“EZ'ZEVÂCİR AN İKTİRATÎL-KEBÂİR”. 8

İSLÂM'DA HELÂLLER VE HARAMLAR “BÜYÜK GÜNAHLAR”- I. 8

Bu Kitab Niçin Yazıldı?. 8

Mütercimlerin Önsözü. 8

Takriz. 9

MUKADDİME.. 9

Birinci İle İlgili Hadisler 13

İkinci Nevi Hadîsler 15

KÜÇÜK VE BÜYÜK GÜNAHLARDAN SAKINDIRMA HAKKINDA SON SÖZ.. 16

BİRİNCİ BAB.. 30

BATINİ KEBAİR VE BUNUNLA İLGİLİ HUSUSLAR.. 30

1. Kebire: Şirki Ekber (Büyük Şirk) 30

Tenbih. 32

2. Kebire: Riya (Gizli Şirk) 42

İcma' 46

İhlâs Hakkında Son Söz. 52

3. Kebire: Gazab (Boş Yere Öfkelenmek) Hıkd-Kin Ve Hased-Çekememezlik. 55

Bu Husustaki Âyetler 55

Hadisler 55

Hased (Çekememezlik) 58

Önemli Uyarılar 61

Ayetler 67

Hadîsler 67

BÜYÜK GÜNAHLARDAN DÖRDÜNCÜSÜ: KİBİR-UCB VE HUYELÂ.. 71

Bu Husustaki Hadisler 71

Önemli Uyarılar 76

Tevazu Hakkında Hadisler: 79

Uyarılar 87

39. Kebire: Günaha Dalmış İken Allah'ın Rahmetine Güvenerek Mekrinden Emin Olmak. 91

40. Kebire: Yeis-Emel Ve Reca'nın Yokluğu. 93

41 Ve 42. Kebire: Suizan Ve Allah'ın Rahmetinden Ümitsizlik. 94

43. Kebire: İlmi Dünyalık İçin Öğrenmek. 95

44. Kebire: Bilgiyi Gizlemek. 96

45. Kebire: İlmi İle Amel Etmemek. 98

46. Kebire: Haksız Ve Zaruretsiz Olarak İlim, Kıraat Veya İbadetten Herhangi Bir Şeyde Övünmek İçin Üstünlük İddiasında Bulunmak. 100

47. Kebire: Alimleri Hakir Görüp Onlarla Eğlenmek Ve Onları Hiçe Saymak. 100

İlim İle İlgili Hasen Ve Sahih Hadisler 101

48 Ve 49. Kebire: Allah'a Ve Resulüne Yalan İsnad Etmek. 103

50. Kebire: İslâmda Kötü Âdet İhdas Etmek. 104

51. Kebire: Sünneti Terketmek. 105

52. Kebire: Kaderi Yalanlamak Ve İnkâr Etmek. 106

53. Kebire: Ahdine Vefa Göstermemek Ve Verdiği Sözde Durmamak. 115

54 Ve 55. Kebireler: Her Ne Yönden Olursa Olsun Zâlim Ve Fasıkları Sevip Salihlere Buğzetmek  117

Allah İçin Sevişenlerle İlgili Sahih Ve Hasen Hadisler: 117

50. Kebire: Allah'ın Veli Ve Dostlarına Eziyet Edip Onlara Düşmanlık Yapmak. 118

57. Kebire: Dehre Sövmek. 120

58. Kebire: İfsadı Büyük Ve Zararı Yaygın Olup Allah'ı Küstüren Ve Sahibinin Aldırış Etmeden Söylediği Sözler 121

59. Kebire: İyiliği Görülen Kimseye Karşı Nankörlük. 121

60. Kebire: Resûl-i Ekrem'in İsmi Şerifi Anıldığında Ona Salavat Getirmemek. 122

Resûl-i Ekrem Efendimize Salavât-ı Şerife Getirmenin Fazileti Hakkında Hasen Ve Sahih Olarak Rivayet Edilen Hadisler 123

Hadisler: 123

61. Kebire: Aç Olan Kimseye Yemek Vermeyecek Kadar Kalb Kararması 125

62 Ve 63. Kebire: Büyük Günahlardan Birine Rıza Göstermek Veya Her Ne Şekilde Olursa Olsun Ona Yardım Etmek. 125

64. Kebire: İnsanlar Şerrinden Korunacak Kadar Kötülüğe Ve Hayasızlığa Dalmak. 125

65. Kebire: Basılmış Altın Ve Gümüş Paralarını Keyfi Olarak Kırıp Bozmak. 126

66. Kebire: Kalpazanlık. 126

İKİNCİ BAB.. 126

ZAHİR KEBÂİRLER.. 126

TAHARET KİTABI. 126

KABLAR BABI. 126

67. Kebire: Altın Ve Gümüş Kablarda Yemek Yemek Ve İçmek. 126

SÖZLER BABI. 127

68. Kebire: Kuranı Veya Ondan Bir Âyet Ve Hatta Bir Harfi Unutmak. 127

69. Kebîbe: Hasmiyle Cedelleşerek Kur'an Ve Dinî Konularda Onu Yenmek İçin Deliller Aramak  129

Kur'an İle İlgili Önemli Hususlara Tembih Eden Bazı Hadisler: 130

KAZA-İ HACET BÖLÜMÜ.. 132

70. Kebire: Yollar Üzerine Kaza-i Hacet Etmek. 132

71. Kebire: Bedenini Ve Elbisesini İdrardan Sakınmamak. 132

ABDEST BÖLÜMÜ.. 134

72. Kebire: Abdestin İcablarından Birini Terketmek. 134

YIKANMA BÖLÜMÜ.. 135

73. Kebire: Guslün Farzlarından Birini Terketmek. 135

74. Kebire: Zaruretsiz Mahrem Yerini Açmak Ve Peştemalsız Hamama Girmek. 136

HAYIZ BABI. 139

75. Kebire: Hayızlı Kadınla Münasebette Bulunmak. 139

NAMAZ BÖLÜMÜ.. 139

76. Kebire: Namazı Kasden Terketmek. 139

77. Kebire: Özürsüz Ve Kasden Namazı Vaktinden Önce Veya Sonra Kılmak. 141

78. Kebire: Perdesi Olmayan Açık Yerde Yatmak. 147

79. Kebire: İttifaklı Veya İhtilaflı Olan Namazın Farzlarından Birini Terketmek. 148

NAMAZIN ŞARTLARI. 150

80. Kebire: Peruk Takmak Ve Bu İşi Yapmak. 150

81. Kebire: Deri Altına Döğün Vurmak Ve Vurdurmak. 150

82. Kebire: Diş Uçlarını Keskinletmek Ve Bu İşi Yapmak. 150

83. Kebire: Cımbız Ve Benzeri Şeyle Kaş Ve Yüz Kıllarını Yolmak Ve Yoldurtmak. 150

84. Kebire: Usûlüne Uygun Olarak Sütre İle Namaz Kılan Kimsenin Önünden Geçmek. 151

CEMAATLE NAMAZ BÖLÜMÜ.. 152

85. Kebire: Bir Köy Veya Belde Halkının Cemaate Devam Etmelerini Gerektiren Şartlar Bulunduğu Halde Namazlarda Cemaati Terketmekte İttifak Etmeleri 152

86. Kebire: Cemaat Tarafından Sevilmeyen Bir Kimsenin Onlara İmamlık Yapmak İstemesi 154

87. Ve 88. Kebireler: Safları Bozmak Ve Düzeltmemek. 155

89. Kebire: Rükünlerde İmamı Geçmek. 156

90. 91. Ve 92. Kebireler: Namazda Gözleri Göklere Kaldırmak Ve Sağa Sola Bakmakla İhtisar 157

93. 94. 95. 96. 97. Ve 98. Kebireler: Mezarları Mescid Edinip Onların Başında Işık Yakmak -Onları Tapınak Haline Getirmek- Tavaf Etmek Ve Onlara El Kaldırıp Üzerlerine Salât-u Selâm Getirmek. 158

YOLCULUK BÖLÜMÜ.. 159

99. Kebire: Yalnız Başına Yolculuk Yapmak. 159

100. Kebire: Kadının Eşyasına Zarar Geleceği Korkulan, Bir Yola Tek Başına Çıkması 159

101. Kebire: Uğursuzluk Düşüncesiyle Yola Çıkmamak Veya Yolculuktan Vazgeçmek. 160

CUMA NAMAZI BÖLÜMÜ.. 160

102. Kebire: Özürsüz Cuma Namazını Terketmek. 160

103. Kebire: Cemaati Çiğneyerek Ön Safa Geçmek. 161

104. Kebire: Halka Teşkil Eden Topluluğun Ortasında Oturmak. 162

GİYİM BÖLÜMÜ.. 162

105. Kebire: Akil Ve Baliğ Olan Erkeğin Mazeretsiz Safi İpek Veya Ağırlığı Bakımından İpeği Galip Olan Elbise Giymek. 162

106. Kebire: Erkeğin Gümüş Yüzükten Başka Altın Ve Gümüşle Süslenmesi 164

107. Kebire: Söz, Hareket Ve Giyimde Kadının Erkeğe Ve Erkeğin de Kadına Benzemeye Çalışması 165

108. Kebire: Kadının Tenini Gösteren İnce Elbise Giymek. 166

109. Ve 110. Kebireler: Eteği Yerleri Sürüyen Uzun Ve Geniş Kollu Elbise Giyip Böbürlenmek, Kibrinden Sebep Sallanarak Yürümek. 167

111. Kebire: Savaş Dışında Sakalı Siyaha Boyamak. 169

İSTÎSKÂ BABI. 169

112. Kebire: Yıldızın Yağmurda Etkisi Olduğuna İnanarak Bu Yağmuru Falan Yıldız Yağdırdı Deyip İnanmak  169

CENAZE BÖLÜMÜ.. 170

113. 114. 115. 116. 117. Ve 118. Kebireler: Musibet Ve Felâket Anlarında Yüzünü Tırmalamak, Yanaklarına Vurmak, Yaka-Paça Yırtmak, Bağırıp Çağırmak, Ölünün İyiliklerini Anlatarak Ağıt Yakmak, Bu Ağıtı Dinlemek, Saçını Sakalını Yolmak Ve Veyl Ve Helak İle Kendisine Beddua Etmek. 170

119. Ve 120. Kebireler: Ölünün Kemiklerini Kırmak Ve Mezarlar Üzerinde Oturmak. 177

121. 122. ve 123. Kebireler: Mezarlar Üzerinde Mescîd Yapmak, Işık Yakmak, Kadınların Cenazeyi Teşyîi Ve Mezar Ziyareti 178

124. Ve 125. Kebireler: Efsun Yapmak Ve Nazar Boncukları Takmak. 179

126. Kebire: Ölümü Sevmemek. 180

ZEKÂT KİTABI. 181

127. Ve 128. Kebireler: Zekâtı Vermemek Ve Farz Olduktan Sonra Özürsüz Onu Geciktirmek  181

Âyetler: 181

Hadîsler: 181

129. Kebire: Borçlusunun Darda Olduğunu Bildiği Halde Onu Habsetmekle Sıkıştırmak. 194

130. Kebire: Sadaka Mallarında Hile Ve Hıyanet 195

131. Kebire: A’şarı Toplayıp Yığmak, Kötü Niyetle Katiplik Ve Benzeri İşleri Üzerine Almak  196

132. Kebire: Servet Veya Kazanç Bakımından Zengin Olduğu Halde Servetinin Daha da Çoğalması İçin Dilenmek. 199

133. Kebire: Eziyet Verecek Şekilde Israrla Dilenmek. 202

134. Kebire: Zengin Olup Vermesinde Sakınca Olmadığı Halde Yakın Komşusunun İstediği Herhangi Bir Şeyi Vermemek. 204

135. Kebire: Verdiği Sadakayı Başa Kakmak. 205

136. Kebire: Suyun Fazlasını İhtiyaç Ve Zaruret Olduğu Halde Vermemek. 206

137. Kebire: Hakkın Nimetine Küfranı Gerektirecek Şekilde Halka Karşı Küfran-ı Nimet 207

138. Ve 139. Kebireler: Dilencinin Allah Rızası İçin Cennetten Başka Bir Şey İstemesi Ve Allah Rızası İçin İstendiği Halde Zenginin Vermemesi 208

Sadakanın Fazileti, Hükmü Ve Nevi: 210

ORUÇ KİTABI. 213

140. Ve 141. Kebireler: Ramazanda Bir Gün Olsun Oruç Tutmamak Yolculuk Ve Hastalık Gibi Özürleri Olmaksızın Herhangi Bir Şekilde Kasden Orucu Bozmak. 213

142. Kebire: Ramazandan Kazaya Kalmış Orucunu İlk Fırsatta Tutmayıp Geciktirmek. 214

143. Kebire: Kadının Kocası Evde İken Ondan İzin Almadan Ve Rızası Olmadan Nafile Oruç Tutması 214

144. Kebire: Bayram Ve Teşrik Günleri Oruç Tutmak. 215

Oruç İle İlgili Hasen Ve Sahih Hadîsler: 215

İTİKÂF KİTABI. 217

145. 146. ve 147. Kebireler: Nezredilmiş İtikâfı Terketmek Cinsî Münâsebetle İtikâfı Bozmak İtikâfta Olmasa da Cami İçinde Münâsebette Bulunmak. 217

HAC KİTABI. 217

148. Kebire: Gücü Yeterken Ölünceye Kadar Haccetmemek. 217

149. Kebire: Hacda Birinci Tahlilden Umrede Mutlak Tahlilden Önce Ailesi Ve Hatta Hayvan İle de Olsa Münâsebette Bulunmak. 218

150. Kebire: Umre Ve Hac İçin İhrama Giren Kimsenin Yenir Vahşi Bir Hayvanı Bilerek Avlaması 218

151. Kebire: Kocanın İzni Olmadan Kadının Nafile Hac İçin İhrama Girmesi 219

152. Kebire: Kâbeye Hürmetsizlik Etmek Ve Obadaki Yasakları Helâl Tanımak. 219

153. Kebire: Haremi Mekke'de Zulüm Ve Haksızlık. 219

Son Söz: Harem'in Faziletleri İle İlgili Bazı Hususlara Ve Orada Olanlarla Kimlerin Bulunduğuna İşaret Etmek Beyanındadır 221

Ayrıca Sahih Ve Hasen Rivayetlerle Gelen Hadîslerden Bazıları 224

154. Kebire: Medine Halkını Korkutmak. 225

155. Kebire: Medine Halkına Kötülük Düşünmek. 225

156. Kebire: Medine'de Bir Kötülük İhdas Etmek. 225

157. Kebire: Medine'de Kötülük Îhdas Edene Yardımcı Olmak. 225

158. Kebire: Medine'de Kötülük İhdas Edecek Olanlara Gerekli Hazırlığı Yapmak. 226

159. Kebire: Medine'nin Ağaç Ve Bitkilerini Kesmek. 226

Medine'nin Fazileti İle İlgili Sahih Ve Hasen Hadîsler 226

KURBAN KİTABI. 227

160. Kebire: Kurbanın Vacip Olduğunu Kabul Edenlere Göre Gücü Yetenlerin Kurban Kesmemeleri 227

161. Kebire: Kurban Derisini Satmak. 228

AVLANMAK VE HAYVAN BOĞAZLAMAK KİTABI. 228

162. Kebire: Hayvanın Bir Uzvunu Kesmek. 228

163. Kebire: Hayvanın Yüzünü Dağlamak. 228

164. Kebire: Hayvanı Hedef Alıp Ona Atmak. 228

165. Kebire: Hayvanı Aç Ve Susuz Bırakıp Ölümüne Sebep Olmak. 228

166. Kebire: Hayvanlara Eziyet Etmek. 228

167. Kebire: Kurbanı Keserken Başkasına Saygıyı Kastedecek Şekilde Allah'tan Başkası Adına Kurban Kesmek. 230

188. Kebire: Herhangi Bir İş İçin Kurban Adayıp Onu Salıvermek. 231

AKİKA KİTABI. 231

169. Kebire: Doğan Çocuğa Melikü’l-Emlâk Mealinde Ad Takmak. 231

YEM EK KİTABI. 232

170. Kebire: Temiz Olan Sekir Verici Maddeleri Yemek. 232

171. Kebire: Akan Kanı Yemek. 235

172. Kebire: Domuz Etini Yemek. 235

173. Kebire: Ölü Hayvan Ve Darda Kalmanın Dışında Bunlara Katılan Hayvanların Etlerini Yemek  235

174. Kebire: Canlı Hayvanı Ateşte Yakmak. 237

175. Kebire: Pislik Yemek. 238

178. Kebire: Pis Olan Bir Şeyi Yemek. 238

177. Kebire: Zararlı Olan Bir Şeyi Yemek. 238

ALIŞVERİŞ KİTABI. 239

178. Kebire: Hür Adamı Satmak. 239

179. Kebire: Ribayı Yemek. 239

180. Kebire: Riba Yedirmek. 239

181. Kebire: Riba Senedini Yazmak. 239

182. Kebire: Riba İşleminde Şahidlik Yapmak. 239

183. Kebire: Riba Alanla Veren Arasında İrtibat Sağlamak. 239

184. Kebire: Buna Yardımcı Olmak. 239

185. Kebire: Riba Ve Benzerlerinde Haramdır Diyenlere Karşı Hile Yollarına Sapmak. 247

ALIŞVERİŞTE YASAK OLANLAR.. 247

186. Kebire: Aygırı Kısrağa Yaklaştırmamak. 247

187. Kebire: Fasid Alışveriş Ve Diğer Haham Yollardan Elde Edilen Kazançları Yemek. 248

188. Kebire: İhtikar 251

189. Kebire: Küçük Çocuğu Anasından Ayırmak. 253

191. Kebire: Yaş Ve Kuru Üzümü Şarap Yapacak Adama Satmak. 254

192. Kebire: Kötülük Yapacağı Bilinen Bir Adama Genç Çocuğu Teslim Etmek. 254

193. Kebire: Bir Cariyeyi Fuhşa Teşvik Edeceği Tahmin Edilen Adama Vermek. 254

194. Kebire: Çalgı Aleti Olarak Kullanacağı Bilinen Bir Kimseye Tahta Parçası Ve Benzeri Malzemeyi Satmak  254

195. Kebire: Bizi Öldürecek Düşmana Silah Satmak. 254

196. Kebire: İçecek Olduğu Bilinen Kimseye İçki Satmak. 254

197. Kebire: Kullanacak Adama Uyuşturucu Maddeler Satmak. 254

198. Kebire: Alıcı Olmadığı Halde Başkasının Alışverişini Bozmak. 254

199. Kebire: Satış Üzerine Satış. 254

200. Kebire: Alış Üzerine Alış. 254

201. Kebire: Alışverişte Hile Yapmak Ve Aldatmak. 255

202. Kebire: Yalan Yemin İle Malını Satmak. 260

203. Kebire: Hıyanet Ve Aldatmak. 262

204. Kebire: Ölçü Ve Tartılarda Az da Olsa Hile Yapmak. 262

KARZ -ÖDÜNÇ- BABI. 264

204. Kebire: Menfaat Sağlayan Ödünç. 264

İFLAS ETTİRME BABI. 264

205. Kebire: Ödememek Niyetiyle Borç Yapmak. 264

206. Kebire: Ödeme İhtimali Olmadığı Halde Borç Almak. 265

207. Kebire: Sebepsiz Yere Borcu Ödemeyi Uzatmak. 267

HİCİR BABI. 268

208. Kebire: Yetim Malı Yemek. 268

Yetime Bakmak, Ona Acımak Ve Dul Kadınların İşlerine Bakmak Hususunda Son Söz. 270

209. Kebire: Serveti Az da Olsa Küçük de Olsa Haram Ve Günahda Harcamak. 272

SULH BABI. 272

210. Kebire: Zimmî de Olsa Komşuya Eziyet Etmek. 272

211. Kebire: Böbürlenmek İçin İhtiyaçtan Fazla İnşaat Yapmak. 276

212. Kebire: Yerin Hudut Ve Alâmetlerini Değiştirmek Ve Bozmak. 277

213. Kebire: Kör Olana Yanlış Yol Göstermek. 278

214. Kebire: Sahibinin İzni Olmadan Yolunda Tasarruf Etmek. 278

215. Ve 216. Kebireler: Gelip Geçenlere Açık Zarar Verecek Şekilde Umuma Ait Yolda Ve Müşterek Duvarda Adet Dışı Sahibinin İzni Olmadan Tasarruf. 278

ZAMAN BABI. 278

BAŞKASININ KEFİLİ OLMAK.. 278

217. Kebire: Usûlüne Uygun Şekilde Üzerine Aldığı Taahhüdü İmkânı Varken Yerine Getirmekten Kaçmak  278

ŞİRKET VE VEKÂLET BABI. 278

218. Kebire: Ortağın Ortağına Hıyanet Etmesi 278

219. Kebire: Vekilin Müvekkiline Hıyanet Etmesi 278

İKRAR BABI. 279

220. Kebire: Vereselerden Birine Veya Vâris Olmayana Yalan Olarak Borcum Var Demek. 279

221. Kebire: Vereseden Başka Şahidi Olmayan Borç Ve Emânetleri Ölüm Döşeğinde Yatan Hastanın Söylememesi 279

222. Kebire: Bilerek Gerçek Olan Nesebi İnkâr 280

223. Kebire: Yalan Olan Bir Nesebi İkrar 280

ARİYE BABI. 280

224. Kebir: Ariyet Verilen Şeyi Sahibinin İzni Olmadan Kullanacağı Kararlaştırılan Şeyin Haricinde Kullanmak  280

225. Kebire: Ariyet Verilen Şeyi Sahibinin İzni Olmadan Başkasına İareye Vermek Veya Verme Dediği Halde Vermek. 280

226. Kebire: Ariyet Verilen Şeyi Süresi Dolduğu Halde Kullanmaya Devam Etmek. 280

GASB BABI. 280

227. Kebire: Gasb Zorla Başkasının Malını Elinden Almak. 280

İCARE BABI. 282

228. Kebire: İşini Yapan İşçinin Hakkını Vermemek Veya Onu Geciktirmek. 282

ÖLÜ TOPRAĞI İHYA BABI. 283

229. Kebire: Haram Olduğunu Söyleyenler İçin Arafa, Mina Ve Müzdelife'de İnşaat Yapmak  283

230. Kebire: Herkese Serbest Ve Mubah Olan Yol, Mescid, Kervansaray, Medrese Gibi Yerlerden İnsanları Menetmek. 283

231. Kebire: Mülkünün Ve Dükkânının Önünde de Olsa Ammeye Ait Yolu Kiraya Verip Ondan Ücret Almak  283

232.Kebire: Herkese Mubah Olan Bir Suyu Zabtedip Gelip Geçen Yolculara Vermemek. 283

VAKIF BABI. 284

233. Kebire: Vâkıfın Şartını Yerine Getirmemek. 284

LUKATA (YİTİK) BABI. 284

234. Ve 235. Kebireler: Şartlarını Yerine Getirip Gerekli Araştırmayı Yapmadan Bulduğu Malı Kendi Arzusuna Göre Kullanmak. 284

LAKİT -YİTİK VE KAÇAK KÖLE- BABI. 284

236. Kebire: Kaçak Köleyi Ve Yitik Malı Bulduğu Vakit Şahit Tutmayı Terketmek. 284

VASİYET BABI. 284

237. Kebire: Vasiyette Bir Tarafı Zararlandırmak. 284

VEDİ’A (EMÂNET) BABI. 285

240. Kebire: Emânete Hıyanet 285


 “EZ'ZEVÂCİR AN İKTİRATÎL-KEBÂİR”

 

İSLÂM'DA HELÂLLER VE HARAMLAR “BÜYÜK GÜNAHLAR”- I

 

 

Bu Kitab Niçin Yazıldı?

 

“..., size Rabbinizden bir öğüd, gönüllerde olan (dert)lere bir şi­fâ, mü’minler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir. [1]

Hamd, Allah'a mahsustur (O'na hamd ederim). O Allah ki kul­larına olan merhametinden ve kendi şanına yaraşır bir gayretle Kur'an-ı Kerîm'in yasaklayıcı kesin Nas'ları ve bunları açıklayan büyük kişilerin ortaya koydukları açık delilleri ile küçük ve büyük her türlü günahların etrafına yaklaşmağı yasakladı da bu sayede onları her türlü zillet ve cehennem azabından korudu. Onlar da ken­dilerine bu yolda çekidüzen verme imkânını buldular.

Ben, beni her türlü kötülüklerden koruyacak ve iyiliklere yönel­tecek şekilde, Allahu Teâlâ’nın eşi, dengi olmayıp ibadete lâyık olan yalnız kendisi, Efendimiz Muhammed aleyhi'sselâm’ın da O'nun ku­lu ve Resulü olduğuna şehâdet ederim. O peygamber ki, Allahu Teâlâ, emir ve yasaklarında ona uymamızı ve onun ahlâkı ile ahlâklanmamızı emretmiştir. Salât ve selâm ona ve onun, üstün vasıflan hâiz olan “Ashâb”ına olsun.

Bundan sonra bilmiş ol ki, Hicri 753 yılında uzun süre kendi ken­dime kebâir [2] ve kebâir ile ilgili yasaklayıcı, korkutucu ve azâb va'd edici bütün hükümleri delilleri ile birlikte ve gerekli açıklama­ları da içine alan bir eser yazmayı düşündüm. Fakat ne yazık ki te­reddüt içinde kaldım. Çünkü Mekke-i Mükerreme'de gerekli malze­meye sahip değildim. Bu hal, asrının imamı ve zamanının üstadı olan Hafız Ebû Abdullah ez-ZehEbi'ye nisbet edilen bir kitap elime geçin­ceye kadar devam etti. Ne yazık ki bu eser de susuzluğumu gidermek ve maksadımı ifade etmek için kâfi gelmedi. Çünkü bu zat, bu eser­de gerekli araştırma, inceleme ve tertibe riâyet etmedi. İşte bu ve kebâirin çoğalması, insanların gizli ve aşikâre günahlardan kaçınma­maları, beni bu eseri yazmaya sevk etti.

Zira insanlar isyana daldı, şehvetlerine uydu, aldandı ve cennet­ten uzaklaşmaya yöneldiler. Akıbetlerini unuttu, kötülüklere aldırış etmez oldular; Allah'ın azab ve mekrinden emin olmuş bir tavır içi­ne girdiler. Bu mühletin sonucunun bir kahir olacağını anlayamadı­lar. Beşeriyyeti bu vartadan kurtarmak için bir hizmet olmak üzere yukarda anlattıklarımı ve düşündüklerimi içine alan bu eseri yazma­ya başladım. Eserimin bu yönde zecr edici, men' edici, va'z edici olma­sını Allah'tan dilerim. Bu dilek sebebiyledir ki esere Ez-Zevâcib An İktirafil-Kebâir adını verdim.

Arzu ettiğim şekilde tamamlanmasını; şehirli - köylü bütün Müslümanların bundan yararlanarak iç ve dışlarını temizlemelerini Cenâb-ı Hak'tan dilerim. O, bana yeter ve ne güzel koruyucudur. Her hal ü kârda O'na yönelir ve O'ndan yardım dilerim. Güvenim ancak O'nadır. O'na tevekkül eder, O'na dayanırım. O, her şeyin ve Arş'ın Rabbidir. O'nun dilediği olur. Kuvvet ve kudret O'nundur.

Kitabı bir mukaddime ve iki bâb üzere tertip ettim. Mukaddime Kebire'nin tarifini ve âlimlerin kebâir hakkında söylediklerini yaz­dım. Birinci bâbta batini Kebire'leri ve fıkhın bâbları ile ilgisi bulun­mayan Kebire ile ilgili hususları yazdım. İkinci bâbta zahiri kebâir'i Şafiî fıkhına uygun bir üslûp üzere yazdım. Birbirinden daha çirkin ve fahiş olan günahlar hakkındaki açıklamaları ve her birinin merte­besini yerinde açıkladım. Kitaba, tevbenin fazileti hakkında bir de Hatime ekledim. Sonra cehennemi, vasıflarını, cehennemdeki azâb çeşitlerini; daha sonra da cenneti, vasıflarını ve oradaki çeşitli nimet­leri anlattım. Maksadım, insanları cennetten alıkoyup cehennem aza­bına sürükleyen kebair'den korumak ve cennet için gerekli çalışma­ları yaptırmaktır.

Allahu Teâlâ hepimizi cennet ehlinden kılıp Cemâliyle şereflene­cek kullarından eylesin. O, her şeye kaadirdir. Duaları kabul eden de O'dur. Âmîn.[3]

 

Mütercimlerin Önsözü

 

Böyle bir eserin tercemesini bize nasib eden Allahu Teâlâ'ya sonsuz hamd-ü senalar ederiz.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen yüce peygamberimiz Hazret-i Mukammed'e, O'nun âl ve ashabına salât ve selâm ederiz.

Bundan sonra bilmiş ol ki; yasaklananı terk etmek, emredileni yapmaktan önce gelir. Bunun için her şeyden evvel dinimizin yasaklarını ve özellikle bü­yük günahları bilmemiz lazımdır. Gerçi bunları yedi ve yetmiş olarak sayan birçok kitaplar olduğu gibi, kebâiri ayırmak için her birinin izlediği kuralları da vardır. Fakat müellif Heytemi gibi 476 kebâiri ve bunlarla ilgili delilleri - âyet ve hadîsleri- bir arada toplayan olmamıştır.

Müellif merkum, büyük günahları diğerlerinden ayırmak için üç esas ka­bul etmiştir:

1- Hakkında had -dünyada peşin ceza- vârid olan,

2- Hadisde hakkında şiddetli veid vârid olan,

3- Hakkında telin vârid olan günahlardır.

Eserde kelime farkı ile ayrı ayrı rivayet edilen hadîslerin tercemede çoğu yerde yalnız birinin metin veya terceme olarak alınması ile yetinilmiş, diğer rivâyetlerin de kaynakları gösterilmiştir. Tercemede bütün rivayetlerin buluna­bilen kaynaklan dipnotta belirtilmiştir. Bazı önemli konularda da gerekli açıklamalar yapılmıştır.

Yukarda belirttiğimiz gibi, şimdiye kadar bütün bu günahtan, onlarla ilgi­li rivayetleri; Gazali ve benzeri din âlimlerinin görüşlerini bir araya toplayan böyle bir esere tesadüf etmemiştik. Müfti, vaiz ve imam-hatip gibi bütün din görevlileri ile tüm Müslümanların şiddetle muhtaç olduktan ve aradıklarını kolayca bulabilecekleri bu eseri, bütün din kardeşlerimize dinî bir hizmet olmak üzere terceme etmiş bulunuyoruz.

Tercemede vâki hataların, önce Cenâb-ı Hak'dan ve sonra da muhterem okuyucularımızdan affını dilerken, gördükleri eksiklikleri adresimize bildirme­lerini rica eder, eserin müellifine Cenâb-ı Hak'dan garik garik rahmetler diler­ken; bu tercemeden bütün Müslümanların faydalanmasını ve emeğimizi rızasına muvafık kılmasını Allahu Teâlâ'dan halisane niyaz ederiz.

                                                                                            Mütercimler Ahmed Hulusi Serdaroğlu, Lütfi Şentürk[4]

 

Takriz

 

Şahabeddin lakabıyla anılan Ahmed Heytemi, hicri onuncu yüz­yılda yaşamış Şafii âlimlerinden değerli bir zattır. Muteber eserler vermiştir; bunlar arasında ilk olarak Arabçadan Türkçeye çevrilen “Ez-Zevacir An-İktirafi'1-Kebâir” adındaki eseri, taşıdığı özellikler bakımından büyük bir önem arz eder!

İslâm dininin hükümleri, emirler ve yasaklar diye iki kısma ay­rılır. Yapılması istenen ve yapılmasında sevab bulunan şeylerle ilgi­li hükümler, emirlerdir. Yapılmaması istenen ve yapılmasında bir gü­nah bulunan işlerle ilgili hükümler de yasaklardır. Yayımlanan dini eserlerin çoğu ibadetlerle ilgili konuları ihtiva ettiklerinden, yasaklarla ilgili konulara bu eserlerde dağınık olarak rastlanır. Halbuki iba­det ve muamelâta müteallik konular bu fıkıh kitaplarında bölümle­re ayrılmak suretiyle tertip ve tanzim edilmişlerdir. Merhum Ahmed Heytemi’de bu fıkıh usulüne uygun olarak her konu ile ilgili yasak­lan toplamış ve kaynak olacak bir eser meydana getirmiştir. Haram­lar ve yasaklar konusunda şimdiye kadar böyle geniş bir eser Türk­çeye çevrilmemiştir.

Böyle kaynak olacak bir eseri Türkçeye çevirerek büyük bir boş­luğu doldurmaya muvaffak olan değerli hocamız Ahmed Serdaroğlu'na ve Lütfi Şentürk'e teşekkür etmeyi borç sayarız. Diğer taraf­tan bu kıymetli Kitaba gereken ihtimamı göstererek titizlikle basımı­nı yapan “Kayıhan kayınları” Sahihlerini de tebrik ederken, daha birçok faydalı eserler yayınlayarak irfan âlemine hizmet etmelerini Cenab-ı Hakk'dan niyaz ederim.

                                                                                                                    A. Fikri Yavuz (İstanbul Eski Müftüsü)[5]

 

MUKADDİME

 

Bilmiş ol ki imamlardan bir cemaat günahların küçüğü de ola­cağını kabul etmemiş, bütün günahları kebâîrden saymışlardır. Üstad Ebû İshak el-İsfirânî, Kaadı Ebû Bekir el-Bâkıllâni, e1-İrşad'da Îmâmu'l-Harameyn, el-Murşid'de İbnu'l-Kuşayri bunlar­dandır. İbn Fûrek de Eş'âire'den böyle bir rivayette bulunmuş ve bu görüşü tercih ederek tefsirinde, “Bize göre Allahu Teâlâ'ya karşı yapılan isyanın hepsi kebâir'dir. Bunların bir kısmına Sagâir denme­si izafîdir, yâni büyüğüne nisbetle küçüktür demektir.

“Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz.”[6] âyet-i celile'sinin zahiri de bu sözün izafî olduğuna delâlet eder. Mu'tezile’nin günahı; Sağire ve Kebire olarak ikiye ayırmaları, doğru değildir.” dedi. Hatta Kitabının bazı bölümle­rinde de Ashâb-ı Kiram’ın bu görüşte ittifak ettiklerini kaydetti. Subki de buna itimad eder. Kaadı Abdulvahhab, “Bir isyana sağire demek mümkün değildir, ancak kebâir'den kaçınmakla o günah küçülür.” demiştir. Abdulvahhab'ın bu sözü, Taberânî'nin İbn Abbas (r.a.)'dan munkatî olarak rivayet ettiği “Yasak edilen her günah Kebire'dir.”[7], (Diğer rivayette:

“Allah'a isyan sayılan her günah Kebire'dir.” şeklindedir) sözüne uygundur. İbn Abbâs (r.a.)'a kebâir'den sorulduğunda bu şekilde cevap vermiştir.

Cumhûr-i ulemâ isyanı, Sagair ve Kebâir diye ikiye bölmüşlerse de mâna bakımından aralarında fark yoktur. Ayrılık, Sağâir ve Ke­bâir diye adlandırmakta ve bunları mutlak veya izafi olarak zikret­mektedir. Çünkü her iki görüş sahibi de günahlardan bir kısmının adalete mani olup diğer bir kısmının mani olmadığında ittifak etmişlerdir. Birinci görüş Sahihlerinin yani günahların küçüğü olmaz diyenlerin, Allahu Teâlâ'ya karşı yapılan isyana küçük demek­ten kaçınmaları, Allahu Teâlâ'nın şanının yüceliğine ve O'nun aza­bının şiddetine nazarladır. Çünkü O'na karşı yapılan her kusur bü­yüktür. Cumhur, buna bakmamış, çünkü bunun böyle olduğu meydandadır. Onlar bizatihi mâsiyeti Kebâir ve Sağâir'e bölmüşlerdir. Zira Allahu Teâlâ:

“Allah size küfrü, fâsıklığı ve isyanı çirkin gösterdi.”[8], buyurmak­la bizzat kendisi günahı üçe bölmüş; bir kısmına küfür, diğer kıs­mına fısk adını verirken bir diğerine fısk dememiştir. Yine Allahu Teâlâ,

“(O güzel hareket edenler) ufak ufak suçlar hâriç olmak üzere, gü­nahın büyüklerinden ve fuhuşlardan kaçınanlardır.”[9], buyurmuş ve isyanı üçe bölmüştür. Nitekim yakında geleceği gibi Sahih hadisde Kebâir yediye, diğer rivayette de dokuza kadar sayılmıştır. Bir di­ğer Sahih hadisde;

“Ve şuradan şuraya kadar olan (ibadet) ler, Kebâir'den kaçınmak şartüyle aralarındaki küçük günahlara keffâret olur.” buyurulmak-la kebâir bir kısım günahlara tahsis edilmiştir. Eğer günahların hep­si kebâir olsaydı buna cevaz olmazdı. Aynı zamanda zararı daha büyük günahlara kebâir demek daha uygundur. Nitekim,

“Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz,”[10], ayet-i celilesi, günahların sağâir ve kebâir'e taksiminde sarihtir. Bunun için İmam Gazali, “Kebire ile Sagire arasındaki farkı inkâra kalkışmak doğru olmaz. Zira bunlar şeri'at yollarından öğrenilmiştir.” demiştir.

Günahları küçük ve büyük olmak üzere ikiye ayıranlar da Kebire'nin tarifinde ihtilaf etmişlerdir. Ashabımızın Kebire'yi tarifle­rinde bir kaç vecih vardır:

Birincisi: Kitab ve Sünnette özellikle o günahı işleyen hakkın­da veîd (azâb ile korkutma) vârid olan günahtır. Er-Ravza'nın ve diğer bazı kitapların ibaresi böyledir. Müteahhirin (sonradan gelen bazı âlimler) ibareden şiddet kaydını kaldırmış ve hakkında yalnız veid vârid olan günahları Kebâir'e katmışlardır. Bunlar. Kitab ve Sünnetin veid - korkutma- bulunan her günahta şiddet kaydı mevcut ve onun lâzım'î vasfıdır demişlerdir. “Özellikle” kaydını koymakla umumî olarak hakkında veid vârid olanlar Kebire olmaktan çıkar. Bazıları da veîd, Kitap ve Sünnette vârid olduğuna göre. Kebire olmak için tahsise lüzum yoktur. Umumî veid, Kebire olmak için yeterlidir, dedilerse de bu doğru değildir, zira onların “Kitabın ve sünnetin nassı ile” sözü, açık ve meydandadır.

İkincisi: Haddi, yani dünyada dayak, recm ve kısas gibi ceza­lan gerektiren suçlar kebâirdendir, dediler. Beğâvî ve diğer bazıla­rının görüşü budur. Rafii:

“Bu görüş, çoğunluğun görüşüdür. Bu­nunla beraber ikinci görüşe daha çok meylederler. Fakat birincisi, Kebâir-i açıklamalarında anlattıklarına daha uygun düşer. Çünkü onlar, öyle Kebire'lerden bahsederler ki hiçbiri hakkında had yoktur. Riba ve yetim malı yemek, anaya babaya âsi olmak, akraba ile münâsebeti kesmek, sihir, söz gezdirme ve yalan şahitliği gibi. Bü­tün bunları büyük günahlardan saydıkları halde hiçbiri hakkında had yoktur.

Her ne kadar Zeyleî, âlimlerin ikinci tarife daha meyyal olduk­larına işaret ediyor, “Havi-i Sağîr” sahibi ve diğer bazıları buna da­yanarak ikinci tevcihin tercih edildiğini kesinlikle söylüyorlarsa da” bütün bu anlattıklarımız birinci tarifin daha doğru olduğunu gös­termektedir. Bu arada EzraTnin, benim söylediğimi tasrih ederek, Bu iki zâtın “Ashâb, ikinci tarife meyyaldir.” dediklerine şaşıyorum. Zira bu, çok uzak bir ihtimaldir.” dedi. Fakat bunu söyleyenlerin maksadı, her ne kadar had yoksa da hakkında nass vârid olanlar Müstesnadır şeklinde ise durum: hafifler. Haklarında, had vârid ol­madığı halde Buhârî ile Müslim'de ana ve babaya isyan ile yalan şa­hitliği kebâir'den sayılmışlardır, buna ne dersiniz? Sorusu da orta­dan kalkmış olur. Bununla beraber birinci görüşe sahip olanlara da bazı sorular yönelir. Onların Kebire dedikleri öyle günahlar var ki bunlar hakkında şiddetli veid vârid olmadığı halde bunlara da -ta­riflerine rağmen- Kebâir demişlerdir. Yine bunun gibi ilerde anlatılacağı üzere İbn Abdüsselâm, hakkında nass vârid olmadığı halde ittifaklı olarak bazı Kebâirlerden söz etmiştir.

Üçüncüsü: Kebâir, haram olduğuna nass vârid olan, yahut cin­sinden olan başka bir isyana had terettüp etmek, hemen farz olan bir farzı terk etmek, şehâdet, rivayet ve yeminde yalancı olmak gibi hu­suslardır. Hirevi “İşrâf”ında, Şurayh “Ravza”da genel icmaa aykırı olan her sözün de Kebâir'den olduğunu ilâve etmişlerdir.

Dördüncüsü: İman ve diğerleri, her cerime -günah- Kebâir'dir, demişlerdir. Nitekim Kafi'i “El-İrşâd” adlı Kitabında böyle demiş, ancak çerim yerine cerire yazmıştır ki aynı mealdedir. İbn Kuşayri “El-Murşid”de, imâm Subki ve diğer bazıları bu görüşü tercih etmişlerdir. Subki “Nihâye”sinde “Adamın yaptığı bir kusur -dine ihanet olmamak şartıyle- takva bakımından ihanete delâ­let ederse, işte bu, Kebire'dir. Şayet azimsiz kendisinden sâdır olur­sa, bu da Sağîre'dir”, demişlerdir. Yaptığı iş, dinin aslına ihanet an­lamını taşırsa bu, küfürdür. Gerçi küfür, büyük günahların en bü­yüğüdür, fakat biz, küfrü değil, büyük günahları anlatıyoruz.

Bermâvi, “Muteahhirîn (sonradan gelen âlimler) İmâm Hasan'ın görüşünü tercih etmişlerdir. Belki de ileride anlatılacağı gibi, sünnet­te mufassal olarak anlatılan ve kıyas yolu ile bunlara katılanları da­ha geniş şekilde içine almış olur.” demiştir. Bermavî, İmâm Hasan'ın görüşüne, Ezra’i’nin  itiraz ettiğini görmemiş gibidir. Çünkü Ezra'i, Sağâir'den sayılan bazı günahlar üzerinde düşündüğün vakit, onun mutlak olarak saydığı Sağâir'ler üzerinde duraklarsın.” dedi. Sanki o, bu sözü, İbn Ebi'd-Dem'in itirazından almış gibidir. Bunu “El-Hadim”de açıklayarak:

“O, bu sözü, İbn Ebi'd-Dem “Zâbitu’n-Nihâye”de bu görüşe dahil edilmiştir”, dedikten sonra, “El-Hâdim'de bunu daha da geniş­leterek:

“Sen birinci imamın sözünü düşündüğün vakit onun, bunu Ke­bire için bir hudud kabul etmediğini - bunu böyle anlayanlar Müs­tesna- anlarsın. Zira bu, hissen anlaşılan küçük günahlara da şâmildir. Halbuki onlar Kebâir değillerdir. Bununla beraber bu ta­rif, aşağıda sayacağımız Kebâir'in efradını içine aldığı için daha şü­mullüdür, fakat hissen anlaşılan küçük günahları da içine aldığı için ağyarını mani değildir.

Bermavi, Rafi’i’den yukarıdaki tevcihleri naklettikten sonra, “Mu­hakkiklerden bazıları haklarında nass varid olan ve kıyas ile tesbit edilen bütün Kebâir'leri içine alan bir tarif yapabilmek için, bütün bu tarifleri birleştirmenin daha uygun olacağını; zira tariflerden bi­rinin içine aldığı Kebâir'i diğeri alamamaktadır.” dediğini söyledi.

Ben de derim ki, hayır, biraz düşünen için imamın bu tarifin­de hiç bir Kebâir'in hâriçte kalmadığı kolaylıkla anlaşılır.

Ezra'î “E1-Hâdim”de Rafi’i’nin söylediklerini anlattıktan sonra, “En doğrusu, bu tariflerin her biri Kebâir'in bir bölümünü anlatmış olup, hepsi ile beraber bütün Kebireler anlatılmış olur.” dedi. Bu­nun için Kebire'yi tarif ederken, Mâverdî, “Haddi gerektiren veya üzerine veid terettüb eden günahtır.” dedi.

İbn Atıyye de, “Haddi gerektiren veya cehennem azabiyle kor­kutulan veya hakkında telin vârid olan her günah Kebâir'dir.” demiştir. İbnu's-Salâh ve diğerlerinden de buna benzer tarifler yakın­da gelecektir.

İmâm'ın “îzin verilmeyen her cerime Kebâir'dir” tarifine itiraz edilmiştir. Bu tarife göre insanlarca hoş karşılanmadığı hissen ifade eden bir lokma hırsızlığın ve yabancı kadını öpüp ellemenin de Ke­bâir'den olması gerekir. Halbuki bunlar Kebâir'den değillerdir, den­miştir. Bu itiraza verilen cevapta, bu gibi günahların Kebâir'den sa­yılmaları çoğunluğun görüşü olmakla beraber, bu iki günahın da Kebâir'den olduğunu söyleyenler vardır ki, buna itiraza mahal kal­maz. Eğer bunların Kebâir olmadığına ittifak olaydı, o vakit itiraz yerinde olurdu.

Beşincisi: Bazıları da Kebire'yi -Haddi gerektiren veya kendi­sine veid terettüb eden günahtır. Sağîre de, cezası az olan günah­tır.” şeklinde tarif etmişlerdir. Bu tarif de Maverdi'nin “El-Hâvî” ad­lı eserindeki tarifidir.

Altıncısı: Kendi zatındaki illetten dolayı yasak ve haram liaynihi olan şeyler Kebâir'dir. Şayet bir kimse bunlardan birini -ya­saklanmış başka şeyleri de katmak suretiyle- irtikâb ederse bu Kebire aynı zamanda Fahişe de olur. Meselâ, zina, büyük günah­lardandır. Fakat bu, komşunun karısı ile yapılırsa fahiş bir Kebire olur.

Sağîre, hakkında nass bulunmayan bir şeyi irtikâb etmek veya nassın anlattığı şekilden başka şekilde o günahı irtikâb etmektir. Şayet bunu da, yasaklanmış bir iki günaha irtikâb etmek suretiyle işlerse, o da Kebâir olur. Meselâ, yabancı kadını elleyip öpmek, kü­çük günahtır, fakat bu komşunun ailesi ile yapılırsa -işin içine bir de komşu hakkı girdiği için- Kebire olur. İbnu'r-Rif'a ve di­ğerleri Kaadı Hüseyin'den, o da Huleymi'den böylece rivayet etmiş­lerdir. Yeri geldiğinde genişçe anlatılacaktır. Buna göre her gü­nahta Kebire ve Sağîre vardır. Sağire, kendisine eklenen diğer gü­nahlarla Kebire'ye dönüştüğü gibi, Kebire de diğer günahların ona eklenmesiyle fahiş hal alır ve buna “Kebire-i Fahişe” denir. Küfür, fahişenin en kötüsüdür. Yani diğer günahlarla benzerlik kabul etmeyen en büyük bir günahtır. Bütün bunlarla ilgili olarak verdiği misalleri sırası geldikçe anlatacağız.

Yedincisi: Kitap da “Haramdır” kelimesiyle geçen her şey Kebire'dir. Bunlar da dört şeydir: ölü eti, hınzır, yetim ve benzerinin ma­lını yemek ve savaş alanından kaçmak. Bu tarife göre Kebâir'ler dörde inhisar etmiş olur.

Sekizinci Tarif: Kebâir'i herkesin anlayabileceği şekilde sayı al­tına alabilmek için belirli bir tarifinin bulunmamasıdır. Vahidî “Basît” adlı eserinde buna dayanarak, “Doğrusu herkesin anlayabile­ceği şekilde Kebâir'i içine alacak bir tarif yoktur. Eğer böyle efra­dını cami, ağyarını mâni bir tarif olaydı hiç kimse Sağâir'i irtikâb etmeğe aldırış etmez ve bunu mubah sayarlardı. Ancak Allahu Teâlâ -hepsi açıkça bilinmeyecek şekilde- Kebâir'i gizledi ve bu saye­de insanlar Sağâir'den de kaçmak zorunda kaldılar. Çünkü birçok günahların Kebâir ve birçoklarının da Sağâir oldukları anlatılırken, birçokları da sükût ile geçilmiş ve haklarında kesin bir hükme va­rılmamıştır. Fakat çoğunluk, Kebair'in bilinmiş olduğu görüşüne var­mış, ancak bir tarif, bir kaide veya saymak suretiyle bilinebilecekle­rinde ihtilâf etmişlerdir.” demiştir.

Anlattığımız şu sekiz tarif dışında Muteahhirîn (sonradan ge­len âlimler) ve diğerlerinden rivayet edilmiş daha pek çok tarifler vardır. Bunlardan bazıları:

Hasan, İbn Cübeyr, Mücahid ve Dahhak, “Cehennem ile korku­tulan her günah Kebâirdir.” demişlerdir.

Gazali, “Korku duygusu olmayıp vicdanen azâb duymadan, iha­net ve cür'etle yapılan her günah Kebâirdir. Fakat şehevî arzuları­na mağlûp olarak pişmanlık ve korku duygusu ile yapılan günahlar da Sağîre'dir.” demiştir. Yine Gazali başka bir yerde Kebâir'le ilgili olarak şöyle demiştir: “Kebâir'i sayarak anlatmağa imkân yoktur. Çünkü bunlar rivayet yolu ile bilinir. Halbuki bunların tamamını sayan bir rivayet yoktur.” Fakat Alai buna itiraz ederek, Şayet Gazali, haklarında nass varid olan Kebair’i de bu hükmün içine alıyorsa, o zaman korku ve pişmanlık duygusu ile yapılan zinanında Kebair olmaması gerekir ki bunun böyle olmadığı yani zinanın mutlak surette Kebair olduğu ittifaklıdır. Şayet haklarında nass varid olmayan günahları kastediyorsa, o zaman bir dereceye kadar gerçeğe yaklaşmış olabilir” demiştir.

İbn Abdüsselam bu hususta tenkid edilen bir tarafı şudur: Allahu Teala’ya sövmek, Resullerinden birine hakaret etmek, Kabe veya Mushaf-ı Şerif’i pislikle kirletmek gibi günahların kebire olduklarında şüphe yoktır. Bu tenkide, bunlar şirkin içindedir, diye cevap verilir.

Şems Bermavi, “Bütün bu tenkidler, kebire’yi küfür ve diğer günahlara teşmil ettiğimiz vakit nazara alınır. Yoksa İmamu’l-Haremeyn’in sözünden anlaşılan,küfür dışında kalan Kebair kastedildiği vakit bu tenkidlere mahal kalmaz” demiştir. Her ne kadar küfre en büyük Kebair denir ise de, burada bahis konusu değildir.

İbn Abdüsselam bu söylenenleri anlattıktan sonra der ki:   

“Yine bunun gibi, namuslu bir kadını kendisiyle zina edecek olan bir ada­mın yanına getiren veya bir insanı öldürecek adama teslim edenin günahı, öksüz malı yiyen kimsenin günahından daha büyük oldu­ğunda şüphe yoktur. Bunun gibi, düşmana rehberlik yaparak Müslümanların saklı bulundukları yerleri gösteren kimse de savaş ala­nından kaçan kimseden daha büyük günah işlemiştir. Çünkü düş­manın Müslümanlara mal, can ve namus yönünden her türlü kötü­lüğü yapacaklarını bile bile bunu işlemiştir. Yine bunun gibi, birisi­nin aleyhinde yalan konuşması sebebiyle onun öldürüleceğini bile­rek bu yalanı söylemesi de en büyük günahlardandır”. Bütün bun­ları ve benzerlerini sıralayarak anlatmağa devam etti ve “Bazı âlim­lere göre, hakkında veid –korkutma- had –ceza- veya tel'in varid olan her günah Kebire'dir.”, dedi ve “Buna göre yolu göste­ren bu istikameti tayin ettiren alametleri, nişan ve işaret ve hudut­ları değiştirmek de Kebâirdendir. Zira bunun hakkında da tel'in va­rid olmuştur.”, diye ilâve etti. Buna göre, hakkında veid, tel'in ve had vârid olan günahlar gibi fesadı olan her günah da Kebire'dir.

İbn Dakik diyor ki: “Yapılan günahın zararı tek yönlü olarak düşünülmemeli, diğer zararları da göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü günahın bir tek zararını düşünüp hüküm vermekte insan bazan yanılabilir. Meselâ, içkinin zararlarından ilk akla gelen sarhoş­luk ve akli dengenin bozulmasıdır. Şayet biz, içkinin bu zararını tek yönlü olarak ele alırsak, az miktarda içkinin Kebâir'den olmaması gerekir. Çünkü bir kaç damla içki sarhoşluk vermez. Halbuki şara­bın bir katresi dahi haram ve bir damlasını içmek de Kebire'dir. Çün­kü az, insanı çoğa götürür. İşte bu zarar, o katreyi büyük günah yapar”.

Celâl Belkini, İbn Dakîk'in, şarabın katresi hakkındaki açıkla­malarını İbn Abdüsselâm daha önce yaptıktan ve “Kavâid” adlı ese­rinde bunu anlattıktan sonra, “Bu hususta hiç bir âlimin koymuş olduğu bir usûl ve kaideye rastlamadım.” demiştir. Belki de bu sö­zünden muradı, “itirazdan kurtulmuş bir kaide veya efradını cami, ağyarını mani bir tarif bulamadım,” demek istemiştir,” demiştir.

Bu hususta Muteahhirin'in beyanlarından birisi de İbnu's-Salah'ın fetvâsındaki sözüdür. Nitekim Celâl Belkini, “Ben de bu görüşü kabul ediyorum.” demiştir. Buna göre, mutlak surette, işte bu, büyük bir günahtır, denen her günah Kebire'dir. Bununla bera­ber bunun da bazı alâmetleri vardır. Bunlar kitap ve sünnette; dünyada ceza tertibi, cehennem azabı ile korkutmak, lanetlemek ve bu günahı irtikâb edene “Fâsık” denebilmek gibi şeylerdir.

Şeyhu'l-îslâm Barzi “Hâvî” üzerine yazdığı tefsirinde bunu özet­leyerek “Gerçek şu ki; herhangi bir günaha kitap ve sünnette veîd, had veya teftin vârid olur veya zaran hakkında veîd ve had vârid olanların birinin zararına denk olur veyahut bu, yaptığı iş haklarıda nass vârid olan Kebâir'in küçüğüne benzerse, işte bunlar Kebâir’dir. Meselâ, masum zanniyle öldürdüğü adam için sonradan kısas hakkının var olduğunun anlaşılması veya yabancı kadındır zanniy­le zina ettiği bir kadının sonra kendi karısı olduğunun anlaşılması gibi.” demiştir. Bu sonradan anlattığını İbn Abdüsselâm -Kavaid'in­de daha önce anlattığını da İbn Abbas (r.a.)'ın, “Allahu Teâlâ'nın cehennem va'di, gazab, lanet veya azabı ile sonuçlandırdığı her gü­nah Kebâir'dir.” dediği bunu teyid eder. Bunu İbn Cerîr İbn Abbâs (r.a.)'dan rivayet etmiştir.

Şunu bilmiş ol ki yukarda kaydettiğimiz tarifler, efradını ca­mi ağyarını mani değil, belki takribi tariflerdir. Yoksa bunları tam mânasiyle zabt etmek mümkün değildir. Diğer bazıları da herhangi bir tarif ile onları bir kaide altına almadan teker teker Kebâir'i say­mışlardır, İbn Abbâs (r.a.) ve diğerlerinden gelen bir rivayette Kebair, Nisa sûresinin başından:

âyetine kadar sayılan günahlardır, demişlerdir. Diğer bazıları da büyük günahların yedi olduğunu söylemişlerdir ki:

“Helak edici yedi (günahtan) sakının. (Bunlar) Allah'a eş tutmak, si­hir, haklı olarak öldürülenden başka, Allah'ın haram kıldığı adamı öldürmek, yetim malı yemek, ribâ yemek, harbin kızıştığı gün geri dönmek, evli mü’min ve hiç bir şeyden haberi olmayan kadınlara if­fetsizlik isnad etmek.”[11], hadisde buyurulmuştur. Yine Buhari ile Müslim'in diğer rivayetlerinde şöyle buyurulmuştur:

“Kebair, Allah'a ortak koşmak, sihir (yapmak ve yaptırmak), anne ve babaya asi olmak ve adam öldürmektir”. Ayrıca Buhari “Yemin-i ğamûs”i, Müslim ise “Yalan yere yemin”i ziyâde etmişlerdir.

Bunların cevabında deriz ki: Resûl-i Ekrem, o zamanın icablarına göre açıklanması gereken büyük günahları saymışlardır, yok­sa büyük günahlar yalnız bunlardan ibarettir demek değildir. Hz. Ali, Atâ, Ubeyd İbn Umeyr, Kebâir'in yedi olduğunu söyleyenlerden­dir. Kebâir'in on dört, on beş olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi İbn Mesûd (r.a.) gibi dört olduğunu söyleyenler de vardır. Ayrıca İbn Mesûd (r.a.)'den Kebâir'in üç başka bir yerde de on olduğuna dair rivayetler vardır. Abdurrazzak ve Taberânî'nin İbn Abbâs (r.a.)'dan rivayetinde yediden ziyâde yetmişe yakın oldukları söylenir, İbn Abbâs (r.a.)'in en büyük talebelerinden olan Saîd İbn Cübeyr, sınıf ve nevileri bakımından Kebâir'in yedi yüze yakın olduğunu söyler. Bu rivayeti Taberânî Saîd'den o da İbn Abbâs (r.a.)'dan nakletmiştir. Şöyle ki: Adamın biri İbn Abbâs (r.a.)'a:

“Kebâir yedi midir?” diye sorunca, İbn Abbâs (r.a.):

“Yediye değil, yediyüze yakındır, ancak istiğfar sayesinde Kebire diye bir şey kalmadığı gibi, israr ile de Sağire Kebire'ye dönü­şür,” buyurdu. Bizim adamlarımızdan Deylemi,

“Biz kendi gayreti­mizle telif ettiğimiz bir risalede Kebâir'i topladık. Bunlar kırkın üs­tündedir.” demiştir. Bu da İbn Abbâs (r.a.)’ın görüşüne yakındır.

Şeyhülislâm Alâf “Kavâid” adlı Kitabında anlattığına göre Re­sûl-i Ekrem'in sarih olarak bildirdiği Kebâir'i bir risalede topladı. Bunlar; Allah'a eş tutmak, adam öldürmek, zina yapmak -bunun en fahişi, komşu karısı ile münâsebette bulunmaktır-, savaştan kaçmak, zibâ yemek, yetim malı yemek, iffetli kadına iffetsizlik isnad etmek, sihir yapmak ve yaptırmak, haksız yere Müslümanın ır­zına dil uzatmak, yalan yere şahitlik yapmak, nemime ve söz gez­dirmek, hırsızlık yapmak, içki içmek, Kabe'ye saygısızlıkta bulun­mak, verilen sözü ve yapılan pazarlığı bozmak, sünneti terk etmek, hicretten sonra taarrub (Taarrub, Medine'ye hicret ettikten sonra kendisine cihad borç olup savaşa hazırlanacağı yerde, “Hayır, ben bedeviyim” deyip geri, eski haline dönmek demektir). Allah'ın rah­metinden ümit kesmek, Allah'ın mekrinden emin olmak, suyunun fazlasını yolcuya vermemek, idrar sıçramasından kaçınmamak, ana ve babaya isyan etmek, onlara kötü söz söylemeğe sebep olmak ve vasiyeti yerine getirmemektir ki bunlar, hadîsde haklarında nass varid olan yirmi beş Kebâir'dir.

Ben de derim ki: Ganimet malından çalmak, erkek hayvanın dişisine binmesine mani olmak (nitekim aşağıda Bezzâr'ın rivayet ettiği hadisde Resûl-i Ekrem bunu büyük günahların en büyüklerin­den saymıştır), Beyhaki’nin rivayet ettiği Kabe'ye karşı saygısızlık göstermek, (bu da bu işi helâl görmediği vakittir), gibi günahlar da bunlara ilâve edilir. Fakat Celâl Belkini, yukarda işaret edilen Kebâirleri saydıktan sonra, “Yukarıdaki hadislerde anlatılan daha birçok Kebâir kalmıştır. Onlar da, erkek hayvanı dişisinden menetmek, sihir öğrenmek, sihir yaptırmak, Allah'a sûizanda bulunmak, gani­met malını zimmetine geçirmek, özürsüz olarak iki namazı bir ara­da kılmak gibi günahlardır.” demiştir. Fakat iki namazı bir arada özürsüz olarak kılmanın Kebâir'den olduğu hakkındaki hadis zayıf­tır. Bunlarla beraber haklarında nass varid olan Kebâir otuza çıkmış olur. Ancak erkek hayvanı dişisinden men etmenin büyük gü­nahlardan olduğu hakkındaki hadîsin senedi zayıf olduğu gibi, zaran da diğerleri gibi değildir. Hadisde zikri geçtiği için onu andık. Hırsızlık hakkında da “Kebire'dir” diye bir nass varid olmamış; nass, ganimet malından çalma hakkında varid olmuştur. Gerçi Buhâri ile Müslim'in rivayetinde

“Hırsız, hırsızlık ettiği zaman mü’min olduğu halde hırsızlık  et­mez.”[12], Nesei'nin rivayetinde de

Şayet bunu yaparsa İslâm ipini boynundan çıkarmış olur. (Bundan sonra) bu kimse tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder.”[13], buyurulmuştur. Bir eli ile muahede ederken diğer eliyle onu bozma işinin geçmiş hadîslerde Kebâir'den olduğu hakkında bir sarahat yoktur, ancak şiddetli veid vardır. Sünneti terk hakkında da durum aynıdır, zira sünneti terk etmenin Kebâir'den olduğuna dâir hadîs­lerde bir nass yoktur. Yalnız Müslim'in şartlarına göre Sahih oldu­ğunu söyleyen Hâkim, “Müstedrek”inde,

“Farz olan beş vakit namaz, Cuma ve Ramazan gibi ibadetler (ara­larındaki günahlara) keffârettirler. Ancak üç günaha keffâret ol­mazlar. Bunlar Allah'a eş tutmak, bir adam ile muâhedeleşip anlaştıktan sonra onu öldürmek ve bir de sünneti terk etmektir.” şek­linde bir hadîs rivayet etmiştir. Resûl-i Ekrem hadisde geçen “Neks-i Safka”yı tercemede gösterdiğimiz şekilde açıkladığı gibi, sünneti terk etmeği de cemaat ve toplumdan ayrılmakla şerh etmiştir. Ahmed ve Ebû Davûd'dan gelen

“Cemaatten bir karış ayrılan kimse İslâm bağını boynundan çıkar­mış olur.”[14], hadîsi bunu teyid eder. “Cemaatten ayrılmak” tan maksad, bid'atlere sapmaktır.

Kebire'ler ile ilgili hadîslerden bahsetmekte beis yoktur. Bunlar ikiye ayrılır. Birincisi, Kebire'den, cezasının büyüğünden, helak edi­ci olanından açıkça bahsedilen günahlardır. Diğeri de lanetlenen veya “Bunu yapan Allah'ın gazabına uğrar” diye buyurulan veya iş­lediği bu günah için şiddetli veid -korkutma- bildirilen günahlardır.[15]

 

Birinci İle İlgili Hadisler

 

1- Buharî ile Müslim'in rivayet ettiği hadisde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Size en büyük günahları haber vereyim mi? (Resûl-i Ekrem bu dik­kat emrini üç defa tekrarladıkdan sonra) “Allah'a şirk koşmak, an­ne ve babaya asi olmak, yalan şahitliği yapmak ve yalan konuşmak­tır”. (Hadisi rivayet eden zât diyor ki):

“Resûl-i Ekrem (bu yalan şahitliği sözüne kadar diğerlerini yaslanmış vaziyette anlatırken) bu­rada doğrularak oturdu ve durmadan tekrar etmeğe başladı. O de­rece tekrarladı ki keşke sükût edeydi dedik.” [16]

2- Yine Buharî ile Müslim'in diğer bir rivayetinde, Resûl-i Ek­rem Kebairi sayarken şirk ile anne ve babaya asi olmağı anlattı ve bu arada adam öldürmeği de saydı. Yalan şahitliğini ve yalan yere yemini de en büyük günahlardan saydı.

3- Yine Buhâri ile Müslim'in diğer rivayetinde râvi, Resûl-i Ekrem'e:

“En büyük günah hangisidir?” diye sordum. Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ seni yarattığı halde Ona ortak koşmandır,” bu­yurdu. Ben;

“Evet, ya Resulallah, bu büyük, bundan sonra hangisi daha bü­yük?” diye sordum. Resûl-i Ekrem:

Seninle yeyecek (onu bakamam) korkusu ile çocuğunu öldürmendir,” buyurdu. Ben:

“Sonra hangisidir, ya Resûlallah?” diye sordum. Resûl-i Ek­rem:

“Komşunun karısı ile zina etmendir[17], buyurdu.

4- Yine Buhârî ile Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Büyük günahlardan birisi de kişinin anne ve babasına sövüp saymasıdır,” buyurdu. Kendisine:

“Hiç insan kendi anne ve babasına söver mi?” diye soruldu. Re­sûl-i Ekrem:

“Evet, adam başkasının babasına ve annesine söver, o da onun babasına ve annesine söver”[18], buyurdu.

Buhârî'nin diğer bir rivayetinde, bu son günah Ekber-i Kebâir'den, en büyük günahlardan sayılmıştır. Yine Buhârî başka bir riva­yetinde de “Allah'a şirk koşmayı, adam öldürmeyi, anne ve babaya âsi olmayı ve yalan yere yemini” kebâir'den saymıştır. Başka bir ri­vayetinde de “Şirki, haksız yere adam öldürmeyi, yetim malı ve riba yemeyi, savaş alanından kaçmayı, namuslu kadınlara iftirayı, helak edici günahlardan saydı. Diğer Sahih bir rivayette de bu yedi günah ile Müslüman olan anne ve babaya âsi olmayı, Kabe'ye say­gısızlığı” da Kebâir'den saymıştır. Sidik ve idrardan sakınmamanın da Kebâir'den olduğuna dâir rivayetler gelecektir.

Şube ve diğerlerinin “zayıftır” dediği, İbn Hibbân ve diğer bazı­larının mevsuk olduğunu söyledikleri Bezzâr'ın rivayet ettiği bir hadisde, “Hicretten sonra taarrub (yâni bedevi Arap ahlâkı ile ahlâklanmak)”  [19], yine zayıf olan başka bir rivayette de, “Hicret ettikten sonra Arabîliğe dönmek” şekillerinde ziyâdeler bulunmaktadır. Hicret ettikten sonra Arabîliğe dönmek demek, Medine'ye hicret et­tikten sonra kendisine cihad borç olup savaşa hazırlanacağı yerde, “Hayır ben savaşmam, bedeviyim” deyip geri, eski haline dönmesi demektir. Nitekim seleften (geçmiş âlimlerden) bazıları:

“Hakikat kendilerine hidâyet besbelli olduktan sonra arkalarına dö­nenler (yok mu?) şeytan onları fitlemiş, onlara uzun zaman göster­miştir.”[20] âyetiyle buna delil çekmişlerdir. İbn Sirîn'in Ubeyde'den gelen “Hicretten sonra Arabîliğe, bedevîliğe irtidad ve dönüş kebâirdendir.” rivayeti de buna uygun düşer. Havileri arasında munker birisi bulunan Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Dikkat edin, ben size Ekber-i Kebair'i haber vereyim, Allah'a şirk koşmak, ana babaya asi olmak.” buyurdu. Resûl-i Ekrem (buraya kadar an­lattıklarını) dizlerini dikmiş ve ellerini dizlerinin altından bağlamış, bir vaziyette anlatıyordu. Hemen ellerini çözdü ve eli ile dilinin ucun­dan tutarak “Aman yalan şahitliğinden sakının”[21], buyurdu. Mudelles olan diğer bir rivayette de “Size en büyük günahları haber vereyim mi? Allah'a şirk koşmaktır.”, buyurdu ve “Kim Allah'a eş tutarsa, muhakkak pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.”[22], mealindeki âyetini okudu. Sonra devamla “Anne ve babaya âsi olmak­tır.” buyurdu ve: “Bana, ana ve babana şükret. Dönüş ancak bana­dır.”[23], mealindeki âyet-i celîlesini okudu. Resûl-i Ekrem bütün bunları yaslanmış vaziyette anlatırken birden toparlanıp ayakları üzerine oturdu ve “Aman yalan konuşmaktan korununuz.”[24], buyurdu.

5- Ahmed'in rivayetinde, şöyle buyurulmuştur:

“En büyük günahlar, Allah'a şirk koşmak, anne ve babaya âsi olmak. Bir kimse sabır yemini yani şahitlik yapar ve buna da sivrisineğin kanadı kadar yalan katarsa Allah, kıyamete kadar onu kalbinde bir leke kılar.”[25]

6- Bezzâr'ın zayıf senedle rivayetinde, Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“En büyük günahlar, Allah'a şirk koşmak, anne ve babaya âsi ol­mak, suyun fazlasından muhtaçları menetmek ve erkek hayvanı di­şisinden uzaklaştırmaktır.” [26]

7- İbn Murdeveyh'in senedinde zayıflık bulunan rivayetinde:

“Kıyamet günü Allah katında en büyük günahlar: Allah'a şirk koş­mak, haksız yere adam öldürmek, savaş günü Allah yolunda savaşdan kaçmak, anne ve babaya asi olmak, namuslu ve evli kadınlara dil uzatmak, sihir öğrenmek, riba yemek ve öksüz malı yemektir.”[27] buyuruldu.

İbn Ebî Hâtem'in rivayetinde de “Şarap, en büyük günahlardan­dır ve bütün kötülüklerin anasıdır. Şarap içen namazı da terk eder. Ana, teyze, hala ve diğer mahremleri ile de zina eder.” buyurulmuştur. Yine İbn Ebî Hâtem'in rivayetinde “Bir kimsenin haksız yere bir başkasının karısına dil uzatması, en büyük günahlardandır.” buyurulmuştur. Ahmed ve Ebû Davud'un,

“En büyük günahlardan birisi de haksız yere Müslümanın ırzına dil uzatmaktır.”[28], şeklindeki rivayeti de buna uygundur. Bezzâr da zayıf bir sened ile rivayetinde,

“Her kim mazeretsiz iki namazı bir vakitte kılarsa, Kebâirden bi­rini irtikâb etmiş olur.” buyurulmuştur. Yine İbn Ebî Hâtem ve Bez-zâr'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem'e Kebâirlerden sorulmuş o da.

“Allah'a şirk koşmak, O'nun rahmetinden ümit kesmek ve mekrinden emin olmaktır. Bu sonuncusu da Ekber-i Kebâir'dendir.” buyur­du. Bu hadisin mevkuf olmasının akla daha yakın olduğu söylenmiş­tir. Ayrıca Dare Kutnî

“Vasiyette, hak sahibini zararlandırmak da Kebâir'dendir.”[29], diye bir hadis rivayet etmişse de, İbn Ebî Hâtem “Doğrusu bu riva­yet de mevkuftur.” demiştir.[30]

 

İkinci Nevi Hadîsler

 

1- Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Üç sınıf İnsan var ki Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları tezkiye etmez. Onlar için acıklı azâb vardır.” bu­yurdu ve bunu üç kere tekrarladı. Râvi Ebû Zer:

“Bunlar mahvoldu, helak oldular, kimdirler, ya Resûlallah?” di­ye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Böbürlenerek cübbe ve paltolarını şarlatanlar, başa kakmak suretiyle ikramda bulunanlar ve yalan yemin ile mal satanlardır.” buyurdu. Bunun diğer rivayet şeklinde helak olanlar, “Yaşlı zâni, ya­lancı hükümdar ve kibirli yoksullardır.”[31], buyurulmuştur.

Buhari ile Müslim'in rivayetlerinde bu helak olan üç kişinin “Çöl­de fazla suyu olduğu halde onu yolcuya vermeyen, ikindiden sonra öyle olmadığı halde yalan yemin ile böyledir, diye kandırıp malını satan ve dünyalık temini maksadıyle hükümdara bîat eden, istediği­ni aldığında onun emrinde kalan, fakat umduğunu bulamayınca ah­dini bozan kimsedir.”[32], şeklindedir.

2- Ahmed'in tahrîç ettiği bir hadisde de şöyle buyuruîmuştur:

“Allahu Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki kıyamet günü onlarla ko­nuşmaz, onları tezkiye etmez ve taraflarına bakmaz.”

“Bunlar kimlerdir, ey Allah'ın Resulü?” diye sorulduğunda, Resûl-i Ekrem:

“An­ne ve babasından veya evlâdından yüz çevirip uzaklaşanlar, kendi­sini azâd edip hürriyetine kavuşturan, topluma karşı nankörlük edip onlardan ayrılan kimselerdir.”[33], buyurdu.

Müslim'in bir rivayetinde ise:

“Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti, efendilerinin izni ol­madan başkalarını efendi edinen üzerine olsun. Allahu Teâlâ farz ve nafileden hiç bir ibadeti ondan kabul etmez.”[34], buyurulmuştur.

Yine Buhâri ile Müslim'in rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

“Söz gezdiren cennete giremez.”[35]Ahmed'in rivayetinde ise,

 “Üç kişi cennete giremez. Bunlar, devamlı içki içen, akrabaları ile il­gilerini kesen ve sihirbazlara inanan kimselerdir.”[36], buyurulmuş­tur.

3- Ahmed ve Buhârî'nin rivayetlerinde şöyle buyurulmuştur:

 “(Allahu Teâlâ buyuruyor): Üç sınıf var ki kıyamet günü bunların hasmı doğrudan doğruya benim t Benim adıma and içer, sonra ye­minini bozar yerine getirmez, hür bir adamı köle diye satar, bir iş gördürmek için bir işçiyi tutar, işini gördürür de, sonra ücretini ver­mez. [37]

4- Ahmed ve Nesei'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Anne ve babasına asi olan, devamlı içki içen ve yaptığı iyiliği başa kakan cennete giremez.”[38], buyurmuştur.

5- Ahmed ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde

“Anne ve babasına asi olan, devamlı içki içen ve kaderi inkâr eden cennete giremez.” [39]

6- Ahmed'in zayıf bir sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“(Şu) beş (günah) sahibi cennete giremez. Bunlar, devamlı içki içen, Sihre inanan, akrabası ile ilgisini kesen, gaybden haber veren kâ­hin ve yaptığı iyiliği başa kakanlardır.” [40]

7- Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde de,

“Allah'tan başkası için kurban kesene lanet olsun, anne ve babasını tel'in edenlere lanet olsun, bidati îcad edene lanet olsun, yerin alâme­tini, yolun işaretlerini değiştirenlere lanet olsun.”[41], buyurulmuştur.

8- Hâkim de Sahih olduğunu söylediği bir rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Üç kimse cennete giremez. Bunlar, anne ve babasına asi olan, dey­yus, bir de giyim ve davranışlarında kendilerini erkeklere benzeten kadınlardır.” [42]

İşte yukarda sıraladığımız bu hadisler ile Alâi ve diğerlerinin, bir kısım günahların Kebire ve Kebire derecesinde olduklarını beyan için açık nasslar olduklarına işaret etmişlerdir. Günahları etraflıca açıklayacağımız sırada inşaallah bu hususlarla ilgili daha pek çok ha­disleri ele alacağız. Burada bunları öncelikle anlatmamızın sebebi, Alâi ve diğerlerinin sözlerinin esaslarına işaret içindir.

Ebû Talib-i Mekki'ye gelince; o da Kebâir'i on yediye çıkarmıştır. Bunların dördü kalbdedir ve şunlardır:

Allah'a şirk koşmak,

İsyana devam etmeğe niyetli olmak,

Allah'ın rahmetinden ümidi kesmek,

Allah'ın mekrinden emin olmaktır. Dördü de dildedir ve şunlardır:

İftira etmek.

Yalan şahitliği yapmak.

İnsanın durumunu veya bir uzvunu değiştiren sihir,

Hakkı ibtal eden veya batılı yerleştiren yalan yemindir. Üçü de midededir. Onlar da:

Haksız olarak haramı, yetim malını yemek,

Riba yemek,

Sarhoşluk veren şeyleri yemek ve içmek,

İkisi de edeb yerindedir. Bunlar:

Zina ve livatadır,

İkisi de eldedir ve şunlardır:

Adam öldürmek.

Hırsızlık yapmak.

Birisi ayaktadır.

O da savaş alanından kaçmaktır. Diğer birisi de bütün bedendedir. O da anne ve babasına âsi ol­maktır.[43]

 

KÜÇÜK VE BÜYÜK GÜNAHLARDAN SAKINDIRMA HAKKINDA SON SÖZ

 

Bu hatimeyi öne almaktaki maksadımız, Allah'ın lütuf ve keremiyle, insanları helake götüren, Cennetten uzaklaştıran, zillet ve mes­kenete duçar eden, sorumluluk ve vebal altında bırakan, özellikle Cennette küçük düşüren her çeşit günahlardan alıkoymak içindir.

Allahu Teâlâ hepimize rızasına uygun ameller nasîb edip gü­nahlardan korusun.

Bilmiş ol ki Allahu Teâlâ kendisine isyan edenlere çeşitli şekil­lerde azâb edeceğini bildirmekle kullarını günah işlemeğe karşı uyar­mıştır. Nitekim Allahu-Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmakta­dır:

“Onlar bizi gazablandırınca kendilerinden intikam aldık.” [44]

“Bu suretle onlar serkeşlik ederek yasak edileni yapmakta ısrar edin­ce kendilerine, “Hor ve zelil maymunlar olun” dedik.” [45]

“Eğer Allah insanları kesibleri ile hemen muaheze ediverecek olsa, yeryüzünde bir deprenen bırakmazdı.” [46]

“Kim kendisine doğru yol besbelli oldukdan sonra peygambere mu­halefet eder, mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakırız (fakat âhirette) kendisini cehenneme ko­yarız. O, ne kötü bir yerdir.” [47]

“Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır ve o, kendisine Allah'tan başka ne bir yar, ne bir mededkâr da bulamaz.” [48]Bu hususta da­ha pek çok âyetler vardır.                                            

Sahih hadisde şöyle vârid olmuştur:

“Allahu Teala bir takım şeyleri farz kıldı, onları kaybetmeyin (ye­rine getirin). (Helâl haram diye) bir takım hududlar çizdi, bunları aşmayın (bu çerçeve dışına taşmayın). Unuttuğundan değil de rah­met olarak bazı şeyleri sükût geçti, onlar üzerinde araştırma yapma­yın.” [49]

Yine Buhari ile Müslim'de rivayet edildiğine göre Resül-i Ekrem,

“Hiç şüphesiz Allah kıskanır. Muhakkak mü’min de kıskanır. Allah'ın kıskanması, Allah'ın mü’mine haram kıldığı şeyi' mü’minin işleme' sidir.”[50], buyurmuştur.

Yine Buhâri ile Müslim'de Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allah'tan daha çok kıskanan kimse yoktur. Bunun için kötülüklerin açığını da gizlisini de haram kılmıştır. Allah'tan daha çok övül­mek, kendisine sevimli olan kimse yoktur.” [51]

Yine Sahih bir hadîsde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Mü’min bir günah işlediği vakit, kalbine siyah bir nokta bir leke vu­rulur. Tevbe ederse kalbi cilalanır ve yeniden parları tevbe etmez isyana devam ederse, siyah lekeler kalbini kaplayıncaya kadar ar­tar.”[52] İşte Âllâhu Teala'nın

“Bilâkis, onların kazanmakta oldukları, kalblerini yenmiş (paslan­dırmış) tır.” [53] ayetindeki   “Ran” dan   muradı da budur.

Yine Buhari ile Müslim'in rivayetine göre, Resûl-i Ekrem Muaz İbn Cebeli Yemen'e vali gönderirken ona

“Mazlumun bedduasından sakın, zira onunla Allah arasında perde yoktur.”[54], buyurmuştur.

İbnu'l-Cevzî'nin, Enes İbn Mâlik radıyallahü anh'ın annesi Ümmü Sûleym'den rivayetinde, Ümmü Süleym Resûl-i Ekrem'den öğüt istemiş, Resûl-i Ekrem de

“Günahlardan uzaklaş, zira en makbul hicret, günahlardan uzaklaş­maktır. Farzlara devam et, zira en üstün cihad farzları edâ etmek­tir. Allah'ı çok zikret, zira Allah katında zikirden daha sevimli bir ibadet yoktur.”[55] buyurmuştur.

Ebû Zer (r.a.) Resûl-i Ekrem'e:

“Hangi hicret sahibi daha makbuldür?”   diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Günahları terk edip onlardan uzaklaşandır,” buyurdu. Bu anlamda daha pek çok hadîsler vardır.

Huzeyfe (r.a.)'ye, “Şu İsrâiloğulları, dînlerini terk ettikleri için mi suretleri değiştirilerek hınzır ve maymun olmak ve kendi kendile­rini öldürmek gibi çeşitli şekillerde azâb edildiler?” diye sordular. Huzeyfe (r.a.):

“Hayır, onlar açıkça inkâr etmediler, fakat emr olundukları şeyi yapmamak ve yasaklanan şeyleri yapmak için on­lara yüklenmeleri sebebiyle, insan, gömleğinden sıyrıldığı gibi, on­lar da dinlerinden ayrıldılar,” dedi.

İbn Abbâs radıyallahu anhuma diyor ki:

“Ey günah sahibi, bir günahı bırakıp daha büyüğünü işlerken son nefesinden nasıl emin olursun? Böyle bir emniyet içinde bu günahları nasıl işlersin? Ya­zıklar olsun sana, sağında ve solundaki meleklerden utanmaz mısın? Yaptığın günah ne kadar büyük ise, tevbe etmeden beklemen, on­dan daha büyük günahtır. Tasarladığın günahı, yaptım, diye sevin­men, o günahtan daha büyüktür. Yapmak istediğin herhangi bir kö­tülüğü yapamadım diye üzülmen, onu yapmandan daha günahtır. Bir günahı işlerken rüzgârın kapıyı sarsmasından korkarken, Allahu Teâlâ’nın seni gördüğünü bilerek ondan gönlünün ıztırap duymama­sı daha büyük günahtır. Yazıklar olsun sana, ne sanıyorsun? Eyyup aleyhisselâm senin işlediğin günahtan daha büyük bir günah mı iş­ledi de Allahu Teâlâ vücudunda, malında ona bu kadar belâlar ver­di? Aslında onun kusuru, kendisinden yardım isteyen bir mazluma yardım etmemesiydi”.

Fakat İbn Abbâş (r.a.)'dan böyle bir rivayet doğru olmasa ge­rektir. Şayet rivayet doğru ise tevile muhtaçtır. Çünkü Sahih kavle göre peygamberler nübüvvetten önce ve sonra -ister kasden ister sehven- günahların Kebâir ve Sağâir’inden masundurlar. Rivayet doğru ise tevili şöyledir:

Kendisinden yardım isteyene, imkânları olmadığı için yardım ede­memiş. Ancak imkânları olmasa bile yine yardım isteyenin yardımı­na koşması gerekirdi. Bu, daha iyi bir davranış olacaktı, işte daha iyiyi terk ettiği için Allahu Teâlâ kendisini muaheze etti.[56]

Bilâl İbn Sâd, “Yaptığın günahın küçüklüğüne değil, onu kime karşı yaptığına bak.” demiştir.                        

Hasan-ı Basri “Ey Âdemoğlu, günahı hiç yapmamak, yaptıktan sonra tevbe edip ondan vazgeçmekten çok daha kolay ve hayırlıdır.” demiştir.

Muhammed İbn Kâb el-Kuradi’de “Allahu Teâlâ'ya günahı terk etmekten daha sevimli bir ibadetle ibadet edilmemiştir.” demiştir. Nitekim bunu

“Size bir şey emrettiğim vakit, gücünüz yettiği kadar onu yapınız. Bir şeyi yasakladığım vakit de ondan (mutlak surette) sakınınız.”[57], Sahih hadis teyid etmektedir. Resûl-i Ekrem bu hadisde, emrettik­lerinin tam mânasiyle yapılmasında israr etmemiş, imkân nisbetinde yapılmalarını istemiştir. Fakat yasakladıkları üzerinde önemle durmuş ve onlardan kesinlikle kaçınılmasını istemiştir. Çünkü ya­sakları irtikâb, çok daha çirkin ve cezaları çok daha ağırdır. Artık gücünün yetip yetmediğine bakmadan, bütün imkânlarını seferber edip günahtan uzaklaşmak kendisine borçtur. (Esasen Allah, gücü­nün yetmeyeceği şeyle insanı mükellef tutmamıştır). Fakat emredi­len şeyler böyle değildir. Bunlarda aczinin dahli vardır. Bunlar, im­kanlara bağlıdır. Meşru olan imkân ve mazeretler dâima makbul, uydurma bahaneler de merduttur. Fudayl İbn Iyad “Sa­na göre günah ne kadar küçülürse Allah katında o nisbette büyür; sana göre bir günah ne kadar büyürse, Allah katında o nisbette kü­çülür.” demiştir.

Rivayete göre Allahu Teâlâ Mûsâ aleyhisselâm'a:

“Yaratıklarımdan ilk ölen, yani helak olan İblis' tir. Çün­kü bana ilk isyan eden o'dur, buyurdu ve isyan edenleri yaşasalar da ölü saydı.”

Huzeyfe (r.a.) diyor: “İnsan bir günah işleyince kalbine bir nokta, siyah bir leke vurulur. Günah işledikçe nokta nokta kalbi ka­rarır gider”.

Selefin -geçmiş büyüklerin- “İsyan, küfrün elçisidir.” sözü bunu teyid eder. Çünkü isyan ile kararan kalb, artık hayır kabul et­mez. Katılaşır, bütün merhamet, şefkat ve korku duyguları kalbin­den çıkar ve kolaylıkla canının arzu ettiği kötülükleri irtikâb eder. Böylelikle Allah'ı unutarak şeytanı kendisine dost edinmiş olur. Şey­tan da onu ümitlendirmek suretiyle alabildiğine azıtır ve nihayet küfre gitmesine sebep olur. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Onlar Allah'ı bırakıp dişilere taparlar ve  “Elbette senin kulların”dan belli bir takımı alıp onları saptıracağım, onlara kuruntu kur­duracağım, develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim. Allah'ın yarattığım değiştirmelerini emredeceğim” deyen, Allah'ın lanet et­tiği azgın şeytana taparlar. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen şüp­hesiz açıktan açığa kayba uğramıştır. Şeytan onlara vadediyor, on­ları kuruntulara düşürüyor, ancak aldatmak için vaadde bulunuyor. İşte onların varacağı yer cehennemdir. Orada, kaçacak yer de bula­mayacaklardır.”[58], buyurmuştur. Diğer âyette

“Ey insanlar, Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir; dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi ayartma­sın. Şeytan şüphesiz sizin düşmanınızdır; siz de onu düşman tutun; o kendi taraftarlarını, çılgın ateşlik kimseler olmaya çağırır.”[59], buyurulmuştur.

İmâm Ahmed Müsned'inde Ebû Hureyre (r.a)'den rivayetinde Allahu Teâlâ İsrâiloğullarından bazıları için:

“Kulum bana itaat ettiği vakit ondan razı olurum; razı olun­ca da hem kendisini ve hem de eserlerini mübarek kılarım. Benim bereketimin sonu yoktur. Kulum bana isyan ettiği vakit de ona gazab eder, öfkelenirim. Gazab ettiğim kimseyi lanetlerim. Benim la­netim onun yedi nesline kadar iner”, buyurmuştur. Bunu,

“Arkalarında cılız çocuklar bıraktıkları takdirde, bundan endişe edecek olanlar, haksızlık yapmaktan korksunlar, dürüst söz söylesin­ler.”[60], âyet-i celilesi teyid eder. Nitekim müfessirler âyetindeki “Din gününden” murad, ceza günüdür, demişlerdir.   Hadis-i Şerifte de:

“Yaptığın gibi bulursun.” buyurulmuştur. Yaptığın zulmün cezasını görmezsen, evlâtların görür. Bunun için Allahu Teâlâ:

“Haksızlık yapmaktan korksunlar ve Allah'tan, sakınsınlar; dürüst söz söylesinler.”[61], buyurmuştur. Şayet öksüz kalacak çocukları­nı düşünüyorsan bütün işlerinde ve özellikle başkalarının çocukla­rında Allah'tan korkmayacak olursan, Allahu Teâlâ sana ve zürriyetine aynı şeyi yaptıracaktır.

Şayet, onların ne günahı vardır? Bir şey yapmadıkları halde geç­mişlerinin cezalarını ne diye çeksinler, babalarının günahından sebeb Allahu Teâlâ evlâtlarından niye intikam alsın? Dersen, derim ki: çünkü zürriyetleri onlara tabidir, onlardan meydana gelmişlerdir. On­lar ne ise evlâtları da aynıdır. Nitekim âyet-i celîle'de:

“İyi toprak Rabbinin izniyle bitki verir, çorak toprak kavruk bitki çıkarır.”[62], buyurulmuştur. Bir başka âyet de şöyledir:

“Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında on­ların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin onla­rın erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak ha­zinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapma­dım.”[63] Bu âyetler, fer'ın asle tabi olduğunu göstermektedir. Hat­ta duvar altındaki hazine bu yetimlerin ana tarafından yedinci de­delerine ait olduğu söylenir.

Şayet, siz böyle söylüyorsunuz ama kötülerden doğmuş nice iyi­ler ve iyilerden doğmuş nice kötüler vardır. Âdem ve Nûh aleyhiMüsselâmın evlâtları örnek olarak gösterilebilir. Âdem aleyhisaelâm pey­gamber iken oğlu Kaabil katil olmuş; Nûh aleyhisselâmın oğlu ken­disine iman etmemiştir, dersen, cevabında deriz ki: istisnalar kai­deyi bozmaz. Bunlar ender olmakla beraber hikmetini bilemediğimiz sebeplerden olabilir. Halbuki Allahu Teâlâ Resûl-i Ekrem'e,

“Ey Muhammed, sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin.”[64], bu­yurduğu gibi diğer âyette de:

“...Haksızlık yapmaktan korksunlar ve Allah'tan sakınsınlar; dü­rüst söz söylesinler.”[65], buyurulmuş ve bazı aslın sebebiyle fer'in de muazzeb olduğunu haber vermiştir. Bundan iki tarafın Müsavi olduğu lâzım gelmez. Ancak bazı kimselerin iyiliğinden furûları da yararlanır. Bununla beraber her ikisi de bir külli kaide değildir. Aynı zamanda bizim görüşünde kötü sandığımız bazı kimselerin, bile­mediğimiz gizli ve iyi amellerinden ötürü Allah tarafından bunların soyları mükâfatlandırılır. Bunun için biz: “Arkalarında âciz ve kü­çük çocuklar bıraktıkları takdirde, bundan endişe edecek olanlar, haksızlık yapmaktan korksunlar ve Allah'tan sakınsınlar, dürüst söz söylesinler.” [66]âyet-i celîlesini alırız.

Yine Ahmed'in Müsned'inde anlattığına göre Hz. Aişe'nin Hz. Muâviye'ye yazdığı bir mektupta, “Kul, Allah'a isyan ettiği vakit, in­sanların medhi zemine döner.” demiştir. Ebû'd-Derdâ (r.a.) da “Hiç anlamadan insanların gönüllerini sana karşı göstermekten sakın.” demiştir.

Muhammed İbn Şirin, bir defa büyük bir borç altına girmiş ve son derece üzülmüştü. Bunun üzerine “Ben kırk yıl önce işledi­ğim bir günahın cezasını çekiyorum.” demiştir.

Süleyman Dârânî de “İnsan gece karanlığında işlediği bir gü­nahı kimsenin görmediğini sanır, fakat sabah olunca işlediği bu gü­nahın zilleti onun boynuna takılır.” demiştir.

Yahya b. Muâz da “Bir kimse: “Allah'ım, düşmanlarımı bana gül­dürme” diye dua ettiği halde bütün düşmanlarını kendisine güldüren bu kimseye şaşarım.” demiştir. Bunun nasıl olduğunu kendisine soranlara Yahya “Allah'a isyan eder de kıyamet günü bütün düş­manları kendisine güler.” Dedi.

Mâlik b. Dinar anlatıyor: “Allahu Teâlâ peygamberlerden birisine:

“Ümmetine söyle: düşmanlarımın girip çıktıkları yerlere gi­rip çıkmasınlar, onların kılıklarına girmesinler, onların binitlerine binmesinler, onların oturup kalktıkları ve yiyip içtikleri yerlerde yi­yip içmesinler. Sonra onlar da onlar gibi benim düşmanlarım olur­lar, buyurdu.”

Hasan-ı Basri anlatıyor: “Onlar Allah'a ihanet etti ve bu sebep­le isyan ettiler. Eğer Allahu Teâlâ'ya karşı saygılı olsalar Allah da onları günahlardan korurdu. Olgun insan bir kusur işlediği vakit, cennete girinceye kadar onun korkusu yüreğinden çıkmaz.” Nite­kim Buhâri'nin İbn Mes'üd (r.a.)'dan rivayetinde, Resûl-i Ekrem:

“Doğrusu mü’min günahlarını, tepesine dikilmiş ve üzerine yıkılacak bir dağ gibi görür. Kötü insan da günahlarını, burnunun ucuna kon­muş ve bir şöyle etmekle uçup gidecek sinek gibi görür.”[67], buyur­muştur.

Kâ'bü'l-Ahbar'ın anlattığına göre tsrâiloğullanndan birisi yanılarak işlediği bir günaha pişman olmuş, üzülmüş ve “Acaba ben Rabbimi nasıl hoşnud edebilirim?” diye sağa sola koşmağa, dost ve ahbablarına mektuplar yazarak konu hakkında kendisini aydınlatma­larını istemeğe başlamış.

Ammâr b. Dâdâ diyor ki: “Kehmus:

“Ben kırk yıl önce işlediğim bir günaha hâlâ ağlarım,” dedi. Ben:

“ İşlediğin o günah ne idi? diye sordum,” Kehmus:

“Kırk yıl önce bir kardeşliğim Müsafir olarak bana gelmişti. Kendisi için bir balık aldım. Yemeği yedikten sonra komşumun du­varından bir parça toprak alarak kendisine getirdim. O da bu top­rak ile elini silerek temizledi. Bu suretle komşumun hakkı bana geç­ti. İşte bu günahıma ağlarım,” dedi”.

Ömer b. Abdülazîz valilerinden birisine yazdığı mektupta;

“İnsanlara karşı güçlü ve kudretli olup istediğini yapabüecek durumda olduğun vakit, Allahu Teâlâ'nın, senin üzerinde olan kud­retini düşün de ona göre hareket et. İyi bil ki, insanlara yapabilece­ğin kötülük geçicidir, en çok ölüme kadar devam eder. Buna karşı­lık onun âr ve azabı kıyamette senin için devam eder. Şunu da unut­ma ki, mazlumun hakkını zâlimden bizzat Allahu Teâlâ alır. Sakın sana karşı Allah'tan başka bir dayanağı olmayan kimselere zulmet­meğe kalkışma. Bir mazlum içtenlikle Allah'a sığındığı vakit Allahu Teâlâ hemen ona yardım eder.” Nitekim âyet-i celile'de

“Yoksa darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren ..., mi? Allah ile beraber bir Tanrı ha?”[68], buyurulmuştur. Abdullah b. Selâm'ın anlattığına göre, Allahu Teâlâ meleği yarattığı vakit, melek başını yukarı kaldırdı ve:

“Ey Rabbim, kiminle berabersin?” Diye sordu. Allahu Teâlâ:

“Hakkı ödeninceye kadar mazlum ile beraberim,” buyurdu.

Seleften bir zât da “Ey günahkârlar, Allahu Teâlâ'nın size karşı gösterdiği geniş Müsamahaya aldanmayın, isyanınız sebebiyle size olan gazabından çekinin ve korkun.” demiştir. Bu da Allahu Teâlâ'­ buyruğudur. Nitekim âyet-i celile'de.

Nihayet onlar bizi gazablandırınca kendilerinden. İntikam aldık...”[69], buyurulmuştur.

Yakup el-Kaarİ anlatıyor: “Bir defa rüyamda esmer, uzun boy­lu bir adam gördüm. Herkes onun peşinden gidiyordu. Ben:

“Bu zat kimdir?” diye sordum.

“Üveys el-Karni'dir,” dediler. Ben de peşine takıldım ve:

“Bana öğütte bulun,” dedim. Üveys bana karşı suratını ekşitti. Ben:

“Senden bana doğru yolu göstermeni istiyorum, kızmana lü­zum yok,” dedim. Üveys bana dönerek:

“Allah'ın rahmetini O'na itaatte ara, isyanındaki gazabından sakın. Rahmetinden ümidini kesme,” dedi ve beni terk ederek ayrıldı.

Tevrat'ta da “Ey İsrâiloğulları, ben sizi seviyorum, fakat siz bana isyan edince ben de size buğzettim.” diye yazılıdır.

Abdullah b. Zeyd anlatıyor: Aydınlık bir gecede mezarlığa uğ­radım. Tam o sırada bir adamın zincirini sürükleyerek mezardan çıkmakta olduğunu, bir diğerinin de zincirinden çekerek döve döve adamı gerisin geri mezara çekmekte olduğunu gördüm. Dövülen adam:

“Niye dövüyorsun? Ben namaz mı kılmadım, oruç mu tutma­dım?” dedi. Döven:

“Evet, namaz kıldın, oruç tuttun fakat yalnız kaklığın vakit Allahu Tealâ'nın görüp bildiğine aldırış etmeden kimse görmüyor di­ye isyana daldın,” dedi.

İbrahim Teymî de “ölümü ve yok olmayı hatırlamak için sık sık mezarları ziyaret ederdim,” diyor. Yine şöyle anlatıyor: Bir gece bir mezarlığa uğradım, uykum geldi ve uyudum. Rüyamda mezarın bi­ri yarıldı ve adamın biri

“Alın şu çengeli, ağzından sokup ardından çıkarın, dedi. Ölü:

“Ya Rab, ben Kur'an okuyup haccetmedim mi? diyerek yapmış olduğu bütün iyilikleri saydı. Bir ses:

“Evet, herkesin göreceği yerde bunları yaptın fakat yalnız kal­dığın vakit, benim görüp bildiğime aldırış etmeden isyan ettin,” dedi.

Abdullah b. el-Medenî anlatıyor: “Benim bir dostum vardı, ba­na şöyle anlattı:

“Bir defa arkadaşımla yola çıkmıştım. Akşam vakti bir me­zarın kenarında namazımı kıldım. Bu sırada kabirden bir inilti duy­dum, kulak verdim, adam:

“Ah ben de namaz kılar ve oruç tutar­dım.” dedi. Bunu duyunca beni bir titreme aldı. Arkadaşımı çağır­dım. O da bu söylenenleri aynen duydu. Oradan eşyamızın yanına döndük. Ertesi gün aynı yere geldik. Yine akşam namazını burada kıldım ve aynı sesi duydum. Eve döndüm ve bu korkudan iki ay has­ta yattım.” dedi. Abdullah b. el-Medenî devamla “Benim başımdan da aynen böyle bir olay geçti.” dedi ve olayı şöyle anlattı:

“Küçük­tüm, üevamlı olarak babamın mezarına gider, ruhuna Kur'an okur­dum. Bir Ramazan ayının kadir gecesinde sabah namazını erkenden kıldıkdan sonra sabah karanlığı ile yine babamın mezarı başına git­tim, oturdum, bir miktar Kur'an okudum. Mezarlıkta benden başka kimse yoktu. Tam bu sırada acı bir inilti duydum. Bu inilti, hora­sanla yapılmış bir mezardan geliyordu.    Durdum ve iniltiye kulak verdim. Orada azab gören adamın şiddetli iniltileri afiyetini kaçırıyordu. Bir süre dinledim. Ortalık ışıyınca ses duyulmaz oldu. Ziya­ret için mezarlığa gelmeğe başladılar. Gelenlerden birisine:

“Bu me­zar kimindir?” diye sordum. O da:

“Bu öldüğü zaman ben küçüktüm. Ancak bu kimsenin beş vakit cemaate devam edip, lüzumsuz konuş­malarda bulunmadığını hatırlarım” dedi. Ölünün şu andaki duru­mu ile hayatındaki ibadetini karşılaştırınca hayretler içinde kaldım. Bunun için adamın durumunu incelemeğe koyuldum. Araştırdım ve bütün bu ibadetleri yanında riba yediğini öğrendim. Adam zamanın­da ticaretle uğraşırmış ihtiyarlayıp ticaret yapamaz hale gelince ha­zır servetini yememiş, tefecilik yaparak riba yemiş. Neticede bütün diğer iyilikleri, ramazanda ve hatta kadir gecesinde bile azâbtan kur­tulmasına yardımcı olamadı.” dedi ve şöyle devam etti:

“Ben bu­nu tanıdıklardan birisine anlattığımda, o

“Bundan daha acaibi, kaadıların elçisi diye bilinen Abdülbâsıt’ın durumudur. Kaadıların el­çisi iken zenginleşti.” dedi. Ben:

“Onun durumu nasıl?” diye sordu­ğumda, o:

“Abdülbâsıt ölmüştü. Mezarının yanına başka birisini def­netmek üzere kazdığımızda, gördük ki Abdülbasıt'e bir zincir vurul­muş, aynı zincire büyük bir köpek bağlanmıştı. Bu köpek diş ve tır­nakları ile Abdülbâsıt'ı ısırıp yırtıyordu. Onu görünce korkarak he­men mezarını kapadık. Başka bir adamın mezarını açtık, baktık ki kafatasından başka bir şeyi kalmamıştı. Kafasına geniş başlı büyük bir çivinin kapu biçiminde çakılmış olduğunu gördük. Korkarak he­men onun da mezarını kapadık. Üçüncü bir adamın mezarını açtık, adamın boynuna dolanmış bir yılan gördük. Yılanı kaçırmak iste­dik. Yılan bize bir üfledi ki nerde ise bayılıp düşecektik”.

Masiyetin sebeb olduğu Allahu Teâlâ gazabından meydana ge­len kabir azabından Allah'a sığınırız.

Süleyman b. Abdülcebbâr anlatıyor:

 “Bir günah işledim, buna önem vermedim. Rüyamda:

“Küçük olsa da sakın günahı küçük gör­me, zira burada küçük gördüğün, kıyamet günü senin için büyük olabilir.”, dediler”.

Ali b. Süleyman el-Enmâsî de “Rüyamda Hz. Ali'yi tam anlattık­ları şekilde gördüm, o:

“Eğer devamlı gece kalkan âbidler ve devamlı oruç tutanlar ol­masaydı, bir seher vakti ayağınızın altındaki toprak kum olup dağı­lırdı. Çünkü siz gereği gibi itaat etmeyen kötü kimselerdiniz.” dedi.

Şunu da iyi bilmiş ol ki, kişiyi günahtan koruyacak en kuvvetli silah, Allah korkusu ve O'nun şiddetli intikam ve elem verici azabı­nı hatırlamaktır. Nitekim âyet-i celîle'de:

“Allah'ın buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”[70],buyurulmuştur.                                                      

Nakledildiğine göre ölüm döşeğine yatan bir gencin ziyaretine giden Resûl-i Ekrem:

“Kendini nasıl buluyorsun?” diye sorar. Genç:

“Günahlarımdan korkuyor ve fakat Rabbimden ümidimi kes­miyorum,” der. Resûl-i Ekrem:

Ölüm anında (korku ile ümit) kimin kalbinde toplanırsa, Allahu Teâlâ onu korktuğundan emin kılar, umduğunu kendisine verir,” buyurdu.

Vehb b. el-Verd'den rivayet edildiğine göre İsâ aleyhisselâm “Cenneti sevmek ve cehennemden korkmak günahlara karşı sabrı ge­rektirir de insanı isyan ye dünya şehvetlerinden uzaklaştırır.” bu­yurmuştur.

Hasan-ı Basrî anlatıyor: “Sizden önce öyle insanlar (sahabeler) geçti ki çakıllar sayısınca altın infak etseler de yine kurtulamıyacaklarını sanırlardı. Bunlar günahı o nisbette büyük görürlerdi Bir mübarek hadîsinde Resûl-i Ekrem:

“Benim işittiğimi siz işitebiliyor musunuz? Gökyüzü meleklerin sık­letinden gıcırdadı ve gıcırdamakta da haklı idi. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki orada bir meleğin alnını sec­deye koymadığı kıyamda bulunmadığı veya rükû etmediği dört par­mak kadar boş bir yer bile yoktu.

Eğer benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız az güler çok ağlardı­nız; Allah'ın azabından ve şiddetli intikamından korkarak Allah'a feryad edip yollara, sahralara dökülürdünüz.” buyurmuştur. Diğer bir rivayette de “Kurtulup kurtulamıyacağınızı bilemezdiniz.”[71]

Ebû Bekir Abdullah el-Müzeni’de “Gülerek günah işleyen, ağ­layarak cehenneme girer.” demiştir. Hadîsde de şöyle buyurulmuştur:

“Eğer mü’min, Allah katındaki bütün azâbları bileydi bir vakit cehennemden emin olmazdı.” [72]

Buhari ile Müslim'in rivayetlerinde,

“Önce en yakın hısımlarını uyar.” şeklindedir.[73] Ayet-i kerime'si nazil olunca, Resül-i Ekrem kalktı ve:

“Ey Kureyş topluluğu, kendinizi Allah'tan satın alın. (Yoksa) ben Allah'ın azabından (kurtarmak için) size hiç bir fayda veremem. Ey Menaf oğulları, ben Allah'ın azabından kurtarmak için size hiç bir fayda veremem. Ey Resûlullahın amcası Abbas, ben Allah'ın azabın­dan kurtarmak için sana hiç bir fayda veremem. Ey Resûlullahın ha­lası Safiye, ben Allah'ın azabından kurtarmak için size bir fayda ve­remem. Ey Allah'ın Resulü Muhammed'in kızı Fâtıma, benden dile­diğini iste, yalnız ben Allah'ın azabından kurtarmak için sana bir fayda veremem.”[74], buyurdu.

Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde, Hz. Aişe, Resûl-i Ekrem'e

“Rablerine döneceklerinden kalbleri ürperek vermeleri gerekeni veren­ler...”[75], âyetinde anlatıldığı gibi zina, hırsızlık ve içki gibi günah­ları irtikab edenler de bu korkanlar arasında mıdır? diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Hayır, bu dediklerin değil, (bunlardan uzak olup) namazını kıldığı ve orucunu tutup sadakasını verdiği halde bu ibadet­lerinin kabulünden korkanlardır.” diye cevap verdi.[76]

Hasan-ı Basri'ye:

“Ey Ebâ Said, öyle bir takım vaizler var ki hep Allah'ın rah­metinden ve ümit etmekten bahsederlerken o derece ileri giderler ki, sevincimizden adeta uçacak hale geliriz, bu nasıl olur?” dediler. Hasan-ı Basri:

“Emniyet gelip çatıncaya kadar sizi korkutanlarla düşüp kalk­manız, korku gelip çatıncaya kadar ümit ve emniyet bahşedenlerle düşüp kalkmanızdan çok daha hayırlıdır,” dedi.

Hz. Ömer (r.a.)'e sûikasd yapılıp ölüm döşeğine yattığı vakit, oğ­luna:

“Oğlum, ben ölürüm. Sen de benim başımı, üzüntü içinde top­rağa, mezara korsun, fakat asıl üzüntü ve sıkıntı benimdir. Eğer Rabbim bana merhamet etmezse halim nice olur?” Dedi. Bunu duyan İbn Abbas (r.a.):

“Ey mü’minlerin emiri, neden bu kadar korkuyorsun?   Allahu Teâlâ seninle İslâmiyete bu kadar yardım yaptırdı, memleketler fet­hettirdi ve şehirler kurdurdu. Senin için üzülecek ne var ki?” Dedi. Hz. Ömer:

“Hesabtan kolaylıkla kurtulabilsem, benim için yeter, fazla bir şey istemem,” dedi.

Hz. Ali'nin oğlu Hüseyn'in oğlu Zeynelabidin abdest aldığı vakit kendisini bir titreme alırdı. Sebebini soranlara “Yazıklar olsun size, ben şimdi kimin huzuruna dönüyor ve kime münacatta bulunuyorum biliyor musunuz?” derdi.

Ahmed b. Hanbel de “Korku, beni arzu ettiğim yemek ve içmek­ten alıkor.” demiştir.

Buhâri ile Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem, Allah'ın azâb ve ikabını hatırlayarak gözyaşı akıtanları da kıyamette Arş'ın altında gölgelenecek yedi sınıf insanlar arasında saymıştır.[77]

İbn Abbâs (r.a.)’ın rivayetinde Resûl-i Ekrem

“İki göz kıyamet günü cehennem ateşi görmez. Bunlar, gece karanlı­ğında Allah korkusundan ağlayan ve düşman karşısında uykusuz kalan gözlerdir.”[78], buyurmuştur.

Ebû Hureyre (r.a.)'nin rivayetinde ise Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet günü bütün gözler yaşlıdır, ancak Allah'ın bakmasını ha­ram kıldığı şeylerden çekinen, Allah yolunda uykusuz kalan ve Allah korkusundan sebeb sineğin başı kadar bir damla gözyaşı dö­ken gözler ağlamaz.”[79] buyurmuştur.

Tirmizî'nin Sahih ve hasen olarak Ebû Hureyre'den rivayetinde, Resûl-i Ekrem:

“Sağılan süt memeye girmediği gibi, Allah korkusundan ağlayan kim­se de cehenneme girmez. Allah yolunda çarpışırken meydana gelen tozla, cehennemin dumanı birleşmez.” [80]buyurmuştur.

Amr b. el-Âs (r.a.) 'in oğlu Abdullah da “Allah korkusundan ağ­layan gözden gelen bir damla yaş, benim için altun sadaka vermek­ten daha sevimlidir.” derdi.

Abdullah'ın oğlu Avn diyor ki: “Duyduğuma göre Allah korku­sundan akan gözyaşı, insanın vücudunun neresine isabet ederse ora­sı yanmaz. Hatta Resûl-i Ekrem'in ağlamasından göğsünde, kayna­yan tencerenin çıkardığı ses gibi, ses çıkardı.” dedi. El-Kindi de “Al­lah korkusundan akıtılan bir damla yaş, deryalar gibi, cehennem ate­şini söndürür.” demiştir. İbn Semmâk da kendi kendini kınayarak “Zahidlerin konuştuğu gibi konuşur fakat münafıklar gibi davranır­sın. Bununla beraber de cennete girmek istersin, öyle mi? Bu, çok uzak. O cennet, başkaları içindir. Onların yaptıkları ile bizim yap­tıklarımız arasında çok fark vardır.” derdi.

Sûfyan-ı Sevrî diyor: “Cafer-i Sadık'ın huzuruna girdim ve ken­disine:

“Ey Resûl-i Ekrem'in torunu, bana öğüt ver,” dedim. Cafer-i Sadık:

“Ey Sûfyan, yalancı için mürüvvet, hased eden için rahat yok­tur. Küsüp darılan adamın dostluğu olmaz. Kötü huyu olan da efen­di olamaz,” dedi. Ben:

“Ey yüce peygamberin torunu, biraz daha artır,” dedim. O:

“Haram olan şeylerden kaçın ki en çok ibadet edenlerden ola­sın. Allah'ın taksimine rıza göster ki, gerçek teslim olan Müslümanlardan olasın,   insanların, hakkında nasıl davranmalarını istersen, sen de onlara karşı öyle davran ki olgun mü’min olasın. Kötülerle ar­kadaş olma ki, kötülüklerinden kurtulmuş olasın. Nitekim hadisde:

“Kişi dostunun dini –ahlâkı- üzeredir.” buyurulmuştur.

“İşlerini, Allah'tan korkanlara sor ve onlarla istişâre et, “dedi. Ben:

“Ey Allah'ın Resulünün torunu, nasihatini biraz daha artır,” de­dim. O:

“Ey Süfyan, kabilesiz ululuk ve saltanatsız heybet isteyen, mâsıyet zilletinden çıkıp Allah'a itaat etsin,” dedi. Ben:

“Yine artır, “dedim. Bunun üzerine Cafer-i Sadık:

“Babam bana üç öğüt verdi ve dedi ki, oğlum, kötülerle arka­daş olan kötülükten, kötü yerlere girip çıkan da töhmetten kurtula­maz. Diline sahip olmayan da pişman olur.”

İbn Mübarek diyor: -Vüheyb h. el-Verd'e:

“İsyan eden kimse ibadetin zevkini alabilir mi?” diye sordum. O:

“Hayır, ibadetin zevkine varamaz,” dedi.

İmam Ebû'l-Ferec b. el-Cevzi de;

“Korku, şehvetleri yakan bir ateştir. Bunun fazileti de şehvetleri yakıp günahlardan koruduğu ve taate teşvik ettiği nisbettedir. Korkan adam nasıl fazilet sahibi ol­masın ki, iffet, vera', takva, mücahede ve Allahu Teâlâ'ya yaklaştı­racak bütün iyi ameller korku sayesinde elde edildiğini ayet-i celileler açıkça göstermektedir. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Rablerinden korkanlara doğru yol ve rahmet...” [81]

“Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır.   Bu, Rabbinden korkan kimseyedir.”[82]

“tnannuşsanız benden korkun.”[83]

“Allah'ın azametinden korkanlar için iki cennet vardır.”[84]

“Allah'tan korkan öğüt alacaktır.”[85]

“Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan bilginlerdir.”[86], buyur­muştur ki, ilmin faziletine delâlet eden her âyet ve hadis, korkunun da faziletine delâlet eder. Zira korku, ilmin özünü teşkil eder, ilim ve bilgiden meydana gelir.

Bu husus ile ilgili hadislere gelince bunlardan bezılan şunlardır: İbn Ebi'd-Dünya'nın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah korkusundan kişinin vücudu ürperip tüyleri diken diken ol­duğu vakit günahları, kuruyan yaprakların dalından döküldüğü gi­bi, dökülür.” buyurmuştur.[87] Kudsi bir hadiste Allahu Teala:

 “İzzet ve celalim hakkı için iki emniyet ve iki korkuyu bir kulum­da toplamamı dünyada kendisini emniyette görür. Benden korkmazsa onu âhirette korkuturum. Dünyada korku üzere olursa onu ahirette korkulardan emin kılarım.” buyurmuştur.[88]

Ebû Süleyman ed-Dârâni de “İçinde Allah korkusu bulunmayan her gönül haraptır.” demiştir. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Allah'ın melerinden ancak hüsranda kalan kimseler emin olur.” [89]buyurmuştur.

Mâlik b. Dinar da “Günahlara nedamet edip ağlamak, esen rüz­gârın, kurumuş ağacın yapraklarını döktüğü gibi günahları döker, mahveder.” demiştir.

Geçmiş büyüklerden birisi “Eğer, “Bütün insanlar cennete gire­cek de yalnız bir tanesi girmeyecek” dense, o bir tek insanın ben ol­masından korkardım.” demiştir. Ebû Bekir (r.a.)'den sonra en üstün ve cennetle müjdelenmiş Hz. Ömer (r.a.) münafıklar hakkında Resül-i Ekrem'in sırdaşı olan Hz. Huzeyfe'ye:

“Ben de münafıklardan mıyım?” Diye sormuş, Ebû Huzeyfe:

“Hayır, sen onlardan değilsin,” diye cevap vermiştir. Bu kadar üstün bir zat olmasına rağmen bu korkudan kendisini azade hisset­memiş ve bilemeyerek bir hataya düşmüş olabileceği endişesini taşı­mıştır.

Hasan-ı Basri (Allah rahmet etsin) anlatıyor: “Babamız Âdem aleyhi's-selâm cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirildiği vakit hiç dur­madan üçyüz yıl ağlamıştır. Cennetten çıkışının acısını duymaması için dünyanın en mutedil yerlerinden olan Hindistan'ın Serendip böl­gesine indiği bir vadiyi gözyaşları ile doldurmuştur.”

Vuheyb b. el-Verd de: “Allahu Teâlâ, oğlu hakkında Nuh aleyhi's-selam'ı kınayarak:

“İşte sana öğüt, bilgisizlerden olma.”[90], buyurduğu vakit, Nuh aleyhisselâm üçyüz yıl ağladı. Hatta gözünden akan yaşlarından yü­zünde dere gibi çizgiler belirdi. Vehb b. Münebbih de: Davud (s.a.) o kadar çok ağlardı ki, gözyaşlarından oturduğu yer sulanır ve ora­dan bitkiler biterdi; sesi kısılıncaya kadar da ağlaması devam ederdi.

Abdullah b. Ömer'in (radıyallahu anhuma) anlattığına göre; Zekeriyâ aleyhiVselâm'ın oğlu Yahya aleyhi's-selâm o kadar çok ağlar­dı ki, gözyaşlarından yanaklarının etleri yarılarak dişleri meydana çıkardı. Annesi:

“Oğlum, gel, iki bez parçası ile yanaklarını yamayayım da hiç olmazsa dişlerin görülmesin der ve öyle yapardı. Fakat yine gözyaş­ları aktıkça bu bezler gevşer, kopar, annesi de durmadan onları ya­pıştırırdı.” dedi

Buhâri, Hz. Âişe'den rivayetinde:

“Hz. Ebû Bekir Kur'an okuduğu vakit gözyaşlarını tutamazdı.” dedi. Yine bu rivayette:

“Resûl-i Ek­rem ölüm döşeğine yattığı vakit Hz. Ebû Bekir'e namaz kıldırmasını emretmişti. Hz. Aişe:

“Ya Resûlallah! Babam çok yufka yüreklidir, sizin mihrabını­za geçecek olursa cemaat onun ağlamasından başka bir şey duymaz,” demiştir.

Abdullah b. Musa da, “Hz. Ömer'in yanaklarında ağlamaktan iki siyah çizgi belirmişdi.” demiştir.

Abdullah b. Ömer de:

“Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkar eden kimse gibi olur mu?”[91], âyet-i celilesinden muradın, Hz. Osman olduğunu söyler. Muâviye (r.a.), Dırar radıyallahu anh'a:

“Hz. Ali'yi bana anlat,” dedi. Dırar:

“Bana kızmayacaksın, değil mi?” diye sordu. Muâviye:

“Hayır, kızmam, olduğu gibi anlat,” dedi. Dırar:

“O ilim ve maarifde o kadar ilerde idi ki, onun bu hususlar­daki bilgisini kimse ölçemez. O İslâm dinini yaşamakta ve yaymak­ta en güçlü bir insan, gerçeği kesin ve açık olarak konuşan, adaletle hükmeden, her tarafından ilim ve marifet fışkıran, her yanından hikmetler akan dünyanın cazibelerine kapılmayan, gecenin karan­lığı ile anlaşan ve tenha yerlerden hoşlanan, çok düşünen ve çok ağ­layan, kendi akıbetinden korkarak ellerini oğuşturup hayretler içinde sağa ve sola dönen, kendi kendini kınayan, süslü kumaşlar üze­rine, kaba elbiseleri tercih eden, sofrada bulduğu ile yetinen, adeta bizden birisi imiş gibi sorularımızı cevaplandıran, davetlerimize ka­tılan bir insandı. Gülümsediği vakit dişleri inci daneleri gibi parlar, din bilginlerine saygı gösterir, yoksulları severdi. Haksızlıkta güç­lülerin kendisinden yardım görme ümidi olmaz, zayıflar da adaletin­den ümit kesmezlerdi. Bazı geceleri sakalını eline alır ve yolarcasına toplayarak mihrabında sabahladığına bizzat kendim şahidim.

“Aman ya Rabbi, aman ya Rabbi” diyerek üzüntülü bir şekilde ağ­ladığını ve:

“Ey dünya, sen mi bana yöneldin, yoksa ben mi senin peşindeyim? Yazıklar olsun bana, seni ebediyyen terkediyorum, ar­tık bana dönmene imkan yok. Ey Ali, ömrün kısa, yaşayışın hakir, tehlikelerin ise çok büyük. Bu uzun ve yalnız yolculukta, bu azıcık azık ile ne yapacaksın?” der ve ağlardı. Bütün bunları şu anda gö­rür gibiyim, dedi. Bunları dinleyen Muâviye akıttığı ve yeni ile sil­diği gözyaşları ile oradakileri de ağlattıktan sonra:

“llah Ebû'l-Hasan'a (Ali'ye) rahmet etsin. Vallahi, o, senin anlattığın gibi bir zat idi. Ey Dırar, senin ona olan hasretin nasıldır?” Diye sordu. Dırar:

“Gözünün önünde evladı boğazlanan bir babanın elem ve has­reti gibidir,” dedi, gözyaşlarını tutamayarak talebesi Saîd b. Cübeyr ile birlikte hüngür hüngür ağladılar.

Cabir'in oğlu Yezid'in oğlu olan Abdurrahman da şöyle diyor:

“Mersid'in oğlu Yezîd'e:

“Nedir, bu gözyaşlann hiç durmaz mı?” Diye sordum. Mersid:

“Benim gözyaşlanmdan ne istiyorsun?” Dedi. Ben:

“Umulur ki Allahu Teâlâ senin gözyaşlarından beni de fayda­landırır, bunun için soruyorum,” dedim. Mersid:

“Kardeşim, Allahu Teâlâ, isyan ettiğim takdirde beni cehen-nem'e koymakla korkutmuştur. Halbuki beni, yalnız hamamda hap­setmekle korkutsaydı, yine gözyaşlamnın kurumaması gerekirdi. Da­ha nasıl ağlamayayım?”,dedi. Ben:

“Tenhalarda da böyle ağlıyor musun?”, diye sordum.

“ Bundan sana ne, neden soruyorsun?”, dedi. Ben:

“Umulur ki ondan da yararlanırım,” dedim. O:

“Vallahi bu hal, ailemle münâsebet kurmak istediğim zaman gözümün önüne gelir, arzumu yerine getiremem. Sofrada hatırlasam yemek yiyemem. Ben ağlarım, karım ağlar ve hiç bir şey anlamadıkları halde küçük çocuklarım da ağlar. Hatta zaman olur ki karımın,

“Nedir senin bu ağlamalarından çektiğim, hiç mi bir huzur günü görmeyeceğiz?” dediği olur,” dedi”.

Cafer b. Süleyman anlatıyor:

“Sabit Bennâni'nin gözleri ağrıdı, doktora gitti. Doktor:

“Tavsiyemi yerine getireceğine söz ver, gözünün daha ağrıma­yacağına dair sana teminat vereyim,” dedi. Sabit:

“Tavsiyen nedir?”, diye sordu. Doktor:

“Daha ağlamıyacaksın,” dedi. Sabit:.

“Ağlamayan gözde ne hayır kalır, diye mukabelede bulundu”.

Urfe'nin oğlu Hasan diyor ki: “Vâsıt mevkiinde Harun'un oğlu Yezid'i gördüm. Gözlerine hayran oldum. Bir süre sonra gözlerinin kör olduğunu görünce:

“O güzel gözlerine ne oldu?”, diye sordum. O:

“Gecelerde akan yaşlar onları kör etti,” dedi.

Feth-ı Mevsıli’nin arkadaşlarından biri yanına giderek al renk­te akan gözyaşlarını görünce:

“Kan mı ağlıyorsun?”, diye sordu.

“Evet, kan ağlıyorum,” dedi. Bu zat:

“Hayrola, niçin kan ağlıyorsun?”, diye sordu. Feth-ı Mevsılî:

“Allah'ın bana borç ettiği bir görevi yerine getiremediğim için ağlıyorum, dedi. Feth-ı Mevsıli öldükden sonra kendisini rüyasında gören bu zat:

“Allahu Teâlâ sana ne gibi muamelede bululdu?” Diye sordu.

“Allah'ım beni yargıladı,” dedi. Bu zat:

“ O akıttığın gözyaşlanndan sebeb Allahu Teâlâ sana ne gibi muamelede bulundu?”, diye sordu. Feth-ı Mevsılî:

“Allah'ım beni kendine yaklaştırdı ve

“Niçin bu kadar ağla­dın?” diye sordu. Ben,

“Allah'ım, senin bende olan bir hakkim ye­rine getiremediğimden ağladım.” dedim. Allahu Teâlâ,

“Yaş yerine niçin kan akıttın?” diye sordu. Ben,

“Baha rahmet kapılarını açmayacağından korktuğum için.” dedim. Allahu Teâlâ,

“Senin bütün bu düşüncelerinin sonucudur ki, seni koruyan melekler kırk yıl bana arzettiklei amel sahifelerinde bir günah bulunamamıştır.” buyurdu, dedi”.

İbri Hibban Sahihinde anlattığına göre Ata diyor ki:

“Ben ve Ömer'in oğlu Ubeyd Hz. Aişe'nin huzuruna çıktık. Hz. Aişe:

“ Ey Ubeyd,   demek ancak şimdi ziyaretime gelebildin?”, dedi. Ubeyd:

“Eskilerin: “Seyrek ziyaret et ki, sevgin artsın” sözüne uya­rak geciktim,” dedi. Hz. Aişe:                                               

“Hayır, tenbelliğinden geciktin,” dedi. Ömer'in oğlu Ubeyd:

“Ey mü’minlerin annesi, Resûl-i Ekrem'den gördüğün önemli şeylerden bize haber ver,” dedi. Hz. Aişe kısa bir süre sustuktan sonra:

“Bir gece Resûl-i Ekrem bana:

“Ya Aişe, bana Müsaade et de bu gece Habbime ibadet edeyim,” dedi. Ben:

“Ey Allah'ın Resulü, sana yakınlığı, senin Allah'a yakınlığını ve seni memnun eden şeyi en çok sevenlerdenim, dedim. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem abdest alarak namaza durdu ve ağladı. O kadar ağ­ladı ki gözyaşları yerleri ıslattı. Bu hal böyle devam ederken, Hz. Bi­lal namaza davet etmek üzere içeri girdi. Resûl-i Ekrem'in gözyaşlarını görünce:

“Geçmiş ve gelecek hataların bağışlanmışken niçin ağlıyorsun?”, diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl Sahihlerine şüphesiz deliller vardır.”[92], âyet-i celilesidir. Yazıklar olsun bu ayeti okuyup da üzerinde düşünmeyen­lere,” dedi.

Şunu bilmiş ol ki, ağlamak, ya üzüntüden, ya korkudan veya se­vinçten olacağı gibi, Allah'a şükürden veya Allah korkusundan da olur. Bunların en üstünü ve karlısı, Allah korkusundan akıtılan gözyaşlarıdır. Fakat yalan ve riya olarak akıtılan gözyaşları rahmetten koğulma ve Allah'ın gazabını çekmekten başka bir fayda sağlamaz. Ezelde iyilerden veya kötülerden yazıldığını bilmeyen ve bu arada çeşitli günahları irtikâb edenlerin üzülerek günahlarına tevbe ile is­yandan uzaklaşıp ibadete dönerek geçmiş ve gelecekleri için gözya­şı akıtmaları en tabii bir haklarıdır.

Zatın biri, “İnsanların en yumuşak kalblisi, en az günah işleye­nidir.” demiştir.

Ukbe fa. Âmir'in rivayetinde Resûl-i Ekrem'e:

“Ey Allah'ın Resulü, kurtuluş çaresi nedir?”, diye sorduklarında, Resûl-i Ekrem:

Diline sahip ol, evinde otur ve günahlarına ağla,”[93] buyur­muştur. Diğer bir hadîsde de şöyle buyurmuştur:

“ Ben sizden daha iyi Allah’ı bilir ve sizden daha çok O'ndan kor­karım.”

Bunun içindir ki korku, peygamberler, âlimler ve velilerde; em­niyet ise zâlimler, zalim hükümdarlar ve cahillerde daha çoktur. Bun­lar, hesaplarını vermiş, Allah'tan uzak kalmaktan, kıyametin deh­şetinden ve cehennemin azabından emin olmuş bir tutum içindedir­ler. İşte bu gibiler hakkında Allahu Teâlâ,

“Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerine unutturduğu kimseler gi­bi olmayın; onlar, yoldan çıkmış kimselerdir.”[94] buyurmuştur.

Buhârî, Ensar'dan olan Ümmü Âlâ (r. anha)'dan rivayetinde, Ümmü Âlâ diyor ki: “Mekke'den gelen ilk muhacirler Medine'liler ara­sında kur'a ile taksim edildi Her yönü ile Muhacirlerin ileri gelen­lerinden olan Osman b. Maz'ûn (r.a.) bizim hissemize düştü. Yanı­mızda hastalandı ve öldü. Kendisini yıkayıp kefenlediğimiz zaman Resûl-i Ekrem de geldi. Ben:

“Ey Sâib'in babası, Allah sana rahmet etsin, Allahu Teâlâ'nın sana ikramda bulunacağına ben şehâdet ederim,” dedim. Resûl-i Ek­rem:

“Allahu Teâlâ'nın ona ikramda bulunacağını nereden biliyor­sun?” diye sordu. Ben:

“Anam babam sana feda olsun, ya Resülallah, bildiğimden de­ğil, öyle kanaat ettiğimden söylüyorum,” dedim. Resul-i Ekrem Osman'a yaklaşarak:

“Vallahi ben onun için hayırlar umarım,” buyurdu.

Resul-i Ekrem'in Ümmü Âlâ'yi reddetmesi onun Osman hakkın­da kesin hükümde bulunmasından idi. Onu ancak Allah bilir. Bu­nun için Ümmü Âlâ'nın kesin olarak Hz. Osman hakkında şehâdette bulunmasını iyi karşılamamiştı. Ümmü Âlâ'ya yakışan, “Allah'ın sana ikramda bulunacağını umarız”, şeklinde konuşması idi. Nite­kim Resul-i Ekrem de aynı şekilde, “Ben onun hakkında hayır uma­rım.” buyurmuş ve devamla “Ben peygamber olduğum halde Aîlahu Tealâ'nın kıyamet günü hakkımda ne işlem yapacağını bilemem.” buyurmuştur. Ümmü Ala:

“Vallahi ben de ondan sonra böyle kesin olarak hiç kimseyi tezkiye etmedim; hep ümit ve hüsn ü zan ifade eden kelimeleri kul­landım. Bu hal beni çok üzdü. Bir ara rüyamda akan bir göze gör­düm. Bu gözenin Osman b. Maz'ûn'a ait olduğunu söylediler. Uya­nınca Resûl-i Ekrem'e giderek rüyamı anlattım.” Resûl-i Ekrem:

“İşte o gördüğün, Osman b. Maz'ûn'un amelidir,” buyurdu. Os­man b. Maz'un Cr.a.) ölünce Resûl-i Ekrem yanına gelerek yanakla­rından öptü, ağladı ve gözlerinden akan yaş Osman'ın yanaklarına aktı ve orada bulunanlar da ağladılar. Resûl-i Ekrem:

“O, bu dünyadan dünyalık namına hiç bir şey almadan ayrı­lan bir insandır,” buyurdu ve onu övdü. Resûl-i Ekrem ona, “Geçmiş­lerin iyisi, geçmiş iyi bir insan” adını verdi. Medine-i Münevvere'deki Baki' mezarlığına ilk defnedilen bu zattır. Allah kendisinden ra­zı olsun.

Bedir savaşına katılmış İslâm kahramanı olan Osman b. Maz'un hakkında, kesin olarak, Ümmü Âlâ'nın, “Allahu Tealâ'nın ikramına mazhar olur.” sözü üzerine Resûl-i Ekrem:

“ Ne biliyorsun? Yoksa Allahu Teâlâ Bedir kahramanlarına, “Siz ne yaparsanız yapın, ben sizi bağışladım” diye bir vaidde bulundu­ğunu mu biliyorsunuz?”, buyurdu ve onları böyle kesin konuşmaktan men etti. Fakat kendisi Osman'ı öperek ağladı ve onu en üstün fazi­let olan, “Dünyadan bir şey almadı, geçmişlerin iyisidir” demekle iltifat etti. Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Aynı zamanda kişinin ne kadar çok iyiliği olsa da Allah'ın azabından emin olmamasını ha­tırlatır Çünkü Allah üzerine hiç bir şey vacip değildir. Nitekim:

“De ki: “Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek dilerse kim O'na karşı koyabilir?”[95], bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Resûl-i Ekrem Ümmü Âlâ (r.a.) ya yaptığı gibi bir defasında da aynı muameleyi Hz. Âişe (r.a.) ye yapmıştır. Nitekim Müslim'in ri­vayetinde Hz. Aişe, “Resûl-i Ekrem'i Ensar'dan bir çocuğun cenaze­sine davet etmişlerdi. Ben:

“Ne mutlu bu çocuğa ki, cennet serçelerinden bir kuş olarak uçup cennete gitti. Çünkü hayrı ve şerri anlamadan ve hiç bir kö­tülük yapmadan öldü,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“O, senin bildiğin gibi değil, Allahu Teâlâ cennetlikleri onlar daha annelerinin karınlarında iken, cehennemlikleri de babalarının bellerinde iken yaratmıştır,” buyurdu.” demişlerdir.

Hatta bu rivayetten, Müslüman çocuklarının cennete girecekle­rine kesin olarak hükmedilemeyeceği anlamını almışlardır. Fakat ule­ma, bunca açık ve kesin âyet ve hadisler karşısında bu görüşde olan­ları şiddetle red ve inkâr etmişlerdir. Bu hadisle delil çekilemez, çün­kü bu hadisin zahir anlamının murad olmadığı ittifaklıdır. Zira bu rivayet, çocuklar hakkında Allah tarafından Resûl-i Ekrem'e cen­nete gireceklerine dair kesin bilgi verilmeden öncedir. Bu itibarla hiç bir tarafa kesinlikle hükmetmemiş, ancak kesin olan hükmü red­detmiştir. Bu husustaki kesin nasslar varid oldukdan sonra” artık Müslüman çocuklarının cennete gireceklerine dair kesin hükme varmakta bir sakınca kalmamıştır. İhtilaf, Müslüman olmayanların ve bütün kâfirlerin çocukları hakkındadır ki, esahlı ve en doğru olanı, bunların da cennetlik olmalarıdır ki, bu konuya bir daha temas ede­ceğiz.

Durum bu olduğuna göre mü’minler nasıl korkmasınlar ki, biz­zat Resûl-i Ekrem:

“Hûd ve benzeri el-Hakka, el-Vâkı'a, en-Nebe, et-Tekvîr ve Ğâşîye gibi sûreler beni kocalttı.” buyurmuştur.

Ulema diyor ki: “Resûl-i Ekrem'i kocaltan, bu sûrelerdeki korku ve dehşet veren, âhiret halleri ve onun tüyler ürpertici safhalarını anlatan şiddetli veidleri ihtiva eden hususlar olsa gerektir. Ayrıca Hûd süresindeki: “Emrolunduğu gibi İstikamet et.” âyet-i celilesi bun­ların başında gelir, istikamet ise ulaşılması en güç bir makamdır. Bunu hakkıyle yerine getirmek, ancak Resûl-i Ekrem'e müyesserdir, istikamet, şükür makamı gibidir; zira şükür, her an kişinin zahir ve batini, âlet ve duyu organlarını yaratıldıkları gayeye hizmete yönelt­mektir. İşte bu sebebtendir ki Resûl-i Ekrem'e:

“Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlanmış iken bu de­rece korku içinde ağlayıp niyaz ve yakarışta bulunmanın hikmeti ne­dir?”. diyenlere, Resûl-i Ekrem:

“Ben şükreden kullardan olmayayım mı?”, diye cevap vermiştir. Evet, insanlardan bazıları:

“Doğrusu ben tevbe edeni, inanıp yararlı iş işleyerek doğru yola gi­reni bağışlarım.” [96]âyet-i kerimesinden ümide kapılmaktadırlar. Acaba ümit bunun neresindedir? Halbuki âyet mağfireti dört şarta bağlamaktadır. Bunlardan birincisi tevbedir. İkincisi, Resûl-i Ekrem'in:

“Sizden herhangi birinizin, kendisi için sevdiğini din kardeşi için de sevmedikçe, imanı (kâmil) olmaz.” [97]buyurduğu şekilde kâmil imandır. Üçüncüsü, sâlih amel ve dördüncüsü de hidâyette olanların yoluna girmektir. Bu da murakabe, zikir, fikir, hal, kal, dua, ihlâs ile Allah'a yönelmektir. Hal böyle olunca ümit bunun neresindedir? Bunun benzeri şu âyet-i kerîme'dir:

Fakat tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyen kimse, umulur ki kurtu­luşa erenlerden olur.”[98] İnsan, Allahu Teâlâ’nın “umulur” buyurduğuna muhakkak nazariyle bakmamalıdır. Çünkü bu, yalnız çoğunluk ifade eder, yoksa hepsini kapsamı içine almaz. Nitekim di­ğer âyette Firavn'ın tezekkür etmeyeceğini bildiği halde Musa ile Harun aleyhimesselâma:

“Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar.” [99]bu­yurmuştur. Halbuki Firavn, ne öğüt dinlemiş ve ne de korkmuştur. Demek ki “umulur ki” kaydı bulunan âyetlerden, “mutlak böyle olur” mânası anlaşılmamalıdır.

Belki, nasûh tevbe ile teybe, kâmil iman ile iman edip sâlih amel­ler işlediğin vakit felah ve hidâyete erip Allah'a yaklaşman umulur, demektir. Kesinlik yoktur, Sakın, “Ben sâlih amel işliyorum bu mer­tebeye yükselirim” diye kendini emniyette bilme. Zira âyet-i celilede:

“Allah'ın melerinden ancak mahvolacak millet güvende olur.”[100] buyurulmuştur. Hatta Allahu Teâlâ'nın:

“Allah doğrulardan doğruluklarını sormak...” [101]

“Allah kasabaların zalim halkını yakalayınca böyle yakalar; yakala­ması da şiddetli ve elimdir. Âhiretin azabından korkanlara, bunda hiç şüphesiz ibret vardır. Bu, insanların toplanacağı gündür; bu gö­rülecek bir gündür. Biz, o günü ancak belli bir süreye kadar gecik­tiririz. O gün gelince Allah'ın izni olmaksızın hiç kimse konuşamaz. İçlerinde bedbaht olanlar da mes'ül olanlar da vardır.”[102]

“Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üze­rine aldığı kesinleşmiş bir hükmüdür. Sonra biz Allah'a karşı gel­mekten sakınmış olanları kurtarır, zalimleri de orada dizüstü çök­müş bırakırız.”[103]

“Yaptıkları her işi ele alır onu toz duman ederiz.” [104]

And olsun ki İblis, onlar hakkında görüşünü doğru çıkarmış, inanan­lardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı.” [105]

“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kö­tülük yapmışsa onu görür.”[106]

“Asra yemin olsun ki, İnsan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak ina­nıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabır­lı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır.” [107]ayetlerini hatırdan çıkarmamalıdır. Sağduyu ve basiret gözünle bir bak, istisnanın de­laletiyle Asr süresindeki lâm-ı tarifin umumi ve istiğrak ifade etme­sinden anlaşılacağı gibi, iman ve sâlih amel ile hakkı ve sabn tav­siye edenlerden başka hepsinin hüsran ve zararda olduklarını, Allahu Teala yeminle haber vermiştir. Hakkı tavsiye, Kitab ve sünnetin ha­ber verdiği ahlâk, edeb ve hükümlerle diğer söz, iş ve hareketlerin­de zahiri ve batini hallerinde ihlâs üzere, yalnız Allah'ın rızası ga­yesine matuf olmaktır. Sabrı tavsiye de ibadete, onun güçlük ve zor­luklarına tahammül etmek, günaha ve benimi zevklerine karşı di­renmekledir. İşte ancak bunlardır ki, hüsran ve nedametten büyük ümitlere kapılabilirler. Allahu Teâlâ bizleri, bu dört vasfı taşıyan kullarından eylesin. Kalbi, Allahu Teâlâ'nın iki kudret parmağı ara­sında bulunan kimse nasıl olur da emniyete kapılır? İki kudret par­mağı demek, bir kısmı için saadeti ve bir kısmı için de şakaveti, bed­bahtlığı dilemesi demektir. Aslında kalbe “kalb” adının verilmesi, kolaylıkla sağa ve sola döndüğü içindir. Altındaki kuvvetli ateş ten­cereyi tahrik ettiği gibi, kalbde yanan ateş de kalbi titreştirir, sağa sola döndürür. Bunun için Resûl-i Ekrem secdesinde çoğunlukla:

Ey kalbleri istediği tarafa çeviren Allah'ım! Kalbimi ve gönlümü sa­na ibadette sabit kıl.” diye dua ederdi.

Halbuki kalbleri istediği tarafa çeviren Allahu Teâlâ:

“Doğrusu Rablerinin azabından kimse güvende değildir.”[108] bu­yurmuştur. Eğer Allahu Teâlâ ariflerin ve gerçek vâris olan âlimle­rin gönüllerini reca ve ümit ile rahatlandırmasa onların ciğerleri, Allahu Teâlâ’nın hazırladığı ateş ile kasıp kavrulurdu.

Resûl-i Ekrem'in ashabından olan Ebû'd-Derdâ, (r.a.) yemin ede­rek “Son nefesinden emin olmak, imansız gitmeğe sebebtir.” derdi. Çünkü bu, Allahu Teâlâ'nın mekrinden emin olmanın cezasıdır.

Abdurrahman b. Mehdi anlatıyor: “Sufyan-ı Sevri ölüm döşeği­ne yatıp sancıları fazlalaştığı vakit ağladı. Adamın biri:

“Niçin ağlıyorsun? Yoksa günahlarının çokluğundan mı kor­kuyorsun?”, dedi. Yerden bir çöp alan Sufyan;

“ Günahlarım bu çöp kadar bana ağır gelmez, ben, ölüm anında imanımı kaybetmekten korkarım,” dedi”.

Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah anlatıyor: “Babam ölmek üze­re iken ben çenesini bağlamak için bir bez aldım. Başı ucunda bek­liyordum. O ise buhranlar geçiriyor ve terliyordu. Bir ara gözünü aça­rak:

“Yanımdan uzaklaş git, dedi. Ben:

“Baba kiminle uğraşıp duruyorsun?”, diye sordum. O:

“Oğlum, görmüyor musun?” dedi. Ben:

“Hayır, göremiyorum,” dedim. Babam:

“Oğlum, iblis karşıma dikildi, imanımı almağa çalışıyor, ben de ona, “Başımdan defol diyorum” dedi.”

Sehl de “Mürit, günaha düşmekten, arif de İmanının selb olma­sından korkar.” dedi.

Rivayet edildiğine göre peygamberlerden biri Allahu Teâlâ'ya açlık ve çıplaklığından şikâyet etti. Allahu Teâlâ:

“Kalbini küfürden koruduğum yetmemiş gibi bir de dünyalık mı istiyorsun?” diye kendisine itab etti.

Başına toprak saçıp istediğine pişman olan bu peygamber:

“Razıyım, beni bağışla ve küfürden koru,” dedi.

Ayakları sağlam ve imanları kuvvetli olan arifler bile bu kor­kuyu taşıdıklarına göre seni emniyette kılan nedir?”

Alimler imansız gitmeğe sebeb olan birçok alâmetler sayarlar. Bunlardan bazıları:

1. Bid'atlere dalmaktır. Peygamberimiz ve onun Ashâb'ı zama­nında olmayan ve ibadetlere sonradan ilâve edilen şeylerdir. Resûl-i Ekrem “Bid'atçiler, cehennemde Cehenemliklerin köpekleridir.” buyurmuştur.

2. Amelde nifak ve riya. Resûl-i Ekrem:

“Münafıkın belirtisi üçtür: Söylediği vakit yalan söyler, söz verdiği vakit sözünde durmaz, kendisine güvenildiği vakit emânete hıyanet eder. Bu adam namaz kılıp, oruç tutsa ve kendini Müslüman sansa da yine münafıktır.” [109]buyurmakla buna işaret etmişlerdir. Bu­nun için geçmiş büyükler son nefesde imansız gitmekten son dere­ce korkmuş, hatta bazıları, “Nifaktan uzak olduğumu bilmem, be­nim için bütün varlığı ile kâinattan daha sevimlidir.” demişlerdir. Ebû'-Derdâ (r.a.), “Nifak hususunda, yani kalbi bozuk olduğu hal­de saygılı ve dürüst ibadet yapıyor gibi görünmekten sakınan.” de­miştir.

Buhârî'nin rivayetine göre, Enes (r.a.) diyor ki:

“Ey insanlar! Sizler yaparken önem vermediğiniz ve hiçe saydığınız öyle hatalar var ki, biz bunları Resûl-i Ekrem'in zamanında tehlikeli günahlardan sayardık”.

Zamanının Şafii imamlarından olan Şeyh Makdisi'nîn Ebû Zer (r.a.) den rivayetinde, Ebû Zer (r.a.) diyor ki: “Resûl-i Ekrem bana dört öğüt vermiştir ki, benim yanımda bunlar dünyalardan kıymet­lidir. Resûl-i Ekrem buyurdu ki:

“Ey Ebû Zer, gemini yenile, zira derya derindir. Yükünü azalt, çün­kü yol engebeli ve arızalıdır. Azığını tam al, zira yol uzaktır. Para­sını hâlis al kalp para alma, zira gittiğin yerde sarraf vardır kalp parayı kabul etmez.” [110]buyurmuştur.

Saîd b. Cübeyr (r.a.), e, haşyetten sorduklarında, “Haşyet, Allah'­tan öyle korkmandır ki, o korku, seninle günah arasında perde olup sana günahı yaptırmamasıdır.” demiştir, işte haşyet böyle olur.

Allah'a mağrur olup aldanmağa gelince; bu da isyana dalıp Al­lah'tan mağfiret beklemektir. Gaflet içinde bulunan birisi şöyle bir tenha yere çekilmiş ve “Artık beni burada gören olmaz, çünkü kim­se yoktur. Burada günah işleyebilirim.” der demez, kendini dehşete düşürecek bir ses:

“Yaratan bilmez olur mu? O, latiftir, haberdardır.” [111]Adam bu sesi duyar duymaz kendine geldi.

Said b. Cübeyr (r.a.)

“Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi ayartmasın.” [112]âyet-i celîlesinin tefsirinde, “Bu, günaha devam edip Allah'tan mağfiret beklemektir.” dedi.

Adamın biri Tavus'un ziyaretine gitti. İçeriye girmek için kapı­yı çalıp izin isteyince karşısına yaşlı bir zat çıktı. Adam:

“Tavus sen misin?” diye sordu. Yaşlı zat:

“Hayır, ben onun oğluyum,” dedi. Adam:

“O halde babanız bunadı,” dedi. Tavus'un oğlu:

“Hayır, âlimler bunamaz. İçeri gir, fakat fazla konuşma, dedi. Adam içeri girdi ve Tavus ile görüştü. Tavus:

“Ben sana Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an'ın özetini öğretece­ğim,” dedi. Adam:

“Sen bunları bana öğretirsen, ben de başka bir şey sormam,” de­di. Tavus:

“Allah'tan öyle kork ki, O'ndan daha çok korktuğun kimse ol­masın. Korktuğundan daha çok da O'na ümit bağla ve kendine sev­diğini başkalarına da sev,” dedi.

Âlimin bunamadığını, İkrime'nin:

“...İçinizden bir kısmı da ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki...” [113]âyetinin tefsirinde: “Kur'an'ı hakkıyle okuyan kimse öm­rünün en fena zamanına düşmez.” demesi de bunu kuvvetlendirmektedir. Yâni âlimler o derece ömürlerinin en fena zamanına çoğun­lukla düşmezler, Allahu Teâlâ onları korur.

“Rabbinin makamından korkanlar için iki cennet vardır.”[114] âyet-i celîlesirun tefsirinde Mücahid, “Bu kimse günah işlemeyi kararlaş­tırdıktan sonra, başka bir engel olmaksızın, yalnız Allah'tan korkup utanarak terkeden kimsedir. Buna iki cennet verilir.” Demiştir. Ri­vayete göre Hz. Ömer devrinde cami ve cemaate devam eden âbid ve zahid bir gence bir kadın âşık olur. Genci davet eder, genç de bu davete katılır, Tam bu sırada Allahu Teâlâ'nın her yerde hazır ve nazır olduğunu düşünerek bayılıp düşer. Kadın genci dışarı çıkarır. Anne ve babası da genci alarak eve götürürler. Genç ölür. Mezar başında Hz. Ömer:

“Rabbinin makamından korkanlar için iki cennet vardır.” âyetini okur. Bu sırada mezardan bir ses,

“Evet, ey Ömer, Allah'ım, rızası ile beraber o iki cenneti de bana verdi.” der.

Yahya b. Muaz da, “En büyük günah, günaha pişman olup tevbe etmeden affı beklemek, itaat etmeden Allahu Teâlâ'ya yakınlığı ummak, amelsiz mükâfat beklemek ve üstelik Allah'tan fazlalık um­maktır.” demiştir.

İnsanı Allah'tan en çok korkmağa ve huzurunda huşu ile eğil­meğe sevkeden en kuvvetli âmil, ilimdir. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Allah'ın kulları arasında Ondan korkan ancak âlimlerdir.” [115]buyurmuştur. Bunun için sahabenin uleması daha çok korkmuşlar­dır. Hatta Hz. Ebû Bekir mü’minin göğsünde bir kıl olmağı temen­ni etmiştir. Hz. Ömer ise ölüm döşeğinde, “Eğer bağışlanmazsa, ya­zıklar olsun, Ömer'e,” demiştir. İbn Mes'ud (r.a.), “Keşke öldükten sonra hiç dirilmeyeydim.” demiştir. Buna bazı itirazlar yapılabilir­se de bunu gerçek anlamda demediği, belki dirilip mahşer yerinde­ki muhasebe ve muhakemeden korkarak söylediği meydandadır.

Bunun benzeri, Resûl-i Ekrem'in sevdiği Usâme (r.a.) nin başın­dan geçen bir olaydır. Usâme (r.a.) savaş alanında kılıcını kaldıra­rak hasmının boynunu vuracağı sırada hasmı şehâdet kelimelerini getirmiş fakat Usâme, “Bunu kılıç korkusundan söylüyor, iman bu­nun kalbine inmemiştir” kanaatiyle adamın boynunu vuruyor. Du­rum Resûl-i Ekrem'e intikal edince, Resûl-i Ekrem soruyor. Usâme de bu kanaatini ifade edince, Resûl-i Ekrem, “Kalbini yarıp baktın mı?” buyuruyor. Yanlış hareket ettiğini anlayarak şaşkınlığa düşen Usâme o anda,

“Keşke ondan önce değil de o gün Müslüman olsay­dım.” diyor. Şüphesiz Usâme'nin bu sözü, küfrü temenni ettiği için değil, muaheze korkusu ile söylenmiş bir sözdür. Daha doğru­su Müslümanların kendisini tekfire kalkışacaklarından korktuğu içindir.[116]

Denildi ki: İlimden uzaklaşıp amellerini beğenen bazı kimseler, keramete benzeyen bazı lutûflara mazhar olduklarını görünce, geç­miş büyüklerin, dua, zikir, fikir ve ibadetle meşgul olma yolunu bı­rakıp dualarla meşgul olmağa başlarlar. Hatta bunlardan o kadar ileri gidenleri olmuş ki, birisi, “Ben, kıyametin kopmasını ve çadırı­mı cehennemin üzerine kurmamı istiyorum.” demiş, kendisine:

“Bunu niçin istiyorsun?” Diye sorana da,

“Ben biliyorum ki cehennem beni görür görmez söner ve ben de bu suretle âlemlere rahmet olurum,” demiştir.

İşte bu gibi sözler, en çirkin ve şeni sözlerdir. Çünkü burada Allahu Teâlâ'nın son derece önem verip insanları korkuttuğu cehen­nemi küçümseme vardır. Halbuki Allahu Teâlâ cehennemin vasfın­da mübalâğa ederek:

“İnkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı İnsanlarla taş olan ateşten sakının.” [117]buyurmuştur. Diğer bir âyette de şöyle buyurulmuştur:

“Bu ateş, onlara uzak bir yerden gözükünce, onun kaynamasını ve uğultusunu işitirler.” [118]

Ayrıca Müslim'in rivayet ettiği Sahih bir hadîsde de:

“Yaktığınız bu ateş (var ya) cehennem ateşinin yetmiş cüz'ünden bir cüzdür”, buyurdu. Ashab:

“Vallahi bu ateş de yeter,” demeleri üzerine, Resûl-i Ekrem:

“O cehennem ateşi, her derecesi bu sıcaklıkta olmakla altmış dokuz derece daha fazladır”[119], buyurdu.

Diğer bir Sahih hadîsde de şöyle buyurulmuştur:

“Hesap günü cehennem getirilir. Cehennemin yetmişbin yuları var­dır. Her yularını da yetmişbin melek çeker.”[120]

Evinde lâmbasını yakmış oturan salihlerden bir zata nefsi bir günah işlemesini söylemiş. O da

“Dur bakalım, bu lâmbanın ateşi ce­hennem ateşinden yetmiş derece ehvendir. Şayet buna dayanabilirsen dediğini yaparım- diyerek elini lâmbanın ateşine yaklaştırınca hemen bir feryad ile geri çekildi ve

“Ya nasıl, yetmiş derece ehven olan ateşe dayanam açlığın halde koca cehennemin ateşine nasıl da­yanacaksın?” diyerek günah işlemekten vazgeçti.

Hz. Ömer (r.a.) Hz. Kâ'b'a hitaben:

“Bizi biraz korkutur musun?”, dedi. Kâ'b:

“Eğer kıyamet günü yetmiş peygamberin sevabiyle Allah'ın huzuruna çıksan yine de az gelirdi,” dedi. Hz. Ömer bayılıp ayıldıktan sonra:

“Ey Kâ'b, biraz daha anlatır mısın?” dedi. Hz. Kâ'b:

“Eğer batıya cehennemden öküz'ün burun deliği kadar bir de­lik açılaydı, doğuda bulunan insan onun hararetinden erirdi,” dedi. Bunu duyan Hz. Ömer tekrar bayıldı. Ayılınca:

“Biraz daha anlat,” dedi. Bunun üzerine Hz. Kâ'b:

“Kıyamet günü cehennem öyle bir nefes verecek ki, bütün me­lek ve peygamberler korkudan dizleri üstü çökecek: “Ya Rab, Sen­den, başka kimseyi istemiyorum, beni koru” demek durumuna düşe­ceklerdir,” dedi.

Yine Kâbü'l-Ahbar'ın anlattığına göre kıyamet günü Allahu Teâlâ bütün yaratıkları bir araya toplayacak ve melekler inip saf bağ­layacaklardır. Allahu Teâlâ Cabrâil aîeyhisselâma cehennemi getir­mesini emredecek, Cebrail aleyhisselâm yetmişbin yularla çekilen cehennemi getirecek. Cehennem yüzyıllık mesafeden bir nefes vere­cek ki, herkesin kalbi yerinden oynayacaktır. İkinci nefesinde bütün melek ve peygamberler dize gelecek, üçüncü nefesinde ise yürekler boğazlara gelecektir. Akıllar baştan çıkacak, herkes ameline sığına­caktır. İbrahim aleyhisselâm:

“Ya Rab, hulletin -dostluğunun- hakkı için yalnız nefsimi isterim, beni koru, Musa aleyhisselâm:

“Ya Rab, Seninle olan münacatım hakkı için beni koru,”  İsâ aleyhisselâm:

“Ya Rab, bana olan ikramın sayesinde anamdan da geçtim, nef­simi isterim,” diyeceklerdir.

Bir hadlsde, Resûl-i Ekrem Cebrail aleyhisselâma:

“Ne oluyor Mikâil'i hiç güler olarak göremiyorum?”, diye sorar. Cebrail aleyhisselâm:

“Evet, cehennem yaratıldığı gündenberi Mikâil gülmemiştir. Benim de gözlerim kapanmamıştır. Korkumuz, bir isyan sebebiyle bu cehenneme girmektir,” dedi.

Abdullah bin. Ravaha'yı ağlarken görenler:

“Niçin ağlıyorsunuz?”, diye sorarlar. Abdullah b. Ravaha:

“Nasıl ağlamayayım ki, Allahu Teâlâ, “Mutlak surette hepiniz cehenneme uğrayacak, cehenneme uğramadık kimse kalmayacaktır.” buyurduğu halde sonunda müttakilerin cehennemden kurtulacağını haber vermiştir. Cehenneme uğramam kesin, fakat oradan çıkmam şüphelidir. İşte buna ağlarım,” dedi.

Günah kirlerinden temiz olan melek ve peygamberlerin cehen­nem korkusundan durum ve tutumları bu olunca, aldanmışlann ha­li nicedir? Kendi aklınca, çadırını cehennem üzerinde kuracak da ce­hennemi söndürüp başkalarına şefaat edecektir. Bu ise olsa olsa cen­netle müjdelenen on kişiye mahsus olabilir. Bununla beraber onla­rın da önde geleni olan Hz. Ebû Bekir;

“Keşke bir Müslümanın göğ­sünde kıl olsam.”, Hz. Ömer,

“Ey Ömer, mağfiret olmazsan yazıklar olsun sana.” demişlerdir.

Bir hadisde, “Ben cennetteyim diyen kimsenin yeri cehennemdir.” buyurulmuştur.

Bununla beraber biz, “Allah'tan korkmak gerek derken, kadın­ların yaptığı gibi, gözyaşları dökdükten sonra yine eski haline dö­nen kimseyi kasdetmiyoruz. Bizim sözünü ettiğimiz korku, kalbi kaplayıp sahibini kötülüklerden alıkoyan taat ve ibadete yönelten korkudur. İşte yararlı korku budur. Yoksa ahmak korkusu değildir. Onlar, o an için korkarlar ve “Allah'ım, sen koru.” der, sonra da es­ki bildikleri günahlara dönerler. Bunun faydası yoktur. Bunlar, şey­tanın elinde oyuncaktır. Bu, tıpkı kapışı açık olan bir kaTanın dışın­da bulunan bir kimseye arslan saldırdığı halde, Allah kerîm, diye­rek orada beklemek suretiyle kal'aya girip kapısını kapamayanm du­rumuna benzer. Tabii bu durumda olan kimseyi arslan helak eder.

Buhârî “Sahîh”indeki rivayetinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:                                                                         

“(Sizden önceki milletlerden) çok günahı olan bir kişiye ölüm gelip çatmıştı da o, hayattan ümidini kesince oğluna şöyle vasiyet et­mişti:

“Ben öldüğümde beni yakın, geride kalan kemiklerimi öğütün sonra da rüzgâra verin. Vallahi, Allahu Teâlâ beni azâb etmek ister­se, bana azabı, bundan da çok ağır ve hatta hiç kimseye tatbik et­mediği cezayı tatbik eder.

Adam ölünce dediği gibi yaptılar. Sonra Allahu Teâlâ bu adamın bütün zerrelerinin bir araya toplanmasını yere emretti. Yer de Al­lah'ın emrini yerine getirdi ve adam olduğu gibi Allah'ın huzurun­da dikildi. Al'ahu Teâlâ:

“ Niçin böyle yaptın?”, diye sordu. Adam:

“Senden korktuğum için yaptım,” deyince, Allahu Teâlâ onu ba­ğışladı”[121]

Sahih-i Buhârî'de anlatıldığına göre Ukbe Huzeyfe'ye -Allah her ikisinden de razı olsun-, “Resûl-i Ekrem'den duyduklarından an­latır mısın?” diye sorar. O da Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğunu haber verir:

“(Sizden evvelki ümmetlerden) bir kişiye ölüm gelip çatmıştı da o, hayattan ümidini kesince ailesine şöyle vasiyet etmişti:

“Ben öldüğümde birçok odun toplayıp yakınız (ve beni bu ateşe atınız). Ateş, benim etimi yiyerek kemiğime erişinceye kadar bırakınız. Ke­miğimi yakınca bu yanmış kemiklerimi alınız, onu döğüp un yapı­nız. Rüzgarlı bir günde onu havaya atınız. (Onlar da dediği gibi yap­tılar.) Allahu Teâlâ onun bütün zerrelerini bir araya toplayarak

“Niçin böyle yaptın?”, diye sordu. Adam”

“Senin korkundan dolayı böyle yaptım,” dedi. Allahu Teâlâ da onu mağfiret etti”.

Ukbe (r.a.) devamla: “Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğunu duy­dum:

“Sizden önceki (ümmetler içinde) adamın birine Allahu Teâlâ mal vermişti. Ölüm yaklaşınca adam oğullarına:

“Size karşı ben nasıl bir babayım?”, diye sordu. Oğulları:

“Çok iyi bir babasın,” dediler. Adam:

“Fakat ben hiç bir iyi amelde bulunmadım. Ben ölünce beni yakın, kemiklerimi döğün. Fırtınalı bir günde havaya savuran, dedi. (Ölünce) onlar da öyle yaptılar. Allahu Teâlâ onu bir araya topla­dı ve:

“Niçin böyle yaptın?”, diye sordu. Adam:

“Korkundan, ya Rab, deyince, Allahu Teâlâ onu rahmetiyle kar­şıladı.” [122]

 

BİRİNCİ BAB

 

BATINİ KEBAİR VE BUNUNLA İLGİLİ HUSUSLAR

 

Kebâirîn en tehlikelisi ve bunları irtikâb edenlerin, günahkârla­rın en adileri olmaları, çoklarının kolaylıkla irtikâb edilip çoğunlu­ğun bu hastalıklarla mübtelâ olmaları bakımından, Batın! Kebâir'i Zahirî Kebâir'den öne aldım. Yine bu sebebierdendir ki, bunlar üze­rinde titizlikle durarak Müsmanları bu hastalıklara karşı hazır ve uyanık bulundurmak istedim. Çünkü bu batini kebâir daha önem­lidir. Nitekim imamlardan biri “Kalbin irtikâb ettiği kebâir, uzuvla­rın işledikleri kebâir'den daha büyüktür. Çünkü Batınî Kebâir'in hepsi fışkı ve zulmü gerektirir. Aynı zamanda hasenatı mahvettiği gibi, şiddetli ve devamlı cezaları gerektirir.” demiştir. İmamlardan bir diğeri de bu Bâtıni Kebâir'i altmışın üzerine çıkardıkdan sonra şöyle buyurmuştur: “Bunların zarar ve kötülükleri zahiri kebâir olan hırsızlık, zina, içki, adam öldürmekten daha ağırdır. Zira diğer suç­lar bir veya bir kaç defa yapılır ve yapıldıktan sonra biterler. Fa­kat Bâtınî Kebâir dediğimiz kalb hastalıkları ve bunların zararları ardı arası kesilmeden devam eder. İnsanoğlu işlediği bir günahtan tevbe eder; bazı günahları hasenat ve diğer iyiliklerle mahvolur”. Ni­tekim:

“Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir.”[123], buyurulmuştur. Fakat kalb hastalıkları gönülde yerleşirse onları söküp atmak zor olur.[124]

 

1. Kebire: Şirki Ekber (Büyük Şirk)

 

Allahu Teâlâ fazl u keremiyle bizleri koruyup, sıhhat afiyet ve kâmil imanlar nasîb eylesin. En keremli ve en merhametli O'dur. Al­lahu Teâlâ hepimizi rızasına erişen kullarından eylesin.

Bilmiş ol ki; yukarda tariflerini yaptığımız Zahirî Kebire'lerin hep­si, mü’min olarak işlenen büyük günahlardır. Bunun için bütün âlim­ler Kebire'den söz ederken küfürden sonra gelen kebâir'i sıralamış­lardır. Fakat biz burada bütün kebireleri, derecelerini ve derecelerine göre cezalarım sıralayacağımız için bu usûle riâyet etmedik. Ünce en büyük Kebire olan küfrü ele alarak işe başladık.

En büyük günah küfür olduğu için, küfür ve küfrün hükümleri üzerinde uzun uzadıya açıklamalarda bulunmak gerekir. Buna göre deriz ki:

Allahu Teâlâ:                                                              

“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başka­sını dilediğine bağışlar.” [125]

“Doğrusu Allah'a eş koşmak büyük zulümdür.”[126],

“Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir.”[127] Buyurmuştur.

Sahih-i Buhâri'de Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir:

Size en büyük günahları haber vereyim mi? Allah'a eş koşmak, an­ne ve babaya âsi olmak.” Resûl-i Ekrem bunları anlatırken yaslanmış vaziyette idi. Birdenbire doğruldu ve:

“Aman yalan konuşmak, aman yalan şahitliği.”[128] buyurdu. Hadisi rivayet eden zat diyor ki:

“Resûl-i Ekrem bu sözü durmadan öyle tekrar ediyordu ki, aceba sus­mayacak mı.” dedik.

Yine Sahih hadisde:

“Helak edici yedi günahtan sakınınız. (Bunlar) Allah'a şirk koş­mak.” [129]buyurdu ve sirasıyle diğerlerini saydı.

Ahmed, Buharİ, Tirmizi ve Nesei de rivayet ettikleri bir hadisde:

“Kebâir, Allah'a şirk koşmak, adam öldürmek, anne ve babaya âsi ol­maktır.”[130] Diye başlar.

Yine Ahmed, Buhârî, Tirmizi ve Nesai'nin rivayetlerinde:

“Kebâir, Allah'a şirk koşmak, anne babaya âsi olmak ve adam öldür­mektir...”[131] Diye başlar.

Yine:

“En büyük günahlardan size haber vereyim mi? O, yalan konuşmak­tır.”[132] buyurdu. Yalan konuşmak büyük günahlardan olmakla, küfür, katil ve zinadan daha büyük olduğunu ifade etmez. Ayrıca Ebû Davud ve Nesei de:

“Kebâir dokuzdur, en büyükleri Allah'a şirk koşmaktır.” [133]şek­linde vârid olmuştur.

Taberâni'de ise:

“Yedi Kebâir'den sakının. Bunlar Allah'a şirk koşmak...” [134]şek­linde başlamaktadır. Bezzâr'da da:

 “Kebâir; Allah'a eş koşmak, asm ve babaya âsi olmak, suyun fazlasını muhtaçlara vermemek ve erkeği dişisinden men etmektir.” [135]şeklindedir.

Yine Ahmed, Buhâri, Müslim ve Tirmizi'nin diğer bir rivayetinde:

“Dikkat edin size en büyük günahları anlatayım: Allah'a şirk koş­mak, anne ve babaya âsi olmak ve yalan konuşmaktır.”[136] şeklin­dedir.

Taberâni'de ise şu şekildedir:

“Kebireler yedidir.” [137]dedikten sonra hicretten sonra bedeviliğe dönmeği de bunlar meyanında saymıştır. Bunlar yakında ele alına­caktır.

Yine Buhârf nin rivayet ettiği bir hadisde:

“Kebâirlerin en büyüğü Allah'a eş koşmak, adam öldürmek, anne ve babaya asi olmak ve yalan yere şahitlik yapmaktır.” [138]buyurulmuştur.

Ahmed, Tirmizî İbn Hibbah ve Hâkim'in rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:

En büyük günahlardan bazıları şunlardır: Allah'a şirk koşmak, anne ve babaya asi olmak, yalan yemin etmek. Bir kimse sabır ye­mini yani yalan şahitliği yapar ve burada sivrisineğin kanadı kadar yalan katarsa kıyamete kadar kalbinde bir leke olarak ka­lır.” [139]buyurmuştur.

Yine Taberani'nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem:

“En büyük günahlardan bazıları, Allah'a şirk koşmak, yalan yere ye­min etmektir.” [140]buyurmuştur.

Ayrıca-Taberâni, Hakim ve Beyhakl'nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:

“Allah'ın dostları, Allahu Tealâ'nın farz kıldığı beş vakit na­mazı dosdoğru kılanlar, orucu borç bilip mükâfatını Allah'tan uma­rak tutanlar, zekâtm borç olduğunu kabul ederek ödeyenler ve Al­lah'ın yasakladığı büyük günahlardan sakınanlardır.”, buyurdu. Kendisine:

“Büyük günahlar hangilerdir?”, diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“En büyük günahlar, Allah'a ortak koşmak, haksız yere adam öldürmek, savaş alanından kaçmak, sihir (yapmak ve yaptırmak), yetim malı yemek, riba yemek, Müslüman olan anne ve babaya âsi olmak, namuslu kadına iftira etmek, kıblegâh olan Haremi Şerife say­gısızlık etmek, orada haram ve yasak olanları helâl tanımaktır. Kim ki bu büyük günahlardan kaçınır, namazını kılar, orucunu tutar ve zekâtını vererek ölürse, kapıları altın işlemeli olan cennet bahçelerin­de Muhammed    (sallallahu aleyhi ve sellem)e arkadaş olur,”  bu­yurdu.[141]

Yine Ahmed, Müslim ve Tirmizi'nin rivayetlerinde, Resûl-i Ek­rem Hz. Ömer (r.a.) e:

“Ey Hattab'ın oğlu veya ey Ömer, kalk, insanlara çağır ve de ki Cennete ancak müminler girebilir,”[142] buyurmuştur. Timi­zi, hadisin hasen ve Sahih olduğunu söylemiştir.

Yine Ebû Davud'un rivayetinde Avf’ın oğluna hitaben Resûl-i Ekrem:

“Ey Avf’ın oğlu, ata bin ve insanlara seslen: “Cennete ancak mü’min olan girebilir,” buyurmuştur.

Yine Buhâri'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ey Bilâl, kalk ilân et; cennete ancak mü’minler girer ve gerçek şu ki Allahu Teâlâ bu dini fâcir kimse ile de takviye eder.” buyur­muştur.

Yine Ahmed, Müslim, Ebû Davud ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Cennete ancak Müslüman olan kimse girer.” [143]buyurmuş­tur.

Ahmed, Buhar i ve Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Dinini değiştiren kimseyi öldürün.”[144] Buyurmuştur. Taberâni'nin rivayetinde ise, “Dininden irtidâd edeni öldürün.”, şeklindedir.

“Üç şey ile size emreder, üç şeyden de sizi nehyederim. Yalnız Al­lah'a ibadet ederek hiç bir şeyi O'na ortak koşmamanızı, Allah'ın ipi mesabesinde olan Kur'an'a sımsıkı sarılmanızı ve Allahu Teâlâ'nın başınıza getirdiği âmir ve hükümdarlara itaat etmenizi size emre­derim. Dedikodudan, servetinizi gayr-ı meşru ve fuzûli yerlere sarfetmekten ve çok soru sormaktan da sizi nehyederim.” buyurmuştur.

Ebû Nuaym ve Taberânî'nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:

“İslâm dininden irtidad eden erkeği yeniden Islâmiyete davet edin; tevbe ederse kabul edin, etmezse boynunu vurun. İslâm dinin­den ayrılan kadını da yeniden İslâmiyete davet edin; kabul eder Müs­lüman olursa ne güzel, aksi halde onu da cariye olarak esir alın,” buyurmuştur. Bu hadisin zahirinden, irtidad eden kadının öldürülmeyip yalnız esir muamelesi göreceği anlaşılıyorsa da, diğer Sahih rivayette,

Dininden irtidad edeni öldürün.” mealindeki mutlak ola­rak varid olan hadisler irtidad eden kadının da öldürüleceğini ifade etmektedir. Bize göre de en doğrusu budur. Yalnız hadisde “Allah'ın azâb ettiği ile Allah'ın kullarını azab etmeyin, yani kimseyi ateşle yakmayın.” rivayeti vardır.

Taberânî'nin bir rivayetinde: “Dinini değiştireni öldürün. Müs­lüman oldukdan sonra kâfir olanın (küfründe ısrar ettiği sürece) Allahu Teâlâ tevbesini kabul etmez.” şeklindedir.

İbn Hibban'dan gelen rivayette de, “Dininden döneni öldürün, fakat Allah'ın azabiyle (yani ateş ile) azâb etmeyin.” meâlindedir.

Beyhaki'nin rivayetinde, “Dinini değiştirenin boynunu vurun.” şeklindedir.

Taberâni’de de, “Dini, Müslümanlarm dinine uymayanın boynu­nu vurun; şehâdet kelimelerini getirirse artık onu öldürmeğe yol yok­tur. Ancak haddi gerektirecek bir suç işlerse ona had icra edilir.”, şeklinde rivayet edilmiştir.[145]

 

Tenbih

 

Burada çoğunluğun bilmeyerek düştüğü şirk ve şirkin bazı bö­lümlerini açıklayacağız. Gayemiz, din kardeşlerimizi uyarmaktır. Umulur ki, bu sayede böyle bilmeyerek düştükleri ve amellerinin mahvolması ile ebedi olarak şiddetli ikab ve en büyük azâb içinde kalmalarına sebep olan şirkten korunurlar. Bunları bilmek cidden önemlidir. Zira İmâm-ı A'zam ve diğer bazılarına göre, küfrü irtikâb eden kimsenin bütün amelleri mahvolur ve bütün geçmiş borçlarını yeniden kaza etmesi gerekir. Buna rağmen mezhep mensupları küf­rü gerektiren söz ve halleri daha fazla çoğaltmışlardır.

O halde îslâmiyetten azıcık nasibi olan aklı başında her Müslüman, amelinin mahvolup kaza külfetine düşmemesi ve karısının boş olmaması için imamlarının haber verdikleri küfrü mucip olan bu halleri bilip bunlardan sakınmaları gerekir. İmâm Şafii de amelin sevabının mahvolduğu görüşündedir, ancak kaza gerekmediğini söy­lemektedir. Diğer çoğunluk, her ne kadar bunları taklid edip bun­lara uymadılarsa da, kendini ve dinini korumak için ihtiyata riâyet ve özellikle bıı gibi önemli mes'elelerde ihtilaftan korunmak lâzımdır. Bunun içindir ki, mutemed ve gayri mutemed imamların ve diğer­lerinin bu hususta bütün söylediklerini aşağıda adını vereceğim Kitabta açıkladığım gibi, burada da bunların bir kısmını açıklayaca­ğım. Bu hususta daha geniş bilgi isteyen o Kitaba başvursun.

Küfrün nevilerinden biri ve en başta geleni şirk -Allah'a ortak koşmak- tır.

Küfür ve şirkin nevilerinden birisi de insanın şu anda veya ge­lecekte küfre niyet etmesidir. Yani, “Ben bir süre sonra kâfir olaca­ğım” diye kalbinden geçirmesidir. Veyahut “Şu şöyle, bu, böyle olur­sa kâfir olurum” diye hatıradan geçirmek veya söylemekle -ister­se o talik ettiği şey muhal da olsa- kâfir olur. Küfrü gerektiren bir şeye inanmak, küfrü gerektiren bir işi yapmak -ister inanarak, is­ter inaden ve isterse istihzâen olsun- veyahut dinde ittifakla sabit olan Allahu Teâlâ'nın ilim ve kudretini, cüz'iyyata olan ilmini veya Allah hakkında menfi olan bir sıfatı -meselâ renk ve şekil gibi- veya âleme muttasıldır veya âlemden hâriçtir gibi şeyleri Allah'a isnâd etmek gibi.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Allahu Teâlâ'ya açıkça ve dolayısiyle noksanlık getirecek şeyi izafe etmektir. Açıkça noksanlığı gerek­tiren şeyi Allah'a izafe etmenin küfür olduğunda ittifak vardır. İkin­cisinde (yani dolayısiyle noksanlık getirecek şeyi Allah'a izafe et­mekte) ihtilaf olmakla beraber, bize göre en doğrusu küfür olma­masıdır. Yani ifadelerinden Allahu Teâlâ hakkında noksanlık lâzım gelen, “Allah cisimdir, cevherdir” gibi sözler anlaşılan kimselerin, bunlara kesin olarak inanmadıkça küfürlerine hükmedilmez. (Mücessimelerin, “Allah cisimdir fakat diğer cisimlere benzemez” sözlerri de böyle tevil edilir.) Yaratıklara ve meselâ güneşe secde etmek de bu hükümdedir. Kendisini mazur gösterecek bir karine bulunmaz­sa küfrüne hükmedilir. Bu mes'ele de ilerde açıklanacaktır. Bunu yal­nız kâfir olanlar yapar diye Müslümanlarm ittifak ettikleri bir işi yapmakta da hüküm böyledir. Bu kimse Müslüman olduğunu söyle­se de mâni bir karine olmayınca küfrüne hükmedilir. Kiliseye giden­lerle beraber zunnar kuşanıp (tapınmak maksadıyle) kiliseye gitmek veya Kur'ah-ı Kerîm'den bir âyet, besmele veya bir melek ve hatta bir peygamber ismi bulunan yazıyı bilerek ve kasıtlı olarak necasete, tuvalete atmak gibi. Hatta bazıları bunların yazılı bulunduğu kâğı­da sümkürüp tükürmeği ve az miktarda da olsa camii pislikle sı­vamağı da bu hükümde saymışlardır. Nübüvveti kesinlikle bilinen bir peygamberin peygamberliğinde şüphe veya Allah tarafından in­dirilmiş olan yüzdört Kitabın asıllarında şüphe veya Kur'an-ı Kerim'de bulunan âyetlerden birinin Kur'an'dan olup olmamasında şüphe de aynı hükümdedir. Müslümanları sapıtmak için konuşan adamı tek­fir etmekte, Sahâbe'yi tekfirde şüphe de, Kabe ve Mescîd-i Haram'da, haccın sıfat ve hey'etinde, namaz ve orucun şeklinde şüphe etmek­te de hüküm böyledir. Dinde malum olup üzerinde ittifak edilmiş olan sünnetlerin meşrûiyyetini inkâr, haramı helâl saymak, abdest-siz namazın caiz olduğunu iddia etmek gibi. Yalnız kâfirdir diye küfründen sebep bir zimmiye eziyeti helâl tanımak, meşru şekilde alışveriş ve nikâh gibi helâl olan muameleleri haram tanımak, pey­gamberimiz hakkında, “O, kara derili idi” veya “Daha sakalı bit­meden öldü”, veya “O, kureşi, Arabî hatta insan değildi” demekte de hüküm aynıdır. Bunların hepsi küfürdür. Burada da peygamberi­mizde Almayan nitelikleri ona nisbet vardır ki, bu, onu yalanlamak demek olduğu için küfürdür. İttifaklı olarak peygamberimizde bu­lunan herhangi bir vasfı inkâr küfürdür. Peygamberimizden sonra bir peygamber geleceğini caiz görmek veya “Mekke'de doğup Me­dine'de ölenin o olup olmadığını bilemiyorum” demek, nübüvvetin Allah vergisi olmayıp ibadetle ve gönlü temizlemekle herkesin o de­receye ulaşabileceğine inanmak, bir veliyi bir peygamberden üstün tanımak, velilere peygamberler gibi vahyedildiğine inanmak, velinin ölmeden cennete girdiğine inanmak, herhangi bir peygamberde ku­sur arayıp onu ayıplamak, herhangi bir peygamber veya meleği tel'in edip sövmek, alay ve istihza etmek; meselâ Peygamber Efendimiz te­miz olan mübarek elleri ile yemek yerken yediği yemeği parmakları ile sıyırıp parmaklarını yalamasına gülmek, işinde ve dininde yer­mek maksadıyle kendisine noksanlık nisbet etmek veyahut onu, kü­çültücü bir şeye benzetmek veya ondan yüz çevirip ona bir zarar gelmesini arzulamak, yine yermek maksadıyle şerefine yakışmayan şeyleri ona nisbet etmek, onu küçümsemek veya küçük düşürücü söz­ler söylemek ve ona uydurma birtakım kusurlar aramak gibi husus­ların hepsi ittifaklı olarak küfürdür. “Bu gibiler öldürülür, hatta tevbelerine bile bakılmaz” diyenler de vardır. Nitekim Resûl-i Ek­rem, hakkında bu gibi sözleri söyleyen birisi öldürülmüştür. Zımnen de olsa küfre rıza küfürdür. Hatta Müslüman olmak isteyen bir kâ­fire, “Biraz bekle şu işimi bitireyim” veya “Şu hutbemi okuyayım da sana îslâmiyeti telkin ederim” diyerek onu sürüncemede bırak­ması da küfürdür. Bu durumda hemen şehâdeti telkin edecektir. An­cak Allahu Teâlâ'nın ona imanı nasîb etmemesi ve küfür üzre ölme­si için beddua etmek ayrı hükümdedir, bundan küfür lâzım gelmez. Tevil kabul etmeyecek şekilde bir Müslümana kâfir demek de böyle­dir, çünkü İslâm'a küfür adını vermiş oluyor. Allahu Teâlâ'nın ve bir peygamberin ismini, emir ve nehiy, va'd ve veid gibi herhangi bir hükmünü eğlenceye almak, “Şunu Allah bana emretse yapmaz­dım, kıble bu tarafta olsa kılmazdım, cenneti bana verse girmezdim, bütün bu hastalık ve sıkıntılar arasında bir de bana namazı borç etmesi zulümdür” demesi de küfürdür. Yine bunun gibi, zulme uğ­rayan bir kimse:

“Ne yapalım, Allah'ın takdiri böyle idi,” demesi üzerine, zulme­den kimse:

“Hayıf, ben, Allah'ın takdiri olmadan yaparım, dese veya “Me­lek ve hatta peygamber de şehâdet etse yine inanmam, falancı pey­gamber olsa ben onu tanımazdım, eğer peygamberin dediği doğru ise biz kurtulduk onu inkâr edenler kâfir oldu” demesi de küfürdür. Çünkü burada nübüvvetin doğruluğunda şüphe vardır.

“Tırnaklarını kes, zira tırnak kesmek sünnettir” dendiği vakit, sünnete haka­ret maksadıyle,

“Sünnet olsun, kesmiyorum” demesi de küfürdür ve­yahut “La havle velâ kuvvete illâ billâh” ve benzeri sözler bizim karnımızı doyurmaz demesi, müezzini yalanlaması, sesini zil ve çan sesine benzetmesi, ezan ile alay etmesi de aynı hükümde küfürdür. İçki gibi haram liaynihi olan bir maddeye alay olsun diye besmele ile başlaması kıyamet günü ile alay edercesine, “Ben kıyametten kork­muyorum” demesi, Allah'a acziyet isnad etmek maksadıyle, “O, hır­sızı yakalayamaz” demesi, kendisini âlim, vaiz ve muallimlşre ben­zeterek alay maksadıyle yüksekçe yerlere çıkıp va'z ediyor, ders ve­riyor gibi eğlence yapıp cemaati güldürmesi, ilimle alay ederek “Bir parça tirid ilimden hayırlıdır” demesi, ağır bir hastalığa yakalanan kimse, “Benim canımı al da ister mü’min ister kâfir al” demesi ve­ya çocuğu ölen kimse, “Çocuğumu aldın, daha başka elinden ne ge­lirse yap” demesi veya,, birisi kendisine, “Ey kâfir” diye seslendiği vakit, buna nza gösterip kabul edercesine, “Evet, ne var?” deyip ona cevap vermesi veya önce küfrü temenni edip sonra Müslüman olmayı istemesi veya hiç bir zamanda ve hiç bir dinde helâl olmayan adam öldürmek, zina yapmak, zulüm ve haksızlıkta bulunmak gibi haram ve yasakların helâl olmalarını temenni etmek veya “Bunları haram etmekte Allahu Teâlâ zulmetti” demek, veya dinine meylet­mek üzere kâfir kisvesine bürünmek veya “Yahudiler Müslümanlardan hayırlıdır” demek veya aksıran bir adama, “Allah sana rahmet etsin” deyene, “Onun rahmete ihtiyacı yok, böyle söyleme” demek de küfürdür. “İman nedir? İmanı anlat” diyene, alay olsun diye, “Bil­miyorum” demek, karısına şehvet sevgisi değil de saygı sevgisi ola­rak, “Sen bana Allah ve Resulünden daha sevimlisin” demek, Ebû Bekir (r.a.)in Ashâb'dan olduğunu inkâr, Hz. Aişe'ye iffetsizlik isnad etmek (bu da Kur'an'ı yalanlamak olduğu için) küfürdür. Çün­kü Hz. Aişe'yi tezkiye eden âyet inmiştir. Her yönü ile kul işinin ya­ratıcısıdır, işini kendisi yaratır ve yapar demek de küfürdür. Şaka da olsa, “Ben Allah'ım” demek, farzları inkâr maksadıyle, “Ben Al­lah'ın hakkını bilmiyorum” demek, bir işi yaptığı veya yapmadığı hal­de, “Allah biliyor onu yaptım” veya “Allah biliyor onu yapmadım” demek, alay olsun diye, “Kur'an'dan, zikirden, namazdan ve benze­ri ibadetlerden artık ben doydum” demek, “Mahşer, cennet ve ce­hennem de nedir?” demek, bir günah işlediği vakit, “Ne yaptım ki” deyip günahını hiçe saymak, ilim meclisine davet edildiği vakit, -Be­nim orada ne işim var?” demek, belirli kötü bir âlimi değil de bütün âlimleri lanetlemek de küfürdür. Çünkü peygamberler de bu ifade­ye girer, alay olsun diye, “Şeriat de nedir?” demek, bir fakîhe ilmi­ne hakaret maksadıyle, “Bu da nedir ki?” demek, ruhun kıdemine kail olmak, rubûbiyet zahir olunca ubudiyet kalkar deyerek bunun­la kendisinden ilâhi hükümlerin kaldırıldığını kasdederse veya in­sanlık vasıflarından kurtulup lâhûtiyyete intikal ettiğini veya kendi beşerî vasıflarının ilâhi vasıflara dönüştüğünü veya dünyada Allah'ı açıkça gördüğünü veya Allah ile konuştuğunu veya kendisinin baş­ka ve güzel suretlere girebileceğini veya ilâhî teklifin kendisinden kaldırıldığını iddia etmek de küfürdür. Başkasına, “Artık sen şu za­hirî ibadetleri bırak, gizli ve gönül amellerine bak” demek, ırlamağı, türkü ve şarkıları dinlemek dinin icablanndandır, bu gibi şiirler Kur'an'dan daha çok etkili olur, demek, “Kul ibadet etmeden de Al­lah'a ulaşabilir” demek. “Ruh, doğrudan Allah'ın nurundandır. Kur nura yaklaşınca birleşirler” demek de küfürdür.

Diğer teferruatı, zayıf ve kuvvetli olarak dört mezhep imamla­rının görüşlerini bir araya getirmek suretiyle ve bütün genişliği ile yukarda sözünü ettiğim “El-1'lâm bima yaktu'u’l-İslâm” adlı eserde yazdım. Bu kadar yüklü bir Kitabdır ki, hiç bir okuyucu ondan Müs­tağni olamaz.

Taberâni’nin rivayetinde, “Bir kimse başkasına kâfir dediği va­kit bunlardan biri küfre gider; muhatabı kâfir ise veya küfrü kabul ediyorsa kâfir olur. Aksi halde küfür, söyleyene döner.” şeklindedir.

Harâıti, Deylemî ve İbn Neccâr da rivayetlerinde, “Bir kimse bir başkasının küfrüne şehâdette bulunacak olursa, bunlardan biri so­rumlu olur; şayet küfrüne şehâdet edilen kimse kâfir ise mes'ele yok, değilse -bir Müslümana kâfir demekle- kendisi küfre gitmiş olur.” buyurulmuştur.

Yine Taberâni ile Beyhaki'nin rivayetlerinde, “İki Müslüman ara­sında Allahu Teâlâ'nın koyduğu bir perde vardır. Bunlardan biri di­ğerine kötü söz söyleyecek olursa bu perdeyi yırtmış olur. Biri diğe­rine, “Ey kâfir” deyecek olursa ikisinden biri kâfir olur.” buyurulmuştur.    

Yine Taberânî'niri rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

Bir adam kardeşine, “Ey kafir!” dese onu öldürmüş gibidir. Mü’mini lanetlemek de onu öldürmek gibidir.”

Ebû Davud'un rivayetinde:

Müslüman olan herhangi bir kimse bir Müslümam tekfir ettiğinde: eğer o kâfir ise, mes'ele yok; aksi halde kendisi küfre girmiş olur.”[146], buyurulmuştur.

Nesei, İbn Mâce ve Hâkim'in rivayetleri ise şöyledir:

Ben İslâmiyetten uzağım” deyen kimse, yalan söylüyorsa dediği gibi (İslâmiyetten uzaklaşmış) tır; doğru söylüyorsa selâmetle İslâmiyete dönemez.”[147].

Buhârî ve benzerlerinde ise, “Bir adam din kardeşine, “Ey kâfir!” dese ikisinden biri küfre girer.”[148], şeklindedir.                           

Taberâni'nin rivayetinde ise Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Lâilâhe illallah” deyenlerden dilinizi çekin, onları işledikleri herhan­gi bir günah ile tekfire kalkışmayın, zira Ehl-i Tevhîd-i tekfir ede­nin kendisi daha çok küfre yaklaşmış olur.”[149] Müslim ve Tirmizî'nin rivayetinde de:

“Herhangi bir kimse kardeşine, “Ey kâfir” derse, ikisinden biri bu tekfir sebebiyle muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne a'lâ, aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.”[150], buyurulmuştur.

İbn Hibbân'ın rivayeti ise, “Hiç bir kimse bir kimseyi tekfir et­mez, şayet tekfir edecek olursa bunlardan biri küfre gitmiş olur.” şek­lindedir.

Müslim'in rivayetinde ise Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Allah gökten hiç bir bereket (yağmur) indirmemiştir ki, insan­lardan bazıları ona kûfranda bulunmamış olsunlar. Allah yağmuru indirir; onlar, “Yıldız şöyle yaptı, böyle yaptı.” derler.” [151]

Ahmed, Müslim ve Neseî'nin rivayetlerinde ise şöyle buyurulmuştur:

Görmediniz mi Rabbiniz ne buyurdu? Ben kullanma hiç bir nimet (yağmur) ihsan etmemişimdir ki, onlardan bir grup o nimete küfran etmesin. “Onu yıldız verdi, yıldız sayesinde oldu” derler.” [152]

Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Davud ve Tirmizi'nin rivayetlerin­de şöyle buyurulmuştur:

“Rabbiniz bu gece ne buyurdu bilir misiniz?” Onlar,

“Allah ve Resulü daha iyi bilirler” demeleri üzerine Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ; Kullarımdan bazısı bana mü’min ve bazısı da bana kâfir ola­rak sabahladı. Kim, “filan ve filân yıldızın doğması veya batması ile yağmura kavuştu” dedi ise, bana küfür ve yıldızlara iman etmiş­tir.” [153]

Şirâzî de “Yıldızlar ümmetimi kaplayıp kendi irâdelerine alma­dıkları sürece ümmetim dinlerinde hayır üzeredirler.” diye bir hadis rivayet etmiştir.

Ahmed'in rivayeti de şöyledir: “İnsanlardan bazısı şükrederek, bazısı da küfrederek sabahlar. Bir kısmı, “Bu, Allah'ın rahmetidir” derler, bazıları da, “Şu ve şu yıldızın nev'i doğru çıktı.” derler”.

 Bunlardan birisi de Allahu Teâlâ'nın umum ifade eden:

“Ey kendilerine karşı tutumsuz davranan kullarım, Allah'ın rah­metinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.”[154], âyet-i celîlesini tahsis eden:

“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başka­sını dilediğine bağışlar.” [155]âyetidir. Her iki âyetten de Ehl-i Sün­net ve'1-Cemaat mezhebinin görüşünün hak olduğu anlaşılır. Çünkü Ehl-i Sünnet'in görüşünde, fâsık ve günahkâr olarak ölen mü’min, Allahu Teâlâ'nın dilemesine kalmıştır; dilerse onu cehenneme atar, cezasını çektirir, orada yüzü kararır, sonra cehennemden çıkarıp ha­yat suyuna daldırır, yüzü parlak ve güzel olduğu halde buradan çı­kar, sonra da imanı ve geçmiş ameli karşılığında onun için hazırla­dığı mükâfatları kendisine verir; dilerse de hiç azâb etmeden affe­der ve cennete kor. Nitekim Buhârİ ve diğerlerinde bu hususta Sahih hadîsler vardır.

Havaric'in, “Mürtekib-i Kebire -büyük günah işleyen- kâfir ve ebedî olarak cehennemdedir.”, Mûtezile'nin, “Büyük günah sahi­bi ne mü’mindir ne de kâfirdir fakat kesin olarak cehennemdir. İtaat edene azâb etmek caiz olmadığı gibi isyan edeni de affetmek caiz de­ğildir.” gibi sözleri kendi uydurmaları ile Allahu Teâlâ'ya iftiradan başka bir şey değildir. Allahu Teâlâ onların tavsiflerinden münez­zehtir. Allahu Teâlâ'nın:

“Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir.” Allah ona gazabetmiş, lanetlemiş ve büyük azâb ha­zırlamıştır.” [156]buyurması tevillidir. Bu, ya, “Mü’mini öldürmek helâldir” diye öldürür (veya mü’min olduğu için öldürür) anlamın­dadır ki bu, gerçekte küfürdür. Bu takdirde “ulûd”demek, ebedî cehennemde kalır demektir. Yoksa bir mü’min, bir mü’mini öldürmenin yasak ve haram olduğunu bilerek onu öldürürse cehen­nemde ebedî kalmaz, çünkü, Allah günahların hepsini bağışlar.”[157],

“(Allah) şirkten başkasını dilediğine bağışlar.”[158]Ayetleri bunu ke­sinlikle ifade etmektedirler. Aynı zamanda “Hu1ûd” kelimesi heryerde “Ebedî” anlamına gelmez, “Uzun süre” den kinaye olur. Buna göre âyetin mânası, uzun süre cehennemde yan­mak demek olur. Bununla beraber Allahu Teâlâ dilediğini bağışlar.

 “Kaatilin tevbesi kabul olmaz” sözüne gelince, bu da en büyük cinayet olan insan öldürmekten kaçındırmak içindir. Yoksa değil adam öldürmenin, en büyük günah olan küfrün bile tevbesi mak­buldür.

Murcie'nin, “Küfür ile yapılan amelin faydası olamıyacağı gibi. İman ile isyanın da zararı olmaz” sözlerine gelince, bu da Allahu Teâlâ'ya iftiradan başka bir şey değildir. Bunların görüşlerini kuvvet­lendirmek için öne sürmek istedikleri deliller, daha kuvvetli ve ke­sin deliller ile ortadan kaldırılırlar. Mü’minlere vacip olan, mü’minlerin günahkârlarından bir kısmının cehenneme gireceklerine inan­malarıdır. Bunu inkâr, kesin nassları inkâr olduğu için, küfürdür.

Bunlardan birisi de İmâmü'l-Haremeyn'in usûl âlimlerinden yap­tığı şu naklidir: Abdüsseîâm ve diğerleri diyorlar ki; imanında veya yaratanında kuşkuya kapılıp tereddüde düşen veya kalbine kötü şey­ler geçtiği ve bunlardan şiddetle nefret ettiği halde define muktedir olamayan kimse için sorumluluk yoktur. Çünkü bunlar kendi nef­sinin arzusu değil, şeytanın vesvesesidir. Bunun için şeytanın şerrin­den Allah'a sığınmalıdır.

Bunlardan birisi de, aslen kâfir olan veya irtidad eden kimsenin yalnız Allah'ı tanıması ile İslâmiyetine hükmedilemez, “Lâilâhe illal­lah Muhammedürresulullah” -Allah'tan başka mabûd yok, Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve elçisidir-” demesi şarttır. Bu mea­li kaybetmeyecek şekilde bunu hangi edat ve hangi ifade ile söy­lerse iman etmiş olur. Meselâ:  yerine dese, yerine,  yerine kelimelerini kullansa caizdir. Lafzâ-ı Celâli yerine veya kelimelerini kullansa yine caizdir.   “Müslümanların inandıklarına inandım. Göklerde olana, Melik'e, Rezzâk'a iman ettim” dese yine caizdir. Fakat “Göklerde oturana inandım” dese olmaz, çün­kü bu ifadede Allah'a mekân isbatı vardır. Allahu Teâlâ göklerin de ilâhıdır, yerlerinde de ilâhıdır. Bunun için Allah'a cihet isbatı ço­ğunluğa göre küfürdür. Küfrü ifade eden bir kavram ise İman alâ­meti olamaz. “Gökte olana” demek, saltanatı göklerde hüküm süre­ne demek olur ki, halef ve selef âlimleri tarafından tevil edilen Kur'an-ı Kerim'in lafzına uygun düşer. Ancak Hanâbile'den sapık bir fır­ka buna muhalefet etmiştir. Halef,

“Biz bu tevili tayin eder ve za­hiri ona sarf etmeyiz”, derler. Selef ise,

“Biz icmâlen tevil eder fakat belirli bir şeyi tayin etmeyi içyüzünü Allah'a havale ederiz.” derler. Muteahhirînin bir kısmı da bu görüştedir. Diğer bir kısmı ise zahire ve Arap lügatinin kaidelerine uygun ve yakın olanı tayin ve tercih ederler. Böyle bir imkân bulunmadığı vakit tevil eder ve asıl mura­dı Allah'a havale ederler. Âyet ve hadîsler üzerinde araştırmalar ya­pan kimse bunların tevile şehâdet ettiklerini görür. Çünkü bunlan tevilsiz oldukları gibi kabul etmek tenakuza yol açar. Bu kuşkuyu kaldırmak için tevil kaidelerine uyarak tevil etmek vacip olur. Me­selâ:

“(Allah) sonra Arş üzerine istiva etti.”[159]

Biz ona şah damarından daha yakınız.”[160]

“Nerede olursanız olun. O sizinle beraberdir.” [161]âyetleri ile Resûl-i Ekrem'in:

“Eğer konağın ipini sarkıtsanız Allah üzerine düşerdi.” Hadisinden birini tevil zorunluluğu vardır. Çünkü hiç kimse bunların zahir an­lamlarında olduğunu iddia edemez. Bir yandan, “Allah Arş üzerin­dedir.”, “bir yandan, “O, size şah damarınızdan yakındır.”, öteyandan, “Nerde olursanız olun, O sizinle beraberdir.” âyetleri ile “îpi sarkıtsanız Allah'a değecek.” hadîsi tevilsiz kabul edilemezler. Bazı âyet ve hadîslerde tevil zorunluluğu olduğuna göre, bu gibi müte-şâbihâtm hepsinde tevil vacip olur. Mâlik, Cafer ve benzerleri gibi selefin hepsi bu tevili kabul etmişlerdir.

Hulâsa; bu meselede Ehl-i Hakkın görüşü, benim anlattığım gibi, Allahu Teâlâ'ya noksanlık getiren ve hatta ne noksanlık ve ne de ke­mal getirmeyen bütün sıfatlardan O'nu tenzih edip her yönden ke­mal sıfatları ile tavsiftir. O'nu, zâtında sıfatında, esma ve ef'âlinde mutlak ve en üstün kemal sıfatları ile tavsif etmek lâzımdır. İşte Al­lah hakkında ve birinci şehâdet, budur.

İkinci şehâdete yâni Resûl-i Ekrem'in Allah'ın kulu ve Resulü ol­duğuna gelince; “Muhammed” yerine, “Ahmed” ve “Eba'l-Kasun” isimlerini, “Resul” yerine “Nebi” kelimesini kullanabilir. Yâni “Eşhedü Enne Ahmede Nebiyyullah” da deyebilir. Ancak “Eşhedü enne Muhamraederresûlullah”ı öne alırsa ayırmadan söylemesi lâzım, ak­si halde olmaz. Aynı zamanda bunların ne demek olduklarını anla­madan yalnız Arapça olarak bu kelimeleri söylemekle mü’min olmaz. Bunların manalarını bilmesi ve ondan sonra söylemesi lâzımdır.[162] Resûl-i Ekrem'in risâletini inkâr edenin imanı için bu şehâdet keli­meleri yeterlidir. Ancak onun peygamberliğini kabul ettiği halde yal­nız Araplara gönderilmiş olduğuna inanan kimsenin sadece bu şehâdeti yeterli değildir. Bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderildiğini kabul ve itiraf etmesi lâzımdır. Dilsizin kabul işareti, dili olanın konuşması gibidir. Demek oluyor ki iman, bu iki şehâdet kelimelerini bir arada getirmekle mümkündür. Yalnız, “iman ettim, inandım” yahut “Kendisinden başka ilâh olmayana inandım” veya “Ben Müslümanım” yahut “Ben Muhammed ümmetindenim, ben onu severim” veya da “Müslümanlardanım, Müslümanlar gibiyim, onla­rın dinleri hakdır” gibi sözler, Müslüman olmak için yeterli değildir. Ama hiç bir şey bilmeyen kimsenin “Ben Allah'a inandım, Allah için Müslüman oldum, beni yaratan Allah'tır” dedikten sonra peygambe­rin de risâletini tasdik ederse mü'nündir. Müslüman olan herkese öl­dükten sonra dirilmeğe inanmak gerekir. Allah'a iman yanında O'nun birliğine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanması kendisine öğretilir. Zira yalnız bunlara inandığı halde gücü yeterken dili ile şehâdet kelimelerini telaffuz etmeyen kimse, Nevevi'nin nak­line göre, küfür halindedir ve ebedi cehennemdedir, demişlerdir. Fa­kat buna dört imam itiraz etmiştir. Bunlara göre bu iman kendisine fayda verir, ancak kendisi âsi ve günahkâr olur.[163] Fakat kalbin­den inanmadığı halde dili ile şehâdet kelimelerini getiren kimse mü­nafıktır ve bu adamın Allah katında kâfir olduğu ittifakhdır. Ancak dünyada kendisine îslâm ahkâmı uygulanır ve Müslüman muamele­sine tabi tutulur. Şayet bu halinde bir Müslüman kadınla evlendik­ten sonra iman etse nikâhına yemlemesi gerekir.

Bu tenbihlerden birisi de son nefeste iman meselesidir. Sonuna kadar küfür halinde yaşadıktan sonra can boğaza gelip gargaraya başladığı, hayattan tamamiyle ümidini kesip âhiret alâmetleri kendi­sine açılmaya başladığı vakit, artık iman etmesi kendisine bir fay­da sağlamaz. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Ama bizim baskınımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu, Allah'ın kulları hakkında, ötedenberi yürürlükte olan yasasıdır. İşte inkarcılar o zaman hüsranda kaldılar.”[164], buyurulmuş ve bundan yalnız Yunus aleyhisselâmın kavmi istisna edilmiştir. Nitekim Allahu Teâlâ:

“İşte Yunus'un milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği ge­rektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünya­da geçindirdik.” [165], buyurmuştur. Buradaki istisna muttasıldır. Onlar, peşin ve dünya azabı gördükten sonra iman etmiş ve iman­ları makbul olmuştur. Müfessirlerden bazılarının görüşü böyledir. Bu da özel olarak, peygamberlerinin hürmetine onlara yapılmış istis­naî bir muameledir. Nitekim Kurtubi'nin Sahihtir diye rivayet etti­ği bir hadîsde anlattığı gibi, Resûl-i Ekrem Efendimize hürmeten Al­lahu Teâlâ onun anne ve babasını dirilterek, peygamberimiz onlara imanı telkin etmiş sonra da ölmüşlerdir. Bunu, Şam hafızı İbn Nâsırüddin ve başkaları da rivayet etmişlerdir. Bunlar, özel ve istisnai işlemlerdir. Bunlar üzerine kıyas yapılamaz. Gerçi Resûl-i Ekrem Efendimizin anne ve babası hakkındaki bu rivayete itirazlar yapıl­mış, fetvalarla reddedilmiştir. Fakat Kürtubî ve İbn Dıhye bu görü­şü savunmuş ve Resûl-i Ekrem'in üstün fazileti karşısında Allahu Teâlâ'nın kendisine bu ikramda bulunduğunu söylemişlerdir. Aslın­da onların diriltilmesi ne aklen ve ne de naklen mumteni değildir. Nitekim İsrâiloğullarında öldürülen bir adamı Allahu Teâlâ diriltti ve o, kendisini Öldüreni haber verdi. Ayrıca İsa aleyhisselâm da Al­lahu Teâlâ'nın izniyle ölüleri diriltmiştir. Resûl-i Ekrem'de de bu hal­lerin görüldüğü rivayet edildiğine göre, bunda bir mani yoktur. Hz. Ali'nin namazı kılması için güneşin battıktan sonra geri döndüğü Sahih olarak rivayet edilmektedir. Güneş battığı halde geri dönmüş ve Hz. Ali de ikindi namazını kılmıştır. Battıktan sonra güneşi geri çeviren Allah, Resûl-i Ekrem'in anne ve babasını da diriltmeğe kaadirdir. Bazı müfessirlerin, “Sen, cehennemliklerden sorumlu tutulmayacaksın.”[166], ayet-i celilesinin Resûl-i Ekrem'in anne ve babası hakkında nazil olduğunu söylemeleri de önemli değildir, çünkü bu âyetin nüzul sebebine dâir kesin bir rivayet yoktur. Bu âyet-i kerîme'nin Resûl-i Ekrem'in anne ve babası hakkında nazil olduğunu bir an kabul etsek bile maksad, “Senin yardımın ve kerametin olmasa cehennemliklerden olurlardı” demek olur. Müslim'in (Enes radıyallahu anh'den) rivayetinde, Re­sûl-i Ekrem'in “babasının nerede olduğunu soran bir adama, “cehen­nemdedir” dedikten sonra dönüp giden adamı çağırtarak),

“Benim babam da senin baban da cehennemdedir.” [167]rivayetine gelince bu, ya bu durum meydana gelmeden önce vukûbulmuş veya soruyu soran bedevi için böyle konuşmuştur. Çünkü bedeviye,

“Ba­ban cehennemdedir” dediği vakit bedevi üzülerek dönüp gitmiştir. Onu tatmin ve irşad için böyle buyurmuş olması muhtemeldir. Kendilerine güvenilen âlim ve müctehidler:

Ama bizim baskınımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi.”[168]âyeti celîlesine dayanarak Fir'avun'un küfründe ittifak etmişlerdir. Tirmizi de Yunus sûresinin tefsirinde bu hadisi iki yoldan rivayet ettikten sonra, yollardan birisi için, “Hasen”, diğeri için, “Hasen, Sahih ve gariptir” demiştir.

İbn Adiy ve Taberânî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem, “Allahu Teâlâ Zekeriyya aleyhisselamın oğlu Yahya aleyhisselamı annesinin rahminde mü’min, Fir'avun'ı da annesinin karnında kâfir olarak ya­ratmıştır.” buyurmuştur. Allahu Teâlâ'nın Yunus sûresinde Fir'avun'dan hikâye yolu ile:

“Fir'avun boğulacağı anda  “İsrâiloğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, artık ben ona teslim olanlardanım.” de­di.”[169], buyurduğuna gelince, bu imanın Fir'avun'a fayda verme­diği bu âyetten sonra gelen:

“Ona: “Şimdi mi inandın? Daha önce baş kaldırmış ve bozgun­culuk etmiştin.” dendi.” [170]âyetiyle açıklanmıştır.

Âyetteki ol üstün okursak iki, esre okursak üç defa imanı tek­rarlamış olduğu halde bu iman, kendisine fayda vermemiştir, çün­kü onun imanı, kendisine ve kavmine peşin azabın geldiğini ve ar­tık suda boğulmaktan kurtuluş çaresi kalmadığını anladığı anda ol­muştur, tşte bu gibi anlarda yapılan imanın faydası olmaz. Aynı za­manda Fir'avun'un bu İmanı, taklidden başka bir şey değildir. Çün­kü o, İsrâiloğullarını taklid ederek: “Onların iman ettiklerine ben de iman ettim” demişti. Fir'avun, bir ilâhın varlığını İsrailoğullarından duymuş ve onlara uyarak, “İnandım” demiş oluyor. Bu ise sırf taklittir. Halbuki kendisi âlemin yaratıcısını münkir bir dehri idi. Böyle pis bir dehrîlik küfrü bir taklid ile zail olmaz, kesin delile sa­hip olmaya muhtaçtır. Böyle bir taklidin yeterliğini kabul etsek bi­le, onun inandığı dayanakları inkâr edip atması şarttır. Fir'avun daha önceki inançlarının batıl olduğunu, hatta kendi ulûhiyet iddia­sının sahteliğini ortaya koymamıştır. “îsrâiloğullannın iman ettiğine İman ettim” demekle kesin olarak nereye inandığını ifade etmemiş­tir. Bunun için, “Kendisinden başka ilâh olmayana iman ettim de­menin yeterli olmadığında ulemâ ittifak halindedir. Çünkü belki o, kendini veya taptığı ilâhı kasdetmiştir.   Bütün bunlara rağmen bu İmanın Sahih olduğunu kabul etsek bile, mü’min olmak için yalnız Allah'a imanın yeterli olmayıp, O'nun gönderdiği peygamberini de tasdik etmenin gerekli olduğu meydandadır. Fir'avun'un pürüzsüz olarak Allah'a inandığını kabul etsek bile, Hz. Musa'ya iman etme­diği için mü’min olamıyacağı açıktır. Bir kâfir bin kere “Eşhedü en-lâilâhe illallah” dese, “Eşhedü enne muhammederresûlullah” demedikden sonra iman etmiş olmaz.

Şayet, Firavun'un sâhirleri de Mûsâ aleyhisselâma inandıkların­dan hiç bahsetmeyerek yalnız “Allah'a inandık” demekle mü’min sa­yıldılar, bu nasıl oldu? Dersen,

Deriz ki; bu iddia yanlıştır. Çünkü onlar:,

Âlemlerin Rabbi ve Mûsâ ve Harun'un Rabbine inandık.”[171], de­diler.

Fir'avun böyle değil, ne açıktan ve ne de işaret yolu ile Musa aleyhisselâma inandığına dair bir emare mevcut değildir. Halbuki sihirbazlar, “Musa ve Harun'un Rabbine” demekle onları tanımış ol­dular. Fir'avun ise yalnız “İsrailoğullarının inandığına inandım” de­di ve Musa aleyhisselâmı anmadı.

Şayet, Hanefi imamlarından Kaadı Abdussamed tefsirinde, “Sofiye'ye göre, âhiret alâmetleri açılıp azâb görüldüğü anda bile kâfi­rin tevbesi makbuldür” demiştir. Bu zat Hicri 5'inci asırda (Hicri 430) yaşadığına göre, bu görüşün çok eski olduğu anlaşılmaktadır. Zehebî, “Mutekaddimîn ile muteahhirini ayıran hudud, Hicri üçyüz tarihidir.” demiştir. Sofilerin görüşü bu olunca Fir'avun'un küfründe ittifak olduğu nasıl söylenebilir? Denirse:

Deriz ki; böyle güvenilir içtihad erbabı sofiyenin muhalefetiyle icma’ın mun'akid olamıyacağını kabul etsek bile, bu iddia bizim aley­himizde delil olmaz ve “Fir'avun'un küfründe ittifak vardır” sözü­müzü bozamaz. Çünkü biz Fir'avun'un küfrüne hükmederken, “yal­nız yeis halinde iman etmiştir, bu iman makbul değildir ve bunun için kâfirdir” demedik. Onun küfrünü gerektiren daha başka sebep­ler vardır. Çünkü o, doğrudan, “Allah'a inandım” demedi, “İsrâiloğullarının inandıklarına inandım” dedi. Allah'a inandığını kabul etsek bile Hz. Musa'ya inanmamıştı, Kz. Musa'ya inandığına dair en kü­çük bir emare mevcut değildir. Sofilerden gelen bu rivayet doğru olsa bile, bizim iddiamızı bozacak mahiyette değildir.

Şayet, büyük imam Muhiddin-i Arabi “Fütühât-ı Mekkiyye” sin­de, “Zaruret halinde iman Sahihtir ve Fir'avun da mü’mindir.” de­miştir, buna ne dersin? Önce Muhiddin-i Arabi'nin sözünü olduğu gibi ele alalım. Koca imam diyor ki: “Fir'avun ile ümitleri arasına dalgalar girip boğulacağını anlayınca, zillet ve ihtiyaç karşısında iç duyusu ile Allah'a sığındı ve zahirlerin, şüphe ve kuşkuyu kaldırmak için, “Âlemlerin Rabbine ve Mûsâ ile Harun'un Rabbine iman ettik” dedikleri gibi, işkâli kaldırmak için de Firavun: “İsrâiloğullarının inandığından başka Tanrı olmadığına inandım ve ben Müslümanlardanım”. Allahu Teâlâ itab ve kınama yolu ile “Daha önce bildiğini şimdi mi açıkladın? Halbuki daha önce baş kaldırmış ve bozguncu­luk etmiştin.” buyurması da ona bir itabtır. Daha sonra Allahu Teâ­lâ Fir'avun'a: “Bugün sadece senin cesedini koruyacağız.” buyur­makla, ölümünden önce kendisini kurtaracağını ona müjdelemiş ve hikmetini de: “Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için...”[172] âyetiyle açıklamıştır. Yani bu, kurtuluş alâmeti olsun için. Zira azâb, zahir cesedine taalluk eden garktır. Bedenini çıkarmakla seni azaptan kurtardığını onlara göstermiş olurum. Ve böylece ilk olarak suya garkolma bir azâb ise de, orada boğulup ölmek, bir şehâdettir. Bütün bunları bildirmesi, ilâhi rahmetten kimsenin ümid kesmemesi içindir.

“Doğrusu kâfirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.”[173]İtibar sonucadır. Fakat Allahu Teâlâ'nın:

“Ama bizim baskımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi.” [174]âyeti celilesi ise, fayda sağlayanın bizzat Allahu Te­âlâ olduğunda açık ve kesin bir delildir. Allah'tan başka hiç bir şey fayda vermez,

“Allah'ın gelip geçmişlere uyguladığı kanunu budur.”[175] Yani yeis halinde imanlarıdır. Fir'avun'un o anda öldürülmesi de bir daha küfür haline dönmemesi içindir.

Allahu Teâlâ'nın:

“(Fir'avun) onları (milletini) cehenneme götürür.”[176] buyurdu­ğuna gelince; burada Fir'avun'un kavmi ile beraber cehenneme gi­receğine dair bir sarahat yoktur. Belki Fir'avun'un adamları hak­kında.

Fir'avun'un adamlarını azabın en ağırına sokun.”[177] Buyurulmuş ve “Fir'avun'u cehenneme atın” denmemiştir.

Öyle zor halde iman edenin imanını kabul etmemekten, Allahu Teâlâ daha merhametlidir. Allahu Teâlâ, darda kalıp kapısını çalanı geri çevirmez. Fir'avun'un o andaki durumundan daha sıkıntılı ânı olamaz. Nitekim Allahu Teâlâ,

“Yoksa, darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren mi? Allah'ın yanında bir tanrı mı?”[178] buyurmuş, darda olanın çağrısına hemen karşılık vereceğini ve onu içine düştüğü sıkıntıdan kurtaracağını bildirmiştir. Fir'avun'a yapa­cağı en büyük azâb, onu suda boğmaktı, onu da yaptı. İşte Muhiddin-i Arabi'nin sözünün özü budur.

Şayet, Muhiddin-i Arabi'nin bu sözü makbul müdür, değil midir? Değilse delil nedir? Diye soracak olursan:

Cevabında deriz ki; bu sözü söyleyenin büyüklüğünü kabul et­mekle, beraber görüşünü kabul etmemiz mümkün değildir. Nihayet o da hata yapabilen bir insandır. Günahlardan korunma ancak pey­gamberlere mahsustur. Nitekim İmâm Mâlik radıyllahu anh, Resûl-i Ekrem'in mezarını göstererek, “Bu mezarda yatandan başka herkes hata edebilir; sözlerinde makbul olanı olduğu gibi makbul olmayanı da olabilir.” demiştir. Bu görüş de koca imamın bir hatası olabilir. Bununla beraber yine onun başka eserlerinde, Fir'avun, Haman ve Kaarun'un cehennemde olduklarına dair açıklamaları var­dır. Bu koca imamın eserlerinde birbirine uymayan görüşleri ile kar­şılaştığımız vakit, zahiri delillere uyanım alır, uymayanını atarız. Halbuki:

“Ama bizim baskımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi.” [179]âyetiyle Tirmizî'nin Sahih olarak rivayet ettiği yu­karda geçen hadîs-i şerif, yeis halindeki imanın makbul olmadığını kesinlikle ortaya koymaktadırlar. Artık âyette tevil yolunu tutup, “Onlara imanları fayda vermedi, fayda veren Allah'tır” demeğe bir sebeb yoktur. Bu açık nasslar karşısında böyle tevile iltifat edilmez. Aynı zamanda bu tevili iptal eden delillerden birisi de Kuran ve Sünnet ıstılahlarında eşyanın sebeplerine muzaf kılınmasıdır. Artık, “imanları onlara fayda vermez” dendiği vakit, “iman fayda vermez de Allah fayda verir” diye bir mâna anlaşılmaz. Bunun şer'i mâna­sı, onların imanları makbul değildir, demektir. Eğer Allahu Teâlâ o anda onlara fayda verecek olsaydı, hemen suda boğulma azabın­dan onları kurtarırdı. Halbuki kurtarmamıştır.

Allahu Teâlâ'nın, “İnkarcılar o zaman hüsranda kaldılar.” [180]Ayet-i celilesi,

“Ama bizim baskımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi.” âyetinden muradın, onların böyle bir anda iman etmiş ol­maları ile küfür'halinde kalmış olduklarının bir delilidir. Aynı za­manda bütün Sahabe ve Tabiîn ve onlardan sonra gelen imamlar bu âyetleri hep bu şekilde, Sahih hadise uygun olarak tefsir etmiş ve hiç biri Muhiddin-i Arabi'nin fikrini öne sürmemiş ve bu konuda ittifak etmişlerdir. Yeis halinde yapılan iman Sahih olmayınca Fir'avun'un da imanının Sahih olmadığı anlaşılmış olur. Bütün bunlara rağmen yeis halindeki imanın Sahih olduğunu kabul etsek bile, yukarda an­lattığımız gibi, Fir'avun'un, Musa aleyhisselâma inanmadığı için yi­ne imanı Sahih değildir. Sâhirler ise Musa aleyhisselâma da inanmış­lardı. Kur'an-ı Kerîm'de anlatıldığı şekli ile sâhirlerin imanı ile Fir'a­vun'un imanını ifade eden âyetler üzerinde düşünenler, bunları kar­şılaştırmakla aralarındaki farkı kolaylıkla bulurlar. İmamın, “Onun, içinden duyduğu zillet ve ihtiyaca yöneldi” demesi de şayanı hayret­tir. Çünkü onu, içinden kuşkulandıran sıkıntı ne idi? O, Allah'ın rubûbiyyetini inkâr, kendisinin mutlak bir ilâh ve büyük bir Rab ol­duğuna inanıyor ve böylece Musa aleyhisselâmı yalanlayarak ona ezi­yet edip duruyordu. Bunun tutumu, Resûl-i Ekrem'in de, “Ümmeti­min Fir'avun'udur” buyurduğu, Ebû Cehil'in tutumu gibidir. Kabul edelim ki içinde bu kuşku ve ızdırap vardı, inanmadıktan sonra bu kuşku neye yarar?

“Ona: “Şimdi mi inandın? Daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.” Ayetini itaba hamletmek de cidden uzak bir ihtimaldir. Zi­ra büyük imamın dediği gibi, Fir'avun'un yeis halindeki bu imanı Sahih ve makbul olaydı, bu âyet yerine fazıl makamına yaraşan, “işte şimdi seni kabul ediyoruz ve sana ikramda bulunuyoruz- buyurulacaktı ki, ancak imanının Sahih olduğunun. Hakkın rızasını Müstelzim bulunduğunun delili olabilirdi. Onun imanını kabul edip ondan razı oldukdan sonra artık, “Şimdi mi inandın? Daha önce baş kaldır­mış ve bozgunculuk etmiştin” diye kendisine hitab etmesi uygun düş­mezdi. Birazcık muhakeme yeteneği olan kimse bu hitabın, razı olu­nan kimseye değil, gazablanılan kimseye olduğunda tereddüt etmez. Özel olarak “Sen bozgunculuk etmiştin.” ilâvesi de bu iddiayı çürütür. Çünkü imanı sayesinde bütün geçmiş günahları yok olur.

Fir'avun'un imanı kabul olaydı bu türlü kınamalara lüzum kal­mazdı. Bütün bu hitabeler, Aİlahu Teâlâ’ınn ona gazablı olduğunu göstermekte ve onun o çirkin ve iğrenç davranışları sebebiyledir ki, son nefese kadar İmanına engel olmakta ve sonunda da Mûsâ aleyhisselâma iman etmemekte ve bu suretle faydasız da olsa tam manasıyle iman etmemekte ona engel olan bu halleri olduğunu bildir­mektedir. Özellikle vücudunu kurtaracağım bildirmesi, müfessirlerin bu âyetten anladıkları mânayı murad ettiğinin en açık ve seçik bir delilidir. Müfessirler diyorlar ki: Fir'avun'a inananlar, onun boğulmayıp başka tarafa gittiğini sandılar. Onun gerçek bir ilâh olmadı­ğını, boğulup öldüğünü onlara göstermek ve insanlardan ilâh ola-mıyacağma bir ibret ve alâmet olmak üzere Allahu Teâlâ onun vücu­dunu zırhı ile veya çıplak olarak sahile çıkartmış ve böylece herkes onun boğulup öldüğünü görmüş ve bildirmiştir.

Müfessirler diyorlar ki: Allahu Teâlâ onu bir öküz ölüsü gibi deniz kenarına atmasmdaki hikmet, Allah'a karşı gelenlerin eninde sonunda Allah bellerini kırıp onları böyle perişan edeceğini İsrâiloğullarına ve diğerlerine göstererek kendilerine çeki-düzen vermelerini istemiş olmasıdır. Boğulan bu kadar kıbtiler arasında, özellikle Fir'avun'un cesedinin kenara atılmasında Mûsâ aleyhisselâmın doğrulu­ğuna ve Allahu Teâlâ'nın ululuğuna açık deliller vardır. Sonra Allahu Teâlâ'nın bu konuyu,

“Doğrusu insanların çoğu âyetlerimizden habersizdir.”[181], âyet-i celîlesiyle sona erdirmesindeki hikmeti, bizleri bu gibi deliller üze­rinde düşünmeğe teşvik ve bunlardan ders almamız içindir. Nitekim diğer âyette.

And olsun ki peygamberin kıssalarında, aklı olanlar için ibretler vardır.”[182], buyurulmuştur.

Bu uyarılardan birisi de, kâfirlerin ebedi olarak cehennemde azâb edileceklerini âyet ve hadîslerin haber vermesidir. Görünüşde bu esa­sa uymayan âyet ve hadislerin tevili vaciptir. Bunlardan biri,

“Rabbinin dilemesi bir yana, gökler ve yer durdukça orada temelli ka­lacaklardır. Rabbin şüphesiz her istediğini yapar.” [183]Ayet-i celilesidir. Âyetin zahiri, cehennemliler cehennemde yer ve gökler dur­duğu sürece azâb edileceklerdir. Bununla beraber bu müddetten is­tisna edilenler de vardır. Yani bazı kimseler ebedî olarak cehennem­de kalmayacaklardır. Müfessirler bu âyeti yirmi şekilde tevil etmiş­lerdir. Çokları, bunların, yer ve göklerin devamı müddetince cehen­nemde kalacakları ile kayıtlanmasının hikmeti üzerinde durmuşlar­dır. Bir kısmı da âyetteki istisna üzerinde durarak, “Rabbinin di­lemesi Müstesna” âyetini tevil etmişlerdir. “Gökler ve yer durdukça onlar cehennemde temelli kalacaklardır.” Ayetini tevil edenler, bu yer ve göklerden muradın, cennetin yer ve göğü olduğunu, dünya­nın yer ve gökleri olmadığını söylemişlerdir. Zira üstünde olan her şey senin göğün, üzerinde durduğun her şey de senin yerindir. Bu bakımdan cennetin de cehennemin de yeri ve göğü vardır. Artık, “Muhatabların bilip tanımadıkları bir yer ve gökten nasıl söz edilir?” denemez. Çünkü elbette cennette ve cehennemde duranların da bir altları ve bir de üstleri vardır; altları yer, üstleri ise göktür, işte bu alt ve üstleri devam ettiği sürece -ki bunların sonu yoktur- on­larda cehennemde azâb edileceklerdir ki ebedidirler. Diğer bir tev­cih de; âyetteki yer ve göklerden muradın, dünyadaki yer ve gök­ler olmasıdır. Kur'an-ı Kerîm Arapların muhaveresine uygun bir şe­kilde nazil olmuştur. Araplar bir şeyi yapmayacakları zaman, “Yer ve gökler durduğu sürece ben bunu yapmam, sana gelmem.” der­ler ki, maksadları bunu hiç yapmamaktır. Bunun gibi “Gece ve gün­düz birbirini takip ettiği, şu dağ yerinde durduğu sürece ben sana gelmem.” demek de hiç gelmem demektir ki, örflerine göre bu söz­ler ebediyet ve devam ifade eder. Onlar da ebedi cehennemdedirler. Aynı zamanda İbn Abbas (r.a.)’dan gelen bir rivayette, “Bütün ya­ratıkların aslı, Arş’ın nurundandır. Binaenaleyh kıyamet günü yer ve gökler yine asılları olan bu nura döner ve ebedî olarak orada ka­lırlar. Bu bakımdan kâfirler de ebedi cehennemde kalırlar.” Eğer âyet­ten, yalnız yer ve göklerin devamı müddetince cehennemde kalıp son­ra oradan çıkacaklar mânası anlaşılsa, böyle bir tevile ihtiyaç du­yulurdu. Halbuki yer ve gökler kayboldukdan sonra cehennemden çıkacaklarına dair âyette bir delil yoktur. Burada şartın bulunmamasından meşrutun sona ermesi düşünülmez. Meselâ, bir mantık kazıyyesi kurarak, “Bu, insan ise hayvandır. Fakat bu bir insandır, öy­le ise hayvandır” deriz. Fakat diğer şekli ile “Bu, insan ise hayvan­dır fakat insan değildir” dediğimiz vakit netice akim kalır, bundan, “Hayvan değildir” manası çıkmaz. Belki bir kedi veya bir attır. Ne olduğu bilinemediği için netice çıkarılmaz. Bu da böyledir, “Yer ve gökler durduğu sürece azâblan devam edecek. Yer ve gökler de­vam edecek, o halde azâbları da devam edecektir.” Fakat “Yer ve gökler devam etmeyecek, o halde azâblan da devam etmeyecek” de­yemeyiz, çünkü netice akimdir.

Kâfirlerin azâbları sonsuz olarak devam edeceğine göre, yer ve gökler isterse yok olsun, isterse kalsın, onların azabını yer ve gök­lerin devamı ile kayıtlamakta daha ne fayda var? Denemez. Çünkü bunda fayda vardır. Bu kayıtta, onların azâblarmın, akü erdirilemeyecek şekilde devamına delâlet vardır. Bundan sonrası için de azâb var mı yok mu? Sorusuna gelince, bunu da diğer âyetler ifade etmek­tedir. Onların ebedî olarak cehennemde kalacaklarını açıkça bildiren âyetler vardır..

Âyetin ikinci bölümüne, yâni “Rabbînin dilemesi hâriç” istisna­sına gelince; bu âyet, bunların ayrıca cehennemin kaynar suyundan içmek ve soğuğunda azâb edilmek üzere çıkarılacaklarını ve tekrar geri çevrileceklerini açıklamak içindir. Yani cehennemliklerin azabı iki çeşittir; biri sıcakta yakılmak, diğeri de soğukta dondurulmaktır. Ve  yahut:

Hoşunuza giden kadınlarla evlenin...”[184] Ayetindeki murad, akıl sahibleri olduğu gibi,  daki dan murad da mü’minlerden âsi olup cehenneme girenlerdir. Şakavetin ve azgınlığın onlara da şümulüne binâen istisna muttasıl, ademi şümu­lüne binâen istisna munkatî olur ki, uygun olanı da budur, yi makamında almakla yine istisna munkati olur.   Yani yer ve gökler durdukça -Rabbinin dilediklerinden başka- onlar orada kalacaklar demek olur. Burada daha birçok cevaplar varsa da mak­sadı ifadeden uzak oldukları için onlardan sarfı nazar ettim. Ahmed'in Abdullah İbn Ömer (r.a.) den rivayet ettiği, “Onlar, kapıla­rı kapandığı gün mutlaka cehenneme uğrayacaklar ki, orada kimse yoktur. Bu da orada bir kaç hukub (bir kaç seksen yıl) kaldıkdan sonradır.” hadîsi buna münafi değildir. Zira bu hadîsin râvileri ara­sında büyük yalanlar söyleyen birisi vardır. Bu bakımdan hadîs mecruhdur. Gerçi bu hadîsi pek çokları İbn Mesûd ve Ebû Hureyre (Allah kendilerinden razı olsun) den rivayet etmişlerdir. İbn Teymiye, “Bu, Ömer İbn el-Hattab'ın İbn Abbas, İbn Mesûd, Ebû Hu­reyre (Allah hepsinden razı olsun) nin sözleridir. Hasan-ı Basri, Hammad b. Seleme, Ali b. Talha ve birçok müfessirler de buna zahibtirler.” demiştir.

Fakat Hasan-ı Basrî'den gelen başka bir rivayet bunu nakzet­mektedir. Âlimlerin açıklamalarına göre. Sabit, bu durumu Hasan-ı Basri'den sormuş, o da bunu reddetmiştir. Gerçek şu ki İbn Teymiye'nin, isimlerini verdiği bu zatların hiç birinden böyle bir rivayet gel­memiştir. Faraza böyle bir rivayetin olduğunu kabul etsek, bu, mü'minlerin âsileri hakkındadır. Gerçekten mü’minlerin âsileri cezala­rını çektikten sonra bulundukları bölümde, cehennemin üst tabaka­sında kimse kalmayacaktır. Fakat kâfirlerin bulundukları bölümler, Kur'an-ı Kerim'in haber verdiği gibi, daima dolu olacak ve onlardan hiç kimse çıkarılmayacaktır. Fahruddin Râzi tefsirinde diyor ki; bir cemaat: “Kâfirlerin azabı da bir gün sona erecek.” demiş, bu âyet ve bir de:

 “Orada (birkaç hukup)[185] sonsuz kalacaklardır.”[186], âyet-i celîlesi ile delil çekmişlerdir. Ayrıca onların yaptıkları kötülükler mütenahidir, mütenahiye namütenahi ile azâb ise zulümdür, Allah'a ya­raşmaz, demişlerdir. Bunların delilleri ve dayanakları çürüktür. Çün­kü bu âyet-i kerime azabın sona ereceğini ifade etmemektedir. Zira yukarda da anlattığımız gibi, Araplar bu gibi sözlerle sonsuza ka­dar devamı kasdederler. Mütenahiye mütenahi olmayanla azâb edil­diği görüşü de doğru değildir, çünkü insanlar niyetlerine göre cezalandırılmaktadırlar. Kâfirler, hayatları sona ermese bile yaşadıkları sürece küfür halinde olma azmi içindedirler. Onların küfürlerindeki niyetleri devamlı olduğu için azâbları da devamlıdır. Ceza, hareke­te ve hareketi tahrik eden niyete göredir.

Şunu da bilmiş ol ki, cennetliler hakkındaki istisna ve kayıtlar da bütün ulemânın ittifakı ile zahiri üzerine değildir, çünkü Allahu Teâlâ, 

“Sonsuz bir lütuf olarak...”[187] buyurmuştur. Bu gibi âyetler, yu­karda örneğini verdiğimiz şekilde tevil edilir. Cennetliler hakkında­ki istisna âyetinde bulunan vs   dan   mânasını alırsak, o vakit A'rafda bulunanları ve henüz cennete girmeyen mü’minlerin âsile­rini kasdederiz. Cehennem hakkındaki istisnasından âsileri kasdettiğimiz gibi, cennetliler hakkındaki den yine âsileri kasdederiz. Cehennemde istisna, sonundan, cennette istisna başından olur. Yani mü’minlerin âsileri sonunda cehennemden çıkacak, yine mü’minlerin âsileri ilk hamlede cennete giremiyecek ve sonunda girecek demek olur.

İbn Zeyd diyor ki: Allahu Teâlâ, “Allah'tan sonsuz bir lütuf ola­rak.” buyurmakla cennetliler hakkında dilediği şeyi bize haber verdi; fakat cehennemliler hakkında dilediği şeyi bize haber vermedi.

Sonuç: İbn Mâce'nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem, Kâbe-i Muazzama'ya hitaben:

“Ne güzelsin ve ne güzel kokuyorsun, ne büyüksün ve ne bü­yük hürmetin saygınlığın vardır. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, Allah katında mü’minin şanı, senin şanın­dan yücedir; malı da kanı da daha muhteremdir. Öyle ise mü’min Al­lah'a karşı hüsn ü zanda bulunsun[188], buyurmuştur.

Ahmed, Nesei, İbn Hibban ve Hâkim'in rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem,

“Kim ki Allah'a ortak koşmadan ibadet eden namazını kılar, oru­cunu tutar, zekâtını verir ve büyük günahlardan sakınırsa, cennet onun içindir”, buyurdu.

“Büyük günahlar hangilerdir?” diye soran­lara, Resûl-i Ekrem,

Allah'a ortak koşmak ve Müslüman bir kimseyi öldürmek.”[189], buyurarak diğerlerini de saydı. Nesei, İbn Hibbân, Hâkim ve Beyhâkî'nin rivayetlerinde de Resûl-i Ekrem:

“Benim peygamberliğime inanıp Müslüman olup da hicret eden­lerin (amellerine göre) cennetin alt, orta ve en üst katlarında birer eve sahip olacaklarına kefilim. Bunları yapanın artık arayacağı bir iyilik veya kaçınacağı bir kötülük kalmamıştır. Nerde isterse ölebi­lir (varacağı yer cennettedir)”. İbn Mâce ve Hâkim'in rivayetlerin­de: “Kim ki şerik ve nazırı olmayan Allahu Teâlâ'ya ihlâs ile bağla­nır, namazını kılar ve zekâtını verirse, Allahu Teâlâ kendisinden ra­zı olarak ölmüş olur.” [190]buyurulmuştur.

Âhmed ve Müslim'in rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:

“Şüphesiz Allah mü’minin hiç bir iyiliğini karşılıksız bırakmaz. Mü’minin yaptığı iyiliğin mükâfatı dünyada verileceği gibi âhîrette de bol bol verlir. Kâfire gelince; onun iyiliklerinin karşılığını tama­men dünyada kendisine verecektir. Âhirete yolcu olduğu vakit mükâfatlandırılacağı bir iyiliği kalmayacaktır.” [191]buyurmuştur.

Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem, “Allahu Teâlâ amelsiz imanı ve imansız ameli kabul etmez.” [192]buyurmuştur.

Tirmizî'nin  (Câbir b. Abdullah el-Ensârî -radıyallahu anh- den) rivayetinde, müşarünileyh şöyle demiştir:

“Bir gün Resûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi ve:

Rüyamda sanki Cebrail baş ucumda Mikâil ise ayaklarımın ucunda duruyor ve biri diğerine şöyle diyordu:

“Buna bir darb-ı mesel yap.” Oda:

“Dikkat et kulakların dinlesin. Aklını basma al, kalbin anlasın. Sen ve ümmetin şuna benzer: Bir hükümdar saray edindi.   Sonra bu sarayın içinde bir ev (salon) inşa etti. Sonra bir sofra hazırladı. Sonra da bir elçi ile insanları yemeğe davet etti. İnsanlardan bazı­ları elçinin davetine uyarak (yemeğe) geldi, bazıları da uymadı. İş­te o hükümdar Allah, saray İslâm, ev cennet, ya Muhammed sen de elçisin. Senin davetine icabet eden İslâm'a girer, İslâm'a giren de cennete girer. Cennete giren ise onun nimetlerinden yer, dedi, bu­yurdu.”[193]                                

Ebû Nuaym'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Gerçek şu ki, Allahu Teâlâ, muvahhid kullarını amellerinin nok­sanı nisbetinde cehennemde azâb eder ve sonra imanları sayesinde onları ebedî olarak cennetine kor.” buyurmuştur.

Ahmed ve diğerlerinin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Beni görüp bana inananlara bir, görmeden inananlara yedi ke­re müjdeler ve mutluluklar olsun”. Tayâlisî'nin rivayetinde, “Üç ke­re müjdeler olsun.” şeklindedir.

Taberânî ile Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“İslâm hidâyetine ulaşıp elindeki varlığa razı olarak kanaat eden felah bulmuş, korktuğundan emin ve umduğuna ulaşmıştır.” buyur­muştur.

Müslim'in rivayetinde, Resûl-i Ekrem:

“Bilemedin mi İslâmiyet, kendisinden önce olan hataları yıkar yok eder. Hicret de aynı şekil­de kendisinden öncekileri yok eder. Hac da bunun gibi önceki (kusurları)   mahveder.”[194]  buyurmuştur.[195]

 

2. Kebire: Riya (Gizli Şirk)

 

Riyanın haram olduğu kitap ve sünnetle sabit olduğu gibi, bun­da Ümmetin de icmâ ve ittifakı vardır.

Riyanın haram olduğuna dâir âyetler:

“Onlar gösteriş yaparlar”[196]

“Kötülük yapmakta düzen kuranlara, onlara çetin azâb vardır”[197]

Mücahid, “İşte bunlar riyakârlardır, gösteriş yapanlardır.” demiştir.

“Rabbine kullukta O'na hiç ortak koşmasın.” [198]ayet-i celilesi de açık bir delildir, yani, ameli ile gösteriş yapmasın, demektir. İşte bu sebepledir ki, ibadet ve ameline ücret ve teşekkür bekleyenleri yer­mek ve karşılık beklemeyip yalnız Allah rızası için bunları yapanları övmek üzere:

Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.”[199], âyet-i celilesi nazil olmuştur. Riyanın yasak ol­duğuna Kur'an-ı Kerim'in delili, yukarda sıraladığımız ve benzeri âyetlerdir.

Bu husustaki hadîsler: Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem,

Sizin için korktuğum şeylerin en korkuncu, küçük şirk olan ri­yadır. Allah, kıyamet günü insanlara amellerinin mükâfatını verdiği vakit gösteriş yapanlara: “Dünyada kime gösteriş için amel ettiniz ise gidin onlara bakın, onların katında alacağınız bir mükâfat bulur musunuz?” buyurur.”[200], buyurmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem “Riyanın en küçüğü do şirktir. Allah katında kulların en sevimlisi, takva sahibi, cömert ve amellerini gizli yapanlardır. (Yâni amel ve taatlerini dünyalık şaibe­lerinden korumak için son derece gizliliğe dikkat edenlerdir) Onlar ki ortadan kayboldukları vakit gözler onları aramaz. Ortaya çıktık­ları vakit göze batıp bilinmezler. İşte karanlıkların aydınlığı ve hi­dâyetin imamları bunlardır.” buyurmuştur.[201]

İbn Mâce'nin (Şeddad b. Evs radıyallahu anh'den) rivayetinde, Resûl-i Ekrem,

Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkuncu, Allah'a şirk koşmaktır. Dikkat edin, ben, güneşe taparlar, aya taparlar, puta ta­parlar demiyorum. Ancak Allah'tan başkası için yapılan ameller ve gizli şehveti kasdediyorum.” buyurmuştur.

Tirmizl ve Hâkim'in rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem, “Ümmetim­de şirk, düz taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak sesinden daha gizlidir.”[202], buyurmuştur. Hâkim'in rivayetinde, “Gizli şirk, baş­kasına gösteriş için yapılan ameldir.” şeklindedir.

Tirmizî, Hekim, Hâkim ve Ebû Nuaym'ın rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem, “Gizli şirk, gece karanlığında düz bir taş üzerinde karıncanın yürümesinden daha gizlidir. Buyurun en ehveni, zulme rıza göstermek ve adalete kızmaktır. Halbuki din, ancak Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.”[203], buyurmuştur. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Ey Muhammed de ki: “Allah'ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin...” buyurmuştur.[204]

Tirmizi ile Hâkim'in (Ebû Hureyre radıyallahu anh'den) rivayet­lerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Kıyamet günü olduğu vakit Allahu Teâlâ (şekil, hareket, cihet ve mesafeden münezzeh olduğu halde) hesaplarını görmek üzere kul­larına tecelli eder. Kullarının tümü dizüstü çökmüş şaşkın ve peri­şan vaziyettedir. İlk hesaba çağırdığı, Kur'an-ı ezberleyen hafızlar, Allah yolunda savaşıp ölenler ve zenginlerdir. Allahu Teâlâ okuyucuya:

“ Resulüme indirdiğim Kitabı (Kur'an'ı) sana öğretmedim mi?” diye sorar. Okuyucu:

“Evet, öğrettin, ya Rab,” der. Allahu Teâlâ t

“O halde bu öğrendiğin ile ne amel ettin?” diye sorar. Okuyucu:

“Gece gündüz senin rızan için okudum ve okuttum,” der. Allahu Teâlâ ona:

“Yalan söyledin, buyurur. Melekler de ona

“Yalan söyledin” derler. Allah:

“Belki bunları yaparken (Benim rızamı değil, halkın teveccü­hünü arıyor ve) “falana ne okuyucudur?” denmesini istedin ve ha­kikaten de öyle dediler, buyurur. Zengin getirir ve Allahu Teâlâ ken­disine:

“Size, hiç kimseye muhtaç olmayacak şekilde, servet vermedim mi?” buyurur. Zengin:

“Evet, verdin, ya Rab,” der. Allahu Teâlâ;

“O halde sana verdiğim bu servet ile ne amel yaptın?” diye sorar. Zengin:

“(Senin rızan için) akrabamı görüp gözettim, fakir ve yoksul­lara tasaddukda bulundum,” der. Allahu Teâlâ:

“Yalan söyledin, buyurur. Melekler de:

 “Yalan söyledin” derler. Allahu Teâlâ:

“Belki bundan yapmakla, “Falancı ne cömerttir?” denmesini is­tedin ve böyle de dendi, buyurur. Sonra Allah yolunda öldürülen ge­tirilir, Allahu Teâlâ ona:

“Niçin öldürüldün?” diye sorar. Adam:

“Senin yolunda cihad ile emrolundum ve öldürülünceye kadar savaştım,” der. Allahu Teâlâ;

“Yalan söyledin,” buyurur. Melekler de

“Yalan söyledin” derler. Sonra Allah:

“Belki “Falancı ne kahraman, ne cesur bir adamdır” denmesini istedin ve bu da dendi,” buyurur.

 (Râvi Ebû Hureyre radıyallahu' anh diyor ki:) Sonra Resûl-i Ek­rem eli ile dizime vurarak:

“Ey Ebû Hureyre, kıyamet günü yalın ateşin ilk kaplayacağı bu üç sınıf insandır,” buyurdu.”[205]

Ahmed, Müslim, Neseî ve Hâkim'in de ayni mealde rivayetleri vardır. Yine Hâkim'in bir rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Kıyamet günü hesap anında üç kişi helak olacaktır: Cömertler, kah­ramanlar vb âlimler (yâni gösteriş ve desinler için cömertlik edenler, ayni maksadla savaşlarda kahramanlık gösterenler ve yine aynı maksadla ilim taslayanlardır).” buyurmuştur.

Ahmed, Tirmizî ve İbn Mâce'nin (Ebû Sa'd b. Ebû Fudâle el-Ensâri radıyallahu anh'den) rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Allahu Teâlâ vukuunda şüphe olmayan kıyamet gününde, ilk ve son bütün insanları bir araya topladığı vakitte, bir münâdi:

“Amelinde Allah'tan başkasını ortak eden (gösteriş ile amel eden), sevabını Allah'tan başkasından (yâni gösteriş ettiği kimseler­den) istesin. Allah, ortakların ortaklıktan en Müstağni olanıdır (yani kat'ıyyen ortaklık kabul etmez) diye çağırır”.[206]

Tayâlisî ve Ahmed'in rivayetlerinde Allahu Teâlâ bir kudsi hadîsde, “Ben ortaklıktan münezzehim. Kimki amelinde bana ortak koşmuşsa, o amelinin azı ve çoğu hepsi bana ortak koştuğu kimse için­dir, ben ondan Müstağniyim.”[207], buyurmuştur.

Müslim ve İbn Mâce'nin (Ebû Hureyre radıyallahu anh'den) ri­vayetlerinde, Resûl-i Ekrem Allâhu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu ha­ber vermiştir:

“Ben, ortakların ortaklıktan en Müstağni olanıyım. Kim ki işlediği amelde bana başkasını ortak koşarsa, onu ortağı ile başbaşa bı­rakırım.”[208]

Kıyamet günü olduğu vakit herkesin mühürlü amel dosyalan Al­lah'ın huzuruna getirilir. Allahu Teâlâ meleklerine:

“Şunları alın ve şunları atın,” buyurur. Melekler:

“Ya Rab, bunların hepsi iyi amellerdir,” derler Allahu Teâlâ:

“Evet, iyi amellerdir fakat onlar benim için değil, başkaları için yapılmışlardır. Ben bugün ancak benim rızam için yapılanları kabul ederim,” buyurur.

İbn Asâkir, Dârekutnî ve diğerlerinde de bu mealde rivayetler vardır. Mürsel olarak İbn Mübarek'in rivayetinde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“Melekler kullardan bir kulun amelini alır ve Allahu Teâlâ'nın dilediği yere kadar taşırlar. Yolda, “Bunun da ne çok ameli varmış” derler. Allahu Teâlâ:

“Ey melekler, siz kulumun amelini muhafazaya memursunuz, ben ise onun kalbini murakabe ederim. Bu kulum, hâlis niyetle benim rızam için amel etmemiş, gösteriş ve riya ile hareket etmiştir. Bu­nun amelini cehennemin dibine atın, buyurur. Yine başka birisinin amelini alır, yükselirler. Fakat bu adamın ameli kendilerine az gelir, “Bu da ne yaptı ki derler, Allahu Teâlâ'nın dilediği yere kadar yük­seldikten sonra, Allahu Teâlâ:

“Ey meleklerim, siz kullarımın amellerini muhafazaya memur­sunuz, ben ise onların kalblerini murakabe ederim. Bu kulum, tam benim rızam için amel etmiştir. Bunun amelini en üstün makama yük­setlin” buyurur.”

İbn Sa'd'ın rivayetinde, Resûl-i Ekrem,

“Kıyamet günü olduğu vakit bir münâdi:

“Allah'tan başkası için amel eden kimse, kim için amel etmiş­se amelinin sevabını ondan istesin, diye çağırır;

“Allahu Teâlâ muttaki olan iyileri sever. Onlar ki ortadan kay­boldukları vakit aranmazlar, meydana çıktıkları vakit de bilinmezler (yani halk arasında varlık ve yoklukları Müsavidir) İşte her karan­lık ve tozlu yerlerden sıyrılan hidâyet meş'aleleri bunlardır.”

Tirmizi, İbn Mace ve Buhârî tarihindeki (Ebû Hureyre radıyallahu anh'denl rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Hüzün kuyusundan Allah'a sığının.” Ashâb;

“Ya Resûlallah, hü­zün kuyusu nedir?” dediler. Resûl-i Ekrem,

Cehennemde bir vadi­dir. Cehennem bile günde yüz defa bundan Allah'a sığınır.” buyur­du. Biz (Ashâb):

“Ya Resûlallah, buraya kim girecektir?” dedik. Re­sûl-i Ekrem:

“Amelleri ile gösteriş yapan okuyucular girecektir.” [209]

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Cehennemde öyle bir dere var ki, cehennem günde dörtyüz defa onun şerrinden Allah'a sığınır. Burası riyakâr hafızlar, gösteriş için sadaka verenler, göste­riş için hacca gidenler ve gösteriş için Allah yoluna çıkanlar için ha­zırlanmıştır.”[210], buyurmuştur.

Ahmed ve Müslim'in rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem,

“Ameli ile sum'a edene (başkasına duyurmayı kasdedene) Allah Teâlâ sura'a cezasını, riya (başkasına gösteriş) edene de riya cezası­nı verir.”[211], buyurmuştur.

Ukaylî ve Deylemî'nin rivayetlerinde Resül-i Ekrem:

“Allah katında kulların en sevimsizi, kılığı peygamberler kılığın­da, ameli ise cebbar ve zalimler amelinde olanlardır.” buyurmuştur.

Ebû Abdurrahman es-Sulemi “Setrü's-Sofiye” adlı eserinde ve Deylemî rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“İki şöh­retten sakının: Sofi ve derviş ve derviş kılığına girip kaba kumaş giyerek sofilerden görünmekten, kıyamet günü şiddetli azâb olacak olanı kendisinde hayır olmadığı halde insanlara kendisini hayırlı gös­terenidir”.

Ebû Nuaym ve Deylemi'nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem,

“Allahu Teâlâ bütün riyakârlara cenneti haram kılmıştır.” buyur­muştur.

Deylemi'nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Gösteriş için sofi kılığına girenlerin şerrinden yeryüzü Allah'a sığınır; onların şerrinden kurtulmak için yüksek sesle Allah'a yalva­rır”.

İbn Mâce'nin rivayeti de şöyledir:

“Nice oruç tutanlar var ki, onlar için oruçlarında açlıktan başka bir şey yok, nice gece ibadet edenler var ki, kıyamlarında onlar için uykusuz kalmaktan başka bir kâr yok”.[212] Ahmed, Taberâni ve Hâkim'in de aynı mealde rivayetleri vardır.

Deylemı'nin rivayetinde ise şöyle buyurulmuştur: “Cennetin gü­zel kokuları beşyüz yıllık mesafeden alınır. Ancak âhiret ameli ile dünyalık arayanlar bu kokuyu alamazlar”,

Taberâni, Ebû Ya'lâ ve Beyhakî rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“İnsanların gördüğü yerde namazını güzel kıldığı halde yalnız kalınca aynı şekilde güzel kılmayan kimsenin bu hareketi, Rabbisine karşı yapılmaz bir ihanettir.”[213], buyurmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde ise şöyledir: “Ahireti isteyip murad et­mediği halde âhiret ameli ile gösteriş için süslenmeğe çalışan kim­seye yer ve gökler lanet ederler.” [214]

İbn Adiy'in rivayeti de şöyledir: “Âhireti isteyip murad etmedi­ği halde âhiret ameli ile gösteriş için süslenmeğe çalışan kimseye yer ve gökler lanet ederler”.[215]

İbn Adiy'in rivayeti de şöyledir: “Âhiret ameli ile süslendiği hal­de maksadı dünya güzelliği olan kimselerin varacakları yer cehen­nemdir”.

Taberânî'nin bir rivayetinde, Resûl-i Ekrem,

“Allah'tan başka­sına gösteriş için amel eden kimse, Allah'tan uzaklaşmış olur.”[216], buyurmuştur. Diğer bir rivayetinde de “Riya ve gösteriş olarak ayağa kalkan kimse, oturuncaya kadar Allah'ın mekrindedir”.[217], şeklindedir.

Ahmed, Tirmizi ve İbn Mâce'nin rivayeti, “İnsanlara gösteriş ve duyurmak için amel edenlere kıyamet günü Allahu Teâlâ aynı mua­meleyi yapar, yâni amelinin riya ve gösteriş İçin olduğunu herkese duyurur,      ve böylece      onu rezil eder.”[218], şeklindedir.

Buhârî, Müslim ve Ebû Davud'un rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem,

“Kendisine verilmeyen ile (yemediği halde) kendisini tok gösterme­ğe zorlayan, yalan elbise giyen gibidir.”[219], buyurmuştur.

Hakim ve Tirmizi'nin rivayetlerinde de Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur :

“Ümmetimde şirk taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak sesin­den daha gizlidir.” [220]

Ahmed ve Taberânî'nin rivayetlerinde de Resûl-i Ekrem:

“Ey insanlar,  şirkten sakının ve korunun, zira o,   karıncanın ayak sesinden daha gizlidir,” buyurdu. Ashâb:

“Nasıl sakınalım, ya Resulallah,” dediler. Resûl-i Ekrem:

Allah'ım, bilerek ve bilmeyerek işlediğimiz günahlarda Senden mağfiret diler, bilmeyerek Sana şirk koşmuşsak, sana sığınır ve Senden af dileriz” deyin,” buyurdu.

 Bir rivayette Resûl-i Ekrem Ebû Bekir (r.a.) e hitaben:

“Şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir. Sana bir dua öğ­reteyim de bu sayede şirkin küçüğünden ve büyüğünden kurtulursun,”[221], buyurdu ve yukardaki duayı üç kere okumasını emretti.

Tirmizi ve Hakîm'in İbn Cüreyc'den de aynı mealde rivayetleri vardır.

Ahmed, Taberânî; Hâkim, Ebû Nuaym ve Beyhakî'nin rivayet­lerinde, Resûl-i Ekrem:

“Ümmetim için en çok korktuğum, şirk ve gizli şehvettir. Gerçi benim ümmetim güneşe, aya, puta tapmaz; fakat amelleri ile insan­lara gösteriş yaparlar. Gizli şehvet, oruç tuttuğu halde şehvetlerinden birisi galebe çalarak sabahleyin orucunu bozmasıdır.” buyurmuş­tur. [222]

Deylemî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Adamın biri gizli bir amel işler, Allah u Teâlâ onu gizli defteri­ne yazar. Yaptığı bu ameli birisine söyleyecek olursa, Allahu Teâlâ onu aşikâre yapılmış ameller defterine alır. Yaptığı bu ameli bir da­ha söyleyecek olursa her iki defterden de siler, riya defterine yazar”. Hatib'in rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

“Allahu Teâlâ buyurur ki:

Ben ortakların en iyisiyim (çünkü ortak kabul etmem) Kim ki beni başkasıyle ortak yaparsa, yaptığı o şeyin hepsi o ortağındır.” Ey insanlar, ameli yalnız Allah için ya­pın, zira Allahu Teâlâ hâlis olarak kendisi için yapılan ameli kabul eder. Sakın, “Bu, Allah için ve falan adamm içindir” demeyin. Böy­le deyecek olursanız, o yaptığınız, tamamen o adamın olur ve bun­dan Allah'a bir şey gitmez.”

Ebû Davud'un Sahih sened ile (Ebü Hureyre radıyallahu anh'den) rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kendisiyle Allah rızası aranan bir ilmi, dünyalıktan bir fayda sağlamak maksadıyle öğrenen kimse kıyamet günü cennetin koku­sunu bulamaz.” buyurmuştur.

Taberânî'nin rivayeti, “Sizin için en çok korktuğum, küçük şirk sayılan riyadır. Kıyamet günü herkes ameli ile mahşer yerine geldi­ği vakit, riya ile amel edenlere, “Kime gösteriş için amel ettiniz ise gidin sevabınızı ondan alın” denir.”[223], şeklindedir.

Ahmed, Hâkim ve Beyhakî'nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:

“Si­zin için suretinizin değişmesinden de daha çok korktuğum şeyi size haber vereyim mi? O, gizli şirktir, kişinin başkasına gösteriş için amel etmesidir.” buyurmuştur.

Deylemi’nin rivayetinde Resul-i Ekrem:

Allah'a karşı olan itaat­lerinize sakın kulların da sizi övme sevgisine kapılıp onların sevgisi ile bu itaatlerinizi karıştırmayın. Böyle yaparsanız ameliniz mahvo­lur.” buyurmuştur.

Bey hâki'nin rivayeti de şöyledir:

“Gizli şirklerden sakının, İnsan namaz kılmaya kalkar. Başkaları görüyor diye amelini süslemesi gizli şirktir”. Diğer bir rivayeti de “Gizli şirkten sakının” başkaları görüyor diye rükû ve sucûdunu düzgün yapması gizli şirktir.”, şeklin­dedir.

Ebû Nuaym'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Gizli şirk, düz taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak sesinden gizil­dir. Kul ile küfür arasında namaz vardır. Namazı terkedince bir şey kalmaz”.

İbn Cerîr, Nesei ve Beyhaki de riya hakkında benzeri yukarda geçen rivayetlerde bulunmuşlardır.

Deylemi'nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem:

Olduğundan daha baş­ka insanlara görünmek için kendisine çeki düzen verenlere Allahu Teâlâ buğzeder.” buyurmuştur.

Hâkim'in rivayeti, “Sözü ile giyinişi ile olduğunun aksine insan­lara görünenlere Allah, melekler ve bütün insanlar lanet eder.” şek­lindedir.

Tayâlisi, Ahmed, Taberânî, Hâkim ve Beyhaki rivayetlerinde, Re­sûl-i Ekrem,

“Gösteriş için namaz kılan şirk etmiş, riya ile oruç tu­tan şirk etmiş, riya ile sadaka veren de şirk etmiş olur.” buyurmuş­tur.

Ahmed, İbn Sa'd, Yakup b. Sufyan, Beğavî, İbnü's-Sikkin, Mâverdi, İbn Mende, İbn Nafî, Taberâni, Ebû Nuaym ve Saîd b. Mansûr rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:

“Kim ki hutbe ve va'zını yalnız riya ve gösteriş için yaparsa, kı­yamet günü Allahu Teâlâ onu riyakârlar koltuğuna oturtur.” buyur­muştur.

Taberâni ve Ebû Nuaym'ın rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem,

“Dün­yada iki dilli iki yüzlü olanların kıyamette ateşten iki dilleri olacaktır.” buyurmuştur.

Taberânî, Ebû Nuaym, Beyhaki, İbn Asâkir ve İbn Neccar’ın ri­vayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Riyakârlar bazı in­sanlar veya bir topluluk ile cennete girmeleri emredilir. Bunlar, cen­nete yaklaşıp Allahu Teâlâ'nın cennettiler için hazırladığı nimetleri görür ve onun güzel kokularını alır almaz.”

“Bunları geri çevirin, bunların bu nimetlerden nasibi yok, de­nir. Onlar da hiç kimsenin benzeri ile karşılaşmadığı bir perişanlık içinde geri dönerler ve:

“Ey Rabbimiz, keşke hâlis kulların için hazırladığın nimetleri göstermeden bizi cehenneme gönderseydin bizim için çok daha ehven olurdu,” derler. Allahu Teâlâ:

“İşte benim muradım da budur. Ey kötü İnsanlar! Çünkü siz, yalnız kaldığınız vakit beni hiçe sayardınız, başkaları gördüğü va­kit onlara gösteriş için bana saygılı görünürdünüz; insanlardan sa­yar, benden saymazdınız, İnsanları büyültür, beni yüceltmezdiniz. İn­sanlara gösteriş için kötülük için terk ederdiniz, benim için terk etmezdiniz. İşte ben de bugün mahrum kaldığınız o büyük mükâfatları gös­termekle size azâb ederim, buyurur, dedi.” [224]

Yine Ebû Nuaym'ın rivayetinde, “Allahu Teâlâ, sum'a, riya, oyun ve eğlence yapanların amelini kabul etmez.” buyurulmuştur.

Deylemî'nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem,

Kıyamet günü olduğu vakit, mahşer halkına duyurmak için bir münâdi t “Nerde o insanlara ibadet edenler, kalkın da kime göste­riş için amel ettiniz ise gidin sevabınızı ondan alın, zira (Allahu Teâ­lâ buyurur ki):

“Ben, dünyalıktan zerre kadar karşılığı olan ameli kabul et­mem” diye çağırır.” buyurmuştur.

Zehebi'nin rivayetine göre adamın biri Resûl-i Ekrem'e:

“Yarınki kıyamet gününde kurtuluş çaresi redir?” diye sorar. Resûl-i Ekrem:

Allah'ı aldatmamandır,” buyurur. Adam :

“Allah nasıl aldatılır?” diye sorar. Resûl-i Ekrem:

“Allah ve Resulünün emirlerini başkalarına gösteriş için yap­makla. Riyadan sakının, zira riya, Allah'a şirk koşmaktır. Riyakar­lar Kıyamet günü dört isimle çağırılır. Bu isimler, ey kâfir, ey fâcir, ey gaddar ve ey haşir isimleridir. Bundan sonra, “İşte amelin sapık ve ücretin batıldır. Bugün sana Allah'tan bir mükâfat yok, kime gös­teriş için amel ettinse git mükâfatını ondan al.” denir.”[225]

 

İcma'

 

Buraya kadar riyanın haram olduğunu ifade eden âyet ve ha­disleri ve bazı hadislerin meallerini vermiş bulunuyoruz. Bu husus­taki icma'a gelince; bu kadar kesin nasslar, açık ve Sahih hadîsler muvacehesinde bu konuda icma'ın da bulunacağı şüphesizdir. Bu­nun için bütün imamlar riyanın zemminde müttehid, haram olup gü­nahının büyüklüğünde ümmet müttefiktir. Nitekim Hz. Ömer bir defa boynunu bükmüş, kendisini sofilerden gösteren bir adamı gör­düğü vakit:

“Başını kaldır, huşu, boynu bükmekte değil, kalbdedir, dedi. Yine Ebû Ümâme bir kişiyi camide secde ederken ağlar görünce:

“ Ey kişi, bu yaptığını camide değil, evde yap,” dedi.

Hz. Ali, “Riyakârların üç belirtisi vardır. Bunlar: Yalnız kaldığı vakit tenbelleşmek, insanlar arasında gayrete gelip heveslenmek, medhedildiği vakit amelini çoğaltmak ve verildiği vakit amelini azalt­maktır.” dedi.

Yine Hz. Ali, “Kulun ameline verilmeyen mükâfat, niyetine ve­rilir. Çünkü iyiliğe niyet etmesine riya karışmaz, zira niyetini kimse bilemez. Ama ameline riya karışır.” demiştir.

Adamın biri, “Allah için savaştım fakat insanların da beni öv­melerini severim.” deyince, Ubâde b. es-Sâmit (r.a.) üç defa,

“Sana bir mükâfat yok. Zira Allahu Teâlâ: “Ben, ortakların ortaklığından en çok Müstağni olanıyım” buyurdu.” dedi. “Ben bunu hem Allah için ve hem de falancı için yapıyorum” deneyleri yerenler de az de­ğillerdir, çünkü Allah'ın ortağı yoktur.”

Katâde, “Bir kul riyakârlık yaptığı vakit, Allahu Teâlâ:

“Kulum, benimle alay ediyor, buyurur.” demiştir.

İbrahim b. Edhera de, “Meşhur olmayı isteyeni Allah tasdik et­mez.” demiştir.

Fuzayl, “Riyakârı görmek isteyen bana baksın.” demiştir.

Yine Fuzayl, “İnsanlar görüyor diye itiyadı olan ameli terketmek riya, onlar görsünler için amel ise şirktir. Ihlâs, her ikisinden de Allahu Teâlâ’nın seni korumasıdır.” demiştir.

Hakimlerden birisi de: Riyakâr, kesesini çakıl taşları ile doldu­ran adama benzer. Dıştan keseye bakan, “Çok parası var” der. Fa­kat bakkala gidip birşey aldıkdan sonra parayı vermek için keseyi açınca içerisinin taşla dolu olduğunu gören bakkal, bunları adamın kafasına atar ve kendisine birşey vermez. İşte riyakâr da böyledir. İnsanlar, “Çok amel yapıyor” demesinden başka bir karı yoktur. Yap­tığı amel, kıyamet günü bir paçavra gibi suratına çarpılır. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Yaptıkları her işi ele alır onu toz duman ederiz.”[226], buyurmuş­tur. Yani Allah rızası için olmayan amellerinin sevabı böylece ibtal edilir, güneş arasında görülen zerrecikler gibi mahvolur gider.

Önemli Tenbihlerden Biri: Riya, rûyetten -görmekten- dir. Süm'a da işitmekten alınmıştır. Yerilen riyanın tarifi, yapılan ibadetle Allah'tan başkasının rızasını kasdetmektir. Maksadı, iba­detini insanlara göstermekle kendi kemal ve faziletini onlara du­yurup onlardan servet, mevki ve hiç olmazsa övmek gibi maddî men­fâat beklemektir.

Kişinin yaptığı ibadeti insanlara duyurması, ya durumundaki de­ğişiklik, renginin saranp solması, saçının sakalının karışması ve kı­yafetinin pejmürdeliği ile olur -yani bunları düzeltecek vakit bu­lamıyor- veya bunlara hiç önem vermiyormuş gibi bir hal almış­tır. Fazla ibadet sebebiyle sesinin zayıflaması, gözlerinin çukurlaş­ması, üzüntüsü, az yemesi, ibadete tamamen kendisini vermesi sebebiyle çok oruç tutup uykusuz kaldığı için kendisini unutması, dün­ya ve dünyalığa kıymet vermemesi gibi bir tavır takınması ile olur. Bu ve benzeri tutum ve davranışları ile kendisini halka mal ettirme­ye çalışan bu zavallı, bu hali ile yol kesenlerden ve yankesicilerden daha kötü bir duruma düştüğünün farkında değildir. Çünkü bu kö­tülükleri yapanlar, kötülük olduğunu bile bile yaparlar. Fakat bu aldanmış, bir ibadet yaptığını sanır. Ya da salihler kılığına girmekle kendisini tanıtmağa başlar. Başını önüne eğmek, tevazu içinde yürümek, secde tozlarını alnından silmemek, kaba kumaş giymek, elbi­selerini kısa yapmak gibi kılık ve kıyafetlere girmek ki, “böylece ken­disinin de -Allah rahmet etsin- eski âlim ve sofilerden olduğunu göstermek ister. Bu riyakâr, bütün bu yollardan elde ettiklerinin ha­ram olduğu ve bunları kabul etmekle fâsıklardan olduğunun farkın­da bile olmaz. Ya da halka va'z-u nasihat ile sünnetleri koruduğunu, şeyhlerle düşüp kalktığını, çeşitli yollardan bütün ilimlere vâkıf ol­duğunu onlara duyurmakla olur. Söz ile yapılan riyanın çeşitleri sa-yılamıyacak kadar çoktur. Veya da ağır ağır ve huşu içinde namaz kılmak, oruç, hac gibi ibadetlere devam etmek gibi şekillerle de iba­detlerini insanlara duyurur ki, bu ibadetlerinin de çeşitleri vardır.

Bazan mürâî, riyakârlığında o kadar hırsa kapılır ki, toplumda gösteriş için yaptığı ibadet ve hareketleri tam meleke haline getir­mek için bunları yalnızlıkta yapmaya gayret eder. Yalnızlıkta bun­ları yaparken maksadı, Allah korkusu ve rızası değil, böylece insan­ları kendisine bağlamaktır. Yahut bu riya, adamlarını çoğaltmakla ve bu yolda çalışmakla olur. Büyük adamların, âlimlerin ve sâlihlerin kendisini ziyaret etmelerini sağlamak ve böylece ziyaretçilerin çokluğu ile şöhret sahibi olmak. Ya da birçok şeyhleri ziyaretle övün­mek ve bu suretle riyakârlık etmiş olmak. İşte dillerde meşhur olup maddî menfaat sağlamak için ibadet sayılan bu gibi hareketlerle ri­yakârlık yapmaktır.

Bir Başka Tenbîh: Şeriat'ın dilinde riya kelimesi mutlak ola­rak anıldığı vakit, bundan, yukarda tarifini yaptığımız mezmum olan riya murattır. Bunu böylece bildikten sonra ibadetinde riyadan baş­ka bir maksadı yoksa ibadeti batıldır. Bu ibadeti yapmasa daha iyi olur. Çünkü bu ibadeti yapmakla günahkâr olmaktadır. Yukardaki âyet ve hadîslerden anlaşıldığı gibi Allahu Teâlâ ile istihza olduğu için laneti mucip olmaktan başka bir işe yaramaz. Bunu şöyle bir misal ile açıklayabiliriz: Görünüşte hükümdarın hizmetinde bulunan bir hizmetçi, bu hizmetinden maksadı, orada bulunan bir cariyeye göz dikmiş olup onu kandırmak için hükümdara hizmet ediyor gö­rünüyorsa, bu adamın gerçekte hükümdarı eğlenceye aldığında zer­re kadar aklı olan şüphe etmez. Çünkü onun maksadı hükümdara hizmet değil, cariyesini kandırmaktır. İşte bunun gibi, Allah'a ibadet ediyor görünerek, maksadı hiç bir şey elinden gelmeyen aciz kulla­ra yaranmaya çalışmak ise, bu, Allah'a hakaretten başka ne olabi­lir? Üstelik onlara yaranmak maksadıyle ibadet etmekte, şahsî çıkar için o aciz yaratıkları Allah'tan daha yetenekli gösterme durumuna düşmek de vardır. Zayıf ve aciz olan bir kul, kavi ve kaadir olan mevlâ üzerine takdim edilmiş olur. İşte bu sebeplerle riya, insanı hela­ke sürükleyen en büyük günahlardan biridir. Bunun içindir ki Resûl-i Ekrem riyaya, “Küçük şirk” adını vermiştir. Aynı zamanda riyada, insanların zihinlerini karıştırmak vardır. Çünkü görünüşte Allah için amel ettiğini insanlara göstermektedir. Bu da ayrı bir haramdır. Hat­ta cömerd olduğunu göstermek ve bu suretle gönülleri kendisine bağ­lamak maksadiyle bir adamın borcunu ödemek de günahtır. Çünkü burada da insanları aldatmak vardır.

Şayet, yukardaki açıklamalardan, riyanın küçük şirk olduğu an­laşılmıştır, acaba bunun büyük şirkten farkı nedir? Dersen, derim ki; bunu şöyle bir misal ile açıklayabiliriz: Namaz kılan ve fakat mak­sadı insanlara gösteriş olan kimse için insanlar, “Bu iyi adamdır” desinler diye kıldıkça ve insanlar da bunu dedikçe o da ibadetini ar­tırır ve daha çok namaz kılmaya başlar. Riya için ibadet ederken, bazan da Allah rızasını niyet eder. Bunların hiç birinde küfür ve inkâr yoktur. Büyük şirk sahibi, Allah'a ortak koşar ve secdesiyle başka­sına saygıyı kasdeder ve meselâ bir puta secde ederse, işte o zaman küfre gider. Mürâi son derece cehaletinden sebep, yaratığı üstün gö­rerek ona gösteriş için Allah'a secde eder. Buna ancak şeytanın ves-vesesiyle tevessül edilir. Bununla şirk-i celi, açık şirk arasındaki fark meydandadır. O, şeytanın aldatmasiyle yaratıklardan bir şey uma­rak ibadetinde onlara gösteriş yapar. Bunun için Allahu Teâlâ da kı­yamet günü, “Kime gösteriş ettinse git, sevabını ondan al” buyurur. Halbuki onlar değil sana, kendilerine bile bir fayda sağlayamazlar. Özellikle kalb-i selim olmayınca ne mal ve ne de evlâdın fayda ver­mez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de kıyamet günü hakkında:

“Babanın oğlu, oğlunun da babası için bir şey ödeyemeyeceği gün­den korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi ayart­masın.”[227], buyurulmuştur.

Bazan mubah olan şeylere de riya denir, bir mevki almak ümi­diyle kendisine ve üstüne başına çeki düzen verip süslü görünmesi gibi ya da ibadet ve sadaka kasdi olmayarak insanlar arasında şöhret kazanmak için ileri gelenlerle düşüp kalkmak ve zenginleri yedi­rip içirmek gibi. Bunun haram olmaması sebebi, burada din ile dünyayı birbirine karıştırmaması ve ibadet yapıyor gibi kendisini göster­mek suretiyle insanları aldatmaması ve Allah ile alay edip istihza etmemiş olduğu içindir. Bizzat Resûl-i Ekrem toplum içine çıkacağı zaman aynaya bakarak saç ve sakalını, üstünü başını düzeltir öyle çı­kardı. Hz. Aişe:

“Sen ce mi kendini süslüyorsun?” Diye sorunca, Resûl-i Ekrem:

“Evet, kişinin toplum içine çıkacağı zaman süslenmesini Allahu Teâlâ da sever,” buyurmuştur. Aslında bu, Resûl-i Ekrem'den tekidli bir ibadettir. Çünkü o, insanları hakka davet ve gönüllerini ken­disine çekmekle memurdur. Bu; hususlara imkân nisbetinde dikkat etmesi gerekir. İnsanların nefretini kazanacak şekilde davransa etra­fından dağılırlardı. Onun için insanlara karşı çekici tutum ve dav­ranış içinde olması gerekir. Çünkü önce ona çevrilen bütün gözler, onun dış görünüşü ile karşılaşırlar. Bunun içindir ki, bu şekil tutum va davranıp, onun için bir ibadet ve yakınlıktır. Dinin hükümlerini tebliğ eden âlimlerin de bu şekilde olmaları ve bu hükme uymaları lâzımdır.

Önemli uyanlardan birisi de, amelinde ibadet ve hem de riyayı kasöeden adamın ibadeti hakkında Gazâlî ile İbn Abdüsselâm ara­sındaki ihtilâftır. Gazali, “ibadetindeki niyetinde dünyalık tarafı ga­lip ise bu ibadetinin sevabı yoktur, âhiret ve Allah rızası tarafı ga­lip ise sevap vardır; her iki taraf eşit ise yine sevap yoktur.” demiş­tir, İbn Abdüsselâm ise, yukardaki hadislere dayanarak, “Az olsun, çok olsun, dünyalık karışan ibadette sevap yoktur.” demiştir. Nite­kim bir hadîsde,

“Kim ki amel işler ve o amele benden başkasını ortak ederse, ben o amelden beriyim; o amel, koştuğu ortak içindir.” buyurmuştur. Gazâli ise bu hadisi, niyetinde iki tarafın Müsavi olması ile tevil etmiş­tir. Gazâli'ye göre riya karışan ibadette ihlâs tarafı galip ise -yasak olsa bile - sevabın aslını gidermez. Bunun için Gazali diyor ki: “Şa­yet insanların kendisini görmesi hevesini artırıcı ve takviye edici olur, buna rağmen neş'esiz de olsa yalnız kaldığı zaman bu ibadeti terketmezse, -gerçeği Allah bilmekle beraber- bize göre yine se­vabının aslı kaybolmaz. İhlâsı nisbetinde mükâfat, riyası nisbetinde de azâb görür”. Fakat yine Gazâli'nin, “Sadaka ve namazında hem mükâfat ve hem de halk tarafından medhedilmeği kasdederse, bu, ihlâsı nakzeden bir şirktir.” dediği yukardaki sözüne uynmz. Bunun hükmünü biz “İhlâs Kitabı” nda anlattık.

Saîd b. Müseyyeb ve Ubâde b. es-Sâmit'ten naklettiğimize göre de bu adamın sevabı yoktur. Buna göre de Abdüsselâm'ın sözü tercih edilir.

Hulasa; riya mubah olan işlerde olursa, işin sevabının aslını düşürmez, ibadet niyeti kadar sevap alır fakat haram olan riya olur­sa, yukardaki hadîslerin delâleti ile ibadetin aslı, mahvolur gider. Bunun karşısında Allahu Teâlâ,

“Zerre kadar hayır işleyen mükafatını görür.”[228], âyetine ne der­sin? Dersen:

Derim ki; bu, niyetine haram olan riyayı katmakla onu kökünden yıkmış ve burada hayır namına birşey kalmamıştır.

Şunu da bilmiş ol ki, bir kimse, hâlis niyetle ibadete başlayıp bi­tirdikten sonra bu ibadete riya karıştıracak olursa, bu riyanın, ihlâs ile başlayıp bitirdiği geçmiş ibadetine tesiri olmaz. Ancak gösteriş maksadiyle yaptığı bu ibadeti açıklamaya kendini zorlayacak olur­sa, Gazali, bunun da ameli mahvedeceğine dair eserde vârid olmuş bazı haberlere dayanarak korkulu olduğunu söyledikten sonra, son­radan gelen riyanın geçmiş ameli mahvedeceğine aklı yatmamış, “Bel­ki ihlâs ile yapmış olduğu geçmiş amelinin mükâfatını almakla be­raber sonradan bunu duyurmaya çalışmasının da cezasını görür.”, demiştir. Fakat ihlâs ile başladığı amelini bitirmeden gösterişe yer ve­rir ve tamamen riyaya kalkışırsa ameli yine mahvolur. Ama tam manasiyle işi riyaya dökmez de riya ile ihlâs karışık olursa, burada ame­lin ifsad ile kabulü arasında tereddüt vardır. Haris Muhasibi, bu ri­yanın ameli ifsad edeceğine mütemayildir. Fakat bize göre en güze­li, bu kadarcık bir gösterişin amel üzerinde bir etkisi olmayıp, ame­lin, ihlâs ile başladığı şekilde devam etmesidir. Ancak ameli yapan, başkalarının da bunu görmesine sevinirse, bu kadar bir gösterişin, ihlâs ile başlayan amele tesiri olmaz. Şayet ihlâs ile başladığı bu ame­li insanlar görmeseydi onu devam ettirmeyecek şekilde bir riya karıştırmışsa yaptığı bu ameli, -Farz bir ibadet de olsa- onu bozup yeniden hâlis niyetle kılmalıdır.

Riya hakkında vârid olan haberler, yapmış olduğu amelde yal­nız insanlara gösterişi kasdetmesi ile ilgilidir. Amelde ortaklık ile varid olan haberler de riya ile ihlasın eşit veya riyanın daha fazla olduğu ile alâkalıdır. Fakat ihlas galip olup riya tarafı az olduğu va­kit bu riya, tamamen ameli ifsad edemeyeceği için bu sebeple ame­lini bozmaz. Şayet namaz kılmaya başlarken ihlâsa riya karışmış ve karışık niyetle namaz kılmaya başlamış ve bu hâl sonuna kadar böyle devam etmişse, bu namaza kıymet vermeden onu iade etmesi güzeldir. Şayet namaz içersinde riya kısmını atar ve tamamen ihlâ­sa dönerse, bazıları, başlangıç sağlam olmadığı için, yine namazı bozması ve yeniden başlamasını; diğer bazıları da, ara yerde niyetini dü­zelttiğine göre namazını bozmadan tamamlamasını söylemişlerdir. Zi­ra itibar sonucadır. Nitekim sırf ihlâs ile başladığı ibadetinde son­radan riya ile bitirenin ameli de fasittir. Bu son iki hüküm, özellikle bunların birincisi ve riya ile başlayıp ihlâs ile biten amellerin Sahih olmaları hakkındaki hüküm, tamamen fıkıh kıyaslarnıa aykırıdır. Zi­ra riya, niyete müessirdir. Fıkhı kıyaslara gelince; başlangıçta yalnız riya ve gösteriş niyetiyle ibadet yapıyor ve hiç sevap niyeti de yoksa ibadete başlamış sayümadığı için bunun üzerine devam ettirdiği ibadetler de Sahih değildir. Çünkü bunda Allah rızası niyeti yoktur. Onun bu ibadete başlaması, sırf gösteriş içindir. Zira yalnız kalsaydı bu ibadeti hiç yapmayacaktı. Şayet kimse görmediği takdirde de bu na­mazı küacaksa, yalnız insanların onu görüp övmesi de hoşuna gidi­yorsa, burada iki sebep toplanmış demektir: Bu gibi karışık niyet­lerle yapılan ibadetler -sadaka cinsinden ise- gösteriş için yap­ması ile günahkâr, sevap umması ile de itaatkârdır.

“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu (mükâfatını) görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.”[229], âyetleri gereğin­ce iyi niyetinin ecrini, kötü niyetinin de cezasını görür. Bunların biri diğerini yok edemez. Nafile namazlar da bu hükümde sadakalar gi­bidir. Namazı fâsid, ona uyulması batıldır, denemez.

Şayet, bu nafile ibadette sevap kasdi yanında bir de güzel oku­yuşunu duyurmak niyeti olduğu sonradan anlaşılırsa, yine onun bu ibadeti ve bu ibadette kendisine uyulması Sahihtir. Şayet farz olan bir ibadette hem ihlâs ve hem de riya toplanır ve yalnız bu ikisinin birleşmesi ile bu ibadeti yapıyorsa, bu karışık niyetle yerine getirilen bu vecîbe, zimmetinden düşmez, borç olarak kalır. Eğer farz ibadet hem riya ve hem de ihlâs ile yapılıyor, fakat yalnız riya için de olsa veya yalnız ihlâs ile de olsa yine bu ibadeti yapacak idiyse, işte burası şüphelidir. Meselâ, adamın borcu, yalnız Allah rızası için namaz kılmaktı Bu niyet bulunmadan namazı olmaz dendiği gibi, borç olan, bu ibadeti Müstakil bir niyetle yapmak idi. Zaten riya bulun­masa da bu adam Alıah rızası için bu namazı kılacaktı, bu bulundu, o da namazını kıldı. İşin içine karışan riya ise farzın düşmesine sebep olamaz da denebilir. Bu, tıpkı gasbedilen yerde kılınan namaz gi­bidir. Riya, bir an önce namaza başlamak gibi bazı tutum ve davra­nışlarda olur da namazın kendisinde olmazsa, namazın sıhhatiyle hükmedilir. Çünkü namaz, namaz olması bakımından ona birşey ka­rışmamıştır. Bütün bunlar, amele teşvik eden riya hakkındadır. Fa­kat yalnız Allah rızası için yaptığı ameli insanların duymasından dolayı sevinmesi ve insanların bunu bilmesinin bu amelde bir etkisi olmasına gelince; bunun ameli ifsad etmesi uzak bir ihtimaldir. İşte fıkıh kanunlarına uygun olan görüşler de bunlardır. Bu meseleyi fı­kıh âlimleri ele almadıkları için altından kalkmak cidden zordur. Bunun üzerinde duranlar fıkıh kurallarını düşünmemiş, ancak gönül­leri temizlemek ve ihlâsı sağlamak için küçük hâtıralarla ibadetin if­sadına hükmetmişlerdir. Biz de görüşlerimizi açıkladık, doğrusunu Al­lah bilir.

Önemli uyarılardan birisi de, riyanın bölümleridir. Riya, çirkin­liği itibariyle ayrı ayrı derecelere bölünür. En çirkini İmanda riya­dır ki, bu; Kur'an-ı Kerim'de Allahu Teâlâ'nin en çok yerdiği müna­fıkların şi'ârıdır. Nitekim âyet-i celîlede,

“Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.”[230], buyurulmuştur. Bu gibiler Sahabe devrinden sonra nisbeten azalmış olmakla beraber, küfrü gerektiren bid'atlere inananlar da bunlar gibidir. Öldükten sonra dirilmeyi, Allahu Teâlâ'nın cüz'iyyâta, ilmine ve mutlak ibâh'eciliğe inanmak gibi. Bunların halinden da­ha çirkini olamaz.

Bundan sonra, borç olan ibadetlerde riya edenler gelir. Yalnız iken yerine getirmediği bu vecibeleri, yerilir korkusu ile toplum ara­sında yapmak gibi. Bu da Allah katında çok çirkin ve büyük bir gü­nahtır. En büyük bir cehalet ve en büyük bir mekri muciptir.

Bundan sonra da nafile ibadetlerdeki riya gelir. Sevap ümidiy­le değil de toplumda tenbelleşip yapamaz ve bu suretle yerilir kor­kusu ile bu nafilelere yalnız iken devam edip, bu maksatla kendisini bunlara alıştırmaya çalıştırması da aynıdır.

Bunları da, toplumda ibadetlerini güzelleştirenler takip eder. Toplumda kılarken ibadetin bütün şerait ve adabına riâyet ettiği hal­de yalnız iken bunlara aldırış etmezler. Bu da sakıncalıdır. Çünkü burada da yaratılanı, yaratana takdim vardır.

Böyle yapanları bazan şeytan şu şekilde de aldatır, “Canım sen örneksin, senin toplumda bu şekil hareket etmen sana zarar vermez. Çünkü sen onlara örnek pluyorsun. Onları âdaba riayetsizlikten kur­tarıyorsun” der, adam da buna aldanır. Bu da yanlıştır. Çünkü ada­mın gayesi, onları kurtarmak olsa, önce kendini kurtarır ve yalnız iken buna uyardı. Ne yazık ki, tutum ve davranışları halka gösteriş olup onların sevgisini kazanmak amacını güttüğünü ortaya koymak­tadır.

Bütün bu bakımlardan riyakârların da dereceleri vardır. En çir­kini, riyakârlığı ile mâsıyet imkânlarını sağlamaya çalışmasıdır. Me­selâ, adam kendisini vera' ve zühd sahibi göstererek böylece bir mev­ki elde etmek, emanetçi olmak ve diğer sadaka mallarım kendi uh­desinde toplamak gibi mevkiler işgal ettikten sonra, bu mevkilerin­de hile ve hıyanete kaçmak maksadını gütmek gibi. Veya herhangi bir kadına ve benzeri şeylere sahip olmak için okuyup okutmak ve va'z-u nasihatte bulunarak kendisini büyük adam göstermeye çalış­ması gibi. İşte bunlar, Allah' katında mürâîlerin en kötüleridir. Zira bunlar, Rablerine ibadeti mâsıyete vesile kılmışlardır.

Bunlardan sonra da töhmet altında bulunan bir kimsenin kendisini o töhmetten kurtarması için ibadet edip sadaka vermesi gelir.   

Mubah olan bazı dünyalık temini için riyakârlık edenler de bun­lardan sonra gelir.

Hakarete uğramamak ve halk arsında saygılı olmak için göste­riş yapanlar da bunlardan sonra gelir.                   

Daha sonra da, oruç tutmadığını görünce itibarı düşer korkusu ile oruç tutmak, sünnet olan günlerde dışarı çıkmamak gelir. 

İşte riyanın dereceleri ve mürâîleriri mertebeleri bunlardır. Gazalî, bunların hepsinin Allahu Teâlâ'nın mekir ve gazabında olduk­larını ve bunların mühlikâttan bulunduklarını söylemişlerdir.

Önemli uyanlardan birisi de, riyanın, karıncanın ayak sesinden daha gizli oluşudur. İşte bu gizlilik, nefsin âfet ve kalbin gailelerini bilemeyen cahiller şöyle dursun, benim diyen âlimlerin bile sürçme­sine sebah olur ve onları da şaşırtır. Bunun açıklanması şöyledir: Riya, ya aşikâre ya da gizli olur. Aşikâre olanı, insanı, gösteriş için amele teşvik edenidir. Gizli riya ise insanı amel etmeye sevketmez, yalnız ameli ona kolaylaştırır. Meselâ, adam teheccüd -gece- na­mazını kılmaya devam eder, ancak bu namaz, ne de olsa kendisine zor gelir. Bununla beraber niyeti Allah rızası olduğu halde yanında başkası bulundu mu hevesi artar ve bu namaz, kendisine daha ko­lay gelir. İşte bu, gizli riyadır. Bundan gizlisi ateşin ağaçta saklı ol­ması kadar gizli olanıdır. Meselâ, adam ibadetini Allah rızası için yapar. İbadetinde insanların hiç bir rolü ve tesiri olmaz. Ancak ibadet ettiğini insanların duymasına sevinir. İşte bu da bundan öncekin­den daha gizli bir riyadır. Zira az da olsa, gönlünün insanlara meyli olmasa, başkalarının, onun ibadetini duyup duymaması arasında ken­disi için bir fark olmazdı. İbadetini başkalarının duymasına sevinme­si gizli riyasını harekete geçirir de -tariz ve ima yolu ile olsa da- başını eğmek, sesini kısmak, dudaklarını kurutmak, uykulamak (uyuklamak) gibi hareketleri ile gece ibadetini duyurmak arzusu­nu duyar. Riyanın bundan daha gizlisi de hiç bir suretle ibadetinin insanlara duyurulmasını istemez. Ancak herkesin kendisine selâm vermesini ve saygı göstermesini, insanların kendisine hizmet edip ih­tiyaçlarına koşmalarını, kendisine Müsamaha göstermelerini, yer ver­melerini sever. Bunlardan biri yapılmadığı vakit canı sıkılır. Gizle­diği bu kadar ibadeti karşısında saygısızlığa uğraması ağrına gider. Adeta Allah'a karşı yaptığı bu ibadeti karşısında, insanlardan hür­met isteyen bir tavır takınır. Öyle ki, bu ibadetleri yapmasa böyle bir hürmet de beklemezdi. Madem ki halk ile ilişkisi olan konularda Allah'a karşı yaptığı ibadeti, hiç yapmamış gibi olmaz ye ibadetini yalnız Allah'ın bilmesi ile yetinmezse, bu da karıncanın ayak sesin­den gizli olan riyadan sıyrılmış değildir.

Gazali diyor ki: “Riyanın her çeşidinin ameîi mahvetmesinden korkulur. Bütün bunlardan da ancak sıddıklar korunabilir”.

Hz. Ali Kerremallahu Vechehu buyuruyor ki: “Kıyamet günü kurralara Allahu Teâlâ:

“Dünyadaki alışverişinizde size kolaylık gösterilmedi mi? İhti­yaçlarınız giderilmedi mi ve gelip geçen size selâm vermedi mi? bu­yurur”. Hadis-i şerifte de:

“Artık sizin bir hakkınız kalmadı, alacağı­nızı tamamen dünyada aldınız.” buyurulmuştur. İşte bütün bu sebeplerledir ki hâlis kullar da gizli riyadan korkarlar. Başkalarının yap­tıkları kusurları gizlemeye çalışmalarından daha çok kendileri amel­lerini gizJemeye çalışırlar. Bütün gayeleri amellerini riyadan koru­mak ve kıyamet gününde rezil olmaktan kurtulmaktır. Çünkü onlar Allahu Teâlâ'nın yalnız kendi rızası için yapılan amelleri kabul edeceğini bilirler. Kıyamet günündeki şiddetli ihtiyaçlarını ve kalb-i selîm olmadıkdan sonra o günde mal ve evlâdın fayda vermeyece­ğini, o günde baba evlâdına ve evlât babasına bir fayda sağlamaya­cağım bilirler. O günde bayağı insanlar şöyle dursun, sıddıklann bi­le, vay nefsim, vah nefsim, deyip yerlere kapanacağını da bilirler. Kim ki çocuklarla delilerin ibadetini görmesiyle başkalarının ibâdetini görmesi arasında bir ayırım yaparsa, işte onda riyadan bir şai­be vardır ve bu koku amelini mahveder. Bazan insanların, yaptığı ameli duymalarını sevmesi makbul da olabilir. Kendisinden hiç bir suretle böyle bir arzu ve temayül olmadığı halde onun güzel halini başka yollardan Allahu Teâlâ insanlara duyurduğu vakit, buna sevi­nebilir. Çünkü kendisi taat ve kusurunu gizlediği halde Allahu Teâ­lâ kendi fazlından kusurlarını örtmüş, iyiliklerini duyurmuştur. Kusurlarını gizleyip iyiliklerini açığa çıkarmaktan daha üstün birşey olamaz. Sevinmesi, Allahu Teâlâ'nın kendisine olan Hüsn-ü nazar ve lutfundan olmuş olur. Yoksa insanların bunu duymaları ve onlar yanında mevki sahibi olmasından değildir. Âyet-i celilede,

“De ki: “Bunlar Allah'ın bol nimeti ve rahmeti iledir. Buna sevinsin­ler.”[231], buyurulmuştur. Bu husustaki sevincinin meşru bir yönü de dünyada kusurlarını gizleyip iyiliklerini açığa çıkardığı kimsenin âhirette de kusurlarını örtüp bağışlayacağı inancıdır. Nitekim ha­berde,

“Allahu Teâlâ dünyada kimin günahını gizlemişse âhirette de onu gizleyecek ve rezil etmeyecektir.”[232], diye vârid olmuştur. Veya bu kulun sevinmesinin bir sebebi de, ibadetini duyanlardan bir kıs­mının kendisini örnek alarak onların da ibadete devamı ve bu sebep­le kendisine uyanların sevabı gibi sevap kazanmaya vesile olması bakımındandır. Bu suretle önce ibadetindeki gizliliğin ve sonra da açığa vurmasının mükâfatlarını almış olur. Zira ona bakarak o ibadete devam edenlerin ecirlerinden bir şey eksilmemekle beraber ona da -örnek olduğu için -Allahu Teâlâ onların sevabı gibi sevap ya­zar.  Böyle bir sevabı ummak, sevinmenin en önemli bir sebebidir.

Zira ticâret, sevinci gerektiren bir zevkdir. Yahut insanların kendi­sini bayağı birer adam gibi tanımayıp, kendisini sevip övmelerine ve­sile olan bir ibadet ve günahkâr olıîp yerilmediği için sevinmesidir. Sevginin bu kabilden olmasının işareti, kendisini övdüklerine sevin­diği gibi, başkalarım övdüklerine de sevinmesidir.

s Bu sevinme mezmum olur. Sevinmesi, insanların kendisini övüp, hürmet ve saygı göstermeleri ve hizmetinde bulunmaları gibi! İşte bu sevinme mezmum bir sevinmedir.

Demek oluyor ki, ameli gizlemekte ihlâs ve riyadan kurtuluş var­dır. Açıklamakta ise, örnek olup kendisine uyularak başkalarının da aynı ameli yapmaları ve onları bu amele teşvik varsa da burada ri­ya tehlikesi vardır. Allahu Teâlâ, hâlis niyetlerle hem gizli ve hem aşikâre amel edenleri övmek üzere,

“Sadakaları açıkça verirseniz iyi olur. Eğer onları yoksullara gizli­ce verirseniz sizin için daha iyidir.”[233], buyurmuştur. Fakat o, çok­larının korunamadığı bir âfet olan riyadan korunmayı sağladığı için gizliliği övmüştür. Bazan da gizlenmesi mümkün olmayan ibadetle­rin açığını övmüştür. Gazali, hac, cuma ve cemaat gibi ibadetlerin açıklanması, riya kokusu olmaksızın - başkalarını da teşvik olacağı için- iyidir, demiştir.

Uzun sözün kısası, yapmış olduğu amelde hiç bir suretle riya şai­besi bulunmaz ve onu açıklamakta kimseye bir eziyet olmazsa -ay­nı zamanda kendisi örnek olabilecek âlim ve sâlihlerden olup, baş­kaları kendisini örnek alarak peşinden gideceklerse- amellerini aşi­kâre yapması daha makbuldür. Çünkü bu, peygamberler ve onlardan sonra gelen olgun insanların makamıdır. Aynı zamanda bunun fay­dası yalnız kendisinde kalmayıp başkalarına da sirayet eder. Zira Resûl-i Ekrem,

“Kim ki İslâm'da güzel bir sünneti ihya ederse, bunun mükâfa­tını alacağı gibi, kıyamete kadar ona bakarak o iyiliği yapanların sevabı gibi de sevap alacaktır.”[234], buyurmuştur. Böyle olmadığı takdirde gizlisi daha makbuldür.

İşte gizli amelin daha makbul olduğunu söyleyenler bu açıklama­ya binaen söylemişlerdir. Faziletli ve olgun insanların ameli açığa çıkarma mertebeleri, âbid ve âlimlerin ayaklarının kayacağı bir yer­dir. Onlar amellerini açıklamakta kendilerini o kâmil insanlara ben­zetmeye çalışırsa da kalbleri, o kâmillerin ihlâsı gibi ihlâsa güç yetiremez ve böylece riya karışması ile amelleri mahvolur gider. Bu in­celiğe ermek, cidden zordur. Burada hak ve gerçeğin nişanı şudur ki, kendi seviyesinde olduğunu bildiği bir adama uyup peşinden giden­lere de kendisine uyup peşinden gelenler gibi memnun kalırlarsa bu takdirde niyetinde ihlâsı vardır. Şayet buna memnun kalmazsa riya­kârdır. Zira insanların üzerinde bir etkisi olmasa, başkasına uyma­larını da hoş karşılaması gerekirdi. İşte kul, nefsin aldatmasından son derece sakınmalıdır. Zira nefis aldatıcıdır. Şeytan da fırsat göz­ler. Mevki sevgisi gönüllere galebe çalar. Bu sebeple aşikâre yapılan amellerin pek azı âfet ve tehlikelerden kurtulur. Selâmet, gizlilikte­dir.

Ameli açıklamanın bir yolu da, onu yaptıktan sonra dili ile söy­lemesidir. Burada mübalâğa etmesi ihtimaline binâen daha tehlike­li ve yalnız hâlis niyetle yapılan geçmiş amele zarar vermemesi bakı­mından daha ehvendir.

Şunu da bilmiş ol ki, insanların bir kısmı riya korkusu ile ame­li terkederler. Bu da makbul bir şey değildir. Çünkü bunlar, ya vücud ile ilgili olur İd, başkası ile ilgisi olmadığı gibi, başkasına da bir zevki yoktur. Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerdir. Şayet sırf göste­riş için bunları yapacaksa, gerçekten bunları yapmaması daha doğ­rudur. Zaten yapılmalarına cevaz yoktur. Şayet bunları Allah rıza­sı için yapmak istediği halde yapma esnasında araya bir de riya so­kulursa veya ibadet esnasında riya arız olursa -her iki halde de- riyayı atmak için sonuna kadar gayret eder. Zira şeytan önce insanı ibadeti terketmeye davet eder, muvaffak olamazsa riyaya teşvik eder, bunda da başarıya ulaşamaz, -Sen boşuna çalışıyor ve riyadan kur-tulamıyorsun, yazık değil mi? Bu işten vaz geç” der ve bir daha o ibadeti sana yaptırmamaya çalışır. Bunun için kendisinden daha al­datıcı olmayan şeytandan son derece şakın. Allah'tan utan. Bir amel arzusunda olduğun vakit onu şu veya bu bahanelerle terketme. İh­lâsa gayret eyle, şeytanın vesveselerine kapılma. Zira o senin ilk ba­ban olan Âdem aleyhisselâmın düşmanıdır.

Ya da yapmış olduğun amel halk ile ilgili olur. İşte büyük tehli­keler burada baş gösterir. Halk ile ilgili olan işlerin sıra ile en büyüğü hükümdarlık, kadılık, vaizlik, öğretmenlik, müftülük ve sonra da mal infak etmektir. Dünya ve âhiret velayetine ehil olup hak ka­zananlar, dünya kendisine doğru çekemediği, tamahın sarsamadığı kimselerle, Allah uğrunda çalışırken yerenlerin yermesine aldırış et­meyen, dünyadan ve dünyalıktan yüz çevirenin, ancak hak yolunda hareket edip, hak için durmasını bilenlerdir. Bu şartlardan birini kay­beden kimsenin herhangi bir işin başına geçmesi, en büyük bir teh­likedir. Bundan son derece sakınmalıdır. Nefsinin, “Sen adalet eder­sin, vazifeni hakkıyle yerine getirirsin, gösteriş ve tamaha kapılmaz­sın gibi aldatıcı sözlerine kapılma. O nefis, bütün bu iddialarında yalancıdır. Ondan son derece sakın. Zira ona göre mevkiden daha sevimli bir şey yoktur. Onun bu sevgisi, helakine sebep olur.

Bunun için sabah namazından sonra va'z etmek için Müsaade is­teyen zatı Hz. Ömer menetmiştir. Adam:

“Beni insanlara nasihatten mi menedıyorsunuz?” Demesi üzeri­ne, Hz. Ömer:

“Büyüyerek yıldızlara kadar yükseleceğinden korkarım,” diye cevap vermiştir.

Artık insana yaraşan, va'z ve tezkir hakkındaki va'dlere kapıl­mamalıdır. Çünkü bunların tehlike ve âfetleri de o nisbette büyük­tür. Bununla beraber biz bu görevlerden kimseyi menetmiyoruz. Zi­ra bunlar bizatihi afet ve tehlike değillerdir. Tehlike, bu gibi görev­lerle kişinin kendisini beğenmesidir. Dini hamiyet ve gayreti kendisinde duyduğu sürece bu gibi görevlerden de geri kalmamalıdır. Hat­ta arayerde riya gibi bir hal arız olursa da onu uzaklaştırmaya ça­lışıp vazifesine devam etsin.

Bütün işleri üç maddede özetleyebiliriz:

1. İdarecilik, en çok tehlikesi olanı budur. Zayıf olan insanlar buna yaklaşmamalıdır.

2. Namaz ve benzeri ibadetlerdir. Bunu, zayıf olsun, kuvvetli olsun kimsenin terketmesi doğru olmaz.

3. İlim tahsilidir ki, bu da tehlikeye daha yakındır. Zayıf olan­ların bundan uzak kalmaları kendileri için daha selâmetlidir. Bura­da dördüncü bir derece daha var, o da servet edinip infak etmektir.

Âlimlerden bir kısmı, helâldan servet edinip meşru yolda sarfetmeyi zikir ve nafile ibadet üzerine tercih ederken, bir kısmı da bu­nun aksini öne sürmüştür. Gerçek olan bir şey varsa o da övülmek, gönülleri kazanmak ve cömerdlikle temayüz etmek gibi pek çok âfet ve tehlikeleri vardır. Bu gibi tehlikelerden kendisini koruyabilenler için meşru yoldan servet edinip yoksullara infak etmek daha mak­buldür. Çünkü burada açları doyurmak, çıplakları giydirmek gibi ih­tiyaçları gidermek ve bu sayede Allah'a yaklaşmak vardır. Kendini bu gibi tehlikelerden koruyamayanlara gelince; bu gibilerin huzur içinde ibadetle meşgul olmaları daha makbuldür. Âlimin, ilimdeki ihlâsının belirtilerinden birisi de kendisinin daha bilgili ve daha hatîb bir zatın ortaya çıkıp halkın ona yönelmesini duyduğu vakit, bu­na memnun olup çekememezlik hastalığına kapılmamasıdır. Evet, “Ben de onun gibi âlim ve hatip olabilsem” diye imrenmesinde bir beis yoktur. Yine bu ihlasın diğer bir belirtisi de, va'z-u nasihatine ileri gelenler geldiği vakit, durumunu, ifade tarzını ve konusunu de­ğiştirmemek ve cemaat arasında fark gözetmemektir. Sokaklarda in­sanların peşine takılmasını istememesi de yine ihlas belirtisidir.

Önemli uyarılardan birisi de şudur: Yukarda geçen âyet, hadîs ve imamların sözlerinden riya, amelin mahvına, Allah'ın rahmetin­den uzaklaştırılmasına sebep olan tehlikeli ve büyük günahlardan olduğu anlaşılmıştır. Buna göre aklı başında her Müslüman bütün imkânları ile bu tehlikeden korunmaya çalışması gerekir. Zira riya ve gösteriş tehlikesinden kimse kendini kurtaramaz. Bunun için her­kesin bu hususta nefsi ile mücadele etmesi şarttır. Bundan ancak, dünya ve yaratıklarından salim kalbe sahip olup kendisini tamamen Rabbına vakfeden, her halinde Allah ile başbaşa kalıp Allah'tan başka bir düşüncesi olmayanlar korunabilir ki, bu gibilerin sayısı da çok azdır! Ne yazık ki, halkın çoğunluğu dünya şâibesiyle meşgul ve halka yöneliktir. Meselâ, yeni doğan bir çocuk bile gözünü halka diker, çünkü zayıftır, bünyesi gelişmemiştir, onlardan yardım ve ilgi bekler. Bazı kimseler yapmacık hareketlerle, kendilerini büyüklerine sevdirmeye çalışır ve böylece ihtiyaçlarını temin ederler de bu hal, kendilerinde yerleşir bir tabiat haline gelir. Artık gelişip büyüdüğü ve aklı başına gelip kendisine çeki düzen vereceği, gerçeğe, Hakk'a uyacağı sırada çocukluğundaki bu alışkanlığı tehlikeli bir hastalık olarak karşısına çıkar. Bu defa da bu hastalığı kökünden kuruta­cak bir tedaviye ihtiyaç duyar. Artık mevki, mansıp ve insanların kendisini sevmesi sevdasından kurtarmak için çareler araması gere­kir. Bütün bunlardaki zararlan, kalbin salâhının kaybolmasını, şu anda başarıya ulaşmaktan ve âhirette yüksek derecelerden mahru­miyeti, bunun yanında büyük cezalarla karşılaşacağım düşünerek bu gibi yapmacık şeylerden uzaklaşmaktır. Zira kıyamet günü riya­karlara, “Ey fâcir, ey gaddar ve ey mürâî, Allah'a itaati, dünyanın geçici varlıklarına vesile etmekten utanmadın mı? İnsanların gönül­lerini kazanmaya çalıştın da Allahu Teâlâ'nın kalbini bildiği ile alay ettin. Kendini Allah'tan uzaklaştırmakla insanlara yaklaştırdın” de­nir. Riyada bütün bunların dışında sade bir ameli mahvetmek olsa da, bu kadaz zarar, yine yeter ve artar. Çünkü kıyamet günü bir san­tim ağırlığındaki amel insanı cehennemden kurtarıp cennete kor! İn­sanın bu kadarcık amele orada şiddetle ihtiyacı vardır.

Halkın rızasını, Halikın gazabında arayan kimselere Allahu Teâlâ bizzat gazablandığı gibi insanları da kendisinden nefret ettirir. Bu­nunla beraber insanları da memnun etmek zordur. Bir tarafı mem­nun edeyim derken, diğer tarafı darıltırsın. İnsanların övmesi ger­çekte bir fayda sağlamadığı halde insanların sevgisini, Allahu Teâlâ'-nın sevgisi üzerine tercih ettiren sebep nedir? Bunda ne kâr vardır? Zira aslında insanlar ne bir kâr ve ne de bir zarar sağlayamaz. Kâr da zarar da ancak Allah'tan gelir. Çünkü insanların kalbi O'nun kudret elindedir; dilediği tarafa çevirir. Veren de alan da, kâr ve zarar yapan da yalnız O'dur. Gözü insanlarda olan ve insanlardan fayda sağlamak için çalışanlar, zillet ve rezaletten, minnet ve kepaze­likten kendilerini kurtaramazlar. Daha nasıl olur da böyle faydasız ümitlere kapılıp fasit vehimler peşinde koşarlar. Bunlarda da bazen isabet etse bile çoğunlukla hataya düşer ve eli boşa çıkar.

Bunun asıl önemli tarafı, insanlar, onun bu hareketlerinin yap­macık olduğunu ve kendilerini kandırmak için yaptıklarını bilseler, onu oldukça perişan eder; sevgi ve yardım şöyle dursun, onu bulun­dukları yerden kovarak her yerde rezil ve perişan ederler. İşte bütün bunları basiret gözü ile düşünüp görenler, halktan yüz çevirip sıdk u sadakatle Allah'a yönelirler.

Bu anlattığımız, riyadan kurtarmanın ilmî tedavisidir. Bundan sonra ameli tedavisi gelir. O da günahlarını gizlediği gibi, imkân nisbetinde amellerini de gizlemeye gayret etmek suretiyle riyadan uzak­laşmaktır. Gerçi bu başlangıçta biraz zor gelir, fakat, sabır ve sebat sayesinde Allah'ın lutfu ile bu ağırlık da ortadan kalkar. Nitekim âyeti celîlede,

“Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştir­mez.”[235], buyurulmuştur.

Kuldan mücadele ile kerem kapısını çalmak, Allah'tan da hidâ­yet ile bu kapıyı açmaktır. Allah, kimsenin ecrini zayi etmez.

“Zerre kadar iyilik olsa (Allah) onun mükafatını kat kat artırır ve yapana büyük ecir verir.”[236]

 

İhlâs Hakkında Son Söz

 

Allahu Teâlâ’nın lutûf ve keremi, tevfik ve inayetiyle, en büyük günahlardan olan riyâ ve onunla ilgili olarak insanların muhtaç ol­dukları hususlar hakkında Kitabın konusuna nisbetle geniş ve fakat riya hakkında özellikle Gazâli'nin açıklamalarına rağmen kısa açık­lamalarda bulunduktan sonra bu konuyu, ıhlasın önemini ifade eden âyet ve hadislerle, ihlâs sahiplerinin mükâfatı ve onlar için hazırla­nan faziletleri anlatmakla kapamak istedik ki, maksadımız, insanla­rı riyadan uzaklaştırıp ihlâs yollarını araştırmaya teşviktir. Zîrâ her şey tam manasiyle ancak zıddiyle bilinir.

Allahu Teâlâ,

Onlar, dini Allah için hâlis kılarak batıl dinleri bırakıp tevhid dinine yönelmekle yalnız Allah'a ibadet etmek, namazı dürüst kıl­mak, zekâtı vermekle emrolunmuşlardır. İşte doğru din budur.” [237]

“İçinizde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir.”[238], bu­yurmuştur.

Buhari ile Müslim'in rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Ameller ancak niyet iledir (niyete göre değer kazanır). Ve her­kes için niyet ettiği vardır. Kim ki Allah ve Resulüne (onların rızası için) hicret ederse onun hicreti Allah ve Resûlünedir. Kim ki dünyalık edinmek veya bir kadınla evlenmek için hicret ederse, onun hic­reti de hicret ettiği şeyedir.” [239]

 “(Birtakım) askerler (yıkmak için) Kabe'ye doğru yürürler. Beyda denen yere geldiklerinde hepsi yerin dibine batırılır”,” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Aişe:

“Nasıl hepsi yerin dibine batırılıyor?   Onların içinde ticâret için çıkanlar olduğu gibi onlardan olmadığı halde yollardan katılan­lar da vardır,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Hepsi yerin dibine geçirilir, sonra (kıyamet günü) niyetleri üzerine haşrolurlar,” buyurdu.[240]

Yine Buhâri ile Müslim,

“Fakat savaş ve buna uygun niyet.” şeklinde rivayet etmişlerdir.

Yine Buhâri ile Müslim'in (Ebû Mûsâ radıyallahu anh'den) riva­yetlerinde; bir bedevi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) in yanına geldi ve:

“Ya Resûlallah, adam var ki ganimet için savaşır. Kimi şöhret sahibi olmak için harbeder. Kimi de cesaretini göstermek için sava­şır. Bunların hangisi Allah yolunda sataşmış olur?” Diye sordu. Re­sûl-i Ekrem:

“Allah'ın sözü ve dini üstün olsun diye savaşan kimse, Allah yolunda savaşmış olur,” buyurdu.[241]

Taberânî'nin rivayetinde, “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlı­dır, münafıkın da ameli niyetinden hayırlıdır. Aynı zamanda herkes niyetine göre amel eder. Mü’min bir amel işlediği vakit kalbinde bir nur parlar.”[242], şeklindedir.

Tirmizî ile Hakîm'in rivayetlerinde: “Amelin en makbulü, sâdık niyettir.” şeklindedir.

İbn Mubârek'in rivayetinde: “Allahu Teâlâ, niyeti âhiret olanla­ra dünyalığı da verir. Fakat dünyalığı niyet edenlere âhireti vermez.” şeklindedir.

Deylemî'nin rivayetinde : “İyi niyet, sahibini cennete kor.”, şeklindedir.

Hatib'in rivayeti de şöyledir: “İyi niyet, Arş'da asılıdır. Kul, ni­yete göre iyi amel yaptığı vakit Arş hareket eder ve sahibi mağfiret edilir.”

Müslim'in rivayetinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“(Rüyamda) hayret (verici bir hâdise gördüm): Ümmetimden birtakım insanlar Kureyş'den Kabe'ye sığınmış bir adam sebebiyle Kabe'yi kasdederek geliyorlar. Nihayet onlar Beydâ (denilen yere) geldiklerinde yere batırılırlar.” (Râvi diyor, biz,

“Ya Resûlallah, şüp­hesiz yol birçok insanları bir araya toplar.” dedik. Resûl-i Ekrem:

“Evet,”) onların arasında bilerek ve bu işi kasdederek gelenler, zorla götürülenler ve onlardan olmayan diğer yolcular vardır. Bunların hepsi bir helak ile helak olacaklar da kıyamet gününde çeşit çeşit çı­kış yerlerinden çıkacaklardır. Allah onları niyetlerine göre çürütecek­tir.”[243]

Buhârî ile Ahmed'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ bir millete azâb indirdiğinde, bu azâb o milletten olan herkese isabet eder. Sonra onlar amellerine göre haşredilir­ler.”[244], buyurmuştur.

İbn Ebi'd-Dünyâ ve Hâkim'in rivayetlerinde de: “Dinini hâlis kıl ki amelin azı da kifayet etsin.” buyurulmuştur.

Dârekutni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Amelinizi yalnız Allah için hâlis kılın, zira AHahu Teâlâ ancak, yal­nız kendi rızası için yapılan ameli kabul eder.” de aynı hadîsi rivayet eder ve sonuna, “Bu, Allah için bu da yakınlarım için, demeyin.” cümlesini ilâve eder. Taberanî'nin de aynı mealde bir rivayeti vardır.

Taberânî'nin diğer bir rivayetinde,   Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

Halis niyetle Allah'a ibadet edin, Allah'a olan ibadetinizi halis yapın, beş vakit namazınızı kılın, gönül hoşluğu İle malınızın zekatı­nı verin. Ramazan orucunu tutun, Rabbinizin beytini tavaf edin, hac falizesini yerine getirin ki, Rabbinizin cennetine giresiniz.” İbn Adiyy ye Deylemî'nin rivayetlerinde, “Yalnız bir olan Allah için amel ediniz ki bu, hepsi için size yeterlidir.” buyurulmuştur.

İbn Mace'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Ameller bir kab gibidir. Bu kabın alt kısmı sağlam ise üstü de sağlamdır, altı sağlam değilse üstü de sağlam değildir. (Amellerin de temeli olan niyet hâlis ve sağlam olursa, bu niyet üzerine kurulan amel de sağlam olur.)”[245]

Neseî'nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem,

“Allahu Teâlâ ancak hâlis olan ve kendi rızası için yapılmış bu­lunan amelleri kabul eder.” [246]buyurmuştur.

Müslim ve İbn Mace'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Allahu Teâlâ sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, fakat ancak (niyetlerinizin merkezi olan) kalblerinize ve amellerinize ba­kar.” [247]

İbn Mâce ve Râfiî'nin rivayetlerinde de Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

Şüphesiz kul, toplum içinde namazını kılınca güzel kılar ve yal­nız kılınca da güzel kılacak olursa. Allahu Teâla  “Bu, benim gerçek kültündür.” buyurur.” [248]

Ebû Yâlâ’ınn rivayetinde de Resûl-i Ekrem, “İyiliğin tamamı, yal­nızlıkta da toplum içinde yaptığın gibi amel etmendir. Kişinin, kim­senin görmediği yerde nafile ibadeti, toplum içinde yaptığı nafile iba­detin yirmibeş misline bedeldir.” buyurmuştur.

İbn Mubarek'in mûrsel olarak rivayetinde, “İhlâs ile amel eden­lere müjdeler olsun, onlar hidâyet kandilleridir. Bütün karanlık fitneler onlarla aydınlığa kavuşur ve onlardan uzaklaşırlar.” buyurulmuştur.

İbn Hibban'ın rivayetinde şöyle buyurulmuştur: “Kul, gizli sec­deden daha üstün hiç bir şeyle Allah'a yaklaşamaz.”

Ebû Nuaym'ın rivayetinde, “İhlas ile kırk gün amel edenin kal­binden hikmet gözeleri diline akıtılır ve dili ile hikmetli sözler söy­lemeğe başlar.” buyurulmuştur.

Ebû Davud'un rivayetinde, “Kalblerine Allah rızasından başka birşey geçirmeyenler, bu niyetle amellerine devam etsinler.” buyu­rulmuştur.

Deylemi'nin rivayetinde,

“Gizli amel, dalma aşikare amelden üstündür. Aşikare amel, baş­kalarına örnek olacaklar içindir.” buyurulmuştur. Diğer rivayette ise, “Örnek olabilecekler için aşikare amel daha üstündür.” şeklin­dedir.

BuharI, Ebû Ya'lâ, İbn Hibban ve Hâkim'in rivayetlerinde şöyle buyurulmuştur:

“Sizden biriniz kapu ve penceresi bulunmayan sert bir kaya için­de amel etse bile ameli (oradan dışarı) çıkacak ve insanlar tarafın­dan duyulacaktır.” [249]

Hâkim'in rivayetinde, “Allah ile kendi arasındaki münâsebetle­rini güzelleştirene Allahu Teâlâ -insanlarla kendi arasındaki mü­nâsebetlerde- yeter. Bâtınını güzelleştirenin zahirini de Allahu Tealâ güzelleştirir.” buyurulmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem, “Kul içinde neyi sak­larsa Allahu Teâlâ onun ridâsini ona giydirir; içinde İyilik varsa iyi­lik gömleğini, kötülük varsa kötülük gömleğini giydirir.”[250], bu­yurmuştur. Ebû Nuaym’ın da aynı mealde bir rivayeti vardır.

Tirmizi, Hekim ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Mü’min kimdir biliyor musunuz? Mümin, sevdiği şeyleri doya doya ku­lakları ile duymadan ölmeyen kimsedir. Şayet bir kimse demir kapılı yetmiş odanın en iç kısmında amel etse bile Allahu Teâlâ onun ame­linin cübbesini kendisine giydirir, yani amelini açığa çıkarır ve her­kes onun amelinden sözeder. Hatta biraz da mübalağalı şekilde anla­tırlar.” Peygamberimize,

“Bu mübalağa nasıl olur?” diye sordular. Peygamberimiz:

“Bu muttaki gücü yetse amelini daha da artıracak değil mi idi? İşte onlar da artırırlar. Fâcir ve kötü insan da böyledir. İnsanlar onun kötülüklerini anarken biraz da mübalağa ederler. Çün­kü onun da gücü yetse kötülüklerini daha da çoğaltacaktır.” buyur­muştur.[251] İbn Cerir'in de aynı mealde bir rivayeti vardır.

İmamlardan birisine,

“Muhlis kimdir?” diye sorarlar. İmam:

“Kötülüklerini gizlediği gibi iyiliklerini de gizleyen kimsedir,” diye cevap verir. Bir başkası da,

“İhlasın ne olduğu” sorusuna cevap olarak,

“İhlâs, insanların medhini sevmemektir.” demiştir.

Demek ki amelin ruhu ihlâstır. Yani başkalarını nazara almadan yalnız Allah rızası için amel etmektir. Bu hâlis niyet ile amel edenlerin amelini Allahu Teâlâ herkese duyurur ve o kimse halkın da sevgisine mazhar olur. Asıl hüner, Allah sevgisini kazanmaktır. Al­lah'ı unutup da insanlar yanında mevki arayanların Allah katında değerleri olmadığı gibi, insanların gönlünde kazandığı sevgi de uzun sürmez. Bunun için riyadan sakınıp Allah rızasını niyet etmek lâ­zımdır.[252]

 

3. Kebire: Gazab (Boş Yere Öfkelenmek) Hıkd-Kin Ve Hased-Çekememezlik

 

Hased kinin, kin de gazabın sonucu olduğuna, yani çekememezlik kine kin de öfkeye bağlı olduğuna göre, bunların üçü birbirinin lâzımı ve birbirinden ayrılmaz gibidir. Çünkü bunlardan  biri yerilirken diğeri de yerilmiş olur. Bu bakımdan bunların üçünü bir arada ele almış bulunuyoruz.[253]

 

Bu Husustaki Âyetler

 

“İnkâr edenler, gönüllerindeki cahiliyye çağının asabiyet ateşini ateşlendirdiklerinde, Allah, peygamberine ve insanlara huzur indirdi, onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Onlar bu söze lâyık ve ehil kimselerdi.”[254]

Bu âyette Allahu Teâlâ, boş öfkeden meyda­na gelen kâfirlerin gösterdikleri kinlerini yermiş; takvayı gerektiren huzur ve sükûnu mü’minlere vermek ve onların da buna lâyık ve ehil olduklarını bildirmekle onları övmüştür.

“Yoksa Allah'ın bol nimetinden verdiği kimseleri mi çekemiyor­lar?[255]

 

Hadisler

 

Ahmed ve Ebû Davud'un rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Şüphesiz öfke şeytandandır, şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. Sizden biriniz öfkelendiği vakit abdest alsın”,[256] buyurmuştur. İbn Asâkir'in rivayetinde, “Yıkansın” şek­lindedir.

İbn Ebî'd-Dünyâ ve Âsâkir'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Öfkeden sakının.” İbn Adiy'nin rivayetinde,

“Sizden biriniz öfkelendiği vakit “......Euzübillâh derse öfkesi geçer.”

Ahmed İbn Hanbel'den;

“Sizden biri öfkelendiği zaman sükût etsin” Haraitiden de:

“Öfkelendiğin zaman otur” diye nakledilmiştir. Ahmed ibn Hambel, Ebû Davud ve İbn Hibban'dan:

“Sizden biri öf­kelendiği zaman ayakta ise otursun, öfkesi geçerse ne alâ yoksa uzansın” diye rivayet edilmiştir.

Ebû Şeyh:

“Öfke şeytandandır. Biriniz ayakta iken ona uğrarsa otursun, otururken gelirse yatsın (uzansın)” Deylemî ise: “Kızdığın zaman otur. Halâ geçmezse o zaman uzan, muhakkak geçecektir” şeklinde rivayet etmişlerdir.

İbn Ebû Dünyâ'dan nakledilen rivayette ise:

“Sizin en güçlünüz, öfkelendiği zaman nefsine hakim olan ve en güzel huylunuz da gücü yettiği hâlde bağışlayanınızdır” buyurulur.

Ahmed ve Ebû Davud başka bir rivayetlerinde:

Öfke şeytan­dandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ise su ile söndürülür. O halde öfkelendiğiniz zaman abdest alınız” buyurulur. İbn Ebû Dünyâ:

“Cehennemin bir kapısı vardır ki Allah'a isyan hâlinde öfkesine esir olanlardan başkası giremez.” Taberânî ise: “Si­ze en güçlünüzü tarif edeyim mi? En güçlünüz öfke anında nefsine hâkim olanınızdır” diye rivayet ederler.

İbn Ebû Dünyâ'nın mürsel olarak rivayet ettiği hadiste ise:

“Sert­lik huzursuzluktur, yumuşaklık uğurludur” buyurulur. Bezzaz'dan ise:

“Size insanların iş ve huylarını anlatayım. Bazı insanlar çabuk kızar çabuk teskin olur, yani vazgeçer. Bunun leh ve aleyhinde bir durum yoktur. Bazısı da çok seyrek öfkelenir çabuk yatışır. Bunun ise lehimledir, aleyhinde bir şey yoktur.

Bazı insanlar da lehindeki şeyi de aleyhindeki şeyi de icra eder. Bunun lehine de aleyhine de bir şey yok. Ama bir takımları da lehindekini uygular, aleyhindekini uygular, aleyhindekini de aldırmaz. Bunun lehine nasip yok ama aleyhine vardır.

Ahmed İbn Hambel’den:

“Gerçek pehlivanlık şudur; öfkelendiği zaman şiddetle öfkelenir, yüzü kızarır, tüyleri ürperir ama öfkesi ça­buk geçer” diye nakledilmiştir.

İbn Ebî Dünyâ'dan ise:

“Siz zannediyorsunuz ki yiğitlik veya güçlülük ağır taşı kaldırmak değil, öfkeden içi dolduğu hâlde ona galip gelmektir” diye nakledilmiştir.

Ahmed, Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Şiddetli güreş tutan baskın pehlivan güçlü değildir, asü güçlü olan, öfkelendiği zaman nefsine hakim olandır.” buyurmuştur.[257] As­kerî, İbn Neccâr ve Beyhakî'nin de bu mealde rivayetleri vardır. Beyhaki’nin rivayetinde ilâve olarak:

Rekub'un ne olduğunu biliyormusunuz? Rekub, hayatında çocuklarından hiç biri ölmeyendir. Sa'lûk kimdir biliyor musunuz? Sa'lûk, hayatında serveti ile hiç bir hayır yapmayandır.”

Taberâni rivayetinde,

“Öfkesini yenen kimseden Allahu Teâlâ azabını kaldırır. Dilini koruyan kimsenin de Allahu Teâlâ ayıblarau örter.” [258]buyurulmuştur.

Ahmed, Buhari, Tirmizi, Ebû Ya'lâ ve Taberâni'nin rivayetlerin­de birçok kimseler ayrı ayrı zamanlarda Resül-i Ekrem'e gelerek,

“Bize kısa öğüt ver” dediklerinde, Resûl-i Ekrem tekrar tekrar:

“Öf­kelenme, zira öfke insanı ifsat eder.” buyurdu.[259]

Hakim'in rivayetinde ise:

“Ey Hayde'nin oğlu Muaviye öfkelen­me. Sirke balı bozduğu gibi, öfke de ameli bozar.” buyurulmuştur.

Beyhaki ve İbn Asâkir'in rivayetleri de aynı mealdedir. Hakim'in diğer bir rivayetinde:

“Öfke, cehennem ateşinden bir dağdır. Allahu Teâlâ onu sizden birinizin içine yerleştirir. Görmez misin? Bir kimse öfkelendiği vakit gözü kızarır, rengi sararır ve burnunun delikleri açılır.” buyurulmuştur. Herâiti’nin rivayeti de:

Sakın öfkelenmeyin, zira öfke imanı kökünden kazır.” şeklindedir.

Deylemi'nin Resûl-i Ekrem'den rivayetinde:

“Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “Kim öfkelendiği vakit beni hatırlarsa ben de öfkelendiğim vakit onu hatırlar ve başkalarını attığım vakit onu atmam.”

Taberanî'nin rivayetinde, “Sizden biriniz kızdığı vakit derse öfkesi geçer.” şeklindedir.

Ahmed, Taberani ve Hâkim'in rivayetleri de:

“Ben bir dua bili­rim; öfkeli kimse bu duayı okursa öfkesi kaybolur.” Dua şudur: şeklindedir. Ahmed ve Hâkim'in bir rivayetlerinde bu dua, “Ey bü­yükleri söndüren, küçükleri büyülten Allah'ım, gazabımı söndür.” şeklindedir.

Harâiti “Mekârim-i Ahlâk” da Ümmühânî'den şu rivayette bulun­muştur:

Resûl-i Ekrem Ümmühânî'ye:

“Öfkelendiğin vakit, “Ey Muhammed'in Rabbi olan Allah'ım, günahlarımı bağışla, kalbimin öf­kesini gidert ve fitne sapıklıklarından beni koru.” duasına devam et.” buyurmuştur.

Süleyman aleyhisselam oğluna öğüt verirken:

“Oğulcağızım, fazla öfkeden sakın, zira aşırı öfke olgun insan­lar yanında kişiyi küçük düşürür,” dedi. İkrime de Allahu Teâlâ'nın:

“= Efendi, iffetli.?.”[260] âyet-i celilesinin tefsirinde, seyyid, aşırı de­recede öfkelenmeyendir,” demiştir.

Yahya aleyhisselam İsa aleyhisselâm'a hitaben:

“Öfkelenme,” dedi. Hz. İsâ:

“Aziz kardeşim, ben de nihayet bir insanım kendime hakim ola­mıyorum,” dedi. Yahya aleyhisselam:

“Servet edinme, “dedi.

Hasan-i Basri de:

“Ey Ademoğlu, öfkelendiğin her zaman sıçramış oluyorsun. Bir defasında sıçrayıp cehenneme düşme ihtimalin de vardır,” de­miştir.

Zülkarneyn bir def asında karşıladığı bir hükümdara:

“Bana bir öğüt ver ki, bununla beraber iman ve yakinim kuv­vetlensin,” dedi. Hükümdar:

“Öfkelenme, zira şeytanın insanı, en çok aldattığı, öfkeli oldu­ğu anıdır. Mümkün olduğu kadar öfkeni yenmeğe çalış. Sakın işinde acele etme, zarar edersin. Yakın ve uzaklarına karşı inatçı bir ceb­bar değil, mülayim ve yumuşak ol,” dedi.

Vehb b. Münebbih anlatıyor:

“Şeytan, ömrünü ibadetle geçir­mekte olan bir Rahibi aldatabilmek için Kilise kapısına gelmiş ve:

“Kapıyı aç,” diye seslenmiş. Râhib ses çıkarmamış. İblis:

“Ben gidersem pişman olursun,” demiş. Râhib yine ses çıkar­mamış, İblîs:

“Ben Mesih İsa'yım,” demiş. Râhib:

“Mesih olsan da ben seni ne yapayım? Bize cehd u gayretle ibadeti emredip kıyametin geleceğini haber veren sen değil misin? Bize bunu gösterdin, daha sana ne ihtiyacımız kaldı? Bugün bana başka birşey söyleyecek olsan da bunu kabul edecek değilim,” demiş. Şeytan:

“Ben şeytanım, seni aldatmak için geldim fakat ne yazık ki, muvaffak olamadım. İstediğini sor, sana cevap vereyim,” demiş. Râ­hib:

“Kusura bakma, senden hiç bir şey soracak değilim,” demiş. Şeytan ümidini kesince geri dönmek istedi, giderken, Râhib:

“Söylediğimi duyuyor musun?” dedi. Şeytan:

“Evet, duyuyorum,” dedi. Râhib:

“Âdemoğullarına hulul edebilmek için hangi huylarından da­ha çok istifade edersin?” Diye sordu. Şeytan:

“Gazab ve öfkeden yararlanırım. İnsanoğlu hiddetlendiği va­kit onu, çocuğun elindeki top gibi oynatırız,” dedi.

Muhammed'in oğlu Cafer de:

“Öfke, bütün kötülüklerin anahtarıdır,” demiştir.

Ensâr'dan bir zat da:

“Ahmaklığın başı hiddet, hiddeti çeken kuvvet de gazâb ve öf­kedir. Cehalete rıza gösterende hilm ve yumuşaklık olmaz. Halbuki hilm, insanın süsü ve kârıdır; cehalet ise uğursuzluğu ve zararıdır. Ahmak olan kimsenin sözüne susmak ise mutluluktur,” dedi.

Mücâhid diyor ki:

“Şeytan, Âdemoğlu üç halinde bana zorluk göstermez. Bu hallerde onu istediğim tarafa çeviririm. Birincisi, sar­hoşluk halidir; sarhoş oldu mu onu istediğim tarafa çevirir ve istedi­ğimi ona yaptırırım. İkincisi, cimrilik halidir; varlığına cimrilik edin­ce güç yetiremediği şeylere onu yöneltir, ümitlere düşürür ve oynatırım. Üçüncüsü, gazâb ve öfke halidir; öfkelendiği zaman ona bil­mediğini söyletir pişman olacağı şeyleri yaptırırız.

İbn Mesûd radıyallahu anh, “Kişinin hiddeti anında hilmine ve tama'ı anında da emânetkârlığına bakın. Yoksa öfkelenmediği va­kit hilminden, tama'ı tutmadığı vakit emanetinden bir şey anlaşıl­maz.” demiştir.

Ömer b. Abdülaziz valilerinden birine yazdığı mektupta, “Bir adama kızdığın vakit ona hemen ceza vermeğe kalkışma; adamı tu­tukla, öfken geçtikten sonra kendisine suçu kadar ceza ver. Hiç kim­seye onbeş kamçıdan fazla vurma.” demiştir.

Zâtın birisi de, “insanların en akıllısı, en az öfkeli olanıdır.” De­miştir.

Hz. Ömer radıyallahu anh bir hutbesinde:

“Şehevi arzularından, tama' ve öfkesinden korunan felah bul­muştur”, demiştir.

Yine zâtın birisi, “Şehvetine ve öfkesine uyanları bu hastalıkları cehenneme sürükler.” demiştir.

Hasan-ı Basri de:

“Dinde kuvvet ve salâbet, yumuşaklıkta zeyreklik, imanda yakin, hilmde ilim, rıfk ile muamelede akıllı davranmak, zenginlikte iktisad, yoklukta tokluk ve aç gözlü olmamak, varlıkta ihsan, müşkilât ve zorluk ânında sabır, İslâmiyet alâmetidir. Müslümana öfkesi gale­be çalmaz, kıskançlığı kendisine acele ettirmez, şehveti kendisine ga­lebe çalmaz, midesi kendisini rezil etmez, tama'ı kendisini perişan etmez. Mazluma yardım, zayıfa merhamet eder. Cimrilik ve israftan sakınır. Zulmü bağışlar. Cahilin kusuruna bakmaz. Kendisine karşı darda, fakat başkalarına karşı genişlikte olur.” demiştir.

Vehb, “Küfrün dört rüknü vardır. Bunlar: Gazab, şehvet, ver­diği sözde durmamak ve tama'dır.” demiştir. Bunu teyiden hikâye edilir ki, Ashâb'dan birisi bir defa öfkelendi, öfkesi onu küfre şev­ketti ve küfür halinde öldü. İşte gazâb ve öfkenin kötülüğünü düşün­de ona göre davran.

Peygamberlerden, biri ümmetine:

“Kim öfkelenmeyeceğine dair bana söz verirse, işte o, benim halifem ve seviyemde bir insan olacaktır,” dedi. Gencin biri:

“Aradığın adam benim,” dedi. Peygamber sözünü tekrarladı. Yi­ne bu genç:

“Ben varım, dedi ve sözünde durdu. O peygamber öldüğü va­kit bu genç onun yerine geçti -ki bu genç Zülkifl aleyhisselâmdır-. Kif1 adını alması, öfkelenmeyeceğine dâir söz verdiği içindir. Bazı­larına göre de gece ibadet etmeyi ve gündüz oruç tutmayı tekeffül ettiği için bu ismi almıştır.

Bey haki'nin tahririnde Resûl-i Ekrem,

Şüphesiz Al1ahu Teâlâ Şaban'in onbeşinci gecesinde kullarına tecelli eder. İstiğfar edenlere mağfiret, merhamet dileyenlere de rah­met eder. Ancak kin tutanları kendi hallerine bırakır.”[261], buyur­muştur.

Beyhaki'nin diğer rivayetinde de şöyle buyurulmuştur:

“Şaban'ın onbeşinci gecesi olduğu vakit Allahu Teâlâ insanlara tecelli eder de mü’minlere mağfiret eder, kafirlere mühlet verir ve kin tutanları da bu hallerinden vaz geçinceye kadar kinleri ile başbaşa bırakır.” [262]

Müslim'in rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

“Ameller her haftanın pazartesi ve perşembe günleri Allah'a arzolunur. Allahu Teâlâ bütün mü’minleri bağışlar, yalnız kendisiyle din kardeşi arasında kin ve husûmet olanlar için: “Bunlar birbirine meyledinceye kadar onları bırakın”, buyurur.” [263]Taberâni, Ahmed, Ebû Davud, Tirmizi, İbn Asâkir, Harâitî ve İbn Zenciveyh de aynı mealde hadisler rivayet etmişlerdir. Yalnız Taberâni'nin rivayetinde,

“Aralarında husûmet olanlar” yanında bir de, “Akraba ile münâse­beti kesenler.” ilâvesi vardır.

Buhârî, Müslim, İbn Zenciveyh,  Ebû Davud,   Neseî ve İbn Hibban'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Her pazartesi ve perşembe günleri cennet kapıları açılır. Bu­günlerde Allahu Teâlâ kendisine şirk koşmayan herkesi mağfiret eder, yalnız kendisiyle din kardeşi arasında kin ve husûmet olanları bağışlamaz. “Bunlar sulh olup barışı ne aya kadar bunları bekletin” buyurulur.” [264]

İbn Huzeyme ve Beyhaki'nin rivayetlerinde, “Şaban’ın onbeşinci gecesi Allah'ın emir ve rahmeti birinci kat göklere iner. Allah bütün mü’minleri mağfiret eder yalnız ana ve babasına âsi olanla kin besleyenler affedilmez.” şeklindedir. Bezzâr, Dârekutnî, Beyhakî, İbn Zenciveyh, İbn Hibbân, Taberânî, İbn Şâhîn, İbn Asâkir, Ahmed ve Neseî'nin de bazı kelime farkları ile aynı mealde riva­yetleri vardır. Meselâ Ahmed ve Neseî'de, “Kendini öldürenler de” ilâvesi vardır.[265]

 

Hased (Çekememezlik)

 

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

Ateş odunu yakıp yokettiğİ gibi hased de iyilikleri mahveder. Su, ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da hataları mahveder. Namaz mü’ıni-nin nuru, oruç ise cehenneme bir perdedir.”[266], buyurmuştur.

İbn Asâkir'in rivayetinde, “Hased -gıbta- iki kişiye olur; bi­rincisi Allahu Teâlâ kendisine ilim vermiş, okumuş ilmiyle amel et­miş, helâli helal ve haramı haram tanımıştır. İkincisi de Allahu Te­âlâ kendisine helâhndan servet vermiş, çalışmış belâlından kazanmış ve bu kazancını Allah rızası uğrunda harcamıştır.” buyurulmuştur.

Deylemi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Sirke ve acı bir ot balı bozduğu gibi hased de imanı bozar.” Ebû Da­vud'un bu mealde bir rivayeti vardır.

İbn Adiy'in rivayetinde şöyle buyurulmuştur: “Hased ettiğiniz vakit azmayın; şüphelendiğiniz vakit inceden inceye araştırma yap­mayın. Uğursuzluk diye birşey hatırınıza geldiği vakit aldırış etme­yin, yolunuza devam edin ve Allah'a tevekkül edin.”

Ahmed, Tirmizî ve Ziyâ’nın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Size, sizden evvelkilerin hased ve düşmanlık hastalığı sirayet et­ti. İşte bu, traş edip kazıyandır. Saçları traş eder demiyorum, fakat dini kazıyıp kökünden yokeder.

Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de olgun mü1 nün olamazsınız. Bunu size sağlayacak şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” [267]

Taberâni'nin rivayetinde de şöyledir:

“Hased eden, söz gezdiren ve kehânette bulunan benden değil, ben de ondan değilim.” [268]

Ebû Nuaym'ın rivayeti, “Bütün insanlarda hased hastalığı var­dır fakat bunlar birbirinden farklıdır. Hasedini dilinde söyleyip işle­yen, tatbik sahasına koymadıkça yalnız içinden geçen bir çekememezliği, onu tatbik sahanına koyanın hasedi kadar zararlı değildir.” Şeklindedir.

Taberâni'nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem,

“Birbirine hased etmedikçe insanlar hayır üzeredirler; hayırdan ay­rılmış olmazlar.”[269], buyurmuştur.

Hâkim ve Deylemi'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“İblis der ki: “Âdemoğlunun hased edip azmasını isteyin, zira hased ve azgınlık Allah katında şirke denktir.” buyurmuştur.

Ahmed Edebü'l-Müfred'de, Buhâri, Tirmizi, İbn Mâce, Hâkim ve İbn Hibban'ın rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Âhirette kendisi için hazırlanan azâb ile dünyada da sahibine peşin ukubete lâyık, azgınlık ve akraba ile münâsebeti kesmekten daha bü­yük başka bir günah yoktur.”[270] İbn Adiy ve İbn Neccâr’ın da bu mealde rivayetleri vardır.

Tirmizî'nin, hasendir, dediği bir rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“(Din) kardeşinin felâket ve musibetine sevinme; Allahu Teâlâ ona rahmet eder, onu kurtarır da seni mübtelâ kılar.”[271], buyur­muştur.

Buhâri “Tarihlinde, İbn Mâce, Taberânî ve Beyhakî'nin rivayetlerinde bazı kelime farkları ile:

İnsanların en kötüsü, başkalarının dünyalığı için kendi âhiretini mahvedenidir.”[272]  buyurulmuştur.

Seczî, “Nefsâni arzularınızdan sakınınız, zira hevâ, insanı kör ve sağır eder.” demiştir.

Taberâni'nin rivayetinde, “Gök kubbe altında Allah katında nef­se ve hevâye itaattan daha büyük putperestlik yoktur.” buyurulmuş­tur.

Buhâri ve Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize hased etmeyin. Birbiriniz­den yüz çevirmeyin. Birbirinizin arasını açmayın. Ey Allah'ın kulları kardeş olun. Bir Müslümana, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl olmaz.” [273]

Enes b. Mâlik radıyallahu anh anlatıyor:      

Resûl-i Ekrem'le beraber oturuyorduk. Buyurdular ki:

“Şimdi size cennetliklerden bir adam çıka gelecektir.” Bir de baktık ki Ensârdan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabı­larını sol eline almış bir adam çıka geldi. Ertesi gün olunca Resül-i Ekrem yine evvelki gibi söyledi. Bu adam gene birincide olduğu gibi çıka geldi. Üçüncü gün olunca Resûl-i Ekrem Efendimiz gene evvelki söylediği gibi buyurdu. Gene aynı adam ilk hali gibi çıka geldi. Re­sûl-i Ekrem kalkınca Abdullah b. Amr o adamı takib etti ve ona de­di ki:

“Ben babamla münakaşa ettim, üç gün onun yanına girmeye­ceğime yemin ettim. Eğer sen beni bu zaman geçinceye kadar yanın­da alıkoymayı (uygun) görürsen öyle yap.” Adam:

“Evet” dedi. Enes dedi ki:

“Abdullah sözüne devamla şöyle anlatıyor:

“Onunla beraber bu üç geceyi geçirdi fakat gece kalktığını gör­medi. Ancak sabah namazına kadar her uyandıkça Allahu Teâlâ'yı zikretti ve tekbir getirdi.” Abdullah dedi ki:

“Onun, hayırdan başka bir şey söyledifini işitmedim.” Üç gün geçince sanki onun amelini küçük görür gibi dedim ki:

“Ey Allah'ın kulu, babam ile benim aramda bir ayrılık ve an­laşmazlık yoktur. Fakat Resûl-i Ekrem'in senin için üç kere, “Şimdi size cennetliklerden bir adam çıkagelecektir” dediğini işittim. Her üç defasında da sen çıka geldin. Senin yanında kalmayı ve amelinin ne olduğunu görmek istedim. Böylece sana uymak arzu ediyordum. Fakat büyük bir amel işlediğini görmedim. Seni, “Resûl-i Ekrem Efendimizin söylediği mertebeye ulaştıran nedir?”. Dedi ki:

“Şu gördüğünden başkası değildir.” Ben dönünce bana seslendi ve dedi ki:

“O senin gördüğün şeyden başkası değildir. Ancak ben Müslümanlardan hiç bir kimseye kalbimde hile ve kin tutmam ve Allah'ın verdiği herhangi bir hayırdan dolayı hiç bir kimseye asla hased et­mem.” Bunun üzerine Abdullah:

“İşte seni o dereceye ulaştıran budur,” dedi.[274] Hadisi, Ahmed, Buharı ile Müslim'in şartlarına uygun olarak, Nesei, Ebû Yâ'lâ ve Bezzâr Sahih senedlerle rivayet etmişlerdir. Bezzâr bu zatın Sa'd olduğunu söylemiştir. Nesei, Beyhaki ve Isbahânî de aynı hadîsi ri­vayet etmişler ve sonunda, “Abdullah:

“İşte buna bizim gücümüz yetmez dediğini” ilâve etmiştir. Beyhakî de hadisi Salim b. Abdul­lah'tan rivayet ederken: “Akşam olunca bana bir aba verdi. Kendi­sine yakın bir yerde yattım ve gizlice onu gözetlemeye koyuldum. Seher vakti olunca abdest alıp camiye gitti ve orada on iki sûre ile on iki rek'at namaz kıldı. Sûreler, orta sûrelerdendi. Teşehhütten sonra:

“Ey Rabbımız, bize dünyada hasene ver, âhirette de hasene ver ve bizi cehennem azabından koru. Allah'ım, dünya ve âhiret işlerin­den bizim için önemli olanlarında sen bize kâfi ol. Allah'ım, senden hayrın hepsini ister ve şerrin tümünden sana sığınırız.” dualarını okudu.”     

Yine bir hadîsde:

“Nerde ise yoksulluk küfür olacak ve hased kadere galebe çalacaktı” buyurulmuştur.

Bir başka hadisde de Resûî-i Ekrem:

Geçmiş milletlerin hastalıkları benim ümmetime sirayet ede­cektir,” buyurdu. Kendisine:

“Bu hastalıklar nelerdir?” diye soranlara, Resûl-i Ekrem;

Kendini beğenip kibirlenmek, gereksiz neş'e, mal ve evlâd ile övünmek, dünyalığa meyletmek, cedelleşmek ve hasedleşmekdir ki, sonunda azgınlık ve husûmetler baş gösterir ve ortalık karışır,” bu­yurdu.

Diğer bir hadîsde de şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim için en çok korktuğum servetlerinin çoğalması ile aralarında baş gösteren çekememezlik neticesi birbirini öldürmeleridir.” Sonra devamla, “Müm­kün olduğu kadar nimetinizi gizleyin. Zira her nimet sahibi hased edilebilir.” buyurmuştur.

Başka bir hadisde Resûl-i Ekrem:

“Allah'ın verdiği nimetlerin düşmanı vardır,” buyurdu. Kendi­sine:

“Onlar kimlerdir?” Diye soruldu, Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ'nın fazlından verdiği nimetlere hased edenler­dir,” buyurdu.

Diğer bir hadisde de, “Hesaptan bir yıl önce altı sınıf insan ce­henneme girer. Bunlar, haksızlıkları sebebiyle hükümdarlar, taas-subları sebebiyle Araplar, kibirleri sebebiyle ileri gelenler, hıyanet­leri sebebiyle tüccarlar, cehaletleri sebebiyle köylüler ve hasedleri sebebiyle âlimlerdir.” buyurdu.

Rivayete göre Mûsâ aleyhisselâm Rabbıyla mükâlemeye gider­ken Arş'ın gölgesinde bir adam görür ve kendi kendine, herhalde bu adamın Allah katındaki mevkii benim mevkiimden üstündür, diye düşünür ve Allahu Teâlâ'ya:

“Bu adam kimdir?” Diye sorar. Allahu Teâlâ:

“Sana bunun adını söylemeyeceğim,   yalnız üç amelini haber vereyim. Bu adam kimseye hased etmez, anne ve babasına isyan et­mez ve söz gezdirmez,” buyurdu.

Zekeriyâ aleyhisselâmdan rivayet edildiğine göre Allahu Teâlâ:

“Hased eden nimetimin düşmanı, kazama kızan ve kullarım arasındaki taksimatıma rıza göstermeyen kimsedir, buyurmuştur.

Geçmiş büyüklerden birisi:

“Göklerde ilk hased bayrağını kaldıran şeytandır. Hasedinden Adem aleyhisselâm'a secde etmedi ve kovuldu,” demiştir.

İmamlardan biri hükümdarlardan birine şöyle bir öğütte bu­lundu:

“Sakm kibirlenme, zira Allahu Teâlâ'ya ilk isyan, kibirle baş­lamıştır, İblîs, böbürlenerek Adem aleyhisselâma secde etmemiş, is­yan etmiştir,” dedi ve hemen,

“Meleklere: “Âdem'e secde edin” demiştik; İblis'ten başka hepsi secde etmiş, o çekinmişti.”[275], âyetini okudu. Sakın haris olma, zi­ra Âdem aleyhisselamın hırsı onu cennetten çıkarmıştı. Cennete haris olduğu için yasak ağaçtan yemesi, cennetten çıkmasına sebep ol­muştur, dedi ve,

“Oradan hepiniz çıkın.”[276], âyetini okudu. Hasedden son derece sakın, zira Kaabil'in Habil'i öldürmesiyle meydana gelen ilk cinayete hased ve çekememezlik sebep olmuştur, dedi ve:

Ey Muhammed, onlara, Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat: İkisi birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş diğerininki edilmemişti. Kabul edilmeyen: “And olsun seni öldüreceğim” deyince, kardeşi: “Allah ancak müttakilerin takdimesini kabul eder.” demişti.”[277], âyetini okudu.

Bu ilk cinayetin sebebini şöyle anlatırlar: Adem aleyhisselâmın eşi Hz. Havva, biri kız diğeri erkek olmak üzere yirmi kere ikiz ço­cuk doğurmuştu. O zamanın hükmüne göre neslin çoğalması ve devamı için yalnız bir batında doğan kız ve erkek birbirleriyle evlene­miyor, diğer batında doğanlarla evlenebiliyorlardı. Kaabil ile doğan kız güzel, Habil ile doğan kız ise çirkindi. Kaabil'in kızkardeşi Ha-bil'e, Habil'in ikiz kardeşi Kaabil'e verilmek istenince Kaabil -ken­di kız kardeşi güzel olduğu için- bunu çekemedi ve, “Herkes kendi ikiz kardeşini alsın” diyerek isyan etti ve nihayet bu hasedi kardeşi Habil'i öldürmesine kadar gitti. Böylece insanlık tarihinde ilk cina­yet hased yüzünden işlenmiş oldu.

Bu imamın hükümdara olan öğütlerinden biri de;

“Resûl-i Ekrem'in Ashabı anıldığı ve menkıbelerinden söz edil­diği vakit sükût et, aleyhlerinde konuşma. Kaderden bahsedildiği va­kit yine dilini tut. Yıldızlardan, kâhinlerin astronomi ile ilgili öne sürdükleri şeyler konuşulduğu vakit yine sükût et,” dedi.

Yine sâlihlerden bir zat hükümdarın yanı başında oturur ve ona aşağıdaki şekilde öğütlerde bulunurdu:

“İyilik edene iyilikle mükâfatta bulun. Kötülük edene boş ver; onun kötülüğü ceza olarak kendisine yeter. Bu zatın hükümdara yakınlığını çekemeyen cahil hasudun birisi onu öldürtmek için hile dü­şündü. Hükümdara yaklaşarak:

“Senin sevdiğin bu adam, senin ağzının ve nefesinin koktuğu­nu sanıyor. Bunun için yanınıza geldiği vakit elini ağzına ve burnuna tutuyor,” dedi. Hükümdar:

“Bakalım, bir deneyeyim,” der. Hükümdarın yanından ayrılan bu adam hemen öteki zatı evine davet eder, kendisine soğanlı ve sarmsaklı yemekler yedirir,” sonra da:

“Şimdi hükümdarın sohbetine katılacaksın, ağzın ve nefesin kokuyor. Bunun için hükümdara yaklaştığında ağzını tut ki, ağzının kokusu hükümdarı rahatsız etmesin,” der. Hükümdarın yanına gelen bu zat eskisi gibi hükümdara:

“İyilik edenlere iyilikte bulun, kötülük edenlere aldırma, onla­rın kötülükleri onlara yeter,” der. Hükümdar bu zata:

“Yanıma yaklaş,” der. Adam yaklaşır ve fakat kendi ağzının kokusu hükümdarı rahatsız etmemesi için elini ağzına tutar. Bunu gören hükümdar kendi kendine;

“Adamın söylediği doğru imiş, der ve hemen kumandanına hi­taben bir mektup yazdırır. Mektupta, “Bu yazıyı sana getirenin boy­nunu vur, derisini yüz, içine saman doldur ve bana gönder” diye ya­zar. Mektubu bu zatın eline verir. Bu zat da hükümdarın kendisine bahşiş verilmesini emrettiğini sanır. Hemen çıkar, kapıda öteki adamla karşılaşır. Adam:

“Elindeki kâğıt nedir?” Diye sorar. O:

“Hükümdar bana ikramda bulundu bunun için bu yazıyı ver­di, parayı almağa gidiyorum,” deyince adam:

“Bunu bana ver,” diye yalvardı. Oda:

“Peki verdim, der ve hemen mektubu uzatır. Adam mektubu alır almaz doğruca kumandana gider mektubu takdim eder. Kuman­dan mektubu alır okur ve:

“Bu mektupda seni öldürüp derini yüzmem ve içini saman dol­durup hükümdara göndermem emrediliyor,” der. Adam şaşırır ve:

“Aman sen bilirsin, bu yazı bana ait değil, bu şöyledir, böyle­dir. Hükümdara müracaat edip soralım,” diye feryad eder. Kuman­dan:

“Burada hükümdara müracaat edilsin diye bir kayıt yoktur. Ben ancak emri yerine getiririm,” der ve emri yerine getirir. Adamı öldürür, derisini yüzer ve saman doldurduğu deriyi hükümdara gön­derir. Bu sâlih zat tekrar hükümdarın yanına gider ve eski tavsiye­sini tekrarlayarak:

“İyilik edene iyilik yap, kötülük yapana aldırma,” der. Hüküm­dar bu zatı görünce şaşırır ve hemen sorar:

“Sana verdiğim mektubu ne yaptın?” Der. Adam:

“Kapıda falancı ile karşılaştım. Mektupdan sordu. Ben, hüküm­darın hediyesidir,” dedim. Onu benden istedi,   ben de verdim,” dedi. Hükümdar:

“O adam bana, senin, benim nefesimin koktuğunu söylediğini bana söyledi, doğru mudur?” Diye sordu. Bu zat:

“Hayır, ben öyle bir şey söylemedim,” dedi. Hükümdar:

“O halde dün benim yanıma yaklaşınca elini neden ağzına ge­tirdin?” Diye sordu. Bu zât:

“O adam beni davet etti, sarımsaklı yemekler yedirdi, ağzımın kokusu sizi rahatsız etmemesi için elimi ağzıma koydum,” dedi. Hü­kümdar:

“Mes'ele anlaşıldı, şimdi yerinde otur, kötülük edenin kötülü­ğünün kendisine yettiğini ve cezasını bulduğunu gördük,” dedi.

İşte böylece çekememezliğin zararını düşün ve yukarda geçen Resûl-i Ekrem'in:

“Kardeşine karşı kötülüğü düşünme, Allah onu ko­rur ve senin belânı verir.” hadisini hatırla.

İbn Şirin diyor:

“Ben dünyalıkta kimseye hased etmiş değilim, zira bu adam ya cennetlidir ya da cehennemli. Cennetli ise dünyalığın ne kıymeti var? Cennette alacağı nimetler çok daha büyüktür. Şayet cehennemli ise dünyalığın ne kıymeti var? Zira sonunda vara­cağı yer cehennemdir.”

Ebû'd-Derdâ (r.a.), “Kişi ölümü hatırladıkça neş'esi ve çekememezliği azalır.” demiştir.

Muâviye radıyallahu anh diyor ki; “Herkesi memnun etmek mümkündür Hased edeni ancak elindeki nimetin gitmesi memnun eder, o başka bir şeyle memnun olmaz.” demiştir.

Bedevi'nin birisi, de, “Hasûd kadar mazluma benzeyen bir zalim görmedim. Çünkü o, sendeki varlığı, huzur ve sükûnu, kendisinde yokluk ve felâket olarak görür.” demiştir.

Hasan-ı Basri, “Ey Âdemoğlu, kardeşine hased etme, zira Allahu Teâlâ’nın ona olan ikramı iyiliğinden sebep ise nesini çekemiyorsun? Sen de çalış iyi ol, Allahu Teâlâ sana da versin. Yok, şayet Allahu Teâlâ’nın ona ikramı kötülüğünden sebep ise nesini çekemiyorsun? Adamın varacağı yer cehennem değil mi? Buna hased edilir mi?” bu­yurmuştur.”

Yine zatın biri:

“Hased eden kimse toplum içinde yerilir, zelil olur, melekler arasında düşmanlık ve lanetle karşılaştığı gibi insanlar arasında dalgın, düşünceli, kederli, ölüm anında da şiddetli can çekişme, mah­şerde de rezalet ve kepazelikle karşılaşır, demiştir.[278]

 

Önemli Uyarılar

 

1. Gazab ile ilgili olarak yukarda geçen hadislerden de anla­şıldığı gibi, Allahu Teâlâ gazabı ateşten yarattı, insanın mayasına yerleştirdi ve hamuru ile yoğurdu. Ne vakit öfkelenirse kalbinin ka­nı kaynamaya başlar, bütün damarları dolaşır. Kaynayan su yukarı hücum ettiği gibi bu ateş de yükselir. Yanan bu kanı insanın yüzüne doğru çıkarır. Yanağın üst kısımları ve gözler kızarır, çünkü cild, parlak olduğu için ardındaki kanın rengini hemen gösterir. Rengi­nin böyle kızarması, kızdığı kimseye gücünün yettiği vakittir. Has­mından korkarsa kan dışardan içeriye kalbine doğru çekilir ve ren­gi solmağa başlar. Şayet hasmına karşı mütereddit ise bazan benzi kızarır ve bazan da solar. Demek ki gazabın yeri kalb ve anlamı, in­tikam arzusu ile kanın galeyanıdır. Bu kuvvetin harekete geçmesi, ya zarar vermesi muhtemel bir olayı önlemek veya zarar verdikten sonra intikam almak için olur. Onu durduran ve ona zevk veren şey, intikam alabilmektir. Bunun ifrat ve tefriti -yani aşın derecede ile­ri gitme ve aşın derecede geri kalma- tarafları vardır, intikam duy­gusundan mahrum, hamiyet ve gayreti bulunmayan tefrit Sahihle­rinde kemal diye birşey aranamaz. Bu gibi erkekler kadınlardan ve belki haşere hayvanlardan sayılır. İşte İmam Şafii hazretlerinin:

“Öfkelendirilen ve öfkelenmesi gerektiği safvetini küdüretten koruyacak derecede öfkesi bulunmayan, eşek; rıza göstermesi iste­nen yerde asla ele avuca sığmayan, şeytandır,” demekteki maksadı budur. Allahu Tealâ Ashâb-ı Kirâm'ı şiddet ve hamiyetle niteleyerek:

“Onlar inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler.” [279]

“İnananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı güçlü...” [280]

“Ey Peygamber, inkarcılarla ve İki yüzlülerle savaşı onlara karşı sert davran.[281] buyurmuştur.

Bu tefritin neticesi daima zillete düşmek, namus ve şerefini ko­ruyamamak gibi mezmum hallerdir.

Ashâb-ı Kirâm'dan Sa'd (İbn Ubâde) radıyallahu anh:

“Eğer karımın yanında yabancı bir erkek görsem onu kılıcı­mın geniş yüzü ile değil, keskin tarafı ile vurur öldürürüm,” demişti. Resül-i Ekrem bunu duyunca:

“Sa'd'ın bu gayret ve hamiyetine şaşıyor musunuz? Gerçek olan birşey varsa ben Sa'd'dan daha kıskancım.    Allahu Teâlâ da benden kıskançtır. Fahiş kötülükleri haram kılması O'nun gayretindendir,”[282], buyurdu.

Ahmed, Buhâri, Müslim ve Tirmizî'nin rivayetlerinde, Resül-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Allahu Tealâ'dan gayur (kıskanç) kimse yoktur. Bunun için O, kötülüklerin gizli olanını da aşikare olanını da haram kılmıştır. Al­lah kadar övülmek kendisine sevimli olan hiç kimse yoktur. Bunun için Allah kendisini övmüştür. Allah kadar mazeret kabul etmek kendisine sevimli olan hiç kimse yoktur. Bunun için Allah Kitablar

indirmiş, peygamberler göndermiştir.”[283] Beyhaki'nin rivayetin­de, “Hamiyet ve kıskançlık imandandır.” şeklindedir.

Ahmed, Ebû Davud, Neseî ve İbn Mâce'nin de rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Gayret ve hamiyyetten öylesi var ki, Allahu Teâlâ onu sever, öylesi de var ki, Allahu Teâlâ ona buğzeder. Böbürlenmenin de öyle­si var ki, Allahu Teâlâ onu sever, öylesi de var ki, Allahu Teâlâ onu sevmez. Allahu Teâlâ'nın sevdiği hamiyet ve gayret, kişinin şüphe ve töhmet yerlerinde gösterdiği gayrettir; sevmediği hamiyet ve gayret de birşey yokken kişinin vesvese üzerine gösterdiği hamiyet ve gay­rettir. Allahu Teâlâ'nın sevdiği kibir, savaş alanında kişinin göster­diği kahramanlık kibridir. Buğz ettiği kibir ise azgınlık ve kendini beğenmekteki kibridir.” [284]

Taberâni'nin rivayetinde, “Allahu Teâlâ kullarında gayret ve ha­miyet sahibi olanları sever ve Müslümanlara gayret verir. Siz de gay­retli olun.” buyurulmustur.

Buhâri, Müslim ve Tirmizi'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ mü’minler hakkında gayret ve hamiyet gösterir (hayır ve mutluluk diler), mü’min de gayret ve hamiyet gösterir. Al­lahu Teâlâ'nın gayreti, Allah'ın haram kıldığı fena şeyleri mü’minin işlemesi içindir.” [285]

Gazabın ifrat tarafına gelince; bu da tefrit gibi mezmumdur. İf­rat derecede gazab şöyle olur: Öfke kendisini o derece kaplar ve ken­disine galebe çalar ki, adam, dini ve akil dengesini kaybeder. Artık kendisinde düşünce ve görgü diye birşey kalmaz. İradesi elinden gi­der, darda kalmış bir duruma düşer. Bu da ya tabiat veya âdet bakımından veyahut her ikisinin karışımından olur. Âni tehevvüre ka­pılabilir ve tez kızar. Veyahut kendisini neş'elencliren, kemal ve kah­ramanlık olduğunu sandığı birşey buna karışır, bu sayede öleceğini sanır. Öfke ateşi kuvvetlenip meş'alelendikçe sahibi kör ve sağır olur; gerçekleri görmez, öğütleri duymaz hale gelir. Hatta öğüt, onun aklı­nın nurunu söndürmekten başka bir işe yaramaz olur. Çünkü düşün­cenin merkezi olan beynini gazab ateşinin dumanı sarmış ve bu sis ile gözü kararmıştır. Artık karanlıktan başka birşey göremez hale gelmiştir. Bazan kalbinde yanan öfke ateşi o kadar kuvvetli olur ki, kalbinin rutubetini yokederek adamın ölümüne sebep olur.

Bu öfkenin görünüşteki izleri, yukarda anlattığımız gibi, rengin değişmesi, vücudun titremesi, hareketlerinin düzenli olmaması, dili­nin rikâketi, ağzının köpürmesi, yanakların kızarması, burun delik­lerinin şişip inmesi gibi hallerdir. Hatta öfkeli adam öfke anında al­dığı çirkin, vahşi ve yırtıcı hayvan manzarasını bir aynada görse, utancından öfkesi kaybolurdu. Bu, görünüşteki halidir. İç âlemine gelince; bu da zahir hâlinden daha iyi değil, daha kötüdür. Çünkü zahir, batının başlangıcıdır. Zahirin bozulması, bâtının bozulmasındandır. İşte bunlar, vücudundaki belirtilerdir.

Konuşmasındaki dengesizliklerine gelince; öfkelenen bir insanın, ağzının dediğini kulağı duymaz olur. Artık bozuk cümleler ve keke­lemelerle, sövüp saymalar, küfürler birbirini kovalar. Aklı basma geldiği vakit bu söylediklerini duysa, utancından yere geçer.

Diğer azalarındaki etkilerine gelince; hemen dövmeğe kalkışır ve hatta elinden geldiği takdirde öldürecek kadar ileri gider. Şayet in­tikam almaya gücü yetmezse bu defa öfkesi kendi aleyhine döner; kendi kendine dövünür, yaka ve paçasını yırtmaya başlar. Çevresin­deki hayvanları döver, koltuk ve masalara vurur. Etrafındaki bar­dak ve çanakları kırar. Şaşkın bir sarhoş ve hayretler içinde kalmış bir deli gibi ortalıkta dolaşır durur. Bazan da hareketten aciz kala­rak olduğu yerde çöker. Öfkenin, şiddetle kendisini istilâ etmiş ol­masından aklı başından gitmiş bir deli manzarası alır.

Kalbindeki tesirine gelince; kızdığı adama karşı kin besler, onu çekemez bir hal alır. Kızdığı adamın basma bir felâket gelirse ona se­vinir. Bir iyilikle karşılaşırsa ona üzülür. Onun hakkında bildiği kö­tülükleri açıklar. Onunla alay eder ve benzeri her kötülükleri düşü­nür.

Mutlak olgunluk ise bu gazab kuvvetinin ifrat ve tefritinde de­ğil, belki itidalindedir. Akıl, mantık ve din uyarınca hareket etmektedir. Hamiyet ve gayretin gerekli olduğu yerlerde yeteri kadar öf­ke, hamiyet ve gayret gösterir. Yumuşaklık gerekli olan hallerde do yumuşak davranır. İşte Allahu Teâlâ'nın kullarını yükümlü kıldığı istikâmet ve Resûl-i Ekrem'in, “İşlerin hayırlısı ortasıdır.” buyurmak­la övdüğü vasat durum budur. Öfkede ifrat veya tefrite kaçanlar, kendilerini bu itidale ve bu Sırât-ı Müstakîm'e getirmeye gayret et­sinler. Hiç olmazsa buna yaklaşsınlar. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Âdil hareket etmeğe ne kadar uğraşsanız, kadınlar arasında eşitlik yapamıyacaksınız, bari bir tarafa tamamen kalben meyletme­yin ki, öbürünü askıdaymış gibi bırakmış olmayasınız.”[286], buyur­muştur. İyiliklerin tamamını yapamayanların, kötülüklerin tamamı­nı yapmaları doğru olmaz. Kötülüklerin bazısı, bazısından ehven; iyiliklerin bazısı da bazısından üstündür. Allahu Teâlâ herkese tev­cih ettiği şeyi müyesser kılar.

2. Önemli uyarılardan birisi de öfkelendiği şeydir. Boş şeye öf­kelenmek mezmum, önemli şeylere öfkelenmek ise memduhtur. Bu­nun için Resûl-i Ekrem yalnız Allah için öfkelenirdi. Buhârî ile Müs­lim'in rivayetlerine göre adamın biri Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Falana sabah namazını çok uzattığı için ben sabah namazı­na gidemiyorum,” dedi. Resûl-i Ekrem hemen bir hutbe îrad etti. Çok öfkeli idi. Hutbesinde:

“Ey insanlar, sizin aranızda cemaatten nefret ettirenleriniz vardır. Sizden biriniz imam olduğu vakit, namazı uzatmasın,   kısa kıldırsın, çünkü ardında yaşlı, zayıf ve ihtiyaç Sahihleri vardır,”[287], buyurdu.

Yine Resûl-i Ekrem'in Allah için gazabını Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle anlatıyor:

“Resûl-i Ekrem bir seferinden dönmüştü. Ben de odamın önündeki sofaya içerisinde suretler, resimler bulunan per­de asmıştım. Resûl-i Ekrem onu görünce hemen resimleri yırtarak perdeyi ortaya attı ve buyurdu ki:

“Ya Âişe, kıyamet günü insanların en şiddetli azâb çekecek olanı, Allah'ın yaratıklarına benzetmeğe çalışanlardır,” buyurdu.

Enes radıyallahu anhden gelen bir rivayette Resûl-i Ekrem kıble tarafına tükürüldüğünü gördü. Buna son derece canı sıkıldı ve kızdığı yü­zünden belli oldu ve bizzat kendi eliyle tükrüğü temizledi. Sonra şöy­le buyurdu:

Sizden biriniz namaza durduğu vakit Rabbıyla münacaat halindedir. Kıble ile kendi arasında Rabbı vardır. Artık secde ede­ceğiniz kıble tarafına tukürmeyiniz; ya mescit dışında başka bir ye­re tükürün veya tükürdüğünüzü ayağınızın altına alın, buyurdu ve sonra kendi mendiline tükürerek, böyle yapın,” dedi.

3. Önemli öğütlerden birisi de, bazı kimselerin, riyazetin öfke­yi tamamen yok edeceğine, diğer bazılarının da Öfkeye hiç bir şeyin tesir etmiyeceğine kail olmaları konusudur. Burada da gerçek, bizim anlatacağunızdır.

Bunu şöylece özetleyebiliriz: Madem ki insanda sevmek ve sev­memek özelliği vardır, o halde öfkelenmemesi imkânsızdır. Sevdiği şey yiyecek, giyecek, mesken ve sıhhat gibi zaruri: ise, bunları takvi­ye için mutlak surette gazaba ihtiyacı vardır. Şayet, mevki, mansıb, öne geçmek, ilim ve servetle övünmek gibi zaruri olmayan şeylerden ise zühd ve riyazet gibi çalışmalar neticesinde bunları elde edemedi diye öfkelenmesi mümkündür. Ne yazık ki, öfkelerin çoğu tunlar­dandır. Gerçi bu gibi ibadet bakımından sevilen bazı şeyler, bazı kimseler için zaruri olabilir. Âlimler için Kitablar, san'atkârlar için âletler gibi.

Bunu böylece izah ettikten sonra, birinci kısım olan zaruri ihti­yaçlara karşı öfkeyi, ne riyazet ve ne de hiç bir şey kökünden izâle edemez. Çünkü bunlar için öfke, tabiat ve yaratılış gereğidir. Ancak bir süre cehd ve gayret göstermek suretiyle bu husustaki öfkeyi akıl ve şeriatın uygun bulacağı mutedil bir huy haline getirmek de müm­kündür. Üçüncü kısım olan kitap ve âlet gibi ihtiyaçlara karşı öfkeyi de itidale irca etmek mümkündür.

İkinci kısım olan mevki ve mansıb sevgisi, ilim ve servetin çok­luğu ile övünmek sevgisi ise, bunlar riyazet ve mücahede ile tama­men zail olabilir. Çünkü bunlar zaruri ihtiyaçlar olmadıkları için bunları gönüllerden silip atmak mümkündür. İnsanoğlu varacağı ye­rin mezar ve asıl kalacağı yerin âhiret olup, dünyanın gelip geçici ol­duğunu, bu bakımdan dünyalıktan ancak âhiret azığına ihtiyacı bu­lunduğunu, fazlasının sırtında bir yük ve vebal olduğunu düşünün­ce bütün bu sevdalardan vaz geçebilir. Gerçi bütün bunlara rağmen bunu da kökünden silip atmak pek ender rastlanan şeylerdir.

Öfkenin önemi ve kolay kolay yok edilemeyeceği hakkında Re­sûl-i Ekrem'in şu mübarek sözleri ne kadar anlamlıdır. Resûl-i Ek­rem:

Allah'ım, ben de bir insanım; insanların kızdığı gibi ben de kızarım, hangi bir Müslümana kötü söyledim, tel1in ettim veya dövdümse, onu benim hesabıma ona dua, onu tezkiye ve kıyamette onu sana yaklaştırmağa vesile kıl,” buyurdu. İbn Amr İbn Âs radıyallahu anhum:

“Ya Resûlallah, gazab ve rıza hakkında bu söylediklerinizi ya­zayım mı?” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Yaz, beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ede­rim ki (eli ile dilini göstererek) bundan ancak hak sadır olur,” buyur­du. Ve “Ben gazab etmem” buyurmadı da, “Gazab ve öfke beni hak ve hakikatten ayırmaz, ancak gerçeği söyletir” buyurdu. Nitekim Hz. Ali de,

“Resûl-i Ekrem dünya işi için öfkelenmez. Hak uğrunda öf­kelendiği vakit kimse farkında olamazdı. Öfkelendiği vakit yerinden kalkmadan öfkesi yerini bulurdu.” demiştir.

Hulâsa; gazab ve öfkeden kurtuluşun en sağlam yolu, âfet ve gailelerini bilmekle dünya sevgisini gönlünden silmekle gazab var­tasına düşmenin en korkunç yolu da kibirlenmek, böbürlenmek, ken­dini beğenmek, şaka, boş konuşmak, neş'e? serzeniş, kınamak, yal­taklık, zarar ziyan, özür, mal ve mevkie haris olmaktır. Bütün bun­lar, şer'an yerilen âdi huylardandır, insanda bu sebepler mevcut ol­dukça gazabtan kurtulamaz. Bunları atıp ziddiyle ahlaklanıncaya kadar riyazet ve mücâhedeye devam etmesi lâzımdır.

4. Önemli bir başka uyarı da, gazabm tedavisi ve heyecanın­dan sonra izâlesini bildiren hadisler yukarda geçmiştir ki, bunların hepsi ilim ve amele dayanır. İlim demek, hiddetini yenmenin, ba­ğışlamanın, ağırlığı kaldırmanın ve hilm sahibi olmanın fazilet ve erdemliğini bilmektir. Bunları iyice bilip anlayan insan, artık öfkesinin peşine gitmekten vaz geçer de Allahu Teâlâ'nın va'd ettiği bü­yük mükâfatların hevesiyle bütün hiddet ve şiddetini bırakmasıdır. İşte bunun içindir ki Hz. Ömer (r.a.) bir adamın dövülmesini emret­tiği sırada, adam,

“Affa sarıl, marufu emret ve cahillerden yüz çevir”[288], âyeti­ni okudu. Hz. Ömer bunu okuyup mânâsını düşününce adamı ser­best bıraktı. Ömer b. Abdülazîz de bir adamın dövülmesini emretti­ği vakit, adamın,

“Öfkesini yenenler.” âyeti celilesini okuması üzerine hemen adamı bağışlamış vş dayaktan vaz geçmiştir. Bunun gibi, Allahu Teâlâ'nın kudreti, kendi kudretinin çok üstünde olduğunu ve birçok hareket­leri ile Allahu Teâlâ'yı gazablândırdığını, kıyamet günü O'nun affe­dip bağışlamasına ne derece muhtaç bulunduğunu, dünyada başkalarını affedenleri Allahu Teâlâ'nın da orada affedeceğini düşünmek­le öfkesinden vaz geçer. Bunun içindir ki, Allahu Teâlâ kudsî bir hadîsde:

“Ey Âdemoğlu! Öfkelendiğin vakit Beni hatırla ki, Ben de öf­kelendiğim vakit seni hatırlayayım,”   buyurmuştur. Aynı zamanda bugün öfkelenip kötülük yaptığı kimsenin, kendi kusurlarını sayıp dökmek suretiyle kendisini rezil edeceğini ve günün birinde herhan­gi bir suretle kendisinden intikam almaya kalkışacağını düşünmesi­dir. Bu da dünyevî gailedir. Âhireti hatırlayamayanın bunları da dü­şünmesi gerekir. Yine bunun gibi öfke anında öfkenin ahlâki çirkin­liği yanında bir de yüzünün alacağı çirkin manzarayı ve saldırgan bir köpeğe benzediğini, hilm ve mülâyemetin peygamber ve velile­rin nitelikleri olduğunu, bunların arasındaki farkı düşünmesi ve böylece, “Canım bu adam seni kızdırdı, şimdi sen intikam almazsan in­sanlar bunu senin acizliğine verir” diye gazabı harekete geçiren şey­tanın vesvesesine aldırış etmemelidir. Hatta böylece öfkelerine uyan­lardan Allahu Teâlâ'nın alacağı intikamın daha büyük olduğunu dü­şünmelidir. Çünkü öfkelenen insan, işlerin, Allah rızasına değil, ken­di öfkesine uygun olarak ceryan etmesini ister. Bu vartaya düşen kimse, çok daha büyük olan Allahu Teâlâ'nın mekrinden emin ola­maz. İşte bunlar, öfkeden sakınmanın ilmî yollarıdır.

Ameli yönüne gelince; şeytanın şerrinden daima Allah'a sığınmalı, kendisini düzeltmeğe gayret etmeli ve duasında hadîsi şerif uyarınca:

“Ey Muhammed aleyhisselâmın Rabbi olan Allah'ım! Kalbimin kinini kaldır ve fitne sapıklıklarından beni koru, diye dua etmelidir. Sonra öfkelendiği vakit yere yaklaşması için, ayakta ise oturmalı, oturuyorsa yaslanmalıdır. Bu suretle kendisini enginlerde kılan top­raktan yaratılıp mütevazı bir varlık olduğunu düşünerek öfkenin meydana geldiği hararete sebep olan davranıştan vaz geçmelidir. Nitekim hadîsde, “Öfke, kalbde yanan bir kıvılcımdır. Öfkelenen adamın şah damarlarının nasıl şişip gözlerinin kızardığını görmez misiniz? Sizden biriniz öfkelendiği vakit ayakta ise otursun, oturuyorsa yaslansın. Böyle yaptığı halde öfkesi geçmemişse soğuk su ile abdest alsın veya yıkansın. Zira ateşi ancak su söndürür.” buyur­muştur.

Diğer bir hadisde de:

“Sizden biriniz öfkelendiği vakit su ile abdest alsın, zira öfke ateştendir.”, buyurulmuştur. Başka bir rivayette de, “Öfke şeytan­dandır, şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ise su ile söndürülür. Sizden biriniz kızdığı vakit abdest alsın.”, buyurulmuştur. Diğer bir rivayet de, “Kızdığın vakit sükût et.” şeklindedir. Bir başka rivayet­te ise, “Öfke, kişinin kalbinde bir ateş parçasıdır. Kızan adamın şah damarlarının şişmesini ve gözlerinin kızarmasını görmez misiniz? Sizden birinize böyle bir hal geldiği vakit hemen yüzünü yerlere sür­sün.” buyurulmuştur.

İmâm Gazali diyor ki: Resûl-i Ekrem'in: “Öfkelenen adam ya­naklarını yere yapıştırsın.” buyurması, en kıymetli uzvu olan yüzü­nü yerlere sürerek secde etmesine işarettir. Bu hareketiyle insan, kendisinin zillet ve acziyetini anlar da öfkenin sebebi olan ululuk ve benlik davasından vaz geçerek hiddeti teskin olur. Hz. Ömer öfke­lendiği bir vakit burnuna su çekti ve:

“Öfke şeytandandır, su öfkeyi giderir.” dedi. Bir defasında öfkelenen Ebû Zer (r.a.) birini (Hz. Bi­lâl olduğu söylenir) anası tarafından ayıpladı. Bunun üzerine Re­sûl-i Ekrem:

“Ey Ebû Zer, başını kaldır göklerin azametine ve onları yara­tan Allahu Teâlâ’nın kudret ve büyüklüğüne bak, şunu da bil ki, sen ne siyah ve ne de kızıl deriliden üstün değilsin; üstünlüğün ilim ve takvan iledir. Öfkelendiğin vakit ayakta isen otur, oturmuş isen yas­lan, yaslanmış isen yat,” buyurmuştur.

Öfkeden kurtuluş çarelerinden birisi de gıybet, iftira ve casus­luk gibi kötülüklerle haksızlığa uğradığın vakit, bunların benzeri ile mukabelede bulunmanın caiz olmadığını bilinendir. Esasen bunların hiç biri caiz değildir. Aynı zamanda bunlara başlayanın nerede du­racağını tayin etmek de zordur. Kısas, benzerlik olan şeylerdedir, bunlarda ise benzerlik zordur. Evet, imamlarımız, bu gibilere, kim­senin kurtulamıyacağı sözlerle mukabelede bulunmağı caiz görmüş­lerdir. Meselâ, bu gibi gıybet ve iftirada bulunan kimseye, ahmak adam, denebilir. Çünkü hiç kimse ahmaklıktan kurtulamaz; herkes­te bir nevi ahmaklık vardır. Nitekim Mitraf, “İnsanların hepsi Al­lah'a karşı ahmaktır, ancak ahmaklıkta Müsavi değillerdir.” demiş­tir. Hz. Ömer de, “Allah'ın zâtı hakkında insanların hepsi ahmak ve­ya cahil gibidir.” demiştir.

İmâm Gazâlî'nin de dediği gibi, “Ey kötü huylu insan, ey utan­maz yüzlü,-insanların kusurlarını araştınyorsa- ey insanların gizli hallerini araştıran, biraz utansan bu gibi sözleri söylemezdin. Bu halinle gözümden düştün, Allah cezasını versin.” gibi sözlerle mu­kabelede bulunulabilir. Fakat kendisine sövmenin, anne ve babası için kötü söylemenin haram olduğunda ittifak vardır. Bu gibi söz­lerle mukabelede bulunmanın caiz olduğuna delil, Resûl-i Ekrem'in zevcelerinden Hz. Zeyneb'in Hz. Aişe'ye kötü sözler söylemesidir. Hz. Aişe de gerçekler ile ona karşılık verdi ve hatta onu geçti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Evet, babasının kızıdır,” buyurdu. Bu şekil karşılık caiz olmak­la beraber terki efdaldir. Zira bu gibi karşılıklar, insanı azdırıp da; ha kötülere götürür. Hadisde, “Mü’min tez kızıp, tez barışandır.” buyurulmuştur Diğer rivayet, “Mü’minlerin hayırlısı, geç kızıp öfkesi tez geçendir. Kötüsü de tez kızıp geç öfkesi geçenidir.” şeklindedir.

Öfkeden kurtuluş yollarından birisi de kin ve çekememezliğin, öfkenin neticesi olduklarını bilmektir. Çünkü öfkelenen o anda in­tikam almaya gücü yetmiyorsa öfkesini içine çeker ve bu öfke içinde kin ve hased haline dönüşür. Daima adama içinden kötülük düşünür. İntikama muktedir olamayınca da ona hased etmeye ve eriştiği ni­metten mahrum olmasını isteme başlar. Bir felâkete uğrarsa ona se­vinir, bir nimete erişirse buna üzülür. Ondan yüz çevirir ve her fır­satta işiyle sözüyle ona eziyet etmeye çalışır. Bütün bunlar haram ve günahı çok olan kötülüklerdendir. Bunun için Resûl-i Ekrem, “Mü’min, kindar olmaz.” buyurmuştur.

Öfkeden kurtuluş yollarından bir diğeri de, öfkenin sonucu olan hasedin zararlarını bilmektir. Hasedin ne olduğunu yukarda açık­ladık. Hased başkasının eriştiği nimetin elinden alınmasını istemek­tir. Şayet o kimsede olan nimetin onda kalması şartıyle onun gibi bir nimetin de kendi eline geçmesini isterse, buna gıbta -imrenme- denir, münâfese de denir. Münafese de bazen hased sayılır. Nitekim yukarda, “Hased ancak iki şeye olur.” şeklinde geçmiştir. Diğer bir hadisde de, “Mü’min gıbta eder, münafık ise hased eder” şeklinde vârid olmuştuı.

Bunu böyle anladıktan sonra, başkasının elindeki nimetin yok olmasını istemek demek olan hased her haliyle fısık ve haramdır. Evet, kötü bir insanın kötülükte ve Müslümanlara eziyette kullandığı var­lıklarının alınmasını istemek haram, değildir. Çünkü o varlığın on­dan alınmasını istemesi, o nimetin nimet olması bakımından değil, onu kötülükte kullanması bakımındandır. Hatta o nimeti iyilikte kul­lansa, zevalini istemezdi. Yukarda geçen haberler, hasedin haram ve büyük günahlardan olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Hasedin âfetlerinden bazıları da, sana zararı olmadığı halde Allahu Teâlâ'nın başkalarına verdiği nimete karşı Allah'ın hükmüne razı olmamak ve hatta kızmak vardır. Nitekim âyet-i celile'de,   

“Size bir iyilik gelse onların fenasına gider, başınıza bir kötülük gel­se buna sevinirler.”[289]

“Kitab ehlinin çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, iç­lerindeki çekememezlikten ötürü, sizin inandıktan sonra inkar etme­nizi isterler.” [290]

“Onlar kendileri inkar ettikleri gibi, keşke siz de inkar etseniz eşit olsanız isterler.” [291]

“Yoksa Allah'ın bol nimetlerinden verdiği kimseleri mi çekemiyor­lar.” [292], buyurulmuştur.

İkincisi olan gıbta ve., münâfeseye gelince; bu, haram olmak şöy­le dursun, belki ya mubah, ya mendup veya da vaciptir. Nitekim Allahu Teâlâ,

“İyi şeyler için yarışanlar, bunun için yarışsınlar.” [293]

“Rabbinizin mağfiretine koşuşun.”[294], buyurmuştur. Müsabaka, kaybolma korkusunu gerektirir. Meselâ, iki köleden birisi efendisi­nin hizmetinde kalmak üzere yarıştığı vakit şüphesiz bunlardan biri kaybedecektir. Buna göre yarışmacılar gayret gösterirler. Münâfese ve gıbtanın vacip olduğu yer, insanlara borç olan dinî nimetlerdir; iman ve İslâm şartları gibi. Bunları gerektiği şekilde yerine getiren gibi olmaya çalışmak, her Müslümana borçtur. Aksi halde eksiklik ve mâsiyete rıza göstermek olur ki, bunlara rıza, haramdır. Gıbta ve münâfesenin mendup olması, fazileti olan şeylerdedir. İlim ve iyilik­lerde serveti infak hususunda başkalarına gıbta etmek gibi.

Mubah olan gıbta ve münâfeseye gelince; bu da mubah olan ni­metlerde olur; evlenmek arzusu gibi. Evet, mubah olan şeyler gıbta, faziletleri azaltır, zühd, rıza ve tevekkül gibi makamlara aykırı dü­şer. Günah olmamakla beraber, insanı üstün makamlardan alıkor. Burada üzerinde durmaya değer önemli bir nokta vardır. Bu cihet, gereği gibi açıklanmazsa insanoğlu bilmeyerek haram olan hasede düşebilir. Oda şudur: Başkasının sahibi bulunduğu nimet gibi bir nimete nail olamayan kimse, kendisinin, o nimete sahip olandan dü­şük olduğu zehabına kapılır ve aşağılık kompleksine düşer ve ken­disinin aşağılığının ortadan kalkmasını sever. Şüphemiz, karşısındaki adamın elindeki nimet gibi bir nimete kendisi kavuşamaymca eşit­liği, ancak o adamın elindeki nimetin yok olmasında düşünür. Yani kendisi onun seviyesine çıkamayacağını anlayınca, onun, kendi se­viyesine inmesini ister. Şayet bu isteğini yerine getirmek mümkün ise, adamın gözyaşına bakmadan hemen onun elindeki nimeti yok etmeye kalkışırsa, işte bu adam, o yasak ve mezmum olan hased edi­ciler zümresindendir. Şayet o nimeti adamm elinden almak imkan­larına sahip olur ve canı, bu nimetin yok olmasını istediği halde tak­vası kendisine engel olursa, o zaman bu isteğinden dolayı günahkâr değildir. Çünkü bu hal insanda fıtrî ve cibillidir, insanın yaratılış ge­reğidir. Belki de, “Bütün Âdemoğulları hasuttur.” Duyurulduğundan maksat budur. Bunu teyid eden diğer rivayette de:

Üç şey var ki, Müslüman, bunlardan ayrılamaz. Onlar “Ha­sed, kötü sanı ve şûm tutmaktır.” buyurulmuştur. Müslüman için bunlardan kurtuluş yolu vardır. Hased ettiğin vakit gereğini yap­mamaktır. Böyle emsal ve akranı arasında kendisinin ulaşamayaca­ğı nimetlere mâlik olana hased etmemek, çok uzak bir ihtimaldir. Mutlak surette kendisinin elde edemediği nimetin emsalinden yok ol­masını ister. İşte münâfesenin bu kısmı, haram ve yasak olan hased ve çekememezliğe benzer. Bunun için bu hususta son derece ihtiyatlı ve çekingen davranmalıdır. Bu münâfesenin hased mertebesine var­masından, insanı ancak kuvvetli imanı korur. İmanı kuvvetlcşir ve takvaya kadem basarsa korunabilir. Emsalinden geri kalma korku­su kendisini harekete geçirdiği vakit, onu, yasak olan hasede ve baş­kasının nimetinin elinden alınmasını ve bu suretle onun da kendi se­viyesine inmesini istemeye sevkeder ki, münâfesenin bu çeşidine, is­ter dünya ve ister âhiret için olsun, hiç bir suretle Müsaade yoktur.  İmam Gazali diyor ki: “Ancak, içindeki bu isteği fiiliyat sahasına çı­karmazsa, yalnız bu arzusundan dolayı - inşallah- sorumlu ol­maz. Hatta kendisinin bu kabil isteğinden hoşlanmaması ve “Niçin bu adamın nimetinin zevalini istiyorsun?” diye kendini yermesi de günahına keffâret olur.”

Bu hastalıktan korunmanın bir sebebi de hasedin mertebe ve de­recelerini bilmektir. Şimdi bu mertebeleri açıklayalım:

Hasedin Birinci ve En Kötü Mertebesi: Kendi eline geçmezse bile başkasının elinde olan nimetin ondan yok olmasını istemektir. İşte hasedin en ağın ve en çok günah olanı budur.

Hasedin İkinci Derecesi: Hased ettiği kimsedeki nimetin ondan alınıp kendisine verilmesini veya bir benzerinin kendisine verilmesni istemektir. Şayet bu mümkün değilse, adamın kendisinden üstün ol­maması için, bu nimetin ondan da alınmasını istemektir.

Bu hastalıktan kurtuluş çarelerinden birisi de, hasedin, kalb has­talıklarının büyüklerinden olduğunu ve kalb hastalıklarının tedavi­sinin ilim sayesinde olabileceğini bilmektir. Hased hastalığını teda­vi edecek ilim ise, hasedin, hased eden kimsenin din ve dünyasına zararı olduğunu, hased edilene ise hiç bir zararı olmadığım bilmek­tir. Çünkü hased, hiç bir nimeti yok edemez. Böyle olsaydı hiç bir ni­metin devam etmemesi lâzım gelirdi. Zira hased edilmeyen hiç bir nimet yoktur. Hatta imanın bile kalmaması lâzım gelirdi. Çünkü kâ­firler, mü’minlerin imanını da çekemezler. Bunun aksine olarak ha­sed edilen kimse, hased sebebiyle dini yönden yararlanır. Çünkü se­nin hasedin sebebiyle o, mazlumdur. Hele hasedini saklayamaz, açı­ğa çıkarır ve adamın dedikodusunu yapar, gizli hallerini araştırıp açıklamaya çalışır ve benzeri eziyetlerde bulunursa, adeta kendi sevaplarını ona bahşiş vermiş olursun. Hatta bu o derece ileri gider ki, bu çekememezlik sebebiyle adamın dedikodusunu yapmakta isrann, bütün sevaplarının ona intikal etmesine sebep olur. Dünya nimetle­rinden mahrum olduğun gibi, âhirette de sevaplarından mahrum ve iflâs etmiş olarak Allah'ın huzuruna çıkarsın. Şimdi durumu böyle­ce öğrenip anladıktan sonra, bendinin düşmanı ve düşmanının dos­tu değilsen, elbette bu acıklı vartaya düşmemek, Allah'ın kazasına küsmemek, taksimat ve adaletinden hoşlanmamak için hased denen hastalıktan tamamen uzaklaşırsın. Çünkü hased ve çekememezliğin, aslmda kendi dinine ve Allah'ı tevhidine karşı en ağır bir hıyanet ol­duğunu anlamış olursun. Nasıl ağır hıyanet olmasın ki, hased sebebiyle iyiliklerin bütün insanlara ulaşmasını isteyen ilmiyle âmil ule­mâ, evliya ve enbiyâlar yollarından sapmış oluyor da Müslümanlara belâları sevip nimetlerinin ellerinden alınmasını isteyen îblis ve şey­tanların yoluna sapmış olur.

İşte bu hastalık, kalbde bir pislik ve mikroptur. Ateşin odunu ye­mesi gibi, kişinin sevaplarını yer. Âhiret babında böyle olmakla be­raber dünyadaki zararları da bundan aşağı değildir.

Hased ettiği adamın nimetinin günden güne arttığını görünce hastalığı artar ve onu kemirir durur. Ruhu daima sıkıntı içinde ka­lır. Bu böyle büyük bir sıkıntı ve huzursuzluktur ki, öldükten sonra dirilmeye imanı olmayan kimsenin bile, bu hastalıktan kurtulabil­mesi ve bu sıkıntılardan korunabilmesi için de olsa, mutlak surette hasedi terketmesi gerekir. Çünkü hased sebebiyle dünya yaşayışın­da da huzuru yoktur. Daima kıvranıp durur. Hasedin bütün bu mad­dî ve manevî zararlarını ve hased edilene hiç bir zararı olmadığını bildikten sonra hâlâ hased hastalığına devam etmen, düşmanın ve düşmanının dostu olduğunu ortaya koyar. Çünkü sen, kendinin dün­ya ve âhiret zararına, düşmanının da dünya ve âhiret kârına olan şeyi benimsemiş oldun da bu suretle hem halk ve hem de Halik ka­tında yerilmiş, hem şimdi ve hem de geleceğinde kötü bir insan ol­muş oldun. Bunları bilmek, hastalığın ilim yönünden tedavisini sağlar.

Bu hastalığı tedavi edecek amele gelince, kendi kendine gayret ederek hased ettiğin kimse için takındığın tavrın aksini takınmandır. Meselâ, onu yererken bu defa övmeğe çalışman, ona karşı kibirli davranırken bu defa tevazu göstermeye gayret etmen, sert davrana­cak yerde yumuşak davranmak gibi hareketlerde bulunmandır. İşte böyle yapmakla hased hastalığı azalmaya başlar ve bu cehd -u gay­retin sayesinde hastalık da tamamen yok olur gider. Bu söyledikleri­me uy ki kazanasın. Tevfik ve hidâyet ancak Allah'tandır.

Bu tedavi çarelerinden birisi de şudur: Şüphesiz insanoğlu ken­disine eziyet eden kimseye tabiatı icabı kızar. Bu fırsattan yararla­nan şeytan nefsi, “Bu adama hased et” der.

Şayet nefis şeytana uyar, söz ve işiyle adama olan hasedini açık­lar veya açıklama imkânını bulamamakla adamın elindeki nimetin yok olmasını candan arzu ederse, işte her iki halde de günahkârdır. Çünkü aslında hased kalbin işidir. Onu söz ve iş ile açıklamak ayrı bir günahtır. Ancak hasedi yalnız içinde kalırsa, tevbe etmek için ha­sed ettiği kimseden helâllik almasına lüzum yoktur. Çünkü bu, gizli bir haldir, onu Allah'tan başka kimse bilmez. Bununla beraber ha­sedini açıklamadığın gibi, tabiatında var olan bu çekememezlikten hoşlanmaz ve bunu iyi karşılamazsa, aklınla tabiatın bu tutum ve davranışına rıza göstermezsen, kendi kendini yermiş ve tedbirini al­mış olursun. Artık sen bu hastalığa karşı elinden geleni yapmış ol­dun, yoksa tabiatı kökünden değiştirip, eziyet edenlerle iyilikte bu­lunanları, nimet ile nikbeti bir seviyede tutmak mümkün değildir. Bu ancak, bütün mâsivâdan geçerek insanları rahmet gözü ile görüp mahabbet deryasına daldıktan sonra mümkün olabilir. Hatta insan bu seviyeye yükseltikten sonra da yine bu hal devam etmez, şimşek gibi bir anda gelip geçer ve kalb yine tabii haline döner.

Şeytan da bu fırsattan yararlanarak vesvese vermeye başlar. Ancak kendisi, bu tabii isteğini hoş karşılamadığı ve onu aklı ile red­dettiği vakit görevini yerine getirmiş olur. Hatta bazıları, hased, uzviyata intikal etmeyip kalbde kaldığı sürece sahibinin bundan so­rumlu olamayacağına kail olmuş ve, “Üç şey var ki, mü’minler bun­lardan hâli değildir. Bununla beraber mü’minin bunlardan kurtuluş çaresi vardır. Meselâ hasetden kurtuluş hasedin gereğini fiilen yap­mamakladır.”, hadîsi ile delil çekmişlerdir. Halbuki bu rivayet zayıf ve belki de şazdır. Doğrusu, bizim yukarda anlattığımız gibi, hase­din, mutlak surette haram olmasıdır. Bu rivayet Sahih ise, tabiatının, karşısındaki adamın nimetinin yok olmasını istemesi karşısında kur­tuluş çaresi, dînen ve aklen bu isteği çirkin görmüş olmasındadır, de­mek olur. İşte akıl ve din yönünden bu hasedi çirkin görmesi, onu, hasedin gereği olan azgınlıktan alıkoyan Hasedi yeren pek çok Sahih haberler yukarda geçmiştir. Hasedin kaynağı kalbdir. Bir Müslüman nasıl olur da kalbinden bir adam hakkında kötülük düşünmeyi tec­viz eder? Böyle şey olamaz.

Hiddeti yenme, affedip bağışlama, yumuşak davranma ve Allah için sevişme hususunda son söz:[295]

 

Ayetler

 

“Onlar öfkelerini yenerler, İnsanların kusurlarını affederler. Şüphe­siz Allah iyilik yapanları sever.”[296]

“Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış et­me.”[297]

“İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi, sen fenalığı en güzel şekilde sav; o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin ya­kın bir dost gibi olduğunu görürsün.”[298]

“Bu, ancak sabredenlere vergidir; bu, ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir.”[299]

“Ama sabredip, bağışlayanın işi, işte bu, azmedilmeye değer işlerden­dir.” [300]

“O halde yumuşak ve iyi davran.”[301]

“Affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mı­sınız?”[302]

“İnananları kanatların altına al.”[303]

“Ey Muhammed, sen onlara karşı kaba ve katı kalbli olsaydın, şüp­hesiz etrafından dağılır, giderlerdi.”[304] Bu hususla ilgili daha pek çok âyetler vardır.[305]

 

Hadîsler

 

Buhârî ile Müslim'in rivayetinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuş­tur:

“Aziz ve celil olan Allahu Teâlâ refiktir, her hususta yumuşak­lıkla muamele edilmesini sever. Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz. Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.” [306]

Yine Buharı ile Müslim'in (Hz. Aişe radıyallahu anha'den) riva­yetlerine göre şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem iki işde serbest bırakıldığı zaman, günah olma­dıkça daima onların kolayını alırdı. (O şey) günah olursa ondan in­sanların en uzak kalanı o idi. Resûl-i Ekrem nefsi için asla intikam almazdı. Ancak Allah'ın yasaklarına riâyet edilmediğinde Allah için intikam alırdı.” [307]

Resûl-i Ekrem'in eşi Âişe radıyallahu anha'den rivayete göre, Âişe bir kere Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e:

“Sana Uhud (savaşı) gününden daha şiddetli (çetin) olan bir gün irişti mi?” diye sormuş, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

Ya Âişe, Kavmin (Kureyş'den) gelen birçok zorluklarla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü karşılaştığım sıkıntılı vaziyet hepsinden zorlu idi. Ben (Kureyş'den gördüğüm eziyet üzerine Taife gidip) hayatımın korunmasını Abdi Külâl'ın oğlu İbn Abdi Yâlîl’e teklif ettiğim zaman dileğime cevap vermemişti. Ben de kederli ve üzüntülü bir halde yüzümün doğrusuna (Mekke'ye) dönmüştüm. Bu hayretim Karni Seâlib mevkiine kadar sürdü. Burada başımı kaldı­rıp (semaya) baktığımda bir bulutun beni gölgelendirmekte olduğu­nu gördüm. Buluta dikkatle baktığımda içinde Cebrail aleyhisselâmın olduğunu gördüm. Cebrail aleyhisselâm bana:

“Allah, kavminin senin hakkındaki sözlerini muhakkak işitti. Seni korumayı esirgediklerine de vâkıf oldu. Allah sana şu dağlar meleğini gönderdi (ve emrine âmâde kıldı). Kavmin hakkında ne di­lersen ona emredebilirsin, dedi. Bunun üzerine de dağlar    (emrine âmâde olan) Melek seslenip selâm verdi. Sonra:

“ Ey Muhammed, Cibril'in söylediği bir gerçektir sen ne diler­sen emrine hazırım; eğer şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine çö­kerek birbirine kavuşmasını (ve müşrikleri tamamiyle ezmesini) is­tersen (onu da emret)” dedi. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem de:

“(Hayır, ben onu istemem) ben isterim ki, Allah bu müşrikle­rin sulbünden yalnız Allah'a ibadet eden ve Allah'a hiç bir şeyi şerik koşmayan bir nesil meydana çıkarsın,” dedi.”[308] Yani Resûl-i Ek­rem'in en büyük üzüntüyü Tâif de geçirmesi, çektiği maddî ıztırabdan değil, âlemlere rahmet olarak gönderildiği halde kendi sebebiy­le Tâif’lilere azabın inmesinden korkmasındandır.

Enes radıyallahu anh'den. Şöyle demiştir: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşın­dan sert yakalı ve kaba bircübbe vardı. Bir A'rabi ona yetişerek cübbesinden kuvvetlice çekti. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ensesine baktım ki, kuvvetli çekişinden cübbenin sertliği oraya iz bı­raktı. Sonra A'rabi:

“Ya Muhammed, sendeki Allah malından bana verilmesi için emret,” dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona döndü ve gül­dü, sonra da ona bir şey verilmesini emretti.[309]

İbn Mes'ûd (r.a.)’un rivayetinde, şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem'i sanki görüyor gibiyim, onun yüzüne bakıyordum, o da bir peygamberden şöyle haber veriyordu: “Kavmi onun yüzüne vurarak yüzünü kanattıkları halde, o:

“Allah'ım, kavmimi mağfiret et, zira onlar bil­mezler.” diye dua etti.” buyurdu.” [310]

Yine Buhârî ile Müslim'in rivayetinde, Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

Kuvvetli kimse demek, güreşte başkalarını yenen değil, ancak hiddet anında kendine hâkim olandır.” [311]

Müslim'in rivayetinde, (Resûl-i Ekrem Eşacc Abdülkays'e hitaben): 

“Sende iki haslet var, Allahu Teâlâ onları sever: Hilm ve vekar.”[312], buyurmuştur.

Yine Müslim'in rivayetinde,   Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Allahü Teâlâ rifk sahibidir ve rifki sever. Başkasına vermediği sevabı rifk'e verir.”[313], buyurmuştur. Diğer bir hadisde de şöyle buyurmuştur:

“Yumuşaklık bir şeyde bulunursa onu süsler ve bir şeyden çı­karsa onu da çirkinleştirir.” [314]

Yine Resûl-i Ekrem:

“Yumuşaklık ve mülâyemetten mahrum olanlar hayrın hepsin­den mahrum kalırlar.”[315], buyurmuştur.

Bir başka hadisde de Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Aziz Ve Celîl olan Allah u Teâlâ her şeyde ihsanı, güzel davran­mayı yazdı. (Öldürülmesi gerekli hayvanı) öldürdüğünüz vakit eziyet etmeden güzel öldürün. Boğazlayacağınız hayvanı güzel boğazlayın. Bıçağınızı bileyin ve hayvanı incitmeyin.” [316]

Hz. Âişe şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem eli ile hiç bir şeye; ne bir kadına ve ne de bir hiz­metçiye vurmamıştır. Ancak Allah uğrunda mücahede bunun dışın­dadır. Uğradığı hiç bir haksızlığa karşı intikam hissi gütmemiş ve intikam almamıştır. Ancak Allah'ın haram kıldığı şeylere riâyet et­meyen kimseden intikam almıştır.” [317]

Ebû Hureyre radıyallahu anh'den rivayete göre:

“Ya Resûlallah, benim yakınlarım var. Ben onları ziyaret ede­rim, onlar bana gelmez. Ben onlara iyilik ederim, onlar bana kötü­lük eder. Ben onlara yumuşak davranırım, onlar bana kaba davra­nırlar,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Eğer dediğin gibi ise, onlara kızgın kül yediriyor gibisin, (ya­ni senin yaptığın iyiliğe karşı)  onların kötülüğü kendi aleyhlerinedir. Sen böyle davrandığın sürece, Allah sana yardımcı olur ve seni onlardan korur,” buyurdu.[318]

Ebû Hureyre radıyallahu anh'den, şöyle demiştir: “Ze'1-Huvaysar adındaki A'rabînin biri mescidde su dökûndü de insanlar onu linç etmek için kalkıp başına üşüştüler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selem:

“Onu bırakınız. Orayı bir kova ile veya tam bir kova dolusu su dökünüz, zira siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, güçleştiriri ola­rak gönderilmediniz,” buyurdu.[319]

Ahmed'in ve Buhâri'nin “Edebü'l-Müfred”inde, ayrıca İbn Sa'd, Ebû Yala, Beğavî ve İbn Hibban'ın Eşacc'den Münzir b. Âmir'den ri­vayetlerinde, Resül-i Ekrem Eşacc'a hitaben,

“Sende iki haslet var, Allahu Teâlâ onları sever, yumuşaklık ve vekar.”[320], buyurmuştur.

Tirmizi'nin hasen olarak rivayetinde,

Cehennem ateşinin kime haram olduğunu size haber vereyim mi? O, her yakın, kolay, yumuşak olan kimseye haramdır.”[321], bu­yurulmuştur

Taberâni'nin rivayetinde,

“Ümmetimin hayırlısı, kızdığı vakit hemen öfkesinden dönen­leridir. Hiddet, ümmetimin hayırlı olanına arız olur,” buyurulmuştur.

İbn Adi'nin rivayeti, “Göğüslerindeki Kur'an'ın azametinden se­bep Hâmili Kur'an hiddetli olur.” şeklindedir.

Deylemi'nin rivayetinde, “Hiddet, Ümmetimin iyi ve sâlih kimse­lerinde bulunur.” buyurulmuştur. Deylemî'nin bir başka rivayeti de, “Göğüslerindeki Kur'an’ın azametinden sebep hiddetlenmeye Hâmil-i Kur'an'dan daha lâyık kimse yoktur.” şeklindedir.

Ebû Nuaym'ın rivayetinde, “Kişi, güzel huyu sayesinde gündü­zü oruçla ve geceyi ibadetle geçirenlerin mertebesine yükselir. Bu­nun aksine olarak yalnız kendi çoluk çocuğuna malik olduğu halde zalimlerden de yazılır.” buyurulmuştur. Hatib'in rivayeti,

Hilm sahibi yumuşak huylu insan, dünyada da efendi, âhirette de efendidir. Az kaldı hilm peygamber olamazdı.” şeklindedir.

Beyhakî'nin rivayetinde,

“Geçinmesi zaruri olan kimselerle iyi geçim yapmayan ve onlarla iyi davranmayan, hilm sahibi değildir.”, buyurulmuştur. Ebû Nuaym'ın rivayeti:

Hilm sahibi ne süslü insandır. Allah yo­lunda eziyet görenden daha büyük eziyete duçar olan olamaz.” şeklindedir. Ahmed ve Taberâni'nin rivayetinde:

“Kişinin sorduğu son yudum­lar arasında en efdali, Allah rızası uğrunda hiddetini yenmek için sorduğu yudumdur.” buyurulmuştur. İbn Mâce'nin rivayetinde:

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Bir kulun yalnız Allah'ın rızasını gözeterek gayzını yenmesin­den, Allah katında daha büyük bir amel yoktur.”[322] İbn Ebi'd-Dünyâ’nın da aynı mealde rivayeti vardır.

Ebû Davud'un rivayetinde,

İntikama gücü yettiği halde öfkesini yenen kimsenin kalbini Allahu Teâlâ iman ve güven nuru ile doldurur. Gücü yettiği halde, al­çak gönüllülük göstererek güzel elbiseyi giymeyen kimseye Allahu Teâlâ keramet elbisesini giydirir. Kim ki Allah için tac giyerse, Alla­hu Teâlâ ona hükümdarlık tacı giydirir.” [323], buyurulmuştur.

Dört Sünen sahiplerinin de rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“İnfazına gücü yettiği halde öfkesini yenen kimseyi, Allahu Te­âlâ kıyamet günü mahlukatın huzurunda çağırır ve Hurilerden di­lediğini seçmekte muhayyer kılar.” [324]

İbn Ebî'd-Dünyâ’nın rivayeti:

Öfkesini yenen kimsenin kusurla­rını Allahu Teâlâ gizler.” şeklindedir.

İbn Asâkir'in rivayetinde,

Öfkelendiği halde öfkesini yenen kim­se, Allah'ın sevgisini haketmiştir.” buyurulmuştur.

İbn Adi'nin rivayeti de,

“Allah katında en üstün mevki, sana ka­ba davranana yumuşak davranman ve sana vermeyene vermendir.” şeklindedir.

İbn Sünni'nin rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

“Hiç bir şeyin hiç bir şeye katılması, hilmin ilme katılması kadar üstün değildir”.

İbn Şâhin'in İbn Mesûd (r.a.) den rivayetinde:

“Allahu Teâlâ hiç bir vakit cehaleti aziz ve hilmi zelil kılmazı sadaka hiç bir suretle malı azaltmamıştır.” buyurulmuştur. Deylemi'nin rivayeti:

“Sefih, hafif ve adi kimseden hikmetli söz, ağırbaşlı kimseden de adi söz gariptir. Bunları hemen örtünüz. Her halim bir zillet ve hata sahibi olur; her Hakim de tecrübe sahibidir.”, şeklindedir. Taberâni'nin rivayetinde de:

Yerdekilere merhamet etmeyene göktekiler de merhamet etmez. Merhamet etmeyene merhamet olun­maz. Bağışlamayan, bağışlanmaz. Tevbeyi kabul etmeyenin tevbeai kabul olunmaz. Allahu Teâlâ kullarından merhamet edenlere rah­met eder. Küçüklere merhamet etmeyip büyüklerin hakkını koru­mayan bizden değildir. Bizi aldatan bizden değildir. Kişi kendisi İçin sevdiğini mü’minler için de sevmedikçe inanmış olamaz. Bereket bü­yüklerdendir. Küçüğe merhamet etmeyip büyüğüne saygı gösterme­yen bizden değildir.” [325]buyurulmuştur.

“Allahu Teâlâ, kalbinde insanlara merhamet ve şefkat yaratma­dığı kimse, zarar etmiş ve perişan olmuştur”.

Ahmed, Ebû Davud, Tirmizi ve Hâkim rivayetlerinde,

“Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yerdekilere merhamet edin ki, (Allah) göktekiler de size rahmet etsin.”[326], buyurulmuştur. Bunlardan son üçünün rivayetlerinde ilâve olarak:

Rahm, Rahman isminden alınmıştır. Akrabayı görüp gözeteni biz­zat Allahu Teâlâ görüp gözetir ve onunla ilgilenir. Akrabası ile mü­nasebeti keseni Allah da terk eder.” kaydı vardır.

Ahmed, Buharî, Müslim, Ebû Davud ve Tirmizî'nin rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Merhamet etmeyen, merhamet olunmaz.” [327]

Ahmed, Ebû Davud, İbn Hibban ve Hâkim rivayetlerinde de şöy­le buyurulmuştur:

“Merhamet ancak kötü insandan kaldırılır”.[328]

Ahmed, Ebû Nuaym ve Beyhakfnin rivayetlerinde Resul-i Ek­rem:

“Merhamet edin ki, merhamet olunasmız, bağışlayın ki bağışlanasınız. Kahredici sözleri duyup da gereği ile amel etmeyenlere ya­zıklar olsun. Yine yazıklar olsun, bilerek günaha ısrar edenle­re.”[329], buyurmuştur.

Müslim'in rivayetinde.

“Dünyada bir kulun kusurunu gizleyen kimsenin kıyamet gününde Allanu Teâlâ kusurunu gizler.” [330]buyurmuştur.

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Her kim Müslüman kardeşinin aybını örterse, kıyamet günü Allahu Teâlâ da onun aybını örter. Müslüman kardeşinin aybını açığa çıkaran kimsenin, ayıplarını -evinde de olsa- Allahu Teâlâ açığa çıkarır.”[331]  buyurmuştur.

Ahmed, Taberânî, Beyhaki ve İbn Adiy'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

İnsanlardan Allah'a en çok şükreden, insanlara en çok teşek­kür edendir.” [332]buyurmuştur.

Tirmizi'nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“İki haslet vardır ki, onlar, kimde bulunursa Allahu Teâlâ onu, hem şükrederlerden ve hem de sabredenlerden yazar. Bu hasletler kimde bulunmazsa, Allahu Teâlâ onu şükredenlerden ve sabreden­lerden yazmaz. (Bu hasletler şunlardır:) Dinde kendisinden üstün olana bakıp ona uyan; dünyalıkta kendisinden aşağı olana bakıp, Al­lah'ın kendisini üstün kılması hasebiyle hamdedendir. Bunları Al­lahu Teâlâ hem şükredenlerden ve hem sabredenlerden yazar. Di­ninde kendisinden aşağı olana, dünyalıkta da kendisinden üstün ola­na bakıp kaybettiğine üzülen kimseyi Allahu Teâlâ ne şükredenler­den ve ne de sabredenlerden yazar.” [333]

Ahmed ve Taberâni'nin rivayetlerinde,

“Dünyalıkta sizden düşük olanlara bakın; sizden üstün olan­lara bakmayın. Böyle yapmak, Allahu Teâlâ'nın nimetlerini küçük görmekten insanı alıkor.” buyurulmustur. Beyhaki'nin rivayetinde:

“İnsanlara müdârâ ile (memur olarak) gönderildim. Aklın başı müdârâdır. Dünyada aklı başında olup idare etmesini bilen kişiler, kıyamette de bilinen kimselerdir.” buyurulmuştur.

İbn Hibbân. Beyhakî ve Taberâni’nin rivayetlerinde ise,

“İnsan­larla idare etmek sadakadır.” şeklindedir.

Deylemi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ, farzları yerine getirmemi bana emrettiği gibi, insanlarla da idare edip hoş geçinmemi bana emretmiştir,” buyur­muştur.

İbn Ebi'd-Dünyâ'nın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İmandan sonra en akıllıca hareket, İnsanlarla idaredir. Dün­yada bilinip sayılanlar, ahirette de bilinip sayılanlardır.   Dünyada kibirlenip böbürlenenler de ahirette kibrin cezasını çekecek olan­lardır,” buyurmuştur.

Ahmed'in rivayetinde,

“Kurtarılmasına gücü yettiği halde hiç aldırış etmeden yanın­da hakarete uğrayan bir Müslümanın uğradığı bu hakarete göz yu­man kimseyi kıyamet günü Allahu Teâlâ, bütün mahlukatın huzu­runda zelil ve rezil eder,” buyurulmuştur.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem,

Kıyamet günü Allahu Teâlâ, “Nerde benim için sevişenler, gel­sinler, bugün onları, başka gölge bulunmayan gölgemde gölgelendi­ririm, buyurur.” [334], buyurmuştur.

Tirmizi'nin hasen olarak rivayetinde, Resûl-i Ekrem Allahu Tealâ'dan hikâye yolu ile Allahu Teâla'nın şöyle buyurduğunu haber verir:

“Celalim için sevişenlere nurdan minberler vardır. Bu minberle­re peygamberler ve şehitler bile imrenirler”[335]

Mâlik'in Sahih sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem kudsi bir hadisde şöyle buyurmuştur:

Benim için sevişip, benim için düşüp kalkanlar, benim için bir­birini ziyaret eden ve benim için varlıklarını harcayanlara, sevgim vaciptir; onlar sevgimi haketmişlerdir”.

Sahih bir hadisde de, “Bir adam, din kardeşini sevdiği vakit, sev­gisini ona bildirsin.” buyurulmuştur.                                                İşte bütün bunlar, öfkeyi yenmenin önemini bildirir.[336]   

 

BÜYÜK GÜNAHLARDAN DÖRDÜNCÜSÜ: KİBİR-UCB VE HUYELÂ

 

Allahu Teâlâ kibri yermek üzere:

“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanlan, âyetlerimden yüz çevirteceğim.” [337]

“Peygamberler yardım istediler ve her inatçı zorba hüsrana uğra­dı.”[338]

“Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini bundan dolayı mü­hürler.”[339]

Allah büyüklük taslayanları sevmez.”[340]

“Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremiyenler, alçalmış ola­rak cehenneme gireceklerdir.”[341], buyurmuştur.[342]

 

Bu Husustaki Hadisler

 

Buhari ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Geçmiş zamanda kendini beğenmiş bir kişi kibir ve gurur ile izarını sürüklediği sırada yere batırılır. O, kıyamet gününe kadar bağırarak, debrenerek yerin dibine girecektir.” [343], buyurmuştur.

Ahmed ve Bezzâr'ın Sahih sened ile rivayetlerinde:

“Eskilerden birisi iki yeşil elbiseyi giymiş ve kibrinden sallana sallana yürümeye başlamıştı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ yere emretti, yer yarılıp onu içine aldı. Bu adam kıyamete kadar yerin dibine girecektir.” buyurulmuştur. Tirmizî ve diğerlerinin buna benzer başka Sahih rivayet­leri de vardır.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kibrinden dolayı ridâsını yerlere sürüyüp çeken kimseye, Allahu Teâlâ bakmaz.”[344], buyurmuştur.

Müslim ve Tirmizî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeye­cektir,” buyurdu. Bir adam dedi ki:

“Ya Resulallah, insan elbisesinin güzel ve ayakkabısının gü­zel olmasını ister.” Resûl-i Ekrem buyurdu ki:

“Allahu Teâlâ güzeldir ve güzelliği sever. Kibir; hakkı inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.”[345]  Bu son kısmı, Hâkim daha açık bir şekilde ifade etmiştir.

Müslim, Neseî ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:

“Kibrinden dolayı elbisesini sürüyüp yürüyenlere, Allahu Teâlâ kıyamet günü bakmaz.”[346]

Müslim, Ebû Davud, Tirmizi ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Re­sûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:                                   

“Kalbinde hardal danesi kadar imanı bulunan bir kimse ateşe girmez. Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan da cennete gi­remez.” [347]

Yine Tirmizî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İnsan, nefsi (peşinde) cebbarlar arasında yazılana kadar sürükle­nir de onlara isabet eden kendisine de isabet eder (yani onlara ya­pılan muamele ona da yapılır).”[348], buyurmuştur.

Nesei ve Tirmizi’nin hasen dediği rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kibirli ve gururlu olanlar kıyamet günü adamlar suretinde ka­rıncalar gibi haşrolunurlar ve onları her taraftan zillet kaplayıp ku­şatır. Cehennemde Buluş ismi verilen bir hapishaneye götürülür­ler. Cehennem ateşi onları kaplar ve cehennemdekilerin irinleri ile sulanır.” [349]buyurmuştur. Bu mealde daha bazı rivayetler de var­dır.

Hâkim, Müslim'in şartına göre Sahih olduğunu söyledikten son­ra, rivayetinde Allahu Teâlâ, “Kibriyâlık benim ridamdır. Bu husus­ta benimle ortaklığa kalkışanın belini kırarım.” buyurmuştur. Ah­med, Ebû Davud, İbn Mâce ve Taberâni'nin de aynı mealde rivayet­leri vardır.

Yine Müslim, Ebû Davud ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu bildirmiştir:

“Kibriyâlık –ululuk- ridam, azamet ise elbisemdir. Bunların birinde benimle münazaaya kalkışanı cehenneme atarım.” [350]Ahmed, İbn Mâce ve Hâkim'in rivayetlerinde:

“Kim kendini beğenir veya kibirli sallana sallana yürürse, Allah kendisinden gazablı olduğu halde, O'na kavuşur.”[351], buyurulmuştur.

Bezzar'ın rivayeti, “Hepiniz Âdem'in evlâtlarısınız. Âdem ise topraktan yaratılmıştır, öyle bir kavim gelecek ki ataları ile övüne­cek veya Allah katında Kemre böceğinden ehven olacaklardır.” şek­lindedir.

İbn Asâkir'in rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Kibirden sakının, zira şeytanı Âdem'e secde ettirmeyen, onun kib­ridir. Hırstan da sakının, zira Âdem'i yasak olan ağaçtan yemeğe sevkeden cennette kalma hırsıdır. Hasetten de sakının, zira Kabil'in Hâbil’i öldürmesi ona olan hasedindendir. İşte hataların asılları bun­lardır”.

Buhârî, Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Size cehennemlik olanları bildireyim mi? Onlar, onursuz, sağa so­la yalpa yaparak kibreden kimselerdir.”[352], buyurmuştur. Buhâri, Müslim, Tirmizi, Nesei ve İbn Mâce'nin bu mealde rivayetleri vardır.

Ebû Davud'un rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kibirli ve kendinde olmayan şeylerle öğünen kimse cennete gire­mez.” [353]Buyurmuştur.

Deylemi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Allahu Teâla, büyüklenen, zevklenip neş'elenen ve kendini beğenen kimselere buğzeder.” buyurmuştur.

Ebû Bekir b. Lal, Abdülgani b. Sa'd ve İbn Adiy rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kibirden sakının, zira kul kibirlene kibirlene, Alla­hu Tealâ: “Bunu cebbarlar defterine yazın” diye emreder.” buyur­muştur.

Hasen olduğunu söyleyen Tirmizi'nin rivayeti şöyledir:

“İnsan kendini beğene beğene cebbarlar defterine yazılır da onların başına gelecekler onun da başına gelir.” [354]

Yine Sahih bir rivayette Resül-i Ekrem:

“Eğer siz hiç günah istemeseniz, bundan daha büyüğünden sizin için korkardım. O da ucb (yani günah işlemiyorum diye kendi kendini beğenmek) tur.” [355]

Ebû Davud ve Hâkim'in rivayetlerinde, “Kibir, hakkı inkâr et­mek ve insanları hakir görmektir.”[356] buyurulmuştur.

Ebû Nuaym ve Beyhaki'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Kibirden kurtuluş çaresi, kaba kumaş giymek, yoksullarla dü­şüp kalkmak, merkebe tünmek, tenha yerlere çekilmek ve keçi sağ­maktır.”

Ebû Nuaym ve Beyhakİ'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Eşyasını elinde taşıyan kimse kibirden kurtulmuştur”, buyur­muştur. Hâkim'in rivayetinde,

“Ümmetim, yakında geçmiş ümmetlerin hastalıklarına yakalanırlar. Bunlar kibir, fazla neş'e, mal ve evlât çokluğu ile övünmek, cimrilik düşmanlık ve çekememezlik hastalık­larıdır. Bunlar gelince azgınlık başlar.” şeklindedir.

Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“ Övünüp böbürlenmek deve sahiplerinde sekinet ve vekar ise koyun sahiplerindedir, buyurmuştur.

Müslim ve Nesei'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Üç kimse vardır ki, kıyamet günü Allah, onlarla konuşmaz, onları tezkiye etmez, onların yüzlerine bile bakmaz ve onlar için elem ve­rici azâb vardır. (Bunlar:) Zina eden ihtiyar, yalancı hükümdar ve kibirli fakirdir.”[357]  buyurmuştur.

İbn Hibbân “Sahih” inde ve Neseî de Resûl-i Ekrem'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Dört kimseye Allahu Teâlâ buğzeder. (Bunlar:) Çok yemin eden satıcı, kibirlenen fakir, zina eden ih­tiyar ve zâlim hükümdardır.” [358]

İbn Huzeyme ve İbn Hibbân Sahih olduğunu söyledikleri rivayet­lerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Cehenneme ilk girecek olanlar bana arzolundu. (Bunlar:) İnsanlara musallat olan zâlim hü­kümdarlar, zekâtını vermeyen zenginler ve böbürlenen yoksullar­dır.”[359]

Bezzâr'ın ceyyid sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Üç kimse cennete giremez. Zina eden ihtiyar, yalan konuşan hükümdar ve ki­birlenen fakirdir.” Buyurmuştur.[360]

Taberânî'nin rivayeti de, “Kibirlenen fakir, zina eden ihtiyar, yaptığı amel ile Allah'ı minnet altına almak İsteyenler cennete gire­mezler.” [361], şeklindedir.

Ahmed ve Dört Sünen sahibinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kendini beğenen ve kibirli kibirli yürüyen kimse, Allahu Teâlâ ken­disinden gazabh olduğu halde, huzuruna çıkar.”[362], buyur­muştur.

Deylemî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ tevazu ve alçak gönüllülükte seksen yaşındaki adamın tutumunda olan yirmi yaşındaki adamı sever. Bunun aksine, altmış yaşma ayak bastığı halde hâlâ yedi yaşındaki çocuk gibi davrananlara da buğzeder.”, buyurmuştur.

Ahmed” Buhâri, Müslim, Tirmizi, İbn Mâce, Ebû Davud ve Nesei'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kibirle elbisesini sürüyüp gezene, Allahu Teâlâ kıyamet günü bakmaz.”[363], buyurmuştur.

İbn Lal da rivayetinde, “Ceberut, azamet ve kibrin yeri kalbdir.” buyurmuştur.

Beyhakî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem, “İnsanların yükseltip böbürlettikleri şeyi Allah alçaltır.” buyurmuştur. Deylemi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ucub ve kendini beğenme, kişinin yetmiş yıllık ömrünü mah­veder,” buyurmuştur.

Taberânî'nîn rivayeti: “Eğer ucb bir adam olsaydı, kötü” bir in­san olurdu.” şeklindedir.

Beyhaki'nin rivayetinde Resul-i Ekrem:

“Eğer hiç günah istemeseniz, daha büyüğü olan ucb (kendini beğenme) günahı ile karşılaşırdınız,” buyurmuştur.

Ahmed Sahih sened ile Beyhaki de aynı yoldan ve Ebû Seleme b. Avf'den “Şa'bu'l-iman”da rivayetlerinde:

Abdullah İbn Anar ile Abdullah İbn Ömer -Allah her ikisinden razı olsun- Merve'de karşılaştılar. Bir süre başbaşa konuştuktan sonra Abdullah İbn Amr ayrıldı. Abdullah İbn Ömer ise ağlamaya başladı. Kendisine:

“Niçin ağlıyorsunuz?” diye soranlara, o:

“Şu yanımdan kalkan Abdullah İbn Amr, Resûl-i Ekrem'in bir hadisini rivayet etti de ona ağlıyorum,” dedi. “Resûl-i Ekrem: “Kal­binde zerre kadar kibri olan cennete giremez.” buyurmuştur.   İşte buna ağlıyorum,” dedi.

Ebû Davud ve Tirmizi'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Bir millet, ya ancak cehennemin kömürü olan ölmüş ataları ile övünmeyi bırakırlar veyahut Allah katında, burnu ile hayvan tersi karıştıran mayıs böceğinden daha âdi olurlar. Ali ahu Teâlâ sizden cahiliyet, kibir ve benliğini kaldırmıştır. Mü’min muttaki, fâcir ise şakidir. İnsanlar Âdem'den, Âdem ise topraktan yaratılmıştır”[364], buyurmuştur.

Dayud aleyhisselâmın oğlu Süleyman aleyhisselâm bir gün in­san, cin, kuş ve diğer hayvanlara yanına gelmelerini emretti. İki yüzbin insan, ikiyüzbin cin birbiri üstüne çıktı. Süleyman aleyhisse­lâm da onların üzerine yükseldi. Okadar yükseldi ki meleklerin teş­bihini duyuyordu. Sonra da ayaklan denizin suyuna değecek kadar

alçaldı. Bu sırada bir ses duydu:

“Eğer bu adamın kalbinde zerre ka­dar kibir olaydı, onu, yükselttiğimden çok daha aşağı düşürürdüm”. Müslim'in oğlu Zeyd diyor ki:

“Bir gün Hz. Ömer'in oğlu Abdul­lah'ın yanında bulunuyordum. Vâkid'in oğlu Abdullah yeni bir el­bise ile çıka geldi. Abdullah İbn Ömer (r.a.) Vâkid'in oğlu Abdul­lah'a:

“Oğlum, o izaruu kaldır, kibirli kibirli topraklara sürümesin, zira ben Resûl-i Ekrem'in:

“Kibirli kibirli izarını yerlere sürüyene Allahu Tealâ bakmaz.” buyurduğunu duydum,” dedi. Bu hadisi Müs­lim rivayet etti, fakat gelen zatın kim olduğunu söylemedi. Bu zatın Leys oğullarından birisi olduğu da rivayet edilmiştir.

İbn Mâce ve Sahih sened ile Hâkim'in rivayeti şöyledir:

“Resûl-i Ekrem avucuna tükürdü. Sonra şehadet parmağını üze­rine koydu ve  “Allahu Tealâ buyuruyor ki:

“Ey Âdemoğlu, ben seni bunun benzerinden yarattığım halde beni nerde âciz bırakacaksın. Boğazına işaret ederek, canın buraya geldiği vakit tasadduk edeyim dersin. Nerde sadakanın zamanı, geç­ti.”[365]

Tirmizî'nin, garip, hasen ve Sahih rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:

“(Kıyamet günü) cehennemden bir boyun çıkar. Bunun duyan iki kulağı, gören iki gözü ve konuşan bir dili vardır ve şöyle der: Ben üç kişiye müvekkellim (üç sınıf insanı alacağım). Bunları muannid cebbarlar, Allah'a ortak koşanlar ve suret yapanlardır.” [366]bu­yurmuştur.

Buhârî ile Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Cennet ile cehennem birbirleriyle cenkleştiler. Cehennem

“Ben kibirli ve zorlu kimselere ayrıldım (tahsis edildim).” dedi. Cennet de:

“Bana ne oldu ki, bana insanların zayıf ve sakat olanları girer.” de­di. Aziz ve Celil olan Allahu Teâlâ cennete:

“Sen benim rahmetimsin, rahmetimin tecelli ettiği yersin, ben kullarımdan rahmet etmek istediğim kimselere seninle rahmet ede­rim,” buyurdu. Cehenneme de:

“Ey cehennem, şüphesiz ki sen de azâbımsın; kullarımdan azab etmek İstediğim kimselere seninle azâb ederim, buyurdu.

Cennet ile cehennemden her ikisi için dolmak hakkı vardır. Fa­kat cehennem dolmak bilmez. En sonu Allah ona ayağını basar (kah­reder) o da:

“Yetişir, yetişir, yetişir.” der.

İşte o zaman cehennem dolar ve cehennemdekiler birbirlerine karışıp toplanır. Aziz ve Celil olan Allahu Teâlâ kimseye zulmetmez. Cennete gelince, Allahu Teâlâ (cennetin boşluklarını doldurmak için) yeniden birtakım halk yaratır.”[367], buyurmuştur.

Tirmizi'nin garip dediği, Hâkim'in Sahih ve Beyhaki'nin zayıf kaydını koyduğu, Taberani'nin de Nuaym-ı Azfâni'den biraz daha muhtasar rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Ne kötü kuldur o kul ki, cimrilenip böbürlendi ve Kebiri müteal olan Allah'ı unuttu. Ne kötü kuldur o kul ki, kibirlendi, aşırı gitti ve Cebbar-i A'la olan Allah'ı unuttu. Ne kötü kuldur o kul ki, mezarı ve çürüyüp yok olmayı unuttu da eğlenceye daldı. Ne kötü kuldur o kul ki, azgınlık ve taşkınlık gösterdi ve başlangıcını ve so­nunu unuttu. Dini dünya ile karıştıran kul, ne kötü kuldur. Dîni şüp­helerle karıştıran kul ne kötü kuldur. Tama'ı kendisini çekip götü­ren kul ne kötü kuldur. Hevası kendisini sapıtan kul, ne kötü kul­dur. Kendisini zillete düşürecek şeye heves eden kul, ne kötü kul­dur.” [368]

İbn Hibbân “Sahih”inde, başka rivayet yolu ile ve Tirmizî riva­yetinde Resûl-i Ekrem:

“Ümmetim kibirli kibirli sallanarak gezdiği Fars ve Rumlar ken­dilerine hizmet ettiği vakit, kötüleri iyilerine musallat olur (birbiri­ne düşerler).”[369], buyurmuştur.

Taberâni'nin Sahih sened rle rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kim kendini beğenir veya gezişinde sallanarak kibirlenirse, Allahu Teâlâ gazablı olduğu halde, Allah'a kavuşur.”[370], buyurmuş­tur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Üç şey helak edicidir (bunlar): itaat edilen cimrilik, uyulan hevâ ve heves ve kişinin kendi kendini beğenme sidir.”[371], buyurmuş­tur.

Ahmed, Buhâri “Edebü'l-Müfred’inde, Hâkim -bir miktar zi­yâde ile ve Sahih olduğunu söylediği- Abdullah İbn Amr'dan riva­yetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Nûh aleyhisselâmın ölümü yaklaştığı vakit iki oğlunu çağırttı ve:

“Size iki şeyi emrediyor ve iki şeyden de sizi menediyorum. Sizden yapmanızı menettiğim şey, şirk ile kibirdir. Emrettiğim şey­lerin birincisi, “Lâilâhe illallah” Kelime-i Tevhididir. Zira yer ve gök­lerle bütün varlıklar terazinin bir gözüne, bu Kelime-i Tevhîd öbür gözüne konsa, Kelime-i Tevhîd ağır gelirdi. Hatta yer ve gökler bir halka olsalar da Kelİme-i Tevhîd üzerlerine konsa, onları çökertirdi. Size emrettiğim şeyin ikincisi, “Süphanellahi ve bihamdihi”dir. Bu tesbihe devam ediniz, zira bu tesbih her şeyin namazıdır ve her canlı rızkını bu sayede alır, dedi”.

İsa aleyhisselâm da:

“Allahu Teâlâ'nın Kitabını öğrenip de kibirlenmeyen kimselere müjdeler olsun” demiştir.

Bir gün Abdullah İbn Selâm sırtına aldığı bir bağ odunla çarşı­ya çıktı. Kendisine:

“Bunu niçin yapıyorsun? Allah, bundan seni Müstağni kıldı, diye soranlara, o:

“Gurur ve benliğimi kırmak için böyle yapıyorum. Zira Resûl-i Ekrem'in:  

“Kalbinde hardal danesi kadar kibri olan cennete gire­mez.” buyurduğunu duydum,” dedi.[372] Isbahanî de biraz farklı ola­rak bunu rivayet etmiştir.

Ebû Yâ'lâ'nın rivayetinde, diyor ki: Sokakta Abbas (r.a.) in oğ­lu Abdullah'ı gezdiriyordum, bana:

“Falan yere geldik mi?” diye sordu. Ben de:

“İşte tam oradayız, dedim. Abdullah diyor ki, babam Abbas (r.a.) bana dedi ki:

“Ben Resûl-i Ekrem ile burada bulunuyorken, iki elbise giymiş ve kendini beğenmiş bir adam sallana sallana yürüye­rek karşımıza çıktı. Tam bu sırada yer yarıldı adamı içine aldı ve adam, kıyamete kadar yerin dibine batıp gitmektedir,” dedi.

Ahmed ve Beyhaki'nin tahriçlerinde Resûl-i Ekrem:

Cehennemliler, mütekebbir, kendini beğenmiş ve servet sa­hibi olup infak etmeyen kimselerdir. Cennettiler ise zayıf ve mağlup kimselerdir,” buyurmuştur. Bu hadîsi, Taberânî de hasen isnad ile ri­vayet etmiştir.[373] Hâkim de Müslim'in şartlarına göre Sahih ol­duğunu kabul ettikten sonra biraz daha farklı olarak hadîsi riva­yet etmiştir.

Ahmed'in Sahih sened ile rivayetinde Muhammed b. Câbir, Huzeyfe'nin şöyle dediğini haber veriyor:

“Bir cenazede Resûl-i Ekrem'in yanında bulunuyorduk. Resûl-i Ekrem:

Allah'ın en kötü kullarının kim olduklarını size haber ve­reyim; her ağır tabiatli ve kibirli insanlardır. Allah'ın hayırlı kul­larının da kimler olduğunu size bildireyim: zayıf ve alçak gönüllü, eski iki gömleğe sahip, kendisine Önem verilmeyen kimsedir. Eğer Allah'a yemin etse, Allah (onu) kendisine verir.” [374]buyurmuş­tur.

Ahmed ve Taberâni'nin rivayet ettikleri ve İbn Hibbân'ın da Sahihinde kaydettiği bir hadisde Resûl-i Ekrem:

“Benim katımda en sevimliniz ve âhirette meclisime en yakın olanınız, ahlaken güzel olanınızdır. Hatunda en sevimsiz olanınız ve âhirette benden en uzakta bulunanınız, kibirli kibirli ağız eğerek gösteriş için lügat parçalayan ve çok konuşan kimselerdir.”[375], buyurmuştur.

Ebû Ya'lâ ve Taberâni'nin rivayet ettikleri ve Hâkim'in de Sahih olduğunu söylediği bir haberde Muhammed b. Vâsi şöyle diyor:

“Bilâl İbn Burde'nin yanına gittim ve kendisine:

“Senin baban, babasından o da Resûl-i Ekrem'den rivayetin­de, Resûl-i Ekrem:

“Cehennemde Hebheb adında bir vadi vardır. Allahu Tealâ buraya bütün zâlim cebbarları dolduracaktır.” [376]buyurmuştur. Ey Bilâl, sakın onlardan olma”.

Bezzâr'ın Hasen sened ile rivayet ettiği hadisde: “mütekebbirler, kıyamet gününde zerreler halinde haşrolacaklardır.”[377], buyurulmuştur.                                                                     

Yine Resûl-i Ekrem bir hadisde şöyle buyurmuştur:

“Cehennemde birtakım tabutlar vardır. Mütekebbirler bunların içine konur ve kapıları üzerlerine kapanır”.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Üç şeyden kibir, borç ve azgınlıktan uzak kalarak ölen kimse cennete girecektir.” buyurmuştur. Hadisi, Bezzâr ve biraz farklı olarak Tirmizi rivayet etmiştir. Ayrıca Neşet, İbn Mâce, İbn Hibbân ve “Sahih”inde Hakim rivayet etmişlerdir. Hâ­kim, Buhâri ile Müslim'in şartlarına göre Sahih olduğunu söyle­miştir.

Ebû Bekir radiyallahu anh, “Müslümanlardan kimseyi tahkir etme, zira senin hakir gördüğün, Allah katında büyüktür.” demiştir.

Vehb “Allahu Teâlâ Adn cennetini yarattığı vakit, ona baktı ve: “Sen, kibreden herkese haramsın.” buyurdu.” demiştir.

Ahnef, iki defa da sidik yolundan çıkan insanın böbürlenmesi­ne şaşarım.” demiştir.

Hasan, “Şaşarım o adama ki, en azından günde iki defa kendisinden çıkan pisliği yıkadığı halde, halâ yer ve göklerin Rabbı ile muarazaya yeitenir ve kendisini beğenmeye kalkışır.” demiştir.

Süleyman Darânî'ye:

“Hangi kötülüktür ki, onunla yapılan iyiliğin faydası olmaz?” diye sordular. O:

“Kibirdir,  kibir ile yapılan hiç bir amelin değeri yoktur,”   de­miştir.

Hasan-ı Basrî kibirli kibirli yürüyen bir hükümdara baktı ve:

“Of, yazıklar olsun, burnunu havaya dikip böbürlenerek sağı­na soluna bakana. Ey ahmak! Sağma soluna ve omuz başlarına ba­karak böyle sallana sallana, böbürlene böbürlene yürümekle neyini beğeniyorsun? Şükrü ödenmedik nimetleri mi, yoksa Allah'ın Müsaadesi olmaksızın kazanıp da Allah hakkı ödenmeyen serveti mi beğeniyorsun?” der. Hükümdar bu sözleri duyar ve hemen gelerek Ha­san-ı Basrî'den özür diler. Hasan:

“Benden değil, Allahu Tealâ'dan özür dile ve O'na tevbe et. O'nun:

“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.”[378], buyurduğunu duymadın mı?” dedi.

Ömer b. Âbdülaziz halife olmadan önce bir defa sallanarak yü­rüyordu. Tavus, hemen parmakları ile omuzunu bastırdı ve:

“Bu yürüyüş, içi hayır ve ilim ile dolu olan kimsenin yürüyüşü değildir,” dedi. Ömer b. Âbdülaziz de bir nevi özür dileme kabilin­den:

“İçinde olanı bu azanın yardımı ile elde ettim, “dedi.

Muhammed b. vâsi bir defa oğlunun böyle kibirli kibirli yürü­düğünü görünce:

“Oğlum, sen kim olduğunu biliyor da mı böyle böbürleniyor­sun? Anneni ikiyüz dirheme satın aldım. Baban ise, Allah onun gi­bileri çoğaltmasın, daha nasıl kibirlenirsin?” dedi.

Mutarraf, Mühelleb'in işlemeli bir cübbe içinde sallanarak ve böbürlenerek yürüdüğünü görünce:

“Ey Allah'ın kulu, işte şu senin yürüyüşün yok mu, bu, Allah ve Resulünün sevmediği bir yürüyüştür,” dedi. Bunu duyan Muhelleb:

“Yoksa sen beni tanımadın mı?” dedi. Mutarraf:

“Çok iyi tanıdım; evvelin bir parça su, sonun kokmuş laşe; bu iki hal arasında pislik taşıyan bir yaratıksın,” dedi. Bunu duyan Mühelleb sallanmaktan vaz geçti ve insan gibi yürümeğe başladı.[379]

 

Önemli Uyarılar

 

Buraya kadar sayılan Kebireler, çoğunluğun da kabul ettiği şe­kildedir. Fakat bazılarının taksimatına göre Kebirenin ondokuzuncusu kibir, sallanarak yürümek ve kendini beğenmektir, demişlerdir ki elbise bölümünde buhususta açıklama gelecektir. Bunlar, bu da­valarına yukarda geçen, “Kalbinde zerre kadar kibri olan cennete giremez.”, “Kibirlenen, yer yarılıp yere battı.” gibi hadîsler ile de delil çekmişlerdir.

“Ayaklarını yere vurmasınlar.” [380], âyetinin tefsirindeki Kurtubi'nin şu tefsiri ile de delil çekmişlerdir. Kurtubî, kadınların bu hareketi erkeklere karşı gösteriş ise, haram; bunun gibi erkekler de benlik için ayakkabılarını gıcırdatırlarsa, o da haramdır, zira ucb Kebiredir.

Bu uyarılardan birisi de, kibir, ya Allah'a karşı yapılmıştır ki, bu, bütün büyük günahların en fahişidir. Allah"a kul olmaktan çe­kinip ulûhiyet iddiasında bulunan Firavun ve Nemrûd gibilerdir. Bu gibiler hakkında Âllahu Teâlâ,

“Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremiyenler, alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.”[381]

“Mesih, Allah'a kul olmaktan asla çekinmez.”[382], buyurmuştur. Ya da Allah'ın Resulüne karşı olur; kibir, cehil ve inad olarak ona boyun eğmezler. Bütün peygamberlere kavimlerinden bazılarının yaptığı ve Mekke müşriklerinin Resûl-i Ekrem'e takındıkları tavır gibi. Veya da insanlara karşı olur. Kendisini onlardan üstün görür, önlan kendisine emsal kabul etmez ve onlara karşı böbürlenir. Bu, önceki ikisine nisbetle ehven olmakla beraber, yine günahı büyük­tür. Zira azamet ve kibriyalık yalnız Allah'a mahsustur, aciz olan yaratıklara yaraşmaz. Böyle aciz olan bir yaratığın böbürlenmesi, ancak Allah'a mahsus olan vasıfta Allah ile münazaa demektir. Böylece kibirlenmek, hükümdarın tacını başına geçirip, tahtına otu­ran kölenin durumuna benzer. Peşin ve ağır cezaya hak kazandığı gibi, böbürlenenler de aynı şekilde ağır cezaya çarpılmış olurlar. Bunun içindir ki, yukarda geçen hadislerde Allahu Teâlâ, “Kibir ve azamette benimle münazaaya kalkışanın belini kırarım.” buyurmuş­tur. Çünkü kibir, O'nun vasfı ve O'na lâyıktır. O'nun kullarına baş­kası değil, ancak kendisi kibredebilir. Onlara karşı böbürlenen, Al­lah'a karşı cinayet işlemiş olur. Zira hükümdarın kölelerinden ba­zılarına hakaret eden, her ne kadar hükümdarın tacını alıp tahtı­na oturan gibi değil ise de, yine bir nevi hükümdara hakaret etmiş sayılır. Böylece böbürlenenler Allah'ın emrine muhalefet etmiş olur­lar. Çünkü böbürlenenler, heva ve taassub ile dinde mücadele eden­ler, başkasından gelen hakkında olsa onu kabulden çekinirler. Onun kibri hakkı kabul ettirmez, belki onu zayıf düşürmek için bütün im­kânlarını kullanır. O tıpkı haklarında,

İnkâr edenler: “Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız.” dediler.” [383]

“Ona: “Allah'tan sakın” denince, gururu kendisine günah işletir. Ar­tık ona cehennem yetişir, ne kötü yataktır.”[384] Buyurduklarından olur.

İbn Mesûd (r.a.): “Bir adama, Allah'tan kork, dediğin vakit, onun, sen kendine bak, demesi, günah bakımından kendisine yeter.” demiştir.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem adamın birine:

“Sağ elinle ye,” buyurdu. Adam kibirli bir eda ile:

“Sağ elimle yiyemem”, dedi ve o anda eli kurudu, bir daha eli­ni kaldıramadı.

Demek ki yaratıklara karşı böbürlenmek, yaradana karşı böbür­lenmeyi gerektirir. Meselâ, iblis, “Ben ondan hayırlıyım” demekle Âdem aleyhisselâma karşı kibirlendi ve ona secde etmek istemedi. Ona secde etmemekle Allah'ın emrine karşı kibirlenerek O'na isyan etti ve ebedî olarak helak olup gitti. Bunun içindir ki Resûl-i Ekrem kibri, hakkın reddine ve insanları tahkire alâmet kılmıştır. Aynı za­manda kibir, ilim, amel, asalet, servet, güzellik, mevki, kuvvet üs­tünlüğü ve geçim bolluğu gibi sebeplere dayanır. Kişi kendini bun­lardan birinde üstün görür ve bu sebeple böbürlenmeye başlar. Bu­nun için kibir ve böbürlenmek, daha çok hidayet ve tevfik nurun­dan yararlanamayan ve sözde âlim geçinen bilginlerde gözükür. Zi­ra bu gibi bilginler, bir şey biliyorum zanniyle karşılarındakini hay­van gibi görür, şeriatın hak olarak tanıdığı selâm, ziyaret ve güler yüz göstermek gibi beşerî haklarına riayet etmez. Onlara hiç bir hak tanımazken kendi haklarından zerresinin ihlâline Müsaade etmez. Onlardan her şeyi bekler, çünkü kendisinde bir üstünlük görmek­tedir. İşte bu gibiler en büyük cahillerdendir. Zira bunlar kendileri­ni bilemedikleri gibi, Rablerini de bilememiş, son nefeslerini tehli­keye sokmuş ve her şeyi alt üst etmiş kimselerdir. Kendilerindeki bilgi, gerçek ilim değildir, zira gerçek ilmin şanı, fazla korkmak, tevazu göstermektir. Kendini beğenmeye kalkışmasının sebebi, ilminin dünyalık için olması veya niyetini Allah rızası için yapmamasıdır. Gelişi güzel ilme dalmış ve neticede bu hali almıştır. Sâlihler siması kendilerinde görülen âlimlerde de kibir, sür'atle kendini gös­terir. Fakat bu gibiler etrafında insanlar döner, onların ihtiyaç ve hizmetlerine koşar, onlara ikramda bulunur, hürmet ederler, bun­lar da kendilerinin üstün olduklarını sanırlar. Bu hâlin -Allah ko­rusun- imansız gitmelerine sebep olabileceğini bilmezler. Hatta İsrâiloğullarından, fesat ve kötülüğünden sebep komşularından ve ailesinden ayrılmak zorunda kalan, yâni hiç kimseden yüz bulma­yan adamın biri, durumunu düzeltmesi için bir âbidin hizmetine gi­der. Âbid onu yanına almaya tenezzül etmez, kovar. Bunun üzerine Allahu Teâlâ zamanın peygamberine, âbidin ilmini mahvettiğini ve o kötü insanı affettiğini, bildirir.

Allah korkusundan zillete düşüp tevazu gösteren cahil bir insan, kalbi ile itaat etmiş olduğu için, kibirli âlimden ve kendini beğenen âbidden daha itaatkârdır.

Bazı kimseler alynahlıkta o kadar ileri gitmişlerdir ki, başkası tarafından kendilerine bir zarar verildiği vakit, “Bakın o ne belâla­ra uğrayacak” gibi sözler söyler. Gerçekte adamın başına bir felâ­ket gelince de, “İşte bu, bendendir” der ve kendisinde bir büyüklük sezer. Böylece cehaleti sebebiyle kibir ve ucb gibi hastalıklar ken­disini kaplar. Kendisine karşı yanlış davrananın, cezasını hemen ken­disinden bulduğuna inanır. Bilmez ki, nice kimseler nice peygamber­leri öldürmüşler ve peşin hiç bir ceza görmeden ölmüş gitmişler­dir. Yoksa bu adam kendisini peygamberlerden de mi üstün görmek­tedir? İşte bu din ve dünyaya dayanan ilim ve ibadeti ile ilgili kibir ve ucbu öğrenip anladıktan sonra, diğer mal, mevki ve benzeri var­lıklara sahip olanların kibir ve ucublarını da kolaylıkla anlarsın. Meselâ, asaleti ile kibirlenen kimse, kendi asaletine sahip olmayan­ları köleler gibi görür. Güzelliği ile kibirlenenler de bunun gibidir. Bu, çoğunlukla kadınlarda olur. Mal ve aşiret çokluğu ile kibirlenmek de böyledir. Bu kabil kibir, çoğunlukla hükümdarlar arasında olur. Kibri körükleyen âmillerin başında ucb-kendini beğenme- hıkd-kin- hased-çekememezlik- ve riya-gösteriş- gelir. Zira kibir, bâtınî bir hastalıktır. Kibir demek, kendini herke sten üs­tün görmek demektir. Bunun gerçek ve tek sebebi, ucb -kendini beğenmektir- tur. Kim ki yukarda saydığımız ilim ve benzeri şey­lerden kendisinde bulunan bir vasıf hoşuna gider ve kendini beğe­nirse, kibirlenip böbürlenmeye başlar, içinden kendini beğenir ki batini kibrin asıl sebebi budur. Kibrini açığa vurmanın sebepleri de kin ve çekememezliktir, başkasına karşı da riyadır.

Önemli uyanlardan birisi de, helak edici şeylerden olan ve hiç kimsenin tamamiyle korunamadığı kibir hastalığından kurtarmaya çalışmanın farz-ı ayn olduğunu bilmektir; sadece, “Bende kibir has­talığının bulunmamasını candan arzu ederim” demek yetmez. Kibir hastalığım yok etmek için tedavi çarelerini araştırmak lâzımdır. Meselâ, önce kendi durumunu ele almalı, en zelil olan toprak ve meniden yaratıldığını düşünmelidir. Sonunda yok olacağını, çürü-yüp toprak haline geleceğini, tekrar dirilip mahşer yerine sevk edileceğini, sonra ya cehenneme veya da cennete gireceğini düşünerek ki­bir hastalığını tedavi etmelidir. Bütün bunlara en açık bir şekilde işaret eden Allahu Teâlâ'nın:

Canı çıksın o İnsanın, o ne nankördür. Allah onu neden yarat­mış? Onu meniden yaratıp merhalelerden geçirerek ona şekil ver-miş; sonra tutacağı yolu kolaylaştırmıştır. Sonra onu öldürür ve kab­re koyar. Sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir. Hayır, Allah'ın kendisine buyurduğunu hâlâ yerine getirmemiştir. İnsan, yiyeceğine bir baksın.” [385]

“İnsanoğlu, var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz uzun bir zaman geçmemiştir.”[386], âyet-i celileleridir.

Kim ki bütün o sayılanları ve bu âyetlerin işaret ettiklerini dü­şünürse, kendisinin her hakirden daha hakir ve her zelilden daha ze­lil olduğunu: kibir şöyle dursun, kendisine tevazûdan başka bir şe­yin yaraşmadığını, kibir ve ululuğun yalnız her şeye kaadir olan Al­lah'a lâyık olduğunu bilir ve kendisine neş'enin dahi bir an bile yakışmadığını düşünür. Artık insan, başlangıcını ve geçirdiği merha­leleri bildikten sonra sonunu da anlarsa, kibrin kendisine hiç yakış­madığını tamamen anlar, insan bütün bunları düşündükten sonra, kibir şöyle dursun, köpek de olsa, hayvan olmayı tercih eder. Hele bir de cehennem korkusu gözönünde tutulursa -Allah korusun bu o kadar önemlidir ki, dünyadakiler cehennemde yananın çirkin man­zarasını görseler onun dehşet saçan suratından ve pis kokusun­dan -, hemen bayılır düşerlerdi. Erişeceği şüpheli olan Allahu Teâlâ’nın affından başka bir ümidi olmayan kimse, bu manzarayı dü­şündüğü vakit, daha nasıl böbürlenebilir? Kendisini nasıl beğene­bilir? Acaba cezaya hak kazanacak kusur işlemeyen kim vardır? Allah'ın affı olmazsa herkesin işi harap, o halde kibir neye?

Artık bütün bunları gereği gibi düşünebilen bir İnsan, ne ilmi­ne, ne ameline ve ne de kibirlenmesine sebep olacak diğer varlıkla­rına bakmaz. Bütün varlığı ile Allah'a yönelir ve O'nun için tevazu eder de kendisinin her şeyden düşük olduğunu anlar. Nasıl düşük olmasın ki, belki Allah katında şakilerdendir.

Tamamen kibir deryasına daldığı halde nefis, “Sende kibir yok” diye kendisini aldatan insana düşen vazifelerden biri, kendi emsali ile bazı mes'eleleri münakaşa etmesidir. Şayet münazaralarda hak, karşı tarafta tecelli eder ve kendisi de bunu şükranla kabul eder ve onun faziletini itiraf etmekten çekinmezse, işte kibirden uzak oldu­ğuna dâir alâmetler kendisinde belirmeye başlamış olur. Şayet bun­lardan birini kaybederse, kibir bataklığına dalmış olur. Kibrin kö­künü kesmek için, yukarda anlattıklarımızı hemen düşünmeye ko­yulmalı, daima emsalini öne geçirmeli ve bunu da yaparken tevazu ediyor hissini uyandırmamalıdır. Yoksa çehresini değiştirip arka tarafa geçerek oturması, kibrin tâ kendisidir. Aynı zamanda yoksu­lun davetine gitmeli, avam ile düşüp kalkmalı, kendi işi ve diğer yoksulların işleri için çarşı pazara gitmelidir. Kendi evinin ve hatta komşusunun ihtiyacını bizzat kendisi taşımalıdır.

Bütün bunlar kibri kırar. Aynı zamanda bu tutum ve davranış­lar yalnız iken de toplum içinde iken de değişmemelidir. Aksi halde ya mütekebbir veya da mürâi olur. Bütün bunlar kalb hastalıklarındandır. Eğer tedavi çarelerine başvurulmazsa insanı helak ederler. Ne yazık ki, insanlar, kalbin tedavisini ihmal ediyor da bedenin te­davisi ile meşgul oluyorlar. Halbuki âhiret mutluluğu, kalbin tedâvisindedir. Nitekim âyet-i celile'de:

Kalb-i selim ile Allah'a mülâki olanlar Müstesna.”[387], buyurulmuştur. Kalb-i selim, şirk ve benzeri hastalıklardan selâmet bulmuş gönüldür.

Önemli uyanlardan birisi de helak edici günahlardan olan ucb -kendini beğenme- dur. Bunu yeren hadisler, yukarda geçmiştir.

Allahu Teâlâ,   helak edici günahlardan olduğu için, ucbu yermek üzere:

“Huneyn günü çokluğunuz sizi böbürlendirdi, fakat size bir faydası da olmadı.”[388]

“Halbuki onlar iyi iş yaptıklarını sanıyorlardı.”[389] âyet-i celîleleri ile ucbu yermiştir. Bazan insanın, kabul olup olmadığını bilme­diği halde, ameli hoşuna gider ve onu beğenir.

İbn Mesûd (r.a.): “Helak iki şeydedir. Biri, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmekte, diğeri de kendini beğenmektedir. Çünkü ümidini kesen, her şeyi bırakır amel etmez. Kendini beğenen de kurtulduğu­nu sanarak yine ameli terkeder. Bunun için Allahu Teala:

“Kendinizi tezkiye etmeyiniz. O, sakınanı çok iyi bilir.”[390], buyur­muştur. Kendisinin doğru olduğuna inanması da nefsi tezkiye etme­nin sebeplerindendir ki, ucb da budur.

Mutarraf diyor ki: “Gece uykuya yatıp sabahleyin pişman ola­rak kalkmam, gece ibadet edip sabahleyin kendimi beğenmiş ola­rak kalkmamdan, benim için çok daha sevimlidir”.

Mansur'un oğlu Bişr, namazı oldukça uzatmıştı Selam verdiği vakit, bunun farkında olduğunu anladığı bir adama:

“Benim namazı uzattığıma bakma, iblis de meleklerle birlik­te çok ibadet etmişdi fakat uğradığı âkibet ortadadır,” dedi.

Önemli uyanlardan birisi de, ucb (kendini beğenme) un çeşitli afetleri olduğunu bilmektir. Bunlardan biri, yukarda anlattığımız gibi, kibrin, ucubdan meydana gelmiş olmasıdır. Bu takdirde kibrin âfetleri aynen ucbun da âfetleri olmuş olur. Zira ucb asıldır. Bu. kul­lara karşı olan âfetleridir. Kendini beğenmenin Allah'a karşı olan âfetlerinden birisi de, kendini beğendiği için muâhaze olunmayaca­ğı zanniyle günahlarını unutmasıdır. Günahlarını unutmakla onla­ra karşı alınması gereken tedbiri ihmal eder. İbadeti gözünde büyür. Ucbun âfetlerini araştırmaz olur. Bu suretle sa'y u gayretinin çoğu boşa gider. Zira şaibelerden arınmayan amel, fayda vermez. Ameli şaibelerden arıtan korkudur. Kendini beğenen ucb sahibi” ameline mağrur olur ve Allah'ın mekirinden kendini emin hisseder. Sanki yaptığı ibadete karşı Allah'ta hakkı olduğunu sanır. Kendini tezkiye eder. Akıl ve bilgisini beğenir ve başkasına müracaatı ha­tırından bile geçirmez. Başkalarını küçümsediği için va'z u nasihat dinlemez. Demek ki ucb, aslında, kemal olan bir vasıftan meydana gelir. Fakat bu vasfın ortadan kalkacağına korktuğu sürece kendi­ni beğenmiş olmaz. Bunun, Allahu Teâlâ'nın kendisine vermiş bir nimet olduğunu bildiği sürece yine ucb sahibi olmaz. Fakat Allah'­tan geldiğini düşünmez ve zevalini hatırlamadan bu vasfı beğenir ve bununla övünürse, işte ucb budur. Şayet bu vasıftan dolayı kalkar da Allah'tan bir hak iddia ederse, buna da îd1â1 denir ki, bu da ucbdan daha özeldir.

Bu uyarılardan birisi de, yukardaki açıklamadan ucb ile kibir arasındaki farkın anlaşılmış olmasıdır. Bunun izahı şöyledir: Kibir, batini olur, buna “Kişide bir huy ve ahlâk” denir, asıl kibir budur. Ya da zahirî olur. Bu da insanda görülen bazı uygunsuz hareketler­dir ki, bunlar, o batını kibrin eserleridir. Bunlar insanda görüldüğü vakit, bu adam kibirlendi, denir. Bunlar dışarda görülmediği vakit de, bu adam kibirlidir, denir. Asıl, nefisteki huy ve kendisini baş­kalarından üstün görme hastalığıdır. Burada bir kibreden ve bir de kendisine karşı kibredilen olmak üzere iki kimse vardır. Fakat ucb böyle değildir; onda ikinci bir şahıs aranmaz, yalnız kendini beğen­mesi yeter. İşte kibir ile ucb arasındaki fark budur. İşli ve güçlü olan bir adam devamlı yalnız kalsa ucb edip kendini beğenebilir, fakat kibretmek için mutlaka başka birisine ihtiyaç vardır.

Bu uyarılardan birisi de, kibirde olduğu gibi ucbun da tedavi yolunun bilinmiş olmasıdır. Her hastalık, zıddiyle tedavi edilir. Yu­karda da belirttiğimiz gibi ucbun mikrobu, yalnız cehalettir. Teda­visi de kimsenin red ve inkar etmeyeceği şeye bakmaktır. O da ilim ve amel gibi her şeyin Allah'ın takdiri ile olduğunu ve üstünlük ifa­de eden bu meziyetleri Allahu Teâlâ'nın kendisine verdiğini bilmek­tir. Kendisinin hiç bir dahli olmadığı bu üstünlüklerle kibirlenme­ye hakkı olmadığını bilmesi lâzımdır. Ve asıl övüneceği, Allahu Te­âlâ'nın bu nimetleri kendisine in'am etmiş olmasındadır. Bunun için kendini beğenmesi değil, şükretmesi lâzımdır. Şayet, evet, Allahu Teâlâ bunları bana verdi ama bende var olduğunu bildiği meziyet­lerden ötürü verdi, dersen, bilmiş ol ki, o meziyetleri de sana veren yine Allahu Teâlâ'dır. Bununla beraber netice de senin için karanlıktır, ne olacağını bilemiyorsun. Her ne yönü ile bunu ele alacak olursan al, ucblanacak hiç bir tarafın yoktur, iblisten daha çok ibadet eden kimse olmadığı gibi, zamanında Bel'am b. Yâverâ'dan da­ha bilgini ve Resûl-i Ekrem'e Ebû Talib’den daha yakını ve daha şef­katlisi yoktu. Bütün bunların sonuçları belli! Hiç birinin meziyeti kendisine yarar sağlamadı. Âdem aleyhisselâm bile cennetten çıka­rıldı. Ayrıca kendilerini beğenen Mekke müşriklerinin durumu da ortada! O halde aklını başına al da ilim, amel, şan, mevki, mansıb, servet ve avene çokluğu gibi şeylerle mağrur olup ucblanma.

Bütün bunlar haklı olarak, kendini beğendiğin hususlarla ilgili­dir. Haklı olduğun ucbun sakıncaları anlatılmaktadır. Ya bir de batıl ve boş şeylerde kendini beğenir ve ucba kapılırsan, işte o daha fenadır. Nitekim bu gibiler hakkında Allahu Teâlâ:

“Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse kötü­lüğü hiç işlemeyene benzer mi? Şüphesiz Allah dilediğini sapıtır, di­lediğini de doğru yola eriştirir.” [391]Buyurmuştur. Resûl-i Ekrem de:

“İşte âhir zamanda bu gibi ucblar ümmetimi kaplayacaktır, yâni batıl işlerde kendilerini beğenmeye başlayacaklardır. Zira bid'at ehli sapıklar, kendi bid'atlerini beğenip ona ucublandığı için onları be­nimsetmeye kalkışacaklardır. Zaten eskiler de bu çeşit fırkalara ay­rılıp, herkes kendi batıl görüşünü tasvip etmekle helak olmuşlardır.” Nitekim âyet-i celîle'de:

“Her fırka kendi tuttuğu yoldan memnundur. Ey Muhammed, on­ları bir süre kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak. Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele davrandığımızı mı zannederler. Hayır, farkında değiller.” [392]buyurmuştur. Bu bazan da gazab ve istidrac olur, nitekim âyet-i celile'de:

Onları, bilmedikleri yönden, ağır ağır sonuçlarına yaklaştıracağız. Onlara mahsustan mühlet veririm, çünkü benim düzenim çetin­dir.” [393] Buyurulmuştur.

Son Söz: Artık kibir –böbürlenme-, ihtiyal -sallana sallana yürüme- ve ucb -kendini beğenme- nin kötülük ve zararla­rını, âfet ve çirkinliklerini öğrenmiş bulunuyorsun. Bütün bunlar te­vazu, alçakgönüllülüğün fazilet ve gayesini ve üstün derecesini bil­meyi gerektiriyor. Çünkü her şey zıddıyle keşfedilir.[394]

 

Tevazu Hakkında Hadisler:

 

Müslim, Ebû Davud ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem:

“Allahu Teâlâ bana, tevazu etmenizi vahyetti. Hatta kimse kimseye övünmesin, kimse kimseye zulmetmesin.”[395], buyurmuştur.

Yine Müslim ile Tirmizî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Sadaka, maldan bir şeyi azaltmaz. Allahu Teâlâ bir kulu baş­kalarını affı sebebiyle ancak onun şerefine yükseltir. Allah için te­vazu eden herkesi Allahu Teâlâ yükseltir.”[396], buyurmuştur.

İbn Ebî'd-Dünyâ'nın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Tevazu, sahibine ancak üstünlük sağlar. Alçak gönüllü olun ki. Allahu Teâlâ sizi yükseltsin. Başkalarını affetmek, kişiye ululuk sağlar. Affediniz ki, Allahu Teâlâ sizi aziz kılsın. Sadaka, ancak malı çoğaltır. Sadaka veriniz ki, Allahu Teâlâ size rahmet etsin,” buyur­muştur.

Taberânî'nin Sahih sened ile rivayetinde, Resûl-i Ekrem:

Vekarını koruyarak tevazu eden, zillet (mevkiine) düşmeksizin alçak gö­nüllü olan, meşru yoldan topladığı malı meşru yolda infak eden, düş­künlere merhamet gösteren, fakîh ve hekimlerle düşüp kalkana müj­deler olsun. Kazancı helâl, içi - dışı pâk olan ve şerrini İnsanlardan uzaklaştıran, kimseye müjdeler olsun. Ne mutlu o kimseye ki, ilmi ile amel etmiş, malının fazlasını Allah yolunda İnfak etmiş ve sözü­nün fazlasını tutmuştur.”[397], buyurmuştur.

Harâiti'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kul tevazu edince, Allahu Teâlâ onu yedinci kat göklere yük­seltir,” buyurmuştur

İbn Mâce, “Sahih”inde İbn Hibbân ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Her kim Allah için bir derece tevazu ederse Allahu Teâlâ onu bir derece yükseltir. Ta ki onu Firdevs cennetinin en yüksek yerine çıkarır. Her kim Allah'a karşı bir derece kibrederse, Allahu Teâlâ onu, aşağıların en aşağısına indirinceye kadar alçaltır.”[398], bu­yurmuştur.

İbn Mâce ve Ebû Nuaym’ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ bana, tevazu etmenizi vahyetti. O dereceye kadar ki kimse kimseye övünmesin.” [399]

Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Müslüman kardeşine karşı tevazu eden kimseyi Allahu Teâlâ yüceltir. Ve ona karşı üstünlük taslayanı da alçaltır.” [400]

Yine Taberânî'nin Sahih sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem çöyle buyurmuştur:

“Kibirden sakının, zira kibir, süslü elbise giyen adamda bulu­nur.” [401]

Taberânî ve Beyhaki'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Allah için tevazunun belirtilerinden birisi de seviye bakımın­dan daha düşük yerlerde oturmaya razı olmaktır,” buyurmuştur.

Ebû Nuaym'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Tevazu eden yoksullarla düşüp kalkın ki, Allahu Teâla'nın kibar kullarından olur ve bu suretle kibirden de kurtulmuş olursu­nuz,” buyurmuştur.

Taberâni ve İbn Asâkir'in rivayetlerinde Resûl-l Ekrem:

“Eşya­yı sahibinin taşıması daha doğru ve bu, onun hakkıdır. Ancak taşı­maktan aciz olursa o zaman başkası ona yardım eder.” buyurmuş­tur.

Yine Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Tevazu göster­menizi size tavsiye ederim, zira tevazu kalbdedir. Müslüman Müslümana eziyet etmesin. Zayıf kimselerden öylesi vardır ki, eğer Allah'a (herhangi bir şey için) yemin etse, Allah (onu) kendisine ihsan eder.”[402], buyurmuştur.

Ebû Nuaym ve Beyhaki'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Hizmetçisi ile beraber yiyen, merkebe binen ve koyun sağan kimsede kibir yoktur.” [403]

Taberâni'nin hasen rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Her İnsanın başı üstünde meleğin elinde bir ip vardır. Tevazu ettiği vakit meleğe, “İpi yukarı kaldır” denir. (Ve adam yükseltilmiş olur) Kibrettiği vakit meleğe, “İpi aşağı indir” denir (ve adam alçaltılmış olur).”[404], buyurmuştur.

İbn Mende'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:   

“Kalın ve dar elbise giy ki, izzet ve ululuk sana yol bulmasın,” buyurmuştur.

Ebû Nuaym'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah için tevazu edeni Allah yüceltir”, buyurmuştur.

Ahmed, Tirmizi ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Adi elbise giymek imandandır.” buyurmuştur. Tirmizi ve Hâkim'in riva­yetinde Resûl-i Ekrem:

“Giyebilmek imkânı olduğu halde, Allah için tevazu gösterip iyi kumaşı giymeyen kimseye kıyamet günü, “İstediğin iman kumaşlarından elbise giy” diye hitab edilir.”[405], buyur­muştur.

Abd b. Humeyd, Taberanî ve Zıyâ'nın rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem:

Teenni, iktisad ve güzel sükût, nübüvvetin yirmidört cüz'ünden bir cüzdür.” buyurmuştur,

Ebû Davud, Hâkim ve Beyhakî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Teenni her şeyde makbul, yalnız ahiret amelinde makbul değil­dir.”[406]

Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Teenni, Allah'tan, acele şeytandandır.”[407], buyurmuştur. Ebû'ş-Şeyh'in rivayetinde, Peygamberimiz Hz. Âişe'ye hitaben:

“Ey Âişe! Tevazu et, alçak gönüllü ol. Zira, AHahu Teâlâ teva­zu edenleri sever,” buyurmuştur.

İbn Mende ve Ebû Nuaym'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Te­vazu edeni Allah yükseltir, kibredeni ise alçaltır” buyurmuştur. Ebû Nuaym'ın diğer rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Tevazu eden, kendini küçük görmekle beraber herkesin na­zarında büyüktür, kibreden âdidir,” buyurmuştur.

İbn Accar’ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“ Tevazu edeni Allah yükseltir, iktisad edeni zenginleştirir; Al­lah'ı zikredeni Allah sever,” buyurmuştur.

Ebû'ş-Şeyh'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Derin saygı ile Allah için tevazu edeni, Allahu Teâlâ yüceltir. Böbürlenerek sallana sallana yürüyeni de Allahu Teâlâ düşürür. İnsanlar Allahu Teâlâ'nın hi­mayesinde yaptıklarını yaparlar. Allahu Teâlâ bir kimseyi teşhir ve rezil etmeyi murad ettiği vakit, onu himayesinden çıkarır ve kusur­larını ortaya kor, buyurmuştur.

Deylemi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Tevazu, kişiye üstünlük kazandırır. Tevazu edin ki Allah da sizi yüceltsin,” buyurmuştur.

Ebû Nuaym'ın rivayetinde:

“Allahu Teâlâ: “Kim ki benim yaratıklarıma karşı yumuşak davranır, benim için tevazu ederek benim yerimde kibretmezse, onu tâ Firdevs cennetine varıncaya kadar yüceltirim.” buyurur,” şeklin­dedir.

İbn Sasrî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Her insanın başı ucunda bir halka vardır ve bir meleğin elin­dedir. Adam tevazu ettiği vakit Allah onu yüceltin kibrettiği vakit alçaltır. Kibir, Allah'a mahsustur. Bu hususta Allah ile münazaa edenin, Allah belini kırar,” buyurmuştur.

Ebû Nuaym, Deylemi ve İbn Sabesri'nin bu mealde rivayetleri vardır.

Harâiti, Hasan b. Ebû Sufyan, İbn Lal ve Deylemî'nin rivayetle­rinde Resûl-i Ekrem:

“Her insanın başında iki zincir vardır. Bunlar­dan biri yedinci kat göklerde diğeri de yerin dibindedir. İnsan tevazu edince (melekler) ipi yukarı çekip adamı yedinci kat göklere kadar yükseltirler. Kibirlendiği vakit (melekler) aşağıdaki ipi çeker ve ken­disini yerin dibine batırırlar.” buyurmuştur.

İbn Asâkir'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Dünyada böbürlenip başını yukarı kaldıranın, kıyamet günü Allahu Teâlâ başını yerlere sürter. Dünyada Allah için tevazu gös­terene, kıyamet günü Allahu Teâlâ bir melek gönderir. Melek onu, mahşer halkı arasından çekip çıkarır ve: “Ey sâlih kul, Allahu Teâlâ sana:

“ Baha gel, senin için korku ve hüzün yoktur, buyurur,  der.” buyurmuştur.

Ebû Nuaym'ın rivayeti:

“ Kimin sureti güzel olur, temiz aileye mensup bulunur, bir ka­rışıklığı olmaz ve tevazu gösterirse, kıyamet günü Allahu Teâlâ'nın hâlis kullarından olur, şeklindedir.

İbnü'l-Cevzi'nin *Mevzûat”ma aldığı ve Hatıb’ın rivayet ettiği şu hadisde Resûl-i Ekrem:

“Din kardeşinin artığını içmek, tevazûdandır. Kardeşinin ar­tığım içene yetmiş derece verilir, yetmiş günahı mahvolur ve defte­rine yetmiş sevap yazılır,” buyurmuştur.

Ebû Ali ez-Zehebî ve İbn Neccâr rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allah için ziyneti terkeden ve tevazu için kaba kumaş giyen kimse için Allahu Teâlâ bu giysileri cennet elbisesine çevirir”. Ha­dîsi Hâkim de rivayet etmiş ve Buhâri ile Müslim'in şartlarına göre Sahih olduğunu söylemiştir.

Târik anlatıyor: Hz. Ömer, Ebû Ubeyde (radıyallahu anhuma) ile Şam'a gidiyordu. Önlerine bir dere çıktı. Devenin sırtında olan Hz. Ömer hemen deveden indi, ayakkabılarını çıkarıp boynuna astı. Devesini eline aldı ve suya girdi. Ebû Ubeyde (r.a.):

“Ey mü’minlerin emiri, bu yaptığını beğenmedim, sizi bütün Şam halkı istikbale çıktı, sizi bu durumda görmeleri uygun olur mu?” dedi. Hz. Ömer:

“Yazıklar olsun, bu sözü sizden beklemezdim; bunu başkası söyleseydi, onu âleme ibret için iyice döverdim. Ey Ebû Ubeyde! Biz âdi kimseler idik, Allahu Teâlâ İslâmiyetle bizi aziz kıldı. Biz, izzet ve ululuğu İslâmiyetten başka bir şeyde ararsak, Allahu Teâlâ bizi zelil kılar,” dedi.

Beğavî, İbn Kaani, Taberânî ve Bezzâr’ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Vekârını zedelemeyecek şekilde tevazu edene, meşru yolda kazandığı servetini Allah yolunda harcayana, düşük kimselere mer­hamet gösterene, fakih ve hikmet sahipleri ile düşüp kalkana müj­deler olsun,” buyurmuştur.

Bezzâr'ın rivayet ettiği bir hadîs de şöyledir:

“Resûl-i Ekrem Küba'da bulunuyordu. Akşam olunca bir bardakta, bir miktar bal karıştırılmış süt kendisine takdim edildi. Resûl-i Ekrem bardağı ağ­zına yaklaştırıp balın kokusunu alınca, bardağı geri çekti ve:

Ben bunu haram etmiyorum (fakat içmiyorum).   Allah için tevazu edeni Allah yükseltir, kibredeni ise alçaltır. İktisad edeni de zenginleştirir, tsraf edeni fakir yapar. Çok zikredeni ise Allah sever,” buyurdu.

Zehebî “Mizânda bunun munker bir haber olduğunu Şeyhu'l-îslâm Zeynuddin el-Irâki söylemiştir. Ayrıca bu hadisi Taberâni, Aişe (radıyallahu anha) den rivayet etmiştir. Herbirinde bazı ifade deği­şiklikleri vardır. Ahmed ve Ebû Yâ'lâ da Ebû Said (r.a.) den bu ha­dîsi rivayet etmişlerdir. Bu rivayetlerde bazı değişiklikler vardır.

Başka bir rivayette:

“Resûl-i Ekrem bazı Ashabı ile bir evde ye­mek yiyordu. Kapıya nüzüllü bir adam geldi. Resûl-i Ekrem onu içe­ri aldı, dizine oturttu ve yedirdi. Kureyş'den birisi bundan hoşlan­madı ve peygamberimizin bu hareketi ağırına gitti. Bu zat, bu has­talığa yakalanmadan ölmedi.” İhyada böyle anlatılmıştır.

Şeyhülislâm Zeynuddin el-Irâki, bunun aslını bulamadığım söy­lüyor. Bilinen hadîs, Resûl-i Ekrem'in cüzzamlı ile yemek yemesidir ki, bunu Ebû Davud, Tirmizi ve İbn Mace rivayet etmişlerdir. İbn Mâce, bunun garip olduğunu söylemiştir.

Diğer bir rivayette:

“Allahu Tealâ bir insanı hem Müslüman ve hem de güzel yarattığı ve layık olduğu mevkie oturttuğu halde, bu adamın tevazu göstermesi Allahu Teâlâ'nın kendisini korumasından ve iyi kulu olduğundandır.” buyurmuştur.

Taberâni, İbn Mesûd (r.a.) e mevkuf olarak bu mealde bir ha­dis rivayet etmiştir ki, o da ihtilaflıdır.

Diğer bir rivayette şöyle buyurulmuştur:

“Dört şey var ki, Allahu Teâlâ bunları ancak sevdiklerine verir. İbâdetin başlangıcı olan susmak, tevekkül, tevazu ve zühddür”. Taberânî ve Hâkim az fark ile hadisi rivayet etmişler; Hâkim, senedi­nin Sahih olduğunu söylemiştir. Bununla beraber İbn Hibban'ın, “Bu adam mevzu hadîsler rivayet eder” diye hakkında söylediği bir ada­mın bu râviler arasında bulunduğunu söylemekle buna itiraz eden­lerden olmuştur.

Başka bir rivayette:

“Resûl-i Ekrem yemek yiyordu, bir adam geldi. Kimin yanına oturdu ise hemen yanından kalktılar. Resûl-i Ekrem onu yanına oturttu.” Buna da yukardaki şekilde itiraz edil­miştir. Bu da İhyâ'da geçer.

Diğer garip bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Ne oluyor sizde ibadetin zevkini göremiyorum,” buyurdu. Ken­disine:

“İbâdetin zevki nedir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Tevazûdur,” buyurdu. Başka bir garip rivayette de:

“Ümmetimden tevazu edenleri gördüğünüz vakit, siz de onla­ra karşı tevazu edin; kibredenleri gördüğünüz vakit, siz de onlara karşı kibredin. Zira bu, onlara karşı kibir değil, hakarettir,” buyurul­muştur.

Hz. Ömer (r.a.) diyor:

“Kul tevazu edince, Allah onun başındaki halkayı yükseltir ve: “Devam et, Allah seni yükseltsin” denir. Kibirlenip durumunu değiştirdiği vakit, Allahu Teâlâ şiddetle onu yerlere serer ve: “Uzak ol, Allah seni uzak etsin” der. Bu adam kendi kendini büyük görürse de herkesin gözünde hınzırdan da daha hakir ve adidir.” dedi.

Hz. Aişe:

“İbâdetlerin efdali tevazûdur.” demiştir. Fudayl:

“Tevazu, hak için eğilmek ve en cahil bir insandan duy­muş olsan da hakkı kabul edip ona itaat etmendir.” demiştir.

Davud aleyhisselâmın oğlu Süleyman aleyhisselâm sabaha çık­tığı vakit, insanlardan uzaklaşır, yoksulların yanına geldiği vakit, “Miskin, miskinler ile buluştu” der ve onların yanında otururdu.

Hasan-ı Basri tevazuu anlatırken, “Tevazu, evinden çıktığın va­kit rastladığın her insanda senden üstün bir meziyetin bulunduğunu kabul etmendir” demiştir.

Mücahid diyor: Nûh aleyhisselâmm gemisi için Allahu Teâlâ Cûdi dağını seçti. Çüntyü onun tevazuu diğer yüksek dağlardan fazla idi. Resûl-i Ekrem'in, ibadet etmesi için Hira mağarasını seçmesi de, onun tevazüundan idi.

Zâtın biri anlatıyor: Safa tepesi civarında binitli bir adam gör­düm. Adamları, etrafında sağa sola saldırıp ona hizmet ediyor, o da bütün heybet ve ihtişamiyle yürüyordu. Bir süre sonra aynı adamı Bağdat'ta yalın ayak, baş açık perişan bir vaziyette gördüm. Duru­munu sordum. O:

“Herkesin tevazu ettiği yerde kibirlendim, Allah da beni bu hale soktu” dedi.

Büyük günahların beşincisi, aldatmak, hile ve hıyanettir. Altın­cısı, nifak -içi ayrı dışı ayrı olmak- tır! Yedincisi bağy -azgın­lık- tır. Sekizincisi, böbürlenmek ve insanlara hakaret etmek için onlardan uzaklaşmak. Dokuzuncusu, mâlâyâni, boş ve faydasız şey­lere dalmak. Onuncusu, tama’. Onbirincisi, yoksulluk korkusu- On ikincisi, kadere küsmek. On üçüncüsü, zenginlere heves edip, zengin­liklerinden sebep onlara saygı göstermek. Ondördüncüsü, yoksullar­la eğlenmek. On beşincisi, hırs. On altıncısı, dünya malına heves edip onunla iftihar etmek. On yedincisi, haram olan şeyle insanlara karşı süslenmek. On sekizi ne isi, dalkavukluk. On dokuzuncusu, yapmadığı ve hakkı olmayan şeylerde övülmeyi sevmek. Yirmincisi, kendi ku­surlarını bırakıp başkalarının kusurları ile meşgul olmak. Yirmi birincisi, Allah'ın verdiği nimetleri unutmak! Yirmi ikincisi, meşru ol­mayan işlerde kıskançlık! Yirmiüçüncüsü, şükrü terketmek. Yirmi dördüncüsü, kazaya rıza göstermemek! Yirmibeşincisi, Allahu Teâlâ'nın hakkını ve emirlerini hiçe saymak. Yirmialtıncısı, insanlarla alay ve eğlence etmek. Yinniyedincisi, nefsin hevâ ve hevesine uyup hak­tan yüz çevirmek. Yirmisekiziiicisi, hile yapmak. Yirmi dokuzuncusu, dünya hayatını tercih etmek! Otuzuncusu, hakka karşı inad göster­mek. Otuzbirincisi, Müslümanlara sûizanda bulunmak. Otuzikincisi, hoşuna gitmediği konularda ve hoşlanmadığı bir adamdan hak ve hakikat ortaya atılınca gerçeği kabul etmemek. Otuz üçüncüsü, is­yana sevinmek. Otuz dördüncüsü, isyanda ısrar etmek. Otuz beşincisi, yaptığı iyiliklerden ötürü insanlar tarafından övülmeyi sevmek. Otuz altıncısı, dünya hayatına rıza gösterip onunla yetinmek. Otuz yedincisi, Allah'ı ve âhireti unutmak. Otuz sekizincisi, nefsânî arzu­larından dolayı kızarak boş ve batıl şeylerde nefsinin arzularını ye­rine getirmeğe çalışmak.

Şunu bilmiş ol ki, saydığımız bu günahların bazısı diğer bazısı­nın içine girmiş olmakla beraber, beşinci günahtan otuzsekizinci günaha kadar hepsinin Kebâir'den olmaları, fıkıh, marifet, ilim ve ameli bir araya toplayan muteahhirîn âlimlerinden bazılarının söz­lerinde böyle geçtiği gibi, “Hidâyetü's-Sâlikîn, Terbiyetü'l-Müridîn”, kerametleri açık, yüksek hal ve ahlâka sahip olanların eserlerinde tasrih edilmiştir.

Bu eserlerin başında, tedavi olup korunabilmek için her mükel­lefin batini kebâr'i bilmesi lâzımdır. Zira bu batini kebâirlerden bir hastalık kalbinde bulunan kimse, Allah korusun, kalb-i selim ile Allaha' kavuşamaz, denmektedir.

Kalbe ânz olup, kalbi değiştiren hastalıklardan belli başlıları, Allah korusun; küfür nifak, kibir, fakr, sallanarak yürümek, hased, hile yapıp aldatmak, kin, azgınlık, taşkınlık, Allah için olmayan öf­ke ve hiddet, riya, gösteriş, süm'a (göstermecilik), cimrilik, haktan yüz çevirmek ve yukarda anlattıklarımızdır. Bunların sonunda şöyle denmiştir: Bu hastalıklardan birine sahip olan, zina, hırsızlık, içki­cilik ve benzeri beden'ile işlenen büyük günahlardan, yok edecek iyiliklerle tez zâü olurlar. Fakat kalbi olan bu günahlar öyle değil, onlar kalbde yerleşir, âdeta kalbin bir vasfı halini alır ve kolay ko­lay kalbden çıkmazlar. Onun için bunlar daha tehlikelidir. Zira kal­bi ifsat ederler ve kalb ifsad edilince bütün beden de fesada gider. Nitekim Resûl-i Ekrem,

Bedende bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur. O bozulursa bütün beden bozulur. Dikkat edin, o et parçası kalbdir.”[408], buyurmuştur.

Kalb, uzuvların hükümdarıdır. Bütün azalar kalbin enirinde ve onun askerleridir. Hükümdar iyi olursa, ordusu da iyi olur; hüküm­dar kötü olursa maiyyeti de kötü olur. Nitekim aynı mealde olmak üzere Ebû Hureyre (r.a.), “Kalb, hükümdar ve azalar onun askerle­ridir. Hükümdar iyi olursa, askerleri de iyi olur; hükümdar kötü olursa, askerleri de kötü olur. Kim bütün bu hastalıklardan arınmış kalbe sahip olursa Allah'a hamdetsin. Kimin de kalbinde bu hasta­lıklardan biri varsa, kalbini bundan tedavi etmek ona borçtur. Has­talık iyileşinceye kadar kalbini tedavi etmelidir. Bu hastalığa aldı­rış etmediği takdirde günahkârdır. Kalbin bu hastalıklarından so­rumlu olması, yalnız kalbine geçen ve tesadüfen söylediklerinde de­ğil, niyet ve kasdine göre sorumludur. Bütün bunlara kebâir adını vermek, ahlâk, tasavvuf ve marifet erbabının görüşüdür. Bunun için İmâm Şafii ile bu hususta görüş ayrılıkları vardır. Gerçi onlar da hased, kin, riya, sum'a, kibir, ucb gibi hastalıkları büyük günah­lardan saymaktadırlar. Diğer bazıları hakkında da aynı görüşe sa­hiptirler. Yakında göreceğimiz gibi bunlar hakkında şiddetle vaîd ifade eden hadîsler de bunu teyid etmektedir. Evet, bağy ve azgın­lık ıstılah anlamı ile fakihlere göre kebire değil, sağiredir. Bütün bunların bazıları hakkında yakında konuşulacaktır. Bahillik, zekât vermemek, suizan ve gıybet gibi konular ele alınacaktır.

Dünyalık için sevinmenin haram olduğunu söyleyenlerden birisi, imamlarımızdan Beğavî'dir. Bu zât Tehzîb’inde bunun haram ol­duğunu tasrih etmiştir. Bu zâtın, dünyalık için sevinmenin haram olduğunu söylemesi, belki de bunun doğuracağı zararları bakımın­dandır. Zira kişinin dünyalık ile sevinmesi, emsalinden üstün oldu diye kibrinden ve böbürlenmesinden ise, bunun kebâirden olduğu açıktır. Yok, eğer, kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarının temini, baş­kalarına muhtaç olmaktan kurtulması ve bu sayede başkalarına yardım imkânları elde etmesi bakımından sevinmiş ise, bu sevgi makbul ve memduhtur. Nitekim âyet-i celile'de:

“De ki: “Bunlar, Allah'ın bol nimeti ve rahmetiyledir.” Buna sevinsinler. O, onların topladıklarından daha hayırlıdır.”[409], buyurulmuştur.

Saydığımız bütün bu büyük günahların aslı, kalp bozukluğu ve kötü ahlâktır. Şimdi biz, bunlar hakkında bunları yeren bazı riva­yetlerle işe başlayalım.

Haris ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Sirkenin balı bozması gibi, kötü huy da ameli bozar”, buyurmuştur.[410]

İbn Mende'nin rivayetinde de Resûl-i Ekrem:

“Kötü huy uğur­suzluk, kadınlara itaat pişmanlık, güzel tasarruf ise nema ve bere­kettir”, buyurmuştur.

Hatîb'in rivayetinde ise şöyle buyurulmuştur:

“Kötü huy, uğur­suzluktur; kötüleriniz, fena huylu olanlarınızdır”. Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Bir dağın yerinden kaydığını duyduğunuz vakit, buna inanın, fakat bir adamın tabiatının değiştiğini işitirseniz, buna inanmayın. Çünkü o, yaradüdığı huy üzerine kalır”, buyurmuştur.

Hatib'in rivayeti,

“Her günahın bir tevbesi vardır, ancak kötü ahlâk sahibi bir günahtan tevbe ederken daha kötüsüne düşer.”, şek­lindedir.

Ahmed, Taberânî ve Ebû Nuaym'ın rivayetlerinde, Resûl-i Ek­rem:

“Şûm, kötü huydur.”[411], buyurmuştur. Harâiti'nin rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

“Kötü huy, yürü­yen bir adam olsaydı kötü bir insan olurdu”.

Haris, İbn Neccâr ve Ebû Nuaym rivayetlerinde,

“Ahlâkı kötü olan kimse kendisine eziyet eder. Sıkıntıları çok olan kimsenin be­deni de hasta olur. İnsanlarla lüzumsuz yere münakaşa edenin mü­rüvveti kaybolur”, buyurulmuştur.

Tirmizi ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kötü huylu cennete giremez”, buyurmuştur.

Askeri'nin Sahih sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy da ameli bozar”, buyurmuştur.

Bunun için Resûl-i Ekrem namaza başlarken duasında:

“Allah'ım, beni güzel ahlâka hidâyet eyle, zira ahlâkın güze­line ancak sen hidâyet edersin. Ahlâkın kötüsünü de benden kaldır, zira kötü huyu ancak sen yok edersin,” demiştir.

Bu husus ile ilgili daha pek çok hadîsler vardır. Bunlardan ba­zıları şunlardır:

“Güzel huy, dünya ve âhiretin hazine bedelidir. İnsan güzel huy sayesinde gündüz oruçlu ve geceyi ibadetle geçirenlerin mevkileri­ne, âhiretin derece ve şerefli menzillerine ulaşır. Kötü huy da affe­dilmeyecek günahlardandır. İnsan kötü huy sebebiyle cehennemin alt derekelerine düşebilir” [412]

“Güneş kırağıyı erittiği gibi güzel huy da günahları eritir.”,

“Güzel huy yumn-u berekettir.”,

“Kıyamette Resûl-i Ekrem'e yakın olan, ahlâkı en güzel olandır.”,

“Aynı zamanda amellerin efdali ve mizana konacak iyiliklerin en ağırı yine güzel huydur.”.

Hz. Aişe (r. anha): “Resûl-i Ekrem'in ahlâkı Kur'an idi. Kur'an ise:

“Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldı­rış etme.” [413], buyurulmuştur.

Resûl-i Ekrem:

“(En üstün ahlâk) gelmeyene gitmen, vermeyene vermen ve sana kö­tülük edeni bağışlamandır.”[414]  Buyurmuştur.

Hâkim ve Deylemi'nin tahriçlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“İblis: “Ademoğullarının azgınlık ve çekememezliklerini arzu edin ve buna gayret gösterin. Zira bunlar Allah katında şirke denk­tir.” demiştir”.

Harâitî'nin tahricinde Resûl-i Ekrem:

“Düşmanlıktan sakınınız, zira o, imanı kökünden traş eder.” buyurmuştur.

Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ey dili ile iman edip, imanı kalblerine girmeyen insanlar, mü'-minleri yermeyin, onların kusurlarını araştırmayın. Din kardeşinin kusurlarım araştırıp açıklayan kimsenin -evinin içinde de olsa- gizli kusurlarını açığa çıkarıp onu Allah rezil eder.”[415], buyur­muştur.

Ebû Ya'lâ ile Beyhakî, .ayrıca Tirmizî ile Hekim'in -mürsel olarak- aynı mealde rivayetleri vardır.

Resûl-i Ekrem:

“ Böyle kusur araştıranı -evinin içinde olsa da- Allah rezil eder,” buyurunca, kendisine:

“Allahu Teâlâ'nın mü’minlere karşı perdesi, onlar için örtüp gizlediği kusurları var mıdır?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Allah'ın örttüğü kusurlar, sayılamıyacak kadar çoktur. Mü'min, günah İşleye işleye bütün bu perdeler üzerinden atılır. Allahu Teâlâ meleklere: 

“Kulumun kusurlarını insanlardan gizleyin, zira onlar sadece ayıplarlar, yoksa bir şey düzeltmezler.” buyurur. Me­lekler de kanatları ile adamı örterler. Buna rağmen adam isyana devam ederse melekler:

“ Ya Rab, artık bu adam, İsyanı ile bizi de huzursuz etmiştir, derler. Allahu Teâlâ:

“Bırakın onu, gecenin karanlığında ve evinin en kuytu yerinde de suç işlese, ben yine onu açığa çıkarır ve perişan ederim,” buyurur.”

Deylemi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İnsanların medhini sevmek, İnsanı kör ve sağır eder,” buyur­muştur.

Hatîb'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet günü Allahu Tealâ herhangi bir kulunu çağırıp hu­zuruna aldığı vakit ona malından sorduğu gibi, mevki ve mansıbın­dan da sorar,” buyurmuştur.

İbn Neccâr'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kardeşine kötü zanda bulunan kimse, Rabbisine kötü zanda bulunmuş olur.” buyurmuştur. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Zannın çoğundan sakının.”[416], buyurmuştur.

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem, “Bir kimse hakkında herhangi bir şeyde şüphelendiğiniz vakit onu araştırmayın, Hased ettiğiniz zaman aşırı gitmeyin. Fala baktığınız vakit ona itibar etme­den işinize devam edin ve Allah'a tevekkül edin. Tarttığınız vakit fazla tartın eksik tartmayın.” buyurmuştur.

Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İnsanlardan vaz geçin, onlar üzerinde araştırma yapmaym. Görmez misin, insanlar üzerinde araştırma yaparsan, onları ya ifsad eder, ya da ifsad edecek duruma gelirsin.” buyurmuştur.

İbn Kaani ve İbn Mubârek'in rivayetlerinde de şöyle buyurulmuştur.

“Üzerinde âlimlerin de duramayıp kayacakları kaygan taş, tama'dır.”

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Üç şeyden sakinini ulaşılamayacak şeylere tama'dan, tabiate dönüşecek tama'dan ve tama'a dönüşecek tabiatten. Ayrıca tabiate tesir edecek tama'dan ve tama'a dönüşecek tabiatten Allah'a sığı­nın.”[417], buyurmuştur.

Ahmed, Taberâni ve Hâkim'in de aynı mealde rivayetleri vardır. Ayrıca Taberânî'nin bir rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuş­tur:

“Ta ma'dan sakının, zira o, fakirliktir. Özür dilenecek şeyden de sakı­nın.”[418]

Hâkim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İnsanların elinde olanlara göz dikme, tama1 etme, zira tama' peşin yoksulluktur. Namazını kıl, zira sen bir emanetçisin. Namaz hususunda behânelerde bulunmaktan sakın,” buyurmuştur.

Ebû Nuaym ve İbn Asâkir'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Bir ay vade ile satın alan Usâme'ye şaşmaz mısınız? Usâme uzun emel sahibidir. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a ye­min ederim ki. göz kapaklarımı açtığım vakit, onların kapanmayıp açık kalacaklarından ve bir tarafımı kaldırdığım vakit onu indirme­den öleceğimden korkarım. Ağzıma bir lokma aldığım vakit onu yut­madan ölebileceğim korkusu içindeyim. Ey Ademoğullan, eğer ak­lınız başınızda ise, kendinizi ölülerden sayın. Allah'a yemin ederim ki, size vaadedilen ölüm, mutlak gelecektir ve siz, ona mani olama­yacaksınız,” buyurmuştur.

İbn Adiy de rivayetinde, “Ümmetime en çok korktuğum, hevâ ve arzularına uymak ve bir de uzun emeldir.” buyurmuştur.

İbn Asâkir ve Buhâri'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İhtiyar gönlü, her zaman iki huyda genç bir halde bulunur: Dünya sevgisi, uzun emel.”[419], buyurmuştur.

Ebû'ş-Şeyh'ın rivayetinde Allahu Teâlâ buyuruyor ki:

Eğer mü'min kulum için günah, ucbtan hayırlı olmasa, mü’min kuluma gü­nah işleme fırsatını vermezdim.”

Deylemi'nin rivayetinde de, “Eğer mü’min kulum ameli ile ucb'a, kendini beğenme hastalığına yakalanmasaydı günahlardan korunur­du, fakat günah onun için ucbtan ehvendir.” buyurulmuştur.

Darekutnî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kişinin dilinde hük­medip kalbinde ucblanması hayır alâmeti değildir.”, buyurmuştur.

Ebû'ş-Şeyh'in rivayeti, “Ümmetinin kötüleri, dini ile ucblanan” ameli ile riyakârlık eden ve sıhhati ile husûmet edendir. Riya ise şirktir.” şeklindedir.

Ebü Nuaym'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Yaptığı bir iyiliğe karşı kendisini öven ve beğenen kimse, şükrünü kaybetmiş ve ame­lini mahvetmiş olur.” buyurmuştur.

Deylemi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ölümle istirahata çekilen ölü değil, asıl ölü, diri iken ölendir.” buyurmuştur.

Buhârî, Müslim, Ebû Davûd ve Nesei'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Verdiği sözünde durmayıp cayan kişi için kıyamet gününde bir bayrak dikilir de:

“Bu adam falan oğlu falana gadretmiştir” diye ilân olunur.”[420], buyurmuştur. Hâkim'in, Tayâlisî, Ahmed, Buhâri ve Müslim'in Enes'den; Ahmed ve Müslim'in İbn Mesûd'dan; Müs­lim'in İbn Ömer'den; İbn Mâce ile Müslim'in Ebû Saîd'den; Harâitî ve Müslim'in Ebû Saîd'den bu mealde bazı kelime farkları ile rivayet­leri vardır.

Ahmed ve Ebû Davud'un rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

İnsanlar kendi kendilerine gadredip aldatmadıkça helak olmazlar.” buyur­muştur.

Beyhakî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Hile ve aldatma cehennemdedirler.” buyurmuştur. Ebû Davud, buna bir de hıyaneti ekle­miştir.                                             

Tirmizî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Mümine zarar veren veya onu aldatan mel'ûndur.”[421],   buyur­muştur.

Ebû Davud'un rivayetinde de, “Komşusunun karısını veya kölesini aldatan, bizden değildir.” buyur­muştur.

Ebû Davûd ve Hâkim'in de bu mealde rivayetleri vardır.

Taberânî ve Ebû Nuaym'ın rivayetlerinde,

“Bizi aldatan bizden değildir. Hile yapan ve aldatan cehennemdedir.”[422] buyurmuştur.

Tirmizi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Hile yapan, verdiğini başa kakan ve cimri olan cennete giremez.”[423], buyurmuştur.  

İmam Rafifî, Ebû Nuaym. Şîrâzi, Ahmed ve Beyhaki'nin bu mealde rivayetleri vardır.

Es-Sencizi'nin rivayetinde, “Hevâ ve hevesinize uymayın, çünkü hevâ ve heves, insanı kör ve sağır eder.” buyurulmuştur.

Taberâni ve Ebû Nuaym'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Gök kubbe altında Allah'tan başka ibadet edilen ve Allah katında en bü­yük günah olan arzularına uyulan hevâ-i nefstir.” buyurmuştur.

Ebü'ş-Şeyh'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Altı şey ameli mah­veder. Bunlar: Kendi kusurlarını bırakıp insanların ayıbları ile uğ­raşmak, kalb katılığı, dünya sevgisi, haya azlığı, uzun emel ve hak­sızlıktır.”, buyurmuştur.

Ebû'ş-Şeyh ve İbn Asâkir'in mürsel olan rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet günü Allahu Teâlâ'nın en çok buğzettiği sekiz sınıf insandır. Bunlar: Yalancılar, böbürlenenler, gizli kin besleyenler, Allah ve Resulüne davet edildikleri vakit ağır alan, fakat şeytana çağırıldıkları zaman koşanlar, hakları olmadığı halde dünyalıktan bir şey kendilerine yöneldiği vakit onu kendilerine helâl etmeye ça­lışanlar, dostların arasını açmak için söz gezdirenler ve insanlarda kusur arayıp gezenlerdir. İşte Allahu Teâlâ bunları tardeder.” buyur­muştur.

İbn Asâkir'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Size insanların en kö­tüsünün kimler olduğunu bildireyim mi? Tek başına yalnız yemek yiyip de kimseye vermeyen, tek basma yola çıkan ve kölesini döven kimselerdir. Bunlardan daha fenasını size bildireyim mi? İnsanlara küsen ve insanlar da kendisine küsen. Bunlardan daha fenasını size bildireyim mi? Dünya ve âhiretini dünyası için satan kimsedir. Bun­dan daha kötüsü de din maskesi altında dünyayı yiyendir.”, buyur­muştur.

İbn Adiy, Ebû Nuaym, Beyhakî, Hatib, İbn Âsâkir ve İbn Neccâr’ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Ey Âdemoğlu, elinde yetecek kadarı varken, sen, seni azdıra­cak olanı istersin. Ey Âdemoğlu! Sana ne oluyor ki, ne aza kanaat eder, ne çok ile doyarsın? Ey Âdemoğlu! Sıhhatli olarak sabaha çık­tığın, malından emin olup günlük yiyeceğin bulunduğu vakit, artık bütün dünyalık senindir.”

Deylemî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ bir kuluna hayır dilediği vakit, ona olan taksimatına onu razı kılar ve onu, onun için mübarek kılar.” buyurmuştur.

Ahmed, Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Sizden biriniz mal ve hilkatte kendisinden üstün olanlara bakmak istediği vakit, hemen kendisinden aşağı (halli olanlara) baksın.”[424], buyurmuştur. Hennâd ve Beyhaki'nin de aynı mealde rivayet­leri vardır.

Tirmizî, Hakîm ve Beyhaki'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ bir kuluna hayır dilediği vakit, nefsini her şeyden Müstağni kılar ve kalbini günahlardan korur. Bir kuluna da kötülük murad ettiği vakit, daima yoksulluğunu gözünün önüne kor”.

İbn Lâl'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Kişiye ancak nefsinin ka­naat ettiği şey yeter Nefsinin kanaat ettiği şey ona yeter. Sonra gi­deceği yer, dört arşın boyunda bir mezardır. Bundan sonrası ahiretle ilgilidir.”, buyurmuştur.      

Ahmed ve İbn Asâkir'in rivayetlerinde Resül-i Ekrem:

“Benim katımda en sevimliniz ve bana en yakın olanınız, benden ayrıldığı gibi bana mülâki olanınızdır.” buyurmuştur.

Deylemî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Mü’minin hayırlısı, kanaat eden, kötüsü de tama'kâr olandır.” bu­yurmuştur.

Garip olduğunu söyleyerek İbn. Şahin ve İbn Asâkir'in rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem:

“İsrâiloğullarında bir oğlak annesini emer ve südü ile doyardı. Annesi kayboldu. Bunun üzerine oğlak bir koyunu emdi fakat doymadı. Allahu Teâlâ onlara şöyle vahyetti; “İşte bu oğlağın hikâyesi, sizden sonra gelecek milletin durumuna benzer. Bir cemaat yiyecek kadar şey bir kişiye verildiği halde doymaya­caktır.”

Temâm'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Cehenneme ilk sevkedilecek ümmetimin kötüleri, şol zelil ve hakir kimselerdir ki, yedikleri vakit doymaz, biriktirdikleri ile de ye­tinmezler.” buyurmuştur.

Ebû Nuaym'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'ın kendisine ayırdığı rızka razı olmayan, sıkıntılara sabr u tahammül edemeyen kimsenin hiç bir ameli Allah'a yükselmez. Allahu Teâlâ kendisinden gazablı olduğu halde O'na mülâki olur,” buyurmuştur.

Ebû Yâ'lâ, Hatîb ve İbn Asâkir'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Malı az, çoluk çocuğu çok olup namazını güzel kılan ve Müslümanları gıybet etmeyen kimse (şehâdet parmağı ile orta parmağını işa­ret ederek) kıyamet günü böylece bana yakın olur.”[425], buyur­muştur.

Timizi, İbn Sa'd ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Ey Âişe! Bana kavuşmak istersen, dünyalıktan, bir yolcunun azığı kadarı sana yetsin. Zenginlerle sakın düşüp kalkma. Elbisen iyice eskimeden yenisini alma.”[426], buyurmuştur.

İbn Asâkir'in rivayetinde Resûl-i Ekrem Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu bildirmiştir:

“Kulumun katımdaki en sevimli ibadeti nasihatte bulunmasıdır.”

Ahmed, Müslim, Ebû Davud, Nesei, Ebû Avâne, İbn Huzeyme, İbn Habban, Beğavi, Barudi, İbn Kaani, Ebû Nuaym ve Beyhakfnin Temîm-i Dâri'den ve yine hasen olduğunu söyleyen Tirmizi, Neseî ve Dârekutnî'nin Ebû Hureyre (r.a.) den, ayrıca Ahmed ve Taberânî'nin İbn Abbâs (r.a.) tan ve İbn Asâkir'in Sevbân (r.a.) dan rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Şüphesiz din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir.” buyur­du.

“Kim için?” diye sormaları üzerine, Resûl-i Ekrem:

Şüphesiz Al­lah için, Kitabı için, Resulü için, Müslümanların İmamları için ve bü­tün Müslümanlar için.” buyurdu.[427]

İbn Neccâr’ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Kıyamet günü beş şey ile gelenin yüzü cennetten ayrılmaz. Bunlar Allah için, dini için, Kitabı için, Resulü için ve Müslüman cemaati için va'z u nasihat eden­dir”, buyurmuştur.

Dârekutni ve Deylemî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Mü'min, din kardeşine nasihatte bulunduğu sürece dinî bakımdan kişi­lik ve huzur içindedir; nasihatten uzaklaştığı vakit haşarılığını kay­beder.”, buyurmuştur.

Müslim ve Neseî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“(Allah'ın kelimesini yükseltmek için değil de) kabile asabiyye­ti için kızıp ve bu taassuba yardım için savaşarak öldürülen kimse, cahiliyye devri cinayetiyle öldürülmüştür.” [428], buyurmuştur.

Ebû Davud'un rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“(Kabile) asabiyyetîne çağıran bizden değildir. (Kabile) asafaiyyeti uğrunda savaşan bizden değildir. (Kabile) asabiyyeti uğrunda ölen bizden değildir.” , buyurmuştur.

Beyhakî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Mevki bakımından in­sanların en kötüsü, başkasının dünyalığı için kendi âhiretini kay­beden kimsedir.”, buyurmuştur.

Diğer rivayette, “En büyük nedamet sahibi odur.” şeklindedir. Başka rivayette de, “Kıyamet günü en kötü mevkie sahip olacak odur.”, buyurulmuştur.

Tirmizi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allah'ın rızasını insanları darıltmakta arayan kimseye insanla­rın kötülüğüne karşı Allah yeter. Allah'ı darıltıp insanların rızasını arayan kimseyi de Allahu Teâlâ insanlara havale eder.”[429]

Beyhaki'nin mürsel olarak rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Üç haslet vardır ki, bunlardan hiç biri bir kimsede bulunmazsa, köpek, bu adamdan daha hayırlıdır. Bunlar: Haramdan kendini koruyacak vera', takva, kendini bilmeyenlerin cehaletine aldırış etmeyecek hilm, güzel huy ve insanlarla iyi geçim yapmasını sağlayacak güzel ahlâktır.” buyurmuştur.

Ebû'ş-Şeyh ve Taberâni'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Üç şey vardır ki, bunlar ümmetimden ayrılmaz. Onlar: Kötü sanı, hased ve şûm tutmaktır. Ümmetim bunlardan kurtulamaz. Ancak bir kimseye karşı kötü sanıda bulunduğun vakit, o işi araştırma. Bir kimseye hased ettiğin vakit de tevbe ve istiğfar eyle. Şûm tuttuğun vakit ise aldırış etmeden işine ve yoluna devam et.” buyurmuştur. Aynı mealde mürsel olarak başka bir rivayet daha vardır.

Beyhakî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Üç şey vardır ki, hiç kimseye (bunları yapmamasına) ruhsat yoktur. Bunlar: Kâfir olsalar da anneye ve babaya itaat, Müsluma­na olsun kâfire olsun, verdiği sözde durmak, Müslüm olsun kâfir ol­sun, emânete riâyet etmek.”

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem Âllahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

“(Allahu Teâlâ buyuruyor:) Üç kimse var ki, kıyamet günü Ben onların hasmıyım. Ben kimin hasmı olursam husûmette ona (galip) gelirim. Bunlardan birisi, Benim adıma söz verir de sonra verdiği sözde durmaz. Diğeri, hür bir kimseyi satar da aldığı parayı yer. Üçüncüsü de ücretle bir işçiyi kiralar, İşçi hakkıyla işini yaptığı hal­de ücretini vermez.”[430] Ahmed ve Buhâri'nin de aynı mealde ri­vayetleri vardır.[431]

 

Uyarılar

 

Uyanlardan biri, yukardaki açıklamalarımızdan, insanın en bü­yük düşmanının şeytan olduğu, en şerefli uzvunun da kalbi bulun­duğu; şeytanın da yalnız dış görünüşü ifsad etmekle yetinmeyip mutlak surette şerefli aza olan bu kalbi ifsad etmek istediğini anla­mış olduk. Bunun için her yükümlüye kalbini şeytanın şerrinden ko­rumak farz-ı ayn oldu. Fakat şeytandan kalbini korumak, ancak şeytanın gireceği kendisine nüfuz edeceği yolları bilmekle müm­kündür. Bir'vacibe, kendisine ulaşılabilen şeyi bilmek de vaciptir. O halde şeytanın, insanın kalbine gireceği yolları -ki bunlar insan­da bulunan vasıflardır- bilmek farzdır. Aslında bunlar pek çok ol­makla beraber en büyükleri hased ve hırstır. İnsan bir şeye fazla haris oldu mu, onun hırsı kendisini kör ve sağır eder, artık etrafı görmez ve duymaz olur. Nitekim yukarda geçen bir hadisde Resûl-i Ekrem:

“Bir şeye “evgin o şeye karşı seni kör ve sağır eder.” buyur­muştur. Şeytanın bu giriş yollarını anlayan, basiret nurudur. Hırs ve hased bunu kör ettiği vakit görmez olur. Basiretin bu körlüğünden yararlanan şeytan da istediği gibi faaliyet gösterir.

Rivayete göre Nuh aleyhisselâm şeytanı gemide buldu ve:

“Bu gemiye niçin girdin?” diye sordu. İblis:

“Bu dostlarının gönüllerini çalmak için, vücudlarının seninle gönüllerinin benimle olması için girdim,” dedi. Nuh aleyhisselâm:

“Ey Allah'ın düşmanı, gemiden çık, çünkü sen tardedilmişsin,” dedi. İblis:

“Beş şey vardır ki, ben bunlarla insanları helak ederim. Bun­ların ikisini söylemem, fakat diğerlerini söyleyeyim,” dedi.   Bunun üzerine Allahu Teâlâ:                           

“Ey Nûh, şeytana söyle, istediklerini değil, istemediklerini söy­lesin, diye vah yetti. Nûh aleyhisselâm:

“Söylemek istemediğin o iki şeyi anlat,” dedi. îblls:

“Bu iki şey, hiç bir zaman beni yalancı çıkarmayan, hedefimi şaşırmayan ve insanları kendileri ile mutlak surette helak edebildi­ğim hususlardır. Onlar da hırs ile hasettir. Hased sebebiyle ben la­nete uğradım ve koğulmuş bir şeytan oldum. Hırsa gelince, bunun sayesinde Adem aleyhisselâma yol buldum ve onu cennetten çıkart­tım. Her şey Âdem aleyhisselâma mubah iken bir ağaç yasaklanmış­tı. Âdem aleyhisselâm cennette kalmaya haris idi. İşte onun bu hır­sından yararlandım ve onu aldatarak yasak olan ağaçtan yedirttim ve cennetten çıkmasına sebep oldum, dedi. Şeytanın insana yol bul­duğu vasıfların büyüklerinden diğer ikisi de gazab ve şehvettir. Gazab ve hiddet sebebiyle insanın aklı zayıflar ve çocuğun top ile oy­naması gibi şeytan da onunla oynamağa başlar.”

Rivayete göre İblis Hz. Musa'ya:

“Şefaatçi ol da Allah beni bağışlasın, demiş. Hz. Mûsâ da şe­faatçi olmuş. Bunun üzerine Allahu Teâlâ Mûsâ aleyhisselâma:

“Âdem'in kabrine secde etsin, tevbesini kabul edeyim,” buyur­muş. Hz. Mûsâ durumu İblîs'e anlatınca, iblis hiddetli hiddetli:

“ Hayatında kendisine secde etmediğim bir kimsenin ölüsüne nasıl secde ederim? Böyle şey olmaz. Bununla beraber Ey Musâ, ba­na şefaatçi olduğun için, bende şefaat hakkın vardır. Bunun için üç yerde beni hatırla, sana zararım dokunmaz. Birincisi, kızdığın za­man beni hatırla, çünkü ben o zaman kanın damarda akması gibi insanoğlunda dilediğim gibi hareket ederim. İkincisi de savaş esnasın­da beni hatırla ki, zararımdan korunmuş olasın, çünkü o zaman ben kişiye çocuğunu, karısını, ailesini, malını hatırlatır ve onu savaştan alıkorum. Üçüncüsü de, yabancı kadın ile bir arada yalnız başına bu­lunduğun vakittir. Bu taktirde ne yapar yapar sizi birbirine heves­lendirir ve aldatırım,” dedi.

Peygamberlerden birisi İblis'e:

“Âdemoğluna ne ile galebe çalar ve onu aldatırsın?” diye sor­du, İblis:

“ Hiddet ânında ve hevâ-i nefsine uyduğu sırada onu kolaylık­la aldatırım,” dedi.

Yine İblis'e:

“Ademoğlunun hangi huyundan memnun kahrsın diye?” sorul­du, İblis:

“Yerilen hiddet; insanoğlu bir defa kızdı mı elimde, çocuğun elindeki oyuncak durumuna düşer,” dedi.

Şeytanın, insan kalbine girmesine yardımcı olan kötü sıfatları büyüklerinden birisi de kalbin, dünyanın ziynet ve ihtişamını sevmesidir. Bu esnada şeytan ürer ve Allah'tan kendisini uzaklaştıra­cak eğlence ve çalgı kapılarını ona açar. insanoğlu, ölüm gelinceye kadar bu gaflet içinde kalır. Kıymetli vakitlerini bu gibi faydasız şeylerde harcar. Allah korusun, bazan sonu da sû-i hatime -kötü sonuç- ile olur.

Şeytanın, insan kalbine girmesini kolaylaştıran yollardan kötü sıfatlardan birisi de oburluk, yiyip içmeye aşırı derecede düşkünlük­tür. Zira helâldan da olsa yemek, şehveti tahrik eder. Şehvet ise şey­tanın en kuvvetli silânlanndandır. Bunun içindir ki Yahya aleyhisselâm şeytanı, elinde çeşitli çengeller olduğu halde gördü ve:

“Bunlar nedir?” diye sordu. Şeytan:

“Bunlar şehvetlerdir;   Âdemoğlunu bunlarla aldatırım,” dedi. Yahya aleyhisselâm:

“Benimle de ilgileri var mı?” diye sordu. İblîs:

“Bazan fazla yemek yiyip doyduğun vakit sana da ibadeti ağırlaştırır ve böylece zikir ve namazdan alıkoruz,” dedi. Yahya aley­hisselâm:

“Başka bir zararı var mı?” diye sordu. Şeytan:

“Yoktur,” deyince, Yahya aleyhisselâm:

“Yemin olsun, ben de bundan sonra doyasıya yemek yemiyeceğim,” dedi. İblîs:        

“Ben de bundan sonra hiç kimseye nasihatte bulunmayacağım,” dedi.

Bu vasıfların büyüklerinden birisi de tama'dır. Tama', gönülde yerleşti mi artık şeytan, kişinin tama' ettiği şeyi çeşitli hiyle yolları ile adamın gözünde süsler, onu ona bir mâbûd haline getirtir. Artık her ne şekilde olursa olsun -hatta Allah'ı gazablandırmak suretiy­le de olsa- tama' ettiği şeyi elde etmek için her kötülüğü göze alır.

Şeytanın, insanın kalbine nüfuz etmesini kolaylaştıran vasıflar­dan birisi de teenniyi terkedip acele etmektir. Nitekim Allahu Teâlâ,

“Esasen insanoğlu acelecidir.”[432], buyurduğu gibi, hadîsde de,

Acele etmek şeytandan, ağır ve anestetikle iş yapmak ise (Rahman'dan) Allah'tandır.”, buyurulmuştur. Acelenin şeytandan olması şöy­ledir: Acele anında şeytan, o kötülüğü insana güzel göstermek su­retiyle aldatır. Fakat insan yapacağı işte düşünerek hareket ederse, iyiyi kötüden ayırdeder ve şeytan bunda etkili olamaz. Bu takdirde basiret galebe çalar, işte bu basiret hâsıl oluncaya kadar acele edil­memelidir. Ancak anında yapılması gereken bir şeyde, bir vecîbede hüküm böyle değildir. Bunda mühlet yoktur, hemen o vecîbeyi yeri­ne getirmek lâzımdır. Yani teenni, din işlerinde değil, dünya işlerindedir.

Şeytanın, insan kalbine nüfuz etmesini sağlayacak yollardan bi­risi de mal ve servettir. İhtiyaçtan fazla olan mal ve servet, şeytanın konaklayacağı yerdir. Serveti olmayanın kalbi boş ve gönlü rahat­tır. Fakat insan durup dururken yüz altın bulsa, kalbine her biri yüz altına muhtaç on tane şehvet meydana gelir, “şöyle yapacağım, böy­le yapacağım” diye sayıklar durur ve on şey sayar ki, bunların yal­nız bir tanesi yüz altına olmaz. Böylece bir anda dokuzyüz altına da­ha ihtiyaç belirir.

Halbuki bu yüz altın eline geçmeden rahat ve huzur içinde ya­şıyordu. Yüz altını bulunca, Müstağni oldu, artık ihtiyacı kalmadı sanılırken birden dokuzyüz altına ihtiyaç hâsıl oldu. Çünkü ev ala­cak, eşya alacak, yiyecek ve giyecek alacak, köle ve cariye alacak. Bu suretle ihtiyaç artıp gider de, sonu olmayan bir bataklığa dalar ve nihayet cehennemin derinliğinde soluğunu alır. İblis'in yardımcı şeytanları, Ashâb-ı Kirâm'ı hiç bir suretle saplamadıklarından İblis'e şikâyet ettiklerinde, İblis:

“Sabredin, Allah onlara dünyalık ver­diği vakit, istediğinizi onlardan alırsınız.” dedi.

Bu büyük ve kötü vasıflardan birisi de yoksulluk korkusu sebebiyle cimriliktir. Bu hastalık, iyilik yollarında mal infak etmeğe en­gel olur. Halbuki Kur'an'ın haber verdiği, Allahu Teâlâ'nın acı verici azabı, istifciler içindir.

Sufyân-ı Sevrî diyor ki: “Yoksulluktan korkmak şeytanın silâ­hıdır. Bu silâhı insanoğlu kabul ettiği vakit, batıla dalar, boş sözler konuşur ve Allah'a karşı kötü sanıda bulunur. Cimriliğin âfetlerin­den birisi de mal ve servet edinmek için çarşı ve pazarlarda dolaş­maktır. İşte bu sokak, şeytanın aldattığı yerlerdir.” Nitekim hadîsde şöyle buyurulmuştur: “İblis yere indiği vakit:

“Ya Rab, bana da bir ev ver,” dedi. Allahu Teâlâ:

“Senin evin hamamlardır,” buyurdu. İblis:

“Bana da oturacak bir yer ver,” dedi. Allahu Teâlâ:

“Senin oturacağın yerler sokaklar, çarşı ve pazarlardır,” buyur­du. İblis:

“Bana da bir müezzin, dellâl ver,” dedi. Allahu Teâlâ:

“Senin müezzinlerin çalgıcılar ve çalgılardır,” buyurdu. İblis:

“Ya Rab, bana da yemek ver,” dedi. Allahu Teâlâ:

“Senin yemeğin, besmelesiz yenen yemeklerdir,” buyurdu. İblis:

“Ya Rab, bana da okunacak bir kitap ver,” dedi. Allahu Teâlâ:

“Senin Kitabın, şiir ve ırlamalardır,” buyurdu. İblis:

“Ya Rab, benim de bir sözüm olsun,” dedi. Allahu Teâlâ:

“Senin sözün, yalan sözlerdir,” buyurdu. İblis:

“Bana da avcılar ver,” dedi. Allahu Teâlâ:

“Senin avcıların kadınlardır,” buyurdu.

Bu kötü vasıflardan birisi de hevâ ve mezhep taassubu, hasım­lara kin tutmak ve onlara hakaret nazariyle bakmaktır. İşte bunlar, cahilleri şöyle dursun, âbid ve âlimleri bile helak eder. Zira insan­larla meşgul olup onlara dil uzatmak, kusurlarını araştırmak, insan tabiatinin hoşuna giden bir harekettir. Hele bir de şeytan bunun hak ve gerçek olduğu hayalini kendisine verirse, artık o bu işe dalar, bu­nunla neş'elenir, şeytan yolunda olduğu halde kendisini din yolun­da sanır. Halbuki bilmez ki âlemin kusurlarını araştırıp ve sayıp dökmektense, kendi kusurlarını araştırıp kendini düzeltmesi, hak­kında çok daha hayırlı idi. Mezhebini tuttuğu, yolundan gittiği ada­mı savunacağım diye insanlara dil uzatan adam bilmez ki, o zat sağ olsa kendisi için taassuba düşmez ve kendine dil uzatanları bağışlar­dı. İşte kendisinin de böyle yapması daha uygundur. Kim ki bir imam için taassub gösterir de onun ahlâkını yaşamazsa, onun asıl hasmı imamdır. Onu kınayacak olan, o imamdır. Kendisinden bir parça olan Hz. Fâtima'ya Resûl-i Ekrem:

Çalış, zira Allah katında senden hiç bir şeyi kaldıramam.”[433], buyurmuştur. Onun için sana düşen vazife, içini ve dışını düzeltip başkası ile meşgul olmamandır. Meselâ, şer'i şartlarını elde ettikten sonra mârufu emredip münkerden nehyetmek gibi.

Bu büyük hastalıklardan birisi de, ilimden nasibi olmayan ava­mın, akıllarının ermediği şeylerde, Allahu Teâlâ'nın zât ve sıfatlan üzerinde düşünmemeleridir. Zira bu düşünce onları sapıtır. Zira on­lar bu düşünce sebebiyle dinin esasında şüpheye düşerler. Belki Al­lah hakkında Allahu Teâlâ'nın münezzeh olduğu bazı hayallere ve sapık görüşlere kapılırlar. Bu sebeble kâfir veya bid'at sahibi olduğu halde bunu anlamaz da bir şey yapıyorum zanniyle sevinir. Bu, ak­lının azlığından ve ahmaklığının çokluğundan başka bir şey değil­dir. İnsanların en ahmak olanı, kendini en akıllı sanan, en akıllısı da kendisini en çok töhmet altında bulundurup ihtiyaçlarını âlimlerden ve imamlardan sorandır.

Bu büyük hastalıklardan birisi de Müslümanlara sû-i zandır. Al­lahu Teâlâ:

“Ey mü’minler, zannm çoğundan sakının.”[434], buyurmuştur. Her kim bir kötü sanı ile bir kimsenin kötülüğüne hükmederse, şeytan onu, o adama karşı, hakarete ve onun hakkına önem vermemeye, ona gerekli hürmet ve ihramda bulunmamaya, onun namus ve şe­refi uğrunda ona dil uzatmaya sevkeder. İşte bütün bunlar tehlikeli şeylerdir. Nitekim Resûl-i Ekrem iki genci bu gibi sûizandan koru­mak için Safiyye (radıyallahu anha) ile mescidin kapısında durup konuşurken oradan gelip geçmekte olan bu iki gence,

Durun bu (eşim) müzminlerin annelerinden olan Safiyye'dir, hatırınıza başka bir şey gelmesin,” buyurdu. Onlar:

“Süphanellah, bizim hatırımıza bir şey geçmez, demeleri üze­rine, peygamberimiz:

“Şeytan, damarlarda akan kan gibi insanlara hulul eder. Gön­lünüze bir şüphe bırakmasından korktum da onun için sizi uyardım,” buyurdu.[435] Resûl-i Ekrem böyle yapmakla onlara en büyük mer­hameti göstermiştir. Çünkü peygambere suizan, küfürdür. Aynı za­manda alim ve müteverri' de olsa töhmet yerlerinden sakınmasının gerekli olduğunu bildirmiştir. Yani kim olursa olsun, “İnsanlar be­nim hakkımda hayırdan başka bir şey düşünmezler” demesin. Zira böyle demesi, kendini beğenmesi demek olur ki, bu, en büyük bir zelledir. Çünkü ne kadar haramdan korunur ve takva sahibi olursa ol­sun, ona da buğzedip kusur arayan vardır. Öyle ise düşmanlarının şerrinden sakınması lâzımdır. Onların çoğu insanların hepsine kötü samda bulunurlar, İnsanlara kötü sanıda bulunan herkes ise onların kusurlarını araştırırlar. Çünkü onların içi temiz değildir. Mü’min, içi temiz olduğu için mazeretler arar, münafıkın içi pis olduğu için kusurlar arar. İşte bu anlattıklarımız, şeytanın kalbe giden yolların­dan bazılarıdır.

Hulâsa i İnsanoğlunda ne kadar kötü vasıflar varsa bunların hepsi şeytanın silâhlarıdır. Bunlar sayesinde şeytan insanı azıtır ve sapıtır. Bunun için Allah'a sığın. Belki bu sayede Allahu Teâlâ şey­tanın mekrinden ve hiylesinden seni korur. Zikri, gece kıssası, âhiret düşüncesini de arkadaş ve yardımcı kıl; buna devam et. İnşaallah bu sayede Allahu Teâlâ diğer tehlikelerden seni korur.

Bu uyarılardan birisi, söylediklerimizi düşünüp, dediklerimizi iyice anladığın vakit, yukarda sıraladığımız büyük günahların ço­ğunun zararını anlamış olursun. Bunları kebâirler arasına alan yal­nız bu imam değil, o da bunları diğer imamların, gerçek âlimlerin sözlerinden almıştır. Kalbinde veya dışında bu büyük günahlardan bir şeyin bulunmasından son derece sakın, zira bu hastalıklar hem içini ve hem de dışını ifsad ederler.

Bu uyanlardan birisi de bütün bu büyük günahları irtikâb et­mek kötü huya, onları terketmek ise iyi ahlâka işarettir. Güzel ah­lâk ise, bütün olgun hikmetiyle akıl kuvvetinin, gazab ve şehvet kuv­vetlerinin itidalde olmasına ve bunların hepsinin şeriate uygun ola­rak akla itaat etmelerine bağlıdır. Bu itidal ya Allahu Teala'nin lutûf ve keremi ve fıtrî tekâmül ile olur yahut da mücahede ve riya­zet yolunda yürüyerek bu itidalin sebeplerini elde etmekle olur. Me­selâ, nefsi, güzel ahlâka sevkedecek her çeşit amelleri yapar, kötü­lüğe sevkedecek sebeplerden uzaklaşır. Çünkü onu ıslâh ve alışkın olduğu kötü âdetlerden uzaklaştırmak, ancak bu şekilde mümkün olur. Onu alıştığı ve istediği her şeyden uzak tutar ve iyiliklerle kar­şılaştırır. Onlarla ünsiyet ettirmeğe çalışır. Böylece mücahede ve mücadele ederek zafere ulaşır ve iyilikleri âdet haline getirir. Önce gözünü, kulağını alışkın olduğu her şeyden uzak tutar. Sonra zikir ve duaya devam ile ünsiyet peyda eder ve diğer kötülüklere galebe çalar, tik önce bu, kendisine biraz ağır gelir ise de sonunda zevkine erer. Yalnız kötülükleri atmak için mücahede eden kimse nefsini dü­zelttiğini sanır. Halbuki mü’mini, ahlâk ve kemal sıfatlan bulunma­dıkça, tehzîb nasıl olur. Bunu anlatmak üzere Allahu Teâlâ,

“Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyen, âyet­leri okunduğu zaman imanları artan ve Rablerine güvenen, namaz kılan, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfedenlerdir. İşte gerçek inanmış olanlar bunlardır.”[436]

“Mü’minler felaha ermişlerdir. Onlar namazda huşu içindedir­ler. Onlar boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler. Onlar, eşleri ve cariyeleri dışında, - mahrem yerlerini herkesten ko­rurlar. Doğrusu bunlar yerilemezler. Bu sınırları aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir. Onlar emânetlerini ve sözlerini yerine getirirler. Namazlarına riâyet ederler. İşte onlar, temelli kalacakları Fİrdevs cennetine varis olan mirasçılardır.” [437]

“Ey Muhammed, Allah'a tevbe eden, kullukta bulunan. Onu öven, O'nun uğrunda gezen, rükû ve secde eden, uygun olanı emre­dip fenalığı nehyeden ve Allah'ın yasalarını koruyan müminlere de müjdele.” [438]

“Rahman, olan Allah'ın kulları yeryüzünde mütevazı yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman onlara güzel sözler söyler­ler. Onlar, gecelerini Rableri için kıyama durarak ve secdeye vara­rak geçirirler. Onlar, “Rabbimiz, bizden cehennem azabını uzaklaş­tır; doğrusu onun azabı sürekli ve acıdır, orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır” derler. Onlar, sarfettikleri zaman ne israf eder­ler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar. Onlar, Allah'ın yanında başka tanrı tutup ona yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan günaha girmiş olur. Kıyamet günü azabı kat kat olur, orada alçaltılarak te­melli kalır. Ancak, tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlerin, İşte Al­lah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merha­met eder. Kim tevbe edip yararlı iş işlerse, şüphesiz o, Allah'a gereği gibi yönelmiş olur. Onlar, yalan yere şen âdet etmezler, faydasız bir şeye rasladıklan zaman yüz çevirip vakarla geçerler. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar. Onlar,

“Rabbimiz, eşlerimiz ve çocuklarımız hususun­da gözümüzü aydın kıl, bizi, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara önder yap” derler. İşte onlar, sabrettiklerinden ötürü cennetin en yüksek dereceleri ile mükafatlandırılırlar. Orada esenlik ve dirlik dilekleriyle karşılanırlar. Orada temellidirler. Orası ne güzel bir yer ve ne güzel duraktır. Ey Muhammet!, de ki: İbâdetiniz olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” Ey inkarcılar, yalandığınız için, azâb yakanızı bırakmıyacaktır.” [439], buyurmuştur.

Kim kendi durumundan şüphe ederse kendisini bu âyete arzetsin ve bu âyetlerde olanlarla karşılaştırsın. Bütün bu vasıfların bir adamda bulunması, onun güzel ahlâka sahip olduğunun belirtisidir. Bu vasıfların hepsini kaybeden de kötü huy sahibidir. Bu vasıflar­dan bazılarının bulunup da bazılarının bulunmaması durumunun karışık olduğuna işarettir. Resûl-i Ekrem bütün güzel huyları bir araya toplayan vasfa işaret etmek üzere, “Mü’min, kendisi için sev­diğini din kardeşi için de sevendir.” buyurmuştur. Ayrıca mü’min'e, komşusuna ikram ile emreder. Mü’min, ya hayır söyler ya da susar. Ayrıca, “Sükût ve vakarlı bir mü’min gördüğünüz vakit ona yakla­şın, çünkü o, hikmet saçar. Bir Müslümana, din kardeşine eziyet ve­recek şekilde bakması helâl olmaz. Bir Müslüntanın diğer bir Müslümanı korkutması helâl olmaz. Bir mecliste oturanlar, birbirlerine em­niyet ederek otururları birinin kusurunu diğerinin ifşa etmesi helâl olmaz.” buyurmakla bütün iyi vasıfları anlatmıştır.

Bazıları güzel huyların alâmetlerini toplayarak dediler ki:

Ha­ya sahibidir. Eziyet etmez. Doğru konuşur. Çok amel eder. Fuzuli iş­leri ve sürçmeleri az olur. Vakarlı, sabretmesini bilir. Razı olur. Şük­reder. Hilm sahibi olur. Arkadaş olur. Yumuşak, tatlı ve şefkatli olur. Gıybet etmez. Yüzde ve arkada kötü konuşmaz. Sövmez. Söz gezdirmez, çekiştirmez. Aceleci olmaz. Kin tutmaz. Cimri olmaz. Hased etmez. Güler yüzlü ve tatlı sözlü olur. Allah için sever ve Allah için buğzeder. Allah için razı olur. Allah için kızar, tşte bütün bunlar güzel ahlâktır. Allahu Teâlâ hepimizi güzel ahlâka sahip kılsın. Fazl u keremini bizden eksik etmesin. Bizi de dostlarının yollarına girenlerden eylesin. Âmîn.[440]

 

39. Kebire: Günaha Dalmış İken Allah'ın Rahmetine Güvenerek Mekrinden Emin Olmak

 

Allahu Teâlâ: “Allah'ın mekrinden ancak mahvolacak millet emin olur.”[441]

“İşte Rabbınızı böyle sanmanız sizi mahvetti de hüsrana uğrayanlar­dan oldunuz.”[442], buyurmuştur;

Hadisde Resûl-i Ekrem:

“Kul, isyana devam ettiği halde sevdiği her şeyi Allahu Teala'nın kendisine verdiğini gördüğünüz vakit, bu, (bir lutûf değil belki) istidraçtır -sonradan azabının çoğalması içindir-” buyurdu ve:

“Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler.”[443] ayetini okudu. Yani kurtu­luş ve bütün iyiliklerden mahrum oldukları halde onları yakalarız. Nimetlerin ardısıra kendilerine verilmesine aldanarak isyana dal­malarına rezil ve perişan olur, hasret ve nedamet çekerler ama iş işten geçmiş olur. Bunun içindir ki Hasan-ı Basri,

“Kime Allahu Teâlâ bol nimet vermiş ve Allahu Teâlâ'nın kendisine mekrettiğini anlamamışsa akılsızdır.” demiştir. Kendilerine verilen nimete şükretmeyenler hakkında da, “Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki, Allah, on­lara mekretmiştir. Onlara istedikleri veriliyor, fakat bir anda yaka­lanacaklardır.” demiştir.

Eser'de vârid olduğuna göre, Allahu Teâlâ İblis'i tardettiği vakit Mikâil ile Cebrail aleyhisselâm ağladılar. Allahu Teâlâ:

“Niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu. Onlar:

“Ya Rab, mekrinden emin olamayız,” dediler. Bunun üzerine Al­lahu Teâlâ:

“İşte böyle olmanız gerekir,” buyurdu.

Bunun içindir ki Resûl-i Ekrem çoğu zaman duasında,

“Ey gönülleri istediği tarafa çeviren Allah'ım Kalbimi dinin üzre sa­bit kıl.” [444]derdi. Bir rivayette Resûl-i Ekrem'e:

“Sen de mi korkuyorsun?”diyenlere cevaben:

“Şüphesiz kalb, Allahu Teâlâ'nın İki kudret parmağı arasındadır, onu dilediği tarafa çevirir.”[445], buyurdu. Yâni hayır ve şer irâdeleri arasındadır; rüzgârın sağa sola dönüşünden daha sür'atli hareket eder. Kur'an-ı Kerîm'de,

“Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer.”[446] buyurulmuştur. Yani Allah, kişi ile aklı araşma girer de insan ne yaptığından haber­dar olmaz. Bunu,

“Doğrusu bunda kalbi olana den vardır.”[447], âyet-i celilesi teyid eder. Taberâni diyor ki: “Yâni Allahu Teâlâ insanların kalblerine, onlardan daha çok mâliktir. Dilediği zaman kendileri ile gönülleri arasına girer de, Allah'ın dilediğinden başka bir şey anlamazlar.”

Resûl-i Ekrem:

 “Ey gönülleri istediği tarafa çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzre sabit kıl.” diye dua ettiği vakit, Hz. Âişe:

“Sen bu duaya çok devam ediyorsun, yoksa korkuyor musun?” deyince, Resül-i Ekrem:

Nasıl korkmayayım, gönüller, O'nun kudret parmakları ara­sındadır, dilediği vakit onları dilediği tarafa çevirir,” buyurdu.

Allahu Teâlâ ilimde rusuh bulanları -derinleşmiş olanlar-

“Rabbimiz, bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; Şüphesiz Sen, sonsuz bağışta bulunan­sın.”[448], demeleri ile övmüştür.

Bilmiş ol ki, bu âyet-i celilede Mûtezile'nin görüşlerini reddeden açık delil ve kesin hüccet vardır. Gerçek, Ehl-i Sünnet'in görüşünde­dir ki, sapıklık ve hidâyet, Allahu Teala'nın yaratması ve dilemesiyledir. Yani kalb küfür, iman, hayır ve şerre meyle yeterlidir. Bunun­la beraber durup dururken bunlardan herhangi birisine meyletmesi mümkün değildir. Mutlaka bir sebep ve yeni bir olay bu tarafa da­vet edecektir. İşte o sebebi yaratan, Allahu Teâlâ'dır. Şayet bu yeni­lik küfre davet ediyor ve kalbi o tarafa meylettiriyorsa, işte rüsvaylık, dönmek ve sürçmek, iraz ve yüz çevirmek, hatm -mühürlen­mek-, tab’-damgalanmak-, reyn -kalb kararması-, kasvet- kalb katılığı-, vakr –sağırlık-, kenân -gönül perdesi-, ve Rur'an-ı Kerim'de adı geçen diğer kötü isimler, bu demektir. Şayet bu sebep, imana davet ediyorsa, buna da tevfîk, irşâd, hidâyet, doğ­ruyu göstermek, sarılıp sebat ettirmek, menedip korumak ve Kur'an-ı Kerim'de vârid olan diğer isimlere denir.

İşte hadîsde, “Kişinin kalbi Allahu Teâlâ'nın iki parmağı arasın­dadır.” buyurulan iki parmaktan murad da biri hayra, diğeri şerre davet eden bu iki unsurdur.

Böyle emniyet içinde olmaktan seni sakındıran şeylerden birisi de Sahih olarak Resûl-i Ekrem'den gelen şu rivayettir:

“Sizden biriniz cennetlilerln amelini işler de hatta kendisiyle cennet arasında yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (meleğin ana karnında yazdığı) yazı gelir; o kişiyi önler. Bu defa o, cehennem­liklerin işini işlemeğe başlar da cehenneme girer.”[449] Bunun için hiç kimse amelinin çokluğuna aldanıp emniyet içinde olmamalıdır. Yine Buhâri'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kul cennetlilerden olduğu halde cehennemlilerin amelini işler; Cehennemlilerden olduğu halde de cennetlilerin amelini işler du­rur. Ameller ancak sonuca göre değerlendirilir.”[450], buyurmuştur.

Hiç kimse isyanından dolayı Allah'ın rahmetinden ümit kesemeyeceği gibi, ameline de mağrur olup aldanmamahdır. Ashâb-ı Kiram bunu duyup da:

“Ya bizim amellerimiz neye yarar?” demeleri üzerine Resûl-i Ekrem:

“Çalışın herkes ne için yaratılmış ise ona muvaffak olacaktır.”[451], buyurdu ve sonra,

“Kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en ko­lay yola hazırlarız. Ama cimrilik eden, kendini Allah'tan Müstağni sayan en güzel sözü yalanlayan kimsenin güçlüğe uğramasını da ko­laylaştırırız.”[452], ayetlerini okudu.

Yine ameline mağrur olup aldanmaman için, Allahu Teâlâ'nın İsrailoğulları âlimlerinden Ya'vâr hakkında haber verdiği kıssa üze­rinde düşünmen lâzımdır. Bu kişi, Allahu Teâlâ'nın mekrinden emin olarak dünyayı âhiret üzerine tercih etti. Nefsine itaat ederek iman­sız gitti.        

Denildi ki, Mûsâ aleyhisselâmın aleyhinde bulunmak için kendi­sine servet verildi. O da kabul etti. Bunun üzerine dili göğsüne yapıştı. Köpek gibi unnağa başladı. Allahu Teâlâ ilim, marifet ve ima­nı kendisinden aldı ve sonunda imansız gitti.

Bağdat'ta fazilet ve zekâsiyle şöhret yapmış İbnu's-Saka adında bir zat vardı. Bu zat velilerden birisiyle karşılaştı. Onu red ve inkâr etti. Veli de kendisine beddua etü. Bu zat İstanbul'a geldi, burada bir kıza Aşık oldu. Kız, hıristiyan bir papazın kızı idi, kendisine:

“Dinimi kabul et, kızımı sana vereyim,” dedi. Adam da kabul etti ve kızı aldı. Bu arada rahatsızlanınca kendisini dışarı attılar ve sokakta kaldı. Tanıyanlardan biri kendisini görünce:

“Bu hal nedir?” diye sordu. Adam durumu anlattı ve:

“Artık Kur'an'dan bir şey hatırlamıyorum,” dedi. Bu zat tekrar yanına uğrayınce hastalığının ağırlaştığını ve doğuya yöneldiğini gördü. Adam, eliyle her ne kadar yüzünü kıbleye çevirmek istedi ise de fakat o yine doğuya döndü ve bu hal üzere öldü.

Mısır'da her haliyle iyi tanınan ve bilinen bir müezzin vardı. Bir defasında minareden ezan okurken bir hıristiyan kadın gördü ve ona âşık oldu. Kendisine başvurdu ise de kadın yakınlık göstermedi ve:

“Ben zina etmem,” dedi. Müezzin:

“O halde evlenelim,” dedi. Kadın:

“Babam hıristiyandır, evlenmemize razı olmaz,” dedi. Müezzin:

“Olmazsa ben hıristiyan olayım,” dedi. Kız:

“İşte şimdi oldu,” dedi ve adam tanassur etti, yani hıristiyan ol­du. Onlar da kızı kendisine vermeği va'd ettiler. Tam bu sırada bir iş için damın üzerine çıktı. Orada çalışırken ayağı kaydı, yere düştü ve öldü. Dininden olduğu gibi kıza da yaklaşamadı. Mekrinden Allah'a sığınırız, Kendisinden yine kendisine iltica ederiz. Azabından affına, gazabından rızasına sığınırız.

Bunun için âlimler diyorlar ki, hidayet ve istikamet Allah'tan ol­duğuna, sonuç meçhul olup bilinmediğine göre, iman ve amelin seni aldatmasın. Bunların hepsi Allahu Teâlâ'nın fazl u keremidir. Diler­se bir anda bunları senden alır ve pişmanlığın fayda vermiyeceği bir anda hasret ve nedamet içinde kalırsın.

Bir Başka Uyarı: Allah'ın mekrinden emin olmak, hakkında şid­detli vaidler olduğu için büyük günahlardan ve hatta en büyüklerin­den sayılmıştır. İbn Ebi Hatim tefsirinde ve Bezzâr’ın İbn Abbâs (r.a.)dan rivayetinde Resûl-i Ekrem'e kebftirden sorulduğu vakit, Resûl-i Ekrem:

“Allah'a şirk koşmak, rahmetinden ümit kesmek ve mekrinden emin olmaktır. İşte bu, en büyük günahlardandır”[453], buyurmuş­tur. Denildi ki, bu hadis, mevkuftur ve Allah'ın mekrinden emin ol­manın en büyük günahlardan olduğunu İbn Mesûd (r.a.) tasrih et­miştir. Abdurrezzak ve Taberâni bunu böylece rivayet etmişler­dir.[454]

Şunu da iyi bil ki, mekir, hile ve aldatmadır. Mekrin bu hakikat anlamı ile Allah'a isnadı caiz değildir, muhaldir. Çünkü Allahu Teâlâ hile ile kimseyi aldatmaz. Âyet-i celîle'deki,

“Onlar hile yaptılar, Allah da onlara hile yaptı, Allah hile yapanla­rın en iyisidir.”[455] demek, “Allah onları cezalandırdı, Allah, hile yapanların cezasını en iyi verendir” demektir. Nitekim diğer âyette,

“Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür.”[456], buyurulduğu gibi, Sen benim içimde olanı bilirsin, ben Senin bildiğini bilmem.”[457], buyurulmuştur. Burada Allah'a “Nefis” izafe edilmiştir. Halbuki Allahu Teâlâ nefis 'den münezzehtir.

Buradaki mukabele şu demektir: Allah'a mekir isnad edilmez, ancak orada mekir kelimesi geçtiği için bunun karşılığı olarak Al­lah'a isnad edilmiştir. Aslında onlar mekreder, Allah da mekirlerinin cezasını verir, demektir. Eğer, Allah'a mekir isnadı, mekir keli­mesi zikredildiği içindir, demek istiyorlarsa bu doğru değildir. Çün­kü mekir kelimesi zikredilmeden de yani karşılıksız olarak Allah'a isnad edilmiştir. Nitekim âyet-i celile'de:

“Onlar Allah'ın mekrinden emin mi idiler. Allah'ın mekrinden ancak mahvolacak millet güvende olur.”[458], buyumlmuştur. Hal­buki bazan mekir ile Allahu Teâlâ da vasıflanır. Çünkü mekir sözlükte örtmek demektir. Nitekim Araplar:

“Gece örttü.”, yani karanlığı ile aydınlığı örttü, derler. Bununla be­raber Hile anlamına da gelir. Nitekim bazı dilciler, mekir demek, fesat ve karıştırıcılıkta gezmek demektir, demişlerdir. Diğer bir kıs­mına göre de mekir demek, hile ile adamı işinden etmektir demek­tir, demişlerdir. İnsanı hile ile işinden alıkoymak makbul olabilir, adamı kötülükten almak gibi. Nitekim ayet-i celîle'de, “Allah, hile yapanların cezasını en iyi verendir.” (416), buyurulmuştur. Mezmum da olabilir; iyi işlerden ayırıp kötü işlerde kullanmak gibi. Nitekim âyet-i celîle'de:

“Halbuki pis pis kurulan düzene ancak sahibi düşer.”[459], buyurulmuştur. Buradaki mekirden maksad, Allah'ın azabından emin olmak değildir. Âyette A llah'a izafe edilen mekirler ise mekrin cezasını ver­mek demektir.[460]

 

40. Kebire: Yeis-Emel Ve Reca'nın Yokluğu

 

AllahuTeala:

“Doğrusu kâfirlerden başkası Allah'ın yardımından ümidini kes­mez.” [461]

“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başka­sını dilediğine bağışlar.” [462]

“Ey Muhammed de ki: “Ey nefislerine zulmeden kullarım, Al­lah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Doğrusu Allah, günahların hepsini bağışlar, çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.” [463]

“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.”[464], buyurmuştur.

Hadislere Gelince:

“Muhakkak Allahu Teâlâ’ınn yüz rahmeti vardır. Bu yüz rah­metin herbiri yer ile gökler arasını dolduracak kadar geniştir. Bun­dan, insanlara, cinlere ve hayvanlara bir rahmet indirmiştir. Bu rah­met sayesinde onlar birbirine acır ve birbirine merhamet ederler. Kuşlar ve vahşî hayvanlar bu rahmetin tesiriyle yavrularına acırlar ve şefkat gösterirler. Diğer doksandokuz rahmeti ahirette bırakmış­tır. Bunlarla kıyamette (mü’min) kullarına rahmet edecektir.” [465]

Tirmizî'nin Enes (r.a.) den hasen rivayetinde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ buyuruyor ki: “Ey Âdemoğlu, bana dua edip ri­cada bulunduğun sürece sende bulunan günahları yadigarım. Ey Âdemoğlu, günahların yerle gökleri dolduracak dereceye ulaşsa da benden mağfiret dilesen, günahlarını mağfiret ederim. Ey Âdemoğlu, yeryüzünü dolduracak günahlarla huzuruma gelsen, şirk koşmadı­ğın halde bana kavuşursan, yeryüzünü dolduracak kadar bir mağ­firetle mukabele eder, seni affederim”.[466]

Enes (r.a.) den hasen sened ile gelen bir rivayette Resûl-i Ekrem ölüm döşeğinde yatan bir genci ziyarete gitmiş ve:

“Nasılsın?” diye sormuş. Genç:

“Günahımdan korkuyor ve fakat Rabbimin rahmetinden ümi­dimi kesmiyorum,” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Bu korku ile ümit kimde toplanırsa Allahu Teâlâ onu kork­tuğundan emin ve umduğuna nail kılar,” buyurdu.

Âhmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:   

“İsterseniz, Allahu Teâlâ'nın kıyamet günü kullarına ilk ola­rak ne buyuracağını ve onların da ne söyleyeceklerini size haber ve­reyim?” buyurdu. Ashâb:

“İsteriz, haber ver, ya Resûlallah,” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Allahu Tealâ kıyamet günü mü’minlere:

“Bana mülâki olma­ğı sever mi idiniz? buyurur. Onlar:  

“Evet, ey Rabbimiz, severdik,” derler. Allahu Tealâ:

“Niçin severdiniz?” diye sorar. Mü’minler:

“Af ve mağfiretini ummak için severdik,” diye cevap verirler. Bunun üzerine Allahu Teâlâ:

“O halde mağfiretim size vacip oldu,” buyurur.” [467]

Buhâri ile Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem Allahu Teâlâ'­nın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

Ben, kulumun beni zannı üzereyim; beni nasıl sanırsa öyle bulur. O, beni andığı sürece de onunla beraberim.”[468]

Ayrıca Ebu Davûd ve Sahihinde İbn Hibbân'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Hüsn-i zann, güzel ibadetlerdendir.”[469], buyurmuştur.

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Câbir (r.a.) diyor ki: Ölü­münden üç gün önce idi ki Resûl-i Ekrem:

“Sizden biriniz ancak Allah'a hüsn-i zannı olduğu halde ölsün.”[470], buyurmuştur.

Ahmed, İbn Hibbân ve Beyhakî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

“Ben, kulumun beni zannı üzereyim; iyi zannederse kendine,   kötü zannederse yine kendinedir.” [471]

Beyhakî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ kıyamet günü bir adamın cehenneme atılmasını emreder. Adam cehennemin kenarına    götürüldüğü vakit etrafına bakınır durur ve:

“Ey Rabbim, benim Sana hüsn-i zannım vardı. Eğer yanılmadımsa gereğini Senden isterim,” der. Allahu Teâlâ:

“Kulumu geri çevirin; Ben, kulumun, Beni zannı üzereyim,” bu­yurur.”

Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin büyük günahlardan oldu­ğunda âlimler ittifak halindedir. Zira yukardaki âyet ve hadîsler bu­na dâir veîdler getirmektedir. Hatta Ekber-i Kebâir'den olduğu da İbn Mesûd (r.a.) den rivayet edilmiştir.[472]

 

41 Ve 42. Kebire: Suizan Ve Allah'ın Rahmetinden Ümitsizlik

 

Deylemi ve İbn Mâce Tefsirinde rivayetle Resûl-i Ekrem:

“En büyük günahlardan biri Allah'a karşı sûizanda bulunmak­tır. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Sapıklardan başka kim Rabbinin rahme­tinden ümidini keser?”[473], buyurmuştur.

Tembih: Bu ikisini Yeis 'den ayrı Kebireden saymak. Celâl Belkınî ve diğerlerinin görüşüdür. Onlar bu üçü arasındaki münâsebeti nazara almadan bunları ayrı ayrı saymışlardır. Bunun için Ebû Zer'a, “İyâs'ın mânası, kanût'tur” dedi. Halbuki zahir olan kanût, yeis’den daha beliğdir. Çünkü kanût'a, iyâs'dan terakki edilir. Nitekim âyet-i celile'de de,

Eğer ona (insana) bir kötülük gelirse umutsuzluğa düşer, me'yûs olur.” [474], buyurulmuştür.

Yine zahir olduğuna göre Allah'a karşı suizan, umutsuzluğa düşmekten ve me'yûs olmaktan daha beliğdir. Zira suizan, hem ümit­sizlik ve hem de yeislik olduğu gibi, bir de Allahu Teâlâ'nın lütuf ve keremine lâyık olmayan şey'i Allah'a isnad edip kötü zanda bulun­maktır. İbn Münzir tefsirinde Hz. Ali'den rivayetinde, müşarünileyh şöyle demiştir:

“En büyük günah, Allah'ın mekrinden emin olmak ve rahmetinden ümit kesmektir”. İbn Cübeyr'in Ebû Saîd'den de ay­nı mealde bir rivayeti vardır.

Şayet, senin bu anlattığın, hastalık halinde Allah'a hüsn-ü zanda bulunmanın mendup olduğuna dâir âlimlerin ittifak ve doğrusunun hangisi olduğunda ihtilâf etmelerine; bazıları, korkunun ümit üzeri­ne galip olmasının doğru olacağı görüşünde olduğuna, Mühezzebin şerhinde Nevevi'nin tercihinde ise, her iki tarafın Müsavi olmasının doğru olduğuna, Gazâli'ye göre ise, kanût hastalığından emin olan için recâ tarafının, mekirden emin olursa, korku tarafının galip ol­ması evlâdır, dediğine münafi düşer, derseniz,

Derim ki, burada iki söz vardır:

Birincisi, bir adamdır ki, hem rahmet ve hem de azâb olması ih­timali vardır. İşte fakihler bu gibiler üzerinde durmuş ve şayet has­ta ise, reci tarafının galip olması tercih edilmiş; hasta değilse, görül­düğü gibi, hakkında ihtilâf edilmiştir.

İkincisi, Müslüman olduğu halde rahmetten tamamen ümidini kesen bir insandır. İşte bizim üzerinde durduğumuz bu ikincisidir. Bu şekilde tamamen rahmetten ümidini kesip ye'se düşmenin kebire olduğunda ittifak vardır. Zira bu-hal,.yukarda anlattığımız kesîn nass ve kat'İ delilleri yalanlar. Sonra bu yeis ve ümitsizliğe bir de daha şiddetlisi eklenir. O da artık rahmetin kendisine asla nasip ol­mayacağına kesin kanaat ve kafi karardır. Bu da, âyetinden anlaşılacağı gibi kanût'tur, yâni ehveni yeis, ağın kanût'tur. Bazan buna da daha ağırı eklenir. Rahmet olmayacağı gibi, aza­bı şiddetli olacak inancıdır. İşte buna da suizan denir.

Demek ki, Allah'ın rahmetinden tamamen ümit kesmeye yeis, şimdiye kadar rahmetten ümit kesildiği gibi bundan sonra da hiç rahmete mazhar olmayacağına kafi kanaat kanût; bütün bu iki inançtan sonra mutlak surette şiddetli azâb göreceğine kesin olarak kani olmak da sûizandır. Bunlar sırasiyle birbirlerinden şiddetli olmaları ile beraber hiç biri caiz değildir.[475]

 

43. Kebire: İlmi Dünyalık İçin Öğrenmek

 

Ebû Davûd, İbn Mâce, “Sahih” inde İbn Hibbân ve yine Buhâri Müslim'in şartlarına göre “Sahih”inde Hâkim'in tahriçlerine göre Resûl-i Ekrem:

“Kendisiyle Allah rızası aranan bir ilmi, dünyalık için öğrenen kim­se, kıyamet günü cennet kokusunu alamaz.”[476], buyurmuştur.

Ayrıca riya bahsinde bu husus ile ilgili olarak Müslim ve diğer­lerinin rivayet ettikleri hadîsler de geçmiştir. Bu rivayetlerden biri­sinde, “Okuyup okutan ve Kur'an-ı Kerîm'i öğrenen kimse kıyamet günü Allah'ın huzuruna gelir ve kendisine verilen bütün nimetler gözü önüne serilerek:

“Bu nimetlere karşı ne yaptın?” diye sorulur. Adam:

“Ya Rab, senin rızan için Kur'an okudum, ilim öğrendim ve öğrettim,” der. Allahu Tealâ:

“Yalan söylüyorsun, “Bu ne âlimdir, ne güzel okuyucudur” de­sinler diye okuttun ve okudun,” buyurulur. Emir verilir, adam cehen­neme götürülür ve yüzükoyun cehenneme atılır.” buyurulmuştur.”

Tirmizî'nin garip diye rivayet ettiği, ayrıca İbn Ebi'd-Dünyâ, Hâ­kim ve Beyhaki'nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuş­tur:

“Âlimlere üstünlük taslamak veya sefihlerle mücadele etmek veya insanları kendisine çevirmek için ilim öğrenen kimse cehennemde­dir.” [477]İbn Mâce'nin de aynı mealde bir rivayeti vardır.[478]

İbn Mâce, “Sahih”inde İbn Hibbân ve Buhâri ile Müslim'in şart­larına uygun olarak Beyhaki'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Âlimlere üstünlük taslamak, alçaklara karşı böbürlenmek ve meclislerde ululuk için ilim öğrenmeyin. Her kim böyle yaparsa ona cehennem vardır.”[479]

İbn Mâce, İbn Hibbân, Beyhakî'nin munkatî senedle aynı meal­de rivayetleri vardır.

İbn Mâce'nin, râvileri sikadan olan bir rivayetinde Resûl-i Ek­rem:

“Ümmetimden bazı kimseler ilerde hem dinde fakih ve hem de kurrâ olurlar da “âmirlere yaklaşır dünyalıklarından istifade ede­riz, fakat dinimizle onlardan uzaklaşırız.” derler. Halbuki böyle ol­maz. Ancak gevenden veya muğaylân ağacından bir şey almak iste­yenin eline dikenden başka bir şey geçmeyeceği gibi bunlardan da günahdan başka bir şey alınmaz”, [480]buyurmuştur.

Ebû Davud'un rivayetinde, “Kim İnsanların gönüllerini kazan­mak için söz öğrenirse, Allahu Teâlâ, kıyamet günü onun ne farz ve ne de nafile ibadetlerini kabul etmez.” [481], buyurulmuştur.

Kendisinde inkıta' ihtimali olan Hafız Münzirî'nin rivayetinde ve mevkuf olarak Abdurrazzak'ın İbn Mesûd (r.a.) den rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem:

“Size fitne geldiği vakit haliniz nice olur? Öyle bir fitne ki, on­dan küçükler büyür, büyükler kocalır,” buyurdu. Resûl-i Ekrem'e:

“Bu ne zaman olur?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Güvenilir adamlarınız azaldığı, emirleriniz çoğaldığı, fakîhleriniz azalıp, okurlarınız çoğaldığı, fakih olanlarınız da -Allah rı­zası için değil-   başka maksadlarla fıkıh tahsil ettikleri ve âhiret ameli ile dünya menfaati arandığı vakit,” buyurdu.[482]

Yine mevkuf olarak gelen bir rivayette Hz. Ali, gelecek bir fit­neyi anlattı. Hz. Ömer:

“Bu ne zaman olacaktır?” diye sordu. Hz. Ali:

“Dinden başka bir maksadla fıkıh öğrenildiği ve amel gayesi dışında ilim tahsil edildiği ve âhiret ameli ile dünyalık arandığı va­kitte olacaktır,” dedi.[483]

Tembih: dünyalık için ilim öğrenmeyi büyük günahlardan say­mak, sonradan gelen âlimlerin çoklarından rivayet edilmiştir. Onlar, bu husustaki özel ve şiddetli korkutmaları gözönünde bulundurarak bunu özel şekilde ele almışlardır. Onlar bunu riya içinde mütalaa etmediler. Aralarında umum ve hususen fark vardır. Bunun için bu­nu ayrıca kayda değer görmüşlerdir.[484]

 

44. Kebire: Bilgiyi Gizlemek

 

Allahu Teâlâ:

Gerçekten İndirdiğimiz belgeleri ve yol göstereni Kitab'da in­sanlara açıkladıktan sonra, gizleyen kimseler var ya, onlara hem Al­lah lanet eder, hem lânetçiler lanet eder.”[485], buyurmuştur. İbn Abbas (r.a.) ve bir cemaatın beyânına göre, bu ayet-i celile, yahûdi ve hıristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Bazılarına göre de âyet, Resûl-i Ekrem'in Tevrat'taki vasıflarını gizledikleri için yahûdiler hakkında nazil olmuştur. Diğer bazıları da âyetin umûmi olduğunu söylerler ki, doğrusu da budur. İtibar özel sebebe değil, lâfzın umumunadır. Hükmün uygun olan niteliğe tertibi, illiyyetini bildirir. Aynı zamanda dini gizlemek lügaten hak kazanmayı gerektirir. Va­sıf umûmileştiği vakit, hükmün de umûmi olması vacip olur. Esa­sen sebebin özel olması, hükmün genel olmasına engel değildir. Halbuki Âişe (r. anha) ile Sahabenin pek çoğu, âyet-i celîle'nin genel olduğunu tasrih etmişlerdir. Hz. Âişe, Resûl-i Ekrem'in, kendisine vahyolunandan hiç bir şeyi gizlemediğine bu âyetle delil çekmiş; Ebû Hureyre (r.a.) de, eğer bu ve benzeri âyetler olmasa, bu kadar çok hadis rivayet etmiyeceğini söylemiştir. Ketm ise, “açıklanmasına ihti­yaç duyulan şeyi açıklamamaktır,” demiştir. Bunun benzeri:

Gerçekten, Allah'ın indirdiği Kitabdan gizlemede bulunup onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları an­cak ateştir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları günah­lardan arıtmaz. Onlara elem verici azâb vardır. Onlar doğruluk ye­rine sapıklığı, mağfiret yerine azabı alanlardır. Ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar.”[486], âyet-i kerimesidir. Bunun da yine Kur'an'dan benzeri şu âyettir:

“Allah, Kitab verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştı. Onlar ise onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alışverişleri ne kötüdür.” [487]

Bu iki âyet de, her ne kadar Resûl-i Ekrem'in vasıflarını gizleyen yahûdiler hakkında nazil olmuşlarsa da-yukarda, dediğimiz gi­bi-, itibar, nüzul sebebine değU, hükmün ve lâfzın genel olmasınadır. Beyyinât,   peygamberlere inzal edilen kitap ve vahilerdir.

“Hüden” aklî ve nakil delillerdir. fiilinin zarfıdır. nın zarfı olsa mâna fasid olurdu. Âyet-i celile'de, ihtiyaç hâsıl olan yerde bütün delilleri ile dinî hükümleri ortaya koyabilmek imkânına sahip olduğu halde, bunu terkeden ve­ya şer'î hükümlerden birini bu imkânlar karşısında gizleyen, işte bu veidin hükmüne ve şümulüne girer, denilmiştir.

Lanet: sözlükte mutlak uzaklaştırmak, şeriat dilinde ise Allahu Teâlâ’nın rahmetinden uzaklaştırmak anlamındadır.

Yeryüzünde yürüyen canlılardır. Yer, onların aslıdır. Meselâ, Âdemoğlunun isyanından sebep yağmurdan menolunduk. İşte bunu idrak ettiği için cem'i müzekker-i âkil gibi vâv ve nûn ile cemilenmiştir.

“Güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm.”[488]

“Her biri bir yörüngede yürürler.”[489]

“Boyunları ona eğilip kaldı.”[490], âyetlerindeki çoğullar da aynı mahiyettedir. Veyahut da insanlarla cinlerden başka her şey veyahut bütün mü’minler, melekler, peygamberler ve velilerdirler ki, birçok görüşler vardır. Zeccâc'a göre doğrusu, mü’minler ile meleklerdir. Birinci görüşü reddederek, “Eğer yeryüzündeki canlılar olsa bunun nassa tevkifi gerekir, halbuki buna dâir bir nass yoktur.” demiştir. Kurtubi ise Zeccâc'ı reddederek, bunun hakkında haber vârid olduğunu ve İbn Mâce'den gelen bir rivayette den muradın yeryüzünde yürüyen canlılar   olduğunu  Resûl-i  Ek­rem'in söylediği bilinmektedir, dedi.' Hasan-ı Basri, Allahu Teâlâ'nın bütün yaratıklarıdır.” demiştir. Müfessirlerden bazıları, “bildiğini gizlemenin büyük günahlardan olduğuna bu âyet-i celile açıkça delâlet eder.”, demişlerdir. Zira Allahu Teâlâ bu gibi gizleme­ye laneti borç etti ve onu arkaya attı, buyurmasını da şiddetli îraz ve yüz çevirmeden kinaye kıldı. “Semen-i kalîl” az parayı da amel­leri sebebiyle başkanlık ettikleri sefillerden aldıkları ücretten kina­ye kıldı.

Bildiğini ketmedip gizlemek hakkında pek çok hadisler vârid ol­muştur.            

Ebû Dâvûd, hasen kaydiyle Tirmizi, İbn Mâce ve “Sahihinde İbn Hibbân ve benzerini Beyhaki ile Hâkim (ve Hakim Buhârî ile Müslim'in şartlanna göre Sahihtir diyerek) Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri hadisde Resûl-i Ekrem:

“Kim ki bir ilimden sorulur da onu ketmeder (bilmiyorum der) se kıyamet günü ağzına ateşten bir gem vurulur.”[491], buyurmuş­tur.

İbn Mâce'den gelen Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Her kim öğrendiği ilmi ketmederse kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem takıldığı halde (mahşer) yerine gelir.” [492]

Ebû Yâ'lâ'nın da Sahih sened ile aynı mealde bir rivayeti vardır. Aynı ifade ile gelen bu hadisin son fıkrasında,

“Kim ki bilmediği halde Kur'an hakkında konuşursa kıyamet gü­nü ağzına ateşten bir gem vurulmuş olduğu halde (mahşer yerine) gelir.”[493], buyurulmuştur. Hadisin birinci şıkkını Taberâni ceyyid sened ile rivayet etmiştir. Hafız el-Münzirî, bu hadis, Ashâbdan Câbir, Enes, Ömer'in ve Mesûd'un oğulları Amr b. Anese, Ali b. Talk ve benzerleri tarafından rivayet edilmiştir, demiştir. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’nin rivayetinde, “Din hususunda insanların istifade edeceği şe­yi gizleyen.” ziyâdesi vardır.

İbn Mâce'nin munkatî olarak gelen bir rivayetinde,

Bu ümmetin sonra gelenleri, önce gelenlerini lanetlediği vakit, bildiği bir hadisi ketmeden (bilmiyorum diyen) Allahu Teâlâ'nın in­zal ettiğini gizlemiş sayılır.”[494], buyurulmuştur.

Hâvileri arasında Ebû Luhay'a'nın da bulunduğu Taberâni'nin bir rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İlim öğrenip de onu başkalarına anlatmayan, servet edinip de ondan (Allah yolunda) infak etmeyen kimse gibidir.”[495], buyur­muştur.

Taberâni'nin, bir râvisi ihtilaflı olup, diğerleri sikadan olan bir rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İlimde nasihatleşin, zira sizden birinizin ilimde hıyaneti, maun­daki hıyanetinden daha şiddetlidir. Allah u Teâlâ kıyamet gününde size soracaktır.” [496], buyurmuştur.

Yine Taberânî “Kebirinde Bükyer b. Mâruftan, o da Âlkame'den, Alkame de babasından, o da dedesinden rivayetlerinde, “Bir gün Resûl-i Ekrem bir hutbe îrad etti. Hutbesinde Müslüman kabileler­den bazılarını övdü ve sonra,

“Bazı kimselere ne oluyor ki, komşularına fıkıh dersi vermiyor, onları öğretmiyor, onlara mûrufu emredip münkerden nehyetmiyorlar? O kimselere de ne oluyor ki, komşularından okumuyor, fıkıh öğrenmiyor, ders almıyorlar? Vallahi, bir millet, ya komşularına öğ­retir, onlara va'z u nasihatte bulunur, onlara fıkıh öğretir, mârufu emreder, münkerden nehyederler; o komşular da bunlardan okur, öğrenir, anlar, va'z u nasihat dinlerler, ya da Allah'ın azabı tezden bunlara erişir.” buyurdu ve hutbeden indi. Dinleyenler:

“Acaba Resûlullah, kimleri kasdetti,” diye birbirine sordular:

“Eş'arîlerdir,” dediler. Çünkü onların âlimleri ve fakihleri ol­duğu halde çevrelerinde cahil bedeviler yaşarlar. Bunu duyan Eş'ariler Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Ya Resûlallah, başka milletleri övdüğünüz halde bizi yerdi­niz, kusurumuz ne idi?” dediler. Resûl-i Ekrem:

Siz etrafınızdaki komşuları mutlak surette okutmalı, onlara iyiliği emretmeli ve onlardan kötülüğü nehyetmelisiniz. Onlara va'z u nasihatta bulunup onlara fıkıh dersi vermelisiniz. Onlar da sizden okuyup öğrenmeli, cehaletlerini gidermelidir.   Aksi halde dünyada size peşin azâb gelir,” buyurdu. Onlar:

“Yâni şimdi biz başkasına va'z u nasihat mı edeceğiz?” diye sordular. Resul-i Ekrem aynı sözleri tekrarladı. Onlar da aynı soru­yu tekrar ettiler. Üçüncü defasında onlar:

“ O halde bize bir yıl mühlet ver,” dediler. Resûl-i Ekrem de bu eğitim ve öğretim işi için onlara bir yıl mühlet verdi ve,

İsrâiloğullanndan inkar edenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'­nın dili ile lanetlenmişlerdir. Bu, baş kaldırmaları ve aşırı gitmele­rindendi.”[497], âyetini okudu.[498]

Tembih: Öğrendiği ilmi ketmedip soranlara bilmiyorum, deme­nin büyük günahlardan olması, müteahhirîn - sonradan gelen âlim­ler- den pek çoklarınca tasrih edilmiştir. Sanki onlar, bu anlattı­ğım şiddeti veîde – korkutmaya- bakarak hüküm vermişler gibi­dir. Halbuki bunlar mutlak değildir. Çünkü ilmi açıklamak vacip ve mendup olduğu gibi, bazan gizlemek de vaciptir. Ne zaman ki mu­hatabınız dediğini anlamayacak ve ilmini açıklaması fitneyi mucip olacaksa, o zaman ilmini ondan gizlemek vacip, etkili olacağını bil­diği yerlerde ilmini açıklamak farz-ı ayn, bunların haricinde tehli­keye ve fitneye sebep olmayacaksa menduptur.

Hulasa: Öğretmek bilgi edinmeye vesiledir. Bunun için farz-ı ayn olan şeyleri öğretmek farz-ı ayn, farz-ı kifâye olan şeyleri öğret­mek de farz-ı kifâyedir, Mendup olan şeyleri öğretmek mendup, ha­ram olan şeyleri öğretmek de haramdır, sihir gibi. Hatta bazı müfessirler, Müslüman oluncaya kadar kâfire Kur'an ve ilim öğretmek caiz değildir, demişlerdir. Hatta daha da ileri giderek, bid'at sahip­leri ve mücadelecileri, Ehl-i Hakkı ilzam için delil arayanlar, bir de hasmının hakkını vermemek için çıkar yollan öğretmek isteyenleri, maiyyetine eziyet etmek isteyen hükümdarları okutmayı ve sakıncalı şeyleri irtikâb etmeğe vesile etmek isteyen kimselere ruhsat yolla­rını öğretmeyi yasaklamışlardır. Nitekim bir hadisde Resûl-i Ekrem:

“Ehlinden hikmeti (ilmi) menetmeyiniz, böyle yaparsanız onlara zulmetmiş olursunuz. Hikmeti (ilmi) ehli olmayana öğretmeyiniz, böyle yaparsanız hikmete zulmetmiş olursunuz.”, buyurmuştur.

Yine bir hadîsde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

İnciyi hınzırın boynuna asmayınız (yâni ehli olmayana ilmi öğ­retmeyiniz)”. Burada da ehli olmayan kimseye fıkıh ilmini öğretme­yi kasdetmiştir. Yukarda kâfir hakkında açıklanan hüküm, bizim esaslara uymamaktadır. Diğer iki hadîs ise varittirler.

İbn Mâce ve diğerlerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İlim taleb etmek her Müslümana farzdır. Fakat ilmi ehli olma­yana vermek, domuzları inci, elmas ve altun gerdanlık ile süslemek gibidir.”[499], buyurmuştur.[500]

 

45. Kebire: İlmi İle Amel Etmemek

 

Müslim ve diğerlerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Allah'ım, fayda vermeyen ilimden, huşûu olmayan gönülden, doymayan nefisden ve kabul olmayan duadan sana sığınırım.”[501], buyurmuştur.

Yine Buhârî ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet gününde bir adam getirilip cehenneme atılır da ce­hennemde onun bağırsakları derhal karnından dışarı çıkar. Sonra o adam (bağırsakları etrafında) değirmen merkebinin değirmende döndüğü gibi döner. Bunun üzerine cehennem halkı bunun etrafını çevirir ve:

“Ey filân, hal ve şânın nedir? Sen bize dünyada iyilikle emre­dip kötülükten nehyeden birisi değil mi idin?” derler. O da:

“(Evet, ben öyle idim. Fakat) Ben size iyilikle emrederdim, hal­buki kendim yapmazdım. Yine ben sizi kötülükten nehyederdim de kendim işlerdim, diye cevap verir.”[502], buyurmuştur.

Taberâni'nin ve Ebû Nuaym'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Zebaniler, putperestlerden önce fasık okuyucuları yakalarlar. Fasıklar buna itiraz ederek:

“Puta tapanlardan önce bizi alıyorlar?” derler. Onlara:  

“Elbet, bilenlerle bilmeyenler bir olmaz.” denir.”[503], buyurmuştur.

Hafız el-Münzirî:

“Bu hadis garip olmakla beraber, sıhhatine delâlet eden şahidi vardır. O da riya bölümünde rivayet edilen hadistir. Orada, “İlk çağırılacak olan, “Ne güzel okuyor” desinler için Kur'an'ı ezberleyen hafızlardır.”, denilmektedir. Hadîsin sonunda, “İşte kıyamet günü ilk cehenneme girecek olan, bu üç kişidir.”[504], buyurulmasıdır.

İsnadının kuvvetli olmadığını söylemekle beraber Tirmizî'nin ri­vayetinde Resûl-i Ekrem:

“Haramını helâl kabul eden kimse, Kur'an’a inanmamıştır.” buyurmuştur.

Yine Tirmizi'nin Sahih ve hasen olduğunu söylediği bir rivayet­te Resül-i Ekrem:

“Kişi kıyamet günü (beş şeyden) ömrünü nerede tükettiğinden, ilmi ile ne amel ettiğinden, malını nerden kazanıp nereye sarfettiğinden, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça adım atamaz.”[505], buyurmuştur. Tirmizi'nin Sahih sened ile yine bu meal­de bir rivayeti daha vardır.

Taberânî'nin “Kebir”inde rivayetine göre Resûl-i Ekrem:

“Cennet halkından birtakım kimseler, cehennemlüerden bazıla­rının yanına giderek:

“Niçin cehenneme girdiniz. Vallahi, biz cennete ancak sizden öğrendiklerimiz sayesinde girdik,” derler. Onlar:

“Biz söylerdik fakat söylediğimizi yapmazdık, diye cevap ve­rirler.”[506], buyurmuştur.

İbn Ebi'd-Dünyâ, ayrıca ceyyid isnad ile Beyhakî'nin rivayetle­rinde Resûl-i Ekrem:

Her kim bir hutbe okursa, Allahu Teâlâ onu, hutbesinden sorumlu tutar, sanırım, hutbeden neyi kasdettiğini ken­disinden sorar.”, buyurmuştur.

Cafer'in anlattığına göre, Mâlik b. Dinar bu hadîsi rivayet ettiği vakit, yaşı tükenlnceye kadar ağlardı ve, “Gözümün, sözümü ikrar ettiğini mi sanıyorsunuz? Ben bilirim ki, Allahu Teâlâ, kıyamet gü­nü ona da niçin ağladığından soracaktır.” derdi.

Bezzar'ın garip olan bir rivayetinde Muâz İbn Cebel (r.a.) den şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem Kabe'yi tavaf ederken onu aradım buldum ve:

“ Ey Allah'ın, Resulü, insanların hangisi daha kötüdür?” diye sordum, Resûl-i Ekrem:

“Allah'ım, onu bağışla. Sen hayırdan sor, serden sorma; İnsan­ların kötüsü, âlimlerin kötüsüdür”[507], buyurdu.

Taberânî'nin hasen sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İnsanlara hayrı (iyiliği) öğretip kendini unutan, başkalarına ışık verip kendisini yakan kandil gibidir.”[508], buyurmuştur.

İbn Hibbân'ın, râvisi üzerinde durduğu diğer bir rivayetinde de,

Her ilim sahibine vebaldir, ancak ilmiyle amel eden bu vebal­den kurtulmuştur.” [509]

Taberâni ve Beyhaki'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Kıyamet gününde İnsanların en şiddetli azaba uğrayacak ola­nı, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.” [510]

Bezzâr ve Taberânî'nin Ammar b. Yâsir (r.a.) den rivayetlerin­de, şöyle demiştir: Resûl-i Ekrem beni, kendilerine Islâmi hüküm­leri öğretmek için Beni Kays Kabilesinden bir aileye gönderdi. Git­tim baktım ki, vahşi develer gibi insanlar. Gözleri havada, deve ve koyundan başka bir şey düşünmüyorlar. Hemen geri döndüm. Re­sûl-i Ekrem bana:

“Ey Ammar, ne yaptın, anlat bakalım,” buyurdu. Ben gördük­lerimi ve onların hatalı düşünce ve hareketlerini anlattım. Resûl-i Ekrem:

“Ey Ammar, bunlardan daha kötülerini sana bildireyim mi? Onlar öyle kimselerdir ki, bilmediklerini bildikleri halde yine bun­lar gibi hatalara düşerler,” buyurdu.[511]

Râvileri arasında, İbn Hibbân ye diğerlerinin, mevsuktur, dedi­ği A'ver'in de bulunduğu Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Ben ümmetim üzerine mü’minden ve müşrikten korkmam. Mü'mini, imanı kötülüklerden alıkor. Müşrike gelince, onu da küfrü kahreder, hor ve hakir kılar. Ancak sizin için korktuğum, bilerek ve güzel konuşan münafıktır. Çünkü o, sizin bilip kabul ettiğinizi söy­ler ve fakat inkâr ettiğini yapar.”[512], buyurdu.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Benden sonra sizin için en çok korktuğum, bilerek konuşan münafıktır.”[513], buyurmuş­tur.

Yine İbn Mesûd (r.a.) den gelen Sahih bir rivayette Resûl-i Ek­rem:

“Öyle zannederim ki, sizden biriniz ilmi öğrendiği gibi de unu­tur. Çünkü ilmi ile hatalı işlerde bulunmuştur.” buyurmuştur.[514]

Ahmed ve Beyhakî Zâzânî'nin oğlu Mansûr'dan tahriçlerinde, di­yor ki:

“Cehenneme atılan bazı kimselerin kokusundan cehennem hal­kı bunalır. Bunlara:

“Ey kimseler! Yazıklar olsun size. Dünyadaki günahınız ne idi ki, bizim cezamız bize sanki yetmiyormuş gibi, bir de sizin kokunu­zun cezasını çekiyoruz,” derler. Onlar da:

“Evet, biz,  ilmi kendilerine fayda vermeyen alimleriz,” der­ler.” [515]

Tembih: İlmiyle amel etmemenin büyük günahlardan olduğu, bu hadislerin zâhirindeki şiddetli veidlerden anlaşılmıştır. Şayet bu şid­det, mendup ve mekruhla olsun, yalnız ilmiyle amel etmediğinden değil, vacipleri terkedip haram olan şeyleri irtikâb ettiğindendir. Böyle olunca, yine bu rivayetler, ilmiyle amel etmemenin büyük gü­nahlardan olduğunu sarahaten ifade ediyorlarsa da bunları namaz gibi farzların terkinden ayrı mütalaa etmek doğru olmaz, dersen,

Derim ki, her ne kadar sarahaten görmedimse de, bunu, ilim ile isyanın, bilgisiz yapılan günahtan daha şiddetli olduğuna hamlet­mek yerinde olur. Nitekim hadisler de bunu açıkça ifade etmekte­dirler. Bunun benzeri, ilerde anlatılacak olan isyan gibidir. Yani o mekânın şerefi, küçük de olsa isyanın daha büyük cezasını gerekti­rir. Âlim de böyledir; o, küçük günahta fuhşa vardığı vakit, kendini, haramlar şöyle dursun, mekruhlardan bile uzaklaştırması gereken ilmi sebebiyle o küçük günahın büyük yazılması mümkündür.[516]

 

46. Kebire: Haksız Ve Zaruretsiz Olarak İlim, Kıraat Veya İbadetten Herhangi Bir Şeyde Övünmek İçin Üstünlük İddiasında Bulunmak

 

Taberânî “Evsât”ında ve Bezzâr “İsnâd-ı lâbeis” ile Ömer (r.a)’den ve Ebû Yâlâ da İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem şöyle buyurmuştur:

İslâmiyet zahir olup (her tarafa galebe çalacak) hatta tüccar­lar deryalarda istedikleri gibi seyahat edecekler ve atlar Allah yo­lunda (sulara) batacaktır. Sonra birtakım insanlar türeyecektir. Bun­lar Kur'an okuyacaklar ve:

“Bizden daha iyi okuyan var mıdır? Bizden daha bilgin var mıdır? Bizden daha İyi fıkhı bilen var mıdır?” diyerek ortalıkta övü­nüp duracaklardır.” (Resûl-i Ekrem) sonra Ashabına:

“Bunlarda hayır var mıdır?” diye sordu. Onlar:

“Allah ve Resulü daha iyi bilir,” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

Gerçi onlar sizdendir (yani Müslümandır) ama onlar, cehen­nemin yakıtıdırlar”[517], buyurdu.

Hafız el-Münzirî, inşaallah hasendir, diye haber verdiği, Taberanî'nin “Kebir”inde İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetinde, Resûl-i Ekrem geceyi Mekke'de geçirdi ve üç defa:                            

“Allah'ım, tebliğ ettim mi?” dedi. Resûl-i Ekrem'in yakınında olan Ömer (r.a.) ayağa kalkarak:

“Allah'a yemin ederim ki, tebliğ ettin, cehd u gayret ettin, teş­vik ve nasihatte bulundun,” dedi. Resûl-i Ekrem:

İmanı ilan edip açığa çıkaracaklar. Bu, o derece ileri gidecek ki, küfür, vatanına kadar kbğulacak ve deryalar Müslümanlarla do­lup taşacaktır. Bundan sonra bir zaman gelecek, insanlar ilim tahsil edip Kur’an okumayı öğrenecekler ve:

“Biz, öğrendik, bildik ve okuduk; artık bizden daha üstün kim var?” diyeceklerdir. Acaba bunlarda bir hayır var mı?” buyurdu. Ashâb:

“Bunlar kimlerdir, ya Resûlallah?” diye sordular. Resûl-i Ek­rem:

“Gerçi onlar da sizlerdendir ama onlar cehennemin yakıtıdır­lar,”[518], buyurdu.

Yine Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ben alimim diyen, cahildir.”[519], buyurmuştur.

Tembih: İşâret ettiğimiz kayıtlarla beraber bunları da bu hadis­lerin zahirine bakarak büyük günahlardan saymak uzak bir ihtimal değildir. Hele onların kıyaslarını ele alırsak, bu tevcih, daha da kuv­vet kazanır. Meselâ, onlar elbiseyi uzatıp yerlere sürümesini ve sal­layarak gezmesini kibir kabul edip büyük günahlardan saydıkları­na göre, böyle bilgi ve ibadetlerle övünmeyi kebireden saymak da­ha uygundur. Çünkü bu, öbürlerinden daha çirkin ve daha fahiş bir günahtır. Diğer ibadetler ile mukayesede de durum aynıdır. Bu kebireyi anlatırken, haksız ve zarûretsiz yerde üstünlük taslamak şek­linde ifâde etmeme gelince, bununla beraber kaçındığım bazı husus­lar vardır. Meselâ, adam, bilinmedik bir yere geldiği vakit kabul görmesi ve kendisinden istifade edilmesi için   niteliklerini ortaya koymak zorundadır. Nitekim Yusuf aleyhisselâmda Mısır hüküm­darının rüyasını tâbir ettikten sonra, hükümdarın nasıl yapalım de­mesi üzerine:

“Beni memleketin hazinelerine memur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim.”[520], diyerek meharetini ortaya koymuştur. Yine bunun gibi muannid bir câhil kendisini inkâra kalkışırsa, ken­disini kabul ettirmek ve hakka hizmet için varlığını ortaya koymak durumundadır. Bunlar günahtan ve kibirden sayılmazlar.[521]

 

47. Kebire: Alimleri Hakir Görüp Onlarla Eğlenmek Ve Onları Hiçe Saymak

 

Tirmizi’nin hasen dediği sened ile Taberâni'nin Ebû Umâme (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle bu­yurmuştur:

“Üç sınıf insan var ki, onlarla ancak münafık olan alay eder: İslâmiyette saçını sakalım ağartan yaşlılar, ilim sahipleri ve adil imam­lar (devlet reisleri) dır.”[522]

Tirmizî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizin şerefini bil­meyen bizden değildir.”[523], buyurmuştur. Ahmed'in hasen isnad ile aynı mealde bir rivayeti daha vardır.

“İlim öğrenin, ilim için ağırbaşlılığı da öğrenin. Öğretmenlerini­ze karşı tevazu edin, alçak gönüllü olun.”[524]

Ravileri arasında İbn Luhay'a'nın da bulunduğu Ahmed'in riva­yet ettiği bir hadîsde Resûl-i Ekrem:

“Allah’ım, şu zamana ulaşmayayım veya sîz o zamana ulaşma­yın ki, o zamanda alime uyulmaz, halim olana karşı haya duyulmaz (o zamanda yaşayan insanların) gönülleri Acem gönülleri, dilleri ise Arap dilleridir.”[525], buyurmuştur.

Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem.

“Bereket, büyüklerinizle, yaşlılarınızla beraber bulunmaktadır.”[526], buyurmuştur.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Büyükleri saymayan, küçüklere acımayan, mârufu emredip münkerden nehyetmeyen bizden değildir.” [527]

Yine Sahih bir hadisde Resûl-i Ekrem:

“Küçüklerimize acımayan, büyüklerimizin hakkını bilip yerine getirmeyen bizden değildir.”[528], buyurmuştur.

Tembih: Bunu da kebâirden saymak, ilk hadislerin zahirinden anlaşılmaktadır. Kıyas da bunu kabul eder. Her ne kadar geçmiş âlimler bunu sarahaten ifade etmemişlerse de, âlimin gıybeti ile ca­hilin gıybeti arasında fark gözettiklerine göre, onlarla alay etmekte de elbette fark olacaktır. Pek yalanda Allah'ın velilerine eziyet et­menin cezası hakkında geniş bilgi gelecektir ve davamızı kuvvetlen­direcektir. Çünkü gerçek vel#er, ilimleriyle amel eden âlimlerdir.[529]

 

İlim İle İlgili Hasen Ve Sahih Hadisler

 

“Allahu Teâlâ kime hayır dilerse, onu, dinde fakıh kılar.” [530]

“Allahu Teâlâ bir kula hayır dilediği vakit, onu dinde fakih kı­lar ve doğru yolu ona ilham eder.”

“En üstün ibadet iıkıh (öğrenmek), dinin efdali de şüpheli şey­lerden kaçınmaktır.” [531]

Senedi ihtilaflı olup cumhurun kabul ettiği bir hadisde Resûl-i Ekrem,

“İlmin fazileti, ibadetin faziletinden daha üstündür. Dininizin hayırlısı şüpheli şeylerden çekinmektir.”[532] buyurmuştur.

Ebû Davûd ve Tirmizî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Her kim ilim aramak için yola çıkarsa, Allahu Teâlâ ona bu sa­yede cennete giden yolu kolaylaştırır. Şüphesiz melekler de ilme ta­lip olanlara, bu yaptıklarına hoşlanarak üzerlerine kanat gererler. Göklerde ve yerde bulunan varlıklar, hatta sudaki balıklara varın­caya kadar, hepsi âlimler için Allah'tan af ve mağfiret dilerler. Bir âlimin âbid üzerine üstünlüğü, ay’ın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne bir altun ve de bir gümüş miras bırakmamışlardır. Ancak ilmi miras bırakmışlardır. İşte o mirası alan büyük payı almıştır.” [533]

Saffan b. Assan el-Murâdî'den, diyor ki:

“Resûl-i Ekrem'e gel­dim, üzerinde kırmızı bir elbise olduğu halde mescidde yaslanmış vaziyette duruyordu. Kendisine:

“Ey Allah'ın Resulü,   ilim öğrenmek için geldim,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Ey ilim talebeden, hoş geldin. Şunu bil ki, ilim tahsil edenleri melekler kanatları ile kuşatır. Sonra birbirinin sırtına binerek bi­rinci kat göklere kadar yükselirler. Melekler bunu, ilim öğrenmeyi sevdikleri için yaparlar”[534], buyurdu.

Ebû Zer (r.a.) den gelen bir rivayette Resûl-i Ekrem kendisine:

“Ey Ebâ Zer! Allah'ın Kitabından bir âyet öğrendiğin halde sabahlaman, o gece yüz rek'at namaz kılmandan hayırlıdır. İlimden bir mesele öğrendiğin halde sabahlaman - ki ister onunla amel edil­sin, ister edilmesin- bin rek'at namaz kılmandan senin için daha makbuldür.” [535]

Ebû Hureyre (r.a.) Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu duyduğunu haber vermiştir:

“Dünya mel'ündur, dünyada olan her şey de mel'ûndur. Ancak Allah'ı anmak ve O'nun rızasına uygun şeylerle öğretici veya öğrenci olmak Müstesnadır.” [536]

Ebû Hureyre radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

 “Ölümünden sonra mü’mine amel ve hasenatından ulaşacak olan, öğrettiği ve yaydığı İlim, arkada bıraktığı sâlih çocuk, okun­mak için miras olarak bıraktığı Mushaf, inşa ettiği mescid veya yap­tığı kervansaray, akıttığı su, veya hayatında ve sağlığında malından çıkarıp verdiği sadaka-İ câriye* bunlar kişinin ölümünden sonra ona erişir.” [537]

Abdullah b. Ebû Katâde radıyallahu anh'ın babasından rivaye­te göre, o, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyur­duğunu haber vermiştir:

“Kişinin ölümünden sonra geriye bıraktıklarının en hayırlısı üç şeydir; Kendisine hayır dua eden iyi çocuk, devamlı sevabı kendisi­ne ulaşan sadaka ve kendisinden sonra amel edilen ilimdir.” [538]

İbn Abbâs radıyallahu anhuma'dan, Resûl-i Ekrem'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir:

Bu ümmetin âlimleri iki kişidir. Birisi, Allahu Teâlâ kendisine ilim vermiş, o da hiç bir maddî karşılık beklemeden ilmini çevresine yaymıştır. İşte bunun için denizdeki balıklar, karadaki hayvanlar ve havadaki kuşlar Allah'tan af ve mağfiret dilerler ve bu kimse pey­gamberlere arkadaş oluncaya kadar Allah'a seyyid ve şerif olarak takdim edilir. Diğeri de o kimsedir ki, Allahu Teâlâ kendisine ilim vermiş, o da bu ilmini Allah'ın kullarından esirgemiş ve karşılıksız kimseye bir şey öğret m e mistir. İşte buna kıyamet günü ateşten bir gem vurulur ve bir münâdi mahşer halkına şöyle seslenir:

“Bu, Al­lahu Teâlâ'nın kendisine verdiği ilme cimrilik edip, O'nun kulların­dan onu esirgemiş ve parasız hiç kimseye bir şey öğretmeyen kişidir.” Hesabdan kurtuluncaya kadar münâdiler böyle seslenir du­rurlar.” [539]

Ebû Umâme el-Bahili radıyallahu anh'den rivayete göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Âlîmin abid üzerine üstünlüğü, benim size nazaran üstünlüğüm gibidir. Allahu Teâlâ, melekler, yer ve gök ehli hatta yuvasındaki ka­rıncalar, denizdeki balıklar, insanlara hayrı öğretenlere dua eder­ler.”[540]

Sa'lebe b. el-Hakem radıyallahu anh'den, Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

 “Allahu Teâlâ kullan arasında hükmetmek için azamet kürsü­süne oturduğu vakit âlimlere: “Ben, ilmimi ve hilmimi size, ancak günahlarınızı bağışlamak için, verdim.” buyurur.” [541]

Âlimerdeki ilim ve hilmi Allahu Teâlâ'nın bizzat kendisine izafe etmesi, on­ların ilim ile amel eden seçkin kimseler olduklarını sarahaten bildir­mek içindir.

Hasan’dan rivayete göre, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

İlim ikidir. Birisi kalbde olan ilimdir ki, faydalı olan ilim budur. Diğeri dildeki ilimdir. Bu da Allahu Tela’nın Âdem oğluna hücce­tidir.”[542]

Ebû Umâme radıyallahu anh'ın rivayetine göre Resûl-i Ekrem:

“Kim ki yalnız hayrı öğrenmek veya öğretmeyi murad ederek mescidde sabahlarsa, ona, haccı tam ve makbul bir hacmin sevabı kadar sevap verilir.”[543], buyurmuştur.                              

Enes İbn Mâlik radıyallahu anh'den, şöyle demiştir: Resûl-i Ek­rem:

“İlim talebi için (evinden) çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolundadır.”[544], buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem, “Kim ki Allah için ilim öğrenmek maksadıyle sabahlarsa Allahu Teâla ona cennetten bir kapı açar, melekler onun için kanatlarını yerlere düşürürler, göklerin melekleri ve de­nizlerin balıkları onun için dua ve istiğfar ederler.”[545], buyur­muştur.

Bir başka hadîsinde Resûl-i Ekrem,

“Bir âlimin âbid üzerine üs­tünlüğü, l5'inci gecedeki ayın en küçük yıldıza üstünlüğü gibidir.”, buyurmuştur. Bu rivayetin bundan sonraki bölümü yukarda geçmiş­tir. Beyhaki'nin rivayetinde ziyâde olarak, “Alimin ölümü, telâfisi mümkün olmayan bir musibettir.”, şeklindedir.

Abdullah İbn Mesûd radıyallahu anh'den, o da babasından, şöy­le dediği rivayet olunmuştur:

Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Benim sözümü işitip onu kavrayıp koruduktan sonra (işittiği gibi) başkalarına nakleden kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Nice hâmili fıkıh olanlar var ki, ona naklettikleri kimseler kendilerinden daha iyi anlarlar. Nice hâmili fıkıh olanlar var ki, fakîh değillerdir.” [546]

Yine Resûl-i Ekrem:

Üç vasıf vardır ki, Müslüman kişinin kalbi onlarla muttasıf ol­duğu halde hıyanet etmez ve kin tutmaz. Onlar, ameli Allah için hâlis kılmak, Müslumanların imamlarına nasihatte bulunmak, (itikad ve amelde) onlara (Müslümanlara) muvafakat etmektir.”[547], bu­yurmuştur. Diğer rivayette: “Bunların ardındakiler korunur.” buyurulmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

İşindeki gaye ve amacı dünyalık olan kim­senin, Allahu Teâlâ, dünya ve amacı ile arasını açar, daima yoksul­luğu gözünün önüne gelir ve dünyalıktan ancak nasibini alır. Maksad ve gayesi ahiret olan kimseye gelince; Allahu Teâlâ onun kalbi­ne zenginlik verir ve dünyalıktan yüz çevirdiği halde dünyalık ona yönelir.”, buyurmuştur. Yine Resûl-i Ekrem:

“Bir hayra delalet eden, o hayrı yapan gibi mükâfat alır.”[548], buyurmuştur. Yine Resül-i Ekrem:

“Düşkünlere yardımı Allah sever.”, buyur­muştur.

Ebû Hureyre radıyallahu anh'ten, Resûl-i Ekrem'in şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir:

“Başkalarını hidâyete, doğruluğa çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Bununla beraber ona uyanların sevabından da bir şey eksilmez.” [549]

 

48 Ve 49. Kebire: Allah'a Ve Resulüne Yalan İsnad Etmek

 

Allahu Teâlâ,

“Allah'a karşı yalan uyduranların, kıyamet günü yüzlerinin simsiyah olduğu görülür.”[550], buyurmuştur. Bu âyet-i kerime'nin tef­sirinde Hasan diyor ki:

“İşte bunlar, “İstersek yaparız ve istersek yapmayız” diyen kimselerdir”.

Buhârî, Müslim ve diğerlerinin Ebû Hureyre radıyallahu anh'ten rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

“Benim üzerime kasden yalan uyduran kimse, cehennemdeki oturağına hazırlansın.” [551]Bu hadîsin tevatüre varan Sahih riva­yet yolları vardır. Mânası ise kesin ve açıktır.

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem:

“Her kim yalan olduğu zannedilen bir sözü benden rivayet eder­se, o da yalancılardan biridir.”[552], buyurmuştur.

Yine Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Şüphesiz benim namıma uydurulan bir yalan, herhangi biri namına uydurulan yalan gibi değildir. Bile bile benim namıma ya­lan uyduran kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.”[553], buyur­muştur.

Taberanî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'ım, halifelerime, rahmet et”.

“Onlar kimlerdir” sorusuna ce­vaben:

“Benden sonra gelip hadislerimi rivayet ederek insanlara öğ­retenlerdir” buyurdu.[554]

Yine Taberâni'nin Vâile'den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Şüphesiz en büyük günahlardan birisi de, kişinin, benim namı­ma, söylemediğim (bir sözü) söyledi, demesidir.”[555], buyurmuş­tur.

Yine Taberânî'nin “Kebir”indeki rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Herhangi bir cemaat Kur'an üzerinde toplanır, onu okuyup an­lamaya çalışırlarsa, işte bunlar, Allah'ın davetlileridirler. Aynı za­manda bunlar oradan ayrılıncaya veya başka söze dalıncaya kadar melekler onları kuşatır. Kim ki kaybolur korkusu ile bir ilmin tah­siline gider veya yok olur korkusu ile onu başka yere yazarsa, baş­ka bir nüsha meydana getirirse, bu kimse Allah yolunda sabahleyin iyilik talebinde yola çıkan gibidir.”[556], buyurmuştur.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“İnsan öldüğü vakit ameli kesilir (amel defteri durulur), yalnız üç şeyden açık kalır ve defterine sevap yazılır. Bunlar ı Sadaka-i câ­riye, devam eden bir hayır (cami, çeşme, hastane, yol ve benzeri) is­tifade edilen ilim ve kendisi için hayır duada bulunup sadaka veren iyi çocuk.”[557] Yine bunun gibi, İslâm'da güzel bir âdet ihya ede­ne vaadedilen mükâfatlar, güzel ve faydalı bir eser neşredenlere vaadedilen mükâfatlar gibi, o adete uyan ve güzel eseri okuyanla­rın alacakları mükâfatlar yanında onların mükafatları gibi bir mü­kâfatın da kendisine verileceği hususunda büyük müjdeler vardır. Bunun aksine olarak da kötülüğü icad eden, kötü eserler bırakan ve kötülükte örnek olanlara verilecek cezaları bildirmekle onlara da büyük korkutma vardır.

Tembih: Allah'a ve O'nun Resulüne isnad ve iftirada bulunmayı büyük günahlardan saymak, ulemânın sarahaten ifadesidir. Hatta Ebû'ş-Şeyh Muhammed el-Cüveyni, peygambere yalan isnadının kü­für olduğunu söylemiştir. Müteahhirîn sonradan gelen âlimler­den bazıları da, mütekaddimin'den bazı âlimlerin bu görüşte olduk­larını, peygambere yalan isnadının küfür olup tslâmiyetten çıkmak olduğunu söylemişlerdir. Resûl-i Ekrem'e yalan isnad ederek her­hangi bir harama helâl veya helâl için haram demenin küfür oldu­ğunda şüphe yoktur. Söz, bunların dışında Allah ve Resulüne yalan isnad etmekte ve onlar adına yalan uydurmaktadır. Celâl Belkinî di­yor ki: Peygambere yalan isnad eden kimsenin cehennemdeki yeri­ne hazırlanması gibi birçok veidler vardır. Ulemâ, bunların tevatür mertebesine yükselmiş olduğunu söylemiştir. Bezzâr, hadisi merfû olarak kırk kadar Sahabinin rivayet ettiğini söylüyor. İbnü's-Salâh da bu hadisin tevatür mertebesine ulaştığını ve Ashâb'dan pek çok­larının bunu rivayet ettiklerini, hatta sayılarının seksene ulaştığını söylemiştir. Hafız, bu hadîsin râvileri oldukça sayfaları kabarık bir risalede toplamıştır. Bazıları da bu hadîsin râvilerinin yetmiş Sahabinin üstünde olduğunu, Abdurrahman b. Avf'tan başka diğer bütün Aşere-i Mübeşşere cennetle müjdelenmiş olan bahtiyar kimse­nin bu hadisi rivayet ettiğini söylerken, Taberânî ve İbn Mende, ha­dîsin râvilerinin seksen yediye ulaştığını söylemişlerdir.[558]

 

50. Kebire: İslâmda Kötü Âdet İhdas Etmek

 

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Cerir radıyallahu anh di­yor ki: Bir öğle vakti idi. Resûl-i Ekrem'in huzurunda bulunuyor­duk. Tam bu sırada Mudar kabilesinden bir cemaat yalın ayak, sırt­larına tulum biçiminde alaca bir aba geçirmiş, perişan bir halde ve yalın kılıçları ellerinde olduğu halde çıkageldiler. Bunların bu acıklı haline üzülen Resûl-i Ekrem'in benzi soldu ve yerinde duramaz ol­du. Dışarı çıktı, içeri girdi ve nihâyşt vakit olunca emretti.

Bilâl ezanı okudu, namaz kılındı ve Resûl-i Ekrem hutbe îrad et­ti. Hutbesinde,

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğu­nuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riâyet ediniz. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.”[559], âyetiyle Haşr süre­sindeki,

“Ey mü’minler, Allah'tan sakının. Herkes yarına ne hazırladığı­na baksın.”[560], âyetini okudu. Bunun üzerine herkes ha­line göre altunundan gümüşünden, elbisesinden, buğdayından ve hurmasından verdi. Hatta Resûl-i Ekrem, “Yarım hurma da olsa ve­rin.” buyurdu. Ensâr'dan birisi avucunda zor tutabildiği bir kese ile geldi. Bunu görenler de getirdiler, derken iki deve yığını kadar yi­yecek ve giyecek toplandı. Bu sırada Resûl-i Ekrem'e baktım, müba­rek siması altımla cilalanmış kâğıt gibi parlıyor ve neş'eleniyordu. Sonra Resûl-i Ekrem:

“Müslümanlıkta İyi bir çığır açan kimseye, açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda yürüyenlerin sevabı da verilir. Bununla be­raber onların sevabından da bir şey eksilmez. Müslümanlıkta kötü bir çığır açan kimseye, açtığı çığrın günahı yükletildiği gibi, kendi­sinden sonra o yolda gidenlerin günahı gibi bir günah da yükletilir; bununla beraber onların günahından bir şey eksilmez.”[561], bu­yurdu.

Buna benzer Sahih ve lâbeis isnâd ile rivayet edilen daha başka hadisler de vardır. Tekrar olmasın diye alınmamışlardır.

Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem,

“Herhangi bir şeye çağıran kimse, kıyamet günü daveti ile be­raber olduğu halde (veya davetinden sebep) durdurulur. İsterse bir adam bir adamı çağırmış olsun.”[562]

İbn Mâce ve diğerlerinin leyyin sened ile rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Bu hayır hazineler (gibi) dir. Bu hazinelerin de anahtarları vardır. Allahu Teâlâ kendisini iyilikleri açan ve kötülükleri kapa­yan anahtar (mesabesinde) kıldığı kimseye müjdeler olsun. Yazık­lar olsun o kimseye ki, Allahu Teâlâ onu iyiliği kapayan ve kötülü­ğü açan anahtar (mesabesinde) kılmıştır.”[563], buyurmuştur.

Tembih: Kötü âdet îcad etmenin büyük günahlardan olması, bu hususta rivayet edilen hadîslerdeki şiddetli veidlerden açıkça anla­şılmaktadır. Veid (şiddetli korkutma) azabın kat kat olmasıdır. Böy­lece azabının katlanması ise insanları hesabından aciz bırakacak derecede çoğalmasıdır.

Şayet îcad ettiği kötü âdet büyük günahlardan ise, bunu yeni­den büyük günahlardan saymak doğru olmaz. Çünkü o, zaten bü­yük günahlardan idi. Şayet îcad ettiği kötü şey, büyük günahlardan değilse, onu büyük günahlardan saymak cidden zordur, dersen,

Derim ki, küçük günah da olsa bu icadı büyük günah saymak­ta bir sakınca yoktur. Çünkü o, bu icadı başkaları için yaptığına ve başkaları da kendisine uyduğuna göre -küçük de olsa- cezanın kat kat çoğalması ile büyük günah gibi ve belki ondan da daha bü­yük olur. Çünkü hangi büyük günah olursa olsun, ondan vaz geç­mekle günahı orada son bulur. Bu ise günahı kıyamete kadar de­vam eden bir suçtur ki, çok ağırdır. Böylece bir defa işlenen büyük günah ile aralarında fark vardır. Aynı zamanda dinde hangi bid'at olursa olsun, bunları büyük günahlardan sayan ve bunu Sahih ha­bere istinad ettiren çok kimseler vardır. Bu Sahih haber:

“İslâmda yeni bir şeyi îcad edene Allah lanet etsin”. İbnu'1-Kayyun diyor ki:

“Bu, îcad edilen şeye bağlıdır; îcad edilen şey de nisbette büyük ise, günahı da o nisbette büyük olur.”[564]

 

51. Kebire: Sünneti Terketmek

 

Hâkim “Müstedrek”inde, “İcma'ın Hüccet Olduğuna Dâir Delil” bölümünde Ebû Hureyre'den gelen bir rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Farz olan namaz, kendisinden sonra gelen namazla arasındaki günahlara keffârettir. Cumalar ile ramazanlar, aralarındaki günah­lara keffârettirler, ancak üç şeye keffâret olamazlar: Allah'a ortak koşmak, neks-i safaka (yâni adam ile bir yandan anlaşmaya varırken, öte yandan ilk fırsatta ahdi bozarak onu öldürmek) ve sünneti terketmek (yâni cemaata muhalefet ve toplumdan ayrılmaktır.)”, buyurmuştur.

Hadîsi her ne kadar Buhârî ile Müslim almamışlarsa da, hadîs, onların aradıkları sıhhat şartlarına uygundur. Ahmed ve Ebû Dâvûd'un rivayetleri şöyledir:

“Cemaatten bir karış ayrılan kimse, İslâm bağını boynundan çı­karmıştır.” [565]Celâl Belkinî,

“Cemaatten ayrılmak demek, bid'atlere sapmak demektir.” demiştir. Yine Sahih olarak, “Bid'at icad ede­ne Allah lanet etsin.” diye bir rivayet vardır.

Ayrıca Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

Altı kimse vardır ki, Allahu Teâlâ, ben ve duası makbul her peygamber onları lanetlerler: Allah'ın Kitabına ilâve yapan, Allah'ın kaderini yalanlayan, Allah'ın aziz kıldığını zelil ve zelil kıldığını aziz yapmak için kahr u ceberut ile insanlara musallat olan, Allah’ın haram kıldığını helâl sayan ehli beytin hakkında Allah'ın haram kıl­dığını helâl sayan ve sünneti terkedenlerdir.” [566]

Yine Sahih bir hadîsde Resûl-i Ekrem:

“Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.”[567], buyurmuş­tur.

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Peygamberlerinden sonra dinlerinde bid'at ihdas eden hiç bir millet yoktur ki, o nisbette sünnetten kaybetmiş olmasınlar.”[568], buyurmuştur.

Yine Taberâni ve İbn Âsım'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“Gök kubbenin gölgesi altında Allah'tan başka, arzularına uyu­lan hevâ-i nefsten daha büyük bir ilâh yoktur.” [569]

Tembih: Sünneti terketmenin büyük günahlardan olduğunu, Şeyhu'l-lslâm es-Salâh el-Alâî, Kavaid adlı eserinde sarahaten bildirmiştir. Ayrıca Celâl Belkini ve diğer âlimler de bunu kebâirden saymışlardır. Celâl Belkinî büyük günahları sayarken, “Büyük günahların on altıncısı bid'attir, zaten sünneti terkten maksad da bid'attir.” demiştir. Şüphesiz sünnetten murad, Ebû Mansûr Maturidî ve Ebû'l-Hasan el-Eş'ari'nin inançlarına uygun olan yoldur. Çün­kü bunlar, tamamen sünneti arayıp bulmuşlardır. îtikadda bid'at da bu iki imama uymayan diğer fırkaların görüşleridir. Bid'at sahiple­rini yeren pek çok hadisler vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

“Her kim bu dininizde olmayan bir şeyi icad ederse, o, merduttur.”[570]

“Bundan sonra (derim ki) sözlerin en hayırlısı Allah'ın Kitabı­dır, hidâyetlerin hayırlısı da Muhammed sallallahu aleyhi ve sel-lem'in irşad ve hidâyetidir. (Dinde olmayan) şeylerin en fenası, son­radan uydurulan şeylerdir; her bid'at (sonradan uydurulan şey de) sapıklıktır.”[571]

“Sizin için en çok korktuğum, mide ve fercinizdeki azgın şehvet ve hevâ-i nefsin sapıttırmalarıdır.”[572]

“Aman, dindeki sonradan yapılan uydurmalardan sakının, zira sonradan uydurulan her bid'at sapıklıktır.”[573]

“Allahu Teâlâ her bid'at sahibinin tevbesini, bidatini terkedinceye kadar, perdeler (yâni tevbesini kabul etmez).”[574]  

“Allahu Teâlâ, bid'atini terkedinceye kadar bid'at sahibinin tev­besini kabul etmez.” [575]

Yine İbn Mâce'nin diğer bir rivayeti de şöyledir:

“Allahu Teâlâ bid'at sahibinin oruç, namaz, sadaka, hac, umre, cihad, farz ve nafilesinden hiç bir ibadetini kabul etmez. O, hamur­dan kılın çıkması gibi İslâmdan çıkar.” [576]

 

52. Kebire: Kaderi Yalanlamak Ve İnkâr Etmek

 

Mutezile, kul, fiilinin yaratıcısıdır, der ve kaderi inkâr ederler. Bunun için kendilerine Kaderiyeci adını verdiler ve bu isme en çok lâyık olanın kendileri olduklarını sandılar. Mutezilenin bu gö­rüşlerini sarih hadisler ve Ashâb-ı Kirâm'ın beyanları kesinlikle red­detmektedir. Hüccet, sünnet ve Sahabenin görüşündedir; onların, nassları terkederek dayandıkları fasit görüşlerinde değildir. Onların hayâl mahsulü olarak kesin nasslan terketmeleri, çirkin âdetleridir. Nekir ve Münker adındaki meleklerin sorularını, kabir azabını, sı­rat, mizan, havuz, âhirette Allah'ın baş gözü (dünyada gören göz) ile görülmesi ve Sahih hadislerle sabit olan bunların benzerlerini in­kâr etmeleri, hep bu kabildendir. Allahu Teâlâ onları sünnete ve pey­gambere karşı câhil kılmakla takbih ve terzil etmiştir. Onları ne pey­gamberi ve ne de konuştuklarını bilememişlerdir. Halbuki onun hak­kında Allahu Teâlâ,

“O, kendiliğinden konuşmamaktadır.   Onun konuşması, ancak bildirilen bir vahy iledir.” [577], buyurmuştur.

Kader hususunda Mutezile aleyhindeki delilimiz,

Şüphesiz biz her şeyi kader ile yaratmışızdır.”[578], âyet-i celîlesidir. Müfessirlerin çoğuna göre bu âyet-i celîle, kaderiyeciler hak­kında, nazil olmuştur. Nazil olma sebebi hakkındaki Müslim'in şu rivayeti de bunu teyid eder mahiyettedir: Mekke müşrikleri Resûl-i Ekrem'e gelerek kader hakkında mücâdeleye kalkıştılar. Bunun üzerine:

“Doğrusu suçlular, sapıklık ve çılgınlık içindedirler. Ateşe yüz­üstü sürüldükleri gün onlara: “Cehennemin tadını tadın” denir. Şüphesiz biz her şeyi kader ile yaratmışızdır.” [579], âyetleri nazil oldu.[580] Allahu Teâlâ'nın âyette sözünü ettiği günahkârlar, kaderiyeciler ye onların yolunda olan muteziledir. Mutezile, her ne ka­dar her yönden kaderiyeciler gibi değillerse de onlara yakındırlar. Burada bir başka tevcih daha vardır. Şöyle ki: Müşriklerin Necran hâkimi Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Ey Muhammed! Sen, günahların da kader ile olduğunu sanı­yorsun, halbuki öyle değildir,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Siz, Allah'ın hasımlarısınız,” buyurdu ve bunun üzerine:

“Doğrusu suçlular, sapıklık ve çılgınlık içindedirler.” [581], âyeti nazil oldu. Resûl-i Ekrem:

Allahu Teâlâ bütün yaratıkların kaderlerini, yer ve gökleri ya­ratmadan elli bin yıl önce yazmıştır.”[582], buyurmuştur. Hadîs, daha geniş şekilde aşağıda gelecektir.

Tavus anlatıyor: Ashâb'tan pek çoklarına yetiştim. Onlar,

“Her şey Allah'ın takdiri iledir.” derlerdi. Yine Tavus diyor ki:

“Abdullah İbn Ömer (r.a.) i dinledim, şöyle diyordu:

“Her şey kader iledir. Hatta acziyet ve akıllılık veya akıllılık ve acziyet de kader iledir.”[583]. Bu rivayet, Ehl-i Sünnet için açık bir delildir.

Hz. Ali kerremellahu vechehu'den gelen bir rivayette Resûl-i Ekrem:

Kişi dört şeye inanmadıkça mü’min olamaz: Allah'tan başka İlâh olmadığına, ben, O'nun Resulü olup beni hak peygamber gönderdiğine. Ölüme ve öldükten sonra dirilmeye ve kadere -bir riva­yette, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna-inanmadıkça mü’min olamaz.”[584], buyurmuştur.

Ayrıca sünneti terketmenin büyük günahlardan olduğu bundan önce anlatıldığı ve İbn Hibbân ile Hâkim'in rivayet ettikleri yukar­da geçen hadis-i şerifte, “Altı kişiye Allah ve bütün duası makbul peygamberler lanet eder. Bunlardan birisi de kaderi yalanlayanlar­dır.” buyurulmuştu.

Müfessirlerden biri şöyle diyor: Cebriyeciler kaderiyecilere, kim ki taat ve mâsiyet benim isimdir derse, bu adam kaderi inkâr etmiş­tir. Mutezileler de Cebriyecilerin kaderiyeci olduğunu söylerler. Çün­kü cebriyeciler, kulun hiç bir dahli olmadan hayır ve şerrin doğru­dan hem yaratmak ve hem de kazanmak bakımından Allah'ın takdiriledir derler ki, bunlar kaderi isbat ederler. Her iki fırka da “Al­lah yaratır, kul kazanır- deyen Ehl-i Sünnet'in kaderiyeci olmadık­larında ittifak etmişlerdir.

Burada, şayet doğru ise, Mutezilenin cehenneme yönelmiş bay­raktarlığını yapan Allâme Zemahşerî'yi red vardır. Zemahşeri, ken­di batıl görüşünde kaderiyeciliği Ehl-i Sünnete atfetmekte ve böyle yapmakla Allah'ın Resulüne, Ashâb ve Tabiine iftira etmektedir. Zemahşeri'yi bu yola sevkeden, akidesinin çirkinliği ve içinin bozuklu­ğudur. Bu zât bu görüşü ile kendisine,

“Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi,   keşke siz de inkâr etseniz de eşit olsanız isterler.”[585]

“Kitap ehlinin çoğu, haik kendilerine apaçık belli olduktan sonra, İçlerindeki çekememezlikten ötürü, sizin, inandıktan sonra inkâr et­menizi isterler.”[586]

“Yoksa Allah'ın bol nimetlerinden verdiği kimseleri mi çekemi­yorlar? Halbuki İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik. Onlardan ona inananlar ve yüz çeviren­ler vardı. Çılgın bir alev olarak cehennem yeter.”[587], âyetlerini okumasını daha çok haketmiştir.

Fahruddin er-Râzî şöyle buyurmuştur:

“Hak, olan, kaderiye ka­deri inkâr edip olayları birtakım yıldızlara nisbet edenlere denir. Çünkü Kureyş kader hakkında münakaşa etmiştir. Onların görüş­leri şöyledir: Allahu Teâlâ kula taat ve mâsiyet imkânlarını vermiş­tir. O taat ve mâsiyeti kulda yaratmaca kaadirdir. Yoksulu yedir­meye de kaadirdir. Bunun için Allah'ın yedirmeye olan gücünü in­kâr etmek üzere,

“Allah dileseydi, doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım.”[588], dediler.

Resûl-i Ekrem'in,

“Kaderiyeciler bu ümmetin Mecûsileridir.” [589]buyurmasında, şayet bu Ümmet sökünden “Ümmet-i dâvet”i kasd etmiş ise, za­ten onun zamanında Allahu Teâlâ'nın olaylar üzerinde kudretini in­kâr eden müşrikler kaderiyeci idiler, Mutezile ise bunlardan değil­dir; yok şayet ümmet sözünden gayesi “Ümmet-i icabet” idiy­se bunun mânası, kaderiyeyi bu ümmete nisbet, Mecûsileri diğer ümmete nisbet gibidir, demektir. Zira Mecûsiler geçmiş ümmetlerin en çok şüphe edenleri ve en fazla akla muhalefette bulunanları idi. Bu ümmetin kaderiyecileri de böyledir. Bunların bu yönlerden onlar gibi olmaları, kesin olarak küfürlerini gerektirmez. Gerçek şudur ki, kaderiyeci, Allahu Teâlâ’ınn kudretini inkâr edenlere denir.

Ayetindeki kelimesi, iştigâliyet üzere men­suptur, şaz olarak merfû da okunmuştur. Fakat merfû okun­ması reddedilmiştir. Çünkü merfû okunduğu takdirde Ehl-i Sünne­te göre caiz olmayan bir şeyin olmasını îham ettirir ve akla getirir.

Zira kelimesi mubtedâ, veya da sıfatıdır. haberidir, yâni halk ile va­sıflanan, yaratılmakla nitelenen her şey mahiyet ve zamanında bir takdir iledir. Şayet kelimesi merfû okunursa o zaman, Allahu Teâlâ'nın yaratmadığı şey kader ile değil, manası çıkar ki bu, mutezilenin görüşünün tâ kendisidir. Onlara göre ortada Allahu Tealâ'dan başkasının yaratıp icad ettiği işler vardır. Kendi işlerini insanın kendisinin yaratmış olması iddiası gibi. İşte bunun için kelimesinin merfû okunması reddedilmiştir. Ittifaklı olan kelimenin mensup okunması ise bunun hilâfınadır. Çünkü kelimesi mensup okunduğu vakit her şeyi Allahu Teâlâ'nın yaratmış olduğu­nu ifâde eder, zira ibarenin takdiri,

“Her şeyi biz yarattık ve her şeyi de kader ile yarattık.” olur. İkinci birinci yi tekid ve tefsir eder, kelimesi­nin sıfatı olamaz, zira sıfat, mevsufundan evvelde amel edemez. Bu bakımdan kelimesinin mensup okunması kaybolur. De­mek ki kelimesini üstün okutan âmil gizli olan dır. Gizli olmayan ise yukarda anlattığımız gibi gizli olan birinci yi tefsir ve tekittir. Burada tekid, tarh -düşür­mek- niyetindedir. Bütün halka şâmil olmak üzere ge­nellikle hali üzre bakidir kelimesi de haldır, yâni “Biz her şeyi takdirimize mülâbis olduğu veya, zât ve sıfatındaki miktarı ile yarattık.” demektir ki, işte bu, Ehl-i Sünnet ve'1-cemaat'ın görüşü­dür. Âyet-i celile, Ehî-i Sünnet'in görüşünün hak olup, mutezilenin görüşünün batıl olduğunda açık bir delildir.

Âllame Zemahşerî'nin diğer hususlarda olduğu gibi mezhep taas­subu burada pek fazla kabarmamıştır. Çünkü     kelimesinin merfû okunması çok zayıf bir ihtimaldir. Ama bazıları san'at ve ba­zıları da Arapçanın tevcihi bakımından merfû okunması üzerinde durmuşlardır ki, bu, onların sandığı gibi değildir. Zira onların dedi­ği gibi olsa o zaman kelimesine bir fiil gerekecekti ve san'at bakımından yine fi'lin okunması ihtiyar edilecekti ve yine aynı du­ruma düşmüş olacaklardı. Gerçi sen:  kelimesini merfû okusak ve bir an için bunun böyle olduğunu kabul etsek bile mutezile­nin görüşüne yarayacak bir durum yine yoktur.  Zira o zaman kelimesinin sıfat olma ihtimali olduğu gibi kelimesi­ne ceza olma ihtimali de vardır. O vakit haberden sonra haber ol­mak üzere her ikisi de haber olmuş olur.  Umumilik bakımından kelimesinin mensup okunması neyi ifade ediyor idi ise bu hal de yine aynı manayı ifade eder. Bununla beraber umumîlikle be­raber başka bir manaya ihtimali olsa bile o manaya delâleti yoktur da diyebilirsin. Diyelim ki haber değil de sıfattır. Böyle olsa bile bundan anlaşılan son manadır.

Âyet-i celîle, Ehl-i Sünnetin mezhebine hamledildiği gibi, Mute­zilenin görüşüne de hamledilebilir. Zira yaratılmayan bir şey var, o da Allah'ın zâtıdır ve zâten âyetten anlaşılan da budur. Mefhumun delâleti son derece zayıf olmakla beraber, âyet-i celîle'nin bundan başka bir şeyi anlattığına hangi delil vardır? Mefhumun delâletinin son derece zayıf olduğunu söyledik. Çünkü bunun, zanniyatta şüp­heli şeylerde bile delil olmasında ihtilâf vardır, zira ihtimaller mev­cuttur. Kat'î şeylerde işe hiç delil olamaz. Bunu takip eden âyette kelimesini yalnız merfû okumak ve burada aynı kelimeyi hem merfû ve hem de mensup okumakla onun büyüklüğüne ve de­rin manalarına delâleti, Arap dilinin ve ilminin inceliklerindencfir? Onu takip eden âyette de şöyle geçmektedir:

“İnsanların yaptıkları her şey kitaplarda kayıtlıdır.”[590] Burada kelimesi mensup okunsa mana tamamen fasit olurdu. Zira o zaman âyetin manası: “Onlar her şeyi kitaplarda yaptılar.” olurdu ki, böyle mana olmaz. Çünkü kitaplarda onlann yapmadıkları pek çok şeyler vardır. Merfû okunduğu vakit: “Onların yaptıkları her şey kitaplarda yazılıdır.” şeklindedir ki, doğru olan budur.

Ehl-i Sünnet der ki: Eşyayı Allahu Teâlâ takdir etmiştir, yani mikdar, ahval, zaman ve diğer kendisinde bulunması gereken şey­leri, eşyanın var olmasından önce bildi ve sonra ezeli ilmine uygun olarak onu yarattı. Ulvi ve süfli âlemde yeniden meydana gelen her şey, yalnız O'nun ilim, kudret ve iradesinin eseridir. Yaratıkların bunlarda ne nisbet, ne iktisab ve ne de muhâvele diye bir etkileri yoktur. Bütün bunların onlarda husulü, Allahu Teâlâ’nın kolaylaş­tırması, kudret ve ilhamı ile olmuştur. O'ndan başka ilâh yoktur. O'ndan başka yaratıcı da yoktur. Kitap ve sünnet bunu böyle açık­lamaktadır. Kaderiye ve benzerlerinin dedikleri gibi, ameller bizde, ecel başkasının elinde, değildir.

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem'e:

“Ya Resûlallah, Allah günahı boynumuza yazar da ondan son­ra bu günahı yaptık diye bizi azâb eder, böyle şey olur mu?” diye sor­dular. Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet günü siz Allah'ın hasımlarısınız,” buyurdu.

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selem:

“Bu ümmetin mecûsileri, Allah'ın kaderlerini yalanlayanlar (in­kâr edenler) dır. Hastalandıklarında onları ziyaret etmeyiniz, öldük­lerinde cenazelerinde bulunmayınız, karşılaştığınızda onlara selâm vermeyiniz.”[591], buyurmuştur.

Yine İbn Mâce'nin İbn Abbâs (r.a.) ve Câbir (r.a.) den rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem:

“Ümmetimden İki sınıf var ki, bunların İslâm'da nasibi yoktur. Bunlar, irca (murcie) ve kadercilerdir.”[592], buyurmuştur. İcrâ dediğimiz, küfür ile itaatin faydası olmadığı gibi, imanı olana da gü­nah zarar vermez, diyen murcielerdir. Kaderiyecilere Allah'ın hasmı demek, onlar, “Mâsiyeti takdir eden Allah olduğuna göre, artık onun azâb etmesi caiz olmaz.” dedikleri içindir.

Hz. Ömer'in, rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allahu Tealâ kıyamet günü yaratıkları bir araya topladığı vakit bir münâdiye emreder, o münâdi herkesin duyacağı şekilde:

“Nerde Al­lah'ın hasımları?” diye çağırır. Hemen kaderiyeciler kalkar, cehen­neme atılmaları ile emredilir. Allahu Teâlâ:

“ Cehennem ateşini tadın, zira biz her şeyi kaderimizle yaratırız.” buyurur”.

Taberâni'nin “Evsât”ında da aynı mealde bir rivayeti vardır. Bunun için Hasan-ı Basri:

“Bir kaderiyeci ip haline gelecek kadar oruç, çivi haline gele­cek kadar namaz kılsa yine Allahu Teâlâ onu yüzükoyun cehenneme atar ve sonra da: “Cehennem azabını tat, zira biz her şeyi kaderi­mizle yarattık” buyurur, demiştir.

Kader hakkında Allahu Teâlâ,

Sizi de, yaptıklarınızı da, Allah yaratmıştır.” [593]buyurmuş­tur. Yani, gizi ve amellerinizi Allah yarattı demektir. Yahut, sizi ve sizin amellerinizle yaptıklarınızı da Allah yarattı demektir ki, bu­rada kulların bütün işlerinin yaratıcısının Allah olduğuna açık de­lil vardır.

Yine Allahu Teâlâ,

“Ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verdi.”[594], buyurmuştur. İl­ham, bir şeyi nefse yerleştirmektir. Kötülük ve iyilik ilhamını veren, 'Allah'tır. Her ikisinin de yaratıcısı O'dur. Bunun içindir ki, âyetin tefsirinde Saîd b. Cübeyr ile tefsir etmiştir.

İbn Zeyd diyor ki: Allahu Teâlâ'nın kişiyi takvaya ilham ve ilzam etmesi, kendi tevfiki sayesindedir. Fücura Uzam etmesi de onu rezil ve perişan etmesindendir.

Dârekutnî ve Deylemî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Şüphesiz Allahu Teâlâ kendi lutfundan bir kavme hayn ilham etmiş ve onları rahmetinin içine almıştır. Bir kavmi de ibtilâ edip rüsvay etmiş ve işlerinden ötürü onları yermiştir. Bu duruma düşen­ler ibtilâ edildiklerinden başka bir şeyi yapamadılar da onlara azâb etmiştir. O, âdildir ve yaptığından sorumlu değildir, fakat O'ndan başka herkes yaptıklarında sorumludur.”, buyurmuştur.

Bu mânada ilerde hadîsler gelecektir. Yine Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

 “Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslâmiyet'e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi kalbini dar ve sıkıntılı kılar.” [595]

Kaderi yy enin sapık görüşte olduklarına delâlet eden âyetlerin en kuvvetlilerinden birisi de budur.

Muaz İbn Cebel'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Allahu Teâlâ hiç bir peygamber göndermemiştir ki, ümmetin­de kaderiyye ve murcie bulunmasın. Şüphesiz Allahu Teâlâ kaderiyye ve murcieleri yetmiş peygamberin dilinde lanetlemiştir.”[596], buyurmuştur.

İbn Ömer (r.a.) in rivayetinde Resûl-î Ekrem:

“Her ümmetin mecûsîleri vardır, benim ümmetimin mecüsîleri de kaderi inkâr eden­lerdir. Onlarla karşılaştığın vakit, benim onlardan ve onların da benden uzak olduğunu onlara haber ver. Allah'a yemin ederim ki, bu inanç Sahihlerinin herbirinin Uhud (dağı) kadar altunları olsa ve bunu da Allah yolunda infak etseler -kadere inanmadıkça- Al­lahu Teâlâ bunların bu amelini kabul etmez.”,   buyurmuştur.  İbn Ömer bunu müteakip Müslim ve diğerlerinin rivayet ettikleri Cibril Hadisini okudu. Hadisin bir bölümünde Cebrail aleyhisselâm Resûl-i Ekrem'e imandan sorunca, Resûl-i Ekrem:

“Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gü­nüne, hayır ve şer olmak üzere kadere inanmaktır,” buyurdu.

Yukarda anlattıklarımızın dışında kader hakkında daha pek çok rivayetler vardır. Faydalı olacağını düşünerek bunların bir kısmını açıklamayı uygun buldum.

İbn Adî'nin tahricinde Resûl-i Ekrem:

“Kaderi inkâr eden, benim getirdiğime küfretmiş sayılır.”, bu­yurmuştur.

Ebû Yâlâ'nın rivayeti, “Hayır ve şer, kadere inanmayandan ben beriyim.” şeklindedir.

Ahmed, Tirmizi İbn Mâce ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem:

“Kul, dört şeye inanmadıkça mü’min olamaz: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın Resulü olup beni hak peygamber gönderdiğine, ölüme ve öldükten sonra dirilmeye, hayır ve şer dahil olmak üzere kadere inanmaktır.”[597], buyurmuştur.

Taberânî “Evsât”ındaki rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Allah'ın kazasına rıza göstermeyip kaderine inanmayan, Allah'tan başka ilâh arasın.[598] Beyhaki'nin de bu mealde bir ri­vayeti vardır.

Yine Taberanî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Kader, tevhidin düzenidir. Allah'ı birleyip kadere inanan sağ­lam bir kulpa yapışmıştır.”[599], buyurmuştur.

Yine Taberâni'nin rivayetinde Resül-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ Adem oğlu için dört şeyden fariğ olmuştur: Ya­ratmak, ahlâk, rızk ve ecel (bu dört şey takdir edilmiş ve bitmiştir).”[600], buyurmuştur.

Yine Taberâni'nin rivayetinde Resül-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ bir adamın sürçmesini murad ettiği vakit, ona kurtuluş yollarını kapar.” buyurmuştur.

Hâkim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kaderden sakınmak Müstağni kılmaz,” buyurmuştur.

İbn Adi ve Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ Zekeriyâ oğlu Yahya aleyhisselâmı annesinin kar­nında iken mü’min yarattı. Firavun'u da annesinin karnında iken kâ­fir yarattı.” [601], buyurmuştur.

Taberâni'nin “Sağir”indeki rivâyetinde Resûl-i Ekrem:

“Saîd, annesinin karnında saîd olandır, şaki de annesinin kar­nında şakî olandır.”[602], buyurmuştur.

Ahmed ve Taberâni'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Allahu Teâlâ her kul için beş şeyden fariğ olmuş, kurtulmuş­tur: Ecelini, rızkını, eserini, yatacağı yeri - ve bir rivayette de- işini yazmaktan kurtulmuştur.”[603] Taberâni, Ahmed, Tirmizî ve Müslim'in aynı mealde rivayetleri vardır. Biz burada sadece Müslim'in yalnız başına rivayet ettiği hadisi metin olarak alıyoruz. Re­sûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ bütün yaratıkların mukadderatını, yer ve gökleri yaratmadan elli bin yıl önce takdir ederek yazmıştır, halbuki Arş, daha su üstünde idi.” [604]

Ebû Nuaym'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Eğer Âdem oğlu ölüm­den kaçtığı gibi rızkından da kaçaydı. Ölümü kendisine ulaştığı gibi rızkı da kendisine ulaşırdı.” buyurmuştur.

İbn Asâkir'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Ben de dahil olmak üzere senin için Cebrail, Azrail, Mikâil, İsrafil ve Arş'ı taşıyan me­lekler dua etse, yine ancak Allahu Teâlâ hakkında yazdığı kadınla evlenebilirdin, başkasını alamazdın.” buyurmuştur.

Dâre Kutnî ve Ebû Nuaym'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“ Eğer Allahu Teâlâ hükmetmiş ise olur.”

Ebû Nuaym'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Hiç biriniz diğerin­den daha kazançlı değildir. Musibeti de eceli de Allahu Teâlâ yazmış, geçim ve ameli de taksim etmiştir. İnsanlar bunu sonuna götürmeğe çalışırlar.” buyurmuştur.

İbn Mâce'nİn rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Dünyadan bana isabet eden her şey, Âdem'in daha çamur ha­linde hamuru yoğrulurken benim namıma yazılmış idi.” [605], bu­yurmuştur.

Beyhaki’nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Fazla telâş etmek takdir edilen olacak, ayrılan rızkın seni bulacaktır.” buyurmuştur.

Bazı kelime farkları ile Deylemi, Hatîb ve Sülemî'nin Cafer b. Muhammed'den, o da babasından, o da dedesinden rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ kaderinin hükmünü icra etmeyi murad ettiği vakit, adamın başından aklını alır. Hüküm yerini bulduktan sonra iade eder ve adamda nedamet başlar”.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ bir şeyi yaratmayı murad ettiği vakit, ona hiç bir şey mani olamaz.”, buyurmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Çalışın, herkes ne için yaratılmışsa onu yapmaya muvaffak olur.”[606], buyurmuştur.

Ahmed, Taberânî ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i  Ekrem:

“Herkes yaratıldığı şey için hazırdır.” buyurmuştur.

Ahmed, Buhârî,   Müslim,   Ebû Davud'un rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Herkes ne için yaratılmışsa ona muvaffak olur.”[607], buyur­muştur.

Ahmed Zeyd b. Sabit (r.a.) ten, ayrıca yine Ahmed, Ebû Dâvûd, İbn. Mâce ve “Sahih”inde İbn Hibbân ve “Evsât”ında Taberânî, Ubeyy b. Kâb, Huzeyfe ve İbn Mesûd (Allah hepsinden razı olsun) dan ri­vayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Eğer Allahu Teâlâ yer ve gök ehline azâb etse, bu azabında on­lara zulmetmiş olmaz. Eğer onlara merhamet etse, O'nun bu rahmeti, onlar için amellerinden hayırlı olurdu. Eğer senin Uhud dağı kadar altunun olsa veya Uhud dağı ağırlığında altunu Allah yolun­da infak etsen, kadere inanmadıkça ve sana isabet eden şeyin, seni geçip isabet etmemesinin mümkün olmadığı, isabet etmeyecek şeyin de hataen eline geçmesinin muhtemel bulunmadığını bilmedikçe bu infakın kabul edilmez. Bu inancın aksi bir inanç ile ölürsen muhak­kak cehenneme girerdin.” [608]

Âhmed, Buhâri, Müslim ve 4 sünen sahiplerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Sizden hiç bir kimse ve yaratık nefislerden hiç bir nefis yoktur ki, onun, (Allahu Teâlâ tarafından) cennetteki ve cehennemdeki yeri yazılmış olmasın. Onun şakî ve saîd olduğu tesbit edilmiş bulunma­sın.”, buyurdu. Bunun üzerine Ashâb-ı Kirâm'dan birisi:

“Öyle ise ya Resûlallah, amel ve ibadeti bırakıp  (Allah'ın bi­zim için) yazdığına itimad edemez miyiz? Bizden saadet ehli olan her kişi saadet ehlinin ameline muvaffak olur (da cennete girer). Yine bizden şakavet ehlinden olan her kişi şakavet Sahihlerinin ame­lini yapar  (da cehenneme girer),” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ek­rem:

“Amel edin, herkes kendisi için yaratılmış olan şeye muvaf­fak olacaktır. Saadet ehline, saadet sahiplerinin ameli kolaylaştırı­lır. Şakavet ehline de şakavet sahiplerinin ameli kolaylaştırılır,” bu­yurdu.[609]

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kaderle ilgili bir şeyde konuşan, kıyamet günü ondan sorumlu olur. Kaderle ilgili bir şeyde konuşmayan kıyamet günü ondan so­rumlu olmaz.[610], buyurmuştur.

Ahmed, Müslim ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Herbirinde hayır olmakla beraber, kuvvetli mü’min zayıf mü'minden daha hayırlı ve Allah aktında daha sevimlidir. Sana yararı olan itaate haris ol. Allah'a sığın, acze düşme. Sana bir şey isabet ettiği vakit, “Şöyle yapsaydım şöyle şöyle olurdu” deme, ancak “Al­lah takdir etti ve dilediği oldu” de. Zira “Böyle yapsaydım” demek şeytanın işine gelir.” [611]

Tirmizi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kişi kadere, hayrına ve şerrine inanmadıkça (ve yine) eline ge­çenin geçmemek İhtimali olmadığına, geçmeyenin de eline geçmek ihtimali bulunmadığına inanmadıkça gerçek mü’min olmaz.”[612], buyurmuştur.

Buhari ve Nesei'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Ey Ebâ Hureyre! Senin kavuşacağın mukadderatı yazan kalem (in mürekkebi) kurumuştur. İster hadımlaş, ister bırak.”[613], bu­yurmuştur.

4 sünen sahipleri ile Ukaylî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Ben davetçi ve tEbiigatçı olarak gönderildim, elimde hidâyetten bir şey yoktur. İblis de süsleyip aldatıcı olarak yaratılmıştır, bununla beraber sapıtmaya yetkisi yoktur.” buyurmuştur.

Müslim'in Huzeyfe b. Esid (r a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Nutfe kırk iki gün (rahimde) kaldıktan sonra Allahu Teâlâ rahme bir melek gönderir. Melek bu cenini sûretlendirir; gözünü, ku­lağını, etini ve kemiğini şekillendirir, sonra:

“Ey Rabbim, dişi mi, erkek mi? diye sorar. Senin Rabbin dile­diği gibi hükmeder ve melek (Allah'ın hükmünü) yazar. Sonra da:

“Ya Rabbi, ömrü ne kadardır?” der. Rabbin onun ömrünü dile­diği kadar takdir eder, melek de onu yazar. Sonra: “Ey Rabbim, rızkı ne kadar?” diye sorar. Rabbin, rızkını dile­diği kadar tayin eder ve melek de onu yazar. Sonra melek elinde say­fa olduğu halde çıkar; ne emredildiğinden fazla yazar ne de nok­san.”[614], buyurmuştur.

Müslim'in biraz kelime farkı ile aynı mealde aynı zattan başka bir rivayeti daha vardır. Ayrıca Müslim ve Ahmed'in yine aynı zat­tan aynı mealde başka bir rivayetleri daha vardır. Bu mealde daha başka rivayetler yazılacağı için bunlar yazılmamıştır.

Ayrıca Buhârî, Müslim ve diğer sünen sahiplerinin İbn Mesûd (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:       

“Sizden birinizin (ilk yaratılışında) anne ve baba maddeleri kırk gün annenin karnında toplanır. Sonra o maddeler o kadar zaman (kırk gün) içinde kan pıhtısı halini alır. Sonra yine kırk gün içinde bir çiğnem ete dönüşür. Allah bir melek gönderir ve tekâmül eden mudgaya şu dört kelimeyi yazması emrolunur: Onun işini, rızkını, ecelini, şaki veya said olduğunu yaz denilir. Sonra ona ruh üflenir. Sizden birisi iyi iş işler de hatta kendisiyle cennet arasında yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (meleğin ana karnında yazdığı) yazı gelir ve o kişiyi önler. Bu defa o. cehennemliklerin işini işleme­ye başlar (da cehenneme girer). Sizden bir kişi de kötü iş işler. Hat­ta kendisiyle cehennem arasında ancak bir kaç kulaç mesafe kalır. Bu sırada (meleğin yazdığı) kitap gelir onu önler. Bu defa o kişi cen­netliklerin işini işler (cennete girer).” [615]

Yukardaki rivayetler, meleğin kork gün üzerine gönderildiğini ifade ederken, buradaki rivayette bu sürenin yüzyirmi gün olduğu bildirilmekte ve böylece her iki rivayet arasında bir münafat görül­mekte ise de hadisteki “Sümme” kelimesi ya “vâv” manasınadır ve­ya cennetlilerin değişmesiyle bu zamanın değişmiş olacağıdır. Meselâ, bir kısmına birinci kırk günde diğer bazılarına da üçüncü kırk günde melek gönderilmiş oluyor.

Ahmed, Tirmizî ve Nesei'nin Abdullah bin Amr b. el-As'dan riva­yetlerinde As diyor ki:

Resûl-i Ekrem elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi ve:

“Şu iki Kitabın ne olduklarını biliyor musunuz?” diye sordu. Biz:

“Hayır, bilmiyoruz, ey Allah'ın Resulü, ancak bize haber verirsen biliriz,” dedik. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sağ elindeki kitap için:

“Bu, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafındandır ki, içinde cennetlilerin, babaları ile kabilelerinin adları vardır. Sonra bunlar ic­mal edilmiş toplanmıştır ki, ne bunlara ilâve edilir ve ne de asla bun­lardan eksiltilir,” buyurdu. Daha sonra Resûl-i Ekrem sol elindeki Kitabı göstererek:

“Bu, âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ tarafındandır ki, için­de cehennemlilerin, babaları ile kabilelerinin adları vardır. Sonra bunlar (sayılmış) ve toplanmıştır ki, bunlara asla ilâve edilmez ve bunlardan eksiltilmez,” buyurdu. Peygamberimizin Ashabı:

“Ey Allah'ın Resulü! Bu, kendisinden fariğ olunmuş bir iş ol­duğuna göre amel nerede kaldı?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“İş ve ibadetinizde aşırılıklardan sakınınız. Doğru yoldan gi­dip Allah'a yaklaşınız. Cennetli olan kimse, hangi ameli yaparsa yap­sın, sonunda cennetlilerin ameli ile ruhunu teslim eden kimsedir. Cehennemli olan kimse de hangi ameli yaparsa yapsın, sonunda cehen­nemlilerin ameli ile ruhunu teslim eden kimsedir,” buyurdu.   Sonra Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Rabbınız kullarından fariğ olmuştur; bir kısmı cennetli ve bir kısmı da cehennemlidir.”[616], buyurdu.

Hatib'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İhsan edin; eğer zafere ula­şırsanız, bu, Allah'ın Kitabı ve kaderidir. Zor ve acı işlere girmeyiniz, zira bu gibi işlere girenlere şeytan karışır.” buyurmuştur.

Mâlik, Ahmed, Tirmizi, Ebû Dâvûd ve “Sahih”inde Hâkim'in ri­vayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Allahu Teâlâ Âdem'i yarattı ve sağ eli ile sırtını mesnetti. Böy­lece ondan birtakım zürriyetler çıkardı ve: “İşte bunları cennet için yarattım ve bunlar cennetlilerin amelini yaparlar.” buyurdu. Sonra (Allahu Teâlâ) Âdem'in başını mesnetti ve ordan birtakım zürriyetler çıkardı da:

“İşte bunları cehennem için yarattım, onlar cehennemlilerin amelini işlerler.” buyurdu.”[617] buyurmuştur.

Diğer bir rivayette, “Allahu Teâlâ kulunu cennetlik yarattığı va­kito, ölünceye kadar cennetlilerin işleri ile meşgul olur ve böylece cennete girer. Bir kulunu da cehennemlik yarattığı vakit, onu da ölünceye kadar cehennemliklerin işinde çalıştırır ve bu sebeple ce­henneme girer.”, buyurmuştur.

Ahmed, Ebû Dâvûd ve Tirmizi'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ Âdem'i yarattığı vakit belinden bazılarını çıkardı ve:

Bunlar cennetli ve bunlar da cehennemlidirler” buyurdu.”[618], buyurmuştur.

Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizl ve İbn Mâce'nin ri­vayetlerinde Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur:

“Âdem ile Mûsâ aleyhisselâm iddlalaştılar. Mûsâ aleyhisselâm:

“Sen ey Âdem, Allahu Teâlâ'nın kudret eli ile yaratıp kendi ruhundan ruh üflediği, meleklere secde ile emrettiği ve cennette is­kân edip sonra da işlediği isyanı ile insanların cennetten çıkıp isyan etmelerine sebep olan zât değil misin?” dedi. Âdem aleyhisselâm da:

“Ya Müsâ sen de, risâleti ile Allahu Teâlâ'nın tercih ettiği (va­sıtasız) konuştuğu ve Tevrat'ı indirdiği peygamber değil misin? Da­ha ben yaratılmadan önce Kitapta (Levh-ı Mahfûz'da):

“Âdem isyan etti” diye yazılı iken bu yazıyı da sen bildiğin halde beni nasıl kını­yorsun?” dedi. Ve onu ilzam etti”.[619]

Ebû Davud'un da biraz daha farklı bir rivayeti vardır, aynı me­alde olduğu için alınmamıştır.

Kaderiyeciler hakkında bu anlattıklarımızdan başka daha pek çok hadisler vardır. Bütün bu hadisler kaderiyecilerin, mutezile ve onlardan önce bu görüşte olanlar bulunduğunu, onların kaderiyeciliği Ehl-i Sünnet'e izafe etmelerinin doğru olmadığı anlaşılmıştır. Kaderiyecilerin onlar olduklarını ifâde eden hadislerden bazıları şun­lardır:

Ahmed'in tahricinde (biraz farklı olarak, Buhârî, Müslim ve Nesei'nin) rivayetlerinde:

Her ümmetin mecûsileri vardır. Bu ümmetin mecûsileri de, ka­der yoktur, diyenlerdir. Bunlar hasta olduklarında ziyaretlerine, öl­düklerinde de cenazelerine gitmeyiniz. Bunlar Deccâl’ın taraftarları­dır Onları Deccâl'a katması, Allah'ın hakkıdır.”[620] Buyurulmuş­tur.

Ahmed'in ve Hâkim'in “Müstedrek”indeki rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Ümmetimden öyle insanlar geleceklerdir ki kaderi inkâr ede­ceklerdir.” buyurmuştur.

Buhârî “Tarih”inde, Nesei ve İbn Mâce İbn Abbâs (r.a.) dan, ay­rıca yine İbn Mâce, Câbir tr.a.) den ve Hatib de İbn Ömer (r.a.) den, Taberânî “Evsat”ında Ebû Saîd (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem sallallrihu aleyhi ve selem:

“Ümmetimden iki sınıf İnsan var ki islâmdan nasibleri yoktur. Bunlar murcie ve kaderiyedir.”[621], buyurmuştur.

Ebû Nuaym (r.a.) den, Taberânî “Evsât”ında Vâile ve Câbir (r.a.) den rivayetlerinde de şöyledir:

“Ümmetimden iki sınıf var ki, kıyamet günü benim şefaatim onlara ulaşmaz: Murcie ve kaderi­ye.” [622]

Taberânî “Evsât”ında Enes (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ümmetimden iki sınıf var ki, bunlar, havzıma uğrayamaz ve cennete giremezler: Murcie ve kaderiye.”[623], buyurmuştur.

İbn Adî ve Hatlb'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kader hak­kında konuşmamanıza kesin karar vermiş bulunuyorum.” buyur­muştur.

İbn Adi'nin rivayeti, “Kader hakkında âhir zamandaki kötü in­sanlar konuşur.” şeklindedir.

Dâre Kutnî'nüı rivayetinde Resül-i Ekrem:

“Kaderiyeciler, yetmiş peygamberin dilinde lanetlenmişlerdir.” buyurmuştur.

Ahmed, Ebû Dâvûd ve “Müstedrek”inde Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kaderi inkâr edenler ile oturmayınız ve onlara selâm vermeyi­niz.”[624], buyurmuştur.

İbn Ebî Âsim, Taberânî ve İbn Adî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem,

“Kader hakkında konuşmaktan sakının, zira o(ndan konuşmak) hıristiyanlıktan bir şubedir.”[625], buyurmuştur.

Ayrıca Ebû Dâvûd ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i   Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Kaderiyeciler bu ümmetin Mecûsîleridir. Hastalanırlarsa ziya­retlerine, ölürlerse cenazelerine gitmeyiniz.” [626]

Ebû Yâlâ, İbn Âdi ve Hatîb'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Benden sonra ümmetim için iki hasletten korkuyorum: Kaderi inkâr ve yıldızları tasdiktir.”[627], buyurmuştur.

Taberânî “Evsât”ında ve Hâkim “Müstedrek”indeki rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kader hakkında son söz: Onu inkâr edenler, bu ümmetin en kö­tü kimseleridir.” [628]

Tembih: Kaderi inkâr etmeyi büyük günahlardan sayma husu­suna gelince: Kaderi inkâr etmeyi daha birçokları Kebireden say­mıştır. Yukardaki hadisler bunun büyük günahlardan olduğuna ke­sin delillerdir. Gerçi kaderi inkâr genel olarak “Sünneti terketmek” hükmüne girerse de Ehl-i Sünnet ile diğerleri arasında çoğunlukla bir münakaşa, konusu olduğu için özel olarak ele alınmış ve üzerin­de durulmuştur. Zira insanların işlerini Allahu Teâlâ’ınn yaratması mes'elesi, kelâm ilminin önemli meselelerindendir. Mutezilenin bu husustaki delilleri de Âllahu Teâlâ'ya iftira ve yukarda geçen âyet ve hadîslerden açıkça yüz çevirmektir. Bunları reddetmek üzere Allahu Teâlâ,

“Onlara bir iyilik gelirse, “Bu Allah'tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu, senin tarafındandır” derler. Ey Muhammed, de ki: Hepsi Allah'tandır. “Bunlara ne oluyor ki, hiç bir sözü anlamağa yanaşmıyorlar. Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük gelirse kendindendir. Ey Muhammed, seni insanlara peygamber gönderdik, şâhid olarak Allah yeter.”[629], buyurmuştur.

Sapıklıkta Mutezilenin imamı olan Cubbâi der ki: “Seyyie” sö­zü, bazan belâ, mihnet ve meşakkate isim verildiği gibi, bazan da is­yan ve günaha isim verilir. Aynı zamanda âyet-i kerime'de “Seyyie” yi önce kendi zâtına sonra da kula nispet etmiştir. Bunların aralarını bulup yerleştirmek lâzımdır. Buna göre deriz ki: Belâ, mihnet ve meşakkat anlamındaki “Seyyie” Allah'a nisbet edilince isyan ve gü­nah anlamında olan seyyienin de kula izafe edilmesi gerekir. Bu su­retle birbirini takip eden bu iki illet arasındaki tenakuz da kalkmış olur.

Muhaliflerden bir kısmı âyeti değiştirerek  yerine diye bir istifham hemzesi getirerek Kur'an'ı değiştirmiş ve Râfizîlerin, “Kur'an'da iki mana var” dediklerinin benzeri bir yola girmişlerdir.

Şayet, Allahu Teâlâ taatteki “hasene”yi kendi izafe ettiği halde “seyyie” yi niçin muzaf kılmadı? Halbuki size göre bunların ikisi de kulun işidir, denirse, cevabında deriz ki: “hasene” her ne kadar ku­lun işi ise de, Allah'ın gösterdiği lütuf ve kolaylık sayesinde kul bu­na yol bulduğu için Allah'a nisbeti Sahihtir. Fakat “seyyie” Allah'a nisbet edilmez. Zira seyyie ne Allah'ın işidir ve ne de Allah onu em­retmiş, tergib ve teşvik etmiştir. Bu bakımlardan Allah ile münase­beti tamamen kesiktir ve bunun için Allah'a nisbet edilmemiştir. İşte Cübbâi'nin sözü, burada, anlayışındaki eksikliği de ortaya koymuş oldu. Çünkü her iki âyetteki gerek seyyie ve gerek haseneden, taat veya mâsiyet murad değildir, belki her ikisinde de nîmet ve mihnet murattır.  Bunlar ise kulun işleri değildir.   Bunun böyle olduğuna âyet-i celîle'si delildir. Çünkü taat ve isyanda  “Bana isabet etti” denmez,      “Ben onu yaptım.” denir.

Binaenaleyh, nimet ve mihnet kulun işi olsa yerine denmesi gerekirdi. Bunlar kulun fiili olmadıkları için  buyurulmuştur. Ayetin şevki ve nüzul sebebi, bu manayı ifadede açıktır. Şöyle ki: Resûl-i Ekrem Medîne-i Münevvere'ye teşriflerinden sonra münafık ve yahûdiler:

“Bu adam geleli Allah'ın verdiği ekin ve meyvelerimizin azal­makta olduğunu acı bir şekilde anlamaktayız,” dedi ve nimeti Allah'a izafe ederken, minneti de peygamberimize nisbet ettiler. Bunun üze­rine Allahu Teâlâ bu âyeti indirerek onların hatalı görüşlerini kendilerine bildirdi. Sonra da, “De ki: Hepsi Allah'tandır.” buyurup esa­sını anlattı ve sonra da sebebini beyan etmek üzere Besûl-i Ekrem'e, “Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır.” buyurdu. Nimet, bolluk ve yar­dım gibi şeyler tamamen Allah'ın fazlındandır. Âyetin devamında, “Sana ne kötülük gelirse kendindendir.” buyurdu. Mihnet ve hezi­met gibi şeyler de nefsinin isyanından sebep sana gelmiştir. Gerçi bu da Allah'tandır. İyilikler yine Allah'tan fakat O'nun fazl u keremiyle; kötülükler de yine Allah'tan fakat buna sebep olan insan nef­sinin günahıdır. Bu seyyie o günahın cezası olarak verilmiştir. Nite­kim diğer âyet-i celile'de bunu açıkça ifâde buyuran Allahu Teâlâ;

Başınıza gelen herhangi bir musibet, ellerinizle işlediklerinizden ötü­rüdür.”[630] buyurmuştur. Mücâhid'in İbn Abbâs (r.a.) dan gelen rivayeti de buna delâlet etmektedir, İbn Abbâs (r.a.),

“Sana ne kötülük gelirse kendindendir.” âyetini okuduktan sonra: “Onu sana ben yazdım.” cümlesini ilâve etti. İbrâhim aleyhisselâm:

“Hasta olduğumda bana O, şifa verir.”[631], demekle hastalığı ken­dine, şifayı da Allah'a nisbet etmiş oldu ve her ikisinin de Allahu Teâlâ'nın yaratmasıyle olduğuna değinmedi. Bunları böyle birbirin­den ayırmış olmakla saygılı davrandı. Zira Allahu Teâlâ'ya öyle âdi şeyler değil, özellikle şerefli işler izafe edilir. Hepsinin yaratıcısı O “Bütün varlıkların yaratıcısı” denir. “Ay, yer ve gökleri yöneten- de­nir de, “Ay, bit ve pireyi yöneten” denmez. İbrahim aleyhisselâm da burada bu usûle ve edebe riâyet etmiştir.

Şu anlattıklarımızı güzelce düşündüğün vakit, âyetin bu şekil üzere nazmını, Kur'ân üslûbuna lâyık bir akış, toplayıp tahkim et­mek ve belagat bakımından en güzel şekilde bulursun. Onların işa­ret ettikleri manaya ele alırsak, sebepsiz ve gereksiz yerde nazmın karışıp üslûbun bozulduğunu görürüz ki, Kur'an'ın azameti buna aykırıdır. Bununla beraber, lügat istimaline uygun olan tabir, bizim görüşümüzde açıktır. Bütün bunları bir tarafa itip seyyie ve haseneden onların işaret ettikleri manalar murattır demek için ortada yine bir delil yoktur. Belki âyetin bu manalara delâleti, imanın Allahu Teâlâ’nın yaratması ile meydana geldiğine delâleti içindir. Zira iman hasenedir. Öyle bir hasenedir ki, her yönü ile çirkinliklerden hâhs bir hasenedir. Bunun için Allahu Teâlâ'nın,

“Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır.”[632], âyetindeki Allah'a davetten muradın şehâdet kelimesi olduğunda it­tifak edilmiştir. Ve yine,

“Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı .... emreder.”[633] âye­tindeki “İhsan” da şehâdet kelimesi ile yorumlanmıştır. imanın hasene olduğu sabit olduğuna göre, âyetin sarahatiyle her hasene Al­lah'tan olmak gerekir ve hatta onların sandıklan gibi. Buna göre imanın Allah'ın hidâyeti ile olduğuna kesinlikle inanmak vacip olur. Nitekim âyet bunu açıkça ifâde etmektedir. Halbuki onlar bununla da hükmetmezler. Âyetteki, “Allah' tandır.” demek, “Allah onu tak­dir etti ve onun güzelliğini ona bildirdi. Zıddı olan küfrün çirkinli­ğini bildirdi de”, denemez. Zira biz deriz ki, size göre iman ve küf­re nisbetle bütün şartlar müşterektir. Kişi bunları kendi ihtiyarı ile ve kendi gayreti ile bulmuştur. Size göre, ilâhî kudretin burada bir daiıli ve bir yardımı yoktur. Size göre her yönü ile Allah'tan ayrıl­mıştır ki, bu görüş “Sana ne iyilik isabet ederse Allah'tandır.” ferma­nına aykırı düşmektedir ki, ey kaderiyeciler, sizin görüşünüzün batıl olduğu âyetten böylece tamamen ortaya çıkmış olur. Şayet bizim görüşümüz gibi -ki gerçek budur- iman Allah'tandır, görüşü sa­bit olunca küfrün de Allah'tan olması gerekir. Zira “iman, Allah'tan­dır” diyen herkes, küfrün de Allah'tan olduğunu söylemektedir, “iman, Allah'tan, fakat küfür Allah'tan değildir” demek icmaa mu­halefettir. Zira küfrü yarattığına inandığımız kul, imanı da îcad et­meye ya muktedirdir ya da değildir. Şayet, evet kul, imanı da îcad etmeye muktedirdir, derseniz, o vakit, “iman Allah'tandır” demeye artık lüzum kalmaz. Belki “iman da kuldandır” demek lâzım gelir ki, bunun batıl olduğu yukardaki âyetten anlaşılmıştır. Şayet, küfre kudreti olduğu halde imana da kudreti olmazsa, bundan da bir şeye kudreti olduğu halde zıddına kudreti olmamak lâzım gelir ki, bu da onlara göre muhaldir. O halde iman, kendisinden olmadığı gibi kü­für de kendisinden değildir. Aynı zamanda kul, imanı îcad edeme­yince küfrü îcad etmemesi evleviyetle sabit olur. Zira kişiyi, arzu et­tiği şeyi elde etmeye imkân veren kuvvet, herhangi bir şeyi îcad et­mekteki Müstakilliğidir. Şurası bir gerçek ki, dünyada aklı başında herhangi bir kimsenin kalbinde küfür ve sapıklığın bulunmasını is­temesi gibi bir şey yoktur. Kul kendi işlerini icad ettiği vakit, elbet­te gerçeğe uygun olan ilmi elde etmeyi ister. Buna göre de kalbinde hak ve gerçekten başka bir şeyin olmaması gerekir. Asıl maksadı, aradığı ve' dilediği iman, kendi îcadı ile olmadığına, dilemeyip iste­mediği, son derece nefret ettiği küfür ve cehaletin kendi îcadı ile ol­malarından kendi îcadiyle olmaması, çok daha ehvendir.

Cübbâi'nin âyet-i celîle'sini diye değiştirip okuma şefaatini göstermesine gelince, o da onun, di­ğer taraftarlarının yaptıkları gibi iftiralarından birisidir. Zira Ehl-i Sünnet bu kıraate hiç önem vermemiş, bu kıraati onlara delil tanı­mamış ve bunun üzerinde durmaya hiç de lüzum görmemiştir. Bu­rada gerçek olan şudur: Ashâb veya Tabundan birisinin bu şekilde okuduğu doğru olursa, o zaman bu kıraati kabul etmek vacip olur, fakat bununla beraber yine onların aleyhinde delil olur. Zira şaz ri­vayetin de senedi Sahih olduğu vakit, hüccet olmakta Sahih haber gibidir. Ancak senedi Sahih olmayınca bu habere iltifat edilmez, de­lil olarak ona başvurulmaz. Bununla beraber meşhur olan kıraatlarda bulunan hemzeyi istifhâmiyeti inkâriye hamletmek de Sahih­tir. Meselâ İbrahim aleyhisselâm ay'ı, büyük ve parlak gördüğü va­kit, “Bu rabbımdır” demesi, inkârıdır. Buradaki istifhami ve istifsarı değil, belki inkâridir. Yani “Bu mudur Rabbım, hayır, bu, Rab olamaz.” demektir. Bunun gibi şayet  âyetinin ba­şında onların dediği gibi hemzenin bulunduğunu kabul etsek bile onu inkâriye hamledip delillerini aleyhlerine çevirmek mümkündür. Fakat gerçekte böyle bir kıraat olmadığı için üzerinde durulmamış­tır. Âyetin manası şöyledir: Maksadına uygun olarak vukubulan iman Allah'tandır. O, kendi yaratması ile değil, Allah'ın yaratması iledir. İstediği de Allah'ın yaratması ile olduğuna göre murad edip kasdetmediği ve rıza göstermediği küfre gelince, “Bu küfür, kendisindendir” demek, akıl ve mantığın kabul etmeyeceği bir şeydir, is­teyip arzu ettiği iman kendisinden olamadığı halde, istemeyip arzu etmediği küfür, nasıl olur da kendisinden olur? Nitekim âyetin sonunda, “Allah şahit olarak yeter.” buyurulmakla buna işaret edilmiş ve bütün eşyanın Allaha' isnad edildiğine dikkat çekilmiştir. Yani “Ey peygamberim, senin elinde ancak tebliğ ve risâlet vardır. Bu gö­revlerini yerine getirip kusur etmediğine Allah şahittir. Hidayetin husulüne gelince, bu, sende değil, Allah'ın kudretindedir.” demek­tir. Nitekim âyet-i celîle'de,

“Bu işde senin bir ilişiğin yoktur.” [634]

“Ey Muhammed, sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin.”[635], buyurulmuştur. Veyahut “Allah şahit olarak yeter.”, yani senin risâletine ve doğruluğuna yahut hasene ve seyyienin Allah'tan olduğu­na Allah'ın şehâdeti yeterlidir, demektir.

Ehl-i Sünnet ve'1-cemaat'ın görüşünü teyid eden Kur'an-ı Kerim'den pek çok deliller vardır. Bunlardan bazıları, kalb ve kulakla­rını mühürlemek ve damgalamak, kalblerini perdelemek, karart­mak, kulakları sağır hale getirmek ve göze perde çekmek mealin­deki ayetlerdir. İnsanlar bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Her şey ve kulların işleri de Aİlahu Teâlâ'nın yaratması iledir, diyenler, Ehl-i Sünnettir. Bunun için Ehl-i Sünnet'in mezhebinde açık ve seçik or­tadadır. Bunların iki türlü görüşleri vardır: Birincisi, bütün bu âyet­ler, kâfirlerin kalbine Allahu Teâla'nın küfrü yaratmasından kina­yedir. İkincisi, Aİlahu Teâlâ küfrü davet eden sebepleri onda yarattı ve bu sebeplerin kudret ile birleşmesinden küfür hasıl oldu, görüşüdür.

Mûtezile ise bütün bu âyetlerdeki (hatm, tab', rân, vakr ve gışâve) kelimelerini senetsiz olarak kendi kısa görüşleri ile kendi arzu­larına göre te'vil etti, şer'i naslarda keyiflerine göre tasarrufta bu­lundular. Böylece bizzat kendisi hidâyet yolundan kör ve sağır oldu­lar. Açık âyetlerle bu meâllerdeki hadisleri gerçek anlamda göre­mez oldular. Zayıf, aciz, kısa görüşleri, Allah'a ve O'nun muradına cahil olan kimsenin, Allahu Teâla'nın insanlara duyurduğu,

“O, yaptığından sorumlu değildir,   onlar ise sorumlu tutulacaklardır.”[636], fermân-ı İlâhîsini unutmak ve sonra da “Allahu Teâlâ'nın kendi yaratması ile meydana gelen küfürden dolayı kâfirler na­sıl yerilir? Onların günahı nedir ki, onlar azâb olunur?” gibi gerçek­lere aykırı ve hak yoldan sapmaktan haber veren hurafe ve uydur­ma yollara sapmak nasıl yakışır? Onlara ceza olarak düştükleri bu bataklık yeter. Onlar böylece hak yoldan çıktılar ve kendilerine uyanları da sapıttılar. Sapık davalarında inad ve ısrar ettiler. Eğer ken­dilerinin düştükleri bataklığı biraz düşünmüş olsalar, kendilerini kâfirlerin bataklıklarına saplanmış görürlerdi. Nitekim kâfirler,

“Doğrusu siz, apaçık bir sapıklıktasınız.”[637], diye cevap ver­miştir.

İşte mutezileler de aynı görüştedir. Ya doğrudan doğruya fiille­rinin yaratıcısı kendisi olmakla bütün canlıların sayısınca yaratıcı­lar ortaya koyacaklar veya da mademki bütün bu işler Allah'ın ya­ratması iledir, o halde Allah'ın onlara azâb etmemesi lâzım, diyecek kadar ileri gitmekte ve Allahu Teâlâ'nın yaptıklarından sorumlu ol­madığını unutmaktadırlar.[638]

 

53. Kebire: Ahdine Vefa Göstermemek Ve Verdiği Sözde Durmamak

 

Allahu Teâlâ,

“Ahdi yerine getirin, doğrusu verilen sözde sorumluluk vardır.” [639]

“Ey müminler, akidleri yerine getirin.”[640], buyurmuştur.

İbn Abbâs (r.a,), “Ahidler, Allahu Teâlâ'nın helâl, haram ve farz­ları ile bütün eşya üzerine koyduğu sözleridir.” demiştir. Mücâhid ve diğerleri de böyle tefsir etmişlerdir. Dahhak da buna dayanarak, “Akid ve ahid, Allahu Teâlâ'nın emredip yasakladığı helâl ve ha­ramlar, farz kıldığı namaz ve benzerleridir.” demiştir. Dahhak'ın bu açıklaması, İbn Cureyc'in sözünden daha uygundur. İbn Cureyc âye­tin Ehl-i Kitap hakkında nazil olduğunu öne sürerek demiştir ki:

“Ey geçmiş kitaplara inananlar! Sizden alınan sözlere ve özellikle Muhammed aleyhisselâmın şânındaki akide riâyet edin.” Nitekim,

Allah bir zaman kendilerine kitap verilenlerden “Onu (celâlim hakkı için) behemehal insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemiyeceksiniz” diye ahid almıştır.”[641], âyet-i celîlesi bunu ifâde eder”.

Aynca Katâde'nin tevilinden de iyidir. Katâde, “Bu uhûd ve ukûddan murad, cahiliyet devrindeki yemin ve muahedeleridir” de­miştir.

Zeccâc ise şöyle der: “Akid, ahitten daha kuvvetlidir. Zira ahid ve muahede, gayret ve hamiyetle bir şeyi bağlamak demektir. İyi ip bağlamak gibi onu da ona ulaştırmış olur. İman, Allahu Teâlâ'nın zât, sıfat ve ahkâmını bilmekten ibaret olup, bu cümleden olmak üzere bütün tekâlifinde Allah'a karşı akdine vefa göstermekle olan inkıyadını halka açıklaması vacip olur. Yani, siz imanınızla, çeşitli akidler ve diğer emir ve yasaklarında Allah'a itaati açıklamayı ilti-zam ediniz. O halde bu akidleri yerine getirin demektir.

İbn Şihâb diyor: Resûl-i Ekrem Amr b. Hazm’ı Necrân'a gönderdiği zaman kendisine verdiği mektubu okudum. Mektubun orta­sında: kadar yazılı idi. Akitten maksad, fiil veya terk bakımlarından yapılan tekliflerdir. Bunlara ukûd -bağlar- denmesi, Allahu Teala bunların hükmünü bağladığı, bunları kesinleştirdiği ve artık çözül­me imkânları kalmadığı içindir. Diğer bir kısmı da, bu akidler murad, insanların kendi aralarındaki sözleşme ve bağlantılarıdır, de­mişlerdir. Bizim ihtiyar ettiğimiz mananın delili, âyetin umumi ol­masıdır. Hatta Ebû Hanlfe bu âyet ile bayram günü oruca nezretmenin Sahih olduğuna delil çekmiş ve bu görüşünü de,

“Onlar verdikleri sözleri yerine getirirler.” [642]

“Ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler.”[643], âyetleri ile takviye etmiştir. Yine bu âyet ile Ebû Hanife, meclis muhayyerliğini de kaldırmıştır. Zira akid bağlanmış ve iş bitmiştir, artık meclisin den. vamı buna tesir etmez.

Ebû Hanife, bu âyete dayanarak üç talâkın bir arada verilmesini haram tanımıştır. Zira nikâh bir akiddir, onu birden kaldırmak ha­ramdır. Çünkü Allahu Tealâ,

“Akidlerinizi yerine getirin.”[644], buyurmuştur. Birinci talâkda bilittifak onunla amel, terkedilmiştir. Diğerlerinde ise aslı, üzerinde kalmıştır.

İmâm Şafii ise bu üç meselede ona muhalefet etmiş ve “Ey Ebû Hanife, iddia ettiğin umumilik anlamı, Sahih habere mahsustur. Hal­buki hadisde,

 “Allah'a isyanda nezir olmaz.”[645], buyurulmuştur. Bir başka Sahih haberde de,

“Alıcı ile satıcı mecltsden ayrılıncaya kadar akidlerinde muhayyer­dirler.”[646], vârid olmuştur. Kıyâs-ı Celî ise, nafiz olduğu şey için sonunda toplanması haram olduğu vakit, icma' sebebiyle nafiz ol­ması, hilline (helâl olmasına) delâlet eder. Zira akidlerin geçerli ol­masında asıl, onların çözülmemelerini gerektirir. Üstelik bunu ifade eden Sahih hadis de vardır. O da mulâane edenin (lanetleşenin) üç talâk boşandığını sanarak bunu yapması ve Resûl-i Ekrem'in de onu nehyetmemesidir. Zira bir arada üç talak vermek haram olsa -ki bu adam topladığını zannederek mulâane ediyor- Resûl-i Ekrem'in onu -kendi zannınca da olsa- bu haram irtikâbından nehyetmesi lâzım gelirdi. Halbuki Resûl-i Ekrem ses çıkarmadı- Bu da bunun mubah olduğuna delâlet eder. “Efendim, bu adamın yaptığı lağiv idi, onun için Resûl-i Ekrem bunu menetmedi” denemez. Evet, gerçekte lağiv, fakat adamın kendi kanaatınca lağiv değil, hükmü takviyedir. Bunun için mutlak men'i gerekirdi. Resûl-i Ekrem'in onu menetmesi, Ashâb arasında da üç talâkın muteâref olduğunu göstermek­tedir.

Ahidlerin kuvvetine ve onları yerine getirmemenin büyük gü­nah olduğuna delâlet eden hadislerden birisi de Buhârî ile Müslim'in müttefik olarak rivayet ettikleri,

“Dört şey, her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa, onu bırakmcaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. (Bunlar da) söz söylerken ya­lan söylemek, kendisine bir şey emniyet edildiği “aman hıyanet et­mek, ahdettiğinde ahdini tutmamak, husûraat zamanında da haktan ayrılmaktır.”[647], hadîsidir.

Diğer bir hadîsde, “Ahdi bozan her zâlim ve gaddar için kıya­met gönü bir bayrak dikilir” ve: “Bu, falan gaddarın bayrağıdır.” denir.”[648], buyurulmuştur.

Buhâri'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ buyuruyor: “Üç sınıf insan vardır ki kıyamet gü­nünde ben bunların hasmıyım:

1) Bana yemin eder de sonra ahdini bozar,

2) Hür bir insanı köle diye satar da onun parasını yer.

3) Bir işçi tutar, onu çalıştırır da ücretini vermez.”[649], buyurmuştur.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kim ki Allah'ın taatinden elini çekerse kıyamet günü (işinde) hücceti (ve kendisine yarar sağlayacak özrü) olmadığı halde Allah'a mülâki olur. Her kim bir hükümdara biat etmediği halde ölürse, cahiliyet ölümü ile ölmüş olur.” [650]Bu manada daha pek çok hadîs­ler vardır.

Tembih: Ahde vefa göstermemeyi pek çokları büyük günahlardan saymışlardır. Fakat bunu büyük günahlardan sayanların bir kısmı bizim dediğimiz gibi ahdi ve akdi tarif ederken, diğer bir kısmı da verdiği sözde duramamakla tefsir etmiştir. Her iki ifade ya aynı an­lamdadır, ya da birbirine mugayir anlamlardadır. Her iki tevcihe gö­re de bunları büyük günahlardan saymak zordur. Zira bizim mez­hebimizde verilen sözde durmak menduptur, vacip değildir. Halbuki ahidde Allahu Teâlâ'nın haram ettiği şeyler vardır. Verilen söz ise mendup, menduptan dönmek ise caizdir. Vacip ve haram, bazan Kebire ve bazan da sağır olur, O halde bunlara vefa göstermemenin Kebire olduğunu nasıl söyleriz? Şayet, vefa göstermemekten, onunla beraber ihlâl edip o şeyi bozmak Kebire olur, manası, mıraddır, der­sen, bunu Müstakil bir kebire saymak doğru olmaz. Zira bu, ancak başka bir büyük günahın içinde bulunur.

Birinci manaya hamlederek, yani Allah ile olan muahedeyi ele alarak nezir ve benzeri şeyler ile aralarında muğâyeretin bulundu­ğunu ve bundan men'in Kebire olduğunu ele alırız ki, bunun kebire olduğu meydandadır. Zira nezir ile şer’an vacip olan bir yola giril­miş olur. Nitekim namaz, zekat, hac ve oruç gibi ibadetlerin terki büyük günah olduğu yakında anlatılacaktır. İkinci manayı yâni ver­diği sözde durma manasını ele alarak deriz ki, bu, ancak tasrih ile bilinen has olan bir şeye hamlolunur. Mesela, bir hükümdara biat ettikten sonra, gerekli bir sebep olmadan imama karşı çıkması! Buhari ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Üç kimse vardır ki: kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları tezkiye etmez ve onlar için elim bir azâb var­dır. (Birincisi) bir kişidir ki, kırda fazla suyu olur da onu yolcular­dan esirger. (İkincisi) bir kişidir ki, İkinciden sonra bir kimseye bir mal satar ve o malı şu kadara aldım diye Allah'a yemin eder de müş­teri kendisine inanır, halbuki hakikat bunun hilafına olur. (Üçün­cüsü) bir kişidir ki, bir büyüğe yalnız dünyalık için bit'at eder, dün­yalık verirse sözünde durur, vermezse durmaz.”[651], rivayet ettik­leri bu hadis ile büyük günahlardan olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca yi­ne Buhâri'de rivayet edilip yukarda geçen, “Bana yemin eder de sonra ahdini bozar.” hadis ile Müslim'in yine yukarda geçen “Allah'a itaatten elini çeken...” mealindeki hadisi de bunu teyid etmektedir.

Ayrıca başka bir hadis de:  

“Her kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konmasını isterse ölümü hatırına gelsin, o da onun Allah'a ve ahiret gününe inanmış olmasıdır. İnsanlara da kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyleri yap­sın. Kim ki bir hükümdara bi'at eder, ona el uzatır gönül verirse, ar­tık gücünün yettiği kadar ona itaat etsin. Şayet bir başkası çıkar hükümdarlık hususunda bi'at edilen hükümdarla münakaşaya kalkar­sa onun boynunu vurun.”[652], buna delalet eder. Yine cihad hak­kında rivayet edilen,

“Kim ki bir zimmiye emân verir sonra gadrederek onu öldürür­se büyük günah işlemiş olur.” hadisi de bunu teyid eder. Zaten yu­varlarda geçen Neks-i sakfe ibaresinden murad da bu manadır. Bu hususta şiddetli veîdler vardır.[653]

 

54 Ve 55. Kebireler: Her Ne Yönden Olursa Olsun Zâlim Ve Fasıkları Sevip Salihlere Buğzetmek

 

Taberânî “Kebirinde İbn Mesûd (r.a.) den, ayrıca “Evsât” ve “Sağîr”inde ceyyid sened ile Ali (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Üç şey vardır ki bunlar haktır. (Bunlar) İslam’dan nasibi olanı Allahu Teâlâ  bir kulunu velayetine aldı mı onun başına başkasını Mevla kılmaz. Kişi ancak sevdiği kimselerle haşrolur.”[654] Ahmed’in de ceyyid isnad ile biraz farklı ve fakat aynı mealde bir hadisi vardır.

“Şirk, yalçın kaya üzerinde karanlık gecede karıncanın ayak gü­rültüsünden daha gizlidir. Bunun en düşük derecesi, -az da olsa- zulümden bir miktarı sevmek ve adaletten bir miktarı sevmemek­tir. Din ise ancak Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Ey Muhammed, de ki: “Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” buyurmuştur”.

İbn Hibbân'ın “Sahih” inde Resül-i Ekrem:

“Ancak mü’min ile arkadaş ol ve yemeğini de sadece iyi insan­lar yesin.”[655], buyurmuştur.

Tembih: Zâlim ve fasıklan sevip salihleri sevmemenin büyük günahlardan sayılması, yukarda açıkladığımız ve şimdi anlatacağı­mız Sahih hadislerle sabittir.

Resûl-i Ekrem:

“Kişi, yaptıklarını yapmasa bile, sevdikleri ile beraberdir.”[656], buyurmuştur. Çünkü bu adamın fasıkları sevmesi, kötülüklerinden, salihleri sevmemesi ise iyilikîerindendir. Böyle olunca onun fasıklan sevip salihleri sevmemesi, İslâm bağından ayrılıp İslâmiyete buğzetmesine delâlet eder. İslâma buğz ve husûmet ise küfür, küfre sebep olan şey de büyük günahtır.[657]

 

Allah İçin Sevişenlerle İlgili Sahih Ve Hasen Hadisler:

 

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Üç haslet var ki, kimde bunlar bulunursa imanın tadını tatmış olun Allah ile Resulü kendisine başkalarından daha sevgili olmak; bir kimseyi sevmek, faîtat yalnız Allah için sevmek; Allah onu kü fürden kurtardıktan sonra yine küfre dönmekten, ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi, hoşlanmamak. [658]

Yine Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ kıyamet günü şöyle buyurur:

“Nerde benim için sevişenler? Başka kimsenin gölgesi bulunmadığı bugünde onları göl­gem altında gölgelendiririm.” buyurur.”[659], buyurmuştur.

Diğer bir rivayette şöyle buyurulmuştur:

“Kişinin kişiyi, kendisine verdiği herhangi bir maldan sebep de­ğil, yalnız Allah için sevmesi imandandır. Daha doğrusu iman bu­dur.” [660]

Bir başka hadisde Resûl-i Ekrem:

“Allah için sevişenlerin Allah katında en sevimlisi, arkadaşını daha çok sevendir.”[661], buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem sailallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah katında arkadaşların hayırlısı, arkadaşma daha hayırh olanıdır. Komşuların hayırlısı da komşusuna daha hayırlı davrana­nıdır.”[662]

Diğer bir rivayet şöyledir:

“Allahu Teâlâ buyuruyor; “Benim için sevişenlere kıyamet günü nurdan öyle minberler var ki, peygamber ve şehitler bile onlara gıbta ederler.” [663]

Yine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

“Allahu Teâlâ buyuruyor:

“Benim sevgim, benim için sevişen­lere vacip oldu. Benim için dostluk edenlere benim dostluğum, be­nim için vuslat edenlere benim vuslatım, benim için ziyaret edenlere ve benim için verenlere de benim sevgim vacip oldu.”

Yine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

“Allah için şevişenler, Allah'ın gölgesinden başka gölgenin bu­lunmadığı günde peygamberler ve şehitlerin bile gıbta edecekleri Al­lah'ın gölgesinde olacaklardır.” [664]

Yine bir hadisde şöyle buyurulmuştur:

“Muhakkak ki kıyamet günü Arş'ın sağında Allahu Teâlâ'nın bazı misafirleri vardır. Bunlar nurdan minberler üzerinde oturur ve yüzleri de nurdur. Aslında bunlar ne peygamber, ne şehit ve ne de sıddıklardır.” Peygamberimize:

“Bunlar kimlerdir?” diye soruldu. Peygamberimiz:

“Allah için sevişenlerdir,” buyurdu.”[665]  Yine Peygamberimiz:

Allahu Teâlâ'nın kullarından öyleleri var ki, bunlar peygamber değil, fakat peygamber ve şehitler onlara gıbta ederler.” buyurdu. Peygamberimize:

“Bunlar kimlerdir? Belki biz de onları severiz,” diye sordular. Peygamberimiz:

“Onlar öyle kimselerdir ki, aralarında hiç bir yönden neseb ve akrabalık bulunmadığı halde, Allah'ın nuru ile birbirini severler. Nurdan minberler üzerinde oturacakları gibi, yüzleri de nurdur. İn­sanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar. İnsanlar üzüldüğü zaman onlar üzülmezler,” buyurdu. Sonra da “İyi bilin ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”[666], âyetini okudu.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet gününde yüzleri nurdan ve inci­den kürsü ve minberler üzerine oturacak birtakım insanları Allahu Teala diriltecektir. Bunlar aslında peygamber veya şehit olmamakla beraber herkes onlara gıbta edecektir.”, buyurdu. Bunu dinleyen bir bedevi hemen dizüstü oturarak:

“Ya Resûlallah, onu bize iyi anlat, belki tanırız,” dedi. Resül-i Ekrem:

Onlar muhtelif kabile ve ayrı memleketlerden toplanıp bir araya gelen, Allah için sevişip, Allah'ı zikredenlerdir”[667], buyurdu. Diğer bir rivayette:

“Onlar insanlardan ayrı ve kabilelerden uzak ka­lan öyle kimselerdir ki, aralarında yakınlık, sıhriyet ve karabet bu­lunmadığı halde Allah İçin sevişir,   dostluk ve samimiyet kurarlar. Allahu Teala da kıyamet günü onlar için nurdan minberler hazırla­tır, onları bu minberlere oturtur. Yüzleri nur, elbiseleri nurdur. Kı­yamet günü İnsanlar korkar fakat onlar korkmaz, çünkü onlar, kor­ku ve hüzün görmeyen Allahu Teâlâ'nın dostlarıdırlar.” buyurdu.

Adamın biri Resûl-i Ekrem'e:

“Kıyamet ne zaman kopacaktır?” diye sorar. Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet için ne hazırladın?” buyurur. Adam:

“Allah ve Resulünün sevgisinden başka hiç bir şey hazırlama­dım,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“(Üzülme) sen sevdiklerinlesin,” buyurur. Râvi Enes (r.a.) di­yor:

“Resûl-i Ekrem'in: “Sen sevdiklerinlesin.” sözünden duyduğu­muz sevinç kadar hiç bir şeyden sevinmedik. Ben Peygamberi, Ebû Bekir ve Ömer’i severim, onları sevdiğim için onlarla olmayı uma­rım.” Enes (r.a.) Peygamberimize:

“Bir toplumu sevdiği halde onlara ulaşamayan ne olur?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Kişi sevdiği ile beraberdir,” buyurdu.[668]

 

50. Kebire: Allah'ın Veli Ve Dostlarına Eziyet Edip Onlara Düşmanlık Yapmak

 

Allahu Teâlâ,

“Erkek olsun, kadın olsun, mü’minleri yapmadıkları bir günahla incitenler, büyük bir iftira ve apaçık bir günahı yüklenmiş olur­lar.” [669]

“Mü’minlere kanatlarını indir, tevazu ve şefkat göster.”[670], buyurmuştur.

Buhâri'nin Enes ve Ebû Hureyre (radıyallahu anhuma) dan ri­vayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ buyurdu ki: “Benim dostlarımdan birisine ihanet eden bana karşı savaş açmış olur. Ben yapmasını dilediğim hiç bir şey hakkında -mü’min kulumu ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi- tereddüt etmedim. Kulum bunda ölümü hoşlanmıyordu. Ben de kuluma acı gelen şeyi sekmiyordum. Aynı zamanda ölüm de onun için muhakkaktır. Mü’min kulum, dünyada zahidlik kadar hiç bir şey ile bana yaklaşamaz (Bana en çok, dünyadan yüz çevirmekle yaklaşır). Üzerine farz kaldığım şeyler kadar hiç bir şeyle bana ibadet edemez.” [671]

Diğer bir rivayette Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Allahu Teâlâ buyurmuştur: Her kim sevdiğim kuluma düş­manlık ederse, Ben de ona harb ilân ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım ibadetleri yerine getirmekten daha sevimli bir şey ile bana yaklaşamaz. Her zaman kulum Bana nafile ibadetleri iie yaklaşmak ister. Nihayet Ben ona muhabbet ederim. Artık Ben kulumu sevince onun İşitir kuiağı, görür gözü, tutar eli, yürür ayağı mesabesinde olurum. Dili ile de her ne isterse muhakkak onları veririm. Bana sığın­mak isîeyinde muhakkak kulumu siyanet ederim.” [672]

Sahih hadîsde şöyle vârid olmuştur:

“Ebû Sufyân; Selmân, Süheyp ve Bilâl'dan ibaret olan Ashâb'dan bir cemaat üzerine çıkageldi. Müslümanlar Ebû Sufyân'ı murad ederek:

“Allah'ın kılınçları, Al­lah'ın düşmanı üzerine gereği gibi işlemedi,” dediler. Ebû Bekir radıyallahu anh:

“Kureyş'in şeyhi ve seyyidine karşı böyle mi söylersiniz?” dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a.) Peygamberimize gelerek durumu ha­ber verdi. Resül-i Ekrem:

“Ya Ebâ Bekir, ihtimal onları gücendirdin. Eğer onları gücen­dirmiş isen, Rabbını da gücendirmiş oldun,” buyurması üzerine Ebû Bekir (r.a.) onların yanına gelerek:

“Ey kardeşler! Ebû Sufyan yüzünden sizleri gücendirdim,” de­yince, onlar:

“Hayır, üzülmedik, Allah seni affetsin kardeş,” dediler.[673] Bütün yoksullara ve özellikle Ashâb'dan iman edenlerin yoksul olanlarına karşı gösterilen hürmet ve saygının en büyüğü şudur: Müşriklerin ileri gelenleri Peygamberimize gelerek:

“Ey Muhammed, bu fakirlerle bir arada oturamıyoruz, bunları etrafından uzaklaştırırsan biz de sana iman ederiz. Bu suretle şerefli İnsanlar ve kabile reisleri sana iman eder,” dediklerinde, Allahu Teâlâ,

 “Sabah akşam Rablerinin rızasını isteyerek Ona yalvaranları sakın kovma.”[674], buyurmuş ve müşriklerin tekliflerini reddetmiş­tir. Aynı zamanda yoksullara, sırf yoksulluklarından sebep hakaret etmenin doğru olamayacağı bildirilmiştir! Müşriklerin, yoksulların uzaklaştırılmalarından ümitlerini kesince:

“Öyle ise bir gün bize ve bir gün onlara olsun,” dediler. Bunun üzerine yine Allahu Teâlâ,

Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek göz­lerini o kimselerden ayırma.”[675], buyurmakla yoksullara büyük değer vermiştir. Yâni, öyle sırf dünyaya önem verenlere heves edip de yoksulları etrafından sakın uzaklaştırma, demektir. Allahu Teâlâ devamla,

“De ki: “Gerçek Rabbinizdendir.” Dileyen iman etsin, dileyen kâ­fir olsun.”[676], buyurdu ve sonra da zengin ile yoksulu darb-ı me­sel ederek şöyle buyurdu:

“Onlara iki adamı misal olarak göster: Birine iki üzüm bağı ve­rip, etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiş­tik. Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi, hiç bir şeyi eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık. Onun gelir­leri de vardı. Bu yüzden arkadaşı ile konuşurken “Ben malca senden zengin, nüfuzca da senden daha itibarlıyım” dedi. Kendisine böylece yazık ederek bahçesine giderken “Bu bahçenin batacağını hiç zan­netmem. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime dön­dürül ürsem, and olsun ki orada bundan daha iyisini bulurum.” dedi. Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona “Seni topraktan sonra nutfeden yaratanı, sonunda da seni insan kılığına koyanı mı inkar ediyorsun? İşte O, benim Rabbim olan Allah'tır. Rabbime kimseyi ortak koşmam. Bahçene girdiğin zaman -her ne kadar beni kendinden mal ve nü­fuzca daha az buluyorsan da- “Allah da ne dilemiş ya, kuvvet an­cak Allah'a mahsustur” demen gerekmez mi? Rabbim, senin bahçen­den daha iyisini bana verebilir ve seninkinin Üzerine gökten bir fe­lâket gönderir de bahçen yerle bir olur. Yahud suyu çekilir bir daha da bulamazsın.” dedi. Nitekim ürünleri yokedildi. Bağın altüst olmuş çardakları karşısında, sarfettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturup “Keski Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım” diyordu. Ona, Allah'­tan başka yardım edebilecek adamları da yoktu; kendi kendini de kurtaramadı. İşte burada kudret ve hakimiyet, varlığı gerçek olan Allah'ındır. Mükâfatlandırma bakımından hayırlı olan da sonuçlan­dırma yönünden hayırlı olan da O'dur. Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat ı Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır, ama sonunda rüzgârın savuracağı çer-çöpe döner. Allah, her şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır.” [677]

Bütün bunlar, yoksulların ve özellikle ilk Müslüman olan Ashabı Kirâm'ın yoksullarının şereflerini ve saygı değer kimseler oldukları­nı gösterir. İşte bunun içindir ki bizzat Resûl-i Ekrem onlara ve özel­likle kendisiyle hicret edenlerin yoksulları olan Ashâb-ı Suffa'ya hürmet ederdi. Bunlar, Medine mescidinin sofasında otururlar, ge­len fakirler bunlara katılırdı. Böylece çoğaldılar. Bunlar, son derece yoksul ve hiç bir şeyleri olmayan kimselerdi. Sabrederlerdi. Onları bu hale sevkeden, mâsivadan ilgisini keserek Allah'a bağlananlara, Allahu Teâlâ'nın vereceği büyük mükâfatlara inanıp bağlanmaları idi. İşte bunun için O'nun kapısından kovulmadı ve orada kalmaya, dostlar arasında övünmeye hak kazandılar. Çünkü evleri mescidler, aradıkları Allah, yemekleri açlık, insanlar uykuya yattıkları gece uykusuzlukları gıdaları, ihtiyaç ver yoksulluk şiarları, meskenet ve çaba elbiseleri idi. Onların yoksullukları genel anlamda olan, herke­sin Allah'a muhtaç olmasında umumî bir fakirlik değildi, zira bütün yaratıkların niteliği budur. Nitekim Allahu Teâlâ,

“Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız.”[678], buyurmakla bunu murad etmiştir. Bunların yoksulluğu ise özeldir. Allah'ın veli, dost ve ahbablannm şi'arı olan yoksulluktur. Bu da kalblerinin başkala­rından boşalıp bütün tutum ve davranışlarında O'nun müşahedesiyle kalblerini doldurmaktır. Allahu Teâlâ'nın lutf u keremi olarak onları sevdiğimiz için bizi de onlarla hasretmesini kendisinden dileriz.

Tembih: Allah'ın velilerine eziyet ve onlara düşmanlığın büyük günah olduğunu birçokları tasrih etmiş olduğu gibi, bu kadar şid­detli vaîdler de bunu açıkça ifade etmektedir. Zira Allahu Teâlâ'nın savaş ilâü etmesi, yalnız ribâ yiyenlerle O’nun velilerine karşı cephe alanlar hakkındadır. Ajlahu Teâlâ'nın husûmet ettiği kimsenin iflah olmayacağı meydandadır. Hatta iflah olmak şöyle dursun, bu gibile­rin küfür halinde olmaları mukadderdir. Allah, lütuf ve keremiyle bizleri korusun. Sonra Zerkeşî'nin de -Hadimi de buna işaret ede­rek- şöyle dediğini gördüm: Zerkeşî bu hadis üzerinde düşündü ve ribâ hakkında Allahu Teâlâ'nın,

“Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve peygamberine karşı açıl­mış bir savaş olduğunu bilin.”[679], âyet-i celilesi üzerinde düşündü ve “Bunların ikisi birdir.” dedi”.

Hanefilerin “Fetvâ-i Bedi'iyye” adlı Kitabında “Bir kimse âlim ile alay etse karısı boş olur.” diye yazılıdır. Çünkü ona göre âlimi istih­faf irtidattır. İmamlardan biri olan Hafız el-İmam İbn Asâkir diyor ki:

“Kardeşim, Allah seni ve beni hayır yoluna hidâyet etsin. Bilmiş ol ki, âlimlerin eti zehirlidir. Onların kusurlarını araştırıp açıkla­yanlara karşı Aîlahu Teala'nın adeti malumdur. Kjm ki âlimlerin ku­sur ve ayıblarını diline, dolarsa, Allahu Teâlâ, ölmeden o kusur ile onu ibtilâ eder. Nitekim âyet-i celile'de.

“Allah'ın buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya can can yakıcı bir azaba   uğramaktan sakınsınlar.” [680]buyurulmuştur.[681]

 

57. Kebire: Dehre Sövmek

 

Buhârî, Müslim ve diğerlerinin Ebû Hureyre (r.a.) den rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allahu Tealâ şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlu dehre sebbeder (söver, kötü söyler). Halbuki ben dehrim. (Olayların meydana geldi­ği yer olan) gece ve gündüz benim kudret elimdedir.” [682]Diğer rivayette ise:

“Onun gecesini ve gündüzünü değiştiririm. Dilediğim vakit ikisini de tutarım.” [683]buyurulmuştur:

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Sizden hiçbiriniz dehre sebbetmesin, zira dehr, Allah'tır.”[684] Buhâri'nin bir rivayeti şöyledir:

“Üzüme kerm adı vermeyiniz. “Vay şu dehrin hüsranına” diye­rek sebbetmeyiniz, zira dehr, Allah'tır.” [685]

Ebü Dâvûd ve Müslim'in şartına göre Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allahu. Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Âdem oğlu, “Kahrolası dehr” demekle bana eziyet ediyor. Sizden biriniz, “Vay şu dehrin hüsranı­na” diyerek sebbetmesin, zira ben dehrim. Onun gecesini ve gündü­zünü çeviririm.”[686] Beyhaki'nin de bu mealde bir rivayeti vardır. Mâlik'in de “Dehrin Allah olduğuna” dâir bir rivayeti vardır.

Müslim'in şartı üzerine Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in baş­ka bir rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kulumdan ödünç istedim ba­na ödünç vermedi. Kulum bilmeyerek, “Ah şu dehr, vah şu dehr” de­mek suretiyle bana kötü söyler. Halbuki ben dehrim.”, buyurmuştur.

Tembih: Dehre sövmenin büyük günahlardan olması, ilk bakış­ta yukardaki hadislerin zahirinden kolaylıkla anlaşılmaktadır. Özel­likle dehre sebbeden hakkında Allahu Teâlâ'nın, “Kulum bana sebbetti.” buyurarak, dehre sövmenizi kendisine sövmek demek olduğu­nu söylemesi ve kendisine kötü söylemek küfür olduğuna göre, küf­re vesile olan her şeyin en azından Kebire olacağı kendiliğinden or­taya çıkar. Fakat bizim imamlarımız dehre sövmenin Kebire ve hat­ta haram olmak şöyle dursun, ancak mekruh olduğunu söylemişler­dir. Bunun için bu hususun açıklığa ihtiyacı vardır. Şöyle ki:

Dehrin üç anlamı vardır: Zaman, Allah ve her ikisi arasında or­tak. Şayet kişi, zaman anlamında dehre kötü söylemişse bunun ke­rahetinde, Allah anlamında dehre kötü söylemişse bunun da küfür olduğunda şüphe yoktur. Ancak şüpheli olan, mutlak olarak dehre sövmesindedir. Hem küfür ve hem de kerahete ihtimali olan burası­dır. Yine bizim imamların açıklamalarına göre mutlak olarak deh­re sövmek, zaman anlamındaki dehre sövmek gibi mekruhtur. Zira dehr kelimesinden anlaşılan ilk mana, zamandır. Dehrden Allah ma­nasını çıkarmak mecazdır. Bunun için hadisin manasında dediler ki: Araplar kendi inançlarında yağmuru yıldız yağdırdığı için, yağmur yağdığı vakit, “Bu yağmuru falan yıldız yağdırdı” dedikleri gibi, bir kimseye bir üzüntü, musibet veya felâket geldiği vakit, bu kötülü­ğün dehrden geldiğine inandıkları için, dehre söverlerdi, işte bu ma­na ile dehre sövmek, faili lanetlemek demektir. Aslında her şeyin yaratıcısı ve gerçek anlamda yapıcısı Allah olduğu için, Resûl-i Ekrem, böyle gerçek yapıcı anlamında dehre sövmeyi yasaklamıştır. Bundan sonra dehrin, gelen havadis ve musibette dahli olduğuna ina­narak dehre söven kimsenin bu hareketinin büyük günah olduğunu birçok âlimlerden duydum. Fakat bu da şüpheli bir görüştür. Zira yukarda anlattığımız gibi, meydana gelen İşlerde dehrin müessir ol­duğuna inanarak dehre sövmek büyük günah değil, belki küfürdür.

Şunu da bilmiş ol ki, İbn Dâvûd, hadis râvilerinin (r) harfinin ötresiyle rivayet ettikleri hadisi inkâr ve reddederek, “Eğer böyle olsa “Dehr” kelimesinin, Allahu Tealâ'nın isimlerinden birisi olması gerekirdi ki, böyle değildir.” demiştir. Ebû Dâvûd hadisi (r) harfini üstün okumak şeklinde rivayet etmektedir ve bunu, “Geceyi ve gündüzü değiştiririm.” mealinde bulunan kelime­sine zarf yapar. Bu takdirde mana “Geceyi ve gündüzünü dehre çe­viririm” demek olur. Bir kısımları da buna uyarak “Dehr” kelimesini üstün olarak okumuşlarsa da gerçek, onlann dediği gibi değildir. Çünkü ayrıca “Allah Dehrdir.” rivayeti vardır ki, bu, onlann görüş­lerini çürütür. Bunun için cumhur “Dehr” kelimesini ötre olarak oku­muşlardır ve İbn Davud'un “O halde dehrin de Allah'ın isimlerinden olması gerekir” dediği de gerekmez. Çünkü dehr, mecaz olarak Al­lah anlamındadır.[687]

 

58. Kebire: İfsadı Büyük Ve Zararı Yaygın Olup Allah'ı Küstüren Ve Sahibinin Aldırış Etmeden Söylediği Sözler

 

Kişinin aldırış etmediği ve fakat Allah'ın razı olmadığı sözleri söylemenin büyük günahlardan olması müteahhirin -sonradan ge­len alimler- in görüşüdür. Sözün, doğurduğu zarar bakımından da böyle olması gerekir. Buna delil, Buharı ile Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.) den rivayet ettikleri şu hadîstir:            

“Kul, manasını düşünmeden ve sonucundan korkmadan bir söz söyler. Halbuki bu söz sebebiyle doğu ile batı arasından daha uzak bir mesafede cehenneme iner.” [688]

Diğer bir rivayette Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse, Allah'ın verdiği bir sözü söyler de, o söz ile Allah'ın rızasına erişebileceğini zannetmez. Halbuki Allahu Tealâ o hayırlı söz sebebiyle kıyamete kadar o kimseden razı olur. Bir adam da, Al­lah'ın gazabını mucip bir söz söyler ki, o sözün kendisini Allah'ın ga­zabına ulaştırabileceğini, sanmaz. Halbuki Allahu Teâla o kimseye o kötü söz sebebiyle kıyamete kadar buğzeder.” [689]

Âlimlerden birisi diyor ki: Bu, hükümdarlar huzurunda konuşu­lan sözler gibidir. Hükümdar huzurunda konuşulan bir sözün büyük bir kan, bir başka sözün de büyük bir zararı dokunur. Sünneti yeren söz, bid'ati ayakta tutmak, hakkı ibtal etmek, bâtıh yerleştirmek, kan dökmek, haram olan ırz ve malı helâl yapmak, kişinin gizli hallerini açıklamak, akraba ile münasebeti kesmek, Müslümanlar arasında gaddarlık yapmak, karı-koca arasım açmak gibi sözler de böyle umu­mi zararlar doğuran sözlerdendir.[690]

 

59. Kebire: İyiliği Görülen Kimseye Karşı Nankörlük

 

Her ne kadar birçokları bu Kebireyi bu şekilde yazmışlarsa da bu, aklen uzaktır. Ancak nankörlükten, Allah'a karşı olan nankör­lük kasdedilmelidir. Çünkü gerçekte ihsan ve in'am eden, yalnız O'dur. Bununla beraber hakkına riâyeti vacip olan ve yardımda bu­lunan kimseye karşı da nankörlük etmek, büyük günahlardan ola­bilir. Kan için koca gibi. Buna da Nesei'nin şu rivayeti delâlet etmek­tedir:

“Kocasından müstağni olmadığı ve ona muhtaç olduğu halde, kocasına teşekkür etmeyen kadına Allah nazar kılmaz”.

Yine bunun gibi Resûl-i Ekrem, kadınların çoğunun cehenneme girmelerini, kocalarının ihsanlarına karşı nankörlükte bulunmala­rına bağlamış ve bir erkeğin ömür boyunca elinden geldiği kadar ailesine ihsanda bulunsa, sonra da kadının bir isteğini yerine getir­mese veya bir eksiklikte bulunsa, kadın hemen:

“Ben senden ne gördüm, senden hiç bir iyilik görmedim,” de­yip kenara çekilir,” buyurmuştur. Şüphesiz her iki hadis de kadın­lar için şiddetli bir veiddir. Buna göre, kocanın ihsanına karşı nan­körlük, büyük günahlardan sayılması, uzak bir ihtimal değildir.

Diğer bazılarının, nankörlüğün büyük günahlardan sayılacağı hakkında, Sahih senedle rivayet edilen,

İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a şükretmiş olmaz.”[691],  hadîsi ile delil çekenlerin, bu delili de açık ve kesin değildir. İbn Hibbân ve Tirmizi'nin rivâyetindeki:

“Kime bir ikram yapılırsa, şayet kendisinde varsa o da karşılık­ta bulunsun. Kendisinde verecek bir şey yoksa onu övsün, öven, şük­rünü ödemiş, bunu gizleyen nankörlük etmiş olur.”[692], şükür, karşılık, övmek ve dua ile de delil çekmek pek mümkün değildir.[693]

 

60. Kebire: Resûl-i Ekrem'in İsmi Şerifi Anıldığında Ona Salavat Getirmemek

 

Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in Kâb b. Aceze (r.a.) den riva­yetinde Resûl-i Ekrem:

“Minberi hazırlayın,” buyurdu. Biz de minberi hazırladık. Üç basamaklı olan minberin her üç basamağına yükseldikçe âmin dedi. Minberden indiğinde kendisine:

“Ya Resûlallah, âdetinizin hilafına,  birinci basamakta âmin, ikinci basamakta âmin, üçüncü basamakta da âmin, dediniz. Bunun hikmeti ne idi?” diye kendisinden sorduk. Resûl-i Ekrem:

Birinci basamağa çıktığımda bana Cebrail aleyhisselâm gel­di de: “Ya Muhammed, ramazan ayına yetiştiği halde ölüp de gü­nahı bağışlanmayarak cehenneme atılan kimseyi Allah (rahmetin­den) uzaklastırsın.” dedi, ben de “Âmin” dedim. İkinci basamakta yine Cebrail aleyhisselâm geldi ve “Ey Muhammed, kimin yanında adın anıldı ve sana salavat getirmedi ise    (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun.” dedi,   ben de “Amin” dedim.   Üçüncü basamakta yine Cebrail aleyhisselâm gelerek “Ya Muhammed, anne ve babasına ve­ya bunlardan birisine ihtiyarlık anlarında yetişip de cennete girmesine sebep olacak şekilde rızalarını kazanmayan (Allah'ın rahmetin­den) uzak olsun.” dedi, ben de “Âmin” dedim, buyurdu”.

İbn Hibban “Sahih”inde, Taberânî leyyin sened ile, aynca Bezzâr ve Taberâni İbn Huzeyme'den aynı mealde rivayetleri vardır.[694]

Tirmizi’nin, hasen ve gariptir, dediği rivayeti şöyledir: Cebrail aleyhisselâm Resül-i Ekrem'e gelerek,

“Yanında ism-i şerifin anıldığı halde üzerine salavât-i şerife ge­tirmeyen kimsenin burnu sürtülsün. Ramazan ayı girip çıktığı halde (gerekli ibadeti yapmadığı için) mağfiret olmayan kimsenin burnu sürtülsün. Anne babasından (birinin veya her ikisinin) ihtiyarlık ça­ğına yetişip de (rızalarını kazanmak suretiyle) cennete giremeyen kimsenin de burnu sürtülsün.” buyurdu.”[695], buyurmuştur. Yal­nız İbn Huzeyme ve “Sahih”inde İbn Hibban’ın rivayetleri ifade ba­kımından farklıdır. Bunlara göre, Resûl-i Ekrem'in her üç basamak­ta ayrı ayrı “Âmîn” demesinin hikmetini sorduklarında, Resûl-i Ek­rem:

“Birinci basamakta Cebrail aleyhisselâm geldi ve:

Kim ki Ramazan ayma yetişir ve (gerekli ibadeti yapmadığı için) bağışlanmadan cehenneme girerse, Allah onu (rahmetinden) uzaklaştırsın. Sen de; “Âmîn” de, dedi, ben de: “Âmîn” dedim. (Ceb­rail yine:) Anne ve babasının birine yetiştiği halde ölüp de cehenne­me giren kimseyi Allah (rahmetinden) uzaklaştırsın, sen de “Âmin” de, dedi, ben de “Âmin” dedim. (Yine Cebrail:) Yanında ism-i şerifin anılıp da senin üzerine salavât-ı şerife getirmeyen, sonra ölüp de ce­henneme giren kimseyi Allah (rahmetinden) uzaklaştırsın, sen de “Âmin” de, dedi, ben de “Âmîn” dedim.[696], buyurdu.

Ayrıca Taberanfnin Hüseyin b. Ali (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kimin yanında ismim anılır da şaşırıp bana salavât-ı şerife ge­tirmezse, cennetin yolunu şaşırmış olur.”[697], buyurmuştiur.

Muhammed b. Hanefi'den mürsel olarak gelen bir rivayette Re­sûl-i Ekrem:

“Kimin yanında ismim anılır da üzerime salavat-ı şerife getirme­yi unutursa, cennetin yolunu şaşırmış olur.”[698], buyurmuştur.

İbn Mâce ve Taberâni'nin -senedinde ihtilâf olan- rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem:

“Bana salavât-ı şerife getirmeyi unutan kimse, cennetin yolunu şaşırmış olur.”[699], buyurmuştur.

Nesei, “Sahih” inde İbn Hibbân, Sahih olduğunu Söyleyen Hâkim Hüseyin b. Ali (r.a.) den, aynca Tirmizi’de -râvileri arasına Hz. Ali'yi katarak- hasen, Sahih ve garip olduğunu söylediği, rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“(Gerçek) cimri, yanında ismim anıldığı halde bana salavât-ı şe­rife getirmeyendir.” [700]

İbn Âsım'ın rivayetinde, “Cimrilerin cimrisi, yanında ismim anıl­dığı halde bana salavât-ı şerife getirmeyendir. İşte bu, insanların en cimrisidir.” [701], buyurulmuştur.

Tembih: Resûl-i Ekrem Efendimizin ism-i şerifi anıldığı zaman salavât-ı şerife getirmemeyi büyük günahlardan saymak, yukardaki hadîslerin sarahatinden anlaşılmaktadır. Zira Resûl-i Ekrem, ism-i şerifi anıldığı halde salavât getirmeyenlere şiddetli veîdlerde bulun­muş ve cehenneme gireceklerini haber vermiştir. Ayrıca bunların Allah'ın rahmetinden uzaklaşması hakkında Cebrail aleyhisselâmın bedduası ve Peygamberimizin de “Âmîn” demesi, bunun büyük gü­nahlardan olduğuna delildir. Üstelik Resûl-i Ekrem'in onun için “Burnu sürtülsün, zillet ve hakarete uğrasın” demesi, cimrilikle ve hatta insanların en cimrisi olmakla vasıflandırması, cidden şiddetli korkutmalardır. Bütün bunlardan salavât-ı şerifeyi terketmenin ke­bire olduğu anlaşılır. Fakat bu, Şafii, Mâliki, Hanefî ve Hanbelilerden, peygamberimizin her ism-i şerifi anıldıkça salavât-ı şerife ge­tirmenin vacip olduğunu söyleyenlerin görüşüne uygundur ve za­ten hadîslerin sarahati de bunu ifade etmektedir. Her ne kadar bun­dan önce, namazın dışında Resûl-i Ekrem Efendimize salavât-ı şerife getirmek vacip değildir icmaına muhalif ise de hadislerin zahiri bu­nu ifade eder. “Salavât-ı şerife getirmek vaciptir- diyenlere göre, peygamberimizin ism-i şerifi anıldığı vakit salavât-i şerife getirme­menin kebâirden olduğunu söylemek mümkündür. Fakat çoğunlu­ğun, salavâtın vacip olmadığı görüşü ile salavât hakkındaki bu ha­dîsler karşısında hüküm vermek cidden zordur. Ancak burada şöyle diyebiliriz: Hadislerdeki korkutma, salavât-ı şerifenin terki, Resûl-i Ekrem'e saygısızlık gösterilen hallerdedir. Meselâ, adamın yanında Resûl-i Ekrem'in ism-i şerifi anılmış, fakat kendisi yasak olan oyun ve eğlence ile meşgul olarak ona salavât getirmemiştir. Bu ise bü­yük günahlardandır. Yoksa her vakitte salavât-ı şerifi getirmemek­ten bir şey lâzım gelmez. İşte böylece hem imamların “Salavât ge­tirmek farz değil” sözü yerine gelmiş ve hçm de veide hakkı veril­miş olur.[702]

 

Resûl-i Ekrem Efendimize Salavât-ı Şerife Getirmenin Fazileti Hakkında Hasen Ve Sahih Olarak Rivayet Edilen Hadisler

 

Resûl-i Ekrem Efendimize Salavat-ı şerife getirmenin fazileti hakkındaki bu hadisleri adlı eserde topladım.[703]

 

Hadisler:

 

“Her kim üzerime bir defa salavat-ı şerife getirirse Allahu Teâlâ ona on salât eder (on misli rahmet eder.).” [704]

“Kimin yanında ismim anılırsa üzerime salavât-ı şerife getir­sin.” [705]

Bana bir salavât-ı şerif e getirene Allah on misli rahmet eder, on günahı silinir ve derecesi on misli yükseltilir.”[706]

“Kim bana bir salavât-ı şerife getirirse Allahu Teâlâ ona on misli rahmet eder. Her kim bana on salavat getirirse Allahu Teâlâ ona yüz misli rahmet eder. Her kim bana yüz salavât getirirse Allahu Teâlâ onun alnına nifaktan ve cehennemden berat yazar ve onu kı­yamet gününde şehitlerle beraber kılar.” [707]

“Cebrail aleyhisselâm bana geldi ve beni müjdeleyerek dedi ki:

“Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Sana kim salât ederse ben de ona rahmet ederim. Sana selam verene ben de selam veririm.” Bunun üzerine ben de hemen şükür secdesine kapandım,” buyurdu.[708] Ebû Yâlâ'nın rivayetinde,

“Ümmetim hakkında Rabbımın bana olan bu nimeti karşısında hemen secdeye kapandım.” buyurulmuştur.[709]

Ümmetimden her kim hulûsu kalb ile üzerime bir salât geti­rirse Allahu Teâlâ on misli rahmet eder, derecesini on misli yüksel­tir, defterine on sevap yazar ve defterinden on günahını siler.” [710]

Müezzini (ezan okurken) işittiniz mi hemen siz de onun dediği gibi deyin. Sonra da benim üzerime salavât-ı şerife getirin. Zira be­nim üzerime bir salavat getirene Allahu Teâlâ on misli rahmet eder. Daha sonra da benim için Allah'tan “vesîle”yi isteyiniz. Vesile cen­nette bir mevkidir, ancak Allah'ın kullarından birisine verilecektir. Bu kulun ben olmamı Allah'tan umarım. Kim benim için vesileyi is­terse şefaatimi haketmiş olur.” [711]

İbn Ömer (r.a.), “Resûl-i Ekrem'e bir salavât-ı şerife getirene Allah ve melekleri yetmiş salât eder.”[712] buyurmuştur ki, bu gibi sözler kendileri tarafından söylendiği için, bu da Resûl-i Ekrem'e merfû hadis gibidir.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Cuma günü benim üzerime çokça salavât-ı şerife getirin. Zira bana az önce Cebrail aleyhisselâm gelerek Allahu Teala'nın, “Yer­yüzündeki Müslümanlardan her kim senin üzerine salavât-ı şerife getirirse, ben ve meleklerim ona on salât ederiz.” buyurduğunu ha­ber verdi.”[713], buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

“Şüphesiz Allahu Teâlâ'nın yeryüzünde dolaşan melekleri var­dır, ümmetimden bana selâm ulaştırırlar. Nerde olursanız olun Üze­rime salavât-ı şerife getiriniz, çünkü salavatınız bana ulaşır.”[714] Diğer bir rivayette şöyle buyurulmuştur: “Kim bana salavât getirirse onun salavâtı bana ulaşır ve ben de ona dua ederim, ayrıca ona on sevap da yazılır.” [715]

Diğer bir rivayette,

Kim bana selâm verirse, Allahu Teala nutkumu (yâni konuşma yeteneğimi) bana iade eder de onun selamını alır ve kendisine iade ederim.”[716], buyurulmuştur.

Hâvileri arasında bilinmeyen bir kişi bulunan bir rivayette Re­sûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ benim kabrime bir melek müvekkel kıldı (görevlendirdi) ve ona bütün yaratıkların seslerini duyacak kuvvet verdi. Kıyamete kadar her kim benim üzerime salavât-ı şerife getirirse onu, babasının ve kendisinin adı ile bana bildirir ve: “Falan oğlu falan sana salavât-ı şerife getirdi.” der.” [717]buyurmuştur.

Diğer bir rivayette Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöy­le buyurmuştur:

“Kıyamet günü insanların bana en çok yakın olanı, üzerime en çok salavât-ı şerife getirenidir.” [718]

Başka bir rivayette de Resûl-i Ekrem:

“Kim olursa olsun, benim üzerime salavât getirdiği sürece melekler de ona dua ederler. İster az salavât getirsin, isterse çok.”[719], buyurmuştur.

Gecenin dörtte biri geçtiği vakit Resûl-i Ekrem:

“Ey insanlar! Allah'ı anın. Zira deprem zamanı, dünyanın yıkılması için birinci sûr'a üfürme zamanı yaklaşmıştır. Onu Râdife yani ikinci defa sûr'a üfürme takip edecektir. Ölüm zamanı yakındır.” derdi. Ubeyy İbn Kâb (r.a.) Resûl-i Ekrem'e:

“Ya Resûlallah, ben çok dua ederim, bu duamın ne kadarım sizin için yapayım?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Ne kadarını istersen,” buyurdu. Ben:

“Dörtte birini yapayım mı?” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Dilediğin kadar, fakat artırrsan, daha iyi,” buyurdu. Ben:

“Öyle ise yaptığım duaların yansını sizin için yapayım,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Sen bilirsin, fakat artırırsan senin için daha iyi olur,” buyur­du. Ben:

“Bütün salât ve duamı sizin için yapayım,” dedim. Resûl-i Ek­rem:

“İşte şimdi Allahu Teâlâ senin dünya ve âhiret derdine derman bulur,”[720] buyurdu.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Hangi Müslüman kişi ki yanında verecek sadakası yoksa dua­sında t “Allah'ım, kulun ve Resulün Muhammed'e rahmet eyle; mü'min olan erkeklere, kadınlara, Müslüman olan erkeklere ve kadın­lara da rahmet eyle.” desin. Çünkü bu, onun için sadakadır. Mü’min cennete girinceye kadar hayırdan doymaz.”[721], buyurmuştur.

Yine Resül-i Ekrem:

“Cuma günleri üzerime çokça salavât-ı şerife getirin. Zira cuma, meleklerin fazlasıyla şehâdet ettikleri bir gündür. Kim bana salavât ı şerife getirirse, hemen o salavâtı bana arzolunur.” buyurdu.

Ebû'd-Derdâ (r.a.) diyor ki:                        

“Öldükten sonra da salavât size arzolunur mu?” diye sordum, Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ nebilerin cesedlerini yemeği toprağa haram kıl­mıştır (yâni peygamberler çürümezler).”[722], buyurdu.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Cuma günü bana çokça salavât-ı şerife ge­tirin. Zira ümmetimin salavâtı, cuma günü bana arzolunur. Kimin getirdiği salavât daha çok ise o kimse bana daha çok yakın olur.”[723], buyurmuştur. Yine Resûl-i Ekrem:

“Şüphesiz günlerinizin en faziletlisi, cuma günüdür. Âdem (aley­hi sselâm) o günde yaratıldı ve o günde öldü. Sûr'a o gün üflenecek, helak da o günde olacaktır. Öyle ise o gün üzerime çokça salavât-ı şerife getiriniz, zira salavât iniz bana arzolunur,” buyurdu. Bir adam:

“Ya Resûlallah, bizim salavat-ı şeriflerimiz size nasıl arzedilir, halbuki sizin vücudunuz çürümüştür?” Deyince, Resûl-i Ekrem:

“Muhakkak Allah, nebilerin cesedlerini yemeği yere haram kıl­mıştır.” [724], buyurdu,

Taberani'nin   “Kebir” ve “Evsât”ındaki rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Her kim, “Allahu Teâla Muhammed (s.a.v.)'i lâyık olduğu gibi bizden mükâfatlandırsın derse bu, sevabını yazmak için bin sabah yetmiş kâtibi meşgul eder.”[725], buyurmuştur.

Ebû Yâ'lâ'nın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah için sevişen iki mümin kul karşılaştıkları vakit Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'e salavat-ı şerife getirirlerse, onlar yerlerin­den ayrılmadan Allahu Teâlâ geçmiş ve gelecek günahlarını bağış­lar.”[726], buyurmuştur.[727]

 

61. Kebire: Aç Olan Kimseye Yemek Vermeyecek Kadar Kalb Kararması

 

Hâkim'in Hazret-i Ali (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

İyiliği, ümmetimin merhametli olanlarında arayın ve onların hi­mayesinde yasayın. Kalbi katı olanlarda merhamet aramayın, zira onlara lanet iner. Ey Ali, Allahu Teâlâ iyiliği yarattı, adamlarını da yarattı ve iyiliği onlara sevdirdi. İyilik onların hoşlarına gitti. Kuru toprağı canlandırmak için yağmuru ve suyu oraya yönelttiği gibi, iyilik arayanları da oraya yöneltti. Böylece dünyada iyilik sahibi olanlar, ahirette de üstün olan kimselerdir.” buyurmuştur.

Haraıti “Mekarim-i Ahlâk” ındaki rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İhtiyaçlarınızı ümmetimin merhamet sahiplerinde arayınız, onların himayesine sığınınız, zira benim merhametim onlarla beraberdir. Kalbi katı olanlardan İhtiyaçlarınızı aramayın, zira onlar benim hış­mıma uğramaya namzettirler.” buyurmuştur.

Tembih: Aç olan kimseye yemek vermeyecek kadar kalb katı­lığının büyük günahlardan sayılması, bu iki hadisin sarahetiyledir. Çünkü lanet ve hışım, büyük günah alâmetleridir. Zira bunlarda şid­detli veidler vardır. Fakat her iki hadisdeki “Kalb katılığı”nı tercemede anlattığım manaya hamletmek lâzımdır. Yani karşısındaki adam acından ölecek durumda olup da ona acımayan kimsedir. Her ne kadar böyle bir işaret görmedik ise de, böyle olması açıktır.[728]

 

62 Ve 63. Kebire: Büyük Günahlardan Birine Rıza Göstermek Veya Her Ne Şekilde Olursa Olsun Ona Yardım Etmek

 

İyiliği emri ve kötülüğü nehyi terk bölümünde anlatılacağı gibi bu ikisinin büyük günahlardan olduğu meydandadır.[729]

 

64. Kebire: İnsanlar Şerrinden Korunacak Kadar Kötülüğe Ve Hayasızlığa Dalmak

 

Buhâri ile Müslim'in Aişe (r. anha) dan rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Kıyamet günü Allah katında İnsanların en kötüsü, şerrinden ve fuhşundan (hayasızlığından) korunmak için, insanların terkedip kendisinden uzaklaştıkları kimsedir.”[730], buyurmuştur.

Tirmizi ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Haya imandandır ve iman (Sahihleri) de cennettedir. Kötü söz ise eziyettendir, eziyet edenler de ateştedir.” [731]

“Hayasızlığın ve kendisini hayâsızlığa zorlamanın İslâmiyette hiç bir yeri yoktur. Müslümanlık bakımından insanların güzeli, ah­lâkça en güzel olanıdır.”[732], buyurmuştur.[733]

 

65. Kebire: Basılmış Altın Ve Gümüş Paralarını Keyfi Olarak Kırıp Bozmak

 

Basılmış altın ve gümüş paraların büyük günahlardan olduğunu bazıları söylemiş ve bu hususta:

“O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan, düzeltmeye uğraş­mayan dokuz kişi vardı.”[734] âyet-i kerimesini delil göstermişler­dir. Nitekim müfessirlerin Zeyd İbn Eslem'den rivayetlerine göre bu bozguncular altın ve gümüş paraları kırarlardı. Ebû Davud'un riva­yet ettiği hadisde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Resûl-i Ekrem, “Müslümanların aralarında geçerli olan sikkele­rinin kırılmasını, bozulmasını yasaklamıştır. Ancak zaruret hali başka!” [735]

Aslında bu hususta açık bir delil yoktur. Bu rivayetler, zaruretsiz bir parayı bozmanın haram olup olmaması mes'elesidir. Yoksa büyük günahlardan olduğuna dair bir sarahat yoktur. Paranın bo­zulmasının haram olmaması, parada noksanlık olduğu zamandır. Zaten hadis Sahih ise bu manaya mahmuldür.[736]

 

66. Kebire: Kalpazanlık

 

Her ne kadar kalpazanlık hususunda açıkça bir rivayet görmedimse de bunun büyük günahlardan olduğu meydandadır. İlerde ge­leceği gibi alış verişteki aldatmanın kebâirden olduğunu gösteren deliller buna da şâmildir. Aynı zamanda burada haksız yere insan­ların malım yemek vardır. Çünkü bunların para diye piyasaya sür­dükleri madde aslında bir değer taşımamaktadır. Onlar, onu, insan­ları aldatmak için aslına benzetmeye çalışmaktadırlar. Böyle hileli yollara başvurdukları içindir ki, bunlar zillet ve meskenet içinde bereketsiz ve perişandırlar. Her zaman rezil olur, hiç bir vakit bir yerde tutunamazlar. Dünyada sefalet içinde yaşarlar, âhirette de cennetten mahrum kalırlar. Zira onlar, dünya sevgisine dalmış, ba­ta yollardan onu temine çalışmış, Müslümanları aldatmayı ve hak­sız yere onların malını yemeyi çıkar yol bulmuş kimselerdir. Hal­buki tuttukları bu yoldan kendilerine bir fayda gelmez. Allahu Teâlâ onlara meşru kazanç imkânlarını bahsetmişken, onlar, bu yolu tercih etmiş ve dünyanın zevkinden ziyade zillet ve kahrını tatmış­lardır. Allah hepimizi taat ve rızasına muvaffak kılsın. Âmîn.[737]

 

İKİNCİ BAB

 

ZAHİR KEBÂİRLER

 

Kolaylıkla anlaşılabilmeleri için bunları fikıhdaki bablann ter­tibi üzere sıraya koymayı kararlaştırdım.[738]

 

TAHARET KİTABI

 

KABLAR BABI

 

67. Kebire: Altın Ve Gümüş Kablarda Yemek Yemek Ve İçmek

 

Buhâri, Müslim ve İbn Mâce'nin Ümmü Seleme (r.a.) den riva­yetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Altun ve gümüş kablarda yiyip içen, cehennem ateşini karnına (çurp çurp) içerek gönderir.”[739], buyurmuştur. Taberâni'nin ri­vayetinde, “Tevbe edenler Müstesna.” ilâvesi vardır.

Nesei'nin Enes (r.a.) den rivayetinde, “Resûl-i Ekrem altın ve gümüş kablarda yiyip içmekten nehyetmiştir.” buyurulmuştur. Ay­rıca Buhâri ve Müslim'in aynı mealde az farkla rivayetleri vardır.

Tembih: Altın ve gümüş kablarda yiyip içmeyi büyük günahlar­dan saymak, bazı imamların bu hadislerden edindikleri bilgilerine dayanır. Meselâ, ateşin midede cırıltısı, azabın şiddetli olmasının de­lilidir. Bu da, bunun büyük günahlardan olduğunu gösterir.

Şeyhülislâm Alâuddin Alâi de bunun Kebireden olduğunu açık­ça ifade etmiş ve hatta Ashâb'dan da bunun nakledildiğini söyle­miştir.

Şeyhülislâm Celal Belkini de, “Salahüddin Alâî diyor ki: “Asha­bımız, altın ve gümüş bardaklardan içmenin kebireden olduğunu açıkça ifâde etmişler ye buna da içlerinde yanan ateşin ses vermesi ile delil çekmişlerdir,” demiştir”.

Demiri de manzumesinde bunun Kebireden olduğunu bir cema­atten naklederek yazmış ve şöyle demiştir:

“Altın ve gümüş kablarını kullanmayı da, onlar kebâirden say­mışlardır.”                     

Fakat Ezra'i ve diğerlerinin görüş ve cumhurdan nakilleri, bu­nun sağîre olmasındadır.

Tembihlerden birisi de, gümüş ve altın kablarda yemek ve iç­mekten bahsedilmesi bir misâldir yoksa aslında altın ve gümüş kabları bulundurmak da kebiredir. Bunun için altın ve gümüş kablan-nın başka hususlarda kullanılması da bunlara katılmış ve yasaklan­mıştır.

Neticede, insanı çalgı kullanmaya sevkettiği için çalgı âletleri kullanmak yasak olduğu gibi, ilerde kullanma ihtimalleri olduğu için, altın ve gümüş Jcabları edinmek de aynı şekilde yasak ve kebâirdendir. Zaten “Inâ “ demek, âdet bakımından kullanılan kab demektir. Bunun için makara Demiri, sürme kabı, kürdan ve kulak temizleme âletine varıncaya kadar bütün âletler de bu hükümdedir. Ancak gözündeki hastalık sebebiyle doktor, altın çöp ile gözleri te­mizlemenin faydalı olduğunu söylerse, doktorun tavsiyesine uyarak altın veya gümüş istimali caiz olur. Kabların yüzde yüz altın veya gümüş olmaları şart değildir. Meselâ, bir bakır kab altın veya gü­müş ile kaplanır, bakır içerde kalır ve ateşte eritildiği vakit altın veya gümüş maddesi de bulunursa, işte bu, altın ve gümüş hükmün­dedir ve istimali haramdır. Bunun haram olmasındaki hikmet, mad­desi ve tekebbür vesilesi olmasıdır. Bunun için altın veya gümüş bir kab bakır ile kablanırsa, o zaman istimali caiz olur. Hatta bir altın kabın paslanması mümkün olup paslansa ve pas her tarafını kaplasa, onu kullanmakta bir sakınca olmaz. Çünkü haram olmasının iki illetinden biri kaybolmuştur, o da böbürlenmektir. Yakut ve inciden yapılmış nefis kabları kullanmak helaldir. Çünkü haram olmasının iki illetinden biri burada da yoktur. O illet de altındır. Yalnız kibir­lenmek, haram olmak için yeterli değildir. Bununla beraber bunu da ancak bu kablaruı değerini bilen ileri gelenler anlar. Yoksullar zaten bu taşlardan anlamadıkları için adamın bunları kullanması­na hiç de üzülmezler. Fakat altın ve gümüş böyle değildir, onları herkes tanır ve bilir. Onları kullanmak, fakirlerin kalblerinin kırılmasına vesile olur.

Bu tembihlerden birisi de, altın ve gümüş kabları kullanmakta, erkek ile kadın arasında fark olmamasıdır. Hatta kadın da altın bardaktan çocuğunu içiremez. Örf bakımından küçük sayılan ve zinet için olan küçük gümüş parçası ile kabı süslemek, bu hükümden istisna edilir; bu, kerahetle caizdir. Zira Resül-i Ekrem'in bardağın­da gümüş süsü vardı. Bu dabbenin, direğin aslı, kabın etrafını dü­zeltmeye ve onu tamire yarar. Kabın etrafına çember çekip onu bağ­lamak, kırığını düzeltmek, yarıklarını doldurmaktır. Sonra bu Dabbe, tezyinat ve süslemeye isim verildi. Bu, herhangi bir kabı gümüşle süslemek demektir ki, bu, küçük olursa caiz, büyük olursa kerahetten hali değildir. Kabe'nin tepesinde oluk, altındır, buradan dökülen suyu içmekte beis yoktur. Çünkü altın veya gümüş, dudak­lara değmemekte ve aynı zamanda el ile de tutulmamaktadır. Artık buna altın istimali denmez. Evet, bu şekil istimalde kerahet yoktur. Hatta bunun altında oturmakta da bir beis yoktur.

Altın ve gümüş kablanm kullanmakta hile ve çare, önce onlar­daki maddeyi başka bir kaba veya sol ele dökmek ve sonra da ora­dan sağ eli ile alıp kullanmaktır. Kişi böyle yapınca, artık altın ve gümüş kablannı kullanıyor denme?” Evet, “Bu hile, doğrudan doğ­ruya altın veya gümüş kabından kullanmayı önlüyor” denebilir, fa­kat içersine o maddeyi koymak bakımından ve bu yönde onu kul­lanmaktan önlemiyor. İşin bu yönü üzerinde düşünülmeye değer. Gerçi onların sözlerinden bunun sakıncalı olmayacağı da anlaşılır.[740]

 

SÖZLER BABI

 

68. Kebire: Kuranı Veya Ondan Bir Âyet Ve Hatta Bir Harfi Unutmak

 

Tirmizi ve Neseî'nin Enes (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem:

“Ümmetimin mükâfatı, hatta kişinin mescitten attığı süpürüntülerden de aldığı ücretleri bana arzolundu. Ayrıca Ümmetimin günah­ları da bana arzolundu da içlerinde Kur'an'dan ezberledikleri bir sû­re veya bir âyeti unuttuklarından günahı daha büyük olanı görme­dim.”[741], buyurmuştur.

Ebû Davud'un Sa'd b. Ubâde (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Kur'an-ı Kerimi okuduktan sonra unutan kimse kıyamet günü Allahu Tealâ'ya cüzamlı olarak mülâki olur.” [742]

Muhammed b. Nasr'ın Enes (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet günü ümmetimin, karşılığını bolca alacağı en büyük gü­nahlarından birisi, Kur'an-ı Kerim’den bir sûreyi öğrendiği halde sonradan onu unutmasıdır.” buyurmuştur.

İbn Ebî Şeybe'nin Velid b. Abdullah'dan rivayetinde Resûl-i Ek­rem:

“Günahlar bana arzolundu; Kur'an'ı ezberleyip sonra terkedenden daha büyük günah görmedim.” buyurmuştur.

Tembihler: Kur'an-ı Kerîm'i öğrendikten sonra unutmayı büyük günahlardan saymak, Rafii'nin ve diğerlerinin görüşüdür. Fakat “Ravza” da diyor ki: Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin: “Üm­metimin günahları bana arzolundu.” ifadesi ile başlayıp metin ve tercemesi yukarda geçen rivayet ettikleri hadîsin senedinde za'fiyet vardır. Nitekim Tirmizî de bunun üzerinde durmuştur. “Tirmizi'nin üzerinde durdu” dediği şöyledir: Tirmizi hadîsi rivayet ettikten son­ra garip olduğunu söylemiş ve “Hadisi ancak bu rivayet yolundan biliyoruz” diye ilâve etmiştir. Yine Tirmizi:

“Hadîs, Buhârî'ye arzedildi, o da bunu bilemedi ve “Gariptir” dedi. Muhammed dedi ki:

“Bu hadîsin râvilerinden olan Mutallib Hantab'ın kim olduğunu bil­miyoruz. Sahabeden böyle bir isim duymadık.” Abdullah dedi ki: “Ali b. el-Medeni, Muttalib'in Enes (r.a.) den böyle bir hadis duymuş olmasını reddetmiştir.” İşte Tirmizî bunları söylemiştir. Demek ki Nevevi'nin “ Revza”da:

“Bu hadisin isnadında za'fiyet var” de­mekten maksadı inkıta' var, yoksa râvide za'fiyet var demek değildi. Yani adı geçen Muttalib, bir cemaatın da anlattığı gibi sika'dan bir zattır. Ancak Enes (r.a.) den duyup duymadığı şüphelidir. Bununla beraber Muhammed b. Saîd “Muttalib'in rivayetiyle ihticac edilmez, zira o çok kere mürsel olarak hadîsler rivayet eder. Yâni, mülâki olup görüşmediği kimselerle mülâki olup görüşmüş gibi onların ağı-zindan rivayet eder.” demiştir. Ayrıca bu hadis hakkında Dâre Kutni başka bir inkita'ın daha bulunduğunu söylemiştir. Muttalib, Enes (r.a:) den duymadığı gibi, Muttalib'den diye rivayet eden Cureyc de Muttalib'den bir şey duymamıştır. İşte bu sebeplerden hadis sabit değildir. Ayrıca bu zatın hiç bir Sahabi'den bir şey duymadığı iddiası varsa da Hafız el-Munzirî bunu reddederek, Ebû Hureyre (r.a.) den rivayette bulunduğunu söylemiştir. Bu hadîsde hüküm bu. “Kur'an'ı okuyup unutan, kıyamet günü eczem olarak Allah'a mülâki olur.” rivayetine gelince, burada da diğer hadîsde olduğu gibi hem inkita' ve hem de irsal vardır. Ebû Davud'un, bunun üzerinde sükût etme­sine de itiraz edilmiştir. Çünkü hadîsin râvileri arasında Yezid İbn Ebi Ziyâd vardır ki, çoklarına göre bu zatın rivayeti ile ihticac edi­lemez. Ancak Ebû Davud'un, “Bu zatın hadisini kimsenin terkettiğini görmedim. Fakat bununla beraber, başka yoldan gelen rivayet benim için daha makbuldür.” dediğini Ebû Ubeyd el-Âcurî söylemiş­tir, İbn Adi de,

“Bu zât, Kûfelilerin şûbesindendir. Kendisi zayıf ol­makla beraber rivayet ettiği hadisler yazılır.” demiştir.

Önemli uyarılardan birisi de, altın ve gümüş istimalinin kebireden olmasında  “Ravza” sahibi Nevevi'nin de Rafiî'nin görü­şünde olmasıdır. Zira Nevevi'nin beyanından anlaşılan budur. Çün­kü Nevevî hadîsin senedinde za'fiyet olduğunu söylemiş ve fakat ha­dîsin ifâde ettiği hükme bir şey dememiştir. Bunun için “Havza” yi ihtisar edenler ve diğer bazıları bu görüşe meyletmişlerdir. Es-Salâh el-Alâi'nin de “el-Kavâid” adlı eserindeki sözü bununla izah edi­lir. Bu eserde anlatıldığına göre Nevevi, “Hakkında hadis vârid ol­duğu için Kur'an'ı unutmanın büyük günahlardan olması benim de tercihimdir.” demiştir. Nevevi'nin, “Benim de tercihim budur” de­mesi, Rafii'yi teyid eder mahiyettedir. Evet, Nevevî'nin, “Hakkında hadîs vârid olduğu için bu görüşteyim” sözüne itiraz edilebilir. Zira o, hadîsin senedinde za'fiyet var deyip açıkça hadisi talil ederken, Kur'an’ı unutmanın kebâirden olduğu kanaatini bu hadîse dayaması uygun düşmez, belki bu hususta Rafiî'yi takviye etmesi mâna bakı­mındandır. Her ne kadar hadisin bütününde inkıta' ve irsal gibi za'­fiyet sebepleri varsa da hadîsin lâfzına değil, mana bakımından uy­gun olmasını ele almıştır. Aynı zamanda muhtelif rivayet yolları da, rivayet yönünden hadisin za'fiyetini azaltır, Alâi'nin sözündeki yu­karda geçen itirazın bulunması ile beraber, Alâi'nin sözünü yapmış olduğum tevcihden, Celâl Belkınî'nin Alâî'ye muhalif olarak bunun kebire olmasını ihtiyar ettiği, Nevevî'nin sözünden anlaşılmış olmaz. Yine bu açıklama ile Zerkeşî'nin söylediğini Nevevî, Kur'an'ı unut­manın Kebireden olması görüşünde “Ravza”da Râfii'ye muha­lefet etmiştir, sözü de reddedilir.

Bu tembihlerden birisi de Hattabî'nin şu sözleridir. Hattâbi di­yor ki: Ebû Ubeyde'ye göre (hadisde geçen) Eczem, eli kesik demektir. İbn Kuteybe'ye göre cüzamlı anlamınadır. İbn A'rabî ise bu, huccetsiz, hiç bir hayrı olmayan adam demektir. Süveyd b. Gafele'den de bu anlamda bir rivayet vardır.

Bu tembihlerden bir diğeri de, Celâl Belkıni, Zerkeşi ve diğerle­rinin şu sözleridir: Kur'an-ı Kerim'i öğrendikten sonra onu unut­manın Kebireden sayıldığını söyleyenlere göre bunun kebıreden sa­yılması, tenbellik ve atâlet sebebiyle olduğu zamandır. Yoksa oku­masına engel hastalık ve benzeri bir sebeple okumaz ve unutursa, bu, kebâirden sayılmaz. Büyük günahlardan sayılması şöyle dursun, günahkâr bile olmaz. Çünkü bunlar avârız-ı semâviyyedendir, kendi iradesi dışında olan hallerdir. Fakat okuduğu şey, kendisi için farz-ı ayn bir ilim olsa da bile onunla meşgul olup Kur'an’ı unutması (bu­nu kebir sayanlara göre) kebâirdendir. Çünkü okuduğu ilim ne kadar önemli olsa da, ezberlediği Kur'an'ı unutmasına engel olacak derecede değildir, her ikisini de başarabilir. “Kur'an'dan ezberlediği bir âyeti dahi unutması büyük günahlardandır.” sözlerinden de Kur'­an'ı ezberlediği şekilde muhafazanın vacip olması anlaşılır. Yani bi­raz hatalı ezberlese bile onun daha iyisini okumak değil, onu o şe­kilde muhafaza etmek ve eksiltmemek kendisine borçtur. Gerçi da­ha iyisini okuması, emredildiği ve kendisinden beklenen bir vazife­dir, fakat bundan günahkâr olmaz.

İbn Salâh’ın talebesi ve Nevevi'nin hocası olan Ebû Şâme, Kur'an-ı Kerîm'i unutmak hakkındaki hadisleri, ameli terketmeye hamletmiştir. Yani, “Kur'an'ı unutmak büyük günahlardandır.” denirken, ameli terketmek kebâirdendir manası anlaşılır, demiştir. Çünkü unutmak anlamında olan Nisyan kelimesi, terk anlamında da kullanılır. Nitekim âyet-i celîle'de,

“And olsun ki daha önce Adem'e and vermiştik, fakat unuttu.”[743], buyurulmuştur. Buradaki “Nesiye” kelimesi, terk anlamında kullanılmıştır. Kıyamet güaü Kur'an’ın iki hali vardır: Birincisi, onu okuyup gereği İle ameli unutmayana şefaat etmesidir. İkincisi, ona ihanet olarak onu terkedip gereği ile amel etmeyenden şikâyetidir. Ona ihanet edenin, okumasını da unutmuş olması, uzak bir ihtimal sayılmaz, dedi. Bu zatın bu son cümlesi, kendi görüşünün hilâfına olarak geçmiş hadislerden anlaşılan manadır. Buhari'nin “Kitabu's-Salât” bölümünde, Kur'an'ı alıp sonra atan ve farz olan namazlar­da uyuyan hakkında büyük korku ve şiddetli azâb olacağı hakkın­daki rivayetler gelecektir ki, bu rivayetlerde de, nisyanın unutmak anlamında olduğu açıkça görülecektir.

Bu uyarılardan birisi de, Kurtubi'nin şu sözleridir. Kurtubî diyor ki: “Kur'an'ın tümünü ezberlemek herkese vacip değil denemez. Hal böyle olunca onu ezberlemekte gaflet gösteren neden yerilmesin? Zira biz deriz ki Kur'an-ı Kerîm'i ezberleyen kimsenin hem kendi ya­nında ve hem de kavim ve kabilesi arasında mevki ve şerefi yükse­lir. Nasıl yükselmesin ki, Kur'an'ı ezberleyen kimse nübüvveti kol­tukları arasına almış ve hakkında “Allah'ın dostu ve özel adamı” de­nen kimselerden olmuştur. Hal böyle olunca, Kur'an-ı Kerim'e karşı kusurlu davranan kimsenin, başkalarından daha çok muahazaya hak kazanmış olması lâzımdır. Aynı zamanda Kur'an'ı ihmal, ceha­lete de vesiledir.[744]

 

69. Kebîbe: Hasmiyle Cedelleşerek Kur'an Ve Dinî Konularda Onu Yenmek İçin Deliller Aramak

 

Tayâlisi ve Beyhaki’nin İbn Ömer (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kur'an hakkında “mücadele” etmeyiniz, zira Kur'an hakkında mücadele küfürdür.” buyurmuştur. Hâkim'in de Ebû Hureyre (r.a.) den rivayeti, “Kur'an'da mücadele küfürdür.” şeklindedir.

Ebû Dâvûd, Taberâni ve Hâkim'in Ebû Hureyre (r.a.) den riva­yetlerinde “Cidal” yerine “Mira “ kelimesi kullanılmış ve “Kur'an'da mira küfürdür.”[745], buyurulmuştur.

Seczî'nin Ebû Sald  (r.a.) den rivayetinde, “Kur'an'da cidal nehyedilmiştir.” buyurulmuştur.

Yine Seczî'nin İbn Ömer (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kur'an'da mirayı terkedin, zira sizden evvelkiler, kitaplarında ihti­lâfa düşmeden lânetlenmemişlerdir. Kur'an'da mira ve mücadele kü­fürdür.” buyurmuştur.

Deylemi'nin rivayeti, “Kur'an'da mücadele etmeyin, Allah'ın Kitabının bir kısmını diğer kısmı ile yalanlamayın. Allah'a yemin ede­rim ki, mü’min, Kur'an ile mücadele eder ve galip gelir. Münafık da mücadele eder, o da galebe çalabilir.” şeklindedir.

Taberânî'nin İbn Ömer (r.a.) den rivayetinde şöyle demiştir:

“Kur'an hakkında münazaa eden bir cemaatın yanına giden Resûl-i Ekrem:

“Ey milletim, işte geçmiş ümmetler bundan, kitapları üzerindeki mücadeleden sebeb helak olmuşlardır. Kur'an-ı Kerîm'in bazısı, ba­zısını tasdik eder mahiyettedir. Sakın siz onun bir kısmı ile diğerini yalanlamaya çalışmayınız.” [746]Buyurmuştur.

Yine Taberâni'nin, râviieri arasında mevsukiyetinde ihtilâf edi­len ve Ebû Said ei-Hudrî (r.a.) den gelen bir rivayetinde Ebû Said el-Hudri radıyallahu anh diyor ki:

“Biz Resûl-i Ekrem'in kapısı önün­de ilmi müzâkerede bulunuyor ve: “Bu, bu âyetten, bu da bu âyetten çıkarılır” deyip duruyorduk. Tam bu sırada yüzü kızarmış olduğu halde Resûl-i Ekrem çıka geldi ve:

“Ey toplum, yoksa bu mücadele için mi gönderildiniz, yoksa bu mücadeleye mi memursunuz? Sakın benden sonra küfre dönüp bir­birinizin boynunu vurmayasınız.”[747], buyurmakla onları müca­deleden menetmiştir.

Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

Hidâyete erdikten sonra ancak mücadele yapanlar hak yoldan sapmıştır.” buyurdu ve “Sana böyle söylemeleri, sadece tartışmaya girmek içindir. Onlar şüphesiz kavgacı bir millettir.”[748], âyetini okudu.[749]

Bunârî ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Allah katında insanların en sevimsizi, husûmette gaddar dav­rananıdır.”[750], buyurmuştur.

Sahih bir rivayette de,

“Meryem oğlu İsa şöyle demiştir:

“İşler üç çeşittir. Birincisi, doğ­ru ve gerçek olduğunu anladığın şeydir, ona hemen uy. İkincisi, kö­tü ve zararlı olduğunu anladığın şeydir, ondan sakın. Üçüncüsü de, şüpheli gördüğün şeylerdir, bunları da bir bilene havale et ve ondan öğren.”[751], buyurulmuştur.

Yine Taberâni’nin rivayetinde Âshâb'dan bir cemaat anlatıyor ve diyorlar ki: “Biz, din hususunda bir konuda tartışırken Resûl-i Ekrem son derece kızmış olduğu halde yanımıza geldi. Onu bu ka­dar hiddetli daha görmemiştik. Biz hemen tartışmayı bırakarak ora­dan uzaklaşmaya başladık. Resûl-i Ekrem:

“Ey Muhammed ümmeti! Durun ve dinleyin. Sizden önce he­lak olanlar İşte bu gibi tartışmalardan dolayı helak olmuşlardır. Karı az olduğu için tartışmayı bırakın, zira mü’minler tartışmaz. Mirayi (birbirinizin sözüne itiraz etmeyi) de bırakın. Zira onun zararı çok büyüktür. Tartışmayı terkedin, zira bir adamın başka bir kusuru ol­masa da tartışmadaki kusuru ona yeter. Mücadeleyi terkedin, zira böyle tartışanlara kıyamet günü şefaat etmem. Mirayı terkedin, zira haklı olduğu halde tartışmayı terkedene cennette üç yer verileceği­ne kefilim. Bunların biri alt, diğeri orta ve üçüncüsü de üst kattadır. Tartışmayı terkedin, zira Rabbim, putperestlikten sonra ilk olarak beni yapmaktan nehyettiği şey, tartışmadır.” [752]buyurmuştur”.

Bu ifadeden Resûl-i Ekrem'in puta taptığı anlaşılmaz, ancak ifa­de, tartışmanın büyük günah olduğunu gösterir, yoksa bütün pey­gamberlerin küfür ve putperestlikten münezzeh oldukları ittifaklıdır.

Tembih: Tartışma hakkında bu hadisler, tartışma ve mücadele­nin büyük günah olduğunu açıkça gösterirken, şimdiye kadar kimsenin buna büyük günah dediğini görmedim. İkinci hadis, her ne ka­dar râvisi yönünden zayıf ise de Buhârî'nin “Allah katında en se­vimsiz insanlar, mücadele ve tartışmada gaddar davrananlardır.” rivayeti, bunu takviye eder.

Aşağıda gelecek bazı hadislerde küfür olduğu söylenen, ailesiy­le livatayı kebireden saymışlardır. Burada da durum aynıdır. Yu­karda görüldüğü gibi, birçok rivayetlerde tartışma küfür olarak gös­terilmiştir. Bu durumda kebire olmasına diyecek kalmaz. Belki bu­nun Kebire olması daha kuvvetlidir. Çünkü tartışmanın gerçek küf­re olan yakınlığı livâtadan çok daha ilerdedir. Zira Kur'an'da mira ve mücadele, itikad ile ilgili bir meselede olur, ortaya gerçek bir te­nakuz çıkar veyahut Kur'an'ın nazminde bir karışıklığa sebep olur­sa, bunun gerçek küfür olduğunda şüphe yoktur. Şayet Kur'an'daki mücâdele bu dereceye varmaz, fakat tenakuz ve karışıklık vehmini ortaya kor veyahut bir şüphe doğurursa -bu da her ne kadar ger­çek küfür değilse de- dinde zararı olup mulhidler yoluna girdiği için, kebire olmasında şüphe yoktur.

“Birbirlerine dönüp soruşurlar.” [753]

“O gün aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez ve birbirlerine de bir şey soramazlar.” [754]

 “İşte o gün ağızlarını mühürleriz, bizimle elleri konuşur, ayak­lan da yaptıklarına şahitlik eder.”[755]

“Dilleri, elleri ve ayakları yapmış olduklanna şahitlik ettikleri gün.”[756]

“Bu, onların konuşmayacakları gündür.”[757] Birbirini nakze­der gibi görünen bu gibi âyetleri okuyup soru soran ve çok küçük de olsa bir şüphe gibi bu meseleyi ortaya koyan adamı Hz. Ömer döv­müş ve Medine'den uzaklaştırmıştır.

Hulasa, Kur'an'da mücâdele, ya doğrudan doğruya küfür, ya da dindeki zararının büyüklüğü nisbetinde yine küfür veya Kebiredir, İşte böylece benim anlattığımın doğruluğu da ortaya çıkmış olur. Daha sonra bazı kimselerin husûmeti büyük günahlardan saydıklarını gördüm ki, bu, benim davamı tamamen kuvvetlendirir.[758]

 

Kur'an İle İlgili Önemli Hususlara Tembih Eden Bazı Hadisler:

 

Ahmed. Buhari, Tirmizî ve İbn Hibbân'ın tahriçlerinde Resûl-i Ekrem:

Kur'an'ı muhafazaya önem verin. Hayatımı kudret elinde bu­lunduran Allah'a yemin ederim ki, Kur'an'ın hafızadan çıkıp kaçma­sı, bağlı devenin boşanıp kaçmasından daha zorludur.”[759], buyur­muştur.

Muhammed b. Nasr, Taberâni ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kur'an'ın korunmasına önem verin, zira o vahşidir. O, bağından çözülüp kaçan deveden daha sür’atli olarak (hafızların) hafızasın­dan çıkar.” [760]buyurmuştur.

Ebü Dâvûd, Tirmizi ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem şöyle buyurmuştur:

“Üç günden daha az zamanda Kur'an'ı hatmedip okuyan kimse fakih sayılmaz.” (Çünkü tefekkuh, düşünmekle olur. Üç günden daha kısa zamanda Kur'an-ı Kerim'i hatmeden kimse, Kur'an üze­rinde düşünüp hüküm verecek zaman bulamaz ve bunun için de Kur'an'ı anlayamaz).[761]

Taberâni, Dâre Kutnî ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Ancak temiz olduğun halde Kur'an-ı Kerim'i eline al.” [762]bu­yurmuştur. Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin de aynı mealde rivayetleri vardır:

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur

“Sakın sizden biriniz, “Şu ve şu âyetleri unuttum” demesin, bel­ki unutuldu, desin.” [763]

Buhârî, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“Sizden birinizin, “Şu ve şu âyeti unuttum” demesi ne fena bir şeydir. Belki, unutuldu, denilmelidir.”[764] Bir rivayette, Resûl-i Ekrem, Kur'an-ı Kerîm ile düşman diyarına gitmekten nehyetmiştir.

Tirmizi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kur'an'ın, haram kıldıfeı şeyleri helâl tanıyan, ona inanmamış­tır.” [765]

Beyhaki'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kur'an-ı Kerım'i, insanların malını yemek için okuyan kimse, kıyamet gününde yüzü etsiz, sırf kemik olduğu halde mahşer yerine gelir.” buyurmuştur.

Beyhakî'nin zayıf dediği ve Ubeyy İbn Kab (r.a.) dan gelen ri­vayette, Ubeyy diyor ki:

“Bir kişiye Kur'an-ı Kerîm'i öğrettim. O da buna karşılık bana bir yay vermek istedi. Durumu Resûl-i Ekrem'e arzettim, Resûl-i Ekrem:

“Eğer onu aldmsa ateşten bir yay almış oldun.”[766], buyur­muştur” .                                                                                    

Ahmed, İbn Munİ, Taberâni, Hakim, Beyhaki, Ebû Dâvûd, İbn Mâce ve Ebû Ya'la'nın Ubâde b. es-Sâmit (r.a.) ten de Ubeyy İbn Kab (r.a.) in rivayeti gibi bir rivayet gelmiştir. Bu rivayette Ubâde b. es-Sâmit (r.a.) e Resûl-i Ekrem:

“Eğer onun ateşten bir halka olup boynuna dolanmasını istersen, onu al.”[767], buyurdu.

Ebû Nuaym’ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ'nın, ateşten bir oku gerdanlık olarak boynuna asmasını istersen, yayı al.” buyurmuştur.

Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Kur'an-ı Kerîm'i öğretme ücreti olarak bir yay alan kimsenin, Allahu Teâlâ boynuna ateşten bir halka geçirir.”[768]

Ebû Nuaym’ın rivayeti, “Kur’an okuttu diye ücret alan kimse, mükafatını peşinen almış olur, âhirette Kur'an-ı Kerîm onunla çeki­şir.” şeklindedir.

Âlimlerden bir kısmı, bu hadîslerin zahirini alarak, Kur'an-ı Kerim'i öğretmek için ücret almanın haram olduğuna kail olurlarken, diğer bir kısmı da bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Bunların de­lilleri de şu rivayetlerdir:

Resûl-i Ekrem:

“Şüphesiz, ücret aldığınız görevin en haklı olanı, Allah'ın Kitabı karşılığındaki ücrettir.” [769] Buyurmuştur.

 Muhammed b. Nasr b. Umeyr b. Hânii'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem'e:

“Ya Resûlallah, biz Kur'an'ı sizden dinlediğimiz vakit duydu­ğumuz zevki, kendi başımıza kaldığımız vakit bulamıyoruz,” dediler. Resûl-i Ekrem:   

“Evet öyledir, çünkü ben onu bâtını manasıyle okurken siz yal­nız zahiri manasiyle okuyorsunuz,” buyurdu. Ashâb:

“Kur'an'ın bâtınî ve zahirî nedir?” diye sordular. Resûl-i Ek­rem:

“Ben Kur'an-ı Kerim'i okurken onun manasını düşünür ve ge­reğiyle amel ederim. Siz ise, Kur'an'ı böyle okursunuz,” buyurdu ve parmağı ile işaret etti, yâni mânasını düşünmeden okursunuz demek istedi.

Garip ve râvilerinden bazıları hakkında dedikodu olduğunu söy­leyen Seczî, İbn Sünnî ve Deylemî'nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Kur'an-ı Kerim'i ezberleyen hafızlar üçe ayrılır. Bunlardan bi­rincisi, Kur'an'ı ticâret vasıtası yapandır, ikincisi, Kur'an-ı Kerim'le minberlerde böbürlenip durandır ki, onun davranışları, kürsülerindeki çalgıcılarda da olmaz. Kendisine sorsanız, “Hayır, ben lahn et­miyorum, öyle şey olur mu?” der. Ama gerçekte hep öyle okur. İşte bunlar da ümmetin kötüleridir. Üçüncüsü de Kur'an-ı Kerîm'i ezber­lemiş, sinesine giydirmiş ve kalbine iyice yerleştirmiştir. Kalbini ilticagâh edinmiştir, afiyet için oraya iltica ederler. Nefsini de o Kur'an'dan rahatsız etmiştir. Çünkü nefsi onun hükümlerinden hoşlan­maz. Tamamen kendisini Kur'an'a vermiştir ve onun hükmü ile amel etmiştir. İşte bu gibiler kırmızı kibrit gibi, az bulunan kimselerdir.”

İbn Hibbân “Zuâfa” da râvisi hakkında dedikodu olduğunu söy­leyen Seczi, İbn Sünnî ve Deylemî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Kur'an-ı Kerim'i okuyanlar üç kısımdır. Bunlardan birisi, Kur'an-ı Kerim ile İnsanları tarafına çekip geçimini sağlayandır, ikincisi de, Kur'an-ı Kerim'in usûlüne uygun olarak okunmasına önem verip, onu ihtimam içinde okuduğu halde, gereğine aldırış etmeyip hükmü ile amel etmeyendir ki, okuyucuların çoğu böyledir. Allah onların sayılarım azaltsın. Üçüncüsü de, Kur'an-ı Kerim'i okur anlar, gereği ile amel eder. Kur'an'ın ilâcını kalbinin hastalığına kor. Kur'an-ı Kerim'in hükmü uyarınca, gündüz susuz ve onu okuya okuya gece uy­kusuz, mescidlerde onun hakkını burnoslarının altında onu muhafaza ederler. İşte bu gibiler sayesinde Allahu Teala belâyı uzaklaştırır, düşmana karşı zafer verir ve kullarına rahmetini indirir. Fakat ne yazık ki, bunlar da kızıl yakut gibi sayıları az olan kimselerdir, Allah sayılarını çoğaltsın.” buyurmuştur.[770]

 

KAZA-İ HACET BÖLÜMÜ

 

70. Kebire: Yollar Üzerine Kaza-i Hacet Etmek

 

Muhammed İbn Amr el-Ensari'nin Muhammed b. Sîrîn'den olan rivayeti dışında bütün ravüeri sikadan olan Taberânî, Beyhakî ve diğerlerinin rivayetlerinde; adamın biri Ebü Hureyre (r.a.) ye:

“ Siz her şeyde bize fetva verip duruyorsunuz. Nerde ise pislik­ten de fetva vereceksiniz,” dedi, Ebû Hureyre (r.a.):

“Evet, ben Resûl-i Ekrem'in,

Kim yüz karası pisliğini sokaklara ve Müslümanların yolları üzerine salıverirse, Allahu Teâlâ’nın, meleklerin ve bütün insanla­rın laneti onun üzerinedir.”[771], buyurduğunu işittim,” dedi.

Taberânî'nin hasen isnad ile rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Müslümanlara, yollarında eziyet eden, onların lanetini haketmiştir.” [772]

Hatlb'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Her kim abdest alınıp içilen bir suyun kenarına pislerse, Allah'ın, meleklerin ve bütün İnsanların laneti, onun üzerine olsun.”, buyurmuştur.

Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Üç lanet yerinden sakının: Herhangi biriniz, kendisiyle göl­gelenilen bir gölgeye veya yola veya da su birikintisine oturmaktan sakınsın.”[773], buyurmuştur.

Mürsel bir rivayette de,

“Üç lanet yerinden, su başlarına, yol ortasına ve gölgeye def-i hacet etmekten sakının.”[774], buyurulmuştur.

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“İki lânetliden sakının,” buyurdu. Ashâb:

“Bu iki lânetli kimdir, ya Resûlallah?”  diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“İnsanların yoluna yahut gölgesine def-i hacet eden kimsedir,” buyurdu.[775]

Gölgeden maksad, insanların gölgelik edinip altında oturdukları yer demektir, yoksa mutlak surette gölgesi olan yer demek değildir. Gölgelik olarak kullanılmayan herhangi bir ağacın gölgesinde def-i hacet yapılabilir, zira bizzat Resûl-i Ekrem bunu yapmıştır.

İbn Mâce'nin, râvileri sikadan olan diğer bir rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Sakın işlek caddeler üzerinde yatıp uyumayın ve oralarda na­maz kılmayın, zira bu gibi yerler, yılan ve yırtıcı hayvanların gelip geçtikleri yerlerdir. Aynı zamanda bu gibi yollar üzerinde kazayı hacet de etmeyin, zira o, lanet yerlerindendir.”[776], buyurmuştur.

Tembih: Yollar üzerine kazayı hacetin büyük günahlardan sa­yılması, birinci ve ikinci hadislerin gereğidir. Çünkü lanet, Kebire alâmetidir. Fakat yukarda görüldüğü gibi, birinci hadîs (rivayet yö­nünden) zayıf olduğu için imamlarımız buna güvenememiştir. imam­larımız arasındaki ihtilâf, bu gibi yerlerde def-i tabu mekruh mudur, yoksa küçük günahlardan mıdır? En doğru olan mekruh olmasıdır. Ancak yukardaki hadîsler, bunun haram olma tarafını tercih etmek­tedir. Nitekim imamların pek çoğu bu görüştedir. Şehâdet bölümün­de Buhârî ile Müslim de aynı hadîsi rivayet etmiş, müteahhirin ule­masından bir kısmı da buna itimad etmiştir. “Hadim” de, “Birçoklarının, yollar üzerinde def-i tabiinin haram oluşu görüşünde olmala­rı, haksız ve zaruretsiz yerde yolu kirletip meşgul etmeleri bakımın­dandır. Yoksa kaza-i hacetin âdabı olması bakımından elbette ha­ram olmaz. Bu bakımdan bu işin iki yönü vardır. Fakat bazılarına göre de yollar üzerinde kaza-i hacet eden, haramı irtikâb ettiği için değil, mürüvetsiz bir insan olduğu için şehâdeti kabul edilmez.” de­miştir.[777]

 

71. Kebire: Bedenini Ve Elbisesini İdrardan Sakınmamak

 

Buharı, Müslim ve diğerlerinin rivayetinde, Resûl-i Ekrem iki mezarın yanından geçiyordu da :

“Bunlar azâb oluyorlar, hem de azâb olmaları, büyük bir işten sebep değildir. Halbuki onların yaptığı aslında büyük günahtır. Bun­lardan biri sidiğinden sakınmaz (elbise ve vücuduna sıçratır) di. Di­ğeri de söz gezdirirdi.”[778], buyurdu.  Birçok rivayetlerde kaydı yoktur. Buna göre mana, “Onlara göre bu yaptıkları kebire de­ğil, halbuki gerçekte Kebiredir.” şeklindedir.

Buhâri'nin İbn Huzeyme (r.a.) den rivayetinde; Resûl-i Ekrem bir duvarın yanından geçerken, mezarında azâb gören iki insan sesi duydu ve:

Bunlar azâb oluyor, fakat azâb olmaları büyük günahtan se­bep değildir. Evet, bunlardan biri sidikten sakınmazdı, diğeri de söz gezdirirdi,” buyurdu.

Lâbeis sened ile ve râvilerinden bazılarının mevsukıyeti ihtilaflı olan bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Çoğunlukla kabir azabı idrardandır. İdrarı üzerinize sıçrat­maktan sakının.”[779], buyurmuştur.

Diğer Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Kabir azabının çoğu idrardandır.”[780], buyurmuştur.

Ahmed ve Taberânfnin rivayetlerinde; Ebû Bekre (r.a.) şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem benimle başka birisinin arasında yürüyor­du. Önümüze iki mezar geldi. Resûl-i Ekrem:

“Bu iki mezar Sahihleri de azâb oluyorlar, bana bir dal getirin,” buyurdu. Hemen ben ve arkadaşım bir dal getirdi. Resûl-i Ekrem o dalı ikiye böldü, birini bir mezara, diğerini de öbür mezara dikti, sonra da:

“Bunlar yaş kaldıkları müddetçe, azablarının azalması umu­lur,”[781]

Ahmed ve İbn Mâce'nin Ebû Umâme (r.a.) den rivayetlerinde, şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem sıcak bir günde Baki mezarlığına uğ­radı. Ashâb-ı Kiram da onun ardından yürüyorlardı. Onların ayak seslerini duyunca, bekledi ve onları öne geçirdi. Kendisi Baki mezar­lığına girdi. Orada iki ölü defnedilmiş iki mezar vardı. Resûl-i Ekrem bir süre durakladıktan sonra:

“Bugün buraya kimler defnedildi?” diye sordu. Ashâb:

“Falan ve falan kimseler defnedildi,” dediler ve:

“Neden sordunuz?” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Çünkü bunlardan biri sidiğinden sakınmaz, diğeri de söz gez­dirirdi,” buyurdu ve aldığı yaş bir dalı ikiye böldükten sonra mezar­lara dikti. Neden böyle yaptığını soranlara da:

“Azâbları hafifler,” buyurdu, Ashab:

“Bunlar ne zamana kadar azâb olurlar?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Onu ancak Allah bilir. Dayanabilseydiniz ve kalbinize çar­pıntı gelmeseydi siz de benim duyduklarımı duyardınız,” [782]bu­yurdu.

İbn Hibbân'ın “Sahih”inde Ebû Hureyro (r.a.) den gelen bir ri­vayette, Ebû Hureyre (r.a.) diyor ki: Resûl-i Ekrem ile yürüyorduk, îki mezar başına geldik. Resûl-i Ekrem bu mezarların başında dikilip durdu. Biz de durduk. Resûl-i Ekrem'in rengi değişti, sararıp soldu. O derece ki gömleğinin koltukları titremeye başladı. Biz:

“Ya Resûlallah, ne oluyor?” diye sorduk. Resûl-i Ekrem:

“Benim duyduğumu duymuyor musunuz?” buyurdu. Biz:

“Duyduğunuz nedir, ya Resûlallah?”   diye sorduk. Resûl-i Ek­rem:

“Bu iki mezarda yatan erkekler şiddetle azâb oluyorlar,” buyur­du. Devamla: “Azâb oldukları, kaçınıp korunması kendileri için ko­lay veya aslında büyük olduğu halde kendilerince küçük sanılan iki günahtır,” buyurdu. Biz:

“Nedir o iki günah?” diye sorduk. Resûl-i Ekrem:

“Bunlardan biri idrarından sakınmaz, diğeri ise dili ile insan­lara eziyet eder, söz gezdirirdi,” buyurdu ve iki yaş hurma dalı istedi. Biz de getirdik, mezarlara birer tane dikti. Biz:

“Bu yaş dalların, azabın kalkmasında bir rolü var mıdır?” diye sorduk. Resûl-i Ekrem:

Evet, bu dallar yaş kaldıkları sürece azâbları hafifler,” bu­yurdu.

İbn Ebi’d-Dünyâ ve Taberânî'nin isnadı leyyin ile (Âynca Ebû Nuaym'ın) rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Dört kimse vardır ki, çek­tikleri azâbtan cehennem halkını da rahatsız ederler. Hamim ile cehım arasında bağırarak çağırarak dolaşırlar. Cehennem halkı birbi­rine:

“Bunlar kimlerdir? Bizim çektiğimiz yetmiyormuş gibi bir de bunların sıkıntısını mı çekeceğiz,” derler. İçlerinden biri:

“Bunlardan biri ateşten tabut içine konuyor ve tabut üzerine kilitleniyor. Diğerinin de içinden çıkan bağırsakları önüne akıyor. Bir üçüncüsünün de ağzından kan ve irin geliyor. Bir diğeri ise ken­di etini yiyordur. Cehennemliler ateşten tabut içinde yanana:

“Şu ötedeki adamın günahı ne idi ki, bugün onun acısı bizi de rahatsız ediyor?” diye sorar. Ona:

“O adam, üzerindeki kul haklarını ödemeden geldi, cezasını çekiyor, diye cevap veriyor. Sonra bağırsakları akan adam için:

“Şunun kusuru ne idi ki, bu kadar ağır azâb içinde kıvranıyor ve bizi de rahatsız ediyor?” diye sorarlar. Adam:

“Bu da sidiğinden sakınmaz, sıçrantılarını yıkamazdı, onun da cezası budur,” der.”[783], buyurmuştur.

Ahmed ve Nesei'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“İsrâiloğullarının ileri gelenlerinden birinin başına gelenleri bi­liyor musunuz? Onlar elbiselerine sidik bulaştığı vakit onu makas ile kesip atarlardı. Fakat bu adam onu yasakladı, onları bu işten menetti ve bu sebepten mezarında azâb oldu.”[784], buyurmuştur.

Tembih: Bütün bu hadîslerden, sidikten sakınmanın kebtreden olduğunu anlamış bulunuyorsun. Nitekim imamlarımızın bir kısmı da bunu böylece açıklamışlardır. İmam Buhârî de bu hususta onlara öncülük yapmıştır. Bu hususa ayırdığı bölümde, “Büyük günahlar­dan birisi de idrardan sakınmamaktır.” demiştir. Hattabi, Resûl-i Ekrem'in, “Onlar büyük şeyde azâb olmuyor.” buyurduğunun anla­mı, küçük günahlardan sebep azâb oluyorlar demek değil, belki on­lar için önemli veya onlara, yapılması zor gelen ve büyük sayılan bir işten dolayı azâb olmuyorlar, belki, onlar yapmasını isteseler, ko­laylıkla yapıp korunacakları sidik damlaları ile terkini isteseler, kolaylıkla terkedebilecekleri söz gezdirmekten dolayı azâb oluyorlar demektir. Yoksa Resül-i Ekrem, bu iki günah önemsiz günahlar olup, dini bakımdan büyük günah değiller demek istememiştir. Aslında büyük günahlardan olan ve fakat kendilerinden sakınmak kolay ve mümkün olan iki büyük günahtan sebep azâb oluyorlar, demek iste­miştir. Çünkü sidik damlalarından sakınmak kolay olduğu gibi, söz gezdirmekten vazgeçmek de kolaydır. Hafız Münziri diyor ki: “Re­sül-i Ekrem, “Bunlar büyük bir günahtan sebep azâb olmuyorlar.” buyurunca, günahların kebire olmamaları anlaşılır korkusu ile he­men: “Evet, o büyüktür.” buyurdu.[785]

Bütün bu hadislerde idrardan sonra istibranın, yani sidiğin son damlasını kesmenin vücubuna delil vardır. Bu hususta herkesin âde­ti aynı değildir; kimisi öksürmekle, kimisi ovuşturmakla, kimisi de birkaç adım yürümek ve sıçramak gibi bazı hareketlerle idrar yol­larını boşaltır. Her insan âdetine göre temizlenmeye gayret etmeli, fakat aşırı gidip âletine zarar vermemeli ve vesveseye kapılmama­lıdır.

Def-i tabiîden sonra taharet de böyledir; ona da son derece önem verip oturağın temizliğine dikkat etmelidir, aksi halde pislik ile na­mazını kılmış olur. Sidik ile namaz kılan hakkındaki bu veidler, pis­lik ile kılan hakkında da varittir. Zira pislik sidikten daha ağır ve kötüdür.

İmamlardan hikâye edildiğine göre, İbn Ebî Zeyd el-Mâliki rüya­da görülmüş ve kendisine:

“Allahu Teâlâ sana ne gibi muamelede bulundu?” diye sormuş­lar, İbn Ebî Zeyd:

“Rabbım beni bağışladı,” diye cevap verdi. Kendisine:

“Allahu Teâlâ sizi hangi iyiliğinizden dolayı bağışladı?” diye sor­muşlar, o:

“Yazdığım eserin İstincâ  -Taharet- bölümünde, “Te­mizlenirken bir miktar mak'adini sarkıtsın.” diye yazdığım için, de­di. Çünkü mak'adi sarkıtmak anlamında olan İstirhâ kelime­sini ilk kullanan, bu zattır. Zira insan, oturağını iyice sarkıtınca ta­haret de temizlik de kolaylaşır. Burada da temizlendiği kanaatine va­rıncaya kadar yıkanması gerekir. Bunun da haddi, mak'adinden ve elinden pislik kokusu zail oluncaya kadardır. [786]

 

ABDEST BÖLÜMÜ

 

72. Kebire: Abdestin İcablarından Birini Terketmek

 

Taberâni'nin “Kebir” indeki rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Abdest alırken parmaklarının aralarını su ile hilallamayan kim­senin, kıyamet günü Allahu Teâlâ parmaklarını ateş ile aralayıp hilallar.”[787], buyurmuştur.

Ayrıca Taberânî “Evsat” ve “Kebir”inde İbn Mesûd (ra.) e mev­kuf olarak,

“Ya parmaklarmızın aralarını yıkamakta mübalâğa edersiniz yahut da cehennem onları yakmakta mübalâğa eder.”[788] şeklinde rivayet etmiştir.

Yine Taberâni'nin “Kebir” inde mevkuf olarak gelen diğer riva­yet, “Beş parmağınızı hilâli ayınız ki, Allahu Teâlâ (kıyamet günü) aralarını cehennem ateşi ile hilâllamasın” [789], şeklindedir.

Buhâri ile Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetlerinde, şöy­le demiştir:

“Resûl-i Ekrem, abdest alan bir adamın, topuklarını yıkamadığı­nı görünce:

“Cehennemde yanacak ökçelere yazık.”[790], buyurdu. Buhâri ile Müslim'de aynı mealde başka bir rivayet yolu da vardır. Ayrıca,

 “Cehennemde yanacak ökçe damarlarına yazık.”[791] buyurulmuştur.

Yine Ahmed'in mevkuf, Taberâni'nin “Kebir” inde merfû ve Huzeyme'nin “Sahihindeki rivayetlerinde,

“Ateşde yanacak ökçe ve ayak altı boşluklarına yazık.” [792]buyurulmuştur.

Taberâni'nin diğer bir rivayetinde (ki râvileri arasında İbn Luhay'a vardır.) Bu zatın Ebû'l-Heysem'den rivayetinde, diyor ki:

“Bir gün abdest alırken Resûl-i Ekrem beni gördü ve:

“Ey Ebû'I-Heysem, ayağın alt boşluğuna dikkat et.”[793], bu­yurdu.

Müslim ve Ebû Davud'un rivayetlerinde (lâfız Ebû Davud'un­dur), ayrıca Neseî ile İbn Mâce, Buhârî ve diğerlerinin rivayetlerin­de; abdest alan bazı kimselerin ökçelerini kuru gören Resûl-i Ekrem:

“Cehennemde yanacak ökçelere yazık. Abdesti güzel alın.”[794] buyurdu.

Ahmed'in Sahih sened ile rivayetinde; Resûl-i Ekrem bir namaz­da Rûm süresini okurken iltibas vaki oldu ve:

“Şeytanın, kıraatte bizi iltibasa düşürmesi, bazı kimselerin abdestsiz olarak namaza gelmelerindendir. Namaza geldiğiniz vakit güzelce abdest alın.”[795], buyurdu. Bu hususta Ahmed'in aynı me­alde bir rivayeti daha vardır.

İbn Mace’nin ceyyid sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Sizden biriniz Allahu Teâlâ'nın emrettiği şekilde, yüzünü, dir­seklere kadar el ve kollarını güzelce yıkayıp, başını meshedip ayak­larını ökçe kemiklerine kadar yıkamak suretiyle abdestini güzelce almadıkça namazı tamam olmaz.” [796]buyurmuştur.

Ahmed ve Taberânî'nin lâbeis sened ile tahriçlerinde, Resûl-i Ekrem Ashâb'ın yanına geldi ve:

“Ümmetimden hilâllayanlar ne güzeldirler.” buyurdu. Resûl-i Ekrem'e:

“Bunlar kimlerdir?” diye sordular, O:

“Abdest ve yemekte parmaklarını hilâllayıp aralayanlardır.”[797], buyurdu.

Abdestin hilâli ağız ve buruna su vermek ve ayrıca parmak ara­larını yıkamaktır. Yemeğin hilâli ise, yemekten sonra dişleri temiz­lemektir. Zira melekleri en çok inciten şey, dişleri temizlemeden na­maza durmaktır.

Tembih: Bu hadîslerden, abdest alırken el ve ayaklarında yıkan­mamış yer bırakanlar hakkında şiddetli veidin bulunduğu anlaşıl­mıştır. Abdestte yıkanması ve meshedilmesi gereken diğer azalar da aynı hükümdedir. Bunlardaki kusur da kebireye dahildir. Hem ne kadar bu hususta şimdiye kadar kimse bir şey söylememişse de hadislerdeki veid, onlara da şâmildir.[798]

 

YIKANMA BÖLÜMÜ

 

73. Kebire: Guslün Farzlarından Birini Terketmek

 

İbn Ebi Şeybe, Ahmed, Ebû Dâvûd, İbn Mace ve İbn Cerîr'in Ali radıyallahu anh'den tahriçlerinde Resûl-i Ekrem, sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Cünüblükten yıkanan bir kimse vücudunda bir kıl yeri kuru bırakırsa, ona ateşde şöyle böyle azâb olur.”[799] Hadîsi rivayet eden Hz. Ali (r.a.) üç defa, “Onun için başıma düşman kesildim” de­miştir.  

İbn Cerir’in hem merfû ve hem de mevkuf, ayrı ayrı rivayetle­rinde Resûl-i Ekrem:

“Her kılın altında cûnüblük vardır.” buyurmuştur.

Beyhakİ'nin mürsel ve İbn Cerîr'in mevsûl rivayetlerinde, “Her kılın dibinde cûnüblük vardır; kılları ıslayın ve bedeni te­mizleyin.” [800]buyurulmuştur.

Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem Hz. Âişe'ye,

“Ya Âişe, her kıl üzerinde cûnüblük vardır.” [801]buyurmuştur. Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'tan korkun ve guslü güzel yapın. Zira gusül size yükleti­len emânet ve tevdi edilen sırlardandır.”[802] buyurmuştur.

Tembih: Yukarda geçen hadislerde gusülde kuru yer bırakma hakkında şiddetli uyanların bulunduğu meydandadır. Bu ve özellik­le namazın da gusülsüz sahih olamıyacagı bakımından, gusülde ek­sikliğin büyük günahlardan olduğu açığa çıkar.[803]

 

74. Kebire: Zaruretsiz Mahrem Yerini Açmak Ve Peştemalsız Hamama Girmek

 

İbn Mâce'nin tahricinde Resûl-i Ekrem:

“İki kişi karşı karşıya def-i hacet ederlerken birbirlerinin edeb yerlerine bakarak konuşmasınlar, zira Allahu Teâla buna gazab eder.” [804]buyurmuştur.

Ebû Dâvûd ve “Sahih”inde İbn Huzeyme'nin rivayetlerinde Re­sûl-i Ekrem:

“İki kişi avret yerlerini açarak karşılıklı kaza-i hacete oturup konuşmasınlar, zira Allahu Teâla buna kızar.”[805] buyurmuştur. Taberânî'nin leyyin sened ile aynı mealde rivayeti vardır.

İbnü's-Sikkin ve'I-Kattân Sahih olduğunu söyledikten sonra riva­yetlerinde Resûl-i Ekrem:

“İki kişi kazâ-i hacete çıktıkları vakit, bir­birinden uzaklaşsın ve birbirine arka çevirsinler.” buyurmuştur.

Ahmed, dört sünen Sahihlerinin, Hâkim ve Beyhaki'nin rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem:

“Mahrem yerini koru, onu ailen veya cariyenden başkasına gösterme,” buyurdu. Kendisine:

“Ortada sıkışıklık olur, İnsanlar birbirine girmiş vaziyette olursa ne yapalım?” diye soruldu. Resûl-i Ekrem:

“Gücün yettiği kadar kendini koru, edeb yerini gösterme,” bu­yurdu. Yine kendisine:

“Şayet birimiz yalnız yerde yıkanırsa (bu takdirde sakınca var mı?) diye soruldu, Resûl-i Ekrem:

“(Kimse yoksa Allah görüyor ya, yine de mümkün olduğu ka­dar kapalı olmaya gayret et) çünkü kendisinden utanmak bakımın­dan, Allahu Teâlâ herkesden önde gelir,” [806]buyurdu.

Hâkim'in Cebbar b. Sıhhır'dan rivayetinde:

“Biz, mahrem yeri­mizi açmaktan menolunduk.” buyurulmuştur.

Ahmed, Ebû Dâvûd ve Nesei'nin rivayetlerinde Resül-i Ekrem:

“Muhakkak Allahu Teâlâ ayıbları örtücü ve haya sahibidir; (ku­lundan) kapalılık ve utangaçlığı sever. Sizden biriniz yıkandığı vakit (bir şeyle) örtünsün.” [807]buyurmuştur.

Hâkim'in Câbir b. Sıhhır'dan rivayeti, “Avret yerimizin görülme­sinden nehyolunduk.” şeklindedir.

Taberâni'nin Abbâs (r.a.) dan rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Çıp­lak gezmekten nehyolundum.” buyurmuştur.

Tirmizî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Çıplaklıktan sakının, zira def-i tabiî ve cinsi münasebet dışın­da, sizinle sizden ayrılmayanlar vardır; onlardan haya edin ve onla­ra ikramda bulunun.”[808] İbn Asâkir, Abdurrazzak ve Taberani’nin kelime farkları ile gelen rivayetlerinde meâlen, “Allahu Teâlâ haya sahibidir, bilicidir, kusurları örtücüdür. Siz de yıkandığınız va­kit, kapalılığa riâyet edin.” buyurmuştur.

Deylemi'nin rivayetinde, “Peştemalsız suya girmeyin, zira suyun da iki gözü vardır.” buyurmuştur.

Âbdurrazzak'ın rivayetinde İbn Cureyc diyor ki:

“Bir gün Resûl-i Ekrem, ücretle tutulmuş bir adamının çırılçıplak yıkanmakta olduğunu görür ve:

“Rabbinden seni haya eder görmüyorum (Yâni Allah'tan haya etmiyorsun), ücretini al da git, sana ihtiyacımız yok,” buyurdu.

Nesei, Tirmizî ve Hâkim'in rivayet edip, Neseî'nin hasen, Hâkim'in ise Sahih dediği bir hadisde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah'a ve âhiret gününe imanı olan peştemalsız hamama gir­mesin. Allah'a ve âhiret gününe inanmış olan ailesini hamama gön­dermesin.” [809]

İbn Mâce ve Ebû Davud'un rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Yakında acem toprakları size açılacak, oraları fethedecek ve oralarda hamam diye adlandırdıkları bazı yıkanma yerleri bulacak­sınız. Erkekler oralara ancak peştemal ile girsinler. Kadınlardan has­ta veya nifas olanlar hariç, diğerlerini oralara girmekten menedin.”[810] buyurmuştur.

Senedi kuvvetli olmayan diğer bir rivayette, Resûl-i Ekrem ka­dın ve erkeklerin hamama girmelerini yasakladı. Sonra peştemal tu­tunmak şartıyle erkeklere Müsade etti (fakat kadınlara izin verme­di).[811]

Diğer Sahih bir rivayette, “Hamam, ümmetimin kadınlarına ha­ramdır.”[812], buyurulmuştur.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah'a ve âhiret gününe imanı olan misafirine ikram etsin. Allah'a ve âhiret gününe inanmış olan, komşusuna ikram etsin. Al­lah'a ve âhiret gününe imanı olan hamama ancak peştemal ile gir­sin. Kadınlarınızdan Allah'a ve âhiret gününe imanı olan hamama girmesin.”[813] Diğer rivayet de, “Kocaları, kadınlarını hamama sokmasınlar.” şeklindedir.

İşte, Ömer b, Abdülaziz'in bu rivayetlere dayanarak kadınların hamama girmelerini yasakladığı bir gerçektir.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“ Hamam diye anılan yerlerden sakının,” buyurdu. Ashâb;

“Ya Resûlallah! Orası kiri giderir, bazı hastaların hastalıkları­na şifa olur, dediklerinde, Resûl-i Ekrem:                      

“Oraya giren örtünsün (peştemal tutunsun),” buyurdu.[814]

Taberânî, “Oraya giren örtünsün.” şeklindeki rivayetinin başın­da, “Evlerin kötüsü hamamlardır. Orada sesler yükselir ve mahrem yerler açılır.” buyurduğunu da yazmıştır.[815]

Diğer Sahih bir rivayette; Humus veya Şam kadınlarından bir grup Hz. Âişe'nin yanına girdiler. Hz. Âişe onlara:

“Siz, hamamlara giren kadınlar değil misiniz?”   Halbuki ben Resûl-i Ekrem'in,

“Kocasının evinden başka bir yerde elbisesini soyunan bir kadın, Allah ile kendi arasındaki perdeyi yırtmış olur.” buyurduğunu işittim,” dedi.[816] Ümmü Seleme ile de bu kadınlar arasında böyle bir muhaverenin geçtiği söylenir. Onlar Ümmü Seleme'ye:

“Meğer hamama girmekte bir  sakınca var mıdır?” demeleri üzerine, Ümmü Seleme:

“Ben Resûl-i Ekrem'in:

“Herhangi bir kadın, evinden başka bir yerde elbisesini çıkarır­sa, Allahu Teala da o kadını koruyup setretmez.” buyurduğunu duy­dum, dedi.[817]

Havileri arasında İbn Luhay'a'nın da bulunduğu bir hadisde, Hz. Aişe diyor ki:

Resûl-i Ekrem'e hamamdan sordum. Resûl-i Ekrem:

“Evet, benden sonra hamamlar icad edileceki kadınlar için ha­mamlarda hayır, yoktur,” buyurdu. Ben:

“Onlar hamamlara peştemal tutunarak girerler,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Değil peştemal, gömlek, elbise ve baş örtüsü ile de girseler, yine de hayır yoktur,” buyurdu.[818]

Taberâni’nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Size büyük fetihler nasib olacak, cihana yayılacaksınız. Gide­ceğiniz yerlerde hamamlar vardır, onlara girmek, ümmetime haram­dır,” buyurdu. Ashab:

“Ya Resûlallah, bu hamamlar insanı terletir, soğuk algınlığı gibi bazı hastalıkları tedavi eder, vücudu temizler ve rahatlandırır,” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Peştemal ile hamama girmek erkeklere helal ve fakat kadın­lara haramdır,” buyurdu[819].

Yine bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Allah'a ve âhirete imanı olan peştemalsız hamama girmesin. Allah'a ve âhirete inanmış olan aile­sini hamama göndermesin. Allah'a ve âhirete inanmış olan içki iç­mesin. Allah'a ve âhirete imanı olan içki içilen sofrada oturmasın. Allah'a ve âhirete imanı olan, aralarında mahremiyet bulunmayan yabancı bir kadın ile tek basma bir arada bulunmasın.”[820], bu­yurmuştur.

Beyhaki'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Hamamlar, suları te­miz olmayan ve İnsanı örtmeyen yerlerdir. Erkekler peştemal tutun­madan hamama girmesinler, ailelerini de aldatıp azdırmasınlar. Çünkü erkekler kadınlara hâkimdir. Onları öğretin ve teşbih ile em­redin.” buyurmuştur.

Dört sünen sahibinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Hamamlar ne kötü yerlerdir, oralarda sesler yükselir ve edeb yerleri açılır.”[821], buyurmuştur.

İbn Asâkîr'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Peştemalsız hamama girmeyen ümmetimin erkeklerini Allah yüceltsin. Kadınlardan da hamama girmeyenleri Allah yüceltsin.” buyurmuştur.

Şîrâzi'nin rivayeti, “Peştemalsız hamama giren kimseye, Allah ve melekleri lanet ederler.” şeklindedir.

Hakîm, Tirmizî, İbn Sünni ve İbn Asâkir'in rivayetlerinde.

“Müslümanın girdiği hamam, ne güzel bir evdir. Çünkü hama­ma giren Müslüman, onun sıcağından korkarak cehennemi hatır­lar, cehennemden Allah'a sığınır ve cenneti ister. Gerdek gecesi de bu bakımdan kötü bir gecedir, çünkü buna giren Müslümanı, dün­yaya heves ettirip âhireti unutturur.”[822], buyurulmuştur.

Ukaylî, Taberâni, İbn Adiy ve Beyhaki’nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Hamamlarda külhan yapan ve hamamlara ilk giren Süley­man aleyhisselâmdır. O, hamamın sıcağını ve bunaltıcı havasını gö­rünce, “Ah, Allah'ın azabından, ah o azab gelmeden.” demiştir.”[823], buyurmuştur.

İbn Asâkîr'in rivayetinden Resûl-i Ekrem:

“Âhir zamanda peştemal ile de hamama girmek erkeklere yasaktır.” buyurdu. Sebebini soranlara, Resûl-i Ekrem:

Zira onlar örtünseler de yine çıplaklar arasına girerler. Halbuki Allahu Teâlâ bakana da kendini gösterene de lanet eder.” buyurmuştur.

Hâkim'in rivayeti, “Göbek ile diz kapak arası mahremdir.” şek­lindedir. Diğer rivayette, “Erkeğin avret yeri, göbeği ile diz kapağı arasıdır.” buyurulmuştur.

Dâre Kutnî ve Beyhaki'nin rivayetleri de şöyledir: “Diz kapağın üst kısımları mahremdir.” Taberâni'nin rivayetinde, “Müslüman ki­şinin oyluğu avret yerindendir.” buyurulmuştur. Hâkim'in rivaye­tinde de, “Oyluğunu kapat, zira oyluk avrettir.”[824], buyurulmuş­tur. Tirmizi, Ebû Dâvud. İbn Hibbân ve Hâkim'in de aynı mealde rivayetleri vardır. Ayrıca Ebû Dâvûd, İbn Mâce ve Hâkim'in rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem:

“Oyluğunu gösterme, ister ölü ister diri kimsenin oyluğuna bak­ma.”[825], buyurmuştur.

Hâkim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kadının mahrem yeri ya­bancı bir erkeğe ne ise erkeğin mahrem yeri de erkeğe aynıdır. Ka­dının mahrem yeri diğer bir kadına karşı, kadının mahrem yerinin erkeğe karşı olan hükmü gibidir ki, her ikisi de haramdır.” buyurmuştur.

Tembih: Yukarda geçen hadislerden, avret yerini açana Allahu Teâlâ'nın şiddetle buğzettiği anlaşılmaz. Çünkü hadîslerde hamamın yasaklanmasında, yüksek sesle konuşmak ve avret yerini aç­maktan bahsediliyor. Yüksek sesle konuşmak yasak olmadığına göre ortada sadece avret yerini açmak kalmıştır, Yine yukarda geçen hadislerden açıkça anlaşılmaktadır ki, ister galize olsun -ön ve ard gibi- ister hafife olsun- diz kapağının altından göbek altına ka­dar olan diğer kısımları gibi- bunları ailesinden başka yabancıya açması büyük günahlardandır. Nitekim İmamlarımızdan İbrahim b. Muhammed b. el-Atbi bunu tasrih etmiş ve demiştir ki: “Âvret-i galîzeyi insanlar arasında, hafifeyi de hamamda açmak fışıktır”. İmâm Şafiî'nin sözü de bunu gerektirir. “Tabakatü'1-İbâd” adlı eserinde Müzeni, Şafiî'den yaptığı rivayette:

“Hamamda çıplak dolaşan, bir adamın şehâdeti kabul olmaz, zira mahrem yerini örtmek farzdır.” dedi. Tevhidi de “Besâiri’de Müzenî'nin rivayetinden aynı şekilde nakletmiş, ancak, “Çıplak dolaşan” yerine, “Mahrem yeri açık ola­rak dolaşan” demiştir. Bunun hükmü, bir defa hamamda çıplak bu­lunmakla fâsıklardan olmasıdır. Böyle bir kusur ile fasıklardan sa­yılmak, ancak büyük günahlarda olur. Basralı Ahmed Haddad'ın - oğlu Hasan'ın “Edebu'1-Kaza” adlı eserindeki yazıya da uygun düşer ki, bu zat, İbn Şureyh'ın adamlarına yetişmiş bir insandır. Diyor ki: Zekeriyâ es-Sâci der ki:

“Peştemalsız hamama girenin veya peştemalsız ırmağa dalan kimsenin şehâdeti caiz değildir.” Ebü Bekir Ahmed b. Abdullah b. Seyf es-Sahtiyânî de Müzenî'den ve Şafiî'den bunu ke­sin olarak nakletmiştir. Sonra Haddad der ki: “Zekeriyâ diyor:

“Evet, ırmağa girdiği vakit onu kimse görmese de aynı şekilde cezaya çar­pılır ve şehâdeti kabul olmaz. Çünkü bu mürüvvet değildir.” Haddâdî de Zekeriyâ'yı tasdik ederek:

“Mâsiyet olmasa bile mürüvveti dü­şürür.” demiştir. İbn Suraka “Edebu'ş-Şâhid” adh eserde:

“Evet, av­ret yerini açması, şehâdetini düşürür.” dedi.

“Ancak avret yerini açmanın mürüvvet ve şehâdeti düşürmesi, zaruretsiz hallerdedir, zaruri haller Müstesnadır.” dedi. “El-Fetava eş-Şayişi” adlı eserde de “Hamamda avret yerini açmak, adalete mânidir.” denilmektedir. İbn Burhan da:

“Başkalarının yanında av­ret yerini açmak, adalete münafidir. Fakat kimsenin olmadığı yerde mahrem yerini açmak adalete münafi değildir” demiştir. Ancak Buhârî ile Müslim bunu, mutlakıyyeti üzere almışlar:

“Yalnız kalsa da avret yerini açması, küçük günahlardandır.” demişlerdir. Hanatl'nin fetvası da buna uygun düşer, çünkü Hanati:

“Tekrar tekrar hama­ma çıplak giren fâsık olur, bir defa girmekle fâsık olmaz.” demiştir. Birkaç defa çıplak hamama girdiği takdirde fâsık olacağını söyle­mesi, avret yerini açmanın küçük günah olduğunu gösterir. Gerçi bazıları “Bunun sağîre olması, kimsenin bulunmadığı zamandadır.

Hiç kimsenin görmeyeceğinden emin olsa da avret yerini kapaması borçtur” demişlerdir.

Hulâsa, mezhebde itimâd edilen, avret yerini açmak her ne şe­kilde olursa olsun, küçük günahtır. Fakat insanlar arasında olursa mürüvveti bozar ve aldırmamazhğı gerektirir. Böyle olunca da şehâdeti reddedilir. Şehâdeti reddedilince de fısk u fücur gibi olur. Haddâdi'nin “Edebü'1-Kazâ” adlı eserinde söylediği ve ondan sonra söylenenler buna hamledilir.

Avret yerini açmanın kebireden olduğuna delâlet eden sözlere gelince, zaruretsiz olarak insanlar arasında avret yerini açanlar içindir.

Bir diğer tembih de, “Avret yerini açana da avret yerine bakana da Allah lanet etsin.” hadîsinin kazıyyesi, bunun kebire olduğunu gösterir. Çünkü telin, ancak kebirde olur. Fakat bu, kasıtlı olarak av­ret yerini açıp gösteren ve kasıtlı olarak bakanlar hakkındadır. İleride anlatılacağı gibi” yabancı bir kadın veya genç bir delikanlıya kasden ihtiyaç ve zaruret olmadan bakmak fısıktır. Bunun detayla­rına ilerde inilecektir.[826]

 

HAYIZ BABI

 

75. Kebire: Hayızlı Kadınla Münasebette Bulunmak

 

Ebû Dâvûd, Timizi ve Neseî'nin Ebû Hureyre'den rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem:

“Hayızlı bir kadınla önden veya herhangi bir kadınla arka taraftan münasebette bulunan veya bir kahini tasdik eden kimse Muhammed’e inen (Kur’an-ı Kerim’i inkar etmiş olur.”[827]

Tirmizi diyor ki: “İmam Buhari, senedleri bakımından bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.” Nesei de birçok yollardan ve Ebu Hureyre (r.a.)den bu hadisi rivayet etmiştir.

Tembih: Hayız gören ailesiyle münâsebette bulunmanın büyük günahlardan olması, “Ziyâdetü'r-Ravza” da Mehamili'den ve “Mec­mu” da Şafiî'den rivayet edilmiştir. Ayrıca Muhazzeb şerhinde de Mehâmili'den rivayet edilmiştir. Şeyhu'l-lslâm Celâl Belkıhî, “Şeyh Muhiddin bunu başkasından rivayet etmemiştir. Yalnız bundan nak­li, garip bir nakildir. Halbuki bu hususta hadis vârid olmuştur.” dedi ve yukarda geçen hadisi okudu. Sonra Buhâri'nin dediği gibi, bu hadisin isnadında za'fiyet olduğu için delil olamaz. Ayrıca te'vile de ihtimali olmakla beraber hayız halinde kadına yaklaşmayı bu gibi rivayetlerde büyük günahlardan saymaya çalışmak doğru ol­maz. Gerçi bunun haram olduğu ve buna helâldir diyenin kâfir ola­cağı icma ile sabittir. Şeyh Salahaddin Alâî şöyle demiştir: “Hayız halinde kadın ile münâsebette bulunanı telin eder bir rivayete tesa­düf etmedim. Fakat Nevevî'nin “Ravza” da ve “Mecmu”un da Şafiî'­den nakillerine dayanarak kebire olduğunu söylemişlerdir.[828]

 

NAMAZ BÖLÜMÜ

 

76. Kebire: Namazı Kasden Terketmek

 

Allahu Teâlâ cehennemlilerden haber vermek üzere,

“Sizi bu yakıcı azaba sürükleyen nedir?” diye sorarlar. Onlar derler ki: “Namaz kılanlardan değildik. Düşkün kimseyi doyurmu­yorduk. Batıla dalanlarla biz de dalardık.”[829], buyurmuştur.

Tirmizî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Kul ile küfür arasında namazı terketmek vardır.”[830], buyur­muştur.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kişi ile şirk ve küfür arasında namazı terk vardır.”[831], bu­yurmuştur. Ebû Dâvûd, Neseî, Ahmed ve İbn Mâce'nin de çok az ifâ­de farkı ile aynı mealde rivayetleri vardır.

Tirmizî ve diğerlerinin Sahih dedikleri ve Hâkim'in de bilinen bir illeti olmadığını söylediği rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Bizimle onlar arasında ayırıcı çizgi namazdır. Onu terkeden ka­fir olur.”[832]

Taberâni'nin “İsnâd-ı lâbeis” ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Namazı kasden terkeden, açıkça kafir olur.”[833], buyurmuş­tur.

Diğer bir rivayette Resûl-i Ekrem, “Mü’min ile kâfir ve şirk ara­sında namaz vardır. Kişi namazı terkettiği vakit kâfir olur.”[834], buyurmuştur.

Bir başka rivayette: “Kul ile şirk arasında namazı terketmekten başka bir şey yoktur. Kul, namazı terkedince şirk etmiş olur.”[835], buyurulmuştur.

Hasen isnad ile gelen diğer bir rivayette,

“İslâmın dayanağı ve dinin kaideleri Üçtür. İslâmiyet, bu üç esas üzerine kurulmuştur. Bunlardan birini terkeden kimse kafirdir ve kanı helâldir. Bunları Allah'tan başka ilâh olmadığına şahadet et­mek, beş vakit namaz ve ramazan orucudur.”[836], buyurulmuştur.

  İbn Mâce ve Beyhakî'nin Ebû'd-Derdâ (r.a.) dan, Taberâni ve di­ğerlerinin lâbeis sened ile Ubâde b. es-Sâmit (r.a.) den rivayetlerin­de:

“Halilim bana yedi hasleti öğüt vermiştir: Asılsanız, herhangi bir şeyden mahrum edilseniz ve kesilseniz de Allah'a ortak koşmayın, kasden namazı terketmeyin, zira kasden namazı terkeden, İslâm milletinden çıkar. Mâsiyete yüklenmeyin, zira isyan, Allah'ın hışmettiği ve öfkelendiği şeydir. İçki içmeyin, zira o, bütün hataların başıdır.” [837]buyurulmuştur.

Bezzâr'ın rivayetinde,

“Namaz kılmayanın İslâmiyetten, abdesti olmayanın da namaz­dan nasibi yoktur.”[838], buyurulmuştur.

Taberânî'nin rivayetinde Resul-i Ekrem,

“Emânete riâyet etmeyenin imanı, temizliğe riâyet etmeyenin ve namazı olmayanın da dini yoktur. Namazın dindeki yeri, başın ceseddeki yeri gibidir.”[839], buyurmuştur.

Tirmizî'nin beyânına göre Ashâb-ı Kiram, namazdan başka hiç bir amelin terkini küfür saymazlardı.[840]

Bezzâr ve diğerlerinin hasen sened ile rivayetlerine göre İbn Abbâs (r.a.),

“Gözlerim görmez olduğu vakit bana:

“Seni tedavi ederiz, fakat birkaç gün namazı terketmen gere­kir,” dediklerinde, ben:

“Hayır, Resûl-i Ekrem'in:

“Namazı terkeden kimse, Allahu Teâlâ kendisinden gazablı ol­duğu halde, Allah'a ulaşır.” buyurduğunu duydum, dedi.” [841]

Taberâni'nin “Sened-i lâbeis- ile “Mutâbeât”ında anlattığına gö­re; adamın biri Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Ya Resûlallah, bana bir amel öğret ki, onu yaptığım vakit cen­nete gireyim,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Ne kadar çok işkence görsen hatta yakılsan bile Allah'a or­tak koşma. Servetini mahvederlerse de anne ve babana itaat et. Na­mazı da kasden terketme, zira namazı kasden terkeden, Allah'ın emânından uzaklaşır,” [842]buyurmuştur.

Kendisine inkita' olup diğer senedi Sahih olan bir rivayette:

“Yakılsan ve öldürülsen de yine Allah'a ortak koşma. Malın­dan, mülkünden, servet ve ailenden ayrılmaya seni zorlasalar da yi­ne anne ve babana İtaatsizlik etme. Farz olan namazı sakın kasden terketme, zira farz olan namazı kasden terkedenden Allah'ın zimme­ti kalkar. İçki içme; zira o, bütün fuhşiyâtm başıdır. İsyan da etme, zira Allah'ın gazabı isyan edenlerledir, insanlara (arkadaşların) ölse ve mahvolsa da yine savaş alanından kaçma. Aile efradına kendi ke­reminden infak et ve fakat terbiye için değneği başlarından kaldır­ma ve daima Allah'ın azabı ile onları korkut [843]

İbn Hibbân'ın “Sahih” indeki rivayetinde, “Havanın kapalı (bu­lutlu) olduğu günlerde namazı erkende kılın, zira namazı terkeden küfretmiş olur.” [844]buyurmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem'in azadlısı Umeyme di­yor ki: “Ben Resûl-i Ekrem'in abdestine yardım ediyordum. Adamın biri glldi ve:

“Ey Allah'ın Resulü, bana öğüt ver,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Kesilsen de ateşe atılsan da yine Allah'a ortak koşma. Çoluk çocuğundan, mal ve servetinden ayrılmaya zorlansan da yine anne ve babana isyan etme. İçki içme, zira o, bütün kötülüklerin başıdır. Namazı terketme, zira namazı kasden terkeden Allah'ın ve Resulü­nün himayesinden uzaklaşır,” (752/b) buyurdu.

Ebû Nuaym’ın rivayeti, “Namazı kasden terkedenin, Allahu Te-âlâ adını cehenneme girecekler arasında cehennem kapısına yazar.” şeklindedir.

Taberânî ve Beyhaki'nin rivayetlerinde ise, “Namazı terkeden kimse, ehlini ve malını kaybetmiş gibidir.” buyurmuştur.

Hâkim'in Ali (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Vallahi ey Kureyş, ya namazı kılar zekâtı verirsiniz, ya da üzerinize bir adam gönderirim din ve diyanet adına boynunuzu vu­rur,” buyurmuştur.

Mürsel olarak Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ îslâmda mü si umanlara dört şeyi farz kılmıştır. Her kim bunların üçünü yerine getirse (de birini yapmasa) hepsini yerine getirmedikçe, bu üç şey ondan bir şeyi kaldırmaz (bir fayda sağlamaz). Bunlar: Namaz, zekât, ramazan orucu ve Kabe'yi ziyaret edip haccetmektir.”[845], buyurmuştur.

Isbahânî'nin rivayeti. “Namazı kasden terkedenin, Allahu Teâlâ amelini mahveder. Bu kimse tevbe edip Allah'a yönelinceye kadar Allahu Teâlâ onu himayesinden çıkarır.” şeklindedir.

Senedinde inkıta' bulunan ve fakat Sahih olan Ahmed'in rivaye­tinde Resûl-i Ekrem:

“Sakın namazı kasden terketme, zira namazı kasden terkedenden, Allah'ın ve Resulünün zimmeti uzaklaşmış olur.”[846], buyur­muştur.

İbn Ebî Şeybe'nin ve “Tarih”inde Buhari'nin Ali (r.a.) den riva­yetlerinde, “Namaz kılmayan kafirdir.”[847]  buyurulmuştur.

İbn Nasr'ın da İbn Mesûd (r.a.) e mevkuf olan rivayeti, “Namazı terkedenin dini yoktur.”[848], şeklindedir.

İbn Âbdülberr'ın Câbir (r.a.) e mevkuf olan rivayetinde, “Namaz kılmayan kafirdir.”  [849], buyurulmuştur.

Yine Abdülberr ve diğerlerinin Ebû'd-Derdâ (r.a.) ye mevkuf olan rivayetleri, “Namaz kılmayanın olgun imanı, abdesti olmayanın da namazı yoktur.”[850], şeklindedir.

İbn Ebî Şeybe'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem: “Namazı terkeden. kafir olmuştur.” [851] buyurmuştur.

Muhammed b. Nasr diyor: “İshak'ın, “Namazı terkedenin kafir olduğuna dair Resûl-i Ekrem'den Sahih rivayet vardır.” dediğini duy­dum”.                                                                           

Resûl-i Ekrem'den itibaren günümüze kadar gelen âlimler, özür­süz olarak namazı kasden terkedenin küfründe ittifak etmişlerdir. Nitekim Ebû Eyyub,

“Namazı terketmenin küfür olduğunda ihtilâf yoktur.” demiştir.[852]

 

77. Kebire: Özürsüz Ve Kasden Namazı Vaktinden Önce Veya Sonra Kılmak

 

Allahu Teâlâ,

“Onların ardından, namazı bırakan, şehvetlerine uyan bir nesil geldi. İşte bunlar azgınlıklarının karşılığını göreceklerdir. Tevbe edenler Müstesna.”[853], buyurmuştur. İbn Mesûd (r.a.), “Bura­daki, “Namazı bıraktılar”ın anlamı, namazı tamamen terketmek de­ğil, belki onu vaktinden sonraya bırakmaktır.” demiştir. Yedi büyük fakihden biri olan Said İbnü’l-Museyyeb:

“Âyetin mânâsı, namazı vakti çıktıktan sonra kılmaktır, öğleyi ikindi, ikindiyi akşam, ak­şamı yatsı, yatsıyı sabah ve sabahı da gün doğduktan sonra kılmak­tır. Bu halde ölen, yâni devamlı olarak namazı vaktinden sonra kı­lan ve böylece ölen kimseyi Allahu Teâlâ Gayya kuyusu ile korkutmuştur. Gayya, cehennemde derin ve azabı şiddetli olan bir kuyu­dur. Böyle, işiyle gücüyle meşgul olup namazı vaktinden sonraya bı­rakanları yermek üzere Allahu Teâlâ:

“Ey mü’minler, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkomasm. Böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır.” [854]buyurmuş­tur. Müfessirlerden bir cemaat, buradaki “Allah'ı anmak”tan mura­dın beş vakit namaz olduğunu söylemişlerdir. Kim ki malının ahm ve satımı gibi işleri ve çocuklarının bakımı ile meşgul olup namazı vaktinde kılmayıp geciktirirse, işte o, hüsrandadır. Bunun için Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet günü kişinin hesaba çekileceği ilk ameli, namazdır. Namazı düzgün ve tamam ise kurtulmuş ve zafere ulaşmıştır. Şayet namazı noksan ise aldanmış ve zarara uğramıştır.” [855]buyurmuş­tur.

Yine Allahu Teâlâ,

“Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan gafildirler.”[856], âyetlerinin tefsirinde Resûl-i Ekrem:

“İşte bunlar, namazı vaktinden geciktirenlerdir.” buyurmuştur. Yine Allahu. Teâlâ,

“Şüphesiz namaz, mü’minlere belirli vakitlerde farz kılınmıştır.” [857]buyurmuştur.

“Namazı kasden terkeden kâfir olur.” rivayetlerine gelince, bun­ların Sahih oldukları kabul edildikten sonra te'villeri vardır. Kasden ilerde kaza etmeyeceğini niyet ederek terkeden, veya farzıyetini münkir olduğu halde kılmayan kafir olur. Zaten helâü haram, hara­mı helâl itikad eden ve herhangi bir farzı inkâr edenin küfründe ittifak vardır.

Sened-i ceyyid ile Ahmed, ayrıca Taberânî ve “Sahih” inde İbn Hibbân'ın Abdullah b. Amr (r.a.) dan rivayetlerinde, şöyle demiştir:

“Bir gün Resûl-i Ekrem namazdan söz etti ve:

“Her kim (beş vakit) namaza devam eder (onu adâb ve şeraiti­ne riâyetle kılarsa), o namaz kıyamet günü onun için nûr, delil ve kurtuluş (yolu) olur. Kim ki namaza devam etmezse, namaz onun için kıyamet günü nur, delil ve kurtuluş olmaz. Belki bu adam kıya­met günü Karun, Firavun. Hâmân ve Ubeyy b. Halef gibilerle olur.”[858], buyurdu”. Âlimlerden bazıları, bu adamın sözü geçen kimse­lerle haşrolmasının sebebi hakkında diyorlar ki: “Çünkü bu adam, şayet mal ve serveti sebebiyle namazı kılmadı ise Karun'a benzedi ve kıyamet günü onunla beraber haşrolur. Şayet hükümdarlığı na­maz kılmasına engel oldu ise Firavun'a benzedi ve onunla haşrolur. Şayet mevkiinden ve başkanlığından sebep kılmadı ise Haman'a benzedi ve onunla beraber haşrolacak. Şayet ticaretinden sebep kıl­madı ise Mekke tüccarlarından olan Ubeyy b. Halefe benzedi ve onunla beraber haşrolacaktır”.

Bezzâr'ın zayıf sened ile Sa'd İbn Ebî Vakkas (r.a.) dan rivaye­tinde, Sa'd İbn Ebû Vakkas (r.a.) diyor ki: “Resûl-i Ekrem'e, “Onlar ki namazlarından gafildirler.” [859]âyetinden sordum, Resûl-i Ek­rem,

“Onlar, namazı vaktinden geciktirenlerdir.” buyurdu.[860]

Ebû Yâlâ'nın hasen sened ile Mus'ab b. Sa'd (r.a.) dan rivayetin­de, Mus'ab (r.a.) diyor ki:

“Babam Sa'd'e Allahu Teâlâ'nın, “Onlar ki namazlarında gafildirler.” ayetini görüyorsun, insanın namazda sehvetmemek, hatırına bir şey gelmemek mümkün mü? diye sordum. Babam, “Bu, o demek değil, bu, vaktini kaybetmek demektir, dedi. “Veyl”, şiddetli azâb demektir. Bunun, bütün dünya dağlan içine atılsa bir anda eriyip yok olacak, cehennemde bir vadi olduğu da söylenir.

İşte bu, namaza ihanet edip vaktinden geciktirenlerin varacağı yerdir. Ancak yaptığına pişman olup tevbe edeni Allah bağışlar.

İbn Hibban “Sahih”inde, “Namazı (vaktinden) kaçıran kimse sanki ehlini ve malını kaçırmış gibidir.” buyurulmuştur.

Hakim'in -senedinde sikadan olup olmadığı ihtilaflı olan bir râvinin de bulunduğu rivayetinde ki çokları bu zâtın mevsuk ol­madığı kanaatindedirler. Resûl-i Ekrem, “Her kim özürsüz iki vaktin namazını bir arada kılarsa, büyük günahlardan birini işlemiş olur.” buyurmuştur.

Sıhâh-ı Sitte'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İkindi namazını kaçıran kimse, sanki ehlini ve malını kaçırmış (onlardan mahrum olmuş) gibidir.”[861] buyurmuştur. İbn Huzeyme “Sahih” inde ziyâde ederek diyor ki: “Mâlik bunu, vaktin geçmesi olarak tefsir etmiştir.

Neseî'nin rivayeti: “Namazlardan öyle bir namaz var ki, onu vaktinde kılamayan kimse, sanki ehlini ve malını kaybetmiş gibidir.”[862] şeklindedir.

Müslim ve Neseî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Şüphesiz şu namaz yâni ikindi namazı sizden önceki (ümmet) lere de farz kılındı fakat onlar bunu zayi ettiler (vaktinde kılmadı­lar). Sizden herkim ona devam eder (vaktinde kılar) se iki mükafat alacaktır. Bundan sonra yıldız doğuncaya kadar başka namaz yoktur.”[863]  buyurmuştur.

Ahmed, Buharı ve Neseî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“İkindi namazını terkeden kimsenin ameli mahvolur.”  bu­yurmuştur. Şafii, Beyhakî, Taberâni ve Ahmed de aynı mealde bir hadis rivayet etmişlerdir.

İbn Ebî Şeybe'nin mürsel olan rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Özür­süz olarak gün batıncaya kadar ikindi namazını kılmayan kimsenin ameli mahvolur.” buyurmuştur.

Abdürrazzak'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Sizden birinizin bü­tün servetini ve ailesini kaybetmesi, bir ikindi namazını terketmesinden daha ehvendir.” buyurmuştur.

Buhâri’nin Semure b. Cûndüb (r.a.) den rivayetinde, Semure di­yor ki:

“Çok kere Resûl-i Ekrem Ashabına,

“Rüya göreniniz var mı?” diye sorar, görenler varsa gördükleri rüyaları anlatırlar, Resûl-i Ekrem de tâbirlerini yaparlardı. Yine bir sabah gördüğü rüyasını anlat­mak üzere şöyle buyurdu:

 “Gece rüyamda iki kişi bana geldi ve:

“Haydi gidelim, dediler. Ben de onlarla gittim ve yan yatan bir adamın yanına vardık. Bir de baktık ki başka birisi elinde bir kaya parçası ile başının üstünde dikilmiş duruyor ve elindeki kayayı yu­kardan aşağı kafasına indiriyor ve taş adamın kafasını yarıyordu. Taş yuvarlanıp gidiyor, adam da peşine takılıp kayayı tekrar alıyor ve yatan adamın başı iyileşip eskisi gibi oluncaya kadar ona yaklaş­mıyor. Sonra tekrar başı ucuna geliyor ve ona ilk yaptığı gibi ya­pıyordu. Resul-i Ekrem diyor ki, ben onlara:

“Suphanallah, şaşılacak şey, bu ne?” diye sordum. Onlar bana:

“Haydi yürü” dediler. Yürüdük, kafası üzerine yatan bir ada­mın yanına vardık. Bir de baktık ki bu adamın başı ucunda elinde demirden bir çengel ile başka birisi duruyordu. Bu adam yatan kişinin bir tarafına geçiyor (elindeki çengel ile) avurdunu, burnunu ve gözlerini ensesine doğru çekerek yarıyor. Sonra diğer tarafına geçiyor, orayı da diğer tarafta yaptığı gibi yapıyordu. Öbür taraf iyi oluncaya kadar beriki taraftan ayrılmıyor, sonra öte taraf iyileşin­ce oraya geçiyor ve birinci defasında yaptığı gibi yapıyordu. Ben:

“Suphanallah, bu ne?” dedim. Onlar:

“Yürü, yürü,” dediler. Yürüdük ve tandıra benzer bir yere gel­dik, (öyle sanıyorum ki Resûl-i Ekrem şöyle dedi:) “Bir de baktım ki, orada yüksek sesler içinde sözler, çığlıklar duyuldu. Tandırın içine baktık ki içinde kadın erkek çıplak vaziyette dolaşıyor ve aşağıdan yukarı yükselen ateş alevi onlara doğru geliyor. Alev onları sardığı vakit onlardan çeşitli sesler yükseliyor, anlaşılmaz avazlar duyulu­yordu. Ben:

“Bunlar da kimlerdir?” dedim. Onlar bana:

“Yürü, yürü,” dediler. Yürüdük, gide gide bir ırmağın kenarına geldik (zannedersem Resûl-i Ekrem şöyle dedi:)    Bu ırmağın suyu kan gibi kıp kızıl akıyordu (dedi). Bir de baktık ki, ırmağın içinde yüzen bir adam ve ırmağın kenarında da başka birisi var ki, birçok taş yanıbaşına toplamış duruyordu. Suda yüzen adam bu oturan ada­mın yanına yaklaşıp ağızmı açıyor, adam ağızma bir taş atıyor. Adam tekrar ırmakta yüzüyor, dönüyor adamın yanına yaklaşıyor ve tek­rar adam ağızına taşı atıyor. Bu da böyle devam ediyor. Ben:

“Bunlar da neyin nesi?” dedim. Onlar bana:

“Yürü yürü,” dediler. Yürüdük ve nihayet şimdiye kadar senin gördüklerinin en çirkini korkunç suratlı birisinin yanına gittik. Ya­nında, durmadan yakıp etrafında döndüğü bir ateş vardı. Ben:

“ Bu adam kimdir?” diye sordum. Onlar yine:

“Yürü yürü,” dediler. Yürüdük ve geniş, yeşil bir bahçeye gel­dik. Bahçenin ortasında uzun boylu bir adam duruyordu. O kadar uzun boylu İdi ki, semâya doğru yükselen başını az kaldı göremeye­cektim. Çevresinde, hiç görülmemiş derecede kalabalık çocuklar var­dı. Bu kadar çocuğu bir arada hiç görmemiştim. Onlara:

“Bu adam kim ve bu çocuklar kimlerdir?” diye sordum. Onlar:

“Sen yürü, yürü, dediler. Gide gide büyük bir ağacın yanma vardık. Bundan daha büyük ve güzel ağaç görmemiştim. Arkadaşla­rım bana:

“Ağaca tırmanarak yukarı çık,” dediler. Hep beraber ağaca tır­mandık; bir kerpici altın ve bir tuğlası gümüşten yapılmış bir şehir ile karşılaştık. Şehrin kapısına gittik ve açılmasını istedik. Kapı açıl­dı, içeri girdik. Bizi, bir tarafları gördüklerinin en güzeli, diğer ta­rafları da gördüklerinin en çirkini olan bazı kimseler karşıladı. Arkadaşlarım onlara:

“Gidin şu ırmağa girin,” dediler. Orada enine akan bir ırmak vardı. Suyu son derece beyazdı. Onlar da gitti ırmağa girdi, yıkan­dılar. Sonra çirkinlik ve siyahlıkları giderek en güzel surette yanı­mıza geldiler. Bu defa iki arkadaşım bana:

“İşte burası Adn cennetidir. Şurası da senin makamındır, de­diler. Gözlerim yukarıya doğru dikildi, köşkümü yükseklerde beyaz bulut gibi gördüm.

“İşte senin yerin burasıdır,” dediler. Ben de on­lara:

“Allah sizi mübarek kılsın, bırakın da oraya bir gireyim,” de­dim. Onlar:

Sen oraya gireceksin fakat şimdi değil,” dediler. Ben onlara dedim ki:

“Bu gece şaşılacak şeyler gördüm, bunlar ne idi? diye sordum. Onlar:

“Şimdi sana haber verelim,” dediler:

“İlk karşılaştığın ve kafası taş ile yarılan adam. Kuranı Kerim'i öğrenmiş sonra da terketmiş (ezberlemiş sonra da unutmuş) ve namaz vakti uyuyup namazı ge­çiren (kazaya bırakan) kimsedir.

Avurdu, burnu ve gözü kafasına doğru yarılıp yırtılan adam, evinden çıktığında uydurduğu yalanı her tarafa duyuran kimsedir.

Tandır içinde çıplak olarak dolaşan ve aşağıdan yukarı yükse­len ateş alevi kendilerine vurdukça çığlıklar koparan kadın ve er­kekler, zina eden kadın ve erkeklerdir.

Irmak içinde yüzüp yüzüp de (bir türlü karaya çıkamayan) ve kenarda bulunan adamın yanma geldiğinde o adam tarafından ağ­zına taş atılan kimse de riba yiyen kimsedir.

Ateş yakıp etrafında dönen çirkin suratlı kişi de cehennemin ko­ruyucusu olan Mâliktir.

Bahçe içinde uzun boylu adama gelince; bu da İbrahim aleyhisselâmdır. Etrafındaki çocuklar da İslâm fıtratı üzre doğan çocuklar­dır,” buyurdu.”

Müslümanlardan biri:

“Müşriklerin çocukları da mı?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“ Evet, müşriklerin çocukları da,” buyurdu.

“Yarısı çirkin ve yarısı güzel olan adamlara gelince; iyilik ile kö­tülüğü, sevap ile günahı karıştıran, bazan iyilik ve bazan da kötü­lük yapan kimselerdir. Allahu Teâlâ onlardan vaz geçti, kusurlarını bağışladı,” buyurdu.[864]

Bezzar'ın rivayetinde:

“Sonra Resûl-i Ekrem bir kavme uğradı ki, onların kafaları taşlar ile eziliyor ve ezildikçe de hemen düzeliyordu. Usanç getirilmeden bu hale devam edilir. Resûl-i Ekrem:

“Ya Cebrail bunlar kimlerdir?” diye sorar. Cebrail aleyhisselâm:

“ Bunlar namaza tenbel davranan ve namaz kendilerine ağır gelen kimselerdir,” der.”

Hattb ve İbn Keccâr'ın rivayetlerinde, “Namaz, Müslümanlığın alâmetidir. Kim ki gönlünü namaza verir, ona devam eder; vaktine, farzına ve sünnetine riâyet ederse, o, mümindir.” Buyurulmuştur.

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Ey Muhammed! Ümmetine beş vakit namazı farz kıldım ve onlara devam edip vaktinde kılan­ları cennete koymayı kendi kendime ahdettim.”[865], buyurmuştur.

Ahmed ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kim ki namazın kendi üzerinde Allah'ın bir hakkı ve kendisi­ne borç olduğunu bilir ve onu edâ ederse cennete girer.”[866], bu­yurmuştur.

Garip ve hasen olduğunu söyleyen Tirmizî, ayrıca Neseî ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli, namazdır. Namazı iyi ve dürüst kıldı ise korktuğundan emin olarak zafere ulaş­mıştır. Şayet namazı bozuk ise, ümitsizlik ve zarar içindedir. Şayet farzlarından eksiği varsa Allahu Teâlâ:

“Bakın kulumun nafile na­mazı var mı?” Var ise onlarla farzından noksan olanlar tamamlanır. Sonra diğer amellerinde de aynı işlem uygulanır.” [867]

Nesei'nin rivayetinde, “Kıyamet günü kul, ilk önce namazdan hesaba çekilecektir. İnsanlar arasında ilk bakılacak dava da kan da­vasıdır.” buyurulmuştur.

Âhmed, Ebû Dâvûd, Neseî, İbn Mâce ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet günü kulun ilk hesaba çekileceği ameli na­mazdır. Şayet namazını tamamladı ise tamam olarak kendisine yazı­lır. Şayet eksiği varsa Allahu Teâlâ meleklere: “Bakın kulun nafile ibadeti var mı?” buyurur. Varsa farzı ondan tamamlanır. Sonra ze­kâtta da durum aynı olur. Sonra bütün amelleri bu şekilde ele alı­nır.”[868], buyurmuştur. Ahmed, Ebû Dâvûd, İbn Mâce, Dârimî, İbn Kani, Hâkim ve Beyhaki’nin Temimi Dâri'den; İbn Ebi Şeybe ve Ahmed’de sahabeden bir zatdan yukardaki hadisi aynı şekilde nakletmişlerdir.

Taberâni'nin rivayetinde,

“Kıyamet günü kulun ilk sorguya çe­kileceği namazıdır. Şayet namazını dürüst kılmışsa felaha ermiştir. Şayet namazı tamam değilse işi perişandır ve zarardadır.”[869], bu­yurulmuştur.

İbn Âsâkîr'in rivayeti, “Kulun ilk önce hesaba çekileceği namaz­dır. Namazı düzgün ise diğer işleri de düzgündür. Şayet namazı düz­gün çıkmazsa diğer amelleri de bozuktur. Sonra Allahu Teâlâ: “Ba­kın, kulumun nafilesi var mı?” diye sorar. Şayet nafilesi varsa onun­la farzları tamamlanır. Allah'ın lutûf ve keremiyle diğer farzlarda da hüküm aynı olur.”, şeklindedir.

Ahmed, Ebû Dâvûd. Nesei ve Hakim'in rivâyetlerindeki ifade tarzı şöyledir:

“Kıyamet günü insanlar ilk önce namazdan sorguya çekileceklerdir. Her şeyi en iyi bilen Allahu Teâlâ meleklere: “Kulu­mun namazına bakın, tamam mıdır, yoksa eksiği var mıdır?” buyu­rur. Şayet tamam kıldı ise tamam olarak yazılır, şayet eksiği varsa Allahu Teâlâ: “Bakın kulumun nafile namazı var mı? Şayet nafile namazı varsa farzlarını ondan tamamlayın.” buyurur. Sonra diğer ameller de aynı işleme tabi tutulur”.

Tayâlisî, Taberânî ve Zıya “Muhtâre” sindeki rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Cebrail aleyhisselâm Allahu Teâlâ katından bana geldi ve:

“Ey Muhammed, Allahu Teâlâ buyuruyor ki: “Senin ümmeti­ne beş vakit namazı farz ettim. Kim ki bu namazı, abdest, vakit, rü­kû ve secdesine riâyet ederek hakkıyle kılarsa, bu sayede onu cen­nete koymak için ahdim vardır. Fakat kim ki bunlarda noksanlık ederek bana mülaki olursa, onun için verilmiş bir sözüm yoktur; di­lersem ona azâb ederim, dilersem merhamet ederim.” buyurmuştur.[870]

Beyhaki'nin rivayetinde, “Namaz için terazi vardır. Kim hakkıy­le namazı ifa ederse bol mükâfat alır.” Buyurulmuştur.

Deylemî'nin rivayeti, “Namaz, şeytanın yüzünü karartır, sada­ka belini kırar, Allah için sevgi ve ilimde mahabbet şeytanın sonunu getirir. Siz bunları yaptığınız vakit batıya kadar şeytan sizden uzak­laşır.” buyurulmuştur.

Timizi, İbn Hibbân ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan ayı oru­cunuzu tutun, mallarınızın zekâtını verin, size herhangi bir şeyi em­rettiğim vakit (veya basınızdaki âmirlere) itaat edin ki Rabbmızın cennetine giresiniz.”[871] buyurmuştur.

Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Neseî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

Amellerin Allah'a en sevimlisi, vaktinde kılınan namaz, sonra anne ve babaya iyilik etmek ve sonra da   Allah yolunda   cihattır.”[872], buyurmuştur.

Beyhaki'nin Hz. Ömer (r.a.) den rivayetinde; şöyle demiştir: “Adamın biri Resül-i Ekrem'e geldi ve:

“Ya Resûlallah, îslâmda Allah katında amellerin en sevimlisi hangisidir?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Vaktinde kılınan namazdır. Namazı terkedenin dini yoktur. Namaz dinin direğidir.” buyurdu. Bunun için Hz. Ömer'i vurdukları vakit namaz vakti gelince, kendisine vaktin geldiğini söylediklerin­de, “Büyük nimettir.” dedi ve namaz kılmayanın islâm'da nasibi ol­madığını bildiği için yarası akar olduğu halde yine de namazını kıl­mıştır.                    

Zehebi'nin rivayetine göre Resûl-i Ekrem:

“Kul namazı vaktin evvelinde kıldığı vakit, bu namaz bir nuru olduğu halde göklere, Arş'a varıncaya kadar yükselir. Sahibi için kı­yamete kadar İstiğfar eder ve i “Beni koruduğun gibi Allah da seni korusun” der. Kul namazı vaktinin dışında (vakit çıktıktan sonra) kıldığı vakit, bu namaz üzeri karanlık ve siyah olduğu halde yükselir. Birinci kat semâya çıktığı vakit, eski çaput gibi dürülür ve sahi­binin suratına çarpılır.” [873], buyurmuştur.

Ebû Davud'un rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Üç kişi vardır ki, Allahu Teala onların ibadetini kabul etmez. Bunlardan birisi de namazı vaktinden sonra kılandır.”, buyurmuştur.

Diğer bazılarının anlattıklarına göre hadisde şöyle varid olmuş­tur:

“Namaza devam eden kimseye Allahu Teâlâ beş hasletle ikram eder. Ondan, geçim darlığını ve kabir azabını kaldırır. Kitabı (kı­yamet günü) sağ elinden verir. Sırat köprüsünü şimşek gibi geçer ve hesap görmeden cennete girer. Namaza ihanet edeni de onbeş şey ile cezalandırır. Bunlardan beşi dünyada. Üçü ölüm ânında, üçü mezarda ve üçü de mezardan kalktığı vakittedir.

Dünyada olanlar: Ömrünün bereketini kaldırır, yüzünden sâlihlerin nurunu siler, bütün ameli boşa gider, duası göklere yükselmez ve sâlihlerin duasından nasibi olmaz.

Ölüm ânında olanlar: Zelil olarak ölür, aç olarak can verir ve su­suz olarak dünyaya veda eder.

Mezarda karşılaşacağı cezalar: Mezarı o kadar dar olur ki, ke­mikleri birbirine geçer, mezar kendisine ateş olur ve gece gündüz ateş üzerinde durur, başı kel ve zehirli bir yılan kabirde kendisine musallat olur. Bu yılanın tırnaklan demirdendir, her tırnağın uzun­luğu bir günlük yoldur. Ölü ile konuşur ve:

“Ben, başı kel yavuz er­kek bir yılanım” der. Sesi gök gürültüsü gibidir. Şöyle der:

“Rabbim bana, sana vurmamla emretti. Sabah namazını vaktinde kilmayip gün doğmasından sonraya bıraktığın, öğleyi ikindi, ikindiyi akşama akşamı yatsıya ve yatsıyı da sabaha kadar tehir ettiğin için, ben de kuyruğum ile sana vuracağım.” der. Her vuruşta adam yetmiş arşın yere batar. Böylece kıyamet sabahına kadar mezarında azâb olur.

Mezarından kalktığında uğrayacağı ukubete gelince; kıyamet yerinde hesabı zor olur, Rabbin gazab ve hışmını üzerine çeker ve cehenneme girer.”

Diğer bir rivayette de şöyle vârid olmuştur:

Namazını gecikti­rip vaktinde kılmayan bu adam kıyamet günü elinde üç satır yazı ol­duğu halde mahşer yerine gelir. Birinci satır, “Ey Allah'ın hakkını kaybeden-, ikinci satır, “Ey Allah'ın gazabını hak eden: Üçüncü sa­tır, “Dünyada Allah'ın hakkını kaybettiğin gibi bugün de Allah'ın rahmetinden ümidini kes” şeklinde yazılmıştır.”

Hadîsde özet olarak onbeş ukubetten söz edildiği halde ondört tanesi anlatıldı. Hadisi rivayet edenin bunlardan birisini unutması ihtimali vardır.

İbn Abbâs (r.a.) in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Kıyamet günü olduğu vakit bir adam Allah'ın huzuruna getiri­lir ve AHahu Teâlâ adamın cehenneme girmesini emreder. Adam:

“Ya Rab, hangi suçumdan sebeb?” diye sorar. Allahu Teâlâ:

“Namazı vaktinden geciktirdiğin ve benim adıma yalan yemin ettiğin için, buyurur.” buyurmuştur.

Yine bazılarının rivayetinde; bir gün Resûl-i Ekrem Ashâb'ına hi­taben:

“Siz, “Allah'ım, aramızda şâki ve rahmetinden mahrum olan­ları bırakma” diye dua edin. Bu şaki ve Allah'ın rahmetinden mah­rum olanın kim olduğunu biliyor musunuz? diye sordu. Ashâb:

“Bilmiyoruz, ya Resûlallah,” deyince, Resûl-i Ekrem:

“Namazı terkedendir,” buyurdu.

Yine bir rivayette Resûl-i Ekrem:

Kıyamet günü ilk yüzleri ka­raracak olanlar, namazı terkedenlerdir, Cehennemde Lemlem adında bir vadi vardır. Burası yılanlarla doludur. Her yılanın ensesi­nin kalınlığı devenin boynu gibidir. Uzunluğu ise bir aylık yol kadardır. Bu yılan namaz kılmayanı sokup zehirler. Zehiri, yetmiş yıl insan vücudunda kaynar durur. Sonra, eti pişer ve birbirinden ayrı­lır.” buyurmuştur.

Yine bir rivayette şöyle buyurulmuştur:

“İsrâiloğullarından bir kadın Mûsâ aleyhisselâma giderek:

“Ya Mûsâ, ben büyük bir günah işledim. Şimdi pişman oldum, tevbe ettim. Dua et de Allahu Teâlâ tevbemi kabul etsin,” dedi. Mûsâ aleyhisselâm:

“Ne suç işledin?” diye sordu. Kadın:

“Zina ettim, doğan çocuğu da öldürdüm,” dedi. Hz. Musa:

“Yanımdan uzaklaş. Senin şerrinden dolayı inecek ateş bizi de yakacak, diyerek kadını kovdu ve kadın da üzüntülü gönlü ile ora­dan uzaklaşıp gitti.

Cebrail aleyhisselâm Hz. Musa'ya gelerek:

“Ey Mûsâ, Allahu Teâlâ, “Tevbekâr olan bu kadını niçin kovdun, daha kötüsünü görmedin mi?” buyuruyor, dedi. Hz. Mûsâ:

“Ya Cebrail, bundan da kötüsü kimdir?” diye sordu. Cebrail aleyhisselâm:

“Kasden ve kaza etmeyi düşünmeyerek namazı terkedendir,” dedi.

Yine rivayete göre geçmiş büyüklerden biri şöyle diyor:

“Bir zât, ölen bir kız kardeşini mezara defnederken farkında olmayarak kesesini de mezara düşürdü. Herkes dağıldıktan sonra kesesini al­mak için mezarı açtı. Mezarın içinden ateş harareti geliyordu. He­men keseyi aldı ve mezarı kapattı. Ağlayarak annesinin yanına gitti ve annesine:

“Anneciğim, kızkardeşimin hayat hikâyesini bana anlat,” dedi. Annesi:

“Neden icab etti, niçin ısrarla ve heyecanla soruyorsun?” dedi. Oğlu durumu kendisine anlattı. Bunun üzerine annesi:

“Oğlum, kızım namazına tenbel idi, vakti geçirirdi,” dedi. İşte bu, namaz vaktini geciktirenin cezasıdır. Hiç kılmayanın cezasını da sen düşün. Namazı devamla kılmamıza Allahu Teâlâ'nın bize yar­dımcı olmasını dileriz.

Tembih: Namazı terketmenin, vaktinden önce ve sonra kılma­nın büyük günahlardan sayılması, Şeyhaynin Udde sahibinden nak­lettiklerine dayanır. Envar'in vaktinde iade etmemek şartıyle ke-bâirdir deyip böyle bir kayıt koşması yerinde değildir. Çünkü vaktin­den önce namazı kılan kimse, vakit içinde bu namazı iade ederse de daha önce kasden kıldığı, din ile alay eder mahiyette olduğu için kebâirdendir. Esnevi'nin, Şeyhaynin, “Namazı vaktinden önce kıl­manın Kebiredir” demelerinin gerçek bir dayanağı yoktur. Zira eğer bu adam, vaktinden önce kılınan namazın caiz olduğuna inanıyorsa buna, diyecek yok. Şayet olmadığını biliyorsa, namazı caiz değildir. Bununla beraber namazı vaktinde yeniden kılarsa haram oluyor, çünkü fasit bir namaz kılmıştır. İşte bundan haram diye tabir etmek gerekir. Şayet vaktinden önce kıldığı o namazı vaktinde kıl­mazsa, işte hem önce vaktinden evvel fasit bir namaz kılmakla ve hem de vakti içinde kılmamakla günahkârdır, demek de doğru de­ğildir. Bunun için Ezrâİ: “Anlattığında karışıklık vardır. Udde sahibi ve diğerlerinin, “Namazı vaktinden önce kılmak, büyük günahlar­dandır” demelerinden maksadları bu değildir, diyor. Ancak vaktin­den önce namazın caiz olmadığını bildiği halde kılarsa, o zaman bü­yük günah olur. İşte imamlardan birçoklarının sözlerinin gereği budur. Bunun kebâir olduğunda ve din ile eğlence etmek anlamına gel­diğinde -sonunda kaza etse de etmese de- söz yoktur.

“Tehzib” de zayıf bir tevcih olarak “Bir vakit namazı vaktinden çıkarmak, kebireden sayılmaz. Bunu adet haline getirdiği vakit şehâdeti reddolunur.” denmektedir.

Halimi diyor ki:

 “Namazı terketmek, büyük günahdır. Bunu âdet haline getirmek fuhuştur. Şayet namazı kılar, fakat hakkını yerine getirmezse; huşu etmez, sağa sola iltifat eder, parmaklarını çıtlatır, yanında konuşulanları dinler, yerdeki taşları düzeltir, sakalı ile oy­nar ve benzeri hareketlerde bulunursa, bunlar da küçük günahlardandır”.

Ezrai diyor ki:

“Başkalarına göre bu sayılanlar, namazın mekruhlarındandır.” Fakat Halimi'nin sözü gerçeğe daha yakındır. Çün­kü huşu'un vacip olmasına tevcihe, bu görüş daha uygundur. Çünkü huşû'a aykırı olan her şeyi temelinden yok etmek, onun borcudur.

Huşû'u gerektiren tevcihe bu görüş daha uygundur. Namaz kı­lan kimsenin huşû'u münâfi olan her şeyin namazda bulunmaması­na dikkat etmesi lâzımdır. Çünkü namazın herhangi bir cüz'ünde olursa olsun, huşû'a münâfi olan her şey haramdır. Fakat en doğru olan görüşe göre namazda huşu sünnettir. Huşû'a münâfi hareketle­rin hiç biri haram değildir.

Bir Başka Tembih: Ashâb ve onlardan sonra gelen âlimler, na­mazı terkedenin küfründe ihtilâf etmişlerdir. Yukarda geçen birçok hadislerde, “kâfir olduğu, şirk koştuğu, îslâm milletinden çıktığı, Al­lah ve Resulünün zimmetinden uzaklaştığı, amelinin mahvolduğu, dini olmadığı, İmanı bulunmadığı” ve benzeri şiddet ifâde eden ifâ­delerin zahirine bakarak Sahabe, Tabiin ve onlardan sonra gelenle­rin pek çokları namazı terkedenin küfrüne hükmetmişler ve kanı­nın helâl olduğunu söylemişlerdir.

Ashâb'dan Ömer, Âbdurrahman b. Avf, Muâz İbn Cebel, Ebû Hureyre, İbn Mesûd, İbn Abbâs, Câbir b. Abdullah ve Ebû'd-Derdâ radıyallahu anhum; Ashâb'tan olmayan Ahmed İbn Hanbel, İshâk b. Raheveyh, Abdullah b. el-Mubârek, Nehaî, Hakem b. Uyeyne, Eyyup Sahtiyan, Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Ebû Bekir b. Ebî Şeybe, Züheyr b. Harp ve diğerleri hep bu görüştedirler. Bunların hepsi, namazı ter-kedenin küfrüne ve kanının helâl olduğuna kaillerdir. Nitekim İbn Hazm de Hz. Ömer'i ve ismini verdiğimiz diğer zatlardan bazılarını anarak, bunlara göre kasden bir farzı vaktinden çıkarıp terkeden, kâfir ve mürteddir ve bunlara muhalefet edeni de bilmiyoruz, dedi. Muhammed b. en-Nasr’ın anlattığına göre İshak diyor ki:

“Resûl-i Ek­rem'den “Şüphesiz namazı terkeden kâfirdir.” rivayeti Sahih olarak sabit olmuştur. Aynı zamanda ondan bugüne kadar bütün ilim er­babı, kasden ve özürsüz namazı terkedenin küfrüne, kail olmuş­lardır.

İşte bu iddiada nazar var. Belki Sahabe ve onlardan sonra ge­lenler arasında bu hususta süregelen ihtilâf uyarınca bu davayı ka­bul etmek mümkün değildir. Şafii ve diğerleri her ne kadar namazı terkedenin, “Bu terk helâldir” demedikçe kâfir olmaz dedilerse de katline cevaz vermişlerdir. Meselâ, bir adam bir namazı kılmasa, na­mazın vakti çıksa ve kendisine, “Bu namazı kaza et” dediklerinde, yine kılmazsa kılıç ile boyun vurulur, demişlerdir.[874]

Başka Bir Tembih: Resûl-i Ekrem:

“Çocuklarınıza yedi yaşına bastıklarında -şayet temyiz kabiliyyetinde iseler- namaz ile emredin. On yaşına geldiklerinde na­maz kılmayacak olurlarsa onları dövün ve yataklarını ayrı serin.”[875], buyurmuştur. Hattabi, “Bu hadîs, namazı terkedenin ağır ce­zalara maruz kalacağına delâlet etmektedir.” demiştir. Hatta Şafiî'­nin adamlarından bazıları, namazı terkeden kimsenin öldürülmesi­nin vücubuna bu hadis delil çeker ve derler ki, rüşdüne ermeyen bir çocuk, namaz kılmıyor diye dayağı hakederse, erginlik çağma gel­dikten sonra kılmayanın cezasının daha ağır olması gerekir. Dayak­tan daha şiddetlisi de öldürmektir, derler. Burada itiraz mevcud olmakla beraber namazı terkeden öldürülür, diyenin tevcihi şöyledir: Namazı terkeden kimse, mü’minlere, meleklere ve peygamberlere karşı, cinayet işlemiş olur. Zira teşehhütte:

“Allah'ın selâmı, dünya ye âhiret mihnet ve güçlüklerinden emin olmak, bize ve bütün sâlih iyi kullar üzerine olsun.” demek vaciptir. Nitekim Resûl-i Ekrem:

“Namaz kılan bunu okuduğu vakit, yer ve göklerdeki bütün iyi­lere mükafatı ulaşır.”[876] buyurmuştur. Bunu, yâni teşehhüdü okumamakla umumi bir cinayet işlemiş olur. Böyle umumî cinayet işleyenlerin cezası da ölümdür, derler. Halbuki yukarda geçen ve na­mazı terkeden kimsenin Allah'ın himayesinden uzakta kaldığım ifa­de eden Sahih hadislerden, bu kimsenin katline delil göstermek daha uygundur. Çünkü bunlar, kanının heder olmasında ve kanının heder olması için de öldürülmesinde daha açık delillerdirler.

Zekât ve hac gibi îslâmın diğer şartlarını terkeden kimse öldü­rülmediği halde namazı terkedenin öldürülmesine gelince; bu ibadetlerin namaz gibi olmamasındandır. Zira zekât zorla da alınabilir. Yemeği ve içmeyi kendisinden yasaklamakla da oruca zorlanabilir. Gündüz iftar edemeyeceğini anlayınca geceden oruca niyet zorunda kalır. Hacda da durum aynıdır. Bu yıl haccetmeyen gelecek yıl hac­ca zorlanabilir. Hacdaki emrin terâhi için olduğunu kabul edenlere göre bu da mümkündür ve bunda bir sakınca da yoktur. Namaz, bun­ların hiç biri gibi olmadığı için bunu terkedenin cezası ancak onu öl­dürmek olmuştur. Zekâtı vermeyenlerle savaşmak caiz olduğuna gö­re namazı terkedeni öldürmekle insanları korkutmak öncelikle caiz olur.[877]

 

78. Kebire: Perdesi Olmayan Açık Yerde Yatmak

 

Ebû Davud'un rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Perdesi ve korkuluğu olmayan bir dam üstünde yatan kimse Allah'ın himayesinden uzaklaşmıştır.”[878], buyurmuştur.

Tirmizi, garip olduğunu söylediği bir rivayetinde, Resûl-i Ekrem önüne sed ve perde çekilmeyen yerde yatmaktan nehyetmiştir.

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Gece karanlığında bize atan ve bizi vuran kimse, bizden değil­dir. Kim ki etrafı çevrili duvarı olmayan yüksekçe bir yerde yatar da düşüp ölürse kanı hederdir.” [879]

Ebû Imrân el-Cüvenî diyor ki:

“Fars cephesinde idik. Başımızda kumanda olarak Abdullah'ın oğlu Züheyr bulunuyordu. Bir ara bir adamın etrafında korkuluğu bulunmayan bir dam başında yattığını gördü. Bana dönerek:

“Bu hususta Resûl-i Ekrem'den bir şey duydun mu?” diye sordu. Ben:

“Hayır, duymadım,” dedim. O:

“Adamın biri bana dedi ki; Resûl-i Ekrem:

Kim ki yüksek bir yerde veya dam başında yatar ve fakat etra­fında dayanıp direnecek ve tutunacak bir tutamağı olmazsa, artık o Allah'ın korumasından uzaklaşmıştır. Kim ki dalgalar yükselmeye başladıktan sonra denize girerse, bu da Allah'ın himayesinden uzaklaşmıştır.”[880], buyurmuştur, dedi. Ayrıca Beyhaki de merfû ola­rak bu hadisi rivayet etmiştir. Beyhaki'nin Ebû Imran'dan rivaye­tinde, Ebû İmrân diyor ki:

“Zehr-i Şevvâ ile geziyorduk. Bir duvarın ardında ayaklarını dayayıp koruyacak bir şey olmadığı halde uyu­yan bir adamı gördü. Eli ile ayaklarına dokunarak adamı uyandır­dı ve:

“Kalk,” dedi. Sonra Züheyr, Resûl-i Ekrem:

“Kim bir duvarın üzerinde yatar uyur ve ayaklarını dayayacak bir şey bulmaz da bu sebeple düşüp ölürse, artık Allah onu korumaz.” buyurdu,” dedi. Beyhaki diyor ki:

“Bu hadîsi Şube, Ebû Imran'dan, o da Muhammed'den, o da Ebû Züheyr'den rivayet etmiştir. Başka yollardan rivayet edil­diğini söyleyenler de vardır.”

Tembih: Müteahhirin âlimlerinin pek çoğu bu hadisleri delil gös­tererek etrafı çevrili olmayan yerde yatıp uyumanın büyük günah­lardan olduğunu söylemişlers de, bu hadislerden bu hükmü çıkar­mak doğru değildir. Çünkü burada “Allah'ın himayesinden uzak ol­ma” nın anlamı, büyük günahtır demek değildir. Bu adam böyle yap­makla tehlikeye girmiş gibi oldu. Adet bakımından bazılarınca bu tehlikelidir. Aslında bunun büyük günahlardan olması şöyle dursun, haram bile değildir. Bunun için en doğrusu, bizim imamlarımızın da kabul ettikleri gibi, tenzihen mekruh olmasıdır. Fakat denizde şiddetli dalga olduğu vakit denize girmek Kebireden olduğu gibi, bu da Kebiredir, demek doğru değildir. Çünkü böyle tehlikeli bir anda denize girmenin haram olduğunda şüphe yoktur. Zira bu, göz göre göre tehlikeye atılmaktır. Haram olunca kebâirden de olabilir. Çün­kü bu adam göz göre göre kendisini tehlikeye atmıştır. Burada Al­lah'ın himayesinden uzak kalmak demek, onu kendi nefsi ile baş ba­şa bırakmak demektir. Hatta ölürse, kendini tehlikeye attığı için azâb olur. Etrafı çevrilmemiş bir yüksekçe yerde yatmak böyle değildir. Çünkü oradaki tehlike ile dalgalı zamanında denizdeki tehlike bir değildir. İşte imamların, birine mekruh diğerine haram demelerinin sırrı buradadır.[881]

 

79. Kebire: İttifaklı Veya İhtilaflı Olan Namazın Farzlarından Birini Terketmek

 

Bir cemaatın tahriç edip Tirmizi'nin Sahih dediği, aynca Dâre Kutnî ve Beyhaki'nin rivayet ettikleri bir hadîsde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:                                                  

“Kişinin namazı, rükû ve secdede belini iyice doğrultmadıkça, yeterli olmaz.” [882]

Ebû Dâvûd, Neseî, İbn Mâce ve Huzeyme'nin oğulları ile İbn Hibbân Sahihlerindeki rivayetlerinde Resûl-i Ekrem namazda karga­nın dane toplamasından, yırtıcı hayvanın oturmasından, devenin kendine yer etmesi gibi mescidde yer ayırmaktan nehyetmiştir.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Hırsızlık yönünden insanların en kötüsü, namazından çalandır.”

“Namazından çalmak nasıl olur?” diye soranlara, Resûl-i Ekrem:

“Rukûunu ve secdesini tamamlamaz veya rükû ve secdenin hakkı­nı vermez de belini iyice düz tutmaz.”[883] buyurmuştur.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“İnsanların en hırsızı, rükû ve secdesini tamam yapmamakla na­mazını çalan ve en cimrisi de selâmda cimrilik edendir.”[884], bu­yurmuştur.

Ahmed, İbn Mâce, İbn Huzeyme ve İbn Hibban Sahihlerindeki ri­vayetlerine göre, Resûl-i Ekrem, ardında namaz kılanlardan bir ada­mın secdede ve ruküda gereği gibi belini doğrultmadığını gözünün ucu ile farkeder. Namaz bitince,

“Ey Müslümanlar topluluğu, secde ve rukûda gereği gibi belini düzeltmeyenlerin namazı olmaz.”[885], buyurmuştur.

Hadîsi Bilâl da rivayet etmiştir.

Taberâni'nin -ravileri sikadan olan- rivayetinde Resûl-i Ek­rem:

“Rükû ve secdeleri arasında belini doğrultmayanın namazına Allahu Teâlâ değer vermez.”[886], buyurmuştur.

Yine Taberani ve Ebû Yâlâ'nın hasen sened ile, İbn Huzeyme de “Sahih”inde Ebû Abdillah el-Eş’ari (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem, bir adamın rükû ve secdesini tamamlamadan namaz kıldığı­nı ve tavuk'un daneyi toplaması gibi rükû ve secdeye vardığını gö­rünce,

İşte şu adam, bu hali üzre ölür yâni namaz durumunu düzeltmezse Muhammed milletinin gayri bir milletten olduğu halde ölür.” buyurdu ve sonra da:

“Rükû ve secdenin hakkını vermeyerek tavuk daneyi toplar gibi rükû ve secde eden, acıkmış bir adamın bir veya iki hurma yemesi gibidir. Aç olan kimseye bir veya iki hurma bir yarar sağlamayacağı gibi, buna da bu namaz bir fayda sağlamaz.” buyurdu.

Ebû Salih diyor ki: Ebû Abdillah'a:

“Bu hadîsi kim rivayet etti?” diye sordum. Ebû Abdillah:

“Ordu kumandanları, Amr b. el-As, Hâlid b. Velîd ve Şurahbil b. Hasene -Allah hepsinden razı olsun- Resûl-i Ekrem'den duydu ve rivayet ettiler,” dedi.[887]

Ebû'l-Kasım el-Isbahani’nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Adam altmış, yü namaz kıldığı halde bunun namazı kabul olmaz. Çünkü rukûu tamamladı ise secdesini, secdesini tamamladı ise rukûunu tart.” buyurdu.

Taberâni'nin hasen sened ile rivayetinde, Resûl-i Ekrem Asha­bına,

“Eğer şu vadi sizden birinizin olsa dal ve ataçlarından kesmez­di. Nasıl olur da Allah için olan namazınızdan keser, koparır ve onu eksik bırakırsınız? Namazınızı tamamlayın, zira Allahu Tealâ ancak tam olan namazı kabul eder.”[888], buyurmuştur.

Buharî'nin Huzeyfe (r.a.) den rivayetinde, Huzeyfe (r.a.) bir adamın namazda rükû ve secdenin hakkını vermediğini görünce, adama:

“Sen namaz kılmadın,  eğer bu şekil namaza devam ederken ölürsen, Muhammed aleyhisselâmın (s.a.v.)    fıtratının hilâfına öl­müş olursun, “dedi. Ebû Davud'un rivayetinde, Huzeyfe radıyallahu anh, adama:

“Kaç yıldır böyle namaz kılıyorsun?” diye sordu. Adam:

“Tam kırk yıldır böyle kılıyorum,” deyince, Huzeyfe radıyalla­hu anh:

“Demek ki kırk yıldır namaz kılmamışsın. Şayet böyle ölürsen Muhammed aleyhisselâmın (s.a.v.) getirdiği fıtratın aksine ölmüş olursun,” dedi.

Ahmed'in ceyyid sened île rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Rükû ve secdeler arasında belini doğrultmayan musalliye Al­lahu Teala bakmaz.”[889], buyurmuştur.

Henüz haklarında had cezası nazil olmamıştı ki Resûl-i Ekrem:

Zina edip içki içen ve hırsızlık edenleri nasıl görürsün?” sor­du. Sonra da,

“Bunlar fahiş, açık ve çirkin günahlardandır. Bunlarda şiddetli ukubetler vardır. Hırsızlığın en kötüsü de namazdan çalmak­tır. Her kim namazda rükû ve secdesini tamamlamazsa bu suretle na­mazdan çalmış olur.” buyurmuştur.

Beyhakî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Her kim abdest alır ve abdestini (usûlüne uygun olarak) güzel­ce tamamlar, sonra namaza kalkar; namazın kıraet, rükû ve secde­sini (mükemmel şekilde) tamamlarsa, namaz: “Beni koruduğun gibi Allah da seni korusun.” der. Sonra bir ışık ve nur olduğu halde gök­lere yükselir. Gök kapıları kendisine açılır, böylece Allah'a kadar yükselir ve sahibine (kıyamet günü) şefaat eder. Her kim namazın kıraet, rükû ve secdesini tamamlamazsa, namaz, “Beni yok ettiğin gibi Allah da seni yoketsin.” der. Sonra bu namaz karanlıklar içeri­sinde göklere yükseltilir fakat gök kapıları bu namaza kapanır. Son­ra bir bez parçası gibi dürülüp sahibinin suratına çarpılır.”[890], bu­yurmuştur.

İbn Abdülberr'ın Sahih ve Tirmizî'nin hasen dediği rivayetlerin­de; adamın biri Resûl-i Ekrem'in yanında namaz kıldı. Namazını bi­tirdi ve Resûl-i Ekrem'e selâm verdi. Resûl-i Ekrem,

“Dön kıl, zira sen kılmadın.” buyurdu. Adam iki defa daha namaz kıldı fakat her seferinde de Resûl-i Ekrem: “Kılmadın, kıl.” buyurdu. Bunun üzerine adam:

“Anlayamadım, kusurum nerededir, onu bana bildir, ya Resûlallah,” deyince, Resûl-i Ekrem:

“Sizden herhangi biriniz Allahu Teâlâ'nın emrettiği şekilde, yüzünü, dirsekleri ile beraber ellerini yıkayıp başını meshetmedikçe ve ayaklarını topuklarına kadar yıkayıp güzelce abdestini almadık­ça; sonra tekbir, tahmîd ve temcîd, yâni süphanekeyi okumadıkça ve sonra yeteri kadar en kolay okuyabileceği yerden okuyup tekbir ala­rak ellerinin içini diz kapaklarına koymak suretiyle rükû yapıp iyi­ce azaları hareketten kesilip sükûn bulmadıkça, sonra “Semiallahu limen hamiden” diyerek yine azası yerli yerinde durmak üzere kı­yam etmedikçe, sonra tekbir alıp secdeye giderek alnını yere koyup iyice azasını hareketten kesmedikçe, sonra tekbir alıp aynı şekilde iki secde arasında oturup azası hareketten kesilinceye ve her rek'ati bu minval üzere kılmadıkça namazı tamam olmaz.”[891],  buyur­muştur.

Bezzâr'ın hasen sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Namaz üç cüzden ibarettir. Bunun bir cüzü taharet, bir cüz'ü rükû ve diğer cüz'ü de secdedir. Kim bunları hakkıyle yerine geti­rirse kıldığı namazı kabul olduğu gibi diğer amelleri de kabul olur. Kimin de namazı kabul olmaz reddedilirse, diğer amelleri de redde­dilir.” [892]buyurmuştur.

Tembih: Namazda tâdil-i erkânı terketmeyi büyük günahlardan sayma hususunda her ne kadar başkasının görüşüne tesadüf etme­dim ise de, yukarda rivayet edilen hadîslerdeki şiddetli veîdlerden bunun büyük günahlardan olduğu meydandadır. Bununla beraber ittifakh olan bir farzı terketmek namazın bozulmasını gerektirir ki, bunun kebire olduğu meydandadır. İhtilaflı olan farzlarda da durum aynıdır. Farz olduğunu kabul edenlere göre terki namazı bozar. Bu­rada aynı veid vardır.[893]

 

NAMAZIN ŞARTLARI

 

80. Kebire: Peruk Takmak Ve Bu İşi Yapmak

 

81. Kebire: Deri Altına Döğün Vurmak Ve Vurdurmak

 

82. Kebire: Diş Uçlarını Keskinletmek Ve Bu İşi Yapmak

 

83. Kebire: Cımbız Ve Benzeri Şeyle Kaş Ve Yüz Kıllarını Yolmak Ve Yoldurtmak

 

Buhâri, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Reaûl-i Ekrem:

“Güzellik için saçma saç ekleyen, ve ekleten (peruk takan ve taktıran), döğün vuran ve vurdurana Allah lanet etsin.”[894], bu­yurmuştur.

Yine Buhari ile Müslim'in İbn Mesûd (r.a.) den rivayetlerinde:

“Güzellik için döğün vuran ve vurduran, cımbız ve benzeri şey­le yüz ve kaş kıllarını yolan ve yolduran ve dişlerini aralatarak Al­lah'ın yarattığı güzelliği değiştiren kadınları Allah rahmetinden uzak etsin.”[895], buyurulmuştur. Enes (r.a.) in bu sözüne itiraz eden bir kadına Enes (r.a.):

Bu bölümde gerek zımnen ve gerek sarahaten tümâninet ve tadil-i erkanın fan olduğuna, terki ise haram ve namazı müfsit olduğu için büyük günah olduğunu söylüyor. Bu görüş, Şafii'nindir. Hanefilerde tadil-i erkân farz değil, fıkıhtaki deyim ile farzdan aşağı sünnetten yukan ve her ikisinin arasında vaciptir. Bu iti­barla bir vacibin terki, büyük günah olamaz.

Gerek Şafii ve gerekse Hanefilerin dayanakları yukarda geçen, “Dön namaz kıl, çünkü sen kılmadın” hadisidir. İmam Şafii bu hadisten şöyle delil çekmiştir: Resûl-i Ekrem bedeviye üç defa kıldığı halde, “Sen namaz kılmadın” buyurmuştur. Son­ra bedevinin nasıl kılınması gerektiğini sorması üzerine, namazı bedeviye tarif ederken tadil-i erkandan bahsetmiştir. Yani bedevinin kıldığı namazdaki kusuru tadil-i erkânı terketmiş olması idi Bir namazın namaz olmaktan çıkması, farz­larından birini terketmekle olur. Resûl-i Ekrem, “Sen namaz kılmadın” buyurur­ken, adamın tâdil-i erkana riâyet etmediğini anlatmak ve buna dikkatini çekmek istiyordu. Nitekim onu tarif etti. Demek ki tâdil-i erkan farzdır, dedi Farz olun­ca, şüphesiz terki de büyük günahlardan olur.

Hanefilere gelince; İmam-ı A'zam da aynı hadisden delil çekerek tadil-i er­kânın farz ile sünnet arasında muztarip vacip olduğunu söylemiştir. Şayet tadil-i erkân farz olsaydı, tadil-i erkansız kılınan namazın namaz olmayıp abes ve fay­dasız iş olması gerekirdi. Halbuki Resûl-i Ekrem'in .huzurunda abesle iştigal ya­saktır. Bunun için bedevinin bununla uğraşması caiz değildi. Ama bedevi, bunu nereden bilecekti? Dersen, bu, doğrudur. Resûl-i Ekrem'in huzurunda abesle işti­galin yasak olduğunu bedevi bilmeyebilirdi. Fakat o zaman Resûl-i Ekrem ikinci ve üçüncü kez bedeviyi bu abesle iştigal ettirmezdi. Demek ki kıldığı namaz idi; fakat kamil bir namaz değildi. Resûl-i Ekrem'in “Sen kılmadın.” buyurması, kâ­mil bir namaz kılmadın, anlamındadır. Resûl-i Ekrem'in bu anlamda, bu şekil ifa­deleri vardır, “Emaneti olmayanın imanı yoktur.”, Müslim, “Elinden ve dilinden emin olunan kimsedir.” buyurması bunlardandır. Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Bütün bunlardan kemal kasdedilmlştir, yani olgun mü’min, olgun müslüman değil, demektir. Türkçemizde de, “O adam değil” denir ki gayemiz ke­maldir.

“Allah'ın Resulünün lanet ettiğini ben niye lanetlemeyeyim, Resulünün verdiğini niye almayayım? Halbuki Kur'an-ı Kerîm'de,

“Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse on­dan geri durun.” [896]buyurmuştur.

Ebû Dâvüd ve diğerlerinin de İbn Abbâs (r.a.) rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Rahatsız olmadığı halde saçlarına saç ekleyip ekle­ten, yüz ve kaş kıllarını yolan, döğûn vuran ve vurduran kadınlara Allah lanet etsin.”[897], buyurmuştur.

Buhâri ile Müslim'in rivayetlerine göre; Ensâr'dan bir kadın kı­zını everdi. Bu arada kızın saçları döküldü. Resûl-i Ekrem'e müra­caat eden annesi:

“Ya Resûlallah, kızımın saçı döküldü, kocası yâni damadım kızımın başına başka saç takmamı yâni peruk giydirmemi söylüyor, ne buyurursunuz? “diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Hayır, zira böyle saçlarına saç katan peruk kullananlar lanet­lenmişlerdir,” [898]buyurdu.

Yine rivayet edildiğine göre; Muâviye (r.a.) hacca giderken Medine-i Münevvere'ye uğradı. Eline bir avuç saç alarak minbere çık­tı ve:                                                                                        

“Ey Medineliler, âlimleriniz nerededir?” Resûl-i Ekrem'in böy­le saç takmaktan nehyettiğini ve:

“İsrailoğullarının helaki, kadınların böyle saçlarını eklemelerinden sebeptir. Onlar güzellik için saç­larını ekledikleri vakit helak oldular.” buyurduğunu duydum,” dedi.

Diğer bir rivayette Muâviye (r.a.):

“Bunu yalnız yahûdilerin yaptıklarını gördüm. Resûl-i Ekrem bunu duyunca:

“Yalancılıktır, aldatmaktır” buyurdu, dedi. Diğer bir rivayette Hz. Muâviye:

“Siz çok kötü bir baş örtüsü kullanmaya başladınız, Resûl-i Ekrem yalancılıktan nehyetmiştir,” dedi.[899]

Katâde diyor ki: Muâviye (r.a), kadınların başkalarının saçları ile veya başka bir şey ile kendi saçlarını çoğaltmalarını kasdederek ona yalan demiştir.

Senedleri arasında İbn Luhay'a'nın da bulunduğu Taberâni'nin bir rivayetinde:

“Resûl-i Ekrem bir defa bir miktar saç ile ortaya çı­karak:

İsrailoğullarının kadınları bunları başlarına taktıkları için lanetlendiler ve mescidlere gitmeleri yasaklandı.”[900], buyurdu.

Vasile, saçı saça katandır. Vâsime, vücuda döğme vurandır. Nâ-mısa, kaşları inceltip güzelleştirendir. Bunu Ebû Davud böyle anlat­mıştır.[901] Ama meşhur olan, Hattabi ve diğerlerinin dedikleri gi­bi, yüz kıllarını yolmaktır. Mütefellice, dişleri aralayıp seyrekleştirendir. Müstavsıle, mütenemmıse ve Müstevşime bu işleri kendisine yaptırandır.

Tembih: Bütün bunları kebâirden saymak, Celâl Belkıni ve di­ğerlerinin görüşüdür. Zaten bunları yapanlara lanet edilmesi, Kebire oldukları içindir. Bu hadislerin Sahih olduklarını da öğrenmiş bulu­nuyorsun. Bütün bunlara rağmen imamlarımızın çoğu, bu telinleri mutlak olarak kabul etmemişler, döğün vurmak ve tüyleri yolmak­tan diğerlerinin kebâirden sayılmaları, kocanın izni olmadan yapıl­dıkları vakittir, dediler ki, bu, cidden müşkildir. Çünkü Ensâr kadı­nının kocası Müsaade ediyor, kadının annesi Resûl-i Ekrem'e:

“Kızıma peruk takayım mı?” diye soruyor. Resûl-i Ekrem:

“Hayır,” diyor ve Müsaade etmiyor. Durum bu olunca, daha bu­na nasıl cevaz verilir? Her iki anlamda dayâni gerek kaşlarını dü­zeltmek ve gerek yüzünün kıllarını yolmak anlamında Nemsişi lanetlendiği halde onların buna mekruh ve yine telin vârid olan di­ğerlerine haram demeleri şaşılacak şeydir.[902]

 

84. Kebire: Usûlüne Uygun Olarak Sütre İle Namaz Kılan Kimsenin Önünden Geçmek

 

Buhârî, Müslim ve diğer sünen sahiplerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Eğer namaz kılanın önünden geçen kimse üzerine ne kadar gü­nah olacağını bir bilse, onun önünden geçmektense kırk kadar du­rup beklemesi kendisi için daha hayırlı olurdu.”[903] buyurmuştur. Burada “kırk” kelimesi saat, gün, ay veya yıl mıdır belli de­ğildir. Ancak Bezzâr'dan gelen Sahih bir rivayette:

Kırk güz, son bahar, yâni kırk yıl beklemesi, namaz kılanın önünden geçmesin­den daha hayırlıdır.” [904]şeklindedir. Tirmizî diyor: Enes (r.a.) den gelen bir rivayette, “Yüz yıl” şeklindedir. Yâni namaz kılanın önünden geçmektense yüz yıl beklemek daha hayırlıdır.[905] Yine bu hususta Ebû Hureyre (r.a.) den gelen Sahih bir hadis daha varid olmuştur:

“Eğer sizden biriniz kardeşi namazda Rabbisiyle münâcât halin­de iken onun önünden geçmekle yükleneceği günahı bileydi attığı o adımı atmaktansa orada yüz yıl beklemek onun için daha sevimli olurdu.” [906]

Yine Buhârî ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Sizden biriniz kendisini İnsanlardan siper edecek bir şeye doğ­ru namaz kıldığı vakit, önünden biri geçmek isterse onu İtsin. Aldı­rış etmezse onunla savaşsın, çünkü o, bir şeytandır.” [907]

Yine Sahih bir rivayette, “Geçmek için kimseye Müsaade etme­yin. Geçmek isterse onu itsin, şayet dinlemezse onunla savaşsın, zi­ra onunla beraber şeytan vardır.” şeklindedir.

İbn Abdulberr'ın mevkuf olarak tahrlç ettiği rivayetinde:

“Kasden namaz kılanın önünden geçmektense kül olmak, onun için daha hayırlıdır.” buyurulmuştur.

Tembih: Namaz kılanın önünden geçmeyi büyük günahlardan sayan bazı imamlar, bunu, yukardaki hadislerden çıkarmış olacak­lardır. Çünkü bu hadislerde şiddetli veidin bulunduğu açıktır. Aynı zamanda namaz kılanın önünden geçinenin haram olmasının şartı, namaz kılanın önünde bir sütrenin bulunmamasıdır. O da bize (Şafiilere) göre duvar, direk, yere dikilmiş değnek, önüne serilmiş eş­yadır. Şayet âciz ise bir seccade serer. Bunu da bulamıyorsa uzun­lamasına sağından veya solundan bir çizgi çizer. Bu çizgi, üç karış­tan uzak olmamalıdır. Ayrıca yola karşı olmamalıdır. Bir de kendi­siyle saf arasında bir boşluk bulunmamalıdır. Bu şartlar bulunma­dığı vakit namaz kılanın önünden geçmek haram değil, belki mek­ruh olur. Bazıları da her ne şekilde olursa olsun, secde mahallinden geçmenin haram olduğunu söylemişlerdir. Şafiiler de bu. görüşte­dirler.[908]

 

CEMAATLE NAMAZ BÖLÜMÜ

 

85. Kebire: Bir Köy Veya Belde Halkının Cemaate Devam Etmelerini Gerektiren Şartlar Bulunduğu Halde Namazlarda Cemaati Terketmekte İttifak Etmeleri

 

Buhari ile Müslim'in tahriçlerinde Resûl-i Ekrem:

“İçimden öyle geçiyor ki, namaz kılmayı emredeyim de kamet yapılsın. Sonra da birisine emredeyim, İnsanlara imâm olsun. Sonra odun taşıyan birkaç kişiyi yanıma alıp cemaate gelmeyenlerin yan­larına gideyim ve evlerini üzerlerine yakayım.”[909], buyurmuştur.

Ahmed, Ebû Davûd, Nesei ve İbn Huzeyme ile İbn Hibban Sahih­lerinde Ebû'd-Derdâ (r.a.) dan rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Herhangi bir köy veya çölde üç kişi bulunur da orada cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan onlara galebe çalmış ve onları emrine al­mıştır. Cemaate devam edin, zira sürüden ayrılan koyunu kurt par­çalar.” (812), buyurmuştur. Rezin bu rivayete ilâve ederek der ki: “İnsanın kurdu da şeytandır. İnsan şeytan ile başbaşa kaldı mı onu parçalar”.

Hâkim de “Müstedrek”inde:

“Üç kişiye Allah lanet etmiştir. (Bunlar:) cemaat kendisinden hoşlanmadığı halde onlara imamlık yapan, kocası kendisinden razı olmadığı halde yatan kadın ve ezan sesini duyduğu halde cemaate gitmeyen kimsedir.” buyurmuştur.

Buhârî, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.) şöyle demiştir:

“Kim ki yarın kıyamet günü Allah'a Müslüman olarak mülâki olmak isterse şu beş vakit namazı ezan okunduğu yerde muhafaza etsin (cemaatle kılsın), zira Allahu Teâlâ peygamberiniz için “Sünen-i Huda” meşru kılmıştır. O namaz­lar (ı cemaatle kılmak) da “Sünen-i Hudâdandır. Eğer siz, cemaat­ten ayrılıp evinde yalnız başına namaz kılan şu kimse gibi namaz­larınızı evinizde kılarsanız peygamberinizin sünnetini terketmiş olursunuz. Peygamberinizin sünnetini terketmiş olursanız, sapıtırsı­nız. Kim ki güzelce temizlenir, sonra şu mescidlerden birine gitme­yi kararlaştınrsa attığı her adım karşılığı Allahu Teâlâ onun bir günahını mahveder, defterine bir sevap yazar ve cennette kendisine üstün bir derece verir. Vallahi ben öyle günümüzü görmüşümdür ki, bu cemaatten ancak nifakı belli olan münafık ayrılır, öyle kim­se vardır ki getirilir, iki kimse dirsekleri ile beraber onu tutar (o iki kimseye dayanır) ta ki safda ayakta durabilsin.”[910]

Abdullah'tan gelen bir başka rivayette şöyle demiştir:

“Cemaat­le namazdan ancak nifakı belli olan münafık veya hasta olan ayrı­lır. Hatta hasta, iki kimse arasında yürüyebilecek durumda olsa yi­ne cemaate gelir”. Râvi diyor ki:

“Resûl-i Ekrem “Sünen-i Hudâ”yı bize öğretti. Ezan okunan mescidde kılınan namaz da bu “Sünen-i Hudâdandır.” [911]

Ebü Dâvûd'dan gelen başka bir rivayet de, “Peygamberinizin sünnetini terkederseniz sapıtırsınız.” yerine “Kafir olursunuz.” şek­lindedir.[912]

Ahmed ve Taberâni'nin rivayetlerinde, “Alabildiğine eziyet, kü­für ve nifak, namaza çağıran müezzininin ezanını duyduğu halde ona icabet etmeyip namaza gitmemektir.” [913]buyurulmuştur.

Yine Taberânı'nin rivayetinde, “Şakâvet ve ümitsizlik bakımın­dan, müezzinin ezanım duyduğu halde ona icabet etmemek mü’mine yeter.” [914]buyurulmuştur.

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“İçimden öyle geçiyor ki, etrafımdaki gençlere emredeyim, on­lar bana bir miktar yakacak odun toplasın. Sonra, (mazereti olma­dığı halde cemaate gelmeyip evlerinde kılanlara gideyim de; evleri içlerinde olanlar üzerine yakılsın.” [915]buyurmuştur. Esamm'ın oğ­lu Yezid'e:                        

“Acaba Resûl-i Ekrem cumayı mı yoksa başka vakitleri mi kasdediyordu?” diye sordular. O:

“Ben bizzat Ebû Hureyre'den bu kulaklarımla bunu duydum bir ayırım yapmadı,” dedi.

Ahmed'in ceyyid sened ile rivayetinde; Resûl-i Ekrem mescide geldi. Cemaatte biraz azalma ve gevşeklik gördü de:

“İçimden şöyle geçiyor:  Birisini bu cemaate imam edeyim, sonra çıkayım, cemaatten ayrılıp evinde kılanın evini üzerine yaka­yım,” buyurdu. Ümmü Mektûm:

“Ya Resûlallah, (ben körüm) evimle mescid arasında hurma­lar ve diğer ağaçlar vardır. Her zaman beni götürüp getirecek adam da bulamıyorum ve yalnız başına çok zorluk çekiyorum. Bu durum­da evimde kılsam olmaz mı?” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Ezan sesini duyuyor musun?” buyurdu. Ümmü Mektum:

“Evet, duyuyorum,” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“O halde camiye gel!”[916], buyurdu ve âmâya bile Müsaade et­medi.

Müslim'in rivayeti şöyledir: Amanın biri:

“Ya Resûlallah, beni mescide götürecek adamım yok, evimde kılabilir miyim? dedi. Resûl-i Ekrem:

“Olur, evinde kıl, buyurdu.   Âmâ oradan   ayrıldıkdan sonra Resûl-i Ekrem onu geri çağırtarak:

Ezan sesini duyuyor musun?” diye sordu. Âmâ:

“Evet, duyuyorum, ya Resûlallah,” deyince, Resûl-i Ekrem:

“Ezana icab et, yani camiye git,” buyurdu.[917]

Ebû Davud'un rivayeti ise şöyledir: “Ümmi Mektum Resûl-i Ek­rem'e gelerek;

“Ya Resûlallah, Medine'de çeşitli haşereler ve hatta yırtıcı hay­vanlar bile vardır. Benim gözlerim görmez. Evim camiye uzaktır. Be­ni her zaman götürüp getirecek adam işime gelmez. Bu durumda evimde kılabilir miyim?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Ezanı duyuyor musun? buyurdu. Ümmi Mektum:

“Duyuyorum, “deyince, Resûl-i Ekrem:

“Ezana icabet et, ben sana ruhsat bulamıyorum,” buyurdu.[918] İbn Mâce'nin rivayetinde,

“Ya cemaatten ayrılmaktan vaz ge­çerler, ya da evlerini üzerlerine yakarım.”[919], buyurmuştur.

Hâkim'in Sahih dediği bir rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Sıhhati yerinde ve meşgalesi olmadığı halde ezanı duyup da cemaate gelmeyenin namazı yoktur.” [920]

Münzirî, “En doğrusu bu rivayetin mevkuf olmasıdır.” demiştir.

Ebû Davud'un rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Namaz için ezan okuyanı duyup da hastalık veya korku gibi bir manii bulunmadığı halde camie gitmeyip evinde kılan kimsenin namazı kabul olmaz.”[921], buyurmuştur.

İbrahim et-Teymi Allahu Teâla'nın,

“O gün işin dehşetinden baldırlar açılırı gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür” secdeye çağırılırlar ama buna güçleri yetmez. Halbuki kendileri sapasağlam oldukları zaman secdeye çağırılmış­lardı.”[922], buyurduğu o gün, kıyamet günüdür. Dünyada secdeye davet edildikleri halde mazeretleri olmaksızın icabet etmedikleri için orada pişmanlık ve zillet onlan bürür. Ezan ve ikâmetle beş vakit namaza davet edildikleri halde icabet etmezler.” demiştir.

Sald İbnü'l-Müseyyeb diyor ki: “Bunlar, sapasağlam oldukları halde “Haydin felaha” deyip icabet etmeyenlerdir”. Ka'bu'1-îcâr, “Val­lahi bu âyet-i cellle cemaate gelmeyenler hakkında nazil olmuştur. Mazeretsiz cemaati terkedenler hakkında bundan daha büyük korkutma olmaz.” demiştir. İbn Âbbas (r.a.) a, gündüz oruçlu ve geceyi de sabaha kadar ibadetle geçiren ve fakat cemaate gitmeyenin ha­linden sordular. İbn Abbas (r.a.):

“Bu adam, bu halinde ölürse va­racağı yer cehennemdir.” demiştir. Ebû Hureyre (r.a.):

“Kişinin ku­lağının erimiş kalayla dolması -ezanı işitip cemaate gitmemesinden daha ehvendir.” demiştir. Hz. Ali (r.a):

“Mescide komşu olanın na­mazı ancak mescidde olur.” buyurdu. Kendisine,

“Mescidin civan ne­residir?” diye soranlara,

“Ezan sesidir, yani ezan sesini duyanlar mescidin civarında sayılırlar.” demiştir. Ebû Hureyre (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) den gelen bu rivayetlerin hadis oldukları da söylenir.

Hatem-i Esamin anlatıyor: “Bir defa cemaate gidemedim. Bu­nun için yalnız Ebû îshak el-Buharî beni taziye etti. Bir çocuğum öl­se onbinden fazla insan beni taziye ederdi. Çünkü insanlar naza­rında Dinî musibet dünya felâketinden ehvendir.”

Abdullah b. Ömer (r.a.) anlatıyor: “Bir defa Hz. Ömer bağa git­mişti. Dönüşünde ikindi namazına cemaate yetişemedi. Bunun üze­rine “İnna lillah ve inna ileyhi raciûn” dedikten sonra. “Bunun keffâreti olarak bahçemi yoksullara sadaka verdim, şahid olun.” dedi”.

İbn Ömer (r.a.) diyor ki: “Bizim zamanımızda bir adam yatsı veya sabah namazına cemaate gelmezse, bu münafık mı oldu, diye kendisine kötü nazarla bakardık. Zira hadisde,

“Münafıklara en ağır gelen namaz yatsı namazı ile sabah na­mazıdır. Eğer bunlardaki fazileti hileydiler emekleyerek de olsa bun­lara gelirlerdi.” [923]Buyurulmuştur.

Tembih: Naklettiğimiz bu hadisler cemaatle namaz kılmayı farz-ı ayn kabul eden Ahmed b. Hanbel ve diğerleri için delillerdir. Yine bunlardan, yukarda işaret edilen kayıtlara göre cemaatı terketmenin Kebire olduğu anlaşılır. Ancak cemaati terketmenin kEbi-reden olduğunu kimsenin sarahaten söylediğini duymadım. Üstelik mezhebimizde, cemaat farz-ı kifâyedir, dedikse de hadislerden anla­şılan cemaatı terketmenin büyük günahlardan olmasıdır. Zamanın hükümdarının cemaatı terkedenlerle savaşması bunun böyle olduğu­nu kuvvetlendirmektedir. Cemaatle namaz kılmanın sünnet olduğunu ve terkedenlerle savaşılamayacağını tercih eden Rafii'nin görüşü, bizim bunu Kebireden saymamıza mani olamaz. Çünkü Rafii bu veîdleri münafıklara hamletmekle hadisleri tevil etmiştir. Bunlardan murad, münafık ve kâfirlerdir, demiştir. Halbuki onun bu hususta bir delili de yoktur. Cemaate gelmeyenlerden yakılmalarını Resûl-i Ekrem'in azmettiği kimseler hakkında bu tevil doğru olsa da, telin edilen diğerleri hakkında doğru olamaz. Çünkü yukarda görüldüğü gibi telin, kebâir alâmetidir. Demek ki cemaati terketmek büyük gü­nahtır. Bir belde halkı cemaatı terk ederse fâsık olurlar. Bu cemaatı terk, beş vakitten yalnız bir vakit için de olsa yine hüküm aynıdır. Zira bir belde halkının bir vakit içinde de olsa ittifak halinde cemaatı terketmeleri, dine, ihanetlerinin delilidir. Zehebi'nin de bunu kebâirden saydığını gördüm. Fakat onun ifâde tarzı ve sebepleri be­nimkine uymaz. Zehebi diyor ki:

“Altmış altıncı Kebire, özürsüz ce­maate gitmemekte ısrardır”. Bunun kebâirden olduğuna, benim yu­karda gösterdiğim bazı hadislerle delil çekmek istemiş ise de, onun bu delilleri cemaatın farz-ı ayn olduğunu söyleyen Ahmed b. Hanbel'in görüşüne uyar, yoksa bizim mezhebe uymaz. Zira diğer mez­heplerde cemaat ya farz-ı kifâye ya da sünnet-i müekkededir. Farz-ı kifâyeyi bir kısımları yaparsa diğerlerinden sakıt olur. Sünnetin terkinde, kebâirden olması şöyle dursun, günah bile değildir.[924]

 

86. Kebire: Cemaat Tarafından Sevilmeyen Bir Kimsenin Onlara İmamlık Yapmak İstemesi

 

Hâkim'in “Müstedrek”indeki rivayetinde Resûli Ekrem:

“Üç kimseye Allah lanet etmiştir: “Sevilmediği cemaatın önüne geçen imam, kocası kendisinden razı olmadığı halde gecele­yen kadın, ezanı duyduğu halde cemaate gitmeyen kimse.” buyur­muştur.

Timizi, hasenve garip olduğunu söylediği bir rivayetinde Re­sûl-i Ekrem,

“Üç kişinin namazı kulaklarını ileri geçmez: Kaçan köle -efen­disine dönünceye kadar-, kocası kendisinden razı olmadığı halde geceleyen kadın ve sevilmediği cemaate imamlık yapan kimse.” [925]buyurmuştur.

Ebû Dâvûd ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Üç kimsenin namazını Allahu Teâlâ kabul etmez: Kendisinden hoşlanmayan cemaate imamlık yapan, namazı vaktinden sonra kılan ve hür bir adamı köle edinen.” [926]

Taberâni'nin, senedinde münker kimseler bulunduğu söylenen, rivayetinde,

“Talha b. Ubeydullah bir defa bir cemaate namaz kıl­dırdı. Namazdan sonra cemaate döndü ve:

“Ben unuttum, namazdan önce size imamlığımı kabul edip etmiyeceğinizi sormam gerekirdi. Acaba kabul ettiniz mi? dedi. Ce­maat:

“Elbette icabet ettik, senden daha iyisi kimdir, ey Resulün as­habı = arkadaşı,” dediler.  

Bunun üzerine Talha (r.a.) Resûl-i Ekrem'in,

Her kim sevilme­diği bir cemaate İmamlık yaparsa namazı kulağını ileri geçmez.” bu­yurduğunu haber verdi.[927]

İbn Huzeyme “Sahih”inde mürsel ve merfû olarak rivayetinde Rosûl-i Ekrem,

“Üç kimse vardır ki, Allah onların namazlarını ka­bul etmez, onların namazları göklere yükselmez, hatta baş uçlarını bile yukarı geçmez: Kendisini sevmeyen cemaate imamlık yapan, kendisine izin verilmediği halde cenazenin namazını kıldıran ve ko­casının davetine icabet etmeyen kadın.” buyurmuştur.

İbn Mace'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur

“Üç kimse vardır ki: omuzları başlarından bir karış bile yu­karı geçmez . Kendisini sevmeyen cemaate İmamlık eden, kocası ken­disinden razı olmayan kadın ve birbirleriyle alakalarını kesen kar­deşler.”[928] İbn Hibban'ın da “Sahih” inde aynı mealde çok az ke­lime farkları ile rivayetleri vardır.

Tembih: İmamlardan bazıları kesin olarak bunun kebâirden ol­duğunu söylememişlerdir. Bunun kebâirden olduğunu söyleyenlerin rivayet edilen bu hadislere dayanmış oldukları anlaşılmaktadır. Hal­buki bize göre (Şafiilere göre) bu hadis böyle mutlakıyyet üzere mahmul değildir, yani herhangi bir sebepten olursa olsun, cemaat içerisinde adamın imamlığını istemeyen bir kişi varsa onun imamlı­ğı yasaktır, demek değildir. Şahitte bulunması gereken adaleti ibtal etmeyecek dini bir salonca sebebiyle cemaatın çoğunluğu imamlı­ğından hoşlanmayıp onu kerih görenler hakkındadır. Aynı zamanda dinî olmayan herhangi özel bir sebeple imamın imamlığını kerih gö­renlerin, bu görüşlerinin bir değeri olmadığı gibi, dinî yönden İmam­lığını çoğunluğun kerih görmemesi halinde de imamlığı büyük gü­nahlardan değil, belki mekruhtur. Çünkü imam, hiç kimseyi kendi­sine uymaya mecbur tutmaz. Ancak camiin imamı varken başka bi­risi zorla imamete geçer ve cemaat bundan memnun kalmazsa, işte bu, Kebiredendir. Çünkü adamın servetini zorla elinden almak kebâ­irden olduğu gibi, mevki ve mansıbını da zorla elinden almak Kebiredendir.

Son söz: İbn Huzeyme ve İbn Hibban'a göre Sahih kabul edilen rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kim İmamlık eder, namazı vaktinde ve tam olarak kılarsa, hem kendi lehine ve hem de cemaatın lehine (hareket etmiş) dir. Fakat namazdan bir şeyi eksik bırakırsa, bu, İmamın aleyhinedir, cemaate bundan bir şey yoktur.” buyurmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem, şöyle buyurmuştur:

“Bir cemaate imamlık .eden kimse Allah'tan korksun ve bilsin ki arkasındaki cemaatın namazına kefildir ve bu kefaletinden sorum­ludur. Şayet üzerine aldığı bu görevi hakkıyle yerine getirirse, arka­sında namaz kılanların, sevaplarından bir şey eksilmemekle beraber onların sevabı kadar da sevap alır. Bununla beraber namazda kusur ederse, bunun sorumlusu yalnız kendisidir.”[929]

Buhârî'nin rivayetinde,

“Size namaz kıldırırlar, doğru dürüst kıldırırlarsa, bu, hem sizin ve hem de onların içindir. Hata ederlerse, bu, sizin lehinize, onların aleyhinedir.”[930], buyurmuştur.

Hasen bir hadisde Resûl-i Ekrem:

“Üç kişi var ki kıyamet günü onları miskten yapılmış tepeler üzerinde görürüm. (Bunlar:) hem efendisinin ve hem de Allah'ın hakkına riayet eden köle, cemaatı kendisinden razı olan imam ve beş vakit ezanı okuyan müezzindir.”[931], buyurmuştur.

Sened-i lâbeis ile gelen bir rivayette de şöyle buyurulmuştur:

“Üç kişi var ki kıyametin dehşeti onları korkutmaz, hesap da görmezler. Yaratıklardan hesaptan kurtuluncaya kadar onlar misk­ten tepeler üzerinde beklerler. (Bunlar:) yalnız Allah'ın rızasını arayarak Kur'an okuyan ve imamlık ettiği cemaatı kendisinden razı olan imamdır...” [932]

 

87. Ve 88. Kebireler: Safları Bozmak Ve Düzeltmemek

 

Bir cemaatın tahririnde ve Hâkim'in de Müslim'in şartına göre Sahihtir dediği rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;

“Kim ki safları (aralarındaki boşluğu doldurarak) vbirleştirirse Allah da ona rahmet eder. Her kim de safları keser ve ayırırsa Al­lah da ondan rahmetini keser.”[933]

Yine Resûl-i Ekrem:                                                      

Safları birleştirip düzelten kimselere Allahu Teâlâ rahmet eder, melekleri de mağfiret dilerler.”[934] buyurmuştur.

İbn Huzeyme'nin *Sahih”indeki rivayetine göre Resûl-i Ekrem eli ile safları düzeltir ve:

“Saflarınızı aralamayın. (Böyle yaparsanız) gönülleriniz de ay­rılır.” buyururdu.

Yine Resûl-i Ekrem,

“Allah ve melekleri birinci safdaki cemaate rahmet ve istiğfar ederler.”[935], buyurmuştur. Sened-i metruk diğer bir rivayette,

“Saf arasındaki boşluğu dolduran ve kapatan kimseye Allahu Teâlâ ve melekleri salat ederler. Bir kimse bir saf düzelttiği vakit Al­lah onu bir derece yükseltir ve onun için cennette bir bina inşa edi­lir.”[936], buyurulmuştur.

Hasen sened ile gelen bir rivayette Resûl-i Ekrem,

“Saf arasındaki boşluğu dolduran kimse mağfiret olunur.” [937]buyurmuştur.

Sened-i lâbeis gelen bir rivayette Resûl-i Ekrem,

“Safları düzel­tenlere Allah rahmet eder, melekler de onlar için mağfiret dilerler. Saf arasındaki boşluğu doldurup saftı düzelten kimseyi Allahu Teâlâ bir derece yükseltir.” [938]buyurmuştur.

Buhâri, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Ya saflarınızı düzeltiniz, ya Allahu Teâlâ'nın yüzlerinizi ayrı ayrı taraflara çevireceğini muhakkak biliniz.”  [939], buyurmuştur.

İbn Hibbân'ın “Sahih”inde ve Ebû Davud'un rivayetlerinde Re­sûl-i Ekrem:

“Ya saflarınızı düzeltiniz, ya Allahu Teâlâ'nın kalblerinizi ayrı ayrı taraflara çevireceğini muhakkak biliniz.”  [940]buyurmuştur.

Ahmed ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Ya saflarınızı düzeltiniz ya yüzleriniz arkalarınıza çevrilir, göz­leriniz kapanır,   ya gözlerinizin nuru alınıp kör olursunuz..” [941] buyurmuştur.

Tembih: Safları bozmak ve düzeltmemeği kebireden saymak hadîslerdeki şiddetli veîdlere dayanır. Zira Resûl-i Ekrem'in, “Saffı kesenden Allah da rahmetini keser.” buyurmasının anlamı, Allah lanet eder, demektir. Lanetin, kebirenin alâmetlerinden oldu­ğu yukarda anlatılmıştır. Resûl-i Ekrem'in,buyurması, mesh-ı suret olmaları ile tehdittir, nitekim bazılarının hasen dediği son rivayet buna delâlet etmektedir. Bu da şiddetli bir veîd ve korkutmadır.

Fakat bunları büyük günahlardan sayan kimseyi görmedim. As­lında bize göre safları bölmenin veya düzeltmemenin kebâirden ol­ması şöyle dursun, haram bile değil, belki mekruhtur. Bununla be­raber cemaat tarafından sevilmeyen kimsenin imameti, etrafı çev­rili olmayan, korkuluğu bulunmayan yüksek bir yerde yatıp uyu­mak ve cemaatı terketmek kebâirden sayıldığına ve bunlardaki veîd onlardan da şiddetli olduğuna göre bunlar da kebâirden sayılırlar. Ebû Davud'un rivayetinde,

“İnsanlar ilk safdan geri kalmaya devam ettikçe, Allahu Teâlâ onları cehenneme atmak için geri bırakır.” [942]buyurmuştur. İbn Huzeyme Sahih”inde ve İbn Hibbân’ın rivayetinde, “Onlar ilk saf­tan ayrıldıkları için, Allah da onları cehennem için ayırır.” buyur­muştur. Bütün bu hadîslere ve bu tehditlere rağmen, imamlar bu hadîslerden zahir manayı almadı, safları düzeltmek için teşvik mana­sını aldılar da bunları büyük günahlardan saymadılar.[943]

 

89. Kebire: Rükünlerde İmamı Geçmek

 

Buhâri, Müslim ve dört sünen sahiplerinin tahriçîerinde Resûl-i Ekrem:

“Rükû veya secdeden İmamdan önce başını kaldıran kimsenin başını Allahu Teâlâ'nın eşek başı veya suretini eşek sureti kılmasın­dan korkmaz mı?”[944], buyurmuştur.

Taberânî de ceyyid sened ile hadîsi şöyle rivayet etmiştir:

“İmamdan önce başını (rükû ve secdeden) kaldıran kimsenin, başını Allahu Teâlâ'nın köpek başına çevireceğinden onu ne temin edebilir?” [945]

İbn Mesûd (r.a.)’a mevkuf olarak gelen Sahih bir rivayette za­ten bu gibi rivayetler şahıslar tarafından olamayacağı için merfû olacaklarında şüphe yoktur. Nitekim İbn Hibbân da bunu “Sahih” inde rivayet etmiştir Resûl-i Ekrem:

“Başını İmamdan önce (rükû ve secdeden) kaldıran kimsenin başını Allahu Teâlâ'nın köpek başına çevireceğinden korkmaz mı?” buyurmuştur.

Hasen sened ile gelen bir rivayette Resûl-i Ekrem:

İmamdan önce başını   (rükû veya secdeden)  indirip kaldıran kimsenin bu alnı ancak şeytanın elindedir.”[946], buyurmuştur.

Tembih: İmamdan önce rükû veya secdeye gitmenin veya imam­dan önce başı kaldırmanın büyük günahlardan olduğu, Sahih olan bu hadîslerde açık olarak belirtilmektedir. Nitekim ,müteafrhirinden bazıları da kesin olarak bu görüştedirler. Bu görüş, İbn Ömer (r.a.) in, “Şüphesiz bunu yapanın namazı yoktur.” rivâyetiyle de açıklık kazanmıştır. Bu görüşe karşı olan Hattabî diyor ki: “Bütün ilim er­babı, bu namaz kılanın böyle yapmakla günahkâr olduğunu ve fa­kat namazının caiz olduğunu; ancak imamdan önce başını rükû ve­ya secdeden kaldırdıktan sonra, tekrar rükû ve secdeye dönerek kendisinden sonra imam ne kadar kalmışsa o da o kadar kalır, son­ra yeniden kalkar”. Bizim mezhebimizde (yâni Şafiî mezhebinde) imamdan önce rükû veya secdeye gitmek veya imamdan önce rükû veya secdeden kalkmak tenzihen mekruhtur. Şayet imam daha ayrılmamışsa hemen geri döner ve imama uyar. Şayet imamdan önce rukûa gitmiş ve henüz imam rukûa gitmeden rukûdan kalkmışsa, iş­te bu, haramdır, günahtır. Hadîsi de bu mânâya hamletmek uzak bir ihtimal değildir. Bu mâsiyet bir veya iki rükünde olmakla Kebire olur. Rukûu imamın rükû undan, secdeyi de imamın secdesinden önce yapmak gibi, bu suretle adamın namazı batıl ve bu işi de kebire olur.[947]

 

90. 91. Ve 92. Kebireler: Namazda Gözleri Göklere Kaldırmak Ve Sağa Sola Bakmakla İhtisar

 

Buhârî ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

Bazı kimselere ne oluyor ki, namazda gözlerini göğe dikiyorlar.” buyurdu. Bu husustaki sözlerini o kadar şiddetlendirdi ki, “Bunlar ya bu işlerinden vaz geçerler ya da gözlerinin ışığı alınır, kör olur­lar.”[948], buyurdu.

İbn Mâce ve Taberânî'nin Sahih senedle ve İbn Hibbân’ın “Sahih”indeki rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Namazda iken gözlerinizi semâya doğru kaldırmayın, gözleri­niz sür'atle kör olur.” [949]

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Bazı kimseler, ya namazda iken duada gözlerini semâya dik­mekten vaz geçerler, ya da gözleri kör olur.”[950], buyurmuştur.

Yine Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde kelime farkı ile, “Ya namazda gözlerini semâya dikmekten o kimseler vaz geçer ya da gözleri kör olur.”[951], buyurulmuştur.

Ebû Davud'un rivayetinde; Resûl-i Ekrem mescide girmiş orada birtakım kimselerin namazda gözlerini semâya diktiklerini görünce:

“Bunlar, ya namazda iken gözlerini semâya dikmekten vaz geçerler, ya da gözleri onlara geri verilmez.” buyurdu.    

Buhârî ve diğerlerinin Hz. Aişe (radıyallahu anha)'den rivayet­lerinde Hz. Aişe diyor ki:

“Resûl-i Ekrem'e namazda sağa sola ilti­fattan sordum,

“Kulun namazından kapıp kaçtığı şeydir.” diye ce­vap verdi.[952]

Ahmed, Ebû Dâvûd, Neseî, “Sahihinde İbn Huzeyme, Sahih ol­duğunu söyleyen Hâkim, Tirmizi'nin de Sahih dediği, İbn Hibbân ve diğerlerinin rivayetlerinde,

“Namaz kılan sağa sola iltifat etmediği sürece Allahu Teâlâ da o kuluna yönelmiştir. Ne zaman başka tarafa yönelirse, Allahu Teâlâ da ondan vaz geçer.”[953], buyurulmuştur.

Ahmed, hasen sened ile ve diğerleri Ebû Hureyre (r.a.) den riva­yetlerinde, Ebû Hûreyre (r.a.) şöyle demiştir: “Dostum bana üç şeyi tavsiye etti ve beni şu üç şeyden nehyetti: Tavuğun daneyi toplama­sı gibi namazda çabucak yatıp kalkmaktan, namazda köpek gibi oturmaktan ve tilki gibi sağa sola iltifat etmekten”.[954]

Bezzâr'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Kul namaza yöneldiği vakit Allahu Teâla da rahmetiyle ona yönelir. Kul (namazda) sağa sola baktığı vakit, Allahu Teâlâ ona:

“Ey Ademoğlu, kime bakıyorsun? Benden daha iyisini mi bul­dun? Bana dön,” buyurur. Kul ikinci defa sağa sola bakarsa, Allahu Teâlâ aynı şekilde kendisine seslenir. Kul üçüncü defa sağa sola İlti­fat ederse Allahu Teâlâ da ondan rahmetini keser.”[955], buyur­muştur.

Tİrmizi'nin hasen dediği bir rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Oğulcağızım, sakın namazda sağa sola iltifat etme, zira namaz­da sağa sola bakmak çok tehlikelidir.”[956] buyurmuştur.

Taberani'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Kim namaza durur da sağa sola iltifat edecek olursa, Allahu Teâlâ onun namazını geri çevirir.” [957]

Buhâri'nin Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetinde, Ebû Hureyre (r. a.), “Resûl-i Ekrem namazda elleri böğrüne koymaktan nehyetmiştir.”[958] demiştir.

Müslim'in rivayeti de, “Resûl-i Ekrem, bir kimsenin elleri böğ­ründe namaz kılmasını nehyetmiştir.”[959], şeklindedir.

İbn Huzeyme ve İbn Hibban'ın “Sahih”lerindeki rivayetlerinde, “Namazda elleri böğürlere koymak, cehennemlilerin  istirahatıdır.” buyurulmuştur.

Tembih: Yukarda anılan hususları büyük günahlardan saymak, rivayet edilen hadislerin birincisindeki “Gözü kör olur.”, ikincisin­deki “Allahu Tealâ ondan rahmetini keser.” Ve üçüncü hadisdeki “Namazda elleri böğüre koymak, cehennemlilerin istirahatıdır.” gibi veîdlerden alınmış gibidir. Bu da aynen yukarda geçen, imameti kerih görülen, imamı geçen, ipek giyenlere kıyas edilerek kebairden sayılmıştır. Fakat bunlarda kebairlik şöyle dursun, haram bile değil­lerdir. Olsa olsa ancak mekruh olabilirler.[960]

 

93. 94. 95. 96. 97. Ve 98. Kebireler: Mezarları Mescid Edinip Onların Başında Işık Yakmak -Onları Tapınak Haline Getirmek- Tavaf Etmek Ve Onlara El Kaldırıp Üzerlerine Salât-u Selâm Getirmek

 

Taberâni'nin “Labeis” sened ile Ka'b b. Mâlik (r.a.) den rivaye­tinde, diyor ki:

“Ölümünden beş gece önce Peygamberimiz:

“Hiç bir peygamber yoktur ki, ümmetinden birini dost edinmiş olmasın. Be­nim dostum da Kuhâfe'nin oğlu Ebû Bekir'dir. Gerçek şu ki, sizin bu arkadaşınızı (yani kendisini) Allah dost edindi. Dikkat edin, geçmiş ümmetler peygamberlerinin mezarlarını mescid edindiler. Halbuki ben sizi bundan şiddetle nehyederim.” Buyurdu ve devamla üç defa:

“Allah'ım, ben tebliğ ettim.” buyurdu. Sonra yine üç defa;

“Allah'ım, şahid ol.” buyurdu”.

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

Mezara karşı ve mezarın üstünde namaz kılmayın.”[961], bu­yurmuştur.

Ahmed, Ebû Dâvûd, Tirmizi, Nesei, İbn Mace ve İbn Hibbân'ın Abdullah İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetlerinde.

Resûl-i Ekrem mezarları ziyaret eden kadınlar ile  mezarları mescid edinen ve  mezarlarda ışık yakanlara lanet   etmişlerdir.”[962], buyurulmuştur.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Dikkat ediniz, sizden öncekiler peygamberlerinin mezarlarını mescid ediniyorlardı, ben ise sizi bundan nehy ediyorum.”[963], bu­yurmuştur.

Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet koparken hayatta olanlar ile mezarları mescid edinen­ler, insanların fenalarındandır.” [964]

Ahmed, Ebû Dâvûd, Tirmizi, İbni Mace ve Hâkim'in rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem:

“Yeryüzünün her tarafı mescittir, yalnız mezarlık ve hamam ha­riç.”[965], buyurmuştur.

Buhârî, Müslim ve Ebû Davud'un rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Peygamberlerinin mezarlarını mescid ittihaz eden yahudileri Allah kahretsin.”[966], buyurmuştur.

Ahmed'in Uşâme (r.a.) den, ayrıca yine Ahmed, Buhâri, Müslim ve Neseî'nin Aişe radıyallahu anha'dan ve İbn Abbâs (r.a.) dan ve Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

Allah, peygamberlerinin mezarlarını mescid edinen yahûdi ve Hıristiyanlara lanet etsin.”[967], buyurmuştur.

Ahmed, Buhârî, Müslim ve Neseî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem,

“Gerçekten onlar, içlerinde iyi bir insan bulunur da ölürse, onun kabri üzerinde bir mescid yaparlar. Ve suretleri bu mescide asarlar. Onlar kıyamet gününde Allah katında yaratıkların en kötüleri ola­caklardır.”[968], buyurmuştur.

İbn Hibbân'ın rivayetinde; Resûl-i Ekrem mezarlara karşı na­maz kılmaktan nehyetmiştir.

İbn Sa'd rivayetinde Resûl-i Ekrem;

“Dikkat edin, sizden evvel­kiler peygamberlerinin ve içlerindeki iyi kimselerin mezarlarını mes­cid yaparlardı. Sakın siz böyle yapmayın, ben sizi bundan men edi­yorum.” buyurmuştur.

Abdurrazzak'ın rivayetinde, “İnsanların kötüsü, mezarları mes­cid edinendir.” buyurulmuştur. Yine, “İsrâiloğulları, peygamberleri­nin mezarlarını mescid edindiler. Ali ahu Teâlâ da onları lanetledi.” buyurulmuştur.

Tembih: Şafiilerden bazıları yukarda anılanları büyük günah­lardan saymışlardır. Delilleri de bu hadîslerdir. Mezarları mescid edinmenin büyük günahlardan olması, peygamberimizin o gibileri lanetlemiş olmasından ve bunlara “İnsanların en kötüsü” demesindendir. Şüphesiz onların bu korkunç sonuçlarını bildirmekte bizleri de korkutmak vardır. Yâni sizden öncekiler lanetlendiği gibi böyle yaparsanız siz de lanete uğrarsınız ve insanların kötülerinden olur­sunuz.

Mezarları mescid edinmek demek, mutlaka üzerinde bir cami yapmak demek değil, mezar üzerinde veya mezara karşı namaz kıl­mak demektir. Bunun için imamlarımız, teberrük ve saygı için pey­gamberlerin ve velilerin mezarlarına karşı namaz kılmayı haram saymışlar ve bunu söylerken iki şeyi şart koşmuşlardır. Bunlardan birisi, üzerinde veya karşısında namaz kılınan mezarın büyük bir zatın mezarı olması, diğeri de bu namazın saygı için kılınmasıdır. İş­te bu niyetle mezarlarda ve mezarlara karşı namaz kılmanın büyük günah olduğunda şüphe yoktur. Saygı için mezarda ışık yakmayı da buna kıyas etmişlerdir. Mezarları tavaf etmeyi de buna kıyas ederler ki, uzak bir ihtimal değildir.

Demek ki hadîslerdeki lanetleme, büyük kimselerin mezarlarına saygı için kılınan namaz, yakılan ışık ve yapılan1 tavaf içindir. Bu niyetle yapılan bu işler büyük günahtır. Bu işleri mekruh sayanlar, bu şartlar dışında kalanları nazara almışlardır. Yâni mezar büyük bir zatın mezarı olmaz ve tazim kastedilmezse, o zaman bu işler mekruh olur.

Mezarları tapınak edinmeye gelince: Bunu kesin surette yasak­layan Resûl-i Ekrem, “Ben öldükten sonra mezarımı tapınılan bir put haline getirmeyin.” buyurmuştur. Yâni diğer milletlerin putlarına secde ve benzeri şeylerle gösterdikleri saygı gibi benim mezarıma da saygı göstermeyin.

Şayet baş tarafta, “Mezarları puthane haline getirmek büyük günahlardandır.” demekten maksadı bu ise, bunun kebire olması şöyle dursun, belki bu şartlar bulunduğu takdirde küfürdür. Şa­yet, mutlak surette Müsaade edilmeyen saygının gösterilmesinin kebâir olmasını kasdediyorsa, bu, uzak bir ihtimaldir. Gerçi teberrüken mezar başlannda namaz kılmayı doğrudan doğruya Allah ve Resulüne muhalefet etmek, Allah'ın ve icma'ın yasakladığı dini bir bid'at olduğunu Hanbeli âlimlerinden bazıları söylemektedirler. En büyük haram ve şirkin sebeplerinden biri de o mezar başında na­maz kılmak ve orasını mescid edinmek veya bu maksadla üzerinde bina yapmaktır, demişlerdir.

Bunlara sadece mekruh diyenlere gelince: Onlar da bu anlattıklarımızın dışındaki mânâları kasdetmişlerdir. Zira Resûl-i Ek­rem'in tel'ini tevatüren sabit olan bir şeyi ulemânın caiz görmesi düşünülemez. Bu gibi kötü maksatlarla yapılan mescidi ve kubbeleri hemen yıkmak vaciptir. Zira bu gibi binalar, Mescid-i Dırar'dan da­ha çok zararlıdır. Çünkü bunlar, Resûl-i Ekrem'e isyan esasları üze­rine kurulmuştur. Zira Resûl-i Ekrem bunlardan nehyetmiş ve bu gibi mezarları yıkmamızı emretmiştir. Mezarlara kandil, mum yak­mak, vakfedip nezretmek Sahih olmadığı gibi, hemen onları yok etmek de vaciptir.[969]

 

YOLCULUK BÖLÜMÜ

 

99. Kebire: Yalnız Başına Yolculuk Yapmak

 

Ahmed, diğer râvileri sikadan olan Muhammed'in oğlu Tîb'den rivayetinde, Ebû Hureyre (r.a.) diyor ki:

“Resûl-i Ekrem, kendisini kadınlara benzetmeye çalışan erkeklerle, kendilerini erkeklere ben­zetmeye çalışan kadınlara ve tek başına çöle yolculuğa çıkanlara la­net etmiştir.” [970]

Buhârî ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“İnsanlar yalnız başına yolculuktaki benim bildiğim sakıncayı bileydi hiç bir süvari yalnız başına gece yolculuğu etmezdi.”[971], buyurmuştur.

Hâkim'in de Sahihtir dediği rivayetinde, yoldan gelen adamın birine Resûl-i Ekrem:

“Arkadaşın kim idi?” diye sordu. Adam :

“Arkadaşım yoktu, ya Resûlallah, dedi. Resûl-i Ekrem:

Yola çıkan bir süvari şeytan, iki olursa iki şeytan fakat üç kişi olurlarsa işte bunlar bir kafiledir,” buyurdu.

Yine merfû olarak Mâlik, Ebû Dâvûd, hasen olduğunu söyleyen Tirmizi[972], Neseî ve Sahih”inde İbn Huzeyme ve hatta bu Kitabın “Babu'n-Nehy” diye ayırdığı özel bir bölümünde yukarda geçen ri­vayeti anlatmışlardır. Yolcular üçten aşağı olduklarında bunların günahkâr olduklarına delil, Resûl-i Ekrem'in bunlara şeytan adını vermesidir.

Nitekim âyet-i celile'de:                                             

“İnsan ve cin şeytanları geçmiştir”. Burada âsileri demektir. Re­sûl-i Ekrem de onlara şeytan demekle âsi olduklarını kasdetmjştir. Hâkim de Müslim'in şartına göre Sahih dediği bir rivayetinde, “Yol­cu tek olursa bir şeytan, iki olursa iki şeytan, üç olursa bir kafiledir.” buyurulmuştur.

Tembih: Yalnız başına yolculuğu kebâirden saymak, yukardaki hadîsin sarahatinden anlaşılmaktadır. Fakat zahirde imamlarımızın görüşüne uymaz. Zira onlar, yalnız başına yolculuğun mekruh oldu­ğunu açıkça ifâde etmişlerdir. Yollardaki tehlikeleri düşünerek yal­nız başına veya iki kişi ile yola çıkmanın ne derece korkunç olaca­ğım bilerek isyan etmiş olmasıdır.[973]

 

100. Kebire: Kadının Eşyasına Zarar Geleceği Korkulan, Bir Yola Tek Başına Çıkması

 

Buhâri ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'a ve âhiret gününe imanı olan bir kadının (sefer müd­deti olan) üç günlük veya daha uzun yolculuğa çıkması helal olmaz. Meğer yanında babası, kardeşi, kocası, oğlu veya bir mahremi ola.” [974]buyurmuştur. Bir rivayette, “iki gün.”, diğer bir rivayette, “bir gün bir gece.”, başka bir rivayette, “Yalnız bir gün.”, bir diğer rivayette de, “Yalnız bir gece yolculuk helâl olmaz.” şeklindedir.

Ebû Dâvûd ve İbn Huzeyme'nin rivayetlerinde,

“Kadının mahremsiz oniki mil mesafeye çıkması helâl olmaz.” buyurulmuştur.

Tembih: Kadının yalnız başına yola çıkmasının doğuracağı teh­likeler gözönünde tutulursa, bunun büyük günahlardan olduğu ko­laylıkla anlaşılır. Yalnız başına yola çıkan kadının etrafını ahlâksız kimseler çevirir. Onun yalnızlığı zinaya sebep olabilir. Halbuki “Ve­silelere makasid hükmü verilir” kuralı vardır. Mesafe kısa da olsa yolda güven de olsa, yapılan yolculuk nafile hac veya umre de olsa velev ki Tenîm denen yerden kadınlarla beraber de olsa yine yasak­tır. Ancak bu gibi kısa mesafelerde kadının yalnız yolculuk yapması küçük günahlardandır.[975]

 

101. Kebire: Uğursuzluk Düşüncesiyle Yola Çıkmamak Veya Yolculuktan Vazgeçmek

 

İbn Mesûd (r.a.) un rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“(Şununla karşılaştım, şunu gördüm diye) şüm tutmak ve uğur­suzluk saymak şirktir, şirktir. Ne yazık ki, bu uğursuzluk (telakkisi) herkesin mübtelâ olduğu bir hastalıktır. Ancak Allahu Teâlâ tevek­kül sayesinde bu hastalığı onlardan giderir.” [976]buyurmuştur. Tirmizî ve İbn Mâce de hadisi rivayet etmişler; ancak onların rivayet­lerinde “Uğursuzluk şirktir.” ifadesi bir defa geçmektedir.[977]    

Hafız Ebû'l-Kasım el-Isfahanî ve diğerleri, “Hadîsde ızmar var­dır:

“Bizden hiç kimse yoktur ki, onun kalbinde uğursuzluktan bir şey olmasın.” demektir,” demişlerdir. Hafız el-Munziri ise buna itiraz etmiş ve “Doğrusu, başta Buhari olmak üzere diğerlerinin rivayet ettikleri şekildir. Bunlara göre: den aşağısı mudrec ve İbn Mesûd (r.a.) un ilavesidir, peygamberimizce merfû değildir.” de­miştir. Buhâri'nin Süleyman b. Harb'den rivayeti de bunu teyid eder mahiyettedir.

Ebû Davûd, Nesei ve “Sahih” inde İbn Hibban'dan,

Kuşun ötmesinden ve uçmasından teşe'üm etmek, ufak taşlarla fal açmak, kum üzerine hatlar çizmek ve bunlardan geleceğe ait hü­kümler çıkarmak sihir ve kehânet cinsindendir.” [978]buyurulmuştur.

Beyhaki'nin ve Taberânl'nin Sahih sened üe rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Kehânette bulunan, okla fala bakan veya şüm tutarak yolculu­ğundan dönen veya geri kalan kimse yüksek   derecelere erişemez.” [979]buyurmuştur.

Tembih: Uğursuzluk telakkisiyle yola çıkmamayı veya yolcu­luktan vaz geçmeyi büyük günahlardan saymak, birinci ve ikinci hadislerin zahir manalarına göredir. Bunun kebâirden olması, bunların. eşya üzerinde etkili olduğuna inanıldığı vakittedir. Fakat asıl söz, bu gibilerin Müslüman olup olmadıkları hakkındadır.[980]

 

CUMA NAMAZI BÖLÜMÜ

 

102. Kebire: Özürsüz Cuma Namazını Terketmek

 

Müslim ve diğerlerinin   rivayetlerinde, cuma namazına gelme­yenler için Resûl-i Ekrem:

“Vallahi öyle düşündüm ki, bir adama emredeyim de namazı kıl­dırsın, sonra cumaya gelmeyen birtakım adamların üzerlerine evle­rini yakayım.” [981]buyurmuştur.

Müslim ve diğerlerinin Ebü Hureyre (r.a.) ve İbn Ömer (r.a.) den rivayetlerinde diyorlar ki:

“Resûl-i Ekrem'i minberinin üstünde şöyle söylerken duyduk:

Bazı kimseler ya cumaya gelmemekten vaz geçsinler veya AHahu Teâlâ onların kalblerini mühürler de sonra gafillerden olurlar.” [982]

Ahmed, Sûnen-i Erba'a sahipleri, İbn Hibbân ve İbn Huzeyme'nin Sahih dediği ve Hakim'in de Müslim'in şartlarına göre Sahih say­dığı rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

İhanet suretiyle (peşpeşe) üç cumayı terkedenin kalbi mühür­lenir.”[983], buyurmuştur.

İbn Huzeyme ve İbn Hibban'ın diğer rivayetleri,

“Özürsüz üç cumayı terkeden münafıktır.” şeklindedir. Rezîn'in rivayetinde, “Allah'tan uzaklaşmıştır.” şeklindedir.

Ahmed'in hasen, İbn Mâce'nin ceyyid ve Hâkim'in Sahih dediği rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Zaruretsiz üç cumayı terkedenin kalbini Allah mühürler.”[984], buyurmuştur. Beyhakî'nin rivayetinde fazla olarak, “Allahu Teâlâ onun kalbini münafık kalbine çevirir.” vardır. Diğer rivayetin­de de, “Münafıklardan yazılır.”. Sahih sened ile İbn Abbâs (r.a.) a mevkuf olan rivayetinde, “İslâmiyeti arkaya atmış olur.” [985]buyurmuştur.

Taberânî'nin hasen sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Cuma günü ezanı duyup da cuma1 ya gelmeyenler ya bu tutum­larından vaz geçerler veya da Allahu Teâlâ kalblerini mühürler, son­ra gafillerden olurlar.” [986]buyurmuştur.

İbn Mâce'nin Câbir (r.a.) den rivayetinde, Câbir şöyle demiştir: Resûl-i Ekrem bize îrad ettiği bir hutbesinde şöyle buyurmuştur:

 “Ey İnsanlar, ölmeden önce tevbe ederek Allah'a yönelin. Meş­guliyet gelip çatmadan önce sâlih amellere koşun. Sizinle Rabbınız arasındaki hakları. Onu çok zikretmek, gizli ve aşikâre sadaka ver­mek suretiyle ödemeye çalışın ki, bu sayede noksanlarınız tamamla­nır, merzûk olur ve zafere ulaşırsınız. Şunu da iyi biliniz ki, Allahu Teâla cumayı, benim şu durduğum yerde ve bu yılının bu ayındaki bu gününde size kıyamet gününe kadar farz kılmıştır. Her kim ha­yatımda olsun, benden sonra olsun, âdil veya zâlim bir hükümdar varken onu istihfaf veya inkâr ederek terkedecek olursa, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve kendisine ait hiç bir hususu mubârek kılmasın. Haberiniz olsun ki, bu kimse, tevbe çtmedikce ne namaz, ne zekât, ne hac, ne oruç ve ne de başka hiç bir hayrının se­vabı vardır. Her kim tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder.” [987]

Tembih: Özürsüz cumayı terketmenin büyük günahlardan oldu­ğu yukardaki hadislerden açıkça anlaşılmaktadır. Birçokları da bu görüştedir ve bunu sarahaten ifade etmişlerdir. Aynı zamanda cuma namazının farz-ı ayn olduğu icma ile sabittir. Ancak mazeret sebebiyle terkedilebilir. Cuma, zâruriyyât-ı diniyyedendir. Üzerine itti­fak edilen farzlardan olduğu için münkiri kâfir olur. Hattâ, “Ben öğle namazını kılarım, cuma namazını kılmam” diyen, Şafiîlere gö­re katledilir. Çünkü böyle diyen ve söylediğini yapan kimse cumayı aslından terketmiş sayılır. Bununla beraber Halimi diyor ki:

“Baş­kası için cumayı kılamamak, küçük günahlardandır”. Başkası için cumayı kılamamak demek, cuma yerine öğleyi kılmak demek olur ki, o zaman Ezrai'nin dediği gibi, buna küçük günah demenin üze­rinde durulur. Bu, zayıf bir rivayete hamleciilebilir. Bu zayıf rivayet­te cuma, öğlenin kısaltılmışıdır. Buna göre, “Ben cumayı değil, öğleyi kılanın” diyen kimse katledilmez. Fakat bu rivayet zayıftır. Zira en Sahih rivayette cuma Müstakil bir namazdır, öğleden bedel değildir. (Ancak cumayı kılamazsa kılacağı öğle, cumadan bedel olabilir.) Bu bakımdan cumayı kılmayan kimse, “Ben öğleyi kılarım” demekle yine kebairden kurtulamaz.[988]

Fâide: Ahmed, Ebû Dâvûd, Neseî,' İbn Mâce ve Hâkim'in tahriçlerinde Resûl-i Ekrem,

“Mazeretsiz cumayı terkeden kimse bir dinar bulamazsa yarım dinar sadaka versin.” [989]buyurmuştur.

Beyhakİ'nin rivayetinde, “Bir dirhem, yarım dirhem, bir sa' ve­ya bir müdd sadaka versin.” şeklindedir.

İbn Mâce'nin mürsel olan rivayetinde de “Bir sa' veya yarım sa' buğday tasadduk etsin.” şeklindedir.[990]

 

103. Kebire: Cemaati Çiğneyerek Ön Safa Geçmek

 

Tirmizi'nin garip dediği ve ilim erbabınca amelin onunla yapıl­dığını söylediği ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Cuma günü (camide) insanların omuzlarına basarak ilerleyen kimse cehenneme doğru bir köprü edinmiş olur.” [991]buyurmuştur.

Taberâni'nin Enes (r.a.) den rivayetinde, Enes diyor ki: “Resûl-i Ekrem hutbe îrad ederken adamın biri cemaatın omuzlarına basa­rak ilerledi ve Resûl-i Ekrem'e yakın bir yerde oturdu. Namazdan sonra Resûl-i Ekrem bu zata:

“Ey falan, bizimle beraber olmaktan seni alıkoyan nedir?” diye sordu. Adam:

“Size son derece haris olduğum için, istedim ki sizi görebilece­ğim bir yerde oturayım, dedi. Resûl-i Ekrem:

“Ama sizi insanların omuzlarına basarak onlara eziyet eder gördüm. Halbuki Müslümana eziyet eden bana eziyet etmiş olur, ba­na eziyet eden de Allah'a eziyet etmiş sayılır.” [992]buyurdu.

Ahmed, Taberânî ve Hâkim'in rivâyetlernide Resûl-i Ekrem:

“Cuma günü imam hutbeye çıktıktan sonra insanların omuzları­na basarak ve böylece iki kişi arasım aralayan kimse cehennemde bağırsaklarını sürükleyen kimse gibidir.” [993]buyurmuştur. Bu olayı cuma ile kayıtlamak, daha çok cuma günleri bu işlerle karşı­laşıldığı içindir.

Ahmed, Ebû Dâvûd, Neseî, İbn Huzeyme ve İbn Hibbân’ın riva­yetlerinde Abdullah b. Bişr (r.a.) şöyle demiştir: “Resûl-i Ekrem cu­ma günü hutbede iken adamın biri insanları aralayarak ilerliyordu. Bunu gören Resûl-i Ekrem: “Otur, eziyet ettin.” buyurdu.[994] İbn Huzeyme'nin rivayetinde faile, olarak “Eziyet olundun.” Ahmed ve İbn Hibban'da da, “Cumaya geç kaldın.” vardır.

Tembih: Camide insanların omuzlarına basa basa ilerlemenin Kebire sayılması, müteahhirin alimlerinden bazılarının görüşüdür. Onlar da bu hükmü, bu hadislerden almış olacaklardır. Hadîslere da­yanarak bunu büyük günahlardan saymak da yakın bir ihtimal ise de, insanların omuzlarına basarak ön saflara geçmek Şafiî mezhebine göre tenzihen mekruhtur. Tevil şöyle olur: ön saflara geçer­ken oturmakta olan cemaate fazla eziyet vermişse kebâir, az eziyet vermişse mekruhtur. Konu ile ilgili bundan sonraki bölümde daha fazla bilgi verilecektir.[995]

 

104. Kebire: Halka Teşkil Eden Topluluğun Ortasında Oturmak

 

Ahmed, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Hâkim'in .Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Halka (teşkil eden cemaatın) ortasında oturan kimseye Allah lanet etsin.”[996] buyurmuştur.

Tirmizi'nin hasen ve Sahih senedlerle rivayetinde; adamın biri halka meydana getiren topluluğun ortasında oturmuştu. Huzeyfe (r.a.), “İşte bu adam Resûl-i Ekrem'in dilinde melundur.” dedi.[997]

Taberânî'nin Ebû Umâme'den rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Halka meydana getirerek oturanların izni olmadan halkayı ya­rarak ilerleyen kimse âsidir.”[998], buyurmuştur.

Ebû Davud'un rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“İki kişi arasında Müsaadeleri olmadan oturulmaz.” [999]buyurulmuştur.

Ahmed ve Tirmizi'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Oturmakta olan iki kişi arasını ancak Müsaadeleriyle açmak helâl olur.”[1000], buyurmuştur.

Beğavî, Taberânî ve Beyhakî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Herhangi biriniz bir meclise gittiği vakit, eğer kendisine yer açılırsa otursun; yer gösterilmezse, baksın en geniş ve Müsait bul­duğu yere otursun.” [1001]buyurmuştur.

Tembih: Halka meydana getirerek oturmakta olanların, Müsaa­deleri olmadan ortalarına oturmayı, Şafiîlerden bazıları kebâirden saymışlardır. Bunu da hadisdeki “Allah lanet etsin.” ifadesinin zahi­rinden almış olacaklardır. Yâni, oturmakta olanların dayanamaya­cakları derecede bir eziyet ile aralarını açıp halkanın ortasına gider­se, bu eziyeti ile büyük günah işlemiş olur ki, bu hadis ve bu görüş, buna hamledilmiştir. Bunu mekruh sayan bizim imamlarımızın gö­rüşüne gelince: Bu da az eziyet ile halkayı yaranlar içindir. Bu açık­lamayı, fıkıh kitaplarındaki hükümler de teyid eder. Korku ânında silâhlı iken namaz kılmak ve bu suretle etrafına eziyet etmek, izdi­hamda Hacerü'l-Esved'i öpmek gibi durumlarda eziyet az olursa ke­rahet de az olur; eziyet çok olursa kerahet de çoğalır. Haram olan işlerde de durum böyledir.

Demek ki hadîs âlimleri ile kelâm âlimleri arasında ayrılık yok­tur. Ne yazık ki buna dikkati çekeni görmedim.[1002]

 

GİYİM BÖLÜMÜ

 

105. Kebire: Akil Ve Baliğ Olan Erkeğin Mazeretsiz Safi İpek Veya Ağırlığı Bakımından İpeği Galip Olan Elbise Giymek

 

Buhârî, Müslim ve diğerlerinin Hz. Ömer'den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Sakın ipekli elbise giymeyin, zira dünyada ipekli elbise giyen âhirette onu giyemez.”[1003], buyurmuştur. Nesei'nin ziyâdesinde, “Onu (ipekli elbiseyi) dünyada giyen, cennete giremez.” Buyurul­muştur. Allahu Teâlâ,

“Oradaki elbiseleri de ipektendir.” [1004]buyurmuştur. Buhârî, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

 “İpeği, ancak nasibi olmayanlar giyer.”[1005] buyurmuştur. Buhari ve diğerlerinin rivayetleri, “Ahirette nasibi olmayanlar.” şek­lindedir.

Nesei, “Sahih”inde İbn Hibbân ve senedinin Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Dünyada ipek giyen cennete girse bile ahirette onu giyemez. Cennet ehli ipek giyer, o giyemez.”[1006]

Yine Buhar! ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

Dünyada ipek giyen ahirette giyemez.” [1007]buyurmuştur.

Ebû Dâvûd ve Nesei'nin Hz. Ali (r.a.) den rivayetlerinde, Hz. Ali diyor ki:

“Resûl-i Ekrem'i gördüm sağ eline ipeği ve sol eline altını aldı ve,

 “İşte bunlar, ümmetimin erkeklerine haramdırlar.”[1008], bu­yurdu.”

Hakim, Sahih olduğunu söylediği bir rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Dünyada ipek giyen, ahirette giyemez. Dünyada şarap içen ahirette içemez. Dünyada alttın ve gümüş kafalardan içen âhirette bunlarla içemez. Cennet ehlinin elbisesi ipektir. İçkileri sekir vermeyen ve baş döndürmeyen şaraptır. Kabları ise altın ve gü­müştür.”[1009]

Buhârî ile Müslim'in rivayetlerinde Zübeyr radıyallahu anh îrad ettiği bir hutbesinde şöyle demiştir: “Kadınlarınıza ipek giydirme­yin, zira ben Ömer (r.a.) in Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğunu ha­ber verdiğini duydum: “İpek giymeyin, zira dünyada ipek giyen, ahirette giyemez.”[1010], Nesei buna, “Ahirette ipek giymeyen de cen­nete giremez.” ifâdesini ilave etmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de:

“Onların orada elbiseleri de ipektir.” [1011]Buyurulmuştur.

Nesei ve Müslim'in şartlarına göre Sahih olduğunu söyleyen Hâ-kim'in Ukbe b. Âmir (r.a.) den rivayetlerinde; Resûl-i Ekrem çoluk çocuğunu ipek ve ziynetten meneder ve:

“Eğer cennetin ipek ve süs­lerini severseniz dünyanın ipek ve süsünden vaz geçin.” derdi.[1012] Resûl-i Ekrem'in, “Dünyada ipek giyen, altun ve gümüş ile süslenen, ahirette bunları giyemez.” va'dine kadınların da dahil olduğunu İbn Zübeyr'in anlaması, mücerred ihtiyatındandır, yoksa dünyada kadın­ların ipek giyip altun ve gümüş ziynet takınmalarına cevaz verildik­ten sonra, “Ahirette bunları giyemezler.” diye bir şey söz konusu olamaz.                                                                      

Buhârl ile Müslim'in rivayetlerinde; Resûl-i Ekrem'e bir ipek kaftan hediye edilmişti. Resûl-i Ekrem onunla bir namaz kıldı. Na­mazı bitirir bitirmez çabucak elbiseyi sırtından çıkarıp attı, sonra “bu, takva sahiplerine yaraşmaz. [1013]buyurdu.

“Sahih”inde İbn Hibban'ın Ukbe b. Amir (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Bana yalan isnad ederek benim namıma yalan konuşan cehen­nemdeki yerine hazırlansın.”, buyurduğunu naklettikten sonra şöyle diyor: “Ben Resûl-i Ekrem'in, “Dünyada ipek giyen, ahirette ondan mahrum edilir.” buyurduğunu işittim.”

Buhâri'nin rivayetinde, “Resûl-i Ekrem bizi, altun ve gümüş kap­larda yiyip içmekten, ipek ve dibac giymek ve üzerlerine oturmak­tan nehyetmiştir.”, buyurulmuştur.[1014]

Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Allah'a ulaşmayı uman kimse ipekten faydalanmaz.” [1015]bu­yurmuştur.

Yine Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Dünyada ipeği, âhirette giyme ümidi olmayanlar giyer.” bu­yurmuştur. Hasan diyor ki:

“Peygamberlerinin bu sözü kendile­rine ulaştığı halde bazı kimselere ne oluyor ki, hâlâ elbise ve evle­rini ipekle süslüyorlar?” [1016]

Ahmed ve Beyhaki'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Bu ümmetten bazı kimseler yemek, içmek, oyun ve çalgı ile ge­celerler. Fakat domuz ve maymun suretine dönmüş olarak sabaha çı­karlar. Yerin dibine batarlar ve tepelerine taş yağar. Hatta sabah olunca, “Yahu falan kabilenin ve falancanın evi yerebattı.” derler. Lût kavmine gönderildiği gibi onların evlerine ve başlarına taş yağdırır. Ad kavminin üzerine taş yağdırdığı gibi, şarap içmeleri, ipek giymeleri, oyun ve çalgıcılar edinmeleri, riba yemeleri ve akraba ile ilgilenmemeleri sebebiyle bunların kabilelerinin ve evlerinin üzerine de taşlar yağdırır.”[1017]

Buhârî muallak olarak ve Ebû Davud'un rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Ümmetimden öyle kimseler geleceklerdir ki, bunlar, ipek giyme­yi helâl göreceklerdir. Bunların suretleri kıyamete kadar maymun ve domuz suretine döndürülür.”[1018], buyurmuştur.

Beyhaki'nin de -kuvvetlidir dediği- bir rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ümmetim beş şeyi helâl gördüğü vakit helak olmayı haketmiştir  Lânetleşme açığa çıktığı, İçki içip ipek giydikleri, oyun çalgıcı kadınlar edindikleri, erkek erkekle kadın da kadınla yetindiği, vakit­tir.”[1019], buyurmuştur.

Hâkim'in -Buhâri ve Müslim'in şartlarına göre Sahih olduğunu söylediği- rivayetinde Sâid (r.a.) şöyle demiştir: Resûl-i Ekrem yas­tığa benzer ipekten bir şeye yaslanmış iken bir adam içeri girmek üzere izin isteyince, bu yastığı attı ve o gelenden dolayı bu yastığını attığını haber verdi ve “Sen, haklarında: “Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız.” [1020]buyurdu­ğundan olmadığınıza göre ne iyi insansın. Senden dolayı ben bu ipeği attım. Vallahi, kızgın közler üzerinde oturmak, ipeğe yaslanmaktan benim için daha sevimlidir.”[1021], buyurdu”.

Bezzâr ve Taberânî'nin - râvileri sikadan plan- rivayetlerinde; Resûl-i Ekrem ipek işlemeli bir cübbe gördü ve “İşte bu, kıyamet gü­nü cehennemden bir halkadır.” buyurdu.[1022] Bu, işlenmiş olma­yan hakkındadır. Zira Resûl-i Ekrem'in dibac astarlı cübbesi vardı.

Ahmed ve Taberânî'nin - râvileri arasında Câbir el-Ca'fi'nin bu­lunduğu - rivayetlerinde,

“İpek elbise giyen kimseye kıyamet günü Allahu Teâla ona ateş­ten bir elbise giydirir.” [1023]buyurmuştur. Diğer bir rivayette, “Dün­yada ipek giyene Allahu Teâlâ ateşten zillet elbisesi veya ateşten bir elbise giydirir.” [1024]buyurulmuştur.

Bezzâr'ın Huzeyfe (r.a.) den merfû olan rivayetinde Resûl-i Ek­rem:

“İpek elbise giyen kimseye Allahu Teâlâ bir gün ateşten elbise giydirir. Fakat o gün, sizin bu dünya günü kadar değil, o âhiret gü­nüdür ve çok uzundur.” [1025]buyurmuştur.[1026]

 

106. Kebire: Erkeğin Gümüş Yüzükten Başka Altın Ve Gümüşle Süslenmesi

 

Ravileri sikadan olan bir sened ile Ahmed'in tahricinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'a ve âhiret gününe imanı olan ipek giymesin ve altın ile süslenmesin[1027] buyurmuştur.

Yine ravileri sikadan olan Ahmed'in diğer bir rivayetinde ve Taberânî'nin Abdullah b. Ömer (r.a.) den rivayetinde Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimden şarap içmeye devam ettiği halde ölen kimseye Allahu Tealâ cennette şarap içmeyi haram eder. Ümmetimden her kim altın işlemeli elbise giydiği halde ölürse, böyle bir elbise giymeyi Allahu Teala cennette kendisine haram eder.” [1028]

Müslim'in rivayetinde; Resûl-i Ekrem bir adamın elinde altın yü­zük gördü. Yüzüğü çıkarıp attı ve “insan bilerek ateş kıvılcımını eli­ne alır mı?” buyurdu. Resûl-i Ekrem oradan ayrıldıktan sonra ada­ma:

“Altını al, ondan   başka suretle   yararlanırsın” dediklerinde, adam:

“Hayır, Resûl-i Ekrem'in attığı altını vallahi almam,” dedi.[1029] Neseî’nin rivayetinde;   Necranlı birisi Resûl-i Ekrem'i  ziyarete geldi. Adamın elinde altun yüzük olduğu için Resûl-i Ekrem ona ilti­fat etmedi ve:

“Elinde ateşten bir kor olduğu halde bana geldin.” bu­yurdu.[1030]

İbn Hibbân'ın “Sahih” indeki rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İki kızıl şeyden altın ve renkli elbiseden kadınlara yazıklar ol­sun.” [1031]buyurmuştur.

Ebû's-Şeyh ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Rü­yamda cennete girdim. Bir de baktım ki cennetin yüksek mevkile­rinde muhacirlerin yoksulları ve müzminlerin düşüklerini gördüm. Dikkat ettim, en az zenginlerle kadınları gördüm. Sebebini sorduğum­da bana, “Zenginler henüz hesap vermekle meşgullerdir. Kadınları da alıkoyan altın ve ipektir.” dediler.” buyurmuştur, Bundan da geç­miş hadisin manası anlaşılır. Yani kadınları iyilikten alıkoyup isyan ettiren bu iki şeydir. Yoksa bu hadislerden zahir mânâları murad de­ğildir, çünkü altın ve ipek kadınlara helâldir.

Tembih: İpek giymeyi kebâireden saymak, bu hadislerin zahirle­rinden kolaylıkla anlaşılmaktadır. Ancak Cumhûr-i ulemâ, ipek giy­menin kebâireden değil, sağâireden olduğunu söylemişlerdir.' Belki bunlar sağâir ve kebâir taksimatında, hakkında had –ceza- veri­lip verilmeyen suçları esas almışlardır. Halbuki Sahih olan, bunun hilafıdır. Hadislere ve hadîslerdeki şiddetli veîdlere bakıldığı takdir­de bunun kebire olduğunda şüphe kalmaz. Celâl Belkini de bunu ihtiyar etmiş, îmâmu'l-haremeyn de buna meyletmiştir. İpek elbise kebâirden olduğuna göre altın işlemeli elbisenin kebâirden olması evleviyetle sabit olur. Üstelik, özel olarak bunun hakkında da şiddetli veîdler vârid olmuştur. Her ne kadar altın ile gümüş arasında fark var ise de, gümüş de altına katılmıştır. Altın ile gümüş arasında fark olduğu için, altın işlemeli elbise herkesçe yasak edilmişken, gümüş yüzüğün yanında gümüş işlemeli elbisenin giyilmesini helâl görenler de vardır. Gümüş yüzüğün helâl ve belki mendup olmasında ittifak vardır.

Faide: İnce de olsa, arada bir perde olunca ipek üzerine oturmak helâl olur. İpek elbiseyi örtünmek ve perde olarak da kullanmak ya­saktır. Fakat alt kısımlarını ipekle işlemek. Dört parmak eninde elbi­seye uzunlamasına alâmet dikmek, teşbih ipi, süngü alemi ve mushaf kabının ipekten olmasında bir sakınca yoktur. İpeği mecnûn ve sabilere giydirmek de günahtır. Günahı giydirenedir. Abdusselâm, ipek bulundurmak günahtır, fakat giymek gibi değildir. Nikâh pa­rasını erkek için ipekte yazmak; ev, cami ve şehitlikleri ipek ve re­simlerle süslemenin haram, kadınlar için mekruh olduğunu söyle­mişlerdir. Za'feran, güzel koku, parlak boya, güzel kokulu sarı ot ile boyanmış elbiselerin de aynı hükümde oldukları söylenmiştir.[1032]

 

107. Kebire: Söz, Hareket Ve Giyimde Kadının Erkeğe Ve Erkeğin de Kadına Benzemeye Çalışması

 

Buhâri ve dört sünen sahiplerinin rivayetlerinde İbn Abbâs (r.a.) diyor ki:

“Resûl-i Ekrem kendilerini kadınlara benzetmeye çalışan erkeklerle, kendilerini erkeklere benzetmeye çalışan kadınlara lanet etmiştir.” [1033]

Taberânî'nin rivayetinde İbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir:

“Kadı­nın biri boynuna bir yay astığı halde Resûl-i Ekrem'in yanından geç­ti. Resûl-i Ekrem kadını görünce,

Kendilerini erkeklere benzetmeye çalışan kadınlarla kendilerini kadınlara benzetmeye çalışan erkeklere Allah lanet etmiştir.” buyur­du.[1034]

Buhâri'nin rivayetinde,

“Resül-i Ekrem erkeklerden kadınlaşanlara, kadınlardan erkekleşenlere lânet etmiştir.”[1035], buyurulmuştur.

Ebû Dâvûd, Neseî, İbn Mâce ve Müslim'in şartına göre Sahih ol­duğunu söyleyen Hâkim'in rivayetlerinde, “Kadın elbisesi giyen er­keklerle erkek elbisesi giymeye çalışan kadınlara Resül-i Ekrem la­net etmiştir.” [1036]

Ahmed'in hasen sened ile rivayetinde; Resûl-i Ekrem,

“Erkek­lerden kadınlara benzeyenlerle, kadınlardan erkeklere benzemeye çalışanlar ve yalnız başına çöle yolculuğa çıkanlara beddua et­miştir.” [1037]

Taberânî'nin -senedinde ihtilâf edilen- rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Dört sınıf insana dünya ve âhirette beddua edilmiş, melekler de buna “Âmîn” demişlerdir. (Bunlardan) birisi bir erkektir ki, Allahu Teâlâ onu erkek yarattığı halde kendisini kadınlaştırarak ka­dınlara benzemeye çalışır. Diğeri bir kadındır ki, Allahu Teâlâ onu kadın yarattığı halde (giyim ve hareketleri ile) kendisini erkeklere benzetmeye çalışır. Üçüncüsü de âmâ olan kimseye yanlış yol gös­teren ve onu şaşırtan kimsedir. Dördüncüsü de hasûr (hiç evlenme­miş) olan erkektir. Halbuki Allahu Teâlâ yalnız Zekeriyâ'nin oğlu Yahya'yı hasûr kılmıştır,”[1038]

Ebû Davud'un rivayetinde Ebû Hureyre (r.a.) şöyle demiştir:

“El ve ayaklarını kına ile boyamak suretiyle kadınlaşan bir muhannis Resûl-i Ekrem'in huzuruna geldi. Resûl-i Ekrem:

“Buna ne oluyor?” buyurdu. Orada bulunanlar:

“Ya Resûlallah, kendisini kadınlara benzetmeye çalışıyor,” de­diler. Resûl-i Ekrem onu Medine'nin uzak bir yeri olan Nakî'e nef­yetti. Ashâb:            

“Ya Resûlallah, onu öldürelim mi?” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Hayır, ben namaz kılanları öldürmekten nehyolundum,” bu­yurdu.[1039]

Münziri diyor ki:

“Her ne kadar bu rivayetin senedinde meçhul bir adam var dedilerse de asıl metninde nekâret vardır.”

Yine Sahih bir rivayette,

“Üç kimse cennete giremez. Bunlar: Anne ve babasına âsi olan­lar, deyyuslar ve erkeğe benzemeye çalışan kadınlardır.” [1040]buyurulmuştur.

Münziri'nin -aralarında mecruh kimse olduğunu bilmiyorum dediği- rivayetinde,

“Üç kimse asla cennete giremez. Bunlar: Dey­yus, erkeğe benzemeye çalışan kadın ve devamlı içki içenlerdir.” Bu­yurulmuştur. Resûl-i Ekrem'e:

“Devamlı içki içeni biliyoruz, deyyus kimdir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

Karısının yanına girip çıkanlara aldırış etmeyendir,” buyurdu. Onlar:

“Ya reçele kimdir?” dediler, Resûl-i Ekrem:

“O da kendisini erkeğe benzetmeye çalışan kadındır,” [1041]buyurdu.

Tembih: Bu hadislerden ve hadislerdeki şiddetli veidlerden yu­karda anılan hususların kebâirden oldukları kolaylıkla anlaşılır. Er­keğin kadına, kaduun da erkeğe benzemeye çalışmasında imamlar arasında iki ayrı görüş vardır. Birincisi, bunun haram olmasıdır. Nevevî, “Bu Sahih ve doğrudur.” demiştir. İkincisi de mekruh olmasıdır. Bir yerde Rafi’ bunun Sahih olduğunu söylemiştir. Sahih ve doğru olanı, Nevevi'nin dediği gibi, belki benim takdim ettiğim şe­kilde Kebire olmasıdır. Sonra bunu kebâirden sayan bazı kelam âlim­lerine de tesadüf ettim. Eline ayağına kına süren muhannisi Resûl-i Ekrem'in uzak bir yere sürgün etmesi, bunun haram ve belki Kebire olduğuna açıkça delâlet etmektedir. Bu hadis, bu hususta açık ve ke­sindir. Bu mesele yakın zamanda Yemen âlimleri arasında bahis ko­nusu oldu. Yemen âlimleri bu hususta ihtilâfa düştüler. Helâl ve haram olduğuna dâir yazılar yazdılar ve Hicri 952'de bu hususta üç risale bana gönderdiler. Risalenin ikisi mutlak helal olduğuna, birisi de haram olduğuna hükmediyordu. Bu durum karşısında gerçeğin açıklanmasını benden istediler. Ben de bunun üzerine bu hususta dördüncü bir eser yazdım ve adına, “Şennü'1-gâre ala men azhare maarreten tekuluhu fi'1-hınâi ve avârihi” dedim. Bu risaleye bu ismi vermem, ismin musammaya uyması içindir. Çünkü helal olduğunu söyleyenler bu hususta ictihad etmek iddiasına varıncaya kadar ileri gittiler. Haram olduğunu iddia edenlerin -bunlar Ashâb-ı Kiram ve imamlardan İmâm Şafii'dir- bu iş üzerinde düşünmeden mugalata ettiklerini sandı ve buna benzer boş sözler söylediler. Kendilerine gü­ya onların bulamadıkları birtakım deliller bulup ortaya koyduğunu ve helâl dediği için kendisini taklidin, Ashâb ve Şafiî'yi taklitten daha doğru olacağını sandılar. İşte bunların bu tutum ve davranışı kar­şısında gerçeği açıklamak ve İmamlarımızı korumak için bu eseri yazdım ve gerçeği açıkladım.

Rabbımın lutûf ve keremiyle bu kitapta bunun kebair olduğunu gösteren geniş bilgi verdim.

Sonuç: Hareketinde ve giyiminde erkeklere benzemek isteyen kadını, bu halinden menetmek kocasına vaciptir. Bu sayede karısını ve hatta belki de kendisini lanetlenmekten korumuş olur. Zira o, ka­rısına mani olmazsa karıya gelen ceza kocaya da gelir. Kanyı bu halinden menetmekle Allahu Teâla'nın,

“Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun.”[1042] emrine de uymuş. olur. Şüphesiz çoluk çocuğunu cehennemden korumak; onları öğretmek, eğitmek ve güzel terbiye edip, Allah'a itaati emretmek ve isyandan nehyetmekle mümkün olur. Ayrıca Resûl-i Ekrem'in:

“Hepiniz çobansınız ve idareniz altında bulunanlardan sorumlu­sunuz. Kişi çoluk çocuğunun çobanı ve koruyucusudur. Aynı zaman­da kıyamet günü onlardan sorumludur.”[1043] buyurduğuna da uy­muş olur. Başka bir hadisde,

“Şüphesiz erkeklerin helaki, hanımlarına itaatlerindendir.” buyurulmuştur. Bunun için Hasan-ı Basri diyor ki: “Vallahi, kim ki karısının arzularında ona itaat “derek sabahlarsa, Allahu Teala onu cehenneme kor.”[1044]

 

108. Kebire: Kadının Tenini Gösteren İnce Elbise Giymek

 

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Cehennemlik iki zümre var ki, bunları dünyada henüz görme­dim. Birisi, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla insanları döverler. Diğer bir kısmı, kadınlardır ki; giyinmişlerdir ama çıplak görünürler. Baş­ka kadınları kendileri gibi yapmaya teşvik ederler. Bunların başlan, içine doldurdukları bezler ve saçlarla deve hörgüçlerine benzer. İşte bunlar ne cennete girerler, ne de pek uzak mesafeden yayılan güzel kokusunu alırlar.” [1045]buyurmuştur.

Kâsiyât, giyinmiş, âriyât ise çıplak kadınlar demek­tir. Yâni Allah'ın nimetleri ile giyinmiş ve fakat O'na şükür bakımın­dan çıplaktırlar veya görünüşte giyinmiş ve fakat giydikleri elbise tenlerini belli edecek şekilde ince olduğu için gerçekte çıplaktırlar.

Mâilât ve mûmiiât, korunması lâzım gelen şey’i ko­rumaktan ve Allah'a itaatten meyledip ayrılmışlardır. Çirkin hare­ketlerine başkalarını da meylettirmişler; yahut Mâilât'dırlar, sallana sallana, kırıta kırıta yürürler ve kendilerine meylettirirler. Ya­hut çok dallı ağaç gibi saçlarını tararlar bölük bölük yaparlar ve başkalarını da buna teşvik ederler.

Deve hörgücü gibi demek, yani saçlarına saçlar ekleyerek âdeta başlarını taşıyamayacak, meylettirecek şekilde büyütmek ve saçları birbirine dolayarak sarık gibi başa sarmaktır, yâni saçlarına şekil vermektir.

Lafzı, İbn Hibbân'ın olmak üzere “Sahih” inde ve Hâkim'in de -Müslim'in şartına göre Sahih olduğunu söylediği - rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Sonraları gelecek ümmetim arasında öyle erkekler bulunur ki, eğerlere binerler, mescid kapılarına inerler. Kadınları (görünüşde) giyinmiş (ve fakat gerçekte) çıplaktırlar. Başları üzerinde saçları, zayıf develerin hörgüçleri gibidir. İşte bunları lanetleyin, zira bun­lar melundurlar. Eğer sizden sonra başka ümmet ve başka peygam­ber gelecek olsa, geçmiş ümmetlerin kadınları size hizmet etmek zo­runda kaldıkları gibi sizinkiler de onlara hizmet etmek zorunda ka­lırlardı”.[1046]

Ebû Davud'un mürsel olarak Hz. Aişe’den rivayetinde, şöyle de­miştir:

“Ebû Bekir -radıyallahu anh'ın- kızı Esma (r. anha) üze­rinde ince elbise olduğu halde Resûl-i Ekrem'in huzuruna girdi. Resûl-i Ekrem ondan yüzünü çevirdi ve:

Ey Esma, bir kız erginlik çağına erdiği vakit, bunlardan başka­sının ondan görülmesi ona yaramaz.” buyurdu ve eli ile yüzüne ve eline işaret etti.[1047]

Tembih: Kadının, tenini gösteren ince elbise giymesinin büyük günahlardan olması, bu husustaki şiddetli veidlerden anlaşılmakta­dır. Her ne kadar bunun kebairden olduğunu açıkça yazan kimseyi görmedim ise de, kadınların kendilerini erkeklere benzetmeleri ke­bairden olunca bunun da kebairden olması kesinlikle ortaya çıkmış olur.

Zehebi diyor ki: “Kadınları lanetlemeyi gerektiren işlerinden bi­risi de altın ve inci gibi süs eşyalarını perde altından göstermeleri ve sokağa çıktıkları vakit güzel koku sürünmelerindendir”. Ayrıca dikkatlari üzerlerine çekecek parlak renkli elbise, ipek giymek, geniş koltuklu ve uzun elbise edinmek, bunların hepsi Allahu Teâlâ'nın hışmettiği gösteriş kıyafetidir. Bunlar da kebâiredendir. İşte kadınların çoğunluğunda bu kabahatler bulunduğu içindir ki, Resûl-i Ek­rem,                                                                                            

“Cehenneme baktım, cehennemlilerin çoğunun kadın olduğunu gördüm.” [1048]buyurmuştur.                                              

 

109. Ve 110. Kebireler: Eteği Yerleri Sürüyen Uzun Ve Geniş Kollu Elbise Giyip Böbürlenmek, Kibrinden Sebep Sallanarak Yürümek

 

Buhârî ve diğerlerinin tahriçlerinde Resûl-i Ekrem:

“İzâr'ın iki topuktan aşağı sarkanı ateştedir.”[1049] buyurmuştur. Nesei'nin rivayeti:

“Mü’minin elbisesi ayak adalesine, sonra ada­lenin yarışma, en son topuklara kadardır. Onlardan da aşağı sarkıp yerlere sürünen cehennemdedir.” şeklindedir.

Buhârî, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resül-i Ekrem:

“Elbisesini kibirli kibirli yerlere sürüyüp çeken kimseye kıyamet günü Allahu Teâlâ rahmetle nazar etmez.”[1050], buyurmuştur.

Diğer bir rivayette “Huyelâ” yerine “Betaran” ifadesiyle geçer.[1051] Her ikisi de kibirli kibirli sallanıp gezmek demektir. Aynı me­alde takdim ve tehirli başka bir hadîste:

“Elbisesini böbürlenerek sürüyen kimseye Allahu Teâlâ kıya­met günü bakmaz.” buyurdu. Hz. Ebû Bekir:

“Benim entarim de uzundur, fakat bunu ben kibir için böyle yapmam, dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Sen, kibrinden onu öyle yapanlardan değilsin,” buyurdu.[1052]

Müslim'in İbn Ömer (r.a.) den rivayetinde, İbn Ömer (r.a.) di­yor ki:

“Şu kulaklarımla Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğunu işit­tim:

“Yalnız böbürlenip kibirlenmek için eteğini uzatıp sürükleyen­lere Âllahu Teâlâ kıyamet günü nazar etmez.” [1053]

Ebû Davud'un İbn Ömer (r.a.) den rivayetinde, şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem izâr hakkında ne söylemişse gömlekler için geçerli­dir.” [1054]

Mâlik, Ebû Dâvûd, Neseî, İbn Mâce ve “Sahih”inde İbn Hibbân Abdurrahman'ın oğlu Alâ'dan, o da babasından rivayetlerinde, Abdurrahman diyor ki:

“Ebû Saîd'e izâr'dan sordum, o,

“Dinle” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Mü’minin izarı, ayak bileğinin yarısına kadar uzanır. Bununla beraber şimiklere kadar indirmekte beis yoktur. Fakat ondan aşağı geçerse, işte o cehennemdedir. Kim ki kendisini beğenip başkalarını hakir görmek suretiyle yerleri sürüyecek şekilde eteğini uzatırsa, kı­yamet günü Allahu Teâlâ ona nazar etmez.”[1055], buyurmuştur.

Ahmed'in -râvileri sikadan olan- İbn Ömer (r.a.) den gelen bir rivayetinde Abdullah diyor ki:

“Bir gün üzerimde yerleri sürü­yen ve ses çıkaran bir izanın olduğu halde Resûl-i Ekrem'in huzu­runa çıktım. Resûl-i Ekrem:

“Bu kimdir?” diye sordu. Ben:

“Ömer'in oğlu Abdullah'ım, dedim. Resûl-i Ekrem:

“Abdullah, Allah'ın kulu isen, şu yerlerini sürüyen entarini ayak bileklerinin yarısına kadar yukarı çek,” buyurdu.

“ Ben de izarımı hep öyle kullandım.” [1056]

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Üç kimse var ki kıyamet günü Allahu Teâlâ onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onlan tezkiye etmez ve onlar için elem verici bir azâb vardır.” buyurdu ve bu sözü üç defa tekrarladı. Râvi Ebû Zer (r.a.):

“Bunlar kimlerdir, helak oldular, ya Resûlallah, dedik. Resûl-i Ekrem:

“Böbürlenerek ridalarım yerlere sürüyen, yaptığı İkramı başa kakan ve malını yalan yemin ile satandır.”[1057], buyurdu.

Ebû Dâvûd, Nesel ve İbn Mâce -cumhurun, mevsûkdur, dedik­leri zatlardan gelen- rivayetlerinde:

“İsbâl -uzatma- elbise, gömlek ve sarıkta olur. Kim ki bun­lardan birini böbürlenerek uzatır ve yerlere sürürse, Allahu Teâlâ ona kıyamet günü bakmaz.”[1058], buyurulmuştur.   Diğer rivayette de:

“Sakın entarini uzatma, Allahu Teâlâ onu sevmez.”[1059], buyurulmuştur.

Taberani'nin “Evsat”ındaki rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Ey Müslümanlar topluluğu! Allah'tan korkun, yakınlarınızla il­gilenin (onları görüp gözetin), zira sılâ-ı rahmin sevabından daha tez hiç bir sevap insana ulaşmaz. Azgınlıktan sakının, zira azgınlığın cezası kadar çabuk insana ulaşan hiç bir ceza yoktur. Anne ve ba­banıza âsi olmaktan sakının, zira cennetin kokusu bin yıllık yoldan alınır. Allah'a yemin ederim ki, anne ve babasına âsi olan, akraba ile münasebetini kesen, yaşlı olduğu halde zina eden, entarisini ki­birle sürüyenler onun kokusunu alamazlar. Çünkü kibriyâhk ancak âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.” [1060]

Yine bir rivayette, “Ridâsını kibrinden yerlere sürüyerek yürü­yen kimse, kerem sahibi olsa da kıyamet günü Allahu Teâlâ ona bak­maz.” [1061]Buyurulmuştur.

Beyhaki'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Cebrail aleyhisselâm bana geldi ve:

“Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir. Bu gecede Allahu Teâlâ Benikelb kabilesinin koyunlarının tüyleri   sayısınca cehennemden azadlıları vardır. Ancak bu gecede Allahu Teâlâ, şirk koşana, sihir­bazlık yapana, akrabası ile münâsebeti kesene, ridasım yerlere sürü­yüp kibirli kibirli gezene, anne ve babasına asi olana ve içkiye de­vam eden kimseye bakmaz.” [1062]

Bezzâr'in rivayetinde Bureyde (r.a.) diyor ki:

“Resûl-i Ekrem'in huzurunda bulunduğumuz sırada Kureyş'den birisi bir hülle elbise içinde sallana sallana geldi. Adam Resûl-i Ekrem'in huzurundan kal­kıp gidince Resûl-i Ekrem:

“Ey Bureyde, İşte bu yok mu, Allahu Teâlâ kıyamet günü bunun İçin mizan kurmaz, yâni buna hiç kıymet vermez.”[1063], buyurdu”.

Tembih: Eteği yerleri sürüyen uzun ve geniş kollu elbise giyip böbürlenmekle, kibrinden dolayı sallana sallana yürümeyi kebâirden saymak, bu hadîslerdeki şiddetli veîdlerden anlaşılmaktadır. Udde sahibinin -şeyhinin takririne uyarak- sallana sallana yürümeyi sağâirden sayması, bununla halkı eğlenceye alıp hiçe sayan kibre vermadığı vakittedir. Yoksa halk ile alay edercesine yapılan kibir, elbette kebâirdendir. Nitekim bu, yukarda geçti ve bütün imamlar kibrin kebâirden olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunun için pek çok­ları, Udde sahibinin şeyhinin görüşlerine itiraz etmiştir. Bununla be­raber Udde sahibinin şeyhinin görüşlerinin de böyle olduğu kesin de­ğildir. Bu adam kibrinden dolayı böyle yaparsa, elbette bu kebiredir. Zira bunu yasaklamak üzere Allahu Teâlâ,

“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin. Rabbnun katında bunların hep­si beğenilmeyen şeylerdir.”[1064], buyurmuştur, ki, âyette geçen “Merah” sallanarak gezmektir.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Kalbinde zerre kadar kibri olan cennete giremez.”[1065], buyur­muştur.

 Buhâri ile Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Dikkat edin, size cehennem halkını bildireyim. Onlar, katı yü­rekli, kibirli ve hilekâr, ululuk taslayan kimselerdir.”[1066], buyur­muştur.

Yine Buhârî ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur :

“Günlerden birinde bir kimse güzel elbise içinde kurularak yü­rüyordu. Başını taramış, kendini beğeniyor ve çalım satıyordu. Der­ken Allah onu yerin dibine geçiri verdi. Kıyamet gününe kadar yerin dibine geçmektedir.”[1067]

Yine Buhârî ile Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

 “Kibirlenerek elbisesini sürükleyen kimseye Allahu Teâlâ kıya­met gününde rahmet nazarı ile bakmaz.”[1068], buyurmuştur.[1069]

 

111. Kebire: Savaş Dışında Sakalı Siyaha Boyamak

 

Ebû Dâvûd, Neseî, “Sahih”inde İbn Hibban ve isnadının Sahih ol­duğunu söyleyen Hâkimin İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetlerinde Re­sûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Âhir zamanda birtakım kimseler gelecek ki, (ak sakallarını) güvercin kursakları gibi siyaha boy ayacaklardır. İşte bunlar cennet kokusunu alamayacaklardır.” [1070]

Tembih: Her ne kadar bunu kebâirden sayan kimseyi görmedimse de, bunu kebâirden saymak, senedi Sahih hadisin mânâsından açıkça anlaşılmaktadır. Bunu, namazın şartları bölümünde zikret­mek daha uygun idiyse de bu bölüm ile de münâsebeti vardır.[1071]

 

İSTÎSKÂ BABI

 

112. Kebire: Yıldızın Yağmurda Etkisi Olduğuna İnanarak Bu Yağmuru Falan Yıldız Yağdırdı Deyip İnanmak

 

Buhâri ile Müslim'in Zeyd b. Halid el-Cüheni radıyallahu anh'den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Rabbınız ne buyurdu bilir inisiniz?” diye sordu. Onlar:

“Allah ve Resulü bilir,” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ: “Kullarımdan bazısı bana inanarak, bazısı da kâfir olarak sabahladı. Kim, “Allahu Teâlâ lutf-u kereminden bize yağmur indirdi” dedi ise işte o bana inandı, yıldıza küfretti. Kim de, “filân ve filân yıldızın doğması veya batması ile yağmura kavuştuk” dedi  ise,   o,   bana  küfretti   yıldıza  iman   etti.”   buyurdu.” [1072], dedi. [1073]

Tembih: Bunun kebâirden olduğunu pek çokları söylemişlerse de, bu doğru değildir. Zira yağmuru mutlak surette yıldızın yağdır­dığına inanan kimse kebâiri irtikâb etmekle kalmaz, küfre gitmiş olur. Nitekim hadis de bunu ifâde etmektedir. Bizim sözümüz, kebairdendir. İmâm Şafii hazretleri de, “Falan yıldızın doğması veya bat­ması bize yağmur yağdırdı, deyip buna inanan kimse, bu sözünden tevbe etmezse kafirdir ve kanı helâldir.” demiştir. Ayrıca -er-Ravza”da da, “Yıldızın doğması veya batmasının yağmuru yağdırdığına gerçekten inanan kimse kâfir ve mürteddir.” denilmektedir, İbn Abdülberr de, “Şayet yıldızın doğması veya batması yağmur yağması­na sebep olup Allahu Teâlâ bu sebeple ezelî ilmine ve takdirine uy­gun dilediği kadar yağmur yağdırır, diye inanırsa, bu inanç -her ne kadar mubah ise de- Allah'ın nimetine karşı nankörlük ve hik­metine karşı cehalettir.” demiştir. [1074]

 

CENAZE BÖLÜMÜ

 

113. 114. 115. 116. 117. Ve 118. Kebireler: Musibet Ve Felâket Anlarında Yüzünü Tırmalamak, Yanaklarına Vurmak, Yaka-Paça Yırtmak, Bağırıp Çağırmak, Ölünün İyiliklerini Anlatarak Ağıt Yakmak, Bu Ağıtı Dinlemek, Saçını Sakalını Yolmak Ve Veyl Ve Helak İle Kendisine Beddua Etmek

 

Buhârî ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Yanaklarına vuran, yakalarını yırtan veya câhiliyet davetiyle çağıran bizden değildir.”[1075], buyurmuştur.

Yine Buhâri ile Müslim'in Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) den tahriçlerinde, şöyle dedi:

“Resûl-i Ekrem'in beri olduğu şeylerden ben de beriyim. Resûlullah, vâveylâcı, saçını yolan ve elbisesini yırtan ka­dınlardan beri idi.” [1076]

Neseı'nin rivayetinde ise Ebû Mûsâ (r.a.):

“Resûl-i Ekrem berî olduğu gibi ben de beriyim. Başım tıraş edip saç ve sakalını yolan, yüzünü gözünü yırtan ve yüksek sesle feryad eden bizden değildir.”[1077], buyurmuştur.

Müslim'in rivayetinde, “İnsanlarda iki huy vardır ki, onlar kü­fürdür. Nesebe ta'n etmek, ölü üzerine feryad ederek ağlamak”[1078], buyurulmuştur.

İbn Hibbân'ın ve Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in rivayetlerin­de,

“Üç şey Allah'a küfürdendir: Yaka yırtmak, ölü arkasından feryatla ağlamak ve neseblere dil uzatmaktır.” buyurulmuştur. İbn Hibban'ın rivayeti, “Bu üç şey, işte onlar küfürdür...”, diğer rivayeti, “Üç şey câhiliyet işlerindendir.”[1079], şeklindedir.

Ahmed'in hasen sened ile İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetinde;

“Re­sûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Mekke-i Mükerreme'yi fethet­tiği zaman, İblis bir sayha etti ve bütün askerleri etrafına toplandı. Onlara, “Artık bugünden sonra Muhammed'in ümmetini şirke dü­şürmekten ümidinizi kesin. Onları dinlerinde şüpheye düşürün, ibtilâ edin ve aralarında ölü arkasından feryatla ağlama adetini ya­yın.” dedi.[1080]

Bezzâr'ın -râvileri sikadan olan- rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İki ses dünya ve âhirette melundur. Bunlar: ırlamanın yanın­da çalgı sesi ve felaket anında vaveyladır.”[1081], buyurmuştur.

Senedi hakkında Münzirî'nin, “inşaallah hasendir” dediği Ahmed'in bir rivayetinde:

Ölü arkasından çığlık koparan ve feryad ü figan eden kadına melekler İstiğfar etmezler.”[1082], buyurulmuştur.

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Ümmetimde dört (hastalık) vardır ki câhiliyet devrinden kal­madır, onları (kolay kolay) bırakamazlar. Bunlar: ataları ile övün­mek, neseblere dil uzatmak, yıldızlardan yağmur beklemek ve ölüle­re ağıt yakarak ardlarından yüksek sesle ağlamaktır.”[1083], buyur­muştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Ölü üzerine bağırıp çağırarak ağlayan kadın, ölmeden evvel tevbe etmezse, kıyamet günü üzerinde katrandan bir gömlek ve uyuz­dan bir zırh olduğu halde haşrolunur.”[1084], buyurmuştur.

İbn Mace'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

Ölünün arkasından çığlık koparmak cahiliyet devrinden kalma­dır. Ağıtçı kadın tevbe etmeden ölürse Allahu Teâlâ ona katrandan elbise ve ateşin şulesinden de bir zırh giydirir.”[1085], buyurmuştur.

Taberani’nin “Evsat”ındaki rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Bu ölünün arkasından feryatla ağlayan kadınlar, kıyamet günü iki saf olacakları bir safı cehennemin sağından, diğer safı da cehen­nemin solundan cehenneme girecekler ve aralarındaki cehennemlilere köpekler gibi saldıracak ve onlara uluyacaklardır.” [1086]

Ebû Davud'un ve diğerlerinin Ebû Said el-Hudri (r.a.) den riva­yetlerinde şöyle denmiştir:

Resûl-i Ekrem hem nevha eden kadına ve hem de onu dinleyen kadına lanet etmiştir.” [1087]

Buhari ile Müslim'in rivayetlerinde Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle demiştir: “Resûl-i Ekrem'e Zeyd İbn Harise'nin ve Cafer'in ve İbn Ravâha (radıyallahu anhum) nın (Mûte harbinde) şehid edildik­leri haberi gelince, üzüntüsü yüzünden belli olacak şekilde (Mescidde) oturmuştu. Ben de kapının aralığından ona bakıyordum. Tam bu sırada adamın biri geldi ve:

“Ya Resûlallah, Cafer'in kadınları ağlaşıyorlar,” dedi. Resûl-i Ekrem de bu kimseye kadınları bu çığlıktan   menetmesini emretti. Adam gitti. Sonra ikinci defa Resûl-i Ekrem’e gelerek kadınların ken­disine itaat etmediklerini haber verdi. Resûlullah:

“Kadınları menediniz,” buyurdu. O adam üçüncü defa geldi ve:

“Ya Resûlallah, vallahi kadınlar bize galebe ettiler,” dedi. Hz. Aişe:

“Resûlullah o adama, git de bu kadınların ağızlarına yüzlerine toprak saç,” buyurdu, dedi. Bunun üzerine ben:

“Burnun yere sürtülsün, zillete uğrayasın, kendin bir iş bece­remediğin gibi Resûl-i Ekrem'i de üzdün,” dedim.” dedi.[1088]

Ebû Dâvûd, Tabiinden olan Esid İbn Ebi Esid'in, Resûl-i Ekrem'e biat eden kadınlardan birinden rivayetine göre, şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem bizden İslâm üzere aldığı biatte emirlerine karşı gelmekten, felâket zamanında yüzü tırmalamaktan, vaveyla kopar­maktan, yaka paça yırtmaktan ve saçları yolmaktan sakınmamız için söz almıştı.”[1089]

İbn Mâce'nin ve “Sahih” inde İbn Hibbân'ın Ebû Umâme (r.a.) den rivayetlerinde şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem yaka ve paçasını yırtanı, vaveyla edip bağıranı ve yüzünü tırmalayanı lânetlemiştir.”[1090]

Buhârî ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Üzerine feryatla ağlanan ölü, kabrinde azab edilir.” [1091]bu­yurmuştur. Diğer bir rivayette, “Üzerine ağlanıldığı sürece...” şek­lindedir.

Yine Buhârî ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Hangi ölü için feryatla ağlanırsa, (ölü bunu tavsiye ettiği tak­dirde) bu ağıt sebebiyle kıyamet günü azab olunur.” [1092]buyur­muştur.

Buhâri'nin Numan b. Beşir radıyallahu anh'den rivayetine göre şöyle demiştir:

“Bir gün Abdullah b. Revana baygınlık geçirdi. Bu­nun üzerine kızkardeşi, âh benim aslanım, vâh benim söylem, âh be­nim böylem, diye onun meziyetlerini sayarak ağlamaya başladı. Ab­dullah b. Revana kendine geldikten sonra kızkardeşine:

“Sen benim hakkımda neler söyledinse, ben,   “Sen bu evsafı hâiz misin?” diye kınandım,” dedi.[1093] Bu rivayeti Taberânî de tahrîc etti ve ilâve olarak, Abdullah:

“Bana, elinde kamçısı olan bir melek geldi. Kamçıyı ayakları­mın ucuna koydu ve:

“Sen, onlann dediği gibi misin?,” diye benden sordu. Ben de:

“Hayır, değilim, dedim. Eğer, “evet, öyleyim.” diyeydim beni onunla dövecekti,” dedi.[1094]

Rivayete göre aynı olay Muâz (r.a.) in bağından da seçti. Muâz diyor ki:

“Benim için söylenen her söz karşısında melek:

“Doğru mu söylüyor?” diye sorar, ben de:

“Hayır, yanlıştır,” derdim.”[1095] 

Tirmizî'nin da hasen ve garip olduğunu söylediği rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Herhangi bir ölünün ağlayıcıları: “Ey güvendiğimiz ve dayan­dığımız adam” ve benzeri sözlerle övdükleri vakit, Allahu Teala iki melek görevlendirir. Onlar da gelir ve:

“Sen böyle bir adam mısın? diye onu itip kakalarlar”[1096], buyurmuştur.  

Hakim'in, Sahihtir, dediği rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Muhakkak ölü, dirilerin üzerine ağlamalarından azab olunur. (Hayatta kalanlar ölünün arkasından)

“Ey bizi koruyan, ey bizden tehlikeleri uzaklaştıran, ey bizi giydiren, ne de güzel ölü” dedikleri vakit, ölüye: “Şimdi ona sen mi yardım edeceksin? Sen mi onu giy­direceksin?” denir.”[1097], buyurmuştur.

Evzaî'nin hikâye ettiğine göre; bir gün Hz. Ömer bir kadının çığ­lık kopardığını duydu. Yanında bir kişi ile beraber sesin geldiği yere geldi. Oradakileri döverek ağıtçı kadının yanına yaklaştı. Elindeki değnekle kadına vurunca kadının başı açıldı ve saçları görüldü. Hz. Ömer arkadaşına dönerek:

“Bu kadına vur, zira bu ağıtçı olduğu için bunun mahremiyet dokunulmazlığına bakılmaz. Çünkü bu, sizin elem ve kederinizden sebep ağlamıyor; bunun akıttığı yaşlar sizin paranızı çekmek içindir. Ayni zamanda bu kadın bu ağıtları ile ölülerinizi mezarlarında, di­rilerinizi de evlerinde rahatsız etmektedir. Allahu Teâlâ sabır etmek­le emrederken, o sabırdan menediyor, Allahu Teâlâ feryad ü figan­dan nehyederken, o bütün söz ve hareketleri ile bunu teşvik ediyor,” dedi.

Tembih: Bütün bu hadislerden ve hadislerdeki telinden bunun küfür olduğu, yâni küfre götürdüğü veya bunu helâl kabul edenle­rin kâfir oldukları veyahut nimete karşı bir isyan ve nankörlük ol­duğu açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca birçok veîd ve tehditleri ta-zammun ettiği için, pek çoklarının, bunun kebâir olduğunu söyleme­leri doğrudur. Fakat musibet ânında bu hareketleri yapmak, sağâirdendir, diyenlerin sözü merduttur.

Ezraî, “Gerçi buna kebâir diyen başka kimseyi görmedim. Fakat bütün bu Sahih hadîsler, bunun da kebâirden olmasüıı gerektirir. Zi­ra Resûl-i Ekrem bu gibi hareketlerden sakındırmış ve, “Yüzünü tır­malayan, saçını yolan ve yakasını paçasını yırtan bizden değildir.”, diğer hadisde, “Nesebe dil uzatmak ve ölüye feryad ü figan ile ağla­mak küfürdür.” buyurmuştur.

Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Hadîsin şârihi Nevevi:

“Bu hadis, atalara dil uzatmanın ve ölüye ağıt yakmanın haram olduğu­nu ifâde etmektedir.” demiştir. Bunlar hakkında çeşitli söz ve görüş­ler olduğu nakledilirse de en doğrusu, bunların cahiliyet devri ahlâ­kı kalıntılarından olmalarıdır.

İkinci görüş, bunların insanı küfre götürmeleridir.

Üçüncü görüş, bunların küfrân-ı nimete sebep olmalarıdır.

Dördüncü görüş, bunların küfür olması, helâl kabul edildikleri vakittir.                                .

O halde haram olup, hakkında şiddetli veidler bulunduğunu bi­lerek kasden ağıt, yaka paça yırtma gibi halleri bir araya toplayan kimsenin adaletten ayrılmış olması ile kesin olarak hükmedebiliriz. Çünkü bu çirkin hareketleri bir araya toplamakla, ayrıca Resûl-i Ekrem'in haber verdiği gibi, ölüye de eziyet etmiştir.” demiştir.

Ezrai başka bir yerde, “Bu ağıt ve yaka paça yırtıp, yüzü gözü tırmalamak, saç ve sakalı yolmak, kazaya rıza göstermeyip ona kız­dığı için böyle yapıyorsa, bundan anlaşılan bu hareketlerin kebire olmasıdır. Yok şayet, kazaya bir diyeceği olmamakla bünyesinin za­yıf ve tahammülünün az olması sebebiyle böyle feryad ü figan edi­yorsa, bu takdirde bunun hem kebâir ve hem de sağâire ihtimali var­dır. Acaba avam, bu hareketlerden mazur sayılır mı, sayılmaz mı? Bu da ihtilâf konusudur.” demiştir.

Hadim de diyor ki:

“Bu ve bununla ilgili diğer hareketler hak­kında vârid olan korkutucu haberlerden, bunların kebireden olduk­ları hükmü çıkarılır.” demiştir.

Artık ölünün iyi vasıflarını döküp saymak, aşın derece bağırıp çağırarak ağlamak -hatta diğer hareketlerin de hiç biri bulunma­sa meselâ, ölünün iyiliklerini saymak, ağıt yakmak, yüzünü ve gö­zünü tırmalamak, saçlarını yolmak, tıraş etmek, yüzünü karartmak, yüzüne kül ve toprak serpmek, keski ben de öleydim, şeklinde konuş­mak, matem elbisesine bürünmek, mutadı olmayan şekilde elbise giy­mek gibi durumlar olmasa da- haramdır. Bunun haram olduğunu bildikleri halde insanların çoğu matem elbisesi giyerler. Halbuki bu, hem haram, hem kebir ve hem de fasıkhktır. Çünkü böyle mateme bürünmek, kadere olan isyanını herkese ilândır.

Bütün bunlardan uzak olarak ölüye ağlamaya gelince; bu, öldük­ten sonra caiz olduğu gibi ölmeden de caizdir. Fakat imkân nisbetinde hasta oluncaya kadar ağlanmamalıdır. Çoklarına göre ağlamak mekruhtur. Zira Resûl-i Ekrem, “Ölüm geldiği vakit artık kimse ağ­lamasın.” buyurmuştur. Halbuki bizzat kendisi ölen oğlu ve diğerleri için ağlamıştır. Buhâri ile Müslim'in rivayetlerinde İbn Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Sa'd İbn Ubâde hastalığından dolayı şikâyette bu­lunmuştu. Resûl-i Ekrem Abdullah b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas ve Ab­dullah b. Mesûd hazretleri ile birlikte Sa'd'ı ziyarete gelmişlerdi. Re­sûl-i Ekrem onu baygın bir halde görünce:

“Yoksa öldü mü?” diye sordu. Orada olanlar:

“Hayır, ya Resûlallah, ölmedi,” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem ağladı. Onu gören cemaat da ağladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“İşitmediniz mi? Allahu Teâlâ göz yaşı ve gönül üzüntüsü ile insanı azâb etmez. Fakat -eli ile diline işaret ederek - bunun yü­zünden azâb eder veya (hayırlı söz söylerse) merhamet eder,” [1098]buyurdu.

Yine Buhâri ile Müslim'in rivayetlerinde; Resûl-i Ekrem'e kızı­nın ölüm döşeğinde yatan bir oğlunu getirdiler. Resûl-i Ekrem'in gözleri yaşardı. Bunu gören Sa'd:

“Bu nedir, siz de mi ağlıyorsunuz, ya Resûlallah?” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Bu, Allahu Teâlâ’nın, kullarının kalblerine yerleştirdiği rah­metidir. Allahu Teâlâ kullarından ancak merhametli olanlara rah­met eder,” [1099]buyurdu.

Buhâri'nin rivayetinde; Resûl-i Ekrem, can çekişen oğlu İbra­him'in yanına girdi. Oğlunun çektiği ıztırabı görünce mübarek göz­lerinden yaş daneleri dökülmeye başladı. Bunu gören Abdurrahman b. Avf (r.a.):

“(Bizi ağlamaktan menederken) siz de mi ağlıyorsunuz?” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Ey Avf’in oğlu, bu, (Allah'ın) rahmetidir. Şüphesiz gözyaşarır kalb üzülür. Biz ancak Rabbınızın razı olacağı sözü söyleriz. Ey İbrahim, senin ayrılışın sebebiyle üzüntülüyüz,” [1100]buyurdu.

İmamlarımız, bütün bunlardan çıkardıkları hükümlerde, sessiz­ce yalnız göz ile ağlamakta kerahet olmayıp belki mubah olduğudur. Geride kalanların ağlamaları ile ölülerin azâb olacaklarına dâir vârid olan Sahih hadislere gelince: Bize göre burada doğrusu, ölen kim­se vârislerine kendisine ağlamalarım vasiyet ettiği takdirdedir. Yok­sa bu hususta herhangi bir vasiyette bulunmadan hayattakilerin, üzerine ağlamalarından ceza görmesi bahis konusu değildir. Çünkü bunda, Ölünün bir suçu yoktur. Ancak “Bana ağlayın” demiş ve on­lar da bu vasiyete uyarak ona aklamışlarsa, o zaman kendi emri ve emrine uymaları sebebiyle ceza görür. Zira İslâm'da çirkin bir âdet Icad edenin cezası kendisine ait olduğu gibi, ona uyarak bu kötü âde­ti yaşayanların günahları gibi bir günah da onun defterine yazılır. Vereseleri, “Sana ağlayalım mı ağlamayalım mı?” dedikleri veya böy­le bir durumda adam ses çıkarmadığı, sustuğu vakit, bu sükût bir nevi rıza olduğu için yine günahkardır, diyenler de vardır. Artık bu. vartadan kurtulmak isteyen kimse ölüm yatağına yatınca, bu ve ben­zeri bid'atlerden vereselerini menetmesi uygundur.

İmamlarımız ve diğerleri, kişinin ölüm, hastalık, nefis, mal ve evlâdda herhangi bir musibet ve felâket ile karşılaşan kimsenin, “Biz Allah'tan geldik ve elbette Ona döneceğiz. Allah'ım, bu musibetimde beni mükâfatlandır ve aldığının daha iyisini bana ver.” demesini ve buna devam etmesini uygun bulmuşlardır. Zira Müs­lim'in rivayetinde, “Bu duaya devam edeni Allahu Teâlâ mükâfatlan­dırır ve kendisine, aldığından daha iyisini verir.” [1101]buyurulmuştur. Yine Allahu Teâlâ böyle diyen kimseye salât ve rahmet vaadetti ve onun hidâyette olduğunu bildirdi.

İbn Cübeyr (r.a.), Bu ümmete musibet ve felâket ânında öyle bir şey verilmiştir ki geçmiş ümmetlere verilmemiştir. O da:

“Biz Allah'tan geldik ve elbette O'na döneceğiz”dir. Şayet bu, geçmiş ümmet­lere verileydi, bunu en azından Yakup aleyhisselâm'ın söylemesi ge­rekirdi. Halbuki o, oğlu Yusuf aleyhisselâmı kaybettiği vakit:

“Vah Yusuf'a yazık oldu.” [1102]dedi. Hadisde şöyle vârid ol­muştur:

“Herhangi bir kulun bir felâketle ihtilası, ancak o felaketle affedilecek bir günahından veya ancak o felâketle ulaşılacak bir de­receye ulaştırılması bakımındandır.” İbn Ebi'd-Dünyâ şu şekilde ri­vayet etmiştir: “Müslümanlardan herhangi bir kişiye bir sıkıntı, mihnet ve bunun üstünde herhangi bir felâket veya ayağına bir di­ken batması, iki hasletin birindendin ya, başka suretle affedilmeye­cek günahını Allahu Teâlâ'nın affetmesi veya da başka suretle eri­şemeyeceği yüksek mevkilere ulaşması içindir.”

Buharı ile Müslim'in rivayetlerinde; Resûl-i Ekrem'in kızların­dan biri kendisine haber göndererek oğlunun ölmek üzere olduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem gelen adama:

“Allahu Teâlâ'nın almak ve Allah'ın vermek istediği her şey kendisine aittir ve her şeyin, Allah'ın ilminde belli bir ömrü vardır. Kızım, sabret ve sabrında sevap olduğunu hatırla,” diye haber gön­derdi.[1103]

Nevevi diyor ki: Bu hadis, usûl ve furû yönünden pek çok önemli konulan kapsayan İslâmî kaidelerin en önemlilerindendir. Zira ede­bi, olaylar karşısında sabrı; üzüntü, sıkıntı ve hastalık gibi her şeyi kapsamıştır. Meselâ, “Allahu Teâlâ'nın almak istediği her şey ken­disine aittir.” buyurdu ki, aslında her şey Allah'ındır; yalnız Allah'ın olup sizin elinizde bulunan emâneti aldı demektir. “Allah'ın vermek istediği her şey de kendisine aittir”, yâni size hibe ettiği, bağışladığı şey O'nundur. Yoksa aslında her şey O'nun ve O'nun mülkünden dı­şarı çıkanbir şey yoktur. Bu itibarla kendisine ait olan bu şeylerde dilediği gibi tasarruf eder. “Her şeyin, O'nun katında muayyen bir ömrü vardır.” buyurması da o noktadan ileri alınması ve geri bıra­kılmasına imkân olmadığını bildirmektir, işte bunları bilip anlayan kimse sabra ve alacağı mükafatı hesap etmeye yönelir. Oğlunun ölü­mü ağrına giden adamın birine Resül-i Ekrem:

“Çocuğun hayatta olup ömrü boyunca ondan   istifade etmen mi daha çok hoşuna gider, yoksa âhirette cennetin hangi kapısından içeri girmek istersen çocuğunun senden önce gitmiş kapıyı açarak seni karşılamış vaziyette olman mı daha çok hoşuna gider?” buyurdu. Adam:

“Elbet bu hoşuma gider,” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“O halde sabret, bu, sana verilecektir,” buyurdu. Orada bulu­nanlar Resûl-i Ekrem'e:

“Ya Resûlallah, bu lütuf yalnız buna mı mahsustur, yoksa bü­tün Müslümanlara şâmil midir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Evet, bütün Müslümanlara şamildir,” buyurdu. Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Mü’minin karşılaştığı hiç bir musibet yoktur ki, Allahu Teâlâ o sayede onun günahını bağışlamış olmasın. Hatta ayağına diken bat­sa da onun karşılığını görür.” [1104]

Diğer bir hadisde,

“Herhangi birinize bir musibet isabet ettiği vakit, benim (ölü­mümle ilgili) musibeti hatırlasın, çünkü o, musibetlerin en büyüğü­dür.”[1105], buyurulmuştur.

Şafii'nin güzide imamlarından olan Kaadı Hüseyin şu sözünü bu hadîsden almıştır:

“Herkese, Resûl-i Ekrem'i malından, evlâdından ve hatta canından daha fazla sevmek vacip olduğu gibi, her Müslüman Resûl-i Ekrem'in dünyadan ayrılmasına karşı duyduğu hasret ve ayrılık acısı da ana ve babasının ölümünden daha fazla olmalıdır”.

Hadisde, “Çocuğu öldüğü vakit -İnna lillâh ve innâ ileyhi raciûn” deyip Allah'a hamdolsun (veren de O, alan da O) diyen kimse için Allahu Teâlâ meleklere emreder ve onun içm cennette bir mesken inşa edilir ve adına “Hamd evi” denir.”, buyurulmuştur. Buhâri'nin diğer bir rivayetinde, “Güzide ve sevgilisi, ruhu kabzedilip dünyadan alındığı vakit, bunun sevabını düşünerek sabreden mü'rain için mükafat, ancak cennettir.” buyurulmuştur.

 Diğer bir rivayette Resûl-i Ekrem:

Sabır, ilk karşılaşmadadır.”[1106], buyurmuştur. Yâni makbul olan sabır, ilk felâket anındaki metanettir. Yoksa zaman geçince herkes sabra alışır. Bu, düşman karşısında da aynıdır. Değer taşı­yan sabır, ilk hamleyi savuşturmaktır, zira düşmanın morali bura­da kırılır.

Bunun için Hakimlerden birisi, “Akıllı adama yaraşan, ahmak­ların beş günden sonra yaptıklarını, ilk karşılaşmada yapmaktır.” demiştir.

Hadîsde,

“Kim ki henüz erginlik çağına (defterine günah ve sevap yazı­lacak durma) gelmeden üç çocuğunu takdim ederse (yani üç küçük çocuk kendisinden önce ölürse) bu çocuklar onun için cehennemden bir hisar ve kal'a olurlar.” Ebû Zer (r.a.):

“Ya Resûlallah, iki küçük çocuk takdim ettim,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“İki çocuk da aynıdır,”  buyurdu. Seyyidülkurrâ  Ubeyy İbn Ka'b:

“Ben bir çocuk takdim ettim, bu nasıl?” diye sordu. Resûl-i Ek­rem:

“Bir çocuk da olsa durum aynıdır,” buyurdu.[1107] Diğer bir rivayette:

Ümmetimden kimin küçük yaşta ölmüş iki çocuğu varsa cen­nete girer,” buyurdu. Hz. Aişe:

“Ya ölmüş bir çocuğu olan?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

 “Evet, bir çocuğu ölmüş olan da cennete girer,” buyurdu.

Müslim'in rivayetinde; Ebû Talha’nın Ümmü Süleym'den olma bir oğlu öldü. Bunun üzerine kadın ev halkına:

“Sakın Ebû Talha'ya oğlunun öldüğünü siz söylemeyin, onu ben söyleyeceğim,” dedi.

Ebû Talha eve dönünce, kadın onun akşam yemeğini getirdi. Ebû Talha yedi ve içti. Sonra kadın kocası için en güzel şekilde süslendi. Bunun üzerine Ebû Talha kadınla münâsebette bulundu. Kadın Ebû Talha’nın karnının doyduğunu ve kendisiyle de münâsebette bulun­duğunu görünce ona:

“Bir topluluk bir ev halkına bir şeyi ariyet verirler de, sonra onu geri almak isterlerse, ev halkının onu vermemeye hakları olur mu?” diye sorar. Ebû Talha:

“Hayır, olmaz,” der. Ümmü Süleym:

“O halde oğluna karşılık Allah'tan sevap bekle,” dedi. Bu söz üzerine Ebû Talha kızdı ve:

“Kirleninceye kadar beni oyaladın, sonra bana oğlumun ölüm haberini verdin,” dedi ve hemen yürüdü Resûl-i Ekrem'e geldi, olup bitenleri haber verdi, Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ bu gecenizi mübarek kılsın,” buyurdu.[1108] Diğer bir hadisde:

“Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve geniş bir atıyye verilmemiştir,” buyurulmuştur.

Hz. Ali Eş'as'e:

“Sen, inanarak ve alacağın mükâfatı hesap ederek sabreder­sen, işte sabır budur, yoksa hayvan gibi durmuş olursun,” dedi.

Felâketzedenin birisine:

“Sakın iki felâketi bir araya toplama; biri çocuk acısı diğeri de (sabırsızlık gösterip) mükâfat alamamak felâketidir,” demişlerdir.

Müslim'in rivayetinde, “Küçük yaşta ölen çocuklar cennetin ka­pıcılarıdır. Bunlardan birisi babasını gördü mü onu eteğinden veya elinden yakalar, cennete koyuncaya kadar ondan ayrılmaz.” buyurul­muştur.

Abdullah İbn Ömer (r.a.) oğlunu defnederken güldü. Niçin gül­düğünü soranlara:

“Şeytanın burnunu sürtmek için güldüm,” diye cevap verdi. Ömer b. Abdülaziz de oğlunu ölüm döşeğinde görünce:

“Yavrum, kıyamet günü mizanımda olman, benim için, benim senin mizanında olmamdan daha sevimlidir, dedi. Yâni ben senden önce ölsem, sen acınacak ve bundan mükâfatlanacaktın, fakat sen önce ölünce buna ben acınır ve ben mükâfatı görürüm, bu ise benim için daha sevimlidir.”

Hz. Osman radıyallahu anh şehit edilip kazu yüzüne akıtıldığı vakit şöyle dedi:                               

“Allah'ım, gerçek mabûd ancak Sensin, Senden başka ilâh yok­tur. Seni tesbih eder, ve noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben zâ­limlerden oldum. Allah'ım, bunlara karşı Senden yardım dilerim ve bütün işlerimde yine Senden yardım diler, karşılaştığım bu felâkette Senden sabır isterim,” dedi.

Bir kaşıntı ve hastalık sebebiyle bir ayağı kesilen Urve öf bile demedi. Ancak:

“Andolsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük.”[1109], âyetini okudu ve o gece bile virdini terketmedi. O sırada Velid'e bir âmâ geldi. Velid âmâya durumundan sordu. Âmâ da durumunu şöyle an­lattı:

“Aile efradım ve bol miktarda da servetim vardı. Gelen ani bir sel bütün servetimi ve aile efradımı silip süpürdü, hepsini götürdü. Yalnız bir küçük çocukla bir devem kaldı. Bu esnada deve de kaçtı. Deveyi yakalamak için peşinden giderken küçük çocuğumu da kurt yedi. Deveyi yakalayacağım sırada deve ayağı ile teperek gözümü kör etti.” Adamın bu acıklı halini dinleyen Velid:

“Bunu Urve'ye götürün. Urve de kendisinden daha büyük dert­lilerin bulunduğunu görerek teselli bulsun,” dedi.

Medâini de çölde yaşayan çok güzel bir kadın gördü ve onun bu güzelliğini buradaki huzur ve neşesine bağladı. Kadının durumunu sorunca, kadın şöyle dedi:

“Çok yakında başımdan büyük felâketler geçmiştir. Onların sıkıntısı ve üzüntüsüsü içinde kıvranmaktayım.   Kocam bir koyun kesmişti. Çocuklarımın biri bunu gördü. Diğer çocuğum sordu:

“Babam, bu koyunu nasıl kesti? O da tatbiki bir şekilde onu ona göstermek için kardeşini yatırdı ve boynunu bıçakla kesti. Son­ra korkarak ıssız bir dağa kaçtı. Onu da dağda kurtlar parçaladı. Kendisini aramaya giden babası yolunu şaşırıp açlık ve susuzluk­tan öldü,” dedi. Bunun üzerine Medâini:

“Sabır ile aran nasıl?” diye sordu. Kadın da:

“O, bir yara idi ki ağzı kapandı,” dedi.

Malik b. Dinar'ın tövbesinin sebebini şöyle anlatırlar: Malik b. Dinar devamlı sarhoş idi, ayık günü hemen hiç yoktu. Bir gün çok sevdiği bir kızı öldü. Şaban ayının onbeşinci gecesi rü­yasında kendisi mezarından çıktı ve arkasından bir yılan onu takip etti. Kendisi ağır giderse yılan da ağır gider; yürürse yılan da yürü­yerek takip ederdi. Yolda zayıf bir ihtiyara rastladı ve yılandan kur­tarmasını ihtiyardan rica etti. İhtiyar:

“Bu benim elimden gelmez, sen koşarak git, belki yılandan kurtulursun,”dedi. Mâlik, süratle ilerledi, yılan da aynı süratle onu ta­kip etti. Derken Malik cehennemin duvarlarına dayandı. Cehennem feveran halinde idi. Nerde ise kendisini cehenneme atacaktı ki, ce­hennemden:

“Sen benim adamlarımdan değilsin, geç,” diye bir ses geldi. Mâ­lik de geçti. Derken yolu bir dağa uğradı. Dağın önünde üzerine per­deler çekilmiş taklar, kapı kemerleri görüldü. Bu arada bir ses:

“Şu ümitsizin imdadına yetişin, yılan onu zehirleyip boğmadan kurtarın,” diye bağırdı. Tam bu sırada kendisinin sevgili çocuğunun da bulunduğu pek çok çocukların koşarak gelmekte olduklarını gör­dü. Kendisini tanıyan çocuğu babasının yanına geldi ve sağ eli ile yılana bir tokat vurunca, yılan kaçmaya başladı. Kendi hücresine oturan çocuk,

“Mü’minlerin gönüllerinin Allah'ı anması ve O'ndan inen gerçe­ğe bağlanması zamanı daha gelmedi mi?”[1110], âyet-i celilesini oku­du. Bunun üzerine Mâlik kızına:

“Sen Kur'an okumasını bilir misin? diye sordu. Kızı:

“Onu sizden iyi bilir ve sizden iyi okuruz, dedi. Sonra kızına:

 “Buradaki makamınız nedir?” diye sordu. Kızı:

“Evet,   biz kıyamete kadar burada durur, anne ve babamızı bekleriz,” dedi. Malik:

“O yılan ne idi?” diye sordu. Kız:

“Baba, o senin kötülüklerin idi,” dedi. Baba:

“O zayıf ihtiyar kim idi?” diye sordu. Kız:

“O da senin iyiliklerin, iyi amellerin idi,” dedi. Onu öyle zayıf­lattın ki kötülüklerinin karşısına durabilecek derman kendisinde bı­rakmadın. Babacığım, durumu gördün,. Allah'a tevbe et, kendine gel ve kendini tehlikeye atma, dedi ve kız oradan yükselip gitti. Mâlik b. Dinar uykudan uyanınca hemen nasûh tevbe ile tevbe etti.

Şimdi bu kıssadan hisse al ve evladın faydasını düşün. Fakat bu fayda kazaya rıza gösterip musibete, sabretmesini bilenler içindir. Ama öfkelenip de vaveylayı koparan, yüzünü gözünü parçalayıp el­bisesini yırtan, saç ve sakalını yolana gelince -ister kadın olsun, is­ter erkek- buna da Allah'ın hışmı ve laneti vardır. Rivayete göre; felaket anlarında oyluklarını dövmek, mükafatı mahveder. Yine ri­vayete göre, “Her kime bir musibet, bir felaket geldiği vakit, elbise­sini yırtar veya yüzünü parçalar veya yaka paçasını koparır veya bir saçını yolarsa, adeta bir ok alıp Allah ile savaş etmiş gibidir.” de­nilmiştir.

Salih el-Müzeni anlatıyor: “Cuma gecesi bir mezarlıkta yattım, uyudum. Rüyamda, bütün ölülerin mezarlarından çıkıp halka olduk­larını ve onlara üstü kapalı tabakların indiğini ve aralarında bir gencin de azâb olduğunu gördüm. Yaklaştım ve gence:

“Bu halin nedir?”, diye sordum. Genç:

“Geride bıraktığım annem var, ağıtçıları başına toplanıp ağlı­yor, ben de bu sebepten azab oluyorum. Allah, ona benden hayırlı bir mükâfat vermesin,” dedi ve biraz daha ağladıktan sonra bana:

“Annem falan yerdedir, ne olur, ona git durumu anlat ve beni ağlamaktan vazgeçirerek sebep olduğu bu azâbtan kurtarsın,” dedi. Ertesi gün doğru   kadının evine gittim.   Gerçekten ağıtçıları evine toplamış ağlaya ağlaya ve bu suretle yüz ve dizlerine vurmaktan her tarafları kararmış vaziyette kendilerini gördüm. Bunun üzerine rüyamı kendisine anlattım. Beni dinleyen kadın hemen tevbe ederek ağıtçıları yanından uzaklaştırdı ve oğlunun ruhu için tasadduk et­mek üzere de başa bir miktar para verdi. Adetim üzere ertesi Cuma aynı mezarlığa uğradım ve bu gencin ruhu için eldeki paraları tasadduk ederek uykuya yattım. Delikanlıyı rüyamda gördüm. Bana:

“Allah seni mükâfatlandırsın. Allahu Teâla o azabı benden kal­dırdı, sadakaların faydasını da bana ulaştırdı. Annemi böylece ha­berdar edebilirsin,” dedi. Uykudan uyanınca sabahleyin ilk işim an­nesini görmek oldu; fakat ne yazık, ki, annesine vardığımda onu da ölü buldum. Bekledim, cenaze namazı kıldık ve onu da oğlunun yanı sıra defnettik”.

Tirmizi ve diğerlerinin rivayetlerinde:

“Kıyamet günü ibtilâ sahiplerine (sabretmelerinin) mükâfatı verildiğinde, sağlıklı kimseler, dünyada vücudlarının makaslarla parçalanmış olmasını temenni edeceklerdir.”, buyurulmuştur.[1111]

Taberani'nin mevsuk olan bir rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

Kıyamet günü şehid Allah'ın huzuruna getirilir ve hesap için durdurulur. Sadaka verenler de getirilir ve onlar İçin de hesap ku­rulur. Sonra dünyada çeşitli belâlara mübtelâ olanlar getirilir ve fa­kat onlar için hesap, mizan kurulmaz, hatta defter bile açılmaz. On­lar üzerine Allahu Teâlâ'nın ecir ve mükâfatı alabildiğine dökülür ki, bütün sıhhatli insanlar gördükleri bu güzel mükâfat karşısında tenlerinin makaslarla biçilip (bu mükâfata nail olmalarını) temenni ederler.” [1112]

Buhâri ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Tealâ kime iyilik dilerse onu felâket ve musibetlerle ibtilâ eder.”[1113], buyurmuştur;

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ bir milleti sevince, onları belalarla ibtilâ eder. Sab­redenlere sabrın mükâfatını verir, feryad ü figan edenler de onunla kalırlar.” [1114]

Yine Sahih bir rivayette şöyle buyurulmuştur:

“Muhakkak kişinin Allah katında öyle bir mevkii var ki mevkie ameli ile ulaşmış değildir. Hoşlanmadığı şeylerle Allahu Tealâ onu ibtilâ ede ede (o da sabreder de) bu mevkie yükseltilir.” [1115]

buyurmuştur.

Ahmed, Ebû Dâvûd, Ebû Yala ve Taberânî'nin tahriçlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ bir kulu için üstün bir mevki takdir edip de, kul ameli ile bu mevkie yükselemeyince, Allahu Teâlâ onu, vücudunda, malında veya evlâdında ibtilâ ederi (hastalık verir, zarara uğratır, çocuğunu alır) sonra da kendisine o ibtilâya karşı sabretme imkân­larını bahşeder ve bu sayede, ezelî ilminde o kul için geçen mevkie onu ulaştırır.”[1116], buyurmuştur.

Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Sizden biriniz ateş ile altınını denediği gibi, Allahü Tealâ da siz­den bazılarınızı musibet ve felâketlerle deneri bunlardan bazısı hâlis altın gibi çıkar. İşte bu, Allahu Teâlâ'nın kendisini şüpheli şeylerden koruduğu kimselerdir. Bazısı da biraz daha âdi olarak çıkart bu da bazı şüphelere düşen kimsedir. Diğer bazısı da ateşte kararan kara altın gibi çıkar. Bu da fitnelere kapılan kimsedir.” [1117]

Buhâri ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Müslümana fenalık, hastalık, keder, hüzün, eza, iç sıkıntısı arız olmaz, hatta vücuduna bir diken batırılmaz; ancak Allahu Tealâ bu musibetlerden   birisi  sebebiyle o Müslümanın günahlarını örter.”[1118], buyurmuştur.

Yine bir rivayette Resûl-i Ekrem:

Müslümana isabet eden her musibetten sebep -hatta üzerine batan dikene varıncaya kadar- Allahu Teâlâ o kulun günahını mah­veder.”[1119], buyurmuştur.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Müslümanın -ayağına batan dikene varıncaya kadar- uğra­dığı ber musibet ve felaketten dolayı bir günahı silinir ve bir derece yükseltilir.” [1120]

Yine Sahih bir rivayette şöyle buyurulmuştur:

“Mü’min olan erkek ve kadın, günahsız olarak Allah'a kavuşun­caya kadar canına, malına ve evladına durmadan felâket ve musi­bet gelir.” [1121]

Yine Sahih bir rivayette, “Malında veya canında bir felâket ile karşılaşıp da bunu gizleyerek kimseye şikayette bulunmayan kim­seyi mağfiret etmesi Allah üzerinedir.” [1122]buyurulmuştur.

Başka bir rivayette de, “Mü’minin hastalığı hatalarına keffârettir.” buyurulmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Mü’min hastalandığı vakit, ateşin demiri pastan arıtıp üzerin­deki oksidi yaktığı gibi, Allahu Teâlâ da onu günahlardan arıtır.” [1123]buyurmuştur.

Cinnetli bir kadın Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Ey Allah'ın Resulü, bana dua et de bu hastalıktan kurtulayım,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“ İstersen dua edeyim, Allah şifanı versin; istersen sabret de hesapsız cennete gir (hangisini istersin?)” buyurdu. Kadın:

“Sabreder, hesapsız cennete girmeyi tercih ederim,” dedi.[1124] Başka bir rivayette Resül-i Ekrem:

“Herhangi bir mümine bir zâlim dayak atarsa, o dayak sayesinde Allahu Teâlâ onun bir güna­hını affeder, kendisine bir sevap verir ve cennette derecesini yüksel­tir.”[1125], buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Sağlam ve mukim iken yaptığı ibadeti, has­talık veya yolculuk sebebiyle yapmayan kimseye yapmış sevabı verilir.” [1126]buyurmuştur.

Diğer hadîsde şöyle buyurulmuştur:

“(Güz rüzgarları ile) ağacın yaprakları döküldüğü gibi, (hasta­lık sebebiyle de) hastanın günahları dökülür.” [1127]

Yine Resûl-i Ekrem:

“Mü’minin baş ağrısı, ayağına batan diken veya kendisine eziyet veren her şey ile kıyamet günü Allahu Teâlâ derecesini yükseltir ve günahını bağışlar.” buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ mü’min kulunun bütün günahlarını bağışlayıncaya kadar onu hastalıklarla dener.”[1128], buyurmuştur.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Sakın sıtmaya kötü söylemeyin, zira körük ateşi demirin pa­sını giderdiği gibi, sıtma da âdem oğullarının günahlarını yakıp döker.” [1129]

Diğer bir rivayette de, “Allahu Teâlâ bir gecelik sıtma sebebiyle mü’minin günahını mahveder.” buyurmuştur. Başka bir rivayette de.

“Sıtma, mü’minin ateşten nasibidir.” [1130]buyurulmuştur. Yine Sahih bir rivayette:

“Her kim bir kötülük işlerse onunla cezalanır.”[1131] âyeti nazil olduğu vakit Müslümanlara çok ağır geldi. Bunun üzeri­ne Resûl-i Ekrem:

Evet, dünyada kendisine eziyet veren bedeni has­talıklarla cezalanır.” buyurmuştur. Bu âyet-i celileden Ebû Bekir Re­sûl-i Ekrem'e sorunca, Resûl-i Ekrem:

“Allah seni mağfiret etsin, ey Ebâ Bekir, sen hiç hasta olmaz ve üzülmez misin? Hiç sıkıntılı anla­rın olmaz mı? İşte bunlarla cezalanırsın.” [1132]buyurdu. Diğer bir rivayette Hz. Âişe de, âyet-i celilesinde de bunun benzerini rivayet etmiştir.[1133]

 

119. Ve 120. Kebireler: Ölünün Kemiklerini Kırmak Ve Mezarlar Üzerinde Oturmak

 

Ebû Dâvûd, İbn Mâce ve “Sahih” inde İbn Hibbân'ın tahriçlerinde Resûl-i Ekrem:

“Ölünün kemiklerini kırmak, diri iken kırmak gibidir.”  [1134], buyurmuştur.

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

Sizden birinizin, elbisesini yakarak derisine geçen bir kor üze­rinde  oturması,  mezar  üzerinde  oturmasından   daha  hayırlıdır.”[1135]

İbn Mâce'nin ceyyid sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ateş veya kılıç üzerinde yürümem veya ayaklarımla aalinlerimi dikmem, mezar üzerinde yürümemden benim için daha sevimlidir.”[1136], buyurmuştur.

Taberâni'nin hasen sened ile İbn Mesûd  (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ateş üzerine basmam, bir Müslümanın mezarına basmamdan benim için daha sevimlidir.” [1137]buyurmuştur.

Yine Taberâni’nin İbn Luhay'a’dan gelen bir rivayetinde; Ammar b. Hazm (r.a.) diyor ki:

“Resûl-i Ekrem beni bir mezar üzerinde otu­rur gördü ve:

“Ey mezar üzerinde oturan, mezarın üstünden in, oradan kalk; sen mezara eziyet etme ki, o da sana eziyet etmesin,” [1138]buyurdu.

Tembih: Her ne kadar mezarlar üzerinde gezmeyi ve ölülerin kemiklerini kırmayı büyük günahlardan sayanı görmedim ise de ha­dîslerin zahiri bunların kebairden olduğuna delâlet etmektedir. Zira hadislerdeki veîd ve korkutma şiddetlidir. “Ölünün kemiklerini kır­mak, dirinin kemiklerini kırmak gibidir.” buyurulması, ölülerin kemiklerini kırmanın büyük günahlardan olduğu hakkında açıktır. Me­zar üstüne oturmağa gelince: Şafillerden pek çoğu bunun haram ol­duğunu söylemişlerdir. İmâm Nevevî de bunlardandır. Bunlar bu gö­rüşe yukardaki hadislerden vardıkları gibi, biz de bu hükmü aynı hadîslerden aldık. Zira orada da şiddetli veîdlerin bulunması kebâir-den olduğunun delilidir.[1139]

 

121. 122. ve 123. Kebireler: Mezarlar Üzerinde Mescîd Yapmak, Işık Yakmak, Kadınların Cenazeyi Teşyîi Ve Mezar Ziyareti

 

Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin tahriçlerinde, Neseî'nin hasen dediği rivayetinde ve senedinde ihtilâf olan İbn Hibbân'ın “Sahih”inde İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetlerinde; “Resûl-i Ekrem mezarları ziyaret eden kadınları ve mezarların üzerinde mescid yapıp ışık yakanları telin etmiştir.” [1140]

Hasen ve Sahih olduğunu söyleyen Tirmizî, İbn Mâce ve senedi­nin ittisalinde ihtilaf olan İbn Hibbân'ın “Sahih”indeki rivayetlerin­de; “Resûl-i Ekrem'in mezarları ziyaret eden kadınları telin ettiği” bildirilmiştir.[1141]

Ebû Davud'un Abdullah İbn Ömer (r.a.) den rivayetinde İbn Ömer (r.a.) diyor ki:

“Resûl-i Ekrem ile birlikte bir ölünün defninde bulunduk. İşimiz bittikten sonra Resûl-i Ekrem ayrıldı, biz de dağıl­dık. Resûl-i Ekrem kapının önüne geldiğinde durakladı. O sırada bir kadın çıkageldi. Zannedersem Resûl-i Ekrem onu tanımıştı. Kadın ge­çerken Hz. Fatıma olduğu anlaşıldı. Resûl-i Ekrem:

“Ne iş için evden çıktın?” diye sordu. Hz. Fâtıma:

“O cenaze sahiplerine acıdım; kendilerini taziye ve ölülerine rahmet dilemek için çıktım,” dedi. Resül-i Ekrem:

Yoksa onlarla beraber mezarlığa kadar da gittin mi?” buyur­du. Hz. Fâtıma:

“Allah korusun, sizin bu hususta söylediğinizi ve yaptığınız korkutmayı bildikten sonra daha oraya gider miyim?” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Şayet oraya gittinse, daha şiddetli hükmü hatırla,” buyurdu. Aynı hadisi Neseî de rivayet etmiştir. Ancak Neseî, hadisin son fık­rasını, “Eğer onlarla beraber mezarlığa gideydin, babanın dedesi cen­neti görünceye kadar cennete giremezdin.” [1142], şeklinde riva­yet etmiştir.

İbn Mâce ve Ebû Yalâ'nın rivayetlerinde Hz. Ali diyor ki;  

“Bir gün Resûl-i Ekrem dışarı çıkmış ve kadınların bir arada oturdukla­rını görmüştü. Resûl-i Ekrem:

Burada ne iş için oturuyor ve ne bekliyorsunuz?” diye sordu. Kadınlar:

“Cenazeyi bekliyoruz, dediler. Resûl-i Ekrem:

“Cenazeyi yıkayacak mısınız ?” buyurdu. Kadınlar:

“Hayır,” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Cenazeyi taşıyacak mısınız?” diye sordu. Kadınlar:

“Hayır, taşıyacak da değiliz,” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Cenazeyi yıkayacak olana su mu taşıyacaksınız?” buyurdu. Kadınlar:

“Hayır, onu da yapmıyacağız,” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Ücretsiz ziyaretçi olarak geri dönünüz,” buyurdu.[1143]

Tembih: Mezarlar üzerinde mescid yapmayı, ışık yakmayı, ka­dınların cenazeyi teşyi ve mezarları ziyaret etmeyi kebâirden say­mak, birinci hadisin ilk ikisi hakkındaki açık mânâlarından anlaşıl­maktadır. Çünkü bu hadisde her ikisi de telin edilmiştir.

Ayrıca ikincisi de ikinci hadîsin sarih mânâsından anlaşılmak­tadır. Üçüncüsünün de kebâirden olduğu Hz. Fâtıma ile ilgili hadi­sin zahirinden, belki Nesei'nin rivayet ettiği hadisin sarahatinden de anlaşılmaktadır. Bunların hiç birini kebâirden sayanı bulamadım. Belki imamlarımız bunların kebâirden olmaları şöyle dursun, haram olduklarını dahi söylememişlerdir. İmamlarımıza göre bunlar mek­ruhtur. Buna göre bunları kebâire hamledip, bunlara kebâir demek, kadınların ifsadâtı çoğaldığı vakittedir. îğrenç bir kılık ile cenazenin arkasına takılarak mezarlığa gitmek ve bunu ölüye ağlamak için yapmak veya fitne ve fesadın çıkmasından korkulacak şekilde süslenerek mezarlara gitmek, büyük adamların mezarlarını gasbederek mescid yapmak, mum yakarak israf etmek ve bu gibi gayri meşru yerlerde parayı harcamak bakımlarından Kebir ola­bilir, denir. Evet, Şafii imamları az da olsa mezarlarda ışık yakma­nın haram olduğunu tasrih etmişlerdir. Bu da bu ışıktan orada oturanlar ve ziyaretçiler istifade etmedikleri vakittedir, işte buna israf, fuzuli yerde serveti imha ve mecûsilerin ateş yakmalarına benzete­rek kebâir adını vermiş olurlar ki, bu da uygundur.[1144]

 

124. Ve 125. Kebireler: Efsun Yapmak Ve Nazar Boncukları Takmak

 

İsnâd-ı ceyyid ile Ahmed ve Ebû Yâlâ ve Sahih olduğunu söyle-yen Hâkim Ukbe b. Âmir (r.a.) den rivayetlerinde, şöyle demiştir: Resûl-i Ekrem'in:

“Nazar boncuğu asan kimsenin işini Allah tamamlamasın. Na­zardan korunmak için çocuklarının omuzlarına ve başlarına katır boncuğu dikenleri Allah korumasın.”[1145], buyurduğunu duydum.

Ahmed'in -râvileri sikadan olan- ve Hâkim'in rivayetlerinde, “Bir kafile ile on kişi Resûl-i Ekrem'e geldi. Bunlardan dokuzu Re­sûl-i Ekrem'e bey'at etti. Onuncusunu Resûl-i Ekrem kabul etmedi. Sebebini sorduklarında, Resûl-i Ekrem:

“Onun kolunda nazarlık var­dır.” buyurdu. Adam hemen nazarlığı çıkarıp attı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem de onun bey'atini kabul etti ve “Üzerine nazarlık asan, şirk etmiş olur.” buyurdu.[1146]

Yine Sahih bir rivayet şöyledir: Resûl-i Ekrem bir adamın kolun­da böyle bir nazar halkası gördüğünde:

“Yazıklar olsun sana, bu nedir?” diye sordu. Adam:

“Korkudandır, dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Bu sana korkudan başka bir şey artırmaz. Bunu kolundan çı­kar at. Şayet bu halka kolunda olduğu halde ölecek olursan ebedi olarak iflah olmazsın,”[1147] buyurdu.

Yine Sahih bir rivayette İbn Mesûd (r.a.) hanımının yanına gir­di. Hanımının boynunda böyle sığınmakla ilgili bir şey görünce, he­men onu çekip kırdı ve:

“İbn Mesûd'un ailesi, Allahu Teâlâ'ya şirk koşmaktan uzak ola­rak sabahlamalardır. Bunların İslamda yeri yoktur,” dedikten sonra, devamla, Resûl-i Ekrem'in:

“Efsun, nazar boncukları, sihir ve iplik düğümlemek, (sihir ile ilgili) kağıt üzerine bazı yazılar yazmak şirktir.”[1148], buyurdu­ğunu işittim.” dedi. Bunun üzerine etrafındakiler:

“Efsun ve nazarlık, bunları bildik; Teve1e dediğin nedir?” diye sordular. İbn Mesûd (r.a.):

“Bu da, kadınların kocaları tarafından sevilmeleri için yaptık­ları muska gibi şeylerdir,” dedi. Diğer bazıları da bu kelimeyi Tive1e diye okuyarak, sihir yapmak ve bu cümleden olarak kadın­ların kocalarına sihir yaptırmaları ile tefsir etmişlerdir. Başka bir rivayette, İbn Mesûd (r.a.) böyle yapınca, ailesi:

“Canım, niçin öyle söylüyorsun; bir gün sokağa çıkmıştım fa­lanca beni gördü, görür görmez de onun tarafındaki gözüm yaşar­maya başladı. Efsunu yapınca gözümün yaşarması durdu, efsunu ke­since yine yaşarmaya başladı. Bu, bir gerçek, buna ne dersin?” dedi. Abdullah İbn Mesûd (r.a.):

“İşte o, şeytandır; ona itaat ettiğin vakit sana dokunamıyor, is­yan ettiğin vakit hemen parmağını gözüne dokundurarak yaşartı­yor. Fakat Resûl-i Ekrem'in yaptığı gibi yapsan, hakkında daha ha­yırlı olur ve daha tez şifa bulursun. Gözünü soğuk su ile yıka ve:

“Allah'ım, sen bütün insanların Rabbisin. Bunun ızdırabını din­dir. Şifayı veren sensin. Senden başka şifâ veren yoktur. Buna, hiç bir hastalık bırakmayacak şekilde şifa ver.” de,” dedi.

Yine Sahih bir rivayette, “Belâ geldikten sonra takılan, nazar­lık değil; asıl nazarlık, bela gelmeden önce takılan nazarlıktır.” buyurulmuştur.

Tembih: Efsun yapmayı ve nazarlık takmaya kebâirden saymak; hadlsdeki veidlerden ve özellikle bunlara şirk adını vermekten an­laşılmaktadır. Bununla beraber özel olarak bunların da kebâirden olduğunu açıkça söyleyen âlime rastlamadım. Ancak bu gibi cer-yanların kendisinden anlaşılan hususların kebâirden olduklarını evleviyetle tasrih etmişlerdir. Temime adını verdikleri bu nazar boncuklarını asmalarının afetleri önleyeceğine inanmak cehalet, sa­pıklık ve en büyük günahlardandır. Zira bu, şayet şirk olmazsa en büyük günah olur. Çünkü fayda ve zarar veren, defedip bir zararı gelmeden önleyen, geldikten sonra buna mani olan, meneden, an­cak Allahu Teâlâ'dır. İşte efsunun kebâirden olması, böyle defi' ve men'e muktedir olduğuna inandığı vakittedir veyahut mânâsı anla­şılmayan birtakım kelimeler kullanıldığı vakittir. İşte o zaman Hattabi ve Beyhaki'nin açıkça ifade ettikleri gibi efsun haram olur. İbn Selâm bu iddiaya, Resûl-i Ekrem'e efsundan sordukları vakit, Resûl-i Ekrem'in, “Rukyenizi getirin, göreyim,” buyurması ile delil çek­mişlerdir. Çünkü manası anlaşılmayan meçhul sözler, bazan sihir ol­duğu gibi bazan da küfür olabilir. Hattabi bunu böyle anlattıktan sonra, “Rukyenin mânâsı anlaşılır ve içinde Allah adı yazılı bulu­nursa onunla rukye mustehaptır.” dedi.[1149]

 

126. Kebire: Ölümü Sevmemek

 

Buhârî ile Müslim'in Hz. Aişe (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'a ulaşmayı (ölümü) sevenin, kendisine ulaşmasını Al­lah da sever. Allah'a mülâki olmayı (ölümü) sevmeyenin, kendisine mülaki olmasını Allah da sevmez,” buyurdu. Hz. Aişe:

“Ya Nebiyallah, ölümü sevmemek mi? (Allah'a mülâki olmayi sevmemektir) hepimiz ölümü sevmeyiz,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Bu öyle senin anladığın gibi değil, (elbette ölümden kimse hoşlanmaz) fakat ölüm anında mü’min Allah'ın rahmet, hoşnutluk ve cenneti ile müjdelendiği vakit (müjdelendiği bu yere bir an evvel kavuşmanın heyecaniyle) Allah'a ulaşmayı sever, Allah da bu ku­lunun kendisine mülâki olmasını sever. Şüphesiz kâfir ölüm anında Allah'ın azâb ve gazabiyle korkutulduğu vakit, Allah'a mülâki ol­mayı İstemez, Allah da onun kendisine mülâki olmasını istemez,” [1150]buyurdu.

Yine Enes (r.a.) den gelen Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“Allah'a mülâki –ölümü- sevenin, Allah da mülakatını se­ver.. Allah'a ulaşmayı –ölümü- sevmeyenin, mülakatını Allah da kerih görür,” buyurdu. Enes (r.a.):

“Ya Resûlallah, hepimiz ölümü kerih görürüz, sevmeyiz,” de­yince, Resûl-i Ekrem:

“Ölümü sevmemek,  o demek değildir, ölüm döşeğine yatan mü’mine Allahu Teâlâ'dan (rahmet melekleri)    müjde ile geldikleri vakit, bu adam için, ölüp Allah'a mülâki olmaktan daha sevimli bir şey olamaz. Böylece Allahu Teâlâ onun kendisine mülâki olmasını is­ter. Fâcir ve kâfire gelince; o da ölüm döşeğine yattığı vakit, kötü­lüğünün cezası karşısına dikilir, işte o zaman o da ölümü sevmez, Allah da onun mülakatını sevmez,” [1151]buyurdu. Aynı mealde baş­ka Sahih hadisler de vardır.

İbn Mâce ve Taberâni'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

Allah'ım, bana inanıp beni tasdik edeni ve benim, senin katın­dan getirdiğimin hak olduğunu bilen kimsenin malını ve evlâdını azalt, mülakatını ona sevdir, onun için karamı tacil et. Ömrünü kı­salt. Bana inanmayıp beni tasdik etmeyeni ve senin tarafından ge­tirdiklerimin hak olduğuna inanmayanın malını, evlâdını çoğalt ve ömrünü uzat.” [1152]

İbn Hibbân, İbn Ebî'd-Dünyâ ve Taberânî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'ım, sana inanıp, benim, senin tarafından gönderilmiş pey­gamber olduğuma şehadet edenin, mülakatını ona sevdir, ölümünü kolaylaştır ve dünyalığını azalt. Sana iman etmeyip, benim, senin Resulün olduğuma şehadet etmeyene mülakatını sevdirme, ölümünü kolaylaştırma ve dünyalığını da çoğalt.”[1153]  buyurmuştur.

Tembih: Allah'a kavuşmayı -ölümü- sevmemenin kebâirden olduğunu söyleyen başka kimseyi görmedimse de hadîslerin zahirin­den bunun kebire olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Allah'a kavuşmayı kerih görenin mülakatını Allah'ın da kerih görmesi, son derece ve şiddetli korkutmadan kinayedir. Aslında ölümü sevmemek o kadar önemli değildir. Çünkü bu, bir tabiat gereğidir. Onu kerih görmek, günahı gerektirmez. Fakat Allah'a mülaki olma bakımından onu ke­rih görmek ise bunun aksinedir. Çünkü bu, ikinci hadisin işaret et­tiği gibi, Allahu Teâlâ'nın rahmetinden ümit kesme anlamınadır. Rahmetten ümit kesmenin kebire olduğu yukarda geçtiğine göre bu da kebiredendir. Bununla beraber Allahu Teâlâ'ya karşı sûi zannı kebâirden sayan pek çoklarını gördüm ki, bu da benim bu davamın isbatında açık bir delildir. Çünkü Allah'a mülakatı kerih görmek, O'na sûi zandan başka bir şey değildir.

Ahmed, “Sahih”inde İbn Hibbân ve Beyhaki'nin Vâile (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teala buyuruyor: “Ben kulumun beni zannı yanındayım; benden hayır umarsa hayrı, şer umarsa şerri bulur.”[1154], buyur­muştur.[1155]

 

ZEKÂT KİTABI

 

127. Ve 128. Kebireler: Zekâtı Vermemek Ve Farz Olduktan Sonra Özürsüz Onu Geciktirmek

 

Âyetler:

 

“Vay ortak koşanlara, onlar zekat vermezler...” [1156], buyurulmakla zekâtı vermeyenlere müşrik denmiştir.

Allah'ın bol nimetlerinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilâkis bu, on­lar için bir şerdir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunla­rına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah, işle­diklerinizden haberdardır.” [1157]

“Bunlar cehennem ateşinde kızdınldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtlan onlarla dağlanacak, “Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir, biriktirdiğinizi tadın” denecek.” [1158]

 

Hadîsler:

 

Buharî, Müslim ve diğerlerinin Ebû Hureyre (r.a.) den rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Zekâtını vermeyen altın ve gümüş sahiplerinin bu mallan kı­yamet günü bir zincir olur. Sahibi de malları ile cehenneme atılır. Bu ateş zincir onun yüzünü, yanlarım ve arkasını dağlar. Zincir so­ğudukça eski haline döner. Bizim dünya yılımızla elli bin yıl olan kı­yamet gününde insanlar arasında hesap görülünceye kadar bu hal tekrar olunur. Hesap bittikten sonra ya cennete veya da cehenneme gider.”

“Devenin hükmü nasıl?” diye soruldu. Resûl-i Ekrem:

“Hakkı ödenmeyen (zekâtı verilmeyen) deve sahibi düz bir sahaya yatırılır. Deve de son derece semiz bir halde ayağı ile o kim­seyi çiğner, dişleri ile ısırır. Önündeki geçince arkadaki gelir. Elli bin yıl kadar olan bir günde insanların hesabı görülünceye kadar devam eder. Hesap bittikten sonra cennetin veya cehennemin yo­lunu tutar,” buyurdu.

“Devenin haklarından birisi de, su içmeye gittiğinde sağılıp südünün içirilmesidir.”

“Sığır ve koyunun hükmü nedir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Zekâtı verilmemiş sığır ve koyun sahibi, kıyamet günü düz bir ovada yüzükoyun yatırılır. İçlerinden eğri boynuzlu veya boynu­zu kırık olan hayvan olmadığı halde o adamı boynuzları ile süserler, ayakları ile çiğnerler. Öndeki geçince arkadaki gelir ve bu hal elli bin yıl kadar olan günde insanların hesabı görülünceye kadar devam eder. Sonra bu kimse ya cennetin veya cehennemin yolunu tutar.” buyurdu.

“Ya at hakkındaki hüküm nasıldır?” diye sordular. Resûl-i Ek­rem:

“At üç sınıftır. Bir at var ki, sahibi için günahtır. Bir at var ki, sahibi için perdedir. Bir at var ki, sahibi için ecir ve sevaptır.

Sahibi için günah olan at: Onu sahibi gösteriş ve caka satmak ve Müslümanlara düşmanlık yapmak için tutar. İşte bu at sahibi için günaha vesiledir.

Sahibi için perde olan at: Kişinin Allah rızası için beslediği, üze­rindeki Allah hakkını ödediği ve iyice bakıp gözettiği attır. İşte bu at sahibini, başkasına muhtaç etmekten korur.

Sahibi için ecir ve sevap olan ata gelince; gerektiğinde Müslü­manlara yardım gayesiyle Allah rızası için çayır veya bahçeye bağ­lanıp beslenen attır ki, o çayır ve bahçeden yediği ve çıkardığı şey sayısında sevap yazılır. O at, İple bağlı bulundukça bir iki tepe koştukça dizlerinin, izlerinin ve terslerinin sayısınca sahibi için se­vap yazılır. Bu atın sahibi, ata su içirmek maksadı dışında onunla beraber dereden geçer de o at su içerse, içtiği su kadar sahibi için sevap yazılır,” buyurdu.

“Ya Resûlallah, merkep hakkındaki hüküm nedir?” diye sordu­lar. Resûl-i Ekrem:

“Merkepler hakkında:Zerre kadar hayır işleyen onu görür, zerre kadar şer işleyen de onu görür.” mealindeki şümullü âyetten başka hiç bir şey nazil olmadı”. [1159]

Buharı, Müslim ve Ahmed'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Sakın sizden birinizi kıyamet gününde omuzunda deve böğürerek bulmayayım. O bana:

“Ya Resûlallah, bana yardım et,” diye yalvaracaktır.   Ben de ona:

“Hakkında hiç bir surette şefaat etmeye muktedir değilim. Ben sana dünyada Allah'ın hükmünü tebliğ ettim, diye cevap vereceğim.

Sakın sizden birinizi kıyamet gününde omuzunda homurdayan atla görmeyeyim. O bana:

“Ey Allah'ın Resulü, bana yardım et,” diye yalvaracak. Ben ise ona:

“Sana hiç bir surette şefaat etmeye gücüm yetmez. Çünkü ben dünyada Allah'ın hükmünü tebliğ ettim,” diyeceğim.

Sakın sizden birinizi kıyamet gününde   omuzunda mel ey en ko­yunu taşır halde görmeyeyim. O bana:

“Ya Resûlallah, bana yardım et,” diyecek. Ben ise ona:

“Sana hiç bir şekilde yardımcı olamam. Çünkü ben dünyada Allah'ın hükmünü duyurdum,” diye cevap vereceğim.

Sakın sizden birinizi kıyamet günü   omuzunda insan bağırarak görmeyeyim. O bana:

“Ya Resûlallah, bana yardım et,” diyecek. Ben ise ona:

“Sana hiç bir şekilde yardım edemem. Zira ben Allah'ın hük­münü daha önce sana tebliğ ettim,” diyeceğim.

Sakın sizden biriniz kıyamet günü omuzunda ganimet elbiseleri yeldirerek gelmesin. O bana:

“Ey Allah'ın Resulü, bana yardım et,” diyecek. Ben ise ona:

“Sana yardım edemem. Çünkü Allah'ın bu husustaki hükmü­nü sana dünyada tebliğ ettim,” diyeceğim.

Sakın sizden biriniz kıyamet günü altın ve gümüş yüklü olduğu halde gelmesin. O bana:

“Ey Allah'ın Resulü, bana yardım et,” diye yalvaracak. Ben ona:

“Sana hiç bir şekilde yardımcı olamam, çünkü dünyada Al­lah'ın emrini sana tebliğ ettim,” diyeceğim.” [1160]

Buhâri, Müslim, Tirmizi ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Ebû Zer radıyallahu anh'den, şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem'in yanına gittim, Kabe'nin gölgesinde oturuyordu. Beni görünce:

“Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, onlar hüsrandadırlar,” bu­yurdu. Ebû Zer:  

Geldim yanında oturdum, yerimde duramadım kalktım ve:

“Anam, babam size feda olsun, ya Resûlallah, onlar kimlerdi,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Onlar malları çok olanlardır. Ancak şöyle şöyle şöyle şöyle (önlerinde, arkalarında, sağ ve sollarında bulunan fakirlere) veren­ler Müstesna ki, banlar azdırlar. Zekâtını vermeyen, deve, koyun ve sığır sahibinin bu malı kıyamet günü olduğundan daha büyük ve da­ha semiz olduğu halde gelerek sahibini boynuzları ile süser, ayakları ile çiğner. Biri gidince diğeri yerine gelir ve insanlar arasında he­sap görülünceye kadar böyle devam eder.”[1161]

Nesei'nin rivayetinde.

“Malının zekâtını vermeyen kimsenin malı, kıyamet günü ateş­ten bir yılan olarak gelir. Bununla beraber sahibinin alnı, yanları ve sırtı, ellibin yıl olan kıyamet gününde İnsanlar arasındaki hesap so­na erinceye kadar dağlanıp durur.”[1162], buyurulmuştur.

Müslim'in rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

“Hakkını, zekâtını vermeyen deve sahibinin kıyamet gününde bu devesi (dünyada) olduğundan daha- büyük ve daha besili olduğu halde gelir. Deve sahibi düz bir sahaya yatırılır. Deve de o kimseyi dizleri ve ayakları ile çiğner.

Hakkını, (zekâtını) vermeyen sığır sahibinin kıyamet gününde bu sığın, olduğundan daha büyük olduğu halde gelir. Sahibi düz bir sahaya yatırılır. Sığır, sahibini boynuzları ile süser, ayakları ile çiğner.

Hakkını vermeyen koyun sahibinin kıyamet gününde bu koyunu olduğundan daha besili olarak getirilir. Sahibi düz bir sahaya yü­zükoyun yatırır. Koyun onu boynuzları ile süser ve ayakları ile çiğ­ner. Bu koyunların içlerinde eğri boynuzlu veya boynuzu kırık bir hayran bulunmaz. Hepsinin uzuvları tamam olur.

Zekâtı verilmeyen altın ve gümüş sahibinin kıyamet gününde altın ve gümüşleri başı kel erkek bir yılan olarak gelir. Ağzı açık bir şekilde adama yaklaşır. Adamın yanına gelince adam ondan kaçar. Yılan:

“Biriktirdiğin altın ve gümüşleri al. Ben bunlardan Müstağni­yim.” diye seslenir. Adam kaçmakla kurtulamayacağını anlayınca, döner altın ve gümüşleri almak için elini yılanın ağzına sokar ve yı­lan da bir aygır gibi onun elini ısırır ve yer.” [1163]

İbn Mâce'nin ve Neseî'nin Sahih sened ile rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Kim malının zekâtını vermezse, zekâtı verilmeyen bu mal kı­yamet gününde (fazla zehrinden) başı kel erkek bir yılan suretine konulur ve boynuna dolanarak ona azab eder.” buyurdu ve sonra da “Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, salan ken­dileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilakis bu, onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolana­caktır.” [1164]âyetini okudu.[1165]

Taberanî'nin -râvilerinden yalnız Sabit b. Muhammed ez-Zâhid'in sikadan olup diğerleri lâbeis kimseler olan- rivayetinde ve Hz. Ali'ye mevkuf olan ve Münziri'nin, bu daha doğrudur, dediği ri­vayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

 “Allahu Teâlâ Müslüman zenginlerin mallarında fakirlere yete­cek kadar zekâtı borç kılmıştır. Zenginlerin verdikleri ile yoksullar açlıklarını giderir, Üstlerini örterler. İşte Allah bu kadarını borç et­miştir. İyi bil ki, Allahu Teâlâ onları şiddetli hesaba çeker ve sonra da şiddetli azab eder.” [1166]

Ahmed, Ebû Yâlâ, İbn Hibbân ve İbn Huzeyme'nin Mesrûk (r.a.) den rivayetlerinde Abdullah diyor ki:

“Riba yiyen ve yediren (alan ve veren), bilerek buna şahit olan ve yazan, döğün yaptıran ve yapan kadınlar, sadaka vermeyen (ve­ya bu hususta tembel davranan) hicret ettikten sonra bedevi olarak irtidad edenler, Resûl-i Ekrem'in dili ile lanetlenmişlerdir.” [1167]

Isfahânî'nin rivayetinde; Resûl-i Ekrem, ribâ yiyeni, vekilini, şa­hidini, kâtibini, döğün yaptıran ve yapan kadınları, sadakayı ver­meyeni, muhallü ve muhallelün leh'e lanet etmiştir.”

Taberânî ve diğerlerinin ta'n edilmiş bir senedle rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:           

“Kıyamet günü fakirlerden sebep zenginlerin vay haline. Fakirler:

“Bu zenginler bize haksızlık etti, Allahu Teâlâ’nın onlara borç kıldığı zekât hakkımızı vermediler.” diye davacı olurlar. Allahu Teâlâ:

“İzzet ve Celâlim hakkı için, bugün sizi bana yaklaştırır, onları ise uzaklaştırır.” buyurur. Sonra Resûl-i Ekrem “Onların malların­da muhtaç ve yoksullar için (belli) bir hak vardı.” [1168]âyetini okudu.” [1169]

İbn Ebî Şeybe, Ahmed, Hâkim ve Sahihlerinde İbn Huzeyme ile İbn Hibbân'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;

Bana, cennete ilk girecek olan üç kişi ile cehenneme ilk girecek olan üç kişi bildirildi.

Cennete girecek olan ilk üç kişi: Şehit, Allah'a ibadeti güzel eden ve efendisinin hizmetinde kusur etmeyen köle, ailesi kalabalık iffetli kimse.” Başka bir rivayette de şöyledir: “Köleliği kendisini Rabbisine itaatten meşgul etmeyen köle, ile fakir ve çoluk çocuk sa­hibi iffetli kimse.”

Cehenneme ilk girecek üç kişiye gelince; bunlar: Zâlim hüküm­dar, Allah'ın hakkını yerine getirmeyen (zekâtını vermeyen) zengin ve kibirli fakirdir.” [1170]

İbn Mesûd (r.a.) den gelen Sahih bir rivayette (r.a.),

“Namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekle emrolunduk. Ze­kât vermeyenin namazı da yoktur.”[1171] buyurulmuştur.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Namazını kılıp da zekâtını vermeyen kimse amelî kendisine fayda sağlayan bir Müslüman değildir.”[1172], buyurmuştur.

Hasen sened ile Bezzar, Taberânî, İbn Huzeyme ve İbn Hibbân'ın “Sahih”lerindeki rivayetlerinde:

“Kim (ölümünden sonra geride zekâtı verilmeyen) altın ve gü­müş bırakırsa, o altın ve gümüş kıyamet günü sahibi için başı kel bir erkek yılan suretine konur. Bu yılanın iki gözü üzerinde iki si­yah noktası vardır. Adamın peşine takılır. Adam:

“Sana yazıklar olsun, kimsin?” diye sorar. Yılan:

“Ben, senin dünyada zekâtını vermeyip geride bıraktığın hazinenim, der ve adamın peşini bırakmaz. Önce elini sonra da vücu­dunun diğer bölümlerini ısırarak azâb eder.” [1173]

Nesei'nin Sahih sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Malının zekâtını vermeyen kimsenin malı kıyamet günü kel ve erkek bir yılan halinde hayaline konur. Bu yılanın iki gözü üstünde iki siyah noktası vardır. Bu azgın yılan onu takip eder veya boynu­na halka olur da:

“ Ben senin hazinenim, ben senin hazinenim, der durur.” [1174]

Buhari ile Nesei'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teali kime mal verir de, o, bu malın zekatını vermezse, kıyamet günü bu mal sahibi için başı kel erkek bir yılan suretine konur. Bu yılanın iki gözü üstünde İki nokta vardır. Bu yılan kıya­met günü sahibinin boğazına dolanır. Sonra yılan ağzı ile sahibinin iki çenesini yakalar. Sonra:

“Ben senin malınım, ben senin hazinenim.” der. Bundan sonra Resûl-i Ekrem,

Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı ol­duğunu sanmasınlar, bilâkis bu, onların kötülüğünedir. Cimrilik yap­tıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve ye­rin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır.”[1175] âyetini okudu.” [1176]

Hâvileri arasında İbn Luhay'a’nın da bulunduğu ve ayrı bir senedle mürsel olarak Ahmed'in rivayet ettiği bir hadisde Resûl-i Ek­rem:

“Dört şey vardır ki, Allahu Teâlâ bunları İslâmda farz kılmıştır. Her kim bunlardan üçünü yerine getirir de (birini terkederse) dör­dünü yerine getirmedikçe bu üç şey (i yerine getirmesi) ona bir fay­da sağlamaz: Namaz, zekât, ramazan orucu ve hacdır.”[1177], bu­yurmuştur.

Bezzâr’ın Ebû Hureyre (r.a.) den rivayeti şöyledir:

Resûl-i Ekrem'e, adımını gördüğü yere atan bir atı getirdiler. Resûl-i Ekrem ata bindi ve yürüdü. Cebrail aleyhisselâm da onunla beraber yürüdü. Bir topluluğa geldiler. Bunlar bir gün ziraat eder, ekin eker ve bir gün de harman ederlerdi. Harman edip mahsulü kal­dırdıkları anda arazi yine eski durumuna dönerdi. Resûl-i Ekrem Cebrail aleyhisselâma:

“Bunlar kimlerdir? “diye sordu. Cebrail aleyhisselâm:

“Bunlar, Allah yolunda cihad edenlerdir. Bunlara bire yediyüz nisbetinde mükâfat verilir. Bir şeyi infak ettiler mi Allah yenisini yerine kor,” dedi.

Sonra bir topluma uğradılar ki, bunların başları taş ile ezilir. Baş ezildikçe hemen eski halini alır ve yine ezilirdi. Resûl-i Ekrem (tüyleri ürperten bu manzara karşısında) Cebrail aleyhisselâma:

“Ya Cebrail, bunlar kimlerdir?” diye sordu.  Cebrail aleyhisse­lâm:

“Bunlar, namazdan başları ağırlaşan (tembellik edip namaz için başlarını yastıktan kaldırmak istemeyen) kimselerdir,” dedi.

Sonra başka bir topluma uğradılar. Önlerinde ve arkalarında rika' bir bez parçası vardı. Hayvanlar mer'aya salıverildikleri gibi bunlar da cehennemlilerin yiyeceği olan darî (zehirli diken) zakkum ve cehennemin kızgın şeylerini yemeğe salıverilirler.” Resûl-i Ekrem:

“Ya Cebrail bunlar kimlerdir,” diye sordu. Cebrail aleyhisselâm:

“Bunlar da zekâtlarını  vermeyenlerdir. Allahu Teâlâ onlara zulmetmedi. Allah kullarına zulmedici değildir,” [1178]dedi. Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Karada ve denizde telef olan mal ancak zekâtı verilmediği için telef olur.”  [1179]buyurmuştur.

Başka bir hadiste,

“Zekâta mani olan, kıyamet günü cehennemdedir.”[1180], buyurulmuştur.

Bezzâr ve Beyhaki'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Sadaka (râvi tereddüt ediyor) veya zekât hangi mala karışırsa o malı bozar.” Yâni zengin olduğu halde zekâtını vermezse, bu zekât hakkı karıştığı diğer malını bozar veya fakir olmadığı halde zekât alan kimsenin aldığı bu zekât elindeki malı bozar, demektir. Ahmed'in görüşü budur.[1181]

Bezzâr'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Onlar için namaz, aşikâre bir borç oldu onu kabul ettiler. Zekât, gizli bir borç oldu onu yediler. İşte bunlar münafıkların ta ken­dileridir.” [1182]buyurmuştur.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Herhangi bir millet zekatını vermezse Allah da onlardan rah­metini keser.” buyurmuştur. Yine Sahih bir rivâyette:

“Herhangi bir millet ki zekâtını vermezse Allah onları kıtlıkla ibtilâ eder.” [1183]buyurulmuştur.

Beyhaki ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur;

“Ey muhacirler topluluğu, beş kötü haslet vardır ki, bunlarla mübtela olup karşılaşmanızdan Allah'a sığınırım:

1. Bir millette hayâsızlık alabildiğine yayılırsa, o millette geç­mişlerinde olmayan hastalıklar yayılır ve çoğalır.

2. Ölçü ve tartılarım eksik yaparlarsa, kıtlık, geçim sıkıntısı ve hükümdarın zulmü ile terbiye edilirler.

3. Zekâtlarını vermezlerse, kendilerinden yağmur kesilir, içle­rinde hayvanlar/olmasa hiç yağmur yağmaz.

4. Allah ve Resulüne verdikleri söz ve muahedeyi bozarlarsa, Allahu Tealâ hariçten onların başına bir düşman musallat eder; o düşman ellerindeki mallarını alır.

5. İmamları Allah'ın Kitabı ile hükmetmediği vakitte de, Alla­hu Tealâ aralarına geçimsizlik verir ve huzur bulmazlar.” [1184]

Taberâni’nin hasene yakın, bir sened ile rivayetinde Resûl-i Ek­rem şöyle buyurmuştur:

“Beş şey beş şey iledir.

“Nedir onlar?” diyenlere, Resûl-i Ekrem:

“Ahidlerini bozup verdikleri sözde durmayan bir millete Alla­hu Teâla düşmanlarını musallat eder. Kur'an-ı Kerîm'den başka bir şeyle hükmederlerse aralarında ölüm çoğalır. Zekâtlarını vermezler­se Allahu Tealâ da onlardan yağmuru keser. Eksik ölçüp eksik tar­tarlarsa, bitkileri kesilir ve kıtlıkla ibtilâ edilirler.”[1185], buyurdu. İşte o beş şey ile bu beş şey,

“Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak.” [1186]âyet-i kerimesinin tefsirinde İbn Mesûd (r.a.) dan gelen Sahih bir rivayette:

“Kişi öyle dirhem dir­hem, dinar dîhar yani ayrı ayrı dağlanmaz. Hepsi birden bütün vü­cudunun her tarafını kaplar. Allahu Teâlâ'nın; alm, yanlar ve sırtı­nın dağlanacağını tahsis etmesinin hikmeti, cimri olan zengin, yok­sulu gördüğü vakit ilk önce suratını ekşitmesi ve sonra alnını kırıştırdığı içindir. Ceza amel cinsinden olduğu için bunların da bu anılan yerleri özellikle dağlanacaktır.” [1187]

Yine İbn Mesûd (r.a.) un rivayetinde, “Her kim temiz kazanç sağlarsa, zekâtını vermemek onu pislettirir. Her kim temiz olma­yan kazanç sağlarsa, zekâtını vermek onu temiz kılmaz.”[1188], bu­yurulmuştur.

Buhâri ile Müslim'in Ahnef b. Kays (r.a.) dan rivayetlerinde, Ahnef diyor ki:

“Medine'ye geldim. Bir gün içlerinde Voıreyş'in ileri ge­lenlerinin de bulunduğu bir mecliste oturuyordum. Kaba elbiseli, karışık saçlı ve bozuk düzenli bir adam çıkageldi. Oturdu ve:

“Zekâtlarını vermeyip mallarını biriktirenleri, cehennem ate­şinde kızdırılmış bir taşın, onlardan birinin memelerinin ucuna ko­nup, yaka yaka omuz başından, sonra da omuz başından konup me­menin ucundan çıkacağı ve böylece azâb olacakları ile onları müj­dele,” dedi.

Onun bu sözleri üzerine orada oturanlar başlarını eğdiler. Ona hiç kimsenin bir cevap verdiğini görmedim. (Biraz sonra) adam geri döndü. Onu takip ettim. Bir direğin yanında oturdu. Kendisine:

“Bakıyorum ki senin bu sözünden kimse memnun kalmadı,”de­dim. O:

“Bunlar bir şey anlamazlar. Benim dostum Ebu'l-Kasım sallallahu aleyhi ve sellem beni çağırdı, yanına gittim bana:

“Uhud (dağını) görüyor musun?” diye sordu. Ben güneşe bak­tım, akşama ne kadar zaman kaldı, beni bir işi için göndereceğini sandım ve:

“Görüyorum,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Uhud kadar altınım olsa -üç dinarı hâriç- hepsini infak etmek isterim. Bunlar bilmeyerek dünyayı topluyorlar,”    buyurdu. Ben:

“ Kureyş'den  kardeşlerinize gidersiniz ve onlardan istersiniz, onlar da size verirler,” dedim. O:

“Rabbime yemin ederim ki, Allah ile Resulüne kavuşuncaya kadar dünya ile ilgili onlardan hiç bir şey istemeyeceğim gibi din ile ilgili hiç bir hususta da onlardan fetva istemem”[1189], dedi”.

Müslim'in rivayetinde; Ahnef b. Kays diyor ki: “Ben Kureyş'den bir toplulukla beraberdim. Ebû Zer oraya uğradı ve:

“Altın ve gümü­şü biriktirip de zekâtını vermeyenleri, arkalarından vurulup yanla­rından çıkacak, kafalarından vurulup alınlarından çıkacak bir dağla onları müjdele” dedi sonra kenara çekilerek oturdu. Ben:

“Bu kimdir?” dedim. Onlar:

“Bu, Ebû Zer'dir,” dediler. Râvi diyor ki:

“Ben kalktım yanına gittim ve kendisine:

“Az önce senden duyduğum ne idi?” diye sordum. O:

“Ben ancak Resûl-i Ekrem'den duyduğumu söyledim,” dedi. Ben:

“Bu atıyye hakkında ne dersin?” diye sordum, Ebû Zer:

“Onu al; o bugün senin geçinmene yardımcıdır, fakat dinine bir bedel olduğu vakit ona yaklaşma,” dedi.[1190]

Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Zekât, îslâmın köprüsüdür.” [1191]buyurmuştur.

Taberâni, Ebü Nuaym ve Hatib'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Mallarınızı, zekâtını vermekle  kal'a içine alın. Hastalarınızı, sadaka vermekle, tedavi ediniz. Belâyı dua ile defediniz.” [1192]

Tirmizî ve diğerlerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

Ancak burada metruk olan Musft b. Emeyr el-Kûfl vardır.

 “Malının zekâtını verdiğin vakit, üzerinde olan borcunu ödemiş olursun.” [1193]

Hâkim ve diğerlerinin rivayetleri,

Malının zekâtını ödediğin va­kit, kötüyü senden gidermiş olursun.” şeklindedir.

İbn Adiy rivayetinde, “Sadaka, ancak malı çoğaltır.” buyurulmuştur.

Beyhaki'nin rivayeti, “Zekâtı verilen her mal, yer altında gizlense bile hazine değildir. Zekâtı verilmeyen her mal, açıkta olsa bile yine kenz ve hazinedir.”[1194]  şeklindedir.

'Ahmed, Müslim ve Neseî'nin rivayetlerinde Resül-i Ekrem:

“Sadaka maldan bir şeyi eksiltmez. Af etmekle Allahu Teâlâ an­cak kişinin izzetini ve şerefini yüceltir. Allah için tevazu edeni de Allah yüceltir.” [1195]buyurmuştur.

Ahmed, Ebû Davûd, Tirmizî ve Dârekutni'nin rivayetleri şöy­ledir:

“Kollarında altın bilezikleri bulunan iki kadın   Resûl-i Ekrem'e geldiler. Resûl-i Ekrem:

“Bu bileziklerin zekâtını veriyor musunuz?” diye sordu. Onlar:

“Hayır, vermiyoruz,” deyince, Resûl-i Ekrem:

Kıyamet gününde Allahu Teâlâ’nın ateşten size iki bilezik tak­masına memnun kalır mısınız?” buyurdu. Onlar:

“Hayır, istemeyiz,” dediler. Râvi diyor ki:

“Kadınlar, bilezikleri­nin zekâtını verdiler.” [1196]Hattabî'nin dediği gibi:

“Bunlar, cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. “Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir, biriktirdiğinizi tadın.” denecek.”  [1197]âyet-i celîle'sinin tevilidir.

Yine Abdullah b. Şeddat b. el-Had'dan gelen Sahih bir rivayette:

“Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in eşi Hz. Âişe'nin ya­nına girdim.” O, şöyle dedi:

“Resûl-i Ekrem yanıma geldi, elimde gümüşten bazı halkalar görünce:

Ya Aişe, bu nedir?” diye sordu. Ben:

“Ey Allah'ın Resulü, senin için süsleniyorum,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Onların zekâtım verdin mi?” diye sordu. Ben:

“Hayır, yahut (şöyle dedi) Allah diledi ise,” dedim. Resûl-i Ek­rem:

“Bunlar cehennem ateşi olmak bakımından sana yeter” buyur­du.[1198]

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Herhangi bir kadın boy­nuna altın gerdanlık takarsa, kıyamet günü onun benzeri, ateşten bir halka boynuna takılır. Hangi kadın kulağına altın küpe takarsa, kı­yamet günü onun benzeri, kulağına ateşten küpe takılır.” [1199]buyurmuştur.

Yine Sahih bir hadîste, “Kim ki böğürlerinin ateşten halka ile dağlanmasını isterse, altın halkaları böğürlerine taksın. Kim ki bö­ğürlerine ateşten kaytan bağlamak isterse o da altından zincir takın­sın. Kim ki kollarının ateşten bileziklerle bezenmesini isterse o da al­tından bilezik edinsin. Fakat siz gümüşe devam ediniz ve onunla oynayınız.”  [1200]buyurulmuştur.

Bütün bunlar mânâları ile beraber sanki ayrı hadîsler gibidir. Bize (Şafiilere) göre hadîslerin tevili şöyledir: İslâmın ilk zamanla­rında altın ziyneti kadınlara haram idi. Bunun için ziynetlerinin ze­kâtını vermek de onlara borç idi veya kadınlar bu hususta fazla is­rafa kaçmışlardı. Tabii altunu fazla kullanınca zekâtı borç olur.[1201] Hadisde, “Cehenneme girecek ilk üç kişi: Sulta sahibi hüküm­dar, zekâtım vermeyen zengin ve böbürlenen yoksuldur. [1202]bu­yurulmuştur.

İbn Abbâs (r.a.) diyor ki: “Malî gücü yerinde olup haccetmeyen ve zekâta borçlandığı halde borcunu ödemeyen kimse, ölüm anında geri dönmeyi Allah'tan isteyecektir”. Adamın biri:

“İnsaf et, ölümden geri dönmeyi ancak kâfirler ister, Allah'­tan kork, böyle söyleme, “dedi. İbn Abbâs (r.a.):

“Ben size bu hususta âyet-i celile okuyacağım,” dedi ve:  

Birinize ölüm gelip de: “Rabbim, beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, iyilerden olsam.” diyeceği zaman gel­mezden önce, size verdiğimiz rızıklardan sarf edin.” [1203]âyetini okudu.

Hikâye edildiğine göre; Tabiî'nden bir cemaat Ebû Sinan'ın ziya­retine giderler. Ebû Sinan:

“Komşumuzun kardeşi ölmüştür, kalkın hep birlikte taziyesi­ne gidelim,” der. Yusuf Feryâbî'nin oğlu Muhammed diyor:

“Hep be­raber kalktık adamın taziyesine gittik. Adamı, büyük acı içersinde kıvranmakta olup, kardeşine son derece şiddetle ağladığını gördük. Ne kadar teselli ettikse de tesellimizin bir fayda vermediğini gördük. Bunun üzerine kendisine:

“Ölümün, herkesin mutlak surette geçeceği bir köprü olduğu­nu unuttun mu?” dedik. O:

“Evet, ben bunu biliyor ve buna inanıyorum. Ben bunun için ağlamıyorum. Benim ağlamam, kardeşimin akşam sabah çektiği azâb içindir,” dedi. Biz:

“Yoksa kardeşinin azabını Allahu Teâlâ sana gösterdi mi, ke­ramet yolu ile bundan haberdar mı oldun?” dedik. O:

“Hayır, böyle bir şey yok. Ancak onu defnedip mezarını dü­zelttikten sonra herkes dağılıp gitmişti. Ben bir süre mezarının ba­şında oturdum. Bu sırada mezardan bir ses:

“Âh, beni yalnız başıma bu azabın içine bıraktı gittiler. Halbuki ben namaz kılar ve oruç tutardım.” dedi. Buna dayanamadım ve ağladım. Mezarı açtım, bir de baktım ki, mezar alevler içindedir. Kardeşimin boğazında ateş­ten bir halka var. Dayanamadım halkayı atmak için elimi uzattım, parmaklarım ve elim yandı. Sonra kardeşim elini bana uzattı, tama­men yanmış olduğunu gördüm. Bu halde yine üzerine toprağı örte­rek oradan ayrıldım. Bu durumda ben nasıl üzülmeyeyim ve nasıl ağlamayayım?” dedi. Biz:

“İşte bu:

“Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilâkis bu, onla­rın kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunları­na dolanacaktır.” [1204]âyet-i celile'sinin haber verdiğidir. Senin kardeşine ise mezarında hemen azap başlamıştır, kıyamete kadar devam eder. Bizler, cenaze sahibinin yanından çıktıktan sonra Hz. Ebû Zer (r.a.)’in ziyaretine gittik, durumu kendisine arzettikten sonra:

“Yahudi ve hırıstiyanların ölülerinde böyle bir durum ile kar­şılaşmadığımız halde bizde bu nasıl olur?” diye kendisine sorduk. Ebû Zer (r.a.):

“Zaten onların olacağı odur. Mü’minler hakkında ara sıra bu gibi görüntüler, ibret ve ders almak içindir,” dedi ve

“Kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhine­dir.” [1205]âyetini okudu”.

Hatib'in tahricinde, “Allahu Tealâ cimriye hayatında, buğzeder, cömerde de ölümünde rahmet eder.” buyurulmuştur.

Ebû Dâvud ve Hâkim'in rivayetlerinde,

“Aşırı derecede cimrilikten “ainnın, zira sizden öncekiler bu se­bepten helak oldular. (Koyubahillikleri) onlara bahilliği emretti, kabul edip cimrileştüer. Akrabalarla ilgilenmemeyi emretti kabul edip sıla-ı rahmi terkettiler. Kötülük yapmayı emretti, kabul edip kötü oldular (ve böylece helak oldular.)”[1206], buyurulmuştur.

Buhâri “Edebü'l-Müfred” inde ve Tirmizî rivayetinde Resûl-i Ek­rem:

“İki haslet vardır ki, ikisi birden mü’minde toplanmaz: Cimrilik ve kötü huy.” [1207]buyurmuştur.

Yine Buhâri “Edebü'l-Müfred”inde:

“Size insanların en fenasını haber vereyim: Allah adına kendi­sinden istendiği halde vermeyendir.”[1208], buyurmuştur.

Yine “Tarih” inde Buhâri'nin ve Ebû Davud'un rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kişide bulunan vasıfların en kötüsü, hırs ve tama1 getiren cim­rilik ve insanı toplumdan uzaklaştıran korkaklıktır.”, buyur­muştur.

Hatib'in rivayetinde,

 “Aşırı derece cimri olan cennete giremez.” [1209]buyurulmuştur.

Âhmed, Taberânî ve Beyhaki'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Bu ümmetin ilk gelenlerinin huzur ve salahı, zâhidlik -dünya­lıktan vaz geçmek- ve yakın- kesin olarak Allah'a bağlanmakla- idi. Sonra gelenleri de cimrilik ye uzun emeller peşinde koşarak he­lak olur.”[1210] İbn Ebî'd-Dünyâ'nın da bu mealde bir rivayeti vardır.

Hatib ve diğerlerinin rivayeti, “Cömerdin yemeği şifa, cimrinin yemeği ise zehirdir.” şeklindedir.

İbn Asâkir'in rivayetinde, “Cimrinin cennete giremeyeceğine dâir Allahu Teâlâ yemin etmiştir.” buyurulmuştur.

Ebû Yâlâ'nın rivayeti, “Cimriliğin İslamiyeti mahvetmesi gibi hiç bir şey İslâmiyeti yok etmemiştir.”[1211], şeklindedir.

Ahmed, Buharı, Müslim ve Nesel'nin rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem şöyle buyurmuştur:

 “Cimri ile infak eden (cömerdin) örneği, şu iki kimse gibidir ki, bunların eyinlerinde, iki göğüslerinden köprücük kemiklerine kadar (tenlerini örten) demirden cübbeleri vardır. Bunlardan cömerd olan, sadaka verir vermez o demir zırh genişler, aşağı doğru uzar ve vü­cudunu tamamiyle kaplar. Hatta ayağının parmaklarını örter. Ayak izlerini de siler süpürür. Cimriye gelince; o, hiç sadaka vermez ver­mek istese, derhal o zırhın bütün halkaları vücudun aynı hizada olan halkalarını sıkar. Cimri de bu zırhı genişletmeye çalışır, fakat geniş­leteni ez.”[1212]. Yani Resûl-i Ekrem, Allahu Teâlâ’ınn rızkından ki­naye olarak iki cübbeyi misâl verdi. Yoksul kimseleri görüp gözeten, çeşitli hayır hizmetlerine yardım elini uzatan kimsenin nimeti çoğa­lır ve serveti her tarafını kaplar. Cimri ise, o, bir şey verecek olsa da, onun hırsı, tama'ı ve malının azalma korkusu ona engel olur, sıkıştırır. O, vermemekle servetinin çoğalacağını sanır. Halbuki çoğalmaz, çoğalsa da büyük sıkıntılarla çoğalır.”

Deylemi'nîn rivayetinde, “Çoluk çocuğunu bolluk ve hayır içinde bırakıp da kötülükle Allah'ın huzuruna çıkana yazıklar olsun.” buyurulmuştur.

Simeveyh'in rivayetinde, “Yalan ve cimrilik gibi iki kötü huy bir müminde toplanmaz.” buyurulmuştur.

Hatib'in rivayetinde, “Efendi ve büyük adam cimri olmaz.” şek­lindedir.

Ebû Yâlâ ve Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Zekâtını veren, Müsafir ağırlayan ve musibet ânında infak eden, cimrilikten uzaktır.” [1213]buyurmuştur.

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur :

“Ademoğlu ihtiyarladıkça iki haslet onda gençleşir: Mala haris olmak, yaşamaya haris olmaktır.” [1214]

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İhtiyarın gönlü iki şeyi sevmekte gençtir: Yaşamak ve mal sevgisidir.”  [1215]buyurmuştur.

İbn Adiy'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Ümmetim için en çok korktuğum, hevâi arzuları ve uzun amellerdir.” buyurmuştur.

Deylemî'nin rivayeti, “Allahu Teâlâ kendisinin emirlerini yerine getirmemekte gazab ettiği gibi, doğru söyleyen dilenci için de aynı şekilde gazab eder.” şeklindedir.

İbn Cerir'in rivayetinde Resûi-i Ekrem,

Cimrilikten son derece sakının, zira cimrilik bir milleti davet etti, onlar zekâtlarını verme­diler. Onlara çağrıda bulundu, süâ-ı rahm etmediler. Yine onları ça­ğırdı, birbirinin kanlarını döktüler.” buyurmuştur.

Dârekutni ve Hatib'in rivayetlerinde, “Cimrilik ondur; dokuzu Fars'da, diğeri bütün dünya milletlerindedir.”

buyurulmuştur.

Hatib'in rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

“Cimri, zâlimden da­ha gaddardır. Zaten Allah katında cimrilikten daha büyük zulüm var mıdır? Allahu Teâlâ, izzet, azamet ve celâline yemin ederek cim­rinin cennete giremeyeceğini haber vermiştir.”

Ebû Nuaym ve diğerlerinin rivayetlerinde, “Allahu Teâlâ alçak­lığı yarattı ve onu cimrilikle, mal ile süsledi.” buyurulmuştur.

İbn Ebî Şeybe, Hennâd, Neseî, Hâkim ve Beyhaki'nin rivayetle­rinde Resûl-i Ekrem:

Mü’minin kalbinde cimrilik ile iman, bir arada asla toplanamaz.” buyurmuştur. İbn Adiy'nin aynı mealde bir riva­yeti vardır.

Deylemî'nin rivayetinde, “Allahu Teâlâ: “Ey Ademoğlu, yaşadı­ğın sürece cimri idin. Ölüm gelip çatınca malına hücum eder, onu parçalamaya kalkışırsın. İki haslet sahibi olma: Hayatta iken yara­mazlık ve ölümde yaramazlık, servetinden mahrum olacak fakir akrabalarına bak, meşru şekilde onlara vasiyette bulun.”  buyurdu.” buyurmuştur.

Tembihler: Bunlardan biri, zekâtı vermemeyi kebireden sayma meselesidir ki, bu hadislerin delalet ettiği veidler karşısında bunda ittifak vardır. Aynı zamanda imamların açık veya ima yollu sözle­rinden anlaşılan zekâtı vermemenin, azı ile çoğu arasında farkın bu­lunmamasıdır. Fakat Gasb bahsinde hırsızlık nisabı ile kayıtlana­cağı anlatılacaktır.

Ben de derim ki: Gasbda sirkat nisabı kadar olursa kebâirdir, ihtimalini kabul etmekle beraber zekâtta da bu hükmü tatbik doğru olmaz. Zira zekât, mâlikine havale edilmiş bir borçtur. Eğer bunun azını vermemek kebâir değildir diye Müsamahalı bir hüküm verile­cek olursa, bu, yavaş yavaş çoğuna da şamil olur. Baksana, sarhoş­luk vermediği ortaçla iken, şarabın bir katresinin dahi haram olma­sında ittifak ettiler ve sebep olarak da azın çoğa götürmesini göster­diler. Mal da böyledir. İnsan onun çoğalmasını ister. Azını vermeme­ye Müsaade edilince yavaş yavaş çoğunu da vermez bir hal alır. Çün­kü azın çoğa gittiği kaidesi meşhurdur. Demek ki azını vermemek ile çoğunu vermemek arasında kebâir olmak bakımından fark yoktur. Fakat vücubtan sonra yani zekât borç olduğu halde borcunu gecik­tirmenin de kebâirden olduğuna gelince; bu da Ahmed, İbn Huzeyme, İbn Hibbân ve Ebû Yâlâ'nın İbn Mes'ûd (r.a.) dan rivayet ettik­leri “Sadakayı geciktirip zamanında vermeyenler, Resûl-i Ekrem'in dilinde melun olan kimselerdir.” hadisi ile sabittir. Bunun için bazı­ları, zekâtı vaktinde vermeyip tehir etmeyi de kebâirden saymış­lardır.

Tembihlerden bir diğeri de kadınların altın ile süslenmesi meselesidir. Bunun hakkında da şiddetli veîdler vârid olmuştur. Bunla­rın kebâirden olmaları iddiasına gerekli cevabı yukarda verdim. Fa­kat burada da bu konuyu biraz daha genişletip ayrı ayrı cevaplar ver­mem gerekti.

Birinci cevap, bu rivayetlerin mensûh olmasıdır. Çünkü kadın­ların altın ile süslenmesi sabittir ve sakıncası yoktur.

İkinci cevap, bu veidler, zekâtı vermeyenler hakkındadır. Yoksa zekâtını veren kadınlar için altın kullanılmasında beis yoktur. Ni­tekim Sahabe ve Tabiîn'in bir çoğu bu görüştedir. İmâm-ı A'zam ve arkadaşları da bu kanaattedir. Hatta Münzirî de bunu ihtiyar etmiş­tir. Sahabe ve Tabiîn'in diğerleri ile onlardan sonra gelen Mâlik, Şa­fiî ve Ahmed gibi imamlar, kadınların ziynet için takındıkları altında zekât olmadığını söylemişlerdir. Hattabi diyor ki:

“Âyetlerin zâhirî, kadınların ziynet için kullandıkları altınlarda zekat olduğunu söyleyenleri teyid eder. Eser de bunları teyid eder. Zekatı düşüren, fikre kail oldu. Şüphesiz onların da eserden dayanakları vardır. An­cak ihtiyat, zekâtlarını vermektedir.”

Üçüncü cevap, bu veidleri, altın ile süslenip kendisini yabancı­lara teşhir edenler hakkında olmasıdır. Nitekim Ebû Dâvûd ve Neseî'nin rivayetlerinde,

“Dikkat edin, sizden herhangi bir kadın altın ile süslenir, sonra onu başkalarına gösterirse, onunla azab olur.” [1216]buyurulmuştur. Yine bunun gibi Resûl-i Ekrem kendi ehli beytini altın ile süslen­mekten meneder ve

“Eğer siz cennetin altın ve ipeklerini seviyorsanız, sakın onları dünyada giymeyiniz.” [1217]buyurdu.

Dördüncü cevap, altın istimalinden menetmenin sebebi, Resûl-i Ekrem'in burada gördüğü ağır israftır.

Tembihlerden birisi de, cimrilik ile ilgilidir. Cimriliği yeren, gai­le ve âfetlerini bildiren hadisler yukarda geçmştir. Bunun açıklan­ması şöyledir: Dinen cimrilik demek, zekâtı vermemek demektir. Di­ğer vacip olan borçlar da buna katılmıştır. Bu borçlan ödemeyen cimri sayılır ve yukarda geçen hadîsler gereğince ceza görür. Gazali diyor ki: “Bazıları cimriliği şöyle tarif etmişlerdir:

“Cimrilik, vacibi ödememektir. Borcunu ödeyen cimri değildir”. Fakat bu tarif yeterli değildir. Zira ekmeğin eksiktir diyerek fırıncıya ekmeği iade eden kimse de cimridir. Yine bunun gibi, hâkimin tayin ettiği ve vacip dediğimiz borç olan nafakayı çoluk çocuğuna verdikten sonra onlara bir bisküvi ve çikolata gibi şeylerde darlık gösteren ve bunları alma­yan da cimridir. Hatta önünde yiyeceği ekmeği dururken, ötedenberi bu ekmekten yemek ihtimali olduğunu sanarak bir adamın geldi­ğini görünce hemen bu yemeği gizlemeye kalkan da cimridir”.

Diğer bazıları da:

“Cimri, her çeşit atıyyeye zorlanan kimsedir.” demişlerdir ki, bu da eksik bir tariftir. Şayet bu atıyyeden hepsini kasdediyorsa, çok cimriler var ki, azıcık şeyi vermek güçlerine gitmez. Şayet atıyyeden çok miktarı murad ediyorlarsa, bu yalnız cim­rileri değil, cimri olmayanları da ağırlandırır ki, bunun cimrilikte et­kisi olmaz. Bunun gibi cömerdlikte de ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı, başa kakmadan vermek ve düşünmeden dileği yerine getirmektir, demişlerdir. Diğer bir kısmı da, “İstemeden vermektir.” demişlerdir. Diğer bâzıları da, “Dilenciyi gördüğü vakit sevinmek ve imkan nisbetinde verdiğinden genişlik duymaktır”. Bazıları, “Kendisinin de mahzun da Allah için olduğunu bilerek vermektir ki, bunların hiç bi­risi cimrilik ve cömerdlik kelimelerinin efradını cami ve ağyarını ma­ni şekilde bir tarif değildir.                            

Gerçek şu ki, harcanması gereken yerde kısmak cimrilik, tutul­ması gereken yerde harcamak ise israftır. Bunların arasında makbul olan, orta durum vardır. İşte buna cömerdlik denir. Resûl-i Ekrem ancak cömerdlikle emrolundu. Nitekim Allahu Teâlâ,

“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutum­suz olma, yoksa pişman olur açıkta kalırsın.” [1218]buyurmuştur. Yine Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Onlar, sarfettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” [1219]

Cömerdlik, cimrilikle israf, dürülmekle açılmak arasında bir hâl­dir. Bunun kemali, verdiğine hiç bir suretle içten bağlanmamaktır. Hatta kalbini mala bağlaması, yalnız onu makbul yerlere sarfetmesi bakımından olmalıdır. Sonra servetin dağıtılmasının vücubu, şer'î olur, mürüvvet bakımından olur ve bir de âdet bakımından olur. tşte cömerd demek, her üç yönden de verilmesi gereken şeyleri veren kimsedir, yoksa bunlardan birini yapmayacak olursa cimri olur. Bu­nunla beraber, zekât gibi şer'i borcunu vermeyen ve çoluk, çocuğu­nun nafakasına bakmayan, diğerlerinden yani mürüvvet bakımın­dan vacip olan darda bulunanlara vermemekten daha cimridir.

Bu mürüvvet bölümünü çirkin görmek, hal ve şahıslara göre de­ğişir. Meselâ, komşusu, dostu ve aile efradına karşı mal sahibinden görülen çirkin haller, başkasına karşı çirkin görülmez. Cimriliğin üçüncü bir derecesi daha vardır ki, o da şer'i borcunu ve mürüvve­tin gerektirdiğini yaptıktan sonra musibetlere karşı sermaye olsun diye Allah'ın va'dettiği mükâfatları hiçe sayarak diğer hayır yolla­rına înfak etmeyip fani olan menfaatini tercih etmiş olmasıdır ki, bu da en büyük bir cimriliktir. Zira onlar istikbali için servet biriktir­mesini önemli görürler. Bununla beraber zekâtını vermiş olsa da çev­resindeki yoksula ayrıca bakmamasını da hoş karşılamaz, bunu da kerih görürler. Bu kerih görme işi de adamın servetinin azlığı, çok­luğu ve yoksulun ihtiyaç derecesi ile değişir.

Sonra da bu adam dinî ve mürüvvet bakımlarından infak veci­belerini yerine getirmekle cimrilikten kurtulursa da bunlardan faz­la bir şey infak etmezse cömerd olamaz. O da bu infakım yalnız se­vap kazanmak için yapması şarttır. Övülmek, kendine hizmet ettir­mek ve kendisini saydırmak veya karşılık beklemek için olmamalı­dır. Böyle olursa mükafatı yoktur ve cömerd olamaz.

Tembihlerden birisi de, cimrilikte olan tehlikelerden korunmak için, din ve şerefinin korunmasını isteyen herkesin cimrilik hastalı­ğından sıyrılması lâzımdır. Bu da ancak cimriliğin sebep ve emelluş çarelerini bilmekle mümkündür. Cimriliğin sebebi, uzun kurun-lerde ; birlikte mal sevgisidir. Bu da ya, servetsiz elde edilmeyen şe­hevi arzu ve isteklerine ulaşması içindir -çünkü yarından sonra öleceğini bilen kimsede elbette cimrilikten eser kalmaz- ya da doğ­rudan cimriliğin sebebi, mal sevgisidir. Bu mal sevgisi, ya uzun yıl­lar yaşayacağım ümit ve kuruntusu ile servetsiz elde edemiyeceği şehevî arzulan içindir -zira yarından sonra öleceğini bilen kimse­de cimrilikten eser kalmaz - ya da bizatihi mal içindir. Mal ve ser­veti; mal ve servet olduğu için sever. Bunun için bakarsınız ki hü­kümdarlar gibi infak etse ve normal olan ömrün en uzununu da ya­şar ise yine serveti yitip artacağını bildiği ve vârisi de olmadığı halde yine zekât vermemek ve infak etmemekte cimrilik eder. Bu durumda bile servetini yere gömmekte ve ölüm anında bile yut­kunup servetini gizlemektedir.

İşte bu şekilde olan cimrilik hastalığının tedavisi cidden zordur, belki muhaldir. Fakat birinci şekildeki cimriliğin tedavisi mümkün­dür. Çünkü şehvet sevgisi aza kanaat ve sabır ile uzun kuruntular, ölümü hatırlamak ve emsallerinin ölmeleri ile tedavi edilir. Ayrıca ölenlerin de uzun zahmetlerle elde ettikleri servetlerinin ölümleriyle hemen mahvolması, kısa zamanda çeşitli günah yollarında harca­nıp gitmesini göstermekle tedavi edilir. Ayrıca çocuklara bakıp on­ları düşünmesi de önceden bir hayır yapıp kendisi için hazırlama­sını hatırlatmakla, ayrıca her doğan çocuk için Allahu Teâlâ'nın bir nzak takdir ettiğini, bunun artıp eksilmeyeceğini, nice babalarından hiç bir şey görmeyen çocuklann sonradan zengin olduklarını ve nice büyük miraslara oturanların kısa zamanda iflâs edip perişan duru­ma düştüklerini, bütün hayır yollarından uzaklaştıklarını, ayrıca cimrilerin perişan hallerini düşünüp bunların nasıl buğz yolunda ol­duklarını ve bütün hayır yollarından uzaklaştıklarını, bunun için herkesin onlardan nefret ettiğini ve tabiat icabı onları çirkin gördü­ğünü düşündürmekle de tedavi edilir. Bu o kadar önemlidir ki, bazı cimriler, kendileri cimri oldukları halde kendisinin insanlar arasın­da ne kadar iğrenç bir durumda olduğunu unutarak onları çirkin görür ve onlardan nefret eder. Ayrıca maldan elde edeceği kârı dü­şünmekle de kendisini tedavi edebilir. Bu balamdan aklı başında olan adam servetinden kendisine yetecek kadarını tutup fazlasını daha kârlı olan sevabı için azık edinmelidir. Şüphesiz bu da serveti Allahu Teâla’ınn razı olacağı yerlerde kullanmakla mümkündür. Kim ki bu tedavi yollarına aklım verir ve iyice düşünürse fikri cilalanır, gönlü ferahlar ve genişler. Artık imkân nisbetinde veya bütünüyle cimriliğin her bölümünden uzaklaşır.

İşte bu hali iktisap edince, infak hakkında kalbine gelen ilk ha­tırasına riâyet etmektir, insan acıklı bir manzara ile karşılaşınca, ilk önce içinden bir ses buna “Yardım elini uzat” der, fakat hemen aka­binde, şu ve bu ihtiyaçların var gibi ikinci bir ses gelir. İşte bu ikinci ses şeytandır. Hayra mani olmak ister, ona iltifat etme. Bunun için bazı büyüklere böyle hatıralar gelmiş -hatta bu zâtın Ebû Bekir (r.a.) olduğu söylenir. Ebû Bekir radıyallahu anh tuvalette iken el­bisesini tasadduk etmek hatırına gelir. Acele ile işini bitirmeden kal­kar ve elbiseyi verir, sonra tekrar tuvalete döner. Kendisine:

“Bu yaptığın ne idi?” diye sorduklarında, o:

“Korktum, şeytan bu azmimin dizginlerini kırar ve bana engel olur. Onun için hemen bu hayrımı yaptım. Aşk. ancak sevgilinin di­yarından  göçmekle zail olacağı gibi, cimrilik de kişinin kendisini zorlayarak infak etmesiyle zail olur.”

Bu tembihlerden birisi de. servetin dinî ve dünyevi yararları ol­duğunu bilmektir. Zira bizzat Allahu Teâlâ servete “hayır” adını ver­miştir. Nitekim âyet-i celile'de:

“Eğer mal bırakıyorsa...”[1220], buyurmuş ve kullarını bunun­la minnet altına almıştır. Hadisde de,

“Nerde ise yoksulluk küfür olacaktı.” buyurulmuştur.

Malın dünyevi faydalarını herkesin bildiği açıkça meydandadır.

Dini faydalarına gelince; hac ve umre gibi önemli ibadetlerin mal ile yapılabilmesidir. Ayrıca her çeşit ibadete mal ile güç yetirilir. Yiyecek, giyecek, mesken, evlenmek ve diğer ihtiyaçlar gibi. Çün­kü yalnız ibadete dalmak bunların müemmen olması ile mümkün­dür. O halde mal ve servet edinmek de bir ibadettir. Fakat bu, yete­cek kadar olan maldır, ihtiyaçtan fazla olanı dünyalıktır. Malın dini faydalarından biri de onu sadaka olarak vermektir. Sadakanın fazi­leti ise herkesin bildiği bir şeydir. (Bu hususta ben bir kitap telif et­tim) .

Ayrıca zenginler için fazilet sayılan davet, hediye, ziyafet ve benzeri faydalar da vardır. Üstelik bütün bunlar ile dostlar kazanı­lır. Haberde, “Kendisiyle şerefi korunan her şey sadakadır.” diye vârid olmuştur. Ayrıca işine bakanın ücretini öder. Zira her ihtiyacını kendi eliyle giderecek olsa ahiretini kazanacak vakit bulamaz. Çün­kü başkasının yapması düşünülmeyen amel, iîim, zikir ve fikir gibi şeylere ihtiyaç vardır. Bunları bırakıp diğer işlerle uğraşmak kişi­nin zararına olur. Ayrıca servet sayesinde amme ile ilgili hayırlarda ve genel hizmetlerde bulunursun. Cami, kervansaray, köprü, yollar üzerinde çeşme, hastanene ve benzeri faydalı vakıflar yapmak gibi yararları vardır, öldükten sonra da devam edip insanı hayır ile yad ettiren bu hayırların hepsi servet sayesinde olur. Hayır olarak bun­lar sana yeter, tşte bütün bunlar servetin dinî faydalarıdır. Ayrıca şeref sahibi olmak, çok hizmetçi ve dostları bulunmak, insanların kendisine karşı saygılı olmak gibi dünya faydaları da başka.

Malın dünyevî ve uhrevî faydaları yanında yine dini ve dünyevî zararları vardır. Dini zararları, insana sağladığı imkânlarla insanı isyana teşvik eder. Zira, “Bulamamak, ismettendir.” sözü meşhurdur. İnsan bir kötülüğü yapabileceğini iyice anladıktan ve bu imkânlar kendisinde bulunduktan sonra, o isyanı irtikab edinceye kadar hu­zura ulaşamaz. Aynı zamanda servet, insanı önce nimetlerden fay­dalanmaya alıştırır ve bu, kendisine servet sayesinde bir âdet haline gelir. Yaşantısı ona bürünür. Artık bu yaşantıdan ayrılamaz olur. Hatta bu yaşantıyı sürdürebilmesi için mutlaka haram servet edin­mesi gerekli olsa onu da göze alır. Çünkü serveti çoğalan kimsenin insanlar arasında düşüp kalkmakta ihtiyaçları da çoğalır. Bu sebeple onlara karşı ayrı şekilde görünmeye çalışır, riyakâr olur. Onların gönüllerini almak hususunda Allah'a isyan eder. Böylece kendisinde düşmanlık, kin, çekememezlik, gösteriş, böbürlenme, yalan, çekiştir­me, söz gezdirme ve benzeri hastalıklar, hışım ve laneti gerektiren kötü huy ve çirkin haller görülmeye belirmeye başlar. Artık Allah’ı zikri ve O'nun rızasını unutarak servetini düzeltmekle de meşgul olur. Halbuki Allah'ın zikrinden alıkoyan her şey meş'ûm ve zarardır.

İşte bu, müzmin bir hastalıktır. Zira ibadetin aslı ve sırrı Allah'ı zikir ve O'nun celâl ve cemalinde kudret ve azametinde tefekkürdür. Bu da huzur içinde olan bir gönül ister. Malını düzeltmek telâşesi or­tada iken kalbin boş olması muhaldir. O serveti düzeltmek, zararını gidermek düşüncesi, ardı arası gelmeyen, ucu bucağı olmayan bir deniz gibidir. Mal sahiplerinin karşılaştığı dünyalıkta malı için çek­tiği telâşe, korku, sıkıntı, onu muhafaza için zahmet, kazanmak, ar­tırmak, korumak gibi sıkıntılar dışında yukarda saydıklarım da ma­lın dinî âfetlerindendir. Demek ki servetin panzehiri, yetecek kada­rını alıp fazlasını hayır yolunda harcamaktır. Bunların dışında ka­lan, zehir, âfet ve felâkettir.

Yukarda söylediklerimi anladıktan sonra bizatihi servetin sırf hayır veya sırf şer olmadığını kolaylıkla anlarsın. Belki servet, hay­ra vesile olduğu gibi şerre de vesiledir. Bazan övüldüğü gibi, bazan da yerilir. Fakat her ne olursa olsun dünyalıktan, ihtiyacından faz­lasını alan, bilmeyerek ölümünü almış ve tehlikeye girmiş olur. Nitekim tabiatler hidâyetten ayıran şehvetlere meylettikleri ve servet de buna aracı olduğu için ihtiyaçtan fazla olan servetin tehlikesi büyük olduğundan, peygamberler bu servetin şerrinden Allah'a sı­ğınmış ve yüce peygamber Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem,

“Allah'ım, Muhammed âlinin geçimini yetecek kadar kıl.” [1221]diye dua etmiş ve dünyalığın sadece hayrını istemiştir. Bir başka duasında da.

“Allah'ım, beni yoksul yaşat ve fakir öldür.” [1222]demiştir. Bir hadîsde de:

“Altına, gümüşe ve abaya kul olan helak olmuştur. Helak olsun ve başı aşağıya dönsün. Vücuduna diken battığında çıkmasın.” [1223]buyurmuştur.

Son Söz: Her şey zıddıyle keşfolabileceği için, cimriliğin zarar­larını ve insanı nasıl alçaklara düşürdüğünü anlayabilmek için son söz, cömerdliğin övgüsüne dâirdir.                                          

Buharı ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kulların sabaha çıktıkları her gün iki melek iner. Biri, -Allah'­ım, verene karşılığını ver,- der, diğeri de, “Allah'ım, her cimrinin ser­vetini mahvet.” der.”[1224], buyurmuştur.

İbn Hibbân'ın rivayetinde, “Cennetin veya gök kapılarının birin­de bir melek, “Bugün ödünç veren, yarın mükâfatlanır.” der. Diğer kapıdan da bir melek, “Allah'ım; İnfak edene yenisini ver, vermeye­nin malım da telef et.” diye dua eder.” buyurulmuştur.

Buhârl ve Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ buyuruyor: “Ey Âdemoğlu, sen ver ki Ben de sana vereyim.”[1225], buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Allah'ın (kudret) eli doludur. Gece ve gündüz dökmeye devam etmesi onu eksiltmez. Yer ve gökleri yarattığındanberi infak ettiğini görüyorsunuz ya elinde olanı tüketmedi. On un Arş'ı su üzerindedir.

Diğer (kudret) elinde ölüm vardır. Rızkı dilediğine genişletir, diledi­ğine daraltır.”[1226], buyurmuştur.

Müslim ve diğerlerinin rivayetinde   Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur :

Ey Ademoğlu, eğer sen ihtiyacından fazlasını verirsen, senin için hayırlıdır. İmsak edersen senin için iyi değildir. Yetecek kada­rından ötürü kınanraazsın. İnfak ederken. Önce nafakası üzerine lâ­zım gelenlerden başla.” [1227]

Ahmed ve “Sahih” inde İbn Hibbân ve yine Sahih olduğunu söy­leyen Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Güneşin her doğuşunda onun yanlarında iki melek: “Allah'ım, verene hemen yenisini ver, vermeyenin de servetini hemen mahvet.” diye dua ederler.” [1228]

Beyhaki’nin rivayetinde,

“Onların nidalarını İnsanlarla cinlerden başka herkes duyar ve bu melek:

“Ey insanlar, Rabbinize gelin, ye­ter miktarda az olan çok olup azdırandan hayırlıdır. Allahu Teâlâ onların, Rabbinize gelin.” sözleri karşılığı olarak,

“Allah, cennete çağırır ve dilediğini doğru yola eriştirir.” [1229]âyetini ve duaları karşısında da:

“Kararıp ortalığı bürüdüğü zaman geceye and olsun. Açılıp aydın­lattığı zaman gündüze and olsun. Erkeği ve dişiyi yaratana and ol­sun ki: Ey İnsanlar, doğrusu sizin çalışmalarınız çeşitlidir. Elinizde bulunandan verenin, Allah'a karşı gelmekten sakınanın, en güzel söz olan Allah'ın birliğini doğrulayanın işlerini kolaylaştırırız.” [1230]e kadar indirdi”.

Buharı ile Müslim'in şartlarına göre Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Dostlar üçtür. Dostun biri:

“me­zara kadar seninle beraberim” der. İşte bu, aile efradın ve konu kom­şularındır. Bir dost var ki,

“ben senin verdiğin olarak seninim. Fakat vermeyip yanında sakladığın kısmı senin değilim. İşte bu da servetindir.” Üçüncü dostun da:

“girip çıktığın her yerde, ben seninle bera­berim” der. Bu da amelindir. Adam, doğrusu sen üçüncü derecede ya­ni en hakir gördüğüm bir dostum idin,” der.”

Buhâri ve diğerlerinin rivayeti şöyledir : Resûl-i Ekrem:

“Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok se­ver?” buyurdu. Onlar:

“Hepimiz kendi malımızı mirasçımızın malından daha çok se­veriz”, dediler, Resûl-i Ekrem:

“Kişinin kendi malı, sağlığında hayır yaparak gönderdiği mal­dır. Veresenin malı da elinde tuttuğudur,” [1231]buyurdu.

Bezzâr'ın hasen sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem Hz. Bilâl'ın evine gitti. Bilâl (r.a.) in evinde bir yığın hurma vardı. Resûl-i Ek­rem:

“Bu nedir, ey Bilâl?” diye sordu. Hz. Bilâl:

“Ya Resûlallah, bunu size ziyafet olarak ayırdım,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Bunun, cehennemde senin için duman olacağından korkmu­yor musun? İnfak et, ey Bilâl, infakla azalacağından korkma. Arş’ın sahibi onu azaltmaz,” [1232]buyurdu. Diğer rivayette de, “Cehennem ateşinde bir buhar olarak   yükselmesinden korkmaz mısın?” şeklin­dedir.

Buhâri ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kesenin ağzını bağlama,  Allah da sana, nasibini tutar ye ver­mez.”[1233], buyurmuştur.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Ey Bilâl, zengin olarak değil, fakir olarak Allah'a mülâki öl,” dedi. Bilâl (r.a.):

“Nasıl yapayım?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Allah'ın sana verdiğini gizleme, isteyenleri de reddetme,” bu­yurdu. Bilâl (r.a.):

“Bunu nasıl yapabilirim?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Ya bunu yapar ya da cehenneme gidersin,” buyurdu.[1234]

Yine hasen sened ile gelen bir rivayette; Abdullah'ın oğlu Talha'nın eşi kocasını düşünce ve telâş içinde gördü ve:

“Ne oluyorsun? Yoksa seni üzecek, canını sıkacak bir hareket­te mi bulunduk?” dedi. Talha (r.a.):

“Hayır, sen, Müslüman kadınların en iyilerindensin, senin böy­le yanlış bir hareketin olmaz. Ancak benim servetim çoğaldı, bunu ne yapacağımı düşünüyorum; sıkıntı ve telâşım budur,” dedi. Kadın:

“Buna üzülecek ne var, akrabalarını çağır ve servetini onlara bölüştür,” dedi. Talha (r.a.):

“Bu çok güzel bir fikir, diyerek hizmetçisine:

“Akrabalarımı çağır, gelsinler,” dedi. Hizmetçisi de akrabalarını çağırdı. O da elindeki dörtyüzbin dirhemi onlara bölüştürdü.

 Taberâni'nin “Sağîr” ve “Evsat”ındaki rivayetinde “Allahu Teâlâ kullarından ikisine çok servet ve evlâd vermiştir. Bunlardan birine:

“Ey kulum,” diye hitab eder. Bu kul:

“Emrindeyim, buyur ya Rab,” der. Allahu Teâlâ:

“Ben sana çok evlâd ve bol servet vermedim mi?” diye sorar. O:

“Evet, verdin, ya Rab,” der. Allahu Teâlâ:

“Verdiğim o serveti ne yaptın?” diye sorar. Kul:

“Çocuklar yokluk görürler korkusu ile servetimi onlara bırak­tım,” der. Allahu Teâlâ:

“Eğer gerçeği bileydin, az güler çok ağlardın. Aynı zamanda çocuklar için korktuğun yoksulluğu da onlara getirdin,” buyurur. Son­ra diğer zata:

“Ey falan oğlu falan,” diye hitab eder. Bu kul:

“Emrindeyim, -buyur ya Rab,” der. Allahu Teâlâ:

“Sana çok mal ve evlâd vermedim mi?” diye sorar. O:

“Verdin, ya Rab,” der. Allahu Teâlâ:

“Verdiğim serveti ne yaptın?” diye sorar. Kul:

“Servetimi senin rızan uğrunda infak ettim, çoluk çocuğuma da senin fazl u keremini bıraktım. Senin, onları koruyacağına hüsnü zanmm vardı” der. Allahu Teâlâ:

“Sen de gerçekleri bileydin (yâni alacağın büyük mükafatı bi­leydin) az ağlar çok gülerdin. Çocuklarına da senin sandığın gibi­yim,” buyurur”.[1235]

Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetine göre: “Hz. Ömer (r.a.) Ubeyde b. el-Cerrâh (r.a.) a hizmetçisiyle dörtyüz dirhem gönderdi ve hizmetçisine:

“Biraz oyalan, bak ne yapar öğrenir öyle gelirsin, diye tembih etti. Hizmetçisi dediği gibi yaptı. Ubeyde b. el-Cerrâh bu dörtyüz dir­hemi tamamen taksim etti ve dağıttı. Hizmetçi durumu Hz. Ömer'e bildirdi. Hz. Ömer hizmetçisine dörtyüz dirhem daha verdi ve:

“Bunu da Muaz b. Cebel (r.a.)'e götür ver ve orada da biraz oyalan, ne  yaptığını öğren gel,”  diye talimat verdi.   Hizmetçi  Hz. Ömer'in dediği gibi yaptı. Muaz (r.a.) da parayı dağıttı. Tam bu sı­rada ailesi:

 “Ne yapıyorsun? biz de yoksuluz, bizim de bir şeyimiz yok, bi­raz da bize bırak,” dedi. Fakat kesede iki dirhem kalmıştı, onu da eşi­ne verdi. Hizmetçi durumu Hz. Ömer'e bildirince, Hz. Ömer:         

“Onlar birbirinden farklı olmayan iki kardeşlerdir,” dedi”.[1236] Sahih olarak gelen bir rivayette,

“Resûl-i Ekrem'in hastalığı ağır­lattığı akşam yanında yedi altın bulunuyordu. Hz. Aişe validemize:

“Bunları Ali'ye ver de dağıtsın,” dedi. Fakat Hz. Aişe Resûl-i Ek­rem'in baygınlığı ile meşgul olduğu için bunu biraz ihmal ediyordu. Resûl-i Ekrem ayılıp bunu araştırınca, hemen Hz. Aişe parayı Hz. Ali'ye verdi, o da dağıttı. Böylece Resûl-i Ekrem geceye parasız gir­miş oldu. Fakat ışık gerekti. Bunun için de diğer ailelerinin evlerini araştırdı.” [1237]

Sahih bir rivayette; Ebû Zer radıyallahu anh'ın yıllık aidatı ken­disine verildi. O da bunu bütün ihtiyaçlarına harcadı. Yedi altını kaldı, onları da infak etti. Kendisine, niçin böyle yaptığını sordukla­rında, o:

“Benim dostum Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bana, “Elde tutulan altın ve gümüş, onu Allah rızası için tasadduk etme­dikçe, o mal sahibine cehennemden bir kıvılcımdır.”   buyurdu.” de­di.[1238]

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Kim altın ve gümüşe sahip olur da onların üzerinde yatar ve onları Allah yolunda infak etmezse, kıyamet gününde onlar kor olur ve o kimse onlarla dağlanır.”[1239], buyurmuştur.

Şahidleri bulunan hasen isnad ile vârid olan bir hadisde Resûl-i Ekrem,

“Uhud dağının altın olup bundan bir şeyin yanımda üç gün kal­masından hoşlanmam, borç ödemek için ayırdığım hâriç.”[1240], bu­yurmuştur. Bu mealde az ifâde farkı ile Sahih bir rivayet daha vardır.

Selmân-ı Fârisi (r.a.) Ebû'd-Derdâ (r.a.) ya yazdığı bir mektup­ta:

“Sakın şükrünü ödeyemeyeceğin dünyalık peşinde olma, zira ben Resûl-i Ekrem'in:

Kıyamet günü serveti hakkında Allah'a itaat eden, onun zekâtını veren kimse getirilir. Malı da önünde sırat köprüsünü, geçerken, sırat kendisinden yanlamak istediği her an, malı kendisine:

“Bu servetten Allah hakkını ödedin, durma geç, yoluna devam et,” der. Servetinden Allah hakkını ödemeyen, zekatını vermeyen zen­gin serveti ile birlikte sırat köprüsünü geçerken, sırat köprüsü yan­lar. Bunun üzerine serveti kendisine:

“Yazıklar olsun sana, niçin zekâtını vermedin? Zekâtını ve­reydin, şimdi geçerdin,” der.” Bu böyle devam eder, adam da:

“Vay bana, helak oldum,   diye çığlık çıkarır.”   buyurduğunu duydum.” demiştir.

Hz. Ömer (r.a.) mü’minlerin annesi Zeyneb radıyallahu anha'ya yıllık atıyyesini gönderdi. Zeyneb (r.a.) bunu aldı ve tamamen ak-rabalanndaki dul ve yetimlere dağıttı. Para bittikten sonra:

“Allah'ım, bundan sonra beni bir daha Ömer'in atıyyesine ulaş­tırma, diye dua etti ve gerçekten o sene vefat etti.  Resûl-i Ekrem'in zevcelerinden ilk irtihal eden de budur.

Hasan-ı Basrî, “Vallahi, kim dirheme değer verdi ise Allah onu hakîr etmiştir.” demiştir.

Denilmiştir ki; altın ve gümüş ilk darbedilip para haline geldik­leri vakit İblis onları öptü, alnına koydu ve:

“Sizi seven, benim gerçek kulumdur, dedi. Bunun için bazıları, “Altın ile gümüş, münafıkların yularıdır, onunla cehenneme sevkedilirler.” demişlerdir.

İbn Muâz, “Dirhem akreptir, onu panzehirsiz eline alırsan seni sokar ve zehiri ile öldürür.” demiştir. Kendisine:

“Bunun panzehiri nedir?” diye soranlara, o:

“Onu helâlinden kazanıp hayırlı işlere sarfetmektir,” diye ce­vap verdi.

Ömer b. Abdülaziz ölüm döşeğine yattığı vakit, etrafında bulu­nanlar :

“Onüç çocuğunu yokluk ve ihtiyaç içinde bıraktın, bunu nasıl yaptın?” diyenlere, Ömer b. Abdülaziz:

“Ben ne yaptım, ne onların haklarına engel oldum ve ne de baş­kalarının hakkını onlara verdim. Benim çocuklarım iyilikten hâli de­ğil, ya Allah'a itaat eder veya isyan ederler. Allah'a itaat ederlerse Allahu Teâlâ onlara yeter, O, sâlihlerin velisi ve dostudur. Şayet is­yan ederlerse artık onları da düşünen değilim,” demiştir.

Malının çoğunu infak eden bir zata:

“Bunun bir kısmını da çocukların için bırakaydm?” diyenlere,

“Ben o malı kendime azık ettim. Çocuklarıma azık olarak da Rabbimi bıraktım,” demiştir.

İbn Muâz, “Malı olanın öyle büyük iki felâketi vardır ki, bunların benzerini kimse duymamıştır. Birincisi, öldüğü vakit sırtındaki elbi­seye varıncaya kadar her şeyini alırlar. Böyle bırakmış olsalar yine iyi, ayrıca teker teker de sorulur; helâl ise hesabı, haram ise azabı vardır.” demiştir.[1241]

 

129. Kebire: Borçlusunun Darda Olduğunu Bildiği Halde Onu Habsetmekle Sıkıştırmak

 

Ahmed'in ceyyid sened ile İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetinde, şöy­le demiştir:

“Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir gün mes­cide geldi. Ebû Abdurrahman'ı eli ile yere eğerek:

“Kim darda olana kolaylık gösterir veya borcunun tamamını ve­ya bir kısmını bağışlarsa, Allahu Teâlâ onu cehennemin kaynama­sından (şiddetinden) korur.”[1242], buyurdu”.

İbn Ebî'd-Dünyâ’nın yine İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetinde, şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem bir gün mescide girdi ve:

“Allahu Teâlâ’nın kendisini cehennemin şiddetinden koruması hanginizi sevindirir?” buyurdu. Ashâb:

“Hepimizi sevindirir, ya Resülallah,” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Kim darda olana Müsaade eder, borcunun tümünden veya bir kısmından vaz geçerse, Allahu Teâlâ onu cehennemin şiddetinden ko­rur,” buyurdu”.

Hasen sened ile rivayet edilen bir hadisde,

“Kim borçlusuna genişlik gösterir veya alacağından vaz geçer­se, kıyamet günü Arş’ın gölgesinde olur.”[1243], buyurulmuştur.

Borçlusuna borcunu ödemesinde kolaylık gösterenin kıyamet gü­nü Arş’ın gölgesinde gölgeleneceğine dâir pek çok hadîsler vârid ol­muştur. Bunlardan bazıları:

“Kim darda olana Müsaade eder veya alacağından bir kısmım bağışlarsa, Allah onu, hiç bir gölgenin bulunmadığı kıyamet günü Arş’ın gölgesi altında gölgelendirir.” [1244]

“Kim darda olana (borcunu ödemesi hususunda) mühlet verir veyahut alacağından vaz geçerse, Allahu Teâlâ onü gölgesinde göl­gelendirir.” [1245]

“Kıyamet günü Allah'ın gölgesinde ilk gölgelenecek olan şu adamdır ki, eli darda olana borçlusuna (borcunu ödemesi hususun­da) -bir şey buluncaya kadar- mühlet verdi veya “Sendeki ala­cağım Allah rızası için sana sadakadır.” diyerek alacağını ona ba­ğışladı ve defterini yırttı.” [1246]

Taberânî'nin tahricinde Resûl-i Ekrem,

“Kim ki mü’minden bir zorluğu kaldırırsa, Allahu Teâlâ onun için kıyamet günü sırat üzerinde nurdan iki kol yaratır ve nurdan olan bu dallardan sayılarını ancak Allah'ın bildiği pek çok kimseler ışık görürler.”[1247], buyurmuştur.

İbn Ebî'd-Dünyâ’nın rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuş­tur:

“Duasının kabul olmasını ve sıkıntısının kalkmasını isteyen, dar­da olanlara genişlik göstersin.” [1248]

Müslim ve Ebu Davud'un, ayrıca Sahih olduğunu söyleyen ve ha­disin lâfzı kendi Kitabından alınan Tirmizî'nin, Buhâri ile Müslim'in şartlarına göre Sahihtir diyen Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selem şöyle buyurmuştur:

“Bir Müslümanın dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını gideren kimsenin, Allahu Teâlâ kıyamet gününün sıkıntılarından bir sıkın­tısını ondan kaldırır. Dünyada darda olanlara kolaylık gösterene, Al­lahu Teâlâ dünya ve âhirette kolaylık gösterir. Dünyada bir Müslü-manın aybını gizleyen kimsenin, Allahu Teâlâ dünya ve âhirette ku­surlarını gizler. Kul, kardeşine yardımcı olduğu sürece Allah da o kulunyardımcısıdır.” [1249]

Yine Sahih bir rivayette:

“Kim ki darda olan (borçlusuna borcunu ödemesi hususunda) vadesi gelmeden evvel mühlet verirse, (mühlet verdiği) her gün için ona bir misli sadaka sevabı yazılır. Vadesi dolduktan sonra mühlet verirse, bu defa (mühlet verdiği) her gün için iki misli sadaka sevabı yazılır.”[1250], buyurulmuştur.

Yine Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ'nın, kendisini kıyametin sıkıntılarından kurtar­masına sevinen kimse, darda olan (borçlusuna) genişlik göstersin ve­ya bir kısım borcundan vaz geçsin.” [1251]

. Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde Resül-i Ekrem:

“Sizden evvelki milletlerden bir kişi öldüğünde melekler onun ruhunu karşılayarak:

“Dünyada bir hayır işledin mi?” diye sormuşlar, bu kişi:

“Ben, (alacaklarımı toplayan) memurlara:

“Fakir olan borçluya mühlet verin, zengine de Müsamaha gös­teriniz, diye emir verirdim,” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Al­lahu Teâlâ:

“ Bu kulumdan vaz geçiniz,  diye onu affetmiştir[1252], bu­yurmuştur. Buharı ile Müslim'in biraz daha farklı ifâdelerle benzeri bir rivayet daha vardır.

Müslim'in diğer bir rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuş­tur:

Allahu Teâlâ dünyada mal ve servet verdiği kullarından birisi kıyamet günü huzuruna getirilir. Allahu Teâlâ:

“Ey kulum, dünyada ne amel ettin?” diye sorar. Kul:

“(Allah'tan bir söz gizleyemezler, dedi) Ya Rab, Sen bana çok servet verdin, ben de ticaretle iştigal ederdim. Benim ticaret ahlâkım, zenginlere Müsamaha göstermek, yoksul ve darda olanlara da müh­let vermek idi,” dedi. Allahu Teâlâ;

“Bu anlattığına Ben senden daha layıkım, “bu kulumun günah­larından vaz geçin.” [1253]

Yine Buharı ile Müslim'in diğer bir rivayetlerinde,

“İnsanlara borç para veren bir adam vardı. Bu, memuruna:

“Borçlulardan darda olana gittiğin vakit, ondan vaz geç, umu­lur ki Allahu Teâlâ da bizim kusurlarımızdan vaz geçer,” derdi. Bu adam Allah'a mülâki olunca Allahu Tcâlâ da onun kusurlarından vaz geçti.”[1254], buyurulmuştur. Neseî'nin de aynı mealde bir rivayeti vardır.[1255]

Tembih: Darda olan borçluları sıkıştırmanın Kebireden olduğu meydandadır. Bunu her ne kadar açıkça söyleyenler olmadı ise de bu, bir Müslümanm âdeten dayanamayacağı şekilde eziyet edilme­sinde dahildir. Aynı zamanda ilk iki hadislerden anlaşılan, darda olan borçlusuna mühlet vermeyen kimsenin, cehennemin alevlerinden kurtulamayacağıdır. Bu ise şiddetli korkutmadır. Bunu kebire'den saymak bununla daha da kuvvetleşir.[1256]

 

130. Kebire: Sadaka Mallarında Hile Ve Hıyanet

 

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Sizden herhangi birinizi herhangi bir işde görevlendirir de o bizden bir iğne ve daha fazla bir şey gizlerse, hıyanet etmiş olur. Kı­yamet günü o şeyi getirir,” buyurdu.

Ravi diyor ki: Ensar'dan siyah bir zat kalktı, sanki onu görüyor gibiyim:

“Ya Resûlallah, bana vermiş olduğunuz memuriyeti geri alı­nız,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Nen var?” buyurdu. Adam:

“ Ben senin şöyle şöyle dediğini duydum ya,” dedi. Resûl-i Ek­rem:

“Ben onu şimdi de söylüyorum: “Kimi bir âmilliğe tahsildarlığa, gönderirsek, aldığının azını da çoğunu da ortaya getirsin; ona veri­leni alsın, verilmeyene el sürmesin,” buyurdu.[1257]

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem zekât toplamaya gönder­diği Sa'd b. Ubâde (r.a.) ye:

“Ey Velid'in babası, Allah'tan kork, kıyamet günü mahşer ye­rine sırtında böğüren bir deve, bağıran bir inek veya meleyen bir ko­yun olduğu halde gelme,” buyurdu. Sa'd:

“Ya Resûlallah, böyle de olacak mı?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Evet olacaktır. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a ye­min ederim ki, durum budur,” buyurdu. Sa'd:

“Ben de sizi hak peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra hiç bir zekât tahsildarlığında görev almayacağım,” dedi.[1258]

Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

İlerde doğunun ve batının kapıları size açılacak geniş fütuhat­lar yapacaksınız. İşte o günün bütün âmilleri (üzerine kamu işi alan görevlileri) cehennemdedir, ancak Allah'tan korkup emâneti öde­yenler (aldıkları görevi yerine getirenler) kurtulmuştun”[1259], bu­yurmuştur.

Ebû Dâvûd ve “Sahih”inde İbn Huzeyme'nin rivayetlerinde şöyle zikredilir:

“Ashâb'tan bir zât Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ile Beki tarafından geziniyorlardı. Adam bir ara Resûl-i Ek­rem'in:

“Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun sana,” dediğini duydu. Re­sûl-i Ekrem bu sözü ile kendisini kasdettiğini sanarak yavaşça geri­lemeye başladı. Resûl-i Ekrem:

“Ne oluyor sana? Yürü,” buyurdu. Adam:

“Abdestim daraldı,” diye bir mazeret beyan etti. Resûl-i Ekrem;

“Hayır, öyle bir şeyin yok, gel,” buyurdu. Bunun üzerine adam:

“O halde siz neden iki kere “Yazıklar olsun sana” dediniz? di­ye sordu. Resûl-i Ekrem:

Hayır, sana söylemedim, ben falancı için konuşuyorum. Onu şu kabileye zekâtlarını toplayıcı olarak gönderdim. O ise oradan bir yün elbise çaldı. Kıyamet günü sırtında ateşten gömlek olarak gele­cektir,” [1260]buyurdu.

Yine Sahih bir rivayette,

“Sadakaya tecavüz eden, onu vermeyen gibi ceza görür,”[1261], buyurulmuştur.

Ebû Yala ve Bezzâr'ın ceyyid sened ile rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem şöyle buyurmuşlardır:

Ben sizin kuşağınızdan yapışır cehennemden kurtarmak için geri çeker, “Ateşten bu tarafa, ateşten bu tarafa” diye çağırırım. Siz ise bana galip gelir ve kendinizi yatağa atar gibi veya çekirgenin sıç­rayışı gibi sıçrar durursunuz. Kuşağınızı salıvermemin ve Önünüz­den giderek havzı tanzim etmemin zamanı yaklaşıyor. Siz de toplu ve teker teker gelirsiniz. Kişi, develeri arasında yabancı deveyi tanıdığı gibi ben de sizi simanızdan tanırım. Sizden bazılarınız sol tara­fa ayrılır. Ben sizi Allah'ımdan dilerim ve:

“Ey Rabbım, milletim, ey Rabbım ümmetim,” derim. Allahu Teâlâ:

“Habibim, senden sonra onlar neler yaptılar sen bilmezsin. On­lar senden sonra irtidad edip geri, küfre döndüler,” buyurur. Resûl-i Ekrem devamla:

“Sakın kıyamet günü sizden birinizi sırtında meleyen koyun olduğu halde mahşer yerine gelip:

“Ey Muhammed, ey Muhammed! diyerek benden yardım bek­lemesin. Ben:

“Ben tebliğ ettim, sana başka bir şey yapamam,” derim. Sakın sizden birinizi kıyamet günü sırtında böğüren bir deve ol­duğu halde tanımış olmayayım. Bana:

“Aman ya Muhammed, meded ya Muhammed!” diye yalvarır. Fakat ben o zaman ona:

“Benim elimden bir şey gelmez, çünkü ben Allah'ın hükmünü size tebliğ ettim,” derim.

Sakın sizden biriniz kıyamet günü sırtında kişner at ile mahşer yerine gelip:                                                 

“Yardım et, ya Muhammed, şefaat eyle, ya Muhammed! deme­sin. Çünkü o zaman ben ona:

“Sizin için hiç bir şeye mâlik değilim, çünkü size daha önce Al­lah'ın hükmünü tebliğ ettim,” derim.

Sakın sizden biriniz kıyamet günü sırtında deriden bir tulum ol­duğu halde mahşer yerine gelip:

“Yardım et, ya Muhammed, şefaat et, ya Muhammed!” deme­sin. Ben o zaman ona:

“Zamanında ben sana tebliğ ettim, şimdi hiç bir şeye mâlik değilim,” derim.” [1262]

Tembih: Her ne kadar bunların kebâirden olduklarını açıkça söylemedilerse de, bunların kebâirden olduğu meydandadır. Zira on­ların sözlerinin böyle anlaşılması sarihtir. Çünkü onlar mutlak hı­yaneti kebâirden saydılar. Bu da bir hıyanet olması hasebiyle kebâirde dahildir.[1263]

 

131. Kebire: A’şarı Toplayıp Yığmak, Kötü Niyetle Katiplik Ve Benzeri İşleri Üzerine Almak

 

Allahu Teâlâ.

“İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık eden­lere karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azâb bunlaradır.” [1264]bu­yurmuştur. Bu günah, bu âyette dahildir.

Diğer bütün nevileri ile a'şarı alıp tutandan, kâtipliğini, şahitli­ğini, tartı ve ölçü işlerini kötü niyetle yapanlar zalimlerin en büyük avanelerinden ve hatta bizzat kendileri zâlimlerdendir. Zira bunlar hakları olmayan şeyi alır ve aldıklarını da hakkı olmayanlara verir­ler. Bunun için, “A'şar yiyen cennete giremez, zira onun cesedi haramdan beslenmiştir.” denilmiştir. Nitekim yakında anlatılacaktır. Yine bunlar haklarını boyunlarına geçirmiş kimselerdir. Kıyamet günü bu yediklerini nereden ödeyeceklerdir? Sevapları varsa alına­cak, yoksa hak sahiplerinin günahları bunlara yükletilerek cehen­neme atılacaklardır, tşte bu da Resûl-i Ekrem'in,

“Müflis kimdir” biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb:

“Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir, “dediler. Resûl-i Ekrem:

Ümmetimden müflis olan, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelir, fakat şuna söğmüş, şuna iftira etmiş, şunun malını ye­miş, bunun kanını dökmüş ve şunu döğmüş. Bundan dolayı onun iyi­liklerinden hak sahiplerine verilir. Üzerindeki haklar ödenmeden, hasenatı tükenirse, hak sahiplerinin günahları o kimseye yükletilir; sonra o kimse cehenneme atılır.” [1265]buyurduğu kimselerdir.

Ahmed'in Ali b. Zeyd'den o da Hasan'dan o da Ebû'l-Âs'ın oğlu Osman'dan rivayetinde Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

“Davûd aleyhisselâm yirmi dört saatin bir saatinde ehli beytini uyarır ve onlara nasihatte bulunurdu. Şöyle derdi: “Ey Davud'un aile efradı, çoluk çocuğu! Kalkın, namaz kılın, zira Allahu Teâlâ bu saatte duaları kabul eder, yalnız sihirbaz ile a'şarcının dualarını kabul et­mez.” [1266]

Ebû Dâvûd, “Sahih”inde İbn Huzeyme ve Hâkim'in rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem,

“A'şarcı cennete giremez.” [1267]buyurmuştur.

Yezid b. Harun, “Meks, a'şarcı demektir.” dedi. Beğavî der tüccarın gümrükten geçerken zekâtlarını tahsil eden tahsildar oldu­ğunu söylemiştir. Hafız el-Münziri, “Mekkâs, şimdi a'şarcıdır. Başka nam altında para toplayanlar ise, bunların dinde yeri olmadığı için alıp yedikleri haramdır, onlar için acı azâb vardır.” demiştir.

Serâç el-Belkini'ye, Resûl-i Ekrem'in:

“O, öyle bir tevbe etti ki meks sahibi dahi öyle tevbe etse...” bu­yurduğu hadîsindeki Meks'den sordular. O da verdiği cevapta:

“Mekkâs, a'şarcılığı ihdas edene, yâni öşrü bu gibilere satmayı ilk olarak ortaya koyana ve bu adi yolu takip edene ad olarak verilmiş­tir.” demiştir. Zaten Resûl-i Ekrem'in hadîsinden de hem a'şarcılığı icad eden hem de bu usûlü takip edenlerin kastedildiği anlaşılmak­tadır. Bu hadîsden, bu a'şarcılığı icad edenin de tevbesinin kabul olacağı; bunun gibi, İslâm'da kötü bir âdet ihdas eden kimseye, ona bakıp da onu işleyen herkesin günahı gibi bir günah verilmesi, bu İlk Icad edenin tevbesine kadardır. Şayet mücid tevbe eder ve icad ettiği kötülükten uzaklaşırsa artık ondan sonra o kötülükleri yapan­ların günahları gibi bir günah kendisine yazılmayacağına işaret vardır.

Râvileri arasında mevsukiyetinde ihtilâf edilen birisi bulunan Ahmed'in “Sahih”inde Hasan'dan rivayetinde şöyle anlatılır: “Os­man b. Ebû'l-Âs Umeyye'nin oğlu Kilâb'a uğradı. Kilâb Basra'da a'şarcılann toplantısında bulunuyordu. Osman:

“Burada niye oturuyorsun?” diye sordu. Kilâb:

“Ziyad beni bu aşarı tartmaya memur etti, onun için burada­yım,” diye cevap verdi. Osman:

“Sana, Resûl-i Ekrem'den duyduğum bir hadîsi haber vereyim mi?” diye sordu. Kilâb:

“Evet, anlat,” deyince, Osman:

“Resûl-i Ekrem buyurdular ki:

“Dâvûd aleyhisselamın bir saati vardı, o saatte aile efradını uyarırdı ve onlara şöyle nasihat ederdi:

“Ey Dâvûd ailesi, kalkın, namaz kılın. Zira bu saatte Allahu Teâlâ duaları kabul eder, yalnız sihirbaz ile öşürcünün dualarını ka­bul etmez”. Bunun üzerine Kilâb, hemen bir gemiye bindi, doğruca Ziyad'ın yanına geldi ve bu görevden affını istedi. Ziyad da onu af­fetti.” [1268]Fakat Hasan’ın Osman'dan rivayetinde ihtilâf vardır. Ancak aynı hadîsi Taberâni de başka rivayet yolları ile tahriç etmiş­tir. Buna göre Resûl-i Ekrem:

“Gece yarısı gök kapıları açılır ve bir münâdi:

“Yok mu dua eden, duasına icabet olunsun? Yok mu isteyen, istediği kendisine verilsin? Yok mu bir darda olup bu darlıktan kur­tulmayı isteyen, kendisine genişlik verilip darlıktan kurtarılsın? diye seslenir. Bu vakitte dua edip duası kabul olmayan kimse kalmaz, Allahu Teâlâ herkesin duasına icabet  eder ve dilediğin verir. Ancak zina edip duran kadın ile a'şarcıyı bağışlamaz.” [1269]buyurmuştur.

Yine Taberâni’nin “Kebir”indeki rivayetinde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“Allahu Teâlâ rahmetiyle kuluna yaklaşır ve kendisinden mağ­firet dileyeni mağfiret eder, ancak zina edenlerle a'şarcıları bağışla­maz.” [1270]

Râvileri arasında İbn Luhay'anın da bulunduğu Ahmed'in bir ri­vayetinde Ebû'1-Hayr diyor ki, Mısır valisi Mesleme b. Mahled Ruvayka' b. Sabit'i a'şarcı yapmak istemişti. Ruvayka',

“Ben Resûl-i Ekrem'in:

“A'şarcı cehennemdedir.” dediğini duydum, bunun için kabul edemem.” dedi.[1271] Ayrıca yine Taberânî'nin Ümmü Seleme'den rivayetinde, Ümmü Seleme şöyle demiştir:

“Resûl-i Ekrem kırda ge­ziyordu. Tam bu sırada birisi ona seslendi. Resûl-i Ekrem etrafa bak­tı kimseyi göremedi. Tekrar dikkatle baktı orada eli ayağı bağlı bir keler gördü. Ona yaklaşarak:

“Ne istiyorsun?” diye sordu. Keler:

“Şu dağda aç bekleyen iki yavrum vardır. Bana Müsaade et gideyim, onlan emzirip geleyim,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Sözünde durur musun? diye sordu. Keler:

“Şayet gelmezsem, Allahu Teâlâ öşürcülere yapacağı azâb gi­bi beni de azâb etsin,” diye teminat verdi. Resûl-i Ekrem keleri çöz­dü. Keler gitti yavrularını emzirdi, sonra geldi. Resûl-i Ekrem keleri aynı yerinde bağladı. Bütün bunlar yapılırken keleri yakalayan adam orada uyuyordu. Adam  uyandı.  Başı ucunda Resûl-i Ekrem'i gör­dü ve:

“Yoksa bir emrin mi var, ya Resûlallah? diye sordu. Resûl-i Ek­rem;

“Evet, bu keleri salıvermeni rica ediyorum,” dedi. Bunun üzeri­ne adam hemen keleri salıverdi. Hürriyetine kavuşan keler hoplaya zıplaya:

“Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur, yine şahit­lik ederim ki sen, Allah'ın kulu ve Resulüsün.” diyerek çekti gitti. Bu rivayeti Beyhaki de birçok yollardan rivayet etmiştir. Ayrıca Ebû Nuaym ve Isbahâni de rivayet etmişlerdir. Diğer bazı müteahhirin, “Bu rivayet, birbirini takviye eden pek çok yollardan gelmiştir.” de­dikleri halde Şeyh'ul-İslâm el-Askalâni muhtasar hadisleri çıkarır­ken bu rivayeti reddetmiştir.                                 

Hulâsa; her ne kadar bu rivayeti imamlardan bazıları zayıf gördülerse de, birbirini teyid eden birçok rivayet yolları vardır. Bunun için Hafiz'ın, “Aslı yoktur” sözünü İbn Kesir reddetmektedir. Ayrıca Kaadı Iyad da bunu şifada reddetmiştir. Muhtasar şerhinde Tacu's-Subki:

“Bu kelerin konuşması, çakıl taşlarının tesbih etmesi, ya baş­ka rivayet yolları ile tevatüre ulaşmıştır, ya da başka rivayetlerle meşgul olmak sebebiyle tevatüre vardıran rivayetlerden bahsedilme­miştir.” demiştir.

İbn Asâkîr'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Dikkat et, insanların en kötülerini sana bildireyim mi? Yalnız başına yiyen, kimseye yar­dım etmeyen, yalnız başına yola çıkan ve kölesini dövendir. Bundan daha kötüsünü size bildireyim mi? İnsanlara buğzeden ve İnsanla­rın da kendisine buğzettikleri kimsedir. Bundan daha kötüsünü size bildireyim mi? Kötülüğünden korkulup kendisinden hayır beklen­meyen kimsedir. Bundan daha kötüsünü size bildireyim mi? Başka­sının dünyalığı için kendi âhiretini yıkan kimsedir (yalancı şahitliği gibi). Bundan daha kötüsünü size bildireyim mi? Din ile dünyayı yi­yendir (yâni dünyalık temini için dindar görünendir.)”, buyurmuş­tur.

Râvilerinin bazısı sikadan olan Ahmed'in rivayetinde Hz. Aişe diyor ki:

“Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

Emirlere, yardımcılarına ve asayişle görevli olanlara yazıklar olsun. Bunlardan öyle kimseler vardır ki. kıyamet günü, “Keşke dün­yada saçlarımızdan süreyya yıldızına atlasak, yer ile gök arasında askıda kalsak da dünyada emîr ve Amillik gibi işlerde bulunmasaydık.” derler.” [1272]

İbn Hibbân “Sahih” inde ve Hâkim de Sahih olduğunu söylediği rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Emirlere, yardımcılarına ve asayişle gö­revli amirlere yazıklar olsun. Bazı kimseler kıyamet günü, “Dünyada keşke saçlarımızdan Süreyya yıldızına asılı olup yer ile gök arasında sallanıp dursaydık da herhangi emirlik ve amillik gibi işlerde bulunmasaydık.” derler.” buyurmuştur.

Bezzar'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Cehennemde bir taş vardır ki, adına Vey1 derler. Amiller bu taşa binip inerler.”[1273], buyurmuştur.

Hafız Münzirî'nin, inşaallah isnadı hasendir, dediği ve Ebû Yalâ'nın Enes (r.a.) den rivayet ettiği bir hadisde: “Resûl-i Ekrem'in önünden bir cenaze geçti. Resûl-i Ekrem:

“Reis değil idiyse ona müj­deler olsun.” Buyurdu.”[1274]

Ebû Davud'un Mikdam b. Ma'di Kerîb (r.a.) den rivayetinde, Re­sûl-i Ekrem Mikdam'ın omuzlarına vurarak:

“Ey Kudeym, reis, kumandan ve kâtip olmadığın halde ölürsen felah bulursun.” [1275]buyurdu.

Hafız Münziri, onu bilmiyorum, dediği bir kişiden Taberâni'nin rivayetinde bu zat diyor ki:

“Dedem Resûl-i Ekrem'e giderek:

“Ya Resûlallah, Temim oğullarından birisi bütün malımı gö­türdü, dedi. Resûl-i Ekrem:

“Gerçek şu ki, bende sana verecek bir şey yoktur. Seni kabile­nin başkanı yapayım nu veya başkan olmak ister misin?” buyurdu. O:

“Hayır istemem, ya Resûlallah,” dedim, Resûl-i Ekrem:

“Bu kabile reisleri hemen ateşe atılır,” buyurdu.[1276]

Ebû Davud'un rivayeti şöyledir: “Bir kavim bir kuyunun üze­rinde bulunuyorlardı. İslâmiyetin haberi bunlara ulaştığı vakit ka­bilenin başı ve suyun asıl sahibi Müslüman olmaları için adamlarına yüz deve vadetti. Bunun üzerine onlar Müslüman oldular ve adam da develeri onlara dağıttı. Sonra bu develeri geri almayı düşündü. Bu maksatla oğlunu Resûl-i Ekrem'e gönderdi. Bu husustaki konuş­maların sonunda oğlu Resûl-i Ekrem'e:

“Babam bu kabilenin başkanıdır. Yaşlandı da ölümünde bu başkanlığını ve suyun sevk ve idaresini bana verdi,” dedi. Resûl-i Ek­rem:

“Evet, bir Arraf lâzım, fakat şurasını da unutma ki Arraflar -başkanlar- cehennemdedir, buyurdu.” [1277]                

İbn Hibbân'ın “Sahih”indeki rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Başını­za öyle hükümdarlar gelecek ki, kötü insanları etraflarına toplaya­cak ve namazı vaktinden geciktireceklerdir. Bu zamana yetişen kim­se sakın kabile reisliği -muhtemelen mahalle muhtarlığı-, zabıta amirliği, tahsildarlık ve a'şarcılık gibi kamu hizmetlerini üzerine al­masın.” buyurmuştur.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Haramdan biten et cennete giremez; ona yaraşan cehennemdir.”[1278] buyurmuştur. Meks, a'şarcılık ise haramın en çirkini ve en fahişidir.

Allahu Teâlâ'nın buyurduğu,

“Ey Muhammed, de ki: “Helâl ile haram eşit değildir...”[1279] âyet-i celile'sinin tefsirinde Vâhidi'nin Câbir'den rivayetine göre; ada­mın biri Resûl-i Ekrem'e:

“Ya Resûlallah, ben şarap ticâreti yapardım. Bundan para ka­zandım. Şimdi bu paradan yer ve Allah'a itaat edersem, bu ibadet­ten bana bir mükâfat var mı?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Eğer bu şekilde kazandığın bütün servetini hac ve savaş yo­lunda harcasan veya hepsini sadaka olarak dağıtsan, Allah katında sivri sineğin kanadı kadar bir değer taşımaz, zira Allah temizdir, an­cak temizi kabul eder,” buyurdu. Peygamberini tasdik etmek üzere de Allahu Teâlâ yukardaki âyet-i kerîme'yi indirdi.

Hasan ve Ata, “Tayyib ile habis'den murad, helâl ile haramdır.” demişlerdir. Kendisini recmettirmekle temizlenen kadın hakkındaki hadisde, “O öyle bir tevbe ile tevbe etmiştir ki, a'şarcılar da onun gibi tevbe etse, Allahu Teâlâ onları da bağışlar ya da tevbelerini kabul ederdi.” buyurulmuştur.

Deylemî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Altı şey ameli mahve­der. Bunları (Kendi kusurlarını bırakıp) başkalarının kusurlarını görmek, kalb katılığı, dünya sevgisi, haya azlığı, uzun , emeller ve sonu gelmeyen haksızlıklardır.” buyurmuştur.

İbn Hibbân'ın mürsel olan rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İyilik kay­bolmaz, günah unutulmaz, Allah ölmez. İstediğini yap; nasıl yapar­san öyle bulursun.” buyurulmuştur.

Tembih: Bu yüz otuz birinci günahı kebâirden saymak, açık ve meydandadır. Nitekim bir cemaat de bunun büyük günahlardan ol­duğunu sarahaten ifâde etmişlerdir. Bu husustaki hadisler hem Sahih ve hem de sayılamayacak kadar çoktur. Bunların bir kısmı da zulüm bölümünde gelecektir. A'şarcılar ve yardımcılarının hepsi bu zulüm ile ilgili hadîslerdeki veid ve korkutmalara dahildirler. Bu a'şarcılar hakkında anlattıklarım İbn Abdüsselâm'ın verdiği fetva­lardır. Aynı zamanda bundan böyle olduğu açıktır. Zira farz olan, öş­rü ancak muhafaza edip hazineye teslim etmektir. Şayet hükümdar hazineden buna bir ücret tahsis etmişse, bu, caizdir. Sonra Abdüsselâm'ın söylediklerini gördüm. Orada a'şarı vermek niyetiyle ücret almak caizdir denmektedir. Çünkü toplanan öşür mallarına ve zu­lüm yolu ile alınan malların yanında bulunmaktan sorulduğunda, burada hazır bulunan, malın korunmasını ve gerektiğinde mal sahi­binin, hakkının kaybolmaması için şehâdeti kasdetmişse güzel; yok eğer zalime yardım için orada bulunuyorsa, işte bu, caiz değildir. Burada bulunanlar malı sahibine red ve iade etmek maksadıyle üc­ret almaları caizdir. Ancak örnek ve önder olacak âlimler ise bu mak-sadla da olsa onların burada bulunmaları caiz değildir. Çünkü on­ların niyetlerini herkes bilemez. Onlan bu gibi yerlerde görenler, on­lara uyar ve aynı yerlere giderler.

Bilmiş ol ki; bazı kötü tüccarlar, kendilerinden alınan gümrük bedelini verirken zekâta niyet ettikleri vakit, zekâta sayılacağını sanırlar ki bu, Şafiî mezhebinde (ve belki de bütün mezheplerde) da­yanağı olmayan batıl bir görüştür. Çünkü devlet gümrük memurla­rını, zekât borcu olanların zekâtlarını almak için görevlendirmiş de­ğildir. Belki, zekâta borcu olsun, olmasın ellerindeki mallar nisbetinde a'şar ve gümrüklerini almak için görevlendirmiştir. Devlet, bu paraları Müslümanların yararına olan ordunun teçhizine harcaya­cak, bu bakımdan zekâta sayılır sanılması, verilen gümrüğün zekâta sayılması için yeterli değildir. Zira biz kabul edelim ki hazine boş ol­duğu için hükümet, zenginlerden yardım almayı düşünmüştür. Bu maksadla hükümetin aldığı para da zekâta sayılmaz. Çünkü hükü­met bu parayı zekât namı ile almamıştır.

Yine bu arada tüccarlardan bazıları, “Biz bu gümrük ve vergiyi öderken zekâtımıza niyet ederek veriyoruz. Bunların âmil ve tahsil­darları aldıkları bu parayı başka işlerde kullanmaktan onlar sorum­lu oluyorlar. Aslında biz bu parayı onlara zekât diye veriyoruz.” de­meleri de yeterli değildir. Çünkü âmil ve tahsildarlar, gümrük me­murları kendi namlarına zekât alamazlar, çünkü fakir ve yoksul de­ğillerdir. Hepsi gücü kuvveti ve sıhhati yerinde olan kimselerdir. On­lar kendi imkânlarını kullansalar geçimlerini sağlarlardı. Durumu bu olan kimseye zekât nasıl verilir? Ne yazık ki tüccarların mal sev­gisi, gerçeği görmelerine engel olmuştur. Şeytana uyup onun aldat­malarına kapıldıkları için dinlerinde faydalı olan şeyi duymaktan sağır olmuşlardır. Bu paraların kendilerinden zorla alındığını, zorla alınan şeyin ise zekâta nasıl sayılacağını düşünmemişlerdir. Halbuki Allahu Teâlâ’nın onlara borç kıldığı zekât, kendi rızaları ile meşru bir şekilde belirli kimselere verilmesi gerekir. Sevap, buna vardır. Yoksa zorla ellerinden almana aynca zekât sevabı düşünülmez.

Âlimler, bu gümrük memurlarını ve a'şarcıları, yırtıcı hayvan­lardan ve yol kesenlerden saymışlardır. Hattâ bunları daha kötü ve daha çirkin görmüşlerdir. Acaba yol kesenler senin malını alsalar, bunu zekâtına sayabilir misin? Onların aldıklarını zekâta sayama­dığın gibi bu gümrükçü ve a'şarcıların aldıklarını da zekâta saya­mazsın, ikisinin zekât yönünden sana bir faydası olmaz. Bu görüş­ten son derece sakın. Bazıları zekâta sayılır demiş ise de âlimlerin pek çoğu bunların sözlerinin güven verici olmadığını ifade etmiş­lerdir. Düşün ve gerçek âlimlerin sözleri ile amel et ki, inşaallah fay­dasını görürsün.[1280]

 

132. Kebire: Servet Veya Kazanç Bakımından Zengin Olduğu Halde Servetinin Daha da Çoğalması İçin Dilenmek

 

Taberânî ve diğerlerinin Sahih sened ile   rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“(Fakir olmadığı halde) kendini fakir gösterip dilenen kimse ateş koru yemiş gibidir.”[1281], buyurmuştur.

Beyhaki'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ye selem:

“İhtiyacı olmadığı halde dilenen, ateş korlarını avuçlayan kimse gibidir.” buyurmuştur.

Garip olduğunu söyleyen Tirmizî'nin Habeş b. Cenâde (r.a.) den rivayetinden: Resûl-i Ekrem Haccetü'l-Vedâ'da Arafat'ta dururken bedevinin biri gelerek cübbesinin eteğinden çekti ve cübbeyi istedi. Resûl-i Ekrem cübbeyi çıkardı, verdi. Adam gitti. O vakit zenginlere dilencilik haram oldu. Nitekim Resûl-i Ekrem:

“Zengine, gücü kuvveti yerinde ve uzuvları tamam olan ve ka­zanmasına engel hali bulunmayan sağlam bünyelilere dilencilik he­lâl olmaz, Ancak hiç bir iş imkânı olmayan ve ürün yetişmesine el­verişli olmayan bir çölde yaşayan ve korkunç sancıları olan kimseye helâl olur. Fazla servet edinmek için İnsanlardan dilenen kimsenin yüzünde kıyamet günü yırtık, yarık ve ateş yanıkları olduğu ve ateş­te kızartılmış taşlar yediği halde mahşer yerine gelir. (Durum bu olunca şimdi) isteyen az, isteyen çok dilensin.”[1282], buyurmuştur. Rezîn, bu rivayetin sonunu Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğunu haber veriyor:

“Ben bir adama dilendiğini veririm. O da onu koltuğu­nun altına alarak gider. Bu kimse iyi bilmelidir ki, onun götürdüğü ateştir”. Hz. Ömer:

“ Madem ateşdir, neden veriyorsun?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ bana cimriliği yasakladığı için veriyorum,” bu­yurdu. Ashâb:

“Dilenmeyi yasak kılan zenginliğin ölçüsü nedir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Bir sabah kahvaltısı veya bir akşam yiyeceğidir,” [1283]bu­yurdu. Gerçi Hafız el-Münziri, “Rezi'nin bu ilâvelerinin daha pek çok şahit ve delilleri vardır.” dedi ise de, yaptığım araştırmada Tirmizi ve Ahmed'in nüshalarında buna dâir bir rivayet göremedim.

Sünen-i Erba'a ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kim ki kendisini iğna edip geçindirecek kadar malı varken insanlardan dilenirse, bu kimse kıyamet gününde dilenerek aldığı bu şey yüzünde yara bere olduğu halde mahşer yerine gelir,” buyurdu, Ashâb:

“ Ya Resûlallah, dilenmeye mani olmada zenginliğin haddi ne­dir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Elli dirhem gümüş veya bu değerde altın,” diye cevap verdi­ler.[1284]                  

Ebû Dâvud ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kim insanlardan bir şey istememeye dair bana söz verirse, ben de onun cennete gireceğini tekeffül ederim.” [1285]buyurmuştur. Bu hadîs, Ahmed, Neseî ve İbn Mâcenin rivayetlerinde şöyledir:

“Bana bir şey (i yapmaya) söz verene, ben de cenneti söz veri­rim. O şey de insanlardan bir şey istememektir.”[1286]

İbn Hibbân'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Bir okka kıymetinde (malî gücü) olduğu halde dilenen kimse, ilhah ve ısrar etmiş olur.” buyurmuştur.

Nesei'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kırk dirhem kıymetinde (malî gücü) olduğu halde dilenen, ıs­rarla dilenenlerdendir.” [1287]buyurmuştur.

Âhmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“İnsanlardan bir şey istemekten sakınan kimseyi Allah afif kı­lar. İstiğna gösterenleri Allah zengin kılar. Beş okka ağırlığında malı olduğu halde dilenen kimse ilhah ve ısrar etmiş olur.”[1288] (Hal­buki Allahu Teâlâ ısrarla dilenmekten şiddetle nehyetmiştir). Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Serveti çoğaltmak için insanlardan dilenen, gerçekte ateş koru dileniyor demektir; bu durumda ister az ister çok dilensin.”[1289], buyurmuştur.

Abdullah b. Ahmed ve diğerlerinin ceyyid sened ile rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem:

“Zengin olduğu halde insanlardan dilenen, cehennemde kızar­mış taş yiyeceğini çoğaltmış olur,” buyurdu. Kendisine:

“Zenginliğin derecesi nedir?” diye soranlara, Resûl-i Ekrem;

“Sabah ve akşam yiyeceğidir,” diye cevap verdiler.[1290] Buhârî ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,    

“Dilenmek, herhangi birinizi o dereceye getirir ki, kıyamet gü­nünde yüzünde bir dilim et bulunmadığı halde Allah'ın huzuruna çı­kar.”[1291], buyurmuştur.

Tirmizi'nin hasen ve Sahih dediği rivayetinde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“İnsanlardan dilenmek” berelenmektir. İnsan onunla kendi yüzü­nü berelemiş olur; yalnız devlet başkanından istihkakını ve zaruret sebebiyle istemek başka.” [1292]

Bezzâr ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Zengin olduğu halde durmadan dilenen kimse dilene dilene ken­disinde yüz kalmaz ve Allah'ın huzuruna yüzsüz olarak çıkar.” [1293]Hafız Münzirî'nin, şahid bakımından kuvvetli olduğunu söylediğini Beyhaki'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Bir kimse, ihtiyacı olmadı­ğı veya bakamayacak derecede kalabalık aile efradı bulunmadığı halde kendisine dilencilik kapısını açarsa, beklemediği yerden Allahu Teâlâ ona ihtiyaç kapılarını açar.”[1294], buyurmuştur.

Yine Sahih bir rivayette,

“Zenginin dilenciliği kıyamette yüzünde bir lekedir.”[1295] buyurulmuştur. Bezzâr'ın rivayetinde ziyade olarak şöyledir: -Zengi­nin dilenciliği ateştir. Kendisine az verilirse ateşi az, çok verilirse çok olur.”

Beyhakî'nin rivayetinde, Resûl-i Ekrem bir adamın cenaze na­mazını kıldırmaya geldi ve:

“Ne kadar mirası vardır?” diye sordu. Vârisleri:

“İki veya üç altın bırakmıştır,” dediler. Resûl-i Ekrem:

İki veya üç dağ bırakmıştır,” buyurdu. Ravi diyor ki: Bunun ne demek olduğunu anlayamadım. Ebû Bekir (r.a.) in azadlısı Abdul­lah b. el-Kasım'dan sordum. O bana dedi ki:

“Bu adam, bu altınlar kendisinde varken yine dilenirdi. Onun için dağlanacaktır,” dedi.[1296]

Yine Sahih bir rivayette.

“Her kim muhtaç olmadığı bir şeyi dilenirse o şey kıyamet gü­nünde yüzünde bir leke olacaktır.”[1297], buyurulmuştur.

Tembih: İhtiyacı olmadığı halde dilenmenin, her ne kadar kebireden olduğunu açıkça yazan kimseye rastlamadımsa da, bütün bu hadislerin zahirinden bunun da Kebire olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu hadislerde şiddetli veldler vardır. Bununla beraber dilenciliğin haram olmasının zenginliğe bağlı olduğu yukardaki hadislerde açık­lanmıştır. Ayrıca Ebû Davud'un rivayetinde, “Yetecek kadar kendi­sinde olduğu halde dilenen kimse cehennemden ateşini çoğaltmış olur, buyurmuş ve orada bulunanlardan birisi:

“ Dilenciliğin kendisiyle yasak olduğu   zenginlik ne kadardır?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

Sabah ve akşam yiyeceğidir,” [1298]buyurdu.

Ayrıca İbn Hibbân'in “Sahih” indeki rivayetinde, “Dilenecek ka­dar ihtiyacı olmadığı halde dilenen kimse, cehennem kıvılcımlarını çoğaltmış olur.”, buyurdu. Kendisine:

“Onu Müstağni eden şey ne kadardır?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Bir gün ve bir gece veya bir gece ve bir gün kendisini doyu­racak kadar yiyeceğinin bulunmasıdır,” buyurdu.[1299]

Hattabi diyor ki: “Bu hadisin tevilinde ulema ihtilâf etmiştir. Bir kısmı, sabah kahvaltısı ve akşam yiyeceği bulunan kimsenin dilen­mesi haramdır, zira hadisin zahiri bunu açıkça ifâde etmektedir, de­mişlerdir. Diğer bir kısmı da, devamlı olarak sabah ve akşam yiye­ceği bulabilenler için dilenmek yasaktır, demişlerdir. Uzun süre ken­disine yetecek nafakası bulunan kimsenin dilenmesi haramdır, de­mişlerdir. Bazıları da, zenginliği elli dirhem ve bir okka veya onun değerindeki eşya ile takdir eden hadislerle bu hadîs mensuhtur, de­mişlerdir.

Bize (Şafiilere) göre tercih edilen, birinci görüştür. Şayet bu kimse nafile sadakalar dileniyorsa, bir günlük nafakası olan için bu haramdır. Fakat zekât böyle değildir. Zekâtın haram olması için ço­ğunlukla geri kalan ömrü için yetecek kadar nafakasının bulunma­sı lâzımdır.

Bu rivayetin mensuh olduğunu iddia etmek de memnudur, zira nâsih ve mensuhde aranan, tarih ve hadîslerin vurûd zamanıdır. Önce gelen sonra geleni neshedemez, aksine sonra gelen önce geleni nesheder. Bunun için hadîslerin söyleniş tarihlerini bilmek lâzım­dır. Halbuki bu hadislerden hangisi önce ve hangisi sonra olduğu bilinememektedir, imâm Şafii diyor ki:

“Bir kimse elinde yalnız bir dirhem olduğu halde, kazanabildiği için zengin ve elinde bin dirhe­mi olduğu halde kazanamadığı ve aile efradı kalabalık olduğu için fakirdir”.

Sufyan-ı Sevrî, İbn Mübarek, Hasan b. Salih, Ahmed ve Ishak, “Elli dirhem gümüşü veya bunun değerinde altunu olan kimseye ze­kât verilmez.” demişlerdir.

Hasan-ı Basri ve Ebû Ubeyde, “Kırk dirhemi olan zengin sayı­lır.” demişlerdir.

Ashab-ı Re’y (yani Hanefîler) bu hadisle delil çekerek, “Bir gün­lük nafakası olan kimsenin dilenmesi haramdır.” dedikleri halde nisab miktarı serveti olmayan kimseye -sıhhatli ve sağlam olsa da- zekât verilir, demişlerdir.

Enes (r.a.) den gelen bir rivayet şöyledir: Ensâr'dan biri Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Ya Resûlallah,   bana Müsaade et de dileneyim,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Neyin var?” diye sordu. Adam:

“Bir çul parçası bir de kırık çanağım var,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Onları bana getir,” buyurdu. Adam aldı geldi. Resûl-i Ekrem bunları açık artırmaya çıkardı. Birisi bir dirhem verdi. Resûl-i Ek­rem:

Bir dirhemden fazla veren yok mu?” diye sordu. Nihayet bun­ları iki dirheme sattı ve adama:

“Git; bir dirhem ile çocuklarına ekmek al, diğer dirhem ile bir balta ve bir de ip al gel,” buyurdu. Adam gitti, balta ile ipi aldı geldi. Resûl-i Ekrem kendi eli ile baltanın sapını yaptı ve adama:

“Şimdi git, odun topla ve sat; onbeş gün bana görünme,” buyur­du. Adam gitti ve onbeş gün sonra geldi. Resûl-i Ekrem'e:

“Ya Resûlallah,  onbeş gün ailemi  geçindirdim ve işte on dir­hem de kazandım ve bunlarla evimin ihtiyacını gördüm, gerekli eş­yaları da aldım,” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Senin böyle yapman, kıyamet günü alnında dilencilik dam­gası olduğu halde gelmeden daha hayırlıdır. Dilencilik ancak üç şey ile olur: Son derece yoksulluk, büyük borç ve yanlışlıkla öldürmenin cezası olan diyettir.”[1300], buyurdu.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem Ebû Zer (r.a.) e hitaben:

“Ey Ebâ Zer, mal çokluğu zenginlik midir dersin?” diye sordu. Ben:

“Evet öyle, ya Resûlallah,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Mal azlığı yoksulluk mudur, sanırsın?” diye sordu. Ben:

“Evet öyle sanırım,” dedim. Resûl-i Ekrem bunu üç defa söyledi ve sonra:

“Zenginlik ancak gönül zenginliği, yoksulluk da gönül yoksul­luğudur.”[1301], buyurdu.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“İslâm hidayeti ile şereflenip yiyeceği yetecek miktardan fazla olmayan ve buna kanaat eden kimseye müjdeler olsun.”[1302], bu­yurmuştur.

Buhar! ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Bir iki lokma veya bir iki hurmanın kapıdan çevirdiği kimse miskin değildir. Asıl miskin, zengin olmadığı halde durumu biline­mediğinden kendisine sadaka verilemeyen ve kendisi de halktan isteyemeyen kimsedir.”[1303], buyurmuştur.

Yine bir hadlsde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Zenginlik mal zenginliği değil, asıl zenginlik, gönül zenginliği­dir.” [1304]

Yine Sahih bir rivayette adamın biri Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Ya Resûlallah,   bana kısa bir nasihatte bulununuz,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“İnsanların ellerinde olanlardan ümidini kesı onlara göz dikip kimseden bir şey isteme. Tama'karlıktan son derece sakın.   Zira, o hazır bir yoksulluktur. Aynı zamanda özür dilemeye mecbur kalaca­ğın şeyden de kaçın.” [1305]buyurmuştur.

Beyhaki'nin rivayetinde, “Kanaat, tükenmeyen bir hazinedir.” Buyurulmuştur.[1306]

 

133. Kebire: Eziyet Verecek Şekilde Israrla Dilenmek

 

İbn Mace ve Ebû Nuaym’ın Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem:

“Muhakkak Allah, ısrarla isteyen dilenciye buğzeder.” [1307]buyurmuştur.

Bezzâr'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Komşusu şerrinden emin olmadıkça bir kimsenin İmanı kamil olmaz. Allah'a ve âhiret gününe imanı olan misafirine ikram etsin. Allah'a ve âhiret gününe İmam olan hayır söylesin veya sükût etsin. Allahu Tealâ zengin, halım ve iffet sahiplerini sever. Buna karşı ha­yasız, hak tanımaz fâcir ve ısrarla dilenenlere de buğzeder.”[1308], buyurmuştur.                      .

İbn Huzeyme'nin “Sahih”indeki rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Bi­risi gelir benden bir şey ister, ben de veririm, gider. Fakat onun kol­tuğunun altında götürdüğü, ateşten başka bir şey değildir.” [1309]buyurmuştur.

İbn Hibbân da “Sahih”inde Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) den rivaye­tinde bir gün Resûl-i Ekrem altun taksim ediyordu. Adamın biri gel­di ve:

Bana da ver,” dedi. Resûl-i Ekrem ona da verdi. Adam:

“Daha ver,” dedi ve Resûl-i Ekrem'de verdi. Üç defa adam is­tedi, Resûl-i Ekrem de verdi.   Adam oradan ayrılıp gittikten sonra Resûl-i Ekrem:

“Adam bana gelir, üç defa ister, üç defa da veririm. Fakat o, koltuğunun altında alıp götürdüğü, ateşten başka bir şey değildir,” [1310]buyurdu.

Ahmed, Ebû Yâlâ ve “Sahihinde İbn Hibbân'ın   Hz. Ömer'den rivayetlerinde Hz. Ömer:

“Ya Resûlallah, falan adama iki dirhem altun vermişsin, o da durmadan size teşekkür ediyor,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Fakat falancıya on dirhem ile yüz dirhem arasında verdiğim halde hiç sesini çıkarmıyor, yâni teşekkür etmiyor. Sizden biriniz ih­tiyacını bizden alıp gider, fakat koltuğunun altına alıp götürdüğü, ateşten başka bir şey değildir,” buyurdu. Hz. Ömer:

“Vermesen, ya Resûlallah, niçin veriyorsunuz?” diye sordum. Resûl-i Ekrem:

“Onlar illâ da benden isteyecekler, Allah u Teâlâ kesin olarak benim cimriliğimi yasaklamıştır, bunun için vermemezlik edemem,”[1311] buyurdu.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“İsrarla dilenmeyin, zira ısrarla bizden bir şey çıkaran, onun be­reketini bulamaz.” [1312]buyurmuştur.

Müslim ve diğerlerinin Sahih rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İstemekte ısrar etmeyin. Vallahi sizden biriniz ısrarla benden bir şey ister ve zorla onu benden alırsa, ona verdiğim o şey onun için bereketli olmaz.” [1313]buyurmuştur.

Tembih: Dilencilikte ısrarın kebireden olduğu açık ve meydan­dadır. Her ne kadar bunun kebireden olduğunu açıkça söylememişlerse de, reddeden de olmamıştır. Bunun kebireden olduğunu, birinci ve ikinci hadisler teyid etmektedir. Zira bu gibiler üzerine terettüb eden buğz, Kebirenin alâmetlerinden olan lanete yakındır. Bunu açık­ça ifâde eden üçüncü ve dördüncü hadîslerde Resûl-i Ekrem'in, ısrar­la isteyip alınan şeyin bir ateş olduğunu bildirmiş olmasıdır ki bu, şiddetli veîd ve dehşetli korkutmadır. Evet, şayet isteyici ciddi bir darlık içinde olur veya veren zulmedip hakkını vermezse, o zaman dilencinin ısrarı haram olmaz. Ama bunların dışında ısrar, Kebire­dir. Hattâ ısrarla istemenin kebireden olması için bir yerde üç defa tekrar tekrar istemeyi de gerekli kılmaz. Örf ve âdet bakımından is­tediği kimseye eziyet veriyorsa, işte bu ilhan ve ısrardır. Zira isteyicinin bu hali, karşısındaki adamı öfkelendirir ve kötü söylemesi­ne sebep olur. İşte bu bir eziyettir ve çok çirkin bir huydur. Aynı za­manda bir isyandır ki, buna da dilencinin ısrarı sebep olmuştur. Bu bakımdan dilenmekte ısrar, kebiredendir.

Son söz: Buhâri ile Müslim'in İbn Ömer (r.a.) den rivayetlerin­de, İbn Ömer diyor ki:

“Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bana ganimet malın­dan verirdi. Ben de:

“Ey Allah'ın Resulü, bunu bana değil de benden daha çok muh­taç olan yoksula veriniz,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Bunu al, bu maldan, göz dikmeden ve istemeden eline geçen şeyden çekinme, kendine mal et de istersen ye, İstersen başkasına tasadduk et (sadaka olarak ver), bundan başka suretle gelen malın peşinden koşma,” buyurdu”.

Salim der ki: “Bunun için Abdullah da hiç bir kimseden az veya çok bir şey istemedi, verilen şeyi de reddetmedi.”[1314]

Mâiik'in mürsel ve Beyhaki'nin mevsûl olarak gelen rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem, Hz. Ömer'e bir atiyye gönderdi. Hz. Ömer bunu geri çevirdi, kabul etmedi. Resûl-i Ekrem sebebini sorunca, Hz. Ömer:

“Siz bize, “Kişi için en hayırlısı kimseden bir şey almamaktır.” buyurmadınız mı? dedi. Resûl-i Ekrem:

“O, dilenerek almaktır. Fakat istemeden verilen, bir rızıktır, onu Allahu Tealâ göndermiştir,” buyurdu. Hz. Ömer:

“Vallahi, ben de kimseden bir şey istemem ve fakat istemeden geleni de reddetmem,” dedi.[1315]

Yine-Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Kime kardeşinden, istemeden ve gönlünden geçirmeden, bir he­diye gelirse onu kabul etsin reddetmesin. Zira o şey, Allahu Teâlâ'nın kendisine gönderdiği bir rızıktır.” [1316]buyurmuştur.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Her kime, istemeden ve İçinden geçirmeden bu rızıktan bir şey verilirse, onunla beraber rızkı genişlesin. Şayet zengin ise, onu, ken­disinden daha çok muhtaç olana versin.” buyurdu. Abdullah'ın ba­bası Ahmed b. Hanbel'e:

“(Hadisde geçen) israf nedir? diye sordu. O da:

“İçinden, “Falana bana şimdi gelir, bir şey gönderir” diye ha­tırından geçirmektir, dedi.[1317]

Yine şöyle vârid olmuştur: “Zengin olan kimsenin vermekteki fazileti, yoksulun bunu kabul etmesinden daha üstün değildir”.[1318]

 

134. Kebire: Zengin Olup Vermesinde Sakınca Olmadığı Halde Yakın Komşusunun İstediği Herhangi Bir Şeyi Vermemek

 

Taberâni “Evsat” ve -Kebir” inde ceyyid sened ile Cerir b. Abdul­lah el-Becelî'den rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Herhangi bir yakın akrabasına sığınır, Allahu Teâlâ'nın kendi­sine verdiğinden ister de, o, cimrilik edip vermezse, Allahu Teâlâ kı­yamet günü cehennemden Suca adında bir yılan çıkarır. Bu yılan ağzındaki yemek artıklarım yutkunur vaziyette adamın boynuna do­lanır.” [1319]buyurmuştur.

Yine Taberâni'nin ravileri sikadan olan bir rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Beni hak peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, yetime merhamet eden, onunla yumuşak konuşan, öksüzlüğüne acıyan ve Allah'ın kendisine verdiği servetin çokluğu ile komşusuna büyüklük taslamayan kimseyi kıyamet günü Allahu Teâlâ azâb etmez. Ey Muhammed ümmeti, beni hak peygamber gönderen Allah'a yemin ederim kf, akrabaları içinde muhtaç olanlar varken sadakasını başka­larına verip sıla-ı rahm etmeyenlerin sadakasını Allah kabul etmez. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemîn ederim ki, kıya­met günü Allahu Teâlâ bu gibilere bakmaz.” [1320]buyurmuştur.

Ebû Dâvûd (ki ifâde onundur), Nesei ve hasen olduğunu söyle­yen Tirmizî'nin Hakim'in oğlu Behz'den, o da babasından, o da de­desinden rivayetlerinde, diyor ki; Resûl-i Ekrem'e:

“Kime iyilik ve hizmet edeyim?” diye sordum. Resûl-i Ekrem:

“Annene, sonra annene, sonra babana, sonra da sır asiyi e ya­kınlarına iyilik et,” [1321]buyurdu.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Bir kimse efendisinin artan servetinden bir şey ister de bu efendi onu vermezse, o fazlalık kıyamet günü zehirli bir yılan olup boynuna sarılır.” buyurmuştur.[1322]

Taberâni “Sağır” ve “Evsat”ında garip olarak rivayetinde Resül-i Ekrem:

“Herhangi bir kimseye amcasının oğlu gelir ve artıklarından bir şey kendisinden ister de vermezse Allahu Teâlâ da kıyamet günü onu fazlından meneder.”[1323], buyurmuştur.

Tembih: Şartlarına göre bunun kebâirden olması açık ve mey­dandadır. O şiddetli veîdleri ihtiva eden bu hadisler de onu bildir­mektedir. Zira bunları, mutlakıyyeti ile zahirleri üzerine hükmeden­leri görmedik. Çünkü bu hükümde güç yetirilemeyecek kadar zorluk vardır. Hatta bazan yakın akrabası dururken uzak akrabasına sa­daka vermek, daha da makbul olabilir. Yakının fâsık olup verdiğin sadakayı kötülükte; uzaktaki yoksul sâlih olup vereceğin sadakayı hayırda kullanacağı vakit, ona vermek daha efdal olur.

Şayet, adam cidden darda olursa, artık bunun yakın akraba ol­ması ile yabancı olması farketmez. Akrabaya vermemek nasıl kebâir ise, muhtaç olan yabancıya   vermemek de aynı şekilde kebâirdir, dersen, derim ki: Bu, senin dediğin gibi olmakla beraber, kebâirin bir kısmı diğerinden daha çirkin olduğu esasına dayanarak yine de aralarında fark olduğunu söyleyebiliriz. Meselâ, darda olan bir kim­senin ihtiyacını gidermemek kebâirden olmakla beraber, yakın ak­rabasının bununla ilgilenmemesi daha çirkindir. Yâni nafakası üze­rine borç olan kimsenin ona bakmaması, en çirkin bir kebâir, nafa­kası borç olmayan akrabasının bakmaması çirkin kebâir, hiç bir iliş­kisi olmayan yabancının bakmaması ise kebâirdir ki, aralarında böyle fark vardır.

Yakın akrabayı tahsisin sebeplerinden birisi de nafakasının ona borç olmasıdır. Bir başka sebebi de -nafakası borç olmasa da- ya­kın ilişkisi vardır. Diğer bir kısmının da akrabalığı yanında dostluk ve arkadaşlığı vardır. Bir diğerinin de yalnız onun helakine Müsa­maha etmesi vardır. İşte yabancı, bu son kısımda dahildir. Kebâirin daha şiddetli olmasında sırasına göre öbürlerinin nasibi vardır. İştu özellikle yakın akrabayı anmaktaki hikmet budur. Bu da herkesin anlayabileceği şekilde meydandadır.

Yakın akrabayı tahsisin diğer bir hikmeti de, anne-baba hakla­rına, sonra sırasıyle diğer yakınların haklarına riâyete tembih var­dır, Anne-baba ile arayı açmak, başkaları ile arayı açmak gibi de­ğildir. Bunun için Allahu Teâlâ Rahm'i Arş'in dalına astı. Kahin burada, “Allah'ım, benimle ilgilenenle sen de ilgilen; benimle münâ­sebeti kesene sen rahmet etme.” der. Allahu Teâlâ da, “İzzet ve Ce­lâlim hakkı için, seninle ilgilenip hakkını yerine getirene rahmet edeceğini, seninle münâsebeti kesenden de rahmetimi keseceğim.” buyurmuştur.

Anne ve babaya isyan ile sılâ-ı rahmi terketmenin kebâirden ol­duğu ve bunların terkinin ne derece büyük günah olduğu yakında açıklanacaktır.

Sonradan bazı kimselerin, benim anlattığım gibi, kendisine şid­detle ihtiyaçları olduğu halde akrabasından birisini veya efendisini terketmenin kebâirden olduğunu bildiren yazılarını gördüm.[1324]

 

135. Kebire: Verdiği Sadakayı Başa Kakmak

 

Allahu Teâlâ,

“Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin ar­dından başa kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Güzel bir söz ve iyilik, peşinden eza gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah, Müstağnidir, Halimdir. Ey mü’minler, Allah'a ve âhiret gününe inan­ın ayıp insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakala­rınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir. Üzerine bol yağ­mur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiç bir şey elde edemezler. Allah inkâr eden kimseleri doğru yola eriştir­mez.”[1325], buyurmuştur.

Gelen bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Aman aman yaptığınız iyi­liği başa kakmayın, adamı minnet altına almaya çalışmayın. Zira başa kakmak, şükrü ibtâl eder ve ecri mahveder.” buyurdu ve sonra da, “Ey mü’minler, sadakalarınızı başa kakma ve ezâ etmekle boşa çıkarmayınız.” [1326]mealindeki âyet-i kerîme'yi okudu.

Allahu Teâlâ birinci âyet ile, Allah rızası için başkalarına ver­menin, adeta kendine ve aile efradına vermesi gibi olduğunu; ikinci âyet ile de sadakalara va'dedilen büyük mükâfatlan elde edebilmek için verilen sadakanın başa kakılmaması gerektiğim; hatta birinci âyette, verdiği sadaka ile Allah ve Resulünü de minnet altına alma­ması gerektiği bildirilmiştir. Nitekim Keffâl, “Bazan minnet altına almama, kendi kendine infak edende aranır. Meselâ, Allah rızası için Resûl-i Ekrem ile savaşta bulunup kendi nafakasını kendi cebinden temin eden gibi. Bu adam yaptığı bu iyiliği kimsenin başına kakmamalıdır. Resûl-i Ekrem'e:

“Ben kendi paramla savaştım” demeye­ceği gibi, diğer mü’minlere de:

“Ben olmasam siz ne yapabilirdiniz? Sende ne var, sen nesin? Senden ne kâr olur? Savaşta sen yine bir ersin?” şeklinde konuşmamalıdır. Biz aslında minnet altına almak demek, verdiği nimetleri yaptığı iyilikleri adama sayıp dökmek, “Sa­na şunu yaptım, bunu verdim” demek gibi veya yardım ettiği bir kimsenin sevmediği bir adama verdiklerini, yaptığı iyilikleri anlat­mak demektir.” demiştir.

Diğer bazılarına göre de minnet altına almak demek, verdiği adama karşı ihsanı sebebiyle kendisinde üstün bir meziyet bilmek­tir, demişlerdir. Mennu ezâdan kurtulmak içindir ki, infak eden kim­se, verdiği adamdan dua ve teşekkür gibi şeyleri beklememelidir. (Adam kendisi dua ve teşekkür ederse eder. Hz. Aişe dilencinin yap­tığı duayı aynen kendisine yapar ve sadakayı karşılıksız bırakmaya gayret ederdi). Çünkü bazan bu dua ücret yerine geçer de ecri kay­bolur. (Menn) kelimesinin asıl mânâsı, kesmek ve ayırmaktır. Bu­nun için menn u atadan nimete isim verilmiştir. Zira nimeti veren, servetinin bir parçasını malının tümünden ayırmıştır. Demek ki min­net, nimet veya ağır bir nimettir. Bunun için nimet vereni Allahu Teâlâ mennân diye tavsif etmiştir.

“Doğrusu sana kesintisiz bir ecir vardır.” [1327]de bundandır ki, ke­silmemiş demektir. Ayrıca ölüme, menûn adı verilmesi de hayatı kestiği içindir. Âyet-i kerime'de (Menn) den başka bir de ezâ vardır. Bu da adama ağırına gidecek söz konuşmak, ayıplamak, söğüp saymak gibi sözlerdir. Bu da sadakanın sevabını giderir.

Nitekim Allahu Teâlâ yukardaki âyet-i kerime'de bunu haber vermiştir. (Menn) Allahu Teâlâ’ınn yüksek vasıflarından ve fakat bizim ise adi niteliklerimizdendir. Zira Allahu Teâlâ nisbetle Menn, Allahu Teâlâ’nın fazl u kereminden bol bol vermek ve İn­sanlara şükrü vacip olan şeyi hatırlatmaktır. Bizden olursa ayıplamak ve kınamak anlamına gelir. Zira sadakayı alan kimsenin gönlü kırıktır. Çünkü o, başkasına muhtaçtır. O, bir el üstte olduğu halde kendi elini aşağıdan tutmakla bunu bir nevi itiraf ediyor. Artık bu­nun hâricinde kendisine bir şey veren, bu verdiklerini sayıp döker, üstünlük iddiasında bulunur ve aynı zamanda verdiğinin karşılığın­da saygı, hizmet ve şükür beklerse, alan yoksulu daha da üzer. Kal­bi daha çok kırılır ve alabildiğine üzülür, utanma duygusu içinde kıvranır durur. İşte bu, büyük bir kusurdur. Bu nimetin Allah tara­fından kendisine verildiğini düşünerek bu gibi hatalı hareketlerden kaçınması lâzımdır ve iyi bilmelidir ki, böyle menn u eza ile fakir­lerin başına takanlar, gaflet içinde olanlardır. Âyet-i celile'de (Mennen) birinci mefül, (ezen) ise onun üzerine matuftur. Bazıları da uzak bir ihtimal öne sürmüşlerdir ki (ezen) i (lâ) nın ismi yapmış ve haberini mahfuz kabul etmişlerdir.

Buna göre mânâ “înfak ile onun için meydana gelen eziyet de yoktur” demek olur ki, buna göre (ezan), infak edenin vasfı olur. Yâni sadakayı çıkarırken ağırlanmayacak, seve seve çıkaracak de­mektir. Bu uzak ihtimali (ezen) kelimesindeki tenvin reddeder. Zira meşhur olan (lâ) nın isminde tenvinin bulunmamasıdır. Çünkü o, fethe üzerine mebnidir. Âyetin zahiri, bunların yalnız biri değil, iki­si bulunduğu vakit ecri ibtal eder anlamında değildir. Zira (mennen velâ ezeni âyetinin delâleti, her ikisinin bir olmasının gerektiğini ifa­de eder. İkisinin de bulunmaması lâzımdır. Bununla beraber Sufyân'ın sözünün hükmü bunların mütelâzım, birbirine lâzım melzum olmalarıdır. Çünkü Sufyan demiştir ki, bunları, “Ben sana verdiğim halde sen bana teşekkür etmedin” demektir.

Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem diyor ki: “Babam:

“Adama bir şey verdiğin vakit, ona selâm verecek olursak, şayet bu ihsanın sebebiyle  kendisi  ezilerek zahmete katlanacak, ayağa kalkacak ve sana karşı saygı göstermek için zahmet çekecekse, ona hiç selâm verme.” dedi, demiştir.

Bir adamın diğer bir adama, “Sana bu kadar iyilikler yaptım, şunu verdim, bunu verdim” diye sayıp dökmeye başlayınca İbn Sîrin:

“Bunları söyleme, aksi halde yaptığın bu iyiliklerin hayrı kal­maz,” dedi.

Ahmed, Müslim, Tirmizi ve Ebû, Davud'un Ebû Zer (r.a.) den ri­vayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Üç sınıf insan var ki kıyamet günü Allah u Teâlâ onlarla ko­nuşmaz, onlara bakmaz, onları tezkiye etmez ve onlar için acı verici azâb vardır,” buyurdu. Ve bunu üç defa tekrar etti. (Râvi diyor ki:) Ben:

“Ya Resûlallah, kimlerdir bunlar? Bunlar mahvoldular,” diye sordum. Resûl-i Ekrem:

“Cübbesini yerlere sürükleyip sallanarak kibirli kibirli gezen, verdiğini başa kakıp adamı minnet altına alan ve yalan yemin ile malını satanlardır,” [1328]buyurdu.

Taberânî'nin İbn Adî'den rivayetinde ise Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Kıyamet günü Allahu Teâlâ dört sınıf insana bakmaz. Bunlar: Anne ve babasına âsi olanlar, infak ettiği kimseyi minneti altına alanlar, devamlı içki içen ve kaderi inkâr edenlerdir.” [1329]

Nesei'nin rivayetinde,

“Anne ve babasına âsi olan, sadaka verdiği adamı minneti altı­na alan ve devamlı içki içen cennete giremez.” [1330]buyurulmuştur. Taberânî'nin değişik kelimelerle aynı mealde rivayeti vardır.

Ahmed, Neseî ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Üç sınıf İnsan vardır ki Allahu Teâlâ kıyamet günü onlara bak­maz i Anne ve babasına isyan edenler, kendisini erkeklere benzet­meye çalışan kadınlar ve deyyuslar.”[1331], buyurmuştur.

'Ahmed, Müslim ve Sünen-i Erbaa sahiblerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Üç sınıf insan var ki, Allahu Teâlâ kıyamet günü onlarla konuş­madığı gibi, taraflarına bakmaz ve onları tezkiye etmez, onlar için elim bir azâb vardır. Bunlar: Elbisesini sürüyerek kibirli kibirli yü­rüyen, verdiği her şeye adamı minneti altına alan ve malını yalan yemin ile satandır.”[1332], buyurmuştur.

Hâkim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Üç kimse var ki, Allahu Teâlâ kıyamet günü bunların ne farz ve ne de nafile ibâdetlerini kabul etmez. Bunlar: Anne ve babaya âsi olan, verdiği kimseyi minneti altına alan ve kaderi yalanlayandır.”

[1333]buyurmuştur.

Diğer bir rivayet, “Üç kişi cehennem ateşinden kurtulamazı Min­net altına alan, anne ve babasına âsi olan ve devamlı içki içendir.” şeklindedir.

Neseî'nin rivayetinde ise,

“Hilekar, cimri ve minnet altına alan cennete giremez.” [1334]buyurulmuştur.

Ahmed'in rivayetinde ise şöyle buyurulmuştur:

“Beş kimse cennete giremez: Devamlı içki içen, sihre inanan, akrabası ile ilgiyi kesen, gaybden haber veren (kehânette bulunan) ve verdiği ile minnet altına alandır.” [1335]

Tembih: Bunların kebâirden olmasını birçok imamlar söylediği gibi, hadislerdeki şiddetli veidler de bunu açıkça göstermektedir.

Son söz, Şafii şiirinde, diyor ki:

“İnsanların minnetleri altına girmemeye çalış, kısmetine razı ol ve sabret, zira sabır bir kalkan ve perdedir. İnsanların minnetlerinin gönüller üzerindeki etkileri, kalblere saplanan süngülerin etkisinden daha şiddetlidir..

Başka birisi de şöyle demiştir:

“Bir arkadaş ki, bana yardım elini uzattı da, ben karşılık ver­mekte geciktim. Bunun için o da bana düşmanlık yaptı. Zamanın be­ni aldattığına kanaat getirince, beni tercih ettiğine pişman olduğunu açıkladı. Başıma kakmakla bana takdim ettiği güzelliği bozdu. Böy­lece verdiği vakitte başa kakıp minnet altına alan kerem sahibi de­ğildir.”[1336]                                                                         

 

136. Kebire: Suyun Fazlasını İhtiyaç Ve Zaruret Olduğu Halde Vermemek

 

Buhâri, Müslim ve diğerlerinin Ebû Hureyre (r.a.) den rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem:

“Üç kimse vardır ki, Allahu Teâlâ kıyamet günü onlarla konuş­maz, onlara bakmaz, onları tezkiye edip temize çıkarmaz ve onlar için elem verici azab vardır. Bunlardan birincisi, çölde ihtiyacından fazla olan suyunu yolcuya vermeyendir.” Bir rivayette ziyâde olarak, “Allahu Teâlâ: “Ey kulum, sen, elinin emeği olmayan Benim verdiğim suyu arkadaşına vermediğin için. Ben de bugün fazlımı senden esirgerim.” buyurur.”[1337], buyurmuştur.

Ebû Davud'un rivayeti şöyledir: Adamın biri Resûl-i Ekrem'e:

“Ey Allah'ın Nebisi, men'i helal olmayan, (verilmemesi caiz ol­mayan) şey nedir?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Su'dur,” buyurdu. Adam tekrar sordu:

“Ey Alp'in Resulü, men'i helal olmayan şey nedir?” Resûl-i Ekrem:

“Tuz'dur,” buyurdu. Adam yine:

“Ya Resûlallah, men'i helal olmayan şey nedir?” dedi. Resûl-i Ekrem:

“İşlediğin hayrın, hakkında hayırlı olmasıdır,” [1338]buyurdu.

Yine Ebû Davud'un rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuş­tur:

“Müslümanlar, mer'a, su ve ateş olmak üzere üç şeyde ortaktır­lar.”[1339]

İbn Mâce'nin rivayeti şöyledir:

“Aişe radıyallahu anha diyor ki: Resûl-i Ekrem'e:

“Ya Resûlallah, men’i helâl olmayan şey nedir? Diye sordum. Resûl-i Ekrem:

“Su, tuz ve ateştir,” buyurdu. Ben:

“Ya Resûlallah, bu su, önemini anladık; ateş ile tuz da, ne olu­yor?” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Humeyra, bir parça ateş veren kimse, o ateşin pişirdiği bü­tün yemekleri tasadduk etmiş gibidir.   (Aynı şekilde bir parça tuz veren kimse) o tuzun, tad verdiği yemeklerin tümünü sadaka olarak vermiş gibidir. Suyun bulunduğu yerde bir Müslümana su içiren kimse bir köle azad etmiş gibidir. Suyun bulunmadığı yerde bir Müslümana su içiren kimse onu yeniden hayata kavuşturmuş gibidir,” [1340]buyurdu.

İbn Mace'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Müslümanlar üç şey'de ortaktırlar: Su, mer'a ve ateş. Bunları para ile satmak haramdır.” [1341]buyurmuştur.

Tembih: Yanında bulundurduğu fazla suyu ihtiyaç ve zaruret varken vermemenin kebâirden olması, Buhârî ile Müslim'in rivayet ettikleri iki hadîsteki şiddetli veid ile sabittir. Aralarında Celâl Belkini de olmak üzere, bir cemaat bunu açıkça ifâde etmişlerdir. An­cak Belkıni benim tercemede işaret ettiğim şartlara da işaret ederek, şartlarına uygun olursa Kebiredir, demiştir.[1342]

 

137. Kebire: Hakkın Nimetine Küfranı Gerektirecek Şekilde Halka Karşı Küfran-ı Nimet

 

Lafzı Nesei'den olmak üzere Ebû Dâvûd, Neseî, “Sahih” inde İbn Hibbân ve Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in İbn Ömer (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kim ki Allah'a sığınır, O'na iltica eder ve O'ndan yardım diler­se, ona yardım edin. Kim ki Allah adını anarak, Allah için sizden bir şey isterse, ona verin. Allah adına sizden menfaat diler, icaseye al­mak isterse, ona faydalı olun. Kim ki size bir iyilik yaparsa onun karşılığını verin. Şayet karşılık verecek bir şey'iniz yoksa, yaptığı iyiliğin karşılığında şükrünü ödediğinize kanaat getirinceye kadar ona dua edin.”, diğer rivayette:

Şayet yaptığı iyiliğin karşılığını bula­maz ve onu mükâfatlandırmaktan aciz kalırsanız, ona gereği gibi teşekkür ettiğinize kanaat getirinceye kadar ona teşekkür edin. Mu­hakkak ki Allahu Teâlâ şükredicidir ve şükredenleri sever.”[1343], buyurmuştur.

Haşen ve garip olduğunu söyleyen Tirmizî'nin rivayetinde Re­sûl-i Ekrem:

“Kime bir atıyye verilirseı imkân bulursa karşılığını yapsın. Şa­yet bir şey bulamazsa ona karşı saygılı olsun, teşekkür etsin, zira her kim överse ona teşekkür etmiş, her kim de (kendisine verileni) gizlerse nankörlük etmiş olur.”[1344], buyurmuştur.

İbn Hibbân'ın rivayetinde, “Kime bir ikramda bulunulur da bu kimse ikram edeni övmekten başka bir şey bulamadığı için överse, ona teşekkür etmiş olur. Yapılan iyiliği gizleyen de nankörlük etmiş­tir. Kim ki batıl ile süslenirse yalan elbise giymiş gibi olur.” [1345]buyurulmuştur.

Ebü Davud'un rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Her kime inam edi­lir ve yapılan in'amdan sitayişle bahsederse teşekkür etmiş olur. Fa­kat onu hiç anmazsa nankörlük yapmış olur.” buyurmuştur.[1346]

Hâvileri sikadan olan Ahmed'in rivayetinde Resül-i Ekrem:

“İnsanların, Allahu Teâlâ'ya en çok şükredeni, insanlara en çok şükredenidir?”, diğer rivayette, “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a da şükretmemiştir.” [1347]buyurulmuştur.

Taberâni ve diğerlerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kime bir iyilik yapılırsa onu söylesin (yani falana bana böyle bir yardımda bulundu desin). Zira (kendisine yapılan iyiliği) anmakla şükretmiş olur. Şayet onu gizlerse nankörlük etmiş olur.” [1348]buyurmuştur.

Abdullah b. Ahmed'in senedi lâbeis ile rivayetinde,

“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez; insanlara şükretmeyen Allah'a da şükretmemiş olur. Allah'ın verdiği nimetleri sayıp dök­mek şükür, onları anmamak ise küfürdür (küfrân-ı nimettir). Toplu­luk rahmet, ayrılık ve yalnızlık ise azâbtır.” [1349]buyurulmuştur.

Tirmizi'nin -hasen ve garip olduğunu söylediği- rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kendisine bir iyilik yapılan kimse, bu iyiliği yapana, “Allah seni bol hayırla mükafatlandırsın” diye dua ederse onu son derece övmüş olur.” [1350]buyurmuştur.

Tembih: Bu anlamda nankörlüğü kebireden saymak, ikinci ha­disdeki, “Kendisine yapılanı gizleyen nankörlük etmiş olur.” ifade­sinden anlaşılmakta olduğu halde, başka hiç kimsenin bunu kebairden saydığını görmedim. Her halde onlar, “Küfran-ı nimetten” ara­da ikramda bulunan şahsı kasdetmişler, Allah'a karşı küfran-ı ni­met olduğunu düşünmemişlerdir ki, bu bakımdan Kebire olması ge­rekir.[1351]

 

138. Ve 139. Kebireler: Dilencinin Allah Rızası İçin Cennetten Başka Bir Şey İstemesi Ve Allah Rızası İçin İstendiği Halde Zenginin Vermemesi

 

Hâvileri Sahih olup yalnız şeyhinin sikadan olup olmaması ihti­laflı olan Taberâni'nin Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) den rivayetinde Re­sûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Allah rızası için isteyen melundur. Allah rızası için istediği halde, lüzumsuz sözler söylemedikçe ve gereksiz talEbierde bulun­madıkça .vermeyen de mel'ûndur.” [1352]

Ebû Dâvûd ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allah rızası için ancak cennet istenir.” [1353]buyurmuştur. Taberânî'nin diğer bir rivayetinde,

“Allah için isteyen melun, Allah için istediği halde vermeyen de melundur.” [1354]Buyurulmuştur.

Garip ve hasen olduğunu söyleyen Tirmizî, Nesei ve “Sahih”inde İbn Hibbân'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Size belâların en fenasını bildireyim mi?” diye sordu. Ashâb:

“Bildir, ya Resûlallah,” demeleri üzerine Resûl-i Ekrem:

“Allah için istendiği halde vermemektir,” [1355]buyurdu.

Ebû Dâvûd, Neseî, “Sahih”inde İbn Hibban ve ayrıca Buhari ile Müslim'in şartlarına göre Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in riva­yetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'a sığmana yardım edin. Allah için isteyene verin. Sizi ça­ğıranın davetine icabet edin. Size iyilik yapana mukabil iyilikte bu­lunun. Şayet karşılığında iyilik yapacak bir şeyiniz yoksa, onun hak­kını ödeyecek kadar ona dua edin.” [1356]buyurmuştur.

Hafız el-Münziri'nin hasen ve diğer bazı meşayihin isnadında uzaklık olduğunu söyledikleri Taberânî ve diğerlerinin rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem:

“Size Hızır aleyhisselamdan haber vereyim mi?” buyurdu. As­hâb:

“Haber ver, ya Resûlallah,” dediler. Resûl-i Ekrem:

Hızır aleyhisselâm bir gün İsrâiloğullarının bulunduğu mem­leketin sokaklarında gezerken mükâteb bir köle [1357] onu görür. Siması hoşuna gider ve:

“Allah seni mübarek etsin, ben azâd olacakım, bunun için ba­na yardımda bulun,” der. Hızır aleyhisselâm:

“Allah'a imanım var, O'nun dilediği her şey olur. Fakat benim de sana verecek bir şeyim yok, der. Köle:

“ Ben senin yüzünde cömertlik ve sahavet belirtilerini okudum, onun için sana baş vurdum. Ne olur, Allah rızası için beni eli boş geri çevirme. Zira ben hürriyetime kavuşacağım,” der ve israr eder. Hızır aleyhisselâm:

“Sana diyorum, benim Allah'a imanım var, yanlış söylemiyo­rum. Allah rızası için istedikten sonra seni geri çevirmek istemem. Ancak sana verecek bir şeyim de yoktur, istersen beni köle diye sat,” der. Köle:

“Bu nasıl olur, ciddi mi söylüyorsun?” der. Hızır aleyhisselâm:

Evet ciddi söylüyorum, çünkü sen yalnız Allah rızası için ve çok önemli bir konuda benden istedin. Ben de seni Rabbımın adına eli boş geri çeviren değilim,” der. Bunun üzerine köle Hızır aleyhis­selâmı pazara çıkarır ve dört yüz dirheme satar. Artık köle olan Hı­zır aleyhisselâm bir süre kölesi olduğu adamın yanında serbest ka­lır. Adam kendisine bir iş gördürmez. Bunun üzerine Hızır aleyhis­selâm:

“Sen beni iş görmem için satın aldın. Şu kadar da para verdin. Emret çalışayım,” der. Adam:

“Sen yaşlı ve bünyesi zayıf bir insansın, seni çalıştırmaktan vicdanım sızlar,” der. Hızır aleyhisselâm:

“Hayır, sandığın gibi bana iş ağır gelmez, ben çalışabilirim,” der. Bunun üzerine adam:

“O halde kalk, şu taşları falan yere taşımaya başla,” der. Emri veren adam bir iş için oradan ayrıldı. Altı kişinin ancak bir günde taşıyabileceği bu taşları Hızır aleyhisselâm çabucak taşıdı. Adam aynı saatte geri dönünce taşların  tamamen taşınmış olduklarını gördü ve:

“Çok güzel yaptın, Benim, yapamaz diye sandığım işlerin da­ha ağırını yaptın ve başardın,” diyerek teşekkür etti. Sonra adamın bir yolculuğa çıkması icab etti. Adam:

“Ben seni güvenilir bir kimse görüyorum, bunun için de işi­min başına seni bırakıyorum,” der. Hızır aleyhisselâm:

“Olur, ayrıca yapacağım işleri de bana söyle,” der. Adam:

“Artık sana iş vermekten sıkılıyorum,” der. Hızır aleyhisselâm:

“Hayır, iş benim ağrıma gitmez; ben hem senin evine nezâret eder hem de çalışırım,” der. Adam:

“O halde inşaatım için kerpiç yap,” der ve gider. Döndüğünde kerpiçler döküldüğü gibi inşaatın da yapılmış olduğunu görür. Şa­şıran adam:

“Allah aşkına sen nesin?” diye sorar. Hızır aleyhisselâm:

“Bir defa benden bir isteyici Allah aşkına istedi, ben de Allah aşkı için köle oldum. Şimdi sen de Allah aşkına benden soruyorsun. Madem ki ısrar ettin, ben de kim olduğumu sana haber vereyim. Ben, senin adını duyduğun Hızır'ım. Azâd olacak bir köle benden Al­lah rızası için sadaka istedi. Bende bir şey olmadığı için kendimi verdim. O, beni köle olarak sattı. İşte benim hikâyem bundan ibarettir. Ancak sana şunu söyleyeyim ki, Allah rızası için kendisinden bir şey istendiği halde vermeyen kimse, kıyamet günü mahşer yerine derişiz ve etsiz olarak kemikleri takırdaya takırdaya gelir,” dedi. Adam:

“İnandım, ey Allah'ın peygamberi, seni üzdüm ve seni bile­medim,” diye özür diledi. Hızır aleyhisselâm:

“Beis yok, sen insanlığın icablannı yerine getirdin ve iyilikte bulundun,” dedi. Adam:

“Anam babam sana feda olsun, ey Allah'ın Nebisi, bütün ser­vetim emrindedir, dilediğin gibi harca, istediğin kadarını al yanında götür. Ben seni serbest bıraktım,” der. Hızır aleyhisselâm:

“Benim senden istediğim servet değil, Rabbime gereği gibi kul­luk edebilmem için beni azâd etmendir,” dedi. Adam:

“Hürsün,” dedi. Yeniden hürriyetine kavuşan Hızır aleyhisse­lâm:

“Beni sağlam bir köle yaptıktan sonra tekrar hürriyetine ka­vuşturan Allah'a hamdederim,” dedi.”[1358]

Tembih: Bu ikisini de kebâirden saymak, Sahih hadîsde açıkça bunları yapanlara lanet edildiği içindir. Ayrıca diğer hadiste de, Al­lah için istendiği halde vermeyen kimsenin de insanların en kötüsü olduğu bildirilmiştir. Fakat ne yazık ki, imamlarımız bunları -Kebire şöyle dursun- haram bile kabul etmemiş ve mekruh oldukla­rını söylemişlerdir. Hadîslerin beyanları ile imamlarımızın görüşleri­ni telif etmek mümkündür. Hadîsdeki telin, gerçek ihtiyaç içinde de­ğilken, Allah'ın adını kullanarak istemekte israr etmesi bakımından isteyiciye, muhtaç olduğunu bildiği halde Allah'ın adı ile isteyene vermemekte direnenler içindir. Yâni bu ikisi de gerçekten melun­dur. Yoksa cidden darda olan bir kimsenin, Allah rızası için bir lok­ma yiyecek istemesi önemli olmadığı gibi, onun ihtiyaçta olmadığı­nı, aldatıp almak için Allah rızasını öne sürerek istediğini bilen bir adamın da ona vermemesinde telini gerektiren bir hal yoktur. Bu­nunla beraber sonraları yaptığım araştırmadan Halimi'nin “Minhac”ında bu anlattığımı açıkça yazdığını gördüm. Halimi diyor ki:

,“Küfürden başka her çeşit günahta sağâirlik ve kebâirlik vardır. Bazan küçük olan günah büyük olabileceği gibi, büyük olan günah da küçük olabilir. Zekâtı vermemek büyük günahtır, isteyeni reddet­mek ise küçük günahtır. Şayet infak edip kendisine bir şey vermez yahut bir kişi vermez fakat başkalarının vermesine de engel olur ve kaba davranırsa işte bu, kebiredir. Bunun gibi muhtaç bir adam, eli geniş ve kendisine yemekte genişlik gösterecek bir adamı görür de ona gönül verir, yalvarır ve ondan ister, sonra da bu adam onu red­dederse işte bu da Kebiredir”.

Fakat Ezraî buna itiraz ederek, bir taraftan isteyici reddetmeyi Kebireden sayarken, diğer taraftan muhtaç bir adamın zenginden bir şey isteyip zenginin bunu reddetmesini kebireden sayması bir tena­kuzdur. Ancak tevil ister ki, tevil ihtimalinden de uzaktır, dedi.

Buna cevap olarak Celâl Belkinı şöyle demiştir: “Bunun tevil ih­timali vardır. İkinci sözünden maksadı darda kalan isteyicilerdir. Birincisi de zekât kendisine borç olan bir adamdan zekât istemek­tir ki, o beldenin yoksulları bellidir diye tevil edilir”.

Halimi'nin sözünü tevilde Celâl Belkini’nin anlattıkları benim söylediğimi açıkça teyid eder.

Evet, Celâl Belkini'nin mutlak surette bu ikincisini sağireden saymasındaki itirazı açık ve ortadadır. Daha az muhtaçlardan birini red­detmenin Kebireden olduğunda şüphe yoktur.

Şayet, bunlar inhisar altına alınıp sayılabilir. Zira onlar, tam ma­nâsıyla zekâta malik olan sınıftan üç veya üçten aşağı iseler, bunlar­dan birinin mani olması şüphesiz kebiredir. Şayet bunlar daha çok iseler ve sayıları malûm olup zekât parası onlara yetiyorsa, onları red, o zaman sağireden olur. İşte Celâl Belkinî'nin sözü böyle tevil edilmelidir.[1359]

 

Sadakanın Fazileti, Hükmü Ve Nevi:

 

Bu hususta geniş bir eser yazdım. Her istediğin oradadır, ister­sen ona müracaat et.

Şurasını iyi bil ki ,bu konuda mesnedsiz ne kadar hadisler yazdımsa, çoğu sahih ve pek azı hasendir. Bunun için hadîsleri yazanları bildirmeye lüzum görmedim.

Resûl-i Ekrem:

“Kim ki helâl kazancından bir hurma değerinde bir sadaka ve­rirse -ki Allahu Teâlâ helâl maldan verilen sadakadan başkasını kabul etmez- Allahu Teâlâ o sadakayı kabul eder. Sonra sizden bi­riniz erkek küheylân tayını özenerek büyüttüğü gibi bu sadakayı da sahibi için dağ gibi oluncaya kadar büyütür.”[1360], buyurmuştur. Diğer bir rivayette de, “Sizden biriniz tayını bakıp büyüttüğü gibi o sadakayı tâ ki bir lokma Uhud dağı gibi oluncaya kadar besler. [1361]buyurulmuştur. Bunun müeyyidesini,

“Allah'ın, kullarının tevbesini kabul ettiğini, sadakalar aldığını bilmiyorlar mı?.” [1362]

“Allah faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir.” [1363]âyetleri teyid. etmektedir.                                           

Yine Resûl-i Ekrem:

“Sadaka ,malı eksiltmez. İnsan bağışladıkça Allah da onun izzet ve şerefini artırır. Her kim Allah için tevazu ederse, Allah onu yük­seltir.” [1364]buyurmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

Sadaka, malı eksiltmez. Kul sadaka vermek için elini uzattığı zaman, eli yoksula ulaşmadan Allahu Teâlâ'nın yardımıyla karşıla­şır. Muhtaç olmadığı şeye dilencilik kapısını açan kimseye Allahu Teâlâ yoksulluk kapısını açar.” [1365]

Yine Resûl-i Ekrem:

“İnsan, “malım, malım” der durur. Halbuki insan için maundan ancak üç şey vardır: Yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve Allah rızası için verip ebedileştirdiğidir. Bunun dışında kalan malı ise kendisi gi­der, onu insanlara bırakır.” [1366]buyurmuştur.

Yine bir hadîsde şöyle buyurulmuştur:

“Sizden hiç biriniz hâriç kalmamak üzere hepinizle Allah u Teâlâ arada tercüman olmaksızın konuşacaktır. Kişi sağma bakar, ancak önceden gönderdiği (iyilikleri) ni görür. Soluna bakar, ancak önce­den gönderdiği (kötülükleri) ni görür. Önüne bakar tam karşısında cehennemi görür. O halde bir hurmanın yarısı ile de olsa cehennem ateşinden korunun.” [1367]

Diğer hadîsde,

“Sizden biriniz bir hurmanın yarısı ile de olsa kendini cehennem ateşinden korusun.” [1368]buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Su ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da hataları yok eder.” [1369]buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Ey Âcûre'nin oğlu Ka'b, haramdan biten kan ile et cennete giremez; onlara yaraşan cehennemdir. Ey Acûre'nin oğlu Ka'b, in­sanlar iki sabah yolcusudur. Bir sabahçı var ki, nefsinin kurtarılması peşindedir; o, kendisini âzâd ettirir. Diğeri de kendisini helak ettirir. Ey Ka'b b. Acûre, namaz Allah'a yakınlık, oruç ise perdedir. Sadaka ise yalçın kaya üzerindeki çiğin kaybolması veya suyun ateşi söndür­mesi gibi, hataları söndürür,” [1370]buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

 

“Sadaka, mutlak surette Rab Teâlâ’nın gazabını söndürür ve kö­tü ölümü önler.”[1371] Yine Resûl-i Ekrem,

 “Sadaka,   kötülükten yetmiş kapıyı kapatır.”[1372], buyurmuş­tur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“İnsanların mahkemeleri görülünceye kadar herkes sadakasının gölgesindedir.”[1373], buyurmuştur. Resûl-i Ekrem’e:

“Hangi sadaka daha efdaldir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Darda olan kimsenin verdiği sadakadır. Önce yakınından ver­meye başla,”[1374], buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Bir dirhem yüzbin dirhemi geçti,” buyurdu. Ashâb:

“Bu nasıl olur, ya Resûlallah?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“İki dirhemi olan bir adam, bir dirhemini ayırıp tasadduk et­miştir. Çok malı olan bir adam da malından yüzbin dirhemini tasad­duk etmiştir. (Böylece iki dirhemi olan kimsenin tasadduk ettiği bir dirhem, bu yüzbin dirhem tasadduk edeni geçmiştir.)” [1375]buyur­muştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Bir parça ile de olsa isteyiciyi sakın geri çevirme.” [1376]buyur­muştur.                                                                             

Yine Resûl-i Ekrem:

“Yedi kimse vardır ki, gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allahu Teâlâ onları kendi gölgesinde gölgelendirecektir.” buyurdu ve bunları saydı. Bunlardan birisi de, “Bir adamdır ki, sağ elinin verdiği sadakayı sol eline duyurmayacak kadar gizli vermiştir.” [1377]bu­yurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“İyilikler, kötülük kapılarını kapatır (korur). Gizli sadaka Rabbin gazabını söndürür. Akrabayı görüp gözetmek, onlarla iyi münâ­sebetleri devam ettirmek, ömrü artırır. Her iyilik sadakadır. Dünya­da iyilik erbabı, âhirette de iyilik ehlidir. Dünyada kötü olanlar, âhirette de kötülerdendir. Cennete ilk girecekler, iyilik yapmakla bilinenlerdir.”[1378]

Ahmed'in rivayetinde, Ebû Zer (r.a.):

“Ya Resûlallah, sadaka nedir?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Karşılığı kat kat olan ve Allah katında daha fazlası buluna­cak olandır, buyurdu, sonra da, “Allah'a, kat kat karşılığını artı­racağı- ödünçte kim bulunur?”[1379] mealindeki âye­ti okudu. Resûl-i Ekrem'e:

“Hangi sadaka daha üstündür? diye soruldu. Resûl-i Ekrem:

“Gizlice yoksula verilen veya yoksulluktan verilen sadakadır,” buyurdu, sonra da:

“Sadakaları açıkça verirseniz iyi olur. Eğer on­ları yoksullara gizlice verirseniz sizin için daha iyidir.” [1380]mealindeki âyeti okudu.[1381]

Yine Resül-i Ekrem:

“Kim muhtaç olan birMüslümana bir elbise giydirirse, Allahu Teâlâ ona cennet yeşilliklerinden elbise giydirir.” [1382]buyur­muştur.

Diğer bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:

“Herhangi bir müslüman, çıplak olan bir Müslümanı giydirirse, Allahu Teâlâ ona cennet yeşilliklerinden giydirir. Herhangi bir Müslüman aç olan bir Müslümanı doyurursa, Alahu Teâlâ ona cennet meyvelerinden yedirir. Susayan bir mûslûmana su içireni de Allahu Tealâ cennet sularından içirir.” [1383]

“Yoksula verilen sadaka bir sadakadır. Yakınlara verilen ise iki­dir; biri sadaka, diğeri villadır.” [1384]

Resûl-i Ekrem'e:

“Hangi sadaka daha efdaldir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Gizli kin tutan yakın akrabaya verilen sadakadır,” [1385]bu­yurdu.

“Kim bir koyun ve devesini, südünden yararlanmak ve sonra geri vermek üzere bir (Müslüman kardeş) ine hediye eder veya ödünç olarak verir; ya da bir yolcuya yol gösterirse, bir köle azâd etmiş kadar sevap alır.”[1386]

Yine Resûl-i Ekrem, “Her ödünç bir sadakadır.” buyurmuştur.

Enes b. Mâlik (r.a.) den rivayete göre, “Resûl-i Ekrem buyur­muştur ki;                            

“İsrâ gecesinde cennetin kapısında, “Sadaka on, ödünç ise on-sekiz misli ile mükafat görür.” diye yazılı olduğunu gördüm. Ceb­rail'e:

“Nasıl oluyor da ödünç (verme)  sadakadan daha efdal olu­yor?” diye sordum. Cebrail:

“Çünkü insan parası olduğu halde dilenir. Halbuki ödünç iste­yen, ancak ihtiyacından sebep ödünç ister,” diye cevap verdi.” [1387]

“Herhangi bir müslüman, bir Müslümana iki defa ödünç (para) verirse, onu bir defa ve hepten sadaka etmiş gibidir.”[1388]

“Kim darda olan (müslüman)a kolaylık gösterirse, Allahu Teâlâ da dünya ve âhirette ona kolaylık gösterir.”[1389]

Abdullah İbn Amr (r.a.) dan rivayete göre, “Bir adam Resûl-i Ekrem'e:

“Ya Resûlallah, îslâmiyetin hangi şekli hayırlıdır?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem:

“Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına (herkese) selâm vermendir,” [1390]diye cevap verdi.

Rivayete göre Ebû Hureyre (r.a.) diyor ki: Resûl-i Ekrem'e:

“Ya Nebiyyallah, sizi gördüğüm vakit gönlüm hoş olmakta ve göz aydınlığına ermekteyim. Bana her şeyden haber veriniz?” dedim.

Resûl-i Ekrem:

“Her şey sudan yaratılmıştır,” buyurdu. Ben:

“Bana bir şeyden haber veriniz ki, onu işlediğim vakit cennete gireyim,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Selâm ver, yemek yedir, akraba ile ilgilen, insanlar uykuda iken namaz kıl, sonra selâmetle cennete gir,” [1391]buyurdu.

“Rahman (olan Allah'a) ibadet edin, yemek ye dirin ve herkese selâm veriniz ki, selâmetle cennete girersiniz.”[1392]

Yoksul Müslümam yedirmek, rahmeti gerektiren hallerdendir.”

“Kim aç olan kardeşini doyuruncaya kadar yedirir, kan dirin ca­ya kadar içirirse, Allahu Teâlâ onu cehennemden yedi handek ile uzaklaştırır. Her iki hendek arası beşyüz bin yıllık mesafedir.”[1393], buyurulmuştur.

 Ebû Hureyre (r.a.) den rivayete göre, Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Allahu Teâlâ kıyamet günü şöyle buyuracaktır:

“Ey Ademoğlu, hastalandım da beni ziyaret etmedin.” Âdem­oğlu:

“Ben seni nasıl ziyaret edebilirdim ki, sen, âlemlerin Rabbisin,” der. Allahu Teâlâ:

“Bilir misin, kulum filân hastalandı da ziyaret etmedin. Bile­sin ki onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdun, “buyurur.

“Ey Ademoğlu, acıktım da beni doyurmadın,” buyurur.  Âdem­oğlu:

“Seni nasıl doyurabilirdim ki, sen, âlemlerin Rabbisin,” der. Al­lahu Teâlâ:

“Kulum senden yiyecek istedi de vermedin. Eğer ona yiyecek vereydin, onu benim yanımda bulurdun,” buyurur.

“Ey Âdemoğlu ,sen su istedim de vermedin,” buyurur. Âdem­oğlu:

“Ya Allah, sana nasıl su vereyim? Sen âlemlerin Rabbisin”, der. Allahu Teâlâ:

“Filân kulum senden su istedi de vermedin. Bilesin ki eğer ona su vereydin onu yanımda bulurdun,” buyuracaktır.” [1394]

Resûl-i Ekrem'e adamın biri:

“Annem vasiyet edemeden öldü, onun için sadaka versem ona faydası olur mu?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Evet olur, sen onun için su dağıt,” buyurdu. Resûl-i Ekrem'e:

“Hangi sadaka daha efdaldir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Su dağıtmaktır,” buyurdu.[1395] Hâkim ve diğerleri, bu riva­yetin Sahih olduğunu söylemişlerdir. Bununla beraber, inkıta' var diye itiraz edenler de olmuştur.

Resûl-i Ekrem, “Kim bir kuyu açar ve bu kuyudan, insan, kuş, kurd vs. susamış herhangi bir canlı içerse, kıyamet günü Allahu Te­âlâ ona mükâfatını verir.” buyurmuş.

Beyhaki'nin rivayetinde; adamın biri yedi yıl iyileşmeyen bir ya­radan İbn Mubârek'e şikâyet etti ve:

“Yedi yıldır bunun kahrını çekiyorum. Doktorlar bir çare bu­lamadılar, ne yapayım?” dedi. İbn Mübarek:

“Sen, insanların muhtaç oldukları yerde bir kuyu aç. Oradan su çıkınca ümit ederim ki Allahu Teâlâ da senin bu yaram iyileşti­recektir,” dedi.

Beyhakî anlatıyor: “Müstedrek” ve diğer eserlerin sahibi olan hocası Hâkim Ebû Abdillah'ın yüzünde bir yara oldu. Bir yıl gibi uzun bir süre bu yaranın tedavisi ile meşgul olduğu halde yara iyi olmadı. Hocası Ebû Osman es-Sâbûnî'ye, cuma günü va'zında ken­disine dua etmesini söyledi. Hocası da kendisine dua etti, cemaat da âmîn dediler. İkinci cuma da bir kadın meclise gelerek bir kâğıt bı­rakıp gitmiş. Kâğıttaki yazıya göre, camiden ayrılan kadın evine gi­derek üstadın iyileşmesi için uzun uzun akşam dua etti. O gece rü­yasında Resûl-i Ekrem'i gördü. Resûl-i Ekrem:

“Üstada söyleyin, mil­leti bolca sulasın.” buyurdu. Bu mektubu Hâkim'e getirdim. Evi önünde bir su deposu yaptı. İçine buz doldurdu. Gelen geçen bun­dan içti. Bir hafta geçmemişti ki yüzündeki yara iyileşti ve yüzü eskisinden daha güzel oldu ve uzun yıllar daha muammer oldu.

Bezzâr ve diğerlerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İnsan öldükten sonra mezarında iken yedi şey onun için devam eder (bu yedi,şeyden onun defterine sevap yazılır). Bir ilim öğreten, su kanalı açan, kuyu kazan, hurma ağacı diken, cami inşa eden, mi­ras olarak mushaf bırakan veya ölümünden sonra kendisi için istiğ­far edecek iyi bir evlât yetiştirendir.”[1396], buyurmuştur.

İbn Mâce de hasen sened ile bu hadîsi rivayet etmiş, ancak, “Su kuyusu kazan ve ağaç diken” yerine, “Sadaka verip, yollarda kervan­saraylar Müsafirhaneler yapan.” şeklindedir.

Ebû Dâvûd, İbn Mâce, “Sahih”inde İbn Huzeyme, Sahih olduğu­nu söyleyen ve fakat inkıta' var diye kendisine itiraz edilen Hâkim'in rivayetlerinde; Sa'd İbn Ubâde Resül-i Ekrem'e:

“Annem öldü. Onun ruhu için yapacağımız hayırların hangisi makbuldür?” diye sordu. Resül-i Ekrem:

“Su hayrıdır,” buyurdu. O da bir kuyu kazdırdı ve “Bu, Sa'd'ın anası içindir.” dedi.[1397]

Beyhaki’nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Sadakalar içinde en üs­tün mükâfatı olan sudur.” buyurmuştur. Şüphesiz bunun böyle ol­ması, kıt olan suya diğer maddelerden daha çok ihtiyaç duyulduğu yerlerdedir. Suyun bol olduğu yerde kuyu kazmaya kalkışmak, yağ­murlu havada tavuklara su vermek gibi bir davranış olur ki, bir de­ğeri olmıyacağı aşikârdır. Bulunduğu yerde ihtiyaç en çok neye ise onu tasadduk daha makbuldür.[1398]

 

ORUÇ KİTABI

 

140. Ve 141. Kebireler: Ramazanda Bir Gün Olsun Oruç Tutmamak Yolculuk Ve Hastalık Gibi Özürleri Olmaksızın Herhangi Bir Şekilde Kasden Orucu Bozmak

 

Ebû Yâlâ'nın hasen sened ile İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İslâm'ın direği ve dinin kuralı üçtür. İslâm, bu üç esas üzerine kurulmuştur: Her kim inkâr suretiyle bunlardan birini terkederse, kanı helâl bir kâfirdir. Bunlar da Allah'tan başka İlâh olmadığına şehâdet etmek, beş vakit namaz ve ramazan orucudur,” [1399]bu­yurmuştur.   Diğer bir rivayette,   

“Bunlardan bir tanesini terk eden kanı helâl bir kâfirdir. Farz ve nafileden hiç bir ibadeti kabul edil­mez.” [1400]şeklindedir.

Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesei, İbn Mâce, “Sahih”inde İbn Huzeyme ve Beyhakî'nin rivayetlerinde Resül-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Her kim ramazanda ruhsatsız ve hastalık (gibi bir özrü) ol­maksızın bir gün orucu yerse, bir yıl boyu oruç tutsa da o günü kaza etmiş olmaz.”[1401] Buhârî de aynı hadisi talik olarak zikretmiş ve Ebû Hureyre (r.a.) yolu ile merfû olduğunu söylemiştir. Ali ve İbn Mesûd (radıyallahu anhüma) bu hadîsin zahirini alarak, “Bir gün orucunu yiyen bir yıl oruç tutsa da onu kaza etmiş olamaz.” demiş­lerdir. Her ne kadar Ebû Dâvûd bu rivayet hakkında susmuş ise de Nevevî, hadîsin isnadının garip olduğunu söylemiştir. Nehai ise da­ha da ileri giderek bir güne üçbin gün orucu şart koştu.[1402]

İbn'l-Müseyyeb de, “Bir gün için otuz gün oruç tutması vacip olur.” demiştir.

İmâm Mâlik'in hocası Rebi'a, “Ramazanda yediği her gün için oniki oruç tutması gerekir.” demiştir.

Fakat çoğunluk, “Her ne kadar faziletini ihraz edemezse de” [1403]âyeti gereğince bir gün kâfidir.” demişlerdir.                 İbn Huzeyme İle İbn Hibbân “Sahih-lerindeki rivayetlerinde; Resûl-i Ekrem:

Ben uyuyordum ki, iki kişi gelip elimden tuttu ve beni sarı bir dağın eteğine getirdiler de bana:

“Hadi buradan çık,” dediler. Ben:

“Buradan çıkamam,” dedim. Onlar:

“Korkma, biz sana yardım ederiz,” dediler. Ben de gayret ettim. Dağın tepesine çıktığımda birtakım korkunç ve tüyler ürpertici ses­ler, çığlıklar duydum. Onlara:

“Bu çığlıklar nedir?” diye sordum. Onlar:

“Bu vaveylalar, cehennemlilerin sesleridir,” dediler. Sonra iler­ledik. Bacaklarından asılı ve yanaklarından kanları akan birtakım kimselere rastladık. Ben:

“Bunlar kimlerdir?” diye sordum. Onlar:

“Bunlar, oruçlarını tamamlamadan bozanlardır,” dediler. (Yâni akşam olmadan iftar edenlerdir demektir).” [1404]

Ahmed'in mürsel olarak rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Dört şey vardır ki, Allahu Teâla onları İslâm'da farz kılmıştır. Her kim bunlardan üçünü yaparsa, dördünü yapmadıkça, bu üç şey ona bir fayda sağlamaz. Bunlar: namaz, zekât, ramazan orucu ve hacdır.”[1405]

Dâre Kutni'nin rivayetinde, “Ramazandan bir gün iftar eden bir deve kurban etsin.” buyurulmuştur.

Tembih: Ramazandan bir gün olsun oruç tutmamanın, yolcu­luk ve hastalık gibi mazeretleri olmaksızın herhangi bir şekilde kas­ten orucu bozmanın büyük günahlardan olduklarını, yukardaki ha­dîslere dayanarak ifâde etmişlerdir. Şüphesiz bu cezalar böyle bir vacibi vakitli bir orucu terketmekten lâzım gelir. Namazı ve zekâtı terkedenler hakkında şiddetli ve mükerrer veîdler varken, orucu terkedenler hakkında bu kadar veîdlerin bulunmaması -Allah bilir ya- orucu daha az kimselerin terketmesi bakımındandır. Nitekim namazlarını kılmayan pek çok kimseler oruçlarını tutarlar. Namaz ile zekâta gelince; insanların çoğu burada tembellik ederler. Çok kimseler namaz kılmadıkları halde oruç tutar ve çokları da yalnız ra­mazanda namaz kılarlar.[1406]

 

142. Kebire: Ramazandan Kazaya Kalmış Orucunu İlk Fırsatta Tutmayıp Geciktirmek

 

Ramazandan kazaya kalmış orucunu ilk imkanda tutmayıp te­hir etmeyi büyük günahlardan sayanı görmedimse de, kebire olduğu açıktır. Çünkü ramazan günü mazeretsiz orucunu yiyen fâsıktır ve bundan hemen tevbe etmesi vaciptir. Fısktan ancak böyle kurtulur. Tevbe de kazaya bıraktığı ibadeti yerine getirmekle, yâni tutmadığı orucu tutmakla, özürsüz kaza etmezse fışkını devam ettiriyor demek­tir. Fıskda devam ise fısktır. Öyle imkân bulduğu vakitten onu te­hir etmek de fısktır. Bu şekilde terkettiği her vacipte de hüküm ay­nıdır. Namazdaki kaza borçları, haccı tehiri hepsi aynıdır. Mazereti sebebiyle kazaya bıraktığı ramazan orucunu mazeretsiz olarak ge­lecek ramazana kadar tutmamakta da hüküm aynıdır. Sonradan Şa­fii'nin ileri gelen zâtlarından Hirevî'nin “Edebü"l-Kazâ” adlı eserin­de, fevri olarak borç olan bir farzı tehir etmenin Kebire olduğunu, gördüm.[1407]

 

143. Kebire: Kadının Kocası Evde İken Ondan İzin Almadan Ve Rızası Olmadan Nafile Oruç Tutması

 

Buhârî ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Bir kadının kocası yanında hazır iken onun rızası olmadıkça nafile oruç tutması helâl olmaz. Yine bir kadın kocasının evine onun izni olmadıkça kimsenin girmesine izin veremez.” [1408]buyurmuş­tur. Ahmed'in hasen sened ile rivayet ettiği bu hadîsde, “Ramazan orucu Müstesnadır.” fazlalığı vardır.[1409]

Yine Sahih rivayette,

“Ramazan dışında, kocasının izni olmadan kadın bir gün dahi oruç tutmasın.”[1410]  buyurulmuştur.

Taberâni'nin münker ve garip olan rivayetinde,

“Herhangi bir kadın kocasının izni olmadan oruç tutar ve bu se­beple kocasının isteğini yerine getirmezse Allah o kadına üç kebâir yazar.” [1411]buyurulmuştur.

Taberânî'nin diğer bir haberinde, “Kocanın, karı üzerinde olan haklarından birisi de izni olmadan kadının nafile oruç tutmamasıdır. Şayet kadın buna rağmen oruç tutarsa açlık ve susuzluktan baş­ka bir kârı olmaz.” [1412]buyurulmuştur.

Tembih: Kocasının izni ve rızası olmadan kadının nafile oruç tutmasının kebireden sayıldığını her ne kadar görmedimse de, üçün­cü hadis bunu açıkça göstermektedir. Bunun Kebireden olduğuna üçüncü hadisden delil çekilemediğini kabul etsek bile, birinci hadîsdeki işaret ile yine kebireden sayılır. Birinci hadîsde, “Kadın, kocasının izni olmadan evine kimseyi alamaz.” buyurulmaktadır. Bu oruç­ta da erkeğin hakkı olan şeye engel olma vardır. Efendim erkek din­lemez, kadının oruçlu olduğuna fcfakmadan dilediğini yapabilir de­mek de doğru değildir. Çünkü çok defa insan, ibadeti ibtal etmekten çekinir, buna cesaret e.demez. Bu suretle sıkılır, sıkışır ve zor durum­da kalır.[1413] 

 

144. Kebire: Bayram Ve Teşrik Günleri Oruç Tutmak

 

Ahmed, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Hâkim ve Neseî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Ramazan ve kurban bayramı günleri ile teşrik günleri biz Müslümanların bayramıdır. Bunlar yemek ve içmek günleridir.” [1414]buyurmuştur.

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Nûh aleyhisselâm seneyi boydan boya oruç tutar, yalnız rama­zan ve kurban bayram günlerini tutmazdı.” [1415]

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İki günde oruç doğru olmaz: Kurban ve ramazan bayramı gün­leri.” [1416]buyurmuştur.

Ahmed ile Neseî'nin rivayetlerinde:

“Şu günleri, teşrik günleri oruç tutmayın, zira onlar yemek iç­mek günleridir.” [1417]buyurulmuştur.                  

Tembih: Ramazan bayramı ile kurban bayranu günleri ve teş­rik günleri yâni kurban bayramından (kurban bayramı günü dahil) dört gün oruç tutmaktan nehyeden pek çok rivayetler vardır. Ancak kebireden sayılması, her halde Allahu Teâlâ'nın ziyafetinden yüz çevirmek bakımından olacaktır.[1418]

 

Oruç İle İlgili Hasen Ve Sahih Hadîsler:

 

Bu hususta “İthaf u'1-İslâm bi Hususıyyâti's-Sıyâm” adlı bir eser yazdım. Buraya aldığım hadîsler, o kitapta yazılanların bir özeti mahiyetindedir.

“Aziz ve Celîl olan Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Âdemoğlu’nun her ameli kendisinindir. Oruç hâriç, o. benim içindir. Onun ecrini ben vereceğim. Oruç, ateşe karşı bir kalkandır. Sizden biriniz oruçlu bulunduğu günde kötü söz söylemesin; kavga etmesin. Şayet biri ona söver veya sataşırsa, “Ben oruçluyum.” desin. Muhammed'in nefsini kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, muhak­kak oruçlunun ağız kokusu, Allah katında, misk kokusundan daha hoştur. Oruçlunun iki sevinci vardır. Bunlardan birisi iftar ettiği za­man, diğeri de orucunun sevabı ile Allah'a kavuştuğu andır.” [1419]

“Allahu Teâlâ buyurmuştur: “Âdemoğlu'nun her ameli (nin se­vabı) kat kat verilir. Bir hasene (iyilik) on mislinden yediyüz misli­ne kadar mükâfatlandırılır. Yalnız oruç hâriç. Onun mükâfatını Ben veririm. Zira (oruçlu) yemesini ve şehevî arzularını sırf Benim için terkediyor. Oruçlu için iki sevinç ânı vardır: Biri iftar ettiği, diğeri de Allah'a kavuştuğu (ve tuttuğu orucun mükâfatını aldığı) vakit­tir. Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha hoştur.” [1420]

“Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır. Kıyamet gününde bu kapıdan ancak oruç tutanlar girer. Onlardan başkaları giremez. “Oruçlular nerede?” diye nida edilir. Onlar da kalkıp o kapıdan gi­rerler. O kapıdan, onlardan başkası giremez. Oruçlular girdikten sonra kapı kapanır ve artık oradan hiç bir kimse giremez.” [1421]

Yine Resûl-i Ekrem:

“Gaza edin ganimet alın, oruç tutun sıhhat kazanın, sefere çıkın ihtiyaçtan kurtulun.” [1422]buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Oruç bir siper ve cehennemden koruyucu bir kal'adır.” [1423]buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş­tur:

 “Kıyamet günü (Müslüman) kul için oruç ile Kur'an şefaat ede­ceklerdir. Oruç:

“Ya Rab, bana o (kulu) nu yemek içmek ve cinsî münâsebette bulunmaktan alıkoydum. Beni ona şefaatçi kıl.” diye­cektir. Kur'an da:

“Ya Rab, ben onu gece uykusundan alıkoydum, beni ona şefaatçi kıl.” diyecek ve her ikisi de şefaat edeceklerdir.” [1424]

Bir diğer hadîste de,

“Oruca devam et, zira onun dengi yoktur.” [1425]buyurulmuştur. Yine Resûl-i Ekrem:

“Kim ki Allah yolunda (rızası uğrunda) bir gün oruç tutarsa, Allahu Teâlâ o bir gün sebebiyle onun vücudunu yetmiş yıl cehen­nemden uzaklaştırır.” [1426]buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Kimki bir gün Allah yolunda oruç tutarsa, Allahu Teâlâ onunla cehennem arasında yer ile gök arası kadar genişlikte bir handek yapar.” [1427]

“Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, bin yıl cehennemden uzaklaşmış olur.” [1428]

Bazıları “Allah yolunda” kelimesini cihad ile, diğer bazıları da Allah rızası ile açıklamışlardır.

Üç kimse vardır ki, duaları reddedilmez: İftar vakti oruçlunun, âdil hükümdar ile mazlumun dualarıdır. Allahu Teâlâ   mazlumun (duasını) bulutların üstüne yükseltir, gök kapılarını ona açar ve: “İzzet ve Celâlim hakkı için, bir zaman sonra da olsa sana yardım edeceğim.” buyurur.” [1429]

“Ramazanın faziletine inanarak ve ecrini Allah'tan umarak oruç tutan kimsenin geçmiş günahları bağışlanır. Bir kimse de faziletine inanarak ecrini Allah'tan umarak kadir gecesini ibadetle ihya ederse geçmiş günahları bağışlanır.”[1430] Sahih bir rivayette, “Gelecek günahları da bağışlanır.” kaydı vardır.[1431] Ahmed ve oruçtan sonra hasen isnad ile bunu zikretmiştir. Yalnız Hammad, mevsül ve­ya mürsel olmasında şüpheye düşmüştür.

“Kim ramazan orucunu tutar, hududunu korur, orucunda aşırı­lık yapmaz, sakınılması gereken şeylerden sakınır ve korunursa, geç­miş günahları bağışlanır.” [1432]

“Beş vakit namaz, cumalar ve ramazan orucu, kebâirden kaçın­mak şartıyle aralarındaki küçük günahlara keffâret olurlar.” [1433]

Kâ'b İbn Âcure (r.a.) den rivayete göre şöyle demiştir: Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir gün minbere çıkmak üzere kalktı. Birinci basamağa çıkınca, “Âmin” dedi. Sonra ikinci basama­ğa çıktı yine “Âmîn” dedi. Sonra üçüncü basamağa çıktı ve yine “Âmin” dedi. Minberden inip (namazı) bitirince, biz:

“Ya Resûlallah, bu gün sizden bir söz duyduk Cki bundan önce onu hiç duymamıştık), o ne idi?” dedik. Resûl-i Ekrem:

“Siz onu duydunuz mu?” buyurdu. Biz:

“Evet, duyduk,” dedik. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Birinci basamağa çıktığımda Cebrail aleyhisselâm bana geldi ve “Anne babasından birinin veya ikisinin  ihtiyarlık çağına yetişip de onlara yapacağı hizmetle cennete girmeğe   (hak   kazanmayan) uzak olsun.” dedi, ben de “Âmîn” dedim. Sonra ikinci basamağa çık­tığımda yine Cebrail aleyhisselâm geldi ve “Ya Muhammed, senin İsm-i şerifin yanında anıldığı halde sana salâvat-ı şerife getirmeyen uzak olsun.” dedi, ben de “Âmîn” dedim. Daha sonra üçüncü basa­mağa çıktığımda yine Cebrail aleyhisselâm geldi ve “Ey Muhammedi Ramazana erişip de mağfiret olma (sına vesile olacak amel ve ibadet yapma) yan uzak olsun.” dedi, ben de, “Âmîn” dedim,” (İşte âmin demesinin hikmeti bu idi.).[1434]

“Ey insanlar! Mübarek ve büyük bir ayın gölgesi üzerinize düş­müştür. Bu ay içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi var­dır. Allahu Teala bu aynı orucunu size farz ve gece ibadetini (Tera­vih namazını) nafile (sünnet) kılmıştır. Kim ki bu ayda bir iyilik ya­parsa diğer aylarda bir farz yapmış gibi sevap alır. Bu ayda bir farz yerine getiren, diğer aylarda yetmiş farz edâ etmiş gibi olur. Bu ay sabır ayıdır. Sabrın mükâfatı ise cennettir. Bu ay, yardımlaşma ayı­dır. Bu ay, müminin rızkının çoğaldığı bir aydır. Bu ayda bir oruç­luyu iftar ettirenin günahları bağışlanır ve cehennemden azad olur. Aynı zamanda o oruçlunun sevabından bir şey eksilmemek şartı ile onun sevabı gibi de sevap alır,” buyurdu. Ashâb-ı Kiram:

“Ya Resûlallah, bizim çoğumuzda oruçluyu yedirip doyuracak bir şey yok, ne yapalım?” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ bu sevabı; bir hurma, bir yudum su veya süt ile de olsa orucunu açtıran kimseye verir,” buyurdu. Resûl-i Ekrem de­vamla:

“Bu ayın evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu ise cehennem­den azâd olmadır. Kim ki bu ayda eli altında bulunanları esirger ve onlara kolaylık gösterirse, işlerini hafifletirse, Allahu Teâlâ onu mağ­firet edip cehennemden azâd eder. Bu ayda dört hasleti  çoğaltın. Bunların ikisi ile Rabbınızı razı edersiniz, diğer ikisinden ise hiç bir vakit Müstağni kalamazsınız.  Rabbınızı razı edeceğiniz iki haslet, şehâdet kelimesi ile istiğfara devam etmenizdir. Müstağni kalama­yacağınız hasletler de, cehennemden Allah'a sığınmanız ve cenneti­ni istemenizdir. Bu ayda oruçluya su vereni Allahu Teâlâ kıyamet günü benim havuzumdan içirir de artık ondan sonra bir daha susa­nı az.” buyurmuştur.[1435]   Bu hadisin senedinin Sahih olduğunu söyleyenler olduğu gibi; Tirmizî hasen olduğunu, diğerleri de zayıf olduğunu söylemişlerdir. Bunun için İbn Huzeyme hadisi “Sahih” ine almış, sonunda, “Sahih ise” demiştir.

“Kim ki helâl olan kazancından ramazanda bir oruçluya iftar verirse, melekler onun için ramazanın her gecesinde istiğfar eder. Kadir gecesinde bizzat Cebrail aleyhisselâm onunla musafaha eder. Bunun alâmeti olarak gönlü yumuşar ve göz yaşı çoğalır.” [1436]

“Ramazan (ayı) geldiği vakit cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır, şeytanlar zincire vurulur ve cinler demirlenir­ler.” [1437]

“Ramazanı Şerifin ilk gecesi olduğu vakit cennetin bütün ka­pıları açılır ve ayın sonuna kadar hiç bir kapısı kapanmaz. Cehen­nem kapılan kapanır ve ayın sonuna kadar hiç bir kapısı açılmaz. Cinler bağlanır ve her gece sabaha kadar devam etmek üzere gök­ten bir münâdi:

“Ey hayra koşan, hayrını tamamla, sana müjdeler olsun. Ey şerre yönelen, kötülüğü azalt ve aklını başına al. Yok mu mağfiret dileyen, mağfiret olunsun. Yok mu tevbe eden, tevbesi kabul olun­sun. Yok mu dua eden, duasına icabet olunsun. Yok mu isteyen, is­tediği kendisine verilsin? Allah katında ramazanın her gecesinde iftar vaktinde altmış bin kişi cehennemden azâd edilir. Bayram gü­nü olunca, Allahu Teâlâ bütün ayda affettiği kadarını top yekûn bir­den affeder ki, yekûnu otuz kere altmışbin eder.” [1438]

 

İTİKÂF KİTABI

 

145. 146. ve 147. Kebireler: Nezredilmiş İtikâfı Terketmek Cinsî Münâsebetle İtikâfı Bozmak İtikâfta Olmasa da Cami İçinde Münâsebette Bulunmak

 

Adanmış bir itikâfı yapmamak, itikâfta iken cinsi münâsebette bulunmak ve bu suretle itikâfı bozmak, itikâfta olmasa da cami içinde cinsi münâsebette bulunmayı kebâirden saymak pek uzak bir gö­rüş değildir. Muayyen vakitte yapılmasını nezrettiği itikâfı terketmekle ve cinsî münâsebette bulunmak suretiyle itikâfı bozmanın kebâirden olduğu geçmişlere kıyasladır. Cami içinde münâsebette bu­lunmanın kebâireden olması da camide cima edenin, dinin za'fiyetine delâlet etmesi bakımındandır. Çünkü camiler bu gibi şeylerden münezzehtir. Camileri pislikle kirletenin kâfir olduğunu yukarda anlatmıştık. Buna göre camide münâsebet de kebire olur. Çünkü bu da camii kirletmeye yakın bir davranıştır.[1439]

 

HAC KİTABI

 

148. Kebire: Gücü Yeterken Ölünceye Kadar Haccetmemek

 

Hz. Âli'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kabe'ye gidip gelecek kadar binit ve azığı olduğu halde baç­çım yapmayan kimsenin hıristiyan veya yahudi olarak ölmesinde bir beis yoktur. Zira Allahu Teâlâ: “Oraya yol bulabilen insana: Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir.” buyurmuştur.”[1440] Hadîsi Tirmizî ile Beyhakî Haris yolu ile Ali (r.a.) den rivayet etmişlerdir. Haris hakkındaki sözler meşhurdur. Şâbi ve İbnü'l-Medenî, onun ya­lancı olduğunu söylemişlerdir. Eyyûp diyor ki: “İbn Şîrîn, “Hz. Ali'­ye izafe edilen bütün rivayetlerin batıl olduğunu söylemiştir”. Bu hususta İbn Mâîn ayrı görüşe sahiptir.

Nesei ve İbn Hibbân, bu zatın bazan zayıf olduğunu söylerler­ken, bazan da sikadan olduğuna işaret etmişlerdir. Neseî, daha çok mevsuk olduğuna kaildir ve onunla delil çekmek taraftarıdır. Tirmizi bu hadîs hakkında, “Gariptir, bundan başka rivayet yolunu göre­medik.” demiştir.

Hulâsa; Nevevî, “Muhezzeb” şerhinde dediği gibi, bu hadîs za­yıftır. Bununla beraber bunu teyid eden başka bir rivayet de vardır.

Nitekim Hz. Ömer (r.a.) den gelen bir rivayette Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:

“Kendi kendime şöyle karar verdim ve dedim ki, şu şehirlere adamlar göndereyim; baksınlar, kimin malî durumu Müsait olduğu halde hacca gitmemişseonu cizyeye bağlasınlar zira onlar Müslüman değillerdir.” Bu gibi haberler nakle bağlı olduğu için bu hadîsleri kimse kendiliğinden söylemeye cesaret edemez, mutlaka Resûl-i Ek­rem'e refolunmuştur. Bunun için bu hadîsin sıhhatine hükmettim. Aynı zamanda Beyhakî, Bısat'ın oğlu Abdullah'tan, o da Ebû Umâme'den, o da Resûl-i Ekrem'den rivayet ettikleri şu hadîste Resûl-i Ekrem:

“Kim herkesin kabul edeceği bir ihtiyacı, kendisini engelleyici bir hastalığı veya zâlim bir hükümdarın mani olması olmadığı hal­de hacca gitmezse, bu, ister yahûdi ve ister hıristiyan olarak ölsün.” [1441]buyurmuştur.

Bezzâr'ın tahricinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

İslâmiyet sekiz bölümdür. İslâm (ismi) bir bölümdür, namaz bir bölümdür, zekât bir bölümdür, oruç bir bölümdür, hac bir bölüm­dür, marufu emretmek bir bölümdür, münkerden nehyetmek bir bö­lümdür, Allah yolunda savaşmak bir bölümdür. Bütün bu bölümler­den mahrum kalan hüsrandadır.” [1442]

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ buyuruyor: “Bir kul ki sıhhati yerinde olur, geçim sıkıntısı çekmez ve beş yıl böyle geçtiği halde haccetmez ise, bu adam mahrumdur.”[1443] buyurmuştur. Bu hadisi “Sahih” inde İbn Hibbân ve Beyhakî rivayet etmişlerdir. Beyhaki diyor ki: “Ali b. el-Münzir dedi ki: adamlarımdan biri bana şöyle haber vermiştir: “Bu hadis, Hasan b. Ali'nin hoşuna gitmiştir ve bunu bir delil olarak ka­bul edip, “Sıhhat ve serveti yerinde olan bir adamın haccını beş yıl geciktirmemesini, severdi.” İbn Abbâs radıyallahu anhüma, “Zekâ­tını vermeyip haccını yapmayan kimse ölüm ânında geri dönmeyi arzu edecektir.” demiştir. Kendisine:

“Ölüm ânından geri dönmeyi kâfirler ister,” denildiğinde, o:

“Birinize ölüm gelip de: “Rabbim, beni yakın bir süreye kadar ertelesen de sadaka versem, iyilerden olsam.” diyeceği zaman gel­mezden önce, size verdiğimiz rızıklardan sarf edin.”[1444]  âyetini okudu.

Said İbn Cübeyr (r.a.) den gelen rivayette, diyor ki: “Zengin bir komşum vardı. Haccetmediği için cenazesine gitmedim”.

Tembih: Haccı ölünceye kadar geciktirmenin kebireden oldu­ğunu hemen herkes tasrih etmiştir. Bu husustaki delil de, yukarda geçen şiddetli korkutmalardır. Şayet bütün bu rivayetler, ancak öl­dükten sonra adamın fâsık olması ile hükme medar olur. Öldükten sonra adama fâsık demenin ise faydalan ve zararları vardır. Adam haccetmeden ölüm döşeğine yatınca artık fâsık olduğu anlaşılır ve adaletle ilgili şehâdeti de hükmü de her hali batıl olur. Kendisinde adaletin şart olduğu her hükmü de batıldır. Çünkü artık hacca gide­meyeceği anlaşılmış olur. Bu bakımdan kendisini buna göre hazırla­ması lâzımdır.[1445]

 

149. Kebire: Hacda Birinci Tahlilden Umrede Mutlak Tahlilden Önce Ailesi Ve Hatta Hayvan İle de Olsa Münâsebette Bulunmak

 

Hacda Arafat'ta vakfeden önce cinsî münâsebette bulunma hak­kında bir veîd görmediğim gibi, bunu Kebireden sayana tesadüf et­medim ise de, orucu cima ve benzeri şeyle bozmayı Kebireden say­dıkları gibi, cima ile haccı bozmanın da Kebireden olması gerekir. Belki bu şekilde haccı bozmanın kebâirden olması evleviyetle sübut bulur. Zira oruçlu -cinsî münâsebet dışında- herhangi bir şey ile orucu bozulursa günah ve gün ile gün kazadan başka bir şey gerek­mez. Halbuki burada hem kaza ve hem de keffâret vardır. Keffâret ise beş yaşında bir deve kesmektir. Bundan âciz ise iki yaşını doldur­muş bir inek kesecektir. Bundan da âciz ise bir yaşını doldurmuş yedi koyun kesmesi lâzımdır. Şayet bunların hiç birini bulamazsa bir deve değerinde yiyecek alır ve birer fitre itibariyle yoksullara dağı­tır. Şayet bunu da yapamazsa her müdd için bir gün oruç tutar. Ha­remde oruç tutması evlâdır.[1446]

 

150. Kebire: Umre Ve Hac İçin İhrama Giren Kimsenin Yenir Vahşi Bir Hayvanı Bilerek Avlaması

 

Allahu Teâlâ:

“Ey müminler, ihramlı iken avı öldürmeyin. Sizden bile bile onu öldüren, ehli hayvanlardan öldürdüğü kadar olduğuna içinizden âdil kimsenin hükmedeceği, Kabe'ye ulaşacak bir kurbanı ödeme, yahut düşkünlere yemek yedirme şeklinde keffâret ya da yaptığının ağır­lığını tatmak üzere bunlara denk oruç tutmak vardır. Allah geçmiştekileri affetmiştir, kim tekrar yaparsa Allah ondan öç alır, Al­lah güçlüdür, öç alıcıdır.” [1447]buyurmuştur.

Tembih: Hacda ihramlı iken avı öldürmenin kebireden olması, bu âyetin sarahatinden anlaşılmaktadır. Bir cemaat da bunu açıkça ifâde etmiştir. Şöyle demişlerdir: Kim bu şekilde bir av öldürürse, o, fâsıktır. Zira zaruretsiz ve gereksiz hürmete şayan hayvanı öldür­müştür.

Bu hususta da bazı dedikodular vardır. -İzah-in haşiyesinde ge­rekli açıklamayı yaptım.

Anlaşıldığına göre ibram halinde işlenen diğer cinayetlerin kebâirden olmamasıdır. Zira buna kebire diyen, bunun, ihramın ha­ramlarından olduğunu düşünmemiş, belki muhterem, hayvanı öldür­mesini nazara alarak bu hükme varmıştır. Evet, kim için ihrama gi­riyorsan, her ne şekilde olursa olsun ona eziyet vermen kebâirdir, denebilir.[1448]

 

151. Kebire: Kocanın İzni Olmadan Kadının Nafile Hac İçin İhrama Girmesi

 

Kocanın izni olmadan kadının nafile hac için ihrama girmesinin kebâirden olması kıyastır. Nasıl ki, kocanın izni olmadan nafile oruç tutması Kebireden sayılıyor ise, bunu da ona kıyasla kebireden say­mak mümkündür. Belki bu ondan da önemlidir. Çünkü uzun süre ay­rı kalmaları, uzak mesafeye gitmesi, bunun için mahrem bulması gibi birtakım külfetleri vardır.[1449]

 

152. Kebire: Kâbeye Hürmetsizlik Etmek Ve Obadaki Yasakları Helâl Tanımak

 

Hakim'in “Müstedrekinde tahriç ettiği -her ne kadar Buhari ile Müslim rivayet etmedilerse de- sahihtir dediği rivayetinde; ada­mın biri Resûl-i Ekrem'e:

“Büyük günahlar kaçtır?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Onlar dokuzdur. Allah'a şirk koşmak, haksız yere bir mü’mini öldürmek, savaş alanından kaymak, öksüz malını yemek, riba ye­mek, iffetli kadına İffetsizlik isnad etmek, Müslüman olan ana ve ba­baya isyan ve eziyet etmek, sihir yapmak, ölü ve diri olarak kıbleniz olan Kabe'nin hürmetini ihlâl edip haramını helal tanımaktır,” bu­yurdu.

Beyhaki de bu hadisi şu şekilde rivayet etmiştir: “Büyük günah­lar dokuzdur. En büyüğü Allah'a şirk koşmaktır. Sonra mü’mini öl­dürmek, riba yemek, yetim malını yemek, namuslu kadına iftira et­mek, savaş alanından kaçmak, anne babaya asi olmak ve Kabe'ye hürmetsizlik etmektir.”[1450]

 

153. Kebire: Haremi Mekke'de Zulüm Ve Haksızlık

 

Allahu Teala,

“Mescidi Haram'da kim zulüm ile yanlış yola saptırmak isterse, onu can yakıcı bir azaba uğratırız.” [1451]buyurmuştur.

Kavileri arasında İbn Luhay'a'nın da bulunduğu İbn Ebi Hâtim'in İbn Abbas (r.a.) dan rivayetinde, bu ayet-i kerime Abdullah b. Enis hakkında nazil olmuştur. Resûl-i Ekrem Abdullah b. Enis ile biri Mu­hacir ve diğeri Ensar'dan olmak üzere iki kişiyi göndermişti. Bunlar soy üzerinde övünmeye başladılar. Canı sıkılan Abdullah, Ensâr'dan olan zatı öldürdü ve irtidad ederek Medine'den Mekke'ye kaçtı. İlhad, ortadan sapmaktır. Bazılarına ve İbn Abbâs (r.a.) dan gelen bir rivayete göre, şirktir. Mücâhid, Katade ve pek çokları bu görüş­tedir. İbn Abbâs (r.a.) dan gelen diğer bir rivayette Mescid-i Haram'da ilhad, orada sana zulmetmeyene senin zulmetmen ve seni öldürmek istemeyeni senin öldürmendir. Yine İbn Abbâs (r.a.) dan üçüncü bir rivayette; orada Allahu Teâlâ’nın sana haram ettiği şeyi helâl kabul etmendir. İşte bunlardan birisini yaptığın vakit elem ve­rici azabı hakedersin.

Mücâhid, “îlhad demek, zulüm ile kötü işler yapmak demektir.” demiştir. Yine Mücâhid, “Vallahi öyle değil, vallahi böyle değil.” diye yanlış konuşmaktır demiştir.

Said İbn Cübeyr (r.a.), Cüııdüb b. Sabit ve diğerleri, “îlhad, Mek­ke'de ihtikârdır.” demişlerdir. Bunu da Allah bilir ya İbn Ömer (r.a.) in sözünden almışlardır. İbn Ömer (r.a.), “îlhad demek, ihtikârdan sonra yiyeceği satmak demektir.” demiştir. Ayrıca bu, İbn Abbâs (r.a.) dan gelen ikinci bir rivayetten de alınmış olabilir. O, “îlhad demek, hizmetçiye sövmek ve ondan ilerisi zulümdür.” demiştir.

Saîd İbn Cübeyr (r.a.) “Âyetteki ilhad ve zulüm, emir ve hü­kümdarın Harem'de ticaret yapmasıdır.” demiştir.

Atâ'dan gelen bir rivayette, “Harem'de ilhad, alışverişte yemin ederek, “Vallahi şöyle, vallahi böyle” demektir.” demiştir.

Abdullah İbn Ömer (r.a.) in biri Hürde diğeri Harem'de olmak üzere iki çadırı vardı. Aile efradına darılacağı vakit Harem dışında bulunan Hıll'deki çadırına onları toplar, orada darılır ve gerekli tav­siyeleri yapardı. Bunun sebebini soranlara, “Biz, Resûl-i Ekrem za­manında bir adamın Hârem dahilinde aile efradına, “Öyle yapma, böyle yap.” gibi tazirlerde bulunmasını, “Vallahi şöyle, vallahi böyle.” demesini ilhad sayardık da ondan.” diye cevap vermiştir.

Atâ'dan gelen rivayette, “Harem'de ilhad, oraya ihramsız gir­mek ve ihramın yasaklarından olan av avlamak ve ağaç kesmek gibi yasaklan yapmak demektir.” demiştir.

Âyet-i celîle'de buyurulmuş ve “zulüm” kelimesi “îlhad” a yaklaştırılmıştır. Bunun faydası, ilhad kelimesinin mutlak temayül anlamında olmadığını ifâ­dedir. Çünkü temayül batıla olduğu gibi, hakka da olabilir. Bura­daki ilhaddan murad, zulme temayül, zulüm ile karışık olan şeylere meyildir. Zaten zulüm dediğimiz vakit, küçük büyük her çeşit gü­nahı ihtiva eder. Zira ne kadar küçük olursa olsun, her günah zu­lümdür. Çünkü günah, şey'i konulması gereken yerin gayrisine koy­maktır. Zulüm, de budur; şey'i mahallinin gayrisine koymaktır. Al­lahu Teâla'nın:

“Muhakkak şirk, en büyük zulümdür.”[1452] buyurduğu da buna delâlet eder. “Şirk, büyük zulümdür.” buyurmakla şirkten başka olan günahlar hâriçte kalmıştır. Onlar da zulüm, fakat şirk büyük zu­lümdür.

Allahu Teâla'nın, “Biz ona elem verici azabı tattırırız.” buyur­ması da bu ilhada terettüp eden cezayı açıklamaktadır. Mücâhid, İbn Abbâs (r.a.) dan gelen rivayete dayanarak buradan çıkardığı hü­kümde, Harem'de yapılan iyiliğin mükâfatı kat kat olduğu gibi, ya­pılan kötülüğün cezası da iki mislidir. Bununla beraber burada işlenen günahın iki katlı olmasından maksad, cezasının iki katlı ol­ması demek değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim açıkça bir günahın bir cezası olduğunu bildirmiştir. Belki çirkinliği ve azabının şiddeti ba­kımından iki kat demektir. Fakat Mücâhid ve diğerlerinin sözlerin­den anlaşılan, doğrudan doğruya cezanın iki. kat olmasıdır. Her ne kadar bir kötülüğün bir cezası varsa da Harem'deki isyan, bu hü­kümden istisna edilmiştir. Çünkü buna dâir deliller vardır. Bunların cumhura muhalefeti, gerçekte cezanın iki katlı olacağına hükmet­melerindendir, yoksa Harem'de isyanın, diğer yerlerdeki isyandan daha çirkin olduğunda şüphe yoktur.

Bu hususta yalnız irâdenin -dilemenin- yeterli olmasının delili, âyet-i celile'sinin tefsirinde İbn Mesûd (r.a.) un merfû ve mevkuf olarak rivayet ettiği -ve fakat mevkuf olması daha doğru olan, “Her şey açıkça bilindikten sonra bir adam Harem'de zulme meyli murad ederse, Allahu Teâlâ ona elem verici azabı tattırır.”[1453], hadistir. Sevri'nin rivayetinde ise, “Kötülüğe karar vermiş bir insan yok ki, bu, onun aleyhine yazılmış olmasın. Bir kişi, her şeyi bildikten sonra şayet bir adamı bu Beyt'te öldürmeye azmederse, Allahu Teâlâ ona acı azabı tattırır.” buyurulmuştur. Dahhak'ın görüşü de bu istika­mettedir.

Tembih: Harem'in hürmetini hiçe saymak ve orada haram olan­ları helâl tanımak; bir de Harem'de zulme meyletmek ayrı ayrı iki Kebiredir.. Bunlar ayn ayrı iki hadisde açıklanmışlardır.

Ebû'l-Kasım el-Beğavi'nin ve diğerlerinin rivayetlerinde; İbn Ömer (r.a.) e kebâirden sordular. İbn Ömer (r.a.):

“Resûl-i Ekrem'in kebâiri dokuz olarak saydığım duydum. Bunlar: Allah'a şirk koşmak, iffetli kadına iffetsizlik isnad etmek, Müslümanı öldürmek, savaş alanından kaçmak, sihir yapmak, yetim malı yemek, Müslüman olan anne ve babaya asi olmak, ölü ve diri halde kıbleniz olan Harem-i Şerif de zulme meyletmektir, dedi. Bu hadis, merfû ve mevkuf olarak rivayet edilmiş, fakat merfû oluşu, mevkuf oluşuna takdim edilmiştir. Geçen hadîste Resûl-i Ek­rem'in, “Harem deki yasakları helâl tanımak-, burada -Zulme mey­letmek” buyurmasından, maksadın bir olma ihtimali olduğu gibi -ki âyette böyledir-, Harem'deki yasakları helâl tanımaktan mak­sadın, Kabe'de olmasa bile oradaki haramı helâl tanıması; ilhaddan maksadın da, Harem'de isyan etmesi olabilir. Celâl Belkini'nin işaret edip diğerlerinin açıkça ifade ettikleri gibi, bunların her ikisi de kebâirdendir. Nitekim Celâl Belkini Kitabının bir yerinde, “Beyt-i Haram'ı istihlâl- oranın haramım helâl saymak ve ona hürmetsizlik” deyip bunun kebireden olduğunu anlattıktan sonra birkaç satır ile de, “Harem'de ilhad kebâirdendir.” dedi. Bu âyet ile davasına delil çekmek üzere şöyle demiştir: “Ondördüncü kebire, yalnız irâde ile de olsa Beyt-i Şerif'de ilhad, zulme meyildir. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Mescidi Haramda kim zulüm ile yanlış yola saptırmak isterse, onu can yakıcı bir azaba uğratırız.” [1454]buyurmuştur.”

Mutlak surette Mekke hareminde işlenen her isyanın Kebire ol­duğunu İbn Abbâs (r.a.) ve diğerlerinden gelen rivayetler teyid et­mektedir. Nitekim bunlara göre zulüm, her çeşit günaha şâmildir. Zulme meyil Kebire olduğuna ve her çeşit günah da zulümde dahil bulunduğuna göre, Mekke hareminde işlenen her çeşit günah Kebire olmuş olur. Nitekim İbn Cübeyr (r.a.) den rivayet edilen, “Hiz­metçiye sövmek de zulümdür.”; İbn Ömer (r.a.), Mücâhid ve Atâ'dan rivayet edilen, “Vallahi öyledir, vallahi böyledir, sözleri de zulümdür; Âtâ'dan rivayet edilen, “İhramsız Hareme girmek de zulümdür.” sözleri buna delâlet etmektedir. Bütün bunlardan daha kuvvetli de­lil, Ebû Dâvûd ve İbn Hâtim'in Yâlâ b. Umeyye (r.a.) rivayetlerinde Resûl-i Ekrem'in,  

“Haremde yiyecek ihtikârı ilhaddır.”[1455] sözleridir. Bu hadis Mek­ke haremindeki ihtikârı zulme ve dolayısiyle kebireye katmıştır.

Taberânî'nin de İbn Ömer (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Mekke'de yiyecek ihtikârı yapmak ilhaddır.” buyurmuştur. Yâni bu da ilhad cümlesindendir, yoksa ilhad, sade bu demek değildir; her çeşit isyana şâmildir. Hattâ yalnız iradede kalsa da aynıdır. Sonra hadis âlimlerinden olan bazı müfessirlerin, bu sayılanlardan daha çoklarını saydıktan sonra, “îlhad, bütün bunlara şâmil olduğu gibi, bunlardan da daha geniştir.” demişlerdir. Bunlar ancak, önemli olan­larına işarettir. Bunun içindir ki Ashâb-ı Fil Kabe'yi yıkmak istedik­lerinde Allahu Teâlâ Ebabil kuşlarını onlara gönderdi, onların üze­rine sert taşlar attılar da sonunda onları yenilmiş ekin gibi yaptılar. Kabe'ye ihanet etmek isteyenlere onlan örnek ve ibret kıldılar. Sa­vaş için Kabe'ye gelenleri, Kabe'nin, toprağın içine çektiği de yakın­da anlatılacaktır.

Ahmed'in rivayetinde; İbn Ömer (r.a.) İbn Zübeyr (r.a.)e:

“Ey Zübeyr'in oğlu, Allah'ın hareminde zulme meyilden sakın. Zira Resûl-i Ekrem'in,

“Yakında Kureyş'den birisi burada ilhad edecek, zulme meyle­decektir. Eğer insanlarla cinlerin günahı ile bu kimsenin günahı tartılsa, onun günahı yine ağır gelirdi.” buyurduğunu duydum. Dikkat et, sakın o, sen olma.” dedi.[1456] Aynı hadîsi Amr İbn el-Âs (r.a.) ın oğlundan da rivayet etmiştir. O, İbn Zübeyr'in yanına gitti. İbn Zü­beyr Hicir'de bulunuyordu. Kendisine yukardaki nasihati yaptıktan sonra aynı hadîsi hatırlattı. Bundan anlaşılıyor ki, Mekke'nin dışın­da küçük sayılan günahlar, Mekke'de büyük sayılmaktadır. Yâni kendileri bakımından değil de, mekâna izafetleri bakımından azâbları şiddetli olur. Demek ki kebâir fışkı ve adaletten düşmeyi gerek­tirmez. Çünkü bunun umumiliği ile hüküm mümkün değildir. Aksi halde Harem'de yaşayanların âdil olmamaları gerekir. Çünkü ora­da yaşayanların alelade kusurlardan ve küçük günahlardan sakın­maları mümkün değildir. Bu küçük günahlar ve alelade kusurlar Harem'de de kebire sayıldığına ve kebire de adaleti düşürdüğüne göre, bunların hepsinin gayri âdil olmaları lâzım gelir ki, böyle de­ğildir. Çünkü bunların küçük günahları irtikâb etmekte olduklarım herkes bildiği halde, her asırda adaletleri ile hükmedilmiştir.

O halde bunların Kebireden sayılmaları, benim tevilim gibidir. Yâni zatları bakımından değil, istenildikleri yere nisbetle cezalan bakımından kebiredirler. Harem'de Kebiredirler demek mümkün de­ğildir, zira o günahlar Harem dışında fısk ve kebiredir. O halde da­ha Harem'in ne meziyeti kalır? Muradı, Mekke'nin dışındaki sağair Mekke'de kebâirdir. Dışarda sağâir, Harem'de kebâir, bu da müm­kün değildir. O halde yine söz, benim tevilimdir; kebâir cezası gö­rür. Şayet, kebirenin tarifi, hakkında şiddetli veîd vârid olan günah­tır, dediğimiz halde Harem'de işlenen küçük günahlara da nasıl şâ­mil olur? Dersen:

Derim ki: Tarifi şöyle tevil etmek de mümkündür. Mahallinin şerefi bakımından değil, zâti bakımından çirkinliği, üzerine veid terettüb edendir. Bizi bu tevile mecbur eden, yukarda anlattığımız se­beptir.

Küçük günah da Haremce mâsiyetin şiddetle çirkin olduğunu ve cezasının peşin ve hemen verildiğini sana bildirenlerden bazısı da, Kabe'de tavaf edenlerden birisi, bir kadına veya genç oğlana şehvetle baktı ve hemen gözü yüzüne aktı, kör oldu. Yine birisi, elini bir kadının eli üzerine, koydu ve elleri birbirine yapıştı, millet ellerini birbirinden ayıramadı. Hattâ âlimlerden birisi, artık bir daha böyle bir günaha dönmemelerini ve sıdk ile tevbe edip Allah'a yal­varmalarını öğüt verdi. Onlar da böyle yapınca elleri açıldı.

İsaf ile Nâile'nin hikâyeleri de meşhurdur. Onlar zina ettikleri için Allahu Teâlâ onları taşa çevirmiştir. Sakın, orada isyan edenle­rin peşin bir cezaya uğramadıklarını görmen seni aldatmasın. Zira aklı başında olan kimse kendine mağrur olmaz. Kendine mağrur olan -selâmette olsa da- makbul değildir. Çünkü bakarsın Allahu Teâlâ ona peşin ceza vermez, ama sana, işlediğin suçtan dolayı pe­şin ceza verir. Allah'a engel yoktur. Peşin cezanın şekilleri ayrı ayrıdır. Bazan görüldüğünden çok daha fenası olur, kalbini mühürleyip Hak'tan uzaklaştırmak gibi. Hattâ bizim bildiklerimizden bazı­larının başına bu gibi haller gelmiştir. Kılık kıyafeti güzel, fazilet sahibi, diye tanıdığımız bir adam Hicir'de kendisinden bir zelle sadır oldu, bir kadını öptü. Bu zatın tamamen suratı döndü, çirkin bir manzara aldı, hattâ aklı bile karıştı, konuşması değişti. Bu gibi sürç­melerden Allah'a sığınır, ölünceye kadar her türlü fitnelerden bizi korumasını O'ndan dileriz. O, en üstün kerem ve en çok merhamet sahibi olandır.

Yine tanıdıklarımdan birisinden duyduğuma göre Mescîd-i Haram'da kendisinden bir kötülük sâdır oldu ve hem dininde ve hem de bedeninde peşin ve şiddetli bir cezaya çarptırıldı. Zamanımızda da Harem'in hürmetini terkeden pek çokları çeşitli felâketlerle kar­şılaşmışlardır. Eğer sözü fazla uzatmak olmasa ve korkunç manzara teşkil etmeyecek olsa ve aynı zamanda onların gizli hallerini araş­tırıp ortaya koymak gibi bir durum olmasa,, onların da durumlarını gözler önüne sererdim. Fakat bazan olur ki işaret, ibareden daha açık ve beliğ olur. Bizim, bu gibi peşin cezaya uğrayanları haber ver­memiz onları teşhir etmekten ziyâde, bu muhterem yerlerde isyan edip peşin ve görünür bir cezaya çarpılmayan, “Bana bir şey olma­dı” deyip aklanmamasını sağlamaktır. Görünüşte kendisine bir şey olmadığını sanırsa, bu yanlıştır; er geç dünyada onun cezasını çeke­cektir. Bu ise Allahu Teâlâ'nın azametine işaret ettiği, “Mescîd-i Ha­run'da kim zulüm ile yanlış yola saptırmak isterse, onu can yakıcı bir azaba uğratırız.” buyurduğu âhiret azabından önceki dünya aza­bı ile ilgilidir.[1457]

 

Son Söz: Harem'in Faziletleri İle İlgili Bazı Hususlara Ve Orada Olanlarla Kimlerin Bulunduğuna İşaret Etmek Beyanındadır

 

Taberâni ve Hâkim'in rivayetlerinde:

“Allahu Teâlâ her gün ve gece bu Mekke mescidine (Kabe'ye) yüz yirmi rahmet indirir. Bunun altmışı tavaf edenlere, kırkı namaz kılanlara ve yirmisi de oturup Kabe'ye bakanlaradır.”[1458], buyurulmuştur. Münziri, “Bu hadisi Beyhaki de hasen sened ile rivayet etmiştir.” demiştir. Ayrıca ben de “izah” haşiyesinde anlattığım gibi saiih hadislerde de rivayet edilmiştir. Orada açıkça belirttim: Harem-i Şerifte bir namaz Ravza-i Mutahhara ve Mescid-i Aksa dışın­daki namazlardan milyonlarca defa faziletlidir. Medine-i Münevvere'deki Mescid-i Nebevi'de kılınan bir namaz, diğer mescidlerde kılı­nan namazdan bin derece; Mescid-i Aksa'da kılman bir namaz ise diğer mescidlerde kılınan bir namazdan beşyüz derece faziletlidir,. Hatta Mescid-i Aksa'da kılınan bir namazın diğer camilerde kılınan bir namazdan bin derece üstün olduğu rivayeti vardır.

Allahu Teâlâ'nın fazlının genişliğini düşün. Buna açıkça işaret edeni ben görmedim.

Taberâni'nin “Evsat”ındaki rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Şüphesiz Kabe'nin dili ve iki dudağı vardır. O (lisânı hâli ile) Allahu Teâla'ya:

“Ya Rab, gelen giden ziyaretçilerim azaldı,” diyerek şikâyette bulundu. Allahu Tealâ ona:

“ Ben, güvercinin yumurtası üzerine eğildiği gibi sana saygı gösteren bir insan yaratırım,”diye vahyetti”.[1459]

Bezzar'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Mekke'de bir ramazan, Mekke dışında bin ramazandan hayırlı ve efdaldir.”[1460], buyurmuştur.  

İbn Mace'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kim ki Ramazanı Şerif de Mekke'de bulunur, orada orucunu tutar ve imkan nisbetinde gece ibâdetini (Teravih namazını) yapar­sa, Mekke dışında yüzbin ay oruç tutmuş sevabı alır. Ayrıca her gün ve gece için ayrı ayrı bir köle azad etmiş sevabı alır. Ayrıca her gün için Allah yolunda süvari olarak gaza etmiş sevabı alır. Yine her gün ve gece için birer hasene kendisine yazılır.”[1461], buyurmuştur.

Tirmizî, Hâkim ve Beyhakî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Beyt”e, “atik” diye isim verilmesi, Allahu Teala, onu cebâbirenin saldırısından koruduğu içindir. Hiç bir cebbar ona tahakküm edememiştir.”[1462], buyurmuştur.

Beyhakî'nin rivayeti, “Yeryüzünde ilk teşekkül eden kara par­çası Kabe'nin yeridir. Oradan itibaren diğer yerler teşekkül etmeye başlamış ve büyüyerek etrafa yayılmıştır.” şeklindedir.

Yine bir rivayet de şu şekildedir: “Yeryüzünde ilk teşekkül eden dağ, Ebû Kubeys'dir. Sonra diğer dağlar ondan uzamıştır.”

Sünen-i Erba'a sahiplerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem, “Mekke, ümmülkûra'dır.”[1463], buyurmuştur.

Dâre Kutnî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem, “Kıbleye ikram ede­ne Allah da ikram eder.” buyurmuştur. İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Bu Kabe'ye gereği gibi saygı göstermeye devam ettikçe bu üm­met hayırdan ayrılmış olmaz. Saygı göstermedikleri vakit helak ol­muşlardır.” [1464]buyurmuştur.

Şeyh'in rivayeti, “Kabe'ye bakmak ibadettir.” şeklindedir.

Ahmed, Buhârî, Müslim, Nesei ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Yeryüzünde ilk inşa edilen mescid, Mescidi Haram (yâni Kabe) sonra da Mescid-i Aksadır. Aralarında kürk yıl vardır (kırk yıl ara ile inşa edilmişlerdir).” [1465]buyurmuştur.

Buhârî, Müslim ve Neseî'nin diğer rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“İslâm beldelerinden hiç birisi kalmaz ki, onu Deccal çiğnememiş olsun; bundan sadece Mekke ile Medine kurtulur. Medine'nin kapu ve girişlerinden hiç birisi bulunmaz ki, orayı saf saf melekler koru­mamış olsun. Sonra meleklerin bu şekilde muhafazasında bulunan Medine şehri halkı ile beraber üç kere sarsılırı Medine'de ne kadar kâfir ve münafık varsa hepsi dışarı çıkar (Medine'de sadece mü’minler kalır).” [1466]

Tirmizi, İbn Hibbân ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“(Ey Mekke) senin kadar sevdiğim ve senin kadar hoşuma giden bir belde yoktur. Eğer kavim ve kabilem beni senden çıkarmasa, ben senden başka yerde durmazdım.” [1467], buyurmuştur.

Ahmed, Tirmizi, İbn Hibbân ve Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Vallahi, Allah'ın yerlerinden en çok sevdiğim ve benim için Al­lah'ın yerlerinden en hayırlı olanı sensin. Eğer çıkarılmasaydım, ben senden çıkmazdım.”[1468], buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem Mekke'yi fethettiği gün,

“Bu günden sonra kıyamete kadar burada (Mekke'de) gaza ol­maz.”[1469], buyurmuştur.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Sizden   birinizin Mekke'de silâh   taşıması ona helâl olmaz.”[1470]

Buhâri, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

(Hz. Âişe radıyallahu anha'ya cevaben:)

“Kavmin câhiliyet dev­rine yakın olmasaydı, emreder Beyti yıktırırdım. Kabe'ye, kendisin­den hâriç bırakılan Hicri katardım. Beyti zemin seviyesine indirir­dim. Biri doğuda diğeri de batıda olmak üzere iki kapı yaptırırdım. Ve böylece İbrahim'in koyduğu esasa ulaşırdım.”[1471], buyurmuş­tur. Müslim'in rivayetinde ziyade olarak, “Kabe'nin hazinesini de Al­lah yolunda infak ederdim.” [1472]kaydı vardır.

Diğer bir rivayet de şöyledir;

Kureyş sellerden yıkılan Kabe'yi inşa ederken mutlak ve kesin olarak helâl bildikleri servetleri ile yapmasına dikkat ettikleri için. binayı küçülttüler. Şadnvan ve Hicir tarafından küçülttüler. Hatta yüksekliğini de azalttılar. Batı tarafın­daki kapısını kapayıp doğu tarafındaki kapısını yükselttiler. Maksadları istediklerini içeri koyup istemediklerini koymamak idi”.

İbn Zübeyr Cr.a.) teyzesi Âişe radıyallahu anhâ'dan bu hadisi duyunca, hemen Kabe'yi yıkıp eski haline getirmeyi düşündü. Sonra Haccac geldi yalnız Hicir tarafından binayı tamamladı. Bata tarafın­daki kapıyı kapadı ve doğu kapısını yükseltti.

Buhârî'nin tahricinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“(İlerde) bazı kimseler Kabe'yi yıkmayı kastedecektir. Bunlar Beydâ denilen yere geldiklerinde komutanlarından son neferine kadar hepsi yere hatırdırlar.”

Hz. Âişe diyor ki: Ben:

“Ya Resûlallah, bunlar başlarından sonlarına kadar nasıl ba­tırılırlar; halbuki bunların arasında çarşı halkı vardır ki, bunlardan sayılmazlar?” dedim. Resûl-i Ekrem:

Evet, bunlar başlarından sonlarına kadar batırılırlar. Sonra bu batanlar niyetlerine göre dirilirler,” buyurdu.[1473]

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde,

“(İlerde) birisi Kabe'ye sığınır. Ona (onu öldürmek için) ordu gönderilir. Helak olacakları beyda, denen yere geldikleri vakit hepsi yerin dibine geçirilir.” buyurdu. Ümmü Seleme (r.a.) Resûl-i Ek­rem'e:

“Bu orduya istekleri dışında katılanlann durumu ne olur?” di­ye soruldu. Resûl-i Ekrem:                                           

“Evet, o da onlar ile yerin dibine geçirilir, ancak o (kıyamet günü) niyetine göre haşrolur.” [1474]buyurdu.

“Ed-Dürer fi alamâti Mehdi el-Muntazar- adlı eserde; Kabe'ye sığınacak olanın Mehdi olduğunu, o meydanın da Huleyfe olduğunu anlatmıştım.

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde “Onlardan tek bir kişi ka­lacak ve durumu gelip haber verecektir. Onlar bu arada Şam'dan adam gönderip Mehdi'yi öldürmek isteyeceklerdir. O, Medine'den kaçıp Mekke'ye gidecek ve Kabe'ye sığınacaktır.”

Ahmed ve Buhâri'nin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem Kabe'yi yı­kacak Habeşi'yi anlatırken:

Kabe'yi yıkacak o apışık. İri yakalı ko­yu siyah Habeşi'yi, Kabe'nin duvar taşlarını birer birer kopardığını görür gibiyim.” [1475]buyurmuştur.

Bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:

“Hacerü'l-Esved cennettendir. İnsanlar akşam tavaflarını yapar yatarlar. Sabahleyin tavaf için kalktıklarında Hacerü'l-Esved'in kay­bolduğunu görürler. Hacerü'l-Esved kıyamet günü iki gözü, bir dili ve iki dudağı olduğu halde haşrolur. Gözleri ile bakar, dili ile konu­şur ve kendisini hakkıyle selamlayanın lehine şehadette bulunur”.

Hacerü'l-Esved hakkında gelen diğer bir rivayette, “Hacerü'l-Es­ved, dünyada selamlayanlara şehâdet eder ve kıyamet günü şefaatte bulunur. Şefaati de makbuldür.” buyurulmuştur. Bu rivayetin sene­di hasendir.

Yine aynı sened ile gelen bir rivayette,

“Kıyamet günü Rükn-u Yemânî Kubeys tepesinden daha büyük olarak mahşer yerine gelir. Dili ve dudakları da vardır.”[1476], buyurulmuştur.

Diğer bir rivayette, “Hacerü'l-Esved, billur gibi parlak bir taş olarak gökten Ebû Kubeys dağına indirildi. Orada kırk yıl bekledik­ten sonra İbrahim aleyhisselâm tarafından yerine kondu.”[1477] buyurulmuştur.Bu, İbn Ömer(r.a.)'danmevkuf olarak rivayet edilmiş­tir, İbn Ömer (r.a.) kendiliğinden böyle bir söz söyleyemez, mutlak onu Resûl-i Ekrem'den duymuştur.

Diğer bir rivayette, “Hacerü'l-Esved yeryüzünde Allahu' Tealâ'nın yemini, yümn-u bereketidir. Allah'ın kullarını musafaha eder. Yâni insanlar Hacerü'l-Esvedi istilâm ettikleri vakit onlara yümnü bereket verir.” [1478]şeklindedir.

Diğer bir rivayette,

“Allahu Teâlâ kıyamet günü Hacerü'l-Esved ile Rüknü Yemâni’yi, iki göz, dil ve iki dudakları olduğu halde diriltir. Bunlar, sıdk u vefa ile kendilerini istilâm edenlerin lehlerine şehâdette bulunurlar.”[1479] buyurulmuştur.

“Bütün günahlar Hacerü'l-Esved'in yanında dökülür.”

“Hacerü'l-Esved ve Makamı İbrahim, cennet yakutlarından birer yakutturlar.”

“Yeryüzünde cennetten, Hacerü'l-Esved'den başkası yoktur.”

Rüknü Yemâni'de yetmiş melek, -Allah'ım, ben senden dünya ve âhirette afiyet dilerim. Ey Rabbımız, bize dünyada da hasene ver, âhirette de hasene ver ve bizi cehennem azabından koru.” dîye dua edenlerin dualarına âmîn derler.

Rükün ile makam arasında “Mültezim” vardır. Burada bütün dertlilerin dilekleri kabul olur ve dertlerinden kurtulurlar.

“Cebrail aleyhisselâm yeri eşerek Zemzem'i meydana çıkardığı vakit İsmail aleyhisselâmın annesi Hacer, su akıp gitmesin diye et­rafını çevirip göl haline getirdi. Allah ona rahmet etsin, eğer suyu kendi başına bıraksaydi devamlı olarak akacaktı. O, Cebrail aley­hisselâmın açtığı çukurdur. Ondan kana kana içmek, nifaktan kurtuluştur. O, yeryüzündeki bütün sulann hayırlısıdır.” Bütün bunlar hadîs mealleridir.[1480]

 

Ayrıca Sahih Ve Hasen Rivayetlerle Gelen Hadîslerden Bazıları

 

Ebû Hureyre (r.a.) den rivayete göre, şöyle demiştir: “Resûl-i Ekrem'e:

“Amellerin hangisi efdaldir? diye soruldu. Resûl-i Ekrem:

“Allah'a ve Resulüne İman etmektir,” buyurdu.

“Sonra hangisi?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Allah yolunda cihad,” buyurdu.

“Sonra hangisi? dediler. Resûl-i Ekrem:

“Hacc-i mebrûr (makbul olan hac),” buyurdu.[1481]

“Her kim Allah için hacceder de cinsî münâsebette ve devâisînde bulunmazsa anasının onu doğurduğu gün gibi günahlardan te­mizlenmiş olur.” [1482]

“Bir umre, kendisiyle öbür umre arasındaki zaman içinde işleni­len günahlara keffârettir. Hacc-ı mebrûrun da sevabı ancak cennet­tir.” [1483]

Bu husus ile ilgili hadisleri genişçe -Menâsikü'n-Nevevi- adlı Kitabın haşiyesinde topladım, isteyen oraya baksın.

“Ey Ömer, bilemedin nü îslam kendisinden önceki günahları yok eder. Hicret de ondan önceki günahları yok eder. Hac da ondan ön­ceki günahları yok eder.” [1484]

“Bir adam Resul-i Ekrem'e gelerek:

“Ya Resûlallah, ben zayıf ve korkak bir kimseyim, ne yapa­yım?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“O halde kendisinde heybet ve şecaat aranmayan bir cihada gel, o da hacdır,” buyurdu.[1485]

“Yaşlının, çocuğun,   zayıfın ve kadının   cihadı, hac ve umre­dir.” [1486]

“Hac ve umre amellerin en efdaü olan iki ameldirler. Bunlardan efdali, yine bunlar gibi Hacc-ı mebrûr veya umre-i mebrûredir.” [1487]

“Hacc-ı mebrûr'un cennetten başka mükafatı yoktur.” buyurdu.

“Hac nasıl mebrûr olur?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Yemek yedirmek ve güzel konuşmakla,” buyurdu.[1488]

Resûl-i Ekrem:

“Hac ile umreyi birbirine tabi kılın, zira onlar yoksulluğu gide­rir ve ateş demirin pasını döktüğü, altun ve gümüşü temizlediği gibi onlar da günahları mahvederler. Hacc-ı mebrûr için sevap, ancak cennettir, başkası değildir.” [1489]

“Binici olarak hacceden hacının, vasıtasının attığı her adım için ona yetmiş hasene vardır. Yaya olarak hacceden hacmin, attığı her adım için ona harem hasenelerinden yediyüz hasene vardır.” buyur­du. Resûl-i Ekrem'e:

“ Haremin haseneleri nedir?” diye soruldu. Resûl-i Ekrem:

“Haremin her hasenesi yüzbîn haseneye eşittir,” buyurdu.[1490]

Hâkim bu rivayetin Sahih olduğunu söylerse de, ravileri arasın­da İmâm Buhâri'nin zayıf olarak tanıdığı İbn Sevâde vardır.

Bir rivayette, “Âdem aleyhisselâm Hind diyarından bin kere ya­ya olarak haccetmiştir.” İbn Huzeyme bunun Sahih olduğunu söy­lerse de, hadlsde bilinmeyen ravi vardır.

“Hac ve umre yapanlar Allahu Teala'nın ordusudur. Onları davet ettiği zaman onlar icabet ederler, onlar Allah'tan istedikleri va­kit, Allah onlara istediklerini verir.” [1491]

“Allah'ım, hacıları ve hacıların mağfiret diledikleri kimseleri ba­ğışla.” [1492]

“Bu Beyt'ten yararlanın, zira o iki kere yıkıldı, üçüncüde refolur.” [1493]

Rivayete göre:

“Allahu Teâlâ Âdem aleyhisselâmı yere indirdiği vakit, ona;

“Ey Âdem, seninle yeryüzüne bir menzil veya durulacak bir yer indireceğim ki, orada kılınan namaz, Arş'ımda kılman namaz gibi sevap olacaktır. Onu tavaf ise Arş'ımı tavaf demek olacaktır. Tufan zamanında göklere yükseltildi. Peygamberler onu tavaf eder­ler, fakat tam mânâsıyle yerini bilemezlerdi. Allahu Teâlâ İbrahim'e yerini bildirdi. İbrahim aieyhisselâm beş dağdan getirdiği malzeme ile onu inşa etti. Bunlar Hira, Sebir, Lübnan, Tür ve Hayr dağları­dır. Siz de imkânlarınız nisbetinde bundan faydalanın.” [1494]buyurulmuştur.

Bunlar İbn Ömer (r.a.) in rivayetleridir. İbn Ömer (r.a.) bunları kendiliğinden söyleyemiyeceğine göre, bunlar merfûdur.

Râvilerinin hepsi mevsuk olan Münziri'nin bir rivayetinde, “Hac maksadıyla Kabe'yi kastederek yola çıkan kimsenin devesi (biniti) adımı her kaldırıp koydukça, bu kimsenin bir günahı mahvolur ve kendisine bir sevap yazılır. İki rek'at tavaf namazı kıldığında İsmail aleyhisselâmın evlâdından bir köle azâd etmiş sevabı alır. Safa ile Merve arasında sa'yettiği vakit yetmiş köle azâd etmiş gibi olur. Ara­fat'ta vakfede bulunduğunda, kumların, yağmur damlaları ve deniz dalgaları kadar çok olsalar günahları mağfiret olur. Cemrelerin herbiri büyük günahların keffâretine sebeptir. Kurban ise Allah katın­da muhafaza edilen bir azıktır. Saçını tıraş ettiği zaman her kıl kar­şılığında bir günahı bağışlanır. Bundan sonraki tavaf ile bir melek ellerini omuzlarına kor ve, “Artık senin geçmişin bağışlandı, şimdi geleceğin için amel et.” der.” buyurulmuştur.

“Kim ki haccetmek üzere yola çıkar ve yolda ölürse, kıyamete kadar kendisine bir hac sevabı yazılır. Her kim umre için yola çıkar ve yolda ölürse kıyamete kadar kendisine bir umre sevabı yazılır. Her kim gaza için yola çıkar ve ölürse, kendisine kıyamete kadar gaza sevabı yazılır.” [1495]

Hz. Âişe radıyallahu anha umre ederken Resûl-i Ekrem kendi­sine, “Senin mükâfatın çekeceğin zahmete göredir. Hac yolundaki masrafın, Allah yolunda cihaddaki masrafın yediyüz mislidir.” bu­yurmuştur.

“Hacceden bir vakit yokluk görmez.” [1496]

Ramazan-ı Şerif'de bir umre, benimle yapılan bir hacca denk­tir.” [1497]

Resûl-i Ekrem'den sordular:

“Seninle yapılan hacan muâdili nedir?” Resûl-i Ekrem cevap verdi:

“Ramazanda yapılan umredir.” [1498]

 “Gününü ihramlı geçiren her mü’minin günahını güneş siler sü­pürür.” [1499]

“Herhangi bir Müslüman telbiye eder (Lebbeyk der)se, sağında ve solunda -dünyanın tâ öbür ucuna kadar- bulunan ağaç veya kerpiç onun telbiyesine katılır.”[1500]                     

“Rükn-i Yemânî ile Hacerü'l-Esved'i meshetmek günahlara keffârettir.”[1501]

“Tavaf eden, her adımını kaldırıp koymakta bir günahı mahvo­lur ve defterine bir sevap yazılır.”

“Lağıv yapmadan yedi kere Kabe'yi tavaf eden kimse bir köle azâd etmiş gibi olur.” [1502]

 

154. Kebire: Medine Halkını Korkutmak

 

155. Kebire: Medine Halkına Kötülük Düşünmek

 

156. Kebire: Medine'de Bir Kötülük İhdas Etmek

 

157. Kebire: Medine'de Kötülük Îhdas Edene Yardımcı Olmak

 

158. Kebire: Medine'de Kötülük İhdas Edecek Olanlara Gerekli Hazırlığı Yapmak

 

159. Kebire: Medine'nin Ağaç Ve Bitkilerini Kesmek

 

Buhârî ile Müslim'in Sa'd radıyallahu anh'den rivayetlerine göre Resûli- Ekrem:

“Medine ahâlisine hile ve kötülük yapmak isteyen kimse, tuzun suda erimesi gibi mahvolur gider.”[1503], buyurmuştur. Müslim'in diğer bir rivayetinde ilâve olarak,

“Medine ahâlisine kötülük yapmayı düşünen kimseyi kalayın ateşte veya tuzun suda erimesi gibi, Allah ateşte eritir.” [1504]buyurulmuştur. Münziri, bu hadisin, Ashâb'dan bir cemaat tarafından ri­vayet edildiğini söylemiştir.

Âhmed'in Sahih sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Medine ahâlisini korkutan kimse, beni korkutmuş olur.” [1505]

Buna “Mecâz-ı mukabele” denir. Resûl-i Ekrem'i korkutmak, aradaki vuslatı, bağı kesmek demektir. Çünkü korkutmanın sonu, düşmanlı­ğın başlaması, aranın açılmasıdır. Bunlara terettüb eden, korku, re­zalet ve azâbtır.

Taberâni'nin ceyyid sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'ım, Medine ahâlisine zulmeden ve onları korkutan kimse­yi Sen korkut. Allah'ım, meleklerin Ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Onun, farz ve nafileden hiç bir ibadeti kabul olmaz.”[1506] buyurmuştur.

Buhâri ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

Tembih; Bu altı hususun Kebireden sayılmaları, bu Sahih hadîs­lerden açıkça anlaşıldığı halde, Medine halkını korkutmanın ve on­lara kötülük düşünmenin Kebireden sayanları görmedim. Ancak müteahhirîn âlimlerinden bazıları bunları tasrih ederek Medine'nin hür­metini helâl tanımak ve orada îslâmiyete uymayan şeyi îcad etmek, kebâirdendir, demişlerdir. Bunların da açık hadîslerde ifade edilen ve anlattığım şeylerdir.

Şayet, Medine ahâlisini korkutmak ve onlara kötülük murad et­mek gibi hareketlerin kebireden olmaları, yalnız Medîne'Hlere karşı işlenmiş bir suç olmalarından değildir. Her yerde de kebiredir. Nite­kim aşağıda gelecek zulüm bahsinde bunlar açıkça ifâde edilecektir, dersen:

Derim ki: Bunun hususiyeti; her ne şekilde olursa olsun, bu ahâ­liye karşı kötülük düşünmek, kebiredir. Her yerde her çeşit düşün­ce kebire olmayabilir.[1507]

 

Medine'nin Fazileti İle İlgili Sahih Ve Hasen Hadîsler

 

“Müslüman olan ümmetimden her kim Medine'nin sıkıntı ve şid­detine tahammül ederse, kıyamet günü ona şahid veya şefaatçi olu­rum.” [1508]

“Medine'nin iki taşlık arasını haram ediyorum; ağacının kesilme­si veya avının öldürülmesi yasaktır. Eğer bilseler, Medine onlar için hayırlıdır. Ondan yüz çevirerek onu terkeden olursa, o kimseden da­ha hayırlı olan bir kimseyi Allahu Teâlâ yerine getirir.”[1509] 

“Bir zaman gelecek kî Medine halkı oradan çıkıp etrafa dağıla­caklar, mahsulü bol ve yaşantısı rahat yerler arayacaklardır. Bu yer­leri bulacaklar, sonra geri dönüp çoluk çocuklarını da alıp gidecek­lerdir. Bilselerdi Medine'(de kalmaları) onlar için çok daha hayırlı idi.” [1510]

Sizden imkânı olup gücü yeten, Medine'de ölsün. Zira Medine'­de ölene (kıyamet günü) ben şahit ve şefaatçi olurum. Aynı zamanda Medine'ye veba hastalığı ile Deccal giremez.” [1511]

“Allah'ım, senin Halilin, kulun ve peygamberin İbrahim, Mekke'liler için sana dua etti. Ben Muhammed, hem kulun ve hem de Re­sulünüm. İbrahim'in Mekke'liler hakkındaki duası gibi ben de Medine'liler hakkında sana dua ediyorum. Bunları, sa’, müdd ölçekle­rinde ve meyvelerinde mübarek kıl. Allah'ım, Mekke'yi bize sevdir­diğin gibi Medine'yi de bize sevdir. Medine'deki hastalıkları Humm'a gönder, Allah'ım, İbrahim'in dilinde Mekke'nin etrafını haram etti­ğin gibi, ben de Medine'nin şu iki kayalık arasını haram ediyorum.” [1512]

“Allah'ım, bizi meyvemizde mübarek kıl, meyvemizi bereketli yap. Şehrimizde bizi mübarek eyle. Sa'ımızda müdd'ümüzde (ölçek­lerimizde) bizi mübarek kıl. Allah'ım, senin kulun Halil'in ve Peygam­berin İbrahim, Mekke için sana dua etti. Ben kulun ve peygamberin de aynı onun duası gibi Medine için sana dua ediyorum.” [1513]

“Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, Me­dine'de hiç bir şey, hiç bir yarık ve delik yok ki, başında iki melek onu korumamış olmasın.” [1514]

“Allah'ım, şehrimizi bereketlendir. Allah'ım, müdd'ümüzü, sa'ımızı (ölçülerimizi) bereketlendir. Allah'ım, Şam'ımızı, Yemen'imizi bereketlendir.” diye dua etti. Adamın biri:

“Ya Resûlallâh, Irak'ı?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Orada şeytanın boynuzu doğar ve fitneler kaynar,” buyur­du.[1515]

“Medine İslâm'ın kubbesi, çatısı, imanın karargâhı, hicret yeri, helâl ve haramın barınağıdır.” [1516]

 

KURBAN KİTABI

 

160. Kebire: Kurbanın Vacip Olduğunu Kabul Edenlere Göre Gücü Yetenlerin Kurban Kesmemeleri

 

Ebü Hureyre (r.a.) nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kurban kesme imkânına sahip olduğu halde kesmeyen, bizim namazgahımıza yaklaşmasın.”[1517], buyurmuştur.

Tembih: Kurban kesmemeyi Kebireden saymak, bu hadisin zahi­rinden anlaşılmaktadır. Her ne kadar bunun büyük günah olduğunu söyleyen kimseyi görmedimse de, “Namazgahımıza yaklaşmasın.” teh­didi çok ağırdır. Kurbanın vacip değil de nıendup ve sünnet olduğu­nu söyleyenler, buna cevap olarak derler ki; bu hadisi Hâkim her ne kadar merfû ve Sahih diyerek rivayet etmişse de, mevkuf olarak da rivayet etmiştir. Bunun için hadîs kesin hüccet değildir. Bununla be­raber, “Namazgahımıza gelmesin.” sözünde de sanıldığı kadar veîd yoktur. Meselâ Sahih bir hadiste, “Çiğ soğan, sarımsak ve benzeri gi­bi ağzı kokutan şeyleri yiyen, namazgahımıza yaklaşmasın.”[1518], buyurulmuştur. Bununla beraber bunları yemekte de sakınca yok­tur. Fakat bu cevaba cevaben deriz ki; “Ağzı kokanlar namazgahımı­za gelmesinler.” buyurulması, insanlara ve meleklere eziyet etmemeleri içindir. Bunun hikmeti böyledir. Fakat kurbanda böyle bir şey yoktur. Her ikisi arasındaki fark açıktır. Ayrıca kurbanın fazileti hakkında o kadar çok hadisler vârid olmuştur ki, buna önem veril­mesini gerektirir. Meselâ Hz. Fâtıma'ya hitaben Resûl-i Ekrem:

“Ey Fâtıma, kalk, kurbanının başına git, onun kesildiğini gör. Zi­ra onun kanının ilk damlası ile senin geçmiş günahların bağışlanır,” buyurdu. Hz. Fatıma:

“Bu, biz ehli beyte mi mahsus, yoksa bütün Müslümanlara da şâmil midir? diye sordu, Resûl-j Ekrem:

“Bize ve bütün Müslümanlara   şamildir, [1519]buyurdu.   Bu hadîsi bir cemaat rivayet etmiştir. Kavileri arasında birisi (Atiyye b. Kay s) hakkında dedikodu varsa da yine sikadandır. Bazı hadîs ha­fızlan senedinin hasen olduğunu söyledikleri diğer bir rivayette Resûl-i Ekrem Hz. Fâtıma'ya hitaben:

Ey Fatıma, kalk, kurbanının başına git. Zira kurbanının akan ilk damlası ile bütün günahların bağışlanır. Sonra kıyamet günü kur­banın kanı, eti ve her şeyi ile getirilir ve yetmiş kat daha fazla ağır olarak mizanına konur,” buyurdu. Ebû Saîd:

“Ya Resûlallah, bu yalnız ehli beyte mi mahsustur, yoksa bütün Müslümanlara da şamil midir?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Özel olarak Muhammed'in aline, genel olarak bütün Müslü­manlara, şamildir,” [1520]buyurdu.

Zeyd İbn Erkam (r.a.) den rivayete göre, şöyle demiştir:

Resûlallah'ın Ashabı:

“Ya Resûlallah, bu kestiğimiz kurbanlar nedir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Babanız İbrahim'in sünnet ve âdetidir,” buyurdu. Onlar:

“Bunlarda bize ne gibi mükâfatlar vardır?” diye sordular, Re­sûl-i Ekrem:

“Her kılına bir hasene vardır,” buyurdu. Onlar:

“Yününe, ya Resûlallah?” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Evet, yünün de her bir kılına bir hasene vardır,” buyurdu.[1521]

Hâkim, bu hadisin Sahih olduğunu söyledi ise de, râvileri ara­sında iki sakıtın bulunması ile kendisine itiraz edilmiştir.

“Ademoğlunun kurban günü yapmış olduğu amellerde Allah ka­tında kan akıtmaktan daha sevimlisi yoktur. Kurban, kıyamet günü boynuzu, tüyleri ve tırnakları ile beraber mahşer yerine gelir. Kur­banın kanı yere düşmeden, Allah katındaki mevkiine yükselir. O hal­de kurbanı güzel ve gönül hoşluğu ile kesiniz.” [1522]Tirmizi, hasen ve garip olduğunu, Hâkim ise Sahih olduğunu söylemişlerdir. Halbuki râvileri arasında vahi vardır fakat mevsuktur. Münziri'nin beyânına göre râvileri arasında durumu bilinmeyen Yahya b. el-Haşeni'nin bulunduğu bir hadîsde:

“Ademoğlu bu kurban gününde kan akıtmaktan daha efdal bir şey yapmış olamaz. Meğer ki sılâ-ı rahm etmiş ola.” [1523]

“Ey insanlar, kurban kesin ve onun akan kanından alacağınız mükâfatı hesap edin. Zira kan her ne kadar yere dökülürse de, Al­lah'ın himayesine almıyor.”[1524]

“Her kim gönül hoşluğu ile ve alacağı mükâfatı hesaba katarak kurban keserse, kurbanı ona cehennemden bir perde olur.” [1525]

 

161. Kebire: Kurban Derisini Satmak

 

Resûl-i Ekrem,

“Kim  kurbanın  derisini  satarsa,  o,  kurban  kesmemiş  olur.”[1526] buyurmuştur.

Tembih: Gerçi kurbanının derisini satmanın kebire olduğunu söyleyen kimseyi görmedim, fakat hadis-i şerifin zahiri bunu gerek­tirir. Derinin satılması ile kurbanın kesilmemiş sayılması şiddetli bir veiddir. Çünkü bu hareketiyle önemli bir âdeti kökünden yok etmiş­tir. Bunun doğru olduğu şu yoldan da anlaşılır. Meselâ, o hayvanı kurban kesmekle kendi mülkiyetinden çıkarıp yoksulların hakkı yap­mıştır. Bundan sonra deriyi satarsa, yoksulun hakkını gasbetmiş olur. Gasbın Kebire olduğu ilerde açıklanacaktır. Hatta kasap ücreti ola­rak deriyi vermek de satmak gibidir. Çünkü orda gasb olduğu gibi burda da gasb vardır. Bu bakımdan da kebiredir.[1527]

 

AVLANMAK VE HAYVAN BOĞAZLAMAK KİTABI

 

162. Kebire: Hayvanın Bir Uzvunu Kesmek

 

163. Kebire: Hayvanın Yüzünü Dağlamak

 

164. Kebire: Hayvanı Hedef Alıp Ona Atmak

 

165. Kebire: Hayvanı Aç Ve Susuz Bırakıp Ölümüne Sebep Olmak

 

166. Kebire: Hayvanlara Eziyet Etmek

 

Havileri meşhur ve sikadan olan sened ile Ahmed'in tahricinde Resûl-i Ekrem:

“Kim bir hayvana yüzünü, kulağını veya kuyruğunu kesmek su­retiyle eziyet eder ve sonra tevbe etmeden ölürse, Allahu Teâlâ kıya­met günü aynı ceza ile kendisini cezalandırır.” [1528]

İbn Hibbân “Sahih”inde Mâik b. Nadle (r.a.) den rivayetinde, di­yor ki:

“Resul-i Ekrem'e gittim. Resûl-i Ekrem:

“Ey Nadle, kavminin develeri sağlam olarak doğdukları hal­de, ustura ile kulaklarını kesip derisini yardıktan sonra, “İşte bu ke­silmiştir” deyip kendine ve aile efradına hiç haram ettiğin var mı?” diye sordu. Ben:

“Evet var, ya Resûlallah,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ'nın sana verdiği her şeyi helâldir. İyi bil ki, Al­lah'ın (kudret) eli senin ellerinden kuvvetli, onun usturası senin us­turandan keskindir,” buyurdu.

Müslim'in rivayetinde; Resûl-i Ekrem yüzünden dağlanmış bir merkep gördü ve “Bunu dağlayana Allah lanet etsin.”[1529], bu­yurdu.     

“Yüze vurmaktan ve yüzü dağlamaktan Resûl-i Ekrem menetmiştir.” [1530]

Yine Sahih bir rivayette; Resûl-i Ekrem yüzde dağ yapanı lânetlemiştir.

Buharî ile Müslim'in rivayetinde; Abdullah b. Ömer (r.a,) Kureyş'den iki gencin yanına uğradı. Bunlar kuş ve tavuk gibi şeyleri hedef alır onlara ok atarlar, isabet etmeyen okları da bu kuş ve ta­vukların sahiplerine verirlerdi. Bunlar İbn Ömer (r.a.) i görünce da­ğıldılar, İbn Ömer (r.a.):

“Kimdir, bunu yapan? Yapana Allah lanet etsin. Zira, Resûl-i Ekrem canlıları hedef alanlara lanet etmiştir,” dedi.

Nesei ve “Sahih”inde İbn Hibbân'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kim ki bir serçeyi boşuna öldürürse, kıyamet günü o serçe yük­sek sesle bağırarak: “Ya Rabbi, filan adam beni boşuna öldürdü, (etimi yemek gibi)  bir menfaat için öldürmedi.” diye davacı olur.”[1531], buyurmuştur.

Nesei (ve Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

 “Kim haksız yere bir serçe veya daha büyük bir hayvanı öldü­rürse, Allahu Teâlâ kıyamet günü onu ondan sorar.” buyurdu. Resûl-i Ekrem'e:

“Hakkı nedir (onu kesmede insan nasıl haklı olur)?” diye sor­dular. Resûl-i Ekrem:

“Onun hakkı, onu kesip etini yemendir; başını koparıp onu at­man değildir,” buyurdu.[1532]

Müslim ve Sünen-i Erba'a sahiplerinin rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem:

“Allahu Teâlâ her şeyde ihsanı emretti. Öldürdüğünüzde güzel öldürün, hayvanı boğazladığınızda da güzel boğazlayın. Sizden her­hangi biriniz (hayvanı boğazlayacağı zaman) bıçağım iyice bile­sin.” [1533]

Buhârî'nin şartlarına göre Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in ri­vayetinde Resûl-i Ekrem bir adama uğradı. Adam koyunu yatırmış, ayağını koyunun yanı üzerine basmış, koyun kendisine bakıp durur­ken o da bıçağını biliyordu. Bunu gören Resûl-i Ekrem:

“Şimdiye ka­dar niçin bıçağını bilemedin, yoksa ona birkaç ölüm acısı mı taddırmak istiyorsun?” buyurdu ve böyle eziyet ederek hayvanı boğazla­maktan hoşlanmadığını duyurdu.

Abdurrezzak'ın mevkuf olan rivayetinde; İbn Ömer (r.a.) ada­mın birini, koyunu kesmek için ayağından çekip sürüklediğini görünce:

“Yazıklar olsun sana, onu ölüme güzel çek de götür, eziyet etme.” dedi.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.”[1534], buyurmuştur.

Yine bir rivayette Resül-i Ekrem:

Birbirinize merhamet etmeden iman etmiş olmazsınız,” buyur­du. Ashâb:

“Hepimiz merhametliyiz,” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Öyle değil sizden birinizin arkadaşına acıması değil, asıl mer­hamet umumî olacak, herkese acıyacaksınız,” [1535]buyurdu.

Diğer bir rivayet de, “Merhamet edin ki, merhamet olunasınız, bağışlayın ki bağışlanasınız.” şeklindedir.

Tembih: Gerçi bunları kebâirden sayan kimseyi görmedim. An­cak hayvanın bir uzvunu kesmek, yüzünü dağlamak ve onu hedef alıp ona atmak, bu üçü hakkındaki şiddetli veidler vardır. Sonradan birçoklarının hayvana azâb etmenin Kebireden olduğunu yazdıkla­rını gördüm. Diğer bazıları hayvanı hapsedip aç ve susuz bırakarak ölümüne sebep olmayı, yüzüne vurup yüzünü dağlamayı Kebireden saymışlardır. Burada da Buhârî ile Müslim'in,

“Bir kadın bir kedi (yi. hapsedip ölümüne sebep olduğu) için azâb olundu.”[1536], rivayet ettikleri hadîs ile Müslim'in o kadın hakkın­da rivayet ettiği, “Bu kadın Müslüman, fakat irtikâb ettiği kebâirdir.”

Şayet, bizim imamlarımız kesmez kör bıçakla hayvanı boğazla­mayı mekruh saymışlardır. Bu mekruh olduğuna göre, daha ihsanda bulunmamak nasıl Kebire olur? Dersen:

Derim ki: Bu kerahet, bıçak kördür fakat yine de kesilmesi ge­reken damarları hayvan harekete geçmeden keserse kaydı ile mukayyeddir. Çünkü burada eziyet azdır. İşte onların maksattan da budur. Şayet bıçak kesmez de kesenin kuvveti ile zoraki iş görürse, bu kesilen, helâl olmaz. Şayet nefes borusu ile yemek borusunun bir kısmı kesilmeden mezbuhun hareketine vasıl olursa tu, kesileni ha­ram eder ve kesilen murdar olur. Nitekim bunu böyle teşrih etmişler­dir. İşte Kebire olması bu yöndendir. Hayvanı boğazlarken eziyet ve işkenceyi murad etmenin kebire olduğunda şüphe yoktur.

Bilmiş ol ki kara hayvanı vahşî de olsa, Müslüman veya kesdiği helâl olan zimmînin kesmesiyle helâl olur. Önceden canlı olduğunu bildikten sonra, kemikten başka, çıkmış diş ve tırnak ile de olsa ne­fes borusu ile yemek borusunu kesmekle helâl olur. Şayet hayvanı boynundan veya boğazının bir tarafından kesmek veya bıçağı kula­ğına sokarak kesmekle öldürürse de helâl olur. Hayvanın boğazı ile yemek borusunun bir kısmını kesdikten sonra mezbuhun hareketine yâni oraya dokanınca hayvanı harekete getiren murdar iliğe giderse de yine helâldir. Ancak bu şekilde kesmekle günahkâr olur. Bilerek böyle yapan hayvana şiddetli eziyet ettiği için fâsık olur. Hayvanın kesim esnasında canlı olduğunu bilmek için bir zan yeterlidir. Kesil­dikten sonra şiddetli hareket etmesi, kanını atması ve akması gibi yemek ve nefes borularından bazıları kaldığı halde ölürse veya bun­lara inmeden ölürse haram olur. Boğazını kesmekle hemen hayvanı yüzerse, ağır ve kesici, ok gibi bir maddenin üzerine düşmesiyle kanı da akıp ölürse veyahut haram kılan bir madde ile veya mubah olan bir madde ile ölürse - ok yarası gibi- veyahut aldığı ağır bir yara ile keskin bir madde üzerine veya suya düşmek gibi, şayet yırtıcı hayvan avı yaralar, yahut bir inek üzerine duvar çöker, yahut yediği undan zehirlenir veya bu hallerin herhangi birinde kesilirse yenmez. Ancak kesildiği vakit canlı olduğunun bilinmesi şarttır. Fakat hasta­lık veya açlık sebebiyle ölüme mahkûm olan hayvanın hayatının son cüz'ünde de ölse, kesilirse yenir.[1537]

 

167. Kebire: Kurbanı Keserken Başkasına Saygıyı Kastedecek Şekilde Allah'tan Başkası Adına Kurban Kesmek

 

Celâl Belkini ve diğerleri de bunu kebâirden saymış ve:

“Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak fısk (Allah'ın yolundan çıkmak) tır.” [1538]âyet-i celile'si ile delil çekmiştir.

Diğer âyet-i celile'de daha açıkça:

“Veya yoldan çıkarak Allah'tan başkası adına kesilen hayvan­dan...” [1539]buyurulmuş ve bu âyet ile besmelesi terkedilenin ye­nebileceği anlatılmıştır.[1540]

Bunu, bu âyetin tefsirinde İbn Abbâs (r.a.) şu sözleri ile teyid eder. İbn Abbâs (r.a.) der ki:

“Bundan maksad, ölü hayvan, süsmekle öldürülen, bir de:

“... Dikili taşlar üzerinde boğazlananlar...”[1541]  dır”.

Kelbi de, “Besmele çekilmeyen veya Allah'tan başkası adına ke­silendir.” demiştir.

Âtâ ise putlara kurban olarak kesilen hayvanların etini yemek­ten nehyetmiştir.

Âyetin mânâsı “Allah'ın adı ile kesilmeyen ölü hayvanlardan ye­mek fısktır, yani yoldan çıkmaktır.” diyenler de olmuştur.

 “Doğrusu şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldar­lar.” [1542]

İbn Abbâs (r.a.) bu vesveseyi şöyle anlatır: “O, insanlardan olan dostlarına fısıldar ve der ki: “Nasıl olur da sizin taptığınız Allah'ın öldürdüklerini yersiniz de kendi öldürdüklerinizi yemezsiniz?”. İşte onun bu vesvesesini reddetmek üzere Allahu Teâlâ,

“Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.”[1543], yâni ölü hayvanın murdar etini helâl kabul etmekte şeytanlara uyar­sanız muhakkak ki, siz, müşriklerden olursunuz”.

Zeccâc diyor ki: “Bundan şu netice çıkıyor: Dinde zaruri olarak bilinen ve üzerinde icma bulunan bir harama helâl veya bir helâla haram demenin şirk olacağıdır.

Şayet, âyet, besmelesiz kesilenin haram olduğunda bir nass gibi olduğu halde, siz Müslümanın, besmelesiz de olsa kestiğinin helâl ol­duğuna nasıl hükmettiniz? derseniz:

Deriz ki: “Üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvandan yemeyin.” mealindeki âyet-i celîle'yi tefsir eden müfessirierin hepsi, “Bundan murad, ölü olan hayvanlardır.” demişlerdir. Müfessirlerin hiç biri, Müslümanın besmelesiz kestiği hayvandır, dememiştir.

Bu âyetin,   ölü hayvan hakkında olduğuna delillerden birisi de Allahu Teâlâ'nın buyurmasıdır, Zira besmeleyi terkecjenin kestiğinin yenip yenmeme­si, imamlar arasında ihtilaflıdır. Bu ihtilâf sebebiyledir ki, kendi mezhebinde haram olsa da bunu yiyen fâsık olmaz, belki haramdır, di­yenlere göre ancak sağâir olabilir.

Bunun diğer bir delili de âyetidir. Buradaki münazara da ölü hayvan hakkında olup besmele­siz kesen Müslüman hakkında olmadığında müfessirlerin ittifakı var­dır. Allahu Teâlâ'nın, “Eğer onlara (şeytanlara) itaat ederseniz, şüp­hesiz siz müşriklerden olursunuz.” buyurduğu da yine Müslümanın besmelesiz kestiği.hayvan hakkında değil, murdar olarak ölen hay­vanın etini helâl kabul etmek hakkındadır. Vahidî ve diğerleri bunu böyle açıklamışlardır.

Yine Vahidi senedleri ile rivayet ettiği hadislerin bazılarında ise -sehven olsun kasden olsun- besmeleyi terketmekte bir sakınca olmayıp, bu durumda kesilen hayvanın etinin helâl olduğu ifade edil­mektedir. Boğazlanan hayvanı haram yapan, “Allah'ın ve Muhammed'in adı ile kesiyorum.” diyerek hayvanı boğazlamaktır. Bir de Kitabî'nin, Kilise, Mûsâ ve İsâ adlarına kesmesidir. Müslümanın Kabe'­ye, peygamber veya bir sultana karşı kurban kesmesi de aynıdır. Bunların hepsi haram ve işlenmesi kebiredir. Tabiî bunların kelimeleri şerefine veya Allah'a şükrânen veya birisinin gönlünü almak ve­yahut Allahu Teâlâ'nın kendisini koruması için, Allah rızası adına kurban kesmek böyle değildir, bunlarda haramlık yoktur.[1544]

 

188. Kebire: Herhangi Bir İş İçin Kurban Adayıp Onu Salıvermek

 

Allahu Teâlâ,

“Allah, kulağı çentilen, salıverilen, erkek dişi ikizler doğuran, on defa yavrulamasından ötürü yük vurulmayan hayvanların adanma­sını emretmemiştir.”[1545], buyurmuştur. Resûl-i Ekrem de:

“Bu gibi develeri kurban diye salıveren bizden değildir.” buyur­muştur.

Tembih: Her ne kadar bir iş için kurban adayıp onu salıvermeyi Kebireden sayam görmedim ise de, şiddetli veîdi gerektiren câhiliyye âdetine benzediği için kebâirdendir. Nitekim yukardaki hadîsde açık­ça ifade edildiği gibi, Şafiî'lerde kim bir ava sahip olur, onu yakalar ve sonra onu bırakırsa günahkâr olur. Aynı zamanda mülkiyeti de ondan zail olmaz. Hatta salıverirken, “Kim yakalarsa ona mubahtır” demekle de mülkiyeti zail olmaz. Ancak böyle derse, avı yeniden ya­kalayan onu yiyebilir fakat satamaz ve başkasına devredemez. Ek­mek ufaklarını ve bir miktar başaklan atan böyle değildir, onları bu­lan, onlara mâlik olur.

Hatime: Bir kimsenin güvercinleri başkasının güvercinleri ile karışırsa onlan sahibine geri vermek lâzım gelir. Şayet kendi gü­vercinleri başkasının güvercinleri ile karışırsa, kendi güvercinlerine karışan güvercinleri sahibinin alması için Müsaade etmesi gerekir. Bunlar döllerse, döller” dişi güvercin sahibinindir. Şayet çok karışık olup ayrılması mümkün değilse herkes titizlikle, itina göstererek ken­disine ait olan güvercinleri almalı ve vera'ı elden bırakmamaya gay­ret etmelidir. Şayet kendi helâl parası ve bağları arasına haram ka­rışırsa, Gazâlî'nin ve diğerlerinin dediği gibi, haram olan miktarı ayı­rıp, diğerinde dilediği gibi tasarruf eder. Fakat buna da itiraz ederek, ortaklıkta olduğu gibi, o haramı da hâkim marifetiyle ayırmalı­dır. Çünkü ortaklıkta hüküm budur, demişlerdir.

Buna verilen cevapta; bu, ortaklık gibi değildir. Zira ortaklık, ta­rafların arzu ve muvafakatlan ile olmuştur. Fakat burada böyle bir şey yoktur. Evet, kendi irâdeleri dışında miras yolu ile de ortaklık olabilir ve bu da isteyerek yapılan ortaklık gibi muamele görür. An­cak burada hüküm böyle değildir. Çünkü bunu hâkime duyurmakta zorluk vardır. Hâkim yalnız itiraf ve zilyedlik ile yetinmez. Hâkimin bölmesi, bir hüküm ve kesinlik ifâde etmektedir. Bunun için mutlak surette şahid ve beyyine ister, İşte bunda güçlük vardır. Bu zaruret­ten sebep kendi servetine kansan haramı kendi kanaat ve tahminine göre ayırır. Böylece diğer servetinde dilediği gibi tasarruf eder. İşte Rafiî de bunu demek istemiştir.

Kendi güvercinlerine başkasının güvercinlerinin kanşmasını, kendi helâl paralarına haram paranın kanşması gibi, şayet bu1 güvercinler miktar bakımindan muhtelif ise, yâni kime ne kadar ait olduğu belli değilse, güvercinler kimin mülkünde bulunuyorsa söz, onundur. Çünkü zilyedlik ondadır. Şayet kendi sahipli güvercinleri kırda serbest ve sahipsiz olan güvercinler arasına karışırsa, eğer ser­best olan güvercinler sayılacak kadar az ise, bunlardan avlanmak haramdır. Şayet serbestler çoksa, avlamak caizdir. İbn Münzir diyor ki: Şayet birkaç avcı köpeklerini bir avın peşine salıverseler ve son­ra da avı boğulmuş olarak bulsalar ve her biri avı kendi köpeğinin boğduğunu iddia etse, bu av temiz ve helâldir. Şayet bütün köpekler avın başında iseler, av, hepsine taksim edilir. Şayet köpekler ava sa­hip çıkmıyorlarsa; Ebü Sevr'e göre aralarında kur'a çekilir, diğerle­rine göre sulh için aralarında vakfedilir. Şayet bozulacaksa satılır ve parası onların ıslâhı için' vakfedilir.[1546]

 

AKİKA KİTABI

 

169. Kebire: Doğan Çocuğa Melikü’l-Emlâk Mealinde Ad Takmak

 

Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet günü AHahü Teâlâ’nın en çok hışm ve gazab ettiği, en kötü kişi, “Melikü'l-emlâk- bütün varlıkların sahibi- mealinde adı olandır. Çünkü mülkün mâliki ancak Allahu Teâlâ'dır.” [1547]bu­yurmuştur.

Buhârî ile Müslim'in rivayetlerinde,

“Allah katında en âdi, hor ve hakir olan, adı, “Melikü'l-emlâk” olandır.” Buyurulmuştur.[1548] Ayrıca, “Allah'tan başka mâlik yok­tur.” rivayeti de vardır. Süfyân-ı Sevri, “Şehinşâh” ismi gibi, demiştir. Ahmed İbn Hanbel'e İbn Ömer (r.a.), “Ahne” kelimesinin ne an­lamda olduğunu sordum.” O, “Evda” -en alçak- anlamına geldi­ğini” söyledi. Sufyân İbn Uyeyne de “Anne”, çok çirkin ve çok kerih demektir.” dedi.

Tembih: Bu gibi isimleri vermenin kebâirden olduğunu, daha önce söyleyeni görmedim ise de kebâirden olduğu bu hadislerin sarahatiyle meydandadır. Nitekim sonradan bazı imamların bunu tas­rih ettiklerini gördüm. Şafiî imamlara, “Melikü'l-emlâk” ve bu an­lamda olan “Şehinşâh” gibi isimlerin haram olduğunu söylemişler­dir. Çünkü bunlarla Allah'tan başkası vasıflanamaz. Hatta imamlar­dan bazıları, “Hakimu'l-Hukkâm -hâkimlerin hâkimi-, Kadıyu'l-Kuddât -kadıların kadısı-” isimlerini de bunlara katmışlar ve haram olduğunu söylemişlerdir. Bu husustaki görüşlerimi “Menâsik-i Nevevî” haşiyesinde “Tavaf ve Sa'y” bölümünde açıkladım.[1549]

 

YEM EK KİTABI

 

170. Kebire: Temiz Olan Sekir Verici Maddeleri Yemek

 

Bir kısmını Nevevî'nin diğer kısmını da başkalarının tasrih et­tikleri gibi bunlar haşhaş, afyon, benek, anber, za'feran ve cevzetü't-Tıb gibi sarhoşluk verici maddelerdir. Vuruculuk ve saldırganlığa se­bep olan sulu içkiler ise de bu saydıklarımız da aklı karıştırırlar. Meş­rubat bölümünde bu konu ele alınacaktır.

Bu açıklamadan, bunlara uyuşturucu madde denmesinde bir sa­kınca olmadığı anlaşılır. Çünkü bunlar aklı karıştırır, vücudu uyuş­tururlar. Bunların hepsi Müskir veya uyuşturucu olduklarına göre, bunları kullanmanın, tıpkı şarap kullanmak gibi, fısk ve kebire ol­masında şüphe yoktur. Diğer içilen Müskirat hakkındaki veidler, bu keyif verici ve uyuşturucu maddeleri kullanmakta da geçerlidir. Çün­kü insanı diğer hayvanlardan ayıran, kelâm derecelerine yükselten, Allah ve Resulünün buyruklarını anlamaya âlet olduğu için, Şariin korumasını istediği aklın izâlesinde bu maddelerin de şarap gibi et­kileri vardır. Bu hükümde şarap ile ortaktırlar. O da aklı izâledir. Bunlar da o halde ilerde şarap hakkında anlatacağımız veîdler, aynı şekilde bunlar hakkında da câridir. Bu hususta da “Tehzîrü's-Sikât an Istimain-Kefteti ve'n-Niât” isimli bir eser telif” ettim. Bu eseri, Ye­men âlimleri, bunlar hakkında ihtilâfa düşüp, birinde helâl, diğer iki­sinde haram oldukları yazılan üç risale bana gönderip gerçeğin açık­lanmasını benden istedikleri vakit yazdım ve bunlardan sakınılması gerektiğini belirttim. Orada özellikle diğer sarhoşluk verici ve uyuş­turucu maddeler üzerinde durdum. Oradaki açıklamanın bir özetini burada vermeyi uygun buldum. Bütün bunların haram olmasındaki esas, “Müsned”inde Ahmed'in ve “Sünen”inde Ebû Davud'un rivayet ettikleri hadîslerdir.

Hadîs:

“Resûl-i Ekrem sekîr veren, aldı karıştırıp bedeni uyuşturan her maddeden nehyetmiştir.”[1550] Bunların hepsi sarhoşluk verir, be­deni uyuşturur ve aklı izâle eder.

Garafî ve İbn Teymiye'nin hikâye ettiklerine göre, haşhaşın ha­ram olmasında icma vardır. Hattâ buna helâl diyen kâfir olur. İmam­ların bunlar hakkında bir şey söylememiş olmaları, bunların zama­nında bunların bulunmamasındandır. Bunlar, Tatar devletinin zuhu­ru olan Hicrî altıyüz yılının sonlarında ve yediyüz yılının başlarında meydana çıkmışlardır.

İmâm Mâverdi diyor ki:

“Bir bitki ki, insanda -aşırı gülmek gibi- şiddetli ve olağanüstü bir durum meydana getirir, o bitkiyi kullanana had –ceza- gerekir”.

Tıb cevizine gelince; burada Mekke uleması ile Mısır uleması ara­sında ihtilâf çıkmıştır. Yaptığım araştırma sonunda verdiğim fetva ile onların ulaşamadıkları sonuca ulaştım. Müteahhirîn uleması, araş­tırma yapmadan ihtilaflı bir şekilde görüşlerini açıklıyorlardı. Fakat bana sorulunca, ben, büyük zatlar olsa bile, benim görüşüm hilâfın-daki görüşlerini reddetmek için araştırmaya koyuldum. Davamı açık ve doğru delillere istinad ettirerek fştvamı .verdim ve başarıya ulaş­tım.

Bana sorulan soru kısaca şu idi: “Tıp cevizinin yenmesinin ha­ram olduğunu şimdiye kadar imamlardan ve mukallidlerinden söyleyen olmuş mudur? Kendiliğinden bunun yenmesinin haram olduğu­na dair fetva veren bir âlim var mı? Varsa bunun fetvasına uymak vacip midir?”

Verdiğim cevabın özeti şöyledir: “Şeyhu'l-lslâm İbn Dakik bu cevizin Müskir olduğunu söylemiştir. Şafiî ve Mâliki'nin sonradan gelen âlimleri bunu ondan rivayet ederek ona itimad etmişlerdir. Hattâ İbn İmad bu hususta daha da ileri giderek, haşhaşât ile bu ce­vizi bir tutmuştur. Bunun açıklaması şöyledir: Firâki'den hikâye edildiğine göre, Firâkî, zamanının bir fakîhinden naklederek, haşha­şın yaşı ile kurusu arasında fark olduğunu, yaş iken yaprağı sekir vermediği halde kuruduktan ve toz haline geldikten sonra sekir ver­diğini söylemiş, doğrusu bunun yaşı ile kurusu arasında bir fark yoktur demiştir. Çünkü haşhaş da tıp cevizine, za'feran, afyon ise sekir verip vücudu uyuşturan maddelerdir.” Nitekim Kastalânî “Tekrunü'l-Maişe” adlı eserinde bunu böyle ifâde etmiştir.

Şimdi Firâkî'nin, “Doğrusu budur.” sözü üzerinde düşün. Ayrıca haram olmasında ulemânın ittifak ettiği haşhaşın haramlıhğını bu cevize katmıştır. O halde aklı izâle etmesi veya uyuşturucu olması bakımından haram olduğunda hiç şüphe yoktur. Bunun sekir verme­sinde Şafiî ve Malikîler Hanbelîlere uydular. Bunların müteahhirin imamlarından olan İbn Teymiye, Müskir olduğunu kesinlikle söyle­miş, onlar da ona bu hususta uymuşlardır. Hanefi imamlarından ba­zılarının sözlerinin özeti de budur. Nitekim Murğinânî fetvasında, “Benek otundan sarhoşluk veren kısrak sütünden yapılan içki ha­ramdır. Bununla beraber içene had vurulmaz. Ebü Hafs böyle de­miştir. Şemsu'l-Eimme es-Serahsî de bunu böylece tasrih etmiştir.

İbn Dakik ve diğerlerinin sözlerinden, bu cevizin benek otu gibi olduğunu anladık. Hanefiler benek otunun sekir verip haram oldu­ğunu kabul ettikten sonra, bu cevizin de haram olduğunu kabul et­meleri gerekir. Demek ki bu ceviz, bütün imamlara göre haramdır. Ancak Şafii, Mâliki ve Hanbelilere göre haram oluşu nass iledir, Hanefilere göre iktizâendir. Zira bu ceviz, ya sekir verir ya da uyuştu­rur. Bunlardaki kaide cevize kıyas edilen haşhaştaki hükme göredir.

“Tezkire” adındaki Kitabında Şeyh Ebû İshak, “Şerhu'l-Muhazzeb”de Nevevi ve İbn Dakik'in anlattığına göre, bu ceviz sekir veri­cidir. Zerkeşî de, “Bize göre buna muhalefet edeni bilmiyorum-” de­miştir. Onlara göre sarhoş, kekeleyerek konuşan, sırlarını açıklayan veya yeri gökten, enini boyundan ayıramayan kimsedir. Firaki bu hususta sözü uzatmış ve muhalefet şerhi yürüterek, onun sekir vermediğini söylemiştir. Sonra da aklı ifsad ettiğini söylemiştir. Böylece bir sözde karar kılmamiştır.

Bunun sekir verici olduğunu kesinlikle söyleyenlerden bir kısmı da, bitkilerden anlayan bilginlerdir. Zaten bu hususta otorite de on­lardır. İbn Teymiye de bu görüştedir. Ondan sonra gelip onun görü­şüne uyanlar da aynı fikirdedir. Halbuki bu hususta gerçek olan, mutlak surette sarhoşluk verir ve mutlak surette ifsad eder diyen­lerin görüşlerinin aksinedir. Çünkü bazan sarhoşluk anılır da yalnız aklı karıştıran mânâ kastedilir ki bu, genel bir deyimdir. Bazan da aklı karıştırmakla beraber fazla ve aşın derecede neş'e mânâsına gelir ki, bunda özel anlam vardır. İşte sarhoş dendiği vakit mutlak olarak bu mânâ kastedilir. Birinci mânâya göre sarhoşluk ile uyu­şukluk arasında umum mutlak vardır, yâni her uyuşturucu sarhoş­luk verir, her sarhoşluk veren uyuşturucu değildir. Ceviz, haşhaş ve benzerleri için sarhoşluk vericilerdir demek, uyuşturucudurlar de­mektir. Hayır, bunlar Müskir değildir diyen de sarhoşluk kelimesinin özel anlamını kullanmıştır.

Bunun gerçeği şudur: Şarap ve benzeri sulu içkiler ile sarhoş olan kimse neş'elenir, hoplar zıplar, na'ra atar, haykırır, kıskanç olur, şuna buna çatar ve saldırır. Fakat ceviz ve haşhaş gibi maddelerle sarhoş olan, tamamen bunun aksine, durgunlaşır, uyuklar, kızmaz, kıskanç olmaz ve uyuşur kalır. Şarap ile sarhoş olmanın şanı o, bu gibi otlar ile sarhoş olmanın şanı da budur. Benim, “Her ikisindeki şanından sebep” sözümle, Zerkeşî'nin Karafi'ye karşı irade ettiğinin reddi anlaşılmış olur.

Zerkeşi diyor ki: “Bazı sulu içkilerde bu ot ve tohumlardaki uyuşturuculuk vasfı bulunduğu gibi, bu ot ve tohumlarda da sulu içkile­rin verdiği neş'e, hiddet, ve saldırganlık gibi vasıflan da bulunur”. Bu reddin tevcihi şöyledir: Şüphe ile kaldırılan bir hükümde, bazı fertlerin o şüphenin dışında kalmaları bu hükme tesir etmez. Meselâ, seferde namazın kısaltılması zorluk şüphesiyledir. Seferin her cüz'ünde bu hüküm bulunmasa da, bu hüküm böyle olmasına ve nama­zın kısaltılmasına zarar vermez. Bunlarda da hüküm böyledir; bi­rinde bulunan vasıflarının tamamının diğerinde bulunmaması veya birinin özelliğinden olan bir niteliğin diğerinde bulunmaması aynı hükmü taşımalarına zarar vermez. Bu açıklama ile beraber, haşhaş­ta sarhoşluk var veya haşhaşta uyuşturuculuk vardır diyenler ara­sında fark olmadığı, her iki tarafın da aynı şeyi söylemiş oldukları anlaşılmıştır. Zerkeşî, “aklı ifsad eder, bozar” dendiği vakit, bu an­laşılmaz. Çünkü “cinnet ve baygınlık da aklı bozar- diye buna itiraz etti ise de bu, özel bir ifsad olmakla onun itirazını reddeder. Böy­lece o, uyuşturucudur, diyenin sözünün doğruluğu ve ona itiraz ede­nin sözünün çürüklüğü ortaya çıkmış olur. Fakat bu da cehaletinin özür sayılması iledir. Yoksa biz ulemâdan gelen rivayetlerle duru­mu böyle birleştirdikten sonra, hâlâ haşhaşın helâl olduğunu, sar­hoşluk vermediğini, uyuşturmadığını sanırsa, en ağır bir şekilde tazir edilir. Hatta İbn Teymiye ve onun görüşünde olanlar, haşhaşı he­lâl kabul edenlerin küfrüne kail olmuşlardır. Şu büyük mezhepler karşısında bu gibi vartaya düşmekten kişi sakınmalıdır.

Bütün bu anlattıklarımız karşısında, onun nasıl aklı ifsad ettiği­ni ve günahını bile bile fâsid garazları için tıp cevizini helâl saymak­ta İsrar etmeleri şayan-ı hayrettir. Halbuki onların garaz ve maksat­ları daha başka birçok şeyler ile de temin edilebilirdi. Tabiplerin başı İbn Sina bu cevizin, bir buçuk ağırlığında sünbül kullanmakla, cevi­zin sağladığı fayda sağlanmış olur. Diğer tabiplerin dedikleri gibi, ce­vizin, kanın hareketine olan zararını da önlemiş ve böylece hem mad­di ve hem de manevî zararından, günahından ve Allahu Teâlâ'nın azabından kurtulmuş olur, demiştir. Gerçeği Allah bilir.   

“Havi's-Sağire” adlı eserin bazı şerhlerinde, Müskir olduğu sabit olduğu takdirde haşhaş necisdir, demiştir. İbn Teymiye'nin “Siyâset” adlı Kitabında, “Şarap gibi haşhaş istimal edene de had vaciptir. An­cak bu, kuru bir madde olup içilecek mayi halde olmadığı için fukahâ necasetinde üç şekilde ihtilaf etmiştir:

Ahmed ve diğer bazılarının mezhebinde necis olduğu söylenir ki, doğrusu da budur. Hayvanı sarhoş etmek haram olduğu için onu hay­vana yedirmek de haramdır. İbn Dakik de, “Bu haşhaşı itlaf edene, şarabı döken gibi, tazmini lâzım gelmez.” demiştir.

İmâm Ebû Bekir Kutbu'l-Askalâni, “Haşhaş ikinci derecede sı­cak, birinci derecede ise yâbistir. Beyne vurur gözü karartır, mideyi bağlar, meniyi kurstur Bütün bu zararları karşımda, diğer zararlı şeylerden olduğu gibi, bundan da aklı başında olan kimsenin sakın­ması gerekir. Meninin kurumasından ve baş ağrısından çeşitli hasta­lıklar meydana gelebilir. Bunun için zamanında bitkilerle ilgili bil­gilerde otorite olan İbn Bitâr, “El-Camî likuve'l-Edviyeti ve'1-Edğiye” adlı eserinde: -Hind kendirinin üçüncü bir kısmı da var ki, buna da “Kendir derler. Bunu Mısır'dan başka yerde görmedim. Mısır, bah­çelerinde bu yetişir ve buna “Haşişe” derler ki, esrar bun­dan yapılır Bundan bir veya iki dirhem yiyen insan ciddi şekilde sar­hoş olur. Bunu fazla kullananları, bu ahmaklaştırır. Bunu kullanan pek çok kimseler akıllan başlarından giderek cinnet getirmiş ve hat­ta ölümlerine sebep olmuştur”, demiştir.

Kutbu'l-Askalânî devamla diyor ki: “Bize anlatıldığına göre, hay­vanlar da bu otu, kendiri yemezler. Diğer bitkilerden farksız olduğu halde hayvanların yemediği bu ot, bedene hulul edip onu bozan, kuv­vetini sarsan, kanını yakan ve rutubetini alıp kurutan, rengi sarar­tıp solduran bir özelliğe sahiptir”. Tıpta asrının otoritesi olan Muhammed b. Zekeriyâ, “Bu ot, çeşitli düşünceler doğurur. Uzuvlardan rutubeti kuruttuğu için meniyi kurutur, çeşitli ve çirkin hastalıklara sebep olur.” demiştir.

Nitekim şi'rinde:

“Bilmeyerek esrar kullananlara söyle, ey hasis insan, kötü bir yaşantı içine girdin.”

“Aklın diyeti incilerle ölçülürken, ey se­fih insan, sen onu niçin bir haşhaş'a sattın.”

Birçoklarından duyduk ki, bu otu kullanmaya müptelâ olanların çoğu, vücud bakımından bir çeşit titreme, akciğer hastalığı, istiska hastalığı, ayrıca aklı giderip cinnete sebep olma ve âni ölümlere se­bep olur. Yine bu hususta diğer bir şi'rinde meâlen:

“Ey hidâyet sünnetinden yüz çevirip al­datıcı şeylere meyleden, gece ve gündüz bu gibi zararlı maddeleri kullanan insan, iyi bil ki, kim şehvetin parlak ridasına bürünür-se, sonu hüsrandır. Şeri'at, şehvetlerden uzaklaşmayı emrederken, akıl da bu gibi kötü şeylere yaklaşmaktan nehyeder. O hal­de aklını başına al, Allah'a sığın ve sürçme­si büyük, yarası derin ve tehlikeli olan bu gibi zararlı şeylerden tevbe et.”

Âlimlerden birisi de, haşhaşı yemekte dini ve dünyevi olmak üzere yüzyirmi zarar vardır. Bunlardan bazıları:

Adi şeyler düşündürür.

İnsan bünyesindeki tabiî yaşlığı kurutur ve bu suretle çeşitli hastalıklara sebep olur.

Unutkanlık doğurur.

Baş ağnsı yapar.

Neslin kesilmesine sebep olur.

Meniyi kurutur.

Ani ölüm yapar.

Aklı bozar ve akli dengeyi sarsar.

Titreme yapar.

Düşünce bozukluğu doğurur.

Allah'ı unutturur.

Sırrı ifşa ettirir.

Kötülükler doğurur.

Haya perdesini yırtar.

Yalancılık, mürüvvetsizlik, dostluğu kesmek, edeb yerini aç­mak, kıskançlık duygusunu kaybetmek gibi ahlaksızlıkları aşılar.

Serveti israf ettirir.

Kötülerle düşüp kalkmayı kolaylaştırır.

Namazdan uzaklaştırır.

Harama yaklaştırır.

Alalık ve cüzzam hastalıkları yapar.

Devamlı rahatsızlık doğurur.

Ciğer hastalığı yapar.

Kanı yakar.

Ağız kokusu yapar.

Dişlerinin çürümesine sebep olur.

Kirpiklerin düşmesine sebep olur.

Çok uyku ve tembellik getirir.

Arslan tabiatlıyı dana, azizi zelil, sağlamı sakat, şecaatliyi kor­kak, kerem ve şeref sahibini âdi yapar.

Yer yer fakat doymaz, verilene kanaat etmez, konuştuğu din­lenmez.

Fasih olanı dilsiz, zekiyi ahmak yapar.

İnsanın anlayış yeteneğini yok eder.

İştahı keser.

Cinsî münâsebet kuvvetini azaltır.

Lanete uğrar ve cennetten uzaklaştırır.

Ölüm ânında şehadet kelimesini unutturur.

Esrarda bulunan bu kötülükler, afyon ve benzeri zararlı madde­lerde de vardır. Belki afyonda daha fazla olarak ona devam edenin suratının değişmesi vardır. Çirkin manzaralar alır, rezil ve kepaze olur. Aklı azalır, kendisine kimse iltifat etmez. Kendisi gerçeklere eğilmez, her çeşit alçaklık rezalet ve kepazelik içinde haşrolup durur ve bunu herkes görürken hâlâ bazı kimselerin onlar gibi olmalarını istemeleri ve bunların rezaletleri içerisinde haşr u neşrolmalarını ar­zu etmeleri şaşılacak şeydir. Bu gibilerin küfründen korkulur. Bun­ların, bütün bu perişan hallerini gördükten sonra yine bunların ara­sına katılmayı isteyen kimse, şeytanın pençesine düşmüş, onun elin­de oyuncak olmuş zavallı bir insandır. Bu adam hayvan ve belki hay­vandan da daha âdidir. Çünkü kemal âleti olan aklını kaybetmiştir. Çocuğun top ile oynaması gibi şeytan da onunla oynar ve ona iste­diğini yaptırır. Yazık, âhireti satıp dünyayı alana.

Allahu Teâlâ hepimizi taatine muvaffak olan zümreye katıp, mu­halefetten korusun.

Tembih: Bu uyuşturucu maddeleri kebâireden saymak açıktır. Nitekim Ebû Zer'a ve diğerleri, bunların da şarap gibi olduğunu tas­rih etmişlerdir. Hatta Zehebi daha da ileri giderek, yalnız kullanmak­ta değil, yanlarında bulundurmakta da şarap gibi necis olduklarını ve bunları kullananlara had lâzım geldiğini tasrih etmiş ve yukarda anlattığımız Hanbeli görüşüne meylederek, “Bunlar aklî dengeyi boz­makta şaraptan da daha kötüdürler. Hattâ bunları kullananlarda, deyyusluk, lûtîlik, akıl ve mizaç bozukluğu gibi çeşitli bozukluklar meydana gelir. Bir yönden de şarap bunlardan fenadır. Çünkü o, in­sanı aşırı hareketlere, vurup kırmalara sürükler. Böylece her ikisi de Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan uzaklaştırır. Müteahhirîn âlimlerinden bazıları bu maddeleri kullanana had lâzım gelip gel­memesi hususunda duraklamışlardır. Tâzir edilirler demişlerdir. Zîra burada darabsız, yâni herhangi bir yenliklik hıffat gelmeden aklın bozulması var ve aynı zamanda mutekaddimîn âlimlerinin buna dair bir sözleri de yoktur.” dediler ki, böyle değildir. Doğrusu bunları kul­lananlarda da bir yenliklik hâsıl olur. Aynen şarap içenler gibi bun­lar da neş'elenir, iştahları artar. Hattâ tiryakileri bu maddelere da­yanamazlar. Bunlar kuru olarak yenildikleri için necis olup olma­malarında üç şekilde ihtilâf edilmiştir.

Ahmed ve diğerlerine göre, aynı şarap gibi necistirler ve doğru­su da budur.

Diğer bazılarına göre de bunlar kuru maddeler olduğu için necis değillerdir.

Diğer bazıları da bunların yaş ve kuruları aynı hükme tabi ol­mayıp, ayrı ayrı hükümleri olduğunu söylemişlerdir. Her ne olursa olsun, lâfzan ve manen bunlar da şarap hükmündedirler.

Ebû Musa el-Eş'arî tr.a.) Resûl-i Ekrem'e:

“Ya Resûlallah, bizim Yemen tarafında yapılan iki çeşit şarap vardır. Biri darıdan diğeri de arpa suyundandır.   Bunların hükmü nedir?” diye sordu. Resül-i Ekrem:

“Sekir veren her şey haramdır,”[1551] buyurdu. Diğer rivayet­te de,  

“Çoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır.”[1552] Buyurul­muştur. Görülüyor ki, Resûl-i Ekrem sekir veren şeyler arasında ku­ru ve mayi diye bir ayırım yapmamıştır. Bununla beraber şarap ba-zan ekmekle yenilebildiği gibi, esrar ve benzerleri de suda eritilip içilebilir. Geçmiş âlimlerin bundan bahsetmemeleri, onların zama­nında bu şekilde istimal edilmedikleri içindir.

Bunlar hakkında, “Bunları yiyen ve bir de helâl sayanlar, şakavette iki musibete uğramışlardır.” demiştir.

Şeytanın en çok hoşuna giden şey, esrar kullanmaktır. O, esrarı hafif tabiatli kimselere süsler. Onlar da onu helâl sanır ve kullanır­lar. Bunun hakkında da:

“Esrar yiyene söyleyin, bunu kullanmak­la en çirkin bir geçim yoluna girdin.”

“Aklın kıymeti inciler karşılığı iken, sen onu nasıl bir haşhaşa sattın.”

Sonuç olarak şunu söyleyelim: Zehebî'nin, bunların necis oldu­ğu hakkındaki sözü ve görüşü zayıftır.[1553]

 

171. Kebire: Akan Kanı Yemek

 

172. Kebire: Domuz Etini Yemek

 

173. Kebire: Ölü Hayvan Ve Darda Kalmanın Dışında Bunlara Katılan Hayvanların Etlerini Yemek

 

Allahu Teâlâ,

“Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler -can­lan çıkmadan onca kesmişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öl­dürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından susul­muş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üze­rinde boğazlananlar ile, fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı bunlar fâşıklıktır...” [1554]buyurmuştur. Yine Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ey Muhammed, de ki: “Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve yoldan çıkarak Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum.” [1555]

Müfessirler diyorlar ki: “Allahu Teâlâ birinci âyette on bir çeşit istisna yapmıştır:

1. Leş, ölü hayvan: Bunun yenmeyeceğini akıl da onaylar. Zi­ra kan, cidden ince bir cevherdir. Hayvan öldüğü vakit burnu tıkanır, kanı damarlarda hapsolur, kokar. Böyle bir hayvan yendiği tak­dirde uygunsuz şeyler meydana gelir. Ancak balık ile çekirge bun­dan istisna edilmişlerdir. Bunlar hakkında Sahih hadisler vardır. Bir hadiste,

“Ana karnındaki buzağının temizliği annesinin temizliğine bağlıdır.”[1556] buyurulmuştur. Annesi kesilmiş ise yavrusu da temizdir. Canlı çıkarsa kesilir, canlı çıkmazsa anasına uyularak temiz kabul edilir.

2. Dem, kan: Bunun haram olmasının sebebi, necis olmasıdır. Cahiliyet devrinde kanı kaplara doldurur, pişirir ve misafirlerine ik­ram ederlerdi. Allahu Teâlâ bunu yasakladı. Ulemâ, bunun haram ve necis olmasında ittifak etmişlerdir. Damarlarda ve ette kalan kan muaftır. Bununla beraber burada durum, mutlak olarak zikredilmiş ise de diğer âyette, “Akıtılmış kan” kaydiyle kayıtlanmıştın Yine da­lak ve ciğer kanları da Sahih hadîse istinaden istisna edilmiştir. Ay­nı zamanda -Akıtılmış kan” demekle de istisna edilmişlerdi. Bazıları, kan -ister akmış olsun, ister akmamış olsun- haramdır diye nakletmişlerdir.

3. Hınzır: Bunun haram olmasının sebebi,   necis olmasıdır. Ulemâ diyor ki: “Besin, onu alan kimsenin bedeninde bir cevher, bir madde olur. Kişi aldığı gıda ile ve o gıdadaki özellikle vasıflanır. Do­muz ise âdi huylara sahip bir yaratıktır. Son derece haris olan bu hayvan, aşın derecede kötülüklere rağbet eder. Aynı zamanda kıs­kançlığı da yoktur. İşte böyle bir hayvanın huyu ile huylanmaması için yenmesi insana haram kılınmıştır. Zaten bu sebepledir ki hıristiyanlar ve özellikle Frenkler domuz etini yedikleri için hırsları art­mış ve menhiyata arzulan çoğalmıştır. Hattâ kıskançlıkları da azal­mıştır. Zira domuz, yabancı bir erkeğin dişisi ile münâsebette bulun­duğunu gördüğü halde kıskançlığı olmadığı için ses çıkarmaz. Fakat diğer hayvanlar böyle değillerdir. Onlar her türlü âdi huylardan uzaktırlar. Bunun için bunların etini yemekle insana herhangi kötü bir huy arız olmaz.

Âyet-i celîle'de “Hınzır” denmedi de “Hınzır eti” dendi. Halbuki domuzun her şeyi haramdır. Böyle etini tahsis etmekte gaye nedir?

Çünkü kendisinden özellikle aranan etidir. Kurtûbi diyor ki:

“Kılları hâriç, domuzun bütünü haramdır. Yalnız kılları ile dikiş dikmek ca­izdir. Şafiîlere göre deniz domuzu yenir.

4. Allah'tan başkası için kesilenler: Yâni putların adını ana­rak kesilen hayvanlar demektir ki, bunlar da haramdır. “İhlâl” sesi yükseltmektir. Meselâ, adam aşikâre “Lebbeyk” dediği vakit, Arap­lar “Ehelle bi'1-hacc” derler. Ayrıca çocuk yüksek sesle ağladığı va­kit, “İstehelle's-sabiyyu” derler. Yeniye geçen aya “Hilâl” denmesi de bundandır. Zira ayı gördükleri vakit, “İşte ay” diye bağırırlar. Arap­lar hayvanlarını keserlerken meşhur putları olan Lât ve Uzza adına kesiyoruz, derlerdi. Allahu Teâlâ bunu onlara haram kıldı. O zaman, “Allah'tan başkası için kesilen” demenin anlamı, sanem ve putlarına kestikleri kurbanlar demektir. Çokları, “Âyetin mânâsı bu­dur.” demişlerdir. Diğer bir kısmı da, “Üzerine Allah'tan başkasının adı anılan” demektir, demişlerdir. Fahruddin er-Râzî bu tevcihin da­ha uygun olduğunu söylemiştir. Çünkü âyetin lafzına bu mânâ da­ha uygundur. Âlimler diyorlar ki: “Bir Müslüman bir hayvan boğazlasa ve bunu keserken başkasına yaklaşmayı, başkasının rızasını kazanmayı kasdetse, irtidad etmiş ve kestiği de murdar olmuştur”. Evet:

“Kitap verilenlerin yemeği size helâl kılındı.”[1557] âyet-i celile'sinin delâleti ile kendilerine kitap verilenlerin kestiği yenir. Fakat Al­lah adını anarak ve Allah için kesmeleri şarttır. Şayet Mesih İsa adı­na keserse, dört mezhep ve diğerlerine göre kestiği yenmez. Gerçi kitap kendilerine verilenlerin kestiği yenir, ne namiyle kestiğine ba­kılmadan mutlak surette yenif, diyenler olmuş fakat, âyeti hastır. Bu hâs, o nam üzerine takdim edilir ki, bu, bir usûl kaidesidir.

İbn Atıyye birisinden naklederek diyor ki: “Zâtın birisine:

“Bol harcayan bir kadının zevk ve eğlence için boğazladığı inek yenir mi?” diye sormuşlar. O da:

“Hayır, yenmez,” demiştir.”

5. Münhanıka: Boğularak ölmüş hayvandır. Cahiliyet devrin­de böyle hayvanı boğarlar, öldüğü vakit keser, yer ve yedirirlerdi.

6. Mevkûze: Sopa ile öldürülen hayvandır. Taş ile öldürülen de aynıdır. Çünkü bunlar kanlan akmadan ölmüşlerdir.

7. Müteraddiye: Yüksekçe bir yerden yere veya kuyuya dü­şüp ölendir. Bu da haramdır, yenmez. Bu hayvana av maksadıyle atı­lan ok isabet etse de yenmez. Çünkü helâl olması için yalnız okun yarası ile ölmesi lâzımdır. Burada ölümüne iki sebep olmuş oluyor.

8. Natiha: Başka bir hayvanın süsmesiyle ölen hayvandır. Bu­nun da eti yenmez. Çünkü kanı akmamıştır. Sonundaki (HE) ile süsülen koyun demektir. Halbuki bütün yenen hayvanlar aynı hüküm­dedir. Çoğunlukla koyun yendiği için, ondan söz edilmiştir.

9. Yırtıcı hayvanın yiyip geride bıraktığı kısımdır. Cahiliyet devrinde bu gibi parçaları yer ve adamlarına yedirirlerdi. îslâm dini bunu da yasaklamıştır.

Allahu Teala'nın, âyet-i celîle'sindeki istisnâden, bütün bunlarda canlı olarak hayvana yetişip yaşayacağı ve hemen ölmeyeceği anlaşılan ve kesilecek da­marları mevcut olan hayvanı boğazlamakla bismil olur ve yenir. Ancak kuyuya düşen ve çıkarılmasına imkân olmayan canlı hayvanın herhangi bir yerini kanatmak da kâfi gelir.

10. Dikili taşlar üzerinde boğazlananlar: Bir rivayette taş­lar üzerinde kesilenler demektir ki (Alâ) kelimesinin, “Üzerinde” mâ­nâsında olduğu aşikârdır. Diğer bir rivayette Nusub putlardır, ibadet ve tapınmak için dikilirler. Buna göre (Alâ) (L) mânâsındadır. Bu takdirde “Putlar için kesilen” demek olur.

Mücâhid, Katâde ve İbn Cureyc diyorlar ki: Kabe'nin çevresinde tapındıkları taş olarak 360 put vardı. Cahiliyet devrinde bunlara ta­parlar ve bunlara saygı gösterirlerdi. Bunlar için kurbanlar takdim ederlerdi. Bunlar, s a n e m'lerden başka idiler. Sanem'ler in­sanlar şeklinde yapılmış birtakım suretlerdi. Onları insan şekline so­kar ve üzerlerine etler koyarlardı. Müslümanlar Resûl-i Ekrem'e:

“Cahiliyet devri insanları kan akıtmakla Kabe'ye saygı göste­rirlerdi. Biz ise buna daha çok hak kazanan kimseleriz. Yâni biz de Kabe için kan akıtıp kurbanlar keselim,” demek istediler. Resûl-i Ek­rem sükût etti. Bunun üzerine:

Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan, ancak sizin Ona yaptığınız ibadettir.” [1558]âyet-i celile'si nazil oldu.

11. “Fal okları ile kısmet aramanız...” Kumar okları ile kıs­met talep etmek. Câhiliyet devrinde bir adam bir şey yapmak istediği vakit Kabe'nin puthanesine gider, orada sağlam ağaçtan yapılmış düzgün yedi ok bulunurdu. Bunlara “Ezlâm” denmesi, düzgün oldukları içindir. Bunların birinde; “Evet”, diğerinde, “Hayır”, birin­de de “Sizden”, diğerinde, “Başkalarından” yazılı idi. “Sizden” yazılı olan ok, evlenecekleri zaman sizden evlenmen demek idi. “Başkala­rından” yazılı olan ok da, başkalarından yâni başka kabileden ev­lenmeyi işaret ediyordu. Oklardan birinde “Mulsak” yâni sizin soyunuzdandır, diğerinde “Diyet” yazılı idi. Yedinci okta yazı bulunmazdı. Neseb veya diyette ihtilâf ettikleri vakit putların büyüğü olan Hubel putuna gider, ona yüz dirhem hediye takdim ederlerdi. Son­ra da okların başında bulunan kimseye de büyük baş hayvan kurban olarak getirirler, o da onlara durumu açıklardı. Onlar, “Ey bizim put­larımız, biz şöyle böyle yapmak istiyoruz” diyerek okları çekerlerdi. Hangisi çıkarsa onu yaparlardı. İşte Allahu Teâlâ böyle ok atışmak-tan've bunlar için kurban kesmekten nehyetmiş ve bunu haram kıl­mıştır.

Bunu, bu yiyecekler arasında anmanın yolu: Zira bu kesilen Ka­be'ye yükseltilirdi. Kurtubi diyor ki: “Buna îstiskâm denme­sinin sebebi, onlar nzıklânnı da bunlarla taksim ettikleri içindir. Al­lahu Teâlâ’nın, buna benzer olarak haram kıldıklarından birisi de müneccimin -yıldızlarla fala bakanın- sözüne inanmaktır. Allahu Teâlâ bunlara iltifatı yasaklamıştır.

Bir cemaat, bu âyetten muradın, kumar olduğunu söylemişlerdir.

İbn Cubeyr, “Bu Ezlâm, bazı beyaz taşlardır. Cahüiye devrinde halk onlarla vuruşurdu.” demiştir.

Mücâhid, “Bunlar Fars ve Rumların kumar âleti olan şemikler. topuk kemikleridir. Zar gibi kullanılırdı.” demiştir.

Şa'bî, “Ezlâm, Arapların kumar âletleridir.” demiştir.

Tembih: Akıtılmış kan, domuz eti ile ölmüş hayvan etlerini ye­menin kebâirden olması, her iki âyetin açık olan manâları gereğidir. Zira Allahu Teâlâ, “Bunlar f aşıklık tır., buyurmakla bunların hepsi­ne fısk adını vermiştir. Nitekim imamların pek çoğu bunu böylece tasrih etmişlerdir. Müfessirlerdcn bazılarına göre Fısk, yanıba-şında olan Ez1âm'a racidir. Bu söz yerinde değildir. Zira usûlde birleşen kaideye göre, fısk kelimesi kendisinden önce zikredi­lenlerin hepsine şâmildir. Bunu bazılarına tahsis edip bazılarından nefyetmeye yol yoktur. Şu kadar ki onlar kanı sarahaten zikretmemişlerdir. Ancak delil ile o da bilinmiştir. Necaseti de bunlara ilhak edip onun da yenmesinin haram ve kebâirden olması gerekirken bu­nu aşağıda anlatacağım gibi buldum.[1559]

 

174. Kebire: Canlı Hayvanı Ateşte Yakmak

 

Sahih hadîste,

Ebû Hureyre (r.a.) .den rivayete göre şöyle denmiştir: “Resûl-i Ekrem bizi müfreze içinde savaşa gönderirken, Kureyş kabilesinden iki kişinin adlarını zikrederek:

“Filân ve filânı ele geçirirseniz onları ateşte yakınız,” buyurmuş­tu. Yola çıkmak istediğimizde Resûl-i Ekrem:

“Ben, filân ve filânı yakınız diye emretmiştim. Halbuki ateşte ancak Allah azâb eder. Bu kötü insanları yakaladığınızda onları yak­mayın, öldürün,” buyurdu.”[1560]

İbn Mesûd (r.a.) den rivayete göre şöyle demiştir: “Biz Resûl-i Ekrem'le bir gezide idik. Resûl-i Ekrem abdest bozmaya gitmişti. Bu sırada biz küçük bir kaya kuşu gördük. Yanında iki yavrusu vardı.

Onları aldık. Anneleri gelip yavrularını göremeyince kanat çırpma­ya başladı. Bu esnada Resûl-i Ekrem de geldi ve:

“Yavrularını almak suretiyle bu kuşu kim rahatsız etti? Yav­rularını ona geri veriniz,” buyurdu. Bir defa da yakmış olduğumuz karınca yuvasını görmüştü ve:

“Bu karıncaları kim yaktı?” diye sordu. Biz:

“Biz yaktık, ya Resûlallah,” dedik. Resûl-i Ekrem:

Ateşte azâb etmek yalnız Allah'a yaraşır,” buyurdu.[1561]

Tembih: Böyle -küçük olsun, büyük olsun, eti yenilsin, yenil­mesin- mutlak surette canlıları yakmanın Kebireden olduğu “Rav-za” Kitabında yazılıdır ki, “Üdde” Kitabından alınmadır. Rafiî, bu­nun mutlakıyyetinde ve her çeşit hayvana şâmil olmasında durak­lamıştır. Ezrai de oha uyarak, “Udde sahibinin böyle mutlak surette hayvanı yakmanın kebâirden olduğu hakkındaki sözünde nazar var­dır, demiştir. Zira şimdi bir pire veya bir biti yakmakla bir adama fâsıklık damgasını vurmak cidden uzak bir ihtimaldir. Aynı zaman­da bu adama fâsık diyebilmek için hayvan yakmanın yasak ve ha­ram olduğunu da bilmesi lâzımdır.” demiştir. “Hadim” de talebesi de ona uydu ve bu mutlakıyyette tevakkuf etti. Sonra da şöyle dedi: “Şayet ateşten başka bir şeyle öldürülmesi mümkün değilse kebâir olmaz”. Sonradan gelen bazı âlimler de bunu takip etti ve “Böyle hük­mü mutlak olarak ele almakta düşünülür, sözü yerinde değil. Doğru­su, hükmü mutlak olarak ele almaktır. Müteahhirin'in cemaati de bu­na uyarak, mutlak surette canlı hayvan yakmanın kebâir olması üze­rinde durdu, Rafiî ve arkadaşlarının duraklamasına kıymet verme­diler.

Zerkeşi'nin, “Evet, başka suretle öldürülmesi mümkün olmazsa bunda düşünülür- sözünü başkaları da söylemiş ve kebâirden olma­ması için başka suretle Öldürülmemesini şart koşmuşlardır. İşte Zer­keşi'nin “Evet” ile başlayan yukardaki sözünden muradı da budur.

Celâl Belkini diyor ki: “Rafii'nin, duraklamasına Nevevî'nin iti­raz etmemesi, onu kabul etmiş gibi oluyor. Demek ki beş fâsık hay­van vardır ki, bunların zararlarının giderilmesi için ancak ateşte yanmaları gerekirse, o vakit bunların ateşte yanmaları kebâirden ol­maz”. Fakat bunlardan başka -yensin veya yenmesin- her ne çeşit canlı olursa olsun, onları ateşte yakmak haram ve kebâirdir. Nitekim yukarda metni, geçen Müslim'in rivayetinde; Abdullah İbn Ömer (r.a.) güvercini hedef alıp ona ateş atan bir topluma uğradı. Onlar İbn Ömer (r.a.) i görünce dağıldılar. İbn Ömer (r.a.):

“Bunu kim yaptı? Zira Resûl-i Ekrem, hayvana bu şekilde ezi­yet edene lanet etmiştir, dedi. Halbuki ateş ile eziyet, bundan da da­ha şiddetlidir. “       

Yine Müslim'in rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

“Dünyada canlılara ateş ile eziyet ve işkence edenlere kıyamet günü Allahu Teâlâ azâb eder.”[1562] Diğer rivayette, “İnsanlara azâb edenlere...” şeklinde ise, aslolan genel olarak herhangi canlı­ya azâb edene azâb eder. Resûl-i Ekrem bu hadîsi, birisini, bir baş­kasına güneşte azâb ettiğini gördüğü vakit, söylemiştir. Elbette ateş, güneşten daha şiddetlidir.[1563]

 

175. Kebire: Pislik Yemek

 

178. Kebire: Pis Olan Bir Şeyi Yemek

 

177. Kebire: Zararlı Olan Bir Şeyi Yemek

 

Pislik, pis şey ve zararlı şeyleri yemenin kebâirden olmasını, son­radan gelen âlimlerden bazıları açıkça ifâde etmişlerdir. Pislik yeme­nin kebâirden olması, ölü hayvana kıyasladır. Zira onun haram ol­ması, zararından ötürü değil, necis olmasından ötürüdür. Her neca­set de hükümde aynıdır. İkincisine gelince; pis şeyi herhangi bir şeyi pisleştirmekte o da necaset hükmünü alır. Üçüncüsü; zararlı olan şeyleri yemeye gelince, bunların haram ve kebâirden olma­ları açıktır. Çünkü zararlı şey, ya aklı veya bedeni ifsad eder. Elbet­te bunun günahı büyüktür. Başkasına tahammül edemeyeceği şekil­de zarar vermek Kebire olduğu gibi, kişinin kendisine zarar vermesi de Kebiredir. Hattâ kendini korumak, başkasını korumaktan daha öncedir.

Fürû: Temiz olduğu halde vücuda zararlı olan şeyi yemek haramdır, toprak, afyon ve zehir gibi. Doktorun tavsiyesiyle az mik­tar alınabilir, çünkü gaye tedavidir.

Yine temiz olduğu halde akla zarar veren şeyleri yemek de ha­ramdır. İnsanı neşelendirmediği halde sarhoş yapan bitkiler gibi. An­cak iki âdil doktor, senin derdine bu ve benzeri maddelerden başka çare olmadığını söylerlerse, o zaman bu gibi maddeleri ilâç olacak kadar kullanmakta beis yoktur. Bir bitkinin Müskir olup olmadığın­da veya bir sütün içilip içilmediğinde şüphe edilirse, bunları yiyip iç­mek haramdır. Şayet sinek gibi bir şey yemeğe düşüp, orada pişer ve dağılırsa, o yemek yenir. Şayet kuş kadar bir hayvan veya insan vücudunun bir parçası yemeğe düşerse, bu yemek yenmez. Şayet doıomuş olan bir yemekte necaset bulunur ve fakat necasetin oraya isâibeti donmadan önce mi yoksa donduktan sonra mı olduğunda şüp­he edilirse, bu necaset ve isabet ettiği yerleri atarak kalanını yemek­te bir beis yoktur. Zira aslolan, onun temiz olması idi. Aynı zaman­da, donduktan sonra bu pis maddenin oraya düşmesi ihtimali de var­dır. Hatta zann-ı galibi yemek, donmazdan önce o necasetin oraya düştüğü istikametinde olsa da yine yenir. Yılan eti ile karışık tiryak yemek de haramdır. Ancak ölü hayvan etini yemeği mubah kılan za­rurettir.

Son söz: Hayvanlar iki kısımdır: Bir kısmı zararı olup kârı ol­mayan hayvanlar; yılan, akrep, fare, çaylak, saldıran köpek, kara karga, kurt, arslan, kaplan ve diğer yırtıcı hayvanlarla ayı, kerkes, tuşencil kuşu, pire, sarı karga, küçük keler, büyük keler, sivrisinek ve yaban arısı gibi. Bunları ve bunların benzerlerini öldürmek -ihramda da olsa- caiz ve sünnettir.

Bir kısım hayvanlar da vardır ki, hem kârı ve hem de zararı var­dır. Bunlar kemre böceği, yengeç akbaba gibi. Bunları da öldürmek mekruhtur. Ne kâr ve ne de zararı olmayan bazı köpeklerin öldürül­mesinin helâl olup olmamasında ihtilâf vardır. Fakat en sağlam söz, zararı olmayan hayvanın öldürülmesinin caiz olmamasıdır. Meselâ, büyük karıncanın da hiç bir kâr ve zaran olmadığı halde öldürülme­sinin haram olduğunu söylemişlerdir. Yine bunun gibi, an, kırlangıç, göçmen kuşu, kurbağa, av ve bekçi köpeğini öldürmek de haramdır.[1564]

 

ALIŞVERİŞ KİTABI

 

178. Kebire: Hür Adamı Satmak

 

Buhâri ile İbn Mâce ve diğerlerinin Ebû Hureyre (r.a.) den riva­yetlerinde Resûl-i Ekrem:

Allahu Tealâ şöyle buyurmuştur: “Üç sınıf insan vardır ki kı­yamet gününde ben onların hasmıyım.

(Birincisi:) Bir adamdır ki benim adıma yemin ederek satar ve sonra ahdi bozar.

(İkincisi:) Hür bir insanı köle diye satar ve parasını yer.

(Üçüncüsü:) Yine bir adamdır ki, işçiyi tutar ve onu alabildiğine çalıştırır da sonra hakkını vermez.” [1565]buyurmuştur.

Tembih: Hür bir insanı satmanın kebâirden sayılması, hadiste­ki şiddetli tehditten kolaylıkla anlaşılmaktadır. Bazı muteahhirin de bunu açıkça tasrih etmişlerdir. Tahavî diyor ki: “İslâmiyetten önce bir insan borcunu ödeyemediği vakit, onu, borcuna karşılık satarlar­dı. Nihayet Allahu Teâlâ:

“Borçlu darda ise, eli genişleyinceye kadar beklemelidir.”[1566] âyet-i celile'sini indirmekle hür adamı satmayı yasaklamıştır. Bunun mensûh olduğunu kimse iddia etmemiştir. Zamanımıza ve sonuna ka­dar böyledir.[1567]

 

179. Kebire: Ribayı Yemek

 

180. Kebire: Riba Yedirmek

 

181. Kebire: Riba Senedini Yazmak

 

182. Kebire: Riba İşleminde Şahidlik Yapmak

 

183. Kebire: Riba Alanla Veren Arasında İrtibat Sağlamak

 

184. Kebire: Buna Yardımcı Olmak

 

Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de,

“Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalk­tığı gibi kalkarlar. Bu, onların: “Zaten alışveriş faiz demektir” demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı. Ki­me Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten geri durursa, geçmişi kendîsinedir. Onun işi Allah'a aittir. Kim faizciliğe dönerse, işte on­lar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır. Allah faizi ek­siltir, sadakaları bereketlendirir. Allah, pek nankör ve hiç bir günah­kârı sevmez.” [1568]

“Ey müminler, Allah'tan sakızım. Eğer inanıyorsanız, faizden ar­ta kalmış hesabtan vaz geçin. Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böyle haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz. Borçlu darda ise, en genişleylnceye kadar beklemelidir. Bilmiş olsanız, bağışlamanız sizin için daha ha­yırlıdır.” [1569]

“Ey mü’minler, faizi kat kat olarak yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa erişesiniz. İnkar edenler için hazırlanmış ateşten sakının.” [1570]buyurmuştur.

Bu âyet-i celîle'leri ve bu âyetlerde faiz yiyenlerin uğrayacakları azâbları düşün. Kısaca bu açıklanabilir. Şöyle ki:

Ribâ, sözlükte ziyâdelik ve fazlalık demektir. Şer'an riba akid halinde ve şeri'at ölçüsünde misli malum olmayan özel bir ivaz üze­rine akiddir. Yahut her iki bedelde tehir veya birinde tehir iledir. De­mek ki ribâ üç nevidir:

1. Ribe'1-fadl: Cinsleri bir olan iki ivazdan birinin diğerinden fazla olması ile yapılan alışveriştir.

2. Ribe'1-yed: Bir cinsten olan iki maddenin birbiriyle satılma­sı geç ödeme ile, yahut birini alıp diğerini vermeyi geç ödeme ile ve­ya peşin ve veresiyede muhayyer olmakla yapılan alışveriştir ki, bun­ların herbirinüı illetlerinin bir olması şarttır. Meselâ, cinsleri ayrı ol­sa da her ikisinin yiyecek maddesi olması veya her ikisinin nakid ol­ması gibi.

3. Ribe'n-nesie: Bu da yenecek maddeleri veya nakidleri, cins­leri bir ve ayrı olmakla beraber -bir an için de olsa - veresiye vermektir. İki tarafı bir olup aynı meclisde verilmiş olsalar da yine fark etmez.

Birincisi, yâni ribe'1-fadl; bir kilo buğdayı bir kilodan azma ve­ya bir kilodan fazlasına; bir gram gümüşü bir gram gümüşten azına veya çoğuna vermek gibidir. İsterse hemen alsın versinler, isterse ve­resiye versinler, fark etmez.

İkincisi, yâni ribe'1-yed; bir kilo buğdayı bir kilo buğdaya; bir gram altını bir gram altına; bir kilo buğdayı bir veya daha çok ar­paya; bir gram altını bir gram gümüş veya daha fazlasına vermek gibi. Ancak burada muhayyerlik veya birini sonradan almak vardır.

Üçüncüsü, yâni ribe'n-nesie; bir kilo buğdayı bir kilo buğdaya ve­ya bir dirhem gümüşü bir dirhem gümüşe vermektir. Fakat bunlar aynı mecliste alınıp verilseler de bir an için birinin veresiyesi olması gerekir. İşte bu da ribe'n-nesiedir.

Hulâsa; ivazlar cins ye illet bakımından bir olursa -buğdayı buğdaya, altını altına vermek gibi- burada üç şart aranır. Müsavat ve akid esnasında bunu kesin olarak bilmek, ayrılmadan önce hulul etmek ve alıp vermektir. Cinsleri ayrı olup, illetleri bir olduğu vakit -buğday ile arpayı ve altın ile gümüşü satmak gibi- o vakit hulul ile tekabuz, hemen karşılıklı alıp verme gibi iki şart aranır. Bu iki şart bulununca fazla alıp vermek caizdir. Cins ve illetleri ayrı olursa -buğday ile altın veya elbise gibi- bunlardan hiç bir şey şart ko­şulmaz. Burada illetten maksat, ya tu’mdur ki azık olarak alınır ve­ya ekmek katığı olur veya meyvelenmek veya tedavi için olan şey­lerdir. Bütün bunlarda ribâ aranır.

Nakdiyâta gelince; bunlar da madrub olan altın, gümüş ve benzerlerindedir. Geçer akça da olsa fulus'de riba yoktur.

Mütevelli, dördüncü bölüm olarak bir de ribe'1-kard ilâve etmiş­tir ki, gerçekte bu ribe'l-fadl'de dahildir. Zira ribe'l-fadl'de ödünç verene menfaat sağlamak şartı koşulmuştur. Yâni yüz kuruşu yüz kuruşa vermiştir fakat bundan ayrıca bir menfaat sağlamıştır.

Bütün bu dört nevi ribanın haram olmasında icma vardır. Zira âyet-i celile'ler ve ilerde gelecek hadîs-i şerifler bunu kesin olarak ifâde etmektedirler. Riba hakkındaki veidler bu dört nev'e de şâmil­dir. Evet bunlardan bazısı akıl ile biliniyorsa da bazısını akıl ala­mayacağı şekilde teabbudidir.

Ribe'n-nesîe'ye gelince; bu câhiliyet devrinde meşhur idi. Meselâ, birisi altı ay va'de ile bir adama bin kuruş verir. Her ay başı muayyen bir kâr alır ve baş parası yine aynen kalırdı. Va'de sonunda da baş parayı alırdı. Şayet borçlu parayı vermekten âciz kalırsa süresi uzatılır, paranın miktarı artırılırdı. Buna ribe'1-fadl demek de müm­kün iken, ribe'n-nesie denmesi, burada bizzat veresiyecilik maksud olduğu için idi. Bu nevi riba şimdi de insanlar arasında meşhurdur.

İbn Abbâs (r.a.) yalnız ribe'n-nesîe'nin haram olduğunu söyler ve derdi ki:

“O zamanlar bilinen ancak bu ribâ idi”.

Fakat yukarda geçen dört nev'in de haram olduğunu bildiren Sahih hadîsler vardır. Bu hadislerin hiç birine ne ta'nedilmiş ve ne de dil uzatılmıştır. Bunun için, İbn Abbâs (r.a.) in da bu görüşünden sarf-ı nazar ettiğini söylemişlerdir. Ubeyy (r.a.) kendisine:

“Sen bizim Resûl-i Ekrem'den görüp duymadığımız herhangi bir şeyi gördün ve duydun mu? Bir bildiğiniz varsa söyleyiniz,” dedik­ten sonra ribanın her çeşidini haram eden sarih hadîsini kendisine okumuş ve:

“Artık cemiyette senin yerin yok. Bu görüşte olduğun sürece evden dışarı çıkamazsın, evinde kalırsın” dedi. Bunun üzeri­ne İbn Abbâs (r.a.) da görüşünden döndü.

Muhammed b. Şîrîn de diyor ki: “Biz Ikrime'nin evinde oturu­yorduk. Adamın biri geldi ve İkrime'ye:

“Bilmem hatırlar mısınız, biz İbn Abbâs  (r.a.) ile falancının evinde oturuyorken, İbn Abbâs (r.a.):

“Ben kendi görüşümle hileyi, fazla para ile sarraflığı helâl kabul ediyordum. Sonra, Resûl-i Ek­rem'in bunu haram ettiğine dâir hadîsi bana ulaştırıldı. Şahid olun, ben de onu haram tanıyorum.” demişti.

“Ribanın haram olması için her nev'inde birbirini tutmayan bir­takım şartlar öne sürmüşlerdir. Bunun için ben, bunların bir kısmı teabbudîdir, hikmetini anlayamayız, dedim.

Bu illetlerden biri, bir dirhemi peşin veya veresiye iki dirheme verdiğimiz vakit; peşin verdiğimizde ikinci dirhem karşılıksız bir alış­veriş olur. Aynı zamanda bunda karşıdaki adamın servetini telef et­mek vardır. Halbuki Müslümanm malına hürmet, kanma hürmet gi­bidir, îkinci şekil de aynıdır. Zira para kendi elinde olsaydı bu ikinci dirhemi kazanması mevhum olurdu. Böyle vehme dayanarak parayı almak en büyük bir zarardır.

Diğer bir sebep de böyle para verip karşılığında alman fazla pa­ra helâl olsa, kazanç ve ticâret batıl olurdu. Daha kimse zahmet çe­kip mal getirmek sevdasına kapılmazdı. Bir dirheme iki dirhem alan bir insan daha o zahmetlere girer mi? Bu suretle kamu yaran zedelenir ve milletin ihtiyacı temin edilmez olurdu. Çünkü kamu yaran ancak ziraat, ticaret, imaret ve san'atla temin edilir.

Bunlardan başka diğer bir sebep de; riba, iyilikleri ve ödünç ver­mekteki sevabı kaldırır. Bir grama iki gram almak helâl olsaydı, da­ha hiç kimse bir gramı bir grama ödünç vermezdi.

Bir başka sebep de çoğunlukla ödünç veren zengin, alan ise yok­suldur. Şayet bir kuruşa iki kuruş almak helâl olsa yoksul zarar gö­rür, Rahman ve Rahim olan Allahu Teâlâ'nın rahmetinden faydalan­mamış olurdu. Ribayı alan da Allahu Teâlâ'nın, “Onlar mahşerde an­cak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.” hak kazanır­lardı. Kıyamet günü Allahu Teâlâ insanları dirilteceği zaman her­kes sür'atle mezarından çıkacak, ancak faiz yiyenler sarhoş ve sar'alılar gibi her kalkmak istedikleri vakit yüzleri, yanları ve sırtları üze­rine düşeceklerdir. Çünkü onlar hile ve aldatma ile Allah ve Resulü­ne savaş açarak riba yedikleri ve bu da midelerine ağırlık verdiği için herkesle kalkıp mahşer yerine gidebilmelerine engel olacak; her ne zaman gayrete gelseler böyle çirkin.şekilde yerlere serilcek ve in­sanlardan geri kalacaklardır. Şurası da bir gerçek ki, onlan mahşer yerine sürükleyen ateş, bunlan her düşüp kalktıkça, arkadaşların­dan geri kaldıkça, bunlan kaplayacak ve onlara azâb edecektir. Yal­nız mahşer yerine gitmekte Allahu Teâlâ onlarda iki azabı toplaya­caktır. Bu iki azâbtan biri, yollarda sendeleyerek düşüp kalkmalan, diğeri de arkalarından gelen cehennem alevlerinin onları kaplayıp yalamalan ve onlan mahşer yerine zoraki bir şekilde sevketmeleridir. Bu suretle onlar insanlardan ayrılır ve “İşte bunlar ribâ yiyen­lerdir” diye teşhir edilirler. Nitekim Katâde:

“Riba yiyenler mecnûn olarak mahşer yerine sevkedilirler. Bu, onların alâmetidir. Mahşer halkı bunlan bu alâmetlerinden tanır.” demiştir.

Ebü Saîd el-Hudri (r.a.) nin rivayetinde şöyle demiştir:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem îsrâ gecesinde dünya semasına baktı. Orada karınları büyük evler gibi olan birtakım kim­seler gördü. Bunlar karınları önlerine sarkmış vaziyette Firavun aile­sinin yolunda duruyorlardı. Firavun ailesi akşam sabah cehenneme arzedilirken onlara yol vermek için çaba harcamalarına rağmen, karınları kendilerine bu imkânı vermiyor ve Firavun ailesi onlan çiğ­neyip geçiyordu. Resûl-i Ekrem Cebrail aleyhisselâma:

“Bunlar kimlerdir?” diye sordu. Cebrail aleyhisselâm:

“Bunlar ümmetinden riba yiyenlerdir. Bunlar kabirlerinden, şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi   kalkacaklardır.”  buyur­du.[1571]

Diğer bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“İsra gecesinde yedinci kat göklere ulaştığım zaman başımın üze­rinde birtakım gök gürültüleri ve şimşekler duydum. Baktım, karın­ları evler gibi, içleri yılanlarla dolu ve dıştan görünür vaziyette bir­takım İnsanlar gördüm. Cebrail aleyhisselâma:

“Bunlar kimlerdir?” diye sordum. Cebrail aleyhisselâm:

“Bunlar ribâ yiyenlerdir,” dedi.” [1572]

Bir başka hadîste Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Mağfiret edilmeyen günahlardan sakının.

(Bunlardan birincisi:) Gulûl, ganimet malından bölünmeden almaktır. Kim böyle yaparsa kıyamet günü o mal ile mahşer yerine gelecektir.

(İkincisi:) riba ye­mektir. Kim riba yerse kıyamet günü deli olarak dirilecektir.” buyur­du ve sonra da: “Riba yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.” âyetini okudu.[1573]

Başka bir hadisde,

“Riba yiyenler kıyamet günü yanlarını sürükleyerek bozuk dü­zen içinde mahşer yerine gelirler.” buyurdu sonra da: “Riba yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkacak­lardır.” mealindeki âyeti okudu. [1574]

Namaz bölümünün baş tarafında anlatılan Sahih hadîsin sonla­rında:

“Ribâ yiyen, ölümünden başlamak üzere kıyamete kadar kan gibi akan bir kızıl ırmakta yüzmekle azâb edilecektir. Bu kimse (bu nehirde yüzerken) kenara gelir, ağzını açar ağzına bir taş atılır, yü­ze yüze karşıya geçer, tekrar ağzını açar taşı alır bir türlü karaya çıkamaz (azâbtan kurtulamaz). İşte kıyamete kadar böyle azâb edi­lir.”[1575] Bu taşlar, dünyada yediği haram ribalardır. Dünyada on­ları yuttuğu gibi, öldükten sonra ateşten birer taş olarak da kıyamete kadar onları yutacaktır. İlerde nakledeceğimiz hadislerde, ribâ yi­yenler için hazırlanmış olan azâb çeşitleri anlatılacaktır. Allahu Teâlâ'nın buyurduğu gibi onların bu şekilde azâb edilmelerinin sebebi, riba hakkında kendi kısa görüşleri ile verdikleri yanlış hükümler ve yaptıkları fâsid kıyaslardır. Zira onlar, alışveriş faiz gibidir diyerek faizi, herkesin övdüğü ve sevdiği alışveriş gibi yapmışlardır. Yine onlar şöyle demişlerdir: “Herhangi bir malı peşin veya veresiye 10 kuruşa alıp onbir kuruşa vermek helâl olduğu gibi parayı da on ve­rip onbir almak helâldir. Zira aklen bunların arasında bir fark yok­tur. Taraflar razı olduktan sonra mes'ele kalmaz.” dediler de Allahu Teâlâ'nın çizdiği huduttan ve bu hududu açmaktan bizleri nehyettiğinden gaflet ettiler. Bize borç olan, Allahu Teâlâ’ınn hükmüne nza gösterip, aklımıza güvenip birtakım hükümler uydurmamaktır. Hik­metini anlasak da anlamasak da, Allahu Teâlâ'nın hüküm ve emir­lerini kayıtsız şartsız kabul etmek zorundayız. Teabbud, bu demektir.

Aciz olan kul hiç bir zaman kendi görüşü ile Allah'ın ve Resulü­nün emirlerine karşı çıkıp kendi kendine kıyaslar yapmaya, hüküm­ler çıkarmaya çalışmamalıdır. Böyle yaparsa cebbar, kahhar ve müntakim olan Allahu Teâlâ ona şiddetle azâb etmekle beraber, ondan intikamımı alır. Nitekim âyet-i celîle'de:

“Doğrusu Rabbının yakalaması amansızdır.”[1576]

“Doğrusu Rabbın hep gözetlemekteydi.”[1577], buyurmuştur.

Allahu Teâlâ, “Kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten ge­ri durursa geçmişi kendisinedir.” buyurmuştur. Bu şu demektir: Al­lah'ın hükmünü duyduktan sonra hemen faizden vaz geçenlerin geç­mişleri bağışlanır. Çünkü ribayı haram kılan âyet nazil olmadan ön­ce mükellef olmadığı için ondan sorumlu değildir. Fakat ribayı ya­saklayan âyet-i celîle nazil olduktan sonra riba yemeğe devam eden­lerin durumu değişir. Bunların tövbelerinin kabulü için, riba olarak aldıkları paraları tamamen iade etmeleri lazımdır. Ribanın haram olduğunu bilmese de hüküm aynıdır. Çünkü âlimlerden uzak kal­ması ve şer'î hükümleri bilmemesi, onu günahtan kurtarır, borcun­dan kurtarmaz. Fakat ribayı haram kılan âyet nazil olmadan önce­kilerin durumu böyle değildir. Onlara düşen, âyeti duyar duymaz hemen tevbe etmektir.

“Onun işi Allah'a aittir.” âyetinden önce yedikleri riba hakkın­daki emirleri Allah'a aittir. Yâni geçmişleri Allah'a aittir. Yahut ribaya son verme hükmü Allah'a aittir. Yahut affedip etmemekte hü­küm, Allah'ındır. Veya ribanın haramlılığının devamı hakkındaki hüküm Allah'a aittir. Bunun mânâsında müfessirlerin değişik görüş­leri vardır.

Fahruddin er-Râzî diyor ki: “Bana göre bu, “Onun işi Allah'a ait­tir.” âyet-i celile'si, riba yemeyi terkedip etmediğini açıklamadan, ri­banın helâl olduğu görüşünü terkedenler hakkındadır”. Fakat âyetin sonu daha ziyâde ribanın haram olduğunu kabul ederek onu yiyen­ler hakkındadır. Birincisi tahsise, yâni eskiden söylediği, “Alışveriş riba gibidir.” görüşünden vaz geçti, onu haram kabul etti, âyeti da­ha çok delâlet etmektedir.

Aliahu Teâlâ'nın, “Kim faizciliğe dönerse, İşte onlar cehennem­liktir, orada temelli kalacaklardır.” âyet-i celile'sinden muradı, eski sözüne dönerek, “Alışveriş riba gibidir.” diyerek helâl kabul edenler içindir. Bundan, riba yemekten vazgeçti, anlamını çıkarmak müm­kün değildir. Çünkü böyle olsa, “Artık bunun işi Allah'a kaldı” de­mek uygun düşmez; belki övmek gerekirdi. Hâtıra gelen diğer mânâ ise, haram olduğunu bilerek yemesinden vaz geçmeyendir ki, âyetin şevkine uygun olan mânâ da budur. Çünkü bu adam ribanın haram olduğunu kabul ettikten sonra bu kebâiri irtikâb ediyor; bunun işi Allah'a kalmıştır, dilerse azâb eder, dilerse bağışlar. Nitekim Allahu Teâlâ:

“Bundan başkasını dilediğine bağışlar.”[1578]

“Allah faizi eksiltir.”[1579], buyurmuştur. Faizciler Allah'ın ga­zabını düşünmeden, mallarının çoğalmasını isterler Allahu Teâlâ ribayı aslı ile beraber mahveder ve kendilerini yoksul hale düşürür. Nitekim birçok faizcilerde bu görülegelmiştir. Şayet serveti mahvol­madan kendisi ölürse, bu servet, veresenin elinde mahvolur. Nite­kim Resül-i Ekrem, “Riba görünüşte ne kadar çoğahrsa da azlığa ve belki yokluğa gider.” buyurmuştur.

Bu imha , servetin mahvolması ile olduğu gibi, ayrıca yerilme­ye ve buğzedilmeye hak kazanmakla da olur. Adaletten düşer, em­niyeti olmaz. Kendisine fâsık denir. Kalbi ,katı ve haşin olur. Ayrıca borçluları kendisine lanetle. beddua eder ki, bunlar, onun kendisin­den ve servetinden hayr u bereketin zail olmasına sebep olur. Zira mazlumun bedduası ile Allah arasında perde yoktur. Yâni mutlak surette Allah mazlumun bedduasını kabul eder. Bunun için hadîste şöyle vârid olmuştur:

“Mazlum, zâlimi İçin beddua ettiği vakit Allahu Teâlâ: “Bir za­man sonra da olsa elbette sana yardım edeceğim.” buyurur.” [1580]

Yine bunun gibi faizcilikle şöhret bulan kimse zâlimlerden, ha­yırsız ve eşkiyalardan çeşitli felâketlerle karşı karşıya kalır. Onun elindeki serveti kendisinin olmadığım düşünerek onu yemek için çe­şitli çareler araştırır. Bütün bu anlattıklarımız dünya zararlarıdır.

Âhiret Zararlarına Gelince : İbn Âbbas (r.a.) diyor ki: “Faizcinin sadaka, hac ve sılâ-ı rahmi kabul olmaz”.

Ölümü ile bütün serveti vereseye intikal eder. Bunun karşılığın­da kendisi, haram olan bu kazancının cezasını çeker. Bunun için, “İki musibet vardır ki, bunların benzerleri ile kimse karşılaşmamıştır: (Ölümle) malının hepsini terkedersin, sonra da hepsi için azâb olur­sun.” buyurulmuştur.

Sahih bir rivayette, “Zenginler fakirlerden beşyüz yıl sonra cen­nete girerler.”[1581], diye vârid olmuştur. Helâl servet sahipleri yok­sullardan beşyüz yıl sonra cennete girdiklerine göre ya serveti ha­ram olanların durumu nice olur? İşte bunlar, faizcilerin uğrayacak­ları kötü sonuçlardır. Ama, “Allah sadakaları artırır.” meleğin duası ile sadakası verilen malı Allahu Teâlâ artırır. Nitekim Sahih bir, ha­dîste: “Hiç bir gün yoktur ki bir melek onda: “Allah'ım, infak edene yenisini ver.” diye dua etmiş olmasın.”[1582], buyurulmuştur. Ayrıca böyle kimsenin halk nazarında mevkii yükselir, hatun çoğalır, ha­yırla anılır. Gönüller kendisine meyleder. Herkes kendisine hayır duada bulunur. Malında da servetinde de kimsenin gözü olmaz. O, yoksulların yardımcısı ve hâmisi olarak şöhret bulduğu vakit kimse ona fenalık yapmaz, zulmetmez. Herkes ona hürmet eder, saygı gös­terir. Bu, dünya mükâfatıdır. Âhiret mükâfatına gelince; verdiği sa­dakaları Allahu Teâlâ çoğaltır. Hatta bir lokmayı dağlar kadar bü­yültür. Nitekim yukarda Zekât bölümünün sonunda bu husus­taki Sahih hadîs nakledilmiştir. Nankörleri Allah sevmez. Nitekim âyet-i celile'de şöyle buyurulmuştur: “Allah pek nankör ve hiç bir günahkârı sevmez.”[1583]

Küfür ve ismin her birerlerini mübalâğa sıgasıyle ifade buyurdu. Çünkü ribâyı helâl kabul edip yiyenler, kü­für ve günahlarına devam ederler Bununla beraber ikisinden de dö­nebilirler. Bu tıpkı, “Namazı terkeden kâfir olur. Haccı terkeden kâ­fir olur. Haize olan ailesiyle münâsebette bulunan kâfir olur. Karısı ile arka yoldan münâsebette bulunan kâfir olur.”[1584], hadîsleri gi­bidir. Bütün bunlardaki küfürden murad, küfre yakın olur demektir. Yani insan bu gibi çirkin işlere devam etmekle küfre ve Allah koru­sun sûi hatimeye maruz kalır ki, ribada da büyük bir korkutma var­dır. Buna devam eden de küfrün en çirkinliklerine inebilir.

Allahu Teâlâ, “Ey müminler! Allah'tan korkun, ribadan arta ka­lanı bırakın.” buyurmuştur. Ribadan sonra ribanın hükmünü beyân eden âyetten sonra hemen bu âyetin gelmesi, Allah'ın Kur'an-ı Kerîm'deki diğer âdetine uygundur. Çünkü âyet-i celile'de nerde bir müjde âyeti nazil olursa akabinde bir korkutma; nerde bir korkut­ma âyeti de varsa orada hemen bir müjde âyeti nazil olmuştur. Bu­nunla beraber âkibetlerini hatırlatır ve mutî ile âsiyi birbirinden ayı­rırdı. Ayrıca birini övmek de diğerini yermek de mübalağa içindir. Âyetin mânâsı şöyledir: Borçlunun zimmetinde kalan miktarı terket, onu isteme. Bununla beraber, geçmiş onun içindir. Yâni ribayı ha­ram eden âyet-i celile'nin nüzulü bundan önceki ribaları da içine al­maz. Fakat henüz alamayıp zimmetinde kalan ribaları almayı yasak­lar. Bu gibiler ancak baş paralarını alabilirler.

Âyetin nüzul sebebinde şöyle denir: Mekkeliler veya Mekkelilerin bazıları veya da bazı Taifliler faizcilik yaparlardı. Mekke'nin fethin­den sonra Müslüman oldukları vakit henüz ödenmemiş faizler için birbirinden davacı oldular. Bunun üzerine bu âyet nazil olarak, he­nüz tahsil edilmemiş ribalann alınmaması ve yalnız baş paranın alın­ması bildirilmiştir.

Resûl-i Ekrem Arafat'ta Veda Haccında,

“Dikkat edin, cahiliyet devrinden kalma her (kötü) şey ayağı­mın altındadır ve yok edilmiştir. Cahiliyet devrindeki riba da kaldı­rılmıştır. İlk kaldırdığım riba, amcam Abdülmuttalib'in oğlu Abbas'ın libasıdır ki, onun hepsi (yâni ana parasıdır) kaldırılmıştır.”[1585], buyurmuştur.

Allahu Teâlâ:

“Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve peygamberine karşı açıl­mış bir savaş olduğunu bilin.”[1586], buyurmuştur.

Yâni, ribadan çekinmezseniz haliniz budur. Allah ve Resulünün savaştığı kimse ise asla felah bulamaz. Allah ile savaştan maksad; ya dünyada ya da âhirette olur. Dünyadaki şekli, böyle riba yiyenleri tâzir ve tevbe edinceye kadar hapsetmek, hâkimlerin görevidir. On­lar bu suretle savaş vermiş olurlar. Çünkü şayet bunlar ileri gelen­lerden olup hâkimlerin hükmüne kolaylıkla boyun eğmezlerse, bun­larla açıkça savaş lâzım gelir. Ebû Bekir radıyallahu anh'ın zekâtı vermek istemeyenlerle savaştığı gibi. Nitekim İbn Abbâs (r.a.), “Fa­izcilik yapan tevbeye davet edilir, Tevbe etmezse boynu vurulur.” demiştir. Bu hüküm, ribayı helâl kabul edenler hakkında olmak ih­timali olduğu gibi, mutlak riba yiyenler hakkında da olabilir. Âyette bu iki ihtimal da vardır. Harbe hazırlanmak, faizi helâl kabul eden­ler için olacağı gibi, diğerleri için de olabilir. Fakat âyet-i celîle'nin lâfzına birinci mâna daha uygun düşer. Zira bu âyetten önceki âye­tin sonu, “Eğer inanıyorlarsa...” diye bitiyor. Buradaki imandan mak­sat, ribanın haram olduğuna inanıyorsanız, demektir. “Eğer böyle yapmazsanız.” diye başlayan âyette yâni ribanın haram olduğuna inanmıyorsanız, Allah ve Resulü ile savaşa hazırlanın demek olur.

Âhiretteki savaşa gelince; riba, kişinin imansız gitmesine sebep olur. Zaten Allah ve Resulünün savaşı, onu rahmet yerinden uzak­laştırıp azâb yerine göndermesidir. “Eğer tevbe ederseniz...” ifade­sinde iki tevcih vardır: Birincisi, ribayı helâl tanımaktan tevbe eder­seniz, ikincisi ise haram olduğunu bilerek ribp. yemekten tevbe eder­seniz baş paradan fazla almakla borçluya zulmetmiş olmadığınız gi­bi, baş paranızı almanızla da size zulmedilmiş olmaz. Bu âyet-i celîle nazil olduğu vakit faizciler, “Yok, artık biz bu işten vaz geçtik ve tevbe ediyoruz. Çünkü Allah ve Resulü île savaşacak durumda deği­liz. Baş paramıza razıyız.” dediler. Fakat Medîneliler, “Bizim elimiz­de bir şey yok, biz baş parayı da ödeyebilecek durumda değiliz.” de­dilerse de artık alacaklılar baş parayı almakta İsrar ettiler. Bunun üzerine, “Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar beklemelidir.” âyet-i celîle'si nazil oldu. Yâni bunlar, borçlarını ödeme imkânı bu­luncaya kadar beklemek borcunuzdur, buyuruldu. Bununla beraber borçlular da hemen borçlarını ödeme imkânlarını aramak zorunda­dırlar. Bu hüküm, bütün borçlu ye alacaklılarda câridir. Bu anlattı­ğımız, bazı âyetlerle ilgili olan hükümlerdir.

Âhiret âyefi ile ilgili olan hükme gelince; o da Allahu Teâlâ’nın, âyet-i celîle'sidir. Âyetin nüzul sebebi şöyledir: Bir adamın başka bir adamda meselâ yüz kuruş alacağı olsa, vade sonucunda adam pa­rayı veremeyince, paranın sahibi, “Sen parayı artır, ben de vadeyi artırayım” derdi. Bu paranın iki misline kadar artırıldığı da olurdu, ikinci vade hitamında borçlu parayı veremezse yine para çoğaltılır ve vade uzatılırdı ve bu böyle devam eder giderdi. Bunun için Allahu Teâlâ, “Kat kat, Allah'tan korkun.” buyurmuştur. Yâni ribayı terketmekle Allah'tan korkun ki, “Zafere ulaşasınız umduğunuza erişesiniz” buyurulmuştur. Burada şöyle bir işaret vardır. Ribayı terketmeyenler zafere ve kurtuluşa ulaşamazlar. Bunun sebebi, yukar­da geçen âyetlerde beyan buyurulduğu gibi, Allah ve Resulünün onunla savaşmasıdır. Allah ve Resulünün savaştığı kimsenin felaha ulaşması nasıl düşünülür? Yine âyet-i celîle'de faizcilerin son nefes­te imansız gitmelerine ve devamlı azâb edilmelerine işaret vardır. Bunun için hemen akabinde Allahu Teâlâ, “Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.” buyurulmuştur. Bizzat kâfirler ve bittabi diğerleri için hazırlanan cehennem ateşinden sakının. Yahut dereke­lerinin çoğu kâfirler için hazırlanan cehennemden korkun, demek olur ki, âsi olan bazı mü’minlerin Cehenneme girmelerine münafi ol­maz, İşte bu âyet-i celîle'de ribaya devam edenlerin, kâfirler için ha­zırlanan cehennemde kalacaklarına işaret vardır. Zira Allah ve Re­sulünün savaşı budur. Onu rahmetinden uzaklaştırıp azabına yak­laştırmaktır, İşte böylece son nefeste İmansız gitmesine sebep olur. Nitekim âyet-i celile'de,

“Allah'ın buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ­nın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”[1587], buyurulmuştur.

Allahu Teâlâ’nın, “Kâfirler için hazırlanmış olan cehennem aza­bından sakının.” buyurmasındaki şiddetli korkutmayı düşünmek ge­rekir. Zira isyan eden mü’minler, kâfirler için hazırlanmış büyük azaba uğrayacaklarını düşündükleri vakit bundan çekinmek zorun­da kalırlar. Hattâ bütün imkânları ile uzaklaşmak çarelerini araştırırlar. Kâfirlerle azâb olmanın ne demek olduğunu bilirler.

Allah hepimizi affetsin. Riba yiyenler hakkında Allahu Teâlâ’nın bu âyet-i celile'deki veîdini düşün. Birazcık anlayışın varsa bu düşünce ile ribanın ne derece çirkin ve büyük bir günah olduğunu verilecek cezanın büyüklüğünü; hele Allah ve Resulünün hiç bir gü­naha karşı ilân etmedikleri savaşı bu suça karşı ilanın önemini ko­laylıkla anlarsın. Bunu da anladıktan sonra dünya ve âhirette teh­likeli olan bu günahtan kolaylıkla vaz geçersin. Halbuki âyet-i celile'lerde kapalı geçen kısımları birçok Sahih ve gayr-i Sahih hadîsler açıklamıştır. Bu riba vebalinden uzaklaşmak için bu hadislerin bazı­larını burada nakletmek isterim.

Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Neseİ'nin Ebû Hureyre radıyallahu anh'den rivayetlerinde Resûlullah sallallahu aleyhi ye sellem şöyle buyurmuştur:

“Helak edici yedi (günahtan) sakınınız: Allah'a şirk koşmak, si­hir yapmak, Allah'ın haram kıldığı bir kimseyi haksız yere öldür­mek, yetim malı yemek, faiz yemek, düşmana hücum ânında savaş­tan kaçmak, iffetli mü’min kadınlara   iffetsizlik isnad   etmektir.”[1588]

Namaz bahsinde uzun uzadıya geçen ve burada kısaca anlatıla­cak olan Neseî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Bu gece rüyamda beni iki kişi alıp temiz bir yere çıkardılar. Yü­rüdük derken kan (kırmızı) bir ırmağa geldik. Nehirde bir adam var­dı. Nehrin kenarında da önünde taşlar bulunan bir başkası duruyor­du. Nehirde olan adam (çıkmak üzere) kenara doğru gelmeye baş­ladı. Kenara yaklaşıp nehirden çıkmak isteyince, yanında taşlar bulunan adam ağzına bir taş attı ve onu nehirdeki eski yerine çevirdi.

O adam nehirden çıkmak için sahile her gelişinde, ağzına atılan taş­la bulunduğu yere dönüyordu. Ben:

“Nehirde gördüğüm bu kimdir?” diye sordum.

“Riba yiyendir,” dediler.”[1589], buyurmuştur. Müslim ve Neseî'nin rivayetlerinde:

“Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem faiz yiyen ve yedirene lanet etmiştir.”[1590], buyurulmuştur. Bu hadîsi, Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Tirmizî, hadîsin Sahih olduğunu söylemiş­tir, İbn Huzeyme ve İbn Hibbân da “Sahih”lerinde hadîsi rivayet et­mişlerdir. Hepsi de hadisi Mesûd oğlu Abdullah'ın oğlu Abdurrahman'dan rivayet etmişlerdir ki, o da babasından rivayet etmiştir. Hal­buki Abdurrahman babasından hiç bir hadis duymamıştır. Bu hadisde, “Ribanın şahidleri de kâtibi de tel'în edilmiş ve günahda Müsavi­dirler.” [1591]buyurulmuştur.

“Mütâbeat”ta “Lâbeis” bilinen Bezzâr’ın Amr İbn Ebû Şeybe'den gelen rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle bu­yurmuştur:

“Kebâir yedidir. Birincisi Allahu îeâlâ'ya şirk koşmaktır. Haksız yerde adam öldürmek, faiz kazancı yemek, yetim malı yemek, savaş ânında kaçmak, namuslu kadına iftira etmek ve hicretten sonra be­devîliğe dönmektir.”[1592] Buhâri ve Ebû Davud'un rivayetlerinde:

“Resûl-i Ekrem döğme yapan ve yaptıran, faiz kazancı yiyen ve yedirene lanet etmiş; köpek parasından, zina yaparak elde edilen ka­zançtan nehyetmiş ve suret yapanları da lânetlemiştir.”[1593]

Ahmed, Ebü Yâlâ ve “Sahihlerinde İbn Hibbân ile İbn Huzeyme A'ver olan Hâris'den gelen rivayetlerinde -ki bu adam hakkın­da ihtilâf edilmiştir- İbn Mesûd (r.a.) diyor ki: “Riba yiyen ve ye­diren, bu işleme şahit olan, bilerek kâtipliğini yapan, güzellik için döğme yapan ve yaptıran, sadaka (vermekten) yüz çeviren ve hic­retten sonra irtidad edip bedevîliğe dönenler, Resûl-i Ekrem'in dilin­de lanetlenmişlerdir.” [1594]

Hâkim'in Sahih dediği ve fakat râvileri arasında Vâhl'nin bulunmasıyle itiraz edilen rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Dört kimse vardır ki onları cennete koymamak ve cennet nimet­lerini onlara tadtırmamak Allah'ın hakkıdır. Bunlar: Devamlı içki içen, faiz kazancı yiyen, haksız yere yetim malı yiyen, anne ve ba­basına asi olanlardır.”[1595]

Bezzâr'ın Sahih sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Ribanın yetmiş küsur kapısı vardır, şirk de bunun gibidir.”[1596]                                                                                        

İbn Mâce ve Beyhakî'nin rivayetlerinde -ki birinci şıkkı Sahih sened ile rivayet edilmiştir- Resûl-i Ekrem,

“Riba yetmiş babtır. Bunun en ehveni annesiyle münasebette bu­lunmaktır.”[1597], buyurmuştur. Hadîsi Bezzâr “lsnâd-ı lâbeis” ile rivayet etti, sonra bu isnad ile garip olduğunu söyledi. Bu hadis da­ha ziyade Abdullah b. Zeyyâd'in Ammar'ın oğlu İkrime'den gelen ri­vayet yolu ile bilinmektedir ki, bu, Abdullah b. Zeyyad'ın hadisleri munkerdir. Aynca Taberâni “Kebir”inde Abdullah b. Selâm'dan ge­len rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kişiye ribadan isabet eden bir dirhem, Allah katında müslüman olarak yapacağı otuz üç zinadan daha büyüktür.”[1598] buyurmuş­tur. Bunun da senedinde inkita vardır. İbn Ebi'd-Dünyâ, Beğavi ve diğerleri, bu hadisin Abdullah b. Selâm'a mevkuf olduğunu ondan ileri geçmediğini söylemişlerdir ki, doğrusu da budur.

Abdullah diyor ki: “Riba yetmiş iki günahtır. Bunların en küçü­ğü, bir Müslümanın annesiyle zina etmesi gibidir. Bir dirhem riba, otuz küsur zinadan daha şiddetlidir.” Ve devamla: “Allahu Teâlâ kı­yamet günü her iyi ve kötü kimsenin mezarından kalkmasına izin verecek, yalnız riba yiyenlerdir ki, şeytanın çarptığı kimsenin kalk­tığı gibi kalkacaklardır.” [1599]

Ahmed de ceyyid sened ile Ka'bü'l-Ahbar'dan rivayetinde, Ka'b diyor ki: “Benim riba olduğunu bile bile ve Allahu Teâlâ bilerek, bir dirhem riba yemeden, otuz üç zina etmem, benim için daha sevimli­dir.” [1600]

Aynca Hâkim'in, Buhârî'nin şartlarına göre Sahihtir dediği ve Beyhaki'nin de aynı yoldan rivayet edip isnadının Sahih ve fakat bu şekilde ifadenin munkerü'l-isnâd olup vehm olduğunu söylediği ri­vayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Bilerek kişinin bir dirhem riba yemesi, otuz altı zinadan daha şiddetlidir.” [1601]

İbn Ebi'd-Dünya ve Beyhaki'nin rivayetlerinde; Resûl-i Ekrem riba hakkında irad buyurduğu bir hutbesinde ribayı anlattı ve ondan sakınılmasının ehemmine işaret ederek:

“En büyük riba, Müslüman kişinin ırzına tecavüz etmek olduğu halde, kişinin ribadan bir dirhem yemesi, Allah katında hata olarak yapacağı otuz altı zinadan daha şiddetlidir. Ribamn en kötüsü Müslümanın ırzını dile dolamaktır.” [1602]buyurmuştur.

Taberanî'nin “Sağır” ve “Evsat”ındaki rivayetinde Resûl-i Ek­rem:

“Kim ki hakkı ibtal için batıl bir şeyde zâlime yardım ederse, Al­lah ve Resulünün himayesinden uzaklaşmış olur. Ribadan bir dirhem yiyen, otuz üç kere zina etmiş gibi olur. Haramdan eti biten (besle­nen) kimseye cehennem daha evlâdır.”[1603]  buyurmuştur.

Beyhakî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Riba yetmiş küsur kapıdır. Kapı yönünden en ehvenı, müslüman olarak anası ile münâsebette bulunmak gibidir. Ribadan bir dir­hem, otuz beş zinadan daha şiddetlidir.” [1604]

Taberânî “Evsat”ında Amr b. Raşid'den rivayetinde -ki bu zatı tevsik etmiştir- Resûl-i Ekrem:

“Riba yetmiş iki bölümdür. Bunun en ehveni kişinin anasına var­ması gibidir. Halbuki en büyük riba, kişinin, kardeşinin ırz ve namu­suna dil uzatmasıdır.” [1605]buyurmuştur.

İbn Mâce ve Beyhaki'nin mevsuk olduğunu söyledikleri Ebû Ma'şer'den, o da Ebû Said el-Makberî'den, o da Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Riba, yetmiş günahtır. En ehveni, kişinin anasını nikahlaması gibidir.” [1606], buyurmuştur.[1607]

Hâkim'in İbn Abbâs (r.a.) dan Sahih olduğunu söylediği rivaye­tinde:

“Resûl-i Ekrem, yenir duruma gelinceye kadar meyvenin satın alınmasını nehyetti ve:

“Bir memlekette zina ve riba yaygın hale gelirse, onlar kendilerine Allah'ın azabını hak etmiş olurlar.” buyurdu.” [1608]

Ebû Yâlâ’ınn ceyyid sened ile İbn Mesüd radıyallahu anh'den rivayetinde, İbn Mesûd (r.a.) un anlattığı bif hadisde Resûl-i Ekrem:

“Bir millette zina ve riba çoğaldığı vakit, kendi kendilerine Al­lah'ın azabını haketmiş olurlar.” [1609]buyurmuştur.

İsnadında nazar olan Ahmed'in bir rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Hangi bir millette riba çoğalır ve yaygın hale gelirse onlar kıt­lıkla karşılaşırlar. Hangi millette rüşvet çoğalırsa onlar da korku ile karşılaşırlar.” [1610], buyurmuştur.

Taberânî'nin Sahih sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kıyamete yakın içki, zina ve riba çoğalır.” [1611]buyurmuştur. Taberânî'nin “Sened-i lâbeis” ile Kasım b. Abdullah el-Verrâk'dan rivayetinde, şöyle demiştir:

“Abdullah b. Ebi Evfâ, radıyallahu anh'ı  sarraflar çarşısında gördüm. Sarraflara hitaben şöyle diyordu:

“Size müjdeler olsun.” Onlar:

“Allah seni cennetle müjdelesin, bize ne müjde vereceksin?” de­diler. Verrâk:

“Resûl-i Ekrem: “Mağfiret edilmeyecek   günahlardan sakın. Bunlar, taksim edilmeden önce ganimet malının zimmete geçirilme­sidir; kim bunu yaparsa zimmetine geçirdiği ile mahşer yerine gelir. Bir de riba yemektir. Ribayı yiyen, düşen sarhoşlar gibi dirilecektir.” buyurdu ve sonra: “Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimselerin kalktığı gibi kalkarlar.” mealindeki âyeti okudu”.[1612] Isbahâni'nin rivayetinde, “Riba yiyen, kıyamet günü sağa sola yalpa vuran mecnunlar gibi haşrolacaklardır.” buyurdu ve sonra yukarda mealini verdiğimiz âyeti okudu.[1613]

İbn Mâce ve Sahih olduğunu söyleyerek Hâkim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Ribayı çoğaltanın sonu azlığa gider.”[1614], buyurmuştur. Yine Hâkim'in Sahih olduğunu söylediği bir rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Riba her ne kadar çoğalır görünürse de muhakkak ki sonu yok­luktur.”[1615]  buyurmuştur.

Ebû Dâvûd ve İbn Mâce'nin Hasan yolu ile Ebû Hureyre (r.a.) den gelen rivayetlerinde -ki Hasan’ın Ebû Hureyre'den bir şey du­yup duymadığında ihtilaf edilmiş ve cumhur duymadığı görüşünde­dir- Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Bir zaman gelecektir ki, riba yemeyen insan kalmayacaktır. Şa­yet (tek tük) yemeyen olursa ona da tozu bulaşacaktır.” [1616]bu­yurmuştur.

Abdullah İbn el-İmam Ahmed'in “Zevâid” indeki rivayetine göre Resûl-i Ekrem:

“Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, üm­metimden öyle İnsanlar gelecek, onlar nankörlük, kibir, çalgı, eğlen­ce ve oyun île haşr-u neşr olacaklardır. İşte bunlar, haramı helâl ta­nıdıkları, ırlayıcı, türkü ve şarkıcı kadınlar bulundurdukları, içki iç­tikleri ve riba yiyip ipek giydikleri için maymun ve domuz olarak sabahlayacaklardır.”[1617] buyurmuştur.[1618]

Yine muhtasar olarak Ahmed'in rivayetinde -Metîn Beyhakî'nindir - Resûl-i Ekrem:

“Bu ümmetten bazı kimseler yemek, içmek, oyun ve eğlence ile akşamlar geceyi geçirirler de sabaha domuz ve maymuna dönmüş olarak çıkarlar, yere batar ve üzerlerine taşlar yağar. Hattâ insanlar sabaha çıkınca: “Falancının evi battı, fal anemin odası yere geçti.” derler. Lût milletine taşlar yağdırıldığı gibi, mutlaka onlardan bazı kabileler üzerine ve evlerine gökten taşlar yağdırılır. Bütün bu felâ­ketlere sebep olan içki içmeleri, ipek giymeleri, şarkıcı kadınlar bu­lundurmaları, riba yemeleri, akraba ile münâsebeti kesmeleri ve di­ğeri de râvinin unuttuğu kötü bir huydur.” [1619], buyurmuştur.

Tembih: Ribâya kebire demekte, hadîslere uyarak ittifak edil­miştir. Belki kebâirlerin de büyüklerindendir. Nitekim Buhârî, Müs­lim, Ebû Dâvûd ve Nesefnin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Helak edici yedi günahtan sakınınız, Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, Allah'ın haram kıldığı bir kimseyi haksız yere öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, düşmana hücum ânında savaştan kaç­mak, iffetli mü’min kadınlara iffetsizlik isnad etmektir.”[1620], bu­yurmuştur.

Beyhakî'nin rivayetinde ise Resûl-i Ekrem:

“Kebâir dokuzdur. En büyüğü.Allah'a ortak koşmaktır. Sonra adam öldürmek ve ribâ yemektir.” buyurmuştur.

Ravileri arasında itimada şayan olmayan İbn Luhay'a bulunan Taberâni'nin diğer bir rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Yedi büyük günahtan sakının. Bunlar, Allah'a şirk koşmak, adam öldürmek, savaş anında kaçmak, yetim malı yemek, riba ye­mek, iffetli kadına iffetsizlik isnad etmek ve hicretten sonra bedevi­liğe dönmektir.” [1621]

Senedinde Şa'be ve diğerlerinin zayıf kabul ettiği, İbn Hibbân ve diğerlerinin de itimada şayan gördüğü birisi bulunan Bezzâr'ın riva­yetinde Resûl-i Ekrem:

“Büyük günahların birincisi, Allah'a şirk koşmak) sonra, haksız yere insan öldürmek, riba yemek, yetim malı yemek, savaş ânında kaçmak, iffetli kadınlara iftira etmek ve hicretten sonra Bedeviliğe intikal etmektir.” [1622]buyurmuştur.

Senedinde za'fiyet bulunan İbn Merduyeh'in rivayetinde Resûl-i Ekrem Yemen halkına yazdığı bir mektupta farz, sünnet ve diyetleri bildirdi ve bu mektubu Amr b. Hazm ile gönderdi. Mektupta ayrıca. “En büyük günahların; Allah'a şirk koşmak, haksız yerde bir mü'mini öldürmek, savaş filanından kaçmak, anne ve babaya asi olmak, namuslu kadına iftira etmek, sihir yapmak, riba yemek ve yetim malı yemek” olduğu yazılı idi.

Yukarda geçen hadislerden riba yiyen gibi, yediren, kâtipliğini ve şahitliğini yapan, bu hususta emeği geçen, vasıta ve yardımcı olan­ların fasık olduğu da anlaşılmış oldu. Aynı zamanda böyle riba ile ilgili olan bir şeyi yemek de aynı şekilde Kebiredir. Nitekim imamlar­dan bazıları, bunların bir kısmını açıklamışlardır.[1623]

 

185. Kebire: Riba Ve Benzerlerinde Haramdır Diyenlere Karşı Hile Yollarına Sapmak

 

Zatın biri diyor ki: Vârid olduğuna göre riba yiyenler, riba ye­mek için hile yollarına baş vurdular. Nasıl ki Ashâb-ı Sebt cumartesi balık avlamaları yasak olduğundan hile yolu ile balık avlayabilmek için havuz yaptılar. Balıklar cumartesi günü oraya toplandı, onlar da pazar günü balıkları aldılar. İşte bu hilelerinden dolayı Allahu Teâlâ onların suretlerini meshettiği gibi, hile yolu ile riba yiyenlerin suret­lerini mesheder. Zira Allahu Teâlâ'ya hiç bir şey gizli olmaz. O, bütün hîlekârlann hilelerini bilir.

Ebû Eyyub Sahtiyani âyet-i celilesinin tefsirinde; insanlar birbirlerini aldattıkları gibi, Al­lahu Teâlâ'yı da aldatmak isterler. Halbuki böyle hile yollarına sapmadan her şeyi açık ve olduğu gibi Allah'ın huzuruna çıksalar daha iyi yaparlardı,” demiştir.

Tembih: Riba ve diğerlerinde hilenin haram olduğunu İmâm Mâ­lik ve îmâm Ahmed söylemişlerdir. Hilenin haram olduğunu söyle­yenlere göre de, hileli ribâ ile servet edinmenin kebâirden olması ge­rekir. Şafii ve Ebû Hanîfe ise hile yolu ile ribanın caiz olduğuna kail­lerdir. Hile yolu ile ribanın helâl olduğuna Şafiîler şu delili göster­mişlerdir : Hayber tahsildarı iyi hurmalarla Resûl-i Ekrem’e geldi. Resûl-i Ekrem:

“Hayber'in bütün hurmaları böyle midir?” diye sordu. Tahsil­dar:

“Hayır ya Resûlallah, öyle değil, yalnız biz ikili birli hesabiyle kötü hurmayı verdik de iyisi ile değiştirdik,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Öyle yapmayın, bu, riba olur. Ancak bunun çıkar yolu şudur: Âdisini bir dirheme satın ve iyisini iki dirheme alın. Bu suretle ribadan kurtulmuş olursunuz,” buyurdu ve çıkar yol gösterdi. Çünkü bu arada alışveriş yenen madde ile nakid arasında ceryan etmiş olu­yor. Bunda ise riba yoktur. Gerçekte dava, birli ikili ile kötüyü verip iyiyi almaktır. Böyle olunca yâni nakit ve yenecek madde alıp veri­lince daha riba nerede kalır? Resûl-i Ekrem'in Hayber tahsildarına öğrettiği bu çıkar yol, riba ve diğerlerinde fark etmeksizin, çıkar yol olmakta bir nassdır.

Diğerlerinin, yahûdilerin cvjnartesi günü balık avlamalarında kullandıkları hileden delil çekerek ribada hilenin haram olduğuna hükmetmeleri, “Eski milletlerde meşru olan bizde de meşrudur” kai­desine dayanır ki, usûlde bunun aksi mukarrerdir. Biz bu iddianın doğruluğunu kabul etsek bile, bizim şeriatimizde onun hilâfına dâir hüküm var olmadığı zamandır. Halbuki Resûl-i Ekrem bu şekil çıkar yolun caiz olduğunu bildirmiştir. Artık yahûdilere yapılan muamele ile hüküm vermeye lüzum kalmaz.[1624]

 

ALIŞVERİŞTE YASAK OLANLAR

 

186. Kebire: Aygırı Kısrağa Yaklaştırmamak

 

Bezzâr'ın Bureyde (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“En büyük günahlar, Allah'a şirk koşmak, anne ve babaya Asi olmak, artan suyu muhtaç olanlara vermemek ve erkek hayvanı di­şisinden menetmektir.” [1625]buyurmuştur.

Tembih: Celâl Belkinî, bunun kebâirden olduğunu söyledikten sonra, rivayet edilen hadisin zayıf olduğunu ve bunun zararının, di­ğer Kebireler gibi olmadığını söylemiştir. Bizim bunu kebâirden say­mamız, hadîsde açıkça büyük günah olduğu bildirildiği içindir, de­miştir.

Erkek hayvanın dişisiyle çiftleşmesine engel olmak, olsa olsa an­cak mekruh olabilir. Bu engel olmanın kebair olabilmesi için, ondan başkası bulunmaz ve neslin tükenme korkusu olduğu vakittedir. Fa­kat bunu da parasız yapmak zorunda değildir. Şayet bundan nasıl ücret alınabilir, zira Resûl-i Ekrem erkeğin dişiyi aşmasında veya er­kek hayvanın suyundan para almaktan menetmiştir? dersen: Derim ki: Dişi mal sahibi bu erkeği bir saathğına kiralar ve kira ücretini öder. Bundan bir şey lâzım gelmez.[1626]

 

187. Kebire: Fasid Alışveriş Ve Diğer Haham Yollardan Elde Edilen Kazançları Yemek

 

Allahu Teâlâ,

“Ey mü’minler, mallarınızı aranızda bir takım batıl sebeplerle yemeyiniz.” [1627]buyurmuştur. Bundan muradın ne olduğunda ih­tilâf edilmiştir. “Riba, kumar, gasb, hırsızlık, haksızlık, hile, yalan şa­hitliği ve yalan yemin ile elde edilen kazançtır,” demişlerdir.

İbn Abbâs (r.a.) da, “Karşılığı olmadan insandan alınan şeydir.” demiştir. Hattâ âyeti bu mânâya aldıkları içindir ki Nûr sûresinde,

“Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin ev­lerinde..., izinsiz yemek yemenizde bir sakınca yoktur.” [1628]âyet-i celile'si nazil oluncaya kadar birbirinin evlerinden yemez oldular. Bazılarına göre, âyetten murad, fasid akidlerle yapılan alışverişlerdir. Söz, İbn Mesûd'undur: “Âyet muhkemdir, neshedilmemiştir ve kıyamete kadar neshedilemez”. İbn Mesûd (r.a.) e göre batıl ile ye­mek, demek, haksız yerde alınan her şey demektir, ister gasb, hıya­net, hırsızlık gibi zulüm yolu ile alınsın, isterse diğer kumar ve çalgı gibi yollarla alınsın, hepsi birdir. Bunların hepsi gelecektir. İsterse hile ve aldatma yolu ile olsun, fâsid bağlantılarla yapılan alışveriş­ler gibi. Diğer bazılarının bu husustaki sözleri de bunu teyid etmek­tedir. Diyorlar ki; âyet, kişinin kendi malını yemesine de şâmildir, haranı yere harcaması gibi. Başkasının malına da şâmildir, onları da yukarda sayılan gayr-ı meşru yollardan yemesi gibi.

Allahu Teâlâ'nın,

“Meğer ki ticâretle ola.” buyurmuştur. Buradaki istisna, istisnâ-i munkatîdir, çünkü hangi mânâ düşünülürse düşünülsün, ticâret batıl cinsinden değildir. İstisnanın, istisnâ-i muttasil olmak için ticâ­reti sebebiyetle tevili de doğru değildir. Ticâret her ne kadar ivaz akidlerine tahsis edilmiş” ise de karz ve hibe gibi alışverişler de diğer delillerle ona mülhaktır.

Allahu Teâlâ'nın,

“Karşılıklı rıza ile...” buyurması, yâni meşru şekilde ve gönül hoşluğu ile olması demektir. Allahu Teâlâ özellikle, “Batıl ile malla­rınızı yemeyin.” buyurdu. Bu yasak, sadece yemekle ilgili değildir. Çoğunlukla yendiği için öyle buyurulmuştur, yoksa zimmete geçiri­len her şey aynıdır. Ayrıca yine Allahu Teâlâ,

“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar.”[1629] buyurmuştur ki, bu hususta sayılama­yacak kadar misaller vardır. Biz bu kadarı ile yetinelim.

Müslim ve diğerlerinin Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

Allah noksanlıklardan münezzehtir, temizdir, ancak temiz ola­nı kabul eder. Allahu Teâlâ peygamberlere neyi emretti ise mü’minlere de onu emretmiştir. Peygamberlere: “Ey peygamberler, temiz şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin.”[1630]; buyurdu­ğu gibi mü’minlere de: “Ey mü’minler, sizi rızıklandırdığımızın te­mizlerinden yiyin.”[1631]

Sonra Resûl-i Ekrem tozlu topraklı saçı sakalı karışmış uzun yolculuğa çıkmış bir adamı anlat­tı ve:

Bu adamın yediği, içtiği ve giydiği haram, haram ile beslenmiş bu halde elini göklere kaldırıp: “Ya Rab” diye dua eder. Bunun duası nasıl kabul olur?” [1632]buyurdu.

Taberânî'nin hasen sehed ile rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Helâlden nafaka aramak, her Müslümana vaciptir.” [1633]bu­yurmuştur.

Taberânl ve Beyhaki'nin rivayetlerinde ise Resûl-i Ekrem:

“Helalden nafaka aramak, farzdan sonra farzdır.” [1634]buyur­muştur.

Tirmizi'nin hasen, Sahih ve garip dediği, Hâkim'in de Sahih de­diği rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kim helal ve temiz lokma yer, sünnet üzre amel eder ve İnsan­lar kötülüğünden emin olursa cennete girer.” buyurdu. Resûl-i Ek­rem'e:

“Bu vasıfta ümmetin arasında bugün çok kimseler vardır,” de­diler. Resûl-i Ekrem:

“İlerde de olacaktır,” buyurdu.[1635]

Ahmed ve diğerlerinin hasen senedle rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem şöyle buyurmuştur:

 “Dört vasıf sende bulunursa dünyalıktan kaybettiğin diğer şey­lere aldırış etme. Bunlar  emaneti korumak, doğru konuşmak, güzel huy ve helal lokma yemektir.” [1636]

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kazancı helal, içi temiz, dışı keremli olan ve kötülüğünü insan­lardan uzaklaştıran kimseye müjdeler olsun. İlmi ile amel eden, ser­vetinin fazlasını infak edip sözünün fazlasını saklayana ne mutlu.”[1637], buyurmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem Sa'd (r.a) a hitaben:

“Ey Sa'd, yemeğini helâl ve teiniz yap ki, duan kabul olsun. Nef­simi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, kişinin, mi­desine indirdiği haram lokma sebebiyle kırk günlük ameli kabul edil­mez. Haramla beslenen her kula cehennem daha lâyıktır.” [1638]

Bezzâr’ın Ali radıyallahu anh’den rivayetinde, şöyle demiştir:

“Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemle beraber oturuyorduk. Birisi çıkageldi ve:

“Ya Resûlallah, bu dinde en zor ve en kolay şeyi bana haber ver,” dedi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Bu dinde en kolay şey, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet etmektir. En zor şey de emânettir. Zira emâneti olmayanın dini de namazı da ze­kâtı da yoktur. Her kime haramdan mal isabet eder de ondan bir gömlek giyerse, o gömlek üzerinden çıkarılıncaya kadar onunla kıl­dığı namazı kabul olmaz. Sırtında haram elbise ile kişinin yaptığı ibadeti kabul etmekten Allahu Teâla münezzehtir,” [1639]buyurdu.

Ahmed'in İbn Ömer radıyallahu anhuma'dan rivayete göre şöyle demiştir:

“Kim ki bir dirhemi haram olan on dirhem ile bir elbise sa­tın alırsa, o elbise sırtında bulunduğu sürece Allahu Teâlâ onun na­mazını kabul etmez”. Sonra parmaklarını kulaklarına sokarak, “Dik­kat edin, eğer ben bunu Resûl-i Ekrem'den duymasaydım söylemez­dim.”[1640]

Beyhaki'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Bilerek bir hırsızlık malını satın alan, onun ayıp ve günahına ortak olmuştur.” [1641]buyurmuştur.

Senedinin hasen olma ihtimali olduğu gibi mevkuf olması da muhtemel bulunan Hafız Mûnziri ve ceyyid sened ile Ahmed'in riva­yetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, siz­den birinizin ipini alıp da dağa giderek odun toplaması, sonra da odu­nu sırtına alıp getirip satması ve ondan yemesi, insanlardan dilen­mesinden daha hayırlıdır. Yine toprak alıp ağzına koyması, Allah'ın haram ettiği şeyi yemesinden daha hayırlıdır.”[1642], buyurmuştur.

İbn Huzeyme ile İbn Hibbân “Sahih”lerinde ve Hâkim'in rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem:

“Kim haram malı toplar sonra da tasadduk ederse, toplamasının cezasını çeker, tasaddukundan ise mükafat almaz (belki zimmetinden çıkarmış olur.)” [1643]buyurmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde ise Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse kazandığı haram mal ile köle azad eder ve akrabasını görüp gözetirse, bu, ona günah olur.” [1644]

Ahmed ve diğerlerinin rivayetlerinde -ki bazıları bu rivayet­lerin hasen olduğunu söylemişlerdir- Resûl-i Ekrem,

“Allahu Teâlâ aranızda rızkınızı taksim ettiği gibi ahlâkınızı da taksim etmiştir. Allahu Teâlâ dünyayı sevdiğine de sevmediğine de veriyor. Fakat dini ancak sevdiğine veriyor. Allahu Teâlâ kime dini vermişse onu seviyor demektir. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, kişinin kalbi ve dili Müslüman olmadıkça veya selâmet bulmadıkça, Müslüman olmaz veya selamet bulmaz. Ki­şi mü’min olmaz, komşuları bevâikinden emin olmadıkça.” buyurdu. Resûl-i Ekrem'e:

“Kişinin bevâiki nedir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Zulüm Ve haksızlığıdır,” buyurdu. Resûl-i Ekrem devamla:

“Kişinin haramdan kazanıp tasadduk ettiği malı Allah kabul etmez, infakını da bereketlendirmez. Bu haram olan maldan geriye kalanı onu cehenneme sürükler. Allahu Teâlâ günahı günah ile te­mizlemez, ancak günahları sevaplarla temizleyip mahveder. Zira pis­liği pislik temizlemez.” [1645]

Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayete göre şöyle demiştir: “Resûl-i Ekrem'e:

“İnsanları en çok cennete koyan nedir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Allah'tan korkmak ve güzel huy,” buyurdu.

“İnsanları en çok cehenneme koyan nedir?” diye sordular. Re­sûl-i Ekrem:

“Ağız ile fercdir, yâni haram lokma ile zinadır,” buyurdu.[1646]

Tirmizî'nin Sahih dediği rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Kişi kıyamet günü dört şeyden sorulmadıkça ayakları yerinden oynamaz: Ömründen, onu nerede tükettiğinden, gençliğinden onu nerede yıprattığından, malından, onu nereden kazanıp nereye har­cadığından ve ilminden, onunla ne amel ettiğinden.” [1647]

Beyhaki'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Dünya tatlı bir yeşilliktir. Burada helâlinden mal kazanıp meş­ru yerlerde harcayanı Allahu Teâlâ mükâfatlandırır ve onu cenne­tine kor. Gayr-ı meşru kazanç edinip gayr-i meşru yerlerde harca­yanı da Allahu Teâlâ cehenneme gönderir. Allahu Teâla'nın servetle­re boğulmuş nice İnsanlar vardır ki, kıyamet günü cehennemi boy­layacaklardır. Nitekim Allahu Teâlâ: “Cehennemin ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa onu artırırız.” [1648]buyurmuştur.” dedi.[1649]

İbn Hibban'in “Sahih” indeki rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Haramdan biten et ve kan cennete giremez, ona yaraşan cehen­nemdir.” [1650]

Tirmizî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Haramdan bitip çoğalan herhangi bir et, cehenneme daha lâyık­tır.” [1651]buyurmuştur.

Hasen sened ile gelen başka bir rivayette:

“Haram ile beslenen cesed cennete giremez.”[1652], buyurmuş­tur.

Tembih: Böyle hileli ve fasid yollarla insanların mallarını yeme­nin kebâirden olduğu bu hadislerden açıkça anlaşılmaktadır. Zira bu adam âyet-i celile'ye muhalif olarak batıl sebeplerle insanların mal­larını yemiştir.

Birisinin anlattığına göre âlimler, a'şarcüar, ticarette hıyanet edenler, hırsızlar, faizciler, vekilleri, yotim malı yiyenler, yalancı şa­hitleri, aldığı borcu inkâr edenler, rüşvet yiyenler, yanlış ölçüp yan­lış tartanlar, kusurunu gizleyip malını satışa arzedenler, kumar oy­nayanlar, büyü yapanlar, yıldızların, hareketlerinden mânâ çıkaran­lar, suret yapanlar, zina ile para kazananlar, ağıtçılar, satıcının izni olmadan dellâl ücreti alanlar, hür bir kimseyi satıp parasını yiyen­lerin hepsi bu bölüme girer.

Yukarda tefsirini yaptığımız âyet-i kerime'deki “Batıl “kelimesi bunların hepsine şâmildir.

Vârid olduğuna göre Resûl-i Ekrem:

“Kıyamet günü bazı kimse­ler Tihâme dağı gibi iyiliklerle mahşer yerine gelirler. Allahu Teâlâ onların bu sevaplarını yokeder. Sonra onları cehenneme atar.” buyur­du. Resûl-i Ekrem'e:

“Bu nasıl olur?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Onlar namaz kılar, oruç tutar, zekât verir ve haccederlerdi. Fakat buna karşılık haramdan bir şey kendilerine takdim edildiği vakit onu da kabul etmekten geri durmazlardı. İşte bu sebepten Al­lahu Teâlâ amellerini mahveder.” buyurdu.

Sâlihlerden birisi rüyada görülmüş. Kendisine:

“Allahu Teâlâ sana ne gibi muamelede bulundu?” diye sorulmuş.

O da:

“Allahu Teâlâ bana hayır muamelede bulundu. Ancak emânet aldığım bir iğneyi yerine vermediğim için cennete girmekten geri kal­dım,” dedi.

Süfyan-ı Sevrî diyor: “Haram olan bir malı hayır yolunda infak, pisliği sidik ile yıkamak gibidir.”

Hz. Ömer, “Biz, harama düşmemek korkusu ile helâlin onda do­kuzunu terkeder, ondan kaçardık.” demiştir.

Vüheyp b. Verd de, “Gece yağmuru gibi ibadet etsen, midene gi­renin helâl veya haram olduğuna bakmadıkça hiç bir kıymeti yok­tur.” demiştir.

Rivayete göre Resûl-i Ekrem:

Azâb olanların evlerinin üzerinde bir melek her gün veya her gece, “Haram yiyenlerin farz ve nafileden hiç bir ibadetleri kabul ol­maz” diye nida eder.” buyurmuştur.

İbn Mübarek, “Şüpheli bir dirhemi reddedip kabul etmemek, be­nim için yüzbinlerle dirhemi tasadduk etmekten daha sevimlidir.” demiştir.

Hadisde,

“Haram para ile hacca gidip de mikatta “Lebbeyk” diyen kimse­ye, Allahu Teâlâ: “Hayır, sana lebbeyk de yok Sa'deyk de yok; haccın merduttur.” buyurur.”[1653], buyurulmuştur.

İbn Esbât diyor: “Genç ibadet ettiği vakit şeytan avanesine -yardımcılarına-:

“Yiyeceğine bakın, nerden temin ediyor, der. Şayet yiyeceği gayr-ı meşru ve kötü yoldan temin ediliyorsa, “Bırakın, ne kadar yorulursa yorulsun, zira ona ibadetinden bir şey yok.” der.”

İbrahim b. Edhem, “Yemeğini ve diğer kazancını temiz yap. Na­maz ve orucun fazla olmasa da üzülme.” demiştir.

Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Kişi, beis olan şeyden korunabilmesi için labeis olan şeyi terketmedikçe müttakilerden olamaz.” [1654]buyurmuştur.

Yine Sahih bir rivayette,

“İlmin fazileti ve fazlalığı, amelin fazilet ve fazlalığından daha hayırlıdır. Dininizin hayırlısı, vera' ve şüpheli şeylerden sakınmak­tır.”[1655] Buyurulmuştur.

Yine Sahih bir rivayette:

Sana şüphe veren şeyi terket, şüphe vermeyen şeye bak.” [1656]buyurulmuştur.

“Birr ve iyilik, kişinin kendisinin ve kalbinin emin ve mutmain olup huzur bulduğu şeydir. İsm -kötülük- göğüsde tereddüt edip kalbi tırmalayan şeydir. Müftüler sana fetva verseler de sen yine kalbine danış. Kalbinin huzur bulduğu şeyi yap, bulmadığını yapma.” [1657]

Ebû Dâvûd ve Nesei'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

Şüphesiz helâl da belli, haram.da bellidir. Aralarında (helâl mı haram mı belli olmayan) birtakım şüpheli şeyler vardır. Bu hususta ben size bir örnek vereyim: (Her hükümdarın bir yasak bölgesi ve her zenginin bir korusu olduğu gibi) Ailahu Teâlâ'nın da yasağı var­dır. Allah'ın korusu, haram ettiği şeylerdir. (Bu haramlara yaklaşıp onların etrafında dolaşmak, çobanın sürüsü ile korunun etrafında dolaşmasına benzer.) Bu korunun etrafında dolaşanın, harama düşme­sinden korkulur. Şüpheli şeylere karışan, onların içine düşmesinden korkulur.” [1658]buyurmuştur.

Buhârî ile Nesei'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Helâl olan şeyler bellidir; haram olan şeyler de bellidir. Fakat helâl ile haram arasında birtakım şüpheli şeyler vardır (ki bunlar helâl mıdır, haram mıdır? Çok kimseler bilmezler). Kim ki kendisin­ce günah olması sezilen bir İşi terkederse o, açıkça haram olduğu bi­linen şeyi çoktan bırakmış demektir. Kim ki günah olması şüpheli olan şeye cür'et ederse, bu da haram olduğu açık olan şeye yaklaş­mıştır. Günahlar, Allah'ın komşudur. Hangi çoban ki (davarlarını) koru etrafında otlatırsa çok sürmeden koruya dalabilir.” [1659]

 

188. Kebire: İhtikar

 

Müslim ve Ebû Davud'un rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Yiyecek maddesini pahalı satmak için toplayıp depo eden hata­dadır.” [1660]buyurmuştur.

Tirmizî'nin Sahih dediği ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resul-i Ekrem:

“İhtikarı ancak hatada olan yapar.”[1661], buyurmuştur.

Lügat erbabına göre “Hâti”, âsi ve günahkâr demektir. Ahmed, Ebû Yâlâ, Bezzâr ve Hâkim’in rivayetlerinde Resûl-i Ek­rem:

“Yiyecek maddesini pahalansın diye kırk gece depo eden kimse, Allah'dan uzaklaşmış ve Allah (in rahmeti) de ondan uzaklaşmıştır. Herhangi bir mahallede aç olarak bir kimse sabahlarsa, o mahalle halkı Allahu Teâlâ'nın himayesinden ayrılmış olurlar.”[1662], buyur­muştur. Hafız el-Münzirî, bu hadîsin metninde gariplik olduğunu ve senedlerinden bazılarının ceyyid olduğunu söylemektedir.

Resûl-i Ekrem:

“Ticâret yapan (mal alıp satan) merzûk rızıklanır, ihtikâr yapan ise melundur.” [1663]buyurmuştur. Bu hadîsi, İbn Mâce ve Hâkim Sâlim'in oğlu Ali'den, o da Sevban'dan, o da Ced'an'ın oğlu Zeyd'in oğlu Ali'den rivayet etmişlerdir. Buhârl ile Ezdi, Ali b. Sâ­lim'in rivayetine itibar edilemeyeceğini kaydetmişlerdir. Hafız el-Münziri ise, “Ali b. Sâlim'in bundan başka bir hadis rivayet ettiğini bilmiyorum. Bu adam, bilinmeyenler arasındadır.” demiştir. Buna rağmen İbn Hibbân, bu zatı sikaler arasında anmıştır.

İbn Mâce ceyyid ve muttasıl sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Her kim Müslûmanların yiyeceklerinde ihtikâr yaparsa, Allahu Teâlâ onu cüzam ve iflâs ile ibtilâ eder.”[1664], buyurmuştur.

Isbahâni'nin rivayetinde; Osman radıyallahu anh'ın kölesi Ferrûh diyor ki: “Hz. Ömer radıyallahu anh'uı hilâfeti zamanında Mescid'in kapısı önüne yemek kondu. Bunu gören Hz. Ömer:

“Bunu buraya kim koydu, nedir bu?” diye sordu. Kendisine:

“Bizim için konmuş bir yiyecektir,” dediler. Hz. Ömer:

“Allah bu yemeği ve bunu buraya koyanı mübarek kılsın,” dedi. Yanında bulunanlardan bazıları ona:

“Ey müzminlerin emiri, bu pahalansın diye depo edilmiştir,” de­diler. Hz. Ömer:

“Bunu kim ihtikâr etti?” diye sordu. Ona:

“Ferrûh ile Ömer b. el-Hattab'ın azâdlı kölesi bunu ihtikâr et­ti,” dediler. Hz. Ömer bunun üzerine onları çağırttı, geldiler. Onlara:

“Müslümanların yiyeceklerini ihtikâr etmeye sizi ne şey sev­ketti?” diye sordu. Onlar: ..

“Ey mü’minlerin emiri, paramızla alıp   satıyoruz, bunda ne var?” dediler. Hz. Ömer radıyallahu anh:

“Ben Resûl-i Ekrem'in, “Müslümanların yiyeceklerinde ihtikâr yapanların cüzam ve iflâs ile ibtilâ edileceklerini” buyurduğunu duy­dum, dedi. Bunun üzerine Ferrûh:

“Ey mü’minlerin emiri, söz veriyorum, bir daha asla yiyecek maddesini ihtikâr etmem,” dedi. Fakat Ömer (r.a.) in azadlısı:

“Para ile alıp para ile satıyoruz, bunda ne var, ben devam ederim,” dedi”.

Hadîsin râvilerinden biri olan Ebû Yahya el-Mekkî, “Ben bu azâdlıyı cüzamlı olarak gördüğümü sanıyorum.” demiştir.” [1665]

Taberânî'nin vahi senedle rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İhtikâr yapan kimse ne kötü bir İnsandır ki, Allah tarafından ucuzluk olduğunu duyduğu vakit üzülür, fakat pahalılık ve kıtlık olduğunu duyduğu vakit sevinir.” [1666]buyurmuştur. Diğer riva­yette:

“Ucuzluğu duyduğu vakit fenasına gider, pahalılığa ise sevi­nir.” [1667]şeklindedir. Rezin bu hadise itiraz etmiştir. Yine aynı iti­raz ile Rezin rivayetinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selem:

“Şehirliler hapsedilmiş insanlar gibidirler. Yiyeceklerinde onlara İhtikar yapmayınız, pahalılığa kalkışmayınız. Zira onların yiyecekle­rinde kırk gün ihtikâr yapan kimse, ihtikar ettiği yiyeceğin tama­mını sadaka olarak verse,   ihtikarının günahına keffaret olmaz.”[1668] buyurmuştur.

Yine Rezin'in tahricinde:

“İhtikâr yapanlar, adam öldürenlerle bir arada haşrolacaklardır. Müslümanların piyasasında pahalılık yapanları, cehennemin büyük ateşi içinde azab etmek, Allah'ın hakkıdır.”[1669] buyurulmuştur. Hafız el-Münziri, bu son üç hadisde açık nekaret olduğunu söyle­miştir.

Ahmed'in Hasen'den rivayetinde ise; Ma'kil b. Ye sar'in hastalığı ağırlaştı. Abdullah b. Ziyad ziyaretine geldi ve:

“Ey Ma'kil, benim haksız yerde adam öldürdüğümü biliyor mu­sun?” diye sordu. Ma'kil:

“Hayır, bilmiyorum,” dedi. Abdullah:

“Müslümanların fiyat narhına  karıştığım hakkında bir bilgin var mı?” diye sordu. Ma'kil:

“Hayır, bilmiyorum,” dedi. Devamla:

“Beni oturtun,” dedi. Oturttular. Sonra:

“Ey Abdullah dinle: Resûl-i Ekrem'den bir defa değil, defalar­ca duyduğum bir hadîsi nakledeyim. Resûl-i Ekrem: “Müslümanla­rın narhını artırmak için uğraşan kimseyi, cehennemin büyük ate­şinde azâb etmek, Allah'ın hakkıdır.” buyurmuştur,” dedi. Bunun üze­rine Abdullah:

“Bunu bizzat sen Resûl-i Ekrem'den duydun mu?” diye tekrar sordu. Ma'kil:

“Hem bir defa değil, birkaç defa duydum”, dedi”.[1670] Taberânî'nin “Evsat” ve “Kebir”inde bu mealde rivayet vardır. Hâkim de muhtasar olarak bu mealde bir hadîs rivayet etmiştir. Hafız el-Münziri, “Bu son hadislerin râvileri, yalnız biri hariç, diğerleri hep sika­dan ve bilinen kimselerdir.” dedi. “Mekke'de İlhad” bölümünde yemek ihtikârı geçmişti.

Râvileri hakkında dedikodu olan Hâkim'in bir rivayetinde, “Müs­lümanlara pahalı satmak için ihtikâr eden kimse hatadadır ve Al­lah'ın himayesinden uzaktır.”[1671], buyurulmuştur.

Tembih: İhtikârı kebireden saymak, bütün bu Sahih hadîslerin zahirinden anlaşılmaktadır. Bunların bazılarında telin, Allah ve Re­sulünün uzaklaşması, cüzam, iflâs ve benzerî şiddetli veidler var­dır. Bunların bir kısmı, ihtikârın kebire olduğuna açık delillerdir. Bunun için Kebireden sayılmıştır. Halbuki sağireden olduğuna dâir yakında “Ravza”dan bir rivayet gelecektir. Bize göre haram olan ih­tikâr, kıtlık zamanında satın aldığı günlük yiyecek maddelerini pa­halansın diye satmak niyetiyle saklamaktır. Hurma ve üzüm gibi her şey buna dahildir. Gazâlî, bu yiyecek maddesi olan günlük yi­yeceğe et ve her çeşit meyveleri de katmıştır. Şartlardan birisi ortadan kalktığı vakit, ihtikânn haramhğı da kalkar. Meselâ, kıtlık za­manında olsun saklamak niyetiyle kendisi veya çoluk çocuğu için satın aldığı şeyde ihtikâr olmadığı gibi, aldığı gibi satarsa veya ken­di mahsulü olur da saklarsa, yâni pahalansın da öyle satayım derse, yine ihtikâr olmaz. Ancak ihtiyaç çoğalınca malını piyasaya sürmesi gerekir. Hatta Hâkim de kendisini icbar edebilir. Bunda ihtikâr yok­tur. Fakat bir yıllık ihtiyacından fazlasını satması evlâdır. Ancak gelecek yılda kuraklıktan korkup saklarsa, bunda da ihtikâr yoktur. Günlük yiyecek ve nafaka olmayan maddelerde ihtikâr yoktur. Bu­nunla beraber Kadı, giyecek maddesinin ihtikârını da mekruh görmüştür.[1672]

Şayet senin bu anlattığın, “Ancak günahkâr ihtikâr yapar.” ha­disini rivayet eden Saîd İbnü'l-Müseyyeb'in durumuna aykırı düşer. Bu zata:

“Sen ihtikâr ediyorsun,” dediklerinde, o:

“Hadisin râvisi olan Ma’mer de ihtikâr ediyordu,” dedi.

“Buna ne buyurulur?” Dersen,

Derim ki; yukarda anlatıldığı gibi, malların bir kısmının ihtikârı haram değildir, giyecek ve benzeri maddeler gibi. Saîd İbnü'l-Müseyyeb'in ihtikâr ettiği, bu maddeler olabilir. Şayet ihtikâr ettikleri maddelerin günlük nafaka olduklarını kabul etsek de diğer şartları mevcud olmayabilir. Bütün şartlarının mevcud olduğunu kabul et­sek bile Said ile Ma’ıner birer müctehittirler. Bunlara kimse itiraz edemez. Sonra baktım ki İbn Abdülberr ve diğerleri Müslim'in an­lattığı Ma’ıner ile Saîd'in ihtikâr ettikleri madde zeytinyağı idi. Zey­tinyağı ise günlük nafakadan değildir. Nitekim Şafii, Ebû Hanîfe ve diğerleri bunu böyle kabul etmişlerdir ve doğrusu da budur. Kurtubi diyor ki: “Mâliki mezhebinde meşhur olanı da budur.”

Saîd İbnü'l-Müseyyeb'in: “Ma’mer de ihtikâr ederdi” demesi, Ma’ıner'in, zararsız maddelerde ihtikâr ettiğidir. Zeytinyağı, katık, elbise ve benzeri gibi şeylerdir.

Ulemâ diyor ki: “İhtikârın haram olmasındaki hikmet, insanları zarara uğratmamak içindir. Nitekim ihtiyaç zamanında bir adamın elinde fazla yiyecek bulunursa onu satmaya cebredilmekte ittifak vardır”.

Şayet bu kimsenin sakladığı maldan piya­sada varsa bu da ihtikâr olmaz.[1673]

 

189. Kebire: Küçük Çocuğu Anasından Ayırmak

 

Hasen ve garip olduğunu söyleyen Tirmizi, Dârekutni ve Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in rivayetlerinde Ebû Eyyub diyor ki: “Ben Resul-i Ekrem'in:

“Kim ki anası ile yavrusunu birbirinden ayırırsa, Allahu Teala da kıyamet günü onu sevdiklerinden ayırır.” [1674]buyurmuştur.

Darekutnl'nin rivayetinde:

“Anasını çocuğundan ayıran melundur.”, buyurulmuştur. Ebû Bekir b. Abbas, hadisin metninin mübhem olduğunu söylemiştir.

Tembih: Çocuğu anasından ayırmanın Kebire olması, bu hadis­lerin zahirinden anlaşılmaktadır. Hatta yalnız birinci hadisi Sahih kabul etsek, yine kafidir. Çünkü burada şiddetli veld vardır. Zira kı­yamet günü kişi ile sevgilisini ayırmanın acısı oldukça büyüktür.

Ben de derim ki; ulema, ana ile yavrusunu birbirinden ayırma­nın haram olduğunu bu hadisden aldıkları gibi, Kebireden olması da bundan anlaşılmaktadır. Çünkü her ikisinin dayanağı olan şiddetli veld bu hadlsde vardır.

Şayet, buradaki veidin tevcihi nedir? Halbuki Allahu Teala:

“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkes kendi derdine düşer. O gün birta­kım yüzler aydınlıktır, gülmekte ve sevinmektedir.”[1675], buyur­muş ve herkesin kıyamet gününde en yakınlarından kaçacaklarını haber vermiştir. Daha bu ayırmaktaki veid nerede? dersen.

Derim ki; bir defa hadisin şevki, korkutmak için olduğundan ke­sin bir nassdır. Buna göre bu da Resül-i Ekrem'in, “Dünyada ipek giyen ahirette ipek giyemez, dünyada içki içen cennet içkilerinden içe­mez. Bu, tam karşılıklı bir cezadır.” buyurduğu gibidir. Yani bu hadislerdeki gaye “Cennette giyemez.” demek olduğu gibi, bizim eli­mizde olan hadiste de “kıyamet günü”nden murad, cennettir. Âyet­teki kaçmak, mahşer yerindedir. Hadisteki ayrılık ise cennettedir. Binaenaleyh, “Âhirette ipek giyemez.” hadisinden delil çekerek ule­mâ ipek giymenin kebairden olduğunu söyledikleri gibi, biz de bu hadîsden anneyi çocuğundan ayırmanın kebairden olduğunu anla­dık. Çünkü aralarında cihet-i cami vardır. Bu da her ikisinin kendi cinslerinden ceza görmeleridir. Aynı zamanda İpek elbise haberinde,

“Oradaki elbiseleri ipektendir.” [1676], âyeti bir tahsis olduğu gibi, ayrılık haberinde de,

“İnanan, soyları da İnançta kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız,” [1677]âyeti bir tahsistir. Çocuğu anasından ayırmanın haram olmasının şartı, çocuğun küçüklük veya akil dengesizliği se­bebiyle temyiz yeteneği olmaması halinde onu her ne şekilde olursa olsun -hatta anasının rızası olsa da- ayırmaktır. Çünkü çocuğun da bir hakkı vardır, bu tasarruf batıldır. Ancak bu, âzâd suretiyle olursa bu hüküm dışındadır. Ana bulunmadığı vakit baba, dede, ba­ba veya anadan büyük anne -ne kadar yukarı giderse- bu hü­kümde anne gibidirler.

Çocuğu, baba veya dedesiyle birlikte satmak caiz olduğu gibi, kendi başına yiyip içebilen ve diğer tabiî ihtiyaçlarını gören çocuğu da satmak caizdir. Bunun için belirli bir yaş haddi yoktur. Bazen bünye itibariyle gelişmiş olan çocuk beş yaşında bu duruma gelebil­diği gibi, bazen de yedi yaşını geçtiği halde bu işlerini kendi başına başaramaz. Bulûğa erdikten sonra da -birisi hür olduğu takdirde- yine aralarını ayırmak mekruhtur.

Yolculukta da karı ile temyiz yeteneği olmayan çocuğunu bir­birinden ayırmak haramdır. Fakat hayvanın memedeki yavrusunu -şayet kesmek için satıyorsa- caiz, fakat henüz sütten ve emmek­ten kurtulmamış olduğu halde başka maksatla onu anasından ayır­mak haram ve bu satışı, batıldır.[1678]

 

191. Kebire: Yaş Ve Kuru Üzümü Şarap Yapacak Adama Satmak

 

192. Kebire: Kötülük Yapacağı Bilinen Bir Adama Genç Çocuğu Teslim Etmek

 

193. Kebire: Bir Cariyeyi Fuhşa Teşvik Edeceği Tahmin Edilen Adama Vermek

 

194. Kebire: Çalgı Aleti Olarak Kullanacağı Bilinen Bir Kimseye Tahta Parçası Ve Benzeri Malzemeyi Satmak

 

195. Kebire: Bizi Öldürecek Düşmana Silah Satmak

 

196. Kebire: İçecek Olduğu Bilinen Kimseye İçki Satmak

 

197. Kebire: Kullanacak Adama Uyuşturucu Maddeler Satmak

 

Bunları büyük günahlardan sayan kimseyi görmedim. Bununla beraber kebâirden olmaları uzak bir ihtimal değildir. Vasıtalara maksatlarm hükmü verildiğine ve bunlardaki maksatlar Kebire ol­duğuna göre, o maksatlara vesile olan bunların da Kebire olmaları gerekir.

Taharet bölümünden önce yazdığımız, “İslamda kötü bir âdet icad edenin cezası kendisine ait olduğu gibi, ona bakarak ondan son­ra o günahı işleyenlerin cezası gibi bir ceza da kendi defterine yazı­lır.” mealindeki hadis, bunun delilidir. Haram olması için yalnız bir şüphe, kesin kanaat gider. Fakat kebire olması için şüphede tereddüt vardır. Yâni şüphe üzerine bunları yapmanın Kebire olması şüpheli­dir. Meselâ, cariyeyi, kötülük yapma şüphesi olan adama, silahı bize karşı savaşma ihtimali bulunanın, horozu ve öküzü dövüştürme ihti­mali olan kimseye satmak gibi. Bunların kebâir olmasında tereddüt vardır. Bununla beraber bunların bazısı diğer bazısından kebâire daha yakındır.

Bundan sonra Şeyh Alai'nin, şarap satmanın kebâirden olduğu­na dâir Ashâb'ın sarahaten yazdığım gördüm. Burada satın almak, parasını yemek, taşımak ve bunun peşinde gezmek de aynı hüküm­dedir, dedi. Binâenaleyh, içki bölümünde bu hususta daha geniş bil­gi verilecektir.[1679]

 

198. Kebire: Alıcı Olmadığı Halde Başkasının Alışverişini Bozmak

 

199. Kebire: Satış Üzerine Satış

 

200. Kebire: Alış Üzerine Alış

 

Alıcı olmadığı halde başkasının alışverişini bozmak, satış üzeri­ne satış ve alış üzerine alış yapmanın kebâirden olması muhtemel­dir. Zira bunlarda başkasını oldukça zararlandırmak vardır. Şüphe­siz başkasını zararlandırmaya çalışmak, kebiredir.

Nitekim yukarda buna işaret edilmiştir. Aynı zamanda bu şekil davranış, ve aldatmadır. Hile ve aldatmanın kebireden olduğu iler­de gelecektir. Fakat bütün bunlara karşı “Ravza” da anlattığı, “îhtikâr, başkasının alışverişine vurmak, fiyatı artırmak, bir kimse bir kız isterken araya girip ona talip olmak, daha pahalı satmak için köylünün malını şehirliye sattırmak, kervanı karşılayıp yolda malı ellerinden almak, südü çok görünsün diye hayvanı sağmadan piya­saya sürmek, kusurunu gizleyerek bir malı satmak, zarûretsiz ve keyfî olarak köpek saklamak, haram olmayan içkiler bulundurmak, Müslüman köleyi kâfire satmak, mushaf ve diğer şer'i kitapları kâ­fire satmak, küçük günahlardandır” sözlerinin çoğunda itiraz var­dır. Kebireyi, kendisine dünyada peşin ceza vârid olan günahlar ile tarif edersek, o zaman bu hüküm doğru olabilir. Fakat bizim yaptı­ğımız gibi, hakkında şiddetli veldler vârid olanlar kebiredir, dersek, o zaman -Ravza-nın dediği yerinde olmaz. İlerde böyle aldatıcılık hakkında şiddetli veîd ifade eden hadisler anlatılacaktır. Bunun gibi Müslümana eziyet ve ihtikâr hakkında da rivayetler gelecektir. Kebâir için en uygunu bizim dediğimiz gibi, hakkında şiddetli veîd bu­lunan suçlardır.

Daha sonra baktım ki, benim sarahaten yazdıklarıma Ezrai de işaret, etmiş ve “Ravza’nın mutlak olarak sağiredir dediği bazı gü­nahlarda itiraz vardır.” demiştir. Böylece benim açıkça zikrettiğim ve Ezrai'nin işaret ettiği hususlar “Havza'nın bazı misâllerinin silin­mesine sebep olmuştur. ( Necş ) hile için, yâni almak niyeti ol­madığı halde piyasayı artırması için fiyat artırmaktır. Bey' üzerin­de beyi', müşteriye, “Sen bundan vaz geç, ben sana bu para ile hattâ daha ucuza aynı şeyi vereyim” demektir. Şira üzerine şira ise, satın alan satan adama, satışta muhayyer olduğu bir sırada, -Sen bundan vazgeç, ben daha pahalısına bunu senden alırım”, demektir.

İmamlar diyorlar ki: “İki taraf bir fiyatta anlaştıktan sonra, müş­teriye daha ucuza aynı malı teklif etmek haramdır. Sattıktan sonra alışverişi bu şekilde bozmak daha şiddetlidir. Alışveriş üzerine vu­rulmaz fakat adamın aldandığını görünce, onu bozdurmasının caiz olduğunu söyleyenler vardır. Fakat hadîse uygun olan, en doğrusu, her ne suretle olursa olsun alışverişe vurmanın yasak olmasıdır. Zira bunun her seklinde zarar vardır.[1680]

 

201. Kebire: Alışverişte Hile Yapmak Ve Aldatmak

 

Alışverişte aldatmak, satacağı ineği çok sütlü görünsün diye sağ­madan piyasaya sürmek gibi.

Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Bize silah çeken bizden değildir. Bizi aldatan, bizden değildir.”[1681], buyurmuştur.

Yine Müslim, Tirmizi ve İbn Mace'nin Ebû Hureyre (r.a.î den ri­vayetlerinde:

“Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir buğday yığınının yanına gitti. Elini yığının içine soktu. Eli ıslandı. (Çünkü buğdayın iç kısmı yaş idi) Resûl-1 Ekrem buğday sahibine:

“Ey buğday sahibi bu nedir?” diye sordu. Adam:

“Yağmurdan ıslandı, ya Resûlallah,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Islak olanı üste koysaydın da insanlar görseydi olmaz mı idi?” buyurduktan sonra:

“Bizi aldatan bizden değildir,” buyurdu.[1682] Tirmizi'de, “Bizi aldatan” yerine, “Aldatan.” şeklindedir.

Bu hususta Ebû Davûd şöyle rivayet eder:

“Resûl-i Ekrem satıl­makta olan bir yığın buğday gördü. Sahibine:

“Buna kaça satıyorsun?” diye sordu. Adam:

“Şu kadar dirheme satıyorum,” diye fiyatını bildirdi. Bu sırada Resûl-i Ekrem'e:

“Elini buğdayın içine sok,” diye vahyedildi. Resûl-i Ekrem elini buğdaya sokup elleri ıslanınca:

“Aldatan bizden değildir,” buyurdu.[1683]

Ahmed, Bezzâr ve Taberâni'nin rivayetlerinde:

“Resûl-i Ekrem bir buğday yığınına uğradı. Sahibi buğdayını övdü durdu. Resûl-i Ekrem elini buğdayın içine soktu ve iç kısmı bozuk çıktı. Resûl-i Ek­rem ekinin sahibine:

“Bu (iyi olanı) ayrı, diğerini de ayrı sat. Böyle bizi aldatan biz­den değildir,” [1684]buyurdu.

Taberânî'nin ceyyid sened ile “Evsat”ındaki rivayetinde: “Resûl-i Ekrem çarşıya çıktı. Orada bir yığın buğday gördü. (Dıştan güzel görünen buğdayın) içine elini sokunca eli ıslandı ve üzerine yağmur yağdığı anlaşıldı. Resûl-i Ekrem avucu ile ıslak buğdayı çıkardı ve:

“Niçin böyle yaptın?” diye sordu. Adam:

“Seni hak peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, bun­lar bir buğdaydır, bir harmanın malıdır. Yalnız bir kısmı yağmurdan ıslanmıştır.” Resûl-i Ekrem:

“O halde neden yaş olanını bir tarafa, kuru olanını bir tarafa ayırıp, “İşte bu ıslanmış bu da kurusu, hangisini isterseniz onu alın” demedin? Müşterileri de ekini olduğu gibi görür ve dilediklerini alır­lardı. Bizi aldatan bizden değildir.” [1685]buyurdu.

Taberânî'nin “Kebir”inde senedi sika olan bir rivayetinde: “Resûl-i Ekrem yiyecek satan bir adama uğradı ve:

“Ey yiyecek sahibi, bunun altı da üstü gibi midir?” diye sordu. Adam:

“Evet, ya Resûlallah,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Müslümanları aldatan onlardan değildir.” [1686]buyurdu.

Beyhaki ve Isbahânî'nin sened-i lâbeis ile Ebû Hureyre (r.a.) den mevkuf olan rivayetlerinde:

“Ebû Hureyre (r.a.) Hirre tarafına gitti. Orada birisini gördü taşıdığı sütü satıyordu. Ebû Hureyre bu adamın süte su karıştırdığını farketti. Bunun üzerine adama:

“Kıyamet günü bu sütün suyunu ayır dedikleri vakit nasıl ya­pacaksın?” diye sordu.[1687]

Taberâni “Kebirinde ve Beyhakî'nin rivayetlerinde:

“Adamın biri kendisine ait bir gemide üzüm şırası satıyordu. Kendisiyle bera­ber gemide bir de maymun bulunuyordu. Şırayı su ile karıştırdı. Bu arada maymun para kesesini yakaladığı gibi geminin direğine tır­mandı. Orada kesenin ağzını açtı. Keseden bir dirhem alıyor yukar­dan aşağı geminin içine, diğer bir dirhemi de denize atıyordu. Böy­lece kesenin içindeki paranın yarısını suya diğer yarısını da geminin içine boşalttı. Böylece gemi sahibinin ona kattığı suyun parasını denize atmış oldu.” [1688]

Beyhakî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Satacağınız süte bir şey katmayınız.” buyurdu ve sonra Meklefe hadisini anlattı. Sonra hadise vaslederek:   “Dikkat edin sizden önce adamın biri bir köyden bir miktar şura aldı. Ona o kadar da su kattı. Bir maymun satın alarak gemiye bindi. Gemide şırayı sattı ve paraları keseye doldurdu.   Bir ara maymun keseyi yakaladığı gibi geminin direğinin tepesine çıktı. Kesenin ağzını açtı. İçinden tek tek aldığı dirhemlerden birini denize diğerini de geminin içine attı. Böy­lece parayı ikiye böldü. Adamın şıraya kattığı suyun parası yine su­ya gitti.” [1689]

Yine diğer bir rivayet şekillerinde: “Eskilerden birisi, tulumun yarısını şıra diğer yarısını su doldurdu ve böylece sattı. Bu sırada bir tilki gelerek kesesini kaptığı gibi direğin tepesine çıktı ve para­ların bir kısmım denize diğer yarısını keseye attı.”[1690] Bunların ayrı birer olay olmaları muhtemeldir.

Bezzâr'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem, “Bizi aldatan bizden değil­dir.”[1691] buyurmuştur. Aslında bu hadis on küsur sahâbîden riva­yet edilmiştir.

Ebû Suba' anlatıyor ve diyor ki: “Vesile b. el-Eska'ın mahalle­sinden bir deve satın aldım ve yola çıktım. Vasile ardımdan eteğini sürüyerek koşa koşa geldi ve:

“Deveyi satın aldın mı? diye sordu. Ben:

“Evet, satın aldım,” dedim. O:

“Ben sana onun kusurunu anlatacağım,” dedi. Ben:

“Ne anlatacaksın? Besili, güzel bir deve,” dedim. Vasile:

“Bunu binip yola gitmek için mi yoksa eti için mi aldın?” diye sordu. Ben:

“Evet, hacca gitmek için aldım,” dedim. Vasile:

“O halde sen bunu hemen geri ver,” dedi. Devenin asıl sahibi:

“Nedir bu yaptığın? Neden alışverişimizi bozuyorsun? Ben de­veyi sattım geri almak istemem,” dedi. Vasile:

satması helal olmaz. Bunu bilenin de susup söylememesi helal ol­maz.” buyurduğunu biliyorum, onun için söylemek zorunda kaldım, dedi.[1692] Hadisi Hâkim rivayet etti ve Sahih olduğunu söyledi. Beyhaki ve İbn Mâce de muhtasar olarak rivayet etmişlerdir. An­cak İbn Mâce'nin rivayetinde Vasile diyor ki:

Resûl-i Ekrem'in:

“Kim ki aybını gizlediği bir malı satarsa, devamlı olarak Allahu Tealâ’nın hışmına uğrar ve durmadan melekler onu lanetlerler.”[1693], buyurduğunu duydum, demiştir.

Ahmed, İbn Mace, “Kebir”inde Taberani, Buhari ile Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu söyleyen Hakim'in rivayetlerinde Re­sûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Bir müslüman din karde­şine kusurlu bir şey sattığı vakit -kusuru söylemedikçe- bu satış helal olmaz.” [1694]

İbn Hibban'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Mû’minler, evleri ve kendileri birbirinden uzakta da olsalar, nasihat ve sevgi ile birbirine yaklaşırlar. Kötüler, evleri ve kendileri birbirlerine yakın da olsalar birbirini aldatır ve hıyanet ederler.” [1695]buyurmuştur.

Müslim'in rivayetinde Resul-i Ekrem:

“Şüphesiz din nasihattir.” buyurdu. Resûl-i Ekrem'e:

“Kim için nasihattir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Allah, Kitabı, Resulü, Müslüman İmamları ve herkes için,” bu­yurdu.[1696]

Yine bunun gibi Tirmizi'nin hasen dediği ve Taberani'nin de aşa­ğıdaki ifade ile rivayet ettiği hadîste:

“Dinin başı nasihattir.”

“Kime? diye sorulduğu zaman Resûl-i Ek­rem:

“Allah, dini, Müslüman İmamları ve bütün Müslümanlar için na­sihattir.” [1697]buyurulmuştur.                                 

Buhari ile Müslim'in rivayetlerinde; Ziyad b. Alaka radıyallahu anh diyor ki:

“Mucire b. Şube'nin öldüğü gün Cerir b. Abdullah'ı şöyle söylerken işittim: “Bundan sonra, ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e geldim ve:

“Müslüman olmak üzere size biat ediyorum,” dedim. Resûl-i Ek­rem:

Müslümanlara nasihat etme şartı ile biat etmemi emretti. Ben de bu şartı yerine getirmek üzere kendisine biat ettim ve:

“ Bu mescidin Rabbine yemin ederim ki, size nasihat edeceğim,” dedi.[1698]

Ebû Dâvûd ve Nesei'nin bu rivayetle ilgili bölümü şöyledir: Ce­rir diyor ki:

“Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e dinleyip itaat etmek ve bütün Müslümanlara nasihatte bulunmak üzere biat ettim. “Bu zat bir alışveriş yaptığı vakit karşısındaki adama:

“Dikkat et, sizden aldığımız, size verdiğimizden bizim için da­ha makbuldür, dilediğini iste,” derdi.[1699]

Ahmed"in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kulumun, bana yaptığı ibadetin en sevimlisi, benim için öğüt vermesidir.” [1700]buyurmuştur. Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Müslümanların dertleri ile ilgilenmeyen onlardan değildir. Ak­şam ve sabah, Allah, Resulü, Kitabı, imamı ve bütün Müslümanlar için nasihatte bulunmayan da onlardan değildir.” [1701]buyurmuş­tur.

Buhâri, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde, Resûl-i Ekrem,

“Sizden herhangi biriniz kendisi için sevdiğini başkaları için de sevmedikçe (kâmil) mü’min olmaz.” [1702]buyurmuştur.

Tembih: Bu aldatmayı Kebireden saymak, naklettiğimiz bu ha­dislerin bazısındaki, “Müslümanlardan değildir.”, “Daima Allah'ın hışmındadır ve melekler onu lanetlerler.” ifadelerinden anlaşılmak­tadır. Sonra diğerlerinin de bunun Kebireden olduğunu açıkça ifade ettiklerini gördüm. Ancak “Ravza” bunu sağireden saymıştır. Fakat bu kadar veîdler karşısında bunu küçük günahlardan saymak dü­şündürücüdür.

Haram olan gışş, karıştırıp aldatmaya gelince; satıcının malında öyle bir kusur vardır ki, alıcısı o kusuru bilse onu o değerden alma­yacaktır. İşte bu kusuru gizleyip bu malı satmak, gış ve aldatmaktır. Bunun için satıcının bu kusuru söylemesi kendisine borçtur. Hattâ başka birisi bu kusuru bilse de satan adam bu kusuru gizlese, öbür adam bunu söylemenin borç olduğu da Vasile hadisinden anlaşıl­maktadır. Meselâ, bir adam bir kadını almak istese, öbür adam bu tarafların birinde geçimsizliğe sebep olacak bir kusur bilse; dostluk, ticâret veya herhangi bir ilim tahsilinde bir adam diğeri ile arkadaş olmak istese, bunların birisinde arkadaşlığa engel bir hali bilse, bunu söylemesi borçtur. İşte bunlar, Allah, Resulü ve bütün Müslümanlar için nasihattir.

Bu hususta bize uzunca bir soru sorulmuştur. Orada birçok hü­kümler vardır. Bazı dinsizlerin Allah'tan gafletleri sebebiyle bu ko­nuda yazdıkları, ortaya umumi zararlar koydukları için bu sorulan burada açıklamayı uygun buldum.

Soru şöyledir: Bir kısım tüccarlar bazı şeyleri adet haline getir­mişlerdir. Meselâ, küçük ve gayet hafif ambalajlarda biber satın alır­lar. Bunlara kendi zarflarının beş misli ağırlığında kalın kâğıt sa­rarlar, zira çoğunlukla bu biberler üç ntıl ağırlığındadır. O ağır zarf ise keten bezindendir. Böylece üç ntıl, yirmi ntıl .olur. Sonra bu zarf­lardaki biberler, zarflarla birlikte tartılır ve satılır. Alınan para zarf ile zarfın içindeki biberin tümüne birden olur. Aslında zarf ucuz ve içindeki pahalıdır. Aynı zamanda zarftan zaruri olanı, biberi koru­yacak kadarıdır. Fazlasına lüzum yoktur, hem de atılacaktır. Bu ka­bil alışveriş caiz midir? Yoksa zamanın hükümdannın uygun göre­ceği şekilde sokaklarda teşhir veya dayakla tâzir veya hapis veya Hâkim'in mezhebine göre malı iade etmeyi gerektiren aldatıcı haram­lardan mıdır? Aynı zamanda bu satış Sahih midir, yoksa batıl mıdır? Batıl ise insanların mallarını batıl ile yemenin hükmünden midir, değil midir? Valilere, şiddet kullanmak suretiyle tüccarlan bu kabil alışverişten menetmek vacip midir, değil midir? Muttaki olan tüc­carlar bu gibi tacirleri gördükleri vakit onları yetkililere haber ver­mek mecburiyetinde midirler? Yoksa böyle bir mecburiyetleri yok mudur? Bu soruların gayrisinde ve benzerinde de aynı hüküm câri midir? Bazı attar ve tüccarların yaptıklan gibi.

Meselâ, bazı maddeleri suya yaklaştırır o maddeler su çeker ve üçte bir nisbetinde ağırlaşırlar - zaferan gibi-. Yine bazı elbisecilerin elbiseyi gizlice tamir edip, tamir edildiğini göstermeden ve söy­lemeden satmaları; diğer bazılarının, kullanılmış elbiseyi temizleyip kolalayıp ütüledikten sonra yeni imiş gibi piyasaya sürmeleri; diğer bazılarının da anzali yeri boyamaları ve bazılarının cilalayıp kusur­larını gizleyerek satmalan; diğer bazılarının gümüşü beyaz maden, altını bakır ile karıştırıp satmaları; bazı kuyumcuların işlemek üze­re pazarlık edip aldıkları gümüş veya altın işlemeyi kaplayarak hile yapıp bakır veya nikel madeni katmaları-, diğer birçok satıcıların sattıkları maddenin kaliteli ve iyi olanlarını üste gelecek şekilde kasaları dizip piyasaya sürmeleri veyahut âdisini iyisine katarak onu da iyiymiş gibi aynı fiyattan satmaları ve bunlara benzer çeşitli hile yollarına baş vurup mal satmaları gibi.

Bütün bunları böyle tek tek saymaktaki gayemiz, bunlardaki hükmün ne olduğu bilinmekle diğerlerini de bunlara kıyas etmek içindir. Şayet san'atkar, işçi, tüccar, satıcı, attar, kuyumcu ve ben­zerlerinin işlerini inceleme imkanın olsa gerçekten aldatma, kötüyü iyiye karıştırma, kusur gizleme, hıyanet, aldatma, yalan söz ve çeşitli hilelerle insanı yanıltacak ve nefret ettirecek öyle çirkin yollar bu­lursun ki, bunları görmek şöyle dursun, işitip duymak dahi istemez­sin. Zira biz onları muamelelerinde, birbirini kılınçları ile öldürmeye kalkışan iki kişi gibi görürüz ki, gerçekten birinin gücü yetse hemen diğerini öldürecektir. İşte zamanımızın tüccarları, alıcı ve satıcıları da aynen böyledir. Elinden gelse çeşitli hileler yapmak suretiyle ve insafsızca karşısındakinin bütün servetini elinden alıp onu hemen yoksul bale getirmeye çalışır. Bu sûretle birisini vurup aldatırsa bu­na son derece sevinir ve, “Gördün mü yaptığın hilelerle bu adamı ne güzel aldattın” diye gururlanır da adeta leşe konmuş kelbln leşden hiç bir şey bırakmayıp hepsini yiyip bitirmesi gibi hırslanır ve, “Ha­di bu adamda ne varsa hepsini al” diye teşvik eder. İşte bugünkü ti­cari ve sınai ahlakın özeti bundan ibarettir ve belki de daha fenadır.

İşte sizden istediğimiz bütün bunlarla ilgili hükümleri açıklayıp efkar-ı ammeye doyurucu bir bilgi vermenizdir ki, artık açıklama­nıza muhalefet eden, açıkça helak olup azaba hak kazandığını bil­sin. Açıklamalarınıza uyanlar da hakikat yolunda olup gerçeği ya­şamış olsunlar. Bunun için bu hususta sadre şifa verecek şekilde ye­teri kadar açıklamada bulunun. Zira zamanımız İnsanlarının bütün bu konularla ilgili hükümlerin açıklanmasına şiddetle ihtiyaçları var­dır. Zira bunların günah ve yasak olduğunu bilerek İşleyenleri var­sa da çoğu bilmeyerek bu bataklığa düşüyor. Durumu açıklarsan çoklarını kurtarmış olursun. Bu husustaki sa'yınu meşkûr olsun ve Allahu Teala seni cennet ile mükafatlandırsın.

İşte soru budur. Fakat bu o kadar geniş bir soru ve o kadar çok suret ve şekilleri, o nisbette fazla hükümleri olduğu, insanların bu­na son derece ihtiyaçları olup burada sorulan ve sorulmayan her me­selenin açıklaması yapılarak genişçe hükmün anlatılması gerekti­ğinden bu hususta özel bir eser yazmak gerektir. Gerçekten bu al­datma ve hile yolları pek çoktur. Bunlardan pek az kimse korunabilir. Bunlar da bu pisliklerden Allahu Teala'nın kendilerini koruduğu kimselerdir. Şayet Müsait zaman bulursam, bütün bu hile yollarını ve din! hükümlerini ihtiva eden bir eser yazmayı düşünüyorum. Şimdilik âsiyi sakındıracak ve muvaffak olanı yararlandıracak olan hu­suslara işaret edeceğim. Allahu Teâlâ kimin hidâyetini dilememişse o, hidâyete ulaşamaz. Ona kimse hidâyet edemez. Buna göre de­rim ki :

Zarfı mazrufundan ağır olan şeyi satma meselesine gelince; Şafiîlere göre zarf’ın ne kadar ağır olduğu bilinmezse satış batıldır, zi­ra bu, “Bey'i garar” hükmündedir. Havadaki kuşu, denizdeki balığı satmak gibidir. Çünkü aldığı zarfın zarf olarak ağırlığı nedir, içindekinin ağırlığı nedir? Yâni bu alıcı ne kadar ne aldığını bilmiyor. Resül-i Ekrem bu gibi alışverişten nehyetmiştir. Yalnız zarfın için­deki malın ağırlığını bilmezse veya zarfın hiç bir değeri olmazsa, yi­ne alışveriş batıldır. Çünkü bu, değersiz bir şeyi değerlendirme ka­bilinden olmuş olur. Buna göre birinci maddede anlattıkları alışve­rişin batıl olduğu meydandadır. Çünkü fâsık tüccar bu biberi satın alır. Sonra onu ağır getirecek şekilde yamalı bir keten bez içine kor. (Veya torba kese kâğıdını kalın ve birkaç kattan yapar, alt kısmını da fazla miktar çiriş ile doldurur.) Bu suretle zarf alabildiğine ağır­laşır. Sonra bu zarfı satılacak madde meyanına sokar ve beraberce tartıp zarfı da onun fiyatına satar. Meselâ, yüz gramı beş liraya diye satar. İşte bu, batıldır. Çünkü zarfı da içindeki maddeye katarak satmıştır. Zarfın ağırlığı da belli değildir ki, dara olarak düşülsün. İçindeki madde yüz liralık ise, o, değersiz ambalaj da yüz liradan sa­tılmıştır. (Yâni ambalajın üstünde, bu ambalaj net olarak şu kadar­dır diye yazılmıyor. İçinde elli gram varsa elli gram da ambalajı­dır.) İçindeki maddenin net olarak ağırlığı belli olmadığı için, bu­rada bir aldatma vardır. Çünkü onlar bu ambalajı dış görünüşü iti­bariyle hafif gösterirler. Bunun ağırlık bakımından önemli olmadığı tahmin edilir. Fakat sonradan açılıp içindeki kat kat kâğıtlar ve bol miktarda çiriş görüldüğü vakit, ambalajın ne kadar ağır olduğu o zaman ancak anlaşılır. Meselâ, görünürde 25 gram olduğu tahmin edilen kese kâğıdı, ambalaj sonradan açılıp bakıldığı vakit yüz gram olduğu anlaşılınca, işte bu aldatma ve zararlandırmadan dolayı bu ticaret batıldır. İşte bu, Allah ve Resulünün yasakladığı hileyi irtikâb ile Allah ve Resulüne karşı ihanet ve hıyanet olur. Bütün kazancını vereselerine terkedip, bunların hesabını vermek üzere Alla­hu Teâlâ’nın huzuruna çıkacağına inanan bir kimsenin bu gibihileli-yollardan kaçması ve korunması gerekir. İşin acı tarafı, böyle meşru olmayan yollardan edindiği serveti vereselerine de hayır etmez. Ço­ğunlukla tüccar çocukları babalarından kalma servetlerini kötü yerlerde yiyip bitirdikleri herkesin görüp bildiği bir gerçektir. Durumu bu olan kimse daha nasıl olur da kardeşinin servetini hile yolu ile elinden almaya çalışır. Bu gibi alışveriş yapanlar kılıçları ile birbi­rini öldürmeye kalkışan iki kişiye benzerler. Bu ise ne Müslüman-lığa ve ne de İslâm kanunlarına uymaz. Zira Resûl-i Ekrem,

“Mü’min mü’min için, bir binanın birbirini bağlayan kerpiçleri gibidir.” [1703]

“Mü’min, müminin kardeşidir. Ona zulmetmez, kötü söylemez ve ona karşı azgınlık etmez.” buyurmuştur. Biz, ticareti, alışverişi haram etmiyoruz. Zira Ashâb-ı Kiram da ticaret yapmışlardır. On­lardan sonra gelen âlim ve sâlihler de ticaretle iştigal etmişlerdir. Ancak şer'î hükümlere riâyet eder ve Allahu Teâlâ'nın,

“Ey mü’minler, mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticâretle yiyin.”[1704] buyurduğuna uygun olarak hareket ederlerdi. Allahu Teâlâ bu âyet-i celîle'de ticâretin makbul ve helâl olmasını tarafların rızasına bağlamıştır. Rıza ise, hile ve al­datmanın bulunmaması ile mümkün olacaktır. Elbette müşterinin anlayamadığı hile yolu üe aldatılarak parası elinden alınıp yapılan satışın, Allah ve Resulünün hışım ve gazabım gerektirecek şekilde şiddetli haram olduğunda şüphe yoktur. Bu kabil tüccarlar, yukardaki âyet ve hadislerin hükmüne girerler. Allah ve Resulünün rıza­sını, din ve dünyasında selâmeti, şerefini ve âhiretini düşünen kim­se, dinine yarayışlı olanını araştırsın. Böyle hileli yollardan ve bu ka­bil alışverişlerden son derece sakınsın. Böyle ambalajı ile satmak zo­runda kaldığı mallarda, “Ambalajın ağırlığı budur, net şu kadardır” diye bildirsin. Böylece zarfın ağırlığını bildirdikten sonra belirli bir fiyatta her ikisini, yâni zarf ile mazrufu birden satmak caizdir. Me­selâ, “Bunun zarfı elli gram, içindeki asıl madde yüz gramdır. Ben her ikisini size elli liraya satıyorum” dese, alıcı da malı gördükten sonra ve eline almadan satsa, bu satış makbuldür. Yasak olan, zar­fında hile yapıp onu göründüğünden daha ağır yaparak ve ağırlı­ğını haber vermeden yapılan satıştır.

İşte birinci soru ile ilgili, yâni zarf ile mazrufun bir fiyatta sa­tılmasının cevabının özü budur.

Soranın anlattığı gibi, değil bir Müslümandan, kâfirden bile mey­dana gelmesi düşünülemeyen çeşitli aldatıcı ve hîle yolları ile insanı hayretlere düşürecek şekilde yapılan sahte alışverişlere gelince ki, tüccarlar, attarlar, bezzarlar, kuyumcular, sarraflar, çulha ve doku­yucular, diğer sermayedarlar ve san'atkârların yaptıkları anlatılan bütün hileler tamamen haramdır. Bunu yapanlar batıl ile insanla­rın mallarını yiyen, hain ve fâsıklardır. Onlar bu gibi hilelerle Al­lah ve Resulünü aldatmaya kalkışırlar. Halbuki gerçekte kendilerini aldatmış olurlar. Çünkü bütün bu gibi hîle yollarının cezalarını ken­dileri çekeceklerdir. Ticarî ahlâkın bu derece bozulması, san'atlara bu kadar hîle katmalar, zamanın bozulduğuna ve kıyametin yaklaştığına delildir. Bütün bunlar mal ve muamelenin bozulması­na, ticârette, alışveriş ve ziraatte ve topraktan bereketin kalkması­na sebeptir. Bu hususta Resûl-i Ekrem'in şu mübarek sözleri düşün­dürücüdür. Resûl-i Ekrem:

“Kıtlık yağmurun yağmaması demek değildir, asıl kıtlık, yağ­mur yağdığı halde sizin için bereketli olmamasıdır.” buyurmuştur.

Yâni sizin ticâret ve muâmelelerinizdeki bu çeşitli hîle ve hak­sızlıklarınız, tüccarlarınızın irtikâb ettikleri bu çirkinlikler, hüner ve san'at sahiplerinin bu hileleri sebebiyle bereket kalkar. Ve yine bütün bu sebeplerden, Allahu Teâlâ zâlimleri, bu milletlerin başına musallat eder ve haksız yerda mallarını ellerinden alırlar, bütün kapalı işlerini açığa çıkarırlar. Hattâ bu kadarla da kalmaz, Allahu Te­âlâ kâfirleri onlara musallat eder, kâfirler onları esir eder, memle­ketlerinden çıkarır, çeşitli işkencelere tâbi tutarlar. Nitekim Müslümanlann bu gibi felâketlerle karşılaşmaları, daha ziyade bu ticari ve iktisadi ahlâkın bozulduğu asırlara tesadüf eder. Tüccarlar ve di­ğerleri çeşitli hile yollarına baş vurmuşlardır. Mallarının kusurunu gizlemek için hile yolları aramışlardır. San'atkârlar san'atlarına hile karıştırmışlardır. Boya ile kusurlarını gizlemişlerdir. Kuyumcu ve sarraflar altın ve gümüşe hîle karıştırmışlar, böylece insanların ser­vetlerini ellerinden aîmaya çalışmışlardır. Allahu Teâlâ’nın kendilerini murakabe ettiğine aldırış etmemişlerdir. O'nun azâb ve ikabına önem vermemişlerdir. Halbuki Allahu Teala daima onları murakabe halindedir. Nitekim âyetlerde:

“Allah gözlerin hainliğini ve gönüllerin gizlediğini bilir.” [1705]

“O, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.” [1706]

“Yaratan bilmez olur mu?”[1707] buyurmuştur. Onların bu ha­reketlerine karşı hem bereketi kaldırır ve hem de düşmanı kendi­lerine musallat eder. Ayrıca âhirette de onları cezalandırır.

Şayet, böyle aldatıp batıl sebeplerle halkın kanını emen hâin tüc­car ve sahtekâr san'atkârlar, Kur’an ve sünnette anlatılan cezalarını bilseler, belki bütün bu kötülüklerinden ve hiç olmazsa bir kısmın­dan vazgeçerlerdi. Başka bir cezası olmasa da Resûl-i Ekrem yukar­da yazılı hadis-i şeriflerinde anlattıklara yeterdi.[1708]

Ey çeşitli hile, fâsid ve batıl sebeplerle insanların mallarını ve kanlarını emmeğe çalışan, onları kandıran hilekâr ve aldatıcı! Bir defa düşün. Bu şekil haram plan bir kazanç ile kıldığın namaz, tut­tuğun oruç, verdiğin zekât ve yaptığın haccın sana bir kârı yoktur. Nitekim nevadan konuşmayan Resûl-i Ekrem bunu haber vermiştir. Özellikle böyle madenleri karıştırıp altın olmayanı altın, gümüş ol­mayanı gümüş diye veren, kötü ve kaliteli olmayan malı iyi mala karıştırıp aldatan, kusurunu boya ve diğer hususlarla örtüp gizle­meye çalışan kişi, Resûl-i Ekrem'in, “Bizi aldatan bizden değildir,”[1709] korkutmasına dikkat et! Müslümanı aldatmanın ne derece büyük bir günah ve akıbetinin ne kadar korkunç olduğunu düşün. Bu aldatmalar, Allah korusun, bazan insanı İslâmiyetten de uzaklaştırabilir. Yoksa Resûl-i Ekrem'in, “Bizden değildir.” buyurması, büyük tehlikelere düşürecek önemli ve ciddi olaylar karşısında olmuştur. Özellikle Resül-i Ekrem'in dehşet verici bu hadisini duyduktan sonra hâlâ aldırış etmez, dünya sevgisini tercih eder sapıklar yolunda yü­rümeğe nza gösterirse elbette o kişinin küfründen korkulur.

Yine aldatıcılar, özellikle tüccar ve attarlar ve diğer alıcısına malının kusurunu gizleyerek satıp onları aldatanlar, Resûl-i Ekrem'in şu mübarek sözü üzerinde düşünsünler:

“Bir gün Resûl-i Ekrem pa­zar yerinde hoşuna giden bir buğday gördü. Kendisine:

“Elini buğ­day yığınının içine sok” diye vahyedildi. O da elini buğday yığınının içine soktu. Eli ıslandı ve içinden ıslak buğday çıkardı. Resûl-i Ekrem buğday sahibine:

“Bu nedir?” diye sordu. Buğday sahibi:                  

“Buğdayı yağmur ıslattı,” diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem:

“O halde insanların göreceği şekilde ıslak buğdayı niye üste çı­karmadın? Bizi aldatan bizden değildir,” buyurdu.[1710] Aynı meal­de biraz daha değişik ifâdelerle rivayetler yukarda geçmiştir. Ayrı­ca süte su katıp satanlara kıyamet günü, “Bu süte kattığınız suyu ayınn” deneceğine dâir hadis metni yukarda geçmiştir. Bu, tıpkı dünyada resim, suret ve şekil yapanlara kıyamet günü bunları can­landırın, denileceği gibidir. Şüphesiz bu, onları âciz bırakmak ve on­lara hakaret için yapılacak bir tekliftir.

Dünyadaki bütün hileciler de bu şekilde mahşer yerinde teşhir ve terzil edileceklerini düşünsünler.

Yine bunun gibi malının kusurunu gizleyerek satan aldatıcılar Resûl-i Ekrem'in metinleri yukarda geçen, “Malının ayıbını açıklama­dan satış yapmak kimseye helâl olmaz.”, “Kusurlu bir malı kusurunu açıklamadan satan kimse daima Allahu Teâlâ’ınn hışmına uğrar ve melekler tarafından lanetlenir.”, “Mü’minler birbirine ev ve vücud bakımından uzak da olsalar, nasihat ve öğüt ile birbirini severler. Facirler birbirine yakın da olsalar hîle ve kıyânetle birbirini aldatır­lar.” hadîsleri üzerinde düşünsünler. Bu hususla ilgili hadisler pek çoktur. Bir kısmı yukarda geçmiştir.

Bu hadîsleri düşünen, yine çoğunlukla sualde hikâye edilen, ha­ram olan aldatma ile ilgili olduğunu bilir. Çünkü Resûl-i Ekrem mü­barek elini buğdaya soktu ve ıslak kısmının altta olduğunu gördü.

Bunun yanlış olduğunu hemen anlatmak için, “Neden yaş olanını ay­rı, kuru olanını da ayrı satmadın?” buyurdu.

Yine malında kusur olduğunu bilen kimseye, bu kusuru müşte­riye anlatmasının önemle borç olduğunu da bilir. Hattâ kendisi yâni satan malının aybını gizlerse, bu kusuru bilenin bunu müşteriye söy­lemesinin kendisine vacip olduğunu da öğrenmiş olur. Nitekim bu­nu açıklayan Resûl-i Ekrem'in hadîsi yukarda geçmiştir. İnsanların çoğu buna aldırış etmez, nemelâzım, der veya bu husustaki hükmü bilmez. Adam malı görür, almak ister fakat kusurunu bilmez. Satıcı da söylemezse böylece batıl ile sattığı kimsenin malını yer. Bu ku­suru bilip sesini çıkarmayan komşu da bu günahda satıcı ile ortak olur. O şiddetli veîdden o da payına düşeni alır. Nitekim metni yu­karda geçen bir hadîsde Resûl-i Ekrem, “Müşteriye malının aybını söylemeyen aldatıcı Allah'ın hışmına ve meleklerin lanetine uğrar.” buyurmuştur. Ayrıca Resûl-i Ekrem'in, “İslâmda kötü bir şey îcad edenin günahı kıyamete kadar kendisine ait olmakla beraber, ona bakarak bu günahı işleyenlerin günahları gibi günah da kendisine yazılır.” buyurmuştur. Şüphesiz bu hîlekâr, bu kötülüğü îcad etmiş­tir. Bu yüzden onu işleyenlerin cezası gibi bir ceza da kendisine ve­rilecektir. Mekir ve hud'a babında bu hususta açıklamalar gelecek­tir. Zira gışş ve aldatma, yanıltma ve hilenin mekânıdır. Allahu Teâlâ:

“Pis pis kurulan düzene ancak sahibi düşer.”[1711] buyurmuş­tur. Resûl-i Ekrem de mekir ve hile sahiplerinin cehennemde olduk­larını haber vermiştir.

İşte ikinci sorunun cevabı budur. Bu hususta lâfı uzatmamız, kal­binde zerre kadar imanı olanlara duyurabilmek içindir. Allahu Teâlâ'nın azamet ve azabından korkan, dini ve mürüvveti olan, öldük­ten sonra neslinin perişan olmamasını isteyen kimse, Allah'tan kork­sun. Burada anlatılan hile yollarından uzaklaşacağı gibi, burada işa­ret edilmeyen diğer hileleri bunlarla mukayese ederek onlardan da uzaklaşsın. Dünyanın fâni olup iğneden ipliğe her şeyden sorguya çekileceğini bilsin. Nitekim Hızır aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâm bir köye uğrayıp kendilerine yemek vermedikleri halde yıkılmakta olan duvarı Hızır aleyhisselâmın düzeltmesi üzerine, Mûsâ aleyhis­selâm ona:

“Madem ki duvarcılığın vardı, istesen bunlardan bu duvar kar­şılığında hiç olmazsa bir yemek parası ücret alırdın, dedi. Bu du­varın altında iki küçük çocuğa ait bir hazine vardı. Şimdi duvar yı-kılse bu hazineyi başkaları alacaktı. Onların babalan -ki rivayete göre yukarıya doğru yedinci dedeleri iyi adam idi - nın iyiliğinden bu iki yetim istifade etti ve Allahu Teâlâ hazinelerini onlar büyü-yünceye kadar korudu. İşte yapılan iyiliklerin evlâda faydası dokandığı gibi, kötülüklerin de zararı dokanır. Allahu Teâlâ bunu ha­ber vermek üzere:

“Arkalarında cılız çocuklar bıraktıkları takdirde, bundan endişe edecek olanlar, haksızlık yapmaktan korksunlar ve Allah'tan sakın­sınlar.” [1712]buyurmuştur.

Kim bu âyetler üzerinde düşünürse, kötü amelinden çoluk çocu­ğuna zarar geleceğinden korkar ve kötülüklerden uzaklaşır. Doğru­ya hidâyet eden ancak Allah'tır ve nihayet dönüş O'nadır.[1713]

 

202. Kebire: Yalan Yemin İle Malını Satmak

 

Müslim ve Sünen-i Erba'a sahiplerinin Ebû Zer (r.a.) den riva­yetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Üç kimse vardır ki kıyamet gününde Allahu Teâlâ onlarla ko­nuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları tezkiye etmiyecektir. On­lar için elem verici bir azâb vardır.” buyurmuştur. Râvi diyor ki:

“Resûl-i Ekrem bunları üç defa söylemiştir.” Ebû Zer (r.a.):

“Bunlar perişan oldular, kimlerdir, ya Resûlallah?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Elbisesini kibrinden ötürü yerde sürükleyen, verdiğini başa kakan ve ticaret malına yalan yemin ile revaç sağlayandır,” buyurdu.[1714] Diğer rivayette:

“Kibrinden izarım yerde sürükleyen ve atıyyesiyle adamı minnet altına alandır.” şeklindedir.

Tabirânî'nin “Kebir”indeki rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Üç kimse vardır ki Allahu Teâlâ kıyamet günü onlara bakma­yacaktır. Yaşlanmış saçı ağarmış zâniler, yoksul mütekebbirler ve alışverişini yeminle yapan kimselerdir.” [1715]

Taberânî'nin “Sağir” ve “Evsatındaki rivayeti, “Üç kimse var­dır kî kıyamet günü Allahu Teâlâ onlarla konuşmayacak, onları tez­kiye etmeyecek ve onlar için elem verici bir azâb vardır...”[1716] şeklindedir. Bu hadîsin râvileri kendileriyle delil çekilen sağlam kişi­lerdir.

Taberânî'nin diğer bir rivayeti de:

“Üç kimse vardır ki Allahu Teâlâ yarın (kıyamet günü) onlara bakmayacaktır. İhtiyar zâni, sermayesi yemin olup, doğruya da yan­lışa da durmadan yemin eden ve yoksul olduğu halde kibirlenip ge­zendir.”[1717], şeklindedir.

Buhâri, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Üç kimse vardır ki, kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onlan tezkiye etmiyecektir. Bunlar için elem verici azâb vardır.

1. Çölde fazla suyu olup yolculara vermeyen,

2. İkindiden sonra mal satan bir adamdır ki, alıcı kendisini tasdik ederek malı alsın diye, aslında öyle olmadığı halde, bunu, şu­na şuna aldım diye Allah'a yemin edendir.

3. Yalnız dünya menfaati için hükümdara biat eden kimsedir ki, hükümdar dilediğini verirse biatinde durur, İstediğini vermezse biatinden döner.

Bir rivayette de, “Yalan söyleyerek malına verilmiş miktardan daha fazla verildiğine yemin eden ve mü si uman m malını elinden al­mak için ikindiden sonra yemin eden ve suyunun fazlasını verme­yen kimsedir. Allahu Teâlâ da ona: “Elinin emeği olmayan şeyin fazlasını vermediğin gibi bugün de ben fazlımı senden menediyorum.” der”[1718], buyurulmuştur.

Neseî ve “Sahihinde İbn Hibbân’ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah dört kişiye buğzeder. Çok yemin eden satıcı, kibreden fa­kir, zina eden ihtiyar ve zâlim hükümdardır.” [1719]buyurmuştur.

 İbn Hibbân'ın “Sahih”indeki rivayetinde; Ebû Said radıyallahu anh şöyle demiştir: “Bedevi'nin biri bir koyun getirdi. Kendisine:

“Bunu üç dirheme satar mısın?” diye sordum, o:

“Hayır, vallahi satmam,” dedikten sonra üç dirheme sattı. Du­rumu Resûl-i Ekrem'e arzettim. Resûl-i Ekrem:

“Âhiretini dünyası için sattı,” buyurdu.[1720]

Taberâni'nin “İsnâd-ı lâbeis” ile Vâile'den rivayetinde, şöyle de­miştir:

“Biz ticâretle iştigal ederken Resûl-i Ekrem bize gelir ve,

“Ey tüccarlar yalandan son derece sakının”[1721] buyurdu.  

Buhârî ile Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Yemin mala revaç sağlar (gibi sanılır) fakat kazancın bereke­tinin yok olmasına sebeptir.”[1722], buyurmuştur.

Ebû Davud'un rivayeti, “Bereketi mahveder.” [1723]şeklindedir.

Müslim ve diğerlerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Alışverişte fazla yeminden sakının, zira o, ilk önce malı çoğal­tır fakat sonra mahveder.”[1724]

Tirmizi'nin hasen sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Doğru ve emniyetli tacir (kıyamet günü) peygamberler, doğrular ve şehitlerle beraberdir.”[1725], buyurmuştur. İbn Mâce'nin ri­vayetinde, “Müslüman olan tüccar...” şeklindedir.[1726]

Isbahâni ve diğerlerinin rivayetinde,

“Doğru ve dürüst tacir kıyamet günü Arşın gölgesinde gölgele­necektir.” [1727]Buyurulmuştur.

Beyhakî ve diğerlerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“En temiz kazanç, konuştukları vakit yalan söylemeyen, emniyet edildikleri vakit hıyanet etmeyen, va'dettikleri vakit sözlerinden dön­meyen, satın aldıkları vakit alacakları malı vermeyen, satacakları va­kit medhetmeyen, borçlu oldukları vakit alacaklıyı üzmeyen, alacaklı, oldukları vakit borçluyu sıkıştırmayan tacirlerdir.” [1728]

Buhari, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Alıcı ile satıcı meclisten ayrılıncaya kadar muhayyerdirler (yâ­ni ayrılıncaya kadar alışverişi bozabilirler). Eğer ikisi de doğru ko­nuştu, mallarının kusurlarını ve değerini olduğu gibi açıkl adıl arsa, alışverişlerinde bereket olur.

Malın aybını ve fiyatını gizlediler ve yalan söyledilerse, belki kârları olur fakat alışverişlerinin bereketini mahvederler. Yalan ye­min malı sattırır, fakat kazancı mahveder.” [1729]buyurmuştur.

Timizi, İbn Hibban ve Hâkim'in -Sahihtir dediği- rivayetle­rinde, “Resûl-i Ekrem mescide giderken insanları alışveriş yaparlar­ken gördü ve:

“Ey tüccar zümresi.” (Onlar da başlarını kaldırdı ve gözlerini Resûî-i Ekrem'e çevirerek onu dinlediler. Resûl-i Ekrem) “Tacirler, kı­yamet gününde günahkâr olarak dirilecekler, bundan ancak Allah'­tan korkanlar, iyilik yapanlar ve doğru olanlar müstesnadır.” buyur­du.[1730]

Ahmed ceyyid sened ile ve Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in ri­vayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Tacirler muhakkak günahkârdırlar,” buyurdu. Ashâb:

“Ya Resûlallah, Allah alışverişi helâl kılmadı mı?” diye sordu­lar. Resül-i Ekrem:

“Evet, helâl kıldı fakat onlar yemin eder günaha girerler, ko­nuşur yalan söylerler,” buyurdu.[1731]

Tembih: Her ne kadar bu, Kebireler arasında sayılmamışsa da, şiddetli veidleri içine alan bu hadislerden büyük günahlardan oldu­ğu kolaylıkla anlaşılır. Nitekim sonradan bazılarının bunu kebairden saydıklarını gördüm.[1732]

 

203. Kebire: Hıyanet Ve Aldatmak

 

Allahu Teâlâ,

“Pis pis kurulan düzene ancak sahibi düşer.” [1733]buyurmuş­tur.

Taharet bölümünde, “Allah'ın melerinden emin olmak” bahsinde buna dair söz geçmiştir.

Taberani'nin “Sağîr” ve “Kebir” inde ceyyid sened ile ve İbn Hibban’ın da “Sahih”inde İbn Mesüd radıyallahu anh'den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Bizi aldatan bizden değildir. Hıyanet ve aldatma (yani bunları yapan) cehennemdedirler.” [1734]buyurmuştur.

Ayrıca Ebû Dâvûd Hasan'dan mürsel ve muhtasar olarak riva­yetlerinde:

“Hile, aldatma ve hıyanet cehennemdedir.”[1735] buyurulmuştur.

Diğer bir hadiste,

“Verdiği sadakayı başa kakan, cimri ve hîlekâr cennete giremez.”[1736] Buyurulmuştur.

Başka bir rivayette de şöyle buyurulmuştur:

“Mü’min parlak ve keremlidir. Fâsık ise alçak ve aldatıcıdır.”[1737]

Nitekim Allahu Teâlâ,

“Onlar (münafıklar) Allah'ı aldatmaya çalışırlar, halbuki O, on­lara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir.”[1738], buyurmuştur.

Yâni hilecilerin uygun olarak cezalarını verir. Meselâ, mü’minlere nur verildiği gibi onlara da verilir. Fakat sırat köprüsüne gelir gelmez hemen nurları söner ve karanlıkta kalırlar. Hadiste; Cehennemliler beş sınıf insan olarak bildirildi ve akşam sabah sana, malı­na ve ehline hile düşünen de bunlar meyanında anlatıldı.

Tembih: Hile ve aldatmanın kebireden olduğunu bazıları tasrih etmişlerdir ki, yukardaki hadislerin zahirinden ve bu hadislerden an­laşılmaktadır. Zira, Hile ve aldatma cehennemdedir.” buyurulurken, bunların sahipleri kastedilmiştir.[1739]

 

204. Kebire: Ölçü Ve Tartılarda Az da Olsa Hile Yapmak

 

Allahu Teâlâ:

“İnsanlardan, kendileri bir şeyi ölçerek aldıkları zaman tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak verdiklerinde eksik tutan kimselerin, ölçü ve tartıyı kendi çıkarına eksik tutanların vay hali­ne. Bunlar büyük bir günde tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? O gün insanlar âlemlerin Rabbi huzurunda dururlar.”[1740], buyurmuştur. Bu ölçü ve tartılarda kendilerine alırken biraz fazla, başka­larına verirken biraz eksik verenler, azabı şiddetli olan âlemlerin Rabbi huzurunda duracakları dehşetli günü hatırlamazlar mı? On­lar kabirlerinden çıplak, yalın ayak, baş açık olarak haşrolacakları günü düşünmezler mi? O günde kimisi şimşekten daha sür'atli vası­talara bineceği halde kimisi düşe kalka gidecektir. Bütün buradaki imkân, kolaylık veya zorluklar dünyadaki amellerine göre değişe­cektir. Nihayet Rabbilerinin huzurunda hesap vereceklerdir; hayır ise hayır, şer ise şer cezası göreceklerdir.

Âyet-i celile'nin sebeb-i nüzulünü Suddî şöyle anlatıyor: “Resûl-i Ekrem Medine'ye hicret ettiği vakit orada Ebû Cuheyne adında bir tacir vardı. Bu tacirin iki ölçeği vardı. Biriyle alır diğeri ile satardı. İşte bu âyet bunun üzerine nazil olmuştur.”

İbn Mâce, “Sahih”inde İbn Hibbân ve Beyhakî'nin rivayetlerin­de; İbn Abbâs (r.a.) diyor ki:

“Resûl-i Ekrem Medine'ye geldiği va­kit Medine halkı ölçü bakımından hiç de iyi olmayan bir durumda idi. Bunun için Allahu Teâlâ Mutaffifin sûresinin ilk ayetlerini in­dirdi. Bu âyetin nüzulünden sonra onlar da ölçü ve tartılarını düzelt­tiler.” [1741]

Tirmizî'nin İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetinde Resûl-i Ekrem bu ölçüp tartanlara hitaben:

“Siz öyle iki işi üzerinize almış bulunuyorsunuz ki, sizden önce­ki milletler bu işde helak olmuşlardır.”[1742] buyurmuştur. Bu ha­dîste, râvileri arasında metruk var. Doğrusu hadîsin İbn Abbas (r.a.) mevkuf olmasıdır, şeklinde itiraz edilmiştir.

Lafzı İbn Mâce'ye ait olmak üzere, İbn Mâce, Bezzâr, Beyhaki ve Müslim'in şartına göre Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in rivayet­lerinde Resûl-i Ekrem:

“Ey muhacirler topluluğu, o günleri görmenizden Allah'a sığını­rım, beş çeşit kötü hasletle mübtela olduğunuz vakit (haliniz nice olur?) Herhangi bir millette fuhuş ve zina zahir olur. çoğalır ve bu­nu açıktan açığa yapmaya başlarlarsa, bunlarda taun ve geçmişlerinde bulunmayan çeşitli hastalıklar baş gösterir. Eksik ölçüp tart­tıkları zaman onları kıtlık yılları, geçim sıkıntısı ve hükümdarların zulmü terbiye eder. Mallanma zekâtlarını vermedikleri vakit. Alla* hu Teâlâ da onlardan yağmuru keser. Eğer canlı hayvanlar olmasa onlara bir damla yağmur bile düşmezdi. Allah ve Resulünün ahdini, onlara verdikleri sözü bozup isyana daldıkları vakit, Allahu Teâlâ onlara dıştan bir düşman musallat eder ve ellerinde kalanı da onlar­dan alırlar. İmamları Allahu Teâlâ'nın Kitabı ile hükmetmediği va­kit, iç karışıklıklarla huzursuz olurlar.” [1743]buyurmuştur.

Mâlik'in   İbn Abbâs (r.a.) a mevkuf, Tâberânî ve diğerlerinin merfû olarak rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Herhangi bir millette hıyanetlik baş gösterirse, Allahu Teâlâ on­ların kalblerine korku ilka eder. Herhangi bir millette zina yaygın hale gelirse, orada ölüm çoğalır. Herhangi bir millet ölçü ve tartıyı eksik yaparsa, Allahu Teâlâ onların rızkını azaltır. Haksız hüküm verenler arasında da kan davaları artar. Herhangi bir toplum muahedeyi bozar ve verdiği sözde durmazsa Allahu Teâla onlara da düş­manı musallat eder.” [1744]

Beyhaki'nin İbn Mesûd (r.a.) e mevkuf, diğerlerinin merfû riva­yetlerinde:

Allah yolunda ölmek, emânete hıyanetten başka bütün gü­nahlara keffâret olur. Allah yolunda da öldürülse kıyamet günü (Al­lah'ın huzuruna)   getirilir ve: 

Uhdene tevdi edilen emâneti öde.” derler. Kul:

“Ya Rabbi, dünya gitti (o dünyada kaldı) nasıl ödeyebilirsin? der.

“Bunu Hâviye cehennemine götürün” denilir ve oraya götürü­lür. Emâneti, kendisine verildiği günkü şekline sokulur. Adam onu görür, tanır ve peşine takılır. Nihayet ona yetişir ve onu iki omuzu üzerinde taşır. Öyle ki, oradan çıkacağını sandığı zaman ayağı ka­yar tekrar İçeri düşer, o da bir daha geri dönmemek üzere peşinden gider.” buyurdu. Sonra devamla: “Namaz emanettir, abdest emanet­tir, tartmak emanettir, ölçmek emanettir.” buyurdu ve bunlara ben­zer daha pek çok emanetler saydı. Bu emanetlerin en ağırı, başkala­rının vadi'asıdır.” Havi diyor ki: “Bora b. Âzib (r.a.) e giderek;

“Şu İbn Mesûd (r.a.) un söylediklerine ne dersin?” diye sordum. Berâ:

“Doğru diyor, dedi ve, “Muhakkak Allah emanetleri ehline ver­menizi size emreder.” [1745]ayetini okudu.” [1746]

Tembih: Bunun Kebireden olduğunu açıkça ifade etmişlerdir ve anlaşılan da Kebire olmasıdır. Çünkü burada batıl sebeple insanların malını yemek vardır. Bunun için veidler şiddetlenmiştir. Nitekim bu husus, âyet ve hadislerden açıkça anlaşılmaktadır. Buna tatfif adı verilmesi, bir nevi hırsızlık ve hıyanetlik ve aynı zamanda mürüvvetsizlik olması bakımındandır. Bunun için Vey1 ile ikab olundu. Veyl, yazıklar olsun, şiddetli azaba uğradı, demektir. Ya da ce­hennemin öyle şiddetli bir deresidir ki, dünya dağlan içine düşse bir saniyede eriyip kaybolurdu. İşte bu günahı irtikab eden böyle bir yer ile korkutuluyor. Yine bunun gibi Şuayb aleyhisselâmın milleti de ölçü ve tartılarını eksik yaptıkları için Allahu Teâlâ onların ukubet­lerini şiddetlendirmiştir.

Şayet, gasb yolu ile dinarın dörtte birinden eksik olan zimmet­ler kebâirden sayılmaz. Buna göre böyle bir iki santim eksik ölçmek veya birkaç buğday ağırlığı yanlış tartmanın da kebâirden olma­ması lâzım gelir, dersen:

Bu, onunla kıyas edilmez. Burada da icma, onun hilâfınadır.

Kıyası kabul ettiğini söylesek de yine dava halledilmez. Çünkü herhangi bir miktarı gasbetmekte, çalmakta, bunun azı çoğunu ge­tirir diye bir şey yoktur. Bir defa neyi aldı ise odur. Fakat böyle hile, hıyanet ve mekir yolu İle aldığının azı çoğuna davet eder. Aynı za­manda bu adam, durmadan herkesi bu şekilde aldatmaktadır. Gasb, bir defa olur. Bunun için bundan menetmek babında azı ve çoğu müsavi tutulmuş ve Kebireden sayılmıştır. Nitekim şarapta da hüküm böyledir. Sarhoşluk vermediği halde şarabın bir damlası da haram­dır. Çünkü azı, çoğa götürür. Bir cemaatın hırsızlığı gasba katma-sıyle burada işgal vârid olmaz. Zira hırsız, alabildiğine korku ve dehşet içindedir. Orada da azın çoğa gideceği mümkün değildir, fa­kat tatfifde bu mümkündür. Yâni hırsızlıkta korku olduğu için yine azı çoğa gidemez, fakat tatfifde bu, kolay ve mümkündür.

Hırsızlıkla tatfif arasında farkın bulunduğunu teyid eden hü­kümlerden birisi de, bir cemaat, gasbde yukarda geçen şartı koştu­lar ve “Hırsızlıkta bu şart aranmaz” dediler.

Bunlar da aynen benim dikkate aldığım hususu nazara aldı ve benim ortaya koyduğum gasb ile tatfif arasındaki açık fark sebebiyle müteahhirînden bazılarının, az bir tatfif, kebâirden değildir, ol­sa olsa sağire olur sözleri ortadan kalkmış olur. Ancak münazaa gasbdedir, zira gasbde adamın altınını zorla elinden almakta onu korkutmak vardır.

Fakat çoğunlukla insanların Müsamaha ettikleri değersiz bir şe­yi zorla almanın da sağireden olması gerekir. Böylece çoğunluk ta­rafından Müsamaha edilen tatfifde, yâni eksik ölçüp tartmakta da hükmün aynı olması, yâni bunun da sağîreden olması gerekir. Bu­nun için Abdüsselâm hikâye etti ki; bir daneyi çalmak da zorla al­mak da bilicma' kebiredir. O, her halde bunu çoğunluğun, bunları mutlak zikretmelerinden almış olacaktır. Bu hususta geniş açıkla­ma yapılacak, oraya müracaat et.

Mâlik b. Dînâr anlatıyor: “Ölüm döşeğinde yatan bir komşumun ziyaretine gittim. Komşum, ateşten iki dağ, ateşten iki dağ, deyip du­ruyordu. Kendisine:

“Ne diyorsun?” diye sordum. O:

“ Bende iki şinik ölçek var idi; biri ile alır, diğeri ile verirdim,” dedi. Mâlik, ben bunları aldım, birbirine vuruyordum. O:

“Bırak onları, birbirine vurdukça iş daha da zorlaşıyor, “dedi ve bu hastalığından kurtulamayarak öldü.”

Geçmiş büyüklerden birisi:

“Her ölçen ve tartanın cehennemde olduğuna tanıklık yaparım, zira ancak Allah'ın koruduğu korunabilir,” dedi.

Yine zâtın biri anlatıyor: “Ölüm döşeğinde yatan bir hastanın ziyaretine gittim. Ona şehâdeti telkin ettim fakat o, şehâdeti alamadı. Bir ara gözünü açtı, kendisine geldi. Ben:

“Kardeşim, sana şehâdet telkin ettiğim halde bunu niçin ala­madın?” diye sordum. O:

“Terazinin dili dilimin arasına sıkıştı şehâdeti getirmeme engel oldu,” dedi. Ben:

“Yoksa eksik mi tartardın?” dedim. O:

“Hayır, vallahi eksik tartmazdım, fakat ben uzun süre terazi­nin taşına aldırış etmezdim, yâni taş üzerinde gerekli incelemeyi yap­mazdım,” dedi. Bu gibilerin hali böyle olunca, ya yanlış ölçüp yanlış tartanların hali nice olur?”

Nafi'in anlattığına göre Abdullah b. Ömer (r.a.) satıcılara uğrar:

“Terazi ve ölçek hakkında Allah'tan korkun. Doğru ölçün ve doğru tartın.” derdi. Zira yanlış ölçüp eksik tartanlar mahşer yerinde bek­letilir ve kendilerinden akan terden göl meydana gelir ve kulakla­rının yarısına kadar bu göle batarlar. Yanlış ölçenler de yanlış tar­tanlar gibidir. Bir şeyi ölçüp verirken, zira'ını küçültür, alırken ala­bildiğine gerer. İşte bu hareketler fasık olan bezzar ve tüccarların tatfifidir. “Bir dane kazanacağım diye genişliği yer ve gökler kadar olan cenneti daraltan kimseye ve yine bir dane kazanacağım diye dağlan eriten cehennem ateşini artırana yazıklar olsun.” diyen, çok güzel söylemiştir.[1747]

 

KARZ -ÖDÜNÇ- BABI

 

204. Kebire: Menfaat Sağlayan Ödünç

 

Borç para karşılığında menfaat sağlamayı kebâirden saymak meydandadır. Çünkü bu, gerçekte faizdir, nitekim riba bölümünde geçmiştir. Ribada geçen bütün hükümler, bunun hakkında da câridir.[1748]

 

İFLAS ETTİRME BABI

 

205. Kebire: Ödememek Niyetiyle Borç Yapmak

 

206. Kebire: Ödeme İhtimali Olmadığı Halde Borç Almak

 

Buhâri ve diğerlerinin rivayetinde, 

“Her kim halkın malını itlaf etmek kasdiyle alırsa, Allah o malı itlaf eder.” [1749]buyurulmuştur.

Taberani'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Her kim ödemek niyetiyle borçlanır (da borcunu ödeyemeden ölürse) Allahu Teala kıyamet günü borcunu öde (meşini kendisine müyesser kıla)r. Her kim de vermemek niyetiyle borçlanır da ölür­se, kıyamet günü Allahu Teala ona:

“Kulumun hakkını senden alıp ona vermiyeceğimimi sandın?” buyurur. Bunun üzerine onun sevaplarından alınıp alacaklının se­vabına katılır. Şayet sevabı yoksa alacaklının günahlarından alınır onun sırtına yüklenir.”[1750], buyurmuştur.

İbn Mace ve Beyhaki'nin isnâd-ı muttasıl ve lâbis ile -ancak Buhârî ravilerin biri hakkında dedikodu olduğunu söylemiştir- ri­vayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Kim bir kadınla evlenir de nikâh parasından ona bir çey verme­meyi niyet ederse öldüğü zaman zina etmiş olarak ölür. Her kim de başka birisinden bir şey satın alır (borçlanır) ve borcunu vermeme­yi niyet ederse, öldüğü vakit hain olarak ölür. Hainin yeri ise cehen­nemdir.” [1751]buyurmuştur.

İbn Mâce'nin hasen sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

Kim ki bir dirhem veya bir dinar borcu olduğu halde ölürse, dirhem ve dinarın bulunmayacağı (kıyamet gününde) onun iyilikle­rinden borcu ödenir.” [1752]

Taberânî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Borç iki kısımdır. Kim ödemek niyetiyle borçlanır ve fakat ödeyemeden ölürse, ben onun yardımcısıyım. Kim de borcunu ödememek niyetinde olduğu halde ölürse işte altın ve gümüşün bulunmayacağı (kıyamet) gününde onun hasenatından alınır ve alacaklısına verilir.” [1753]buyurmuştur.

Taberânî'nin “Sağîr” ve “Evsat”ındaki rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kim ki az veya çok mehir ile bir kadın ile evlenir ve fakat bu nikâh parasını ödemek niyetinde olmaz, kadını aldatır da borcunu ödemeden ölürse, kıyamet gününde zâni olarak Allah'a kavuşur. Kim ki ödememek niyetiyle borç alır, adamı aldatır ve borcunu öde­meden ölürse, kıyamet gününde hırsız olarak Allah'a kavuşur.” [1754]buyurmuştur.

Ahmed, Bezzâr, Taberâni ve Ebû Nuaym'ın rivayetlerinde şöyle buyurulmuştur:

Kıyamet günü borçluyu çağırtır. Adam gelir ve Allah'ın huzu­runda durur. Allahu Tealâ:

“Ey Âdemoğlu, bu borcu niçin yaptın ve niçin insanların hak­kını zayi ettin? diye sorar. Adam:

“Ya Rab, sen biliyorsun ki, ben bunu aldım (bu borcu yaptım), yemedim, içmedim, giymedim. Fakat ya yangın, ya hırsızlık veya da daha eksiğine vermekle zarar ederek harcadım,” der. Allahu Teâlâ:

“Kulum doğru söyledi. Bunun borcunu ödemek bana düşer. Allahu Teâla bir şey getirtir mizanına koydurur.   Böylece iyilikleri kötülüklerine üstün gelir de Allah'ın fazlı ile cennete girer.” [1755]

Nesei'nin ve Hâkim'in, Sahihtir, dediği rivayetlerinde Ebû Said el-Hudrî (r.a.) Resûl-i Ekrem'in:

“Küfür ve borçtan Allah'a sığınırım.”  buyurduğunu haber ver­miştir. Adamın biri:

“Meğer borç küfre eşit midir?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Evet eşittir,” buyurdu.[1756] Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

Borçlu borcunun mahkûmu (olarak cehennemdedir). Yalnızlı­ğından Allah'a şikâyet eder.” [1757]buyurmuştur.

Ebû Dâvûd ve Beyhakf nin rivayetlerinde   Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

Allah katında, Allah'ın yasakladığı büyük günahlardan sonra kişinin kendisiyle Allah'a mülâki olduğu en büyük günahı, kişinin ödeyecek bir şey geride bırakmadığı halde borçlu olarak ölmesidir.” [1758]

İbn Ebî'd-Dünyâ ve Taberâni'nin isnad-ı leyyin ile -gıybet bölü­münde tamamı anlatılacak olan- rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selem:

“Dört kimse vardır ki, Hamim ile Cehim ara­sında feryad u figan ederek dolaşmak suretiyle çektikleri büyük ıztırab sebebiyle cehennem halkını da rahatsız ederler. Cehennemliler birbirine:

“Bunlara ne oluyor, bizim çektiğimiz bize yetmiyormuş gi­bi onlar da bizi üzüyorlar.” derler. Bunlardan biri kapalı olan ateş­ten bir tabut içinde yatar. Diğeri bağırsakları dökülmüş, onları top­lamaya çalışır. Diğerinin de ağzından kan-irin akar. Dördüncüsüne gelince, o da etlerini yer, durur. Tabut içinde olana:

“Şu adamın zoru nedir?” diye sorarlar. O da;

“O borçlu olarak öldü, borcunu ödeyecek mal da bırakmadı, der.”[1759], buyurmuştur.

 Hasen isnad ile Ahmed ve Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in ri­vayetlerinde, Câbir radıyallahu anh diyor ki: “Adamın biri öldü. Kendisini yıkadık, kefenledik, koku sürdük ve namazını kıldırması için Resûl-i Ekrem'e götürdük ve:

“Ya Resûlallah, namazını kıldırır mısınız?” dedik. Resûl-i Ek­rem bir adım attı, sonra:

“Borcu var mıdır?” diye sordu. Biz:

“İki dinar borcu vardır,” dedik. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem cenaze namazını kıldırmaktan vaz geçti. Ebû Katade bu iki dinar borcu üzerine aldı, sonra cenazeyi -namazını kıldırması için- tek­rar Resûl-i Ekrem'e götürdük. Ebû Katede:

“Onun iki dinar borcu benim olsun,” dedi. Bunun üzerine Re­sûl-i Ekrem:

Allah borçlunun borcunu ödedi ve ölü iki dirhem borcundan kurtuldu mu?” dedi. Ebû Katade:

“Evet,” deyince, Resûl-i Ekrem namazını kıldırdı, iki gün geç­tikten sonra Resûl-i Ekrem Ebû Katade'ye:

“İki dinar ne oldu?” diye sordu. Ebû Katade:

“Adam daha dün öldü,” dedi. Resûl-i Ekrem ertesi gün tekrar sordu. Katade:

“Ödedim, ya Resûlallah,” deyince, Resûl-i Ekrem:

“İşte ancak şimdi ölü azabtan kurtuldu,” buyurdu.[1760] Resûl-i Ekrem'in, borçlunun namazını kıldırması bir gerçektir.

Fakat sonra bu usûl kaldırılmıştır.

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde; Resûl-i Ekrem'e borçlu ölen cenazeler getirilir. Resûl-i Ekrem:

“Borcunu ödeyecek bir şey bıraktı mı?” diye sorar. Kendisine:

“Evet, borcuna yetecek kadar serveti var,” dendiği vakit nama­zını kılardı. Aksi halde:

“Namazını kılın,” buyururdu. Bazı memleketleri ve Mekke'yi fethettiği vakit:

Ben müzminlere kendi nefislerinden daha yakınım. Kim borçlu olarak ölürse, onun borcunu ödemek bana düşer. Kim de mal bırakırsa onun da borcu vereselerine intikal eder.” [1761]bu­yurmuştur.

Taberani'nin rivayetinde; bir borçlunun cenaze namazını kıldırmasını Resûl-i Ekrem'den istediler. Resûl-i Ekrem:

“(Borcu sebebiyle) ruhu mezarında rehin olup göklere yükselemeyen ölünün cenaze namazını kıldırmamdan size ne kâr vardır? Eğer sizden birisi borcunu üzerine alırsa, o zaman kalkar namazını kılarım ve kıldığım namaz da ona fayda verir.” [1762]buyurmuştur.

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem,

“Mü’minin ruhu, borcu ödeninceye kadar, borcuna bağlıdır.”[1763] buyurmuştur. Yâni ruh, çıkarılacağı makamında durdurulmuştur, borcu ödeninceye kadar orada hapsedilir.

Yine Hakim'in, Sahihtir, dediği rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Muhakkak sizin arkadaşınız bir borcundan dolayı cennetin ka­pısında mahpustur, içeri giremiyor. İsterseniz borcunu ödeyerek onu kurtarın, isterseniz onu Allah'ın azabına teslim edin.” buyurmuştur. Bunun üzerine bir adam:

“Onun borcu benimdir,” dedi ve onu öde­di. [1764]

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Allah u Teâlâ'nın hoşlanmadığı yerlerde harcanmadıkça, borcu­nu ödeyinceye kadar Allahu Tealâ borçlu ile beraberdir (ona yardım­cıdır).” Ravi diyor ki: Abdullah b. Cafer radıyallahu anhuma hazine vekiline:

“Git benim namıma borç al, ben bunu Resûl-i Ekrem'den duyduktan sonra, Allahu Tealâ’nın benimle olmadan gecelememi is­temem.” derdi.[1765]

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimden kim bir borç altına girer de sonra bu borcu öde­meye gayret eder fakat ödeyemeden ölürse, onun velisi benim (yâni borcunu ben ödeyeceğim)” [1766]

Yine bir hadisde Resûl-i Ekrem,

“Kim borçlanır ve Allahu Teâlâ borcunu ödemek niyetinde ol­duğunu bilirse, dünyada ona borcunu ödeme imkânları bahşeder.”[1767] buyurmuştur. Bu hadisi, çok borç ediyor diye yerilen Ümmül-mü’minîn Meymûne radıyallahu anha rivayet etmiştir. Hz. Aişe radıyallahu anha da fazla borç ediyor diye verildiği vakit,

“Allahu Teâlâ, borcunu ödemek niyetinde olan kulunun yardımcısıdır.”[1768], hadisini rivayet etmiş ve “Borcu ödemek için ben de Allah'tan yardım dilerim.” demiştir. Bu hadisi Ahmed Sahih sened ile rivayet etmiştir. Ancak senedde inkita' vardır. Fakat Taberâni üzerinde dedikodu olan bir sened ile hadisi vasletmiştir.

Yine Sahih rivayette Resûl-i Ekrem:

Kim ki iltimas yapar da Allah'ın hududundan birinin uygulan­masını önlerse Allah'ın düşmanı olur. Kim borçlu olarak ölürse (iyi bilsin ki) orada altın ve gümüş yoktur, sevap ve günah vardır. Bile­rek batıl bir işde kavga ve mücadele eden kimse, ölünceye kadar Al­lah u Teâlâ’nın hışmmdadır. Kim ki bir mü’minde olmayan bir vasfı ona izafe ederse helak bataklığında söylediğinden kurtarıncaya ka­dar hapsedilir.” [1769]buyurmuştur.

Bezzâr ve İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Muhakkak kıyamet günü borçludan borcu kısas edilir (alınır). Ancak üç şeyde borçlanan bundan müstesnadır. (Bunlardan biri) bir adamdır ki, kuvveti zayıflayıp da, Allah'ın ve kendisinin düşmanına karşı kuvvetli olabilmesi için borç yapan kimse, etkincisi) bir adam­dır ki, yanında bir muslüman ölür de onu kefenleyecek ve örtecek bir şey bulamaz ve bu yüzden borç yapar. (Üçüncüsü) bir adamdır ki, bekâr kalmakla dinine bir zarar geleceğinden korkar da borç ya­parak evlenir. İşte Allahu Teâlâ kıyamet günü bunların borcunu öder.” [1770]

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, bir kimse Allah yolunda öldürülse sonra diri ise, sonra öldürülse tekrar dirilse ve sonra tekrar öldürülse, üzerinde kul hakkı varsa, bunu ödeyinceye kadar cennete giremez.” [1771]

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Emin olduktan sonra kendinizi korkutup tehlikeye atmayın,” buyurdu. Âshâb:

“Ya Resülallah. o da hangisidir?” diye sordular, Resûl-i Ekrem:

“Borçtur,” buyurdu.[1772]

Beyhakî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Günahı azalt ki ölümün kolay olsun. Borcu azalt ki, hür yaşa­yasın.” [1773]buyurmuştur.

Yine Hâkim'e göre Sahih ve fakat vahi var diye itiraz edilen bir rivayette Resûl-i Ekrem:

“Borç, yeryüzünde Allahu Teâlâ'nın alametidir. Allahu Teâla ki­mi zelil etmek isterse borcu onun boynuna geçirir.” [1774]buyur­muştur.

Tembih: ödememek niyetiyle borç yapma ve ödeme ihtimali ol­madığı halde borçlanmanın kebairden olmasını her ne kadar yazanı görmedim ise de, bunların, bu hadislerin sarahatinden kebairden ol­dukları kolaylıkla anlaşılır. Çünkü hadisde, “Borcunu vermemeyi dü­şünenler hırsız olarak Allah'a mülaki olurlar.” buyurulmaktadır. Her iki hadis, bunu açıkça ifâde etmektedir. Birinci hadis meydanda, ikinci hadis de aynıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem, “Onu aldattı ve ma­lını aldı.” buyuruyor. Böyle vermemek niyetiyle adamı aldatıp elinden malını alan, elbette hilekârdır. Borç veren, onun bu durumunu bilse kendisine borç vermezdi.

İşte bütün hadislerdeki şiddeti ve ağır cezayı bu iki surete ve bir de alınan borç parayı haram olan yerlere harcayanlara ham­letmek gerekir. Diğer kolaylıkla ilgili olan hadisler de itaat niyeti ve ödemek maksadıyle alınan borçlar hakkındadır.[1775]

 

207. Kebire: Sebepsiz Yere Borcu Ödemeyi Uzatmak

 

Buhari, Müslim ve diğer sünen-i erba'a sahiplerinin Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Zengin kişinin borcunu ödemeyi uzatması zulümdür. Sizden bi­rinizin alacağının ödenmesi bir zengine havale edildiğinde havaleyi kabul ile ona müracaat etsin.” [1776]

İbn Hibban'uı “Sahih”inde ve Hâkim'in, Sahih dediği rivayetle­rinde Resûl-i Ekrem:

“Borcunu ödemeye muktedir iken vermeyip geciktirmek, kişinin çekiştirilmesini ve cezalandırılmasını helal kılar.” [1777]buyurmuş­tur. Yâni, bu adam borcunu vermeyen bir sahtekârdır, diye teşhir edilir. Zira zulme uğrayan kimse, zalime, ancak zulmettiği hususta dil uzatabilir. Ayrıca borcunu vermeyeni hapsetmek ve dayakla cezalandırmak da caizdir.

Bezzar ve Taberânî'nin rivâyetlerinde-Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ çok zulmeden zengine, çok câhil olan ihtiyara ve kibreden fakire buğzeder.”[1778], buyurmuştur. Bu hadisi Ebû Dâvûd ve “Sahih”inde İbn Huzeyme de rivayet etmişlerdir. Nesei, “Sahih”inde, İbn Hibbân, Sahih olduğunu söyleyen Hâkim, Tirmizi ile “Kebir”inde Taberânî de rivayet etmişlerdir. Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Yorulmadan ve eksiksiz olarak zayıfı kuvvetlisinden hakkını alamayan bir milletten Allahu Teâlâ razı olmaz.” buyurdu. Sonra: “Alacaklısı kendisinden razı olduğu halde ayrılan borçluya karadaki hayvanlar ve denizlerdeki balıklar dua ederler. Alacaklısı kendisin­den memnun olmadığı halde ayrılan borçluya ise her gün ve gece, her hafta ve her ay bir zulüm yapılır.” [1779]

Ravileri arasında mevsukiyetinde ihtilâf edilen biri bulunan Taberâni'nin, kuvvetli ve ceyyid sened ile Ahmed'in, Hamza'nın zevcesi Havle'den rivayetinde; Benisaide kabilesinden bir adamın Resûl-i Ek­rem'de bir ölçek hurma alacağı vardı. Adam alacağını almak üzere geldi. Resûl-i Ekrem Ensar'dan bir zata hurmayı ödemesini emretti, o da alacaklının hurmasından daha. düşük kaliteli bir hurma ile öde­mek istedi fakat adam kabul etmek istemeyince, Ensarî:

“Sen bunu Resûl-i Ekrem'e geri vermek mi istiyorsun?” dedi. Adam:

“Evet, ona iade ediyorum, çünkü ondan daha adil kimdir?” dedi. Bunu duyan Resûl-i Ekrem'in gözü yaşla doldu ve:

“Evet, doğru söyledi, benden daha adil kim olabilir? Zayıfı kuvvetlisinden kolaylıkla hakkını alamayan bir milleti Allahu Teâlâ sevmez,” buyurdu. Havte'ye dönerek:

“Bunun alacağını sen ver, zira herhangi bir alacaklı borçlu­sundan razı olarak ayrılırsa, kara ve deniz hayvanları ona dua eder. Buna karşılık ödeme gücü olduğu halde alacaklısını oyalayan kim­seye her gün ve gece için Allahu Teâlâ bir günah yazar.” buyur­du.[1780]

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem,

“Zorluk çıkarmadan zayıfa hakkı verilmeyen bir millet takdis edilmez.” [1781]buyurmuştur. İbn Mâce bu hadîsi kıssası ve sebeb-i vurûdi ile anlatarak rivayet etmiştir. Şöyle ki:

“Bir bedevinin Resûl-i Ekrem'de alacağı vardı. Geldi alacağını istedi ve:

“Hakkımı ver, “diye çıkıştı. Ashab-ı Kiram adama:

“Yazıklar olsun sana, kiminle konuştuğunu biliyor musun?” de­diler. Adam:

“Ben hakkımı istiyorum,” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“İlişmeyin, hak sahibi ile karşı karşıyasınız,” buyurdu ve sonra Havle binti Kays'e:

“Eğer yanında hurma varsa bana ödünç ver, ba­na hurma geldiğinde öderim” diye haber gönderdi. Havle:

“Hay hay, anam babam size feda olsun” ey Allah'ın Resulü, de­di. Resûl-i Ekrem ondan ödünç aldı ve bedeviye olan borcunu ödedi, karnını da doyurdu. Karnı doyan bedevi:

“Bana bolca borcunu ödedin, Allah da seni mükâfatlandırsın,” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Bunlar, insanların hayırlılarıdır. Kolaylıkla zayıfın hakkını alamayan  bir  millet, Allah'ın  rızasına  mazhar  olamaz.”  buyur­du.[1782]

Tembih: Gerçi bunu kebireden sayanı görmedim, fakat birinci ve ondan sonra nakledilen hadîs, bunun kebire olmasını açıkça ifâde etmektedir. Zira zulüm, adamı cezalandırmak ve teşhir etmek en bü­yük korkutmadır, imamlardan bir cemaat, bu hususta ittifakın bu­lunduğunu açıkça ifade etmişler ve demişlerdir ki: “Durumu Müsait olduğu halde borcunu ödemeyen kimseyi Hâkim'in tehdit edip ölün­ceye veya borcunu ödeyinceye kadar dövmesi lâzımdır. Nitekim na­mazı terkedenler hakkında da buna benzer bir rivayet vardır. İmam­lardan bazıları, her ikisinin de zayıf olduğunu, zayıf olanın, zayıf olana kıyasının ise zayıf olduğunu söylemişlerdir.[1783]

 

HİCİR BABI

 

208. Kebire: Yetim Malı Yemek

 

Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:

“Yetimlerin mallarını haksız yere,yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.” [1784]

Katade diyor ki; âyet-i celile, yetim olan yeğeninin malını yiyen Gatfân kabilesinden bir adam hakkında nazil olmuştur.

Ayet-i celiledeki “Zulmen”, zulüm için veya zulmeder oldukları halde yiyenler kastedilmiştir. Zulüm olmayıp fıkıh kitapla­rında belirtilen şartlara uygun olarak velinin yemesi, bu hükmün dı­şındadır. Nitekim Allahu Teâlâ,

“Zengin olan (veli) iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan ise uygun bir şekilde yesin.”[1785] buyurmuştur. İhtiyacı nisbetinde, istikraz olarak veya işçiliği nisbetinde yesin veya darda kaldığı vakit yedi­ğini eli genişlediği vakit ödesin. Eli genişlemezse yediği helâldir ki, bu, dört ayrı hükümdür.

Bize göre bunlardan en doğrusu, veli zengin ise yetimin malın­dan bir şey almamasıdır. Şayet veli fakir olup yetimin işine gücüne bakmak, kendi kazancına mani oluyorsa, o zaman kadının hükmü de olmasa, yetimin malından bir miktar alabilir. Alacağı miktar şöy­le tayin edilir: Yetimin işinde çalıştığı yevmiyesinin tutan ile, nor­mal olarak kendi geçimine yetecek yevmiye karşılaştırılır. Az olanı alır. Azın çoğunu alması caiz olmaz. Kadıya gelince, o hiç bir şey alamaz. Baba, dede ve anne vasi oldukları takdirde onlar yetecek kadarını alabilirler, zira bunlar çocuklarının malından yiyebilirler. Şayet anne ve baba çocuklarının malına bakmaktan âciz iseler. kadı bir kayyım nasbeder ve çocuğun malından bir ücret tayin eder.

Fakat bu kayyım kendisi veliden böyle bir ücret isteyemez. Veli ken­di yiyeceğini çocuğun yiyeceği ile karıştırabilir ve ondan ziyafet de verebilir. Fakat kendisinin hissesi fazla olmak lâzımdır.

Âyet-i celîlenin tazammun ettiği şiddetli veid içindir ki İbn Da­kik, “Yetim malı yemek, son nefesde imansız gitmeye sebeptir. Bu, denenmiştir.” denmiştir. Bunun için âyet-i celile nazil olduğu vakit Ashâb-ı Kiram çok daraldı ve yetimin malına yaklaşmadan son de­rece kaçındılar. Nihayet:

“Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir.”[1786] âyet-i celilesi nazil oldu. Bazıları bu âyetin yukardaki âyeti neshettiğini sanmışlardır ki, açık hataya düşmüşlerdir. Çün­kü yukardaki âyet, haksız yere yetimin malını yemenin haram ol­duğunu ifade etmektedir ki, bu âyette bunun neshedilmiş olduğuna dair en küçük bir işaret bile yoktur. Son âyetten maksad, yasak olan karışıklık, onlann mallarını haksız olarak yemektedir. Bütün o şid­detli veidler de bu gibileredir. Yoksa onların bu haklarına riâyet et­tikten sonra, onları aralarınıza almak en büyük bir iyiliktir. Birinci âyet birinci şıkkı, ikinci âyet de ikinci şıkkı anlatır. Bu ise açık ve meydandadır. Bu iki hükmü Allahu Teâlâ:

“Yetim, erginlik çağına erişene kadar en iyi şeklin dışında ma­lına yaklaşmayın.”[1787] âyeti ile bir araya toplamıştır. Ayrıca ye­timin malının korunmasına son derece önem verilmesini tenbih et­mek üzere de.

“Arkalarında cılız çocuklar bıraktıkları takdirde, bundan endi­şe edecek olanları, haksızlık yapmaktan korksunlar ve Allah'tan sa­kınsınlar; dürüst söz söylesinler.” [1788]buyurmuştur. Her ne ka­dar bazıları âyetin, malının üçtebirinden fazlasını vasiyet edenlerle ilgili olduğunu söylerlerse de, âyetin siyakından, yetim olanlarla il­gili olduğu anlaşılır. Hitabda bile onlara karşı nâzik ve yumuşak davranmalı; şahsında, malında ve her halinde kendisine en uygun muamelede bulunmalıdır. Kendi servetine ve çocuklarına karşı nasıl davranırsa onlara da öyle davranmalıdır. Ceza, amel cinsindendir; yaptığını gibi bulursun. Sen yetimin malını, canını, izzet ve şerefini ne nisbette korur, onun gönlünü hoş edersen, yarın senden sonra da yetim çocuklarım Allahu Teâlâ öylece korutur ve muhafaza ettirir. İyilik yapmışsa çocukların da iyilik, kötülük yapmışsa kötülük bulur.

Şayet, aklı başında olan dinini düşünmüyorsa, hiç olmazsa, ken­disinden sonra yetim kalabilecek çocuklarını düşünsün. Bir rivayet­te Allahu Teâlâ Davud aleyhisselâma:

“Ey Dâvûd, öksüzlere merhametli bir baba, dul kadınlara da şefkatli bir koca gibi ol,” buyurmuştur.

Şunu iyi bil ki, ektiğin gibi biçersin, nasıl yaparsan öyle bulur­sun. Çünkü sen de dul kadın ve yetim çocuk bırakabilirsin.

Yetime zulüm ve servetine ihanet hakkında, âyetteki veîdlere uygun olarak hadislerde şiddetli veîdler vârid olmuştur. Gaye, in­sanları bu sonu vahim olan tehlikelerden korumaktır.

Bu hadîslerden bazıları:

Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Ey Ebû Zer, seni zayıf görüyorum ve aynı zamanda kendim için sevdiğimi senin için de seviyorum. İki kişiye dahi olsa başkanlık et­me, yetim malına da veli olma.” [1789]buyurmuştur.

Buhârî, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Yedi helak edici günahtan sakının,” buyurdu. Kendisine:

“Onlar nedir, ya Resûlallah?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldür­mek, yetim malı yemek, riba yemek, savaş alanından kaçmak, İffetli mü’min kadınlara iffetsizlik isnad etmektir.” [1790]buyurdu.

Bezzâr'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kebair yedidir: Birincisi Allah'a şirk koşmak, haksız yere adam öldürmek, riba yemek, yetim malı yemek, savaş günü kaçmak, iffetli kadınlara iffetsizlik isnad etmek ve hicretten sonra bedevîliğe dönmektir”. [1791]buyurmuştur.

Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Dört kimse vardır ki, onları cennete koymamak ve cennetin ni­metlerini onlara tattırmamak, Allahu Teâlâ'nın hakkıdır: Devamlı içki içen, riba yiyen, haksız yere yetim malı yiyen, anne ve babasına asi olandır.”[1792]  buyurmuştur.

İbn Hibbân'ın “Sahih”indeki rivayetinde:

“Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Yemen halkına yaz­dığı bir mektupda:

“Allah katında kıyamet günü en büyük günah­lar, Allah'a şirk koşmak, haksız yere mü’min olan bir kimseyi öldür­mek, Allah yolundaki savaştan savaş günü kaçmak, anne babaya âsi olmak, iffetli kadına iftira etmek, sihir öğrenmek, riba yemek ve ye­tim malı yemektir” buyurmuştur.” [1793]

Ebû Yala'nın rivayetinde Resûl-i Ekrem,

Kıyamet günü öyle kimseler mezarlarından çıkar ki ağızların­dan alevler fışkırır.” buyurdu. Resûl-i Ekrem'e:

“Bunlar kimlerdir?” diye soruldu. Resûl-i Ekrem:

“Görmüyor musunuz, Allahu Teâlâ: “Yetimlerin mallarını hak­sız yere yiyenler karınlarına ancak ateş tıkamış olurlar.” [1794]buyuruyor.” dedi.[1795]

Ayrıca Müslim'in rivâyetindeki miraç hadîsinde Resûl-i Ekrem:

“Öyle birtakım insanlar gördüm ki, onlara müvekkel birtakım kim­seler çenelerini ayırıp duruyorlar. Diğerleri de cehennemden getir­dikleri kızarmış taşları boğazlarına atarlar da taşlar arka tarafların­dan çıkar. Bunları görünce kim olduklarım Cebrail'e sordum. O da:

“Haksız yere yetim malı yiyenlerdir. İşte bunlar ateş yemiş gibidir­ler.” dedi.”                                                          

Kurtubî tefsirinde Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) den rivayetinde Re­sûl-i Ekrem,

“Miraç gecesinde deve dudakları gibi dudakları sarkık birtakım insanlar gördüm. Bunlara birtakım kimseler müvekkel ol­muş, dudaklarını açıyor ve cehennemde yanan taşları boğazlarına atıyor ve bu taşlar arka taraflarından çıkıyor. Cebrail'e bunların kim olduklarını sordum, o da haksız olarak yetim malı yiyenlerdir, dedi.” buyurmuştur.

Tembih: Gerek âyet-i celîle ve gerekse hadîs-i şeriflerden, hak­sız yere yetim malı yemenin büyük günahlardan sayıldığı meydan­da olduğu için bunda ittifak vardır. Aynı zamanda çalmak ve zorla almakta azı ile çoğu arasında fark olduğu halde ölçü ve tartıda az ile çok arasında fark olmadığı gibi, yetim malını yemenin azı ile ço­ğu arasında da fark yoktur. Çünkü ölçü ve tartıda azı çoğa davet ettiği ve bunda bir engel olmadığı gibi, öksüz malının azını irtikâb, insanı çoğuna doğru da götürür. Burada da bir engel yoktur, çünkü hepsi onun elindedir. Fakat tatfif bölümünde anlattığımız gibi, hırsızlık ve zorla almak böyle değildir. Bunlardan ancak eline geçtiğine tasarruf eder; az ise az, çok ise çok tasarruf eder. Bununla bera­ber öksüzün malandan az miktarda yemek sağiredir, diyenlerin sözü reddedilmiş olur. Gasb bölümünde bu konu yine ele alınacaktır.[1796]

 

Yetime Bakmak, Ona Acımak Ve Dul Kadınların İşlerine Bakmak Hususunda Son Söz

 

Buhâri'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ben ve yetimin işlerini üzerine alan kimse ile cennette şöylece beraber bulunacağız.” buyurdular ve şehâdet parmağı ile orta par­mağını işaret ederek aralarını ayırdılar.” [1797]

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Gerek kendisine ve gerek başkasına ait herhangi bir yetimi ko­ruyup gözetenle ben, cennette söyleşeceğiz.” buyurdu. Ravi Mâlik b. Enes şehâdet parmağı ile orta parmağına işaret etmişti.” [1798]

Bezzâr'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Yakını olsun olmasın, bir öksüzü tekeffül edip himayesine alan kimse ile ben cennette böyle yakınız.” buyurdu ve iki parmağını bir­leştirerek işaret etti. (Resûl-i Ekrem devamla)

“Üç kız çocuğunu ter­biye edip yetiştiren kimse cennettedir ve aynı zamanda gündüz saim ve gece kaim olup Allah yolunda cihad eden gibi mükâfat alacaktır.” [1799]buyurmuştur.

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur

“Üç öksüz çocuğu himayesine alan, gece kaim gündüz saim olup, akşam-sabah yalın kılıç Allah uğrunda savaşan gibidir.” (Resûl-i Ek­rem) şehâdet ve orta parmağını birbirine yapıştırıp işaret ederek:  

“Bunlar kardeş oldukları gibi, benimle o da cennette böyle kardeş gi­bi yanyanayız.” [1800]

Tirmizî'nin, Sahih, dediği rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Kim müslümanlar arasından öksüz bir çocuğu alır, yedirir ve içirirse -mağfiret edilmeyecek derecede büyük bir günah işlemesi hâriç- elbette Allahu Teâlâ onu cennete kor.” Senedi hasen olan di­ğer bir rivayette:

“Çocuk kendine mâlik olup yardımda Müstağni oluncaya kadar onu bakan kimseye elbette cennet vacip olur.” [1801]buyurmuştur.

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içinde yetime iyilik ve ik­ram edilen evdir. Yine müslümanlar arasında en kötü ev de, içinde yetime fenalık yapılan evdir.” [1802]buyurmuştur.

Ebû Yâlâ’nın hasen sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurmuştur:

“Cennet kapısını açacakların ilki benim. Fakat beni geçmeye ça­lışan bir kadın göreceğim ve ona:

“Sana ne oluyor, sen kimsin?” diyeceğim. O da:

“Babasız kalmış yetimlerimin başında oturup bekleyen bir ka­dınım,” der.” [1803]

Taberâni’nin -metruk olmayan bir kişi Müstesna, diğer ravileri sikadan olan- rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Beni hak peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, yetîme merhamet eden, ona güler yüz gösterip tatlı sözle nasihat eden, yetimliğine ve zayıflığına acıyan ve Allah'ın kendisine lütfettiği ni­metlerle komşusuna çalım satmayana, kıyamet gününde Allah azâb etmiyecektir.” [1804] buyurmuştur.

Ahmed ve diğerlerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Yalnız Allah rızası için yetimin basım okşayan kimsenin, elinin değdiği her saç teli sayısınca Allahu Teâlâ ona hasene yazar. Kız ol­sun erkek olsun, yanındaki öksüze ikram eden kimse, benimle cen­nette böylecedir.” diyerek iki parmağı ile işaret etmiştir.[1805]

Hâkim'in de Sahihtir dediği bir rivayette Resûl-i Ekrem:

Yakup aleyhisselâma bir adam:

“Gözünün ışığını alan, belini büken nedir?” diye sordu. Yakup aleyhisselâm:

“Gözümün ışığını alan, Yusuf için ağlamak, belimi büken de kardeşi Bünyamin için üzülmek olmuştur,” dedi. Bunun üzerine Ceb­rail aleyhisselâm geldi ve:

“Ey Yakup, Allahu Teâlâ'ya mı şikayet ediyorsun?” dedi. O:

Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a açar ve şikâyet ederim,” dedi. Cebrail aleyhisselâm:

“Allah, senin söylediğini senden daha iyi bilir,” dedi.

Sonra Cebrail aleyhisselâm gitti. Yakup aleyhisselâm da evine girdi ve:

“Ey Rabbim, yaşlı ihtiyara merhamet etmez misin? Gözlerimin nurunu aldın, belimi büktün. Güzel kokulu yavrularımı bana geri ver de onları bir defa daha koklayayım. Ondan sonra da bana ne yaparsan yap, dedi. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselâm geldi ve:

“Ey Yakup, Allahu Tealâ sana selam ediyor ve buyuruyor ki:

Müjde et, onlar ölmüş olsalardı senin İçin onları diriltir, onları göz­lerini sevindirirdim”. Ve yine sana şöyle buyuruyor:

“Ey Yakup, ne için gözlerinin nurunu aidini, belini büktüm. Ve Yusuf'un kardeşleri ne için Yusuf a yaptıkları o işleri yaptılar, bilir misin? Yakup:

“Hayır, bilmem dedi. Cebrail aleyhisselâm:

“Sana aç ve oruçlu olarak zavallı bir yetim geldi. Sen ve ço­cukların koyun kestiniz, yediniz de ona yedirmediniz. Allahu Teala:

“Ben, yarattıklarımdan yetim ve zavallılar kadar hiç bir şeyi sevmem. Binaenaleyh yemek yap, zavallıları çağır,” buyurdu.

Râvi Enes devamla diyor ki: Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Yakup aleyhisselâm her akşam dellâllannı çağırttırırdı. Kim oruçlu ise Yakup'un sofrasına buyursun ve her sabah yine dellâllarını çağırttırır. Kim oruç tutmuyorsa Yakub'un sofrasına buyursun.” [1806]buyurdu.

Buhâri ile Müslim'in Ebû Hureyre radıyallahu anhden rivayetle­rinde Resûl-i Ekrem,              

“Dul ve yetimlere yardım eden kimse Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri oruç, geceleri ibadetle geçiren kimse gibidir.” [1807]buyurmuştur. İbn Mâce'nin de aynı mealde bir rivayeti vardır.

Geçmiş büyüklerden birisi diyor ki:

“Ben ayyaş ve sarhoş birisi idim. Her türlü kötülüğü yapardım. Bir defasında bir öksüze acıdım, müşfik bir babanın evlâdına yapabileceği en nazik muameleyi ona yaptım ve gerekli ikramda bulundum. O gece rüyamda zabânilerin ite kaka beni cehenneme götürmekte olduklarını gördüm. Tam bu sırada o ikram ettiğim yetim hemen araya girdi ve:

“Durun, ben Rabbime durumu arzedeyim. Bu adam bana iyi­lik etti, bunu cehenneme götürmeyin,” dedi ise de zebaniler dinleme­diler. Bu esnada bir ses:

“Evet, yetime yaptığı ikramdan dolayı biz onun geçmişini ba­ğışladık, onu bırakın,” dedi ve zebaniler beni bıraktılar. Uyandıktan sonra yetimlere daha çok ikramda bulunmaya gayret ettim”.

Büyüklerden olan birisinin yine büyüklerden ailesi ve çocukları vardı. Kendisi zengin idi. Fakat ölünce aile efradına yoksulluk çök­tü. Kadın, komşularının dilinden kurtulmak için kız çocuklarını ala­rak oradan uzaklaştı ve gittiği memleketin metruk olan camiine sı­ğındı. Buraya çocuklarını yerleştiren kadın, ekmek bulmak için şeh­re girdi. Şehrin Müslüman olan belediye reisini buldu ve durumunu anlattı. Belediye reisi kadına inanmadı ve:

“Bunu bana isbat etmen lâzımdır, dedi. Kadın:

“Ben burada kimsesiz ve garip bir kadınım, kiminle durumu sana ispatlayabilirim, diyerek oradan ayrıldı ve tesadüfen bir Mecû-si'ye gitti durumunu anlattı. Mecûsi:

“Doğru söylüyorsun,” diyerek ailesini ona arkadaş verdi. Kadın gitti çocuklarını alarak geldi. Mecûsi bunları evinin bir odasına mi­safir etti. Son derece de ikramda bulundular. O gece Müslüman olan belediye reisi rüyasında kıyametin koptuğunu ve Resûl-i Ekrem'in başı ucunda Livaulhamd, yanı başında da emre amade bir köşkün bulunduğunu gördü. Resûl-i Ekrem'e:

“Bu köşk kimin içindir?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Müslümanlar içindir,” buyurdu. Adam:

“İşte ben Müslümanım, ya Resûlallah,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Müslüman olduğunuzu ispat ediniz,” buyurdu. Adam şaşırınca Resûl-i Ekrem ona çocukları için müracaat eden öksüzler annesi o kadına yaptığını kendisine hatırlattı. Adam kadını geri çevirdiği için son derece üzüntü içinde uykusundan uyandı ve kadını araştır­maya başladı. Nihayet kadının çocukları ile birlikte Mecûsi'nin evin­de olduğunu öğrendi. Adam Mecûsi'ye:

“Bu kadını bana ver,” dedi. Mecûsî:

“Hayır, vermem, zira o, bana misafir geldikten sonra evimin yumn-ü bereketi arttı,” dedi. Reis:

“Sana bin altın vereyim de onu bana ver,” dedi. Mecûsî:

“Hayır, vermem,” dedi. Belediye reisi zor kullanmak istedi fa­kat Mecûsi:

“Bu kadını niçin istediğini biliyorum. O gördüğün köşkün sa­hibi benim. Yoksa sen Müslümanlığın sebebiyle bize karşı övünmek mi istiyorsun. İyi bil ki, bütün ev halkı daha ilk akşamda bu kadının elinde Müslüman olduk ve senin gördüğün rüyayı biz de aynen gör­dük. Resûl-i Ekrem bana:

“Soyumdan gelen bu kadın, kız çocukları ile beraber senin ya­nında mıdırlar?” diye sordu. Ben:

“Evet, benim yanımdadırlar,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“İşte bu köşk senin ve ev halkınındır,” buyurdu, dedi. Bunları dinleyen Müslüman belediye başkanı akıl almaz sıkıntı ve üzüntü içinde oradan ayrıldı.[1808]

 

209. Kebire: Serveti Az da Olsa Küçük de Olsa Haram Ve Günahda Harcamak

 

Serveti küçük de olsa günah ve haramda harcamayı kebâirden sayanı görmedim ise de sözlerinden bunu kebâir saydıklarını anla­dım. Zira onlar bunu sefillik, ahmaklık ve israf kabul etmişlerdir. Aynı zamanda bu gibi adamların hıcr altına alınmaları gerektiğini söylemişlerdir. Öte yandan sefih ve mahcurun şehâdetlerinin kabul olmayacağını, kız çocuğunu evermesinde veli olamayacağını söyle­mişlerdir ki, bütün bunlar bu kimselerin fâsift olduklarını ifâde eder. Bir adamın fasık olması için kebâiri irtikab etmesi gerekir. Bunları irtikâb eden fasık olduğuna göre bunların da kebâirden oldukları anlaşılır. Aslında insanlar nazarında maldan daha sevimli bir şey yoktur. Servete ihanet edip onu mâsiyette harcayan kimsenin isyanı her şeyden çok sevdiğine delalet eder. Böyle son derece günaha mey­lin de büyük bir fesadlıktan meydana geldiğinde şüph yoktur. O hal­de mânâ bakımından da kebiredir.[1809]

 

SULH BABI

 

210. Kebire: Zimmî de Olsa Komşuya Eziyet Etmek

 

Buhâri ile Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş olan kimse komşusuna ezi­yet etmesin. Allah'a ve âhiret, gününe İman etmiş olan kimse misa­firine ikram etsin. Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş olan kimse hayır söylesin veya sussun.” [1810]buyurmuştur.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş olan kimse komşusuna iyi­lik etsin.”[1811] buyurmuştur. Diğer hasen bir rivayette, “ikram et­sin.” şeklindedir.

Ahmed'in -râvileri itimada şayan kimselerden olan bir sened ile- ve Taberâni'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem Ashâb'ına hita­ben:

“Zina hakkındaki görüşünüz nedir?” diye sordu. Onlar:

“Allah ve Resulünün haram ettiği bir şey'dir ve kıyamete ka­dar da haramdır,” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Bir adamın yabancı kadınlarla on kere zina etmesi, komşu ka­dın ile bir kere zina etmesinden daha ehvendir,” buyurdu. Yine Resûl-i Ekrem:

“Hırsızlık hakkında ne dersiniz?” buyurdu. Onlar:

“Allah ve Resulünün haram ettiği bir şey'dir ve kıyamete ka­dar da haramdır,” dediler. Resûl-i Ekrem:

“Bir adamın komşusunun malım çalması, yabana on kişinin malmı çalmasından daha ehvendir,” buyurdu. [1812]

Ahmed, Buhâri ve Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Vallahi mü’min olmaz, vallahi mü’min olmaz, vallahi mü’min olmaz,” buyurdu. Kendisine:

“Ya Resûlallah, kim mü’min olmaz?” diye sordular. Resûl-i Ekrem:

“Komşusu şerrinden emin olmayan kimse (mü’min olmaz),” bu­yurdu.[1813]

Ebû Yalâ'nın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Komşusu şerrinden emin   olmayan kimse, mü’min değildir.” [1814]buyurmuştur.

Isbahâni’nin rivayeti ise,

“Muhakkak kişi, komşusu kötülüğünden emin olmadıkça mü'min olamaz. İnsan ne zaman uykuya yatarsa, komşusunun şerrinden emin olarak yatmalıdır. Asıl mü'nün, insanlar kendisinden rahatta olduğu halde hayrı çok olan kimsedir.” [1815]şeklindedir.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem,

Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ki­şi kendisi için sevdiğini komşusu veya din kardeşi için sevmedikçe mü’min olamaz.” [1816]buyurmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde; Ka’b b. Mâlik radıyallahu anh şöyle demiştir:

“Adamın biri Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme gelerek:

“Ya Resûlallah, ben filânın mahallesine indim (orada ikâ­met ettim), onlardan bana en çok eziyet edeni, bana komşu olarak en yakın olanıdır. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Ebû Be­kir, Ömer ve Ali (Allah hepsinden razı olsun) yi gönderdi, onlar mes­cidin kapısına geliyor, kapının üzerinde duruyor ve şöyle sesleniyorlar:

“Dikkat edin, kırk ev komşudur. Kötülüğünden korkulan bir komşu cennete giremez.” [1817]

Ahmed ve, İbn Ebi'd-Dünyâ’nın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöy­le buyurmuştur:

“Kişinin imanı Müstakim olmaz, kalbi Müstakim olmadıkça kal­bi Müstakim olmaz, dili Müstakim olmadıkça. Kişi cennete giremez, komşusu kötülüğünden emin bulunmadıkça.” [1818]

Ceyyid sened ile Ahmed, Ebû Yâlâ ve Bezzâr'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Mü’min, İnsanların kendisinden emin oldukları kimsedir. Müs­lüman, insanların elinden ve dilinden selamette oldukları kimsedir. Muhacir de kötülükleri bırakandır. Nefsimi kudret elinde bulundu­ran Allah'a yemin ederim ki, komşusu kötülüklerinden emin olma­yan kimse cennete giremez.” [1819], buyurmuştur.

Ahmed ve diğerlerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

Allahu Teâla rızkınızı taksim etliği gibi ahlâkınızı da taksim etmiştir. Allahu Teâlâ dünyayı, sevdiğine de sevmediğine de verir, fakat dini ancak sevdiğine verir. Dini kime vermişse onu sevmiştir. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, kişi, kal­bi ve dili selâmette olmadıkça Müslüman olamaz. Yine kişi, komşu­su aldatma ve zulmünden emin olmadıkça mü’min olamaz. Haram kazancından tasadduk etmesi, kendisi için mübarek ve bereketli ol­maz. Haramdan verdiği sadakası kabul olmaz. Kazandığı haram ser­veti veresesine bırakması ise onu cehenneme sevkeder. Muhakkak Allah kötülüğü kötülükle mahvetmez. Fakat kötülüğü iyilikle mah­veder. Çünkü pis pisliği temizlemez.” [1820]

Ebû'ş-Şeyh ve İbn Hibban'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Komşusuna eziyet eden bana eziyet etmiş, bana eziyet eden ise Allah'a eziyet etmiştir. Komşusu ile savaşan, benimle savaşmış, be­nimle savaşan da Allah'a isyan etmiş olur.” [1821]buyurmuştur.

Râvilerinde nekâret bulunan Taberâni'nin bir rivayetinde: “Resûl-i Ekrem bir savaşa çıkmıştı. Şöyle buyurdu:

“Komşusuna eziyet eden bizimle bugün sefere çıkmasın,” bu­yurdu. Adamlardan biri:

“Ben, komşumun duvarının dibine idrar ettim, “dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“Bugün sen bize arkadaş olma,” buyurdu. [1822]

Neseî ve Müslim'in şartına göre Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in ve “Sahih”inde İbn Hibbân'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'ım, ikâmet edilen yerdeki kötü komşudan sana sığınırım. Çöldeki, komşu ise değişebilir (yani başka tarafa nakledebilir).” [1823]buyurmuştur.

Ahmed ve Taberâni'nin ceyyid sened ile rivayetinde -lâfız Ahmed'e aittir- Resûl-i Ekrem,

“Kıyamet günü birbirleriyle ilk davalaşacak olan iki komşudur.” [1824]buyurmuştur.

Diğer bir rivayette adamın biri Resûl-i Ekrem'e gelerek komşu­sundan şikâyet etti. Resül-i Ekrem:

“Evinin eşyasını yol üzerine çıkar,” buyurdu. Adam da öyle yaptı. Gelip geçenler bu kötü komşuya  lanet etmeye   başladılar. Adam Resûl-i Ekrem'e geldi ve:

“Ya Resûlallah, insanlardan ne çekiyorum,” dedi. Resûl-i Ek­rem:

“Ne yapıyorlar sana?” diye sordu. Adam:

“Beni lanetliyorlar,” diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem:

“İnsanlardan önce Allah seni lanetledi,” buyurdu. Adam eşya­sını sokağa atmak zorunda kalan komşusuna gitti ve:

“Eşyanı topla, artık sana eziyet etmem,” dedi.[1825] Bezzâr da aynı mealde bir hadîs rivayet etmiştir.[1826]

Ebû Dâvûd ve “Sahih”inde İbn Hibbân, Müslim'in şartına göre Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in rivayetlerinde: Adamın biri Re­sûl-i Ekrem'e gelerek komşusundan şikâyette bulundu. Resûl-i Ek­rem:

“Git ve sabret,” buyurdu, Adam iki veya üç defa Resûl-i Ekrem'e gelerek şikâyetini tekrarladı. Resûl-i Ekrem kendisine:

“Git, eşyanı yolun üzerine çıkar,” buyurdu. Adam da öyle yap­tı. Oradan gelip geçen bunun sebebini sorup komşusunun kendisini rahatsız etmesinden dolayı olduğunu anlayınca ona lanetler yağdır­maya başladılar. Buna dayanamayan komşu:

“Artık sana eziyet etmem, eşyanı evine kaldır,” dedi.[1827]

Ahmed, Bezzâr, “Sahih”inde İbn Hibbân ve Sahih olduğunu söy­leyen Hâkim'in rivayetlerinde adamın biri Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Ya Resûlallah, filân kadın, çok namaz kılar, oruç tutar, sa­daka verir, şu kadar ki, dili ile komşusuna eziyet eder,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“O, cehennemdedir,” buyurdu. Adam:

Ya Resûlallah, filân kadın da (nafile) namaz, oruç ve sadaka gibi ibadetleri az yapar, keşden de sadaka verir, ancak komşularına eziyet etmez,” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

“İşte bu kadın cennettedir”, buyurdu.[1828]

Taberânî'nin rivayetinde, Muâviye b. Hayde diyor ki: “Resûl-i Ekrem'e:

“Komşunun komşudaki hakkı nedir?” diye sordum. Resûl-i Ek­rem:

“Hastalandığı vakit ziyaret edersin, ölürse cenazesine gidersin, ödünç isterse verirsin, kusuru olursa gizlersin”, buyurdu”.[1829]

Ebû'ş-Şeyh'in rivayetinde ise; Resül-i Ekrem'e:

“Ya Resûlallah, komşunun komşudaki hakkı nedir?” diye sorduk. Resûl-i Ekrem:

“Ödünç isterse verirsin, yardım dilerse yardım edersin, muh­taç olursa verirsin, hastalanırsa ziyaret edersin,” buyurdu. Sonra Re­sûl-i Ekrem:

“Size söylediğimi anladınız mı? Komşu hakkını çok az kimse­ler daha doğrusu Allah'ın rahmet ettiği kimseler yerine getirebilir,” buyurdu.[1830]

Harâıti'den gelen diğer bir rivayette bunlardan fazla olarak, Re­sûl-i Ekrem:

“Muhtaç olduğu vakit ona dönersin; bir iyilikle karşı­laştığı vakit göz aydınlığına, felâketle karşılaştığında da taziyesine gider, öldüğü vakit cenazesini defnedersin. Müsaadesi olmadan rüz­gâr ve güneşi kesecek şekilde yapacağın inşaat ile kendisine gölge olmazsın. Ayrıca senin tencerende kaynayan yemeğin kokusu ile onu rahatsız etmezsin. Ancak aşından bir miktarını ona verirsin. Satın aldığın meyveden ona bir miktar ikramda bulunursun veya göster­mezsin. Hatta çocuğun da onu komşunun çocuğuna göstermemesine dikkat edersin,” buyurdu;[1831] Isbahâni'nin de aynı mealde rivayeti vardır.

Hafîz Münzirî, “Bu husustaki rivayetlerin çokluğu bunlara kuv­vet kazandırmaktadır.” demiştir.[1832]

Taberâni'nin hasen sened ile rivayetinde Resûl-i Ekrem şöyle bu­yurdu:

“Komşusunun aç olarak yattığını bildiği halde karnını doyurup yatan (ve buna aldırmayan) bana inanmış değildir.” [1833]

Sahih bir rivayette,

“Komşusu yanı başında aç olduğu halde karnını doyurup yatan kimse gerçek mümin değildir.” [1834]buyurulmuştur.

Taberânî'nin rivayetinde adamın biri Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Ya Resûlallah, beni giydir, dedi. Resûl-i Ekrem aldırış etmedi. Adam bu sözü tekrar edince, Resûl-i Ekrem:

“İki elbisesinden fazla elbisesi olan bir komşun yok mu?” diye sordu. Adam:

“Var, hem birkaç tane var,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“Seninle onları Allah cennette toplamaz,” buyurdu.[1835] Isbahâni'nin rivayetinde Resül-i Ekrem:

Nice komşular vardır ki, kıyamet günü komşusunun yakasın­dan yapışır ve:

“Ya Rab, bu adama sor, niçin kapısını bana kapattı ve artan yemeğini bana vermedi.” diye şikâyette bulunur.” [1836]buyurmuştur.

Tirmizi ve diğerlerinin mevsûl, maktu ve zayıflığı bulunan Ebû Hureyre (r.a.) den gelen rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Benden bu kelimeleri (öğütleri) kim alıp onlarla amel ede­cek veya amel edene öğretecek?” dedi. Ebû.Hureyre (r.a.):

“Ben, ya Resûlallah,” dedim, dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem elimi tuttu ve şu beş şeyi saydı:

“Haramdan sakın ki, insanların en çok ibadet edeni olasın. Al­lah'ın taksimatına razı ol ki, insanların en zengini olasın. Komşuna, ihsan et ki mümin olasın, kendin için sevdiğini insanlar için de sev ki, Müslüman olasın, fazla gülme, zira çok gülmek kalbi öldürür.” [1837]buyurmuştur.

Tirmizî'nin hasen ve gariptir dediği, ayrıca İbn Hibbân ve İbn Huzeyme'nin “Sahihlerinde, Müslim'in şartına göre Sahih olduğunu söyleyen Hâkim'in rivayetlerine göre Resûl-i Ekrem:

“Allah katında arkadaşların en hayırlısı, arkadaşına en hayırlı olanıdır. Komşuların en hayırlısı da komşusuna    hayırlı olanıdır.” [1838]buyurmuştur.

Yine Sahih bir hadîsde,

“Allahu Teâlâ'nın sevdiklerinden birisi de ölüm ile veya hayat ile Allahu Teâlâ kendisini koruyuncaya kadar kötü komşusunun ezi­yetine sabreden kimsedir.” [1839]buyurulmuştur.

Buhârî, Müslim ve diğerlerinin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Cibril, durmadan komşu hakkında bana o derece tavsiyede bu­lundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını sandım.” [1840]buyur­muştur.

Ahmed'in ceyyid sened ile rivayetinde; Ensâr'dan bir zat şöyle diyor: “Aile efradımla Resûl-i Ekrem'i ziyaret etmek üzere yola çık­tık. Bir de baktım bir adam uzun süre ayakta durdu ve konuştular. Ben de oturdum onları bekledim. Nihayet ayrıldılar. Ben Resûl-i Ek­rem'e :                         

“Bu adam sizi çok bekletti ve meşgul etti,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Sen bunun kim olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Ben:

“Hayır, bilmiyorum,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“O Cibril sallallahu aleyhi ve selem idi. Durmadan bana kom­şuya iyilik yapmamı tavsiye ediyordu. O derece ki, komşuyu komşu­ya vâris kılacak sandım. Eğer sen ona selâm verseydin, o selâmını alacaktı,” [1841]buyurdu.

Taberâni'nin ceyyid sened ile Ebü Umâme (r.a.) den rivayetinde, Ebû Umâme diyor ki:

“Resûl-i Ekrem Veda Haccı'nda kulağı kesik devesi üzerinde:

“Size komşularınızı tavsiye ederim” buyurdu ve bu sözü o ka­dar çok tekrar etti ki, ben, acaba komşuyu komşuya vâris mi yapa­cak, dedim.” [1842]

Ebû Dâvûd, hasen ve garip olduğunu söyleyen Tirmizi'nin riva­yetlerinde, Abdullah b. Ömer (r.a.) e bir koyun kesilip hediye edildi. İbn Ömer (r.a.):

“Komşumuz Yahûdiye et verdiniz mi? Komşumuz Yahûdiye et verdiniz mi? Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle bu­yurduğunu duydum: “Cibril durmadan bana komşuya iyilik yapma­yı tavsiye ediyordu. O derece tavsiyede bulundu ki, komşuyu kom­şuya vâris kılacak sandım.” dedi.” [1843]

Hafız el-Münziri diyor ki:

“Bu metin Ashâb'ın pek çokları tarafından rivayet edilmiştir. Ri­vayet yolları da pek çoktur.” [1844]

Ahmed'in Sahih râvilere dayanan bir rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“İyi komşu, dölek binit ve geniş ev, kişinin mutluluğuna vesile olan hallerdendir.” [1845]buyurmuştur.

İbn Hibbân’ın “Sahih” indeki rivayetinde; Sa'd İbn Ebi Vakkas (r.a.) Resûl-i Ekrem'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

“Dört şey mutluluğa vesiledir: İyi kadın, geniş ev, iyi komşu ve dölek ve iyi huylu binit. Dört şey de mutsuzluğa sebeptir: Kötü kom­şu, kötü kadın, kötü binit ve dar ev.” [1846]buyurmuştur.

Taberâni'nin “Evsat” ve “Kebir”indeki rivayetlerinde Resül-i Ek­rem:

“Allahu Teâlâ sâlih ve iyi bir Müslüman sebebiyle civarındaki yüz komşusundan belâyı kaldırır.” buyurdu ve sonra da, “Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulur­du.” mealindeki âyeti okudu.” [1847]

Beyhakî'nin rivayetinde adamın biri Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Ya Resûlallah, bana bir amel öğret ki onu yaptığım vakit cen­nete girmeme vesile olsun,” dedi. Resûl-i Ekrem:

“İhsan edenlerden ol,” buyurdu. Adam:

“Ben ihsan ettiğimi nereden bileyim?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Komşularına son “iyisin, ihsan ediyorsun” diyorlarsa, ihsan ediyorsun. Veya “Kötüsün” diyorlarsa, kötüsün.” buyurdu.

Tembih: Bazılarının da açıkça ifâde ettikleri gibi, komşuya ezi­yet etmenin büyük günahlardan olduğu bu kadar Sahih hadîslerden anlaşılmaktadır.

Şayet, bunu niye komşuya tahsis edelim, kim olursa olsun, Müslümana eziyet haramdır? dersen, Derim ki; komşusu olmayan uzaktaki bir adama durup durur­ken insan kötülük edemez. Mutlaka bunun bir hazırlayıcı sebebi ol­malıdır. Yoksa âdeten bu mümkün değil gibidir. Ama komşu böyle değildir. Komşu hakkı ile ilgili hadisler de bunu teyid etmektedir.

Şurasını da bilmiş ol ki, komşu üç kısımdır:

Birincisi, akraba olan Müslüman bir komşudur. Bunun, komşu, akrabalık ve Müslümanlık olmak üzere üç hakkı vardır.

İkincisi, akraba olmayan Müslüman bir komşudur. Bunun da Müslümanlık ve komşuluk olmak üzere iki hakkı vardır.

Üçüncüsü, Müslüman olmayan bir komşudur. Bunun da yalnız komşuluk hakkı vardır. Müslüman da olmasa komşu olduğuna göre ona eziyet edemiyeceğin gibi ihsan ve iyilikte bulunmak da görevin­dir. Çünkü bunun pek çok faydaları vardır. Nitekim Sehl-i Tüsteri'nin Mecûsi ile ilgili bir olayı bunun en güzel örneğidir. Sehl-i Tüsterî hastalanmış, ölüm döşeğinde yatıyordu. Komşusu Mecûsi ziyaretine gelmişti. Mecûsî orada dehşetli rahatsız edici bir koku ile karşılaşır ve ısrarla kokunun nereden geldiğini sorar. Sehl-i Tüsterî:

“Bu koku, sizin lağım kokusudur, der. Tam iki yıldır bunu çe­kiyoruz, der. Mecûsî:

“Niçin haber vermediniz?” diye sorar. Sehl-i Tüsterî:

“İmkânsızlık karşısında rahatsız olursunuz diye haber verme­dik,” demesi üzerine, Mecûsi:

“Elini ver, Müslüman olacağım,” der ve Müslüman olur. Sehl-i Tüsteri de bu hastalığından kalkamayarak ölür.   İşte komşuya iyi davranmanın yararları.[1848]

 

211. Kebire: Böbürlenmek İçin İhtiyaçtan Fazla İnşaat Yapmak

 

İbn Ebî'd-Dünyâ’nın rivayetinde; Ammar İbn Âmir radıyallahu anh şöyle demiştir:

“Bir insan, yedi zira'dan yüksek bir ev yaptığı zaman, “Ey fâsıkların fâsikı, nereye gidiyorsun?” diye kendisine ni­da edilir.” [1849]Bu hususta merfû bir hadis rivayet edilmiş ise de sahih değildir.

Ebû Davud'un rivayetinde; Enes radıyallahu anh diyor ki:

“Resül-i Ekrem bir gün (şehir içerisinde geziye) çıkmıştı. Biz de beraberinde idik. Yüksek bir kubbe gördü ve:

“Bu kimindir?” diye sordu. Ashâb'ı:

“Bu, Ensâr'dan falancınındır,” dediler. Resül-i Ekrem bir şey söylemedi ve bunu içinde sakladı. Nihayet bu kubbenin sahibi gel­di Resûl-i Ekrem'e selâm verdi. Resûl-i Ekrem selâmını almadı, on­dan yüz çevirdi. Bunu birkaç defa tekrar etti ise de Resûl-i Ekrem ona iltifat etmedi. Adam da bundan kendisine kızmış olduğunu anladı. Ashâb-ı Kiram'a şikâyette bulundu ve;

“Vallahi ben Resûlullah'ı darılttım (acaba neden?)” dedi. Ashâbı:

“Resûl-i Ekrem senin yükselttiğin kubbeyi gördü de ondan,” de­diler.

Bunun üzerine adam geri döndü, kubbeyi yıktı ve yerle bir etti. Yine bir gün Resûlullah (geziye) çıkmıştı. Kubbeyi göremedi ve:

“Kubbe ne oldu?” diye sordu. Ashâb:

“Kubbenin sahibi, sizin ondan yüz çevirdiğinizi ve ona iltifat etmediğinizden bize yakındı .Biz de ona sebebini söyledik.   Bunun üzerine o kubbeyi yıktı,” dediler. Resûl-i Ekrem:

“İhtiyaçtan fazla her bina sahibine zarardır.” [1850], buyurdu. İbn Mâce'nin de aynı mealde bir rivayeti vardır.[1851]

Taberânî'nin ceyyid sened ile rivayetinde bir yüksek binaya uğ­rayan Resûl-i Ekrem:

“Eli ile başını göstererek bundan daha yüksek olan her bina, kı­yamet günü sahibine vebaldir.” [1852]buyurmuştur.

Yine Taberâni’nin -şahidleri ile birlikte- bir başka rivayetin­de Resûl-i Ekrem,

“Her bina sahibine zarardır, ancak -eliyle işaret ederek- böy­lece olan müstesna. Her ilim sahibine vebaldir, ancak ilmi ile amel edene vebal değildir.” [1853]buyurmuştur.

Yine Taberânî “Evsat”, “Sağir” ve “Kebir”inde ceyyid sened ile Câbir radıyallahu anh'den rivayetinde Resül-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

 “Allahu Teâlâ bir kula kötülük murad ettiği vakit, bina yapma­sı için ona çamur ve kerpici sevdirir.” [1854]

Taberâni'nin “Evsat” ındaki Abdullah İbn Mesûd radıyallahu anh'den rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Kendisine yetecek kadarından fazla inşaat yapan kimseye, yap­tığı binayı kıyamet günü taşıması teklif edilir.” [1855]buyurmuştur.

Yine Taberani “Kebir”inde mürsel bir senedle yaptığı rivayette Ebû'l-Âliye şöyle demiştir:

“Abbas b. Abdulmuttalip radıyallahu anh (ihtiyacından fazla) bir oda inşa etti. Resûl-i Ekrem sallallahu aley­hi ve sellem kendisine:

“Onu yık”, buyurdu. Abbâs (r.a.):

“Onu yıkayım mı yoksa parasını tasadduk mu edeyim?” diye sordu, Resûl-i Ekrem:

“Onu yık,” buyurdu.[1856]

Hâkim'in Sahih dediği bir rivayetinde, Cabir radıyallahu anh, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu ha­ber vermiştir:

“Her iyi olan şey sadakadır. Kişinin ehline infak ettiği de ken­disine sadaka olarak yazılır. Kişinin, ırzını kendisiyle koruduğu şey de ona sadaka yazılır. Mü’min nafaka olarak neyi verirse, karşılığı Allah üzerinedir. Allahu Teâla kefildir. Ancak isyan ile binaya veri­lenler hâriç.” [1857]

Yine Sahih bir rivayette Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Kişi, toprak, çamur veya inşaata verdiği hâriç, diğeri bütün infakından ötürü mecur olur.” [1858]

Tirmizi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“İnfakın hepsi Allah yolundadır, yalnız binaya verilen parada hayır yoktur.”[1859], buyurmuştur.

Ebû Davud'un mürsel olan rivayetinde Resûl-i Ekrem, Ümmü Seleme'ye hitaben,

“Müslüman kişinin malının gittiği en kötü yer, bi­na inşaatıdır.” [1860]buyurmuştur.

Sahih ve müttefekun aleyh olan Cibril hadîsinde; yüksek binalar kıyamet alâmetlerinden sayılmıştır. [1861]

Tembih: Gerçi yüksek binalar yapmayı kebâirden sayan kimse­yi görmedim. Fakat bu hadislerden kebâirden olduğu anlaşılmakta­dır. Hadisler mevkuftur, Peygamberimize kadar yükselmemiştir, de­nilemez. Çünkü bu hususlarda Ashâb kendiliğinden söz söyleyemez. Hadîsler onlarda son bulsa da yine Resûl-i Ekrem'den nakle Müste-niddir. Zira bunlar, akıl ile bilinmezler. Diğer hadîsler şiddetli veîdlerin bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar. Resûl-i Ekrem'in öfkesi, adamın selâmım almaması ve ancak yıkılması ile razı olması, bunun Kebire olmasının açık bir delilidir. Ancak “Tercüme” adlı eserde de anlattığım gibi, bütün bu veidleri, böbürlenmek için binayı yüksek yapmasına hamletmektir. Yoksa böbürlenmek için olmadığı takdirde, bu veîdlerle bir ilgisi olmaz. Yâni çalım satmak ve kibirlen­mek için değilse yüksek bina yapmakta dinî bir sakınca olmaz.[1862]

 

212. Kebire: Yerin Hudut Ve Alâmetlerini Değiştirmek Ve Bozmak

 

Ahmed, Müslim ve Nesei'nin rivayetlerinde Hz. Ali radıyallahu anh buyuruyor ki, Resûl-i Ekrem bana dört şey emretmiştir. Bunlar: Allah'tan başkası adına kurban kesene Allah lanet etmiştir. Anne ve babasına lanet edene Allah lanet etmiştir. Bid'at sahibine meyledene Allah lanet etmiştir.  Arazi üzerindeki   işaretleri değiştirene   Allah lanet etmiştir.” [1863]

Tembih: Yer üzerinde işaretleri değiştirmenin kebâirden olma­sı, bu hadisden açıkça anlaşılmaktadır. Bir cemaat de bunu böylece tasrih etmiştir. Çünkü burada batıl ile insanların malını yemek, on­lara eziyet etmek veya bunlardan birine sebep olmak vardır ki, ve­sileler için maksadlar hükmü vardır. Herhangi ortaklardan birinin hudut tecavüzü, başka bir komşunun tecavüzü veya yabancının yol yapıp oradan geçmesi de, zarar verdiği takdirde aynı hükümdedir.

Şafii imamlarından Kaffâl, hükümdar ile Hanefi imamlarından birinin arasında atlara binmiş gidiyorlardı. Yolda imam ile hükünv dar sağdan soldan Keffâl'ı sıkıştırınca, Keffâl atını tarlaya sürdü. Hanefi imamı hükümdara:

“Keffâl'a sor, başkasının tarlasında gitmek caiz midir?” dedi. Hükümdar:

“Ne diyorsun?” dedi. Keffâl da:

“ Evet, zarar verecek ekin olmadığı ve yol yapılmayacağı hal­lerde tarladan yürümek zarar vermez,” dedi.[1864]

 

213. Kebire: Kör Olana Yanlış Yol Göstermek

 

Sünen sahiplerinin rivayetlerinde   Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Kör olanı yoldan şaşıran ve sapıtan lanetlenmiştir.”

Tembih: Diğer bazıları da bunu büyük günahlardan saymışlar­dır. Öyle sanıyorum ki, onlar da “lânet”i kebâir alâmeti kabul etmiş­lerdir. Bunun kebâirden olacağı açıktır. Çünkü burada gözü görme­yene eziyet vardır. Hem bu, ağır bir1 eziyettir. Çünkü kör olanı şaşır­mak, onu çeşitli ve büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakmak olur ki, bunun Kebire olduğunda şüphe yoktur.[1865]

 

214. Kebire: Sahibinin İzni Olmadan Yolunda Tasarruf Etmek

 

215. Ve 216. Kebireler: Gelip Geçenlere Açık Zarar Verecek Şekilde Umuma Ait Yolda Ve Müşterek Duvarda Adet Dışı Sahibinin İzni Olmadan Tasarruf

 

Bütün bunların kebireden oldukları açıktır, zira bunlarda hem açık şekilde eziyet var ve hem de haklarına tecavüz ve zulüm var­dır. Eziyet ve zulüm diğerlerine şamil olduğu gibi, bunlara da şamil­dir. Gasb ve zulüm hakkında aşağıda anlatacağımız deliller, bunları da ihtiva ettiğinde şüphe yoktur. Gasb bahsinde bir adamın hudu­duna bir karış da olsa tecavüz eden insanın kıyamet günü yerin di­bine kadar o toprağı sırtlanıp mahşer yerine geleceğine dâir rivayet­ler gelecektir.[1866]

 

ZAMAN BABI

 

BAŞKASININ KEFİLİ OLMAK

 

217. Kebire: Usûlüne Uygun Şekilde Üzerine Aldığı Taahhüdü İmkânı Varken Yerine Getirmekten Kaçmak

 

Bunu kebâirden saymak, açık ve meydandadır. Çünkü zâmin olan, yâni başkasına kefil olup onun borcunu üzerine alan, kendisi borçlanmış demektir. Borcunu vermeyen zengine terettüb eden hü­küm, buna da terettüb eder. Buna rağmen; bunu açıkça ve özel ola­rak ele almak, bazılarının, “Bu kefaletten ne çıkar?” diye kuşkulanmalarını reddetmek içindir. Onlar, “Bu, bir teberrudur; isterse yeri­ne getirir, isterse getirmez” sanıyorlar. Halbuki onların sandığı gibi değildir. Zamanında bir teberru idi fakat sonra kesin borç haline dönmüştür. Öyle ki kıyamette bile bundan sorumlu olacaktır.[1867]

 

ŞİRKET VE VEKÂLET BABI

 

218. Kebire: Ortağın Ortağına Hıyanet Etmesi

 

219. Kebire: Vekilin Müvekkiline Hıyanet Etmesi

 

Ebû Yâlâ ve Beyhaki'nin Numan b. Beşir (r.a.) den rivayetlerin­de Resül-i Ekrem:

“Kim ki ortağının kendisine emânet ettiği veya gözetmesini iste­diği şeyde ona hıyanet ederse, ben ondan uzağım.” buyurmuştur.

Buhâri ile Müslim'in rivayet ettiği bir hadîsde Resûl-i Ekrem:

“Dört şey, her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. (Bunlar da) kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylerken yalan söyle­mek, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husûmet zamanında da hak­tan   ayrılmaktır.”[1868], buyurmuştur.

Ebû Dâvûd ve Hâkİm'in, Sahihtir, dediği rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâla buyuruyor: “İki ortağın, birbirlerine hıyanet et­medikçe, üçüncü de benim, (yâni onlara yardım ederim.) Fakat birisi hıyanete başlayınca aralarından çıkarım (yardımımı keserim).” [1869]buyurmuştur. Rezin'in ilâvesinde, “Ben gidince de şeytan ge­lir.” buyurulmuştur.

Dâre Kutnî'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah'ın (kudret) eli (yâni yardımı) biri diğerine hıyanet etmediği sûrece, ortaklar üzerinedir, Fakat içlerinden biri hiyânet edince Allah Teâlâ (kudret) elini (bereketini) onlardan kaldırır.”[1870], buyurmuştur.

Dürüstlükle ortaklık yapanları, kârlarında Allahu Teâlâ bere­ketlendirir, mallarını korur. Fakat bunlaradan biri hıyanete kalkar­sa bereketi de kârı da ortadan kalkar.

Bezzâr ve Dâre Kutnî'nin isnâd-ı lâbeis ile rivayetlerinde, “Mü’min sözünde durur, ahdinde gadretmez ve emânete hıyanette bulun­maz.” buyurulmuştur.

Tembih: Her ne kadar bu konu başkaları tarafından özel şekil­de ele alınmış ise de, bunu kebâirden saymak, bu hadislerin açık ifâ­delerinden kolaylıkla anlaşılmaktadır. Vedi'a bölümünde bununla il­gili daha başka hadisler de gelecektir.[1871]

 

İKRAR BABI

 

220. Kebire: Vereselerden Birine Veya Vâris Olmayana Yalan Olarak Borcum Var Demek

 

İbn Abbâs radiyallahu anhuma'dan rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Vasiyette bir tarafı, zararlandırmak, kebâirdendir.” buyurmuştur.

Ahmed ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selem:

“Adam yetmiş yıl hayır amel işler. Vasiyet ettiğinde haksızlık ederse, kötü amel ile ömrü sona erer de cehenneme girer. Birisi de yetmiş yıl kötülük işler. Sonra vasiyet ettiğinde adalet yaparsa iyi amel ile ömrü sona erer de bu sayede cennete girer.” buyurmuştur. Sonra Ebû Hureyre radıyallahu anh:

“İsterseniz: “Bunlar, Allah'ın yasalarıdır. Allah'a ve peygamberine kim itaat ederse, onu, içlerin­den ırmaklar akan Cennete koyacaktır. Orada temellidirler. Büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve peygamberine baş kaldırır ve yasa­larını aşarsa, onu, ebedî kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azâb oradadır.”[1872] âyetlerini okuyunuz.” dedi.[1873]

Ebû Dâvûd ile Tirmizî'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Erkek ve kadın itaat ile Allah'a amel ederler. Sonra ölüm za­manları gelir. Vasiyetlerinde bir tarafı zararlandırırlar da bu sebep­le cehennem kendilerine vacip olur.” buyurdu. Sonra Ebû Hureyre bana:

“Ettiğiniz vasiyet veya borç çıktıktan sonra, zarara uğratılmaksızın, Allah tarafından tavsiye edilmiştir. Allah, bilendir, halim­dir. Bunlar Allah'ın yasalarıdır. Allah ve peygamberine kim itaat ederse, onu, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş budur.” [1874]buyurmuştur.

Tembih: Vasiyette zararlandırmanın kebâirden olduğunu çokla­rı açıklamışlardır. Bunun tamamı vasiyet bölümünde gelecek ve Ebû Hureyre (r.a.) nin işaret ettiği âyet-i celile orada ele alınacaktır.[1875]

 

221. Kebire: Vereseden Başka Şahidi Olmayan Borç Ve Emânetleri Ölüm Döşeğinde Yatan Hastanın Söylememesi

 

Her ne kadar diğerleri bunu ele almadılarsa da bunun da kebâ­irden olduğu meydandadır. Çünkü burada da başkasını, açıkça zararlandırmak vardır. İlerde buna dair açıklama gelecektir.[1876]

 

222. Kebire: Bilerek Gerçek Olan Nesebi İnkâr

 

223. Kebire: Yalan Olan Bir Nesebi İkrar  

 

Âhmed ve Taberâni’nin Şuayb'den, o da babasından, o da de­desinden rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Zayıf da olsa kişiye nesebini inkâr veya bilinmeyen bir nesebi iddia, (günah) olarak yeter.”

Taberâni “Evsat”ında Ebû Bekir es-Sıddîk radıyallahu anh'den rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Her kim bilinmeyen bir nesebi iddia ederse Allah'a kâfir oldu­ğu gibi, asıl soyundan, az da olsa ayrılmak isteyen, yine Allah'a kâ­fir olur.” [1877]buyurmuştur.

Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allahu Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, kıyamet günü Allahu Teâlâ onlarla konuşmaz, onları tezkiye etmez ve onlara bakmaz. On­lar için elem verici azâb vardır. Bunlar: Anne ve babasından uzak­laşan, onlardan yüz çeviren, çocuklarından uzaklaşıp, bunlar benden değildir, diyen, kendisine iyilik eden milletin nimetini inkâr edip onlardan uzaklaşandır.”[1878], buyurmuştur. Hadisdeki in'amdan maksad, azâd olma nimetidir. Nitekim Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ek­rem:

Her kim kendisini âzâd edenlerin Müsaadesini almadan, bir mil­leti mevlâ edinirse, Allah'ın, meleklerin ve insanların laneti onun üzerinedir. Kıyamet günü farz ve nafileden hiç bir ibadeti kabul edilmez.” [1879]buyurmuştur.

Tembih: Soyu inkâr veya yalan soyu iddia etmenin kebire ol­masına dair her ne kadar açık bir şey görmedimse de şu Sahih iki hadîsin ihtiva ettiği şiddetli veidler, bunun kebire olduğunu inkâr, kabul etmez bir şekilde ortaya koymuştur. Bunların her ikisinin za­rarları ortada ve aynı zamanda her ikisinde de Allahu Teâlâ’nın hükmünü değiştirmek vardır. Çünkü çocuk yalandan babasını inkâr ederse, yabancılar gibi olur. Ahkâm-ı zahire onu böyle tanır. Bir kimse de çocuk edinirse o da zahirde evlât hükmünü alır. Her iki şek­lin de zararı ortadadır. Bununla beraber Celâl Helkıni Buhâri ile Müslim'in,

“Her kim İslâmda babası olmadığım bildiği halde birisini baba diye iddia ederse, cennet ona haramdır.” [1880]hadîsine dayanarak, bunun kebâirden olduğunu söylemiştir.[1881]

 

ARİYE BABI

 

224. Kebir: Ariyet Verilen Şeyi Sahibinin İzni Olmadan Kullanacağı Kararlaştırılan Şeyin Haricinde Kullanmak

 

225. Kebire: Ariyet Verilen Şeyi Sahibinin İzni Olmadan Başkasına İareye Vermek Veya Verme Dediği Halde Vermek

 

226. Kebire: Ariyet Verilen Şeyi Süresi Dolduğu Halde Kullanmaya Devam Etmek

 

Bu üçünün kebâirden olduğunu açıkça söylemem, ilk âlimlerin sözlerinden anlaşılan bir gerçektir. Zira bu, hem gasbe ve hem de zulme girer. Bunlardan her ikisi kebire olup ilerde anlatılacaktır. Çünkü bunlarda mal sahibine karşı haksızlık vardır.

Âriye demek, herhangi bir şeyi belli bir zaman için belli bir amaçla belli bir işde, belli bir adamın kullanması demektir. Bunla­rın herhangi birinde değişiklik zulüm ve haksızlıktır. Zulüm ve gasb bölümünde anlatacağım her hadis, bunların hakkında da câridir.[1882]

 

GASB BABI

 

227. Kebire: Gasb Zorla Başkasının Malını Elinden Almak

 

Buhâri ile Müslim'in Hz. Aişe radıyallahu anha'dan rivayetlerin­de Resûl-i Ekrem:

“Kim ki haksız yere arzdan bir karış yer zabtederse, yerin yedi katı halka gibi onun boynuna geçirilir.”[1883]  buyurmuştur. Bunun böyle olduğunu, yakında gelecek olan Taberânî, Ahmed ve diğerleri­nin rivayeti teyid edecektir.  

Buhârî ile diğerlerinin haberleri ise,

“Hakkı olmadığı halde yerden bir karış (toprak) alan kimse kı­yamet günü o toprakla yedi kat yerin dibine batırılır.”[1884], şek­lindedir.

Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Kim haksız olarak (başkasına ait) yerden bir karış alırsa, Allahu Teâlâ kıyamet günü yedi kat yerin dibine kadar onu halka ola­rak boynuna geçirir.” [1885]buyurmuştur.

Ahmed, Taberânî ve “Sahih” inde İbn Hibbân'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Herhangi bir kimse (kendisine ait olmayan) yerden bir karış (almak suretiyle) zulmederse, kıyamet günü Allahu Teâlâ ona, aldı­ğı yerden itibaren yedi kat yerin dibine kadar kazmayı kendisine emreder. Sonra insanların hesabını görünceye kadar o yeri bir hal­ka olarak boynuna geçirir.” [1886]

Ahmed ve Taberâni'nin rivayetleri,

“Hakkı olmadığı halde (başkasına ait) yerden bir karış alan kim­seye (kıyamet günü) aldığı toprağı mahşer yerine taşıması kendisi­ne teklif edilir.”[1887] şeklindedir.

Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Kim (kendisine ait olmayan) yerden bir karış toprak alırsa o toprağı su çıkıncaya kadar kazması ve ondan sonra çıkan toprağı yüklenip mahşer yerine getirmesi kendisine teklif edilir.” [1888]bu­yurmuştur.

Ahmed ve Taberâni'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kim haksız yere (kendisine ait olmayan) yerden bir şey alır­sa aldığı bu şey, yedi kat yerin dibine kadar halka olup (kıyamet gü­nü) boynuna geçirilir. Onun farz ve nafileden hiç bir ibadeti de ka­bul olmaz.” [1889]buyurmuştur.

Âhmed hasen sened ile ve Taberâni “Kebir”indeki rivayetlerin­de; İbn Mesûd radıyallahu anh diyor ki:

“Ben:

“Ya Resûlallah, en büyük zulüm hangisidir?” diye sordum. Re­sûl-i Ekrem:

“Müslüman bir kimsenin, kardeşinin hakkından bir zira' yeri eksiltip kendi zimmetine geçirmesidir, Oradan aldığı bir çakıl par­çası da alsa, kıyamet günü aldığı o yer, yerin derinliklerine varınca­ya kadar boynuna bir halka olarak geçirilir. Yerin derinliğini, ancak onu yaratan Allahu Teâlâ bilir.”[1890] buyurdu.

Hasen sened ile Ahmed'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Allah katında en büyük haksızlık, bir arşın topraktır ki, bir ara­zide veya bir evde komşu olan iki kişiden birisi diğerinin hakkında, haksızlıkla kesip alır ve zimmetine geçirir bulursunuz. İşte bunu kesip aldığı vakit, bu, yedi kat yerin dibine kadar halka olup boynuna geçirilir.” [1891]buyurmuştur,

Taberâni'nin diğer rivayetinde şöyle buyurulmuştur:

“Kim haksız olarak bir adamın yerini zorla alırsa, Ailahu Teâlâ kendisinden gazabh olduğu halde, O'na ulaşır.”[1892]

Taberâni'nin “Sağir” ve “Kebir” indeki rivayetinde    Resûl-i Ek­rem:

“Müslümanların yolundan bir kanş alan kimse, kıyamet günü onu tâ yerin dibinden yüklendiği halde mahşer yerine gelir.” [1893]buyurmuştur.

İbn Hibbân “Sahihinde Ebû Humeyd es-Sâidi radıyallahu anh'den rivayetinde, Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Müslüman, adamın gönül rızası olmadan bir değneğini almak bile helâl değildir”. Râvi diyor ki:

“Bu, Müslüman üzerine Müslümanın malını Allah'ın haram kılmasının şiddetinden dolayıdır.[1894]

Tembih: Beğavi ve diğer bazıları başkasına ait bir malı zorla almanın Kebireden sayılması için bir dinarın dörtte bir değerinde ol­masını şart koşmuşlardır. Bunlara göre, bundan daha azını gasbetmek kebireden sayılmaz. Kaadı Bakıllânî'nin hikâye ettiğine göre; Mûtezile'den bazıları, zorla alınan malul ikiyüz dirhem olmasını; Cubbâi de bir defasında on dirhem, diğer bir rivayette Cübbâî ve diğer arkadaşları, gasbedilen malın yalnız beş dirhem değerinde olmasını şart koşmuşlardır. Basra âlimleri ise, gasbın kebâirden sayıl­ması için, yalnız bir dirhem değerinde olmasını yeterli görmüşlerdir.

Halimi, “Zorla alınan, aslında değersiz bir şey ise sağîredir. An­cak değersiz de olsa sahibinin ona ihtiyacı varsa yine kebiredir.” de­miştir.

Ezra'i diyor ki: Gasbın kebire olmasında bir dirhemin dörtte bi­rinin yeterli olması, Hirevi ve diğerlerinin görüşüdür. Halbuki Rafiî'nin nüshaları daha doğrudur. Bu nüshaların birinde ve “Ravza” da bir dînar olması şart koşulmuş ki, bu da bu rivayeti nakledenin tah­rifidir.

Şeyh îzzuddin Abdusselâm, “Hadisde vârid olduğu gibi yalan yere şehâdetin Kebire olması, oldukça değer taşıyan bir servet için yapıldığuıdadır. Bunda şüphe yoktur. Ancak bir üzüm veya bir hur­ma danesi için yalan şahitliği yapıldığı vakit, bu fesadın önünü al­mak için onu da kebâirden sayarız. Nitekim sarhoşluk vermediği halde bir damla şarabı haram saydığımız gibi. Bununla beraber gas­bın miktarını, sirkat miktarı ile de ayarlamak mümkündür. Yâni hır­sızlıkta ne miktar kebâirden ise, gasbde de o miktarı zimmete geçir­mek kebâirdendir. Öksüz malını yemekte de bu usûl uygulanır.

“Hadim” de, Hirevi'den geçen rivayet, bu ikinciye şehâdet eder, demiştir.

“Tavassut” ta Şureyh er-Revyânî ve diğerleri, yetimin ve başka­larının mallarını haksız olarak yemek, rüşvet almak gibi kebâirdir. Burada bir dirhemin dörtte biri olacak diye bir kayıt yoktur.

Udde sahibi de, “öksüz malı yemek ve rüşvet almak haramdır.” dedi ve bunu mutlak olarak zikretti, miktar tayin etmedi. Ölçü ve tartıda aynı şekilde hüküm verdi. îmâm Şafiî de bunu böyle açıkla­mıştır. “Zaten gasbedileni bir dinarın dörtte biri ile kayıtlamak, za­yıf bir rivayettir.” demiştir.

Yine “Tavassut”ta “Udde” sahibi, “Zekâtı vermemek kebiredir.” derken, burada azı ile çoğu arasında fark gözetmemiştir. Esasen açıkça anlaşılan da budur.

Hirevî ve diğerlerinin, “Dinarın dörtte birinden az olmaması lâ­zım diye öne sürdükleri bu hudut, dayanaksız bir görüştür.” demiştir.

“Tavassut”un, “Hirevî'nin görüşü dayanaksızdır” demesi, açık ve doğrudur. Hatta İbn Abdusselâm diyor ki: “Ulema, bir danenin bile zorla alınıp çalınmasının Kebire olduğunda icma etmişlerdir.”

Kurtübî'nin sözü de bunu teyid eder mahiyettedir. Kurtubi di­yor ki: “Yendi denebilecek kadar az bir lokmayı da haram olarak yiyen kimsenin fasık olduğunda Ehi-i Sünnet ittifak etmişlerdir”. Bişr b. el-Mûtemir ve Mûtezile'nin bir kısmı, “İkiyüz dirhem zimme­te geçirmekle kişi büyük'günah işlemiş olur.” demişlerdir. Cübbâî ise bir dirhemi zimmetine geçirmekle büyük günah işlemiş olur, de­miştir.

İbn Abdüsselâm, yukarda geçen Beğavi, Hirevi ve diğerlerinin sözlerine hiç kıymet vermemiştir. Çünkü anlattığım gibi onların gö­rüşleri zayıf olduğu gibi dayanakları da yoktur. Zira gasbeden, ya­lancı şahid, yetim malı yiyen, rüşvet alan, yanlış ölçüp yanlış tar­tan ve zekât vermeyenler hakkında vârid olan hadislerdeki veîdler, miktarı nazara atmadan azına da çoğuna da şamildir. Bunu muay­yen bir miktara tahsis, akıl yolu ile değil, ancak nakil, Resûl-i Ek­rem'den vârid olacak bir açıklama, ile mümkündür. Zira böyle şid­detli korkutma ile hükmetmek, ancak şâri'den telakki edilir. Azı, ço­ğu nazara alınmadan şâri'den böyle şiddetli veîd Sahih olduğu va­kit, onu az veya çok ile kayıtlamaksızın olduğu gibi kabul etmek lâ­zım gelir. Ancak kayıtlayıcı yeni bir delil-i sem'İ varsa o zaman tah­sis caiz olur. Bu olmayınca mutlak olan hükümler de hali üzre'ka­lırlar. Böylece Ezraî'nin sözü doğru olur. Tahsis ifâde eden bir de­lil-i şer'i olmadığına göre, şu kadarı kebâir de bu kadarı değil diye birtakım görüşler ortaya atmanın zayıf olup, mürtekiblerinin kebâir irtikâb ettiklerinde ve azı ile çoğu arasında fark olmadığına hükmet­menin itimada şayan olduğu anlaşılır. Gerçi bir hurma veya bir üzüm danesi gibi şeyleri -ki bunlar gayet değersiz şeylerdir- sağîreye hamletmek mümkün ise d,e İbn Abdüsselâm'ın bahsettiği bir nevi icma' -ki ulemânın çoğunluğu bunun da kebire olmasını ka­bul etmişlerdir. Zira az ve- değersiz de olsa insan haklarına tecavüze müsamaha edilmez.

Hudut tecavüzlüğü yapıp toprak gasbetmekle ilgili bazı hadis­leri Celâl Belkınî anlattıktan sonra, “Haram olmakta farkları olma­makla beraber acaba bu şiddetli veidlerde bir cinsden olmayan gasbler, bir cinsden olan gasbler ile aynı hükümde midir? Yoksa toprağa taarruz daha zararlı olup, bunlar birbirinden daha farklı mıdır?” di­ye sordu. Ve işte burası düşündürücüdür, dedi. Aralarında fark ol­madığına,

 “Aziz ve celil olan Allah şöyle buyurmuştur.  

Üç sınıf insan var­dır ki, kıyamet gününde ben bunların hasmıyım: Bana yemin edip de sonra ahdini bozan, hür bir insanı köle diye satıp da parasını yi­yen ve tuttuğu işçiyi çalıştırıp da ücretini vermeyendir.” buyurmuş­tur.” [1895], hadîsi ile de delil çekmiştir. Çalıştırdığı işçinin hakkını vermeyip gasbeden için şiddetli veîd vardır. O, bunu bir delil olarak ele almıştır. Yoksa toprakta olsun, başka şeyde olsun gasbın kebire olmasında fark olmadığını bütün Ashâb sarahaten söylemişlerdir. Celâl Belkınî'nin bu telâşından, benim yukarda tembihten hemen önce getirdiğim hadisi görmediği anlaşılıyor. O hadiste, hiç bir Müslümana hakkı olmadığı bir değneği dahi almasının helâl olmaya­cağı bildirilmiştir. Bunu da yukardaki hadîse eklediğim vakit, top­raktan başka diğer şeylerde olan gasbe de şiddetli veîdlerin bulun­duğu anlaşılmış olur.[1896]

 

İCARE BABI

 

228. Kebire: İşini Yapan İşçinin Hakkını Vermemek Veya Onu Geciktirmek

 

Buharı ve diğerlerinin Ebû Hureyre radıyallahu anh'den riva­yetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Allah u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Üç sınıf insan vardır ki, kı­yamet gününde onların hasmı ben olacağım. Ben, kimin hasmı olur­sam, onun belini kırarım, (Birincisi) o kimsedir ki, bana yemin eder de sonra ahdini bozar. (İkincisi) o kimsedir ki, hür olan bir insanı sa­tar da pahasını yer. (Üçüncüsü) o kimsedir ki, işçi tutar, tuttuğu işçi işini yaptığı halde ücretini vermez.” [1897]buyurmuştur.

İbn Mâce'nin hasen sened ile İbn Ömer (r.a.) den, Taberâni'nin Câbir (r.a.) den ve Ebû Yâlâ’nın Ebû Hureyre (r.a.) den rivayetle­rinde Resûl-i Ekrem:

“İşçiye, alnının teri kurumadan ücretini veriniz.” [1898]buyur­muştur.

Tembih: İşçiye hakettiği ücreti vermemenin veya geç vermenin kebireden olması, gasb ile ve zenginin borcunu geciktirmemesi yle ilgili hadislerden de anlaşılmıştır. Hakkında özel şekilde veid vârid olduğu için, bunu müstakillen burada zikrettim. Bununla beraber benim gibi düşünüp yapanları da gördüm.[1899]

 

ÖLÜ TOPRAĞI İHYA BABI

 

229. Kebire: Haram Olduğunu Söyleyenler İçin Arafa, Mina Ve Müzdelife'de İnşaat Yapmak

 

Bu mukaddes yerlerde inşaatı haram kabul edenler için, bura­larda inşaat yapmanın kebâirden olduğu aşikârdır. Çünkü, bu, arazi gasbetmek kabilindendir ki, kebiredir. Haram olduğunu kabul ede­rek buralarda inşaat yapanlar, arazi gasbı ile ilgili bütün veidleri haketmiş olurlar.[1900]

 

230. Kebire: Herkese Serbest Ve Mubah Olan Yol, Mescid, Kervansaray, Medrese Gibi Yerlerden İnsanları Menetmek

 

Bu gibi yerlerden meşru şekilde faydalanması için bir adamı me­netmek, gasbe benzediği için, kebireden olması yakışır. Bu, tıpkı in­sanı kendi mülkünden menetmeye benzer. Bunun için bu da kebiredir.[1901]

 

231. Kebire: Mülkünün Ve Dükkânının Önünde de Olsa Ammeye Ait Yolu Kiraya Verip Ondan Ücret Almak

 

Bütün imamlarımız bunun fısk ve sapıklık olduğunu söylemişler­dir. Bunun için Ezra'î, “Bazı hükümet erkânının böyle ammenin ge­lip geçeceği ana caddeleri kiraya verip para almalarına şaşarım? Bunlar Allah'ın huzuruna nasıl varacaklardır?” demiştir.[1902]

 

232.Kebire: Herkese Mubah Olan Bir Suyu Zabtedip Gelip Geçen Yolculara Vermemek

 

Buhâri ile Müslim'in Ebû HureyreradıyAllahuanh'den rivayetle­rinde Resûl-i Ekrem:

Üç kimse vardır ki, Allah kıyamet gününde onlara bakmaz, on­ları temize çıkarmaz, onlar için elem verici bir azâb vardır.

(Birincisi) bir kişidir ki, onun yol üzerinde ihtiyacından fazla suyu bulunur da onu yolculardan esirger.

(İkincisi) bir adamdır ki, o da devlet reisi­ne yalnız dünyalık İçin biat eder de, devlet reisi dünyalık verirse hoş­lanır, vermezse öfkelenir.

(Üçüncüsü) şu adamdır ki, bu da (ticâret) eşyasını ikindiden sonra pazara çıkarır ve:

“Kendisinden başka İlâh olmayan Allah'a yemîn ederim ki, bu mala ben, emin ol, şöyle böyle para verdim” der ve müşteri de onu tasdik eder.” buyurmuştur.

Resûl-i Ekrem bundan sonra: “Onlar ki Allah'ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir para ile satarlar...”[1903] âyetini okudu.[1904]

Tembih: Herkese mubah olan bir suyu zabtedip gelip geçen yol­culara vermemenin kebâirden olduğu bu hadîsin sarahatinden anla­şılmaktadır. Bunun için çokları, kesin olarak bunu kebireden say­mışlardır. Ancak şiddetli zarara sebep olması ile kayıtlanması lâzım­dır. Yoksa az bir zarar verecekse, kebireden sayılmaz.[1905]

 

VAKIF BABI

 

233. Kebire: Vâkıfın Şartını Yerine Getirmemek

 

Her ne kadar imamlarımız bunu açıkça ele almamışlarsa da, bu­nun da Kebire olduğu meydandadır. Çünkü burada insanların ma­lını batıl şekilde vermek vardır. Bu ise kebâirdendir.[1906]

 

LUKATA (YİTİK) BABI

 

234. Ve 235. Kebireler: Şartlarını Yerine Getirip Gerekli Araştırmayı Yapmadan Bulduğu Malı Kendi Arzusuna Göre Kullanmak

 

Bunların kebire oldukları meydandadır. Çünkü bunlar, başkası­nın malını batıl sebeplerle yemek kabilindendir.[1907]

 

LAKİT -YİTİK VE KAÇAK KÖLE- BABI

 

236. Kebire: Kaçak Köleyi Ve Yitik Malı Bulduğu Vakit Şahit Tutmayı Terketmek

 

Bunun kebire olmasını Zerkeşi saraheten söylemiştir. Bu kebire olunca, yukardaki yitik ve vâkıfın şartına uymayıp vakfı yemenin de Kebire olduğu meydana çıkar. Zira onların mefsedeti bundan daha büyüktür. Gerçi burada da büyük fesat vardır. Çünkü bulduğu ço­cuğa şahit tutmayacak olursa, yarın, “Bu benim kölem idi- diye bir iddiada bulunabilir ve böylece hür bir insanı köle haline getirir. İşte bu gibi sebeplerden ötürü bu da kebâirdendir. Hatta bazı şeyler vardır ki, bugün onlarda büyük bir fesadlık göze çarpmaz. Fakat ilerde o fesadlığa ulaşabilecekleri için, onlar da kebâirdir, çünkü vesâil için mukasid hükmü vardır. Bununla beraber başkaları kebâir demediği ve hatta aksini öne sürdükleri halde, benim pek çoklarına kebâir dediğimin hikmetini anlamış oldunuz.[1908]

 

VASİYET BABI

 

237. Kebire: Vasiyette Bir Tarafı Zararlandırmak

 

AllahuTeâlâ:

“Yapılan vasiyetten veya borçtan sonra, zarara uğratılmaksızın... Bunlar Allah tarafından vasiyet edilmişlerdir. Allah bilendir, halimdir. Bunlar Allah'ın yasalarıdır. Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, onu içlerinden ırmaklar akan cennetine koyacaktır, ora­da temellidirler. Büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve peygamberi­ne baş kaldırır ve yasalarını aşarsa, onu temelli kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azâb onadır.” [1909]

İbn Abbâs (r.a.) bu,.âyet-i celîle'den, vasiyette bir tarafı zararlandırmanın kebâirden olduğunu anladı. Zira Allahu Teâlâ vasiyeti bu şiddetli veîd ile takib etti. Gerçi böyle dendi ama, bu biraz noksan­dır. Çünkü bunun kebâirden olduğu sözünü İbn Abbâs (r.a.) kendi­liğinden değil, Resûl-i Ekrem'den rivayet etmiştir. Nitekim Neseî'nin tahricinde,

Vasiyette bir tarafı zararlandırma kebâirdendir.” buyurdu ve sonra, “İşte bunlar Allah'ın yasalarıdır...”    mealindeki âyeti okudu.[1910] Ve vasiyette bir tarafı zararlandırmanın kebâirden olduğunu açıkça beyân buyurdu. Âyet de bunun şahididir. Bunun için vasiyet­te zararlandırmanın kebâirden olduğunu bütün imamlar kaydet­miştir.

Âyet-i celile'nin tefsirinde İbn Âdil diyor ki:

“Bilmiş ol ki, vasi­yette zararlandırma birkaç şekilde olur. Bir kimsenin, malının üçte birden fazlasını vasiyet etmesi, hepsini veya bir kısmını, başkasınındır diye ikrar etmesi veya malı vereseden kaçırmak için gerçeğe aykırı olarak kendisini borçlu göstermesi veya falancıdaki alacağını almadığı halde, aldım demesi veya az bir fiyatla malını bazı kimse­lere satıp pahalı olarak yerine başkasını alması; bütün bunlarda ga­yesi vereseden mal kaçırmak olması veya Allah rızası olmayıp vere­seye düşecek miktarı azaltmak için üçte biri vasiyet etmesi gibi, bü­tün bunlar vasiyette zararlandırmaktır.                   

İkrime'nin İbn Abbâs (r.a.) dan rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Eğer bir adam yetmiş yıl cennet ehlinin ameli gibi amel edip (son nefesdeki) vasiyetinde haksızlık ederse, kötü amel üzerine canı çıkar da cehenneme girer Yine bir adam yetmiş yıl cehennemi! ameli işler (son nefesdeki) vasiyetinde adalet eder de hayırla ömrü sona erer ve bu sayede cennete girer.” [1911]buyurmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“Her kim vârisinin mirasını kaçırırsa, Allahu Teâlâ da kıyamet günü cennetten onun mirasını keser (ve onu cehenneme atar).”[1912] buyurmuştur. Buna da Allahu Teâlâ’nın: âyet-i celile'si delâlet etmektedir. İbn Abbâs (r.a.)  bunun vasiyet hakkında olduğunu söylemiştir. İbn Abbâs (r.a.) âyetinin de vasiyet hakkında olduğunu söylemiştir. Şüphesiz ölüm anında Allah'ın emrine muhalefet, şiddetli hüsrana delâlet eder. Bu ise, Kebire şöyle dursun, kebirenin en büyüğüdür.

Zerkeşî de aynı görüştedir. Zira müteahhirînden birisi, “Aynı mealde Zerkeşî'nin el yazısını gördüm.” demiştir. Halbuki Zerkeşi'den böyle bir rivayet, şayan-ı hayrettir. Zira onun vasiyette üçte bir­den fazlası olarak zikrettiği bizim kurallarımıza uymaz. Bize göre üçte birden fazla vasiyet etmek mekruhtur. Kebire olmak şöyle dur­sun, haram bile değildir. Evet, görünüşte, şayet servetinden verese­sini mahrum etmek istiyor. Aynı zamanda kime vasiyet ediyorsa, onun haksızlık ile üçten fazlasını alacağını bilmiyorsa, haram olma­sı gerekir ve o zaman vasiyetin Kebireden sayılması da uzak bir ih­timal değildir. Zira burada vereseyi daha çok zararlandırmak var­dır, özellikle yalancıların doğruluğu ve kötülerin tevbe ettiği bu an­da bu gibi yollara baş vurması, kalbinin katılığına ve aklının bozuk­luğuna delildir. Bu anda bu gibi yollara baş vurması en büyük bir cür'et olduğu için fena amel ile ömrü sona erer ve cehenneme girer. Nitekim bu husus, yukardaki hadisde anlatılmıştır. Üçte bir ile va­siyetteki kayıtlarla ilgili olarak anlatılanlar, üçte birden fazlası ile yapılan vasiyetlerde de aynıdır.

Vasiyette zararlandırmaktan birisi de, küçük çocukların malını yiyecek olan veya mallarının mahvına sebep olacak olan kimseyi ta­yin etmektir. Son olarak yukarda naklettiğim iki hadisden birinci­sini İbn Mâce de ifadede cüz'i bir değişiklikle nakletmiştir. Her iki­sinde de meal aynıdır.

Birinci hadîsi, Ebû Davud'un, hasen ve garip olduğunu söyleyen Tirmizî'nin rivayetleri teyid eder. Bunları Ebû Hureyre (r.a.) den ri­vayet ettikleri bu hadîs metin olarak yukarda geçmiştir. Burada me­alini verelim: “Kadın ve erkek yetmiş bu kadar yıl Allah'a ibadet ederler. Ölüm geldiği vakit vasiyette bazılarını zararlandırırlar da böylece cehennemi hakederler.” Sonra Ebû Hureyre âyetini e kadar okudu.

Tamamlayıcı Söz: Vasiyette itina ve adalete riâyet gerekir. Ada­letin gerektiği ile ilgili hadîsleri naklettik, itinaya gelince; Buhârî, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem şöyle buyur­muştur:

“Vasiyet edecek dünyalığı bulunan bir kişiye, vasiyeti yanında yazılı bulunmadıkça, iki gece yatması muhakkak surette caiz değil­dir.”[1913] İbn Ömer (r.a.) bunu duyduktan sonra, “Hiç bir gece vasiyetim yazılı olmadan yatmadım. Her gece vasiyetim yazılı olarak yanımda bulunurdu.” demiştir.

İbn Mâce'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem,

“Kim vasiyet ederek ölürse, sünnet üzere ölmüş, takva ve şehâdet hali üzere ölmüş ve günahları mağfiret olduğu halde ölmüştür.”[1914], buyurmuştur.

Ebû Yâlâ'nın rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Mahrum, vasiyetten mahrum kalandır.”[1915]  buyurmuştur. Taberânî'nin rivayetinde,

“Vasiyeti terketmek, dünyada ar, âhirette ise hem âr ve hem de nardır.” [1916]buyurulmuştur. Bu hadisin Sahih olduğu bilineydi, vasiyeti terkin kebâir olduğu söylenebilirdi ve o zaman da bu hüküm, zâlimlerin vereselerine tahakküm edip mallarını ellerinden alacak­larını bilen hakkında câridir, denirdi.

Ebû Dâvûd ve “Sahih” inde İbn Hibbân'ın rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Kişinin hayatında ve sağlığında bir dirhem sadakası, ölüm anında yüz dirhem sadakasından daha hayırlıdır.” [1917]buyurmuştur.[1918]

 

VEDİ’A (EMÂNET) BABI

 

240. Kebire: Emânete Hıyanet

 

Allahu Teâlâ,

“Hiç şüphesiz Allah size emânetleri ehline vermenizi emreder.”[1919], buyurmuştur. Âyet-i celîle Osman b. Talha el-Hacibi ed-Darî hakkında nazil olmuştur. Mekke fethinde bu Osman, Kabe'nin hadi­mi idi. Resûl-i Ekrem Mekke'yi fethedince, bu zat Kabe'nin kapısını kitledi.- Kendi kanaatince Hz. Muhammed peygamber olsaydı anah­tarı verirdi. Fakat onu peygamber kabul etmediği için anahtarı ver­mek istemedi. Hz. Ali adamın elini bükerek anahtarı çekti aldı ve Kabe'nin kapısını açtı. Resûl-i Ekrem Kabe'nin içine girip namaz kıl­dı. Kabe'den çıktığı vakit amcası Abbâs (r,a.) anahtarın kendisine verilmesini istedi. Maksadı, hem suculuğu ve hem de hizmetçiliği uhdesinde toplamak idi. İşte tam bu sırada Allahu Teâlâ bu âyeti in­zal buyurdu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Hz. Ali'ye:

“Anahtarı eski sahibi olan Osman'a ver ve ondan özür dile,” buyurdu. Hz. Ali de peygamberimizin emri ile hareket etti ve anah­tarı Osman'a verdi. Osman:

“Önce zorla eziyet ederek anahtarı aldın, şimdi de geldin yu­muşak davranıyor ve özür diliyorsun, bu nasıl olur?” dedi. Hz. Ali:

“Allahu Teâlâ hakkında âyet indirdi,” dedi ve bu âyet-i celîle'yi okudu. Bunu dinleyen Osman hemen Müslüman oldu ve anahtar kendisinde kaldı. Öldüğü vakit anahtarı kardeşi Şeybe'ye teslim etti ve hâdimlik kıyamete kadar onda kaldı. Zira Resûl-i Ekrem:

“Bunu alın, ebedî ve ezelî mâlikinizdir. Bunu elinizden ancak zâlim olanlar alabilir,” buyurdu. Âyetin nüzul sebebi hâs ise de hük­mü âmdır. Her türlü, emânete şâmildir.

Hafız Ebû Nuaym “Hüye”sinde diyor ki:

“Âyet-i kerimenin hük­mü genel olup bütün emânetlere şâmil olduğunu söyleyenler Berâ b. Âzib, İbn Mesûd ve Übeyy İbü Kab (radıyallahu anhum) dur. Bun­lar, emânetin yalnız eşyaya değil, her şeye şâmil olduğunu söylemiş­lerdir. Meselâ, abdestte, cünüblükten yıkanmakta, namaz, oruç ve zekâtta, ölçü ve tartıda ve her türlü vedi'alarda bu hüküm câridir”.

İbn Abbâs tr.a.) diyor ki: “Allahu Teâlâ -eli dar olsun geniş olsun- kimseye emâneti tutmasına izin vermemiştir; istendiği anda hemen yerine verilecektir”.

İbn Ömer (r.a.), “Allahu Teâlâ insanın edeb yerini yarattı ve: “İşte bu sana emânettir. Bunu koru ama hakkını ver.” buyurdu.” de­miştir.

Diğer birisi, “İnsanın muamelesi ya Habbıyla olur ya da başkasıyle olur.  Rabbı ile olan muamelesi, ya O'nun emirlerini yerine getirmek ya da yasaklarından kaçmakla olur. İnsanın her uzvunda, Allahu Teâlâ'run bir emâneti vardır. Dil emânettir; onu korumaktaki görevimiz, yalan, hezeyan, bid'at, gıybet, nemime, fuhuş ve benzeri şeylerden onu korumaktır. Göz emânettir; onu korumak harama bakmamaktır. Kulak emânettir; onu korumak da haram şeyleri dinlememektir. Bütün uzuvlar böyledir. İnsanlarla olan muamelesi­ne gelince; aldığı emânetleri iade etmek, ölçü ve tartıda -az da ol­sa- hile yapmamak; âmirlerin maiyetlerindekilere karşı âdil dav­ranması, ulemanın herkese karşı eşit davranıp hepsini taat ve güzel ahlâka, sağlam inanca sahip kılıp isyan, diğer çirkin işler ve kör ta­assuptan korumalarıdır. Kadının kocası ile olan muamelesine gelin­ce; namusunda ve malında ona ihanet etmemektir. İşçinin işvereni muamelesinde riâyet edeceği husus; işinde hile yapmamaktır. Bütün bunlara Resûl-l Ekrem:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığından sorumludur.” hadîsiyle işaret buyurmuştur”.

İnsanın kendi nefsi ile olan muamelesine gelince; din ve dünya işlerinde kendisi için yararlı olan şeyi tercih etmesidir. Şehevî arzu­larına hâkim olmaya gayret etmelidir. Zira şehvet, kendisine itaat edeni öldüren bir zehirdir. Resûl-i Ekrem çoğunlukla bize îrad et­tiği hutbelerinde,

“Emâneti olmayanın imanı, sözünde durmayanın da dini yoktur.” [1920]buyurmuştur.

Allahu Teâla,

“Ey mü’minler, Allah'a ve peygambere karşı hainlik etmeyin, si­ze güvenilen şeylere bile bile hıyanet etmiş olursunuz.”[1921], buyur­muştur. Âyet-i celile, Ebû Lübâbe hakkında nazil olmuştur. Resûl-i Ekrem bir savaşta muhasara edip kuşattığı Beni Kurayza kabilesine Ebû Lübâbe'yi elçi olarak göndermişti. Ebû Lübâbe'nin çoluk çocu­ğu onların arasında bulunduğu için, onlar onun sözünü dinlerlerdi. Onlar Ebû Lübâbe'ye:

“Ne diyorsun,   Muhammed'in hükmüne razı olalım mı?” diye sordular. Ebû Lübâbe eli ile boğazını göstererek:

“Bu, ölüm olur, dedi. işte onun bu şekil beyanatta bulunması, Allah ve Resulüne karşı bir hıyanet idi. Bizzat kendisi diyor:

“Bunu söyleyince, daha bir adım atmadan Allah ve Resulüne ihanet ettiğimi anladım. Sonra doğru mescide giderek orada kendi­sini bağladı. Peygamberden başka kimsenin kendisini çözmemesine yemin etti. Böyle bir süre bekledi. Tevbesinin kabul olduğunu Allahu Teâla bildirince Resûl-i Ekrem kendi eliyle iplerini çözdü.

İbn Abbâs (r.a.), “Emânet, Allahu Teâlâ'nın emrettiği ibadettir.” demiştir.

Diğer bazıları da, “Hıyanet, Allah ve Resulüne isyandır.” demiş­lerdir.

Emânete hıyanete gelince; herkes Allahu Teâlâ'nın kendisini mü­kellef kıldığı şey'de emindir. Vasıta ve tercüman olmadan Aliahu Te­âlâ onu huzuruna alacak, kendisine tevdi ettiği ve kendisini yüküm­lü tuttuğu bütün emânetlerini koruyup korumadığını kendisinden soracaktır, insanoğlu o sorulara ne cevap vereceğine şimdiden ha­zırlanmalıdır. Çünkü o günde inkâr etmeye de imkân yoktur. Ayrı­ca Allahu Teâlâ'nın,

“Muhakkak Allah hainlerin tuzaklarını başarıya eriştirmez.”[1922] buyurduğunu da düşünsün. Yâni emânete hıyanet edenin hi­lesinde onu rüşdüne erdirmez. Dünyada hidâyetinden onu mahrum ettiği gibi, âhirette de herkes arasında onu rezil ve perişan eder. Hı­yanet, her şey'de çirkin olmakla beraber, bazısı bazısından daha çir­kindir. Zira servette sana ihanet eden, namusta ihanet eden gibi. de­ğildir. Aliahu Teâlâ emânete son derece önem verdi ve önemine dik­katimizi çekti de,

“Doğrusu biz, sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuş uzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremiş­lerdir. Pek zâlim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir.”[1923] buyurdu. Bu ağır sorumluluğu kabul ile kendisine eziyet etti, onun sonsuz meşakkatlerini bilemedi.

Rivayete göre; Allahu Teâlâ dünyayı bir bağ ve bahçe gibi ya­rattı ve onu beş şey ile süsledi. Bunlar: âlimlerin ilmi, âmirlerin ada­leti, sâlihlerin ibadeti, Müsteşarların öğütleri ve emânetlerin yerine getirilmesidir. İblis de durmadan ilmi ketmedip saklamayı, gerekli nasihatlerde bulunmamayı buna yaklaştırdı. Adalete de zulmü mukârin kıldı. İbâdete de riyayı karıştırdı. Müsteşarın öğütlerini aldat­mayı yerleştirdi. Emânete de hıyaneti kattı. Hadîsde,

“Hıyanet ve yalancılıktan başka mü’min de her çeşit ahlâkî ku­sur bulunabilir.” [1924]buyurulmuştur.

Yine Resûl-i Ekrem:

“İnsanlardan ilk kalkacak olan şey emânettir. En sona kalacak olan da namazdır. Nice namaz kılanlar var ki kendilerinde hayır yok­tur.” buyurmuştur.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem cehennemlilerden bi­risini şöyle anlatıyor:

“O, tama’kârdır. Kendisine emanet edilen de­ğersiz bir şey de olsa ona ihanet eder”.

Ebû Yâlâ, Hâkim ve Beyhaki'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

“Benim için altı şeye söz verin, size cenneti söz vereyim: Biriniz konuştuğu vakit yalan söylemesin, bir va'dde bulunduğunuzda sö­zünden dönmesin, kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyanet et­mesin. Gözünüzü yumun, elinizi çekin, iffet ve namusunuzu koru­yun.” [1925]buyurmuştur.

Âhmed, “Sahih”inde İbn Hibbân ve Beyhaki'nin rivayetlerinde:

Siz altı şeyde bana söz verin, ben de sizin cennete girmenize kefil olayım. Konuştuğunuz vakit doğruyu söyleyin, va'dettiğlniz va­kit yerine getirin, size bir şey emânet edildiğinde onu yerine geti­rin...” [1926]buyurulmuştur.

Taberânî'nin sened-i lâbeis ile rivayetinde Resûl-i Ekrem:

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle demiştir. Resûl-i Ekrem et­rafında bulunan Ashabına şöyle buyurdu:

“Altı şeye kefil olun, ben de sizin cennete girmenize kefil ola­yım,” buyurdu. Râvi diyor ki: Ben:

“Onlar nedir, ya Resûlallah?” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Namaz, zekât, emânet, iffet, mide ve dildir.” [1927]buyurdu. Müslim ve diğerlerinin Huzeyfe radıyallahu anh'den rivayetle­rinde;

“Emânet insan kalblerinin derinliklerine inip kökleşti. Sonra Kur'an indi. Ondan ve sünnetten bilgi edindiler”. Sonra Resûl-i Ekrem bize emanetin kalkacağını haber verdi ve şöyle buyurdu:

“Adam uyur, kalbinden emânet alınır, az bir iz kalır; sonra yi­ne uyur, kalbinden yine emânet alınır, ayak üzerinde yuvarlanan kordan meydana gelen kabarcık gibi yerinde iz bırakır, şişkin olarak görülür; halbuki içinde hiç bir şey yoktur.”

 Sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz çakıl taşlan aldı ve onlan aya­ğıyla yuvarladı: “Bundan sonra insanlar o hale gelirler ki, alışveriş ederler, lâkin hiç birinin emâneti eda etmek niyeti yoktur. O dere­ceye gelir ki, filân kabilede emin bir adam varmış, diye söylenir. Her­hangi bir kimse hakkında t “Ne kadar cesur, ne kadar zarif, ne ka­dar akıllıdır” denir. Halbuki kalbinde emânet şöyle dursun, imandan hardal danesi kadar bile eser yoktur.” [1928]buyurmuştur.

Taberâni'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Emâneti olmayanın imanı ve abdesti olmayanın da namazı yok­tur.” [1929]buyurmuştur.

Bezzâr’ın rivayetinde; Hz. Âlı radıyallahu anh şöyle, demiştir: Biz Resûl-i Ekrem sallâllahu aleyhi ve sellem ile otururken Âliyye halkından bir adam çıkageldi ve:                     

“Ya Resûlallah, bu dinde en zor ve en kolay olan şeyi bana ha­ber ver?” diye sordu. Resûl-i Ekrem:

“Bu dinde en kolay şey, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet etmek; en zoru da emânettir. Çünkü emâneti olmayanın dîni de namazı da, ze­kâtı da yoktur.” [1930]buyurdu.

Buhari ile Müslim'in rivayetlerinde Resûl-i Ekrem,

“Sizin hayırlı asrınız .benim içinde yaşadığım asırdır. Sonra be­nimle yaşayanlara yakın olanlardır. Daha sonra onlara yakın olan­lardır. Onlardan sonra bir kavim gelecektir ki, şehâdot etmeleri is­tenmeden şehâdet edecekler; onlar hıyanet edecekler; kimse onlara güvenınez nezredecekler, fakat nezirlerini yerine getirmeyecekler. Artık bunlar arasında tıka basa yemek, içmek, semizlenmek yaşama gayesi olacaktır.” [1931]buyurmuştur.

Buhârî ile Müslim'in diğer rivayetlerinde Resûl-i Ekrem:

Münafığın alâmeti üçtür. Söylediği vakit yalan söyler, söz ver­diği vakit sözünde durmaz, kendisine bir şey emânet edilirse hıyanet eder.” buyurmuştur. Müslim'in diğer bir rivayetinde, “Oruç tutsa, namaz kılsa ve kendini Müslüman sansa bile.” kaydı vardır.[1932]

Yine Buhâri ile Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Dört şey her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunların bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde mü­nafıklıktan bir baslet kalmış olur. (Bunlar da) kendisine bir şey em­niyet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylediği vakit yalan söyle­mek, ahdettiğinde ahdini tutmamak, husûmet zamanında da hakdan ayrılmaktır.”[1933], buyurmuştur.

Ebû Dâvûd, Nesei ve İbn Mâce'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem duasında:

“Allah'ım, açlıktan sana sığınırım. Zira o, çok çirkin bir eksik­liktir. Hıyanetten de sana sığınırım, zira o ne çirkin bir sırdaştır.” [1934]buyurmuştur.

Ahmed, Bezzar ve “Evsat”ında Taberâni'nin rivayetlerinde; Enes radıyallahu anh diyor ki; “Resûl-i Ekrem irad buyurduğu bir hut­besinde,

“Emaneti olmayanın imanı ve sözünde durmayanın da dini yok­tur.” [1935]buyurmuştur. İbn Hibbân da “Sahih”inde bu hadisi baş­ka bir mukaddime ile rivayet etmiştir.

Tirmizi'nin rivayetinde Resûl-i Ekrem:

“Ümmetim onbeş şeyi işlediği vakit belâyı hakederler.” buyurdu. Kendisine:

“Onlar nedir, ya Resülallah?” diye soruldu. Resûl-i Ekrem:

“Ganimet zenginlerin elinde dolaşan bir servet haline geldiği, emanet ganimet, zekât vurgun malı olduğu, erkekler ailelerine itaat edip annelerine isyan ettiği, dostlarına iyilik edip babalarına eziyet ettikleri, camilerde sesler yükseldiği, ayak takımlarının başa geçtiği, ve kötülüğünden korkulduğu için kişiye ikram edildiği, içkilerin bol­ca içildiği, ipeklerin giyildiği, şarkıcı ve türkücü kadınlar edinildiği ve çalgılar kullanıldığı; bu ümmetten sonra gelenler önce gelenleri lanetlediği vakit kızıl rüzgâr, yere batma veya mesh-i suret olma gibi halleri beklesinler.” [1936]buyurmuştur.

Bezzâr'ın rivayetinde,

“Üç şey Arş'a asılıdır. Bunlardan Rahm:

“Allah'ım, ben sendenim, asla ihmal edilmem,” der. Emânet:

“Allah'ım, ben sendenim, asla hıyanet edilmem,” der. Nimet de:

“Allah'ım, ben sendenim, asla küfran olunmam,” der.” [1937]  Buyurulmuştur.

İbn Mesûd radıyallahu anh'den gelen sahih bir rivayette şöyle demiştir:

“Allah yolunda öldürülmek, emanetten başka bütün günahlara keffâret olur. Kul kıyamet günü (Allah'ın huzuruna) gelir. Allah yolunda öldürülmüş olsa bile kendisine:

“Emânetini öde,” denir. O:

“Ey Rabbim, nasıl ödeyeyim? Dünya geçti (onlar dünyada kal­dı),” der. Bunun üzerine:

“Bunu Hâviye cehenneme götürün,” denir ve Hâviye'ye götürü­lür. Orada emânetler, kendisine verildiği günkü haline çevrilir. On­ları görür görmez hemen tanır. Onlara yetişmek için peşlerinden ko­şar, yetişir ve onları omuzlarına alır. Tam oradan çıkacağım sandığı zaman, ayağı kayar tekrar Hâviye'ye düşer ve böylece batar gider. Sonra İbn Mesûd radıyallahu anh şöyle demiştir:

“ Namaz emânettir, abdest emânettir, ölçü emânettir, tartı emâ­nettir, dedi ve daha pek çok şeyler saydıktan sonra,   “Bunların en önemlisi, emânet olarak tevdi edilen eşyalardır” dedi. Zâzân eliyor: Berâ b. 'Âzib radıyallahu anh'a geldim ve:

“Bu İbn Mesûd neler dediğini görmüyor musun?” dedim. Berâ b. Âzib:

“Doğru söylüyor, tam dediği gibidir.Allahu Teâlâ’nın, “Mu­hakkak Allah emânetleri ehline vermenizi size emreder.” buyurdu­ğunu duymadın mı? dedi.[1938]

Tembih: Emânete hıyanetin büyük günahlardan olduğunu birçokları söyledikleri gibi âyet ve hadislerden de açıkça anlaşılmak­tadır.

Birinci cüz'ün tercümesi burada sona erdi.

Allahu Teâlâ’nın izni ile ikinci cüz'ün tercümesine başlıyorum.

İkinci cüz’ün ilk bölümü Nikah Kitabı'dır.[1939]

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Yunus:10/ 57.

[2] Kebair, büyük günahlardır. Müfredinde Kebire denir. Sagair ve sağire de kü­çük günah ve günahlar demektir. Türkçemizdeki büyük ve küçük kelimelerinin Arapça'da çeşitli karşılıkları bulunduğu için, biz, bu terimleri aynen yazacağız. Kebair veya kebire dediğimiz vakit büyük günah ve günahlar; sağair, sağire dediğimiz vakit ise küçük günah ve günahlar anlaşılma­lıdır.

[3] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: V-VI.

[4] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: IX-X.

[5] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: XIII.

[6] En-Nisâ: 4/31.

[7] Mecmau'z-Zevâid ve Menbaul-Fevâid, 1/103.

[8] El-Hucurât: 49/7.

[9] En-Nisâ: 4/31

[10] En-Necm: 53/32.

[11] Sahihul-Buhari, Kiltâbu’l-Vasâya; Sahihu Muslim, 1/92.

[12] Sahihul-Buhârî, Kltabu'l-Eşribe; Sahihu Müslim, 1/70.77.

[13] Sünenü-n-Nesai, 8/66.

[14] Sünenü Ebi Davud, 4/241.

[15] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 1-12.

[16] Sahihu Müslim, 1/91; Sahihu’l-Buhâri, Kitabu’ş-Şehadat.

[17] Sahihu Müslim, 1/91.

[18] Sahihu Müslim, 1/92. (13

[19] Mecmau'z-Zevaid ve Menbau'l-Fevaid, 1/103.

[20] Muhammed: 47/25.

[21] Mecmau'e-Zevâid ve Menbaul-Fevaid, 1/103.

[22] en-Nisa: 4/48.

[23] Lukman: 31/14.

[24] Mecmau’z--Zevaid ve Menbaul-Fevaid, 1/103.

[25] Et-Tevgib, Ve’t-Terhîb, 2/622.

[26] Mecmau’z-Zâvaid ve Menbaul-Fevaid. 1/105.

[27] et-Tergib, ve't-Terhib, 3/327 (İbn Hibban'ın rivayetinden naklen.)

[28] Sûnenü Ebu Davud, 4/269; Musnedu Ahmed b. Hanbel, 1/190.

[29] et-Tergîb, vet-Terhib, 4/329 .(Nesei’nin rivayetinden naklen.

[30] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 12-16.

[31] Sahihu Müslim, 1/102.

[32] Sahihu Müslim, 1/103.

[33] Müsned, İmam Ahmed b. Hambel, 3/440 (Mısır, H. 1313).

[34] Sahihu Müslim, 2/1146.

[35] Sahihu Müslim, 1/101; Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Edeb. et-Tergib, ve’t-Terhîb, 3/327 (Nesei ve Bezzar’ın bir rivayetinden naklen.)

[36] et-Tergib, ve’t-Terhib, 3/344 (İbn Hibban'ın rivayetinden naklen.

[37] Sahihu'l-Buhârî, Kitabu'1-Buyû; Sünenü İbn Mace, 2/816 Buhari'de Hadis-i Kudsi olarak rivayet edilmiştir.

[38] et-Tergib, ve't-Terhib, 3/255, 256 (Taberâni'nin rivayetinden naklen.)

[39] Sünenü İbn Mace, 2/1120.

[40] Hadis-i Ahmed rivayet etmiştir. (Müsnedü Ahmed İb. Hanbel, 3/14).

[41] Sahihu Müslim. 3/1566.

[42] et-Terğib vet-Terhib, 3/327 (Nesai ve Bezzar'ın rivayetlerinden naklen.)

[43] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 16-19.

[44] Zuhruf: 43/55

[45] el-A'raf: 7/166.

[46] Fatır: 35/ 45.

[47] en-Nisâ: 4/115.

[48] en-Nisâ: 4/123.

[49] Hadisi Dârekutni rivayet etmiştir. (Bk. Rıyazu'a-Sâlihîn, c. 3, s. 338).

[50] Sahihu'l-Buhari, Kitabu'n-Nikâh; Sahihu Müslim, 4/2114.

[51] Sahihu'l-Buhari, Kitabu'n-Nikâh; Sahihu Müslim, 4/2114.

[52] Sünenü İbn Mâce, 2/1418; et-Tergib vet-Terhib, 3/811.

[53] et-Tatfif: 83/14.

[54] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu'z-Zekat.

[55] et-Tergib ve't-Terhib, 2/400 (Taberani'nin rivayetinden naklen.)

[56] Peygamberlerin, kendilerine peygamberlik geldikten sonra, kasıdlı ve ka­sıtsız olarak Kebair'den, kasıtlı olarak da bir lokma hırsızlık gibi yüz kı­zartıcı adi Sagair'den masun olduklarında şüphe yoktur. Ancak hata, eğebilirler. Fakat hataları Allahu Teala tarafından hemen düzeltilirler.

[57] Sahihu Müslim. 2/975.

[58] en-Nisa: 4/117-121.

[59] Fâtır: 35/9-6.

[60] en-Nisâ: 4/9.

[61] en-Nisâ: 4/9.

[62] el-A’raf: 7/58.

[63] Kehf: 18/82.

[64] el-Kasas: 28/56.

[65] en-Nisa: 4/9.

[66] en-Nisâ: 4/9.

[67] Sahihul-Buhâri, Kitabu'd-Dâvût.

[68] en-Neml: 27/62.

[69] Zuhruf: 43/56.

[70] en-Nur: 24/63.

[71] Hadisi, Tirmizi ve İbn Mace biraz daha farklı ifadelerle rivayet etmişlerdir.

[72] Sahihu’l-Buhari, Kitabu’l-İstigan.

[73] Şuara: 26/2l4.

[74] Sahihu’l-Buhari, Kureyş'ln Menakıbı bahsi; Sahihu Müslim, 1/193.

[75] el-Mu’minûn: 23/60.

[76] Sünenü İbn Mace, 2/1404.

[77] Sahihu Müslim, 2/715; Sahihul-Buhari, Tecrid-i Sarih Tercemesi, C. 2/617

[78] Et-Tergib vet-Terhib, 4/229 (Tirmizinin rivayetinden naklen).

[79] et-Terşib vet-Terhib. 4/230 (İsbahani’nin rivayetinden naklen.)

[80] Sünenu’t-Tirmizî, C. 4/555.

[81] el-A'raf: 7/154.

[82] el-Beyyine: 98/8.

[83] A1-i İmran: 3/175.

[84] Rahman: 55/46.

[85] el-Alâ: 87/10.

[86] Fatır: 35/28.

[87] et-Tergib ve't-Terhib, 4/234 (Ebu'ş-Şeyh İbn Hibban ve Beyhaki'nin rivayet­lerinden naklen.)

[88] et-Tergîb vet-Terhîb, 4/261 (İbn Hibban'ın rivayetinden naklen.)

[89] el A'raf: 7/89.

[90] Hud: 11/46.

[91] Zümer: 39/9.

[92] Al-i İmran: 3/190.

[93] et-Terğib vet-Terhib, 4/232 (Tirmizi, İbn Ebi'd-Dünya ve Beyhaki’nin rivayetlerinden naklen).

[94] el-Haşr: 59/19.

[95] el-Maide: 5/17.

[96] Tâhâ: 20/82.

[97] Sahihu’l-Buhari, Kitabül- İmân.

[98] el-Kasas: 28/67.

[99] Tâhâ: 20/44.

[100] el-A’raf: 7/99.

[101] el-Ahzâb: 33/8.

[102] Hûd: 11/102-106.

[103] Meryem: 19/72-73.

[104] Furkan: 25/23.

[105] Sebe': 34/20.

[106] ez-Zilzal: 99/8-9.

[107] el-Asr: 103.

[108] el-Meariç: 70/28

[109] Sahihu Müslim, 1/78,79.

[110] Bulunamamıştır.

[111] el-Mülk: 67/14-15.

[112] Lokman: 31/33.

[113] en-Nahl: 16/70.

[114] Rahman: 55/46.

[115] Fatır: 35/23.

[116] Sahihu Müslim, 1/97 Usâme bu sözü ile müslüman olmamağı değil, müslü­man olarak böyle bir suç istememeyi ifade etmek istemiştir.

[117] el-Bakara: 2/24.

[118] el-Furkan: 25/13.

[119] Sahihu Müslim. 4/2184.

[120] Sahihu Müslim, 4/2184.

[121] Sahihu’l Buhâri, Babu ma zukire oan beni İsrâil.

[122] Sahihu’l-Buhâri, Babu ma zukire an Beni İsrail.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 20-57.

[123] Hud: 11/114.

[124] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 58.

[125] En-Nisa: 4/48.

[126] Lokman: 31/13.

[127] El-Mâide: 5/72.

[128] Sahih-i Buhari muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi 8/68.

[129] Yukarda geçmiştir.

[130] Yukarda geçmiştir.

[131] Yukarda geçmiştir.

[132] Sahihu Müslim, 1/92.

[133] Sünenü Nesai, C. 7/88.

[134] Mecmau'z-Zevaid ve Menbau’l-Fevâid, 1/103.

[135] Mecmau'-z-Zevâd ve Menbau'l-Fevâid, 1/105.

[136] Sahihu Müslim, 1/91; Sünenü'tTirmizi, 4/548.

[137] Mecmau'z-Zevaid ve Menbau'l-Fevaid, 1/104.

[138] Yukarda geçmiştir.

[139] Yukarda geçmiştir.

[140] Mecmau'z-Zevald ve Menbaul-Fevâid 1/104.

[141] et-Tergib ve't-Terhîb, 4/304 (Taberani'nin “Kebir”indeki rivayetinden nak­len.)

[142] Sahihu Müslim, 1/108

[143] Sünenü İbn Mace, 1/548.

[144] Sahihu'l-Buharl, Kitabu’l-Cihad.

[145] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 59-64.

[146] Sünen Ebû Dâvûd, 4/221 (Hadis No. 4687).

[147] Sünen-i İbn Mâce, 1/879; Sünenü'n-Nesâî 7/6.

[148] et-Tergib, ve't-Terhib, 3/464 (Buhâri'nin rivayetinden naklen.)

[149] Mecraau'z-Zevâid ve Menbaul-Fevâid, 1/106.

[150] Sahihu Müslim, 1/79; Sünenü't-Tirmizi, 5/22.

[151] Sahihu Müslim, 1/84.

[152] Sahihu Müslim, 1/84.

[153] Sahihu'l-Buhari, Sahihu Müslim 1/83.

[154] Zümer: 39/53.

[155] en-Nisa: 4/48.

[156] en-Nisa: 4/93.

[157] Zümer: 39/53.

[158] en-Nisa: 4/48.

[159] el-Hadîd: 57/4.

[160] Kaf: 18/16.

[161] el-Hadid: 57/4.

[162] Esasen kendi dili ile Allah'tan başka İlâh olmadığına ve Muhammed aleyhis-selâmın O'nun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet eden kimse mü’mindir.

[163] Çünkü iman, kalb ile inanmaktır. Kalbinde imanı olup, zahir halinde küf­rünü gerektiren hallerden biri bulunmazsa, bu kimse, her ne kadar insanlar arasında ve zahir halinde mü’min görünmez ve hakkında dünyada İslam ahkamı icra edilmezse de, Allah katında mü’mindir.

[164] el-Mü’min: 40/85.

[165] Yunus: 10/98

[166] el-Bakara: 2/119.

[167] Sahihu Müslim, 1/191.

[168] el-Mü’min: 40/85.

[169] Yunus: 10/89.

[170] Yunus: 10/90.

[171] el-A'raf: 7/121.

[172] Yunus: 10/92.

[173] Yusuf: 12/87.

[174] Mü’min: 40/85.

[175] Gafir: 40/85

[176] Hûd: 11/98.

[177] Mü’min: 40/46.

[178] en-Neml: 27/52.

[179] Yunus: 10/89.

[180] Gafir: 40/89.

[181] Yunus: 10/92.

[182] Yusuf: 12/111.

[183] Hud: 11/107.

[184] en-Nisa: 4/3.

[185] Bir hukup 80 yıldır. Birkaç tane seksen yıl kalacaklar.

[186] Nebe: 78/23.

[187] Hud: 11/108.

[188] Sûnenü İbn Mace, 2/1297.

[189] Sünenû'n-Nesai. 7/88.

[190] Sünenû İbn Mace, 1/27.

[191] Sahihu Müslim, 4/2163.

[192] Mecmau'z-Zevâid ve Menbaul-Fevâid, 1/35.

[193] Sünenü't-Tirmizi, 5/145.

[194] Sahihu Müslim, 1/112. Resûl-i Ekrem bu sözleri Amr İbn As'a söylemezdi. Ashâb'dan İbn Şumâsetel-Mehrî diyor ki: Amr İbn As'ın yanına vardık. Kendisi ölüm döşeğinde idi. Uzun zaman ağladıktan sonra yüzünü duvara çevirdi. Oğlu:

“Babacığım, Resûl-i Ekrem seni falan şeyle müjdelemedi mi? Resûl-i Ekrem seni filân şeyle müjdelemedi mi?” demeye başladı. Bunun üzerine Amr yüzünü bize çevirdi ve:

“Şüphesiz ki hazırlamakta olduğumuz şeylerin en faziletlisi, Allah'­tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Resulü olduğuna şehadet etmektir. Doğrusu ben üç hal üzere bulundum. Düşünüyorum da (bir zamanlar) Resûl-i Ekrem'e benim kadar şiddetle buğzeden kızan yoktu. İm­kânını bulup da onu öldürmüş olmak kadar da bence makbul bir iş yoktu. Bu hal üzre ölmüş olsaydım muhakkak cehennemlik olurdum. Allah İslâmı kalbime yerleştirdiği zaman Resûl-i Ekrem'e gelerek:

“Sağ elini uzat, sana biat edeyim,” dedim, Resûl-i Ekrem hemen sağ elini uzattı. Ben elimi çektim. Resûl-i Ekrem (elimi çektiğimi görünce):

“ Ey Amr, ne oldu sana?” diye sordu. Ben:

“Şart koşmak istedim,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Neyi şart koşuyorsun?” diye sordular. Ben:

“Affolunmamı,” dedim. Resûl-i Ekrem:

“Sen bilemedin mi ki İslâm, kendisinden önceki günahları yok eder. Hicret de ondan önceki günahları yok eder. Hac da ondan önceki günahları yok eder,” buyurdu. Artık benim nazarımda Resûl-i Ekrem'den daha sevgili ve ondan daha büyük bir kimse kalmadı. Ona karşı duyduğum saygıdan do­layı kendisine doya doya bakamıyordum. Onu tavsif etmemi benden isterler, buna takat getiremem, çünkü ona doya doya bakamazdım. Bu hal üzre ölmüş olsaydım, cennetlik olmamı kuvvetle ümid ederdim. Sonra üzerimi­ze birtakım şeyler aldık ki, onlar hakkında halim nice olur bilmiyorum. Öl­düğüm zaman beraberimde hiç bir yascı ve ateş bulunmasın. Beni defnetti­ğiniz zaman üzerime toprağı iyice döşeyiniz. Sonra kabrimin etrafında bir deve boğazlanıp da eti taksim edilinceye kadar durun ki, sizlerle ünsiyet edeyim ve Rabbimin elçilerini nasıl karşılayacağımı düşüneyim,” dedi.

[195] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 64-89.

[196] el-Maun: 107/6.

[197] Fatır: 35/10.

[198] el-Kehf: 18/110.

[199] el-İnsan: 76/9.

[200] Mecmau'z-Zevâid ve Menbaul-Fevaid, 1/102 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[201] et-Tergîb vet-Terhib, 1/68 (İbn Mâce, Hakim ve Beyhaki’nin rivayetinden naklen. Bu rivayet biraz daha değişiktir.)

[202] Sünenü İbn Mâce, 2/1408.

[203] Sünenü İbn Mâce, 2/1406.

[204] Al-i İmran: 3/31.

[205] Sünenü’t-Tirmizi, 4/591.

[206] Sünenü İbn Mâce; 2/1406.

[207] et-Tergib ve't-Terhib, 1/70 (Ahmed'in rivayetinden naklen.)

[208] Sahihu Müslim, 4/2289; Sünenü İbn Mâce, 2/1405.

[209] Sünenü İbn Mâce, l/94; Sünenu't-Tirmizi, 4/593.

[210] Mecmau'z-Zevâid ve Menbaul-Fevaid, 10/222

[211] Sahihu Müslim, 4/2289.

[212] Sünenü İbn Mace, 1/539.

[213] Mecmau'z-Zevaid ve Menbau'l-Fevâid, 10/221.

[214] Mecmau'z-Zevaid ve Menbau'l-Fevâid. 10/220

[215] Mecmau'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, 10/223.

[216] Mecmau'z-Zevâd ve Menbaul-Fevaid, 10/223

[217] Mecmau'z-Zevald ve Menbaul-Fevaid, 10/223.

[218] Sünenü İbn Mace. 2/1407; Sünenü't-Tirmizî, 4/591.

[219] Sahihu Müslim. 3/1681; Sünemi Ebl Davud, 4/300; Sahihi Buhari Tercemesi Tecrid-i Sarih Tercemesi 11/318.

[220] Mecmau'z-Zevâd ve Menbaul-Fevaid, 10/223

[221] Mecmau'z-Zevâd ve Menbaul-Fevâid, 10/223.

[222] Sünenü Ebî Dâvud, 3/323.

[223] Mecmau'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, 10/222.

[224] Mecmau'z-Zevaid ve Menbau’l-Fevaid, 10/220.

[225] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 90-101.

[226] el-Furkan: 25/23.

[227] Lokman: 31/33.

[228] Ez-Zilzal: 99/7.

[229] Ez-Zilzal: 99/7-8

[230] en-Nisâ: 4/145.

[231] Yunus: 10/58.

[232] Hadisi Taberâni rivayet etmiştir. Mecmau'z-Zevaid ve Menbau'l-Fevaid, 10/192.

[233] el-Bakara: 2/271.

[234] Sahihu Müslim, 2/705.

[235] er-Ra'd: 13/11.

[236] en-Nisa: 4/40. İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 101-117.

[237] el-Beyyine: 98/5.

[238] A1-i İmran: 3/28.

[239] Sahihu'l-Buhâri, Kitab-u Bed’i’l-Vahy;  Sahihu Müslim, 2/1515.

[240] Sahihu'l-Buhâri, Kitabul-buyû; Sahihu Müslim, 4/2209.

[241] Sahihu'l Buhâri, Kitabu'1-Hûr ve'l-în babı, Sahihu Müslim, 3/1513.

[242] Mecmau'z-Zevaid ve Menbau'l-Fevaid, 1/61.

[243] Sahihu Müslim, 4/2210.

[244] Buhari, Kltabü'l-Fiten.

[245] Sünen-i İbn Mâce, 2/1405.

[246] et-Tergib vetTerhib, 1/65 (Ebû Davûd ve Nesei"nin rivayetlerinden nak­len).

[247] Sahihu Müslim, 4/1087.

[248] Sünenü İbn Mace, 2/1405.

[249] Hadis, Buhari'de değil Ahmed İba Hanbelta Müsnedindedir, c. 3/28; Mecmau'z-Zevüd ve Menbau’l Fevaid, c. 10/235.

[250] Mecmau'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, c. 10/225.

[251] Bu hadis Tirmizi’de bulunamamıştır.

[252] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 117-122.

[253] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 123.

[254] el-Feth: 48/26.

[255] en-Nisâ: 4/64. İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 123.

[256] Sünenu Ebi Davud, c. 4/249; Musnedu Ahmed İbn Hanbel, c. 4/220.

[257] Sahih-i Buhâri Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi c. 12/148; Sahihu Müs­lim, c. 4/2014; Müsned-u Ahmed İbn Hanbel. c. 2/236

[258] et-Tergib ve't-Terhib, 3/449  (Taberani'nin “Evsat” ındaki rivayetinden naklen).

[259] Sahihul-Buhâri Tecrid-i Sarih Tercemesi c. 12/148; Tirmizî, 4/371.

[260] Al-i İmran: 3/39.

[261] et-Tergib ve't-Terhib, 3/462 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen.)

[262] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/461 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen.)

[263] Sâhihu Müslim c. 4/1988.

[264] Sahihu Müslim, c. 4/1987; Sünenu Ebi Davud, c. 4/279.

[265] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 123-130.

[266] Sünenu İbn Mâce, c. 4/1408.

[267] Sunenu't-Tirmizi, c. 4/664.

[268] H. Zekiyyüddin, et-Tergîb ve't-terhib, Kahire 1933, o. 1 s. 336.

[269] H. Zekiyyüddin, et-Tergib ve't-terhib, Kahire 1933, c. 4. s. 326.

[270] Sünemi İbn Mâce, c. 4. s. 1408; Sunenut-Tirmizî, c. 4/664.

[271] Sunenu't-Tirmizi.

[272] Sünenü İbn Mâce, 2/1312.

[273] Sahihul-Buhari, Kitabu'1-Edeb; Sahihu Müslim, 4/1983.

[274] Müsnedü'1-İmam ebl Abdillâh Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, 3/166, 365, 380.

[275] Tâ Hâ: 20/116.

[276] el-Bakara: 2/38.

[277] el-Maide: 5/27.

[278] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 130-139.

[279] el-Feth: 48/29.

[280] el-Maide: 5/54.

[281] et-Tahrim: 66/9.

[282] Sahihul-Buhari, Kitabül-Edeb.

[283] Sahihu’l-Buhâri Kitabu’n-Nikâh; Sahihu Müslim, 4/2114; Sünenu’t-Tirmizi, c. 5/543.

[284] Sünenü-n- Nesei 5/78, 79.

[285] Sahihul-Buhâri Kitabu'n-Nikâh; Sahihu Müslim, 4/2114; Sünenu’t-Tirmizi.

[286] en-Nisâ: 4/129.

[287] Sahihu Müslim, 1/340.

[288] Al-i İmran: 3/199.

[289] A1-i İmran: 3/120.

[290] el-Bakara: 2/109.

[291] en-Nisa: 4/89.

[292] en-Nisa: 4/54.

[293] el-Mutaffifin: 83/26.

[294] el-Hadid: 57/21.

[295] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 139-153.

[296] Al-i İmran: 3/134.

[297] el-A’raf: 7/199.

[298] Fussilet: 41/34.

[299] Fussilet: 41/35.

[300] Şûra: 42.

[301] el-Hicr: 15/85.

[302] en-Nur: 24/22.

[303] el-Hicr: 15/88.

[304] Al-i İmran: 3/159.

[305] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 154-155.

[306] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'1-Edeb, Kitabu'1-îlm; Sahihu Müslim, 3/1358, 4/2004.

[307] Muvatta’ Şerhi-Teaviru'l-Havalik, Kahire, 1348, 2/209.

[308] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu Bed’il-Halk.

[309] Sahihu Müslim, 4/1813.

[310] Sahihu Müslim, 3/1417.

[311] Sahihu Buhâri Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi, 12/148; Sahihu Müslim, 4/2014.

[312] Sahihu Müslim, 1/48; SüneüTirmizi, 4/368

[313] Sahihu Müslim, 4/2004.

[314] Sahihu Müslim, 4/2004.

[315] Sahihu Müslim, 4/2003; Sünenü İbn Mâce, 2/1216.

[316] Sahihu Müslim, 3/1548.

[317] Sahihu Müslim, 4/1814.

[318] Sahihu Müslim, 4/1982.

[319] Sahihul-Buhari, Kitabu's-Salât.

[320] Sahihu Müslim, 1/48; Sünenu't-Tirmizi, 4/368.

[321] Sünenu’t-Tirmizi, 4/654.

[322] Sünenü İbn Mâce, 2/1401.

[323] Sünenü Ebi Davud, 4/248.

[324] Sünenü Ebi Davud, 4/248; Sünenü İbn Mâce, 2/1400; Sünenü’t-Tirmîzi, 4/ 372.

[325] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 8/187; 10/103; Sünenü Ebi Davud, 4/286.

[326] Sünenüt-Tirmizi 4/324; Sünenü Ebi Davud, 4/285.

[327] Sahihi buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, 12/129; Sahihu Müslim, 4/1809.

[328] Sünenü Ebî Davud, 4/286.

[329] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/191.

[330] Sahihu Müslim, 4/2002.

[331] Sünenü İbn Mâce, 2/850.

[332] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 8/181.

[333] Sünenü’t-Tirmîzi, 4/665.

[334] Sahihu Müslim, 4/1988.

[335] Sünenü’t- Tirmizi, 4/698.

[336] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 155-164.

[337] El-A’raf: 7/146.

[338] İbrahim: 14/15.

[339] Ğafir (El-Mü’min): 40/35

[340] en-Nahl: 16/23.

[341] Ğafir (El-Mü’min): 40/60.

[342] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 165.

[343] Sahihu'l-Buhâri,  Kitabu ehâdisi’l-Enbiya; Sahihu Müslim, 3/1563. Yalnız Müslim'in rivayeti biraz farklıdır.

[344] Sahihu Müslim, 3/1653.

[345] Sahihu Müslim 1/93; Sünenü't-Tirmizi 4/361.

[346] Sahihu Müslim 3/1652; İbn Mace 2/1181.

[347] Sahihu Müslim 1/93; Sünenü't-Tirmizî 4/361; İbn Mâce 1/23; Sünenü Ebi Davûd. 4/69.

[348] Sünenüt-Tirmizi 4/361.

[349] Sünenüt-Tirmizi 4/655.

[350] Sünenü İbn Mâce 2/1398; Sünenü Ebi Dâvûd, 4/59.

[351] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid 1/98.

[352] Sahihu’l-Buhâri, Kltabu Tefsiri'l-Kur'an; Sahihu Müslim 4/2190.

[353] Sünenü Ebi Dûvûd 4/253.

[354] Sünenü't-Tirmizi, 4/361.

[355] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/269.

[356] Sünenü Ebi Davûd, 4/59.

[357] Sahihu Müslim, 1/102.

[358] et-Tergib ve't-Terhib, 3/563 (Nesei ve İbn Hibban'ın rivayetlerinden nak­len.)

[359] et-Tergib vet-Terhib, 3/565 (İbn Huzeyme ve İbn Hibban’ın rivayetlerin­den naklen.)

[360] et-Tergib ve't-Terhîb, 3/565 (Bezzâr'ın rivayetinden naklen.)

[361] et-Tergib ve't-Terhîb, 3/565  (Taberani’nin rivayetinden naklen.)

[362] et-Tergib ve’t-Terhîb, 3/569 (Taberini'nin rivayetinden naklen.)

[363] Sahihu Müslim, 3/1651; Sünenü İbn Mâce, 2/1162; Sünenü't-Tirmizi, 4/223.

[364] Sünenü't-Tirmizi, 5/734.

[365] Sünenü İbn Mace, 2/903.

[366] Sünenü't-Tirmizi, 4/701.

[367] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu Tefsiri'l-Kur'an; Sahihu Müslim, 4/2186, 3137.

[368] Sünenü't-Tirmizî, 4/632.

[369] Sünenü't-Tirmizi, 4/527.

[370] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/98.

[371] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/90, 91.

[372] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid.

[373] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/264, 265.

[374] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l- Fevaid, 10/264.

[375] Mecmeu'z- Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 8/21 Güzel ahlâk bahsi.

[376] Mecmeu'z- Zevaid ve Menbeu’l- Fevaid, 10/383.

[377] Mecmeu'z- Zevaid ve Menbeu'l- Fevaid, 10/334.

[378] el-İsra: 17/37.

[379] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 165-178.

[380] en-Nûr: 24/31

[381] Ğâfir (el-Mü’min): 40/60.

[382] en-Nisâ: 4/172.

[383] Fussilet: 41/26

[384] el-Bakara: 2/206.

[385] Abese: 80/17-24.

[386] el-İnsan (Ed-Dehr): 76/1.

[387] eş-Şu'ara: 26/89.

[388] et-Tevbe: 9/25.

[389] Kehf: 18/104.

[390] en-Necm: 53/32.

[391] Fâtır: 35/8.

[392] el-Mu’minûn: 23/53-56.

[393] el-A'raf: 7/182-183.

[394] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 178-187.

[395] Sünenü İbn Mâce, 2/1409; Sünenü Ebi Davud, 4/274.

[396] Sahihu Müslim, 4/2001; Sünenü’t-Tirmizi, 4/376.

[397] et-Tergib, ve't-Terhib, 3/558 (Taberâni'nin rivayetinden naklen.)

[398] Sünenü İbn Mâce, 2/1388.

[399] Sünenü İbn Mâce, 2/1399.

[400] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 8/83 Tevazu bahsi.

[401] et-Tergib ve't-Terhib, 3/561 (Taberani'nin “Evsat”indeki rivayetinden nak­len.)

[402] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 8/82 Tevazu bahsi.

[403] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'I-Fevâid, 1/99.

[404] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 8/82 Tevazu bahsi.

[405] Sünen et-Tirmizî, 4/650 (Hadis No: 2481).

[406] Sünenü Ebl Davud, 4/255.

[407] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 8/19; Sünenü't-Tirmizi, 4/367.

[408] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'1-İlm.

[409] Yunus: 10/58.

[410] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid. 3/24.

[411] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/25.

[412] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/404  (Taberâni'nin rivayetinden naklen. Yalnız bu­radaki rivayet biraz farklıdır. Meâlen aynıdır.)

[413] el-A’raf: 7/199.

[414] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/188, 189.

[415] et-Tergib ve't-Terhlb, 3/240. Yalnız buradaki rivayet Ebû Davud'undur biraz daha farklıdır.

[416] Hucurât: 49/10.

[417] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/144.

[418] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/248

[419] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'1-Edeb; Sahih-i Buhâri Muhtasarı Tecrid-i Tercemesi, 12/179.

[420] Sahihu'l-Buhâri, Kitabü'1-Edeb; Sahihu Müslim, 3/1360; Sünenü Ebî Davûd, 3/82.

[421] Sünenü't-Tirmizi. 4/332.

[422] et-Tergib ve't-Terhib, 2/572 (Taberani’nin “Kebir” ve “Sağir”indeki riva­yetinden naklen.).

[423] Sünenü't-Tirmizi, 4/343.

[424] Sahihu'l-Buhâri, Kitâbu'1-Edeb; Sahihu Müslim, 4/2275.

[425] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/266.

[426] Sünenü't-Tirmizi, 4/245.

[427] Sahihu Müslim, 1/74; Sünenü't-Tirmizi, 4/324; Sünenü Ebî Davud, 4/286; Neseî, 7/166.

[428] Sahihu Müslim, 3/1478; Nesei, 7/123 (388)   Sünenü Ebi Davud, 4/332.

[429] Sünenü't-Tirmizi, 4/010.

[430] Sünenü İbn Mace, 2/816.

[431] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 187-208.

[432] el-İsra: 17/11.

[433] Sahihu Müslim, 1/193.

[434] Hucurât: 49/10.

[435] Sünenü İbn Mâce, 1/566; Sahihu'l-Buhari, Kitâbu Bed'il-Halk; Sünenü Ebl Davud, 4/298.

[436] el-Enfal: 8/2-4.

[437] el-Mü’minûn: 23/1-11.

[438] et-Tevbe: 9/112.

[439] el-Furkan: 25/63-77.

[440] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 208-217.

[441] el-A'raf: 7/99.

[442] Fussılet: 41/33.

[443] el-En'am: 6/44.

[444] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 10/176; Sünenüt-Tirmizi, 4/538.

[445] Sünenü İbn Mâce, 2/1280; Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 20/179.

[446] Enfal: 8/24.

[447] Kâf: 50/37.

[448] Al-i İmran: 3/8.

[449] Sahihu Müslim. 4/2030; Sünenüt-Tirmizi. 4/446; Sünenü İbn Mace, 1/29.

[450] Sahihu’l-Buhâri, Kitabul-Cihad.

[451] Sahihu Müslim, 4/2040; Sünenü't-Tirmizi, 4/445; Sünenü İbn Mace, 1/31.

[452] el-Leyl: 92/5-10.

[453] Mecme'uz-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/104.

[454] Aslında en büyük günahların şirk ve inkar olduğu meydandadır. Allah'ın rahmetinden ümit kesmek ve mekrinden emin olmak da bundan farksızdır.

[455] Al-i İmran: 3/64.

[456] Şûra: 42/40.

[457] el-Maide: 5/117.

[458] el-A’raf: 7/ 99.

[459] Fatır: 35/43.

[460] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 218-224.

[461] Yusuf: 12/87.

[462] en-Nisa: 4/48.

[463] Zümer: 39/93.

[464] el-A'raf: 7/166.

[465] Sahihu Müslim, 4/2108; Sünenü İbn Mâce, 2/1435.

[466] Sünenü't-Tirmizî, 5/548.

[467] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/358.

[468] Sahihu’l-Buhari, Kitâbut-Tevhid, Bâb: 15; Sûhihu Müslim, 4/2102.

[469] Sünenü Ebi Davûd, 4/298.

[470] Sahihu Müslim, 4/2206; Sünenü İbn Mâce, 2/1395.

[471] et-Tergib ve’t-Terhib, 4/269 (Ahmed, İbn Hibban ve Beyhaki'nin rivayetlerinden naklen.).

[472] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 225-228.

[473] el-Hicr: 15/56.

[474] Fussılet: 41/49.

[475] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 228-229.

[476] Sünenü İbn Mâce, 1/92; Sünenü Ebi Davûd, 3/323.

[477] Sünenü't-Tirmizî, 5/32.

[478] Sünenü İbn Mâce, 1/93.

[479] Sünenü İbn Mâce, 1/93.

[480] Sünenü İbn Mâce, 1/94.

[481] et-Tergib vet-Terhib, 1/117 (Ebû Davud'un rivayetinden naklen.)

[482] et-Tergib yet-Terhib, 1/117, 118 (Abdurrazzak’ın mevkuf rivayetinden naklen.)

[483] et-Tergib vet-Terhib, 1/118 (Abdurrazzak'ın mevkuf rivayetinden naklen.).

[484] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 230-232.

[485] el-Bakara: 2/159.

[486] el-Bakara: 2/174-175.

[487] Âl-i İmran: 3/187.

[488] Yusuf: 12/4.

[489] Yâsin: 36/40.

[490] eş-Şu'ara: 26/4.

[491] Sünenü Ebi Davûd, 3/321; Sünenü İbn Mâce, 1/97; Sünenü't-Tirmizi, 5/28.

[492] Sünenü İbn Mace, 1/97.

[493] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/163.

[494] Sünenü İbn Mâce, 1/97.

[495] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/164.

[496] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/141 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[497] el-Maide: 5/78.

[498] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/164.

[499] Sünenü İbn Mâce, 1/81.

[500] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 232-338.

[501] Sünenü İbn Mâce, 1/92.

[502] Sahihul-Buhâri, Kİtabu Bedi'1-Halk; Sahihu Müslim, 4/2291.

[503] et-Tergib ve't-Terhib, 1/124 (Taberâni ve Ebû Nuaym'ın rivayetlerinden naklen.).

[504] Sahihu Müslim, 3/1514; et-Tergib ve't-Terhib, 1/124, 125.

[505] Sünenü’t-Tirmizi, 4/612.

[506] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/186.

[507] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/185.

[508] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/184.

[509] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l- Fevâid, 1/164.

[510] Mecmeu'z-Zevâİd ve Menbeu'l-Fevâid, 1/185.

[511] Mecmeu'z-Zevaid vo Menbeu'l-Fevâid, 1/185.

[512] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/187.

[513] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/187.

[514] et-Tergib ve't-Terhîb, 3/127 (Taberâni’nin rivayetinden naklen.).

[515] et-Tergîb ve't-Terhîb, 1/128 (Ahmed ve Beyhaki'nin rivayetlerinden naklen).

[516] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 238-242.

[517] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/185, 186.

[518] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid. 1/186.

[519] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/186.

[520] Yusuf: 12/55.

[521] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 243-245.

[522] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid 1/127.

[523] Sünenü't-Tirmizi 4/322.

[524] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid 1/129.

[525] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid 1/183.

[526] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid 8/15.

[527] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbe'ul-Fevâid 8/14.

[528] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid 6/14.

[529] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 245-246.

[530] Sahihu’l-Buhâri, Kitabul-îlm; Sahihu Müslim 3/1524; Sünenü't-Tirmizi 5/28; Sünenü İbn Mace 1/80.

[531] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid 1/120

[532] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/120 (Taberani'den naklen. Hadisin senedinde Muhammed b. Ebt Leylâ vardır ki, sûl hıfzından dolayı zayıf kabul edilir).

[533] Sünenü't-Tirmizî, 5/48, 49; Sünenü Ebl Dâvûd, 3/317.

[534] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/131 (Taberâni'den naklen).

[535] Sünenü İbn Mâce, 1/79.

[536] Sünenü't-Tirmizi, 4/561; Sünenü İbn Mâce, 2/1377.

[537] Sünenü İbn Mâce, 1/88.

[538] Sünenü İbn Mâce, 1/83.

[539] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/124 (Taberâni’nin “Evsat”ındaki ri­vayetinden naklen. Hadisin senedinde Bühari, Ebû Zer'a, Ebû Hatim ve İbn Adl'nin zayıf dediği ve İbn Hibbân’ın da güvenilir kabul ettiği Abdul­lah b. Hıraş vardır).

[540] Sünenü't-Tirmizi, 6/50.

[541] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/126 (Taberani’nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[542] Sünenü'd-Darimi, 1/102.

[543] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/123 (Taberani’nin t Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[544] Sünenü’t-Tirmizi, 5/28.

[545] et-Tergib ve't-Terhib, 1/106.

[546] Sünenü't-Tirmizi, 5/34; Sünenü İbn Mace, 1/84; Sünenü Ebi Davûd, 3/323 Ancak değildi şekillerde rivayet edilmiştir.

[547] Sünenü't-Tirmizi, 5/34; Sünenü İbn Mace, 1/84.

[548] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/166 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.); Sünenü't-Tlrmizi, 5/41.

[549] Sahihu Müslim, 4/2060; Sünenti Ebi Davûd, 4/201; Sünenü't-Tirmizi. 5/43.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 247-252.

[550] ez-Zümer: 39/60.

[551] Sahihu'l-Buhari, Kitabu'l-Cenâiz; Sahihu Müslim, 1/10; Sünenü İbn Mâce, 1/13,14; Sünenü't-Tirmizi, 5/38; Sünenü Ebi Davûd, 3/320.

[552] Sahihu Müslim, 1/9; Sünenü İbn Mace, 1/14, 15;    Sünenüt-Tirmizi, 5/38. Yalnız İbn Mâce'deki rivayet: “İki yalancılardan biridir” şeklindedir. Bun­lardan biri hadisi uyduran, diğeri de yalan olduğunu bilerek söyleyendir.

[553] Sahihu Müslim, 1/10.

[554] et-Tergib ve’t-Terhib, 1/110 (Taberanî'nin “Evsat”indeki rivayetinden nak­len).

[555] Bulunamadı.

[556] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/122 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[557] Sahihu Müslim, 3/1255

[558] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 252-255.

[559] en-Nisâ: 4/1.

[560] el-Haşr: 59/18.

[561] Sahihu Müslim, 2/704, 705.

[562] Sünenü İbn Mâce, 1/75.

[563] Sünenü İbn Mâce, 1/87.

[564] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 255-257.

[565] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/241.

[566] Mecmeu's-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/176 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.); Sünenü't-Tirmizi, 4/457.

[567] Sahihul-Buhari, Kitabu’n-Nikah.

[568] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid. 1/188 (Taberani'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.).

[569] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/188 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[570] Sahihu Müslim, 3/1343; Sünenü Ebi Dâvûd, 4/200; Sünenü İbn Mace, 1/7.

[571] Sahihu Müslim, 2/592; Sünenü İbn Mâce, 1/17.

[572] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/188 (Taberâni, Ahmed ve Bezzâr’ın rivayetlerinden naklen.).

[573] Sünenü’t-Tirmizi, 5/44.

[574] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/189 (Taberâni'nin  “Kebir”indeki rivayetinden naklen.).

[575] Sünenü İbn Mâce, 1/19.

[576] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 258-261.

[577] en-Necm: 53/3-4.

[578] el-Kamer: 54/49.

[579] el-Kamer: 54/47-49.

[580] Sahihu Müslim, 4/2046; Sünenü't-Tirmizi, 4/459; Sünenü İbn Mâce, 1/32.

[581] el-Kamer: 54/47.

[582] Sahihu Müslim, 4/2044; Sünenü't-Tirmizi, 4/458.

[583] Sahihu Müslim, 4/2045.

[584] Sünenü't-Tirmizi, 4/452; Sünenü İbn Mâce, 1/32.

[585] en-Nisa: 4/89.

[586] el-Bakara: 2/109.

[587] en-Nisâ: 4/54-59.

[588] Yâsin: 36/47.

[589] Sünenü Ebi Davûd, 4/223.

[590] el-Kamer: 54/52.

[591] Sünenü İbn Mace, 1/35.

[592] Sünenü İbn Mâce, 1/28.

[593] es-Saffât: 37/96.

[594] es-Şems: 91/8.

[595] el-En'am: 6/125.

[596] el-Heysemi, Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, VII, 204, Kahire. 1353.

[597] Sünenü İbn Mâce, 1/32; Sünenü't-Tirmizi, 4/452.

[598] el-Heysenü, Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, VII, 207    (Taberani’nin Sağir” ve “Evsat”indeki rivayetlerinden naklen.), Kahire 1353.

[599] el-Heysemi, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, VII,  197  (Taberâni’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[600] el-Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'İ-Fevaid, VII, 210,  (Taberâni’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen). Kahire, 1353.

[601] el-Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, VII, 193  (Taberani'nin rivayetinden naklen).

[602] el-Heysemi, Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, VII,  193  (Taberâni'nin “Sağir”indeki rivayetinden naklen).

[603] el-Heysemi, Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid. VII, 195 (Ahmed, Bezzâr ve Taberânî'nin “Kebir” ve “Evsat”indeki rivayetlerinden naklen).

[604] Sahihu Müslim, 4/2044.

[605] Sünenü İbn Mâce, 2/1174.

[606] el-Heysemi, Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid,  VII, 188  (Taberâni'nin “Sağlr” ve “Kebîr”indeki rivayetlerinden naklen).

[607] Sahihu Müslim. 4/2041; Sünenü Ebî Dâvûd, 4/228;  Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, VII, 187 (Taberânİ'den naklen)

[608] Sünenü İbn Mâce, 1/30; Sünenü Ebi Dâvud, 4/225.

[609] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Cenâiz; Sahıhu Müslim, 4/2036; Sünenü Ebi Davud, 4/223; Sünenü't-Tirmizi, 4/445; Sünenü İbn Mâce, 1/30. Metinlerde bazı farklar vardır. Biz Müslim'deki metni aldık.

[610] Sünenü İbn Mace, 1/33.

[611] Sahihu Müslim, 4/2062; Sünenü İbn Mace, 1/31.

[612] Sünenü't-Tirmizi, 4/451.

[613] Sahihu’l-Buhari, Kitabu’n-Nikah; Sünenü'n-Nesei, 6/59.

[614] Sahihu Müslim, 4/2037.

[615] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu Bedi'l-halk; Sahihu Müslim, 4/2038; Sünenü İbn Mâce, 1/29; Sünenü Ebi Davûd, 4/228; Sünenü't-Tirmizi, 4/446.

[616] Sünenü't-Tirmizi, 4/449.

[617] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/227.

[618] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 7/186.

[619] Sahihu Müslim, 4/2042; Sünenüt-Tirmizi, 4/444; Sünenü Ebi Davûd, 4/226; Sünenü İbn Mace, 1/31; Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 7/191.

[620] Sünenü Ebi Davûd, 4/222.

[621] Sünenü İbn Mâce, 1/24, 28;     Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 7/206 (Taberâni'nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[622] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 7/206  (Taberani’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[623] Mecmeu'z-Zevâid vs Menbeu'l-Fevâid, 7/207 (Taberâni'nin “Evsât”indeki ri­vayetinden naklen).

[624] Sünenü Ebî Dâvûd, 4/228.

[625] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 7/202 (Taberânî'nin rivayetinden naklen).

[626] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/222; Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 7/205 (Ta­berâni'nin rivayetinden naklen).

[627] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 7/203    (Ebü Yalâ’nın rivayetinden naklen).

[628] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 7/202 (Bezzar ve Taberâni'nin rivâyetlerinden naklen).

[629] en-Nisa: 4/78.

[630] Şura: 42/30.

[631] eş-Şu'ara: 26/80.

[632] Fussılet: 41/33.

[633] en-Nahl: 16/90.

[634] Al-i îmran: 3/128.

[635] el-Kasas: 28/66.

[636] el-Enbiyâ: 21/23.

[637] Yasin: 36/47.

[638] Burada gerçek şudur ki, kul kesbeder,  Allah da halkeder. Yalnız Allahu Teâlâ’nın ilmi ezelî olup ilminde değişiklik olmadığı için, onu, o kulun ira­desine uygun olarak takdir etmiş ve zamanı gelince bu işi o kulda izhar et­miştir, İşte “Kul kasib, Rab haliktır” demenin anlamı budur ve sorumlu­luk da böyle teveccüh eder. Yoksa insan, ne bizatihi her şeye muktedir ve ae de bir şoförün elinde direksiyondur. Bunun için gelecek semavi arızalardan sorumlu değildir, ancak mükteseb arızalardan sorumludur.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 262-289.

[639] el-İsra: 17/34.

[640] el-Mâide: 5/1.

[641] A1-i İmran: 3/187.

[642] el-İnsan: 76/7.

[643] el-Bakare: 2/177.

[644] el-Maide: 5/1.

[645] Sahihu Müslim, 3/1263; Sünenü'n-Nesei, 7/19.

[646] Sahihu Müslim, 3/1164; Sünenü İbn Mâce. 2/736; Sünenü't-Tirmizî, 3/S38; Sünenü'n-Neseî, 7/244.

[647] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-îmân; Sahihu Müslim  l/78.

[648] Sahihu Müslim, 3/1360.

[649] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'1-Buyû.

[650] Sahihu Müslim, 3/1478.

[651] Sahihu Müslim, 1/103.

[652] Sahihu Müslim, 3/1473.

[653] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 290-295.

[654] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/380.

[655] Sünenü’t-Tirmizi, 4/601, Sünenü Ebi Dâvûd, 4/259.

[656] Hadisin “Yaptıklarını yapmasa bile” bölümü. hadis olarak bulunamamıştır.

[657] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 295-296.

[658] Sahihu’l-Buhari, Kitabu’l-İman; Sahihu Müslim, l/66.

[659] Sünenü'd-nârimî, 2/312.

[660] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid,  10/274 (Taberâni’nin  “Evsat”indeki rivâyetinden naklen).

[661] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 10/276   (Taberâni’nin  “Evsat”indeki rivâyetinden naklen)

[662] Sünenü't-Tirmizi, 4/333.

[663] Sünenü't-Tirmizi, 4/598.

[664] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/278.

[665] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 10/377 (Taberani’nin rivayetinden naklen).

[666] Yunus: 10/63.

[667] et-Tergîb ve't-Terhib, a/406 (Taberani'nin rivayetinden naklen).

[668] Sahihu Müslim, 4/2032.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 296-299.

[669] El-Ahzab: 33/58.

[670] El-Hicr: 15/88.

[671] Sahihu’l-Buhari.

[672] Sahihu’l-Buhari, Kitabu’l-İstizân.

[673] Sahihu Müslim, 4/3947.

[674] el-En'am: 6/52.

[675] el-Kehf: 18/28.

[676] el-Kehf: 18/29.

[677] el-Kehf: 18/32-45.

[678] Fatır: 35/15.

[679] el-Bakara: 2/279.

[680] en-Nûr: 24/63.

[681] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 300-304.

[682] Sahihu’l-Buhari, Kitabul-Edeb; Sahihu Müslim, 4/1762.

[683] Sahihu Müslim, 4/1762.

[684] Sahihu Müslim, 4/1763.

[685] Sahihu'l-Buhârî, Kitabu'l-Edeb.

[686] Sahihu Müslim, 4/1762.

[687] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 305-307.

[688] Sahihu Müslim, 4/2290.

[689] Sünenü’t-Tirmizi, 4/550; Sünenü İbn Mace, 2/1313.

[690] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 307-308.

[691] Sünenü’t-Tirmizi, 4/330

[692] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/256.

[693] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 308-309.

[694] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/139.

[695] Sünenü't Tirmizi, 5/550 (Ancak Tirmizideki rivayette Cebrail aleyhisselâm’dan bahis yoktur).

[696] Mecmeu'z-Zevâid ve Mecbeu'l-Fevâid, 10/166.

[697] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 10/164,  (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[698] et-Tergîb vet-Terhib, 2/508 (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[699] Sünenü İbn Mâce, 1/294.

[700] Sünenü't-Tirmizil, 5/551; Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/164 (Ta­berâni'nin rivayetinden naklen).

[701] et-Tergîb vet-Terhib, 2/510, 511 (İbn Ebl Asm’ın rivayetinden naklen).

[702] Burada dikkati çeken bir husus vardır: Müellif, salavâtla ilgili Ayetlere temas etmemiştir. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de “Ey mü’minler, siz de ona (Muhammed'e) salât ve selâm edin.” el-Ahzâb: 33/56, buyurulmuştur. Buradaki “Salat edin” emri vücut) içindir. Buna göre ömürde bir defa Re­sûl-i Ekrem'e salavâtı şerife getirmek farzdır. Çoğunluk da bu görüştedir. Ayrıca herhangi bir mecliste ism-i şerifi anıldığı vakit, birinci defasında salavât getirmek, Hanefilerde vaciptir. Sonraları için ve namazların sonun­da salavât sünnettir. Salavat-i şerifeyi dünya menfaatine âlet etmek ise yasaktır. Ömürde bir defa salavât getirmeyen elbette büyük günah işlemiş olur.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 309-312.

[703] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 313.

[704] Sahihu Müslim, 1/306.

[705] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/163 (Taberani'nin  “Evsât”indeki rivayetinden naklen).

[706] Sünenü'n-Nesei, 3/50.

[707] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 10/163 (Taberani’nin “Evsat” ve Sağir”indeki rivayetinden naklen).

[708] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 2/287 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[709] Mecmeu'z-Zevâid vs Menbeu'l-Fevâid, 10/161.

[710] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 10/161 (Taberûnl biraz daha değişik ifade ile rivayet etmiştir). Hadisin benzeri yukarda geçmişti.

[711] Sahihu Müslim, 1/288, 289; Sünenü Ebi Dâvûd, 1/144; Sünenü'n-Nesei, 2/25.

[712] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/160 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[713] et-Tergib vet-Terhîb, 2/498 (Taberâni’nin rivayetinden naklen).

[714] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 10/162 (Taberani'nin “Kebir” ve “Evsat”indeki rivayetinden naklen). Ancak burada hadisin ikinci şıkkı vardır. Hadisin baş tarafını ise Dârimi Abdullah b. Mesûd (ta) den rivayet etmiştir. (Sünenü'd-Darimi, 2/317).

[715] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 10/162 (Taberâni’nin “Evsât”indeki rivayetinden naklen).

[716] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/162 (Taberani'nin “Evsât”indeki rivayetinden naklen).

[717] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/183 (Bezzâr'ın rivayetinden naklen).

[718] et-Tergib ve't-Terhib, 2/500 (Tirmizi ve İbn Hibban'ra rivayetlerinden naklen).

[719] Sünenü İbn Mace, 1/394.

[720] et-Tergib ve’t-Terhib, 2/500, 501 (Timizi. Ahmed ve Hakim'in rivayetlerinden naklen).

[721] et-Tergîb ve't-Terhîb, 2/502 (İbn Hibbân'ın rivayetinden naklen).

[722] Sünenü İbn Mâce, 1/524.

[723] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/503 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen).

[724] Sünenü İbn Mâce, 1/345.

[725] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/163 (Taberini’nin “Kebir” ve “Evsât”indeki rivayetlerinden naklen).

[726] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 10/275 (Ebû Yala’nın rivayetinden naklen).

[727] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 313-318.

[728] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 318-319.

[729] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 319.

[730] Sahihu Müslim, 4/3002; Sünenü Ebi Davûd, 4/251.

[731] Sünenü't-Tirmizi, 4/365; Sünenü İbn Mace, 2/1400.

[732] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/25 (Taberânî ve Ahmed'in rivayet­lerinden naklen).

[733] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 319-320.

[734] en-Neml: 27/48.

[735] Sünenü Ebi Dâvûd, 3/373.

[736] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 320.

[737] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 321.

[738] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 322.

[739] Buhâri, Kitabu'l-Eşribe; Sahlhu Müslim, 3/1634; İbn Mâce, 2/1130.

[740] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 322-324.

[741] Sünenü't-Tirmizi, 5/178, 179.

[742] Sünenü Ebi Davûd, 2/76.

[743] Tâ Ha: 20/115.

[744] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 325-328.

[745] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/57 (Taberanî'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[746] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/171 (Taberânî'nin “Kebir’indeki ri­vayetinden naklen).

[747] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/156 (Taberâni’nin “Kebir” ve “Evsât’indeki rivayet ile Bezzâr’ın rivayetinden naklen).

[748] Zuhruf: 43/58.

[749] Sûnenü İbn Mâce, 1/19.

[750] Sahihu Müslim, 4/2094; Sahihu’l-Buhâri, Mezâlim bahsi.

[751] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/157 (Taberânî'nin “Kebir’indeki rivayetinden naklen.)

[752] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/159 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[753] es-Saffat: 37/27.

[754] el-Mu’minûn: 23/101.

[755] 36'Yasin: 36/65.

[756] en-Nûr: 24/24.

[757] Murselat: 77/36.

[758] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 329-332.

[759] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu Fezûili’l-Kur'an; Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'1-Fevâid, 7/169 (Ahmed ve Taberani'nin   “Evsat”indeki rivayetinden naklen.); Sünenü’t-Tirmizi, 5/193.

[760] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 7/169  (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[761] Sünenü’t-Tirmizî, 5/198; Sünenü İbn Mâce, 1/428; Sünenü Ebi Dâvûd, 2/56.

[762] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 2/276 (Taberâni'nin “Kebir” ve “Evsât”indeki rivayetlerinden naklen).

[763] Sahihu Müslim, 1/544.

[764] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu Fezâili'l-Kur'an; Sahihu Müslim, 1/544; Sünenü't-Tirmizi, 5/193.

[765] Sünenü’t-Tirmizi, 5/180.

[766] Sünenü İbn Mace, 2/730.

[767] Sünenü İbn Mâce, 2/730; Sünenü Ebi Dâvûd, 3/265.

[768] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 4/95 (Taberani'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[769] Sahihu'l-Buhari, Kitabu’l-İcare, Kitabu’t-Tıb.

[770] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 333-337.

[771] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/204 (Taberani’nin “Evsât”taki riva­yetinden naklen).

[772] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/204 (Taberani’nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[773] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/204 (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[774] Sünenü Ebi Dâvûd, 1/7; Sünenü İbn Mâce, 1/119.

[775] Sahihu Müslim, 1/226; Sünenü Ebi Dâvûd, 1/7.

[776] Sünenü İbn Mâce, 1/119.

[777] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 337-339.

[778] Sahihu’l-Buhari, Kitabu'l-Cenâiz; Sahihu Müslim, 1/240; Sünenü Ebî Dâvûd, 1/6; Sünenü İbn Mâce, 1/125.

[779] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/207 (Bezzar’ın ve Taberânî'nin Kebir'indeki rivayetlerinden naklen).

[780] Sünenü İbn Mace, 1/125.

[781] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/209 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[782] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/208 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[783] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/208 (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[784] Sünenü Ebi Dâvûd, 1/6.

[785] Nitekim yukarda geçtiği gibi bazı rivayetlerde bu ifade ile ve bazı rivayette de yalnız “Belâ” lafzı ile geçmiş; diğer bazı rivayetlerde bu cümle yoktur.

[786] Burada da vesveseye varacak derecede ifrat yoktur. Şayet adam vesveseli ise, ona, durumuna göre üç, beş veya yedi defa yıkamak gibi bir sayı ve­rilebilir.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 339-343.

[787] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/236 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[788] Mecmeu'z-Zevâid vb Menbeu’l-Fevaid, 1/236 (Taberâni'nin “Kebir” ve “Evsat”ındaki rivayetlerinden naklen).

[789] Mecmeu's-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/236 (Taberani'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[790] Sahihu'l-Buhâri, Kitabul-ilm; Safaihu Müslim,  1/215; Sünenü't-Tirmizi, 1/58; Sünenü İbn Mace, 1/154, 155.

[791] Sünenü İbn Mace, 1/154, 155; Sahihu Müslim, 1/215.

[792] Sünenü't-Tirmizi, 1/59; Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid,1/240 (Ahmed ve Taberani’nin rivayetlerinden naklen);

[793] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/240 (Taberani'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[794] Sahihu Müslim, 1/214; Sünenü Ebi Davûd, 1/24; Sünenü İbn Mace. 1/154; Sünenü'n-Nesei, 1/78.

[795] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid,  1/241  (Ahmed’in rivayetinden nak­len).

[796] Sünenü İbn Mace, 1/156.

[797] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/235 (Taberânî'nin rivayetinden naklen).

[798] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 344-346.

[799] Sünenü Ebi Dâvûd, 1/65; Sünenü İbn Mace, 1/196.

[800] Sünenü Ebi Davûd, 1/65.

[801] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/272 (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[802] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/272 (Taberânî'nin “Kebir”indeki rivâyetinden naklen).

[803] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 347-348.

[804] Sünenü İbn Mâce, 1/123.

[805] Sünenü Ebi Dâvûd, 1/4, 5.

[806] Sünenü İbn Mâce, 1/618; Sünenü't-Tirmizi, 5/110; Sünenü Ebi Dâvûd, 4/41.

[807] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/40; Sünenü'n-Nesei, 1/200.

[808] Sünenüt-Tirmizi, 5/112.

[809] Sünenü't-Tirmizi, 5/113; Sünenü’n-Nesei, 1/198.

[810] Sünenü Ebi Davûd, 4/39.

[811] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/39; Sünenü't-Tirmizî, 5/113.

[812] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/278 (Taberân'nin rivayetinden nak­len).

[813] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/278 (Taberani'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[814] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/277 (Bezzâr'ın ve Taberani'nin “Kebir”indeki rivayetlerinden naklen).

[815] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/278 (Taberani'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[816] Sünenü't-Tirmizi,  5/114; Sûnenü Ebi Davûd, 4/39.

[817] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/277 (Ahmed ve Taberani'nin “Ke­bir” ve “Evsât”ındaki rivayetlerinden naklen).

[818] Mecmeu's-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/278 (Taberani'nin “Evsat”ındaki ri­vayetinden naklen).

[819] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/278 (Taberani'nin rivayetinden nak­len).

[820] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/278, 279 (Taberâni'nin   “Kebiri”indeki rivayetinden naklen).

[821] et-Tergîb ve't-Terhib, 1/144 (Taberani'nin rivayetinden naklen).

[822] Hadisi İbn Asâkir rivayet etmiştir.

[823] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/279 (Taberâni'nin “Kebir” ve “Evsât”ındaki rivayetlerinden naklen).

[824] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 2/52 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[825] Sûnenü Ebi Davûd, 4/40; Sünenü İbn Mâce, 1/496.

[826] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 348-356.

[827] Sünenü’t Tirmizi, 1/243; Sünenü Ebi Davûd, 4/15.

[828] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 356-357.

[829] el-Müddessir: 74/43-45.

[830] Sünenü't-Tirmizî, 5/13.

[831] Sahihu Müslim, 1/88.

[832] Sünenü'n-Nesei, 1/331; Sünenü İbn Mâce, 1/342; Sünenü't-Tirmizi, 5/14.

[833] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/295 (Taberâni'nin Evsatsındaki ri­vayetinden naklen).

[834] et-Tergib vet-Terhib, 1/379 (Hibetüllah et-Taberi’nin rivayetinden naklen).

[835] Sünenü İbn Mâce, 1/343.

[836] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/47 (Ebû Ya'lâ ve Taberâni’nin “Kebir’indeki rivayetlerinden naklen).

[837] et-Tergib ve't-Terhib, 1/379 (Taberânî'nin rivayetinden nalken).

[838] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/292 (Bazzâr'ın rivayetinden naklen).

[839] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/292 (Taberânî'nin “Kebir” ve “Sağir”indeki rivayetlerinden naklen).

[840] Sünenü’t-Tirmizi, 5/14.

[841] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid. 1/295  (Taberani'nin “Kebir”inde ve Bezzâr'ın rivayetlerinden naklen).

[842] et-Tergib vet-Terhib, 1/382 (Taberâni'nin rivayetinden naklen). (752)   Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/105 (Taberâni'nin “Evsât”ındaki ri­vayetinden naklen).

[843] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid. 1/105; (Taberâni'nin “Evsât”ındaki ri­vayetinden naklen).

[844] et-Tergib ve't-Terhib, 1/384 (İbn Hibban’ın rivayetinden naklen). (752/b)   et-Tergib ve't-Terhib, 1/384 (Taberani’in rivayetinden naklen).

[845] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid,  1/47  (Taberâni'nin “Kebir”inde  ve Ahmed'in rivayetlerinden naklen).

[846] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/295    (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[847] et-Tergîb ve't-Terhîb, 1/385.

[848] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/295 (Taberâni'nin “Kabir”indeki ri­vayetinden naklen).

[849] et-Tergib ve't-Terhib, 1/385 (755/b)   et-Tergib ve't-Terhib, 1/386.

[850] et-Tergîb ve't-Terhîb, 1/385.

[851] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 1/295.

[852] Mes'ele, amelin İmandan cüz olup olmaması meselesidir. Bu husustaki gö­rüşler değişiktir. Meselâ, Havâriç, ameli terkedenin ve büyük günahları İs­leyenin kafir olduğunu söylemişlerdir. İşte bunlara göre namazı kılmayan kafirdir.

Mûtezile'ye göre, ameli terkedip büyük günah işleyen kimse ne mü’mindir, ne de kâfirdir.

Her iki mezhebin görüsü de batıldır. Çünkü ameli terkeden ve büyük günah işleyen kimsenin kafir olmadığını ifâde eden âyet ve hadisler var­dır. “Ne mü’mindir, ne de kafirdir” sözü de batıldır. Çünkü bu takdirde bu kimsenin cennete de cehenneme de girmeyip arada, başka bir yerde kal­ması gerekir. Halbuki sonunda cennet ile cehennemden başka bir yer yok­tur. İnsanlar, ya mü’min ya da kâfirdir. Kafirler ebedi cehennemde, mü'minler ise ya affa mazhar olup ya da işledikleri suçlarının cezalarım çek­tikten sonra cennete gireceklerdir.

Dört mezhepten biri olan Şafii mezhebine gelince; bunlar, ameli imandan cüz sayarlar ve “Amel, İmana dahildir” derler. Bununla beraber de hiç bir namazı terkedenin küfrüne hükmetmezler. Nitekim fıkıh kitaplarında namazı kazaya bırakmış kimselerin nasıl hareket edecekleri hususu yer almaktadır.                                                                           

Hanefllere gelince; bunlar, “Amel, imandan cüz değildir,” Bir kimse imanın altı esasına inandı mı mü’mindir. Ameldeki kusuru ve büyük gü­nah işlemesi, küfrünü gerektirmez, belki kusurlu ve günahkâr olmasını icap ettirir.

Aslında hak olan bu iki mezhep arasındaki ayrılık sözdedir. Buna kendi terimleri ile “Münaza-i lafziyye” denir. Yâni Şafiller, amel imanda dahil­dir, derken, kâmil İmanı kasdetmişlerdir. Bunun böyle olduğunda Hanefilerin de diyeceği yoktur. Hanefiler, amel imanda dahil değildir, derken asli İmanı kasdetmiştir. Bunda da Şafilerin bir diyecekleri yoktur.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 357-363.

[853] Meryem: 19/59.

[854] el-Münafıkûn: 63/9.

[855] Sünenü’n-Nesei, 1/232.

[856] el-Maûn: 107/4-5.

[857] en-Nisâ: 4 103.

[858] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/292   (Taberânî’nin “Kebir” ve “Evsat”ındaki ve Ahmed'in rivayetlerinden naklen).

[859] el-Maûn: 107/15.

[860] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l Fevâid, 7/143 (Ta'berani'nin “Evsât”indeki ri­vayetinden naklen).

[861] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu's-salât;   Sahihu Müslim, 1/435; Sünenüt-Tirmizî, 1/331; Sünenü Ebi Davud, 1/113; Sünenü İbn Mâce, 1/224; Sünenü'n-Nesei, 1/255.

[862] Sûnenü-n-Nesei, 1/238.

[863] Sahihu Müslim, 1/568; Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l Fevâid, 1/308 (Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[864] Sahihu’l-Buhari, Kitabu'l-Cenâiz.

[865] Sünenü Ebi Davûd, 1/117; Sünenü İbn Mâce, 1/450.

[866] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/288 (Ebû Ya'la, ve Abdullah b. Ahmed'in “Ziyadat”ındaki rivayetlerinden naklen).

[867] Sünenü'n-Neset 1/232.

[868] Sünenü'n-Nesei, 1/233; Sünenü İbn Mace, 1/448.

[869] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/292 (Taberâni'nin “Evsat”indaki ri­vayetinden naklen).

[870] Sünenü’n-Neseî, 1/233; Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/291 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[871] Sünenüt-Tirmizi, 2/516.

[872] Sahihu Müslim, 1/90.

[873] Taberani “Evsat”ında bu mealde bir hadis rivayet etmiştir. (Bak: Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/302).

[874] 757 sayılı dip nota bakınız.

[875] Sünenü Ebî Davûd, 1/133.

[876] Sahihu Müslim, 1/303.

[877] 767 sayılı dip nota bakınız.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 363-380.

[878] Sünenü Ebi Dâvud, 4/310.

[879] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/99 (Taberâni'nin rivayetinden nak­len).

[880] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/99 (Ahmed'in mevkuf ve merfu ola­rak rivayetinden naklen).

[881] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 381-382.

[882] Sünenü't-Tirmizi, 2/51; Sünenü Ebi Dâvûd, 1/226; Sûnenü İbn Mâce, 1/282.

[883] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid,; 2/120 (Ahmed'in ve Taberani'nin ri­vayetlerinden naklen).

[884] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 2/120 (Taberani'nin rivayetinden nak­len).

[885] Sünenü İbn Mâce, 1/282.

[886] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 2/120 (Taberani’nin “Kebir”inde ve Ahmed'in rivayetlerinden naklen).

[887] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/121 (Taberâni'nin “Kebir”inde ve Ebû Yâlâ'nın rivayetlerinden naklen).

[888] Mecmeu'z-Zevûid ve Menbeu’l-Fevaid, 2/121, 122 (Taberani'nin “Evsat”daki rivayetinden naklen).

[889] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 2/120   (Ahmedin rivatyetinden naklen).

[890] Biraz daha ifade farkı ile aynı hadisi Taberani “Kebîr”inde ve Bezzâr riva­yet etmişlerdir. (Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/122).

[891] Sünenü'tTirmizi, 2/101, 102; Sünenü Ebî Davûd, 1/226.

[892] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/147 (Bezzar'ın rivayetinden naklen).

[893] Tumaninet, rükünler ve rükünler arasında azaları hareketten kesip tadil-i erkan etmek Hanefilerde vaciptir.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 383-387.

[894] Sahihu Müslim, 3/1677; Sünenü’t-Tirmizi, 4/236; Sünenü İbnn Mâce, 1/639.

[895] Sahihu Müslim, 3/1678; Sünenü İbn Mâce, 1/640; Sünenü Ebi Davud, 4/78

[896] el-Haşr: 59/7.

[897] Sünenü Ebi Davûd, 4/78.

[898] Sahihu Müslim, 3/1677.

[899] Sünenü Ebî Dâvûd, 4/77; Sahihu Müslim, 3/1679, 1680.

[900] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 5/169 (Taberani’nin “Kebir” ve “Evsat”ındaki rivayetlerinden naklen).

[901] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/78

[902] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 388-390.

[903] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu's-salât; Sahihu Müslim, 1/363; Sünenü Ebi Dâvûd, 1/187; Sünenü't-Tirmizl, 2/159.

[904] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 2/61 (Bezzâ'ın rivayetinden).

[905] Sünenü't-Tirmizi, 2/160.

[906] Sünenü İbn Mace, 1/304

[907] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu's-salât; Sahihu Müslim, 1/363.

[908] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 391-392.

[909] Sahihu Müslim, 1/363; Sünenü Ebi Davûd, 1/150 (813)   Sünenü Ebî Davûd, 1/160.

[910] Sahihu Müslim, 1/453.

[911] Sahihu Müslim, 1/453.

[912] Sünenü Ebi Davûd, 1/150, 151.

[913] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/41 (Ahmed'in ve Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetlerinden naklen).

[914] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 2/42 (Taberânî'nin “Kebir”indeki rivayetlerinden naklen).

[915] Sahihu Müslim, 1/452.

[916] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 2/42    (Ahmed'in   rivayetinden nak­len).

[917] Sahihi Müslim, 1/451.

[918] Sünenü Ebi Davûd, 1/151.

[919] Sünenü İbn Mâce. 1/260.

[920] İbn Mâce'nin rivayeti: “Ezanı duyup ta camiye gelmeyen kimsenin, namazı yoktur, özründen sebep gelmemesi başka” (Sünenü İbn Mâce, 1/260).

[921] Sünenü Ebi Davûd, 1/151.

[922] en-Nûr: 24/43-44.

[923] Sahihu Müslim, 1/451, 462.

[924] Hanefi mezhebinde cemaatle namaz kılmak sünneti müekkededir.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 392-398.

[925] Sünenü’t-Tirmizi, 2/193.

[926] Sünenü İbn Mace, 1/311; Sünenü Ebi Dâvûd, 1/162.

[927] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/67, 68 (Taberâni'nin “Kebîr”indeki rivayetinden, naklen).

[928] Sünenü İbn Mace, 1/311.

[929] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/66 (Taberâni'nin “Evsât”ındaki ri­vayetinden naklen).

[930] Sahihu’l-Buhari, imâmet bahsi.

[931] Sünenü't-Tirmizi, 4/355.

[932] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid; 1/227 (Taberani'nin “Evsât”ındaki ri­vayetinden naklen).

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 398-402.

[933] Sünenü'n-Nesei, 2/93

[934] Sünenü İbn Mace, 1/318.

[935] Sünenü İbn Mace, 1/319.

[936] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 2/91 (Taberaninin “Evsat”ındaki rivâyetinden naklen).

[937] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 2/91 (Bezzâr’ın rivayetinden naklen).

[938] Sünenü İbn Mace, 1/318.

[939] Sahihu’l-Bubari, Kitabu's-salat; Sahihu Müslim, 1/324; Sünenü't-Tirmizi, 1/438; Sünenü Ebi Davûd, 1/178.

[940] Sünenü Ebi Dâvûd, 1/178.

[941] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/90 (Taberânİ'nin “Kebir”inde ve Ahmed'in rivayetlerinden naklen).

[942] Sûnenü Ebi Dâvûd, 1/181.

[943] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 402-404.

[944] Sahihu’l-Buhari, Kitabu's-salât; Sahihu Müslim, 1/320; Sünenü İbn Mâce, 1/308; Sünenü Ebi Dâvûd, 1/169; Sünenü't-Tirmizi, 2/476.

[945] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 2/78 (Taberani'nin “Evsât”ındaki ri­vayetinden naklen).

[946] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 2/78 (Taberani'nin “Evsat”ındakî ve Bezzâr'ın rivayetlerinden naklen).

[947] Hanefi mezhebine göre, imamdan önce rükû veya secdeye gider ve fakat orada imamı bekler veya imam gelmeden kalkar ve fakat imam gelince tekrar İmam ile rükû ve sücûd ederse caiz ve mekruhdur. Ancak imamdan önce rükû veya secdeye gidip kalktıktan sonra imamla birlikte bu rükû ve­ya secdeyi tekrarlamayan kimsenin namazı fasittir.

[947] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 405-406.

[948] Sahihu'l-Buhari, Kitabu's-salat; Sünenü İbn Mace, 1/333.

[949] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/82 (Taberânî'nin “Kebîr”indeki ri­vayetinden naklen.); Sünenü İbn Mâce, 1/332.

[950] Sahihu Müslim, 1/321.

[951] Sahihu Müslim, 1/321; Sünenü İbn Mâce, 1/332.

[952] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu's-salât; Sünenü't-Tirmizi, 2/484.

[953] Sünenü'd-Dârimi, 1/331.

[954] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 2/79, 80 (Taberani'nin “Evsat”inde ve Ahmed ile Ebû Yalâ'nın rivayetlerinden naklen.)

[955] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 2/80 (Bezzar’ın rivayetinden naklen.)

[956] Sünenü’t-Tirmizi, 2/484.

[957] Mecmeu's-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/81 (Taberani’nin “Kebir”ndeki ri­vayetinden naklen,)

[958] Buhari, Kitabu's-Salât.

[959] Sahihu Müslim, 1/387.

[960] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 406-409.

[961] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 2/27 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[962] Sünenü Ebi Dâvûd, 3/218; Sünenü’t-Tirmizi, 2/136; Sünenü-n-Nesei, 4/95.

[963] Sahihu Müslim, 1/378.

[964] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 2/27 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[965] Sünenü Ebi Dâvûd, 1/133; Sünenü İbn Mace, 1/246; Sünenü't-Tirmizi, 2/131.

[966] Sahîhu'l-Buhâri, Kitabul-Cenâiz; Sahihu Müslim, 1/376; Sünenü Ebî Davûd, 3/218.

[967] Sahihu’l-Buhari, Kitabul-Cenâiz; Sahihu Müslim, 1/378; Sünenü’n-Nesei, 2/41; Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid,   2/27 (Ahmed’in rivayetinden naklen.)

[968] Sahihu Müslim, 1/376; Sünenü’n-Nesei, 2/42.

[969] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 409-413.

[970] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/103 (Ahmed'in rivayetinden naklen.)

[971] Sahihu'l-Buhari, refiksiz gece yolculuğunu keraheti babı; Sünenü't-Tirmizi, 4/193.

[972] Sünenü't-Tirmizi, 4/193.

[973] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 413-414.

[974] Sahihu Müslim, 2/977.

[975] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 414-415.

[976] Sünenü Ebi Dûvûd, 4/17.

[977] Sünenü İbn Mâce, 2/1170.

[978] Sünanü Ebi Davûd, 4/18.

[979] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid. 5/118 (Taberani’nin rivayetinden naklen.)

[980] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 415-416.

[981] Sahihu Müslim,  1/452.

[982] Sahihu Müslim, 2/591; Sünenü'n-Nesei, 3/88. 89.

[983] Sünenü İbn Mace, 1/357; Sünenü't-Tirmizi, 2/373; Sünenü'n-Nesei, 3/88; Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 2/192 (Ahmed'in rivayetinden   nak­len.)

[984] Sünenü İbn Mace, 1/357.

[985] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/193 (Ebû Yala’nın rivayetinden naklen.)

[986] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/193 (Taberânî'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[987] Sünenü İbn Mâce, 1/343.

[988] Hanefilerde mazeretsiz üst üste üç cumayı terketmek tehlikelidir. Elbette mazeretsiz bir veya iki cumayı terketmek de günahtır, ancak büyük günah değildir. Bir özre mebni cumayı kılamayıp yerine öğleyi kılmakta bir sa­kınca yoktur.

[989] Sünenü İbn Mâce, 1/358; Sünenü-n-Nesei, 3/89.

[990] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 417-420.

[991] Sünenü't-Tirmizi, 2/389.

[992] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/179 (Taberâni'nin “Sağîr” ve “Evsat”indeki rivayetlerinden naklen.)

[993] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 2/179 (Taberani'nin “Kebir”inde ve Ahmed'in rivayetlerinden naklen.)

[994] Sünenü-n-Nesei, 3/103.

[995] İlk gelen cemaat ön safları doldurmaz boşluk bırakacak olurlarsa, sonra­dan gelenlerin onları çiğneyip ön safa geçmelerinde Hanefilerce bir sakınca yoktur.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 420-421.

[996] Sünenü’t-Tirmizi, 5/90.

[997] Sünenü’t-Tirmizi, 5/90

[998] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/62, 63 (Taberânî'nin rivayetinden naklen.)

[999] Sûnenü Ebi Dâvûd, 4/282.

[1000] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/262; Sünenü'tTirmizi, 5/89.

[1001] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 8/59 (Taberânî'nin rivayetinden nak­len.)

[1002] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 421-423.

[1003] Sahihu Müslim, 3/1642.

[1004] el-Hacc: 22/23.

[1005] Sahihu Müslim, 3/1641; Sünenü’n-Neseî, 8/201.

[1006] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu’l-Libas; Sünenü Ebi Dâvûd, 4/46.

[1007] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu’l-Libâs; Sahihu Müslim, 3/1645.

[1008] Sünenü Ebi Davûd, 4/50, Sünenü"n-Nesei, 8/160.

[1009] et-Tergib ve’t-Terhib. 3/96 (Hakimin rivayetinden naklen.)

[1010] Sahihu Müslim, 3/1642; Sünenü'n-Neset, 8/200; Sahihu’l-Buhari, Kitabu’l-Libas.

[1011] el-Hacc: 22/23..

[1012] et-Tergib ve’t-Terhib. 3/100 (Nesei ve Hakimin rivayetlerinden naklen.)

[1013] Sahihu Müslim, 3/1646; Sahihu'l-Buhâri, Kitabu’l-Libâs.

[1014] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu’l-Libâs.

[1015] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 5/141 (Ahmed'in rivayetinden naklen.)

[1016] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 5/140 (Ahmed ve Bezzâr'ın rivayetle­rinden naklen.)

[1017] et-Tergib ve't-Terhib, 3/101, 102   (Ahmed ve Beyhaki'nin   rivayetlerinden naklen.)

[1018] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/46.

[1019] et-Tergîb ve't-Terhîb, 3/98 (Beyhaki’nin rivayetinden naklen.)

[1020] el-Ahkaf: 46/20.

[1021] et-Tergib vet-Terhîb, 3/93 (Hâkim'in rivayetinden naklen.)

[1022] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 5/142 (Taberâni'nin “Kebîr” ve “Evsat”ındeki rivayetleri ile Bezzâr'ın rivayetinden naklen.)

[1023] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 5/141 (Ahmed'in rivayetinden naklen.)

[1024] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 5/141 (Ahmed ve Taberâni'nin riva­yetlerinden naklen.)

[1025] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 5/141 (Bezzâr’ın rivayetinden nak­len.)

[1026] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 423-427

[1027] Mecmeu'z-Zevaid ve Meabeul-Fevâid, 5/143 (Taberâni'nin “Evsat”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1028] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 5/74 (Ahmed, Bezzâr ve Taberâni'nin rivayetlerinden naklen.)

[1029] Sahihu Müslim, 3/1655.

[1030] Sünenü'n-Nesei. 8/170.

[1031] et-Tergib vet-Terhîb, 3/100 (İbn Hibban'ın “Sahih”indeki rivayetinden nak­len.)

[1032] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 428-429.

[1033] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Libâs; Sünenü't-Tirmizi, 5/106; Sünenü Ebi Dâ­vûd, 4/80.

[1034] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/103 (Taberanî'nin “Evsat”ndeki ri­vayetinden naklen.)

[1035] Sahihu'l-Buhari, Kitabu'1-Libâs.

[1036] Sûnenü Ebi Dâvûd, 4/60.

[1037] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/103 (Ahmed'in rivayetinden naklen.)

[1038] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 8/103 (Taberânî'nin rivayetinden nak­len.)

[1039] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/282.

[1040] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 8/148 (Bezzar”ın rivayetinden naklen.)

[1041] et-Tergib ve't-Terhib, 3/109, 107 (Taberani'nin rivayetinden naklen.).

[1042] et-Tahrim: 66/6.

[1043] Hadîs Buhari ve Müslim’de daha uzuncadır.

[1044] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 430-433.

[1045] Sahihu Müslim, 4/2192.

[1046] et-Tergib ve’t-Terhib, 3/94 (İbn Hibban ve Hakim'in rivayetlerinden nak­len.)

[1047] Sünenü Ebi Davud, 4/62.

[1048] Sünenü't-Tirmizi, 4/716.

[1049] Buhârî, Kitabu'l-Libas; Sünenü'n-Neseî, 8/207.

[1050] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Libâs;  Sahihü Müslim, 3/1661;  Sünenü't-Tirmizi, 4/223.

[1051] Sahihu Müslim, 3/1653.

[1052] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/56, 57; Sünenü"n-Nesei, 8/208.

[1053] Sahihu Müslim, 3/1652.

[1054] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/60.

[1055] Sünenü Ebi Dâvüd, 4/59; Sünenü İbn Mâce, 2/1183; Tenvîru'l-Havâlik Şerhu Muvattau İmâm Mâlik, 2/217.

[1056] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 5/123 (Taberâni’nin “Evsat”inde ve Ahmed'in rivayetlerinden naklen.)

[1057] Sahihu Müslim, 1/102; Sünenü'n-Nesei, 8/208; Sünenü Ebî Davûd, 4/57; Sünenü İbn Mâce, 2/746.

[1058] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/60; Sünenü İbn Mâce, 2/1184; Sünenü’n-Nesei, 8/208.

[1059] Sünenü Ebi Davûd, 4/56.

[1060] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 5/125 (Taberani'nin “Evsat”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1061] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 5/126 (Taberâni'nin rivayetinden nak­len.)

[1062] et-Tergib ve’t-Terhib, 3/843, 344 (Beyhaki’nin rivayetinden naklen.)

[1063] Mecmeu’z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 5/125 (Bezzâr’ın rivayetinden naklen.)

[1064] İsrâ: 17/37-38.

[1065] Sahihu Müslim, 1/93.

[1066] Sahihu’l-Buhari, Kitabu Tefsîri’-Kur'an; Sahihu Müslim, 4/2190.

[1067] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu'l-Libâa; Sahihu Müslim, 3/1655.

[1068] Sahihu Müslim, 3/1654; Sahihu'l-Buhari, Kitabul-Libâs.

[1069] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 434-441-

[1070] Sünenü Ebi Davûd, 4/87; Sünenü'n-Nesei, 8/138.

[1071] Hanefi mezhebinde; saçı ve sakalı siyaha boyamak, bazılarına göre mekruh ve bazılarına göre de mekruh değildir. Savaşta düşmana karşı heybetli görünmek için saçı ve sakalı siyaha boyamak memduh, kişinin ailesini hoş etmesi için boyaması da mubahtır.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 441-442.

[1072] Sahihu Müslim, 1/83; Sahihu’l-Buhari, Kitabul-İstiska.

[1073] Ehl-i Sünnete göre, her şey Allahu Teala'nın bilmesi ve dilemesiyledir. Fâil-i hakiki bizzat kendisidir. Bununla beraber her şeyi bir sebebe bağla­mıştır. Sebebin batınisi olduğu gibi, zahirisi de vardır. Meselâ, hastaya gerçekte şifa veren Allahu Teâlâ'dır. çünkü onun derdine dermanı yaratan ve bunu hükmü ile bildirip bulduran yine O'dur. Ancak zahiri sebep, dok­tor ve doktorun müdahalesidir. Gerçek şifa Allah'tandır. Şimdi bunu böyle bildikten sonra, “Beni filan doktor tedavi etti” demekte bir sakınca yoktur. Çünkü gerçekte şifâyı verenin Allahu Teâlâ olduğunu biliyor, doktoru vasıta ve sebep kabul ediyor. Fakat Allah'ı unutur da şifâyı yalnız doktor­dan bilirse, işte bu sakıncalıdır. Yağmurda da durum aynıdır. Yağmuru yağdıran Allah'tır, ama bunun baza maddi sebep ve belirtileri vardır. Bunu böyle bilmek ve kainatta her şeyin yüce Allah'ın bilmesi ve dilemesiyle olduğuna inanmak lazımdır.

[1074] Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de, yağmurun önünde rüzgârı müjdeci olarak gönderdiğini haber vermiştir. Bu, O'nun her şeyi bir sebebe bağladığını açıkça ifade etmektedir. Yağmuru yağdıran, o sebebi yaratan Allah olduğuna ve kişi de buna böylece inandığına göre, “Allahu Teâlâ bu sebeple yağ­muru yağdırdı” demekle küfrân-ı nimet etmiş olmaz. Hikmetine gelince; zaten O'nun hikmetlerini tamamiyle kim bilebilir. Belki bu adam buradaki zahiri hikmet ve sebebi bir derece bildi, gerçek sebep ve hikmeti bilemedi, zaten bunu kimse bilemez.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 442-443.

[1075] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Cenâiz; Sahihu Müslim, 1/99.

[1076] Sahihul-Buhârî, Kitabul-Cenâiz; Sahihu Müslim, 1/100.

[1077] Sünenü’n-Nesei, 4/20.

[1078] Sahihu Müslim.

[1079] et-Tergib ve't-Terhib, 4/350   (İbn Hibban'ın “Sahih”indeki rivayetinden naklen.)

[1080] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/13 (Taberani'nin “Kebiraindeki ri­vayetinden naklen.)

[1081] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/13 (Bezzâr'ın rivayetinden naklen.)

[1082] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/13 (Ahmed ve Ebû Ya’la'nın riva­yetlerinden naklen.)

[1083] Sahihu Müslim, 2/644.

[1084] Sahihu Müslim, 2/644.

[1085] Sünenü İbn Mace, 1/604.

[1086] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/14 (Taberani’nin “Evsat”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1087] Sünenü Ebi Davud, 3/194.

[1088] Sahihu’l-Buhari, Kitabul-Cenaiz; Sahihu Müslim, 2/644, 645.

[1089] Sünenü Ebi Dâvûd, 3/194.

[1090] Sünenü İbn Mace, 1/605.

[1091] Sahihu'l-Buharî, Kitabul-Cenaiz; Sahihu Müslim, 2/639.

[1092] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu’l-Cenaiz; Sahihu Müslim, 2/644.

[1093] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Cenâiz.

[1094] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeul-Fevâid, 3/14 (Taberani’nin rivayetinden nak­len.).

[1095] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/15 (Taberani’nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1096] Sünenü’t-Tirmizi, 3/318.

[1097] et-Tergîb ve't-Terhib, 4/349 (Hâkim'in rivayetinden naklen.)

[1098] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Cenâiz; Sahihu Müslim, 2/636.

[1099] Sahihu'l-Buhûri, Kitabu’l-Cenâiz; Sahihu Müslim, 2/635, 636.

[1100] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu'l-Cenâiz.

[1101] Sahihu Müslim, 3/632.

[1102] Yusuf: 12/84.

[1103] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu’ Tıb; Sahihu Müslim, 2/635, 636.

[1104] Sahihu Müslim, 4/1992.

[1105] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/2 (Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen.)

[1106] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu'l-Cenâiz; Sünenü İbn Mâce, 1/509; Sünenü Ebi Dâvûd, 3/192; Sünenü't-Tirmizi, 3/305.

[1107] Sünenü İbn Mâce, 1/602.

[1108] Sahihu Müslim, 4/1909.

[1109] el-Kehf: 18/63.

[1110] el-Hadid: 57/16.

[1111] Sünenü't-Tirmizi, 4/603.

[1112] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/306 (Taberani'nin rivayetinden nak­len.)

[1113] Sahinu'l-Buhari, Kitabul-Cenaiz.

[1114] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/291 (Ahmed'in rivayetinden  nak­len.)

[1115] Mecmeu'aZevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/292 (Ebû Ya’lâ’nın rivayetinden nak­len.)

[1116] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/292 (Taberâni’nin “Kebir” ve “Evsat”inde ve Ahmed'in rivayetlerinden naklen.); Sünenü Ebî Dâvûd, 3/183.

[1117] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 2/291 (Taberani’nin “Kebir”indeki rivâyetinden naklen.)

[1118] Sahihu'l-Buhari, Kitabu’ı-Marzâ; Sahihu Müslim, 4/1993; Sünenü't-Tirmizi, 3/289.

[1119] Sahihu Müslim, 4/1992.

[1120] Sahihu Müslim, 4/1992; Sünenü't-Tirmizi, 3/386.

[1121] Sünenü't-Tirmizi, 4/602.

[1122] et-Tergib ve't-Terhib, 4/286 (Taberâni’nin rivayetinden naklen.)

[1123] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 2/302 (Taberâni’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen.)

[1124] Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/307 (Bezzâr'in rivayetinden nak­len.)

[1125] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 2/304 (Taberâni’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen.)

[1126] et-Tergib vet-Terhib, 4/289 (Buhâri ve Ebû Davud'un rivayetlerinden nak­len.)

[1127] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 2/301 (Ahmed'in ve Taberâni’nin ri­vayetlerinden naklen.)

[1128] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 2/302 (Taberani'nin “Kebir”indeki vâyetinden naklen.)

[1129] Sahihu Müslim, 4/1993.

[1130] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 2/306 (Bezzar’ın rivayetinden nak­len.)

[1131] en-Nisâ: 4/123.

[1132] et-Tergib vet-Terhib, 4/294 (İbn Hibbân'ın rivayetinden naklen.)

[1133] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 444-465.

[1134] Sünenü Ebi Dâvûd, 8/213; Sünenü İbn Mâce, 1/516; Sünenü'n-Nesei, 3/95.

[1135] Sahihu Müslim, 2/667; Sünenü Ebi Davud, 3/217.

[1136] Sünenü İbn Mace, 1/499.

[1137] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/61 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1138] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/61 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.).

[1139] Hanefi mezhebinde; okumak niyetiyle olmaksızın mezarlar üzerinde otur­mak ve mezarları çiğnemek mekruhtur.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 465-466.

[1140] Sünenü Ebî Davûd, 3/218.

[1141] Sünenü't-Tirmizî, S/362; Sünenü İbn Mace, 1/502.

[1142] et-Tergib vet-Terhîb, 4/358, 359 (Ebû Dâvûd ve Nesefnin rivayetlerinden naklen.)

[1143] Sünenü İbn Mace, 1/502, 503.

[1144] Hanefi mezhebine göre; her ne kadar bazıları kadınların mezarları ziya­ret etmesinin haram olduğunu söylemişler ise de, esah olan onların da erkekler gibi mahremlerinin mezarlarını ziyaret etmelerinin mendup olmasıdır. Ancak bu ziyaretleri erkeklerle beraber olmayacaktır.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 467-468.

[1145] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 5/103 (Ahmed, Ebû Yâlâ ve Taberâni'nin rivayetlerinden naklen.)

[1146] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 5/103 (Ahmed ve Taberâni'nin riva­yetlerinden naklen.)

[1147] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 5/103 (Ahmed ve Taberani'nin riva­yetlerinden naklen.)

[1148] Sünenü Ebi Davûd, 4/9, 10; Sünenü İbn Mâce, 2/1167.

[1149] Bu hadisde, “İslâm'da efsun, üfürükçülük yoktur.” buyurulmuştur. Bu­nunla beraber yumn-u bereket için bazı dua ayetlerini okumak ve dua et­mekte beis yoktur. Bunun dışında bugünkü üfürükçülerin yazıp çizdikle­ri ve “Şöyle böyle yapacaksın” dedikleri şeylerin din ile hiç bir ilgisi olmadığı gibi gerçekten de çok uzaktır.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 469-471.

[1150] Sahihu Müslim, 4/2065.

[1151] Necmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 2/320 (Ahmed, Taberâni ve Ebu Yâla'nın rivayetlerinden naklen.)

[1152] Sünenü İbn Mace, 2/1385; Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/285 (Taberâni'nin rivayetinden naklen.)

[1153] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid,   10/286   (Taberani’nin rivayetinden naklen.)

[1154] Mutlak mânâda ölümü sevmemek, büyük günahlardan olamaz. Ancak, ölümü, Allah'a kavuşturacağı için sevmemek, Allah'a sûi zanda bulunmayı gerektirdiği için kebâirdendir.

[1155] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 471-474.

[1156] Secde: 32/6-7.

[1157] Al-i İmran: 3/180.

[1158] et-Tevbe: 9/85. İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 474-475.

[1159] Sahihu’l-Buhari, Kltabu'z-Zekât; Sahihu Müslim, 2/680.

[1160] Sahihu Müslim, 3/1461 Buharî'deki metin biraz daha kısadır.

[1161] Sahihu’l-Buhari. Kitabu’l-Eymân ve'n-nüzür; Sahihu Müslim, 2/686; Sünenü't-Tirmizi, 3/3.

[1162] Bu metin aynen Nesei'de bulunamamıştır. Biraz farklı olarak vardır.

[1163] Sahihu Müslim, 2/684.

[1164] Ali İmran: 3/180.

[1165] Sünenü İbn Mace, 1/568; Sünenû'n-Nesei.

[1166] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/62.

[1167] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/118 (Taberani'nin “Kebir”inde, Ah­med Ebû Yala'nın rivayetlerinden naklen. Senedinde zayıf olan Haris et A'ver var.)

[1168] ez-Zâriyât: 51/19.

[1169] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/62 (Taberani'nin “Sağir” ve “Evsat”ındaki rivayetlerinden naklen. Senedinde zayıf olan Haris b. Numan vardır.)

[1170] et-Tergîb ve't-Terhib, 1/539, 540 (İbn Huzeyme'nin rivayetinden naklen.)

[1171] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/62 (Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen.)

[1172] Hadis Müslim'de bulunamamıştır.

[1173] Mecmeu'zZevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/64   (Taberani'nin “Kebir”inde  ve Bezzar'ın rivayetlerinden naklen.)

[1174] Sünenü-n-Nesei, 5/39.

[1175] Al-i İmran: 3/180.

[1176] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'z-Zekat; Sünenü’n-Nesei 5/39.

[1177] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 1/47 (Taberani’nin “Kebir”inde ve Ahmed'in rivayetlerinden naklen.)

[1178] et-Tergîb ve't-Terhîb, 1/541, 542 (Bezzar’ın rivayetinden naklen.).

[1179] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/63 (Taberânî'nin “Evsat”ındaki ri­vayetinden naklen. Hadisin senedinde zayıf olan Ömer b. Harun vardır.)

[1180] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/64 (Taberânî'nin “Sağîr”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1181] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/64 (Bezzâr’ın rivayetinden naklen. Hadisin senedinde mutemed olmayan Osman b. Abdurrahman el-Cumahi vardır.)

[1182] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/84 (Bezzâr’ın rivayetinden naklen. Hadisin senedinde zayıf olan Abdullah b. İbrahim el-Cumahi vardır.)

[1183] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/86 (Taberani’nin “Ersat”ındaki rivâyetinden naklen.)

[1184] et-Tergib ve't-Terhib, 1/543, 944 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen.)

[1185] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/65 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1186] et-Tevbe: 9/35.

[1187] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/65 (Taberani’nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1188] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/65 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1189] Sahihu Müslim, 2/689.

[1190] Sahihu Müslim, 2/690.

[1191] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/62 (Taberânî'nin “Kebir” ve “Evsat”indaki rivayetlerinden naklen.)

[1192] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/63 (Taberâni’nin “Kebir” ve “Evsat”indaki rivayetlerinden naklen.)

[1193] Sünenü't-Tirmizi, 3/5.

[1194] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/64 (Taberâni'nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen.)

[1195] Sahihu Müslim, 4/2001.

[1196] Sünenü't-Tirmizi, 3/21; Sünenü Ebi Davûd, 2/95; Sünenü’n-Nesei, 5/38.

[1197] et-Tevbe: 9/35.

[1198] Sünenü Ebi Dâvud, 2/96.

[1199] et-Tergib  ve't-Terhib, 1/557 (Ebi Davûd ve Nesei’nin rivayetlerinden naklen.)

[1200] et-Tergib vet-Terhib, 1/557 (Ebû Davud'un rivayetinden naklen.)

[1201] Bu soru?, Şafii'nindir. Hanefîlerde altın ve gümüşten olan ziynet eşyası­nın da zekâtı vardır.

[1202] Hadis yukarda metin olarak geçti.

[1203] Münafıkûn: 63/10.

[1204] el-En'am: 6/104.

[1205] En'am: 6/104.

[1206] Sünenü Ebi Dâvûd, 2/133.

[1207] Sünenü't-Tirmizi, 4/343; Edebü'l-Müfred, s. 57.

[1208] et-Tergib vet-Terhib, 1/602 (Tirmizi'nin rivayetinden naklen.)

[1209] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/243 (Taberâni’nin rivayetinden naklen.)

[1210] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 10/255 (Taberani'nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen.)

[1211] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’Fevaid, 10/242 (Taberani ve Ebû Yâla’nın rivayetlerinden naklen.)

[1212] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu'z-Zekat; Sahihu Müslim, 2/709; Sünenü-n-Nesei, 5/70.

[1213] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/68 (Taberâni'nin “Kebir”inndeki ri­vayetinden naklen.)

[1214] Sahihu Müslim, 2/734.

[1215] Sahihu Müslim, 2/724.

[1216] Sünenü Ebi Dâvûd. 4/93; Sünenü'n-Neseî, 8/157.

[1217] Sünenü’n-Nesei, 8/156.

[1218] el-İsrâ: 17/29.

[1219] el-Furkan: 25/67.

[1220] el-Bakara: 2/180.

[1221] Sahihu Müslim, 4/2281.

[1222] Sünenü't-Tirmizi, 4/877.

[1223] Sünenü İbn Mace, 2/1386.

[1224] Sahihu'l-Buhari, Kitabu'z-Zekât; Sahihu Müslim, 2/700.

[1225] Sahihu'l-Buhari Kitabu Tefsiri'l-Kur'an; Sahihu Müslim, 2/690.

[1226] Sahihu Müslim, 3/691.

[1227] Sünenü’t-Tirmizi, 4/573.

[1228] et-Tergib vet-Terhib, 2/49 (Ahmed ve İbn Hibban'ın rivayetlerinden nak­len.)

[1229] Yunus: 10/25.

[1230] el-Leyl: 92/1-10 (Hadis; et-Tergîb ve't-terhib, 2/49 (Beyhaki’nin rivayetinden naklen.)

[1231] Sahihu’l-Buhari.

[1232] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 10/241 (Bezzar ve Taberani'nin ri­vayetlerinden naklen.)

[1233] Sahihu’l-Buhari, Kitabu'z-Zekat.

[1234] Mecmeu'z-Zevâid ye Menbeu’l-Fevaid, 3/125 (Taberâni’nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen. Hadisin senedinde zayıf olan Talha İbn Zeyd eKureşi vardır.)

[1235] et-Tergib vet-Terhib, 2/53, 64 (Taberâni'nin “Evsat” ve “Kebir”indeki ri­vayetlerinden naklen.)

[1236] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid. 10/124 (Taberani'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen.)

[1237] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 10/124 (Taberani'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen.)

[1238] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/124 (Ahmed’in rivayetinden nak­len.)

[1239] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/1” (Taberani'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen. Benzerini de Ahmed rivayet etmiştir.

[1240] Sünenü İbn Mace, 2/1348.

[1241] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 475-514.

[1242] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/133 (Ahmed'in rivayetinden nak­len.)

[1243] Kaynağı bulunamamıştır.

[1244] Sünenü't-Tirmizi, 4/590.

[1245] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/134 (Taberâni’nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1246] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/134 (Taberânî'nin “Kebîr”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1247] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/192 (Taberânî'nin “Evsat”ındeki ri­vayetinden naklen. Senedinle Ala b. Seleme b. Osman vardır ki, zayıftır.)

[1248] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/133 (Ahmed ve Ebû Yâlâ’un rivayetlerinden naklen.)

[1249] Sahihu Müslim, 4/2074; Sünenü't-Tirmizi, 4/326; Sünenü Ebi Davûd, 4/273.

[1250] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, 4/135 (Ahmed'in   rivayetinden nak­len. Hadîsin bir bölümünü de İbn Mâce rivayet etmiştir.)

[1251] Sahihu Müslim, 3/1196; Mecmeu'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, 4/134 (Taberâni'nin “Evsat”ındaki rivayetinden naklen.)

[1252] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Buyû; Sahihu Müslim, 3/1194.

[1253] Sahihu Müslim, 3/1195.

[1254] Sahihu Müslim, 3/1196.

[1255] Sünenü'n-Nesei, 7/318.

[1256] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 515-519.

[1257] Sahihu Müslim, 3/1465.

[1258] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/86 (Taberani’nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1259] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/85 (Ahmed'in rivayetinden naklen. Hadisin senedinde meçhul olan Mesüd ve Şakik b. Hibban vardır.)

[1260] et-Tergib ve’t-Terhib, 1/564, 565 (Nesei ve İbn Huzeyme'nin “Sahih”indeki rivayetlerinden naklen.)

[1261] Sünenü't-Tirmizi, 3/29; Sünenü İbn Mâce, 1/578.

[1262] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/85 (Ebû Yâlâ “Kebir”inde ve Bezzâr'ın rivâyetlerinden.naklen).

[1263] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 520-523.

[1264] Şura: 42/42.

[1265] Sahihu Müslim, 4/1999.

[1266] Hadis, biraz daha geniş olarak aşağıda gelecektir.

[1267] Sünenü Ebi Dâvûd, 3/133.

[1268] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/88 (Ahmed'in rivayetinden naklen.)

[1269] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid,    3/88 (Taberâni'nin “Kebîr”indeki rivayetinden naklen.)

[1270] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/88 (Taberânî'nin “Kebîr”indeki ri­vayetinden naklen.)

[1271] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/88 (Ahmed'in ve Taberânî'nin “Kebir”indeki rivayetlerinden naklen).

[1272] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 5/200 (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[1273] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/89 (Ebû Yala'nın rivayetinden nak­len. Hadîsin senedinde bulunmayan kimseler vardır).

[1274] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/89 (Ebû Yala'nın rivayetinden nak­len).

[1275] Sünenü Ebi Dâvûd, 3/131.

[1276] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/89 (Taberâni'nin “Kebir”indeki rivâyetinden naklen).

[1277] Sünenü Ebi Dâvûd, 3/131.

[1278] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/293    (Taberâni’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1279] el-Mâide: 5/100.

[1280] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 524-532.

[1281] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/96 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[1282] Sünenü’t-Tirmizi, 3/34.

[1283] et-Tergîb ve't-Terhîb, 1/575 (Razi'nin rivayetinden naklen).

[1284] Sünenü’t-Tirmizi, 3/32; Sünenü'n-Nesei, 5/97; Sünenü İbn Mâce, 1/589; Sünenü Ebi Davûd, 2/116.

[1285] Sünenü Ebi Dâvûd, 2/121.

[1286] Sünenü'n-Nesei, 5/96; Sünenü İbn Mâce, 1/588.

[1287] Sünenü'n-Nesei. 5/98.

[1288] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/95 (Âhmed'in rivayetinden naklen).

[1289] Sahihu Müslim, 2/720.

[1290] Sünenü Ebi Davud, 2/117.

[1291] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu'z-Zekât; Sahihu Müslim, 2/720.

[1292] Sünenü’t-Tirmizi,  3/56.

[1293] Mecmeu'a-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/96 (Bezzâr'ın rivayetinden naklen).

[1294] et-Tergib ve't-Terhib, 1/573 (Beyhaki’in rivayetinden naklen).

[1295] Mecmeu'z-Zevaid ve Meribeu'l-Fevaid, 3/96 (Ahmed ve Bezzâr'ın rivayetle­rinden naklen.)

[1296] et-Tergib ve't-Terhib, 1/574 (Beyhaki’nin rivayetinden naklen).

[1297] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/96 (Ahmed, Bezzar ve Taberani'nin rivayetlerinden naklen).

[1298] et-Tergib ve't-Terhib, 1/575 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1299] et-Tergib ve't-Terhib, 1/575 (İbn Hibbân'ın “Sahih”indeki    rivayetinden naklen).

[1300] Sünenü Ebi Dâvûd, 2/120; Sünenü İbn Mâce, 2/740.

[1301] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/234.

[1302] Sünenü’t-Tirmizi, 4/576.

[1303] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu'z-Zekât; Sahihu Müslim, 2/719.

[1304] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu'z-Zekat; Sahihu Müslim, 2/726.

[1305] Bulunamamıştır.

[1306] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 533-541.

[1307] Sünenü İbn Mace'de bulunamamıştır.

[1308] Hadisi daha değişik ifade ile ve biraz da uzunca Taberanî rivayet etmiştir, (Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 8/169).

[1309] et-Tergib ve't-Terhib,  1/596 (İbn Hibban'ın rivayetinden naklen).

[1310] et-Tergib ve't-Terhib,  1/596 (İbn Hibban'ın rivayetinden naklen).

[1311] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/94 (Ahmed ve Ebû Yâlâ’nın rivayetlerinden naklen).

[1312] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/95 (Ebû Yâla'nın rivayetinden nak­len).

[1313] Sahihu Müslim, 2/718.

[1314] Sahihu'l-Buhari, Kitabu’z-Zekat; Sahihu Müslim, 2/723.

[1315] Tenvirul-Havâlik, 2/259.

[1316] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/100 (Ahmed, Ebû Yâlâ ve Taberani’nin rivayetlerinden naklen).

[1317] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/101. (Ahmed ve Taberani’nin “Kebir”indeki rivayetlerinden naklen).

[1318] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 541-544.

[1319] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/154. (Taberâni’nin “Evsat” ve “Kebir’indeki rivayetlerinden naklen).

[1320] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/117 (Taberini'nin “Evsat”indeki rivâyetinden naklen).

[1321] Sünenü’t-Tirmizî, 4/309; Sünenü Ebi Dâvûd, 4/336.

[1322] Sünenü-n-Nesei, 5/82.

[1323] Mecmeu'z Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/154 (Taberâni'nin “Sağir” vs “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1324] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 545-547.

[1325] el-Bakara: 2/262-263.

[1326] el-Bakara: 2/262.

[1327] el-Kalem: 68/3.

[1328] Sahihu Müslim, 1/102; Sünenü't-Tirmizî, 3/507.

[1329] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 7/206 (Taberânî'nin rivayetinden nak­len).

[1330] Sünenü'n-Nesei, 5/81.

[1331] Sünenü'n-Nesei, 5/80.

[1332] Sahihu Müslim, 1/102; Sünenü'n-Nesei, 5/81.

[1333] Mecmeuz-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 7/206 (Taberani'nin rivayetinden nak­len).

[1334] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/380 (Tirmizi’nin rivayetinden naklen).

[1335] Yukarda geçmiştir.

[1336] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 548-553.

[1337] Sahihu Müslim, 1/103; Sahihu’l-Buharî, Kitabu'l-Şirb.

[1338] Sünenü Ebi Davûd, 3/278.

[1339] Sünenü Ebi Davûd, 3/378.

[1340] Sünenü İbn Mâce, 2/826.

[1341] Sünenü İbn Mâce, 2/826.

[1342] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 554-555.

[1343] Sünenü'n-Neset, 5/82; Sünenü Ebi Dâvûd, 2/128.

[1344] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/256; Sünenü’t-Tirmizi, 4/379.

[1345] et-Tergib ve't-Terhib, 2/77 (İbn Hibbân'ın “Sahih”indeki rivayetinden naklen).

[1346] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/77 (Ebû Davud'un rivayetinden naklen).

[1347] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/180 (Ahmed ve Taberani'nin ri­vayetlerinden naklen).

[1348] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/181  (Taberani'nin rivayetinden naklen).

[1349] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 8/182.

[1350] Sünenü-t-Tirmizi, 4/380.

[1351] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 556-558.

[1352] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/103 (Taberani'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[1353] Sünenü Ebi Dâvûd, 2/127.

[1354] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/103 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[1355] Sünenü'n-Nesei, 5/84.

[1356] Sünenü'n-Nesei, 5/82; Sünenü Ebi Dâvûd, 2/128.

[1357] Mükâteb köle demek, hürriyetine kavuşabilmesi için efendisine anlaştıkları miktar para vermesi gereken köledir.

[1358] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/102, 103 (Taberânî'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[1359] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 558-563.

[1360] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'z-Zekât.

[1361] Sünenü't-Tirmizi, 3/41.

[1362] et-Tevbe: 9/104.

[1363] el-Bakara: 2/277.

[1364] Sahihu Müslim, 4/2001.

[1365] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/110 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[1366] Sahihu Müslim, 4/2273.

[1367] Sahihu Müslim, 2/703.

[1368] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/105. (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[1369] et-Tergîb ve’t-Terhib, 2/11.

[1370] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid,  10/230 (Taberânî'nin rivayetinden naklen).

[1371] Sünenü't-Tirmizi. 3/43.

[1372] Mecmeu’z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/109 (Taberâni’nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[1373] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/110 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1374] Sûnenü Ebi Davud, 2/129.

[1375] Sünenü'n-Nesei, 5/59.

[1376] Sünenü'n-Nesei (cild: 5/81) deki ifade şöyledir; “Bir paça da olsa isteyiciye veriniz”.

[1377] Sahihu'l-Buhârî, Kitabu'z-Zekât; Sahihu Müslim, 2/715.

[1378] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/115 (Taberâni'nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1379] el-Bakara: 2/245.

[1380] el-Baka­ra: 2/271.

[1381] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/116 (Taberâni'nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[1382] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/118 (Hâkim'in rivayetinden naklen).

[1383] Sünenü Ebî Dâvûd, 2/130; Sünenü’t-Tirmizî, 4/633.

[1384] Sünenü’t-Tirmizi, 3/38; Sünenü'n-Nesei, 5/92; Sünenü İbn Mâce, 1/591.

[1385] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/116 (Ahmed ve Taberâni'nin rivayetlerinden naklen).

[1386] Sünenü't-Tirmizî, 4/340.

[1387] Sünenü İbn Mace, 2/812.

[1388] Sünenü İbn Mâce, 2/812.

[1389] Sünenü İbn Mâce. 2/808.

[1390] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu’l-İmân; Sahihu Müslim, 1/85; Sünenü Ebi Davûd, 4/350; Sünenü İbn Mâce, 2/1083.

[1391] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 5/16 (Ahmed'in rivayetinden naklen.)

[1392] Sünenü't-Tirmizi, 3/287.

[1393] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/130 (Taberanî'nin “Kebir” ve “Evsat”indeki rivayetlerinden naklen).

[1394] Sahihu Müslim, 4/1999.

[1395] Sünenü Ebi Dâvûd, 2/130.

[1396] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid,  1/167  (Bezzâr'ın rivayetinden nak­len).

[1397] Sünenü Ebi Dâvûd, 2/130.

[1398] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 563-574.

[1399] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/47 (Ebû Yâlâ’nın rivayetinden nak­len).

[1400] et-Tergib ve't-Terhîb, 2/110.

[1401] Sünenü't-Tirmizi, 3/92; Sünenü Ebî Dâvûd, 2/315; Sünenü İbn Mâce, 1/535.

[1402] Doğrusu bu düşündürücü bir mübalâğadır. Bunu açıkça Allah affetmez de­mek daha kolaydır. Bu mübalâğa İslama zarar getirebilir. Ancak hadîsden anlaşılan bir gerçek vardır, o da ramazan hâricinde ne kadar oruç tu­tarsa tutsun, ramazan ayında tutulan orucun sevabını alamaz, yoksa bor­cu ödeyemez demek değildir.

[1403] el-Bakara: 2/184.

[1404] et-Tergib ve't-Terhib, 2/108, 109 (İbn Huzeyme ve İbn Hibbân'ra rivayetlerinden naklen).

[1405] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Eevâid, 1/47 (Ahmed ve Taberânî'nin rivayet­lerinden naklen. Senedde İbn Lunay'a vardır).

[1406] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 574-576.

[1407] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 577.

[1408] Sahihu'l-Buhari, Kitabu'n-Nikâh.

[1409] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/200 (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[1410] Sünenü't-Tirmizi, 3/142; Sahihu Müslim, 2/711.

[1411] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/200 (Taberâni'nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1412] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/307 (Bezzâr'ın rivayetinden nak­len).

[1413] Hanefi mezhebinde, kocasının izni olmadan kadının nafile oruç tutması mekruhtur.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 577-578.

[1414] Sünenü't-Tirmizî, 3/134; Sünenü Ebi Dâvûd, 2/320; Sünenü'n-Nesei, 5/252.

[1415] Sünenü İbn Mâce, 1/547.

[1416] Sahihu Müslim, 2/799.

[1417] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/203.

[1418] Hanefi mezhebine göre, bu günlerde oruç tutmak tahrlmen mekruhtur.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 579-580.

[1419] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu's-Savra; Sahihu Müslim, 2/807.

[1420] Sahihu Müslim, 2/807.

[1421] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu's-Sıyâm; Sahihu Müslim, 2/808; Sünenü İbn-Mâce, 1/625.

[1422] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/179 (Taberânî'nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1423] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/180 (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[1424] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/181 (Ahmed ve Taberani'nin “Kebir”indeki rivayetlerinden naklen).

[1425] Sünenü'n-Neseî, 4/165.

[1426] Sahihu Müslim, 2/808; Sünenü İbn Mâce, 1/548; Sünenü'n-Nesei, 4/173.

[1427] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'L-Fevâid, 3/194 (Taberâni'nin “Sağîr” ve “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1428] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/194 (Taberâni'nin “Kebir” ve “Evsat”indeki rivayetlerinden naklen).

[1429] Sünenü İbn Mâce, 1/557.

[1430] Sünenü't-Tirmizî, 3/58; Sahihu Müslim, 2/524; Sahihu'l-Buhâri, Kitatau's-Salati't-Terâvih.

[1431] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/145 (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[1432] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/143, 144 (Ahmed ve Ebû Yâlâ'nın rivayetlerinden naklen).

[1433] Sahihu Müslim, 1/209.

[1434] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 10/166 (Taberani’nin rivayetinden naklen).

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 580-587.

[1435] et-Tergib ve't-Terhib, 2/217, 218 (İbn Huzeyme'nin “Sahih”indeki rivayetin­den naklen).

[1436] Benzerini Bezzâr ve Taberâni rivayet etmişlerdir. (Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/156)

[1437] Sahihu Müslim, 2/758; Sünenü İbn Mâce, 1/526; Sünenü'n-Nesei, 4/126; Sünenü't-Tirmizi, 3/57.

[1438] et-Tergib ve't-Terhib, 2/104 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen).

[1439] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 587-588.

[1440] Sünenü't-Tirmizi, 3/167.

[1441] et-Tergib ve't-Terhîb, 2/211 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen).

[1442] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/38 (Bezzâr’ın rivayetinden naklen).

[1443] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/206 (Taberâni’nin “Evsat”inde ve Ebû Yâlâ’nın rivayetlerinden naklen).

[1444] el-Munafikûn: 63/10.

[1445] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 588-590.

[1446] Bunlar, Şafiilerin görüşleridir. Hanefîlere göre; oruçlu olduğu halde kas­ten yemek, içmek ve cinsi münâsebette bulunmak şekillerinden hangisi ile olursa olsun, orucunu bozan kimseye hem kaza ve hem de keffâret gere­kir. Hacda Arafat'ta vakfede bulunmadan önce ailesiyle cinsî münâsebette bulunan kimsenin haccı batıl olur ve bir dem (koyun kurban etmesi) ge­rekir.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 591.

[1447] el-Mâide: 5/95.

[1448] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 591-592.

[1449] Kocanın izni ve rızası olmadan kadının oruç tutması, Hanefi mezhebinde mekruh olduğu yukarda dip not olarak ifade edilmişti.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 592.

[1450] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 593.

[1451] el-Hacc: 22/36.

[1452] Lokman: 31/13.

[1453] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 7/70 (Ahmed, Ebû Yâlâ ve Bezzar'ın rivayetlerinden naklen).

[1454] el-Hacc: 22/25.

[1455] Sünenü Ebi Dâvûd, 2/213.

[1456] Mecmeu'z-Zevâid. ve Menbeu'l-Fevâid, 7/285. (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[1457] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 593-599.

[1458] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/292. (Taberani’nin “Kebir” ve “Evsat”indeki rivayetinden naklen. Hadisin senedinde metruk olan Yusuf b. es-Sefer var).

[1459] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/208 (Taberâni'nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen. Senedde zayii olan Sehl İbn Karin vardır).

[1460] Mecrmeuz-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/145 (Bezzar'ın rivayetinden naklen).

[1461] Sünenü İbn Mâce, 2/1041.

[1462] Sünenü't-Tirmizî, 5/324.

[1463] Bulunamamıştır.

[1464] Sünenü İbn Mâce, 2/1038.

[1465] Sahihu Müslim, 1/370; Sahihul-Buhâri, Hac bahsi; Sünenü’n-Nesei, 2/33; Sünenü İbn Mace 1/248.

[1466] Sahihu Müslim, 4/2265; Sahihu’l-Buhari, Hac bahsi.

[1467] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/283.

[1468] Sünenü İbn Mâce, 2/1037.

[1469] Sünenü't-Tirmizi, 4/159.

[1470] Sahihu Müslim, 2/989.

[1471] Sahihu Müslim, 2/969; Sahihu’l-Buhari, Kitabu Vucûbil-Hac.

[1472] Sahihu Müslim, 2/969.

[1473] Sahihu’l-Buhari, Kitabul-Buyû.

[1474] Sahihu Müslim, 4/2209.

[1475] Sahihu-Buhâri. Kitabu vucûbu’l-Hacc.

[1476] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/242 (Ahmed ve Taberânî'nin riva­yetlerinden naklen).

[1477] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/243 (Taberânî'nin rivayetinden nak­len).

[1478] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/242 (Taberânî'nin rivayetinden nak­len).

[1479] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/242 (Taberânî'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[1480] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 599-607.

[1481] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'1-îmân; Sahihu Müslim, 1/88.

[1482] Sahihul-Buhari, Kitabu vucûbi'1-Hacc; Sahihu Müslim. 2/983, 984.

[1483] Sahihu'l-Buhâri, Hac ve Umre bahsi; Sahihu Müslim, 2/983.

[1484] Sahihu Müslim, 1/112.

[1485] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/206 (Taberani'nin “Kebir” ve “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1486] Sünenü-n-Nesei, S/114.

[1487] Mecmeu'z-Zavaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/207 (Ahmed ve Taberani’nin rivayetinden naklen).

[1488] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/207 (Taberani’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1489] Sünenü't-Tirmizi, 3/166; Sünenü-n-Nesei, 5/116, 116.

[1490] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid,-3/209 (Bezzâr'ın rivayetinden naklen. Benzerini de Taberani “Kebir” ve “Evsat”inde rivayet etmiştir).

[1491] Sünenü İbn Mâce, 2/966.

[1492] Bezzâr ve Taberânî benzerini rivayet etmişlerdir.(Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/211).

[1493] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/206 (Taberânî “Kebir”indeki riva­yetinden naklen). Bezzâr da aynı hadisi rivayet etmiştir.

[1494] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'I-Fevâid, 3/288 (Taberâni'nin “Kebir”inde mev­kuf olarak rivayetinden naklen).

[1495] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/208 (Taberânî'nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1496] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/208 (Taberânî'nin “Evsat”inde ve Bezzâr'ın rivayetlerinden naklen).

[1497] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/280 (Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[1498] Mecmeu'z-Zevâid ve' Menbeu'l-Fevâid, 3/280 (Taberânî'nin “Kebirsinde ve Bezzâr’ın rivayetlerinden naklen).

[1499] et-Tergib ve't-Terhib, 2/188.

[1500] Sünenü’t-Tirmizi, 3/180; Sünenü İbn Mace, 2/974.

[1501] Sünenü’t-Tirmizi,  3/280.

[1502] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/245 (Taberani'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 607-613.

[1503] Sahihu’l-Buhâri, Fezâilü’l-Medine; Sahihu Müslim, 2/1008.

[1504] Sahihu Müslim, 2/992.

[1505] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/306 (Âhmed'in rivayetinden naklen).

[1506] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/306. (Taberâni’nin “Kebir” ve “Evsat”indeki rivayet­lerinden naklen).

[1507] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 613-615.

[1508] Sahihu Müslim, 2/1004.

[1509] Sahihu Müslim, 2/992.

[1510] Mecmeu'a-Zevaid ve Menbeu’l-Fevâid, 3/300 (Ahmed ve Bezzar'ın rivayet­lerinden naklen).

[1511] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/306 (Taberâni’nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[1512] Mecmeu'z-Zevâid re Menbeu'l-Fevâid, 3/305 (Taberâni’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1513] Sahihu Müslim, 2/1000.

[1514] Sahihu Müslim, 2/1002.

[1515] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 3/305 (Taberâni’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1516] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid, 3/298 (Taberâni’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 615-617.

[1517] Sünenü İbn Mâce, 2/1044.

[1518] Sahihu Müslim, 1/394.

[1519] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 4/17 (Bezzâr’ın rivayetinden naklen).

[1520] Mecmeu'z-Zevaid ve Meribeu'I-Fevâid, 4/17 (Taberâni'nin “Kebir” ve “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1521] Sünenü İbn Mâce, 2/1045.

[1522] Sünenü't-Tirmizi, 4/83; Sünenü İbn Mâce, 2/1045.

[1523] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 4/18 (Taberâni’nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen).

[1524] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 4/17 (Taberâni’nin “Evsat”îndeki ri­vayetinden naklen. Hadiste itimada şayan olmayan Amr İbn Husayn vardır).

[1525] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 4/17 (Taberâni’nin “Kebir”indeki ri­vayetinden naklen. Senedde yalancı olan Süleyman b. Amr en-Nehai vardır).

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 618-620.

[1526] et-Tergib ve't-Terhib, 2/156 (Hakim'in rivayetinden naklen).

[1527] Hanefilerde kurban derisi satılmaz, satılırsa alman para tasadduk edilir. Bununla beraber bu deriyi, mutlak surette bir yoksula vermek şart değil­dir. Kurbanı kesen derisini namazlık olarak kullanabileceği gibi, bakır gibi bir ile de değiştirebilir. Hatta çarık olarak da kullanabilir.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 621.

[1528] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/32 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1529] Sahihu Müslim, 3/1673.

[1530] Sahihu Müslim, 3/1673.

[1531] Sünenü-n-Neseî, 7/239.

[1532] Sünenü'n-Neseî, 7/239.

[1533] Sahihu Müslim, 3/1548; Sünenü Ebî Dâvûd, 3/100; Sünenü'n-Neseî, 7/227; Sünenü İbn Mâce, 2/1058.

[1534] Sünenü't-Tirmizi, 4/323.

[1535] Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, 8/186 (Taberâni’nin rivayetinden nak­len).

[1536] Sahihu Müslim, 4/2023, 1760.

[1537] Hanefilerde eti yenen hayvanın boğaz, yemek ve nefes boruları ile şahdamarlarından hiç olmazsa üçünün besmele ile kesilmesi şarttır. Besmeleyi kasden terkeder veya bunların yarısını kesmekle yetinirse hayvan mur­dar olur. Hayvan keskin bıçakla kesilmelidir. Bununla beraber keskin olmayan bıçak, keskin tas, yerinden kopmuş tırnak veya yeni kopmuş diş ile de kesilebilir. Bu hallerde hayvana eziyet olduğu için mekruhtur. Hayvan kuyuya düşmüşse herhangi bir yerini kesip bir miktar kan akıtmak kâfidir. Saçma ile avlanırken tüfek doldurulurken veya ateşlerken bes­mele çekmek şarttır. Tazıda da durum aynıdır. Tazıyı avın peşine salar­ken besmeleyi çekmelidir. Vurup yaraladığı avını durmadan takip edecek, canlı bulunca hemen boğazlayacaktır. Şayet avını takip etmez, bir müddet bekledikten sonra onu aramaya çıkar ve ölü olarak bulursa, bu av helâl olmaz.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 621-625.

[1538] el-En'am: 6/121.

[1539] el-En'am: 6/145.

[1540] Şafiilerde besmele terkedilebilir fakat Hanefîlerde bilerek ve kasden terkedilirse, kesilen murdardır, yenmez.

[1541] el-Maide: 5/103.

[1542] el-En'am: 6/145.

[1543] el-En'am: 6/121.

[1544] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 626-628

[1545] el-Mâide: 5/103.

[1546] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 628-630.

[1547] Sahihu Müslim, 3/1688.

[1548] Sahihu Müslim, 3/1688.

[1549] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 630-631.

[1550] Sünenü Ebi Davûd, 3/329.

[1551] Sahihu Müslim, 3/1586.

[1552] Sünenü't-Tirmizî, 4/292; Sünenü Ebî Dâvûd. 3/3117.

[1553] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 631-639.

[1554] el-Mâide: 5/3.

[1555] el-En'am: 6/146.

[1556] Sünenü Ebî Dâvûd, 3/103.

[1557] el-Mâide: 5/5.

[1558] el-Hacc: 22/37.

[1559] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 640-645.

[1560] Sahihu'l-Buhari, Kitabu’l-Cihâd.

[1561] Sünenü Ebi Dâvûd. 3/59.

[1562] Sahihu Müslim, 4/2017.

[1563] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 645-647.

[1564] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 647-648.

[1565] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'1-Buyû; Sünenü İbn Mâce, 2/816.

[1566] el-Bakara: 2/280.

[1567] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 649.

[1568] el-Bakara: 2/275-278.

[1569] el-Bakara: 2/278-280.

[1570] Al-i İmran: 3/129.

[1571] et-Tergib ve't-Terhib, 3/9 (Isbahâni'nin rivayetinden naklen).

[1572] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/117 (Ahmed'in rivayetinden naklen. İbn Mâce muhtasar olarak (Sünenü İbn Mâce, 2/763) rivayet etmiştir. Senedde zayıf olan Ali b. Zeyd vardır).

[1573] Mecmeu'z-Zevâid ve Menmeu'l-Fevâid, 4/119 (Hadîsin senedinde zayıf olan Abdulevvel vardır).

[1574] et-Tergib vet-Terhîb, 3/10.

[1575] Hadis yukarda geçmiştir.

[1576] el-Burûc: 85/12.

[1577] el-Fecr: 89/14.

[1578] en-Nisâ: 4/48.

[1579] el-Bakara: 2/276.

[1580] Hadis yukarda geçmiştir.

[1581] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/259 (Taberâni'nin  “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1582] Hadis yukarda metin olarak geçmiştir.

[1583] el-Bakara: 2/176.

[1584] et-Tergib ve't-Terhîb, 1/384 (İbn Hibbân'in rivayetinden naklen).

[1585] Sünenü İbn Mâce, 2/1025.

[1586] el-Bakara: 2/279.

[1587] en-Nûr: 24/63.

[1588] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'I-Buyû; Sahihu Müslim, 1/92.

[1589] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'1-Buyû.

[1590] Sahihu Müslim, 3/1219; Sünenü't-Tirmizî, 3/503; Sünenü Ebi Dâvûd, 3/244; Sünenü'n-Nesei, 6/14.

[1591] et-Tergib ve't-Terhib, 3/4.

[1592] Sahihu Müslim, 3/1219.

[1593] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/4 (Bezzâr'ın rivayetinden naklen).

[1594] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/4 (Buhâri ve Ebû Davud'un rivayetlerinden naklen).

[1595] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/5 (Ahmed, Ebû Yâlâ, İbn Huzeyme ve İbn Hibbân'ın rivayetlerinden naklen).

[1596] et-Tergib ve't-Terhib, 3/S (Hâkim'in rivayetinden naklen).

[1597] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 4/117 (Bezzâr'ın rivayetinden nak­len).

[1598] et-Tergib vet-Terhib, 3/6 (Taberâni’nin rivayetinden naklen).

[1599] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/117 (Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[1600] et-Tergib ve’t-Terhib, 3/7 (İbn Ebi'd-Dünya'nın rivayetinden naklen).

[1601] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/117 (Ahmed'in rivayetinden nak­len).

[1602] et-Tergib ve't-Terhib, 3/7 (İbn Ebi'd-Dünyâ'nın rivayeünden naklen).

[1603] et-Tergîb vet-Terhîb, 3/8 (Taberânî’nin “Sağir” ve “Evsat”indeki rivaye­tinden naklen).

[1604] et-Tergib ve't-Terhib, 3/8 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen).

[1605] et-Tergib ve't-terhib, 3/8 (Taberâni’nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1606] Sünenü İbn Mâce, 2/764.

[1607] Burada riba ile zinayı karıştıran hadis rivayetleri üzerinde durmak lâ­zımdır. Evvelâ, şayet Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bunları buyurmuşsa, olduğu gibi kabul eder, üzerinde hiç durmayız. Fakat bunları Resül-i Ekrem'in buyurduğunda oldukça şüpheliyiz. Nitekim Buhâri ile Müslim gibi Sahih hadis kitapları zina ile ilgili riba hadislerini rivayet etmemişlerdir. Hadîs tenkidcileri daha ziyade raviler üzerinde inceleme yapmışlardır. Nitekim bunların ravilerinin durumu da metinde incelenmiştir. Bununla beraber hadisin metnine, Resûl-i Ek­rem'in mübarek ağzına yakışıp yakışmadığına da dikkat çekmişlerdir. Hadislerin metinleri oldukça istikrarsız olmakla beraber birbirini tutmayan rakamlar da ver­mektedirler.

Evvelâ, bir defasında veya her defasında söylediğinden haberi yokmuş gibi, Resûl-i Ekrem'den böyle bir metnin sudûru cidden uzak bir ihtimaldir. Saniyen, “Anası ile evlenmiş, zina etmiş gibi olur.” cümleleri de düşündürücüdür. Bütün bunlar, bu rivayetlerin Resül-i Ekrem'den sadır olup olmadığı hakkında kuşku uyandırmaktadır. Ayrıca konuyu başka bir açıdan ele alacak olursak, yine bu ri­vayetlerin çok uzak, bir ihtimal olduklarını görürüz. “Bir dirhem riba, otuz uç zi­nadan şiddetlidir.” dendiği vakit, eğer helâl sayarak yerse demek isteniyorsa, zi­nada da hüküm aynıdır; ikisi de küfürdür. Haram olduğunu bilerek bir dirhem riba yemek ilmen de dirâyeten do bir zinaya eşit olmaz kanaatindeyiz.

[1608] et-Tergib ve't-Terhîb, 3/8 (Hâkim'in rivayetinden naklen).

[1609] et-Tergîb ve't-Terhîb, 3/8 (Ebû Yulâ’nın rivayetinden naklen).

[1610] et-Tergib ve't-Terhib, 3/8 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1611] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/118    (Taberânî'nin “Evsat”indeki rivayetinden naklen).

[1612] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 4/118, 119 (Taberânî’nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[1613] et-Tergib ve't-Terhib, 3/10 (Isbahânî'nin rivayetinden naklen).

[1614] Sünenü İbn Mâce, 2/765.

[1615] et-Tergib ve't-Terhîb, 3/10 (Hâkim'in rivayetinden naklen).

[1616] Sünenü İbn Mâce, 2/765; Sünenü Ebi Dâvûd, 3/244.

[1617] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/11 (Abdullah İbn el-İmam’ın rivayetinden naklen).

[1618] Maymun ve domuz olarak sabahlayacaklardır demek, insanlığın meziyet­lerinden çok şeyler kaybederek zillet ve hakaret içinde sabahlarlar demek­tir. Çünkü mesh, her ne kadar eski peygamberlerin ümmetlerinde bulunuyor idiyse de, âlemlere rahmet olan bizim Peygamberimizin ümmetin­den bu peşin azâb kaldırılmıştır.

[1619] et-Tergîb ve't-Terhîb, 3/12, 13, 14 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1620] Hadis yukarda geçmiştir.

[1621] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 1/103 (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[1622] Mecmeu'z-Zevaid ye Menbeu’l-Fevâid, 1/103 (Bezzar’n rivayetinden naklen).

[1623] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 650-673.

[1624] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 673-674.

[1625] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 1/105 (Bezzar'ın rivayetinden nak­len. Hadisin senedinde Salih b, Hayyan vardır ki, zayıf bir kimsedir).

[1626] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 675.

[1627] en-Nisâ: 4/29.

[1628] en-Nûr: 24/61.

[1629] en-Nisâ: 4/10.

[1630] el-Mu’minûn: 23/51.

[1631] el-Bakara: 2/172.

[1632] Sünenü't-Tirmizi, 5/220.

[1633] et-Tergib ve't-Terhib, 2/546 (Taberâni'nin “Evsat”ındaki rivayetinden nak­len).

[1634] Bulunamamıştır.

[1635] et-Tergib ve't-Terhib, 2/546 (Tirmizi ve Hâkimin rivayetlerinden naklen).

[1636] et-Tergib ve't-Terhib, 2/546 (Ahmed ve Taberâni'nin rivayetlerinden naklen).

[1637] et-Tergib ve't-Terhib, 2/547 (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[1638] et-Tergib ve't-Terhib, 2/547 (Taberâni'nin “Sağir”indeki rivayetinden nak­len).

[1639] et-Tergib ve't-Terhib, 2/548 (Bezzar'ın rivayetinden naklen. Bu rivayette nekâret vardır).

[1640] et-Tergib ve't-Terhib, 2/548 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1641] et-Tergib ve’t-Terhib, 2/548 (Beyhaki’nin rivayetinden naklen).

[1642] et-Tergib ve't-Terhib, 2/548 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1643] et-Tergib ve't-Terhib,  2/549 (İbn Huzeyme, İbn Hibban ve Hakimin riva­yetlerinden naklen).

[1644] et-Tergîb vet-Terhib, 2/549 (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[1645] et-Tergib ve't-Terhib, 2/549, 550 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1646] Sünenü't-Tirmizi, 4/363.

[1647] Sünenü't-Tirmizi, 4/012; et-Tergib ve't-Terhib, 2/551 (Beyhaki'nin rivayetin­den naklen).

[1648] el-İsrâ: 17/97.

[1649] et-Tergib ve't-Terhib, 2/552 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen).

[1650] et-Tergib ve’t-Terhib, 2/553 (İbn Hibban'ın rivayetinden naklen).

[1651] et-Tergib ve't-Terhib, 2/553 (Tirmizi'nin rivayetinden naklen).

[1652] et-Tergib ve't-Terhib, 2/553 (Ebû Yulâ, Taberani, Bezzar ve Beyhaki’nin ri­vayetlerinden naklen).

[1653] Benzerini Taberâni   “Evsat”ında rivayet etmiştir. (Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 10/202).

[1654] Sünenü İbn Mâce, 2/1409; et-Tergib ve't-Terhîb, 2/559 (Tirmizi ve Hâkimin rivayetlerinden naklen).

[1655] et-Tergib ve’t-Terhib, 2/560 (Bezzar ve Taberani’nin “Evsat”ındaki rivayetlerinden naklen).

[1656] Sünenü Tirmizî, 4/668; Mecmeu'z-Zevald ve Menbeu’l-Fevaid, 10/295 (Taberani’nin “Sagir”indeki rivayetinden naklen. Senedde zayıf olan Abdullah b. Ebû Ruman vardır).

[1657] Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, 10/294 (Taberani ve Ahmed’in riva­yetlerinden naklen).

[1658] Sünenü Ebu Dâvûd, 3/243; Sünenü-n-Nesei. 7/242, 243.

[1659] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'1-Buyu.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 675-686.

[1660] Sahihu Müslim, 3/1227.

[1661] Sünenü İbn Mace. 2/728; Sünenü't-Tirmizi, 3/568.

[1662] et-Tergib ve'tTerhib, 2/682 (Ahmed. Bezzâr, Ebu Yâlâ'nın rivayetlerinden naklen).

[1663] Sünenü İbn Mâce, 2/728; et-Tergib ve'tTerhîb, 2/583 (Hakim'in rivayetin­den naklen).

[1664] Sünenü İbn Mace, 2/728.

[1665] Sünenü İbn Mace, 2/278; et-Tergib ve't-Terhib, 2/583 (Hakim’in rivayetinden naklen).

[1666] et-Tergib ve't-Terhib, 2/583 (Taberâni’nin rivayetinden naklen).

[1667] et-Tergib vet-Terhib, 2/583.

[1668] et-Tergib ve't-Terhib, 2/584 (Rezin'in rivayetinden naklen).

[1669] et-Tergib ve't-Terhib, 2/684 (Rezin'in rivayetinden naklen).

[1670] et-Tergib ve't-Terhib, 2/584, 585 (Taberânî'nin “Kebir” ve “Evsat”ında ve Ahmed'in rivayetlerinden naklen).

[1671] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/585 (Hâkim'in rivayetinden naklen).

[1672] Bize göre, yukardaki şartlarla beraber ihtikâr olmak için sakladığı malın orada piyasada bulunmamasıdır.

[1673] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 687-691.

[1674] Sünenü’t Tirmizî, 4/134.

[1675] Abese: 80/34-88.

[1676] el-Hacc: 22/23.

[1677] et-Tûr: 52/22.

[1678] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 692-693.

[1679] Hanefi mezhebine göre yaş ve kuru üzümü şarap yapacağını bildiği kim­seye satmak caiz ise de mekruh olduğunu söyleyenler vardır. Çalgı âleti olarak kullanacağını bildiği kimseye tahta parçasını satmakta sakınca yoktur. Çünkü mâsiyet tahta parçası ile kaim değildir.

İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 694-695.

[1680] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 695-696.

[1681] Sahihu Müslim, 1/09.

[1682] Sünenü Müslim. 1/99; Sünenü İbn Mace, 2/749; Sünenü’t-Tirmizi, 3/59.

[1683] Sünenü Ebi Dâvud, 3/272.

[1684] et-Tergib ve’t-Terhib, 1/572 (Ahmed, Bezzzar ve Taberâni'nin rivayetlerinden naklen).

[1685] et-Tergib ve't-Terhib, 2/572 (Taberani'nin “Evsat”ındaki rivayetinden nak­len)

[1686] et-Terğib ve't-Terhib, 2/573 (Taberânî'nin “Kebir”indeki rivayetinden nak­len).

[1687] et-Tergib ve't-Terhib, 2/573 (Beyhaki ve Isbahânî'nin  rivayetlerinden nak­len).

[1688] et-Tergib ve't-Terhib, 2/573 (Beyhakî'nin rivayetinden naklen).

[1689] et-Tergib ve't-Terhib, 2/573, 574 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen).

[1690] et-Tergib ve't-Terhib, 2/574.

[1691] et-Tergib ve't-Terhib, 2/574 (Bczzar'ın rivayetinden naklen).

[1692] et-Tergib ve't-Terhib, 2/574 (Hakim ve Beyhaki'nin rivayetlerinden naklen).

[1693] et-Tergib vet-Terhib, 2/575 (Ahmed, Hakim ve Taberâni’nin rivayetlerinden naklen.); Sünenü İbn Mace, 2/755.

[1694] Sünenü İbn Mâce, 2/755.

[1695] et-Tergib veTerhib, 2/575 (İbn Hibban'ın rivayetinden naklen)

[1696] Sahihu Müslim, 1/74.

[1697] et-Tergib ve’t-Terhîb, 2/576 (Taberani'nin “Evsat”ındaki rivayetinden nak­len).

[1698] et-Tergîb vet-Terhib. 2/576 (Buhari ile Müslim'in rivayetinden naklen).

[1699] et-Tergîb vet-Terhib, 2/577 (Ebû DAvud ve Nesei'nin rivayetinden naklen).

[1700] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/577 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1701] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/577 (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[1702] Sahihu'l-Buhâri, Kitabü'1-îmân; Sahihu Müslim, 1/67.

[1703] Sahihu Müslim, 4/1999.

[1704] en-Nisâ: 4/29.

[1705] el-Mü’min: 40/19.

[1706] TaHa: 20/7.

[1707] el-Mülk: 67/14.

[1708] Müellifin burada naklettiği hadisler aynen yukarda geçtiği için tekrar edil­mediler.

[1709] Hadis metin olarak yukarda geçmiştir.

[1710] Hadis yukarda geçmiştir.

[1711] Fâtır: 35/43.

[1712] en-Nisâ: 4/9.

[1713] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 696-711.

[1714] Sahihu Müslim, 1/102; Sünenü İbn Mâce, 2/745; Sünenü't-Tirmizi, 3/507; Sünenü'n-Nesei, 7/245

[1715] et-Tergîb ve't-Terhîb, 2/587 (Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetinden nak­len).

[1716] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/587 (Taberâni"nin “Sağir” ve “Evsat”ındaki riva­yetinden naklen).

[1717] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/588 (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[1718] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu’l-Müsakat; Sahihu Müslim, 1/103; Sünenü İbn ce, 2/958; Sünenü’n-Nesei, 7/247; Sünenü Ebi Dâvûd, 3/277.

[1719] et-Tergib ve't-Terhib, 3/275 (Nesei ve İbn Hibbân’ın rivayetlerinden naklen).

[1720] et-Tergib ve't-Terhib, 2/590.

[1721] et-Tergib ve't-Terhib, 2/590 (Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetinden nak­len).

[1722] Sahihu Müslim, 3/1223

[1723] Sünenü Ebi Dâvûd, 3/245.

[1724] Sahihu Müslim, 3/1228.

[1725] Sünenü't-Tirmizi, 3/506.

[1726] Sünenü İbn Mace, 2/724.

[1727] et-Tergib ve't-Terhib, 2/585 (Isbahâni'nin rivayetinden naklen).

[1728] et-Tergib ve’t-Terhib, 2/586 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen).

[1729] Sahihu'l-Buhâri, Kitabuy-Buyû; Sahihu Müslim, 3/1164; Sünenü't-Tirmizî, 3/539, 540; Sünenü Ebi Dâvûd, 3/274.

[1730] Sünenü't-Tirmizi. 3/506; Sünenü İbn Mâce, 2/726.

[1731] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/587 (Ahmed ve Hâkim'in rivayetlerinden naklen).

[1732] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 711-716.

[1733] Fâtır: 35/43.

[1734] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/572 (Taberani’nin “Kebir” ve “Sağir”indeki riva­yetlerinden naklen).

[1735] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/573 (Ebu Dâvûd’un rivayetinden naklen).

[1736] Sünenü't-Tirmizi, 4/343 (Hadis No: 1963).

[1737] Sünenü't-Tirmizi, 4/344 (Hadis No: 1964)

[1738] en-Nisa: 4/142.

[1739] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 716-718.

[1740] el-Mutaffifin:  83/1-6.

[1741] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/567 (İbn Mâce, İbn Hibbân ve Beyhakî'nin rivayet­lerinden naklen).

[1742] Sünenü't-Tirmizi, 3/512; et-Tergîb, ve't-Terhib, 2/568 (Hâkim'in rivayetin­den naklen).

[1743] Sünenü İbn Mâce, 2/1333; et-Tergib ve't-Terhib, 2/568, 569 (Bezzar, Beyhaki ve Hâkim'in rivayetlerinden naklen).

[1744] et-Tergib ve't-Terhib, 2/569, 570.

[1745] en-Nisâ: 4/56.

[1746] et-Tergib ve't-Terhib, 2/570 (Beyhaki’nin mevkuf olarak rivayetinden nak­len).

[1747] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 718-723.

[1748] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 723.

[1749] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu’l-İstikraz; Sünenu İbn Mace, 2/806.

[1750] et-Tergib ve't-Terhib, 2/597 (Taberani'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[1751] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/599 (Tabertal'nin “Kebir”indeki rivayetinden nak­len).

[1752] Sünenü İbn Mâce, 2/807.

[1753] et-Tergib ve't-Terhib, 2/509, 800 (Taberani'nin “Kebir”indeki rivayetinden naklen).

[1754] et-Tergib vet-Terhîb, 2/602 (Taberânî'nin “Sağlr” ve “Evsat”ındaki rivayetinden naklen. Râvileri sikkattandır).

[1755] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/602 (Ahmed, Bezzar, Taberâni ve Ebû Nuaym'ın ri­vayetlerinden naklen. Bir tanesinin isnadı hasendir).

[1756] et-Tergib vet-Terhib, 2/596 (Nesei ve Hâkim'in rivayetlerinden naklen.)

[1757] et-Tergib ve't-Terhib, 2/605 (Taberani'nin “Evsat”ındaki rivayetinden nak­len).

[1758] Sünenü Ebi Dâvûd, 3/247; et-Tergib ve't-Terhib, 2/605 (Beyhaki'nin rivaye­tinden naklen)

[1759] et-Tergib ve't-Terhib, 2/605, 606 (Taberani ve İbn Ebi’d-Dünya'nın rivayetlerinden naklen).

[1760] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/606 (Ahmed, Hakim ve Dare Kutni’nin rivayetlerinden naklen).

[1761] Sahihu Müslim. 3/1237.

[1762] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/607 (Taberani’nin rivayetinden naklen).

[1763] et-Tergib ve't-Terhib, 2/606 (Ahmed ve Tirmizi’nin rivayetlerinden naklen).

[1764] et-Tergib ve't-Terhib, 2/605 (Hakim'in rivayetinden naklen).

[1765] et-Tergib ve't-Terhib, 2/603 (Hâkimin rivayetinden naklen).

[1766] et-Tergib ve't-Terhib, 2/568 (Ahmed, Ebû Ya1a ve Taberani'nin rivayetle­rinden naklen).

[1767] Sünenü İbn Mâce, 2/805; et-Tergib ve't-Terhib, 2/568 (İbn Hibban ve Nesei’nin rivayetlerinden naklen).

[1768] et-Tergib ve't-Terhib, 2/568 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1769] et-Tergib ve't-Terhib, 2/604 (Hâkimin rivayetinden naklen).

[1770] Sünenü İbn Mace, 2/814; et-Tergib ve’t-Terhib. 2/603 (Bezzar’ın rivayetinden naklen).

[1771] et-Tergib ve’t-Terhib, 2/600 (Nesei ve Taberani'nin rivayetlerinden naklen).

[1772] et-Tergib vet-Terhib, 3/990 (Ahmed, Ebû Yala, Bayhaki ve Hakim’in rivayetinden naklen)

[1773] et-Tergib vet-Terhib, 2/596 (Beyhaki'nin rivayetinden naklen).

[1774] et-Tergib vet-Terhib, 2/596 (Hakim'in rivayetinden naklen). Ancak senedde vahi olan Bişr b. Ubeydü'd-Darisi vardır.

[1775] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 724-732.

[1776] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Havalât; Sahihu Müslim, 3/1197; Sünenü Ebi Davûd, 3/247; Sünenü İbn Mâce, 2/803; Sünenü’n-Nesei, 7/316; Sünenü't-Tirmizi, 3/591.

[1777] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/609 (Hâkim ve İbn Hibban'ın rivayetlerinden nak­len).

[1778] et-Tergib ve't-Terhib, 2/810 (Bezzar ve Taberani'nin “Kebir”indekl rivayetlerinden naklen).

[1779] et-Tergib ve't-Terhib, 2/610 (Taberani'nin “Kebîr”indeki rivayetinden nak­len).

[1780] et-Tergib vet-Terhîb, 2/610, 611 (Taberani'nin “Evsat” ve “Kebir”indeki ri­vayetlerinden naklen).

[1781] et-Tergib ve't-Terhib, 2/611 (Ebu Yâlâ’nın. rivayetinden naklen).

[1782] Sünenü İbn Mâce, 2/810.

[1783] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 733-735.

[1784] en-Nisa: 4/10.

[1785] en-Nisa: 4/6.

[1786] el-Bakara: 2/220.

[1787] el-En'am: 6/152.

[1788] En-Nisa: 4/9.

[1789] Sahihu Müslim, 3/1458.

[1790] Hadis yukarda geçmiştir.

[1791] et-Tergîb ve't-Terhib, 4/356 (Bezzâr'ın rivayetinden naklen).

[1792] et-Tergib ve't-Terhib, 4/356 (Hâkim'in rivayetinden naklen).

[1793] et-Tergîb ve't-Terhib, 4/356 (İbn Hibbân'ın rivayetinden naklen).

[1794] en-Nisâ: 4/10.

[1795] et-Tergîb ve't-Terhib, 4/357 (Ebû Yâlâ’nın rivayetinden naklen).

[1796] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 736-741.

[1797] Sahihu'l-Buhari, Kitabu'1-Edeb.

[1798] Sahihu Müslim, 4/2287.

[1799] et-Tergib ve't-Terhib, 3/347 (Bezzâr’ın rivayetinden naklen).

[1800] Sünenü İbn Mâce, 2/1213.

[1801] Sünenü't-Tirmizi, 4/320.

[1802] Sünenü İbn Mâce, 2/1213.

[1803] et-Tergib ve’t-Terhib, 3/349 (Ebü Yâlâ'nın rivayetinden naklen).

[1804] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/349 (Taberânl'nin rivayetinden naklen).

[1805] et-Tergib ve't-Terhib, 3/348 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1806] et-Tergib ve't-Terhib, 3/350 (Hâkim, Beyhaki ve Isbahani'nin rivayetlerin­den naklen).

[1807] Sahihu’l-Buhari, Kitabu'1-Edeb; Sahihu Müslim, 4/2286.

[1808] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 741-747.

[1809] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 747.

[1810] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu'1-Edeb; Sahihu Müslim. 1/68.

[1811] Sahihu Müslim, 1/69.

[1812] et-Tergib ve't-Terhib, 3/353 (Ahmed'in ve “Evsat” ile “Kebir”inde Taberâni'nin rivayetlerinden naklen).

[1813] Sahihu'l-Buhâri, Kitabul-Edeb; et-Tergîb ve't-Terhib, 3/352.

[1814] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/353 (Ebü Yalâ'nın İbn Eshak'dan olan rivayetin­den naklen).

[1815] et-Tergib ve't-Terhib. 3/353 (Isbahâni’nin rivayetinden naklen).

[1816] Sahihu Müslim, 1/68.

[1817] et-Tergib ve't-Terhib, 3/353 (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[1818] et-Tergib ve't-Terhib, 3/353 (Ahmed ve İbn Ebi'd-Dünya’nın rivayetlerin­den naklen).

[1819] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/354 (Ahmed, Ebû Yala ve Bezzar’ın rivayetlerinden naklen).

[1820] et-Tergib ve’t-Terhib, 3/354 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1821] et-Tergib ve't-Terhib, 3/354 (Ebû'ş-Şeyh ve İbn Hibbân'ın rivayetlerinden naklen).

[1822] et-Tergib ve't-Terhib, 3/355 (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[1823] et-Tergib ve't-Terhib, 3/355 (İbn Hibbân’ın rivayetinden naklen).

[1824] et-Tergib ve't-Terhib, 3/355 (Ahmed ve Taberâni'nin rivayetlerinden nak­len).

[1825] et-Tergib ve't-Terhîb 3/355 (Taberânî'nin rivayetinden naklen).

[1826] et-Tergîb ve't-Terhîb, 3/356; Bezzâr'in rivayetinden naklen).

[1827] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/339.

[1828] et-Tergîb ve't-Terhîb, 3/356 (Ahmed, Bezzâr, İbn Hibbân ve Hâkim'in ri­vayetlerinden naklen).

[1829] et-Tergib ve't-Terhîb, 3/357 (Taberânî'nin rivayetinden naklen).

[1830] et-Tergib ve't-Terhib, 3/357 (Ebû'ş-Şeyh'in rivayetinden naklen).

[1831] et-Tergib ve't-Terhib, 3/357 (Harâiti “Mekârimu'l-Ahlâk”daki rivayetinden naklen).

[1832] et-Tergib ve't-Terhib, 3/358.

[1833] et-Tergib ve't-Terhib, 3/358 (Taberânî ve Bezzar’ın rivayetlerinden naklen).

[1834] et-Tergib ve't-Terhib, 3/358 (Hakim'in rivayetinden naklen).

[1835] et-Tergib ve't-Terhib, 3/359 (Taberânî'nin “Evsat”indaki rivayetinden nak­len).

[1836] et-Tergib ve't-Terhib, 3/359 (Isbahâni'nin rivayetinden naklen).

[1837] Sünenü't-Tirmizi, 4/551.

[1838] Sünenü't-Tirmizl, 4/333; et-Tergib ve't-Terhîb, 3/380 (İbn Huzeyme, İbn Hibbân ve Hâkim'in rivayetlerinden naklen).

[1839] et-Tergib ve't-Terhib, 3/360 (Ahmed ve Taberânî'nin rivayetlerinden nak­len).

[1840] Sahihu’l-Buhâri, Kitabu'1-Edeb; Sahihu Müslim, 4/2025; Sünenü't-Tirmizi, 4/333; Sünenü Ebî Davûd, 4/338; Sünenü İbn Mâce, 2/1211

[1841] et-Tergib ve't-Terhib. 3/362 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1842] et-Tergib ve't-Terhib, 3/362 (Taberânî"nin rivayetinden naklen).

[1843] Sünenü’t-Tirmizi, 4/333; Sünenü Ebi Dâvûd, 4/339.

[1844] et-Tergib ve't-Terhib, 3/362.

[1845] et-Tergib vet-Terhib, 3/363 (Ahmed'in rivayetinden naklen).

[1846] et-Tergib ve't-Terhib, 3/363 (İbn Hibban’ın rivayetinden naklen).

[1847] et-Tergib ve't-Terhib, 3/363 (Taberâni'nin “Kebir” ve “Evsat”indaki riva­yetlerinden naklen).

[1848] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 748-759

[1849] et-Tergib ve’t-Terhib, 3/23 (İbn Ebi'd-Dünyâ’nın mevkuf olarak rivayetin­den naklen. Bazıları bunu refetmiş ise de sahih değildir).

[1850] Sünenü Ebi Dâvûd, 4/360.

[1851] Sünenü İbn Mâce, 2/1393.

[1852] et-Tergib ve't-Terhib, 3/20 (Taberâni'nin ceyyid sened ile rivayetinden nak­len).

[1853] et-Tergîb ve't-Terhîb, 3/21 (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[1854] et-Tergib vet-Terhib, 3/21 (Taberâni'nin her üç mûcemindekl rivayetinden naklen).

[1855] et-Tergib ve't-Terhib, 3/21 (Taberani'nin “Kebir” indeki rivayetinden naklen).

[1856] et-Tergib ve't-Terhib, 3/21 (Ebû  Davud'un “Merâsilsde ve Taberâni’nin “Kebir”indeki rivayetlerinden naklen).

[1857] et-Tergib ve't-Terhib, 3/22 (Dâre Kutni ve Hâkim'in rivayetlerinden nak­len).

[1858] et-Tergib ve't-Terhib. 3/21 (Tirmizi'nin rivayetinden naklen).

[1859] et-Tergib ve't-Terhib, 3/22 (Ebû Davûd'un “Merasil”deki rivayetinden nak­len).

[1860] et-Tergib ve’t-Terhib, 3/22 (Ebü Davud'un “Merâsil”indeki rivayetinden nak­len).

[1861] Sahihu’l-Buhari, Kitabu'1-İman.

[1862] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 759-763.

[1863] Sahihu Müslim, 3/1567; Sünenü'n-Neset, 7/232.

[1864] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 763-764.

[1865] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 764.

[1866] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 765.

[1867] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 765.

[1868] Sahihu'l-Buhari, Kitabu'l-İman; Sahihu Müslim, 1/78.

[1869] et-Tergib ve't-Terhib, 2/593 (Ebû Dâvûd ve Hâkim'in rivayetlerinden nak­len).

[1870] et-Tergîb ve't-Terhib, 2/593, 594 (Dâre Kutnî'nin rivayetinden naklen).

[1871] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 766-767ç

[1872] en-Nisâ: 4/13-14.

[1873] Sünenü İbn Mâce, 2/903.

[1874] en-Nisâ: 4/13-14. Sünenüt-Tirmizi, 4/431: Sünenü Ebi Dâvûd, 3/113.

[1875] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 767-768.

[1876] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 768.

[1877] et-Tergib ve't-Terhîb, 3/73 (Ahmed ve Taberânî'nin “Sağir”indeki rivayet­lerinden naklen. Bu Amr İbn Şuayb hakkında dedikodu varsa da, böyle de­desi yolu ile gelen rivayetlerinde kendisiyle ihticac edilebilir.

[1878] Yukarda geçmiştir.

[1879] Sahihu Müslim, 3/1146.

[1880] Sahihu Müslim, 1/80; Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Ferâiz;  Sünenü İbn Mâce, 2/870.

[1881] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 769-770.

[1882] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 771.

[1883] Sahihu'l-Buhâri, Mezâlim bahsi; Sahihu Müslim, 3/1232.

[1884] Sahihu'l-Buhârî, Mezâlim bahsi.

[1885] Sahihu Müslim, 3/1231.

[1886] et-Tergîb ve't-Terhib. 3/15 (Ahmed, Taberânî ve İbn Hibbân'ın rivayetle­rinden naklen).

[1887] et-Tergîb ve't-Terhib, 3/16 (Ahmed ve Taberâni'nin rivayetlerinden naklen).

[1888] et-Tergib ve't-Terhib, 3/16 (Taberânî'nin “Kebir”indeki rivayetinden nak­len).

[1889] et-Tergib ve't-Terhib, 3/16 (Ahmed ve Taberâni'nin rivayetlerinden naklen).

[1890] et-Tergib ve't-Terhîb, 3/16 (Ahmed ve Taberani'nin “Kebir”indeki rivayet­lerinden naklen).

[1891] et-Tergib ve't-Terhîb, 3/16 (Ahmed'İn hasen isnad ile ve Taberâni'nin “Kebir”indeki rivayetlerinden naklen).

[1892] et-Tergib vet-Terhib, 3/16 (Taberâni'nin rivayetinden naklen).

[1893] et-Tergib ve't-Terhib, 3/16 (Taberâni'nin “Kebir” ve “Sağir”indeki rivayet­lerinden naklen).

[1894] et-Tergib ve't-Terhib, 3/16, 17 (İbn Hibbân'ın rivayetinden naklen).

[1895] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'l-Buyû.

[1896] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 771-777.

[1897] Yukarda geçmiştir.

[1898] Sünenü İbn Mâce, 2/817; et-Tergib ve't-Terhîb, 3/24 (Ebû Yâlâ ve “Evsat”ında Taberani’nin rivayetlerinden naklen).

[1899] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 777-778.

[1900] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 773.

[1901] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 778.

[1902] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 779.

[1903] Al-i İmran: 3/77.

[1904] Hadis yukarda geçmiştir.

[1905] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 779-780.

[1906] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 780.

[1907] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 780.

[1908] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 780-781.

[1909] en-Nisâ: 4/13-14.

[1910] et-Tergîb ve't-Terhîb, 4/329 (Nesei’nin rivayetinden naklen).

[1911] Sünenü İbn Mâce. 2/902.

[1912] Sünenü İbn Mâce, 2/902.

[1913] Sahihu'l-Buhârî, Kitabu’l-Vasaya; Sahihu Müslim, 3/1250; Sünenü İbn Mâ-ce, 2/902;  Sünenü't-Tirmizi, 4/432;  Sünenü't-Tirmizi, 6/239; Sünenü Ebi Dâvûd, 3/112

[1914] Sünenü İbn Mâce, 2/901.

[1915] Sünenü İbn Mâce, 2/901.

[1916] et-Tergib ve't-Terhib, 4/327 (Taberânî'nin “Sağîr” ve “Evsat”ındaki riva­yetinden naklen).

[1917] et-Tergib ve't-Terhib, 4/330 (Ebû Dâvûd ve İbn Hibbân'ın rivayetlerinden naklen).

[1918] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 781-785.

[1919] en-Nisa: 4/58.

[1920] et-Tergib ve't-Terhib, 4/11 (Ahmed, Bezzâr, Taberani ve İbn Hibban'ın ri­vayetlerinden naklen).

[1921] el-Enfâl: 8/37.

[1922] Yusuf: 12/52.

[1923] el-Ahzab: 33/72.

[1924] et-Tergib ve't-Terhîb, 3/595 (Bezzâr ve Ebü Yâlâ’nın rivayetlerinden nak­len).

[1925] et-Tergib  ve’t-Terhib, 3/588 (Ebü Yâlâ, Hâkim ve Beyhaki'nin rivayetlerinden naklen).

[1926] et-Tergib ve't-Terhib, 4/3 (Ahmed, Hâkim, İbn Hibban ve Beyhaki'nin rivayetlerinden naklen)

[1927] et-Tergib, ve't-Terhîb, 4/3  (Taberâni'nin “Evsat”ındaki rivayetinden nak­len).

[1928] Sahihu Müslim, 1/126.

[1929] et-Tergîb ve't-Terhîb, 4/5 (Taberânî’nin rivayetinden naklen).

[1930] et-Tergîb ve't-Terhib, 4/5 (Bezzâr’ın rivayetinden naklen).

[1931] Sahihu'l-Buhâri, Kitabu'ş-Şahâdât; Sahihu Müslim, 4/1964.

[1932] Sahihu'1-Buhari, Kitabu'l-İmân; Sahihu Müslim, 1/78.

[1933] Sahihu'l-Buhari, Kitabu'1-iman; Sahihu Müslim, 1/78.

[1934] Sünenü İbn Mace, 2/1113; et-Tergib ve't-Terhib, 4/10 (Ebû Dâvûd ve Nesei'nin rivayetinden naklen).

[1935] et-Tergib ve't-Terhib, 4/11 (Ahmed, Bezzâr, Taberani ve İbn Hibbân'ın ri­vayetlerinden naklen).

[1936] Sünenü’t-Tirmizi, 4/494.

[1937] et-Tergib ve't-Terhib, 4/8 (Bezzar'ın rivâyetinden naklen).

[1938] et-Tergib ve't-Terhib, 4/4, 5 (Ahmed ve Beyhakî'nin mevkuf olarak riva­yetlerinden naklen).

[1939] İbn Hacer El-Heytemi, “Ez’zevacir An İktirafil-Kebâir” İslâm'da Helâller Ve Haramlar “Büyük Günahlar”-I, Kayıhan Yayınevi, İstanbul, 1970: 785-794.