâ : Elinde 10 milyon lira parası olan kimse, ticarete yatkın genç bir işletmeciyle anlaşarak, işlek bir caddede market açar. Sermaye sahibi işle hiç ilgilenmeyecek, bütün işi işletmeci yürütecek ve bu çalışmasına karşılık ücret yerine kârın yarısını alacaktır. Kârın bölüşülmesi başka oranlarda da olabilir. Yıl sonunda, borçlar düşüldükten sonra üç milyon lira net kâr sağlandığı anlaşılsa işletmeci bir buçuk milyonunu alır. Bu, ayda 125 bin lira gelir sağlamak demektir. Anapara, mal varlığının yeni fiyatlar üzerinden değerlendirilmesiyle belirleneceği için, sermaye ayrıca enflasyona karşı korunmuş olur. Alım - satımı yapılan ve yıl sonunda elde bulunan malların maliyeti ortalama yüzde kırk yükselmişse, bu fazlalığın anaparaya eklenmesi gerekir. Bu duruma göre, yeniden değerleme sonucu anapara, 10 milyondan 14 milyona yükselmiş olur. Ortaklığın kârla birlikte toplam sermayesi 17 milyon demektir. İşletmecinin, kendi kâr hakkının tümünü veya bir bölümünü ortaklığa bırakarak, ayrıca sermayeye de ortak olması yeni bir anlaşma ile mümkündür.
Tarım kesiminde de buna benzer ortaklıkların ziraat ortakçılığı tarzında oluşturulması mümkündür. Devlet; işsiz ve topraksız köylüye, toprak, tohum ve gübre verse, ekip biçme işini köylü yapmak üzere anlaşsalar, elde edilecek ürünün yarısı hazinenin yarısı da köylünün olabilir. Yahut da başka oranda bölüşmek de mümkündür. Kendi toprağını, sermayesi olmadığı için ekip biçemeyenlere de; gerçek veya tüzel kişilerin sermaye vermesi ve bu yolla elde edilecek ürüne ortak olması işsizliğin önlenmesinde etkili olabilir [363]
Bu duruma göre, İslâm'da herkes işin başında tercih hakkına sahiptir. Ehliyet ve yeteneğine uygun bir iş ve meslek seçme özgürlüğü vardır. Toplumda iş ve meslek değiştirme kapısı sürekli olarak açıktır. Üstün yetenek ve maharete üstün iş ve bu işe uygun ücret İslâm adaletinin gereğidir [364]
Kur'an-ı Kerîm'de bu konu ile ilgili olmak üzere şöyle buyurulur:
«Şüphesiz Allah size emânetleri ehline vermenizi emreder» [365]
«İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz» [366]
Çalışmak istediği halde iş bulamayan yahut hastalık veya yaşlılık gibi nedenlerle çalışamayan yoksullar için,., varlıklı hısımlarından nafaka alma hakkı vardır. Ayrıca bunların başta zekât fonu olmak üzere devletin bütün ekonomik kaynaklan üzerinde yararlanma haklan vardır. Hz. Ömer (Ö. 23/634)'in çalışamayacak durumdaki gayri müslim yoksullara bile maaş bağladığı bilinmektedir [367]
İş sözleşmesinin önemli unsurlarından birisi de ücrettir. İşçi, çalışması karşılığında ücrete hak kazanır. Böylece hak ve görev birlikte bulunur. Hatta görev, ücretten de önce gelir. Hz. Peygamber'in iş akdinde ücretin miktarının belirlenmesini [368] ve teri kurumadan işçiye ücretinin ödenmesini istemesi [369]bu hakkın önemini ortaya koymaktadır. İşveren genel olarak ekonomik bakımdan daha güçlü olduğu için, işçiyi korumak amacîyle düzenleyici hükümler getirilmiştir.
Batı toplumlarında işçilerin haklarını koruyucu tedbir ve düzenlemeler ancak 18. yüzyılın başlarından itibaren alınmaya başlanmıştır. Büyük sanayi inkılabı ile işçi kitleleri bazı teşkilatlar kurarak haklarını korumak ihtiyacını duymuşlardır. İşçi hakları konusunda ilk sosyal politika tedbiri, İngiltere'de 1802 tarihinde, dokuma sanayiide çalıştırılan çocukların, çalışma şartlarını düzenleyen kanunla başlar. 1819, 1844 ve 1867'de çıkarılan kanunlar bunu izledi. Daha sonra kadınlar ve yetişkin işçiler için koruyucu hükümler getirildi. Aynı tarihlerde Fransa ve İsviçre'de de benzer sosyal politika tedbirleri alındı [370]
İslâm'da bu konulardaki düzenleyici hükümlerin 6. yüzyılda getirildiği ve hulefâ-i râşidîn devrinde ilk önemli uygulamaların yapıldığı düşünülürse, batı toplumlarından çok daha önce aynı konulara çözümler getirildiği anlaşılır. [371]
İslâm'da, işçi, memur, zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinin, kısaca başkasına ücret karşılığında iş yapan tüm çalışanların aynı hükümlere tâbi olduğunu yukarıda belirtmiştik. Ancak araştırmamızın konusu işçi ve işveren münasebetleri olduğu için ülkemizdeki işçi kesimini dikkate alarak problemleri belirlemeye ve çözüm yollarını göstermeye çalışacağız.
Hanefî ve mâlikîlere göre, ücrete mücerred iş akdiyle hak kazanılmaz. Ancak peşin verileceği şart koşulmuş veya iş yapılmış olursa ücret isteme hakkı doğar.
Hanefî hukukçularından el-Kâsânî (Ö. 587/1191) ücrete üç durumda mâlik olunacağını söyler:
a) İş akdinde ücretin peşin verileceğinin şart koşulması. Böyle bir şarta uymak gerekir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar» [372]
Tirmizî ve Hâkim bu hadisi aşağıdaki ilâveyle nakletmiştir.
«Haramı helal, helali haram yapan şart müstesnadır» [373]
b) Şart koşulmadığı halde ücretin peşin ödenmesi. Bu prensibin delili, satım akdine kıyastır. Çünkü, satım akdinde satış bedelini, satılanı (mebî) teslimden önce vermek caizdir. İş akdi de, emeğin satımı olduğu için satım akdi niteliğindedir.
c) İşin yapılmış olması. Bu durumda, bedeller (ivazlar) arasında eşitlik sağlamak amaciyîe ücrete hak kazanılır [374]
Mâlikîlere göre, örf varsa ücretin peşin verilmesi gerekir [375]
Şafiî ve Hanbelîlere göre ise, iş akdi mutlak olarak yapılmışsa, ücrete mücerred akitle hak kazanılır. Çünkü işçinin işe hazır olmasıyle ücretin teslimi gerekir. İşçinin ücreti satım akdindeki satış bedeli gibidir. Ücret, mücerred akitle işverenin zimmetinde bir borç olarak sabit olur. Ancak ücretin talep edilebilmesi işçinin ya işe hazır olması yahut işi yapması yahut da özel işçide belirlenen sürenin geçmesiyle mümkün hâle gelir [376]
İşçi, belirlenen süre kadar çalışmamışsa çalıştığı kadar ücrete hak kazanır. Meselâ; bir yıl çalışmak üzere 500 bin lira karşılığında bir işçi kiralansa, bu işçi 6 ay sonra işi bırakıp gitse, yıl sonunda gelerek ücret talep etse, yalnız çalıştığı 6 ayın ücreti olan 250 bin lirayı alma hakkı doğar [377]
İşçi ücretlerini miktar olarak belirleyen bir âyet ve hadis yoktur. Ancak nass'larda adaletli bir ücretin belirlenmesi için bazı ölçüler verilmiştir. Çünkü iş, zaman, belde, sosyal ve ekonomik şartlarla işçinin yetenek ve mahareti ücretin miktarı üzerinde etkili olan unsurlardır. Alış verişlerde eşya fiyatlarını uzun süre dondurmak mümkün olmadığı gibi, emeğin değerini dondurmak da mümkün olmaz. Biz İslâm'ın bu konudaki değerlendirmesine geçmezden önce, modern ekonominin görüşünü belirlemeye çalışacağız. [378]
Ücret insan emeğinin bedelidir. Esaret sisteminde insan emeğinin bedeli boğaz masrafları kadardır. Serbest iş rejimlerinde ve sendikalar sisteminde emek ve sermaye münasebetlerinin ücretler üzerinde yoğunlaştığı görülür. Ücret, modern ekonomide hâkim unsur haline gelmiştir. [379]
Adam Smith'e gore; ücretlerin yetersizliği düşük hayat seviyesi ile ilgili bir olaydır. Ücret miktarının nihaî sınırı, işçi ailelerinin yaşayabilmek için yapmak zorunda oldukları masraflara eşittir. Çünkü işgücü arz ve talebi ücretlerin ergeç en az geçim seviyesinde karar kilmasiyle sonuçlanmaktadır. İş akdi tarafların karşılıklı yararları bakımından eşit şartlar cereyan etmediği için, işverenler ücret problemi konusunda kendi aralarında kolaylıkla anlaşarak, işçiler aleyhine birleşebilmektedir.
Ücretin en az geçim seviyesinde oluştuğunu öne süren ekonomi bilginlerinden birisi de Rîcardo'dur. Ona göre, insan emeğinin bir tabiî ve bir de piyasa fiyatı vardır. Piyasa ücreti, işgücü arz ve talebine bağlıdır. Tabiî
ücret ise, işçi ailelerinin geçinebilmek için harcamak zorunda oldukları en az miktardır. Ricardo, piyasada insan emeğine ödenen bedelin tabiî ücret seviyesi dolaylarında dalgalandığını söylemektedir. Bu görüşe «Tunç Kanunu» adı verilmiştir [380]
«Ücret Fonu» adı verilen diğer bir görüşte ise, işçi ücretlerinin sermayedar tarafından işçilere ödenen bir çeşit avans olduğu öne sürülür. Yatırımcılar, ellerindeki sermaye fonundan bir bölümünü, çalıştırdıkları işçilere ücret olarak vermekte ve bu suretle ödenen avans, satılan mamülllerin satış bedeli sayesinde karşılanmaktadır. Yani gerçekte, işçi ücretlerini, fabrikanın ürettiği malları satın alan müşteriler ödemektedir. Hızlı nüfus artışı bu fon üzerinde olumsuz etki yapar ve ücretlerin miktarı sürekli olarak en az geçim seviyesine inmek eğilimi gösterir [381]
Kari Marx'ın temsil ettiği bu görüşe «Sefalet Nazariyesi» veya «Artan Fakirlik Nazariyesi» de denir. Buna göre, işçilerin ürettiği kıymetler, en az (asgarî) geçim ihtiyaçlarından çok daha fazla olduğu halde, ücretler çalışan sınıfın ancak geçinebileceği seviyede oluşmaktadır. Kapitalizm'in gelişmesine paralel olarak sabit ve değişken sermayeler arasındaki oran aynı seviyede kalmamaktadır. Sanayi hareketleri, işyeri kurmada kullanılan sabit sermayenin giderek önem kazanmasını sağlarken, ücret fonunu oluşturan, değişken sermaye stoku zamanla azalmaktadır. Bu nedenle, makineleşme, refahı geçici olarak tahrik eder, fakat ücret fonu azaldıkça giderek artan bir sefaletle karşılaşılır [382]
Yukarıdaki iki görüş, işçi ücretlerinin, hep işçiler aleyhine olan bir seviyede karar kıldığını öne sürerken, ücret miktarını üretim seviyesine göre değerlendirenler de olmuştur. Aşağıda, bu görüşten de kısaca söz edeceğiz. [383]
Buna göre, işçi ne kadar çok üretim yaparsa, ücretin de o kadar artması mümkündür. Bir ülkede, işçilerin refahı genel zenginliğe bağlıdır. Milletlerin zenginliği, nüfus başına düşen üretim miktarına göre ölçülebilir. Ancak verimin arttırılması sayesinde, ücretlerin işçileri refaha kavuşturabilecek bir seviyeye yükselmesi mümkündür. Bu duruma göre, ücret miktarı ancak üretimin artmasiyle en az geçim seviyesinin üstüne çıkabilir [384]
Ekonomi bilim adamlarından Rus Tugan-Bara-nowsky ve Gelesnoff, Alman Lexis ve Stalzmann ve Japon Takata'nın öne sürdüğü bu görüşe göre, emek veriminde ve piyasa şartlarında bir değişiklik olmamak kaydiyle, ücret seviyesini tayin eden faktör, teşebbüs erbabı ile işçi sınıfının karşılıklı iktidar durumudur. İşçi tek başına düşünülünce, işveren karşısında zayıftır. Çünkü işçi yaşayabilmek için çalışmak zorundadır. Ücret geliri ile geçinen kimsenin, uygun bir iş buluncaya kadar uzun süre bekleme şansı yoktur. Başka bir deyimle iş gücü esneklikten yoksundur. İşçi uygun şartları beklemek isterse, açlık tehlikesiyle karşılaşabilir. Bu durum, onu işveren karşısında zayıf düşürmektedir.
Bu görüş sahipleri, çalışan sınıfı teşkilatlandırarak,, işverenler karşısında güçlendirmeyi amaç edinirler. Bu iş için sendikalardan yararlanmayı ön plana alırlar [385]
Yukarıda verdiğimiz görüşler uzun süre tartışılmış, tenkitleri yapılmış, karşıt görüşler öne sürülmüş, ancak herbirinin işçi ücret miktarlarının belirlenmesinde etkili olmakla birlikte tek ölçü üzerinde görüş birliği sağlanamamıştır. [386]
Yukarıda da belirttiğimiz gibi İslâm'da ücret miktarını sınırlayan bir nass yoktur. Sadece işçi ücretinin en temiz kazanç olduğu, işçiye ücretinin tam ve zamanında ödenmesi gerektiği belirtilmiş, bu arada işçi için belli bir yaşam seviyesine işaret edilmiştir. Problemi doğrudan çözen bir nass bulunmayınca genel prensiplere; adalet ve nısfet (insaflılık) ölçülerine başvurmak gerekir.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur :
«Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve yakın hısımlara" muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder...» [387]
«Ölçü ve tartıyı tam yapın. İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz» [388]
Adaleti, çalışanlar bakımından iki alanda düşünmek gerekir. [389]
Bütün iş ve meslekler eşit emek ve eşit yetenek gerektirmediği için, ücretlerin eşit olması da gerekmez. Meselâ; bir inşaat işçisi özel eğitim ve yeteneğe muhtaç olmaksızın çalışabilir. Aynı inşaatın mühendisi ise uzun eğitim sonucu bu mesleği elde etmiş ve özel yetenekler kazanmıştır. Bir doktor ise, daha uzun ve yorucu bir eğitim ve tecrübeyle meslek edinmiştir. Bu üç meslekte 8 saatlik mesaiye eşit ücret takdir etmek uygun bir değerleme olmaz. Adalet, herkese hak ettiğini ve lâyık olduğunu mümkün olduğu ölçüde vermeye çalışmaktır. Eşit
ehliyet ve yetenekle eşit hizmet görenlere aynı ücreti tak etmek ne kadar âdil ise, farklı ehliyet, yetenek ve emeğe değişik ücret takdir etmek o kadar âdildir. [390]
İslâm'da çeşitli iş ve meslekler için maktu ücret miktarları belirlenmemekle birlikte, bunun iş akdi yapılırken tesbiti öngörülmüştür. Aksi halde iş akdi geçersiz olur ve işçi çalışmış bulunursa, çalıştığı süre için emsal ücrete hak kazanır. Meselâ, bir kimse ücret miktarı konu-şulmaksızın işe girse, bir ay çalıştıktan sonra, işveren düşük ücret vermek istese, işçi akdi bozabileceği gibi, çalıştığı bir ay için diğer işçiler 40 bin lira alıyorsa, o da aynı ücrete hak kazanır. Bu demektir ki, aksi kararlaştırılmamışsa geçerli olan, emeğin piyasa değeridir. Serbest iş rejimlerinde, rekabet şartları içinde işgücü arz ve talebinin karşılaşması sonucu oluşan işçi emek bedeline «piyasa fiyatı» veya «emsal fiyat» terimini kullanacağız. Nitekim alış - verişlerde, serbest rekabet sonucu arz ve talebin karşılaşmasiyle meydana gelen eşya satış bedeline de «piyasa fiyatı» veya «rayiç bedel» denir, işçinin emeğini satmasiyle, piyasadaki malların müşteriye satılması arasında büyük bir benzerlik bulunduğu için, emeğin değerini satım akdindeki satış bedeli ile karşılaştırmak istiyoruz,
İslâm hukukuna göre, alım - satımda yüzde hesabiyle maktu bir kâr haddi konulmamış, bunun miktarı arz ve talep durumuna göre oluşmak üzere piyasaya bırakılmıştır [391] Piyasa fiyatının yükselmesi arz ve talep dengesindeki bozukluktan ileri gelir.
Hz. Peygamber, piyasada fiyatların yükselmesi üzerine müdahale etmesini isteyen sahâbîlere şöyle cevap vermiştir :
«Şüphe yok ki, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandiran ancak Allah'dır. Ben, sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem» [392]
Hz. Ömer (ö. 23/643)'in de kendi devrinde Hâtıb b. Ebi Beltea'dan üzüm fiyatlarını yükseltmesini istemesi, piyasa fiyatının ölçü alındığını gösterir. Ancak Ömer (r.a.) daha sonra Hâtıb'a giderek şöyle demiştir :
«Sana söylediklerim ne emirdir, ne de hüküm. Halkın iyiliği için söylenmiş sözlerdir. Nerede ve nasıl istersen satabilirsin» [393] Bu uygulama da fiyatların serbest rekabetle kendiliğinden oluşmasını öngörmektedir.
Ancak serbest rekabet rejimi kötüye kullanılır ve tüketiciler bundan zarar görürse fiyatlara müdahale edilerek narh konulabileceği görüşü, Tabiîler devrinden itibaren benimsenmiş ve daha sonraki yüzyıllarda geniş uygulama alanı bulmuştur [394]
İş akdi de, emeğin satımından ibaret olduğu için bu yönüyle, satım akdinin özelliklerini taşımaktadır [395] Bir
malın satış bedeli piyasa şartlarına göre serbest rekabetle oluştuğu gibi, emeğin fiyatı da, işgücünün arz ve talebi sonucunda oluşur. Satım akdinde, fiyatların karaborsacılık, tröst veya kartel [396] gibi gizli anlaşmalarla yükselmesi mümkündür. İş akdinde emek değerinin, başka bir deyimle işçi ücretlerinin sun'î olarak olumsuz yönde etkilenmesi daha kolaydır. İşçi zayıf durumda bulunduğu için, özellikle ilk işe girişte eşit şartlarla pazarlık yapabilme şansı azdır. Diğer yandan yaygın işsizlikten yararlanarak, emeğin değerinin çok düşük tutulmuş olmasıda muhtemeldir. Böylece ticaret hayatında görülen tröst ve karteller emek piyasasında da etkili olmuştur. İşte bu gibi dış etkilerden uzak olarak, işgücü arz ve talebinin eşit şartlar altında, serbest rekabetle karşılaşması sonucu oluşan işçî ücretleri emsal bedel sayılabilir. [397]
Alınması:
İş akdi yapılırken veya daha sonra, taraflar ücreü serbest olarak belirleyebilirler. Bu emek fiyatı, piyasa fiyatının üstünde veya altında bulunabilir. Ancak işçinin istismar edilmemesi ve emeğinin gerçek değerinin korunabilmesi için bir ölçü tesbit etmek uygulamada kolaylık sağlar. İslâm hukukunda da, satım akdinde olduğa gibi, işçi ücretlerinde «çoğunluğun emsal fiyatı»nı ölçü almak mümkündür. [398]
1) Ücret tesbit edilmeksizin işçi çalıştırılsa; eğer işçinin ücret miktarı daha önceden biliniyorsa bu ücreti, bilinmiyorsa, emsal ücreti ödemek gerekir, İşveren, kendi isteğiyle fazla ücret verirse" bunu geri isteyemez [399]
Yine ücret konuşulmaksızın bir kalaycıya kaplar verilse, parça basma maruf olan ücreti ödemek gerekir.
Bir kimse alacağını tahsil için birisine vekâlet verse, süre belirlenmemişse vekil bu işi belli günlerde yapmış olursa emsal ücret alır. Ancak bu ücretin miktarı, belirlenen ücret varsa onun miktarını aşamaz [400]
2) İşçi, «herkes kaç liraya çalışırsa ben de o fiyata çalışırım» der ve o beldede diğer işçilerin yevmiyesi belli olursa akit sahih, aksi halde fasit olur. Bu durumda o beldedeki işçi ücretlerinin ortalamasına göre ödeme yapılır. Böylece iki tarafın da hakları gözetilmiş olur [401]
3)Bîr kimse diğerine, miktarını belirtmeksizin «şu işi gör, sana ikram ederim, veya ücret veririm yahut da gönlünü hoş ederim» dese, işçi o işi yapınca emsal ücrete hak kazanır. Burada ücretin miktarı belli olmadığı için akit fasit olmuş ve işçi emsal ücrete hak kazanmıştır.
4) Borçlu, alacaklısına; «şu hayvanımı al, borç ödeninceye kadar yararlan» dese, o da yararlansa, emsal fiyata göre hesap görülür [402]
5) İşçinin ücreti nakit para, altın veya gümüş yahut ölçü, tartı veya sayı ile alınıp satılan şeylerden tesbit edilmişse; cins, nevi, miktar ve sıfatını belirtmek gerekir. Bir ay çalışma karşılığı olarak, 50 bin lira, 5 Osmanlı altını, 100 dirhem gümüş, 20 ölçek buğday, 50 kğ şeker tesbit etmek gibi. Bu konuda anlaşmazlığa yol açacak bir bilinmezlik bulunursa akit fasit olur. İş yapılmış olursa, işçi emsal ücrete hak kazanır [403]
6) İş akdi yapılırken, ücretten hiç söz edilmemiş olur ve işçi ücretle iş gören kimselerden bulunursa, yevmiye belli ise ona, değilse emsal ücrete hak kazanır. İşin?, ücretsiz olarak yapılacağının konuşulmuş olması durumu müstesnadır [404]
7) İş akdinde, ücret olarak kiyemî bir mal tesbit edilmiş olursa işçi emsal ücrete hak kazanır. Meselâ; bir" kimse «bana şu kadar süre çalış, sana bir çift hayvan alayım» dese, işçi çalışınca emsal ücrete hak kazanır. Çünkü hayvanlar kiyemî mal olup, satış bedelleri çok farklıdır. İşveren en ucuzunu almak, işçi ise en pahalısını aldırmak ister ve bu durum anlaşmazlığa yol açar. Ancak belirli hayvan üzerinde anlaşma olmuşsa bu, ücret yerine verilebilir [405]
Bütün bu durumlarda öngörülen emsal bedeli bilirkişi, o beldedeki benzer meslek sahiplerinin işçilik ücretini esas alarak belirleyecektir. Meselâ; bir inşaat ustasının yevmiyesi belirlenmek istense, o beldede genel olarak inşaat ustaları 2000 lira yevmiye ile çalışıyorsa bu ücret emsal bedel olur. Ücretler 2000, veya 2500 yahut 3000 gibi farklı olursa, bu ücretlerin ortalaması olan lira emsal bedeldir. Böylece tarafların menfaati korunmuş olur [406] Ancak ölçü alınacak emsal işçi bedellerinin dış etkilerden uzak olarak, arz ve talebin normal şartlar altında karşılaşmasîyle oluşması gerekir. İşsizlikten yararlanarak veya kendi aralarında gizlice anlaşarak işverenler işçi ücretlerini çok düşük tutarlarsa, bu gibi sun'î ücretler emsal bedel olamaz.
Diğer yandan işçilerin sendika çevresinde güçlenmesi ve bu gücün kötüye kullanılması sonucu kimi zaman; işçi ücretlerinin normalin üstünde yükselmesi de mümkündür. Emek bedelinin bu şekilde yükselmesi, üretilen malların maliyetine ve dolayısıyle piyasa fiyatlarına yansıyacağı için paranın satın alma gücü düşer. Bu da emeğin değerini olumsuz yönde etkiler. Konuyu tarafların yararına en uygun bir biçimde çözebilmek için eşit ehliyet ve yetenek gerektiren işlerde çalışanlara «asgarî ücret» belirlemek, bunun üstündeki iş ve mesleklere ise,., özlliğine göre adaletli ilaveler yapmak gerekir. [407]
Asgarî ücret miktarının, işçinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yaşayabilmek için yapmak zorunda oldukları masrafları karşılayacak ölçüde olması gerekir. Çünkü İslâm hukukuna göre, erkek bir işçinin; eş ve çalışmayan çocuklarının geçim masrafları bu işçiye vâciptir. Çalışan bîr işçinin asgari ücreti, yalnız kendi zorunlu harcamaları ölçüsünde alınırsa, eş ve çocukları için. başka bir kaynak bulmak zarureti ortaya çıkar. Çünkü her işçinin eşini ve küçük çocuklarını çalışmaya zorlaması veya geçimleri için başka bir yan gelir sağlaması
beklenemez. Çalışan ve kazanan bir aile reisi varken, bu nafaka yükümlülüğünü devlete yüklemek de mümkün olmaz [408] Durum böyle olunca, işçinin ücret miktarı ne olursa olsun bunu, çalışmayan aile fertleri ile paylaşmak zorunda olduğunu kabul etmek gerekir. Gerçi işçinin geliri yeterli olmaz ve yoksul durumda bulunursa zekât alması caiz olur. Ancak onu zekâtla desteklemek yerine, sürekli bir çözüm için, gelirini zekâta muhtaç olmayacak bir seviyeye çıkarmak daha uygundur. Gerçekte, işçinin ürettiği malların satış bedelleri içinde yeteri kadar emek bedeli vardır.
«Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, eşi yoksa eş, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse o ya hilekârdır (başka bir rivayette) yahut hırsızdır» [409] Burada, ücretin işçiye sağlaması gereken hayat seviyesine işaret edilir. Buna göre; işçi, ücretinden yapacağı tasarruflarla mesken edinebilmeli, bekârsa evlenebilmeli ve arabası yoksa, bir araç satın alabilmelidir. Ayrıca bu arabayı rahat kullanabileceği ekonomik bir ortamın meydana gelmesi de amaçlar arasında sayılabilir. İşçilerin bu belirtilenler dışında istekte bulunması, ya işverenleri iflasa sürükler ya da piyasa fiyatlarının aşırı yükselmesine neden olur.
Emevî halîfelerinden Ömer b. Abdilaziz (ö. 101/720) işçilere şöyle demiştir: «Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için
gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.»[410]
İşçiyi yukarıdaki delillerde öngörülen hayat seviyesine ulaştıracak bir asgarî ücret belirlendikten sonra, ekonomik şartlar değişince ve paranın satın alma gücü düşünce yeni ayarlamaların yapılması gerekir. Meselâ, bir yıl sonra, zarurî maddelerin fiyatlarında ortalama % 10 artış olmuşsa, işçi ve memur maaşlarına da bu oranda ilâve yapmak gerekir. Aksi halde ücretleri bir yıl öncesine göre % 30 azalmış olur. Ancak ücret ayarlamaları çoğu zaman kendiliğinden gerçekleşmez. İş barışını bozmadan, düzenli bir ayarlamanın yapılabilmesi için, adaleti ayakta tutması gereken devlet güvencesine ihtiyaç vardır. Bu konuda işçi ve memurların tek tek zam isteğinde bulunması yerine, kollektif irade ve ekonomik şartlara göre ayarlanan emek değeri belirlemek daha uygun olur. İşçi veya işveren arttırılan yeni ücrete razı olmazsa, mahkemeye başvurarak adaletli bîr ücret tesbiti yaptırması mümkündür [411]
Teşebbüs sahipleri, ödediği ücret karşılığında işçiden mümkün olan en yüksek verimi almaya çalışırken, ücretle verimlilik arasındaki dengeyi, işletme menfaatlerine göre ayarlamak ister. Ücret miktarı fazla düşük tutulursa, genel olarak teşebbüs sahiplerinin menfaatlerine uygun sonuç vermez. Esaret nizamında, boğaz tokluğuna
çalıştırılan işçilerin istekli çalışıp çalışmamalanrına bağlı olmaksızın, sabit masraflar hep ayni tempo ile işlemektedir.Drum böyle olunca, masrafların parça maliyetine isabet eden hissesini azaltmak gerekir. Ücret miktarı arttırılarak, parça başına düşen üretim masraflarının düşürülmesi mümkündür. [412] Çünkü işçi, emeğinin gerçek değerini alınca daha verimli çalışır.
Diğer yandan işçinin tecrübe, ehliyet ve yeteneği arttıkça, ücretinin arttırılmasını isteme hakkı vardır. İş akdinde, ücretin belli bir süre sonra arttırılacağı şart koşulmuşsa buna uymak gerekir, işçi, anlaşmada tesbit edilen ücretle çalışmaya devanı ederken, benzer iş ve mesleklerde çalışanların ücretleri yükselse veya zorunlu harcama gerektiren şeylerin piyasa fiyatları hayat standartlarını etkileyecek ölçüde artsa, ücreti yeniden belirleme hakkı doğar. Menkul ve gayri menkul kiralarının uzun vâdede yetersiz kaldığı ve yeni ekonomik şartlara göre yeniden belirlendiği gibi, kira akdiyle aynı hükümlere tâbi bulunan iş akdinin de gözden geçirilerek ücretin arttırılması mümkündür. Satım ve kira akdinde olduğu gibi burada da emsal işçi ücretleri ölçü alınırken çoğunluk prensibine uyulabilir.
Satım akdinde emsal fiyat için, Mâliki hukukçularından el-Bâcî (ö. 474/1081) el-Muvatta' şerhinde şöyle der; «Bir kişi veya az sayıda bir grup, büyük çoğunluğa muhalefet ederek fiyatları düşürmüşlerse, onlara ya büyük çoğunluğun sattığı fiyattan satış yapmaları yahut da alış verişi terketmeleri emredilir. Ancak bir kişi veya az sayıda kişiler fiyatları yükseltse çoğunluğa, bu zamîi fiyattan satış, yapmaları veya alış verişi terketmeleri emredilmez.»[413]
; Bu ölçü, emeğini işverene satmakta. olan işçinin ücreti için uygulanırsa, şu sonuca: ulaşılabilir : Bir beldede benzer iş ve mesleklerin icra edildiği işyerlerinin büyük çoğunluğu yaklaşık olarak 50 bin lira maaş verirken, az sayıda işveren bunlara muhalefet ederek, ücretleri 30 bin lira dolaylarında tutsa, bu işverenlerden çoğunluğa
uymaları istenir. Ancak az sayıda işveren çeşitli nedenlerle ücretleri yükseltse, çoğunlukta olan işverenlerden bu yeni ücretlere uymaları istenmez. [414]
Batı ülkelerinde işçi ücretlerinin düzene sokulması ve asgarî ücret belirlemeleri sanayi devriminden sonra mümkün olabilmiştir. Bu konuda ilk sosyal politika tedbirleri İsviçre'de 1674 tarihlerinde çıkarılan bir emirname ile alınmıştır. Bunu,1705'te Zürih Kantonunda sanayi kollarının asgarî ücretini, belirleyen emirnameler izlemiştir [415]
İngiltere'de yeni makine çağı 18. yüzyılın ikinci yarısının sonlarına doğru başladı. 19. yüzyıl başlarında henüz sendikacılık gelişmemiş, işçi sağlığı, iş güvenliği ve diğer koruyucu mevzuat da mevcut değildi. Modern devrin ilk sosyal politika tedbirleri bu ülkede çalışan çocukların, çalışma şartlarını düzenleyen 1802 tarihli kanunla başlar, 1887 tarihli, yetişkin işçilerin düşük ücretlerle çalıştırılmasını önleyen kanunla devam eder [416]
İslâm hukuku kaynaklarında, işçinin hak ve görevleri «İcâre (kira) akdi» içinde düzenlendiği için, İslâmın
ilk devirlerinden itibaren emeğinin değerini alamadığı kanaatine varan işçiler tek veya toplu halde mahkemeye başvurur ve bu konudaki problemleri mahkeme çözümlerdi. Hâkim, emsal işçi ücretlerini ve zorunlu harcamaları dikkate alarak, gerektiğinde bilirkişilerden yararlanır ve âdil bir ücret belirlemeye çalışırdı. Mahkemede işçi ve işveren veya bunların temsilcileri birlikte bulundukları, uzman bilirkişilerin de yardımıyla yeni çalışma şartlarını belirledikleri için, bu tarafların rızasiyle oluşan ve hakimin tasdikiyle de yürürlük kazanan bir «Toplu îş Sözleşmesi» niteliğindedir. Aşağıda vereceğimiz örnek de bu düşüncemizi desteklemektedir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kütahya yöresi çinicilik sanatının merkezi olmuştu. Çini atölyelerinde çalışan çok sayıda işçiler hayat pahalılığı nedeniyle geçinemez duruma düşmüştü. Atölye sahipleri ücretleri kendiliğinden yükseltmeyince, işçi temsilcileri mahkemeye başvurmuş ve Kütahya Eyalet Divanında 13 Temmuz 1766 m. tarihinde aşağıdaki «Toplu İş Sözleşmesi» hüküm altına alınmıştır:
1) Kütahya'da 24 iş yeri (çini ve fincan atölyesi) nden başka atölye açılmayacaktır.
2) Bu iş yerlerinde kalfalar 100, has (değerli) fincan işçileri de 40 akçe alacaktır.
3) Çıraklar 100 âdi fincan ve 250 normal fincan imal ederse, günde 60 akçe verilecektir.
4) Hatıfeler (yaldızcı) I5O has fincan işlerse 60 akçe ödenecektir.
5) Çıraklar usta oldukları zaman ücretleri orantılı olarak artacaktır.
6) Fincanın tanesi 4 kuruşa perdahlanacaktır.
7) Günde azamî 160 fincan işlenecektir.
8) Bu sözleşmeden işçi ve işveren hoşnuttur.
9) Bu sözleşme üstat ve zennîler önünde yapılmıştır.
10) Bu sözleşmeye aykırı hareket edenler Şer'iyye Mahkemesi tarafından cezalandırılacaktır.
11) Taraflar bir zarara uğrarsa bu ortalama olarak ödenecektir.
12) Bu sözleşme Şer'iyye Mahkemesinin himayesindedir.
13) Kalfa ve ustalar bir hastalığa yakalanırsa, yardım olunacaktır.
14) Çıraklar, belirli bir süre sonunda usta olabilirler.
15) Bu sözleşme, Şer'iye Mahkemesi sicilinin 57. sayfasındadır.
Bu sözleşmenin, işçi ve işveren münasebetlerini düzenleyici hükümler getirmekte kaynak sayılan İngiltere'deki ilk «Toplu İş Sözleşmesinden 51 yıl önce yapıldığı ortaya çıkmıştır. Belge, şer'iye sicillerinin, sosyal, hukuk ve ekonomik alanlarda ne kadar zengin bilgileri kapsadığını göstermektedir. [417]
Ülkemizde işçiler için asgarî ücretin en geç iki yılda bir tespit edilmesi Türk İş Kanunu 33. madde ile
düzenlenmiştir. Maddenin birinci fıkrası şöyledir : «Hizmet akdi ile çalışan ve bu kanunun kapsamına giren her türlü işçi ile gemi adamı ve gazetecilerin ekonomik ve sosyal durumlarının düzenlenmesi için çalışma bakanlığınca. Asgarî Ücret Tespit Komisyonu aracılığı ile ücretlerin asgarî hadleri en geç iki yılda bir tespit edilir.»
Diğer fıkralarda Asgarî Ücret Tespit Komisyonunun nasıl ve kimlerden teşekkül edeceği belirlenir.
Asgarî ücretin üzerindeki emek değeri ve sosyal haklar, işçi ve işveren temsilcilerinin karşılıklı müzakereler sonucu imzaladıkları «toplu iş sözleşmeleri» ile tespit edilmektedir. Bu sözleşmelerde yer alan anlaşma hükümlerine tarafların uymasını sağlamak, devlet güvencesi altındadır.
Asgarî ücret tespit edilirken uyulacak esaslar 12 Şubat 1972 tarihli ve 14097 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan «Asgarî Ücret Yönetmeliğinde gösterilmiştir. [418]
İşçiye, gücünü aşan iş yüklememek gerekir. Âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
«Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez» [419]
Hz. Peygamber de bir hadisinde şöyle buyurmuştur :
Ashâb-ı kiramdan Ebu Zerr (r.a.) bir gün kölesiyle aynı elbiseyi giyinmiş olarak yolda giderken Ma'rûr b. Süveyd'e rastlar. Ma'rûr, bir örnek giyinmelerinin sebebini sorunca, Ebu Zerr, Rasulüllah devrinde zenci bir
köleyle tartıştığını, ona annesinin siyah olduğunu hatırlatarak hakaret ettiğini, durum Allah'ın elçisine intikal
edince onun şöyle buyurduğunu nakleder :
«Köleler, Allah'ın sizin elinizin altında bulundurduğu kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yediriniz.
Giydiğinizden giydiriniz. Onlara üstesinden gelebilecekleri yükü yükleyiniz. Eğer ağır yük yüklerseniz, onlara yardım ediniz.» [420]
Kölelere bile güçlerinin yetmeyeceği yükün yükletilmesi yasaklandığına göre, hürlerin bu normal insanlık hakkından öncelikle yararlanması gerekir.
Kimi zaman, yapılacak işin normal gücü aşması, çalışma süresinin uzunluğundan da kaynaklanabilir. İş saatleri gereğinden çok uzadığı zaman, artan yorgunluğun giderek verimi düşürdüğü tespit edilmiştir. Bu nedenle, özellikle son yüzyılda iş adamları çalışma süresini kısaltmayı menfaatlerine uygun bulmuşlardır [421]
1475 sayılı T. İş Kanunu belirli yaştan küçük olan işçilerin bazı ağır işlerde ve geceleyin çaliştırılamayacağı hükmünü getirmiş; hamile kadın işçilerin de doğumdan önce ve sonra olmak üzere altışar hafta çalıştırılamayacağını hükme bağlamıştır. Yine ağır ve tehlikeli işler için de koruyucu tedbirler alınmıştır [422]
İşçi, namaz ve oruç gibi farz ibadetleri ve sünnet çeşidine giren taatleri yerine getirme hakkına sahiptir. İşveren belki o anda işlerin yoğun olması yüzünden, namazı cemaatle kılmasına izin vermeyebilir. Ancak tek olarak kılınması mümkün olmayan cuma ve bayram namazları bundan müstesnadır. Eğer yakında bir mescid varsa, işçinin ücretinden ibadet süresi için bir kesinti yapılmaz. Çünkü bu, büyük bir süre kaybına yol açmaz. Ancak cuma kılınan yer, günün dörtte birini alacak kadar uzak olursa, geçen süre ücretten düşürülebilir. [423] İşçi, bir haftalık süre için tutulmuşsa, bu süreye tatil günü girmez. Gayri müslimler için de hüküm böyledir. Din ve vicdan özgürlüğü temel haklardan olduğu için, işçinin, peşin olarak namaz kılmama veya oruç tutmama
şartını kabul etmesi geçerli olmaz. Çünkü Hz. Peygamber helali haram, haramı helal yapan şartların geçerli olmadığını bildirmiştir [424]
İşçiye, normal ihtiyaçlarını gidermesi için mesai dahilinde izin verildiği gibi, arada dinlenme imkânı da vermek gerekir. Verimin yükselmesi için de bu gereklidir. Dinlenme için şartlar iş akdinde belirlenmişse buna, belirlenmemişse örfe uymak uygun olur. Yararlı spor oyunları, yüzme, gezi, çalışma yerini süsleme ve benzerleride dinlenme niteliğindedir. [425]
İş hukukunda, işin süresi ve durumu dikkate alınarak, mesai süresi içinde de dinlenme hakkı tanınmıştır. 64. madde aşağıdaki düzenlemeyi gerektirir :
1) 4 saat ve daha kısa süreli işlerde 15 dakika,
2) 4 ilâ 7,5 saat olan işlerde yarım saat,
3) 7,5 saatten daha fazla süreli olan işlerde bir saat ara dinlenmesi verilir. Son fıkrada bu ara dinlenmelerinin çalışma süresinden sayılmayacağı belirtilmiştir. İş kanununda ayrıca hafta tatili, yıllık izin ve bayram tatilleri ile ilgili düzenlemeler de yer alır. [426]
İşçiye akitle belirlenen ücret dışında yeme, içme, giyim eşyası gibi yardımlar yapmak prensip olarak zorunlu değildir. Ancak bu gibi yardımlar iş akdinde yer alır veya örfen yaygın bulunursa buna uymak gerekir.
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur :
«O, Allah'ın elinizin altında kıldığı kardeşinizdir. Onlara yediğinizden yediriniz, giydiğinizden giydiriniz. Onlara yapabilecekleri işleri yükleyiniz,..» [427]
Bu hadis, yeme içme ve giyecek masraflarının işverene ait olduğuna işaret etmektedir. Hadisin bazı rivayetlerde kölelerle ilgili olarak nakledilmesi, sonucu değiştirmez. Bu konuda yapılacak düzenlemeler ve meydana gelecek örfler İslâm hukukunun ruhuna uygun düşer.
Bu sosyal yardımlar iş akdinde şart koşulur veya daha sonra yapılan toplu iş sözleşmelerinde cins, nevi ve miktarları belirlenerek yer alırsa ücrete dahil olur. Hanefîler yalnız süt annenin yeme içme ve giyecek gibi şeyler karşılığında emzirmesini geçerli saymışlar [428] fakat bunun dışındaki işlerde yemek, giyim eşyası gibi şeylerin miktarının tam olarak tesbit edilemeyeceğini öne sürerek, bunların ücret kapsamına alınmasını kabul etmemişlerdir. Meselâ, bir işçi 40 bin lira para, bir de yemek ve giyim eşyası karşılığında çalışmayı kabul etmişse, yemek ve giyim eşyasının bedeli tam olarak belli olmadığı için gerçek işçilik ücreti meçhul kalır. İşçi iyi kalite yemek ve değerli kumaştan elbise ister, işveren en ucuzunu vermeyi yararına daha uygun bulur. Bu durum anlaşmazlığa yol açabilir. Bu yüzden bunların bedeli tam olarak belirlenemeyince, iş akdi de muteber olmaz.
Diğer yandan iş akdinde yer almamakla birlikte bu sosyal yardımlar örfen yaygın olarak veriliyorsa, bunlar iş akdinde şart koşulmuş gibi işlem görür. Ancak bu konuda örf de yoksa bunlar işverenin bir lütuf ve sadakası olur [429]
Mâlikîlere göre ise örf deliline dayanarak yeme, içme, giyim ve mesken gibi ekonomik değeri olan şeyler ücret sayılarak, iş akdi yapılabileceği görüşü benimsenmiştir [430] Dayandıkları delil Ebu Hureyre'nin şu sözleridir :
«Ben, Gazvan'ın kızına yiyecek ve ayakkabı karşılığında işçilik yaptım. Hayvana bindiği vakit yardım eder, inincede arkasından takip ederdim.» [431]
Kanaatimizce, günümüzde lojman, yiyecek, giyecek, ilaç gibi sosyal yardımların para karşılığı tam olarak
hesaplanabildiği için, bu konuda bilinmezlik kalmamıştır. Toplu iş sözleşmelerinde bunların para olarak birim
değeri, meselâ; verilecek elbisenin cins ve nevi, yemeğin para veya kalori değeri de yer almakta, bu konularda çıkabilecek anlaşmazlıklar önceden giderilmektedir. İşçiye 40 bin lira ücret, 10 bin lira yemek, 5 bin lira elbise, 5 bin lira da yakacak yardımı yapılsa, bu işçinin aylık maaşı 60 bin lira demektir. Burada, anlaşmazlığa yol açacak bir bilinmezlik söz konusu değildir.
İşçiye başkası tarafından verilen hediye ve bahşişler ücrete mahsup edilemez. Lokanta, otel ve tamirhane gibi yerlerde çalışanlara, müşteriler hizmetlerinden memnun kaldıkları için bahşiş verirler. Bu bahşişler hibe hükümlerine tâbi olup, işçi buna, kabzetmekle mâlik olur. Ancak bahşişler işverene veya müessese adına verilmiş
olur yahut da hepsi bir araya toplanmış bulunursa, *iş akdindeki şartlara veya örfe göre işlem yapmak gerekir [432]
Doktorla; hastayı iyileştirdiği takdirde ücret almak, iyileştiremediği takdirde ise hiç ücret almamak, bir avukatla suçluyu beraat ettirmek şar tiyle ücret tesbit etmek, beraat ettiremezse hiç ücret almamak üzere anlaşma yapılsa, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre böyle bir iş akdi geçerli değildir. Çünkü, tedavi etmek veya beraat ettirmek mümkün olmazsa işçi hiç ücret alamayacağı için, çalışma karşılıksız, kalmış olur. Mâlikîler _ise böyle, bir sözleşmeyi geçerli saymıştır. Modern hukukta da bu gibi anlaşmaları yasaklayan hükümler vardır.
Kanaatimizce, normal çalışma yapıldığı halde meydana gelme veya gelmeme ihtimali bulunan işlerde bir asıl ücret, bir de iş olursa ikramiye veya ödül niteliğinde ilâve bîr ücret olmak üzere ikili ücret belirlemek mümkündür. Meselâ; bir doktor normal tedavi için 50 bin lira, hastayı iyileştirdiği takdirde ise 25 bin lira ilâve ücret talep etse, bu fazlalık hasta iyileşince ikramiye veya hediye olarak verilmiş sayılır [433]
İşçi, sözleşmede veya örfte belirli olan sürede çalışmak zorundadır. Meselâ; günde 8 saat çalışma kararlaştırılmışsa, ücret bu sürenin karşılığı olur. Eğer bu süreden fazla çahştırılırsa, anlaşmaya veya örfe göre fazlı çalışma ücreti almak hakkı doğar. Yine işçiye normal çalışmanın üstünde görevler verilirse, bunun da para olarak değerlendirilmesi gerekir. Meselâ; işveren Bursa'daki işçisini sürekli veya, geçici olarak İstanbul'daki fabrikasına nakletse, bu yeni yer ve şartlara göre ek ücret düşünmek gerekir.
Hz. Peygamber (s.a.) işçilerden söz ederek şöyle buyurmuştur :
«Onlara külfet yüklediğinizde yardım ediniz.» [434] Normal olarak 8 saat çalışarak 2 bin lira yevmiye alan işçi, 10 saat çalıştırılsa, 2 saat fazla çalışması karşılığında akde veya örfe göre ilâve ücret alabilir. [435]
İş Kanunu'nun 35-37. maddeleri fazla çalışma ücretini düzenlemiştir. 35. madde şöyledir:
«Memleketin genel yararlan yahut işin niteliği veya ücretinin arttırılması gibi sebeplerle kanunda yazılı günlük çalışma süresinin dışında fazla çalışma yapılabilir.
a) Fazla çalışma süresi günde üç saati geçemez.
b) Fazla çalışma;yapılacak günlerin toplamı bir yılda doksan iş gününden fazla olamaz.
c) Her bir fazla saat çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle ödenir.
d) 61. maddede yazılı sağlık sebeplerine dayanan kısa veya sınırlı süreli işlerde fazla çalışma yapılamaz.
e) Fazla çalışma, Bölge Çalışma Müdürlüğünün iznine bağlıdır.
f) Fazla saatlerde çalışmak için işçinin muvafakatinin alınması gerekir.
g) Fazla saatlerde çalışmanın ne suretle uygulanacağı çıkarılacak bir tüzükte gösterilir..» [436]
Yukarıda bir işçinin, eş ve çalışmayan küçük çocuklarının nafakası ile yükümlü olduğunu belirtmiştik. Çok kazanırsa, aile bireyleri, bu çoğu paylaşır. Az kazanırsa, azla yetinmek zorunda kalırlar. Modern hukukta da, ayrı yaşamakta haklı olan eş ye çocukların nafakası, geliri ne kadar da az olsa evliliğin devamında olduğu gibi aile reisi olarak kocaya aittir. Elbette, aylık geliri 20 bin lira olanla, 100 bin lira olan kimsenin nafaka yükümlülüğü bir olmaz.
İslâm'da emeğin değeri ortalama bir ailenin geçimi esas alınarak belirlendikten sonra, ailenin israfa kaçması ve aşırı harcamaları yüzünden yoksul düşmesi işçilik ücretine ilâveyi gerekli kılmaz. Ancak normal şartlarda âile fertleri alınan ücretle geçimini sağlayamıyorsa, bu ya iş bulamama ya da ücretin düşük olması yüzünden olabilir. Bu takdirde, sosyal güvenlik kuruluşları ve sonunda da devlet desteği söz konusu olur.
Hz. Peygamber'e ganimet malı geldiği zaman, evli kimseye iki, bekâra ise bîr hisse verirdi [437]
Hz. Ömer kazanmaktan âciz bulunan bir zimmîye maaş bağlatmış, ondan cizye vergisini kaldırmış ve şöyle demiştir: «Gençliğinde onlardan yararlanır, yaşlandıkları zaman yüzüstü bırakırsak âdil davranmış olmayız..»
Yine Ömer (r.a.), ağlayan bir çocuğun annesine sebebini sorar. Kadın onun halîfe Ömer olduğunu bilmeksizin şöyle der: «Ömer, sütten ayrılmamış çocuklar için maaş vermiyor. Çocuğumu sütten ayırmak istiyorum, o da direnip ağlıyor..» Bu sözleri duyan Ömer (r.a.) şöyle dedi: .
«Ömer'e yazıklar olsun, kim bilir kaç müslüman çocuğunun ölümüne sebep oldu?. Artık çocuklarınızı sütten ayırmak için acele etmeyin. Bundan böyle çocuklara doğduğu tarihten itibaren maaş bağlanacaktır.» [438]
Hz. Osman halifeliği sırasında, komşularından yeni doğan bir çocuğu haber aldı. Beytülmaldan 50 dirhem gümüş para ile bîr elbiselik kumaş gönderdi. Ayrıca bir yıl sonra bu yardımı 100 dirheme çıkaracağını da bildirdi [439]
Bütün bu delil ve uygulamalar gösteriyor ki, geçim darlığı çeken herkese devletin yardım elini uzatması veya yardım edecek sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturması gerekmektedir. [440]
Serbest iş rejimlerinde işçiler ancak birleşerek ve teşkilat kurarak haklarını koruyabileceklerini çeşitli tecrübelerle öğrenmişlerdir. Ortaçağda işçi birlikleri ve meslek kuruluşlarının bir devamı olarak sendikacılık başlamıştır. Eskiden işverenler istediği işçiyi çıkarıp, yerine başkasını alırken veya işçisine dilediği ücreti verirken sendika döneminde bunu yapamamaya başladılar. Sendikacılık sanayi inkılabı ile güç kazandı. Haklardan yalnız
sendikalı işçilerin yararlandırılması, bütün işçilerin sendikaya girmesini sağlama amacına yönelikti. Bu durum çalışma özgürlüğünün daralması yönünde etki yaptı. İş sözleşmeleri tek kişi yerine toplu işçiler adına yapılmaya başlandı [441]
Osmanlılarda önceleri her sanat için ayrı ayrı esnaf zaviyeleri kurulmuştu. Bir sanatta ilerlemek isteyen kimse bazı kurallara uymak zorunda idi [442] Esnaf zaviyeleri 13. yüzyıldan itibaren yerlerini loncalara bıraktı. Bunların «orta veya teâvün sandığı» denilen yardım teşkilatları da vardı. İşçi ve sanatkârın haklarını korumada bu kuruluşlar etkili olmuştur [443]
Türkiye'de işçi ve işveren sendikalarının kurulmasına 20 Şubat 1947 tarihli kanunla izin verilmiştir. Bundan sonra sendikacılığın oldukça hızlı bir gelişme izlediği görülür. Meselâ; 1952'de kurulan Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-îş) üyelerinin sayısı 10 yıl sonra 420 bîn'e ulaşmıştır [444]
Grev sözcüğü Fransızca olup, önceleri bir semt adı iken daha sonra kapsam değiştirerek bugünkü anlamını kazanmıştır. Paris'te, 1806 yılına kadar Place de la Greve adı verilen bir yer vardı. Ortaçağda idam mahkûmlarının nasıl işkence gördüğünü veya yakıldığını seyretmek
isteyenler bu alana akın ederlerdi. Burası aynı zamanda işgücü arz ve talebinin karşılaştığı bir emek pazarı idi. İşsizler bu meydanda toplanır ve iş arayanlar adamlarını buraya gönderirlerdi. Grev denilince, iş veya işçi
bulunmaya gidilen bu işkence ve idam mahalli anlaşılıyordu.
Giderek, grev sözcüğünün anlamı değişikliğe uğramış, emek sahiplerinin işlerini bırakıp meydana vakit geçirmeye gitmelerine grev denilmeye başlanmıştır.
Bugün grev denilince, işçilerin toplu olarak faaliyeti durdurmaları anlaşılmaktadır. İşverenlerin de bir karşılık olarak iş yeri kapılarını emek sahiplerine kapamaları lokavt terimi ile ifade edilmektedir.
Grev, genel olarak kollektif pazarlık anlaşmazlıkları yüzünden çıkar. Grev ani veya tertipli olabilir. Türk hukukunda, normal prosedüre göre önceden hazırlanarak açılan «tertipli grev»e yer verilmiştir [445]
İşçi sendikası ile işveren anlaşamadıkları takdirde, bir uzlaşma ortamı aramak üzere tarafsız aracılar seçmek veya hakemlere başvurmak kabildir. Tarafsız aracıların kararlarını kabul edip etmemekte taraflar serbest sayılmıştır. Fakat hakeme gidildiği takdirde, onun vereceği karara uymak zorunluluğu vardır. Bu nedenle, sendikalar çoğu zaman hakeme gitmek yerine tarafsız aracıları tercih ederler. Anlaşmazlık bu yolla da çözülemezse grev ihtimali belirir. Sendikanın alacağı kararı işçiler de oylarıyla tasvip ederlerse greve gidilir. Grevin neden ibaret olduğunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra bu haklan İslâm hukuku bakımından durumunu şöylece ifade edebiliriz. [446]
İslâm hukukuna göre, işçiler almakta oldukları ücretleri yetersiz bulurlarsa, arttırılmasını isteyebilirler. Tek tek istemek yerine, bir temsilci aracılığı ile istekte bulunmaları da mümkündür. Çünkü aynı kişiye, birden çok kişilerin vekâlet (yetki) vererek, kendilerini temsil ettirmeleri caizdir. Temsilcinin, işveren karşısında zayıf kalmaması ve eşit şartlar altmda pazarlık yapabilmeleri içîn . bazı güvencelerinin olması ve organize olmuş bir işçi kuruluşu adına hareket etmesi de mümkündür. Ancak taraflar müzakereler sonunda, emeğin yeni değeri üzerinde görüş birliğine varamazsa durum ne olur?. Problemi, işi bırakarak veya işyerini kapatma kararı alarak karşı tarafı psikolojik ve ekonomik baskı altın almak suretiyle çözmeye çalışmak emeğin gerçek değerini bulmasını sağlarmı?.
Grev ve lokavt korkusu tarafların iradelerini zorlar. İşverenin taahhütlerini, senet ve çeklerini, belki de işyerinin tahrip edileceğini düşünerek, normalin üstündeki işçi isteklerini kabul etmesi, işçilerin de lokavt tehdidi altında, işlerini kaybetme korkusuyla normalin altında düşük ücrete razı olmaları, tarafları «mükreh (irâdesi zorlanmış, irâdesi sakatlanmış)» durumuna getirebilir. Bu-duruma yol açmamak için, anlaşmazlık tarafların görüşmeleriyle çözülememişse, bu konuda uzmanlaşmış olan ve adaleti ayakta tutacak olan mahkemeye başvurmak gerekir. Yukarıda Osmanlı İmparatorluğu uygulama örnekleri arasında zikrettiğimiz, Kütahya çini işçi ve işverenlerinin mahkeme önünde kabul ettikleri 15 maddelik «toplu iş sözleşmesi» de aynı niteliktedir. Yani problemin, mahkeme yoluyle çözüldüğünü gösteren bir uygulama örneğidir.
Diğer yandan İslâm hukukuna göre işçi, fiilen çalıştığı veya çalışmaya hazır olduğu süreler için ücrete hak kazanır. İşverenin izni olmaksızın işin başından ayrılırsa ücret hakkı bulunmaz. Yukarıda, ücret konusunu incelerken bu noktaları açıklığa kavuşturmuştuk. [447]
-
İş akdi gün, hafta, ay ve yıl gibi belli bir süre veya belli bir iş üzerine yapılmış olursa, sürenin bitmesi veya işin yapılmasiyle taraflar serbest olur. İşveren işçiden yararlanmış ve işçi de hakkı olan ücreti almıştır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Ancak kimi zaman, süreyi uzatmayı gerekli kılan bir özür çıkabilir. Meselâ; 10 gün çalışmak üzere tutulan bir kaptan, gemi limana ulaşmadan önce, sürenin dolduğunu öne sürerek işi bırakamaz, iş süresi ilk limana kadar uzatılmış sayılır [448]
İş akdinin süresi dolmadan veya iş yapılmadan önce akdin tarafların karşılıklı rızasiyle bozulması mümkündür. Bu işleme, «ikâle» denir. İkâle yapmak, satım adinde caiz olduğu gibi, iş akdinde de caizdir. Çünkü iş akdi, emeğin bir ücret karşılığında satımından ibarettir.
Hz. Peygamber (s.a.) bir hadisinde şöyle buyurur :
«Allah, pişman olarak akdi bozmak isteyenin, bu isteğini kabul eden kimsenin kıyamet gününde tökezlemesini önleyecektir» [449]
Akdi yapma yetkisi bulunanın, yaptığı akdi bozma yetkisinin de bulunması tabiîdir. Ancak ivazlı akitlerde bunu karşı tarafın rızası ile yapabilir. [450]
Hanefilere göre, tarafların akdi bozmalarını gerekli olan bir özür çıkarsa akit feshedilebilir. Bir işi taahhüt eden kimse, sonradan iflas etse veya meslek, değiştirmek zorunluluğu ortaya çıksa, yahut iş, işverenin zararına olacak bir nitelik kazansa özürlü olan tarafa iş akdini bozma hakkı tanımak gerekir. Çünkü, değişiklik yüzünden yarar zarara dönüşmüş olur. Meselâ; bir kimse, diğerinin evini yıkmak, ağacını kesmek veya dişini çekmek üzere onunla iş akdi yapsa, ancak ev yıkılmadan önce yeni bina yapımına belediyece izin verilmeyeceği anlaşılsa, bu nedenle ağaçlan da kesmekten vazgeçse, ağrıyan dişi iyileşmiş bulunsa, işçi mücerred iş akdine dayanarak evi yıkmaya, ağaçları kesmeye ve iyileşmiş dişi çekmeye kalkışamaz [451]Ancak işçi bu yüzden işsiz kalmış ve bazı zararları olmuşsa bunu işverene tazmin ettirmesi mümkün dür.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre ise, iş akdi bir özür sebebiyle feshedilemez. Çünkü bu, satım akdi
niteliğindedir. Akit yapıldıktan sonra bağlayıcı olur ve tek yanlı iradeyle feshedilemez [452]
Meydana gelen bir iş akdi, ya karşılıklı rıza, ya da kaza yoluyle feshedilir. Bu, satım akdinde kabzdan sonra ayıp sebebiyle akdi feshetmeye benzer. Bu yüzden, işçi veya işverenin özrü açık olursa, mahkeme kararına da ihtiyaç yoktur. Dişi iyileşen hastanın çektirmekten vageçmesi gibi. Özür gizli olursa iş akdi ancak hâkim kararı ile feshedilebilir. Çünkü özrün iş akdinin feshini gerektîrip gerektirmeyeceğini incelemek bir uzmanlık işidir. Bunu hâkimin yapması haksızlıkları önler. Meselâ, ağır borçlarının olduğunu öne süren kimse bunu karşı tarafı yanıltmak için de söylemiş olabilir. Ancak doğru olması da muhtemeldir. İşin gerçeği hâkimin incelemesiyle ortaya çıkar. Taraflar özür konusunda ihtilâfa düşerse, anlaşmazlığı yine hâkim çözümler [453] Almanya, İtalya ve Hollanda gibi batı ülkelerinde de iş akdinin feshi, mahkeme karan ile yapılabilmektedir [454]
Uygulamada, işçiye işten ayrılırken, daha önce o iş yerinde çalıştığı süreler dikkate alınarak işverenin vermekle yükümlü tutulduğu belli miktardaki tazminata «kıdem tazminatı» denir. İşçi daha önceden, çalışmasının karşılığı olan ücreti ve diğer sosyal haklan tam olarak aldığı için gerçekte işverenden bir alacağı kalmamıştır. Bu niteliğine göre kıdem tazminatı çalışma karşılığı olan ücretin bîr cüz'ü müdür, yoksa sosyal yardım veya ikramiye kabilinden bir lütuf mudur?. Bu noktalan açıklığa kavuşturmak gerekir.
İslâm hukukuna göre, isçiye ödenecek ücretin, akit sırasında anlaşmazlığa yol açmayacak biçimde belirlenmesi gerekir.
Hadisi şerifte şöyle buyurulur: «Kim bir işçiyi kiralarsa, ona vereceği ücreti bildirsin» [455]
Kıdem tazminatının miktarını, iş akdinin yapıldığı sırada bilmek mümkün değildir. Yıllarca çalışmak üzere bîr fabrikaya giren işçinin meselâ, 15 yıl sonra işten ayrılırken alacağı kıdem tazminatının miktarı, ancak işten ayrılma tarihinde tam olarak hesaplanabilir. Çünkü bu tazminat, İş Kanunu madde 14, fırka 9-10 da belirtildiği gibi son ücret üzerinden hesaplanır. Bu. durum, emeklilik veya başka nedenlerle topluca işten ayrılmalarda, işvereni altından kalkamayacağı yükler altına sokmaktadır. Meselâ son yıldaki ücret ortalaması aylık 70 bin TL. olan 25 yıllık, sigortalı bir işçi, toplu iş sözleşmesiyle yıllık 45 gün kıdem tazminatı hakkı elde etmişse, alacağı toplam tazminat şöyle olur : Her yıl için 105 bin lira olunca, 25X105.000=2.625.000 lira toplam tazminat miktarı olur. Bir yıl içinde 100 kişinin işten ayrıldığı düşünülürse, bunların alacağı tazminat miktarı 262 milyon 500 bin lira tutar. İşyerinin, ekonomik kriz nedeniyle kapanması halinde ise çok daha büyük sayıda işçi tazminat isteyecek ve işveren iflasla karşı karşıya gelecektir. Kimi zaman İşverenin mal varlığının bile mevcut işçilerinin kıdem tazminatını karşılayamadığı uygulamada görülmüştür. Bu sakıncaları göz önünde tutularak kıdem tazminatı, memurların emeklilik ikramiyesinde olduğu gibi Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından üstlenilmelidir. İşçi ve işverenden kesilen sigorta pirimleri içinde «emeklilik kıdem tazminatı» için bir hisse bulunursa kurum bu kesintileri de işletir, yeni gelirlerle çoğaltır ve işçi emekli olurken topluca bir para alma imkanına kavuşur. [456]
İş Kanunu 14. maddede kıdem tazminatı şöyle belirlenir :
«......İş akdinin feshedilmesi veya kadının evlendiği
tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirmesi veya işçinin ölümü sebebiyle son bulması hallerinde işçinin işe başladığı tarihten itibaren hizmet akdinin devamı süresince her geçen tam yıl için işverence işçiye 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödenir. Bir yıldan artan süreler için, aynı oran üzerinden ödeme yapılır.»
Aynı maddenin değişik 11. fıkrası son paragrafta şu hüküm yer alır: «Bu maddede belirtilen kıdem tazminatı ile ilgili 30 günlük süre hizmet akitleri veya toplu iş sözleşmesi ile işçi lehine değiştirilebilir.»
Değişik 13. fıkrada, tazminat miktarının, en yüksek devlet memuruna, T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre bir hizmet yılı için ödenecek ençok emeklilik ikramiyesini geçemeyeceği belirtilir.
İş kanunu 14. madde son fıkrada, işverenin sorumluluğu altında, sadece yaşlılık, emeklilik, malûllük, ölüm
ve toptan ödeme hallerine mahsus olmak kaydiyle devlet veya kanunla kurulu kurumlarda veya % 50'den fazla hissesi devlete ait bir bankada veya bir kurumda işveren tarafından kıdem tazminatı ile ilgili bir fon tesis edileceği öngörülmüştür. Ayrıca, fon tesisi ile ilgili hususların kanunla düzenleneceği belirtilmiştir.
Yaklaşık yarım asırlık bir geçmişi olan kıdem, tazminatı fon uygulamasıyle yeni bir döneme girmektedir. Bu konuda son günlerde yeni düzenleme yapılmış ve uygulama aşamasına gelinmiştir.
Kanaatimizce, yukarıda da belirttiğimiz gibi, kıdem tazminatı fonunun tamamen Sosyal Sigortalara devredilmesi, işverenle bir bağlantısının kalmaması gerekir. Bu takdirde, İslâm hukukuna göre emekli maaşının hükmü ne ise, kıdem tazminatının hükmü de o olur. [457]
İşçi hasta veya sakat olmadığı halde, belli bir çalışma döneminden sonra yaşlanır ve verimsiz hale gelebilir. Bu durumu devam edeceğinden sonunda işi bırakmak zorunda kalır. İşçi, aldığı ücretin büyük bir bölümünü hemen harcar. Çoğu zaman aldığı ücretle ancak geçimini sağlar. Çalışamayacağı devreyi hesaba katmaz. İşte artık çalışamayacak bir yaşa veya duruma gelen işçinin geçimini kim sağlayacaktır?. İşveren, iş akdinin gereği olan ücreti ödediğine göre, onun emekli işçiye bakma yükümlülüğü bulunmaz. Bunu devletin veya onun kuracağı bir kuruluşun üslenmesi gerekir. Günümüzde işçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri için emeklilik sistemi geliştirilmiş, Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu ve Bağkur gibi sosyal güvenlik kuruluşları meydana getirilmiştir. Bunlar aynı nitelikte kuruluşlardır.
İslâm hukuku prensip olarak emeklilik müessesine karşı değildir. Bunlar her çeşit yardımlaşma sigortasıdır. Sigorta; herbir kişinin yükünü azaltmak amaciyle mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir. İslâm, sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve işbirliği ile zirvesinde devletin bulunduğu bir sosyal sigorta teşkilini öngörmüştür.
Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince yapılan 47 maddelik ilk anayasada bir sosyal güvenlik kuruluşu olan «maâkîl» sistemine yer verilmiştir. Kuruluş şöyleydi: Bir kimse savaşta esir düşerse kurtarılması için bir fidye vermek gerekliydi. Yine yaralama ve kasten olmayan öldürmelerde, zarar ve ziyanın yahut kan bedelinin ödenmesi .gerekliydi. Bunların miktarları çoğu zaman esir veya suçu işleyen kimsenin gücünü aşıyordu. Hz. Peygamber şöyle bir yardımlaşma teşkilatı kurdu : Herkes kendi kabilesinin hazinesine bu iş için para yardımı yapacak, esirlik, yaralama veya öldürme hallerinde, yardımlaşma amaciyle kurulan bu fondan destek bekleyecekti. Bir kabile ' nin bütçesi yeterli olmazsa, diğer komşu kabileler destek yapacaktı [458]
Daha sonra hadis-i şeriflerle maâkıl sistemi, tazmini tek kişiye ağır gelen durumlarda hısımlar arasında yardımlaşma şekline dönüşmüştür. Bir kimse diyet gerektiren bir suç işlerse, diyet miktarı ailenin erginlik çağına
gelmiş erkekleri arasında bölüşülür ve bunu eşit taksitlerle üç yılda öderlerdi. Bir kişinin hissesine düşen diyet miktarı yılda 4 dirhemi geçerse, mirastaki sıraya göre asabe adı verilen diğer erkek hısımlar da âkıle kapsamına alınır. Eğer suçlunun hiç hısımı yoksa, diyeti kendi malından üç eşit taksitle üç yılda öder. Yeteri kadar malı yoksa diyet sorumlusu devlet olur [459]
Hz. Ömer, karşılıklı yardımlaşmayı bir kimsenin mensup olduğu meslek, askerî, mülkî idare esaslarına veya bölgelere göre teşkilâtlandırdı.'İhtiyaç sırasında bir fonun yetersiz olması halinde merkezî hazine veya vilâyet idarelerinin mahallî hazineleri bu üniteye yardım ederdi. Diğer yandan Hz. Ömer ihtiyaç sahibi olan bütün tebea için bir maaş sistemi geliştirmişti. Bu teşkilâta «divan» adı verildi [460]
Bu yardımlaşma ünitelerinde biriken ve kullanılmayan sermayenin çoğaltmak amaciyle gelir getiren işlere yatırılması mümkündür. Fonun geliri artınca, üyeler katılma payı ödemekten muaf tutulabilir. Hatta büyük gelirler sağlanırsa onlara kâr da dağıtılabilir,.
İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek mensuplarından kesilen primler bir fonda toplanınca bu sermayenin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi gerekir. Böyle bir fon giderek kendine yeterli hale gelir ve üyelerine, katılma payı olarak aldığı primlerden çok daha fazlasını geri verebilir.
Bir ücret karşılığı çalışanların ücretinden kesilen primlerin bir fonda toplanmasiyle oluşan sermayenin işletileceğine Hz. Peygamber'in yukarıda iş akdinin delilleri arasında zikrettiğimiz mağara hadisi de işaret etmektedir, özetleyecek olursak:
Fırtına yüzünden mağaraya sığınan üç kişi, yuvarlanan bir kayanın mağaranın ağzını kapatması üzerine, değerli amellerini öne sürerek Allah'a duâ ederler. İlk ikisinin duası ile taş bir miktar aralanır. Üçüncü yolcu bir işverendir. İşçilerine ücretlerini eksiksiz verir. Fakat bir işçisi ücretini almadan işi bırakıp gitmıştr. Bu işçinin ücretini işletir. Bir kaç yıl sonra birçok malı olur. İşçi hakkını istemek için geldiğinde «Gördüğün şu deve, sığır ve koyunlarla hizmetçiler senindir, al götür» der. Diğeri «Benimle alay etme» deyince de «Alay etmiyorum» diye cevap verir. İşçi bütün malı alır ve gider. Bu işveren, mağarada bu davranışını öne sürerek şöyle duâ eder: «Ey Rabbimiz, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam, bizi buradan kurtar». Bu duanın arkasından, mağaranın ağzını kapatan kaya parçası büyük bir gürültü ile yuvarlanır ve kurtulurlar [461]
EbuHanîfe (Ö. 150/767), İmam Muhammed (ö. 189/ 805) ve Züfer (ö. 158/775)'e göre burada işveren, ücreti izinsiz (fuzûlî) olarak işlettiği için, anapara işçiye ait olur. Kâr ise yoksullara dağıtılır.
Abdullah b. Ömer (Ö. 73/692) ve Ahmed b. Hanbel(ö. 24/855)'e göre anapara da kâr da işçiye ait olur [462]
Mağara hadisinde ücret izinsiz olarak çalıştırıldığı halde, anapara ve kârın tamamı işçiye âit olunca, onun rızası ve bilgisi altında kesilen pirimlerin bir fonda işletilmesi sonucu, verdiğinden fazlasını geri alması öncelikle caiz olur. Yeter ki fonun işletilmesi İslâmî ölçüler içinde olsun.
İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri, emekli yardımlaşma kuruluşuna bağlılık gerektiren bir işe intisap ederken, kendisinden emekli oluncaya kadar prim kesileceğini ve bunların bir fonda toplanarak işletileceğini bilerek seçimini yapar. Örfen de bu rızanın varlığını kabul etmek gerekir. Çünkü bazı meslek kuruluşları, bu mesleğe girmek isteyenlere belli kurallar uygulamıştır. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Osmanlılarda Ahilik, Lonca ve Gedik gibi meslek kuruluşları bunlar arasında sayılabilir [463]
Konuyu bir örnekle netleştirmek mümkündür: Bir işçinin ücretinden sosyal yardımlaşma kuruluşu her ay % 20 prim kesse, 25 yıl devam eden işçiliği süresince diyelim ki fonda, 3 milyon lira primi birikmiştir. Primin gelir getiren yatırımlarda çalıştırılarak 25 yılda tedricen bir kaç katına çıkmış olması gerekir. Fonun toplam blançosu; kesilen primler toplamı 20 milyar, fonun mal varlığı ise 60 milyar lira olsa 3 milyon lira-kesintisi olan işçi fondan 9 milyon alacaklı demektir. Böyle bir işçi fondan kıdem tazminatı, emekli maaşı, ölümünden sonra eş ve çocukları maaş alarak niçin anapara ve kârından yararlanmasın? Fon üyeleri kâr ve zarara ortak oldukları için, İslâm hukukunda inan şirketi ortağı gibidirler. Kârın anlaşmaya göre, kesilen primlerin miktarına bakılmaksızm yüzde üzerinden değişik oranlarda paylaşılması bu ortaklıkta mümkün olduğu için, üyelerin farklı emekli maaşı alması statüyü bozmaz [464]
Ancak bu kuruluşların gerçek mal varlığına göre'statü çalışması yapılarak, üyelerin katılma payları ve bunların yıllara göre değerlemesi dikkate alınarak daha âdil bir kâr ortaklığı oluşturmak mümkündür. Ayrıca sermayenin meşru yatırımlarda işletilmesi de İslâm'ın öngördüğü esaslardandır. [465]
506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu 1. maddede.amaç şöyle belirlenir: «İş kazalariyle, meslek hastalıkları, hastalık, analık, malullük, yaşlılık ve ölüm hallerinde bu kanunda yazılı şartlarla sosyal sigorta yardımları sağlanır..» [466]
1) İşçi ve işverenden sağlanan primler. İşçinin ücretinin her ay yaklaşık °/o 35 kadarı prim olarak kuruma gider. Bunun üçte bir kadarı işçi, geri kalanı işveren tarafından yatırılır [467]
2) Dolaylı devlet yardımları. 4792 sayılı kanunun 19/F maddesine göre «sosyal sigortalara genel bütçeden yardım yapılması» öngörülmüştür. Ancak bugüne kadar-devletin dolaysız yardımı olmamıştır. Fakat devlet sosyal sigortalara dolaylı yardımlar yapmaktadır. Bunların -başında, bu kuruma tanınan vergi muafiyetleri gelir. Yine işçi ve işverenler ödedikleri primleri, vergiye tâbi ücret ve kârlarından (matrahtan) düşmek hakkına sahiptirler. Bunların ne ölçüde ve önemde bir devlet katkısı olduğu tartışmalıdır [468]
Sosyal Sigorta fonları 1950 yılına kadar yalnız ulusal banka ve tahvillere yatırılmakta idi. Kanunda 1950'de yapılan bir değişiklikle, kurumun gayri menkullere de yatırım yapabileceği hükmü benimsendi. Aynı kanunda, 1961'de yapılan diğer bir değişiklikle de, fonun gelir getiren diğer yatırımlarda kullanılmasına imkân sağlandı [469]
Emekli Sandığı ile Bağ-kur teşkilâtı da, aynı niteliklere sahip olan sosyal güvenlik kuruluşlarındandır. [470]
Bir hizmet akdine dayanarak herhangi bir işte ücret karşılığı işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiye «işveren» denir. İşçinin emeğinin değerlenmesi işverenin varlığına ve onun, yaptığı işten gelir sağlamasına bağlıdır. Kollektif ekonomilerde işveren yalnız devlet olurken, serbest ekonomi ve iş, rejimlerinde devlet ve diğer tüzel kişiler işveren olabildiği gibi, gerçek kişiler de yatırım yaparak işveren olabilir. Emeğinin değerini tam olarak alınca
işverenin şu veya bu kimse olması işçi bakımından önem arzetmez. İslâm, temelde prensip olarak serbest ekonomi ve iş rejimini benimsemiş ve bu konuda düzenleyici hükümler getirmiştir. İşin süreklilik arzetmesi, işçinin sürekli olarak yarınına güvenle bakması işverenin ayakta durmasına bağlıdır. Bu bakımdan İslâm hukuku işverene birtakım görevler yüklerken, ona bazı haklar da tanımıştır. Bunları birkaç maddede toplamak mümkündür. [471]
İslâm hukukuna göre işçilerin özel ve ortak olmak üzere iki kısma ayrıldığını belirtmiş ve bunun bir sonucu olarak yukarıda, memur, zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinin de işçi statüsüne girdiğine işaret etmiştik.
İşte, herkese iş yapan zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinden işi bizzat yapması işlenmişse, bunu başkasına yaptıramaz. Aksi halde ücrete hak kazanamaz. Ancak akitte mutlak olarak konuşulmuşsa, o takdirde işi başkasına yaptırması mümkündür. Bu durumda ister kendisi, ister kalfası yapsın ücrete hak kazanır. Çünkü işveren mutlak olarak konuşmakla başkasının işine de razı olmuş sayılır. Bu son durumda iş, işçinin kendisine değil de zimmetine bağlanmış olur. İşçi taahhüdünü bizzat yaparak yerine getirebileceği gibi, başkasından yardım isteyerek de ifâ edebilir. Ancak işi kendi adamına yaptırması gerekir. İşi yabancıya devreder ve iş telef olursa tazminatla yükümlü olur. Ebu Hanîfe'ye göre bu durumda kendi adamının sorumluluğu olmaz [472]
Meselâ; bir doktorla ameliyat için anlaşan kimse, o doktora güvenmiş ve onunla iş akdi yapmıştır. Doktorun ameliyatı bizzat kendisinin yapması gerekir. Asistanına veya başka bir doktora yaptırırsa ücrete hak kazanamaz. Ancak bu hasta ameliyat için bir hastahaneye veya birkaç doktorun bulunduğu bir kliniğe başvurursa, kendisiyle görüştüğü doktordan başkası da ameliyat yapabilir.
Mecelle bu prensibi şöyle ifade etmiştir: «Binnefs amel etmek yani işi bizzat kendisi yapmak üzere isti'câr olunan ecîr (anlaşma yapılan işçi) kendi yerinde başkasını kullanamaz» [473]
Yalnız bir şahsa veya müesseseye çalışmak üzere iş akdi yapan «özel işçi» işverenin izni olmadan kendi yerine başkasını çalıştıramaz. İşi bizzat yapmakla yükümlüdür. [474]
İşçinin işini mümkün olduğu ölçüde iyi ve sağlam yapması gerekir. Çünkü o hem İslâm'ın ve hem de toplumun kontrolü altındadır. Müslüman işçi üzerinde ilâhî murakabe, çalışma verimini yükseltecek önemli bir etkendir. Eksik çalışma, eksik ve kusurlu iş yapma, ücret üzerindeki hakkı zedelediği ve uhrevî sorumluluğu gerektirdiği için işçi otokontrol altındadır.
Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur :
«Biriniz bir iş yapınca, onu en sağlam ve en iyi şekilde yapması Allah'ın sevdiği bîr davranıştır [475] Yine;
«Allah mesleğinde becerikli olan sanatkârı sever.» [476]
«İki günü eşit olan aldanmıştır.»[477] hadisleri de işi sürekli geliştirmeyi ve yeni teknolojiler uygulamayı
öngörmektedir. Kaliteli ve sağlam mal, piyasada uzun vadede kabul görür ve sürümü süreklilik arzeder. Batı ekonomilerinde marka ve patent hakkını koruyarak yüzyılın üzerinde piyasaya kaliteyi düşürmeden mal süren ve bu yolla dünya pazarlarını tutan firmaların sayısı az değildir. Bu ekonomik gücün İslâm toplumunda gerçekleşmesi İslâm ahlâkının gereğidir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur :
«Ey iman edenler, Allah'a ve Rasulüne hainlik etmeyiniz.» [478]
İşçinin yapmayı üzerine aldığı iş, onun üzerinde bir emânettir. Onu en güzel ve eksiksiz bir biçimde yapması gerekir.
Hz. Peygamber şöyle buyurur :
«Hile yapan benden değildir.» [479]
İmam Nevevî bu hadise şöyle anlam vermiştir :
«İşinde hile yapan benim yolumu izleyenlerden, ilim, amel ve yoluma uyanlardan değildir.» [480]
İşçiler, ya süre veya belli bir iş üzerinde anlaşma yapılarak işe alınırlar. Eğer akit, süre söz konusu olmaksızın belli bir iş üzerinde yapılmışsa, makul bir süre içinde işin yapılarak teslim edilmesi gerekir. İhmal yüzünden iş gecikir ve işveren bundan zarar görürse, işçi bu zararı tazmin etmek zorunda kalır. Ortak işçi sayılan zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinin süre belirtmeden de iş alması mümkün ve caizdir [481]
İşçi saat, gün, hafta, ay veya yıl gibi süre üzerinde akit yapılarak işe alınmışsa, mesâi süresince iş yerinde bulunmak ve iş verildiği sürece devamlı çalışmak zorundadır. Ancak işe hazır olduğu halde kendisine iş verilmezse ücretinden bir kesinti yapılamaz. İş olduğu sürece işi yavaşlatma, işi bırakma, kendisinin veya üçüncü bir şahsın işiyle uğraşma hakkı yoktur. Çünkü işveren, onun mesai saatleri içindeki emeği üzerinde hak sahibidir. İşverenin izni olmadıkça bu emeğin başkasına temliki caiz değildir. Aksi hâlde işçi, işveren aleyhine kaybolan saatlerin ücretine hak kazanamaz [482] Mesâi içindeki ara dinlenmesi, yemek ve ibadet gibi haklar iş akdine, örflere veya genel hükümlere göre kullanılır. Çünkü iş sözleşmesinde yer alan hükümlere uymanın gereği nass'larla sabittir.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur:
iş sahiplerine de itaat edini«Ey iman edenler Allah'a itaat ediniz. Peygamberine ve sizden olan z.» [483]
«Ey iman edenler, akitîerinizi yerine getiriniz [484] Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
«Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar.» [485]
Ancak şunu da belirtelim ki, iş sözleşmelerinde, adam öldürmek, yaralamak, başkasının malına veya ırzına zarar vermek gibi İslâm'ın yasakladığı mâsıyetlerin yer almaması gerekir [486]
İslâm hukuku işçi, memur, zanaatkar, ve serbest meslek sahiplerinin eli ve emri altındaki başkasına ait malları emânet hükümlerine tâbi tutmuştur. Bu hüküm gereği, kendilerinin ihmali, kusuru veya kastı olmaksızın mal zayi olursa ödetme yoluna gidilmemiştir [487] İşçi ihmal veya kasıt sonucu mala zarara vermişse tazmin yükümlülüğü vardır.
İslâm'ın ilk devirlerinde zanaatkarlar ve serbest meslek sahipleri yanma bırakılan eşya, onların kastı olmaksızın zayi olursa ödettirilmez ve sözlerine güvenilirdi. Fakat giderek bu güvenin kötüye kullanılması ve eşya sahiplerinin bundan zarar görmesi üzerine, Hz. Ömer, halifeliği sırasında kaçınılması mümkün olan bir sebeple zayi olan eşyanın da ödettirilmesi yoluna gitti. Hz. Ali de aynı usûlü benimsedi [488]
Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur :
«İki kadından biri :
Babacığım, onu ücretli olarak tut. Çalıştırdığın işçilerin en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır, dedi.» [489]
Bu âyette işçide bulunması gereken iki özelliğe dikkat çekilir.
1) İşi yapacak güç ve yeteneğe sahip bulunması,
2) Güvenilir bir kişiliğe sahip olması. İşveren, milyonlarla hatta milyarlarla ifade edilen mal varlığını işçisine teslim eder. İşçinin bunu kendi malı gibi koruması, telef olmasını önlemesi gerekir.
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur :
«Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren veznedar, Allah rızası için sadaka verenlerin ecrini alır.» [490]
Bu hadis, elinin altında büyük meblağlara ulaşan emanet paralar bulunan kimselerle ilgilidir. Çalışmasının karşılığı olan ücretle yetinerek bu paraları emanet bilmesi, bu emaneti kendisine güvenerek teslim eden işverenine ihanet etmeyi aklından bile geçirmeksizin gönül rahatlığı içinde paraları sarf yerlerine ulaştırması, ona, sanki bu paralan yoksullara dağıtmış gibi ecir kazandırır,
İslâm hukuku devlet, vakıf ve yetim malı gibi emanet serveti elinde tutanların tasarruflarını genel prensibe bağlamıştır. Bu malların alımı, satımı veya kiralanması emsal bedel üzerinden yapılabilir. Eğer temsilci güveni kötüye kullanarak bu tasarrufları fahiş gabin ölçüsünde işverenin aleyhine olacak şekilde yapmışsa akit muteber sayılmamıştır. Menfaati haleldar olan işverenin akdi feshederek emsal fiyat üzerinden yeniden gerçekleştirmesi mümkündür [491]
İşçi ve işveren münasebetleri konusundaki bu inceleme ve araştırmalarımızla ulaştığımız sonuçları şöylece ifade edebiliriz :
1) İslâm hukukuna göre, başkasına bir ücret karşılığı iş yapan, bütün çalışanlar işçi sayılır. Bu prensip gereği uygulamada işçi, memur, zanaatkar veya serbest meslek sahipleri aynı hükümlere tâbi bulunur. İşverenin gerçek veya tüzel kişi olması, yapılan işin kamu hizmeti sayılıp sayılmaması sonucu etkilemez.
2) İşi olmayan veya çalışamayacak durumda bulunan bütün yoksullar devletin ekonomik kaynaklarından yararlanır. Zekât fonu bunların başında gelir. İşsizlik sigortası olarak bir fon oluşturmak da mümkündür.
3) İslâm'da işçi ve işverenler ayrı birer sınıf oluşturmazlar. İşçilerin ziraat, inan ve mudârabe ortaklıkları yoluyle kendi adına çalışması veya işveren statüsüne geçmesi her zaman mümkündür.
4) İşçi ücretlerinin miktarını belirleyen bir âyet veya hadis yoktur. Bu konudaki nass'lar işçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin geçimini sağlayacak, gerektiğinde bekâr olan işçinin evlenmesi, evi olmayanın ev edinmesi, bineği bulunmayanın binek edinmesi için gerekli tasarrufu yapacak ölçüde ücret belirlemeyi öngörmektedir.
Diğer yandan bilginler, ücret miktarı belli olmayınca, emsal işçi ücretlerinin ölçü alınması gerektiğinde görüş birliği etmişlerdir. Emeğin emsal değeri, satım akdinde satış bedelini belirlemede olduğu gibi, o beldede dış etkilerden uzak olarak emek arz ve talebinin serbestçe karşılaşması sonucu oluşan, çoğunluk işçilerin aldığı ücrettir.
Meselâ; o beldede belli bir iş kolunda işçilerin büyük çoğunluğu ayda net 50 bin lira ücret alıyorsa, işe yeni giren veya az ücretle çalıştırılan işçiler için bu, emeğin emsal fiyatı olur. Azınlıkta kalan işçilerin düşük veya yüksek ücretleri ölçü alınmaz.
5) Asgari ücretin, işçinin kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde olması gerekir. Bu temel ücretin üzerine çeşitli iş kollan ile, çalışanın ehliyet ve yetenekleri dikkate alınarak birim ilâve yapılır.
Meselâ; bir belde veya ülkede asgari ücret 30 bin lira olsa, bu ücret, ehliyet ve özel yetenek gerektirmeyen işlerde vasıfsız işçilerin alacağı ücret olur. Ağır işler, özel ehliyet ve yetenek gerektiren meslekler için buna uygun ilaveler yapmak gerekir. Söz gelimi, inşaat işçisine 30 bin, tekstil işçisine 35 bin, maden işçisine 50 bin, tehlikeli işlerde çalışanlara 70 bin lira ücret belirlemek gbi...
6) Asgari ücret ve eklentileri belirlendikten sonra zaruri eşya fiyatlarında yükselme olsa, başka bir deyimle paranın satın alma gücü düşse, çalışanların ücretlerini de aynı ölçüde yükseltmek gerekir.
Meselâ; bir yıl sonra paranın satın alma gücü % 30 düşmüşse, bütün işçi ve memur maaşlarına °/o 30 ilave etmek gerekir. Aksi halde, bir yıl öncesine göre % 30 nisbetinde eksik maaş almış olurlar.
Ücretler-, yeni ekonomik şartlara göre işveren tarafların kendiliğinden yükseltilmezse, işçi veya temsilcileri emeğin yeni değeri için istekte bulunabilir. Münferit istekler yerine toplu istekte bulunmak da mümkündür. Toplu iş görüşmelerinde uzlaşma sağlanamazsa, ücret için mahkemeye başvurmak yolu açıktır. Mahkeme, yeni ekonomik şartları ve uzman bilirkişi raporlarını dikkate alarak âdil ücreti belirlemeye çalışır.
7) Toplu iş görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanırsa,. grev ve lokavt tehdidiyle karşı tarafı baskı altına almaya çalışmak, serbest iradeyi zedeler. İşçi veya işveren, bu korku altında gerçek değerinin altında veya üstünde bir ücreti kabul etmek zorunda kalabilir. Bu da, tarafları âdil ücretten uzaklaştırır. Ücret normalin altında belirlenmişse bundan işçi, normalin üstünde belirlenmişse bundan da işveren zarar görür. Ancak işveren bu fazlalığı ürettiği malların fiyatlarına yansıtacağı için gerçekte bundan toplum zarar görür. Bu nedenle, anlaşmazlık halinde, ücretin mahkemece belirlenmesi daha sağlıklı bir yoldur.
8) Tüm çalışanların ücretlerinden kesilecek primlerin bir fonda toplanması, bu fonun gelir getiren meşru yatırımlarda üretilerek, işçiye kıdem tazminatı, ikramiye ve emekli maaşı gibi ödemelerin bu fondan yapılması mümkün ve caizdir.
Abdullah b. Ömer'in Hz. Peygamber'den naklettiği mağara hadisinde, işçi ücretinin veya bu ücretten kesilecek primlerin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi teşvik edilmiş, daha sonra anapara ve kârın tamamının işçi tarafından geri alınabileceğine işaret edilmiştir.
Medine'de Hz. Peygamber'in maâkil uygulaması ile Hz. Ömer'in oluşturduğu divanlar ashâb-ı kiramın eşit olarak yararlanamadıkları sosyal güvenlik kuruluşlarıdır. [492]
1- Abdülbâkî Muhammed Fuad, el-Mu'cemu'l Müfehres li el-fâzi'l Kur'ani'I Kerim, Kahire 1378/1958.
2- Abdülhamid, Muhammed Muhyiddîn, el-Ahvalü'ş Şahsiyye, 2. b, Mısır 1377/1958.
3- Ağaoğlu, S-Hüdaioğlu, S, İş Hukuku Dersleri, İstanbul 1939.
4- Ahmed Cevdet Paşa, Maruzat, İstanbul 1980.
5- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. I-VI, Bulak 1313/1895; Tahkik : A. Muhammed Şakir, Mısır, 1368/1949.
6- Ali Haydar, Hoca Emin Zade, Dürarü'l Hükkâm Şerh-i Mecelleti’l Ahkâm, 3. b. c. I-IV, İstanbul 1330/1912.
7- Artuk, İbrahim, «Sikke», İ. A. c. X, İstanbul 1961.
8- Babel, Antony, Legislation du Travail en Suisse, Geneve 1925.
9- el-Bâcî, Ebul Velid Süleyman b. Halef el-Bâcî, el-Munteka Şerhu Muvattai'l İmam Mâlik, c. Î-IV, Beyrut 1332.
10- Al-Baraka Türk Özel Finans Kurumu A.Ş. Ana Sözleşmesi.
11- Başaran, Selman, Bütün Yönleriyle Faiz Hadisleri, Bursa ' 1986.
12- Bayındır, Abdülaziz, «Paranın Değer Kaybetmesiyle Ortaya Çıkan Problemler ve İslâm Hukukuna Göre Çözüm Yolları», İslâm Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları, İstanbul 1983.
13- Beyhakî, Ebu Bekir Ahmed b. el-Hüseyn, es-Sünenu'l Kübra, c. I-X, Haydarabad 1352/1933.
14- Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-i İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. I-VIII, İstanbul 1967.
15- Bilmen, Ömer Nasuhi,Büyük İslam İlmihali, İstanbul (t.y .)
16- Buharî, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu's Sahih, c I-VIII, İstanbul 1325/1907.
17- el-Cassas, Ebu Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî, Ahkâmü'l Kur'an,
c. I-V, tahkik, M. es-Sadık Kamhâvî, Mısır (t.y.)
18- Central Office of Information : Main-D'oeuvre et Conditions de Travail en Grande-Bretagne, Londres 1965.
19- el-Cezîrî, Abdurrahman, Kitabu'l Fıkh Ale'l Mezahibi'l Erbaa, c. I-V, 6. b, Mısır (t.y.)
20- Çağatay, Neşet, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1974.
21- Çantay, Hasan Basri, Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, c, c. I-III, İstanbul 1965.
22- Dârul Mâlîl Islâmî Kılavuzu, (y. ve t.y.)
23- Döndüren, Haindi, Delilleriyle İslâm Hukuku, 2. b, İstanbul 1983.
24- Döndüren, Haindi, Delilleriyle İslâm Hukukuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984.
25- Düstûr Zeyli (Tertib-i Evvel), İstanbul 1298.
26- Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistânî, Sünen, c. I-IV, Mısır (t.y.)
27- Ergin, Feridun, İktisat, İstanbul 1964.
28- Ebu Ubeyd, Kasım b. Sellâm, Kitabu'l Emval, tahkik, M. Halil Hurras, Kahire 1388/1968, talik, Muhammed Hamid el-Fakkî, Kahire (t.y.)
29- Ebu Zehra, Muhmnmed, Usulu'l Fıkh, Kahire (t.y.) : İslâm Hukuku Metodolojisi, çev: Abdulkadir Şener, Ankara 1973.
30- el-Fetâvâ’l Hindiyye, c. I-VI, Bulak 1310/1892.
31- el-Fetâvâl Bezzâziyye, (Hindiyye kenarında).
32- Hamîdullah, Muhammed, İslama Giriş, çev : Kemal Kuşçu, İstanbul 1961.
33- Hasan Zeme-Muhammed Faruk, Faiz Tarihi ve İslâm, çev : O. Şekerci.
34- el-Heysemî, Nureddin Ali b. Ebi Bekr, Mecmau'z Zevaid ve Menbau'I Fevaid, 2. b, c. I-X, Beyrut 1967.
35- el-Huvarî, Dr. Seyyid, İslâm Bankalarında Organizasyon (İslâm Bankaları İçin Ansiklopedik Rehber), 3. c, İstanbul 1984.
36- İbn Abidin, Muhammed Emin, Reddül Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar, Beyrut (t.y.)
37- İbn Hacer el-Askalanî, Şihabüddin Ahmed b. Ali, Büluğu'l Meram Min Edilleti'l Ahkâm, Tere ve şerh, A. Davudoğlu, c. I-IV, İstanbul 1967.
38- İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed, el-Muhallâ, c. I-XI, thk, A, M. Şakir, Mısır 1352/1933.
39- İbn Kesir, İmadüddin Ebul Fida İsmail b. Ömer, Tefsiru’l
Kur'ani'l Azim, c. I-IV, Beyrut (t.y.)
40- İbn Kudame, Muvaffakuddin Abdullah b. Ahmed, el-Muğnî,
3. b. c. I-X, Kahire 1970.
41- İbn Mâce, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvînî, Sünen, c. I-II, thk, M. F. Abdülbâkî, Mısır 1372/1952.
42- İbn Manzur, Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisa-nu'l Arab, c. I-XV, Beyrut 1374/1955.
43- İbn Rüşd, Ebu'I Velid Muhammed b. Ahmed el-Hafid, Bidayetü'l Müctehid ve Nihayetü'l Muktesid, c. I-II, Mısır (t.y.)
44- İbnu'l Hümm, Kemalüddin Muhammed b. Abdüvahid, Fethu'l Kadîr, c. I-VI, Bulak 1316/1898.
45- İbnul Kayyim, Muhammed b. Ebi Bekr, İ'lamu'l Muvakkîn, c. I-IV, thk. M. M. Abdülhamid, Mısır 1374/1955.
İslâm Bankaları Dergisi, 1982.
46- Karaman, Hayreddin, İslâmda İşçi İşveren Münasebetleri, İstanbul 1981.
47- el-Kardavî, Yusuf, İslâm Hukukunda Zekât, çev. İbrahim Sarmış, c. I-II, İstanbul (t.y.)
48- el-Kâsânî, Alaüddin Ebu Bekr b. Mes'ud, Bedâyiu*s Sanayi' fi Tertibi’ş Şerâyi', 2. b, c. I-VII, Beyrut 1394/1974.
49- Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi. İst.
50- Malik b. Enes, Muvatta', c. I-II, Mısır 1951.
51- el-Mâverdî, Ebu'I Hasan Ali b. Muhammed b. Habib, Ahkâ-mu's Sultaniyye, Kahire 1298.
52- Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye, Mecelle komisyonunca hazırlanmıştır.
53- Merginânî, Ali b. Ebi Bekr, el-Hidaye Şerhu Bidayeti'l Mübtedî, c. I-IV, Mısır 1965.
54- el-Mevsılî, Mecdüddin Abdullah, el-İhtiyar li Ta'lili'l Muhtar, c. I-V, Kahire (t.y.)
55- Miras, Kamil, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, 2. b, c. I-XII, Ankara 1957-1972.
56- Müslim, Ebul Hüseyn Müslim b. el-Haccac, Sahihu Müslim, c. I-V, nşr. M. F. Abdülbâkî, Mısır 1374-1375/ 1955-1956.
57- Nesaî, Ebu Abdirrahman b. Şuayb, Sünen (Süyütî şerhiyle), c. I-VIII, Mısır 1964. '
58- Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 2. b. M.E.B. yay.
59- er-Remlî, Şemsüddin Muhammed b. Ahmed, Nihayetu'I Muhtâc ila Şerhil Minhâc, c. I-VIII, Mısır (t.y.)
60- R. S. Poole-W. H. Valentine, «Fels», İ.A, C.V.
61- es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Revâi'ul Beyân Tefsiru Âyâti'I Ahkâm, 2. b. c. I-II. Dımaşk 1397/1977.
62- es-San'ânî, Muhammed b. İsmail, Sübülü's Selâm Şerhu Bulûği'l Meram, Kahire (t.y.).
63- Saymen, «Türkiye'de Sosyal Sigortaların Gelişine Temayülleri», İst. H. F. Mec. s. 3-4. 1953.
64- es-Sebî', Ahmed, «İşçiler ve İslâm», Râbıtatü'l Âlemi'l İslâmî Dergisi, Yıl: 9, s. 11, Eylül 1981.
65- es-Serahsî, Muhammed b. Ahmed b. Ebî Sehl, el-Mebsût, 3. b. c. I-XXX, Beyrut 1398/1978.
66- Şafak, Ali, «Enflasyon Olayı ve Önleyici Tedbirler», Ensar neşr, İst. 1983.
67- eş-Şâfiî, Muhammed b. İdris, el-Umm, c. I-VII, Mısır 1329/ ' 1911.
68- Şakfe, Muhammed Fahr, İslâmda İşçi Hakları, Çev : İhsan Toksan, İst. 1968.
69- Şekerci, Dr. Osman, İslâm Şirketler Hukuku Emek Sermaye Şirketi, İst. 1980.
70- Şener, Abdülkadir, İslâm Hukuku Metodolojisi, Ankara 1973. Ebu Zehra'nın Usûlü'l Fıkh eserinin tercemesi.
71- eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, Neylü'l Evtâr fi şerfi Müntaka'l Ahbâr, c. I-VIII, Mısır (t.y.).
72- eş-Şîrâzî, Ebu İshak İbrahim b. Ali, el-Mühezzeb, c. I-II, Kahire 1959.
73- et-Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Câmi*ul Beyân an Tefsiri Âyâti'I Kur'ân, c. I-XXXI, Mısır 1329.
74- et-Tirmizîr Muhammed h. İsa, Sünen, c. I-V, thk. A. M. Şâkir, Kahire 1356/1937.
75- Tunçomağ, Kenan, Türk İş Hukuku, 2. b. İst. 1975.
76- Tunçomağ, Kenan, Sosyal Güvenlik Kavramı ve Sosyal Sigortalar İst, 1975,
77- Türk İş Dergisi, Özel Sayı, 21 Aralık 1983.
78- Türkiye Cumhuriyeti Kanunları, c. I-IX, nşr. Fahri Çoker-Sadi Kazancı, 2. b. Ankara 1973.
79- Uzunçarşılı, İsmail Hakla, «Akçe», İ. A, c. 1.
80- Wensınck, A. J. et J. P. Mensıng, W. P. De Haas..., Concordance et Indıces de La Tradition Musulmane, c. I-VII, Leiden. 1936-1969.
81- Yazır, Elmalık Muhammed Hamdı, Hak Dini Kur'an Dili,
2. b, c. I-IX, İst. 1960.
82- Yeniçeri, Celal, İslâm İktisadının Esasları, İst. 1980 .
83- ez-Zerkâ, M. Ahmed - Abdülaziz en-Neccar, A. Muhammed,
İslama Göre Faizsiz Banka Kalkınma Sigorta, çev :
Hayreddin Karaman, İstanbul.
84- Zeylaî, Abdullah b. Yusuf, Nasbu'r Râye Ii Ehâdisi'l Hid-
ye, c. I-IV, Kahire 1393/1973.
85- ez-Zuhaylî, Vehb, el-Fıkhu'l İslâmi fi Uslûbi'l Cedid, 2. b,
e. I-II, Dımaşk (t.y.).[493]
[1] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 9-10.
[2] Feridun Ergin, İktisat, Hamle Matbaası, İstanbul 1964, s. 601, 602.
[3] a. esr., s. 605, 606.
[4] Ergin, a.g.e, s. 604-606; Ali Şafak, «Enflasyon Olayı ve İslâm'da Getirilen Önleyici Tedbirler», İslâm Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları, Ensar Neşr., İstanbul 1983, s. 75.
[5] Ebu Dâvud, Büyü': 49; Tirmizî, Büyü' : 73; İbn Mâce, Ticârât: 27; Dârimî, Büyü': 13.
[6] es-Serahsî, el-Mebsût, c. XIV, s. 30.
[7] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s. 403.
[8] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 13-16.
[9] es-Serahsi, a.g.e, c. XIV, s. 2. 16
[10] Ergin, a.g.e, s. 533-535.
[11] a. esr., s. 535, 536.
[12] İbrahim Artuk, «Sikke», İ. A., c. X, s. 621 vd.
[13] el-Mâverdî, Ahkâmü's-Şultâniyye, Kâhira 1298, s. 148.
[14] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 16-17.
[15] Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, İnce Matmaacıhk Tesisleri, Balıkesir 1984, s. 64.
[16] el-Kâsâni, Beyâyiu's-Sanâyi', c. VII, s. 253; İbnü'I-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. iII, s. 522; K. Miras, Tecrîd-i Sarih, c. V, s. 40; Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, c. IV, s. 121, 124; M. M. Abdülhamid, el-Ahvâlü'ş-Şahsiyye, s. 135.
[17] Artuk, «Sikke», İ. A. c. X, s. 622.
[18] a. esr. a.y.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 17-18.
[19] İhlâs, 1.
[20] K. Miras, a.g.e., c. V, s. 49.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 18-19.
[21] İbn Âbidîn, Tenbîhü'r-Rukûd alâ Mesâili'n-Nükûd (Risale), Resâilü İbn Âbidîn, İst. 1319/1901, c. II, s. 61, 62; Ali Haydar, Duraru'l-Hukkâm Şerhu Mecellti'l-Ahkâm, c. I, s. 239.
[22] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 19-20.
[23] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 20.
[24] Nummia: Lâtince kökenli bir sözcük olup, «Nummulaire», petite monnaie=Akçe, maden para, ufaklık ve genel olarak para anlamlarına gelir. Bkz. Petit ROBERT I, Paris 1957, s. 1289.20
[25] R. S. Poole. W. H. Valentine, «Fels» mad., İ. A. c. V, s. 539.
[26] İ. A. c. V, s. 539.
[27] a. esr. a.y.; M. Zeki Pakalın, «Fülûs», Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. I, s. 636, 637.
[28] Ribe'1-fadl: Faize tabi olan malların kendi cinsleriyle fazla olarak trampa edilmesidir. 5 gr. altının peşin olarak 7 gr. altınla trampası gibi. Ribe'n-nesîe : Faize tâbi olan malların kendi cinsleri veya aralarında ortak faiz illeti bulunan başka cins bir inalla veresiye değiştirilmesidir. 1 gr. altının veresiye 1 veya daha fasla gr. altınla trampası gibi.
[29] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. V, s. 185.
[30] İ. A. a.y.
[31] el-Mevsılî, elİhtiyâr li Ta'lîli'l-Muhtâr, Cz. II, s. 31.
[32] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 20-23.
[33] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 24.
[34] es-Serahsî, el-Mebsût, c. XIV, s. 29, 30, 31.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 24-25.
[35] a. esr., c. XIV, s. 30.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 25.
[36] es-Serahsî, a.g.e., c. XIV, s. 31; İbn Âbidin, Reddü'I-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, c. IV, s. 179, 195.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 26.
[37] Müslim, Müsâkât: 118; Ebû Dâvud, Büyü': 110; Tirmizî, Büyü' : 73.
[38] İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s. 314.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 26-27.
[39] es-Serahsî, el-Mebsût, c. XIV, s. 35.
[40] İbn Âbidîn, a.g.e,, c. IV, s. 182.
[41] Buhârî, Büyü': 73; Tirmizî, Büyü': 19; Nesâî, Büyü' : 60, 71, 72.
[42] İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s. 319; el-Beyhakî, Sünen, c. V, s. 349, 350. Beyhakî bu hadîse «Münker» der,
[43] 30. dipnottaki kaynaklar ve İmam Mâlik, el-Muvatta'; 11/168.
[44] Müslim, Müsâkât : 120 ; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, c. V, s. 231.
[45] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'I-İslâmî fî Uslûbühi'l-Cedîd, c. I, s. 504.
[46] Mülim, Müsâkât: 118; Ebu Dâvud, Büyü': 110; Tirmizî. Büyü*: 73.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 27-29.
[47] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 30.
[48] . es-Serahsî, a.g.e., c. XIV, s. 26; İbnü'I-Hümâm, Fethu'1-Kadîr, c. V, s. 385 vd.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 30.
[49] es-Serahsî, a.g.e. a.y.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 30-31.
[50] a. eser., a.y.
[51] a. eser., c. XIV, s. 29, 30.
[52] İbn Âbidîn, Tenbîhu'r-Rukûd alâ Mesâili'n-Nükû-d, ez. 11/52. Beyrut (t.y.).
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 31.
[53] İbn Âbidin, Tenbîhu'r-Rukûd alâ Mesâili'n-Nükûd, Mecmuatü'r-Resâil, cz. 11/52; el-Fetâvâ'l-Bezzâziye (Hindiyye kenarında), c. IV, s. 510.
[54] İlbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, c. IV, s. 24.
[55]es-Serahsî, el-Mebsût, c. XIV, s, 30.
[56] Ömer Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, c. VI, s. 96.
[57] İbn Âbidin, Resâil, c. II, s. 63, 64.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 31-33.
[58]İbn Hacer el-Heytemî, Tuhfetü'l-Muhtâc, e. II, s. 381-384; er-Ramlî, Nihâyetü'l-Muhtâc, c. IV, s. 288'den naklen A. Bayındır, a.g.e, s. 36.
[59] el-Heytemî a.g.e., c. II, s. 161; el-Cezîrî, a.g.e., c. III, s. 279, Mısır.
[60] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 33.
[61] Müslim, Müsâkât: 118, 119; Ebû Dâvud, Büyü': 110; Tirmizî, Büyü': 73; Nesâî, Büyü': 64; İbn Mâce, Ticârât: 62; es-Serahsî, el-Mebsût, c. XIV, s. 32.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 33-34.
[62] İbn Kudâme, el-Muğni, c. IV, s. 254, 318.
[63] Bilmen, a.g.e., c. VI, s. 94, 95.
[64] Buhârî, İcâre : 14, 50.
[65] İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s. 315; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 303.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 34-35.
[66] Müslim, Müsâkât: 81; Ebu Dâvud, Büyü': 18; A. b. Hanbel, Müsned, c. V, s. 314, 320.
[67] Müslim, Müsâkât : 82.
[68] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 35-36.
[69] Avusturyalı bir ekonomi profesörü olup, bir ara İ.Ü. İktisat Fakültesi'nde -hocalık yapmıştır.
[70] Feridun Ergin, İktisat, s. 569.
[71] a. esr.a.y.
[72] Ergin, a.g.e., s. 560, 570.
[73] Ergin, a.g.e., s. 574, 575
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 36-38.
[74] İbrahim Artuk, «Sikke», İ. A. c. X, s. 638; Ergin, a.g.e., s. 569; İbrahim ve Çevriye Artuk, Katalog, c. II, s. 719.
[75] Artuk, Katalog, c. I, s. 719'dan naklen, A. Bayındır, a.g.e., s. 20.
[76] Ergin, a.g.e., s. 581 vd.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 38-39.
[77] es-Serahsî, el-Mebsût, c. XXII, s. 21; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. VI, s. 82, Beyrut 1974.
[78] R. S. Poole-W. H. Valentine, «Fels» mad., İ. A. c. V, s. 539; Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. I, s. 639, «Fûlûs» mad.
[79] Pakalın, a.g.e., c. I, s. 637.
[80] İ. ve C. Artuk , kataloğ, c.II s. 602, den naklen a. Bayındır, a. ğ. e. . s. 18.
[81] Düstûr, Zeyl-i (tertîb-i evvel), s. 59, 60, Matbaa-i Âmira, 1298.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 39-41.
[82] Ahmet Cevdet Paşa, Mâruzât, Ahvâl-i Mâliye bahsi, s. 11, 18, İst.
[83] Artuk, Katalog, c. II, s. 722.
[84] a. esr., c. II, s. 730, 731.
[85] Bayındır, a.g.e., s. 27.
[86] a. esr., a.y.
[87] a. esr., s. 27, 28.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 42-43.
[88] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. V, s. 185.
[89] Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 349, Evrâk-ı nakdiye ile banknotların zekâtı bahsi, İstanbul 1970.
[90] A. b. Hanbel, Müsned, c. I, s. 379..
[91] İbn Mâce, Fiten : 8.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 43-45.
[92] İbn Âbidin, Resâil, c. II, s. 61, 63, 64.
[93] İbn Âbidîn, a.g.e., c. II, s. 52.
[94] Zeyl-i Düstur, I, s. 2, İstanbul 1298.
[95] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, c. IV, s. 126; İbn Mâce Sadakat: 19.
[96] Müslim, Zikr : 28; Ebû Dâvud, Edeb : 60; Tirmizî, Birr: 19;Kur'ân: 10; İbn Mâce, Mukaddime: 17;Sadakât: 14,
[97] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 46-50.
[98] es-Serahsî, el-Mebsût, c. II, s. 151; İbnü'l-Hümâm, Pethu'1-Kadîr, c. V, s. 20; el-Kâsâni, Bedâyiu's-Sanâyi', c. VI, s. 57; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, c. III, s. 372.
[99] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 51-52.
[100] es-Serahsî, a.g.e., c. XXII, s. 18; İbn Âbidin, a.g.e., c. IV, s. 504. ez-Zeylâ'i, Tebyînü'l-Hakâik, c. V, s. 52.
[101] ez-Zeylâ'î, Nasbür-Râye, c. IV, s, 113. 54
[102] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 52-54.
[103] Îbnü'l-Manzûr, Iisânü'1-Arab, ribâ maddesi; Ebû Bekr el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, c. IX, s. 183.
[104] Îbnü'l-Hümâm, Fethul-Kadîr, c. V, s. 277; el-Fetâvâ'I-Hindiyye, c. III, s. 117.
[105] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, c. II, s. 952, 953.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 57-58.
[106] M. Z. Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. III, s. 35.
[107] Bakara, 275.
[108] Elmalılı, a.g.e., C. II, S. 952, 953.
[109] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 58-59.
[110] Türk Ansiklopedisi, c. XVI, s. 88, «faiz mad.»; Dr. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 304.
[111] Türk Ansik., c. XVL, s. 88, «Faiz» mad. 60
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 59-60.
[112] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 60.
[113] İbn Mâce, Ticârât, 58; A. b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 353, 363.
[114] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, c. IV, s. 117; İbn Kesîr, Tefsîru'I-Kur'âni'l-Azîm, c. III, s. 11, 12, Beyhakî'nin «De-lâilü'n-Nübüvve» adlı eserinden naklen.
[115] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 60-61.
[116] Rum, 39.
[117] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 61.
[118] Nisa, 160, 161.
[119] Çıkış, XXII/26; Levililer, XXV/35-37; Yeremya, XV/10
[120] Tesniye, XXIII/19-20.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 62.
[121] Âli İmrân, 130,
[122] Sabûnî, Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, c. I, s. 393; Bakara, 275, 278, 279.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 62-63.
[123] Bakara, 275.
[124] Bakara, 275.
[125] Bakara, 278, 279.
[126] Prof. Hasan Zeme-Prof. Muhammed Faruk, Faiz Tarihi ve İslâm, Terc. Dr. Osman Şekerci.
[127] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 63-64.
[128] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, c. II, s. 955.
[129] İbn Cerîr et-Taberî, Tefsîru't-Taberî, c. III, s. 105, 106; Elmalılı, a.g.e, c. II, s. 972; Prof. M. Faruk, «İslâm Hukukuna Göre Faiz Nazariyesine Bir Bakış» Faiz Tarihi ve İslâm, s. 37, 38.
[130] et-Taberî, a.g.e, c. III, s. 105; M. Faruk, a.g.e, s. 38.
[131] Bakara, 278.
[132] Bakara, 279.
[133] Müslim, Hac, 147; Ebu Dâvud, Büyü', 5; İbnü'l-Cevzî;. Zâdü'l-Mesîr, c. I, s. 332.
[134] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 64-66.
[135] Tecrîd-i Sarih Tere, c. VI, s. 387.
[136] Müslim, Musâkât, 81; Ebû Dâvud, Buyu', 18; İbn Hanbel, c. V, s. 314, 320.
[137] Tecrid-i Sarih, c. VI, s. 387.
[138] Elmalılı, a.g.e., c. II, s. 953.
[139] Müslim, Musâkât, H. 102.
[140] el-Cassâs, Ahkâmü'I-Kur'ân, c. II, s. 183.
[141] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, c. II, s. 111.
[142] İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, c. III, s. 103, 104; eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, c.l,s. 295.
[143] Bakara, 275.
[144] Bakara, 275.
[145] M. Faruk, a.g.e., s. 38.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 66-69.
[146] Müslim, Musâkât, H. 102.
[147] İbn Mâce, Perâiz, 5.
[148] İbn Hazm, el-Muhalla, c. IX; s. 519; eş-Şevkâni, Fethu'I-Kadir, c. I, s. 296.
[149] İbn Hazm, a.g.e, c. IX, s. 519.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 69-70.
[150] Bakara, 278, 279.
[151] Müslim, Hac, H. 147; Ebu Davud, Büyü', 5; İbnü'I-Arabî, Ahkâraü'l-Kur'ân, c. I, s. 241.
[152] Müslim, Müsakât, H. 81; Ebu Davud, Buyü' 18- Ahmed b. Hanfcel, c. V, s. 314, 320.
[153] Tirmizî, Buyü, 23.
[154] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 70-72.
[155] el-Cassâs, Ahkâmü'I-Kur'ân, c. II, s. 184; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 274 v.d.; el-Cezîrî, Kitâbü'1-Fıkh ale'l-Mezâhibi'I-Erbaa, c. II, s. 249-252; Dr. Fethî ed-Düreynî, el-Menâhicü'1-Usûliyye, s. 128-130.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 72-73.
[156] ed-Düreynî, a.g.e, s. 127.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 73.
[157] Müslim, Müsâkât, H. 17.
[158] Müslim, Müsâkât, H. 17.
[159] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 73-74.
[160] Müslim, Müsâkât, H. 80; Değişik rivayet için bkz. İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[161] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 74-76.
[162] Mâlik, Muvatta', Buyu', H. 33.
[163] Buhârî, Buyu', 76.
[164] İbn Hanbel, c. IV, s. 19, 20.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 76-77.
[165] Buharî, Vekâle, 11.
[166] Eu Davud, Büyü, 18; Tirmizî, Büyü', 14; Nesâî, Büyü', 36; İbn Mâce, Ticârât, 53; Muvatta', Büyü', H. 52.
[167] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 77-78.
[168] Müslim, Müsâkât, H. 102.
[169] Buhârî, Buyu', 79.
[170] Müslim, Müsâkât, H. 103.
[171] Müslim, Müsâkât, H. 86; Bkz. Nesâî, Buyu', 47.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 78-79.
[172] el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, c. II, s. 187, 188; İbn Hazm el-MuhalIâ, c. IX, s. 542.
[173] Tirmizî, Büyü', 23; Müslim, Müsâkât, H. 82.
[174] Tirmizî, Büyü', 24; Değerlendirme için bkz. Yard. Doç. Dr. Selman Başaran, Bütün Yönleriyle Faiz Hadisleri, s. 62 vd.
[175] Beyhakî, Sünen, c. V s. 282.
[176] es-Serahsi, el-Mebsüt,' c. XIV, s. 8.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları:79-80.
[177] Müslim, Büyü', H. 67.
[178] Ebu Davud, Büyü', 18; Tirmizî, Büyü', 14; Nesâî, Büyü', 36; İbn Mâce, Ticârât, 53; bkz. Zeylaî, Nasbü'r-Râye, c. IV, s. 40-42.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 80.
[179] Buhârî, Menâkıbü'l-Ensâr, 19.
[180] Ebû Dâvud, Büyü', 82.
[181] İbn Hacer, Metâlib, c. I, s. 411.
[182] Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, c. V, s. 28; Beyhakî, Sünen, c. c. V, s. 350.
[183] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'I-İsIâmî, c. I, s. 504.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 81.
[184] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 81-82.
[185] Îbnü'l-Hümâm, Fethu'I-Kadîr, c. V, s. 274.
[186] İmam Mâlik, el-Muvatta', Büyü', H. 44; Zeylâî, Nasbu'r-Râye, c. IV, s. 36-37.
[187] İbn Hazm, el-Muhallâ, c. IX, s. 532, 533.
[188] CâmiuU-Usûl, c. I, s. 371.
[189] ez-Zerkâ, el-Medhalü'1-Fıkhî, s. 514.
[190] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 82-83.
[191] el-Cezirî, Kitâbü'1-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, c. II, s. 250, 251; ez-Zühaylî, a.g.e, c. I, s. 479 vd.
[192] Mâide, 38.
[193] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, c. V. s. 193; Zeylaî, a.g.e, c. IV, s. 37.
[194] ez-Zühaylî, a.g.e, c. I, s. 479.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 83-84.
[195] Mâlik, el-Muvatta', c. IV, s. 158; İbn Rüşd, Mukaddimât, c. III, s. 49-51.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 85.
[196] İbn Kudâme, el-Muğnî, Mısır t.y., c. IV, s. 4-7.
[197] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 85-86.
[198] el-Kâsanî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. VII, s. 394; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s. 313; el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. V, s. 366.
[199] Bakara, 245; Mâide, 12; Hadîd, 11,18; Tegâbün, 17; zemmil, 20.
[200] Hadîd, 11.
[201] eş-Şevkânî, Neylü'I-Evtâr, c. V, s. 229.
[202] İbn Mâce, Sadakat, 19; el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, c. IV, s. 126.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 87-88.
[203] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 88.
[204] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 88.
[205] el-Kâsânî, .g.e, c. VII, s. 394, 395; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s. 314; İbn Âbidîn, Reddü'I-Muhtâr, c. IV, s. 179, 195.
[206] Müslim, Müsâkât, H. 118; Ebû Dâvud, Büyü', 110; Tirmizî, Büyü', 73.
[207] Sahih-i Müslim Tercemesi, Terec A. Davudoğlu, c, VIII, s. 96-101.
[208] eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 303; İbn Kudâme, el-Muğni, c. IV, s. 315.
[209] Buhârî, İcâre, 14, 50.
[210] eş-Şîrâzî, a.g.e, c. I, s. 303; İbn Kudâme, a.g.e, c. IV, s. 315.
[211] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 88-91.
[212] İbn Âbidîn, a.g.e, c. IV, s. 182.
[213] Buhârî, Büyü', 73; Tirmizî, Büyü', 19; Nesâî, Büyü', 60, 71, 72.
[214] Beyhakî, Sünen, c. V, s. 349, 350. Beyhakî bu hadise «münker» demiştir. İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s. 319.
[215] Müslim, Müsâkât, H. 118; Ebu Davud, Büyü', 110; Tirmizî, Büyü', 73.
[216] Müslim müsekat, H,120. eş şevkani, a.g. e. c. V, s. 231
ez-Zühaylî, el-Fıkhu'I-İslâmî fî Uslubihi'l-Cedîd, c. I, s.
504.
[217] İbn Kudâme, a.g.e, c. IV, s. 319; ez-Zühaylî, a.g.e, c. I,s. 503, 504.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 91-93.
[218] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 93-95.
[219] Îbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 2; İbn Âbidîn, a.g.e, c. III, s. 364; İbn Kudâme, a.g.e, c. V, s. 1.
[220] Nisa, 12.
[221] Sa'd, 24.
[222] Ebu Davud, Büyü', 26; eş-Şevkânî, a,g.e, c. V, s. 264.
[223] İbn-Kudâme, a.g.e, c, V, s. 1. 96
[224] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 95-96.
[225] İbn Mâce, Ticârât, 63.
[226] ez-Zühaylî, a.g.e, c. I, s. 610-611.
[227] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 96-97.
[228] es-Serahsî, el-Mebsût, c. II, s. 151; İbnü'l-Hümâm, Fethu'I-Kadîr, c. V, s. 20; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. VI, s. 57; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, c. III, s. 372.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 97.
[229] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 98-99.
[230] el-Kâsânî, a.g.e, c. VI, s. 62 vd.; İbnü'l-Hümâm, a.g.e, c. V, s. 21.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 100.
[231] eş-Zühaylî, a.g.e, c. I, s. 627.
[232] ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, c. III, s. 475.
[233] İbn Kudâme, el-Muğnî, c. V, s. 27.
[234] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, c. II, s. 250; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 346.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları:100-102.
[235] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 102.
[236] ez-Zeylâî, a.g.e, c. III, s. 475.
[237] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 102-103.
[238] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 103.
[239] Bakara, 198; Müzzemmil, 20; Cum'a, 10.
[240] el-Heysemî, Mecma'u'z-Zevâid, c. IV, s. 161.
[241] ez-Zeylaî, a.g.e, c. IV, s. 113.
[242] ez Zeylaî, a.g.e, c. IV, s. 113.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 104-105.
[243] el-Heysemî, a.g.e, c. IV, s. 161. 106
[244] İbn Kudâme, el-Muğnî, c. V, s. 62, 63; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 386.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 105- 107.
[245] el-Kâsânî, a.g.e, c. VI, s. 109; İbn Rüşd, Bidâyetü'I-Müctehid, c. II, s. 237; eş-Şîrâzî el-Mühezzeb, c. I, s. 388.
[246] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 107-108.
[247] es-Serahsî, a.g.e, c. XXTT, s. 27; el-Kâsânî, a.g.e, c. VI, s. 85; İbn Rüşd, a.g.e, c. II, s. 234; eş-Şîrâzî, a.g.e, c. I, s. 385; İbn Kudâme, a.g.e, c. V, s. 30; İbn Âbidin, a.g.e, c. IV, s. 505.
[248] Nisa, 12.
[249] es-Serahsî, a.g.e, c. XXII, s. 27; el-Kâsânî, c. VI, s. 85 vd.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 108-109.
[250] el-Kâsânî, a.g.e, c. VI, s. 105; İbnü'I-Hümâm, a.g.e, c. V, s. 81; es-Serahsî, a.g.e, c. XXII, s. 63; İbn Rüşd, a.g.e, c. II, s. 238; İbn Âbidîn, a.g.e, c. IV, s. 512.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 109.
[251] el-Kâsânî, a.g.e, c. VI, s. 96; es-Serahsi, a.g.e, c. XXII, s. 98; İbnü'l-Hümâm, a.g.e, c. V, s. 70 vd.
[252] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları:109-111.
[253] es-Serahsî, a.g.e, c. XXII, s. 19; el-Kâsânî, a.g.e, c. VI,. s. 87; İbn Büşd, a.g.e, e. II, s. 234; eş-Şîrâzî, a.g.e, c. I, s. 388; İbn Kudâme, a.g.e, c. V, s. 69; İbnü'l-Hümâm,. a.g.e, c. V, s. 58.
[254] İbn Kudâme, a.g.e, c. V, s. 25; İbn Rüşd, a.g.e, c. II, s. 236; ez-Zühaylî, a.g.e, c. I, s. 669.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 111-112.
[255] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 112.
[256] Dâr al-Mâl al-İslâmî Kılavuzu, s. 5 vd.: Faisal Finans Kurumu Kuruluşu ve Çalışma Sistemi, s. 1-3 (t.y.).
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 112-113.
[257] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 113-114.
[258] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 114.
[259] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 115.
[260] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 115.
[261] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 115.
[262] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 115-116.
[263] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 116.
[264] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 116.
[265] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 116.
[266] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 117.
[267] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 117.
[268] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 117.
[269] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 118.
[270] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 118.
[271] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 118.
[272] al-Baraka Türk Özel Finans Kurumu A. Ş. Ana Sözleşmesi, Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi, Tarih : 12.11.1984, Sayı : 1134, mad. 1-8.
[273] Ana Sözleşme, mad. 21, fıkra 1.
[274] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 118-119.
[275] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 174; İbnü'1-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. VII, s. 145; İbn Âbidîn, Reddü'1-Muhtâr, c. V, s. 1.
[276] Talâk, 6.
[277] Kasas, 27.
[278] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, c. V, s. 279.
[279] el-Kâsânî, a.g.e, c. IV, s. 175.
[280] İbnu'l-Kayyim, I'Iâmü'l-Muvakkıîn, c. II, s. 15.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 120-121.
[281] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 121-122.
[282] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 122-124.
[283] Ömer Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İst. 1970, C. VI, s. 126, 127.
[284] Ali Haydar Ef., Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'1-Ahkâm, e. II, s. 664, Mecelle mad. 396.
[285] Ali Haydar, a.g.e, c. I, s. 665, 666; Mecelle, mad, 397.
[286] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. VI, s. 135, 138; el-Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, c. II, s. 260; el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. V, s. 432; el-Cezîrî, Kitâbü'1-Fıkh ale'I-Mezhibi'I-Erbaa, c. 326, 327; el-Mavsılî, el-İhtiyar, c. II, s. 63, 64.
[287] Ali Haydar, a.g.e, c. I, s. 666, 667.
[288] Ali Efendi, Fetâvâ, c. I, s. 300.
[289] Ali Efendi, Fetâvâ, c. I, s. 300 Bedruddîn Mahmûd'un Câmiu'I-Fusûleyn, 18. fasıldan naklen.
[290] Bilmen, a.g.e, c. VI, s. 127-128.
[291] Ali Haydar, a.g.e, c. I,'s. 664; Mecelle, mad. 396.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 124-127.
[292] İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, c. IV, s. 244; Şafiî, el-Ümm, c. III, s. 68.
[293] Ebu davud, Büyü; 54; a. İbn hanbel, müsned, c. S. 42.
[294] İbnül –hümam, fethül- kadir, c. V. S. 207. 208; İbn Abidin, a. g. e. c. IV. 244; İbnul –Kayyim İ’lamül-muvakkıin, c. I, s. 106 vd.
[295] İbn Hazm, el-MuhalIâ, c. IX, s. 687, 688.
[296] İbn Âbidin, a.g.e, c. IV, s. 244.
[297] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 127-129.
[298] ez-Zeylaî, Nasbu'r-Rftye, c. IV, s. 113.
[299] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 129-130.
[300] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 130-131.
[301] Yusuf el-Kardâvî, İslâm Hukukunda Zekât, 1984 İst., c. II, s. 117-118.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları:131.
[302] Buhârî, Ezan, 149; Müslim, Mesâcid, H. 129; Ebû Dâvud, Salât, 149.
[303] Buhârî, Ferâiz, 4, 25; Kefâle, 5; Müslim, Cum'a, H. 43, Ferâiz, 14-17.
[304] Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 556.
[305] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları:131-132.
[306] Müslim, Müsâkât, H. 120; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, c. V, s. 231.
[307] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 133-135.
[308] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 135-137.
[309] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları:137-139.
[310] İbn Manzur, Iâsanü'1-Arab, Beyrut 1955.
[311] M. Fuad Abdülbâkî el-Mu'cemü'l-Müfehres li Elfâzı'l-Kur'âni'l-Kerîm, Kâhira 1378/1958, ilgili sözcüklerin maddeleri.
[312] a. esr. amel maddesi.
[313] Yasin, 35.
[314] Necm, 39.
[315] Al-i İmrân, 57.
[316] Kehf, 30.
[317] İbn Mâce, Rehin : 4,
[318] Nesâî, K. 35, B. 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654; ez-Zeyla'î, Nasbu'r-Râye li Ehâdlsi'l-Hidâye, c. IV, s. 131.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 143-144.
[319] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, e. I, s. 682; Mecelle, mad. 413.
[320] er-Remlî, Nihâyetü'l-Muhtâc ilâ Şerhi'l-Minhâc, c. V, s. 247.
[321] Kasas, 26.
[322] İbn Mâce, Rehin : 4.
[323] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 144-145.
[324] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 184; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, c. IV, s. 448; el-Mâverdî, Ahkâmü's-Sultâniyye, s. 210; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. VI, s. 5, c, VII, s. 317; el-Mevsûatü'l-Fıkhiyye, c. I, s. 289, 295; Ali Haydar, a.g.e, c. I, s. 919; Mecelle mad. 423, 469, 570.
[325] el-Merginânî, el-Hidâye, c. III, s. 245; Ali Haydar, a.g.e., e. I, s. 692 vd.
Dr. Hamdi Döndüren Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 146.
[326] eş-Şîrâzî el-Mühezzeb, c. I, s. 408; el-Fetâvâ'I-Hindiyye, c. IV, s. 410, 455, 456; Ali Haydar, age., c. I, s. 693, 694.
[327] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 147.
[328] Îbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. IV, s. 174; es-Serahsî, el-Mebsût, c. XV, s. 74; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, c. V, s. 1; eş-Şâfii, el-Ümm, c. III, s. 250.
[329] el-Kâsânî, a.g.e., c. IV, s. 175; e-Zühaylî, el-Fıkhu'I-İslâmî fî Uslûbihil-Cedîd, c. I, s. 545 vd.
[330] Ali Haydar, a.g.e., e. I, s. 671, 674.
[331] a. esr. c. I, s. 674.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 147-149.
[332] el-Kâsâni, a.g.e., c. IV, s. 184; eş-Şirâzî, a.g.e., c. I, s. 396, 398; el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 470; el-Mevsûatü'l-Fıkhıyye, c. I, s. 262.
[333] el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 470; ez-Zuhaylî, a.g.e., c. I, s. 555.
[334] el-Kâsânî, a.g.e., IV, s. 185; eş-Şirâzi, a.g.e, c I s 396. e-Zuhayli, a.g.a, c. I, s. 556. '
[335] el-Kâsânî, a.g.e., c. IV, s. 185; eş-Şîrâzî, a.g.e., c. I, s. 396; el-Mevsûatu'1-Fıkhıyye, c. I, s. 262; ez-Zühayli, a.g.e., c. I, S. 555, 556.
[336] es-Serahsî, age. c. XVI, s. 47; el-Kâsânî, age. c. IV, s. 184; el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 410, 445, 456; el-Mevsûatü'l-Fıkhiyye, c. I, s. 295.
[337] Muhammed Fahr Şakfe, İslam'da İşçi Hakları, Terc. İ. Toksan, s. 45; Mecelle, mad. 455.
[338] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 149-152.
[339] el-Fetâvâ'l-Hindiyye, c. IV, s, 412; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, c. II s. 51; İbn Kudâme, el-Muğnî, e. V, s. 327; Dr. Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 81-87.
[340] Nesâî, K. 35, B. 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654.
[341] el-Fetâvâ'1-Hîndiyye, c. IV, s. 412; el-Mevsılî, a.g.e., c. II, s. 507.
[342] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 152-153.
[343] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 153-154.
[344] Kasas, 25, 26.
[345] Kasas, 27.
[346] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelletil-Ahkâm, c. I, s. 673.
[347] Necm, 39.
[348] Talâk, 6.
[349] A'râf, 85.
[350] Kehf, 77.
[351] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 154-155.
[352] Buhârî, İcâre : 12; Tecrîd-i Sarîh, c. VII, s. 37-41.
[353] Bu hadîsi, İbn Mâce İbn Ömer'den, Tirmizî, Nevâdi-ru'1-Usûl'de Enes'ten, Ebû Ya'Iâ Müsned'inde Ebû Hüreyre'den, Taberânî el-Mu'cemus-Sağîr'inde Câbir'den rivayet etmiştir. İbn Hacer, bütün rivayetlerin zayıf olduğunu söylemiştir. Bkz. Zeylâ'î,Nasbu'r-Râye, c. IV, s 129 vd.; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, c. IV, s. 97; İbn Hacer, Sübülü's-Selâm, c. III, s. 81, 82; eş-Şevkâ-nî, Neylü'l-Evtâr, c. IV, s. 292.
[354] Nesâî, K. 35, B. 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654.
[355] Abdurrazzâk, el-Musannef.
[356] Buhârî, Büyü': 106, İcâre: 12, 15; İbn Mâce, Rehin: 4; A. b. Hanbel, c. II, s. 292, 358, c. III, s. 143, c. IV, s. 274.
[357] Buhârî, İcâre: 18; Tıb : 9, 13; Müslim, Müsâkât: 65, 66, Selâm: 6, 77; Ebu Davud, Büyü': 38; İbn Mâ-
ce, Ticârât : 10; A. b. Hanbel, c. I, s. 50, 134, 241, 250, 257, 292, 293, 316, 324, 327, 333.
[358] Buhârî, Büyü' : 15.
[359] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 156-158.
[360] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, e. II, s. 218; Ez-Zühay-lî, el-Fıkhu'l- İslâmî, c. I, s. 544 vd.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 158.
[361] es-Serahsî, a.g.e., c. XV, s. 74, 75; el-Kâsânî, a.g.e., c. IV, s. 173,174; İbn Rüşd, a.g.e., c. II, s. 240; İbnül-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. VII, s.
147; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 394; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. V, s. 397.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 159.
[362] Bilgi için bkz. es-Serahsî, el-Mebsût, c. XXII, s. 33 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 82 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü'I-Müctehid, e. II, s. 234; İbnü'l-Hümâm, Fethu'I-Kadîr, c. V, s. 58; Dr. Osman Şekerci, İslâm Şirketler Hukuku Emek-Sermaye Şirketi, İst. 1980.
[363] İbnü'l-Hümânı, Fethu'I-Kadîr, c. V, s. 3-35, Mecelle, mad.. 1334, 1404.
[364] Ebû Zehra, Usûlü'1-Fıkh, s. 100, 101.
[365] Nisa, 58.
[366] A'râf, 85.
[367] Ahmed es-Sebî', İşçiler ve İslâm, Râbitatü'I-ÂIemi'l-İslâmî Dergisi, Yıl: 19, Sayı: 11, Eylül 1981.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları:160-162.
[368] Nesâî, K. 35, B. 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654.
[369] İbn Mâce, Rehin: 4.
[370] Central Office of Information : Main-D'oeuvre et Conditions de Travail en Grande-Bretagne, Londres 1965, s. l'den naklen Dr. Cahit Talaş, Sosyal Politika, 3. Bası, Sevinç Mat. Ankara 1967, s. 117-129; Antony Babel, Legislation du Travail en Suisse, Geneve 1925, s. 112'den naklen. Dr. Cahit Talaş, age. s. 113, 136, 137.
[371] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 163-164.
[372] Buhâri, İcâre : 14; Ebu Davud, Akdiye ; 12.
[373] Tirmizî, Ahkâm: 17; Talâk : 21; Etoû Dâvud, Akdiye : 12; İbn Mâce, Ahkâm : 23.
[374] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 202; el-Merginâr nî el-Hidâye, c. II, s. 232; el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 413.
[375] el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c. I, s. 266.
[376] a. esr. c. I, s. 267.
[377] Ali Haydar, Duraru'l-Hukkâm, c. I, s. 929; Mecelle, mad. 580.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 164-165.
[378] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 166.
[379] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları:166.
[380] Prof. Dr. Feridun Ergin, İktisat, s. 332-337.
[381] a. esr. s. 334.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 166-167.
[382] Erkin, age. s. 335; Fahr Şakfe, İslâm'da İşçi Haklan, Çev.: İ. Toksan, s. 80.
[383] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 167-168.
[384] Ergin, age. s. 336, 337.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 168.
[385] a. esr. 337, 338.
[386] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 168-169.
[387] Nahl, 90.
[388] A'râf, 85.
[389] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 169.
[390] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 169-170.
[391] Dr. Haindi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, s. 134 vd.
[392] Ebu Davud, Büyü': 49; Tirmizî, Büyü' : 73; İbn Mâce, Ticârât: 27; Dârimî, Büyü': 13; A. b. Haribel, c. II, s. 327, c. III, s. 85, 106, 286.
[393] İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s. 240.
[394] el-Bâcî, el-Müntekâ, Mısır 1331, c. V, s. 18; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, c. V, s. 220; İbn Hacer el-Askalânî, Bülûgu'l-Merâm, Tere. A. Davudoğlu, c. III, s. 50.
[395] el-Kâsânî, age. c. IV, s. 202; Ali Haydar, Düraru'1-Hukkâm, c. I, s. 675, 676; es-Serahsî, el-Mebsût, c. XV, s. 74; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, c. V, s. 1; eş-Şâfiî, el Ümm, c. III, s. 250.
[396] Tröst: Müteşebbise mal sahibi adına hareket yetkisini veren bir vekâlet sistemidir. Kartel ise : Çeşitli firmaların aralarında rekabete yer vermemek ve piyasayı istismar etmek üzere kurdukları bir birliktir. Bunlar gizlice kurulan ve piyasa fiyatlarını sun'î olarak yükselterek haksız kazanç elde etmeyi amaçlayan anlaşmalardır. Bkz. F. Ergin, İktisat, s. 308-311.
[397] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 170-172.
[398] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 172.
[399] el-Fetava'1-Hindiyye, ve Ankaravî Fetvaları, icâre bahsi.
[400] Ali Haydar, age. c. I, s. 915; Mecelle, mad. 565.
[401] Ali Haydar, age. c. I, s. 757; Mecelle, mad. 238, 450, 463 464, 465, 466.
[402] a. esr. c. I, s. 913; Mecelle, mad. 564.
[403] el-MavsiIî, el-İhtiyâr, c. II, s. 51 vd:; el-Fetâvâ'I-Hindiyye, c. IV, s. 412; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. V, s. 327.
[404] Ali Haydar, age. c. I, s. 911, 912,
[405] a. esr. c. I, s. 918; Mecelle, mad. 566.
[406] el-Mavsılî, age. e. II, s. 51; el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 412; el-Mevsûâtü'I-Fıkhıyye, e. I, s. 263; Ali Haydar,
age. c. I, s. 757; Mecelle, mad. 238, 450, 463, 464.
[407] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 173-175.
[408] Nafaka hukuku için bkz. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, Erenler Mat. İst. 1983, 294 vd.
[409] Ebu Davud, İmare: 10; A. b. Hanbel, Müsned, c. IV, s. 299; el-Hattâbî, Meâlimü's-Sünen, c. IV, s. 201, Dâru'1-Ma'rife, Beyrut 1980.
[410] Ebu Ubeyd, el-Emvâl, s. 556.
[411] M. Fahr Şakfe, age. s. 92, 93; Dr. Hayrettin Karaman, İslâm'da İşçi ve İşveren Münâsebetleri, s. 54, 55.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 175-177.
[412] F. Ergin, İktisat, s. 338. . . . -; -.,-. ;;
[413] el-Bâcî, el-Müntekâ, Nşr. Dâru'l-Kitâbi'l-Arâbî, Beyrut 1332 H. tarihli baskısından tıpkı basım, c. V.s. 17.
[414] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 177-179.
[415] Antony Babel, Legislation du. Travail en Suisse, Ceneve 1925, s. 112'den naklen Cahit, Talaş, Sosyal Politika Tedbirleri, s. 113.
[416] A. esr. a.y.
[417] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 179-182.
[418] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 182-183.
[419] Bakara, 286.
[420] Buhârî, İman : 22; Itk: 15; Müslim, Eymâri, H. 40.
[421] Prof, F. Ergin, İktisat, s. 339.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 183-184.
[422] İş Kan. Mad. 67-70, 78, 80 vd.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 184.
[423] İbn Âbidîn, Redaü'l-Muhtar, c. V, s. 59.
[424] Buhârî, İcâre: 14; Tirmizî, Ahkâm: 17, Talâk: 21; Ebû Dâvud, Akdıye: 12; İbn Mâce, Ahkâm : 23 : el-Mevsûatül-Fıkhıyye, c. I, s. 289, 290; İbn Kûdâme, el-Muğnî, c. VI, s. 41.
[425] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 184-185.
[426] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 185.
[427] Buhari iman. 22 Itk 15.müslim eyman. H. 40
[428] Bakara, 233.
[429] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm, c. I, s. 926; Mecelle, mad. 43, 576.
[430] ez-Zühaylî, el-Fikhu'1-İsIâmî fî Uslûbihi'l-Cedîd, c. I, s.
[431] İbn Mâce. , . ..
[432] Ali haydar, age. c I. s. 918 mecelle, mad. 567.
[433] Fahr şakfe, age. s. 97.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 185-188.
[434] Buhârî, İmân : 22; Itk: 15; Müslim, Eymân, H. 40.
[435] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 188-189.
[436] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 189.
[437] A. b. Hanbel, c. VI, s. 29, Ebu Davud, İmâre : 14; Ebu Ubeyd, Kitâbü'I-Emvâl, s. 242. Avf b. Mâlik'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir :
«Rasûl-i Ekrem (s.a.) ganimet malı gelince bunları gününde paylaştırdı. Evliye iki hisse verdi. Ben de evliydim. Benden sonra Ammar b. Yâsir çağrıldı. O'na bir hisse verdi». Age. kaynaklar.
[438] Ahmed es-Seb'î, İşçiler ve İslâm, Râbıtatü'I-Âlemi'l-İslâmî Dergisi, Yıl : 19, sayı: 11, Eylül 1981.
[439] Ebû Ubeyd, age. s. 238.
[440] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 190-191.
[441] Ergin, İktisat, s. 328 vd.
[442] S. Ağaoğlu - S. Hüdâioğlu, İş Hukuku Dersleri, İst. 1939, s. 76, 80.
[443] Saymen, Türkiye'de Sosyal Sigortaların Gelişme Temayülleri, İst. Hukuk Fak. Mec. sayı: 3-4, İst. 1953, s. 1090.
[444] Türk İş Dergisi, Özel Sayı, 21 Aralık 1983, s. 2, 3.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 191-192.
[445] Ergin, age. s. 351, 352.
[446] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 192-193.
[447] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 194-195.
[448] el-Fetâvâ'l-Hindiyye, c. IV, s. 416; eş-Şîrâzî, l-Müheüzeb, c. I, s. 403, 404; el-Mevsûatti'1-Fikhıyye, c. I, s. 271.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 196.
[449] Ebu Davud, Buyü': 54; Beyhakî es-Sünenü'1-Kübrâ, c. VI, s. 27; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Raye, c. IV, s. 30.
[450] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 196-197.
[451] es-Serahsî, el-Mebsût, c. XVI, s. 2: el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 197, 198; el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 458-460.
[452] eş-Şîrâzî, a.g.e., c. I, s. 405; el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c. I, S. 272.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 197-198.
[453] el-Mevsûatü'I-Fıkhıyye, c. I, s. 273.
[454] 5/a Dr. Farkter Tüzek, İş Akdini Fesif Hakkının Kötüye Kullanılması, Kazancı Yayınlan, Bilim. Dizisi: 3, 1976 ,s. 33 vd.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 198.
[455] Nesâî, Eymân : 10; Zeyd b. Alî, Müsned : H. 54.
[456] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 198-200.
[457] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 200-201.
[458] Prof. M. Hamidullah, İslâm'a Giriş, Terc. Kemal Kuşçu, İrfan Mat., İst. 1973, s. 201, 202; Medine'de, Muhacirler, Ensar ve Yahudiler arasında yapılan Anayasa, Madde : 3-10, bu Anayasa'nın tam metnini İbn Hışam, Sîretü'n-Nebevi 'sinde, Ebu Ubeyd Kasım b, Sellâm da Kitabü'l-Emvâl adlı eserinde vermiştir.
[459] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, c. V, Maâkil bahsi; Prof. Dr. Ahmed ez-Zerkâ «İslâm'a Göre Sigorta», Tere. Dr. H. Karaman, Faizsiz Banka Kalkınma Sigorta, İst. 1976, s. 190. Ö. N. Bilmen, Hukuku İslâmiyye, c. III, s. 52-58.
[460] Hamidullah, age. s. 201-203.
[461] Buhârî, İcâre, 12; K. Miras, Tecrîd-i Sarih, c. VII, s. 37-41.
[462] K. Miras, age. c. VII s. 42.
[463] Prof. Dr. Neşet Çağatay, Ahilik, Ankara 1974, s. 101; Dr. Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, s. 184, 185.
[464] es-Serahsî, el-Meüsût, c. XI, s. 152-154; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi' c. VI, s. 57 vd.; İbnü'I-Hümâm, Fethu'I-Kadîr, c. V, s. 20 vd.
[465] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 201-206.
[466] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 206.
[467] Sos. Sigor, Kanunu, mad. 73, 74.
[468] Prof. Dr. Kenan Tunçomağ, Sosyal Güvenlik Kavramı ve Sosyal Sigortalar, Sermet Mat. İst. 1975, s. 95, 96.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 206-207.
[469] a. esr. s. 96, 97.
[470] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 207.
[471] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 208.
[472] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm, c. I, s. 923; Mecelle, mad. 64, 572, 780.
[473] Mecelle, mad. 571.
[474] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 208-209.
[475] Beyhakî'den naklen, Süyûtî, Câmiu's-Sağîr (maa Feyzi'1-Kadir), c. II, s. 286.
[476] a. esr. c. II, s. 290.
[477] Aclûnî, Keşfü'1-Hafâ, c. II, s. 233.
[478] Enfâl, 27.
[479] Müslim, İmân : H. 164 : Ebû Dâvud, Büyü' : 50; Tirmizî, Büyü': 72.
[480] İbn Hacer el-Askalânî, Bulûgu'l-Merâm, Terc. A. Davudoğlu, c. III, s. 55.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 210-211.
[481] Ali Haydar, age. c. I, s. 692, 693.
[482] el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 413, 437, 438; el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c. I, s. 269; Ali Haydar, age. c. I, s. 918;
Mecelle, mad. 425, 568.
[483] Nisa, 59.
[484] Mâide, 1.
[485] Buhâri, İcâre : 14; Ebu Dâvud, Akdıye; 12.
[486] Buhârî, el-Ahkâm : 4; Müslim, İmâre : H. 39; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 184, 189, 191; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 194;; İbn Kudâme, el-Muğni, c. VI, s. 134-143.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 211-212.
[487] Mecelle, mad. 610.
[488] Şafiî, el-Ümm, c. VII, s. 87, 261; Zeylâ'î, Nasbu'r-Râye c. IV, s. 141.
[489] Kasas, 26.
[490] Buhârî, Zekât: 25.
[491] el-Kâsânî, age. c. IV, s. 199-200; el-Mevsûatü'1-fıkhıyye, c. I, s. 273; Ali Haydar, age. c. I, s. 588, 589; Dr. Hamdi Döndüren, İslâm Hukulcuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, s. 151, 152.
Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 212-214.
[492] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 215-218.
[493] Dr. Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslami Yaklaşımlar, İklim Yayınları: 219-223.