Önünden Geçilmesi Halinde Namazı Bozan Şeyler:
Tevarüs Olunagelen Namaz Şekli:
Kıbleye Yönelmek Ve Bunun Hikmeti:
Kıbleye Yönelmede Daha Başka Hikmetler De Vardır:
Namazdan Güzel Bir Sözle Çıkış
İki Rekattan Daha Az Namaz Yoktur:
Yaratıkların Çoğu İki Yarıdan (Çiftten) Oluşur;
NAMAZDA OKUNAN ZİKİRLER VE NAMAZIN MENDUP ŞEKLİ
Namazın Nicelik Ve Nitelik Bakımından Kemali:
Namazda Mendup Olan Şekil Ve Tavırlar:
Yapılan Dua Ve Zikirlerden Gözetilen Amaç:
Istiâze: Şeytandan Allah'a Sığınma:
Gizli Ve Açıktan Besmele Okumak:
İki Susup Bekleme (İskâte) anı:
Bayram Ve Cuma Namazlarında Okunan Sûreler:
Bazı Âyetlerin Okunması Esnasında Söylenmesi Güzel Olan Sözler:
Rükû Esnasında Ellerin Kaldırılması:
Secde Anında Eller Kaldırılmaz:
Secde Şekli Ve Okunacak Dua Ve Zikirler:
İki Secde Arasında Oturuş Şekli Ve Okunacak Zikir:
Namaz Bittikten Sonra Yapılacak Dua Ve Zikirler:
Revâtip (Sünnet) Namazların Yeri:
Çok Kabul Edilen Fiil Ve Sözler:
Sehiv Secdesi Yapılacak Yerler:
Tilâvet Secdesi Yapılacak Âyetler;
Tilâvet Secdesinde Şu Zikirler Okunur:
Şeriat, Nafile Namazların Kılınmasına Teşvikte Bulunmuştur:
1. Farz Namazların Sünnetleri:
Şeytan, Uyuyanın Ensesine Üç Düğüm Atar:
Nefislerin, Geceleyin Allah'ın Rahmetinin İnişine Hazır Oluşu:
Teheccüd Namazının Sünnetleri Ve Okunacak Dua Ve Zikirler:
Rasûlullah'ın (S.A.) Gece Zikirleri:
Vitir, Gece Namazının Esasını Teşkil Eder:
Ramazan Gecelerinin İhyası, Mağfiret Sebebidir:
Kuşluk Namazının Üç Derecesi Vardır:
11 İstiskâ (Yağmur İsteme) Namazı:
Namaz Kılmak Yasak Olan Vakitler:
Tâatlerin Hastalığı, Nefsin Usanmasıdır:
İbadetlerden Maksat Nefsin Öldürülmesi Değildir:
Şer'î Maksatlardan Biri De Dinde Aşırılık Kapısının Kapatılmasıdır:
Amellerde İtidal Ve Devamlılık:
İkamet Mahallinden Çıkma Çeşitli Şekillerde Olur:
ii. İki Namaz Arasını Cem Etmek:
Şeriat, Birlik Ve Beraberliğe, Cemaat Olmaya Teşvikte Bulunmuştur.
Zorluk Anında Cemaatin Terkine Ruhsat Vardır:
Cemaate Gelmemeye Mazeret Teşkil Eden Haller:
Namazda İmamlığa En Lâyık Olanlar:
Kur'ân'ı En İyi Bilenlerin Öncelik Hakkı:
Sünneti En İyi Bilenlerin Takdimi:
Kişi, Kendi Hakimiyeti Alanında İmamlık Yapar:
Cemaat Namazlarının Hafif Tutulması:
Mesbûk: Namaza Geç Gelen Kimsenin Durumu:
Evde Namaz Kılanın, Cemaatin Bulunması Halinde Tekrar Kılması:
Cuma Günü, Duaların Kabul Olduğu Bir An Vardır:
Cuma Namazı, Güçlü Bir Yükümlülüktür:
Cuma günü temizlenmek müstehaptır:
Cuma Namazında Susmak Ve İmama Yakın Olmak:
Hutbeden Önce Namaz Kılmak Müstehaptır:
Cumada Başkalarını Rahatsız Etmemek:
Cuma Namazında Açıktan Okunur:
Hutbenin Sünnetleri Şunlardır:
Bayramda Sünnet Ya Da Müstehap Olan Bazı Şeyler:
Kurban Hakkında Bazı Bilgiler:
Hasta Ziyareti Ve Gerekli Bakımı:
Ölü İçin Dua Etmek Ve Tasaddukta Bulunmak:
Ölü Ailesine Taziye Ve Yardım:
Musibete Duçar Olan Mü'min Hakkında Gelen Hadisler:
Musibet, Günahlara Keffâret Olur:
Allah Hakkında Hüsnü Zan Beslemek:
Ölen Kimsenin Yanında Telkinde Bulunmak:
Musibet Anında Söylenecek Söz:
Ölmek Üzere Olan Kimsenin Yanında Söylenecek Söz:
İhram Halinde İken Ölenin, İhram Elbisesi İçinde Defnedilmesi:
Cenaze Üzerine Namaz Kılınması:
Cenaze Namazında Okunması Müstehap Olan Dualar:
Ölü Üzerine Namaz Kılınması, Onun İçin Şefaattir:
Cenazenin Neresinden Yürünmeli:
Müslüman Ölü İçin Lahit Yapmak:
Kadınların Cenaze Merasimlerine Katılması:
Çocukların Ölümü, Anne Ve Baba İçin Keffdrettir:
Zekât, Yoksulluk Kapısını Kapatır:
Zekât, Fakirleri Ve İhtiyaç Sahiplerini Hayata Bağlar:
Zekât Miktarlarının Belirlenmesi:
İNFAKIN ÜSTÜNLÜĞÜ, CİMRİLİĞİN KÖTÜLÜĞÜ
Zekâtın Ruhu, Sehâvet Yani Cömertliktir:
Cimrilik Ve İman, Mü'minin Kalbinde Bir Arada Bulunmaz:
Nefsin, Hayvani Zulmetlerden Cennete Çıktığı Kapılar:
Zekât Malı, Muhammed (S.A) Ailesi İçin Aşağılayıcıdır;
Zekât, Ancak Zaruret Halinde Helâl Olur:
İhtiyaç Anında İsteme Helâl Olur:
Dilenmeyi Haram Kılan Malın Ölçüsü:
İstemekte/ Dilencilikte Israr Etmek:
ZEKÂTLA İLGİLİ ÇEŞİTLİ KONULAR
Tahsildar Ve Toplayıcıya Vasiyet:
Sadaka, Vasiyetten Hayırlıdır:
Sadaka Değerinde Olan Fiiller:
Dünyada İken Yapılan İyiliklerin Karşılığı, Benzer Şekilde Verilir:
Yakınlara Tasaddukta Bulunmak Daha Üstündür:
Kadının Sadaka Vermesi Ve İnfâkta Bulunması:
Oruç, İnsandaki Hayvani Gücü Kontrol Altına Alır:
Oruç, Hayvanı Gücün, Melekî Güce Boyun Eğmesini Sağlar:
Orucun Belli Zamanlarda Tutulması:
Orucun Miktarının Belirlenmesi Zorunluluğu:
Yeme Ve İçmeyi Azaltmanın İki Yolu Vardır:
Oruç Süresinin Uzun Olması, Nefsi Öldürür:
Oruç İçin Belli Bir Ayın Seçimi:
Ramazan Ayı, Oruç İçin En Uygun Aydır:
Cennet Kapıları, Ramazan'da Açılır:
Ramazan'da Günahların Affedilmesi:
Orucun Sevabının Bir Sınırı Yoktur:
Oruç, Hilâlin Görülmesiyle Başlar:
Oruçta Nicelik Ve Nitelik Bakımından Aşırılık, İstenen Bir Şey Değildir:
Ramazan Orucunun Karşılanması:
Hurma Ya Da Su İle İftar Etmek:
Oruçluya İftar Yemeği Vermenin Sevabı:
Sadece Cuma Günü Oruç Tutulmaz:
Bayram Günlerinde Oruç Tutmanın Haramlığı:
Kadın, Kocasının İzni Olmadan Nafile Oruç Tutmaz:
Nafile Oruç Tutanın, Orucunu Bozabilmesi:
Ramazan Orucunu Kasten Bozmak;
Yolcunun Oruç Tutması Ya Da Tutmaması:
Oruç Borcu Olarak Ölen Kimsenin Durumu:
Oruçla İlgili Peygamberlerin Sünneti:
Gücü Olduğu Halde Hacca Gitmemenin Günahı:
Nefsin, Hac Yolunda Ezilmesi, Allah'ın Dininin Yüceltilmesi Demektir:
Allah'ın Evini Ziyaretin Çeşitleri:
İhram, Namaza Nishetle Tekbir Gibidir;
İhram Halinde İken Nişan Ya Da Nikâh Yapılmaz:
İhramlı Avlanamaz Ve Canlı Öldüremez:
Müzdelife'de Gecelemenin Sırrı:
Meş'ar-I Haram'da (Müzdelife'de) Vakfe:
Umrede, Arafat'ta Vakfe Yoktur:
Safa Ve Merve Arasında Sa'y Etmenin Sırrı:
Veda Haccı, Onuncu Senede Yapılmıştır;
Rasûlullah'ın (S.A.) Haccının Türü;
İhram Ve Telbiyede Sesi Yükseltmek:
Rasûlullahhn (S.A.) Devesini Nişanlaması:
Rasûlullah'ın (s.a.) Zî Tuvâ'ya İnmesi:
Yemen Cihetindeki Rükünleri Selâmlamanın Sırrı:
Safa Ve Merve Arasında Sa'yetmenin Sırları:
Kurbanlık Sevketmek, İhramdan Çıkmaya Manidir:
Rasûlullah (S.A.) Vakfe Yerinde:
Rasûlullah (S.A.), Müzdelife Gecesinde Teheccüd Kılmamıştır:
Arafat'ın Her Yeri Vakfe, Mina'nın Her Yeri Kurban Kesme Yeridir:
Rasûlullahhn (S.A.) Hac Dönüşünde Ebtah'a İnişi:
Tavafta Bulunan Ve Namazlarını Mescid-İ Haram'da Kılanın Sevabı:
Saçları Kazıtma Ve Kısaltmanın Fazileti:
Şâri Teâtâ'nın Yükümlü Kıldığı Ameller:
Ilm-İ İhsan İki Şeye Muhtaçtır:
1-2. Temizlik Ve İhbât (Teslimiyet):
İnsan, Manevî Halini Kaybettiğinde, Bunun Sebebini Araştırmalıdır:
Islâh Edici Ameller, Allah'ın Rahmetini Harekete Geçirir:
Bozguncu Ameller, Allah'ın Gazabını Harekete Geçirir:
Adalet Vasfının Tezahür Şekilleri:
Ehlullah İle Halk Arasındaki Fark:
Melekleşmeye Ya Da Şeytanlaşmaya Götüren Diğer Bazı Davranışlar:
Rasûlullah (S.A.) Sözü Edilen Dört Huya Sahip Olunmasını Emretmiştir:
Allah'ı Toplum İçinde Zikretmek:
Allah'ın Rahmeti Ve Mağfireti:
Zikrin, Diğer Amellere Üstünlüğü:
Allah'ın Zikrinden Gafil Olmak Hasret Ve Nedamettir:
Zikir İçin Okunacak Sözcüklerin Belirlenmesi:
Rasûluîlah'ca (S.A.) Belirlenen Zikirler:
Rasûlullahhn (S.A.) Bazı Duaları:
6. Huşu Ve Teslimiyet İfade Eden Zikirler:
Her Peygamberin Kabul Edilen Bir Duası Vardır:
Rasâlullah'ın (S.A.), Ümmeti İçin Allah'tan Söz Alması:
İstiğfar, Kalpten Gafleti Giderir:
9. Teberrüken Allah'ın Adını Anmak:
10. Peygambere Salevât Getirmek:
Evlenen Ya Da Bir Cariye Satın Alan Kimsenin Edeceği Dua:
Çeşitli Durumlarda Yapılacak Dualar:
İHSAN DERECESİYLE İLGİLİ DİĞER KONULAR
Huyların Kazanılmasını Sağlayan Sebepler Ve Manileri:
Tefekkürün Çeşitli Şekilleri Vardır:
1.Allah Teâlâ'nın Zatı Üzerinde Tefekkür:
2. Allah'ın Sıfatları Hakkında Tefekkür:
3. Allah Teâlâ'nın İnsanı Hayrete Düşüren Fiilleri Üzerinde Tefekkür:
4. Allah'ın Günleri Üzerinde Tefekkür:
Kur'ân Sûrelerinin Kendi Aralarında Üstünlük Farkı:
Ihlâs İle Yapılan Bir Amele Muttali Olunmasının Mü'mini Sevindirmesi:
Güzel Ahlâk: Semahat Ve Adalet:
6. Hilim, Teenni Ve Yumuşaklık:
Semahat Ve Adalet Hakkında Gelen Bazı Hadisler:
İhsanın Semereleri: Makamlar Ve Haller;
Birinci Mukaddime: İnsanda Üç Latife Vardır:
1. Akıl, Kalp Ve Nefis Hakkında Gelen Bazı Nasslar:
2. Aklî Delili: İşlevler, Ancak Bu Üç Temel Letâifle Tamamlanır:
Kuvvelerin İşlevleri Birbirine Yakındır:
Aklın, Kalbe Ve Nefse Galip Olması:
4. Akıllıların İttifakı Delili:
İnsan, Üç Letâife Nasıl Hakim Olur:
Yakın, Bütün Makamların Aslıdır:
Akılla (Yakın) İlgili Makam Ve Haller
8-9. Sıddıklık Ve Muhaddeslik:
Sıddîk Ve Mukaddes Arasındaki Fark:
Sıddîk, Hilâfete İnsanların En Lâyık Olanıdır:
Mukaddes, Hilâfette Sıddîkın Hemen Ardından Gelir:
İ. Zâtın Tecellîsi Ya Da Mükâşefe:
ii. Zâtın Sıfatlarının Tecellîsi:
Mü'minin Allah Teâlâ'ya Olan Muhabbeti:
2-3. Şehîtlik Ve Havarîlik Makamı:
Şehitlik Ve Havarîlik Arasındaki Fark;
Şehitlik Ve Havarîliğin Çeşitleri:
7. Allah'a Tâati Herşeye Tercih Etmek:
NEFİSLE İLGİLİ MAKAM VE HALLER
Zühd, Serî Bir Yükümlülük Değildir
Nefisle Her An Mücadele Edilmelidir:
Aklın, İman Nuru İle Aydınlanması:
Mahk (Uzun Süre Yeme Ve İçmeden Kesilme) Hali:
Kalp, Akıl İle Nefis Arasında Bir Yerdedir:
İman Nurunun, Nefsin Hayvanı Dürtüsüne Karşı Koyması:
RIZIK ARAMA İLE İLGİLİ KONULAR
Rızık Talebi, Şartlara Bağlı Olarak Meşrudur:
Sahipsiz Kalan Arazilerin Hükmü:
Açık Madenler, Toplum Malıdır:
Buluntu Malların (Lukata) Hükmü:
Topluma Zararlı Olan Kazanç Yolları:
1. Kumar, Bâtıl Ve Haram Bir Yoldur:
2. Ribâ, Haramdır Ve Bâtıl Bir Yoldur;
Ribânın Haram Kılınmasının Sırrı:
Ribevî Mallarda, Bedellerin Akit Meclisinde Kabzedilmesi Şartı:
Yasak (Haram Ve Mekruh) Alış Verişlerin Gerekçeleri:
1. Kullanılması Günah Ya Da Günaha Sebep Olması;
Haram Yolla Kazanılan Mal Da Haramdır:
Masiyete Yardım Da Masiyettir:
4. Akdin, Başka Bir Amaca Ulaşılması İçin Araç Kılınması:
5. Teslimin, Akdi Yapan Eliyle Olmaması:
6. Akdin, Tabiî Âfetler Dikkate Alınmadan Yapılması;
7. Şehir Ve Pazar Düzeninin Bozulmasına Sebep Olması:
Pazara Gelmeden Malın Kapatılması;
Başkasının Satışı Üzerine Satış:
Şehirlinin Bedevi Namına Satışı:
8. Müşteriyi Aldatmaya Yönelik Olması:
9. Aslen Mubah Olan Bir Şeyin Satımına Kalkışılması:
ALIŞ VERİŞLE İLGİLİ BAZI HÜKÜMLER
Ticarî Muamelelerde Hoşgörülü Davranmak:
Alış Veriş Esnasında Yemin Etmek Mekruhtur:
Altın Paraların, Gümüş Paralarla Mübadelesi:
Satılan Ağaç Üzerindeki Meyveler;
Nimet, Külfet Karşılığındadır:
Alış Veriş Sonunda Taraflar Arasında İhtilâf Çıkması:
Anne İle Yavrusu Arasını Ayırmak:
Narh Koyma: Fiyat Sınırlaması:
Borç İlişkilerinin Yazılması Ve Şahit Tutulması:
Yapılan İyiliğe Teşekkür Etmek:
Çocuklar Arasında Ayırım Yapmak:
Üçte birden fazla vasiyet edilmez:
Vasiyetin Hazır Bulundurulması Müstehaptır:
Ölünün Mallarına En Lâyık Olan, Yakınlarıdır:
Mirasla İlgili İlk Düzenlemeler;
Miras Hukukuyla İlgili Esaslar:
1. Mirasta İtibar Akrabalığadır:
Mirasçı Olma, Şu Üç Manaya Bağlıdır:
3. Aynı Seviyede Olmaları Halinde, Erkekler Kadınların İki Katı Pay Alırlar:
4. Hacb-ı Hırmân Ve Hacb-I Noksan İlkesi:
5. Miras Paylarının Açık Ve Hesabı Kolay Olması İlkesi:
Çocuklar, Miras Almaya Ana Babadan Daha Lâyıktır:
Eşlerin Mirasçı Olmasının Hikmeti:
Din Farklılığı, Mirasa Manidir:
Ana Baba Bir Kardeşler İle Baba Bir Kardeşlerin Durumu:
EV VE AİLE DÜZENİ İLE İLGİLİ KONULAR
Takva Hayatı Evliliğe Mani Değildir:
Ruhbanlık Bâtıldır; Evlilik Peygamberlerin Sünnetidir:
Kadınla, Dört Şey İçin Evlenilir:
Zevcenin, Kadınları İyi Olan Bir Kabileden Seçilmesi:
Doğurgan Ve Sevecen Kadınlarla Evlenmek:
Huyu Güzel, Dini Bütün Dünürün Geri Çevrilmemesi:
Yabancı Kadına Duyulan Arzunun Giderilmesi:
Başkasının İstediği Kadını İstememek:
Kadın, Bir Başka Kadının Boşanmasını İsteyemez:
Cinsel Fesat Kapısının Kapatılması:
1. Kadının, Bir Zaruret Olmadıkça Evinde Durması:
4. Avret Mahalline Bakmanın Haram Olması:
Kadın, Kocasına Başka Bir Kadını Tavsif Edemez;
Zaruret Olmadıkça Tamamen Soyunmanın Haramlığı:
Nikâhta Kadının Rızası Şarttır:
Kölenin Evlenmesi, Efendisinin İznine Bağlıdır:
Kadınlara Haksızlık Etmek Yoktur:
Mehrin, Sadece Mal Olması Şartı Yoktur:
Rasûlullah (S.A.) Düğün Ziyafeti Vermiştir:
Peygamber, Tasvirlerle Süslenmiş Eve Girmez:
Gösteriş Ve Öğünç İçin Verilen Davetlere Katılmamak:
MUHARREMÂT: EVLENİLMESİ HARAM OLAN KADINLAR
Evlenmenin Haram Olmasını Gerektiren Sebepler:
Haramlık Hükmü Doğuracak Sütün Miktarı:
3. Mahrem Kadınların Aynı Nikâh Altında Toplanması:
5. Belli Bir Sayı İle Sınırlama:
7. Kadının, Başkasının Cariyesi Olması:
8. Başkasının Hakkının Taalluk Etmesi:
Yasak Hükümlerinin Uygulanmasında Kararlılık:
MÜBAŞERET (CİNSEL İLİŞKİ) ÂDABI
Cinsel Sapıklıklar Haram Kılınmıştır;
Emzikli Kadınla Cimada Bulunmak:
Eşler Arasındaki İlişkilerin Gizli Tutulması;
Hayız Halindeki Kadınla İlişki:
EŞLERİN BİRBİRİ ÜZERİNDEKİ HAKLARI
Eşlik Bağı, En Büyük Ve Faydalı Bağdır:
Eşlerin Birbiri Üzerindeki Hakları:
Kocanın, Eşini Yatağına Çağırması:
Erkekler, Kadınlar Üzerinde Hâkim Konumdadırlar.
Eşler Arasındaki Anlaşmazlığın Hakem Usulüyle Çözümü:
Eşler Arasını Bozmak Haramdır:
Ev Ve Aile Düzeninin Bozulması Sonucunu Doğuran Bazı Haller:
1. Eşler Arasında Adalete Riayet Etmemek:
Sütre edinmenin hikmeti: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Namaz kılan kimsenin önünden geçen kimse, ne derece vebal yüklendiğini bilse, onun için kırk (sene) beklemek önünden geçmekten daha hayırlı olurdu.[1]
Bence bunun hikmeti şudur: Namaz, Allah'ın nişanelerinden olup, tazimi gerekir. Namaz görünüm itibariyle, uşakların efendilerine hizmet için onların Önünde kıyamda bulunmalarına, huzurlarında elpençe divan durmalarına benzer. Hal böyle olunca namaz kılana saygı göstermek gerekir ve bunun en belirgin şekillerinden biri de onu eda eden kişinin önünden geçmemektir. Zira efendi ile hizmetinde bulunan uşakları arasına girmek terbiyesizlik sayılır. Rasûlullah'ın (s.a.) şu hadisi bu mânâdadır:
"Şüphesiz sizden biri namaza kalktığında, elbette ki o, Rabbi ile münâcâtta bulunmaktadır ve Rabbi, kıble ile kendisi arasındadır. [2]
Buna ilaveten şunu da belirtelim ki, bu hareket, namaz kılan kimsenin kalbim meşgul eder, onun zihnini karıştırır. Bu yüzdendir ki, namaz kılan kişinin, Önünden geçmek isteyenleri engelleme hakkı bulunmaktadır. Rasûlullah'ın (s.a.), "Biriniz sütre edinerek namaz kılarken birileri onun önünden geçmek isterse, ona mani olsun. Israr ederse onunla vuruşsun; çünkü o bir şeytandır.[3] hadisi bu mânâda buyurulmuştur.[4]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kadın, eşek ve kara köpek namazı bozar. [5]
Bu hadisten anlaşılan şudur: Namazın sahih olması için gerekli şartlardan biri de, namaz kılınan yerin kadın, eşek ve köpekten uzak olmasıdır. Bunun hikmeti şudur: Namazdan maksat kişinin âlemlerin Rabbine münâcâtta bulunması, O'na yönelmesi ve kendisini O'na vermesidir. Kadınlarla bir arada olmak, onlara yakın bulunmak, onlarla sohbet etmek, namaz için bulunması gereken halin zıddına iltifat etmek anlamına gelir. Köpek, daha önce de zikrettiğimiz gibi şeytandır; özellikle de kara olanı. Çünkü bu yaratıklar, bozuk tabiatlıdırlar ve kuduz hastalığına yatkındırlar. Eşek de şeytan mesabesindedir. Çünkü o, çoğu kez insanlann gözü önünde çiftleşir, âleti kalkar. Onun bu halini görmek, namaz için olması gereken havayı bozar.
Ancak, sahabe hafız ve fakihleri bu hadisle amel etmemişlerdir. Hz. Ali, Hz. Âişe, İbn Abbâs, Ebû Sa'îd el-Hudrî[6] (r.a.) ve daha başkaları bunlardandır. Bunun mensûh olduğunu da rivayet etmişlerdir. Ancak nesh doğrultusunda yapılan izah pek güçlü değildir. Bu konu, Rasûlullah'tan (s.a.) ilim alma yollarının farklılık arzettiği konulardan biridir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri önüne semerin arka kaşı gibi bir şey koyarsa, namazını kılsın ve onun öte tarafından geçenlere aldırmasın. [7]
Namaz kılanın önünden geçmeyi terketmek, her zaman için mümkün olmaz ve buna riayet büyük zorluklar doğurabilir. Bu itibarla ilk bakışta namaz kılana ait olan sahanın ayırt edilebilmesi için sütre edinilmesi emredilmiş, sütrenin arkasından geçen kimse, arazide uzaktan geçen kimse gibi sayılmıştır. [8]
Namazın esasını üç şey oluşturur;
Bil ki: Namaz, üç temel şeyden oluşur:
i. Kalbin Allah'a huşu ile yönelmesi,
ii. Dilin Allah'ı anması (zikir),
iii. Beden ile en üst düzeyde saygı gösterilmesi.
Bu üç esasın, namazın vazgeçilmez unsurları olduğunda diğer hususlarda ihtilâflar olmakla birlikte bütün dinler müttefiktir. Rasûlullah (s.a.), mazeret halinde bunların dışında kalan konularda ruhsat vermiş olmasına rağmen, bu üç konuda asla ruhsat vermemiş, vitir hakkında: "Eğer güç yetiremiyorsan, ima yoluyla kıl!" buyurmuştur.[9]
Rasûlullah (s.a.), insanlar için namaz hakkında iki sınır koymak istemiştir:
i. Sorumluluktan kurtulmak için behemehal yerine getirilmesi gerekli olan alt sınır,
ii. Namazdan beklenen faydayı tam olarak sağlayacak kâmil anlamda kılınmayı temin edecek üst sınır.
Birincisi yani namazın en alt sınırı şunlan kapsar:
i. Terki halinde namazın iade edilmesini gerektiren unsurlar,
ii. Terki halinde noksanlığa sebep olan fakat iadeyi gerektirmeyen unsurlar,
iii. Terki halinde namazın noksanlığına hükmolunmayan, fakat aşırı derecede kınamayı gerektiren unsurlar.
Bu mertebeler arasını ayırmak gerçekten çok zordur. Bu konuda çok az yer hariç açık bir nass ya da icmâ yoktur. Bu yüzden konuyla ilgili fukahâ arasındaki ihtilâf güçlü olmuştur.
Bu konuda delil olarak kullanılan şeyler şunlardır:
1. Namazını iyi kılmayan bir adama Rasûlullah'ın (s.a.) iki ya da üç defa, "Dön ve namazını kıl; çünkü sen namaz kılmadın!" buyurması, Rasûlullah (s.a.) bu adama sonunda şöyle demiştir:
"Namaza kalktığın zaman, güzelce abdest al, sonra kıbleye dön ve tekbir al, sonra Kur'ân'dan bildiğin kolayına gelen bir yeri oku, sonra rükû et ve organların yatışıncaya kadar rükûda kal, sonra başını kaldırarak iyice doğrul. Sonra secdeye git ve organların yatışıncaya kadar secde halinde kal, sonra başını kaldır ve organların yatışıncaya kadar otur, sonra tekrar secdeye git ve organların yatışıncaya kadar secde halinde kal. Sonra bunu bütün namazlarında aynen yap.[10] Tirmizî'nin rivayetinde şu ifade vardır:
"Bunu yaptığın zaman, namazın tamam olur; eğer bunlardan noksan yaparsan, namazını da noksan yapmış olursun. [11]
O şöyle demiştir: Bu rivayet, insanlar için ilkinden daha hafiftir. Çünkü sözü edilen şeylerden eksik yapılması halinde namazın eksik olacağı, tümden gitmeyeceği ifade edilmektedir.
2. Rasûlullah'ın (s.a.) rükün olduğuna işaret eden bir ifade kullanması. Buna örnek olarak şu iki hadisi verebiliriz:
'Fatiha sûresi olmadan namaz olmaz. [12]
"Kişi, rükû ve secdeden kalkışında belini doğrultmadıkça namazı yeterli olmaz. [13]
3. Sâri' Teâlâ'nın namazı ifade etmek üzere kullanmış olduğu kelimeler. Bu, o şeyin namazın rüknü olduğuna dair açık bir işarettir. Buna Örnek olarak: Rasûlullah'ın (s.a.), "Kim, inanarak ve sevabını umarak Ramazanda kâim olursa. [14] "(Sizden biri mescide girdiğinde) iki rek'at rükûda bulunsun. [15] hadisleriyle, Allah Teâlâ'nın, "Rükû edenlerle beraber rükû edin! [16]"Secdelerin arkasından. [17]"Fecir okuması.[18]"Saygıyla Allah için kıyamda durun. [19] buyruklarını hatırlayabiliriz. [20]
4. Namaz için gerekli olduğunu söylemiş olması. Örnek: Rasûlullah'ın, "Onun başlangıcı (tahrîm) tekbir almak, sonu (tahlil) da selâm vermektir.[21]Her iki rek'atta bir tahiyyât (te-şehhüd) vardır. [22] teşehhüd hakkında, "Eğer bunu yaparsan namazın tamam olmuştur. [23] buyurması ve benzeri ifadeleri de böyledir.
5. Müslümanların, namaz için gerekli olduğunda ihtilâf etmedikleri, aralarında tevarüs edegeldikleri, terki halinde de birbirlerini kınadıkları şeyler. [24]
Kısaca namaz, Rasûlullah'tan (s.a.) tevatüren tevarüs edile-gelen şekliyle şöyledir: Kişi önce abdest alacak, avret yerini örtecek, ayağa kalkacak, kıbleye dönecek, yüzü ile kıbleye, kalbiyle Allah'a yönelecek, amelini ihlâs ile işleyecek, dili ile "Allahu ekbcr" diyecek, Fatiha sûresini okuyacak ve ilave olarak farz namazların üçüncü ve dördüncü rekatları hariç Kur'ân'dan bir sûre okuyacak, sonra rükû edecek, parmaklarının uçları dizkapaklarma değecek şekilde eğilecek ve rükû halinde bir süre kalacak, sonra başını kaldıracak ve tam doğrulacak ve bir süre öyle kalacak, sonra eller, ayaklar, dizkapaklan ve yüz yere gelecek şekilde yedi organ üzere secde edecek, sonra başını kaldıracak ve dümdüz oturacak, sonra aynı şekilde ikinci secdeye gidecek. Böylece bir rekat tamamlanmış olacaktır. (İkinci rekatı da aynen böyle kılacak) sonra her iki rekat sonunda oturacak ve tahiyyât okuyacak, eğer namazın sonu ise, Rasûlullah'a (s.a.) salâvât getirecek ve en çok sevdiği duayı okuyacak, sağındaki ve solundaki meleklere ve müslümanla-ra niyet ederek selâm verecek ve böylece namazım bitirecektir.
Rasûlullah'ın (s.a.) namazı işte budur; onun bu saydığımız şeylerden herhangi birini farz namazlarda mazeret olmaksızın bilerek terkettiği asla vaki değildir. Sahabe, tabiîn ve onlardan sonra gelen büyük imamların namazları da aynıdır. Namaz diye tevarüs edegeldikleri şekil budur ve bu, dinin vazgeçilemez esaslarından biridir.
Evet, fukahanın namazla ilgili bazı detay konularda ihtilâfları olmuştur; bunların, bulunmaması halinde namazın şer'î varlığını ortadan kaldıran rükünler mi, yoksa terki halinde noksanlığa sebep olan vaciplerden mi, ya da terki halinde kınamayı gerektiren ve sehiv secdesi ile telafisi mümkün olan kısımlardan mı olduğuna dair farklı görüş beyan ettikleri olmuştur (ama hiçbiri özde farklı düşünmemiştir). [25]
Kalbin huşu ile Allah'a yönelmesi konusunda esas şudur: Bu, yani kalbin Allah için huşu halinde olması ve büyük bir saygı, korku ve ümit ile sadece O'na yönelmiş olması açık olmayan bir şeydir; mutlaka zabturapt altına alınması gerekir. İşte Rasûlullah (s.a.) bunu iki şeyle munzabıt hale koymuştur: i. Yüzü ve bedeniyle kıbleye yönelmek, ii. Diliyle "Allahu ekber" demek.
İnsanın yaratılış Özelliği gereği, kalp ne ile meşgul olursa diğer organlar ve dil de o doğrultuda hareket eder. Nitekim Rasûlullah'ın (s.a.), "Adem oğlunun bedeninde bir et parçası vardır ki, o düzgün olduğunda bütün beden düzgün... olur.[26] hadisi bu manayı ifade etmektedir. Demek oluyor ki dilin ve diğer organların fiilleri, kalbin hal ve fiilini dışa yansıtan en uygun şeydir ve bunlar bir tür onun yerini tutmaktadır. Bir şeyi munzabıt hale getirmek için kullanılacak olan şeyin de mutlaka bu özellikte olması gerekmektedir. [27]
Allah Teâlâ, cihetten münezzehtir. Bu itibarla O'nun kutsal evine, en büyük nişanesine yönelmek, bizzat kendisine yönelmek yerine ikâme edilmiştir. Rasûlullah (s.a.), "Yüzü ve kalbiyle O'na yönelerek namaz kılarsa. [28] sözüyle, bu manayı kastetmiştir.
Kalbin, tazım için boyun eğmesi ve teslim olması manasını ifade için tekbirden daha açık ve uygun bir sözcük yoktur. Tekbir işte bunun için seçilmiştir. [29]
i. Kıbleye yönelmek, namaz vakti Allah'ın kutsal evini tazım için vaciptir; böylece biri diğeriyle tamamlanmış olacaktır.
ii. Kıbleye yönelmek hanîf İslâm dininin en belirgin özelliklerinden biridir ve müslümanlar bununla diğer din sâliklerinden ayrılır. Böyle bir özelliğin, İslâm'a girmeyi belirleyici bir alâmet olarak konulması gerekir, İşte bu yüzden kıbleye yönelmek, İslâm'ın en büyük ve en yaygın ibadeti olan namazın bir parçası olarak belirlenmiştir. Rasûlullah'ın (s.a.), "Kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yerse, o müslümandır; Allah'ın ve Rasûlünün zimmeti (ahdi) altındadır.[30] buyruğunun ifadesi budur.
iii. Kıyamın tazim olabilmesi için, behemehal istikbalin de olması, yani saygı gösterilen şeye karşı yönelinmesi gerekir.
iv. Her halin, hem başlangıç hem de sonuç itibariyle diğer hallerden hükümce farklı olması gerekir. Rasûlullah'ın (s.a.), "Onun başlangıcı (tahrîm[31]) tekbir almak, sonu (tahlil) da selâm vermektir. [32] hadisi bu manadadır. [33]
Beden ile tazime gelince, bunu ifade için üç hal vardır:
i. Huzurda elpençe divan durmak,
ii. Rükûda bulunmak,
iii. Secdeye kapanmak.
Tazimin en güzel şekli, bu üç hali de içeren davranıştır. Nefsin tazime yönelik uyarılması için en alttan başlayarak en üst şekle doğru bir seyir izlenmesi daha etkili olur. Secde hali, tazîm için gösterilen en üst mertebeyi teşkil eder ve bizatihi maksûd olması muhtemeldir. Diğerleri ise, ona ulaştıran aşamalar özelliği taşır. Bu itibarla onun bu benzetmede ortaya çıkan hakkının dikkate alınması vacip olmuştur ki bu da secde halinin tekrarlanılmasıyla olur. [34]
Allah'ı zikretmenin de belli bir vakit ve şekil ile belirlenmiş olması gerekir. Çünkü belirleme, kulların durumunu daha iyi düzene koyar, kalplerini daha yatkm hale sokar, herkesin kendi gö-ruşunce güzel bulduğu şeyin peşine düşmesi gibi bir duruma meydan vermez. Kullar, sadece nafile olan duaların -ki benzerleri öncekilerin yükümlü tutuldukları şeylerdir- okunmasında kendi hallerine bırakılmışlardır. Kaldı ki Rasûlullah (s.a ) bu gibi konu larda bile müstehaphk şeklinde de olsa bir tayine gitmeksizin etmemiştir. [35]
Madem ki zikir olarak okunacak şeyler de belirlenecekti, bunun için Fâtiha'dan daha uygunu olamazdı. Çünkü o, kapsamlı bir duadır. Allah Teâlâ, onu kullarının dili üzere indirmiş, onunla insanların nasıl hamdedeceklerini, nasıl Övgüde bulunacaklarını, kulluk, ibadet ve istiânede nasıl tevhîdde bulunacaklarını, her türlü hayır yollarını içine alan doğru yolu nasıl isteyeceklerini, gazaba uğramışların ve sapıkların yollarına düşmekten nasıl sığınacaklarını Öğretmiştir. En güzel dua, en cami' olanıdır; Fatiha da bu özelliktedir. [36]
Kur'ân'a saygı göstermek ve onu okumak ümmet hakkında vaciptir. Bunu temin için, onun İslâm'ın en büyük rüknü, ibadetlerin esası ve dinî nişanelerin en yaygını olan namazda okunması, bunun namazı tamamlayacak bir kurbet sayılması gibi uygun başka bir şey olamazdı. İşte bunun için, namazda Kur'ân'dan bir sûre okunması şer'î bir hüküm kılındı. Sûre, tam bir kelâmdır ve Rasûlullah (s.a.), onun belağatıyla inkarcılara karşı meydan okumuş, peygamberliğine delil olarak kullanmıştır, üstelik başı ve sonu itibariyle ayrıdır, her birinin kendisine ait parlak bir üslubu vardır. Bazı hallerde Rasûlullah'ın (s.a.J sûrenin sadece bir kısmım okumuş olmasını dikkate alan ulemâ, üç kısa âyeti ya da uzun bir âyeti de sûre gibi saymışlar ve zamm-ı sûre olarak okunmasını yeterli görmüşlerdir. [37]
Herkes kıyam halinde iken aynı durmaz; kimi başını önüne eğerek durur, kimi eğik durur ve hepsi de kıyam sayılır. Bu durumda saygı için eğilmenin kıyam diye isimlendirilen fiilden ayrılmasına ihtiyaç duyulur. Bu da rükû şekliyle belirlenmiştir. Rükû, parmak uçları dizkapaklarma yetişecek şekilde aşırı eğilmedir.
Rükû ve secde halinin tazim olabilmesi için kişinin belli bir süre o halde kalması, âlemlerin Rabbine o halde iken boyun eğmesi ve tazimi ta kalbinin derinliklerinde duyması gerekir. Bu yüzden, rükû ve secde vazgeçilmez bir rükün kılınmıştır. [38]
Secde haliyle, karın üzeri yere yatmak ve benzeri davranışlar, başın yere konulması noktasında aynıdır. Ancak birincisi saygı için iken, diğeri değildir. Bu durumda, bu davranışların aralarının ayrılması ve tazim için olanın zapturapt altına alınması gerekmektedir. Rasûlullah'ın (s.a.),"Yedi organ üzere secde etmekle emrolundum.[39]hadisi bu manayı ifade etmektedir.
Secde etmek isteyen herkesin, secde haline ulaşıncaya kadar mutlaka eğilmesi gerekecektir. Bu rükû değil, secde haline ulaşmak için bir yoldur. Bu durumda rükû ile secde arasının farklı bir hareketle ayrılmasına ihtiyaç vardır. Böylece her biri başlı başına maksud olan bir taat halini alacak ve nefis her birinin faydası için ayrı ayrı uyarılmış olacaktır. Bu farklı hareket de "kavme[40] olmaktadır.
Secdelerin ayrı ayrı olabilmesi için aralarına farklı bir hareketin girmesine ihtiyaç bulunmaktadır; bunu temin için de "celse[41] meşru kılınmıştır.
Hareketten kesilmeksizin yapılan kavme ve celse bir anlam ifade etmeyeceği, ibadete uygun düşmeyeceği, bir oyun halini alacağı sebebiyle, bunlarda itmi'nân hali yani bir süre hareketten kesilme emrolunmuştur (tadil-i erkâna riayet). [42]
Namazdan, abddest bozmak ya da benzeri namaza mani ve onu bozucu herhangi bir şeyle çıkmak çirkin, kötü ve saygıyla asla bağdaşmayacak bir şeydir. Öbür taraftan namazı sona erdirecek, namazda iken haram olan şeyleri helâl kılacak bir fiilin bulunması da zorunludur. Eğer bu fiil şer'an belirlenmemiş olsaydı, herkes kendi arzusu doğrultusunda hareket edecekti. İşte bu yüzden namazdan çıkışın, insanların en güzel sözleriyle yani selâmla olması vacip kılınmıştır. "Onun sonu (tahlil) da selâm vermektir.[43] hadisi bu anlamdadır. [44]
Ashap, kullara selâmdan önce Allah'a selâm vermeyi müste-hap görürler ve, "Allah'a selâm, Cebrail'e selâm, falana selâm, derlerdi. Rasûlullah (s.a.), bunu "Tahiyyât" ile değiştirdi ve değişikliğin sebebini de şöyle açıkladı: "Selâm, Allah'ın üzerinedir, demeyin; çünkü selâm Allah'ın kendisidir[45] Yani bir şeye selâmette bulunması için dua etmek, yokluk ve benzeri hallerden selâmette bulunması zatının gereği olmayan, varlığı da yokluğu da mümkün olan şeyler için uygun düşer; Allah için uygun düşmez.
Rasûlullah (s.a.), kendi yerinin dindeki önemine dikkat çekmek, peygamberliğinin ikrarım sağlamak ve hakkına riayette bulunulmasını temin etmek amacıyla, kendisine salât ve selâm okunmasını istemiş, sonra daha genel bir ifade ile, "es-Selâmu aleynâ ve alâ ıbâdillahi's-sâlihîn" cümlesini[46] eklemiş ve şöyle buyurmuştur: "Kişi bunu söylediği zaman, gökte ve yerde bulunan her sâlih zat, bu duadan nasiplenir. [47] Bunun arkasından da kelime-i şehâdet okunmasını emretmiştir. Çünkü o, en büyük zikirdir. Arkasından da hoşuna gidecek bir duada bulunmasını istemiş ve bunu kulun seçimine bırakmıştır. [48] Çünkü namazın bitiş zamanı, dua zamanıdır. Zira o anda kul, rahmet deryasına gark olmuş bir haldedir ve duası kabule açıktır. [49]
Duâ âdabından biri de kabul olunması için Allah Teâlâ'ya övgü ile başlamak, O'nun peygamberi ile tevessülde bulunmaktır.
Sonra durum bu şekilde yerleşmiş, teşehhüd namazın bir rüknü kılınmıştır. Eğer bu şeyler olmasaydı, namaza son verilmesi sanki ondan pişman olmuş ve kaçmış birinin bırakışı gibi olurdu.
Daha başka, kimi gizli kimi açık hikmetler de vardır ki, anlattıklarımızla yetinerek onları burada zikretmeye gerek görmüyoruz.
Kısaca söylemek gerekirse, zikrettiğimiz hususlar ve daha önce sözünü ettiğimiz kaideler üzerinde düşünen kimse, kesin olarak anlar ki, bu keyfiyet üzere kılınacak namaz, mutlaka olması gereken ideal şekildir ve akıl, bundan daha güzel, daha kâmil bir şekil tasavvur edemez; kadrini bilen kimseler için namazın gerçekten en büyük ganimet olduğunu anlar. [50]
Namazın azı, dikkate değer bir fayda sağlamaz, aşın derecede çoğu ise, kılınamaz. Bu durumda hikmet-i ilâhî iki rekattan daha az miktarda namaz konulmamasını gerektirmiştir. İki rekat, namazın en az miktarıdır. Bu yüzdendir ki Rasûlullah (s.a.), "Her iki rek'atta bir tahiyyât (teşehhüd) vardır.[51]buyurmuştur. [52]
Burada ince bir sır vardır, o da şudur: Allah Teâlâ'nın canlıların ve bitkilerin yaratılışında geçerli olan âdeti, bireyleri birbirine kenetlenmiş iki yarıdan meydana getirmesi şeklindedir. Bütün, bu iki yarıdan meydana gelir. "Çift olana ve teke yemin olsun ki. [53] âyetinde atıfta bulunulan mana budur.
Hayvanların iki yarıdan oluştukları malumdur. Bazen olur, bu iki yarıdan birine bir musibet arız olur, diğeri salim kalır; felçte olduğu gibi. Bitkilere gelince çekirdek ve tahıl tanelerinin iki yarısı vardır. Tohum topraktan bittiği zaman yeryüzüne iki yaprak halinde çıkar ve her yaprak, çekirdeğin ya da tahıl tanesinin bir yarısının özelliklerini taşır. Sonra büyüme hep bu tarz üzere devam eder. Yaratma konusunda geçerli olan bu âdet-i ilâhî, Hazîre-i kuds'te teşrî' konusuna da intikal etmiş, oradan da Rasûlullah'ın (s.a.) kalbine yansımıştır. Namazın ikişer rekat halinde meşru kılınmasının sırrı budur. [54]
Namazın aslı bir rekattir; bütün namazlarda iki rekattan daha az namaz meşru kılınmamıştır. İki rekattan her biri diğeri ile ayrılmaz bir hal almış ve ikisi bir bütün oluşturmuştur. Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ, namazı farz kıldığında hazarda[55] ve seferde ikişer rekat şeklinde farz kılmıştı. Sonra sefer namazı olduğu gibi bırakıldı, hazar namazına ziyade yapıldı[56] Bir rivayette, "Akşam namazı hariç; çünkü o üç rekattı." ziyadesi vardır.
Derim ki: Rekatların sayısı konusunda esas şudur; Hiçbir şekilde düşmeyen rekat sayısı on birdir. Şöyle ki: Hikmet-i ilâhî, bir gün ve gece boyunca orta sayılacak mübarek bir sayıda namaz kılınmasını gerektirmiştir. Bu sayı çok olmamalıdır; aksi takdirde yükümlüler için ağır gelir ve ifada güçlük çekerler. Çok az da olmamalıdır, o zaman da kullar için namazdan beklenen fayda hasıl olmaz. Daha önce onbir sayısının, bütün sayılar arasında gerçek tek'e en çok benzeyen sayı olduğunu görmüş idik.
Ne zaman ki Rasûlullah (s.a.) hicret etti, İslâm yerleşti, mün-tesipleri çoğaldı, taate karşı gösterilen rağbetler arttı, bu sayıya altı rekat daha eklendi. Sefer namazı eski hali üzere bırakıldı. Bu böyle oldu, çünkü bir şey üzerine yapılacak ziyadenin, onun dengi ya da daha çoğu olması uygun olmaz. Aslında uygun olanı, asıl miktarın yarısının eklenmesi idi. Ne var ki onbir sayısının kesirsiz yansı yoktur. Bu durumda iki sayı ortaya çıktı; beş ve altı. Beş sayısının eklenmesi halinde genel toplam tek değil çift olacaktı, bu itibarla altı sayısının eklenmesi taayyün etmiş oldu.
Rekat sayılarının vakitlere göre dağılımına gelince, bu haberlerde zikrolunduğıına göre önceki peygamberlerin eserleri üzerine belirlenmiştir. Sonra akşam namazı, bir bakıma günün son namazıdır. Çünkü Araplar, geceleri gündüzlerden Önce sayarlar. Bu durumda rekatların toplam sayısını tek kılan rekatın bu vakitte olması uygundur. Öbür taraftan akşamın vakti dardır. Dolayısıyla mevcut miktarlara ilave yapılması halinde, akşam namazına ilavede bulunulması uygun olmayacaktı. Sabah namazı vakti ise uyku ve tembellik vaktidir. Bu itibarla ona da ekleme yapılmamıştır. Ancak güç yetirebilenler hakkında kıraatin uzun tutulması müste-hap kılınmış ve böylece telafi yoluna gidilmiştir. "Bir de sabah namazım kıl! Çünkü sabah namazı şahitlidir[57] âyetinin ifade ettiği mana budur.
Allah'u a'Iem! [58]
Bil ki: Namazdan beklenen faydayı tam olarak bulunduran en kâmil namaz şekli iki şekil üzere olur: nitelik ve nicelik.
Nitelikten (keyfiyet) maksat, namazda okunacak zikirler, alınacak şekiller, insanın kendisini, sanki Allah'ı görüyormuş gibi namaz kıldığına inandırması, içinden namaza ters düşecek düşünceler geçirmemesi, hoş olmayan hareket ve davranışlardan uzak durması vb. gibi şeylerdir.
Nicelikten (kemiyet) maksat ise, nafile olarak kılacağı namazlardır. İnşallah ileride nafile namazlarla ilgili bilgi vereceğiz.
Zikirler konusunda delil, istiftâh (açılış) duası hakkında kısmen Hz. Ali hadisi, Ebû Hureyre, Hz. Âişe, Cübeyr b. Mut'im, İbn Ömer ve daha başkalarından gelen hadisler; diğer konularla ilgili olarak da Hz. Âişe, İbn Mes'ûd, Ebû Hureyre, Sevbân, Acure (r.a.) ve daha başkalarından gelen hadislerdir ki, bunları ileride ayrıntılarıyla zikredeceğiz.
Namazla ilgili şekil ve davranışlar hakkında asıl ise, Ebû Hu-meyd es-Sâidî hadisidir. Bu zat on kadar ashap arasında bu hadisi söylemiş, onların hepsi onu doğrulamıştır. Keza kısmen Hz. Âişe, Vâil b. Hucr hadisleri de öyledir.
Ellerin kaldırılması konusunda asıl ise İbn Ömer hadisidir.
Konuyla ilgili daha başka hadisler de vardır ki, ileride zikredeceğiz. [59]
Namazda mendup olan tavır ve şekiller, şu hususların gerçekleştirilmesini amaçlar:
i.Huşûun gerçekleştirilmesi, organların derli toplu tutulması, halkın hükümdarların huzuruna çıkarken kapıldıkları korku ve heybete benzer bir tavırla nefsin uyarılması; ayakların aynı hizada olması, sağ elin sol el üzere konulması, bakışların yere çevrilmesi, sağa sola bakılmaması gibi.
ii.Okunan zikre hareketlerle eşlik edilmesi, sırf O'nun zikriyle meşgul olunup, başka şeye iltifat edilmemesi; kalbiyle duyması, diliyle söylemesi yanında parmakları ve eliyle onları teyit etmesi. Ellerin kaldırılması, şehadet parmağı ile işaret edilmesi gibi. Böylece kalp, dil ve organların birbirini destekler, birbirini teyit eder bir hal alması sağlanmış olacaktır.
iii. Ağırbaşlı ve örfen güzel kabul edilen hareket tarzının tercih edilmesi, taşkınlıktan ve sağduyu sahiplerinin hoş karşılamayıp akılsız kimselere nisbet ettikleri davranış ve şekillerden kaçınılması. Tavuğun yem toplaması gibi yatıp kalkma[60] köpek oturuşu[61] gibi oturma, tilki büzüşmesi gibi büzülme, deve çöküşü[62] gibi inme, yırtıcı hayvan yatışı gibi yatma, şaşkın ve çaresizlerin, musibete duçar olmuşların elleri böğüre koymak gibi durdukları gibi durma bu kabilden davranışlardır.
iv. Taatin, gönül huzuru içerisinde, sükûnetle ve yavaş yavaş yapılması. İstirahat oturuşu, ilk oturuşta kalkış için daha kolay olacağı için sağ ayağı dikip, sol ayağı alta sererek oturma; son oturuşta daha rahat olacağı için kıç üzerine oturma gibi. [63]
Namazda okunan dua ve zikirlere gelince, bunlar, şu amaçların gerçekleştirilmesine yöneliktir:
i. Nefsin, fiilin yapılış amacı olan huşûun gerçekleşmesi için uyarılması. Rükû ve secde zikirleri gibi.
ii. Allah'ın zikrinin açıktan yapılması. Bu, imamın bir rükünden diğerine intikalinin cemaate bildirilmesi amacını taşımaktadır. İnerken, kalkarken alman tekbirler gibi.
iii. Namaz içerisindeki hiçbir hareketin zikirden yoksun olmaması. Tekbirler, kavme ve celse zikirleri gibi.
Kişi tekbir aldığı zaman, Allah'tan başka herşeyden yüz çevirdiğini, Allah ile hemdem olmaya, O'nunla münâcâtta bulunmaya başladığını bildirmek için ellerini kaldırır.[64] Ellerini, kulakları ya da omuzu hizasına kadar kaldırır. Bunun her ikisi de sünnettir. Sonra hem saygı ifadesi olarak, hem de kendisini zihnen namaza verdiği gibi bedeninin de derli toplu olmasını, dağınık olmamasını temin için, sağ elini sol eli üzerine koyar, ayaklarını aynı hizada tutar, bakışlarını secde mahalline hasreder. Kalbin kendisini tam anlamıyla namaza vermesini temin etmek, zihni münâcâta hazırlamak için istiftâh (başlangıç/açılış) duasını yapar. [65]
Başlangıç duası olmak üzere çeşitli dualar vardır. Hepsi de sahih olan bu dualardan bazıları şunlardır:
1. Allahümme bâ'id beyni ve beyne hatâyâye kenıâ bâ'adte beyne'l-meşrik ve'l-mağrib, Allahümme nakkinî mine'l-hatâyâ kemâ yünakkâ's-sevbu'l-ebyad mine'd-denes, Allahümme ' hatâyâye bi'l-mâi ve's-selci ve'l-bered."
Manası: Allahim, benimle hatalarım arasını, doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır! Allahım, beni hatalarımdan, beyaz elbisenin kirden arındırıldığı gibi arındır! Allahım, hatalarımı su, kar ve dolu ile yıka!
Bence hataların kar ve dolu ile yıkanmasından maksat, it-mi'nân ve kalp huzuru doğacak şekilde günahların keffâret olun-masıdır. Araplar birinin sükûn ve huzur bulduğunu, hiçbir tereddüdü kalmaksızın kesin bilgiye ulaştığını ifade etmek için "Berede kalbuhu ve etâhu's-selcu" derler.
2. İnnî veccehtu vechî lillezî fatara's-semâvâti ve'l-arda hanîfen vemâ ene mine'l-müşrikîn. Kul inne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi rabbi'l-âlemîn, lâ şerike leh ve bizâlike ümirtu ve ene evvelu'l-müslimîn. [66] (bir rivayette de) "ve ene mi-ne'l-müslimîn."
Manası: Yüzümü hanîf müslüman olarak gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim. Ben müşriklerden değilim. De ki: Benim namazım da, ibadetlerim de, hayatım da, ölümüm de âlemlerin Rabbi oian Allah içindir. O'nun
hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslumanların ilkiyim (ya da) ben müslümanlardanım.
3. "Sübhaneke Allahümme ve bihamdike ve tebâreke 'smüke ve teâlâ ceddüke velâ ilahe gayruk. Allahu ekber kebtra (üç defa) ve sübhânallahi bükraten ve asîlâ" (üç defa).
Manası: Aliahım, seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim, her türlü kemal sıfatlarıyla Överim, sana hamdederim. Senin ismin mübarektir, şanın çok yücedir, senden başka tanrı yoktur. Allah en büyüktür. Sabah akli şam her an O'nu tenzih ederim. [67]
Sonra istiâzede bulunur. Çünkü Allah Teâlâ, "Kur'ân okumak istediğin zaman, taşlanmış şeytandan Allah'a sığın![68] buyurmaktadır.
Bence bunun sırrı şudur: Şeytanın en büyük zararlarından biri, Allah'ın kitabı hakkında hoşnut olunmayacak teviller doğrultusunda vesvese vermesi yahut da Kur'ân üzerinde düşünmekten onu alıkoymasıdır.
İstiâze için çeşitli ifadeler vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1. "Eûzü billahi mine'ş-şeytâni'r-racım."
2. "Esteîzu billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm."
3. "Eûzü billahi mine'ş-şeytân min nefhıhî ve nefesihî ve hemezihî."
Manası: Şeytandan, onun bana kibir vermesinden, sihir, kehânet gîfei şeyler fısıldamasından, içime vesvese vermesinden Allah'a sığınırım. [69]
Sonra içten besmele okur. Zira Allah Teâlâ, okumaya başlamadan önce teberrüken isminin anılmasını ve öylece başlanılmasını şer'î bir hüküm olarak bizden istemiştir. Üstelik bunda ihtiyata riayet de vardır. Zira besmelenin Fâtiha'dan olup olmadığına dair rivayetler farklılık arzetmektedir. Sahih olarak bilindiğine göre
Rasûlullah (s.a.), namaza yani kıraate "el-Hamdu lillâhi Rabbi'l-âlemîn..." diye başlardı ve "Bismillâhirrahmânirrahîm"i açıktan okumazdı.
Kanaatimce, RasûluIIah'ın (s.a.) bazı hallerde ashabına Öğretmek amacıyla besmeleyi açıktan okumuş olması uzak bir ihtimal değildir.
Öyle gözüküyor ki Rasûlullah (s.a.), bu zikir ve duaları öğretmek için ashabından belirli kimseleri seçiyordu ve herkesin sorumlu tutulması ve terki halinde de kınanılması şeklinde bir genellemeye gitmiyordu. Bu, bence İmam Mâlik'in söylediğinin tevili olmaktadır. Keza bu, Ebû Hureyre'nin (r.a.), "Rasûlullah (s.a.), tekbir ile kıraat arasında bir miktar susardı. Ona, 'Anam babam sana feda olsun! Tekbir ile kıraat arasında bir miktar susuyorsun. O esnada ne söylüyorsun?' dedim.[70] şeklindeki sözünden anlaşılan da bu olmaktadır. [71]
Sonra tertîl üzere Fatiha ile Kur'ân'dan başka bir sûre okur. Harflerin hakkım vererek, uzatarak, âyet başlarında durarak güzelce okur. Öğle, ikindi namazlarında içinden okur. İmam, sabah namazında ve akşam ile yatsının ilk iki rekatlarında açıktan okur. İmam arkasında namaz kılanın susması ve kulak vermesi vaciptir. İmam açıktan okuyorsa, ancak onun susması esnasında okuyabilir. İmam içinden okuyorsa, o zaman kişi muhayyerdir. Eğer oku-yacaksa, Fâtiha'yı, imamın zihnini karıştırmayacak şekilde sessizce okumalıdır. Bence görüşler içerisinde en uygunu budur. Konu ile ilgili hadislerin arası da ancak bu şekilde telif olunabilir.
Bunun sırrı hadiste de belirtildiği üzere imamın zihninin karıştırılmasına meydan verilmemesidir. İmamla birlikte arkadaki-lerin de okumaları, onun zihnini karıştırması yanında, okunan Kur'ân üzerinde düşünmeyi engeller ve bu Kur'ân'a saygısızlık olur. Sâri* Teâlâ, insanların içlerinden okumalarına da kesin bir şekilde hükmetmemiştir. Çünkü halkın büyük çoğunluğu, tümden harflerin mahreçlerine dikkat ederek sahih bir şekilde okumaya koyulsalar bu gürültüye sebep olur, birbirlerinin kalbini meşgul ederler. Oysa ki Sâri' Teâlâ, gönlü meşgul edecek hareketleri yasaklamıştır. Yasak olan bir harekete götürecek bir yükümlülük de getirmemiştir. Bununla birlikte muktedir olanlar için bunu seçime bırakmış ve isteyenin okuyabileceğine hükmetmiştir. Bu, ümmet için son derece uygun bir hükümdür.
Öğle ve ikindi namazlarında içten okumanın hikmetine gelince, gündüz vakti, gerek çarşı ve pazarlarda ve gerekse evlerde genelde gürültü ve patırtının, şamatanın eksik olmadığı bir zamandır. Diğer vakitler ise seslerin kesildiği zamanlardır. Bu vakitlerde açıktan okunması, insanların dinlemeye daha hazır olmaları itibariyle öğüt almalarını ve etkilenmelerini daha iyi sağlar. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur;
"İmam, 'Amîn!' dediği zaman, siz de deyin. Çünkü kimin âmini, meleklerin âmînine denk düşerse, onun gelmiş geçmiş bütün günahları affolunur. [72]
Derim ki: Melekler, zikir meclislerinde, orada bulunanlara olan iştiyaklarından hazır bulunurlar ve Mele-i a'lâdan üzerlerine yağan feyiz ve bereket sebebiyle ettikleri dualara âmîn derler. Hadiste ayrıca imama uyma vurgulanmakta ve ona tabi olma (iktidâ) sünneti pekiştirilmektedir. [73]
Hadislerde namaz esnasında iki susma anından söz edilmektedir:
i. Tekbîr ile kıraat arasında olan susup bekleme. Bu bütün cemaatin tahrim tekbirini almış olmalarını beklemek ve hep birden can kulağıyla okunacak olan Kur'ân'ı dinlemelerini temin etmek içindir.
ii. Fatiha ile zamm-ı sûre arasında susup bekleme. Bunun, cemaatin, imamı rahatsız etmeden ve susup dinleme yükümlülüğünü de terketmeden okuma imkânı bulabilmeleri için olduğunu söylemişlerdir.
Bence durum şöyle: Sünen sahiplerinin rivayet etmiş oldukları hadis, imamın, cemaatin okuması için susup beklediği konusunda açık değildir. Çünkü zahirden anlaşıldığı kadarıyla bu susup bekleme "Amîn" sözcüğünü telaffuz edebilmeleri içindir. Yahut Fatiha ile Amîn arasını ayırmak için yapılmış çok kısa bir sektedir ve amacı, Kur'ân'dan olmayan bu sözcüğün açıktan okunması halinde Kur'ân'danmış sanılmasını önlemektir. Yahut da okuyucunun nefesini toplayabilmesi için yapılmış kısa bir sektedir.
İlk neslin bu susup beklemeyi garip bulmaları, onun yerleşik ve çoğunluk tarafından da uygulanagelen bir sünnet olmadığını gösterir.
Allah'u a'lem! [74]
Kişi, sabah namazında altmış ile yüz âyet kadar okur. Uzun kıraat sayesinde rekat sayısı bakımından olan azlık telafi edilmiş olur. Üstelik bu vakit, henüz dünya meşgalelerinin kalbi tam bü-rümediği bir andır. Bu itibarla Kur'ân üzerinde düşünmek için bunu bir fırsat telakki eder.
Yatsı namazında ise, "Sebbih isme rabbike'l-a'lâ. "Velleyli izâ yağşâ..." ve benzeri sureleri okur. Namazı çok uzatan ve bu yüzden cemaatin nefretini kazanan Muâz olayı, Rasûlullah'ın (s.a.) onu dinde fitne çıkarmakla itham etmesi meşhurdur. (Bu itibarla imam olanların namazda çok uzun okumaları yasaklanmıştır.)
Bazı rivayetlerde, öğle namazı sabah namazı, ikindi namazı da yatsı namazı gibi kabul edilmiştir. Bazı rivayetlerde ise, öğlenin yatsı gibi, ikindinin de akşam gibi kılınması istenmiştir.
Akşam namazında, vakit dar olduğu için kısa sûreler (kısâ-ru'1-mufassal) okunur.
Rasûlullah (s.a.), her zaman için vakti kollar ve durum gereği bazen uzun okur, bazen de çok kısa tutardı, insanlara namaz kıl-dırırlarken hafif tutmalarını emrederdi. Çünkü cemaat içerisinde zayıf, hasta, iş güç sahibi olan olur.
Rasûlullah (s.a.), bazı namazlar için özel bazı faydaları sebebiyle belli sûreleri tercih etmiştir. Bu, bağlayıcı olmadığı gibi, hakkında güçlü bir talep de bulunmamaktadır. Bununla birlikte kim bunlara riayet ederse güzel bir şey yapmış olur; kim de uymazsa ona bir vebal gerekmez. [75]
Rasûlullah (s.a.), kurban ve fıtır bayram namazlarında "Kâf ve "îkterebet[76] sûrelerini okurdu. Çünkü üslup bakımından son derece güzel olan bu sûreler, aynı zamanda Kur'ân'ın bütün maksatlarını da özlü bir şekilde içerir. İnsanların bir araya geldikleri bir ortamda buna ihtiyaç vardır. Ya da "Sebbih isme", aHel etâke" sûrelerini okurdu. Çünkü bunlar da hem kısa, hem de makama münasip güzel üsluba sahiptir.
Cuma namazında ise, Cuma ve Münâfikîn sûrelerini okurdu. Bunlar makama münasip düşer ve böylece insanlar uyarılmış olur. Çünkü cuma namazı, sair vakitlerde camiye gelmeyen münafık ve benzerlerini de camide toplar.
Cuma günü sabah namazında "Elif Lanı Mim. Tenzîl[77] Hel etâ" sûrelerini okurdu ve kıyamet saatinin ve dehşetinin hatırlanmasım amaçlardı. Cuma günü, bütün hayvanlar, kıyametin kopacağı anda kulak kesilirler. Bu itibarla insanların da o anın dehşetini hatırlamaları ve korku içinde olmaları uygun olur. [78]
Okuyucu, "Sebbih isme rabbike'l-a'lâ"ya geldiği zaman, "Sübhâne Rabbiye'1-a'Iâ" der.
Kim, "Eleysallahu bi ahkemi't-hâkimîn" âyetim okursa, "Belâ ve ene alâ zâlike mine'ş-şahidin" desin.
Kim, "Eleyse zâlike bi kadirin alâ en yuhyiye'l-mevtâ" âyetim okursa, "Amenna billah" desin. Bunun, Kur'ân'a ve Allah'a karşı gösterilmesi gereken âdâbdan olduğunda şüphe yoktur. [79]
Kişi, rükû etmek istediğinde ellerini omuz ya da kulak hizasına kadar kaldırır. Başını rükûdan kaldırırken de aynısını yapar. Bu hareketi secde esnasında yapmaz.
Bence bunun sırrı şudur: Ellerin kaldırılması bir saygı ifadesidir; nefsi, namazla bağdaşmayan meşgalelerin terki ve Rab Teâlâ ile münâcâtta bulunma haline geçme konusunda uyarıcı Özellik taşır. Dolayısıyla tazim ifade eden her üç fiilin[80] de başlangıcında meşru kılınmış, bununla nefsin, bu fiillerden beklenen amacın oluşması için tekrar tekrar uyarılması amaçlanmıştır. Bu, Rasûlullah (s.a.) tarafından bazen yapılıp bazen terkedilen fiillerindendir. Dolayısıyla hepsi de sünnettir. Her birini sahabeden bir cemaat almış, tabiîn ve daha sonraki nesiller boyunca durum aynı şekilde devam edegelmiştir. Bu konu Medine ve Küfe ekollerinin ihtilâf ettikleri konulardan biridir. Her bir ekolün sağlam delilleri ve dayanakları vardır.
Kanaatimce bunların hepsi sünnettir. Benzeri bir örnek de vitrin bir rekat mı, yoksa üç rekat mı olduğudur. Rasûlullah'a (s.a.) ref edilen bir şey, bence ref edilmeyenden (merfû olmayandan) daha değerlidir. Zira merfû hadisler daha çok ve daha sağlamdır.
Durum böyle olmakla birlikte, bu gibi konularda insanın memleketinde bulunan halkı, kendisi aleyhine kışkırtıcı davranışlara girmesi uygun olmaz. Rasûlullah'ın (s.a.), Hz. Âişe'ye, Ka'be'yi Hz. İbrahim'in attığı eski temelleri üzerine yeniden bina etme hakkındaki düşüncesini açarak, "Eğer kavminin cahiliye dönemi ile ilgili olan anıları henüz taze olmasaydı, Ka'be'yi yıkardım.[81] buyurması, bu mananın bir ifadesi olmaktadır.
İbn Mes'ûd'un, son zamanlarda yer etmiş sünnetin ellerin kaldırılmasının terki olduğunu zannetmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü o, namazın organların vakur bir halde olması, hareketten kesilmesi esası üzerine kurulduğu düşüncesinin etkisi altında kalmıştır; ve bu yüzden elleri kaldırmanın, bir tür saygı ifadesi olduğu, bu yüzden de namaza ellerin kaldırarak başlandığı, keza nefsin, Allah'tan başka herşeyi geri atmak anlamına gelecek bir davranışla her fiil başlangıcında uyarılması gereğinin namazla ilgili esaslardan biri olduğu, bunun da matlup bir şey olduğu dikkatinden kaçmış olmalıdır. [82]
Allah'u a'lem!
"Bunu, yani elleri kaldırmayı secdede yapmaz." sözüne gelince, derim ki: Kavme, rükû ile secde arasını ayırmak için meşru kılınmıştır. Dolayısıyla kavme anında ellerin kaldırılması secde için ellerin kaldırılması anlamına gelmektedir ve fiilin tekrarlanmasına gerek yoktur.
Başını her indirişinde ve kaldırışında, daha önce zikrettiğimiz uyarı manası taşıması ve cemaatin duyup intikâl etmelerinin sağlanması için tekbir alır. [83]
Rükû halinde iken, el ayalarını dizkapaklan üzerine koyar ve parmaklarını kavrıyor gibi aşağısına doğru salar, dirseklerini böğründen uzak, belini düz tutar, başını ne yukarı kaldırır ne de öne eğer; normal durur.
Rükû halinde iken şu zikirlerden birini okur:
1."Sübhâneke allahümme rabbenâ ve bihamdike, allahümme
Manası: Allahım, seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim, seni överim, sana hamd ederim, Allahım, beni bağışla.
Bu zikri okuması halinde, "Rabbini hamd ile teşbih et ve O'ndan mağfiret dile![84] âyetiyle amel etmiş olur.
2. "Sübbûhun, kuddûsun, rabbunâ ve rabbu'l-melâiketi ve'rrûh. [85]
Manası: Münezzehsin! Mukaddessin! Bizim Rabbimiz, meleklerin ve Ruhun Rabbisin!
3. Üç defa "Sübhâne rabbiye'l-azîm".
Manası: Yüce olan Rabbim, her türlü noksanlıklardan münezzehtir.
4. "Allahümme raka'tu, ve bike âmentu, ve leke eslemtu, ha-şa'a leke semt ve basarı ve muhhl ve azmi ve asabi."
Manası; Allahım, sana rükû ettim, sana inandım, sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, iliğim, kemiğim, sinirlerim her şeyim sana boyun eğmiştir.
Kavme, iyice doğrulması, omurga kemiklerinden her birinin iyice yerine oturması ve ellerini kaldırması şekliyle olur. Bu halde iken şu zikirleri okur:
1. "Semi'allahu limen hamideh".
Manası: Allah, kendisine hamd edeni İşitir.
2. "Allahümme rabbenâ leke'l-hamdu hamden kesîratı tayyi-ben mübâreken fîh.
Manası: Allahım, sayısız, pak ve kutsal övgüler sana mahsustur.
Buna şu ziyade de gelmiştir: "Mil'e's-semâvâti ve mü'e'l-ardı ve mil'e mâ şi'te min şey'in ba'du.
Manası: Gökler ve yer dolusu, senin dilediğin şey dolusu övgü sana mahsustur.
Bir rivayette şu ziyade vardır: "Ehle's-senâi ve'l-mecdi, ehakku mâ kâle'l-abdu, ve küllünâ leke abdun, Allahümme lâ mâni'a limâ a'tayte, velâ mu'tıye limâ mena'te, velâ yenfe'u ze'l-ceddi min-ke'l-ceddu.
Manası: Ey övgülere lâyık, şanı yüce Rabbimiz! Kulun ki hepimiz senin kullarınızız söyleyebileceği en lâyık söz şudur: Allahım, senin verdiğini engelleyecek, engellediğini verecek yoktur. Hiçbir varlık sahibine, sana karşı varlığı fayda vermez.[86]
3. "Allahümme tahhirnî bi's-selci ve'l-bered ve'l-mâi'l-bârid, Allahümme tahhirnî mine'z-zünûbi ve'l-hatâyâ kemâ yünakkâ's-sevbu'l-ebyad mine'd-denes."
Manası: Allahım, beni kar, dolu ve soğuk suyla pakla. Allahım, beni günah ve hatalardan, beyaz elbisenin kirden arındırıldığı gibi arındır. [87]
Sabah namazında kunut okunması konusunda hadisler, sahabe ve tabiîn kavilleri farklılık arzetmektedir. Bence kunut okunmasıyla, okunmaması aynıdır. Sadece büyük olaylar sırasında kunut okuyan ya da içinden rükûdan önce birkaç kelimelik ku-nutta bulunan, bence daha iyi yapıyordur. Çünkü hadisler, Rasû-lullah'm (s.a.), Ri'l ve Zikvân[88] kabilelerine bir süre beddua okuduğunu, sonra ise bunu terkettiğini göstermektedir. Bu, her ne kadar kunut okumanın mutlak surette neshedildiğini göstermezse de, onun yerleşik bir sünnet olmadığına da işaret eder.
Yahut şöyle deriz: Kunut, düzenli olarak ifa edilmesi gereken bir görev değildir. Sahâbînin (yani Ebû Mâlik el-Eşca'î'nin) görüşü de budur; yani bunda devamlı olunmamasıdır. Rasûlullah (s.a.) ve halifeleri, başlarına bir olay geldiği zaman rükûdan önce ya da sonra müslümanlara hayır dua, kâfirlere de bedduada bulunurlar, kunutu tümden terketmezlerdi. Yani fevkalâde olaylar anında kunut olmadığını söyleyen bir görüş yoktur. [89]
Secdeye giderken ellerinden önce dizlerini yere koyar, kollarını köpeklerin yayışı gibi yaymaz, ellerini böğründen uzak tutar ve koltuk altı görünecek şekilde durur, ayak parmaklarını kıbleye bakacak şekilde tutar.
Secde halinde iken şu zikirleri okuyabilir:
1. Üç defa "Sübhâne rabbiye'l-a'lâ."
Manası: Yüce olan Rabbim, her türlü noksanlıklardan münezzehtir.
2. "Sübhâneke Allahümme Rabbena ve bi hamdike, Allahümme 'ğfir lî."
Manası: Allahım, seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim, seni överim, sana hamd ederim, Allahım, beni bağışla!
3. "Allahümme leke secedtü ve bike âmentu ve leke eslemtu, secede vechî lillezî halekahû ve savverahû ve şakka sem'ahû ve basarahû, fe tebârekallahu ahsene'l-hâlikîn."
Manası: Allahım, sana secde ettim, sana iman ettim ve sana teslim oldum. Yüzüm, yaratanına, kendisine şekil verene, kulağını, gözünü açana secde etti. En güzel yaratıcının şanı ne yücedir.
4. "Sübbûhun kuddûsun rabbunâ ve Rabbu'l-melâiketu ve'r-rûh."
Manası: Münezzehsin! Mukaddessin! Bizim Rabbimiz, meleklerin ve Ruhun Rabbisin!
5. "Allahümme 'ğfir lî zenbî küllehû dikkahû ve cillehû ve evvelehû ve âhirahû ve alâniyetehû ve sırrahû."
Manası: Allahım, günahımın hepsini, küçüğünü büyüğünü, ev-veiini âhirini, aşikârını gizlisini bana bağışla.
6. "Allahümme innî eûzü bi rızâke min sehatike ve bi muâfâtike min ukûbetike ve eûzü bike minke lâ uhsî senden aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsike."
Manası: Allahım, ben gazabından rızana, ukubetinden affına sığınırım, senden yine sana sığınırım. Ben seni layıkıyla övmekten acizim; sen, kendini Övdüğün gibisin.
Rasûlullah'ın (s.a.) bir hadisinde, "Çok secde etmek suretiyle kendin için bana yardımcı [90]buyurması şunun içindir: Secde, tazimin en son haddidir, mü'minin mi'racıdır, insanın melekî yönünün hayvani yönün baskısından kurtulduğu andır; nefsini ilâhî rahmet deryasına garketmesini becerebilen kimse, elbette ki pek çok hayrın kaynağına inmiş demektir.
Rasûîullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde ümmetimin secdeden alınları sakarlı, ab-destten organları sekirli olacaktır.[91]
Derim ki: Misâl âlemi, ruhlarla onların kalıpları arasındaki münasebet esası üzerine kuruludur. Nasıl ki oruç tutanların yeme içme ve cinsel ilişkiden men edilmeleri, orada ağızların ve cinsel organların mühürlenmesi şeklinde beliriyorsa, burada da durum Öyledir. [92]
İki secde arasında otururken, sol ayağı üzerine oturup, sağ ayağım diker, el ayalarını dizkapakları üzerine koyar.
Bu sırada şu zikri okur: "Allahümme 'ğfir lî, ve'rhamnî, ve'hdinî ve âfinı ve'rzuknî."
Manası: Allahım, beni bağışla, bana acı, beni doğru yola ilet, ba-1" na afiyet ver ve beni nzıklandır. [93]
Secde sonrasında, sağ ayağını diker, sol ayağı üzerine oturur. Son oturuşta, sol ayağını öne çıkarıp, diğerini dikeceği ve kıçı üzerine oturacağı rivayet edilmiştir. Ellerini dizkapakları üzerine koyar. Yine sol eliyle dizkapağını tutacağı, (sağ eliyle de) üç parmağını ve başparmağı halka edip, şehadet parmağıyla işarette bulunacağı varid olmuştur. İkisini (yani serçe parmakla yüzük parmağını) kapatıp, orta parmakla başparmağı halka yapacağı da rivayet edilmiştir.
Parmağın kaldrnlmasındaki hikmet, tevhide işaret oluşudur. Böylece söz ve fiil birbirini teyit edecek, mana, duyularla da algılanabilir şekilde temessül edecektir.
"Ebû Hanîfe'nin (r.a.) mezhebi, şehadet parmağıyla işarette bulunmanın terki şeklindedir" diyen kimse, hata etmiş olur ve kendisini ne rivayet ne de dirayet (aklî delil) destekler. Bunu İbn Hüraam söylemiştir. Evet, İmam Muhammed bunu Asıl adlı eserinde zikretmemiştir. Fakat Muvatta'da[94] zikretmiştir. Bazılarının, "Zâhiru'l-mezheb'de buna dair bir işaret yoktur," sözümüzle, "Zâhiru'l-mezheb böyle değildir," sözümüz arasını ayıramadıklarını gördüm. Bilgisizliğin ve taassubun zararları sayılamayacak kadar çoktur. [95]
Tahiyyât duası hakkında farklı rivayetler gelmiştir. Bunlar içerisinde en sahihi İbn Mes'ûd yoluyla gelen teşehhüddür. [96] Sonra sırayla İbn Abbâs ve Hz. Ömer yoluyla olan teşehhüdler gelir. Bunlar ahrufu'l-Kur'ân gibidir ve hepsi de sahih ve yeterlidir.
En sahih salât ve selâm ise şudur:
"Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrahîme ve alâ âl-i ibrahim, inneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ bârekte alâ Ibrâhîme ve alâ âl-i ibrahim inneke hamîdun mecîd. Ve Allahümme salli alâ Muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyetihî, kemâ salleyte alâ âl-i ibrahim, ve bârik alâ Muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyetihî, kemâ bârekte alâ İbrahim, inneke hamîdun mecîd."
Manası: Allahım, Muhammed'e ve Muhammed ailesine İbrahim'e ve ibrahim ailesine salât ve selâm ettiğin gibi salât ve selâm eyle! Çünkü sen Hamîd'sin, Mecid'sin. Allahim, Muhammed'e ve Muhammed ailesine İbrahim'e ve İbrahim ailesine ihsan buyurduğun bereket gibi bereket ihsan eyle! Çünkü sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. Allahım, Muhammed'e, zevcelerine ve zürriyetine İbrahim ailesine salât ve selâm ettiğin gibi salât ve selâm eyle! Allahım, Muhammed'e, zevcelerine ve zürriyetine İbrahim ailesine ihsan buyurduğun bereket gibi bereket ihsan eyle! Çünkü sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. [97]
Teşehhüd esnasında şu duaların okunabileceği rivayet olunmuştur:
1. Allahümme, innî eûzü bike min azâbi cehennem ve eûzü bike min azâbi'l-kabr ve eûzü bike min şerri'l-mesîhi'd-deccâl ve eûzü bike min fîtneti'l-mahya ve'l-memât.
Manası: Allahım, cehennem azabından sana sığınırım, kabir azabından sana sığınırım, mesîh-deccâl şerrinden sana sığınırım, hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım.
2. Allahümme, innî zalemtu nefsi zulmen kesirsin, velâ yağfi-ru'z-zünûbe illâ ente, fağfir lî mağfireten min 'ındike ve'rhamnî, inneke ente'l-ğafûru'r-rahîm.
Manası: Allahım, ben nefsime karşı çok zulüm işledim, günahları senden başka kimse bağışlayamaz, beni katından bir mağfiretle bağışla ve bana acı, şüphesiz ki sen çok bağışlayan ve çok acıyansın,
3. Allahümme 'ğfir lî mâ kaddemtu ve mâ ahhartu ve mâ es-rartu ve mâ a'lentu ve mâ esraftu ve mâ ente a'lemu bihî minnî, ente'l-mukaddim, ente'l-muahhir, lâ ilahe illâ ente."
Manası: Allahım, işlediğim, işleyeceğim, açıktan işlediğim, gizli işlediğim, haddi aştığım, senin benden daha iyi bildiğin her türlü günahlarımı affet. Her şeyîn başı da sonu da sensin, senden başka tanırı yoktur. [98]
Namaz bittikten sonra şöyle zikreder: Üç defa "Estağfirul-lah" der ve devamla şunları söyler: "Allahümme ente's-selâmu ve minke's-selâm tebârekte yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm, lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerike leh, lu'l-mülku ve lehu'l-hamdu ve hüve alâ külli şey'in kadir, Allahümme lâ mâni'a Uma a'tayte, velâ mu'tıye limâ mena'te, velâ yenfe'u ze'l-ceddi minke'l-ceddu. Lâ İlahe illallah ve lâ na'budu illâ iyyâh, velehû'n-ni'metu velehû'l-fadlu velehû's-senâu'l-hasen, lâ ilahe illallah muhlisine lehû'd-dîn velev kerihe'l-kâfirûn, Allahümme innî eûzü bike mine'l-cübn ve eûzü bike mi-ne'l-buhl ve eûzü bike min erzeli'l-umr ve eûzü bike min fitneti'd-dünyâ ve azâbi'l-kabr."
Manası: Allahım selâm sensin ve güvenlik ancak sendendir, ey ikram ve izzet sahibi Allahım, Senin şanın yücedir, Allah'tan başka tanrı yoktur, O'nun ortağın yoktur, mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur, O her şeye kadirdir. Allahım, senin verdiğini engelleyecek, engellediğini verecek yoktur. Hiçbir varlık sahibine, sana karşı varlığı fayda vermez. Allah'tan başka tanrı yoktur, ancak O'na ibadet ederiz, nimet O'nundur, üstünlük O'na aittir, güzel Övgüler sadece O'na mahsustur. Allah'tan başka tanrı yoktur. Kâfirler hoşlanmasa da biz ihlâs ile O'na kulluk ederiz. Allahım, korkaklıktan sana sığınırım, cimrilikten sana sığınırım, elden ayaktan kesilmekten (erzel-i ömr) sana sığınırım, dünya fitnesinden ve kabir azabından sana sığınırım.
Sonra otuz üç defa "Sübhânallah", otuz üç defa "el-Hamdu-lillah", otuz dört defa "Allahu ekber" der. Bir başka rivayette bunlardan her birinden otuz üçer defa, yüzüncüde de, "Lâ ilahe illallah vahdehû lâ şerike leh..." der. Başka bir rivayette, bunlardan her birinden yirmi beşer defa, dördüncü olarak da "Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerîkeleh..." diyeceği belirtilmiştir. Bir başka rivayette, her namazın arkasında on kere "Sübhânallah", on kere "el-Hamdulillah", on kere "Allahu ekber" diyecekleri, bir başkasında her birinden yüz defa diyecekleri... rivayet edilmiştir. Bu sözü edilen dua ve zikirler, ahrufu'l-Kur'ân mesabesindedir. Onlardan herhangi birini okuyan kimse vaad olunan sevabı kazanır. [99]
En uygun olanı, bu zikirlerin revâtip sünnetlerden önce yapılmasıdır. Zira bazı zikirlerde buna açıkça delâlet eden unsurlar bulunmaktadır. Meselâ şu örneklerde olduğu gibi: "Kim, akşam ve sabah namazlarından ayrılmadan, ayaklarını namaz kıldığı yerden oynatmadan 'Lâ ilahe illallah...' derse..." İlgili bir hadisi rivayet eden râvî de şöyle demiştir: "Namazından selâm verip çıktığında yüksek sesiyle 'Lâ ilahe illallah...' derdi..."
Ibn Abbâs (r.a.) da şöyle demiştir: "Ben, Rasûlullah'ın (s.a.) namazının bitişini tekbirden anlardım."
Bazı rivayetlerde de buna zahir delâlet bulunmaktadır. "Her namazın arkasından" ifadesinde olduğu gibi.
Hz. Âişe'nin (r.a.), "Selâm verdiği zaman ancak 'Allahümme ente's-selâm' diyecek kadar otururdu," sözüne gelince, bu çeşitli anlamlara gelebilir:
i. Namaz halindeki oturuşu ancak bu kadar sürerdi, sonra cemaati sağına veya soluna ya da karşısına alarak yerinden dönersözü edilen zikirleri öyle okurdu; bununla da okunan zikirle-Namazdan olduğunun sanılmasını önlemeyi amaçlardı.
ii Rasûlullah (s.a.), bu kelime haricindeki diğer zikirleri ara sıra terkederdi ve böylece onların farz olmadığını öğretmek isterdi. Hz Âişe'nin (r.a.) ifadesindeki "kâne idi" sözcüğü, bu fiilin bir ya da iki kere değil, çokça yapıldığım, devamlılığın da olmadığını gerektirir. [100]
Revâtip sünnetlerde asıl olan, onların evde kılınmasıdır. Bunun hikmeti de, farz ile nafile olan sünnetler arasında ayrı cinsten bir fasılanın bulunması, bu fasılanın da dikkate alınabilir, ilk bakışta farkedilebilir türden olmasıdır. Farz namazdan sonra iki rekat nafile kılmak isteyen birine Hz. Ömer'in (r.a.), "Otur, çünkü ehl-i kitap, sadece namazları arasında bir fasıla olmaması yüzün den helak olmuştur." demesi üzerine Rasûlullah'ın (s.a.), "Ey Hattâb oğlu! Allah seni isabet ettirdi.[101] demesi, ayrıca, "Onları evlerinizde kılınız. [102] buyurması, bu hususun ifadesidir. [103]
Namaz, organların huşu içerisinde, kalbin huzur ve sükûn halinde olması; dilin, zikir ve Kur'ân'a hasrolunup, dışında her türlü lakırdıdan uzak tutulması esası üzerine kuruludur. Dolayısıyla huşûa ters düşen her fiil ve davranış, zikir olmayan her söz namaz ile asla bağdaşmaz; namazın tamam olabilmesi ancak onların terkine, onlardan geri durmaya ve dili tutmaya bağlıdır. Ancak namazla bağdaşmayan şeyler hep aynı düzeyde değildir. Her noksanlık, namazı tümden bozucu özellik taşımaz. Namazı tümden bozan şeylerle, öyle olmayıp onu kısmen noksan hale getiren şeylerin ayrılması, bizzat Sâri' Teâlâ'nın belirlemesine bırakılmış bir konudur. Bu konuda fukahâya ait çok söz vardır. Konuyla ilgili sahih hadisleri, onların sözlerine uygulamak zordur. Bu konuda hadislere en uygun düşen mezhep, en geniş olanıdır. [104]
Hiç şüphe yoktur ki, çok kabul edilen fiil ki onunla meclis değişmiş sayılır, keza çok sayılan söz, namazı noksanlaştiran, onun kemalini gideren bir şeydir.
Rasûlullah'ın (s.a.), "Şüphesiz bu namazda, insan kelâmı etmek uygun olmaz; o sadece teşbih, tekbir ve Kur'ân kıraatinden ibarettir.[105]buyurması, namazda iken kendisine selâm verenlere cevap vermemesini "Şüphesiz ki namazda meşguliyet vardır. [106] diye izah etmesi, secde edeceği yeri eliyle düzelten birine, "Eğer mutlaka yapacaksan, bari bir defa yap.[107] buyurması, elleri böğüre koymayı yasaklaması ve bunun cehennem ehlinin istirahat şekli olduğunu ifade etmesi[108] yani bu şeklin musibete duçar olmuş, şaşkın, ne yaptığını bilmeyen kimselerin hareketi olduğunu belirtmesi, sağa sola bakmayı yasaklaması ve bu konuda, "Bu, şeytanın, kulun namazından çalmasıdır. [109] buyurması konuyla ilgili örneklerdir ve bunlar namazı kemâl halinden çıkaran, onu noksanlaştıran şeylerdir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden birine esneme geldiği zaman, mümkün mertebe kendisini tutsun; çünkü şeytan onun ağzına girer. [110]
Bence bu hadisiyle Rasûlullah (s.a.), esnemenin, ağıza sinek ve benzeri şeylerin kaçmasına sebep olabileceğine, bunun da zihni meşgul edip, kişinin kendisini namaza vermesini engelleyeceğine dikkat çekmiştir.
Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: [111]
"Sizden biri, namaza kalktığı zaman çakıl vb. şeylerle oynamasın; çünkü ona rahmet inmektedir. [112]
"Allah Teâlâ, namazda iken sağa sola bakmadıkça kuta yönelik olur. Kul, sağa sola bakınca artık ondan yüz çevirir. [113]
Namazda iken, Allah'ın kula icabette bulunduğunu belirten rivayet de böyledir.
Derim ki: Bu hadis, Hak Teâlâ'nm cömertlik ve kerem kapısının herkes için genel ve açık olduğuna, nefislerin, cibillî ya da kesbî kabiliyetleriyle ondan istifade konusunda aralarında farklılık gösterdiğine, kulun Allah'a teveccüh etmesi halinde O'nun cömertlik ve kereminden kendisi için bir kapı açılacağına, yüz çevirmesi halinde ise mahrum kalacağına, hatta yüz çevirmesi sebebiyle cezayı bile hakedeceğine delildir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Namazda iken aksırmak, uyuklamak, esnemek, hayız görmeye başlamak, kusmak ve burun kanamak şeytandandır.[114]
Bence Rasûlullah (s.a.), bu sözleriyle, sözü edilen şeylerin namazın taşıdığı manayla bağdaşmayacağını ifade etmektedir.
Birinciye yani çok sayılacak fiile gelince, Rasûlullah (s.a.) namazda iken, hükmü beyan için bazı şeyler yapmış, bazı şeyler karşısında sesini çıkarmamıştır (takrîr). Dolayısıyla bu ve daha aşağı derecede olan fiil ve davranışlar namazı bozmayacaktır. [115]
İstikra (araştırma) sonucu elde edilen sonuca göre, az söz ve fiil namazı bozmamaktadır. Sözlere örnek: "Sana Allah lanet etsin! Yerhamukellah! Anan sana yansın! Niye bana öyle bakıyorsunuz?" gibi sözlerdir. Az fiile örnek: Çocuğu (secdeye giderken) omuzundan yere indirmesi ve geri omuzuna koyması, ayakları oğması, kapıyı açması, az yürüme, minberde iken, minberin dibinde yere secde etmiş olmak için minberden inmek, imamın yerinden arka safa geri çekilmek, ön taraftaki kapıya doğru onu açmak için ilerlemek, Allah korkusuyla ağlamak, anlaşılır işaretlerde bulunmak, yılan ve akrep öldürmek, boyunu döndürmeden sağa ve sola bakmak... gibi şeylerdir; bunlar namazı bozmaz.
Bedenine ya da elbisesine pislik bulaşması halinde, eğer bu kendi fiiliyle olmamışsa ya da bulaştığını bilmiyor ise, namazı bozulmaz.
İşin gerçeğini en iyi Allah bilir! [116]
Rasûlullah (s.a.), insanın namazında bir kusuru bulunması halinde, eksiğini telafi edebilmesi için iki secde yapmasını sünnet kılmıştır. Bu, bir bakıma kazaya, bir bakıma da keffârete benzemektedir. [117]
Nass ile belirlenen sehiv secdesi yapılacak yerler dörttür:
1. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri namazında şüphe eder ve üç mü ya da dört mü kıldığını bilemezse, şüpheyi atsın ve hangisi kesin ise onun üzerine bina etsin, sonra da selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş rekat kılmış ise, bu iki secde ile onu çiftlemiş olur, eğer dört rekatı tamamlamış olmak için kıldıysa, bu iki secde şeytanı çatlatmak için yapılmış olur.[118]Yani ziyade bir hayır olur.
Rükû ve secde hakkında meydana gelen şüpheler de bunun gibidir.
2. Rasûlullah (s.a.), birinde Öğle namazını beş rekat kılmış ve selâm verdikten sonra iki secde yapmıştır. [119]
Rükünlerde ziyade yapmak, rekat sayısındaki ziyadelik gibidir.
3. Rasûlullah (s.a.), iki rekatta selâm vermiş, durum kendisine söylenince kalkmış ve kalanını kılmış, sonra da iki secde yapmıştır. Daha bir rekat varken selâm verdiği de rivayet edilmiştir. [120]
Kasden yapılması halinde, namazı bozacak olan şeylerin sehven yapılması bu hükümdedir.
4. Rasûlullah (s.a.) ikinci rekat sonunda oturmamış, kalkmıştı. Bu durumda iken namazı tamamlamış ve selâm vermeden önce iki secde yapmıştı.
Oturuşta, teşehhüdün terki de bu manadadır.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İmam, iki rekat sonunda kalkarsa, eğer tam doğrulmadan önce hatırlarsa, otursun. Tam doğrulmuşsa, oturmasın ve sehiv secdesi yapsın.[121]
Perim ki: Bu böyledir, çünkü kalktığında, artık oturma zamanı geçinir. Dönmesi halinde namazının bâtıl olacağına hükmetmem. Hacub, Sorulmaya yakın halde bulunan, fakat henüz doğrulmayan kimsenin öğünlüğün görüşü aksine oturması gerektiğine dair delildir. [122]
Rasûlullah (s.a.), içinde secde edilmesi emri içeren veya secde edenlerin sevabını, yüz çevirenlerin de azabını beyan eden âyetlerin okunması halinde, Allah Teâlâ'nın kelâmına saygı ifadesi olmak üzere secde edilmesini sünnet kılmıştır. Meleklerin Hz. Adem'e secde etmeleri emri bulunan âyet, secde âyetlerinden değildir. Çünkü tilâvet secdesinde söz konusu olan husus, Allah'a secdedir. [123]
Tilâvet secdesi yapılması istenen âyetler, on dört ya da on beş tanedir. Hz. Ömer (r.a.), minber üzerinde iken bunların müstehap olduğunu, vacip olmadığını açıklamış, dinleyicilerden hiçbir kimse itiraz etmemiş, onun dediğini kabul etmişlerdir.
Rasûlullah'ın (s.a.) Necm sûresini okurken secde ettiğini, beraberinde müslümanların, müşriklerin, cin ve insan herkesin secde ettiğini belirten hadisin tevili bence şöyledir: Sözü edilen vakitte Hak, son derece açık bir şekilde ortaya çıkmıştı, herkesin teslim olmak ve boyun eğmekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu. O hal geçip de herkes kendi tabiî haline dönünce, küfreden küfrüne, müslüman olan da müslümanlığına devam etti. Kureyş'ten yaşlı biri, kalbinin iyice mühürlü olması sebebiyle bu ilâhî havaya girmemiş, secde etmemiş, ancak bir avuç toprak alarak alnına götürmüştü. Bu yüzden onun dünyada iken azaplandınlması kararlaştırılmış ve Bedir'de öldürülmüştü. [124]
1. "Secede vechî lillezî halekahû ve şakka sem'ahû ve basarahû bi havlihî ve kuvvetihî."
Manası: Yüzüm, kendisini yaratana, güç ve kudretiyle kulağını ve gözünü açana secde etmiştir.
2. "Allahümme, uktub ti bihâ 'ındeke ecran, ve da' annî bihâ vizran, ve'calhâ lî 'ındeke zühran ve tekabbelhâ minnî kemâ tekabbeltehâ rain 'abdike Dâvûd,
Manası: Allahım, bu yüzden bana katından sevap yaz, benim günahımı bağışla, onu benim için katından azık kıl, ve onu benden kulun Davud'dan kabul ettiğin gibi kabul eyle. [125]
Şeriatlarda, kulların maslahatına yönelik olarak tecellî eden ilâhî rahmet, onlar için gerekli olan şeylerin beyan edilmesini, taa-tin tam anlamıyla nasıl fayda verebileceğinin açıklanmasını gerekli kılar. Böylece her insanın yeterince nasiplenebilmesi temin edilir; tabiî ihtiyaçlarını ve geçimlerini karşılamakla meşgul olan insanlar, behemehal yapılması gereken aslî yükümlülüklere yönelirler, boş olanlar da nefislerini terbiye etmek, olgunlaşmak ve âhiretlerini tam anlamıyla mamur etmek için uğraşırlar. İşte, teşrîde hep ön plânda tutulan bu ilke gereği, insanların nafile olarak kılabilecekleri namazların beyan edilmesi, uygun sebep ve vakitlerinin belirlenmesi gerekmiştir. Bununla yetinilmemiş, bu namazların kılınmasına yönelik teşvikler getirilmiş, faydaları açıklanmış, namaz kılınması yasak olan vakitler dışında, revâtip olarak belirlenmemiş namazların da kılınmasına insanlar özendirilmeye çalışılmıştır.
Bu meyanda şeriat, bağlayıcı olmaksızın bazı namazların kılınmasını istemiştir. Bunları aşağıda sırayla ele alacağız. [126]
Teşvik edilen bu namazların başında sünnet namazlar gelir. Bu namazların sünnet oluşunun sebebi şudur: Dünya meşgaleleri, insana Allah'ı unutturur, farz olarak kılınan namazlar ve bu esnada okunan zikirler üzerinde düşünülmesini engeller, tâatlerden elde edilmek istenilen faydanın hasıl olmasını önler. Çünkü bu meşgaleler, insanın hayvani yönünü güçlendirir, kalbi katılaştırır, melekî yönünü ise zayıflatır. Bu durumda, henüz farza başlanmadan, kalbin bu tür meşgalelerden arındırılmasını ve pasının giderilmesini sağlayacak bir vasıtanın konulması gerekmiş, böylece farz ibadetlere hazır bir kalp ile girilmesi, kişinin kendisini ona verebilmesi amaçlanmıştır. İnsan çoğu zaman kıldığı namazdan yeterince istifade edememektedir. Nitekim Rasûlullah (s.a.), "Nice namaz kılanlar vardır ki, namazlarından nasipleri ancak yarısı, üçte biri, dörtte biridir.[127] sözüyle buna işarette bulunmuştur. Bu durumda, namazdan beklenen maksadın ikmal edilebilmesi için farz namazın (önünde) ve sonunda nafile olarak namaz konulması gerekli olmuştur. [128]
Bu namazların en güçlü olanı, vakitlere dağıtılmış olarak kılınması istenilen on ya da on iki rekattir. Rasûlullah (s.a.), namaza aslî namaz rekatları sayısınca ilavede bulunmak istemişti. Aslî sayı on birdi. Kılınacak namazlar ikişer ikişer kılınacaktı. Bu sebeple iki sayıdan (yani on ya da on iki) birini seçmesi gerekti.
Rasûlullah'm (s.a.) konuyla ilgili, "Kim bir gün ve gecede on iki rekat namaz kılarsa, cennette onun için bir ev bina edilir: Dört rekat öğleden önce, iki rekat öğleden sonra, iki rekat akşamdan sonra, iki rekat yatsıdan sonra, iki rekat sabah namazından önce. [129] hadisi, bu namazları kılan kimsenin, Allah'ın rahmetinden büyük bir pay alabileceğine işarettir. [130]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sabah namazının iki rekatı, dünyadan ve dünyada olan her şeyden hayırlıdır. [131]
Dünyadan daha hayırlı olmasının sebebi, dünyanın fani oluşu, nimetlerinin de zahmetsiz olmayışındandır. Namazın sevabı ise bakidir ve zahmetsizdir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim sabah namazını cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar oturur ve Allah'ı zikreder, sonra iki rekat (işrâk) namazı kılarsa, sanki bir hac ve umre yapmış gibi sevap kazanır. [132]
Bu hadiste sözü edilen, Rasûlullah (s.a.) tarafından her gün yapılan itİkaf olmaktadır. Daha önce itikânn faydalarından söz etmiştik. [133]
Rasûlullah (s.a.), öğle namazının dört rekat sünneti hakkında, "Onlar için gök kapıları açılır. [134] "O, öyle bir vakittir ki, o anda gök kapıları açılır. Ben, o vakitte benim için salih bir amelin yükselmesini çok isterim. [135]"Hiçbir şey yoktur ki o saatte teşbih etmesin." buyurmuştur.
Derim ki: Daha önce, vakitlerden münezzeh olan Yüce Allah'ın, belirli vakitlerde tecellîleri olduğunu, bazı vakitlerde ruhaniyetin yayıldığını belirtmiştik, o bahse bakınız. [136]
Büyük insan kalabalığı içinde aynı yerde, aynı vakitte cumaya benzer namaz olmaması için, cumadan sonra, mescidde kılan kimsenin dört, evde kılan kimsenin de iki rekat namaz kılması sünnettir. Çünkü bu (sünnetin camide kılınmaması), cahil halkın cemaatten kaçılıyormuş gibi ve benzeri vehimlere kapılmalarına yol açar. Rasûlullah'm (s.a.), bir namazın diğer namaza konuşma ya da namaz mahallinden çıkma olmaksızın ulanmamasını emretmesinin hikmeti de budur. [137]
İkindi namazından önce dört, akşam namazından sonra altı rekat namaz kılınmasının istendiği de rivayet edilmiştir.
Sabah namazından sonra sünnet namaz yoktur; çünkü sabah namazından sonra sünnet olan şey, namaz yerinde işrâk vaktine kadar oturmaktır. Dolayısıyla bununla maksat hasıl olmaktadır.
Üstelik sabah namazının farzından sonra nafile namazı kılınması, mecusilere benzeme kapısını açar. İkindi namazından sonra da, mecusilere benzememe gerekçesinden dolayı nafile kılınmaz. [138]
Teşvik edilen namazlardan biri de gece namazıdır. Gecenin sonu, zihnin meşgalelerden uzak olduğu, kalbin kendisini topladığı, sessizliğin etrafı bürüdüğü, insanların uyuduğu, riya ve insanın kendisini beğenmesi gibi hastalıklardan en uzak olunduğu bir andır. Taat için en uygun vakit ise, meşgalelerden uzak olunan ve gönlün tam anlamıyla yönelebileceği anlardır. Rasûlullah (s.a.), "(...) İnsanlar uykuda iken, geceleyin namaz kılın (selâmetle cennete girin)[139] buyururken, Allah Teâlâ da, "Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraate daha eluerişlidir. Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var. [140]buyurmakta ve bu hususa işarette bulunmaktadır.
Sonra bu vakit, ilâhî rahmetin indiği, Rabbin kula en yakın olduğu bir zamandır, ki bu hususu daha önce anlatmıştık. Öbür taraftan uykusuzluğun, hayvanı yönün zayıflatılmasmda acaip bir etkisi vardır; bir tür ilaç gibidir. Bu özelliği sebebiyledir ki, vahşî hayvanları eğitmek ve onlara av tutmalarını öğretmek isteyenler, maksatlarına ancak onları aç ve uykusuz bırakmak suretiyle ulaşabilmekte, insanlar bu yolu uygulayagelmektedirler. "Şüphesiz şu uykusuzluk, sıkıntıdır ve ağır gelir. [141] hadisinin anlamı da budur.
İşte bu yüzden gece (teheccüd) namazına fazlaca önem verilmiş, üzerinde daha çok durulmuştur. Bunun bir sonucu olarak da Rasûlullah (s.a.), onun üstünlüklerini açıklamış, âdâb ve zikirlerini beyan etmiştir. [142]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şeytan, sizden biriniz uyuduğunda, ensesi köküne üç düğüm atar; her düğümle birlikte, 'Senin üzerine haydi uzun gece ola!' diye vurur. O kimse uyanıp da Allah'ı zikrettiği zaman bir düğüm çözülür, abdest alırsa iki düğüm, namaz kılarsa bütün düğümler çözülür. Artık o kimse zinde ve gönlü rahat olarak sabahlar. Aksi takdirde nefsi pis, uyuşuk ve tembel olarak sabahı bulur.[143]
Derim ki: Şeytan, kişiye uykuyu tatlandırır ve uzun bir gecesi olduğu doğrultusunda ona vesvese verir. Onun bu vesvesesi çok etkin ve şiddetli olur ve onun etkisini ortadan kaldırmak, ancak uykuyu iyice giderecek, Allah'a teveccüh kapısını açacak büyük bir çaba sonucu sağlanabilir. Bu yüzden uyanınca, yüzü oguşturarak Allah'ı anmak, sonra abdest almak ve misvak kullanmak, sonra da kısa iki rekat namaz kılmak sünnet kılınmıştır. Daha sonra ise istediği kadar dua ve zikirde bulunabilir. Ben şahsen, sözü edilen bu üç düğümü tecrübe ettim, onların vuruluşunu ve etkisini, onun şeytandan olduğunu ve bu hadisi hatırlamama rağmen bizzat kendimde gördüm.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dünyada iken nice çeşit çeşit elbiselerle giyinik kimseler vardır ki, âkirette çıplaktırlar. [144]
Yani kendisi, nefsanî faziletlerden yoksun olduğu için, orada çıplak kalır.
Hadiste şöyle gelmiştir:
Bir gün Rasûlullah (s.a.), korkuyla uyandı, şöyle diyordu: "Sübhânallah! Bu gece ne hazineler, ne fitneler indirildi. Namaz kılmaları için odalardakileri (eşlerini kastediyor) kim uyandırır. [145]
Bence bu hadis, olayların, duyularla algılanacak şekilde meydana gelmeden önce, mana halinde temessül ettiğine ve yeryüzüne indiğine delildir. [146]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Rabbimiz tebâreke ve teâlâ gecenin son üçte biri kaldığında dünya semasına iner ve şöyle buyurur: Yok mudur bana dua eden, duasını kabul edeyim; yok mudur benden isteyen, istediğini vereyim; yok mudur benden af dileyen, onu affedeyim.[147]
Şöyle demişlerdir: Bu, nefislerin, geceleyin Allah'ın rahmetinin inişine hazır hale gelişinden kinayedir. Çünkü gönül huzurunu ortadan kaldıran sesler kesilir; kalp, kendisim meşgul eden meşgalelerden, riyadan uzak olur. Bence hadis, bu izah yanında, "inme" diye isimlendirebileceğimiz bir şeyin oluşunu da ifade etmektedir. Biz, kısmen bu manaya işaret etmiş bulunuyoruz. İşte bu iki sır sebebiyledir ki Rasûlullah (s.a.), "Rabbin, kula en yakın olduğu an, gecenin son anıdır. [148] buyurmuştur.
Yine o şöyle buyurmuştur:
"Gerçekten gecede öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kimse o saata rastlar da Allah'tan dünya ve âhiret işine dair bir hayır isterse, o istediğini Allah kendisine mutlaka verir. [149]
"Geceyi ihya etmeye bakın; çünkü bu, sizden önceki sâlihlerin yoludur. O, sizi Rabbinize yaklaştırıcı, günahlarınızı silici, kötülüklerden alıkoyucu bir kurbettir. [150]
Biz, daha önce günahların nasıl keffâret olunduğunu, kötülüklerden nasıl alıkonduğunu ve daha başka hususları anlatmıştık, oraya bakınız.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, temiz (abdestli) olarak yatağına girer, Allah'ı zikrede ede uykuya dalar da, gecenin bir saatinde kalkar ve Allah'tan dünya ya da âhiret hayrına dair bir şey isterse, Allah onu kendisine muhakkak verir. [151]
Hadisin manası bence şöyle: Kim, melekût âlemine benzer bir halde ve Allah'ın azametinden de korkarak uykuya dalarsa, gece uykuyla geçirdiği her an, uykuya başladığı an gibi işlem görür ve nefsi, Allah'ın mukarreb kullan arasında O'na dönmüş olur. [152]
Teheccüdün sünnetlerinden biri, kalktığında, abdest almadan önce Allah'ı zikretmesidir. Bu meyanda şu duaları okuyabileceği rivayet edilmiştir:
1. Allahümme leke'l-hamdü.[153]
Manası: Allahım, hamd sana mahsustur, gökleri, yeri ve ikisi arasında olan her şeyi tutan, idare eden sensin, övgü sadece sana mahsustur. Göklerin ve yerin, onlarda bulunanların nuru sensin, hamd ancak sana mahsustur. Göklerin, yerin ve ikisinde bulunan herşeyin hükümdarı sensin, hamd ancak sana mahsustur. Sen haksin, vaadin haktır, sana kavuşmak haktır, sözün haktır, cennet haktır, cehennem haktır, peygamberler haktır, Muhammed haktır, kıyamet haktır. Allahım, ben sana teslim oldum, sana inandım, sana güvendim, sana döndüm, senin bana verdiğin güçle mücadele ettim, anlaşmazlıklarımı sana havale ettim ve senin hükmüne razı oldum; gelmiş geçmiş, gizli aşikâr, senin benden daha iyi bildiğin bütün günahlarımı affet! Her şeyin başı ve sonu sensin, ilâh olarak ancak sen varsın, senden başka tanrı yoktur.
2.On defa "Allahu ekber", on defa "el-Hamdu lillah",on defa "Sübhâne'l-meliki'l-kuddûs", on defa "Estağfirullah", on defa "ha ilahe illallah" der, sonra da on defa şu duayı yapar: "Allahümme innî eûzü bike min dîkı'd-dünyâ ve diki yevmi'l-kıyâme."
Manası: Allahım, dünya sıkıntılarından ve âhiret gününün sıkıntılarından sana sığınırım.
3. "Lâ ilahe illâ ente sübâneke..."
Manası: Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Allahım seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih eder, her türlü kemâl sıfatlarıyla överim, günahımı affetmen için sana tevbe ederim, senin rahmetini isterim. Allahım, ilmimi artır, hidayet verdikten sonra kalbimi sapıtma ve bana katından bir rahmet bahşet; çünkü sen çok bahşedicisin.
4. Sûrenin sonuna kadar şu âyetlerin okunması: "înne fi hal-kı's-semâvâti ve'l-ardı va'htilâfi'l-leyli ve'n-nehâri le âyâtin li ulî'l-elbâb. [154]
Manası: Elbetteki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün yer değiştirişinde akıl sahipleri için büyük alâmetler vardır.
Sonra misvakla ağızını temizler, abdest alır ve vitir de dahil olmak üzere on bir ya da on üç rekat namaz kılar. [155]
Gece namazının âdabından biri de, Rasûlullah'ın (s.a.) namazın rükünlerinde sünnet olarak devamlı olarak okuduğu zikirlere müdavim olmak, her iki rekatta bir selâm vermek ve sonra elleri kaldırıp, "Ya Rabbi! Ya Rabbi!" diye başlayarak büyük bir huşu içerisinde yalvarıp yakarmaya başlamaktır.
Rasûlullah (s.a.) gece namazında şu duayı yapardı: "Allahümme ic'al fi kalbî nûran.
Manası: Allahım, kalbime nur, gözüme nur, kulağıma nur kıl; sağımdan nur, solumdan nur, üstümden nur, altımdan nur, önümden nur, arkamdan nur kıl; benim için bir nur kıl! [156]
Rasûlullah (s.a.) gece namazını çeşitli şekillerde kılmıştır ki, hepsi de sünnettir. Vitir, gece namazının esasını teşkil eder. Rasûlullah'ın (s.a.), "Şüphesiz Allah Teâlâ sizi bir namaz ile desteklemiştir; o vitirdir, onu yatsı ile fecir arasında kılınız." hadisinin ifade ettiği mana budur. Rasûlullah (s.a.), bu namazı tek olarak meşru kılmıştır. Çünkü tek, mübarek bir sayıdır. Hadiste şöyle gelmiştir: "Şüphesiz Allah tektir[157] bu itibarla ey ehl-i Kur'ân tek
yapın. [158]
Ne var ki Rasûlullah (s.a.), gece namazının ikamesine ancak ilâhî teyide mazhar olmuş kimselerin güç yetirebileceğini gördüğünden bunu herkese yönelik bir yükümlülük kılmadı ve vitir namazının gecenin ilk kısmında kılınmasına ruhsat verdi. Bununla birlikte gecenin son bölümünde kılınmasını da teşvik etti. Şu hadis bu manadadır:
"Kim, gecenin sonunda kalkamayacağından korkarsa, o vitri gecenin evvelinde kılsın; kim de gecenin sonunda kılabileceğini umuyorsa, o gecenin sonunda kılsın. Zira gece namazı şahitlidir, bu (yani gecenin son bölümünde kılınması) daha faziletlidir. [159]
Doğrusu vitir namazı sünnettir[160] ancak sünnetler içerisinde en güçlüsüdür. Hz. Ali, İbn Ömer ve Ubâde b. es-Sâmit[161] (r.a.), bunu böyle açıklamışlardır.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah, sizi bir namazla teyit etti ki, o sizin için kızıl develere[162] sahip olmaktan daha hayırlıdır. [163]
Derim ki: Bu, Allah Teâlâ'nın, kullar üzerine ancak kendilerine yeterli olacak kadarını farz kıldığını gösterir. Önce on bir rekat farz kılmış, sonra huzur halinde iken eklenen diğer rekatlarla (sayıyı on yediye) tamamlamıştır. Sonra daha ziyade istifade etmek ihtiyacı duyanları teyit etmek için Rasûlullah (s.a.), vitir namazını koymuştur. Çünkü o, kabiliyetli olanların daha çok sevap isteyeceklerini, dolayısıyla daha fazla namaza ihtiyaç duyduklarını görmüştür. Bunun sonucu olarak da, namaz rekatlarının asıl sayısınca yani on bir rekat ekleme yapmıştır. İbn Mes'ûd'un (r.a.), bedeviye, "Bu senin ve senin gibiler için değildir." derken kastettiği mana budur. [164]
Vitir namazında okunacak dualardan biri, Rasûlullah'ın (s.a.) Hasan b. Ali'ye Öğretmiş olduğu şu duadır. O bu duayı, vitrin ku-nutunda okurdu:
1. "Allahümme 'hdinî fîmen hedeyte..."
Manası: Allahım, beni hidayet ettiklerin arasında doğru yola ilet, beni afiyet verdiklerin arasında sağlık ve afiyet üzere kıl, işlerini üstlendiklerin arasında benim de işlerimi üstlen, bana verdiğin her şeyi hakkımda mübarek eyle, beni hükmettiğin şeylerin şerrinden koru; şüphesiz ki sen hükmedersin, ama hiçbir kimse sana hükmedemez. Senin dost edindiğin kimse hiç zillete düşmez, senin düşman ilan ettiğin kimse de hiçbir zaman izzet bulamaz. Ey Rabbimiz, senin şanın çok yücedir, sen her şeyden yücesin.
2. Yukarıdaki duanın sonunda şöyle der:
"Allahümme innî eûzü bi rızâke min sehatike ve bi muâfâtikemin ukûbetike ve eûzü bike minke lâ uhsî senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsike."
Manası: Allahım, ben gazabından rızana, ukubetinden affına sığınırım, senden yine sana sığınırım. Ben seni layıkıyla övmekten acizim; sen, kendini övdüğün gibisin.
3. Selâm verdiği zaman, üç defa "Sübâne'l-meliki'l-kuddûs" der, üçüncüsünde sesini yükseltir.
Rasûlullah (s.a.), vitri üç rekat kılması halinde , ilk rekatta "Sebbihi'sme rabbike'l-a'lâ" sûresini, ikinci rekatta "Kul yâ eyyühâ'l-kâfirûn" sûresini, üçüncü rekatte de İhlâs süresiyle Muavvizeteyn[165] sûrelerini okurdu. [166]
Nafile olarak kılınması istenen namazlardan biri de, Ramazan gecelerinin ihyasına yönelik olan teravih namazıdır. Bunun meşru kılınmasında hikmet şudur: Ramazandan maksat, müslü-manların m el e ki eşmelerini, onlara benzer bir hal almalarını sağlamaktır. Rasûlullah (s.a.), bunun için iki derece kılmıştır:
i. Avam derecesi: Bunun için ramazan orucunun tutulması ve farzların yerine getirilmesi yeterlidir.
ii. İhsan derecesi: Bunun için ramazan orucunun tutulması yanında gecelerinin de ihya edilmesi, dilin her türlü lakırdılardan tutulması, itikâfa girilmesi, son on günde daha büyük bir şevkle kişinin kendisini ibadete vermesi gerekmektedir. Rasûlullah (s.a.), ümmetinin tamamının ihsan derecesinin gereğini yerine getiremeyeceğini bildiğinden, herkesin kendi gücünce çaba göstermesini istemiş, herkesten aynı tavrı beklememiştir.
Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuştur:
"Yaptığınız şeye o kadar devam ettiniz ki, bunun size farz olacağından korktum. Eğer size farz kılınmış olsa, onu yapamazdınız. [167]
Bil ki: İbadetlerin, kullar üzerine farz kılınması için, onların nefislerinde yer edecek bir durumda olması gerekir. Bu teşri' ilkesinden hareketle Rasûlullah (s.a.), ümmetin ilk nesillerinin bu ibadeti itiyat edinmeleri ve nefislerinin ona iyice yatkın hal alması, ihmal göstermeleri halinde içlerinde bir eziklik hissetmeleri halinde yahut bunun dinin bir nişanesi halini alması durumunda bunun onlara farz kılınabileceği ve Kur'ân'ın bu doğrultuda bir hüküm indirebileceği, buna da sonraki nesillerin güç yetiremeyebileceği korkusuna kapılmıştır. O bu korkuya, teşri sırasında, rahmet-i ilâhîyi, insanların meleklere benzer bir hal almaları doğrultusunda yükümlü kılınmasını ister görmesi, onların da bu namaza en ufak bir ilgi göstermeleri ve nefislerinde yer edip, dört elle sarılmaları sonucunda hemen Kur'ân'ın inip, onu bağlayıcı bir emir haline dönüştürmesinin uzak bir ihtimal olmadığını görmesi sonucu kapılmıştı. Allah Teâlâ, onun bu firasetini doğrulamıştır. Zira ondan sonra gelen mü'minler kalplerine doğan ilhamla bu namaza dört elle sarılmışlardır. [168]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Ramazan gecelerini ihya ederse, geçmiş günahları affolunur.[169]
Çünkü kişi, bu dereceyi elde etmekle, melekleşmeyi ve günahların keffâret olunmasını gerektiren Allah'ın rahmet dalgalarına erişmiş olur. [170]
Sahabe ve daha sonra gelen nesiller, Ramazan gecelerinin ihyası konusunda üç yeni şey getirmişlerdir:
1.Mescidlerde toplanmışlar ve teravihi cemaat halinde kılmaya başlamışlardır. [171] Çünkü ibadetin topluca yapılması, avam-havas herkes için daha kolay gelmektedir.
2. Gecenin son bölümünde kılınan namazın şahitli olduğu geçer görüş olmakla birlikte, teravih namazı gecenin başında kılınır olmuştur. Aslında Hz. Ömer'in de işaret ettiği gibi geciktirilmesi daha sevaptır, bununla birlikte uygulama, kolaylık ilkesinin gereği olarak bu doğrultuda yerleşmiştir.
3.Yirmi rekat olarak yerleşmesi. Müslümanlar, Rasûlullah'ın (s.a.), ihsan mertebesinde olanlar için, sene boyunca kılınmak üzere on bir rekat namaz[172] koyduğunu görmüşlerdi. Bundan hareketle, bir müslümanın Ramazan ayında kendisini ibadete vermesi, melekleşmeye çalışması halinde kılacağı namazın, onun koyduğu miktarın iki katından daha az olmasının uygun olmayacağı hükmüne vardılar ve teravih namazını böylece yirmi rekat olarak belirledirler. [173]
Kılınması istenilen nafile namazlardan biri de kuşluk namazıdır. Bunun hikmeti şudur: Hikmet-i ilâhî, gündüzün her dörtte bir diliminin, insanı gaflet halinden kurtaracak ve Allah'ı anmasını sağlayacak ibadetten hali olmamasını gerektirmiştir. Gündüzün dörtte biri, üç saat gibi bir zaman eder ve bu süre, Arap-Acem bütün insanlarca zaman birimi olarak kullanılan Ölçüyle çok sayılan miktarın en alt sınırıdır. Bu yüzden kuşluk namazı, Rasûlul-lah'tan (s.a.) önce sâlihlerin sünneti olarak mevcut bulunuyordu.
Hem şu var: Gündüzün ilk saatleri, rızık arama ve geçim telaşesi için koşuşturma anıdır. Bu saatte sünnet kılman kuşluk namazının, insanı saran gaflet haline karşı bir tür ilaç olması amaçlanmıştır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.), çarşı ve pazara giren kimsenin, "Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerike leh..." zikrini okumasını sünnet kılmıştır. [174]
Kuşluk namazının üç derecesi vardır:
1. En az miktarı: Bu, iki rekattır ve insanoğlunun her bir eklemine karşılık vermesi gereken sadakanın yerini tutar. Allah Teâlâ'mn her organı, her eklemi sağlıklı kılması, büyük bir nimettir ve bu, Allah için güzel işler yapmak suretiyle O'na hamdedil-mesini gerektirir. Namaz, iç ve dış organlarla, dahilî kuvvetlerle yerine getirilen en büyük iyi iştir. Dolayısıyla bir şükür ifadesi olmak üzere bu namazın kılınması sünnet olmuştur.
2. İkinci derecesi dört rekat olarak kılmaktır. Bu konuyla ilgili olarak da Allah Teâlâ kudsî hadiste şöyle buyurur:
"Ey Âdem oğlu! Günün evvelinde benim için dört rekat namaz kıl ki, ben de günün sonunda seni kollayayım.[175]
Bence bunun manası şudur: Bu dört rekat namaz, günün sonuna kadar başka (nafile) bir amel işlemese bile, nefis terbiyesi için yeterli bir miktardır.
3. Sekiz ya da on iki rekat gibi daha fazla kılmak.
Kuşluk namazı için en uygun zaman, günün yükselmeye başladığı, kumların ısındığı, deve yavrularının artık sıcaktan gezemez oldukları zamandır. [176]
Kılınması istenilen nafile namazlardan bir diğeri istihare namazıdır. Cahiliye döneminde insanlar, bir yola çıkmak, evlenmek, alış veriş yapmak gibi önemli bir işle karşı karşıya oldukları zaman fal oklarına başvururlar ve böylece o şeyi yapmanın mı, yoksa terketmenin mi kendileri için hayırlı olacağını öğrenmek isterlerdi. Rasûlullah (s.a.), bunu yasakladı; çünkü bu, bir asla dayanmıyordu ve sadece tesadüften ibaretti; üstelik Allah'a da iftira içeriyordu; zira okların üzerinde "Rabbim bana emretti", "Rabbim bana yasakladı" yazıyordu.
Fal okları yerine Rasûlullah (s.a.) onlara istihare usûlünü getirdi. İnsan, kendisini Allah'a verir ve bir şey hakkında O'nun vasıtasıyla bilgilenmek, o şey hakkında Allah'ın rızasının bulunup bulunmadığını öğrenmek isterse, bunun için de kalbini tamamen onun kapısına bağlarsa, çok geçmez ilâhî bir sır iner ve kul böylece bilgilenmiş olur. İstiharenin en büyük faydasından biri, insanın kendi nefsî arzusunu ortadan kaldırmak istemesi, hayvanı yönünün melekî yönüne boyun eğmesi, insanın yüzünü Allah'a dönmesidir. Eğer bunu yapabilirse, o zaman Allah'ın ilhamını bekleme konusunda tıpkı melekler mesabesinde olur. Nasıl ki melekler, kendilerine ilham geldiğinde, o ilham doğrultusunda nefsânî bir sâikle değil de, ilâhî bir sâikle harekete geçerlerse, insan da Öyle olur, melekleşir.
Bence, yapılacak işler hakkında çokça istiharede bulunulması, melekleşmenin sağlanması konusunda tecrübe edilmiş bir ilaçtır. [177]
Rasûlullah (s.a.), istihare namazının nasıl kılınacağını ve ne dua edileceğini belirtmiş, bu namazı iki rekat olarak koymuştur. Namazda şu duanın yapılmasını öğretmiştir: "Allahümme innî estehîruke bi ılmike..."
Manası: Ya Rab! Hakkımda hayırlısını bildiğin için senin der-gah-ı inayetinden ben, hayırlısını bildirmeni dilerim. Ve hayırlı yöne gücün yetiştiğinden, senin lütuf hazinenden beni kudretlendirmeni dilerim. Ya Rab! Hayırlı olan yönün açıklanması ve takdirini senin o büyük fazl u kereminden isterim. Allahım, senin her şeye gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen her şeyi bilirsin, halbuki ben bilmem. Muhhakkak sen, şuurumuzdan uzak olan her şeyi de pek yakından bilirsin. Ya Rab! Bilirsen ki, (bildiğinde hiç şüphe yoktur), şu azmettiğim iş, dinime, dünya ve âhiretime taalluku cihetiyle, (yahut istihare eden kimse dünya ve âhiret işimde der) benim için hayırdır; bunu bana mukadder kıl, beni buna muvaffak kıl ve bunu bana ko-laylaştır. Sonra işlemeye kudret bahşettiğin ve bana müyesser kıldığın bu işi bana mübarek kıl, hayır ve bereketini artır. Yine bilirsen ki (bildiğinde hiç şüphe yoktur), şu azmettiğim iş, dinime, dünya ve âhiretime taalluku itibariyle (yahut istihare eden kimse dünya ve âhiret işimde, der) benim için serdir. Bu işi benden, beni ve gönlümü de bu işten çevir. Ve hayır, her nerede ise, onu bana mukadder ve müyesser kıl. Sonra nefsimi, ona razı kıl.
Ravi, istihare eden kişi, duanın "bu iş" diye kinaye yoluyla zikredilen her yerinde hacetini adıyla anar, demiştir.[178]
Kılınması İstenen nafile namazlardan bir diğeri hacet namazıdır. Bu namazın esası şudur: İnsanlardan beklenti halinde olmak, ihtiyaçları onlardan istemek, Allah'tan başkasından istiânede bulunma manası içerir ve bu istiâne de tevhidi zedeler. İşte insanlardan bu şerrin defedilmesi için, onlara hacet namaz ve duası meşru kılınmıştır. Hacetin bu yolla görülmesi, tevhidi teyit edecek ve kişinin ihsan derecesini yükseltecektir. Bunun için hacet namazı sünnet kılınmıştır.
Hacet namazı şöyle kılınır: Kişi, iki rekat kılar, sonra Allah'a övgüde bulunur, Rasûlullah'a (s.a.) salât ve selâm getirir, sonra da şu duayı okur:
"Lâ ilahe illallahu'l-kalîmu'l-kerîm...
Manası: Halım ve kerîm olan Allah'tan başka tanrı yoktur. Yüce arşın Rabbi Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Ya Rab! Benim İçin rahmetinin gereği olan amelleri isterim, mağfiretini kesinleştirecek fiiller isterim, her türlü iyilikten bol bol isterim, her türlü kötülükten esenlik dilerim, Allahım, bende affetmedik hiçbir günah bırakma, gider-medik hiçbir sıkıntı bırakma, rızana uygun olan hiçbir ihtiyacımı görmeden beni kapından salma, ey acıyanların en merhametlisi olan Allahım.[179]
Nafile namazlardan bir diğeri, tevbe namazıdır. Özellikle de bir günah işledikten hemen sonra, o günahın pası henüz kalpte yer etmeden Allah'a yönelmek ve tevbe etmek, işlenen günaha keffâret olur ve kötülüğü ondan giderir. Bu itibarla, bu namazın kılınması sünnet olmuştur. [180]
Bir diğeri de abdest namazıdır. Bu namazın faziletini beyan sadedinde Rasûlullah (s.a.), sabah namazında BilâPe[181] 'Ya Bilâl! islâm döneminde işlemiş olduğun en güvendiğin amelini bana söyle; şüphesiz ben, cennette iken önümde senin ayak seslerini işittim." buyurmuş, o da bunun her abdest alışının arkasından namaz kılışı olabileceğini söylemiştir. [182]
Bence bunun sırrı şudur: Devamlı abdestli durmak ve her abdest sonrasında da namaz kılmak, ihsan mertebesi için önemli bir göstergedir ve bunu ancak yüksek makamlara gelmiş kimseler başarabilir.
Rasûlullah'ın (s.a.) yine Bilâl'e, "Cennete girmede beni neyle geçtin?[183] buyurmasının manası bence şudur: Bu olayda öne geçme, ihsan mertebesinde önde olmanın suretidir. Bilâl'ın, ihsan mertebesine ulaşmış herkesin önderi olan Rasûlullah'tan (s.a.) Önde bulunmasını şöyle izah edebiliriz: Kâmil olan için, ihsan mertebesini oluşturan her kemâl haline nisbetle bir yakınlık durumu vardır ve halini dışa vuran şey de bu yakınlıktır. O kemâl haline yönelik bilgi, duymak ve tatmak yoluyla oradan kalbe doğar. Bunun benzeri şudur: Meselâ şair ve muhasip olan Zeyd'i ele alalım. Onun zihnine, kendisinin bir şair ve şiirde ne mertebede olduğunun doğması halinde, hesap bilgisi hiç aklına gelmez. Kendisinin muhasip olduğu zihnine geldiğinde de, o yeteneğinin parlaklığı karşısında kendisinden geçer ve şiir yeteneğini unutur. Peygamberler {s.a.), iman yakınlığı halini herkesten daha iyi bilen kimselerdir. Çünkü Allah Teâlâ, onların duymak ve tatmak yoluyla onun hakikatine vakıf olmalarını murad etmiştir. Böylece onlar, bu mertebede kendi yaşadıkları şeyleri insanlar için bir yol olarak koyacaklardır. Peygamberlerin, hissî ve daha başka lezzetleri, bütün mü'minlerin tattığı şekil üzere tatmalarının sırrı budur. Rasûlullah (s.a.), Bilâl'ın Önde olmasından, onun imânı yakınlığını görmüş ve onun ihsan mertebesinde iyice yerleşmiş olduğunu anlamıştır. [184]
Bir diğeri de teşbih namazıdır. Bunun önemi, haddi zatında Rasûlullah (s.a.) tarafından zikirleriyle birlikte, ihsan mertebesindeki kimseler için sünnet kılınmış tam ve kâmil bir namaz mesabesinde olan büyük miktarda zikir içeren bir namaz oluşundadir. Böyle bir namaz, onun hakkını tam verenler için yeterlidir. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), bu namazın faziletinden olmak üzere, on özellikten bahsetmiştir. [185]
Nafile namazlardan bir diğeri de, güneş ve ay tutulması, aşırı karanlık bastırması gibi kevnî âyetlerin zuhuru esnasında kılınan namazlardır. Kevnî âyetler ortaya çıktığında nefis kendine gelir ve «lerhal Allah'a sığınır, dünyadan bir tür el etek çeker. İşte böyle bir hal nıü'min hakkında kendisini dua, niyaz ve namaza vermesi, diğer hayırlı amellerde bulunması için bir fırsattır.
Sonra bu vakitler, Allah Teâlâ'nın âlem-i misâlde olayları hükme bağladığı zamandır. Bu yüzden arifler, bu anda korku hissederler. Nitekim Rasûlullah (s.a.) da bu yüzden korku duymuştur. Bu vakitler, ruhaniyetin yeryüzüne yayıldığı anlardır. Bu itibarla ihsan mertebesinde bulunanlar için uygun olan davranış şekli, bu vakitleri kollayarak kendisini Allah'a yaklaştırmaya çalışmaktır. Numan b. Beşîr hadisinde güneş tutulması hakkında Rasûlullah'ın "Allah Teâlâ, yaratıklarından bir şeye tecellî ettiğinde, o şey ona boyun eğer.[186] buyurması bu manayı ifade etmektedir.
Sonra kâfirler güneş ve aya secde ederler. Bu durumda mü'min için en uygun davranış, onların ibadete müstahak olmadıklarım gösteren bir âyet görmesi halinde, derhal Allah'a tazarru ve niyazda bulunmak olacaktır. "Ne güneşe, ne de aya secde edin; onları yaratan Allah'a secde edin! [187] âyeti bu manayı ifade etmektedir. Bu, dini yücelten bir şiar, inkarcıları da susturan bir cevap olacaktır.
Sahih olarak rivayet olunduğu üzere Rasûlullah (s.a.), yakarış makamı olması hasebiyle secdeye itibarla bir rekatta iki kıyamda ve iki rükûda bulunmuştur. Çünkü bunlar da, secde gibi huşu ifade eden fiillerdir; dolayısıyla tekrarı uygun olur. Rasûlullah (s.a.) bu namazı cemaatle kılmıştır ve "înne's-salâte câmiaten' diye nida edilmesini emretmiş, namazda açıktan okumuştur. [188]
Dolayısıyla kim, Rasûlullah'ın (s.a.) yaptığı gibi yaparsa, güzel bir iş işlemiş olur. Kim de normal bilinen namaz şeklinde kılarsa, o da Rasûlullah'ın (s.a.), "Bunu gördüğünüzde, Allah'a dua edin, tekbir alın, namaz kılın ve sadaka verin! [189]buyruğu ile amel etmiş olur. [190]
Nafile namazlardan biri de yağmur duası namazıdır. Rasûlullah (s.a.), ümmeti için çeşitli yerlerde, birçok defa yağmur talebinde bulunmuştur. Ancak ümmeti için bu konuda sünnet olan namazı şöyle belirlemiştir: Kendisi pejmürde bir halde, büyük bir tevazu ve niyaz içerisinde cemaati namaz kılınacak yere çıkarmış, orada iki rekat namaz kıldırmış ve namazda açıktan okumuştur. Sonra bir hutbe irad etmiş, hutbede kıbleye yönelerek dua etmiştir. Ellerini iyice kaldırmış, ridasını tersyüz ederek giymiştir.[191]
Müslümanların, bütün himmetlerini bir araya toplayarak, belli bir şeye karşı büyük bir arzu duyarak, istiğfarda bulunarak, hayır hasenat işleyerek belli bir yerde toplanmaları, duaların kabul edilmesinde son derece etkin olur. Sonra namaz, kulun Allah'a en yakın olduğu andır. Ellerin kaldırılması, tam anlamıyla tazar-ruda bulunmayı, yalvarıp yakarmayı, gerçek anlamda niyazda'bulunmayı, nefsin huşu haline girmesi için uyarılmasını temsil eder. Ridamn tersyüz edilerek giyilmesi, hallerinin değiştiğini remze-der. Nitekim, imdat çağırışında bulunanlar da, hükümdarların huzurlarına girerlerken aynı şeyi yaparlar.
Rasûlullah (s.a.), yağmur duasında şunları okurdu:
"Allahümme 'ski ıbâdeke ve behîmeteke ve'nşur rahmekete ve ahyi beledeke'l-meyyit. [192]
Manası: Allahjm, kullarını, hayvanlarını sula, rahmetini yay, ölmüş beldeni yeniden dirilt!
"Allahümme 'skınâ gaysen muğîsen merîen nâfıan gayra dârrin 'acilengayra âcilin. [193]
Manası: Allahım, bize yardım eden, toprağı doyuran, içimize sinen, bolluk ve bereket getiren, faydalı olan zararı olmayan, hemen yağan geç kalmayan yağmur ver! [194]
Bunun üzerinde ileride ayrıca durulacaktır. [196]
Nafile namazlar arasında sayılabilecek bir şey de şükür secdesidir. Bu, sevindirici bir şeyin olması, ya da bir musibetin defedilmesi halinde ya da bunlara ait bir haberin duyulması halinde yapılır. Aslında şükür kalbin işidir. Bunun, güç kazanabilmesi için mutlaka dışa vuran bir de şeklinin olması gerekir. Hem nimetlerin vermiş olduğu bir taşkınlık ve şımarıklık hali olur; nimetin sahibine boyun eğmek, onun huzurunda yere kapanmak suretiyle bu taşkınlık ve şımarıklık ortadan kaldırılmış olur.
Buraya kadar anlattıklarımız, Rasûlullah'ın (s.a.), ümmetinden ihsan mertebesinda olanlar, kendilerinde ilerleme yeteneği bulunanlar için sünnet kılınan namazlar olmaktadır. Bunlar, avam havas herkes üzerine vacip kılınan ve kesin olarak herkesten kılınması istenilen farz namazlara ek olarak ve bağlayıcı olmaksızın konulmuştur. [197]
Namaz hayırlı bir ibadettir. Bu itibarla, dileyen yukarıda saydıklarımıza ilave olarak dilediği kadar fazladan kılabilir. Şu kadar var ki beş vakitte namaz kılmak yasaklanmıştır. Bunlardan üçü hakkındaki yasak, diğer ikisine nisbetle daha güçlüdür. Bu üç saat şunlardır:
1. Güneşin, doğuş anı. Bu ufuktan yükselişine kadar sürer.
2. Güneşin tam tepe noktaya dikilmeye başlamasından, batıya doğru meyline kadar olan vakit.
3. Güneşin sararıp batma anı.
Bu vakitler, mecusilerin ibadet vakitleridir. Onlar, dinlerini tahrif eden ve Allah'ı bırakarak güneşe tapınmaya başlayan, şeytanın yoldan sapıttığı bir kavimdir. Rasûlullah'ın (s.a.), "Güneş, [531 doğarken, şeytanın iki boynuzu arasından doğar.[198] sözünün ifade ettiği anlam budur. Çünkü bu anda kâfirler, güneşe secde halinde olurlar. Bu durumda İslâm ümmetinin, ibadetlerin en büyüğü olan namazın vakti yönünden de, küfür milletinden ayrılması gerekli olmuştur.
Diğer iki vakte gelince, bu şu hadiste ifadesini bulmuştur: Güneş doğup iyice ortaya çıkıncaya kadar sabah namazından sonra, batıncaya kadar da ikindi namazından sonra namaz kılmak yoktur.[199]
Derim ki: Bu iki vakitte namaz kılınmasının yasaklanması, yasak olan diğer üç vakitte namaz kılınmasına yol açması sebebiyledir. Bu yüzden Rasûlullah'ın (s.a.), bazen bu vakitlerde namaz kıldığı olmuştur. Çünkü kendisi, mekruh bir duruma düşmekten emin bulunmaktadır.
Cuma günü öğle zeval vakti namaz kılınmasının caiz olduğu istisna olarak rivayet edilmiştir. "Ey Abdi Menâf oğulları! Sizden her kim insanların işini üstlenirse, sakın ola ki, hiçbir kimseyi bu kutsal evi tavaf etmekten ve gece ya da gündüz dilediği her vakitte namaz kılmaktan alıkoymasın. [200] hadisinden de, Mescicî-i Ha-ram'da yasak olan bu üç vakitte de namaz kılmanın caiz olduğu hükmü çıkarılmıştır. Genel yasak hükmüne burada ve cuma günü uyulmamasının sırrı, bu ikisinin dinî nişanelerin ortaya çıktığı zaman ve mekan oluşlarıdır. Bu özellikleriyle, namaza engel olan manayı ortadan kaldırmış olmaktadırlar. [201]
Tâatler konusunda en onulmaz dert, usangaçlıktır. Nefis bir usandı mı, artık huşu havasına giremez ve ibadetlerin içermiş olduğu meşakkatler, ibadet manasından çıkar. Rasûlullah (s.a.), "Her şeyin bir zindelik hali vardır; her zindeliğin de bir gevşeklik ve usanma hali vardır.[202] hadisiyle bu manayı kastetmiştir. Bu hikmet sebebiyledir ki, bir iyiliğin toplum tarafından işlenmez olduğu, gereken ilgi ve önemin verilmediği bir anda işlenmesi halinde sevabının kat kat olacağı belirtilmiştir. Çünkü bu hâlde iken o iyiliğin işlenmesi, ancak büyük bir irade, azim ve gayret sonucu meydana gelebilir.
Usanma korkusu sebebiyledir ki Sâri' Teâlâ, her ibadeti, aynen hastaya verilen ilaç gibi ne az ne çok, tam ölçüsünde takdir buyurmuştur.[203]
Sonra ibadetlerden maksat, kulların ihsan mertebelerine ulaşmalarını sağlamaktır. Ancak bu sağlanırken onların gerekli ihtiyaçlarını karşılamaları engellenmeyecek, herhangi bir hakkı ihlal etmelerine imkân verilmeyecektir. Selmân'ın[204] (r.a.), "Şüphesiz gözlerinin, üzerinde bir hakkı vardır, eşinin üzerinde bir hakkı vardır." demesi ve Rasûlullah'ın (s.a.) onu tasdik etmesi bu manayı ifade etmektedir. Rasûlullah (s.a.), "Ben hem oruç tutarım, hem de yerim; geceleri hem ibadet ederim hem de uyurum, kadınlarla evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.[205] buyurmuştur.
İbadetlerden beklenen amaç, nefsin istikâmet kazanması, eğriliğinin giderilmesidir; yoksa onun öldürülmesi değildir. Çünkü nefsin Öldürülmesi, çoğunluk hakkında zaten imkânsızdır (ve fıtrata da aykırıdır). Bu manada Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İstikâmet sahibi olun, sizin için sünnet kılınan yoldan sapmayın; amellerden güç yetirdiğiniz kadarını işleyin. [206]
İstikâmet, nefsi melekî lezzetlerden haz almak, hayvani rezaletlerden de elem duymak için uyarmaya yeterli olacak, hayvanı yönünün melekî yönüne uymasını aklettirebilecek bir miktarla gerçekleşir. Eğer bu miktardan fazla olacak olursa, o zaman nefis onu itiyat edinir ve artık ondan faydalanamaz. [207]
Teşrî' esnasında dikkate alınan önemli maksatlardan biri de, dinde aşırılık kapısının kapatılmasıdır. Aşırılık, insanların bir şeye dört elle sarılmalarını gerektirir. Arkadan bir nesil gelir ve o şeyin kendi üzerlerine yazılmış semavî bir yükümlülük olduğunu zannetmeye başlar. Sonra bir nesil daha gelir ve o şey hakkında mevcut bulunan zan, artık kesin bilgiye dönüşür, muhtemel olan, kalplerin yatıştığı şey olur. Bunun sonucunda din muharref bir hal alır. Allah Teâlâ'nm, "Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. [208] buyruğu bu manayı ifade eder.
Sonra, bir kimse diliyle aksini ikrar etse bile içinde, Allah Teâlâ'nın ancak zor tâatlerle razı olacağına, şayet bunlar hakkında ihmal gösterirse, kendisiyle nefis terbiyesi arasına büyük bir perdenin gireceği ve bu durumda Allah'ın hakkına riayette büyük bir kusur göstermiş olacağı zannını taşırsa, o kişi bu zannı doğrultusunda muaheze olunur ve itikadınca nasıl yapması gerek'vorsa, o şekilde hareket ederek tefrit (ihmal) halinden çıkması qtenir. Eğer bunu yapmaz ve taksir gösterirse, o zaman bilgisi, kendi aleyhine döner ve zararlı bir hal alır; aydınlatıcı olmaktan nkar zulmete dönüşür. Bunun sonucunda da nefsindeki kusur sebebiyle tâati kabul olunmaz. Rasûlullah (s.a.), "Şüphesiz din kolaylıktır; bu din hususunda (amellerim eksiksiz olsun diye) kendini zora koşan kimseye, mutlaka din galebe çalacaktır.[209] buyurmak suretiyle bu hususa dikkat çekmiştir. [210]
Bu gibi sebepler yüzünden Rasûlullah (s.a.), ümmetinin ameller İşlerken itidali elden bırakmamaları, konulmuş olan şer'î sınırlar aşılarak, usangaçlık verecek, dinde karışıklıklar doğuracak, tabiî ihtiyaçların karşılanması için gerekli faaliyetleri engelleyecek bir davranış içine girmemeleri konusunda onları uyarmış, aşırılığın mahzurlarını bazen açık bir dille, bazen de işaret yoluyla açıklamıştır.
Bu meyanda o, şöyle buyurmuştur:
"Amellerin Allah katında en sevimli olanı, az da olsa devamlı olanıdır. [211]
Bence, bunun sırrı şudur: Bir amelde devamlılık göstermek, onu bırakmamak, kişinin ona karşı sürekli bir rağbet beslediğinin delilidir. Sonra nefsin, bir tâatten etkilenmesi, faydasını içine sin-direbilmesi için belli bir müddetin geçmesi ve onda devamlılık gösterilmesi, ona karşı gönlün huzur duyması gerekir. Bütün bunların yanı sıra, o amelin nefsin meşgalelerden uzak olduğu bir ana tesadüf etmesi de gerekir. Aynen kişinin rüyasında nefsinin Mele-i a'lâdan inen ilimlere yatkınlık kesbetmesine sebep olan meşgalelerden uzaklığı gibi. Bu vaktin ne zaman olduğu ise belli değildir. Bu durumda, o vakti yakalayabilmek için, o amelin devamlı ve çokça yapılmasından başka çare yoktur. Lokman'ın.), "Kendini, çokça istiğfar etmeye alıştır; çünkü Allah'ın öyle bir saati vardır ki, o saatte istekte bulunanı boş çevirmez." şeklindeki Öğüdü, bu manayı ifade etmektedir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Siz gücünüzün yeteceği amellere bakın! Çünkü siz usanmadıkça, Allah usanmaz[212] Yani, siz usanmadıkça, Allah Teâlâ, işlediğiniz ameller sebebiyle size sevap vermeyi bırakmaz. Allah Teâlâ hakkında "usanma" kelimesinin kullanılması müşâkele[213] içindir.
Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri uykulu iken namaz kılarsa, ne yaptığını bilemez; belki istiğfar ediyorum diye kendisine söver. [214]
Yani Rasûlullah (s.a.) şunu demek istiyor: Kişi, usandığı ve uykulu olduğu bir anda, içinde bulunduğu halin etkisiyle tâat ile tâat olmayan şeyi dahi ayıramaz. Bu durumda, ibadetin hakkını nasıl verebilir?!
Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Öyle olunca orta bir yol tutun, ona yaklaşın, sevinin, sabah, akşam ve gecenin bir kısmında[215] yardım isteyin." [216]
"Orta yolân maksat, devamlı olarak riayet etme, üzerinde devamlı olma imkânı bulunan itidal halidir.
"Ona yaklaşın" sözünden maksat ise şudur: Yani sizler, O'na, ancak zor ameller yaparak yaklaşacak kadar uzak değilsiniz.
"Sevinin" yani, umut üzere olun ve güveninizi kaybetmeyin.
"Sabah, akşam ve gecenin bir kısmında yardım isteyin." Bu üç vakit, rahmetin indiği ve kalbin nefsânî düşüncelerden uzak olduğu zamanlardır. Daha önce bu husustan söz etmiştik.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse, hizbini[217] yahut bir cüz'ünü okumadan uyur da, onu sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa, kendisine onu gece okumuş gibi sevap yazılır. [218]
Bence, kaza konusunda dikkate alınan asıl nokta şu iki husustur:
1 Tâatin terki sebebiyle nefis tamamen başıboş halde kaldıda bunu itiyat edinir, daha sonra kişi onu ifa etmek istediğinde zorlanır.
2 Zamanla sorumluluktan çıkar ve Allah Teâlâ'nın hakkına riayet konusunda taksir gösterdiği düşüncesini içinde duymaz olur. Bunun sonucunda da aklına gelen ya da gelmeyen yönlerden sorgulanır. [219]
Teşrîde noksanlık olmaması için, özür halinde ruhsat hükümlerin beyan edilmesi gerekir. Böylece yükümlülerin, güçleri nisbe-tinde tâatte bulunmaları imkânı doğar. Bunun miktarı Sâri' Teâlâ'mn takdirine bırakılmıştır. Çünkü orta yolun bulunması buna bağlıdır. Kulların isteğine bırakılmamıştır; zira onlar özürlerin takdiri konusunda ifrat ve tefrite düşebilirler.
Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), şer'an dikkate alman Özürlerin ve getirilen ruhsatların belirlenmesine özen göstermiştir.
Ruhsat bahsinde Rasûlullah (s.a.) tarafından dikkate alınan esas şu olmuştur:
i. İyiliğin emredilmesini gerektiren hikmet doğrultusunda tâatin aslını itibara almak ve onlara her halükârda sımsıkı sarılmak.
ii. Sâri' Teâlâ'mn, insanların o iyiliği işlemesi kolaylaşsın diye koymuş olduğu sınırlara ve kurallara bakmak ve bunlarda zaruret gereği olarak düşürme, ya da değiştirme gibi tasarruflarda bulunmak. [220]
Şer'an dikkate alınan Özürler şunlardır: [221]
Yolculukta ne gibi zahmet ve sıkıntıların bulunduğunu anlatmaya gerek yoktur. Rasûlullah (s.a.), yolculuk sebebiyle bazı ruhsatlar getirmiştir: [222]
Bu ruhsatlardan biri, namazın kısaltılarak kılınmasıdır. Namazın aslî sayısını olduğu gibi bırakmış ki bu on bir rekattır, gönül huzuru ve ikamet şartına bağlı olarak eklenmiş olan rekatları düşürmüştür. Bu sayıda (yani on bir rekat sayısında), bir tür azimet özelliği olduğundan, sefer halinde bu şekilde kılınabilmesi için illâ zaruret olması, son derece zorluk ve sıkıntının bulunması şartı aranmamıştır. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), 'Yeryüzünde sefere çıktığınızda kâfirlerin size kötülük etmelerinden korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.[223] âyetindeki korku şartının, ihtirazı bir kayıt olmadığını, mefhûm-u muhalifinin bulunmadığını ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Bu, Allah'ın size tasadduk etmiş olduğu bir sadakadır; O'nun sadakasını kabul edin! [224] Allah'ın sadakasını geri çevirmek küstahlık olur. Bu yüzdendir ki Rasûlullah (s.a.), her ne kadar kısmen de olsa tam kılmayı tecviz etmiş ise de, sefer halinde namazını hep kısaltmıştır. Şu halde bu, müekked bir sünnettir.
Namazları tam kılmanın caiz olduğunu belirten rivayet ile, sefer halinde iki rekatın tam olduğunu, bunda kısaltma olmadığını ifade eden rivayet arasında ihtilâf yoktur. Çünkü aslî vacibin sadece iki rekat olması mümkündür. Bununla birlikte dört olarak kılınması, birincinin yerini tutar. Hasta ve kölenin, cuma namazını kılması halinde kendilerinden Öğle namazının düşmesi; kendisine bir deve zekât vermek vacip olan kimsenin, bütün mallarını tasadduk etmesi gibi olur. Bu yüzden sefer hükmünün bir gereği olarak, yükümlü hakkında "yolcu" kelimesinin kullanılması sahih olduğu andan itibaren, bu ismin kendisinden tamamen kalktığı ana kadar namazlarını kısaltarak kılması caizdir ve bunun için bir meşakkat bulunup bulunmadığına, tamamlamaya kudreti olup olmadığına bakılmaz. Çünkü bu şekilde kısaltarak kılması, bu durumda olan kimsenin daha baştan belirlenmiş bir yükümlülüğü olmaktadır. Ibn Ömer'in, "Rasûlullah (s.a.), yolculuk namazını iki rekat olarak koydu; onlar Öylece tamamdır; kısaltma yoktur." sözünün manası budur. [225]
Bil ki: Sâri' Teâlâ'nın üzerine hüküm bina ettiği sefer, ikâmet, zina, hırsızlık ve daha başka kavramlar, ehl-i Örf tarafından yerli yerinde kullanılan, manaları bilinen şeylerdir. Bu gibi kavramların, efradını cami ağyarını mani bir tanımının yapılması, ancak bir tür ictihâd ve düşünme sonucu mümkün olabilir. Önemli olan konulardan biri de ictihâd yolunun bilinmesidir. Biz, sefer , hakkında bazı Örnekler bilmekteyiz. Bundan hareketle şöyle deriz: Sefer, örnekleme (kısmet ve misâl) yoluyla malumdur. Dili konuşanların tümü tarafından bilinir ki, Mekke'den çıkıp, Medine'ye gitmek, Medine'den çıkıp Hayber'e gitmek, hiç kuşkusuz seferdir Sahabe uygulama ve sözlerinden Mekke'den Cidde'ye, Taife ve Usfân'a gitmenin de sefer olduğu anlaşılmaktadır. Dört berîd[226] mesafelik bir yere gitmenin de aynı şekilde sefer olduğu kesindir. [227]
Yine dili konuşanlar bilirler ki, insanın ikamet mahallini ter-ketmesi çeşitli şekillerde olur:
1. Bağa bahçeye, çifte çubuğa gidip gelmek,
2. Belli bir maksat olmaksızın başı boş dolaşmak,
3. Sefer.
Yine dili bilenler, bu manalardan her birini ifade etmek için ayrı ayrı kelimelerin kullanıldığını, bunlardan birinin diğeri yerine kullanılmadığını bilirler. Bu durumda yapılacak ictihâd, örfen ve şer'an sefer kelimesinin kullanılabileceği örneklerin araştırılması ve sebr ve taksim yöntemiyle diğer kısımlardan ayrılacağı özelliklerin tespit edilmesi; bu özelliklerden en kapsamlısının cins yerine, daha dar olanlarının ise fasıl yerine konmasıdır. Bu işlem sonucu biz şunu öğreniriz: İkamet mahallinden ayrılmak cüzü nefsidir. Çünkü ikamet mahallinde oturmakta olan bir kimseye yolcu denmez. Belli bir yere gitmek amacıyla ayrılmak da cüzü nefsidir. Aksi takdirde, sefer değil başıboş dolaşmak olurdu. Gittiği yerin, yola çıktığı gündüzün sonunda, gecenin başında ikamet yerine dönemeyecek kadar uzak olması da cüzü nefsidir. Aksi takdirde onun gidip gelmesi, bağ bahçeye gidip gelmek gibi olurdu. Yolculuğun sefer hükmünü alabilmesi için, tam bir günlük yol olması da Salim bu görüştedir gerekmektedir. Dört berîdlik bir mesafenin sefer olduğu kesindir; daha az mesafenin sefer olduğu şüphelidir. Sefer kelimesinin kullanılmasının sahih olması için, dört berîdlik bir yere gitme niyetiyle şehir surlarının dışına çıkılması yahut köyün uç evlerinin geçilmesi gerekir.
Sefer kelimesinin artık kullanılamaz olması için ise, bir yerleşim biriminde ikamet için elverişli olacak bir müddet kalmaya niyet gerekir. [228]
Sefer ruhsatlarından biri de, öğle ile ikindinin, akşam ile yatsının birleştirilerek (cem-i takdim ya da cem-i te'hîr şeklinde) kılınmasıdır. Bu konuda asıl, daha önce de işaret ettiğimiz gibi şudur: Aslî vakitler üçtür; fecir (sabah), öğle ve akşam. İkindi,- öğleden; yatsı da akşamdan çıkarılmıştır ki, iki vakit arasında zikirden hali olan zaman uzun, uyku da gaflet hali üzere olmasın. Ra-sûlullah (s.a.), yolculuk esnasında aslî vakitleri dikkate alarak cem-i takdim ya da cem-i te'hîr şekliyle namazların birleştirilerek kılınabilmesi ruhsat hükmünü getirmiş, ancak namazın kısaltılarak kılınmasında olduğu gibi bunu devamlı olarak yapmamış, cem üzerinde fazlaca durmamıştır. [229]
Sefer ruhsatlarından biri de sünnet namazların terkedilebil-mesidir. Rasûlullah (s.a.), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.anhum), yolculuk esnasında, sabah namazının sünnetiyle vitir hariç, nafile namaz kılmazlardı. [230]
Getirilen bir diğer ruhsat, binek üzerinde nereye gidiyorsa o tarafa yönelerek, ima ile namaz kılınmasıdır. Bu, nafile namazlara, sabah namazının sünnetine ve vitir namazına mahsustur; farzlar için geçerli değildir. [231]
Şer'an geçerli olan özürlerden biri de korkudur. [232]
Rasûlullah (s.a.), korku namazını çeşitli şekillerde kıldirmıştır:
i. Cemaati iki saf halinde düzenlemiş ve onlara hep birlikte kıldırmıştır. Secde ettiği zaman, safın biri onunla birlikte secdeye eitmiş, diğer saf ise düşmanı beklemiştir. Kalktıklarında bekleyenler secdeye gitmiş ve öncekilere yetişmişlerdir. İkinci rekatinde ,f Önceki bekçilik yapanlar Rasûlullah (s.a.) ile secde etmişler, diğer- I leri ise bekçilik yapmışlardır. Rasûlullah (s.a.) oturduğunda, bekçilik yapanlar secde etmişler ve her iki safla birlikte teşehhüdde bulunmuş ve selâm vermiştir. Bu şekilde namaz kılmak, düşmanın kıble yönünde olması durumuna mahsustur.
ii. Ayrı ayrı cemaatlere iki defa kıldırmıştır. Bu şekil, düşmanın kıble cihetinde olmaması, iki rekatin cemaate bölüştürül-mesinin zihinleri karıştırması, (kalabalık olması sebebiyle) hepsi- ; nin namaza katılmalarının mümkün olmaması haline mahsustur.
iii. Bir grup düşman karşısında durmuş, diğer bir gruba bir rekat kıldırmış, ikinci rekat için kalktığında, birinci rekatı kılan grup Rasûlullah'tan (r.a.) ayrılmış, namazı tamamlamış ve düşman karşısına gitmiştir. Düşman karşısındaki grup gelmiş ve Ra~ sûlullah'a (s.a.) uymuş, Rasûlullah (s.a.) onlara ikinci rekati kıldırmıştır. Rasûlullah (s.a.) teşehhüd için oturunca, bunlar kalkmışlar ve ikinci rekatlarını tamamlamışlar, Rasûlullah'a (s.a.) yetişmişler, Rasûlullah (s.a.) onlarla birlikte selâm vermiştir...
Bu şekilde kılınmasını gerektiren durum, düşmanın kıbleden başka yönde olması, rekatların bu şekilde iki gruba dağıtılmasının karışıklığa meydan vermemesi halidir.
iv. Rasûlullah (s.a.) bir gruba kıldırmış, diğer bir grup ise düşmana karşı durmuştur. Bir rekat kıldırınca, kılanlar namaz kılmayanların yerine gitmişler, onlar gelmiş ve ikinci rekatı da onlarla kıldırmıştır. Sonra her iki grup da namazlarını tamamlamışlardır.
v. Her biri, nasıl imkân bulduysa öylece kılmıştır; yaya olan yaya, binek üzerinde olan binek üzerinde, kıbleye ya da bir başka yöne dönerek. Bu şekilde kılınmasını gerektiren durum, korkunun çok yüksek olması, ya da harbin fiilen devam etmesi halidir.
Kısaca, Rasûlullah'tan (s.a.) rivayet edilen her şekil caizdir. Bunlardan hangisi kendisine daha kolay geliyorsa, o anki maslahata hangisi daha uygunsa o yapılmalıdır. [233]
Şer'an geçerli kabul edilen özürlerden biri de hastalıktır. Bununla ilgili olarak Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:[234]
"Ayakta kıl, eğer güç yetiremezsen, oturarak kıl, ona da güç yetiremezsen, yan üzeri kıl. [235]
Nafile namazlar hakkında da şöyle buyurmuştur: "Kim ayakta kılarsa, bu daha faziletlidir. Kim de oturarak kılarsa, onun için ayakta kılanın sevabının yarısı vardır. [236]
Derim ki: Aslında namazın hakkı, onu çokça kılmaktır ve namazın aslı ayakta da ve oturarak da ifa edilebilmektedir. Kıyam, teşrî anında vacip olmuştur. Bir şey tümden elde edilemiyorsa, bütünüyle terk de edilmez. İşte bu yüzden, ilâhî rahmet, kulların nafile namazlarını oturarak da kılmalarının caiz olmasını gerektirmiştir. Ancak ikisi arasındaki derece farkını da açıklayarak, belli bir özür olmadıkça ayakta kılınmasını teşvik etmiştir. [237]
Bunların dışında düşman takibinde iken kılman namaz (salâtu't-tâlib), yağmur namazı, çamur namazı olduğundan da bahsedilmektedir. Sahabenin, inkâr ve ihmal şaibesi taşımaksızın çaresiz kaldığı durumlar karşısında kendiliklerinden getirdikleri kolaylıklar, behemehal Rasûlullah (s.a.) tarafından kabul edilmiştir. Onun, "Size bir şey emrettiğim zaman, gücünüz nisbetinde onu yerine getirin. [238] buyruğu, konuyla ilgili kapsamlı bir ilke mahiyetindedir.
Allah'u a'lem! [239]
Bil ki: Tâatler içerisinden bir şeyin, terki ve ihmali asla mümkün olmayan zarurî ihtiyaçlar arasına girecek şekilde yaygın bir merasim kılınması, herkesin gözü önünde ifa edilir olması; şehirli, köylü herkesin onun ifasında eşit olması, övünç konusu olur bir hale sokulması kadar insanlar için yararlı başka bir şey olamaz. Bu durum, Allah'a kullukta bulunmayı teyit edecek, bunun bir yol kılınması Hakk'a götürecektir. Bunun sonucunda zararından korkulan şey, insanları hakka celbeden şey halini alacaktır. [240]
İbadetler arasında, namazdan daha kâmil, delil bakımından daha üstün bir başka şey yoktur. Onun bu özelliği, insanlar arasında yaygın kılınmasını, onun üzerinde toplanılmasını, insanların onun için bir araya gelmelerini gerekli kılmıştır.
Sonra ümmet içerisinde kendilerine uyulacak bilgili insanlar bulunur. Bunların yanında yüce mertebelere ulaşabilmeleri için teşvikkâr çağrılara ihtiyaç gösterenler, zayıf yapılı olanlar bulunur. Bunlar yükümlü kılındıkları şeyi insanların gözü önünde yapma zorunluluğu duymasalar, ihmal gösterirler. Bu durumda bütün insanlar için, namaz gibi herkese yönelik ibadeti, açıktan ve herkesin gözü önünde yapmak gibi bir yükümlülükten daha yararlı ve uygun bir şey olamazdı. Böylece o yükümlülüğü yapanla terkeden, gönüllü olanla isteksiz olan ayrılabilecek; âlim olanlara uyulacak, cahil olanlara öğretilecek, böylece cemaat halinde Allah'a tâatte bulunmak bir tür mihenk taşı gibi olacak; insanlar ona vurulacak; iyileri kötülerinden ayrılabilecek, halisi sahtesi görülebilecekti. [241]
Müslümanların Allah'a teveccüh etmiş bir halde, korku ve ümit arasında bir halet-i ruhiye İçerisinde, yüzlerini O'na teslim etmiş olarak bir araya gelmeleri, bereketlerin inmesinde ve rahmetin yayılmasında acayip bir etkiye sahiptir. Nitekim daha önce istiskâ ve hacdan söz ederken buna temas etmiştik.
Sonra Allah Teâlâ'nın bu ümmeti halketmesindeki maksadı, Allah'ın dininin en yüce olması, yeryüzünde İslâm dininden daha üstün başka bir dinin bulunmamasıdır. Bu amacın gerçekleşebilmesi, ancak halkın ve ileri gelenlerin, şehirlilerin, bâdiyede oturanların, büyük küçük herkesin, İslâm'ın en büyük nişanesi ve en yaygın olan ibadeti vesilesiyle, sık sık bir araya gelmelerine bağlıdır. [242]
Bu saydığımız sebeplerden dolayı teşrî esnasında hikmet-i ilâhî cuma ve cemaat namazlarının konulmasını gerektirmiş, bu doğrultuda büyük teşvikler de bulunmuş, terkini ise şiddetli bir üslupla yasaklamıştır.
Cemaatin toplanması iki şekilde olur:
i. Mahalle halkının toplanması,
ii. Şehir halkının toplanması.
Mahalle halkının toplanması her namaz vakti için kolayca sağlanabilir. Şehir halkının toplanması ise, ancak hafta gibi bir süre aralığıyla mümkün olabilir. Birinci toplantılar, cemaatle namaz olmaktadır. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cemaat namazı, kişinin yalnız başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece (bir rivayette de, yirmi beş derece) daha üstündür.[243]
Rasûlullah (s.a.) açıkça ya da işaret yoluyla belirtmiştir ki, kişi abdest alır, abdestin hakkını verir, sonra mescide yönelir, bütün bunları sırf namaz kılma niyetiyle yaparsa, onun yürümesi namaz hükmündedir, attığı her adım günahlarına keffâret olur, müslü-manların birbirlerine olan duaları etraflarını kuşatır, namazı beklemekte ribât (Allah için nöbet beklemek) ve itikâf manası vardır.
İşte cemaat namazının bu faziletlerini dikkate alan Rasûlullah (s.a.), kendi katında temessül eden çok ince bir nükteye binaen sözü edilen iki sayıdan biriyle cemaatin önemine dikkat çekmiştir. Daha önce bu konulara temas etmiştik; oraya bakınız. Ne sağından ne solundan, hiçbir yönünden bâtıla açık olmayan Hakk'da yersiz, hesapsız, hikmetsiz hiçbir şey yoktur. [244]
Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir yerleşim biriminde ya da bâdiyede üç kişi bulunur da, aralarında cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan onları yoldan çıkarmış demektir. Bu itibarla cemaat olmaya bakın. Çünkü kurt, sürüden ayrılanı yer. [245]
Bence bu hadis, cemaati terkin, namazı ihmal etme kapısını aralayacağına işarettir. [246]
Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Canım elinde olana yemin ederim, düşündüm ki emredeyim de odan toplansın, sonra emredeyim de namaz için ezan okunsun, sonra bir adama emredeyim de insanlara imamlık yapsın, sonra namaza gelmeyen adamlara gideyim ve evlerini başlarına yakayım.[247]
Derim ki: Aslında cemaat müekket sünnettir, terki halinde kınamayı gerektirir. Çünkü dinin nişanelerinden biridir. Şu kadar var ki Rasûlullah (s.a.), cemaate katılma konusunda isteksiz olan ve geri duran kimselerin, bu davranışlarındaki asıl sebebin İslâm'daki niyet zaafı olduğunu görmüş ve onların kalplerine korku vermek için, tepkisini şiddetli bir üslupla ortaya koymuştur. [248]
Öbür taraftan herkesin ve devamlı olarak cemaate katılması, zayıf, hasta ve iş güç sahipleri için bir zorluk içerir. İşte ilâhî hikmet bunu dikkate almış ve bu gibi durumlarda cemaatin terkine ruhsat vermiştir. Böylece ifrat ve tefrit arasında denge kurulmuştur. [249]
i. Soğuk ve yağmurlu gece: Bu, cemaate katılmamaya cevaz veren zorluklardandır. Bu takdirde müezzinin, "Namazı menzillerinizde kılın!" diye nida etmesi müstehap olur.[250]
ii. Beklemesi zor olan bir işin olması: Akşam yemeğinin hazırlanması gibi. Çünkü bu halde cemaate katılmak, nefsi meşgul eder, üstelik yemek kalmayabilir.
Sıkışık halde iken cemaat olunması da Öyledir. Bu, devamlı olarak kalbi meşgul edeceğinden namazdan beklenen faydanın hasıl olmamasına sebep olur.
"Yemek hazırken namaz yoktur. [251]hadisiyle, "Namazı, ne yemek ne de bir başka şey sebebiyle geciktirmeyin. [252] hadisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü hadislerden her birinin, ayrı bir durum ya da manaya hamledilmesi imkânı vardır. Zira hadisten murat, aşırılık kapısını kapatmaktır. İkincisinde yasak, hazır olmayan yemeğin ortaya getirilmesine yöneliktir. Namazın geciktirilmemesi, aşırılık şerrinden emin olan kimseler için zaten vazifedir. Bu, oruçlunun, her iki hal üzere iftar etmesi gibidir. Hazır yemeğin yenmesi ve namazın geciktirilmesi ise, yemeğe karşı aşırı bir arzunun bulunması, yahut o anda yenmediği takdirde kalmayacağı korkusunun olması haline mahsustur. Şu halde hüküm duruma göre değişecektir.
iii. Fitne korkusu: Cemaate katılmamaya cevaz veren engellerden biri de fitne korkusudur. Koku sürünmüş kadının mescide çıkması gibi. Rasûlullah'm (s.a.), "Sizden biriniz, hanımı mescide gitmek üzere izin istediğinde, onu engellemesin. [253] hadisiyle, çoğunluk sahabenin kadınların mescidlere gitmemeleri doğrultusunda hüküm vermeleri arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Çünkü yasak olan, bir mesnede dayanmayan mücerred kıskançlık sebebiyle olan engellemedir. Fitne korkusunun bulunması haline yönelik değildir. Caiz olan kıskançlık, fitne korkusunun bulunduğu hale aittir. Nitekim hadiste buna işaret edilmiş ve kıskançlığın iki türlü olduğu açıklanmıştır. Hz. Âişe'nin (r.a.), "Eğer Rasûlullah (s.a.), kadınların bugün moda haline getirdikleri (giyim kuşam ve ziyneti) görseydi, İsrailoğullannm kadınları nasıl menedilmişse, o da bunları camiye gitmekten menederdi.[254]şeklindeki sözü yasağın gerekçesini göstermektedir.
iv-u. Korku ve hastalık: Bu ikisinin durumu açıktır.
Rasûlullah'm (s.a.), gözleri görmeyen birine, "Namaza çağrıyı duyuyor musun?" diye sorması ve onun da evet demesi üzerine: "Öyleyse, icabette bulun! [255] buyurmasına gelince, onun sorusu azimet hakkında idi; dolayısıyla ona ruhsat vermedi. [256]
Sonra namazda kimin imamlığa daha lâyık olduğunun, nasıl toplanılacağının açıklanmasına, insanlara namaz kıldıran imamlara, hafif tutmaları öğüdünün verilmesine, imama uyanların ona nasıl tabi olacaklarının beyan edilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Bu konuda, namazı uzatması sebebiyle Rasûlullah'm (s.a.), Muâz'ı (r.a.J azarlaması meşhurdur.
Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Rasûlullah (s.a.), bu konuyu gayet açık bir şekilde beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Cemaate, Allah'ın kitabını en iyi bilenleri imam olur. Eğer Kur'ân bilgisi hususunda eşit iseler, sünneti en iyi bilenleri; sünnet hususunda da eşit iseler hicret itibariyle en kıdemlileri, hicret hususunda da eşit iseler Islâmiyeti kabulde en kıdemlileri imam olur. Sakın birinin hâkim olduğu yerde, başka biri ona imam olmasın! [257]
Kur'ân'ı en iyi bilenlerin takdim edilmesinin sebebi şudur: Hasûlullah (s.a.), daha önce de açıkladığımız gibi ilim için bir sınır koymuştur. Bunun ilk şartı da Kur'ân bilgisine sahip olmaktır; çünkü her ilmin başı Kur'ân'dır. Sonra Kur'ân, Allah'ın nişanele-nndendir. Bu durumda onu bilen kimsenin takdim edilmesi, mertebesinin yüceltilmesi vaciptir. Çünkü bu durum, Kur'ân bilgisine sahip olma konusunda insanların birbirleriyle yarışmalarını temin eder. Yoksa zannedildiği gibi, takdimin sebebi sadece namaz için Kur'ân kıraatine olan ihtiyaç değildir. Asıl amaç, insanları bu konuda yarış havasına sokmak, toplumda değerin ancak Kur'ân bilgisine sahip olmakla elde edilebileceği intibaını vermektir. Bilindiği gibi faziletler ancak yarış havasına girildiği zaman elde edilebilir. Kur'ân bilgisine sahip olanların özellikle namaz konusunda takdim edilmelerinin sebebi ise, namazın Kur'ân kıraatine olan ihtiyacıdır. Bu konu üzerinde düşünülmelidir. [258]
Kur'ân'ı en iyi bilenlerden sonra, sünnet bilgisine sahip olanlar takdim olunur. Çünkü sünnet, Kur'ân'ı takip eder ve dinin kıyamı ancak onunla mümkündür. Sünnet, Rasûlullah'ın (s.a.) ümmeti içerisinde bırakmış olduğu mirasıdır. [259]
Sünnet bilgisinden sonra hicret fazileti dikkate alınmıştır. Çünkü Rasûlullah (s.a.), hicret üzerinde çok durmuş, ona teşvik etmiş, dinde ne büyük bir yeri olduğuna işarette bulunmuştur. İmamette de dikkate alınması, ona bir tür teşvik olmakta ve böylece onun yüce bir mertebe olduğu vurgulanmaktadır. [260]
Sonra yaşça büyüklük gelmektedir. Zira bütün milletlerde yaygın olan âdete göre, yaşça büyük olanlara saygı gösterilir. Çünkü onlar, daha tecrübeli ve daha ağırbaşlı olurlar. [261]
Rasûlullah (s.a.), bir başkasının hakimiyet alanında, başka birinin imamlık yapmasını yasaklamıştır; çünkü bu, o kişiye ağır gelir, otoritesini zedeler. Bu yüzden, imamlık hakkı ona bırakılmıştır. [262]
Rasûlullah (s.a.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Biriniz cemaate imam olduğu vakit namazı hafif kıldırsın! Çünkü onların içinde hasta, zayıf ve yaşlı olanlar vardır. Yalnız başına kıldığı zaman, namazını dilediği kadar uzatsın![263]
Derim ki: Hakka davet, semeresini verebilmesi için kolaylaştırma ilkesiyle yapılmalıdır. Nefret ettirme, usandırma, ibadetlerin konuluş amacını tersine çevirir. Bütün insanlara yönelik getirilen yükümlülükler, kolay olmalıdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.), bu hususu açıkça belirterek, namazı uzatanlar hakkında, "Gerçekteni içinizde nefret ettirenler vardır.[264] buyurmuş ve bu konuda ümmetini uyarmıştır. [265]
Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İmam, sadece kendisine uyulmak için imamdır. Şu halde siz ona muhalefet etmeyin; o rükûa gitti mi, siz de rükûa gidin. O 'Se-mi'allahu limen hamideh' dedi mi siz, 'Rabbena leke'l-hamd' deyin. O secde etti mi, siz de secde edin. O oturarak namaz kıldı mı, sizde hep beraber oturarak kılın." Bir rivayette de şu ziyade vardır: "O, Velâ'd-dâllîn' dedi mi, siz de 'âmîn' deyin! [266]
Derim ki: Cemaatin ilk başlangıcı, Muâz'm (r.a.) kendi görüşüyle yaptığı içtihadıdır. [267]Rasûlullah (s.a.), bu konuda onu tasvip etmiş ve onaylamıştır. Eğer öyle olmasaydı, o zaman namazları bir olmaz, aynı zaman ve mekanda kılınmış olması rastlantı olurdu. [268]
Hadisteki, "imam oturarak namaz kıldı mı, sizde hep beraber oturarak kılın. [269] kısmı, mensuhtur. Rasûlullah'ın (s.a.), ömrünün sonunda cemaat ayakta iken oturarak kıldırması bunun delilidir. Neshin sırrı şudur: Cemaat ayakta iken imamın oturması, Acemlerin hükümdarlarına karşı gösterdikleri aşırı tazime benzemektedir. Nitekim bu durum bazı hadislerde tasrih edilmiştir. İs-lâmî esaslar yerleşip, şeriatın pek çok hükmünde onlara muhalefet iyice yer edince, bir başka asıl ağır basmaya başladı ki o da, kıyamın namazın rüknü olması ve özür olmadan terkinin caiz olmamasıdır. Cemaatin ise kıyamı terketmel erini gerektirecek bir özürleri yoktur. [270]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Benim hemen arkamda aklıyeterleriniz dursun, daha sonra da sırasıyla derece itibariyle onları takip edenler dursun." Bunu üç defa tekrarladı. "Pazar yerlerindeki gibi keşmekeşlikten sakının[271]
Bu, insanlar arasında aklıyeterlere, büyüklere gerekli saygı gösterilmesi esasının yerleştirilmesi içindir. Bu talimat, geçerli olan örf ve âdetin dikkate alınması sonucu da olabilir. Hem, daha aşağı mertebede olanların öne geçirilmesi, ileri gelenlere ağır gelebilir. Bunun için cemaatin, akhyeterlerden başlayarak derece derece sıraya konması sünnet kılınmıştır. Cami ve cemaate saygılı olmaları, Kur'ân üzerinde düşünebilmeleri için de pazar yerlerindeki gibi keşmekeşlik içinde bulunmaları yasaklanmış, namazda hükümdar huzuruna çıkan insanlar gibi tavır alınması istenmiştir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Siz, meleklerin Rableri katında saf saf durdukları gibi saf
bağlayıp dursanız ya! [272]
Her meleğin belli bir yeri olur ve onlar, yetenekleri konusundaki aklî tertip üzere saf olurlar ve öyle bir kenetlenirler ki, aralarında en ufak bir gedik kalmaz.
Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ben, saftaki aralıktan şeytanın sanki kara koyun gibi aranıza sokulmakta olduğunu görüyorum. [273]
Biz tecrübe etmişizdir ki, zikir halkasında kenetlenmek, zihnin bir noktada toplanmasını, zikirden bir tat alınmasını, gönülden geçen düşüncelere son verilmesini sağlamaktadır. Onun terki, bu manaları noksanlaştırmakta ve boşalan yerleri hemen şeytan doldurmaktadır. Rasûlullah (s.a.), şeytanı, kara koyun şeklinde te-messül etmiş halde görmüştür. Çünkü kara koyun, dar yerlere sokulmaya karşı hırsıyla bilinir. Onun kara olduğunun belirtilmesi ise, iç dünyasının kötü olduğunu sembolize etmek içindir. Şeytanın bu surete girmesinin sebebi budur. [274]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ya saflarınızı düzeltirsiniz, yahut Allah yüzlerinizi başka başka taraflara çevirir.[275]
"Başını imamdan Önce kaldıran kimse, Allah'ın onun başını eşek başına çevireceğinden korkmaz mı? [276]
Rasûlullah (s.a.), insanlara düzgün durmalarını ve imama uymalarını emretti, onlar ihmal gösterdi. Bunu, onların aleyhlerine bir durum olarak belirledi, fakat aldıran olmadı. Bu kez uyarının dozunu artırdı ve eğer muhalefette bulunmaya devam ederlerse, Hakk'ın lanetine maruz kalacaklarını belirtti. Zira ilâhî feyizlerden gereği gibi istifade etmemek, onlara sırt çevirmek, laneti gerektiren bir şeydir. Lanetin, insanları kuşatması ise, meshi yani onların hayvan şekline dönüşmesine veya aralarında ihtilâfların doğmasına sebep olur.
Hayvanlar arasından eşeğin seçilmesindeki nükte, onun ahmaklıkta ve aşağılıkta darb-ı mesel olmasıdır. Söz konusu olan asi de, ahmaklık ve aşağılıkta onun gibidir.
Sadece yüzün, eşek başı şekline çevirileceğinden söz edilmesinin sırrı ise şudur: Onlar, yüzü Allah'a döndürme, sadece O'na teveccühte bulunma konusunda, edepsizliklerini yüzleriyle yapmışlardır. Bu itibarla onlar, kötülüğü işledikleri organ yüzlerin dağlanmasında da olduğu gibi yoluyla cezalandırılmışlardır.
Ayrıca onlar, ileri geri olmak suretiyle saf düzenlerini bozmuşlardır. Bu itibarla da cezaları, manevî açıdan ileri geri olmaları yani birbirleriyle ihtilâf ve münakaşa halinde olmaları şeklinde tecellî etmiştir. [277]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
Namaza geldiğinizde, biz secdede isek, hemen siz de secdeye gidin ve onu saymayın. Kim rükûya yetişirse, o, namaza (yani o rekata) yetişmiş demektir. [278]
Çünkü rükû, kıyam haline çok yakındır. Dolayısıyla ona yetişen, sanki o rekata tamamen yetişmiş gibidir. Secde, namazın temel direğidir. Kıyam ve rükû ise ona hazırlayıcı mahiyettedir. [279]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Konak yerlerinizde kılar da, sonra cemaatle namaz kılınan bir yere gelirseniz, onlarla beraber siz de (tekrar) kılın; çünkü o, sizin için bir nafile olur.[280]
Bence bu, namazı terkedenlere, "biz evde kıldık" gibi açık bir mazeret kapısı bırakmamaya yönelik bir tedbirdir. Öbür taraftan da, ilk bakışta da olsa müslümanların dağınık görünmelerini önlemeyi amaçlamaktadır. [281]
Cuma namazının meşru kılınmasında asıl sebep şudur: Namazın, bütün ülke genelinde yaygın kılınması ve bu vesileyle insanların bir araya toplanması esas bir ilkedir. Ancak bütün şehir halkının her gün bir araya getirilmesi zordur. Dolayısıyla bunun, belli bir zaman aralığıyla yapılmasına ihtiyaç vardır. Bu zaman çok kısa olmamalıdır; aksi takdirde insanlara ağır gelir ve beklenen faydayı sağlamaz. Çok uzun da olmamalıdır; o takdirde de etkisi kaybolur ve beklenen maksat gerçekleşmez. Hafta, bir zaman birimi olarak Arap-Acem ve çoğu milletler tarafından kullanılmaktaydı ve bütün şehir halkının katılacağı toplu namaz için vakit olarak belirlemeye elverişliydi. Böylece süre olarak haftanın belirlenmesi vacip oldu.
Sonra belirlenecek günün hafta içerisinde hangisi olacağı konusunda milletler arasında farklılıklar oldu; kendilerince bazı gerekçelere dayanan yahudiler cumartesini, hıristiyanlar da pazar gününü seçtiler. Allah Teâlâ, bu ümmete ilim hazinesinden büyük bir kapı araladı ve önce Rasûlullah'ın (s.a.) ashabının kalbine, bu günün cuma olduğunu ilham etti. Zira onlar, Rasûlullah (s.a.) henüz Medine'ye gelmeden önce cuma namazı kılmışlardı. İkinci olarak da Rasûlullah'a (s.a.) açtı. Bu, Cibril'in kendisine, üzerinde siyah bir nokta olan bir ayna getirmesi ve bu misalle neyin kastedildiğini ona öğretmesi yoluyla oldu. [282]
Bu bilginin özeti şudur: Tâatlerin edası için en uygun vakit, Allah Teâlâ'nın kullarına yaklaştığı, dualarının kabul edildiği zamandır. Çünkü bu an, tâatlerinin kabulü ve onların nefisler üzerinde etkin olması için en uygun vakitlerdir. Bu zamanda yapılan tâat, diğer vakitlerde yapılan pek çok tâatin yerini tutar. Her hafta, Allah Teâlâ'nın kullarına yaklaştığı bir an vardır. Kesîb[283] cennetinde kullarına tecellî etmesi bu anda olacaktır. Büyük bir ihtimalle bu vakit, cuma günündedir. Çünkü büyük olaylar hep bu günde olmuştur. Rasûlullah (s.a.), bu manayı ifade etmek üzere şöyle buyurmuştur:
"Üzerine güneş doğan en hayırlı gün, cuma günüdür. Adem, o gün yaratıldı; o gün cennete konuldu ve o gün cennetten çıkarıldı. Kıyamet de ancak cuma günü kopacaktır. O gün hayvanlar, (kıyametin kopacağı anda her tarafı saracak uğultuya) korku içerisinde kulak kesilirler. [284]
(Ashabın bu bilgisi), kendilerine mele-i sâfilden sızan ilhamlarla olmuştur. Onlar da bilgilerini, kazanın inmesi anında Mele-i a'lâ sâkinlerinin çıkardıkları "sanki yalçın kaya üzerindeki zincir uğultusu gibi" seslerden, kendilerine ulaşan sızıntıdan edinmektedirler.
Rasûlullah (s.a.), ümmetinin, bu mübarek gün hakkında bilgilendirilmesi nimetini en güzel bir şekilde ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Bizler en son gelenleriz, ama kıyamet gününde (cennete girmede yahut ilk olarak hesabı arzetmede) herkesi geçenler de bizler olacağız. Şu kadar var ki her ümmete[285] kitap bizden önce verilmiş, bize onlardan sonra verilmiştir. Sonra Allah'ın onlar üzerine farz kıldığı şu gün[286] yok mu! Onlar, bu gün hakkında ihtilâfa düştüler, Allah, bizi ise ona hidayet buyurdu. Diğer insanlar bu hususta bize tabidirler; yahudilerin bayramı yarın, hıristiyanla-nnki ise öbür gündür. [287]
Kısaca söylemek gerekirse bu, Allah Teâlâ'nın bu ümmete has kıldığı bir fazilettir. Yahudi ve hıristiyanlar ise, teşrîde bir tür esas olabilecek noktayı yakalamışlar; fakat gün olarak cumanın belirlenmesinde hata etmişlerdir. Semavî şeriatlar, her ne kadar biri diğerinde bulunan bir meziyetten yoksun olsa bile, teşri esasları konusunda hata içermezler. [288]
Rasûlullah (s.a.), bu anın çok önemli olduğuna dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:
"Gerçekten cuma günü öyle bir an vardır ki, şayet bir müslü-man o ana rastlar da Allah'tan bir hayır dilerse, Allah onu kendisine mutlaka verir.[289]
Bu anın ne zaman olduğu konusuna rivayetler farklılık arzetmektedir. [290]
i. Bazıları, imamın oturmasından namaz bitimine kadardır, demişlerdir. Çünkü bu an, gök kapılarının açıldığı andır ve mü'minler bu saatte bütün himmetleriyle Allah'a yönelmiş olurlar. Dolayısıyla bu an, göklerin ve yerin bereketlerinin bir araya geldiği bir andır.
ii. Bazıları ise, ikindiden sonra, güneşin batışına kadardır, demişlerdir. Çünkü bu vakit, kazanın inme zamanıdır. Bazı ilâhî kitaplarda, Âdem'in (s.a.) bu anda yaratıldığı belirtilmektedir.
Bence, görüşlerin her biri, muhtemel en yakın zamanın beyanı mahiyetindedir ve kesin bir belirleme olmaktan uzaktır. [291]
Sonra, cuma namazının güçlü bir fariza olduğunun beyanına ve bunun teyit edilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ya birtakım adamlar, cuma namazını terketmekten vazgeçerler; yahut Allah, onların kalplerini muhakkak surette mühürler ve artık gafillerden olurlar. [292]
Bence bu, cumanın terkinin, ihmal ve umursamazlık kapısını aralayacağına, şeytanın da insanı bu şekilde yoldan çıkardığına işarettir. [293]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cuma her müslüman üzerine vaciptir; kadın, çocuk ve köle hariç. [294]
"Cuma, nidayı duyan üzerine vaciptir. [295]
Bu, ifrat ve tefrit arası dengenin kurulmasıdır. Denge, özürleri olan kimselerin, camiye gitmesi zor olanların ve gitmelerinde fitne bulunanların durumlarının yükümlülük esnasında dikkate alınması ve onlar hakkında kolaylık getirilmesi yoluyla sağlanmıştır. [296]
Cuma günü boy abdesti almak, dişleri temizlemek, koku sürünmek, güzel elbiseler giyinmek... gibi şeyler müstehaptır. Çünkü bunlar, temizliği ikmâl eden şeylerdir ve temizlik hasletine karşı nefsin aşırı derecede uyarılmasını sağlar. Rasûlullah'ın (s.a.), "Eğer ümmetime sıkıntı verecek olmasaydım, her namaz esnasında onlara misvak kullanmalarını emrederdim. [297] buyruğunun manası budur.
İnsanların mutlaka yıkanmaları ve temizlenmeleri gereken bir gün olmalıdır. Zira bu, insanların gerekli ve güzel olan itiyatla-rındandır. Her gün yıkanma imkânı olmayınca, cuma günü yıka-nılması emredilmiştir. Çünkü cuma, vakit olarak belirlenmeye en uygun gündür ve bu namaz için tamamlayıcı bir unsurdur. "Her müslümanın, her yedi günde bir yıkanıp, bedenini ve başını (güzelce) yıkaması bir görevdir. [298]hadisinin manası budur.
Sonra, o sıra insanlar kendi işlerini kendileri görürlerdi ve bunun sonucu olarak da bir araya geldikleri zaman, koyunlar gibi kokarlardı. Başkalarını rahatsız etmemeleri ve toplanmayı kolaylaştırması için herkesin bu toplantı gününde yıkanmaları emredildi. Bu izahı, İbn Abbâs (r.a.) ve Hz. Âişe (r.a.) yapmıştır. [299]
Cuma namazında susmak ve imama yakın olmak, boş şeyleri terketmek ve erken davranmak istenmiştir. Çünkü bu, verilecek dersin dinlenmesini ve üzerinde düşünülmesini daha iyi sağlar.
Mescide, binerek değil de yürüyerek gidilmesi müstehap sayılmıştır. Çünkü bu tevazu ve Rabbe karşı huşu içerisinde olmaya daha uygundur. Zira cuma, hem varlıklı hem de yoksul insanları bir araya getirir. Binek bulamayan kimseler belki utanabilirler. Dolayısıyla herkesin yaya gelmesi istenilerek bu kapının kapatılması amaçlanmıştır. [300]
Hutbeden önce namaz kılınması, revâtip sünnetler bahsinde açıkladığımız sebepten dolayı müstehap kılınmıştır. Camiye geldiğinde, eğer imam hutbe okuyorsa, hemen kısaca iki rekat namaz kılı verir ve hem sünnet namazım kılmaya, hem de hutbe âdabına mümkün mertebe riayet etmeye çalışır. Bu meselede, ülkende yaygın olarak uygulamada olan şeye aldanmayasın; zira bu konudaki hadis sahihtir ve uyulması vaciptir. [301]
Başkalarını tepelemek, iki kişi arasını açmak, yerine oturmak için bir başkasını kaldırmak yasaklanmıştır. Bunlar cahiller tarafından çokça yapılmaktadır ve sonuç itibariyle de insanların aralarının açılmasına, kin tohumlarının saçılmasına sebep olmaktadır. [302]
Sonra Rasûlullah (s.a.), cuma namazını tam, âdâb ve erkânına riayet ederek kılan kimselerin sevabını açıklamış; bunun, iki cuma arasında işlenilmiş günahlara keffâret olacağım beyan buyurmuştur. Zira bu, nur deryasına dalması, müslümanlann duasının kapsamına girmesi, onlarla sohbet feyzine nail olması, öğüt ve nasihat bereketine ulaşması ve daha başka faydalar elde etmesi için yeterli bir miktardır. [303]
Rasûlullah (s.a.), cuma günü camiye erken gitmenin sevabını açıklamış, elde edecekleri sevabı; deve, sığır, koç ve tavuk kurban etmek gibi bir benzetme ile açıklamıştır. Bu saatler, cumanın vacip olduğu andan, hutbenin irad olunacağı vakte kadar olan kısa vakitlerdir.
Bilesin ki, uzak yakın herkese yönelik bütün namazlar, sadece iki rekat şeklinde kısa tutulmuştur. Bunların uzun olması, insanlara ağır gelir; oysa ki bu tür cemaatler içerisinde zayıf, hasta ve iş güç sahibi olanlar bulunur. [304]
Cuma namazında açıktan okunur ve böylece insanların Kur'ân üzerinde daha iyi düşünmelerine imkân verilir; ayrıca Kur'ân'ın Önemi ve İslâm toplumundaki yeri de vurgulanmış olur. [305]
Cuma namazında bir de hutbe bulunur ve bununla cahillerin bilgilendirilmesi, unutanların hatırlatılması amaçlanır.[306]
Rasûlullah (s.a.), cuma namazında iki hutbe okur, ikisi arasında otururdu. Oturma, hem hatibin, hem de cemaatin dinlenmesini ve zindeleşmesini sağlar.[307]
i. Allah'a hamd ederek başlamak,
ii. Rasûlullah'a (s.a.) salât ve selâm getirmek,
iii. Şehâdet okumak,
iv. "Emmâ ba'du = İmdi" diye ayırıcı bir kelime ile söze başlamak,
v. öğüt vermek,
vi. Takvayı emretmek,
vii. Dünya ve âhiret azabına karşı uyarmak,
viii. Kur'ân'dan birşeyler okumak,
ix. Müslümanlar için hayır duada bulunmak.
Hutbenin bu sayılan unsurları içermesinin gereği şundandır: Bilindiği gibi hutbe, ezan gibi dinî nişanelerdendir. Bu itibarla onun, Allah'ın zikrinden, Rasûlüne övgüden, Allah'ın kitabından bazı kısımlar okumaktan hali olması uygun olmaz.
Hadiste, "İçinde kelime-i şehâdet (teşehhüd) bulunmayan her hutbe, kesik kol gibidir. [308] buyurulmuştur. [309]
Ümmet, lâfzî yolla değil de manevî yoldan olmak üzere, Cuma namazı için cemaatin ve bir tür yerleşik hayatın da olmasının şart olduğunu çıkarmıştır.
Rasûlullah (s.a.), onun halifeleri ve müctehid imamlar (r.an-hum), yerleşim birimlerinde cuma kılarlar, bâdiyede oturanları (göçebe halkı) cuma namazı ile sorumlu tutmazlardı. Dahası, onlar zamanında bâdiyede cuma kılınmazdı. Asırdan aşıra, nesilden nesile gelen bu uygulamadan hareketle, cuma için cemaatin ve yerleşik bir hayatın da şart olduğunu çıkarmışlardır.
Ben derim ki: Madem kî cumanın aslı esası, dinin ülkede yaygın halde yaşanılır kılınmasıdır; Öyleyse elbette yerleşik hayat ve cemaat şartı aranacaktır.
Bence bu konuda en sahih olanı, bir yere "karye" (yani köy, en küçük yerleşim birimi) deniyorsa, orada cuma namazı küınabil-melidir. Çünkü bu konuda çok sayıda ve çeşitli tariklerle hadisler rivayet edilmiştir ve bunlar hep birbirini destekler mahiyettedir. "Beş kişiye cuma yoktur." Bâdiyede yaşayanlar da bu hükme katılmıştır. "Cuma, elli erkek üzerinedir." Bence elli sayısı, onların bir koy olacağını belirtmek içindir. "Cuma, her köy üzerine vaciptir. [310] hadisleri bunlardandır.
Bu konuda en az sayı için, kervan gelmesi üzerine cemaatin mescidi terkedip, RasûluHah'ı (s.a.) hutbe okur halde bırakması olayı[311] delil olarak kullanılmıştır. Öyle gözüküyor ki onlar, Allah'u a'lem! tekrar mescide dönmemişlerdi.
Bu şartlar varsa, ora halkına cuma farz olur ve gelmeyenler günaha girer. Kırk sayısı şart olarak aranmaz.
Cuma namazını kıldırmaya en lâyık olan, yörenin mülkî âmiridir. Hz. Ali'nin (r.a.), "Dört şey, imama havale edilmiştir...11 sözü, bunu ifade etmektedir. Cuma namazının kılınması için, devlet başkanının bizzat bulunması şart değildir. Doğrusunu en iyi Allah bilir! [312]
İslâm, cahiliye bayramları yerine İslâmî bayramlar koymuştur;
Bu konuda asıl şudur: Her ulusun özel bazı günleri olur ve o günlerde giyinir kuşanır ve süslenirler, bu halde iken yurtlarından çıkarlar ve bir araya gelerek o günü kutlarlar. Arap Acem bütün uluslar arasında böyle bir âdeti olmayan yoktur. Rasûlullah (s.a.), Medine'ye geldiğinde, onların kutlamakta oldukları iki günleri vardı. Onlara: "Bu iki gün neyin nesi?" diye sordu. Onlar: "Biz, cahiliye döneminde bu iki günde kutlama yapardık." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), onlara: "Allah Teâlâ, sizin bu iki gününüze karşılık olarak, daha hayırlı olan kurban ve fıtır bayramlarını verdi.[313] buyurdu.
Daha Önce kutlamakta oldukları günlerin, nevruz ve mihri-can olduğu söylenir. Bu günlerin değiştirilmesinin sebebi şudur: Bayram olarak kutlanılan bütün günler incelendiğinde, onların mutlaka dinî bir nişaneyi takdis etmek, yahut mezhep imamlarına uygunluk arzetmek, ya da daha başka dinî mahiyet içeren bir sebebe dayandığı görülür. Rasûlullah (s.a.), onları, eski âdetleriyle başbaşa bıraktığında, cahiliye dönemi din anlayışının takdis edilmiş olacağından, atalarının yollarının terviç edileceğinden korktu. Bunun üzerine onlara, hanîf İslâm dinine ait nişanelerin yüceltildiği iki günü bayram kıldı ve kutlamalara, Allah'ı anmak ve bazı tâatleri de işlemek görevi de ekledi ki, bayram günlerinde müslü-manların bir araya gelmeleri sadece eğlenceye yönelik olmasın, onların toplanmaları Allah'ın dinini yüceltme amacından geri kalmasın. [314]
1. Fıtır (Ramazan) bayramı:
Bu bayramlardan ilki, fıtır ya da Ramazan bayramıdır. Bir ay boyunca tutulan oruç ibadetinin bittiği, fıtır sadakasının verildiği gün kutlanır. Bu bayramda herkesi, kendilerine zor gelen oruç ibadetini tamamlamış olmanın verdiği tabiî bir sevinç bürür. Bunun yanında, fakirlerin fıtır sadakalarım almaları onları da sevindirir. Kişinin, Allah Teâlâ'nın kendilerine farz kılmış olduğu önemli bir ibadeti yerine getirmiş olması, geçen seneden bu tarafa bir sene boyunca, Allah'ın kendisine ve çoluk çocuğuna sağlık ve afiyet vermiş olması, aklı başında olan herkes için sevinmeyi gerektiren bir nimettir. [315]
İkincisi, Hz. İbrahim'in (s.a.), oğlu İsmail'i (s.a.) kurban etmek istediği, Allah Teâlâ'nın da büyük bir koç göndererek onu kurtardığı günün yıldönümünde kutlanır. Bu bayram, hanîf İslâm dininin önderleri olan peygamberlerin anılarım tazelemek, Allah uğruna canı ve malı feda etmek, bu yolda sabır ve metanet göstermek konusunda onları örnek almak anlamları taşır. Ayrıca kurban bayramı, hacılara benzeme, onların yaşadıkları dinî havaya arzu duyma anlamına da gelir. Bu yüzden bayramda tekbîr alınması sünnet kılınmıştır. Allah Teâlâ da, "Size hidayet ettiği için, Allah'ı tazim etmenizi ister.[316] buyurur. Yani, Allah Teâlâ'nın, sizi oruç tutmaya muvaffak kılmasına bir şükür ifadesi olmak üzere tekbir getirin, demektir. [317]
Bu yüzden kurban kesmek, Mina günlerinde tekbir getirmek[318] sünnet[319] olmuştur. Kurban kesmeye niyet eden kimsenin tıraş olmaması müstehap kılınmıştır. Bayram namazı ve hutbe sünnet[320] kılınmış, böylece müslümanların bir araya gelmelerinin, Allah'ı zikirden ve dinî nişanelerin takdisinden hali kalmaması istenmiştir.
Bunun yanında şer'î bir maksat daha gözetilmiştir. O da şudur: Her milletin bir gövde gösterisi olur; orada bütün fertleri bir araya gelir. Böylece güç ve kudretlerinin gözükmesi, çokluklarının görülmesi istenir. Bayramlar da böyledir. Bunun içindir ki, çocuklar, yaşlı-genç bütün kadınlar ve hatta hayızlı olanlar dahil herkesin bayram yerine katılmaları müstehap kılınmıştır. Bunlar, namaz kılınan yerden ayrı dururlar ve müslümanların dualarına katılırlar. Bunun için Rasûlullah (s.a.), gelirken ve giderken ayrı ayrı yolları kullanır, her iki yolda, müslümanların güç ve kudretlerini göstermek üzere dizilenleri kutlardı.
Esasen bayram, süslenmek demek olduğundan, en güzel elbiselerin giyilmesi, merasimlerin yapılması, gidip gelirken ayrı ayrı yolların kullanılması, namazgaha çıkılması müstehap olmuştur. [321]
Bayram namazının sünnetlerini şöylece sıralayabiliriz:
i. Namaza ezansız ve kâmetsiz başlanması,
ii Kur'ân'ın açıktan okunması,
iii. Hafif tutulmak istendiğinde "Sebbihi'sme rabbike'l-a'lâ", "Hel etâke" sûrelerinin, tam tutulmak istendiğinde de "Kâf" ve "İkterebeti's-sâatu" sûrelerinin okunması,
iv. Birinci rekatta kırâattan önce yedi, ikincide kırâattan önce beş tekbir alınması. Kûfelilerin uygulamasında, birinci rekatta aynen cenaze namazındaki gibi kırâattan Önce, ikincisinde de kırâattan sonra dört tekbir alınır. Her ikisi de sünnettir. Hare-meyn-i Şerîfeyn uygulaması daha üstündür.
v. Hutbe okunması. Hutbede hatip, takva üzere olunmasını emreder, öğüt verir ve Allah'ı zikreder. [322]
Fıtır bayramında, birkaç hurma yemeden tek sayıda yer namaza gitmez. Bununla, bir gün önceki oruç haline oruç ayının bitmesi sebebiyle muhalefet edilmiş olur. Namazdan önce fıtır sadakasını verir; böylece, böyle bir günde fakirlerin muhtaç durumdan çıkarılması ve namaza tasasız katılmaları sağlanır.
Kurban bayramında ise, namazdan dönünceye kadar bir şey yemez, teberrüken kesmiş olduğu kurban etinden yer. Böylece ona Önem verdiğini göstermiş olur. [323]
Kurbanı, namazdan sonra keser. Çünkü kurbanın kesilmesi, ancak hacılara benzeme yoluyla bir tür ibadet manası kazanır. Bu ise, namaz için toplanmak yoluyla olur.
Kurban, her ev için bir yaşını tamamlamış keçi ya da altı ayını doldurmuş koyundan olur. Kurbanı hedye (hac kurbanı) kıyas etmişler; sığırı ve deveyi yedi davar kurbanı yerine ikame etmişlerdir.
Kurban, Allah yolunda mal harcanması anlamı taşır. Allah
Teâlâ da, "Onların ne etleri, ne de kanlan Allah'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvanız ulaşır.[324] buyurmaktadır. Allah yolunda fedakarlığına, niyetinin samimiyetine delil olması için, kurban edeceği hayvanı Allah adıyla boğazlaması, iyisinden seçmesi müstehap kılınmıştır. Bunun için de dört türlü hayvanı kurban etmekten sakınılması istenmiştir. Bunlar:
i. İyice topal olanlar,
ii. Kör ve şaşı olanlar,
iii. İyice hasta olanlar,
iv. Kemiklerinde ilik kalmayacak Ölçüde zayıf olanlar.
Ayrıca boynuzu kırık, kulağı kesik olan hayvanların kurban edilmesi de yasaklanmış; kesilecek hayvanın gözlerinin ve kulaklarının sağlam olması sünnet kılınmıştır. Kulaklarının ucu ya da arkası kesik, ortadan delik ve oyuk olan hayvanların kurban edilmemesi istenmiştir.
Boynuzlu, siyah gözlü, siyah karınlı ve siyah ayaklı tekelerin kurban edilmesi sünnettir; çünkü bu sayılan özellikler, genç kara davarda olması gereken en güzel vasıflardır. [325]
Kurbanda okunacak dua ve zikirlerden biri şudur: "Inriî veccehtu vechî lillezî fatara's-semâvâti ve'l-arda hanîfen vemâ ene mine'l-müşrikîn. Kul inne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi rabbi'l-âlemîn, la şerike leh ve bizâlike ümirtu ve ene mine'l-müslimîn.
Allahümme minke ve ileyke ve leke, Allahu ekber!"
Manası: Yüzümü hanîf müslüman olarak gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim. Ben müşriklerden değilim. De ki: Benim namazım da, ibadetlerim de hayatım da, ölümüm de âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim (ya da) ben müslümanlardanım.
Allahım bu, sendendir, sana adanmıştır ve senin rızan içindir. Allah en büyüktür. [326]
Bil ki: Hasta ziyareti ve bakımının yapılması, üzerine okunması, ölmek üzere olan kimseye müşfik davranılması, ölünün tekfin ve teçhiz işlerinin yapılması, defnedilmesi, onun için hayır yapılması, üzerine ağlanması, aile ve yakınlarının taziye edilmesi, kabir ziyaretinde bulunulması... bütün Arap uluslarınca yapıla-gelmekte olan işlerdi ve aynı şeyler bütün diğer uluslarda da şöyle ya da böyle vardı. Bunlar, normal mizaçta olan insanların onsuz edemeyecekleri âdetlerdir ve insanların bunları terketmeleri düşünülemez. Bu itibarla Rasûlullah (s.a.) gönderildiğinde, bu gibi konularda mevcut bulunan âdetlere bakmış ve bunların (birçoğunu olduğu gibi kabul etmiş, bir kısmının) ıslâhına gitmiş, yanlış olanları da düzeltmeye çalışmıştır. [327]
Bu gibi konularda geçerli olan maslahat ya hasta olan kişinin dünya ya da âhiret açısından bizzat kendisine, ya yine bu iki açıdan biri yoluyla hastanın ailesine, ya da topluma yöneliktir.
Hasta, dünya hayatında, teselli edilmesi, kendisine müşfik davranılması yoluyla sıkıntısının hafifletilme sine, kendi başına yapmaktan aciz kaldığı hizmetlerinin görülmesine muhtaçtır. Bunun gerçekleşebilmesi için de, hasta ziyareti ve bakımının, din kardeşleri ve şehir halkı tarafından behemehal yerine getirilmesi gerekli dinî bir görev (sünnet) kılınması gerekir.
Ahireti hakkında da, sabırlı olmaya; başına gelen bela ve sıkıntıları, aynen hastanın içmek zorunda kaldığı tadı acı, fakat sonuçta yararlı olan ilaç mesabesinde görmeye muhtaçtır. Ki, bunun sonucunda dünya hayatına iyice dalıp perdelenmesin, Rabbinden uzak düşmesin. Aksine, ölümle birlikte günahlarının da çözülmesi ve yok olması sağlansın. Bunun gerçekleşebilmesi için de, mutlaka o kişinin sabrm faydaları, çekilen elemlerin yararları doğrultusunda uyarılması gerekir.
Ölüm döşeğinde olan kimse, dünya hayatının son gününü, âhiret hayatının da ilk gününü yaşıyordur. Bu itibarla, onun Allah'ı anması ve O'na yönelmesi konusunda teşvik edilmesi, böylece ruhunun iman hali üzere çıkması ve bunun sonucunda da âhiret hayatında bunun semeresini görmesi temin edilmeye çalışılmadır.
Normal tabiatta bulunan bir insan, yaratılış itibariyle aile ve mal tutkusuna sahip olduğu gibi, hayatında ve ölümünden sonra insanlann kendisini hayırla yadetmeleri tutkusuna da sahiptir ve kötü taraflarının ortaya çıkmasını sevmez. Hatta her ulus içinden, en akıllı kimseler çıkarlar ve ünlerinin devam etmesi için kalıcı büyük eserler yaptırırlar, arkalarından "Ne cesurdu, ne kahramandı!" denmesi için kendilerini tehlikelere atarlar, "Hem dünyasında, hem de ölümünden sonra büyük nasibi varmış" desinler diye, kendisine anıt mezar yapılmasını vasiyet ederler. Hatta bilge kişiler, "Ünü insanlar içinde yaşayan kimse, aslında ölü değildir." demişlerdir.
İşte bu telakki, tüm insanlarca paylaşılan cibillî bir duygu olduğundan, insanlar bu telakkiler üzerinde yaşayıp Öldüklerinden, onların bu telakkilerini doğrulamak ve vasiyetlerini yerine getirmek, onlara ölümlerinden sonra bir tür iyilikte bulunmak manası kazanmıştır. [328]
Ruh, cesetten ayrıldığında (insanî ruh için) başka bir doğuş söz konusu olur. İlâhî ruhun feyzi onda kalan şeyden çok işlevli bir duyu gücü (hiss-i müşterek) vücuda getirir ve bu güç misâl âleminden bir yardımla işitme, görme ve konuşma yeteneğim birden sağlar. Bu haliyle, dünya hayatında sahip olduğu bilgileri, zanları üzere olmaya devam eder. Üzerine, üst âlemden azap göreceği ya da nimetleneceği bilgiler iner. Allah'ın sâlih kullarının himmetleri, Hazîre-i kuds'e yükselir. Onlar, ısrarla bir ölü hakkında dua ettiklerinde, yahut onun için büyük bir sadaka verdiklerinde, bu Allah'ın tedbiriyle, Ölüye fayda verir ve o, hazîreden üzerine inmekte olan feyz ile birleşir. Bu da onun halinin iyileşmesini temin eder. [329]
Ölünün aile ve yakınlarına büyük bir üzüntü isabet eder. Dünyevî açıdan onların maslahatı, kendilerinin taziye edilmesi ve acılarının paylaşılmasıdır. Bu, onların duymakta oldukları acı kısmen hafifletir. Ayrıca onlara, ölünün defninde yardımcı olunması, o gün ve gecede kendilerine yemek verilmesi gerekir.
Âhiret açısından ise, içinde bulundukları sıkıntı halinden kurtulmaları ve Allah'a teveccüh etme kapısını açmaları için kendilerine ecr-i cezîl dilenir. Ayrıca ağıt yakarak ağlamaları, yaka paça yırtmaları, dövünmeleri ve benzeri acı ve ızdırabı artıran tahammülsüzlük belirtisi davranışlarda bulunmaları önlenir. Çünkü bu durumda onlar, tedaviye muhtaç hasta mesabesindedirler; bu halde iken onların kendi hallerine bırakılmaları ve dahası yangına körükle gidilmesi uygun olmaz.
Cahiliye döneminde insanlar, Allah'a şirk koşmaya götüren bazı âdetler edinmişlerdi. Dinin çıkarı, bu kapının kapatılmasını gerektiriyordu. O yüzden konuyla ilgili bazı yasaklar getirilmiştir.
Bu girişten sonra konuyla ilgili gelen hadislerin izahına geçebiliriz: [330]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kendisine hastalık veya başka bir şeyden eza isabet eden hiçbir müslüman yoktur ki, Allah onun sebebiyle günahlarını ağacın yapraklarını döktüğü gibi dökmesin.[331]
Hataların keffâret olmasını gerektiren sebeplerden daha önce söz etmiştik. Bunlardan bir tanesi de, nefis perdesinin ortadan kaldırılması, kötü yeteneklere sevkeden behîmî ruhun çözülmesi idi. Bunu başaran kimse, dünya hayatına razı olmadan, bir tür uzaklaşır.
"Mü'minin misali, taze ekin demeti gibidir; rüzgar onu eğiltir, kimi kere yere yıkar, kimi kere de doğrultur. Eceli gelinceye kadar böyle devam eder. Münafığın misali ise kendisine hiçbir şey dokunmayan dimdik erze[332] ağacı gibidir. Sonunda bu ağacın külmesi bir defada olur. [333]
Bence bunun sırrı şudur: İnsan nefsinin hayvanı ve melekî olmak üzere iki kuvveti vardır. İnsanın, özellik itibariyle, bazen hayvanı yönü gizlenir ve melekî yönü üste çıkar. Bu durumda o, melekleşir ve onlardan sayılır. Bazen de aksi olur ve melekî yönü gizlenir, hayvanı yönü üste çıkar. Bu durumda da hayvanlaşır ve artık o insanlıktan çıkar. Hayvanı gücün tasallutundan, melekî gücün egemenliğine geçme sırasında, bu iki gücün birbiriyle mücadele edeceği haller vardır. Bazen bu Ötekine, bazen de o, berikine üstün gelir. Bu hal, dünyada iken mücâzâtın gerçekleşme yeridir. Biz, daha önce mücâzâtın neden ve niçininden söz etmiştik. Oraya bakınız.
Rasûlullah {s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kul hastalandığı ya da yola çıktığı zaman, sağlam ve mukim iken işlemekte olduğu şeylerin sevabı kadar kendisine sevap yazılır. [334]
İnsan, bir şeyi yapmaya azmettiği zaman, onu bundan ancak haricî bir engel alıkoyar. O, kalbin görevini yerine getirmiştir. Gerçek takva kalptedir. Ameller, sadece onun dışa vurması ve te-yitçisidir. Kişi, imkân bulduğunda azmettiği şeye dört elle sarılır. Aciz olması halinde ise, (ihmal etmez) zamana bırakır. Bu itibarla, kalben yapmaya azimli olduğu şeyi, imkânlar elvermediği için yapamadığında da sevap alır. [335]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şehitler beştir ya da yedidir... [336]
Kulun ihtiyarı sonucu olmayan şiddetli musibetler, günahların keffâret olunması ve kulun Allah'ın rahmetine hak kazanması konusunda şehitlik gibi tesir eder.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Müslüman, müslüman (kasta) kardeşini ziyaret ettiğinde, dönünceye kadar cennetin hurmalığındadır.[337]
Şehir halkının birbiriyle kaynaşması, ancak aralarında ihtiyaç sahibi olanlara yardımcı olmakla mümkün olabilir. Allah Teâlâ, şehir halkının kaynaşmasına yardımcı olacak işleri sever. Hasta ziyaretleri ise, kaynaşmanın meydana gelmesinde önemli bir etkendir.
Bir kudsî hadiste şöyle gelmiştir:
Allah Teâlâ, kıyamet günü şöyle diyecektir: "Ey âdemoğlu! Ben hasta oldum da, sen beni ziyarete gelmedin!" Âdemoğlu: "Ya Rabbi! Ben seni nasıl ziyaret edebilirim; sen âlemlerin Rabbisin!" diyecek. Allah Teâlâ: "Bilmez miydin ki, filan kulum hasta oldu. Sen onu ziyaret etmedin. Bilmez miydin ki, onu ziyaret etmiş olsaydın, beni onun yanında bulacaktın." buyuracak. [338]
Derim ki: "Melekler ve Rûh iner. [339] âyetinde sözü geçen Rûh-ı A'zam'a nisbetle bu tecellî, insana nisbetle rüyasında gördüğü açık suret gibidir. Nasıl ki, insanın Rabbi hakkındaki inancı, ya da o şahıs hakkındaki Allah'ın hükmü ve rızası, rüyasında Rabbi olarak temessül ederse, bunun için gerçek mü'minin Rasûlullah'ın (s.a.) gördüğü gibi O'nu en güzel surette görmesi gerekirse, kapısının eşiğinde kendisini tokatlıyor halde gören kimsenin rüyasının tevili, o kapı yönünden Allah'ın hakkı konusunda ihmal gösterdiği şeklinde yoruluyorsa; Allah'ın hakkı, hükmü, rızası, tedbiri ve insan fertlerinin işlerini üstlenmesi (kayyûmluğu), yahut onların meydana gelişinin başlangıcı olması, insanların Rabbleri hakkındaki itikatları da, pek çok suret şeklinde temessül eder. Bu, insanların normal kıvamda olmaları, nefislerinin istikamet üzere olması halinde, âhirette insan türüne ait özelliklerin bireylerde tecellî etmesi sonucunda böyle olur. Nitekim Rasûlullah (s.a.) bunu açıklamıştır.
Bu tecellî, sadece Rûh-ı A'zam içindir. Rûh-ı A'zam, insan fertlerini toplayıcı olan, onların çokluklarının buluştuğu yer, dünya ve âhirette ulaşabilecekleri en son nokta olan varlıktır. Bununla şunu demek istiyorum: Allah Teâlâ'ya ait, kayyumluğu ve hakkındaki hükmü hasebiyle küllî bir şe'n vardır. İnsanların, âhirette kalpleriyle devamlı ayan beyan gördükleri, bazen de uygun bir surette temüssül etmesi halinde gözleriyle gördükleri şey budur.
Kısaca, bu tecellî, insanların kendi aralarında kaynaşmaları ve sadece beşere mahsus olan insanî kemâli elde etmeleri, aralarında güzel ilişkiler kurmaları gibi insan türüne ait özelliklerin bireylere yansıması açısından fertler hakkındaki Allah'ın hükmünü ve hakkını açıklayıcı olmuştur. Bu yüzden, toplum için olan şeyin, [ 86 ] bu ilişkiden dolayı kendisine nisbet edilmesi gerekmiştir. [340]
Rasûlullah (s.a.), içinde Allah'ın zikri, O'ndan yardım isteği bulunan tam, kâmil rukyeler emretmiş, bununla Allah'ın rahmetinden bir Örtünün onları bürümesini, onlara gelecek belaları defetmesini, cahiliye döneminde yapmakta oldukları afsunlardan, ta-ğutlardan istimdadda bulunmadan vazgeçmelerini istemiş, onlara eskiden yaptıklarından daha güzellerini getirmiştir.
Rasûlullah'm (s.a.) öğrettiği rukyelerden bazıları şunlardır:
1. Okuyucunun sağ eliyle sıvazlayarak, "Ezhibi'l-be's Rab-be'n-nâs, veşfi ente'ş-şâfi la şifâe illâ şifâuke şifâen lâ yuğâdiru se-kamen." demesi.
Manası: Ey insanların Rabbi! Ağrıyı sızıyı gider ve şifâ ver, şifâ veren ancak sensin, senin şifandan başka deva yoktur. Öyle bir şifa ver ki hiç dert bırakmasın!
2. "Bismillahi erkîke..."
Manası: Allah'ın adıyla, seni eza veren herşeyden, her hasetçi nefsin ve gözün şerrinden afsunluyorum. Allah sana şifa versin! Allah'ın adıyla sana şifa diliyorum.
3. "Utzuke bi kelimâtillahi't-tâmme..."
Manası: Allah'ın tam kelimeleriyle, seni her türlü şeytandan, haşerâttan, kem gözden Allah'ın korumasına alıyorum.
4. Yedi defa, "Es'elullahe el-azîm Rabbe'l-arşi'l-azîm en yeşfıke."
Manası: Yüce Allah'tan, yüce arşın Rabbinden sana şifa vermesini istiyorum.
5. Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerini okuyup üflemek ve bedeni sıvazlamak, elini bedenindeki ağrıyan yere koymak ve üç defa "Bismillah", yedi defa "Eûzü bi 'ızzetillahi ve kudretihl min şerri mâ ecidu ve uhâziru." demek.
6. "Bismillâhi'l-kebîr, eûzü billahi'l-azîm min şerri külli ırkın ne'âr, ve min şerri harri'n-nâr."
Manası: Yüce Allah'ın adıyla, dert dolu her damardan, cehennem ateşinin şerrinden yüce Allah'a sığınırım.
7. "Rabbunâllahu'llezî fî's-semâ tekaddese ismuke..."
Ey, göklerde olan Rabbimiz! İsmini takdis ederiz. Hükmün, göklerde ve yerde her yerde geçer. Rahmetin ise göklerdedir. Rahmetini yere de indir. Bizim günahlarımızı, kusurlarımızı bağışla! Sen, iyilerin Rabbisin. Rahmetinden bir parça indir. Şifa hazinenden bu derde bir şifa ver. [341]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden hiç biri ölüm temennisinde bulunmasın![342] İnsanın Rabbine karşı takınması gereken edepten biri de, üzerine olan nimetini kendisinden almasını istememesi, böyle bir cüret göstermemesidir. Hayat, büyük bir nimettir. Zira o, iyiliklerin elde edilmesi için sebeptir. İnsan öldüğü zaman, amelinin çoğu kesilir ve artık yükselemez. Sonra ölüm temennisi, taşkınlıktır, feveran ifadesidir ve bu iki özellik, en kötü huylardandır. [343]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever; kim de Allah'a kavuşmayı sevmezse, Allah da ona kavuşmayı sevmez. [344]
Bence, Allah'a kavuşmadan maksat, gaybî imandan, müşaha-de yoluyla olan imana intikal etmektir. Bu ise, kendisini saran hayvani yoğun perdelerin açılması ve melekî nurun ortaya çıkması ile olur. Bunun üzerine kendisine, Hazîre-i kuds'ten yakın iner. Böylece, aracılar vasıtasıyla vaad edilen şeyleri, gözüyle görür, kulağıyla işitir olur.
Hayvanı zayıflatmak, melekî yönünü güçlendirmek uğrunda çalışmaya devam eden mü'min kul, her unsurun kendi yerine özlem duyması, her duyu organının, o organa mahsus lezzetleri algılamaya arzulu olması gibi Rabbine kavuşma haline iştiyak duyar. Her ne kadar, bünyesinin yapısı bakımından elem duyar, ölümden ve sebeplerinden hoşnutsuz olursa da, neticede o hali özler.
Hayvanı yönünü güçlendirme uğrunda koşuşturan günahkar kul ise, dünya hayatına karşı büyük özlem duyar ve aynı şekilde ona meyleder; Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz.
Hadisteki, Allah'ın sevmesi ve sevmemesi ifadeleri, söz ahenginin sağlanması (müşâkele) içindir. Çünkü bu gibi kalbi duygular Allah için sözkonusu değildir. Bunlardan maksat, kula yararlı ya da zararlı olacak şeyi hazırlaması, onları gözetir olmasıdır.
Hz. Âişefra.), insan tabiatının ölümden hoşlanmamasıyla, mü'min kulun Allah'a kavuşmayı sevmesi arasını telifte zorlanmıştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), kavuşmaktan murad olunan manaya, ölüm meleklerinin gözükmesi halinde, Allah'a kavuşma arzusu olduğunu beyanla dikkat çekmiştir. [345]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sakın sizden biriniz, Rabbine hüsnü zanda bulunmadığı halde ölmesin.[346]
Bil ki: Nefsi istikamet üzere kılacak, onun eğriliklerini giderecek en az amelden yani farz olan yükümlülüklerin yerine getirilmesi ve büyük günahlardan da kaçınılmasından sonra insanın Allah'a güvenmesi, O'na karşı ümitvar olması kadar yararlı başka bir amel yoktur. Çünkü ümitvar olma, kendisini Allah'ın rahmetinin inmesine hazır hale getirmeye sevkeden etkin dua ve güçlü himmet gibi etkili olur ve insana fayda sağlar. Korku ise, insanın Allah düşmanlarına karşı kullanacağı bir kılıçtır. Onunla, şehevî ve hayvanı yoğun perdeleri aralar ve şeytan vesveselerine karşı koyar. Nasıl ki, savaşmada mahir olmayan kimseler, bazen kılıçlarını gereği gibi kullanamazlar ve kendi kendilerini yaralarlarsa, nefis terbiyesinde de mahir olmayan kimseler, aynı şekilde bazen korkuyu yerli yerinde kullanamayabilir ve bunun sonucunda, bütün güzel amellerini ucub, riya ve diğer âfetlerle itham ederler, bunun sonucunda da Allah katında onlardan hiçbir ecir beklemez bir hal alırlar. Diğer taraftan da bütün küçük günahlarını ve sürçme- 1 lerini gözlerinde büyütürler ve onların behemehal yer etmiş olduğuna ve onlarla cezalandırılacağına inanırlar. Bu inanç üzere Öldüklerinde, seyyi âti arının kendilerini ısırıyormuş gibi temessül ettiğini zannederler. Bu, misal âlemine ait bir kuvvetin, onların hayal ettiği hal üzere temessül etmesine ve onların bu şekilde bir tür azap görmelerine sebep olur. Yersiz şüpheleri ve kötü zanlan sebebiyle de hasenatlarından gereği şekilde yararlanamazlar. Hadis-i kudsîde Allah Teâlâ'nın, "Ben kulumun zannı üzereyim.[347] buyurmasındaki mana budur. İnsan, hastalığında ve zayıf anında çoğu kez korku kılıcını yerli yerinde kullanamaz, yahut ne yapacağını karıştırır. Bu itibarla böyle biri hakkında sünnet, onun reca halini, korku hali üzerine çıkarmak olmuştur. [348]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Lezzetleri alt üst eden (ölümü) çokça hatırlayınız. [349]
Nefis perdesinin kırılması ve insan doğasının dünya hayatının lezzetleri içerisine dalmasının önlenmesi konusunda, ölümün hatırlanması kadar etkili hiçbir şey yoktur. Çünkü Ölüm, insanın dünyadan ayrılış şeklini ve Allah'a kavuşma halini gözünün önüne getirir. Bunun ise, nefis üzerinde tuhaf bir etkisi vardır. Daha önce bu konuya temas etmiştik, oraya bakınız. [350]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kimin, son sözü %â ilahe illallah...'olursa, cennete girer. [351]
Can çekişme haline girmiş bir kimsenin, "Lâ ilahe illallah" diyebilmesi, imanının sıhhatine ve onun sevincinin kalbine girdiğine delildir. Keza, bu hengamede zikretmesi, muhtemelen nefsinin ihsan mertebesine ulaştığını ve onun, o makama uygun biçimde şekillendiğini gösterir. Böyle bir hal üzere Ölen kimsenin cennete girmesi ise vacip olur. [352]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ölülerinize 'Lâ ilahe illallah...' telkininde bulunuz.[353]
"Ölüleriniz üzerine Yâsîn okuyunuz. [354]
Bu, ölüm halinde olan bir kimseye, âhiret hayatına yönelik olarak yapılan en güzel bir iyiliktir. Telkin için "Lâ ilahe illal-lah"m seçilişi, onun, îslâmî zikirler arasında tevhidi ifade eden, şirki reddeden en üstün, en şerefli zikir oluşundandır.'Yâsîn sûresinin seçilişi ise, ileride de geleceği üzere onun Kur'ân'ın kalbi [ 90 ] ve öğüt için yeterli olmasındandır. [355]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Başına musibet gelen hiçbir müslüman yoktur ki, Allah'ın emri üzere, 'Innâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn! Allahım, musibetim hususunda bana ecir ver ve bana bunun arkasından daha hayırlısını ihsan eyle!' desin de, Allah mutlaka ona daha hayırlısını ihsan buyurmasın. [356]
Bu, musibete duçar olan kişinin Allah Teâlâ katında musibet sebebiyle ecir bulunduğunu ve Allah'ın, onun yerine daha hayırlısını vermeye kadir bulunduğunu hatırlayarak üzüntüsünün hafiflemesini sağlaması içindir. [357]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ölen kimsenin yanında bulunursanız, hayır söyleyin! [358] Bu, vefat eden Ebû Seleme hakkında Rasûlullah'ın (s.a.), "Allahım, Ebû Seleme'yi affet ve onun derecesini yücelt!" buyurması gibi bir söz olmalıdır.
Cahiliye döneminde âdet, geride kalanların kendi aleyhlerine dua etmeleriydi; ola ki bu, icabet saatine rastgelir ve duaları kabul olabilirdi. Rasûlullah (s.a.), bunu hem ölü, hem de kendileri İçin daha hayırlı olacak şekilde değiştirdi. Sonra bu, musibetin, ilk öğrenilmesi anında gösterilen tepkidir. Böyle bir anda Allah'a teveccüh edilmiş olmak için bu duanın okunması sünnet kılınmıştır. [359]
Rasûlullah (s.a.), kızı hakkında şöyle buyurmuştur: "Onu su ve sidr ile tek olarak üç defa yahut beş defa hatta lüzum görürseniz daha fazla yıkayın. Sonuncuda kâfur da kullanın.[360]
"Onu, sağından ve abdest organlarından yıkamaya başlayın. [361]
Ölünün yıkanmasında esas, onun diri gibi yıkanmasıdır. Çünkü, ölü diriyken öyle yıkanırdı, ölüyü yıkayanlar da kendilerini öyle yıkarlar. Ölüye değer verildiğini ifade için, bundan daha iyisi olamaz. Sidr ile ve çok sayıda yıkanmasının emredilmesi, ölüm hastalığının hastanın aşırı derecede kirlenmesine ve pis kokuların cesedine sinmesine sebep olabileceği içindir.
Sonuncu yıkamada kâfur kullanılmasının emredilmesi ise, bu bitkinin cesedin çabuk bozulmasını Önleme gibi bir özelliğe sahip olmasındandır. Denildiğine göre, kokusuna haşeratın yaklaşmaması gibi bir faydası da vardır.
Sağından başlanması, ölünün yıkanmasının, dirilerin yıkanması mesabesinde olmasındandır ve bu organlara daha çok değer verildiğinin ifadesidir. [362]
Şehit hakkında geçerli olan sünnet/onun yıkanmaması ve kanıyla birlikte elbisesiyle gömülmesi şeklindedir. Bununla, yaptığı işin çok yüce bir şey olduğuna dikkat çekilmiş olur ve amelinin bakî olduğunun, ilk anda zihinlerde hemen yer etmesi sağlanmış olur. Sonra beşerî nefisler, bedenlerinden ayrıldığında, kendi kendilerini duyan ve bilen bir halde kalırlar ve bazıları kendilerine ne yapıldığım idrak eder bir halde olur. Kam ve elbisesiyle gömülmesi gibi yaptığı amelin bir izinin bırakılması halinde, ölüm anında iken yapmakta olduğu ameli hatırlamasında ve onun yanında temessül etmesinde kendisine yardımcı olur. Rasûlullah'ın (s.a.), "Yaraları kanar; rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur.[363]buyruğunun manası budur. [364]
Rasûlullah (s.a.), ihramlı hakkında da şöyle buyurmuştur: "Onu, iki (parça olan ihram) elbisesi içine kefenleyin! Ona koku sürmeyin, başını örtmeyin; çünkü o, kıyamet gününde,telbiyede bulunarak diriltilir. [365] Dolayısıyla, onun hakkında bu emrin gereği yapılır.
Rasûlullah (s.a.), "Ölü, içinde Öldüğü elbise ile haşrolunur. [366] derken, bu nükteye işaret etmiş olmaktadır.
Kefenlemede esas, kişinin uykuya çekildiği andaki giysisine benzer bir halin ölçü alınmasıdır. Kefenin erkek hakkında en kâmil hali; izâr, kamîs ve milhafe denilen üç parçadan oluşması, ya da hülle (takım elbise halinde) olmasıdır. Kadın hakkında ise, bunlara ilave olarak baş ve göğüs örtüsü de eklenir. Daha Örtücü olması bakımından kadmın haline uygun olan budur. [367]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kefen konusunda aşırılığa gitmeyin; çünkü çabucak soyulur. [368]
Rasûlullah (s.a.), kefen konusunda, ifrat ve tefrit arasında orta yolun tutulmasını, aşırılık konusunda cahiliye dönemi âdetlerine kaçılmamasım istemiştir. [369]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cenazeyi süratlice götürün. Eğer cenaze sâlihse, netice hayırdır Bir an evvel, onu kabirdeki hayır ve sevabına ulaştırmış hırsunuz. Şayet cenaze sâlih değilse, netice serdir. Bir an evvel onu omuzlarınızdan atmış olursunuz.[370]
Bence acele etmenin sebebi şudur: Yavaştan davranmak, muhtemelen Ölünün cesedinin kokmasına ve ölü sahiplerinin huzursuzluklarının artmasına sebep olur. Çünkü onlar, ölüyü gördükçe üzüntüleri artar. Göz görmeyince gönül katlanır ve başka şeylerle meşgul olmaya başlarlar ve zamanla unuturlar. Rasûlullah (s.a.), "Müslümanın (kokmuş) cesedinin (cife), ailesi gözü önünde bekletilmesi uygun olmaz. [371]hadisinde, sözünü ettiğimiz her iki illete de işaret buyurmuştur.
Bence hadisteki "Eğer cenaze sâlihse. ifadesi, hakikati üzere alınmalıdır. Bazı nefisler, bedenlerinden ayrıldıklarında, cesede ne yapıldığını hisseder ve ruhanî bir şekilde konuşur ve bu konuşma insanların kulaklarıyla duyma şeklinde anladıkları gibi alışık yoldan değil de, nefse doğma yoluyla olur. Rasûlullah'ın (s.a.), insan hariç onun konuşmasını her şeyin duyacağından söz etmesinin anlamı budur. [372]
Rasûlullah {s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim, bir müslüman cenazesinin arkasından inanarak ve sevabını umarak yürürse, ona bir kırat ecir vardır. [373]
Cenazeyi takip etmenin istenmesindeki sır, ölüye değer verildiğini göstermek ve ölü yakınlarının gönlünü almaktır. Bunun yanında dua için elverişli sâlih insanlardan oluşan bir topluluğun meydana gelmesini sağlamak, defin işinde ölü sahiplerine yardımcı olmak da amaçlanır. Bu yüzden, defin işi bitirilinceye kadar ayakta durulması teşvik edilmiş, cenaze kabre konulmadan önce oturulması yasaklanmıştır. [374]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ölüm bir dehşettir. Bu itibarla bir cenaze gördüğünüz zaman ayağa kalkn! [375]
Dünyevî lezzetleri altüst eden ölümü hatırlamak, müslüman kardeşlerin hayatlarının son bulmasından ibret almak şer'an istenilen bir şeydir. Ancak bu açık olmadığından bunu yapan ile terke-den arasını ayırmak mümkün olmaz. İşte bu yüzden, cenaze görüldüğünde ayağa kalkılması istenilerek bunun munzabıt bir hal alması istenmiştir. Rasûlullah (s.a.), bunu bir azimet hüküm olarak belirlemedği gibi, sünnet de kılmamıştır.
Ayağa kalkma hükmünün mensuh olduğu da söylenmiştir. Bu görüşe göre mensuh olmasının hikmetini şöyle açıklayabiliriz: Cahiliye devrinde insanlar, ayağa kalkmaya benzer fiiller yapıyorlardı. Rasûlullah (s.a.), ayağa kalkma emrinin asıl amacından saptırılabileceği ve yasak olan kapıların açılması için bir vasıta olarak kullanılabileceği korkusunu duydu ve bu yüzden de nesh edildi. [376]
Allah'u alem!
Cenaze üzerine namaz kılınmasının meşru kılınması, mü'minlerden bir topluluğun ona şefaatte bulunmak amacıyla bir araya gelmelerinin, ölü üzerine rahmetin inmesinde belirgin bir etkisinin olması sebebiyledir.
Cenaze namazı şöyle kılınır: İmam, ölüyü kıble tarafına alacak şekilde durur ve insanlar onun arkasında saf olurlar. İmam dört tekbir alır ve ölü için hayır dua eder ve selam verir. Diğerleri de imama uyar. Bu, Hz. Ömer (r.a.) zamanında yerleşen, sahabe ve daha sonra gelen nesillerin büyük çoğunluğunca üzerinde ittifak edilmiş olan cenaze namazı şeklidir. Bununla birlikte cenaze namazıyla ilgili olarak gelen hadisler arasında farklılıklar bulunmaktadır. [377]
1. Fatiha sûresinin okunması sünnettir. Çünkü bu sûre, en güzel ve en kapsamlı dua olmakta, bizzat Allah Teâlâ tarafından kitabı Kur'ân'da kullarına öğretilmiş bulunmaktadır.
Aşağıdaki dualar da Rasûlullah (s.a.) tarafından okunduğu bilinen dualardandır:
2. "Allahümme'ğfir li hayyinâ..."
Manası: Allahım, bizim dirimize, ölümüze, burada hazır bulu-
nanımıza, bulunmayanımıza, büyüğümüze, küçüğümüze, erkeğimize, kadınımıza mağfiret eyle! Allahım, bizden kimi yaşatacak olursan, onu İslâm üzere yaşat; kimi de öldürecek olursan onu iman üzere öldür! Allahım, bizi ecrinden mahrum eyleme ve onun arkasından bizi ihmal etme!
3. "Allahümme inne fulân..."
Manası: Allahım, şüphesiz ki falan oğlu falan senin zimmetinde ve emanın altındadır. Onu kabir fitnesinden ve cehennem azabından koru! Sen, vaadinde durursun ve buyurdukların haktır. Allahım, onu affet, ona rahmet eyle; şüphesiz ki sen çok bağışlayan ve çok rahmet edensin.
4. "Allahümme 'ğfir lehâ verhamhu..."
Manası: Allahım, ona mağfiret buyur; ona rahmet eyle, onu affet ve kendisine afiyet ver. Vardığı yerde ona ikramda bulun; yerini genişlet, kendisini kar, dolu ve soğuk suyla pakla; onu günah ve hatalardan, beyaz elbisenin kirden arındırıldığı gibi arındır. Ona, dünyadaki yurdunun yerine daha hayırlı bir yurt, ailesinin yerine daha hayırlı bir aile, zevcesinin yerine daha hayırlı bir zevce ihsan eyle! Bunu kabir fitnesinden ve cehennem azabından koru![378]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki bu kabirler, sahipleri için karanlıkla doludur. Allah Teâlâ, namazım sebebiyle onlar için kabirleri aydınlatır. [379]
"Hiç bir müslüman yoktur ki, öldüğü zaman cenazesinde Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayan kırk kişi hazır bulunsun da, Allah kendilerine o kimse hakkında şefaata izin vermesin. [380]
Başka bir rivayette de, "Müslümanlardan yüz kişiye ulaşan bir cemaat namazını kılsın da. [381] buyurmuştur.
Etkin olan, Allah katında değeri olan kimselerin duasıdır. Edilen dua, perdeleri aralar ve ilâhî rahmetin inmesini sağlar. İstiskâda (yağmur duasında) olduğu gibi. Bu durumda iki şeyden birinin olması için teşvikte bulunulmuştur:
i. Ya ölen nefis, yüksek biri olmalı ve başlıbaşına bir ümmet sayılmalı,
ii. Ya da namazında büyük bir cemaat hazır bulunmalı. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kimin üzerine hüsnü şehâdette bulunursanız, ona cennet vacip olur; kimi de kötülükle anarsanız ona cehennem vacip olur. Zira sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz.[382]
Allah Teâlâ, bir kulunu sevdiği zaman onu Mele-i a'lâda sever, sonra onun hakkında hüsnü kabul Mele-i sâfîl arasına iner, onlardan da insanlardan sâlih olanların kalbine doğar. Bir kula buğz ettiği zaman ise, aynı şekilde yukarıdan aşağıya doğru ona buğz iner. Dolayısıyla kimin hakkında müslümanların sâlihle-rinden oluşan bir topluluk, riyasız ve âdet olsun diye olmaksızın kalplerinden gelen bir samimiyetle hüsnü şehâdette bulunursa, bu o kişinin kurtulmuş olduğunun belirtisidir. Yine böyle bir cemaatin o kimseyi kötü bir şekilde yadetmeleri de, onun helak olmuş birisi olduğunun göstergesidir. "Zira sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz. [383] sözü, onların Mele-i a'lâdan inen ilhama açık olduklarını ve gayba tercüman bulunduklarını ifade eder. [384]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ölülere sövmeyin; çünkü onlar, önceden gönderdiklerine ulaşmış durumdadırlar. [385]
Ölülere sövmek, hayattaki yakınlarına eza verir ve onların kin ve öfke duymalarına sebep olur; üstelik ölüye de ulaşmaz. Hem, insanlardan pek çoğunun durumunu Allah'tan başka kimse bilmez. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), ölülere sövmeyi yasaklamıştır. Rasûlullah (s.a.), bu sebebi, bir adamın cahiliye döneminde ölmüş birine sövmesi ve Hz. Abbas'ın (r.a.) bu yüzden öfkelenmesi üzerine açıklamıştır. [386]
Cenazenin önünden ya da arkasından yürünebilir mi? Dört kişi mi yoksa iki kişi mi taşımalıdır? Ayakları tarafından mı, yoksa kıble tarafından mı çekilir? Doğrusu, bunların hepsi de caizdir. Bunlardan her biri hakkında sahih bir hadis ya da eser bulunmaktadır.[387]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Lahit bizim için, şakk da başkaları içindir.[388]
Lahit yapılmasının İstenmesi, ölüye değer verildiğini göstermek ve ona saygısızlık olmaması için toprağın doğrudan yüzüne doğru atılmamasını temin etmek İçindir. [389]
Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali'yi (r.a.) göndererek yıkmadık hiçbir put, tesviye etmedik hiçbir mezar bırakmamasını emretmiştir. Mezarların kireçle bina edilmesini, üzerine yapı kurulmasını, üzerine oturulmasını, [390] mezarlara doğru namaz kılınmasını yasaklamıştır. [391] Çünkü bu, insanların kabirleri mabud edinmelerine ve onlara saygı göstermede haddi aşmalarına yol açar ve bunun sonunda, Ehl-i kitabın yaptığı gibi dinleri tahrife uğrar. Rasûlullah'm (s.a.), "Allah, yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin; onlar peygamberlerinin mezarlarını mescid edindiler. [392] hadisinin manası işte budur.
Mezar üzerinde oturma hakkında, ziyaretçilerin oraya bağlanmaları, mezarları çiğnemeleri... gibi çeşitli izahlar yapılmıştır. Buna göre yasağın sebebi, ölüye saygıdır. Doğru olanı, şirke yaklaşan tazim şekliyle, ona hakarete varan davranış arasında orta yolun bulunması, mezarlarda yatanlardan istimdâdda bulunulmaması dır. [393]
Ölü üzerine ağlamak ve bu sebeple üzülmek, insanın tabiatında bulunan bir şeydir, insanların böyle bir davranıştan soyutlanmaları mümkün değildir. Bu yüzden insanlardan, yakınlarının Ölümüne üzülmemelerini istemek caiz değildir. Nasıl olabilir ki, bu insan tabiatının rikkatinden doğmaktadır ve toplumun aralarında kaynaşabilmeleri için bu gibi davranışlarda bulunmaları gereklidir ve bunlar şer'an istenilen davranışlardır. Keza bu, insan tabiatının normalliğinin bir belirtisidir.
"Bu bir rahmettir; Allah, onu kullarının kalbine koymuştur. Allah, ancak merhametli olan kullarına rahmet eyler[394]hadisinin ifade ettiği mana da budur.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah, göz yaşından ve kalbin üzüntüsünden dolayı insana azap etmez. Ancak (diline işaret ederek) şundan dolayı ya azap eder yahut rahmet[395]
"Yanağını döven, yaka paça yırtan ve cahiliye gidişatına çağıran bizden değildir. [396]
Bunun sim şudur: Bu gibi hareketler, üzüntüyü artırır. Bir yakınını yitiren kimse, hastalığının hafifletilmesi için tedaviye muhtaç olan hasta mesabesindedir. Böyle bir kimsenin üzüntü ve tasasını artıracak hareketlere girmek doğru olmaz. Keza musibete duçar olan kimsenin de, başına gelen şeyi unutmaya çalışması, kendisini gam ve keder içerisine gömmemesi gerekir. Sonra yaka paça yırtmak, yanak dövmek gibi hareketler, ilâhî kazaya razı olmamaya sebep olabilir. Öbür taraftan cahiliye döneminde insanlar, içlerinden gelmese bile dövünerek güya acı duyduklarını gösterirlerdi. Bu kötü ve zararlı bir âdetti; dolayısıyla Rasûlullah (s.a.) onu yasakladı. [397]
Rasûlullah (s.a.), ağıtçılar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Ağıtçı kadın, kıyamet gününde üzerinde katrandan bir elbise ue uyuzlu bir gömlek olduğu halde kabrinden kaldırılır. [398]
Çünkü böyle bir kadın, iyice günaha batmıştır. Bu sebeple o, islediği günahların her tarafını bürüyen pis kokulu katran ve uyuz seklinde temessülü yoluyla cezalandırılmıştır. Kadının bu şekilde kaldırılması, teşhir için olur ya da ağıt yakması esnasında ayakta olduğu için, cezası da öyle verilir.
Yukarıdaki hadisin baş tarafında da şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimde cahiliyet âdetlerinden kalma dört şey vardır ki, onları terkedemezler. Bunlar: Asaleti ile öğünme, neseplere dil uzatma, yıldızlarla yağmur isteme ve ağıtçılıktır. [399]
Rasûlullah (s.a.), insanların bu işleri terkedemeyeceklerini görmüştür. Çünkü bunlar aşırı şehvet gibi, insan tabiatının aşırılığının bir gereğidir. İnsanların bir şaşkınlığı vardır ve bu neseplere dil uzatma konusunda ortaya çıkar. Ölülerle olan ülfetleri, onlara ağlamalarım gerektirir. Rasatta bulunmaları, yıldızlarla yağmur isteme sonucuna götürür. Bu sebepledir ki, Arap Acem hiçbir ulus yoktur ki, bu sayılan şeyler onlarda yer etmiş olmasın. [400]
Rasûlullah (s.a.), cenazeyi takip eden kadınlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Günahkâr olarak, sevapsız olarak dÖnün! [401] Kadınlara bunun yasaklanışı, cenazeye katılmaları halinde, çığlık atacakları, ahu figanda bulunacakları, sabır gösteremeyecekleri ve avret mahallerinin açılabileceği ihtimali yüzündendir. [402]
Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
"Müslümanlardan birinin üç çocuğu Ölsün de, kendisi cehenneme girsin, olmaz. [403]
Bu, Allah'a teslim olarak nefsini yenmesi ve daha Önce sözünü ettiğimiz daha başka manalar sebebiyledir. [404]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, musibete maruz kalan birini teselli ederse, kendisine onun sevabı kadar sevap verilir.[405]
Bence bunun iki sebebi vardır:
i. Musibete uğrayan kimsenin yanında olan kimsenin kalbi incelir,
ii. Misâl âlemi, tedâyufî (?) manaların zuhuru esasına dayanır. Sevdiği birini yitirmiş birini teselli eden, kendi yakınını yitirmiş gibi üzüntü gösterir. Dolayısıyla kendisine, onun sevabı gibi sevap verilir. [406]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ca'fer ailesi için yemek yapın; çünkü onların başına kendilerini meşgul edecek şey gelmiştir (kendilerini düşünecek durumda değillerdir). [407]
Bu, musibete maruz kalan aileye karşı gösterilebilecek en son şefkat örneğidir ve onların akıllarının başlarında olmadığı bir anda karınlarının doyurulmasını temin etmek, onları düşünmektir. [408]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ben size daha Önce kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık ziyaret ediniz. [409]
Rasûlullah {s.a.), ilk önceleri kabir ziyaretini yasaklamıştı; çünkü bu, onlara tapınma kapısını açıyordu. İslânıî esaslar yerleşip, Allah'tan başkasına tapınmanın haramlığı insanların iyice kalplerine yerleşince yasağı kaldırdı ve kabir ziyaretine izin verdi. Gerekçe olarak da, kabir ziyaretinin faydasının büyük olduğunu, bunun ölümü hatırlattığını, dünyanın geçici olduğunu ve bir gün ondan göçüleceğim düşünmek için bunun iyi bir fırsat olduğunu söyledi.
Kabir ziyaretinde bulunacak kimse şöyle dua eder: "es-Selâmu aleykum ya ehle'd-diyâr..."
Manası: Selâm size ey mü'minler ve müslümanlar diyarı! İnşallah biz de sizlere katılacağız. Allah'tan bize ve size afiyet dileriz.
Diğer bir rivayette de şöyle gelmiştir:
Selâm size ey kabir ehli! Allah, bizleri ve sizleri affetsin. Siz öncülersiniz; biz ise arkanızdan geleceğiz.[410]
Allah'u alem! [411]
Zekât, nefsi olgunlaştırır ve fakirlerin kollanmasını amaçlar:
Bil ki: Zekât bahsinde dikkate alınan iki temel maslahat vardır:
i. Nefis terbiyesine yönelik olan maslahat,
ii. Şehir/ülke düzeninin sağlanmasına yönelik maslahat.
Nefis, cimrilik üzere yaratılmıştır. Cimrilik ise, âhiret hayatı için en zararlı huylardan biridir. Cimri olan kimse, öldüğünde kalbi mala bağlı kalır ve bu yüzden azap görür. Bir kimse kendisini zekât vermeye alıştırır ve cimriliği yok ederse, bu kendisi için yararlı olur.
Âhiret hayatı hakkında, ihbât yani Allah'a ihlâs ile teslim olma, O'na karşı huşu üzere olmadan sonra en yararlı huy, nefsin sehâvet üzere olmasıdır. Nasıl ki ihbât sıfatı, nefsi hep ceberut âlemine karşı uyanık kılarsa, aynı şekilde sehavet de, dünyevî müptezel durumlara düşmekten kendisini uzak tutar. Çünkü sehâvetin aslı, melekî gücün hayvanı gücü egemenliğine alması; melekî gücün kontrolü kendi elinde bulundurması, hayvanı gücün onun güdümüne girmesi ve onun hükmüne boyun eğmesidir. Sehâvet özelliğini elde edebilmenin yolları da, ihtiyaca rağmen mal harcamak, kendisine zulmeden kimseyi affetmek, hoşa gitmeyecek şeylerle karşılaştığında âhirete olan kesin inancı sebebiyle sıkıntılara karşı sabretmek gibi davranışlardır. Rasûlullah (s.a.), bunların hepsini de emretmiş ve bunlar içerisinde en büyüğü olanı ki bu mal harcamadır zabturabt altına alarak belirlemiştir. Zekât, öneminin vurgulanması için Kur'ân'da pek çok yerde namaz ve iman ile birlikte zikredilmiştir. Bu meyanda Allah Teâlâ, cehennemliklerden bahsederken şöyle buyurmuştur:
"Biz namazımızı kılmıyorduk, yoksulu doyurmuyorduk, bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk.[412]
Zavallı bir insan, şiddetli bir sıkıntı içine düştüğünde, Allah'ın tedbiri, onun ihtiyacının giderilmesini gerektirir. Bu, herhangi bir adamın kalbine, o kimseye infakta bulunmasının ilham edilmesi yoluyla gerçekleşir. O adamın içinden bu ilham doğrultusunda hareket etmek gelir. Böylece ruhanî bir inşirah hali gerçekleşir ve bu, Allah'ın rahmetini harekete geçirmede etkili, nefsin ol-gunlaştmlmasında da gerçekten çok yararlı olur. Şeriatlardaki bütün insanlara yönelik küllî ilham, faydaları bakımından tafsili ilhamın peşinden gelir.
Sonra insan tabiatı, hemcinsine karşı müşfik yaratılmıştır. Bu özellik, insanlara karşı güzel davranma manasına gelen iyi huylardan çoğuna kaynaklık eder. Kim bu özelliği yitirirse, onda mutlaka kapatılması gereken bir eksiklik var demektir. Hem sadakalar, hatalara da keffâret olmakta ve bereketi artırmaktadır. Nitekim buna daha önce temas etmiştik. [413]
Zekât konusunda gözetilen ikinci temel maslahat toplum düzenine yöneliktir. Bir yerleşim birimi, hiç şüphesiz zayıfları, ihtiyaç sahiplerini de barındırır. Zenginlik ve yoksulluk ise, gelip geçicidir; bugün bunlar zengin ya da yoksul olur, yarın ötekiler. Bu durumda, eğer varlıklı olanların yoksul ve ihtiyaç sahibi olanlara yardımcı olmaları bir yol olmasaydı, o zaman onlar helak olur, açlıklarından ölürlerdi.
Hem ülke düzeninin sağlanabilmesi için, güvenliği ve ülke yönetimini sağlamakla görevli olan kimselerin geçimlerini sağlayacak mal bulunması da zorunludur. Bunlar, ülke yararına çalıştıkları ve bu yüzden kendi geçimlerine bakmaya fırsat bulamadıkları için, onların geçimlerinin ülke halkı üzerine olması gerekir. Kamu harcamalarını belli bir kesimin karşılaması kolay olmaz veya bu imkânsız olur. Bunun için de, ülkede yaşayan herkesten belli oranda mal toplanması bir usul olmalıdır.
Bu iki maslahattan birinin diğeri ile iç içe olması gibi maslahata daha uygun bir şey olmadığından, Sâri' Teâlâ, bunları birbiriyle iç içekılmıştır. [414]
Sonra, zekât miktarlarının belirlenmesine ihtiyaç doğdu. Zira böyle bir belirleme olmazsa, insanlar bu konuda ölçüyü kaçırırlar ve haddi aşarlar. Belirlenecek miktarın, verenin ruhu duymayacak ve cimrilik duygusunu törpülemeyecek kadar çok az olmaması gerekir. İfası zor olacak şekilde çok da olmaması gerekir.
Keza zekâtların toplanacağı müddetin de belirlenmesine ihtiyaç vardır. Çabucak gelecek şekilde çok kısa olmamalıdır; çünkü o zaman ifası zor olur. Cimrilik duygusunu köreltici etki yapmayacak, ihtiyaç sahipleri ve ülke güvenliğinden sorumlu kimselerin (kamu görevlilerinin) uzun uzun beklemelerinden sonra gelecek kadar uzun da olmamalıdır.
Bu konuda âdil hükümdarların, öteden beri tebalarmdan toplamayı âdet edindikleri usulleri kabullenmek kadar maslahata uygun bir şey olamaz. Çünkü insanların, Arap Acem herkesçe usul olarak kabullenilmiş ve zorunluymuş gibi bir hal almış, alışmış olmaları sebebiyle içlerinde bir sıkıntı duymaz, artık külfetini görmez oldukları şeylerle yükümlü tutulmaları, hem kabullenmelerini kolaylaştıracak, hem de onlara karşı müşfik davranılmış olacaktır. [415]
Normal coğrafî bölgelerde yaşayan âdil hükümdarların vergi toplamayı âdet edindikleri mal çeşitleri dörttür. Bunlar insanlara ağır gelmez ve akıl da bunu makul görür. Bunlar şunlardır:
1.Verginin, üretici mallardan alınması. Bu tür mallar, korunmaya en çok muhtaç olan mallardır. Zira, ürünün elde edilmesi, kişinin kendi yurdu dışına gidip gelmesiyle ancak mümkün olabilir. Hem, bunlar sürekli arttıklarından insanların onlardan zekât vermeleri kendilerine pek ağır gelmez. Böylece, semere cereme dengesi kurulmuş da olur.
Çoğalıcı mallar üç sınıftır:
i. Üremekte olan sâime mallar,
ii. Ekinler,
iii. Ticâret maları.
2. Servet sahipleri: Bunlar, mallarının hırsızlara, soygunculara karşı korunmasına en çok muhtaç kimselerdir. Bu durumda onların, güvenlik için gerekli harcamalara katılmaları ve bunun için de kendilerine zor gelmeyecek oranda zekât/vergi vermeleri gerekecektir.
3. Defineler, yorulmadan elde edilen mallar: İnsanların cahiliye döneminden kalma defineler, helak olmuş kavimlere ait mücevherler gibi yorulmadan elde ettikleri mallar, beleşten ele geçtiği için, onların bir kısmını vermeleri kendilerine zor gelmez.
4.Kazanabilecek güçte olan herkes: Kazanabilen herkese belli bir oranda vergi konulur. Çünkü ülkede yaşayanların hepsi ya da büyük çoğunluğu dikkate alınır ve hepsinden çok cüzî bir şey toplanırsa, bu onlar için bir şey ifade etmez ama, sonuçta ortaya çok büyük bir meblağ çıkar. [416]
Uzak ülkelerden mal getirip satmak ve böylece ticaret yapmak, ziraî ürünleri hasad etmek, meyveleri toplamak genelde seneden seneye ancak olur. Bu mallar, zekât mallarının en büyük kısmını oluşturur.
Zekât için zaman olarak yıl belirlenmiştir. Çünkü yıl, farklı özellikte olan mevsimleri içerir; ürünler bu mevsimler içerisinde olur ve zekât gibi bir konuda süre olarak alınmaya müsaittir.
En kolay ve maslahata en uygun olanı, zekâtın sadece sözü edilen mal cinslerinden alınmasıdır. Meselâ, her deve sürüsünden bir deve, her sığır sürüsünden bir sığır, her davar sürüsünden birkoyun... gibi.
Sonra bunlardan her biri, misal, kısımlara ayırma (kısmet) ve istikra yoluyla bilinmeli ve bu sayede efradını cami' ağyarını mâni' bir tanıma ulaşılabilmelidir.
Mal deyince, pek çok ülkede deve, sığır ve davar akla gelir. "En'âm" kelimesi, bu üç türü de içine alır. At ise, Türkistan gibi nadir yerler istisna sürüler halinde beslenmez ve çokça üremez.
Ziraî ürünlerden maksat, tahıllar ve bir sene boyunca dayanabilen meyvelerdir. Uzun süre dayanamayan ürünlere sebze denir.
Ticaret, kâr etmek amacıyla alım satım işleminin yapılmasıdır. Hibe ya da miras yoluyla bir şeye malik olup da bunu satan ve böylece kazanan kimseye tacir denilmez.
Kenz[417] uzun süre muhafaza edilen büyük miktarda altın ve gümüşe denir. On dirhem, yirmi dirhem, senelerce kalsa bile kenz olmaz. Bu iki maden dışında kalan mallar da çok da olsalar kenz kapsamına girmez. Elde durmayan ve gelip giden paraya da kenz denmez.
Bu arzettiğimiz mukaddimeler, zekât konusunda kabullenilmiş (müsellem) esaslar yerine geçer.
Sonra Rasûlullah (s.a.), bunlardan müphem olanları, Araplarca bilinen ve her konuda kullanılmakta olan sınırlarla/birimlerle munzabıt hale getirmiştir. [418]
Sonra infâkın üstünlüğünün açıklanmasına ve ona teşvikte bulunulmasına, böylece zekâtın içten gelen bir arzu ve nefis sehâvetiyle Ödenmesinin sağlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Sehâvet, zekâtın ruhudur. Nefis terbiyesine matuf olan maslahatın kıvamı ancak sehâvetin bulunmasıyla mümkündür. Keza cimriliğin kötülüklerinin ve ondan uzak durulması gereğinin açıklanması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Zira cimrilik, zekâtı vermeyen kimsenin mutazarrır olmasının ilk sebebidir. Bu ise ya dünyada olur. Müvekkel meleklerden birinin: "Allahım, infak edene halef veri", öbürünün de, "Allahım, cimrilik yapıp vermeyene telef ver![419] demesinin manası budur. [420]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cimrilikten sakının; çünkü cimrilik, sizden öncekileri helak etmiştir. [421]
"Şüphesiz sadaka, Rabbingazabını söndürür. [422]
"Şüphesiz sadaka, suyun ateşi söndürdüğü gibi, hata ve günahı söndürür. [423]
"Hiçbir kimse helâlinden bir hurma tanesi tasadduk etmez ki Allah, onu sağ eliyle kabul buyurarak tâ dağ kadar yahut daha büyük oluncaya kadar, sizden birinizin tayını veya dişi deve yavrusunu büyüttüğü gibi büyütmesin.[424]
Bence bunun sırrı şudur; Mele-i a'lânın, ülkenin ıslâhı ya da nefsinin tezkiyesi için çalışanlar sebebiyle, âdemoğull arının ıslâhı ve onlara İlâhî rahmetin inmesi için olan duaları, infakta bulunan kimseye yönelir. Bu, Mele-i sâfile ve oradan da diğer insanlara, o kimseye İyi davranmaları ve iyilikte bulunmaları doğrultusunda ilhama dönüşür ve hatalarının mağfiretine sebep olur.
Allah'ın sadakayı kabul etmesinden maksat, misal âleminde amelin suretinin, sahibine mensup bir şekilde temessül etmesidir. O suret orada, Mele-i a'lânın duaları ve Allah'ın ona rahmeti ile gelişir, büyür. Bu yahut da âhirette olur. Nitekim, "Altınla gümüşün hakkını vermeyen hiçbir attın ve gümüş sahibi yoktur kj,, kıyamet gününde bunlar ateşten levhalar haline getirilip de, cehennem ateşinde kızdırılarak, onlarla sahiplerinin yanları, alnı ve sırtı dağlanmasın. [425]hadisi bu manayı ifade eder.
Yine Rasûlullah (s.a.), zekâtı verilmeyen paranın kıyamet gününde sahibinin boynuna zehirli bir yılan gibi dolanacağım ve avurtlarını yakalayarak ona azap edeceğini belirtmiştir. [426] Deve, sığır ve koyun hakkında da benzer şeyler söylemiştir. [427]
Bence, zekâtım vermeyen kimsenin bu şekilde ceza görmesini gerektiren iki sebep vardır. Bunlardan birincisi asıl, diğeri ise onu teyit eder mahiyettedir. Şöyle ki: Zihnî suretler, başka suretlerin düşünülmesini gerektirirler; aynen içten geçen sözlerin (kelâm-ı nefsî) birbirini çağırıştır arak uzayıp gitmesi gibi.
Zihinde bulunan karma suretler de aynı şekilde, başka karma suretlerin bulunmasını çağrıştırır. Babalık ve oğulluk gibi. Meni kaplarının dolu olması ve onun buharının fikrî kuvveler üzerinde baskı yapması, nefsi, düşünde kadın suretleri görmesi yolunda harekete geçirir. Kapları zulmanî buharlarla dolu olan kimse de, bunun etkisiyle meselâ fil gibi eza veren korkunç şeyleri tasavvur etme eğiliminde olur. İdrâk güçleri de aynı şekildedir ve onların tabiatları, nefis üzerine misâl âlemine ait bir kuvvetin inmesi halinde, cimriliğinin açık bir şekilde temessül etmesini gerektirir. Bu, cimrilik yaptığı ve saklamak için zahmetlere katlandığı, fikrî kuvyelerinin hep kendisiyle meşgul olduğu şeylerin de açık bir şekilde temessül etmesi sonucuna götürür. Bunun sonucunda o kişi, Allah Teâlâ'nın cari olan sünneti gereğince temessül eden bu şeyler sebebiyle azap görür; altın ve gümüş dağlanmak şeklinde, deve kendisini tepelemesi ve ısırması şeklinde temessül eder. Diğerleri de böyle.
Mele-i a'lâ, bunu bilirler ve onlar arasında bu mallara sahip olan kimselere zekâtın vacip olduğuna dair icmâ oluşur, insan nefişlerinin azap görmesi onların yanında temessül eder. İşte bu durum, bu azap verici suretlerin haşır alanında indirilmesini hazırlayıcı olur.
Malın boyuna dolanan zehirli yılan şeklinde temessül etmesiyle, dağlama levhaları şeklinde temessül etmesi arasındaki fark şundandır: Birincisi, genel mal sevgisinin kendisine galebe çalması halinin temessülüdür. Bu durumda malın sureti tek bir şey olarak temessül eder; mal sevgisinin kendisini sarması da, son derece zehirli yılanın etrafına dolanması ve avurtlarından yakalayarak sokması suretinde eza görmesi şeklinde temessül eder. İkincisi ise, bizzat biriktirdiği altın ve gümüşlere yönelik tutkusunun, onu saklamak için katlandığı zahmetlerin temessülüdür. Fikrî kuvveleri biriktirdiği paracıklarımn sûretleriyle dolar ve bunun sonucunda da, o suretler tam ve azap verici bir şekilde temessül eder. [428]
Rasûlullah (s,a.) şöyle buyurmuştur:
"Cömert, Allah'a yakındır, cennete yakındır, insanlara yakındır, ateşten uzaktır; cimri ise Allah'tan uzaktır, cennetten uzaktır, insanlardan uzaktır, ateşe yakındır. Muhakkak cömert bir cahil, Allah Teâlâ'ya cimri bir âbidden daha sevimlidir.[429]
Cömertin Allah'a yakın olması, onu tanımaya ve O'nunla arasındaki perdeyi aralamaya yetenekli olmasıdır. Cennete yakın olması, melekî yönüyle bağdaşmayan müptezel davranışları atmaya ve böylece hayvanı yönünün melekî gücün güdümüne girmesini temine yetenekli olmasıdır. İnsanlara yakın olması da, onların sevgisini kazanması, onların kendisiyle münakaşaya girmemeleridir. Zira nizaların altında hep cimrilik vardır. Rasûlullah (s.a.), bu manayı şöyle ifade etmiştir:
"Cimrilikten sakının; çünkü cimrilik, sizden öncekileri helak etmiştir. Onları aralarında kan dökmeye ve dokunmazlıklarını çiğnemeye sürüklemiştir. [430]
Cömert cahilin, cimri âbidden üstün olması, insan tabiatının bir şeyi kolayca yapabilmesi halinin, o şeyi zoraki yapmasına nis-betle daha kâmil ve üstün olmasındandır. [431]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnfâk edenle, cimrilik edenin misali, üzerlerinde demirden zırhlar bulunan ve elleri memeleriyle köprücük kemiklerine doğru sıkıştırılan iki adam gibidir. Cömert her sadaka verdikçe, zırhı genişler; o derecede ki parmak uçlarını bile kaplar, izini Örter. Cimri, bir sadaka vermek istedi mi zırhı büzülür ve her halkası yerini alır. [432]
Bu hadiste, infâk ve cimriliğin hakikat ve ruhuna işaret vardır. İnfâk için gerekli olan şeyler insanda bulunduğu zaman, insan onu yapmak istediğinde eğer cömert ve semahat sahibi bir nefse sahipse hemen ruhanî bir açılma ve mala karşı bir hücum hali hasıl olur. O anda gözünde mal çok değersiz, hakir bir hal alır ve bunun sonucunda harcaması kolaylaşır; hatta bundan bir ferahlık bile duyar. Bu özellik, nefsin, kendisinde yer etmiş behîmî müpte-zel davranış kalıplarından kendisini kurtarabilmesi için temel dayanak mahiyeti taşır. Eğer cimri ise, nefsi mal tutkusu içinde kendisini kaybeder ve gözünde malın güzelliği canlanır, kalbini onun tutkusu istila eder ve kendisini ona vermeden edemez. İşte bu Özellik de, nefsin müptezel davranış kalıpları bataklığına batması, onlarla sarmaş dolaş olması için temel mahiyeti taşır. Bu izahtan sanırız, "Cennete hiçbir hilekâr, hiçbir cimri ve hiçbir yaptığını başa kakıcı giremez. [433] hadisinin manası da anlaşılmış olur.[434]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kulun kalbinde cimrilik ve iman asla bir arada bulunamaz[435]
"Cennetin sekiz kapısı vardır; kim namaz ehlinden ise, namaz kapısından çağırılır, kim cihad ehlinden ise, cihad kapısından çağırılır, kim sadaka ehlinden ise, sadaka kapısından çağırılır, kim oruç ehlinden ise Reyyân kapısından çağırılır.[436]
Bil ki: Cennetin hakikati, nefsin, üzerine inen hoşnutluk, uygunluk ve itminan hali sebebiyle rahatından ibarettir. Nitekim bu manada Allah Teâlâ cennetlikler hakkında, "Allah'ın rahmeti içindedirler; onlar orada ebedi kalıcıdırlar. [437]zıddı durumda olanlar hakkında da, "Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların la'ne-ti onların üzerinedir. Onlar ebediyen la'net içinde kalırlar. [438] buyurmuştur.[439]
Nefsin, hayvanı zulmetlerden cennete çıkışı, ancak melekî yönünün üstün, hayvanı yönünün de yenik düştüğü huy yoluyla olur. Bu çıkış kapılarım şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Huşu ve taharet kapısı: Bazı nefisler, huşu ve taharet huyunda melekî gücün üstün olması şeklinde yaratılmış olur. Bu özellikteki nefis, namaza düşkün olur ve ondan büyük bir nasibi bulunur.
2. Semahat kapısı: Yahut üstünlük semahat huyunda olur. Bu özellikteki nefis, sadaka vermeye, kendisine zulmedeni affetmeye, izzeti nefîs sahibi olmakla birlikte mü'minlere karşı mütevazi davranmaya düşkün olur ve bundan büyük bir nasip sahibi olur.
3. Şecaat kapısı: Yahut üstünlük şecaat huyunda olur, kulların ıslâhı için gerekli olan düzenlemeler o huy sahibine ilham edilir. Bu huyda olan nefis, cihada düşkün olur ve bundan büyük bir paya sahip olur.
4. Riyazet kapısı: Yahut (güçleri) uyuşmaz olan nefislerden olur ve bu durumda ilham ya da tecrübe yoluyla, nefsin hayvani gücünün oruç ve itikâfla kırılmasının kendisini hayvani karanlıklardan kurtaracağını öğrenir. Sonra bunu duyma ya da ictihâd yoluyla bütün kalbiyle kabul eder ve gereğini yapar. Bunun sonucu olarak da Reyyân kapısından girmek suretiyle ameline uygun olarak mükâfatlandırılır.
Rasûlullah'ın (s.a.) hadisinde saymış olduğu kapılar, bu saydığımız huylar olmaktadır. Bunlara ek olarak şu kapılar vardır:
5. İlimde rüsûh sahibi olan ulemâ kapısı,
6. Bela, musibet ve yoksulluk ehli kapısı,
7. Adalet kapısı. "Yedi kişi vardır ki, Allah Teâlâ onları, hiçbir gölgenin olmadığı günde kendi gölgesinde gölgelendirir: Âdil devlet başkanı[440] hadisinin ifade ettiği mana budur. Bunun da alâmeti, o kişinin, insanlar arasını bulmaya çalışmaya çok arzulu olmasıdır.
8. Tevekkül ve uğursuzluğun terki kapısı.
Bu kapılardan her biri hakkında çok sayıda meşhur hadis vardır.
Kısaca, bu sayılanlar, nefsin Allah'ın rahmetine çıkması için açılmış kapılardır. Allah'ın yüce hikmeti, Allah'ın kulları için yaratmış olduğu cennetin, bu huylara karşılık olarak sekiz tane kapısının olmasını gerekli kılmıştır. Sabikînden olan kemâl sahipleri için, bu kapılardan iki, üç ya da dört... tanesi birden açılabilir ve onlar kıyamet gününde hepsine birden davet edilebilirler. Nitekim Rasûlullah (s.a.), Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) bu şekilde davet olunacağım müjdelemiştir.
"Kim, Allah yolunda bir şeyden bir çift infâkında bulunursa, o cennet kapılarından davet olunur. [441] hadisinin manası, bazı kapılarından demektir. Önemine binaen, hususiyle zikredilmiştir. [442]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Beş vesk[443] hurmadan daha azında zekât yoktur, beş ukiyye[444] gümüşten daha azında zekât yoktur, beş deveden daha azında zekât yoktur. [445]
Nisabın, tahıldan ve hurmadan beş vesk olarak belirlenmesi, bu miktarın en küçük bir ailenin bir yıllık ihtiyacını karşılayabilir miktarda olmasındandır. En küçük bir aile, eşlerden ve bir hizmetçi ya da bir çocuktan meydana gelir. Ya da buna yakın az sayıda olan kişilerden oluşur. Genelde bir insan, bir ntıl ya da bir müd yiyecek yer. Her biri günde bu kadar yediğinde nisap olarak belirlenen beş vesk, onlara bir sene boyunca yeter ve hesapta olmadık ihtiyaçları ya da ekmeklerine katık için ayrıca bir miktar da artar.
Gümüşten beş ukiyye olarak belirlenmesi ise, bu miktarın, fiyatların uygun olması halinde çoğu yerde en küçük bir aileye bir sene boyunca yeterli olmasındandır. Ucuzluk ve pahalılık bakımından normal olan coğrafî bölgelerdeki insanların âdetleri araştırıldığında, bu sonuç görülecektir.
Devede nisap beş olarak belirlenmiş ve bundan bir koyun zekât verilmesi istenmiştir. Aslında zekât, bizzat malın kendi cinsinden alınmalıdır ve nisap olarak belirlenecek sayı da önemli bir miktar olmalıdır. Buna rağmen devede nisabın beş olarak belirlenmesinin sebebi şudur: Deve, cüsse bakımından en büyük ve en yararlı hayvandır. Zira boğazlanıp eti yenebilir, binilebilir, sağılabi-lir, damızlık olarak saklanabilir, tüyü ve derisinden yararlanılabilir. Bazıları, az sayıda asil deve beslerlerdi ve bunlar bir sürü devenin yerini tutardı. O zamanlarda bir deve sekiz ilâ on iki koyuna eş değerde tutulurdu. Bu, pek çok hadiste görülmektedir. İşte bu yüzden beş deve, en az koyun nisabına eş değer tutulmuş ve beş deveye sahip olan bir kimsenin bir koyun zekât vermesi istenmiştir. [446]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslümana, kölesi ve atı için zekât yoktur.[447] Bu hükmün gerekçesi, kölelerin üretilmek üzere edinilmesinin âdet olmamasındandı. Keza at da, pek çok bölgede çok sayıda bulunmaz, diğer mallar yanında önemi olmazdı. Bu itibarla nâmî (çoğalıcı) mallardan sayılmadı; olsa olsa ticaret için olabilirdi. [448]
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd, Amr b. Hazm (r.anhum) ve daha başka sahâbîlerden rivayet edildiğine, hatta müslümanlar arasında mütevâtir derecesine ulaşan uygulamaya göre, deve zekâtı şöyledir:
Her beş devede bir koyun.
Sayı yirmi beşe ulaştığında, otuz beşe kadar bir binti mahâd (iki yaşma girmiş dişi deve).
Otuz altıdan kırk beşe kadar bir binti lebûn (üç yaşma girmiş dişi deve).
Kırk altıdan altmışa kadar bir hıkka (dört yaşma girmiş dişi deve).
Altmış birden yetmiş beşe kadar bir ceze'a (beş yaşına girmiş dişi deve).
Yetmiş altıdan doksana kadar, iki binti lebûn. Doksan birden yüz yirmiye kadar, iki hıkka.
Yüz yirmiden fazla olması halinde her kırkta, bir binti lebûn; her ellide, bir hıkka.
Bu konuda asıl şudur: Verilecek develer, sürüye göre dağıtıldığında, küçük deve küçük sürüye, büyüğü de büyük sürüye karşı tutulmuş ve böylece adalete riayet edilmiştir. Deve sürüsü tabiri, Arap örfüne göre ancak yirmi deveden çok hakkında kullanılırdı. Rasûlullah (s.a.) bunu, zekât bahsinde yirmi beş olarak belirledi. Sonra her on deveye karşılık olmak üzere, develer için Araplarca son derece önemli olan yaş ilavesinde bulundu; her onbeş deve için ise sayı ilavesine gitti. [449]
Yine onların müstefiz derecesindeki rivayetlerinden gına göre davar zekâtı şöyledir:
Kırktan yüz yirmiye kadar bir koyun.
Yüz yirmi en fazla olması halinde, iki yüze kadar iki koyun.
İki yüzden fazla olması halinde, üç yüze kadar üç koyun.
Bundan sonra da her yüzde bir koyun.
Bu konuda esas şudur: Davar sürülerinden bazısı az, bazısı ise çok olur. Azı ile çoğu arasındaki fark büyük olur; zira davarın beslenmesi kolaydır ve herkes kendi gücüne göre davar malı besler. Bu itibarla Rasûlullah (s.a.), sürünün en az miktarım kırk sayısıyla, en çoğunu bu sayının üç katıyla belirledi. Sonra da her yüzde, bir koyun zekât verilmesini vacip kıldı ki, hesabı kolay olsun. [450]
Muâz (r.a.) hadisinden sahih olarak öğrendiğimize göre sığır zekâtı şöyledir:
Her otuz sığırda, bir erkek ya da dişi iki yaşına basmış dana (tebî ya da tebîa).
Her kırk sığırda, erkek ya da dişi üç yaşına basmış düve (müsinn ya da müsinne).
Sığır, deve ile koyun arasında yer alır; bu itibarla her ikisine olan benzerliği birden dikkate alınmıştır. [451]
Yine müstefiz derecesine ulaşan hadislerden öğrendiğimize göre altın ve gümüş zekâtı şöyledir:
Gümüşte kırkta birdir. Bir kimsenin sadece yüz doksan dir-
hemi bulunsa, zekât düşmez. Zira, birikmiş para, en değerli maldır. Bu itibarla ondan zekât olarak verilecek oranın yüksek olması halinde insanlar zarar görürler. Dolasıyla onun zekâtı, diğer mallara nisbetle en az olmalıdır.
Altın da gümüş gibi işlem görür. O zamanlarda, bir dinar on dirheme eş değerde tutulurdu. Bu itibarla altın nisabı olarak yirmi miskal (dinar) belirlenmiştir. [452]
Yağmur suyu, kaynak suyu ile sulanan (ya da hüdayi nabit olan) ürünlerden öşür (onda bir) alınır. Masraflı sulama ile elde edilen ürünlerden ise yirmide bir oranında zekât alınır. Zahmeti az, ürünü çok olandan, verginin daha çok oranda alınması uygundur. Masraflı yapılan üretimden ise daha az oranda alınması gerekir.
Hurma ve üzümün yaşken tahmin yoluyla muhammen miktarın belirlenmesi hakkında, "Üçte birini bırakın; üçte birini bırakmazsanız, dörtte birini bırakın![453] buyurmasının hikmeti şudur: Mahsulün tahmin yoluyla belirlenmesinin meşru kılınması, üreticileri sıkıntıdan kurtarmak içindir. Çünkü onlar, üzüm ve hurmalardan koruk halde de, taze halde de; ham halde de, olgunlaşmış halde de yemek isterler. Bununla zekât tahsildarlarının da işi kolaylaştırılmış olur. Çünkü onlar, aksi takdirde mahsûlleri sahiplerinin yemesinden kolay kolay kurtaramaz. Tahmin yoluyla belirlemede yanılma olabilir. Zekâtta ise hafifletme yoluna gidilir Bu itibarla, üçte bir ya da dörtte birin terkedilmesi emredilmiştir.
Satmak için üretilen bir malı belirlemede kıstas, ancak kıymetidir. Bu itibarla, onların altın ve gümüşün zekâtına tabi tutulması gerekir. [454]
Definelerin beşte biri, zekât olarak verilir. Çünkü bunlar, bir yönden ganimete benzer ve meccanen ele geçirilmiştir. Bu yüzden de zekâtı beşte bir gibi yüksek bir orandır. [455]
Rasûlullah (s.a.), köle hür, erkek kadın, küçük büyük her müslüman için bir sâ' hurma, ya da arpa fıtır sadakası verilmesini emretmişlerdir. Bir rivayette bir sâ' keş ya da kuru üzüm verilebileceği de belirtilmiştir. Verilecek miktarın bir sâ' olarak belirlenmesi, bu miktarın bir aileyi doyurabilecek kadar ve fakir için azımsanmayacak bir miktar olmasındandır. Öbür taraftan veren için genelde bir mutazarrır olma durumu da söz konusu değildir. Bazı rivayetlerde yer alan yanm sâ' buğday, bir sâ' arpa gibi kabul edilir. Çünkü o zamanlar buğday çok pahalıydı; ancak çok varlıklı kimseler yiyebilirdi ve yoksul yiyeceği değildi. Nitekim Zeyd b. Er-kam (r.a.), hırsızlık olayı ile ilgili olarak bunu belirtmiştir. Sonra Hz. Ali (r.a.) de şöyle demiştir: "Allah, size nimetini artırdıkça, siz de artırın."
Fıtır sadakasının, Ramazan bayramında verilmesinin gerekli kılınışı çeşitli gerekçelere dayanır. Bunlardan bazıları şunlardır:
i. Fıtır sadakası, Ramazan bayramının, Allah'ın nişanelerinden biri olduğu manasını pekiştirir.
ii.Oruçlular için arınma ve oruçlarını tamamlayıcı bir unsur anlamı taşır. Bu manada farz namazların sünnetlerine benzer. [456]
Ziynet eşyaları için zekât var mıdır? Bu konuda gelen hadisler, birbirinden farklı hükümler arzetmektedir. Ziynet eşyalarına "kenz" denilmez; öbür taraftan bunlarda kenz manası da mevcuttur. Böyle bir durumda ihtiyat gereği (zekâtını ödeyerek) ihtilâftan kurtulmaya çalışmak daha uygundur. [457]
Zekât harcama mahalleri konusunda asıl şudur: Ülke iki kısımdan oluşur:
1. Sadece nıüslümanların yaşadığı, başka unsurlardan hiçbir kimsenin olmadığı yerler. Bu gibi yerlerde vergi yükümlülüğünün az tutulması gerekir. Çünkü buraları, adamlar toplayıp, savaş halinde bulunmaya ihtiyaç göstermez. Çoğu kez, kamu yararını ilgilendiren işleri, bizzat yapacak kimseler çıkar. Allah Teâlâ'nın iyilik yapanlara sevap vereceği vaadi, bu tür hayır işlerin gerçekleşmesi için bir saik olur ve bu tür hayır işlerini yapan insanlar, kendi harcamalarını kendi mallarıyla karşılarlar. Zira müslüman toplumunda, bu tür işleri yapacak kimseler mutlaka bulunur.
2. Başka unsurlarla karma olarak yaşanılan yerler: Bu gibi ülkelerde vergi konusunda sert tedbirler alınması gerekir. "Kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında çok merhametlidirler.[458] âyetinin ifade ettiği anlam budur.
Bu tür bölgeler, çok sayıda asker tutmaya ve güçlü yardımcılara ihtiyaç gösterir, her türlü faydalı işleri yapmak üzere insanların görevlendirilmesini gerektirir ve bunların geçiminin beytülmai üzerine olması zorunludur.
İşte Rasûlullah (s.a.), her iki kısım için de hükümler koymuş, vergi toplanmasını harcamalara göre ayarlamıştır. İkinci kısımla ilgili olan bahisler ileride cihad bahsinde gelecektir. [459]
1. Faydası kamuya yönelik harcamalar için ayrılan mallar: Sadece müslümanların yaşamakta olduğu bölgelerde, devletin gelirlerinin esasını, harcama mahallerine uygun olarak iki tür mallar oluşturur:
i. Artık mâliki bulunmayan mallar: Mirasçısı olmaksızın ölen kimsenin terekesi, maliki bulunamayan kayıp hayvanlar, ilan edilmesine rağmen sahipleri çıkmayan buluntu mallar vb. gibi.
Bu tür malların, herhangi bir kimse için temlik anlamı içermeyen, yararı kamuya yönelik olan yerlere harcanması gerekir. Kanal açılması, köprü yapılması, mescid inşası, kuyular açılması, su yollarının yapılması ve benzeri şeyler bu kabildendir.
ii. Zekât malları: Beytülmalda toplanan zekât malları: Bunların ise, hak sahiplerine temlik yoluyla harcanması gerekir: "Şüphesiz ki sadakalar ancak fakirlere, yoksullara... aittir.[460] âyeti bu hususu belirtmektedir.
Özetle söylemek gerekirse, bu türden olan ihtiyaç alanları, her ne kadar çoksa da, onları üç ana bölümde toplamak mümkündür:
1. İhtiyaç sahipleri: Sâri' Teâlâ, bunları fakirler, yoksullar, yolda kalmışlar ve kendi menfaatleri için borçlanmış olanlar diye belirlemiştir.
2. Güvenlik görevlileri: Bunları da savaşçılar ve tahsildarlar olarak belirlemiştir.
3. Müslümanlar arasında mevcut olan ya da olması muhtemel bulunan fitneleri defetme harcamaları: Bu ya müslüman olup kâfirlerle işbirliği içerisinde olan zayıf müslümanlann, ya da müs-lümanlara zararı dokunan kâfirlerin mal ile satın alınmaları şeklinde olur. Bu türden olanların hepsine birden müellefe-i kulûb yani kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen kimseler denir. Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak için birileri tarafından üstlenilen meblağ da bu fondan ödenir.
Bu fondan yapılacak ödeme şekli, hak sahiplerine nasıl taksim edileceği, kimden başlayacağı ve ne kadar vereceği konusu devlet başkanının takdirine bırakılmıştır.
İbn Abbâs'm (r.a.), zekât malıyla köle âzâd edilebileceği, zekâttan hacca gidenlere verilebileceği görüşü bilinmektedir, el-Hasen de aynısını söylemiş ve, "Şüphesiz ki sadakalar ancak fakirlere, yoksullara... aittir. [461] âyetini okuduktan sonra, "Bunlardan hangisine versen, yeterli olur," demiştir. Ebû'l-As da, Rasûlullah'm (s.a.) kendilerini hac için zekât develerine bindirdiğini söylemiştir.
Sahîftte şöyle gelmiştir:
"Hâlid'e gelince, siz Hâlid'e haksızlık ediyorsunuz. O, bütün zırhlarını ve savaş âletlerini Allah yolunda hapsetmiştir.[462]
Bu hadis iki şeye delâlet eder:
i. Vacip olan bir şeyin yerine, müslümanlar için daha hayırlı olan başka bir şeyin verilmesi caizdir,
ii. Hapis (vakıf), zekâtın yerini de tutar.
Buna göre, "Şüphesiz ki sadakalar ancak fakirlere, yoksullara... aittir.âyetindeki hasr ifadesi, münafıkların arzuları doğrultusunda harcanmasını istedikleri şeye nisbetle izafî olacaktır. [463] Nitekim âyetin yukarıdan aşağı doğru gelişi (siyak ve sibakı) de bunu göstermektedir. Bunun hikmeti şudur: İhtiyaçlar sonsuzdur, sırf müslümanlann yaşadığı İslâm bölgelerinde, beytülmalin zekât dışında fazla bir gelir kaynağı yoktur. Bu durumda, ülke/şehir halkının ihtiyaçlarının karşılanması için mutlaka harcama mahallerinin genişletilmesi gerekmektedir. [464]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki bu sadakalar, ancak insanların kirleridir. Bunlar ne Muhammed'e helâl olurrue de Muhammed'in ailesine. [465]
Sadakalann, insanlann kiri olması, günahlan temizlemiş, be-lalan uzaklaştırmış olmasından ve bu konuda kula fidye sayılma-sındandır. Bu, Mele-i alâ sakinlerinin idraklerinde, sanki öyley-miş gibi temessül eder. Aynen zihnî, lâfzı ve yazıya ait suretlerin, karşılık tutulan hârici şeye ait varlıklar olarak temessül etmesi gibi. Bu bizce teşbihi varlık olarak isimlendirilir. Bazı yüce nefisler, sadakalarda bir tür zulmet olduğunu idrak eder. Aziz pederim Kuddise sirruh! kendisiyle ilgili olarak bu kabil çok şey anlatırdı. Nasıl ki salâh ehli, zina ve pis organlann adını ağızlanna almaktan hoşlanmazlar, güzel şeylerin adını anmayı severler ve Allah'ın ismini tazim ederlerse, sadakalan da insanların kiri olarak algılarlar ve ondan hoşlanmazlar. [466]
Sonra, insanın herhangi bir mal ya da hizmet karşılığı olmaksızın elde ettiği mal, tazim amacıyla da kendisine takdim edilme-mişse bir tür züldür ve aşağılayıcıdır. Bu durumda mal sahibinin o kimse üzerinde üstünlüğü ve minneti bulunur. Nitekim Rasûlul-lah'ın (s.a.), 'Veren el, alan elden üstündür.[467] hadisi bu manayı ifade eder. Dolayısıyla bu yoldan mal elde etmek, kazanç yollan arasında en kötüsüdür; böyle bir yol, dinde önemli yeri olan pâk ve temiz kimselere yakışmaz.
Bu hükümde başka bir sır daha vardır. O da şudur: Rasûlul-lah (s.a.), eğer sadakayı kendisi için almış olsaydı ve bunu, çıkarları kendi çıkarı sayılacak yakınları için caiz kılsaydı, o zaman töhmet altında kalırdı ve hakkında hiç de olmadık şeyler söylerlerdi. İşte Rasûlullah (s.a.), bu hükmü koymak suretiyle bu yolu kapatmıştır. Bunun sonucunda zekât, bölgenin zenginlerinden alınan ve fakirlerine harcanan bir mal olmuştur. Böylece İslâm, toplumda bulunan fakir ve muhtaçları kollamış, onları hayra yaklaştırmak, serden de kurtarmak istemiştir. [468]
Zekât, aşağılayıcı, horlayıcı, mürüvveti zedeleyici bir mahiyet taşıdığından, Rasûlullah (s.a.) bu konuda zaruret olmadıkça zekât alınmamasını ısrarla istemiştir. Sonra insanlar zekât almaya alışırlar, bundan geri durmazlar ve mallarını bu yolla çoğaltma gibi bir eğilime girerlerse, bu durum onların tembelleşmelerine ve mutlaka olması gereken kazanç yollarının ihmaline ya da azalmasına sebep olur, bunun yanında haksız yere malı olanlara verilmesi halinde gerçek muhtaçların zor durumda kalmaları sonucunu doğurur. İşte bu yüzden ilâhî hikmet, zekâttan geri durulması gereğinin, insanların gözü önünde iyice yer edecek biçimde ifade edilmesini gerektirdi. Böylece zaruret olmadıkça hiçbir kimsenin zekât malına yönelmemesi sağlanmış olacaktı. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim, malını artırmak için insanlardan dilenirse, o yüzünde yara bere, ya da yiyeceği cehennemden bir taş (kor) parçası olur. [469]
Bunun sırrı şudur: İnsanlardan dilendiği şeyler sebebiyle duyacağı elem, eline kor aldığı, ya da kızgın taş yuttuğu zaman nasıl acı duyacaksa, o şekilde temessül eder. İnsanlar arasında zillet içerisinde olması, yüzünün suyunu dökmesi de, ona en yakın olan yüzün yara bere olması şeklinde temessül edecektir. [470]
Malına âfet isabet eden kimsenin, geçimini yoluna koyuncaya kadar dilenmesinin helâl olacağı belirtilmiştir. [471]
Dilenmeyi haram kılan zenginlik Ölçüsünün miktarı hakkında iki rivayet vardır::
i. Bir ukiyye ya da elli dirheme sahip olmak.
ii. Sabah ve akşam yetecek kadar yiyeceğe sahip olmak.
Bu konudaki hadisler, bize göre çelişki arzetmemektedir. Çünkü insanlar, durumları itibariyle farklıdırlar. Her insanın bir kazanç yolu vardır ve onsuz yapamaz, bir başka yola baş vurma imkânı da olmaz. Buradaki imkândan maksadım, şehir/ülke yönetimini konu alan ilimlere ait bir terim olan imkândır; yoksa nefis terbiyesini konu alan ilme ait bir terim olan imkânı kastetmiyorum. Bir sanat icrasıyla hayatını kazanan kimse, o sanatın yapıldığı âletleri olmadıkça dilenebilir. Ziraatle uğraşan kimse ise, ziraat âletlerini buluncaya kadar dilenmek için mazurdur. Ticaretle hayatım kazanan kimsenin, mal buluncaya kadar; rızkını cihâd yoluyla elde eden kimse de ganimet elde edinceye kadar dilenmede mazurdur. Nitekim Rasûlullah'm (s.a.) ashabı böyle farklı farklı durumdaydı. Bu durumda olanlar için dilenmeyi haram kılıcı mal miktarı bir ukiyye ya da elli dirhemdir.
Bazıları da vardır ki, çarşı pazarda hamallık yaparak, yahut odun toplayıp satarak ya da benzeri şeyler yaparak rızkını gündelik kazanır. Bu durumda olan insanlar için miktar ise, sabah akşam karınlarını doyuracak kadar bir mala sahip olmalarıdır. [472]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"istemekte ısrar etmeyin! Vallahi sizden biriniz benden bir şey ister de, razı olmadığım halde benden bir şey koparırsa, verdiğim malın asla bereketini görmez.[473]
Bunun hikmeti şudur: Mele-i a'lâya katılmış olan nefislerde, hoşnutsuzluk ve rıza gibi zihnî suretler, müstecâb dua mesabesinde olur. [474]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hakikaten şu mal yeşil ve tatlıdır. Dolayısıyla onu her kim gönül zenginliği ile alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Her kim de, ona göz dikerek alırsa, o malda kendisine bereket verilmez ve yiyip yiyip de doymayan kimse gibi olur. [475]
Bir şeyin bereketi çeşitli şekillerde olur: Bunun en alt mertebesi nefsin mutmain, kalbin huzur içinde olmasıdır. Meselâ, ellerinde yirmişer dirhem olan iki adamı ele alalım. Bunlardan biri fakirlikten korkmakta, diğeri ise böyle bir korkudan uzak, umut üzere olmaktadır.
Bereketin diğer şekli, malı daha yararlı bir şekilde kullanmadır. Meselâ, ellerindeki mal miktarı aynı olan iki adamı düşünelim. Bunlardan biri, malını ihtiyacını giderecek ve ondan yararlanacak şekilde yerli yerince harcamayı başarmıştır. Diğeri ise, malını gereksiz yerlere harcayarak ziyan etmiştir.
Bu sözünü ettiğimiz bereketi, duanın celbi gibi, hey'et-i nefs celbetmiş olur.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, iffetli olmak isterse, Allah onu afif kılar. [476]
Hadis, bu tür nefsânî hallerin elde edilmesinde, azim sahibi olmanın ve himmeti bir noktaya toplamanın büyük etkisi olduğuna işarettir. [477]
Sonra, insanların zekâtlarını tahsildarlara gönül hoşnutluğu ile teslim etmelerinin öğütlenmesi gerekmiştir. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sadaka memuru size geldiği zaman, sizden razı olarak ayrılmalıdır.[478]
Bu, zekâtta güdülen nefse yönelik maslahatın gerçekleşmesi içindir.
Sonra, tahsildarların zulüm ettiğini ileri sürerek, zekât vermekten kaçınmak gibi bir mazeret kapısı bırakmamak için şöyle buyurmuştur:
"Tahsildarlar size geldiklerinde, onları iyi karşılayın ve yapmak istedikleri şeyle kendilerini baş başa bırakın. Eğer insaflı davranırlarsa, bu kendi lehlerine; yok zulmederlerse bu da kendi aleyhler inedir. [479]
Bu hadisle, "Kimden fazla istenirse, vermesin! [480] hadisi arasında bir farklılık yoktur. Zira zulüm iki türlüdür:
i. Nass tarafından hükmü açıklanan zulüm; o takdirde vermez.
ii. îctihâda mahal olan, farklı değerlendirmelere konu olabilen zulüm. Mazeret kapısının kapatılması, bu türden olan hakkındadır.
Sonra, zekât tahsildarlarına da öğütte bulunmak ve zekâtları toplarken haddi aşmamalarını, insanların mallarının en iyilerini almamalarını, asla zimmete mal geçirmemelerini tembihlemek gereği ortaya çıkmış ve böylece durum dengelenmiş ve beklenen maksadın tam olarak gerçekleşmesi amaçlanmıştır.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Canım elinde olana yemin ederim ki, ondan bir şey alırsa, mutlaka kıyamet gününde onu boynunda taşıyarak gelir; eğer deve ise böğürtüsüyle.[481]
Bu hadisin sırrı, zekât vermeyenler, mal sahiplerinin zekât vermemek için tutunabilecekleri mazeret kapılarının kapatılması hakkında verdiğimiz izahlardan anlaşılacaktır.
Zekât konusunda, az zekât vermek için ayrı sürülerin birleştirilmesi, bir arada olanların ayrılması gibi yola başvurulması da yasaklanmıştır. [482]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kişinin hayatında iken bir dirhem tasaddukta bulunması, Ölümü anında yüz dirhem sadaka vermesinden daha hayırlıdır. [483]
"Ölümü anında sadaka veren yahut köle âzâd eden kimse, doyduktan sonra hediyede bulunan gibidir. [484]
Bunun sırrı şudur: Kişinin ihtiyaç duymadığı ya da kendisi için ihtiyaç duymayacağını düşündüğü bir şeyi infakta bulunması, nefsin sehâvetinden kaynaklanan bir davranış olmadığından, önemi yoktur. [485]
Sonra Rasûlullah {s.a.), cimriliği giderecek, yahut nefsi olgunlaştıracak veya toplumu kaynaştıracak fiillerin beyan edilmesine ihtiyaç duydu ve bu gibi fiilleri, sadaka değerinde kıldı. Böylece onların, sonuç itibariyle sadaka ile müştereklik arzettiklerine dikkat çekmiş oldu. Bu meyanda meselâ şöyle buyurmuştur:
"İki kişinin arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hayvanına binmek isteyen kimseye yardım ederek, hayvanına bindirmen yahut eşyasını hayvana yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım bir sadakadır. Her tehlîl, her tekbîr, her tesbîh bir sadakadır. [486]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Herhangi bir müslüman, bir çıplak müslümanı giydirecek olursa, Allah da onu cennet giysilerinden giyindirir. [487]Daha önce de zikrettiğimiz üzere, misâl âleminin karakteristik özelliği, manaların ancak en yakın suret üzere şekillenmesini gerektirmesidir. Meselâ yedirmede, yemek sureti vardır. Olaylarla, rüyada görülen suretler arasında, manaların cisimler suretinde temessülünde ibret alınacak bir durum vardır. Bu noktadan hareketle, Rasûlullah'ın (s.a.), Medine vebasını niçin kara bir kadın şeklinde gördüğünü anlayabilirsin. [488]
Sonra insanlardan bazılarının kendi aile ve yakınlarını ter-kettikleri, onlara gereken ilgiyi göstermedikleri, buna karşılık uzak kimselere tasaddukta bulundukları görülür. Bu durum, yakınlarını ihmal durumuna götürür. Bu, bir tür davranış bozukluğudur ve kendi yakınlarıyla kaynaşmayı terketmektir. İşte bunun için, bu kapının da kapatılmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah yolunda infâk ettiğin bir dinar, köle âzâdı için infâk ettiğin bir dinar, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dinar, ailene sarfettiğin bir dinar vardır. Bunların sevap itibariyle en büyüğü, ailene sarfettiğindir. [489]
"En üstün sadaka, zenginlikten verilen sadakadır. Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla! [490] hadisiyle, hangi sadakamn daha üstün olduğu sorusuna verdiği, "Yoksulun verdiği sadakadır. Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla![491]şeklindeki cevap arasında bir farklılık yoktur. Çünkü her birinin, ayrı bir mana ya da yöne hamledilmesİ imkânı vardır. Hadiste sözü edilen zenginlik, mal zenginliği değil; gönül zenginliğidir veya aileye yeterli olacak kadar malı olan kastedilmektedir. Veya şöyle de diyebiliriz: Zengin olan kimsenin sadakası, malı hakkında en büyük bereket sebebidir; yoksul olduğu halde sadaka vermek ise, cimrilik duygusunu en iyi izale eden bir davranıştır. Bu izah, teşrî kanunlarına son derece uygundur. [492]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Aldığı emri infaz eden, topladığını gönül hoşluğu ile tastamam veren ve teslimine memur olduğu şahsa teslim eden güvenilir müslüman hazine memuru, iki sadaka verenden biridir. [493]
Yapması gereken şeyi yerine getirmesi, ona muhalefetten kaçınması ve bütün bunları gönül hoşluğu ile yapması, o kimsenin nefsinin sehâvetine delâlet eder; gönül hoşluğu, tam ödemesi, nefsinin yakın üzere olması da bunun belirtileri olur. Bu yüzden o kişi, sadakayı veren gerçek kişiden sonra ikinci defa veren olarak nitelenmiştir[494].
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadın, kocasının kazancından onun emri olmaksızın infâkta bulunduğunda, ona infâk ettiği şeyin sevabının yarısı vardır. [495]
Veda haccında da şöyle buyurmuştur:
"Kadın, kocasının izni olmadan onun evinden hiçbir şey infâkta bulunmasın! Yiyecek de mi?" diye soruldu. "O, bizim en değerli malımızdır."buyurdu[496]
Bir kadın şöyle dedi: "Biz, babalarımız, oğullarımız ve eşlerimiz üzerine yüküz. Onların mallarından bize ne helâl olur?" Rasûlullah (s.a.) şöyle cevap verdi: "Taze olanı[497] yersiniz ve hediye de edersiniz. [498]
Bu hadisler arasında çelişki yoktur. Çünkü birinci hadis, umumen ya da delâleten emredip, husûsen ya da sarahaten emret-memiş olduğu şey hakkındadır. Bu durumda iken koca sadakada bulunmaz; kadın sadakada bulunduğunda koca onun bu yaptığını kabul eder. Kadının, kocasının malı üzerindeki tasarruf hakkı, ancak örfe uygun olması halinde caiz olur. Bunda adamın malının değerlendirilmesi manası da vardır; meselâ yaş hurmaların hediye edilmemesi halinde çürümesi ve ziyan olması gibi. Başka türlü hareket etmesi ise, yiyecek de olsa caiz değildir. [499]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sadakandan dönme; zira sadakasından dönen, kusmuğuna dönüp onu yiyen gibidir[500]
Bunun sebebi bence şudur: Sadaka veren kimsenin, sadaka olarak verdiği şeyi satın almak istemesi halinde, onun hakkında müsamaha gösterilir, yahut da kendisi müsamaha edilmesini ister. Bu, o miktar hakkında sadakasının bozulmasına sebep olur. Çünkü sadakanın özü, kalbin o malla olan bağlantısını kesmektir. Kendisine gösterilen müsamaha sebebiyle o malı geri almaya karşı kalbinde bir arzu bulunduğu zaman, sadakanın özü olan şey gerçekleşmez. Yine amelin işleniş şeklinin eksiksiz olması matluptur. Geri alınmasında ise, bunun bozulması vardır. Hicret edilerek ayrılman eski yurtta ölmenin kerahetinin sırrı da budur.
Allah'u a'lem! [501]
Hayvani gücün şiddetli olması, melekî gücün etkisini göstermesini engeller. Bu itibarla, hayvani gücün kontrol altına alınması için gerekli çabanın gösterilmesi gerekir. Hayvanı gücün çokluğunda, şiddetli oluşunda ve katmerleşmesinde etkin olan sebep, yemek İçmek ve şehvanî lezzetlere dalmaktır. Çünkü bu, normal öl-Çüde yemenin yapmadığı etkiyi yapar. Bu durumda, hayvanı gücü kontrol altına alabilmenin yolu, bu sebepleri azaltmaktır. Bunun içindir ki, melekî gücün etkisini göstermek isteyen herkes, çeşitli dinlere mensup olmalarına ve birbirlerinden uzak ülkelerde yaşamalarına rağmen, bu sebeplerin azaltılması üzerinde görüş birliği etmişlerdir. [502]
Sonra maksat, hayvânî gücü ortadan kaldırmak olmayıp, onu melekî gücün egemenliğine sokmak ve böylece onun verdiği ilham doğrultusunda hareket etmesini, onun rengini almasını sağlamaktır. Melekî gücün ise, onun müptezel karakterinin boyasına girmesine mani olmak, onun aşağılık davranış kalıplarının, aynen mührün muma şeklini vermesi gibi melekî güç üzerinde etkisini göstermesine imkân vermemektir. Bunu gerçekleştirebilmenin tek yolu da, melekî gücün bunun bilincinde olması ve bunu hayvânî güce telkin etmesi, ona öneride bulunması; onun da melekî güce boyun eğmesi ve ona karşı taşkınlık yapmaması, onun isteklerine karşı durmamasıdır. Bu devamlı olarak tekrar eder; beriki istekte bulunur, öteki boyun eğer ve öyle bir hal alır ki, artık alışkanlık kazanılır ve hayvanı güç hep melekî gücün emri altında olur. Melekî gücün bizzat bilincinde olduğu ve hayvânî güçten yapmasını istediği şeyler, öbürünün de ister istemez boyun eğmesi, ancak melekî gücün açılıp ferahlık duymasını (inşirah hali), öbürünün de büzülüp kabuğuna çekilmesini (inkibaz hali) sağlayacak bir şeyle [ 126 ] olur. Bu da, melekût âlemine benzemeye, ceberut âlemine ıttıla kesbetmeye çalışmak gibi şeylerdir. Bunlar, melekî gücün yapabileceği şeylerdir; hayvânî güç onlardan son derece uzaktır. Bunun bir başka yolu da, hayvânî gücün gereklerini,/haz aldıkları şeyleri ve azgınlığı anında arzu duyduğu şeyleri terketmektir.
İşte bunu sağlayabilecek tek şey, oruçtur. [503]
Buna, insanların büyük çoğunluğu sürekli olarak devam edemez. Çünkü yerine getirilmesi gerekli önemli ihtiyaçları vardır; mallarla, eşlerle ilgilenmek gereklidir. Bu yüzden orucun belli bir zaman aralığıyla ve melekî gücün hayvânî güç üzerine egemenliğini sağlayacak, gereklerini dışa vuracak, daha öncesinden ihmal edilmiş şeylere keffâret olacak kadar yeterli bir miktarda olması gerekmiştir. Aynen, uzunca bir iple kazığa bağlı atın, sağa ve sola koşuşturması ve sonra bağlı olduğu yere dönmesi gibi olacaktır. Bu da, gerçek devamlılıktan sonra bir tür devamlılık sayılır. [504]
Sonra, orucun miktarının da belirlenmesi gerekir. Aksi takdirde bazıları tefrit (gevşeklik) gösterir ve maksadı gerçekleştirme-yecek oranda oruç tutar, sonunda bir faydasını görmez. Bazıları da ifrata (aşırılık) kaçar ve işi, bedenini zayıf düşürecek, zindeliğini giderecek, nefsini yorgun argın düşürecek, kendisini mezara sokacak ölçüye vardırır. Oysa ki oruç, nefsânî zehirleri defetmek için kullanılması gereken bir panzehirdir; aynı zamanda insanî ruhun bineği olan beden için bir tür ceza manası taşır. Bu itibarla tam ölçülü kullanılması ve zaruret miktarınca takdir edilmesi gerekir. [505]
Yeme ve içmeyi azaltmanın iki yolu vardır:
i. Çok az miktarda yemek ve içmek,
ii. İki yemek arasını, mutat olan vakitten daha uzun tutmak.
Şeriatlarda muteber olan yol ikincisidir. Çünkü o, hafifletir, yorar ve açlık ve susuzluğu bilfiil tattırır, hayvânî gücü şaşkınlık ve dehşet içine sokar ve onun üzerinde gözle görülebilir bir etki yapar.
Birinci yol, yavaş yavaş zayıflatır ve komaya sokmadıkça insan etkisini duymaz. Hem birinci yol, ancak zorlama yoluyla genel teşrî altına alınabilir. Çünkü bu konuda insanlar gerçekten çok farklıdırlar; kimi bir rıtıl yerken, kimileri iki rıtıl yer. Birinci için yeterli olan miktar, ikincinin ölümü olabilir.
Yemekler arasını ayıran vakitlere gelince, Arap Acem ve normal iklimlerde yaşayan diğer insanlar, bu konuda müttefiktirler. Genelde bir gün ve gecede sabah ve akşam olmak üzere iki, ya da bir öğün yemek yerler. Bu durumda, akşama kadar bir öğün yemedikleri takdirde açlık etkisini kendilerinde gösterir. Böylesi az olan bir miktarın, ifasıyla yükümlü olanların takdirine bırakılması ve meselâ onlara, "Her biriniz, hayvânî gücünü kontrol altına alacak kadar yesin!" denmesi mümkün değildir. Çünkü böyle bir durum, teşrî ilkesine aykırıdır. [506]
Şöyle bir söz vardır: "Kim, sürüyü kurda teslim ederse, zulmetmiş olur." Bu gibi şeyler, ancak haddizatında iyi olan şeyler için geçerlidir.[507]
Sonra, iki öğün arasındaki müddetin, üç gün üç gece gibi nefsi öldürücü ve onun kökünü kazıyıcı derecede uzun olmaması gerekir. Çünkü bu, oruçtan beklenen şer'î amaca ters düşer ve insanların büyük çoğunluğu buna dayanamaz. Keza, imsakin zaman içerisinde tekrarlanması da gerekir ki, yeterli alıştırma yapılmış olsun ve boyun eğme gerçekleşsin. Aksi takdirde tek bir açlığın şiddetli de olsa hiçbir faydası olmaz. Bu durumda, nefsin Ölüm kertesine gelmeden kontrol altına alınmasının zabturapt altına alınması ve orucun tekrarının belirlenmesi konusunda, zeki aptal, şehirli bedevi herkesçe malum bulunan ve bütün insanlarca, yahut insanların büyük çoğunluğunca kullanılmakta olan miktarların ya da benzerlerinin esas alınması gerekecektir. Onların meşhurluğu ve herkesçe kabul edilmiş olması, onlardan yorgunluğu giderecektir. [508]
Bu mülahazalar, orucun; "yeme, içme ve cinsî ilişkiden bir ay süresince tam gün boyunca el çekilmesi" şeklinde belirlenmesini gerektirmiştir. Çünkü bir gün boyunca olmaması, Öğle yemeğinin geciktirilmesi anlamına gelir. Geceleyin bir şey yenmemesi de zaten mutattır ve bir etkisi olmaz. Bir ya da iki hafta boyunca devam etmesi, süre az olacağından gerekli etkiyi yapmaz. İki ay gibi bir süre ise, normalin üstündedir ve gözlerin içine çökmesine, nefsin yorgun argın düşüp usanmasına sebep olur. Nitekim bizim, bu konuda sayılamayacak kadar çok müşahedelerimiz vardır.
Gün, fecrin doğuşundan başlar, güneşin batışına kadar uzar. Çünkü Arap hesap ve değerlendirmesine göre bu böyledir. Daha önce tutmakta oldukları Aşura orucunda da böyle yapmaktaydılar. Ay ise, hilâlin görülmesiyle başlar ve öbür hilâlin görülmesiyle sona erer. Çünkü Arap ayları böyledir; onlar, hesaplarını şemsî [ 129 ] aylara göre yapmazlar. [509]
İş, bütün insanların, Arap Acem tüm ulusların ıslâhına yönelik genel şer'î bir hüküm konulmasına geldiğinde, bu konuda zaman olarak belirlenecek olan ayın, insanların seçimine bırakılmaması gerekirdi. Çünkü o zaman herkes, kendisine oruç için kolay gelecek bir ayı seçerdi ve bu mazeret ve yükümlülükten sıyrılma çabası kapısını açar, emr-i bi'1-marûf ve nehy-i ani'l-münker kapısını kapatırdı, İslâm'ın en büyük ibadetlerinden biri olan orucun sönük kalmasına yol açardı.
Sonra müslümanlardan oluşan büyük kalabalıkların, aynı anda birbirlerini görecek şekilde belli bir şey üzerinde birleşmeleri, o şeyi severek yapmalarına yardımcı olur, yükümlülüğü kolaylaştırır ve şevkle yapmalarım sağlar. Yine onların bu birliktelikleri, halktan ve havastan olan herkes üzerine melekî bereketlerin inmesini sağlar, kemâl mertebesine ulaşmışlarının nurları, daha aşağı mertebede bulunanlarının üzerine akseder ve duaları, her taraftan onları kuşatır. [510]
Oruç için belli bir ayın belirlenmesi gerekince, bu ayın Ramazan olması taayyün eder. Çünkü Kur'ân bu ayda inmiştir, onun üstünlüğü hakkında ümmet-i Muhammed görüş birliği etmiş ve
ona dört bir elle yapışmışlardır, ileride de bahsedeceğimiz gibi büyük bir ihtimalle Kadir gecesi de bu aydadır.
En sonunda da orucun mertebelerinin beyan edilmesi gerekmiştir:
i. Orucun alt sınırı: Bu, zamanı olsun olmasın istisnasız herkes için tutulması zorunlu olan oruçtur; bu kadarı tutulmadığı zaman aslî meşruiyet hükmü çiğnenmiş olur.
ii. Tamamlayıcı mertebe: Bu sınır, ihsan mertebesine ulaşmışların yapacağı, sâbikûndan olanların tutunacağı kısmı oluşturur.
Alt sınır, Ramazan ayı orucunun tutulması ve sadece beş vakit namazın kılınmasıyla yetinilmesidir. "Kim yatsı ve sabahı cemaatle kılarsa, sanki geceyi ihya ederek geçirmiş gibidir.[511]hadisi bu doğrultuda gelmiştir.
İkinci mertebe ise, alt sınır üzerine hem nitelik hem de nicelik bakımından fazlalık içerir. Bunları Ramazan gecelerinin de ihyâsı, dilin ve organların da her türlü kötülüklerden tutulması, Şevval ayından altı, her aydan üç gün daha oruç tutulması, Aşura ve arife günleri oruç tutulması, Ramazan'm son on gününde itikâfa girilmesi gibi şeylerdir.
Giriş mahiyetinde arzettiğimiz bu bilgiler, oruç konusunda genel esaslar mesabesindedir. Bu girişten sonra artık, konuyla ilgili hadislerin açıklanmasına başlayabiliriz. [512]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ramazan girdiğinde cennet kapıları bir rivayette rahmet kapıları açılır, cehennem kapılan kapatılır ve şeytanlar zincirlere vurulur.[513]
Bil ki: Bu fazilet, hiç kuşku yoktur ki müslümanlara nisbetle-dir. Zira kâfirler Ramazan'da daha şiddetli bir körlük, daha aşırı bir sapıklık içerisinde olurlar. Çünkü, Allah'ın nişanelerine karşı hürmetsizlikleri ay boyunca devam eder.
Müslümanlar oruç tutup, geceleri ihya edip, içlerinde kemâl sahibi olanlar nur denizlerine daldığında, duaları her bir taraftan kendilerini kuşattığında, nurları kendilerinden daha aşağı derecede olan diğer mü'minlere yansıdığında, onların üzerine inen bereketler, bütün İslâm toplumunu sardığında, her biri kendi kabiliye-tince kurtarıcı amellere koyulup, helak edici günahlardan sakındığında, kendileri için cennet kapılarının açılması, cehennem kapılarının da kapanması manası gerçekleşmiş olur. Çünkü cennet ve cehennem, aslında rahmet ve İânet demektir. Sonra yeryüzü halkının, bir sıfat hakında ittifak etmeleri, Allah'ın cömertlik hazinesinden kendisine uygun düşecek şeyi celbeder; nitekim istiskâ ve hac bahsinde buna değinmiştik.
Bu ayda, şeytanların zincirlere vurulması, meleklerin yeryüzüne yayılması manası da gerçekleşmiş olur. Çünkü şeytan, ancak kendisinden etkilenebilecek kimseler üzerinde etkin olur. Nefsin, şeytandan etkilenebilmesi de, hayvanı yönünün azgınlaşması haünde olur. Oysa ki onun bu gücü oruç sayesinde kırılmıştır. Melek ise, ancak kendisine yaklaşma kabiliyeti bulunan kimselere yaklaşır. Kişinin bu kabiliyeti de, melekî yönünün galebe çalması yoluyla olur; oruç sayesinde bu da gerçekleşmiştir.
Sonra Ramazan, büyük bir ihtimalle her hikmetli işin karara bağlandığı mübarek bir geceyi (Kadir gecesini) içinde bulundurur. Bu durumda misâl ve melekût âlemine ait nurların panldaması ve yeryüzüne yayılması; bunların zıddı olan zulmetlerin de dağılması hiç kuşkusuz söz konusu olacaktır. [514]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Ramdkan orucunu tutarsa, geçmiş günahları affolunur.[515]
Çünkü bu ay, melekî gücün galip, hayvanı gücün de mağlup olacağı bir zamandır. Bu ay boyunca tutulan oruç, rıza ve rahmet deryasına dalmayı mümkün kılabilecek yeterli bir miktardır. Hiç kuşkusuz bu, nefsi bir renkten başka bir renge sokacak bir durumdur.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, kadir gecesini inanarak ve sevabını Allah'tan umarak ihya ederse, geçmiş günahları affolunur[516]
Çünkü tâatin, ruhaniyetin yayılması, misal âleminin hükümranlığının ortalığı kaplaması anında meydana gelmesi, başka zamanlarda olmadık biçimde nefsin üzerinde derin etki yapar. [517]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ademoğlunun her iyi ameli on katından yedi yüz katına kadar sevaplandırılır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Bundan oruç müstesnadır; çünkü o benim içindir, onun mükâfatını da ancak
ben veririm; kulum şehvetini, yemeğini benim için terkediyor. [518]
iyiliğin, kat kat sevaplandırılmasının sırrı şudur: İnsan ölüp de, hayvanı gücün etkisi ortadan kalktığı ve ona uygun düşen lezzetlere arka çevirdiği zaman, melekî yönü ortaya çıkar ve tabiatıyla onun nurları parlar. Mücâzâtın sırrı da işte budur. Eğer amel iyi ise, melekî yönün ortaya çıkması ve kendisine uygun düşmesi sebebiyle onun azı, o zaman çok olur.
Orucun istisna adilmesinin sırrı ise şudur: Amellerin defterlere yazılması, her amelin, misâl alemindeki o adama has yeri itibariyle sureti tasavvur olunarak yazılır. Müvekkel melekler, oradaki suretten, beden perdesinden soyutlanması halinde kişiye ne ceza tertip edileceğini bir şekilde anlarlar. Biz bunu defalarca müşahede etmişizdir. Yine müşahede etmişizdir ki, yazıcı melekler, çoğu zaman amelin karşılığının ortaya çıkması konusunda durak-sarlar. Bu ameller, nefsin şehvetlerine karşı mücahede kabilinden olur. Zira amelin karşılığının bilinebilmesi için, onun sadır olmuş olduğu huyun miktarının bilinmesine gerek vardır. Onlar bunu zevk yoluyla tatmamışlardır; kalbe doğma (vicdan) yoluyla da bilmemektedirler. Hadiste geldiği üzere, keffâretler ve dereceler konusunda yazıcı meleklerin kendi aralarında tartışmalarının sırrı budur. Bu durumda Allah onlara ameli olduğu gibi yazmalarını ve karşılığını de kendisine bırakmalarını vahyeder. "...Kulum şehvetini, yemeğini benim için terkediyor.[519] buyruğu, orucun, insanın hayvanı yönü üzerinde bir tür azap etkisi olan keffâretler kabilinden olduğuna işarettir. Bu hadisin başka bir bâtınî anlamı daha vardır ki, ona orucun sırlarından bahsederken temas etmiştik; oraya bakınız. [520]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Oruçlunun iki sevinci vardır; biri iftarı anındaki sevinci, diğeri de Rabbine kavuştuğu anki sevincidir. [521]
Birincisi, tabiî olup, nefsinin arzuladığı şeyi elde etmiş olmasındandır.
İkincisi ise ilâhîdir ve bu, cesed perdesinden soyutlanıp, üzerine yukarıdan yakın indiğinde, tenzih esrarının zuhuru için hazır hale gelmesi yönündendir. Nasıl ki namaz, sübûtî tecellî esrarının zuhuruna sebep oluyorsa, oruç da tenzih esrarının zuhuruna sebep olur. "Güneşin doğmasından önce ve güneşin batmasından Önce bir namaz kılmaya gücünüz yetiyorsa, bunu mutlaka yapın![522] hadisi namazla ilgili olarak bu manadadır. Konuyla ilgili daha başka sırlar vardır ki, onları açıklamaya bu kitabın hacmi müsait değildir. [523]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. [524]
Bunun sırrı şudur: Tâatin eseri, tâate olan sevgiden dolayı sevimlidir ve misâl âleminde tâat yerine ikâme olunur (temessül). Rasûlullah (s.a.), oruç sebebiyle meleklerin ferahlık duymasını ve Allah'ın o kuldan razı olmasını bir kefeye, insanoğullarınm nefislerinin, misk kokusunu koklamaları anında duydukları ferahlık ve sevinci de öbür kefeye koymuş, böylece insanlara gaybî sırrı apaçık gözleriyle görüyormuş gibi göstermek istemiştir.[525]
Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
"Oruç bir kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu bir gün olursa, o gün kötü söz söylemesin, kötü iş işlemesin ve şamata çıkarmasın. Şayet kendisine birisi söver yahut kavga ederse, 'Ben oruçlu bir kimseyim,' desin... [526]
Çünkü oruç, şeytanın ve nefsin şerrinden korur, insanı onların etkilerinden uzaklaştırır, aralarına girer. Bunun içindir ki, orucun kalkanlık manasının güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu da oruçlunun, dilini çirkin sözlerden koruması, şehevî fiillerden geri durmasıyla olur. Hadisteki, "kötü söz söylemesin, kötü iş işlemesin" ifadesi buna işaret eder. Saldırgan fiillerden geri durmakla olur. Hadisteki "şamata çıkarmasın" ifadesi de buna işaret eder. "Şayet kendisine birisi söverse" ifadesi, sözlere; "yahut kavga ederse" ifadesi fiillere işaret eder. "Ben oruçlu bir kimseyim, desin" ifadesinin, diliyle yahut kalbiyle olacağı söylenmiştir. Farz ve nafile ayırımı yapılarak diliyle ya da kalbiyle diyeceği de söylenmiştir. Hepsi de caizdir. [527]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hilâli görmedikçe oruç tutmayın; onu görmedikçe bayram da etmeyin. Şayet hava bulutlu olursa, onun miktarını hesap edin bir rivayette sayıyı otuza tamamlayın![528]
Oruç, kameri ayın görülmesi yoluyla belirlenmiştir. Kamerî ay ise, bazen otuz, bazen de yirmi dokuz çeker. Bu durumda havanın bulutlu olması sebebiyle ayın girip girmediği konusunda şüphe edilirse, takdir ya da sayının otuza tamamlanması esasına başvurulması vacip kılınmıştır.
Şeriatların dayandığı temel esaslardan biri, hükümlerin ümmî kimselere nisbetle açık ve munzabıt olan şeylere bağlanması, astronomi hesaplan gibi inceliklere dahnmamasıdır. Hatta şeriat, bu tür hesaplara dalınmasını gözardı bile etmiştir. Bu meyanda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Biz, ümmî bir ümmetiz; hesap kitap bilmeyiz. Ay şöyle, şöyle ve şöyledir. [529]
"İki bayram ayı noksan olmaz; Ramazan ve Zilhicce. [530]
Bu hadisin manası şudur:
i. Bu ayların ikisi birden noksan olmaz. [531]
ii. Gün hesabıyla eksik de olsalar, sevap bakımından otuz gün gibi tam sayılırlar.
Bu ikinci izah, teşrî ilkelerine daha uygundur. Hadisle Rasûlullah (s.a.), sanki herhangi bir kimsenin kalbine böyle bir şeyin gelmesine imkân vermemek istemiştir. [532]
Bil ki: Oruç konusunda önemli temel maksatlardan biri, aşırılık kapısını kapatmak, aşınlıkçılann ihdas ettikleri şeyleri reddetmektir. Çünkü bu ibadet şekli, yahudi, hıristiyan ve Arap âbidleri[533] arasında yaygın olarak mevcuttu. Onlar oruçtan asıl maksadın, nefsi kontrol altına almak olduğunu görünce, bu hususta aşınhğa kaçmışlar, ona nefsin kontrol altına alınması manasını aşan birçok şey eklemişlerdi. Bu ise, Allah'ın dinini tahrif etmek anlamına geliyordu. Bu ilaveler ya nicelik ya da nitelik bakımından oluyordu. [534]
Nicelik bakımından ilaveye örnek hakkında Rasûlullah {s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir veya iki gün oruçla Ramazan'ın önüne geçmeyin. Ancak bir adam, âdet edindiği bir orucu tutuyorsa, onu tutsun. [535]
Rasûlullah (s.a.), yine bu kabilden olmak üzere bayram gününde, yevm-i sekte[536] oruç tutmayı yasaklamıştır. Çünkü bu günlerle, Ramazan arasında fasıla yoktur. Aşınlıkçılar tarafından bu günlerde oruç tutulması bir yol edinildiği zaman, sonradan gelenler, onlan bu oruçlar üzerinde bulur ve nesiller boyunca bu böyle devam eder. Sonuçta dinde tahrif olur. Aşırılığa kaçılan yerlerden biri de, ihtiyat mahallerinin lâzım sayılmasıdır. Yevm-i şek de bu kabildendir. [537]
Rasûlullah (s.a.), nitelik bakımından aşınhğa kaçılmamasım önlemek için visal orucunu yasaklamış, sahur yemeğini teşvik etmiş, sahurun geç, iftann ise hemen yapılmasını emretmiştir. Bunlann hepsi, aşırılıktır ve cahiliye kalıntılanndandır.
"Şaban yarı olduğu zaman oruç tutmayın.[538] hadisiyle, "Ra-sûlullah'ı (s.a.) peşi peşine iki ay oruç tutar görmedim; Şaban ve Ramazan hariç. [539] şeklindeki Ümmü Seleme (r.a.) hadisi arasında bir farklılık yoktur. Çünkü Rasûlullah'm (s.a.), insanlara emretmediği şeyi kendisi için yaptığı olurdu.
Bunların çoğu, sedd-i zerîa ve küllî mazinnelerin[540] dikkate alınması gereği kabilindendir. Rasûlullah (s.a.), bir şeyi yerli yerince kullanmama, ya da riayet edilmesini emrettiği haddi aşarak bedeni yıpratacak ve nefsi bıkkınlık altına sokacak bir kerteye ulaşmak gibi bir ihtimalden emindi. Başkaları ise, bundan emin değildir. Dolayısıyla onlar, bu gibi konulann şeriat tarafından belirlenmesine ve aşınhğa yol açacak kapılann kapatılmasına muhtaçtırlar. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), başkalanna dört hanımdan fazlasıyla evlenmeyi yasaklarken, kendisine dokuz ve daha fazlasını helâl görmüştür. Zira, yasağın illeti, zulme imkân verilmemesidir. [541]
Sonra hilâl, âdil ya da hali mestur olan bir müslümanın gördüğüne dair şehadetiyle sabit olur. Rasûlullah (s.a.), her iki suretle de amel etmiştir. Bir bedevi gelmiş ve: "Ben hilâli gördüm." demiştir. Rasûlullah (s.a.), ona, "Allah'tan başka tanrı olmadığına şehâdet eder misin?" demiştir. Adam, evet deyince, Rasûlullah (s.a.), "Muhammed'in, Allah'ın rasûlü olduğuna şehâdet eder misin?" demiş, adam yine evet deyince Rasûlullah (s.a.), Tâ Bilâl! İnsanlara yarın oruç tutmalarını ilân et!" diye emretmiştir. [542]
İbn Ömer (r.a.), kendisinin hilâli gördüğünü ve Rasûlullah'm (s.a.) oruç tuttuğunu haber vermiştir. [543]
Dinî mahiyet arzeden her konuda da hüküm aynıdır; çünkü bu konuda şahitlik, rivayete benzemektedir. [544]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sahuryiyin; çünkü sahurda bereket vardır.[545]
Sahurda iki bereket vardır:
i. Biri, bedenin sağlıklı olmasını, zayıf düşmemesini sağlaması bakımındandır. Zira tam gün boyunca oruç tutmak zaten zordur. Bir de sahur yemeyerek bu süre katlanamaz.
ii. İkincisi, dinin korunmasına yöneliktir ve aşırılığa kaçılıp da dinin tahrife uğramasına meydan verilmemesini temin etmeyi amaçlar. [546]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar, iftarı acele yapmaya devam ettikleri sürece hayır üzere yaşamaya devam ederler. [547]
"Bizim orucumuzla, ehl-i kitabın orucu arasındaki fark, sahur yemeğidir. [548]
Kudsi hadiste de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "En sevgili kullarım, iftarı acele yapanlardır. [549]
Hadisler, konunun, ehl-i kitapça tahrif edildiğine işaret etmektedir. Dolayısıyla dinin korunması, onlara muhalefette bulunmak ve yaptıkları tahrifleri dışlamakla olur. [550]
Rasûlullah (s.a.), visal orucunu yasaklamıştır. Kendisinin de tutmakta olduğu hatırlatılınca şöyle buyurmuştur: "Hanginiz benim gibi olabilir? Şüphesiz ben gecelerim de Rabbim beni doyurur ve içirir; (siz ise öyle değilsiniz ki). [552]
Bence visal orucunun yasaklanması iki sebepten dolayıdır:
i. Orucun, daha önce de açıkladığımız gibi nefsin öldürülmesi noktasına varmamasını temin etmek,
ii. Dinin tahrifine fırsat vermemek. Rasûlullah (s.a.), ilâhî teyide mazhariyeti sebebiyle, nefsinin bu yüzden bitap düşmeyeceğini, dolayısıyla visal orucunun kendisi için bir mahzur teşkil etmeyeceğini belirtmiştir. [553]
"Fecirden önce oruç tutmaya niyet etmeyen kimsenin orucu yoktur.[554]hadisiyle, sabahleyin yiyecek bir şey olmadığını öğrenince, "Öyleyse ben oruçluyum[555] buyurması arasında bir çelişki yoktur. Çünkü birincisi farz olan oruçlar, ikincisi ise nafile oruçlar hakkındadır. "Orucu yoktur" denilirken de, kastedilen şey, orucun kemalidir.
"Biriniz, tabağı elindeyken nidayı işittiği zaman, ihtiyacını giderinceye kadar onu bırakmasın!" hadisinde geçen "mda"dan maksat, özel nida yani Bilâl'in nıdasıdır. Bu hadis, "Şüphesiz Bilaf, [556]ezanı geceleyin okur; bu itibarla siz İbn Ümmü Mektûm okuyuncaya kadar yiyin, için!'[557] hadisinin muhtasarıdır. [558]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri iftar edeceği zaman, hurma ile iftar etsin; çünkü o berekettir. Bulamazsa su ile iftar etsin; çünkü o paktır. [559]
Tatlı, özellikle de açlıktan sonra, insan bedeninin arzuladığı bir şeydir ve ciğerlere iyi gelir. Arap tabiatı, hurmaya meyleder. Böyle bir arzunun beden üzerinde etkisi vardır. Hiç şüphe yoktur ki arzu ile alınan gıda, vücuda yararlı şekilde harcanır. Bu ise, bir tür berekettir. [560]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, bir oruçluya iftar yemeği verirse veya bir gaziyi donatırsa, ona oruçlunun veya gazinin sevabı gibi sevap vardır. [561]
Bir oruçluya, oruçlu olduğu ve bu yüzden kendisine saygı gösterilmesi gerektiği inancıyla iftar yemeği veren kimse, bu haliyle bir sadaka işlemiş, oruca saygı göstermiş, tâat ehline iyilikte bulunmuş olur. Onun bu iyiliği amel defterine yazılırken, çeşitli yönlerden oruç manasını içeren bir suret halinde temessül eder; dolayısıyla da oruç sevabıyla mükafatlandırılır. [562]
İftar dualarından olmak üzere şunlar gelmiştir:
1. "Zehebe'z-zama'u ve'btelleti'l-urûk ve sebete'l-etr inşâellak."
Manası: Allah'ın izniyle susuzluk gitsin, damarlar kansın, sevap hasıl olsun!
Bunda, insanın tabiatıyla ya da hem tabiatı hem de aklıyla hoş bulduğu hallere şükretme ifadesi vardır.
2. "Allahümme leke sumtu ve ala rızkıke eftartu."
Manası: Allahım, senin için oruç tuttum, senin rızkınla iftar ettim. Bunda, amelde İhlasın teyid edilmesi ve nimete karşı şükür ifadesi vardır. [563]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hiçbiriniz cuma günü oruç tutmasın. Ancak ondan önce yahut sonra oruç tutarsa o başka.[564]
"Geceler arasından cuma gecesini nafile ibadet için tahsis etmeyin...! [565]
Bunda iki sır vardır:
i. Aşırılık kapısının kapatılması istenmiştir. Çünkü Sâri' Teâlâ, bu günü özel cuma namazıyla ayrıcalıklı kılıp, onun üstünlüğünü beyan edince, aşırılık yanlılarının bu gün hakkında ifrata düşmeleri ve namaza o günün orucunu da eklemeleri beklenir olmuştur.
ii. Cuma gününde bayram manasının gerçekleşmesi istenmiştir. Çünkü bayram, neşeli olma ve lezzetlerden yararlanma manasına gelir. Cumanın bayram kılınması, bu namazın, insanların zorlamaksızan kendi içlerinden gelerek katılmak isteyecekleri bir toplantı havasını almasını sağlar. [566]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İki günde oruç yoktur; fıtır ve kurban bayramı.[567]
"Teşrik günleri, yiyip içme ve Allah'ı zikretme günleridir. [568]
Bu hadisler, bayram manasının gerçekleştirilmesini, dindeaşırılığa ve ham sofuluğa düşmemek için dizginlerin tutulmasını istemektedir. [569]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadının, kocası yanındayken, ondan izinsiz olarak oruç tutması helâl olmaz. [570]
Çünkü kocası yanındayken kadının oruç tutması, kocanın bazı haklarının kaybına sebep olur; oruç kadının cazibesini ve şuh halini gidereceğinden, kocanın sıkıntı duymasına sebep olur. [571]
Rasûlullah'ın (s.a.), "Nafile oruç tutan kimse, kendi nefsinin emiridir; ister tutar, ister bozar. [572] hadisiyle, (güne nafile oruçla başlayan, ancak kendilerine bir yiyecek hediye edilmesi üzerine oruçlarını bozan) Hz. Aişe ve Hz. Hafsa'ya, "Yerine başka bir gün kaza edin!" buyurması[573] arasında bir çelişki yoktur. Çünkü birinci hadisi "...ister tutar, ister kaza etmeyi göze alarak bozar." şeklinçle takdir etmek, ikinci hadisteki kaza emrini de müstehaplığa yormak mümkündür. Çünkü insanın yapmaya karar verdiği bir şeyi yerine getirmesi, iç huzurunu sağlar. Yahut bu emrin, Rasûlullah'ın (s.a.) onların içlerindeki sıkıntıyı görmesi sebebiyle sadece onlara has olduğunu söylemek de mümkündür. Bu hadis Hz. Aişe'nin, hac esnasında hayız olması sebebiyle, Rasûlullah'ın (s.a.) diğer eşleri gibi hac ve umre ile değil de sadece hac ile döndüğüne ağlaması üzerine, Rasûlullah'ın (s.a.) onu kardeşi Abdurrahman ile Tenim'e gönderip umresini kaza ettirmesine benzemektedir. [574]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim oruçlu iken unutur da, yiyip içerse, orucunu tamamlasın. Zira onu ancak Allah yedirmiş ve içirmiştir[575]
Kişinin oruçlu iken unutup yemesi içmesi halinde mazur görülmesinin sebebi, oruçlu olduğunu hatırlatıcı bir durumun olma-masındandır. Namaz ve ihram ise böyle değildir. Çünkü onlarda kıbleye karşı dönük olmak, dikişli elbiselerden soyutlanmış olmak gibi namazda ya da ihram halinde olduğunu hatrrlatıcı durumlar vardır. Dolayısıyla, oruç halinde iken unutan kimsenin mazur görülmesi yerindedir. [576]
Ramazan ayında gündüzleyin karısıyla cinsel ilişkide bulunan kimseye Rasûlullah'ın (s.a.), bir köle âzâd etmesini[577] emretmesi hakkında şunları söyleyebiliriz:
Bu kişi, Allah'ın nişanelerine saygı perdesini yırtmış ve böylesi kötü bir işe cüret etmiştir. Onun bu cüretkârlığının sebebi de ifrat derecedeki bedenî arzusudur. Bu, keffâret olmak üzere son derece ağır bir tâatin vacip kılınması suretiyle, bu yaptığına karşılık verilmesini gerektirmiştir. Böylece bu ceza, hep gözünün önüne gelecek ve nefsinin azgınlığına kendisini kaptırmaması sağlanacaktır. [578]
Rasûlullah'ın (s.a.) oruçlu iken misvak kullandığını belirten hadislerle, "Yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir, [579] hadisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu gibi sözler, sadece mübalağa ifade etmek için kullanılır. Sanki şöyle demiş gibidir: "Oruç öyle sevimlidir ki, oruçlunun ağız kokusu olsa bile, oruç yüzünden o bile sevilir." [580]
Yine Rasûlullah'ın (s.a.), 'Yolculukta oruç tutmak, tâatten değildir; iftar edenler sevabı götürdüler.[581] hadisiyle, "Kimin bineği ve varmak istediği yere meşakkatsiz ulaşma imkânı varsa, nerede yetişirse orada Ramazan'ı tutsun. [582] hadisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü birinci hadis, yolculuğun zor olması, zayıflığa ve bayılmaya sebep olması haline yöneliktir. Nitekim râvînin, "Kişi, eliyle kendisini gölgeliyordu" ifadesi bu gerekçeyi ifade eder. Yahut müslümanların güçlü, bunun için de mutlaka oruçsuz bulunmalarına ihtiyaç olduğu hale yöneliktir. Râvînin, "Oruç tutanlar düştüler, tutmayanlar ayakta kaldılar" ifadesi de buna işaret etmektedir. [583] Yahut, sefer halinde iken oruç tutmama ruhsatını çeşitli gerekçelerle iyi görmeyen kimseye yöneliktir.
İkincisi ise, yolculuğun kale alınacak bir meşakkatten ve zikrettiğimiz sebeplerden uzak olması haline yöneliktir.[584]
"Her kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, onun namına velisi oruç tutar. [585] hadisiyle, "Onun yerine, her gün karşılığında bir yoksulu doyursun! [586] hadisi arasında bir farklılık yoktur. Çünkü her ikisinin de yeterli olması caizdir. Bunda iki sır vardır:
i. Birincisi ölünün kendisine yöneliktir. Çünkü, bedenlerinden ayrılan nefislerin birçoğu, üzerine vacip olan ve bu yüzden sorgulanacağı yükümlülüklerden birinin yerine getirilmemiş olduğunu idrak eder ve bu sebepten elem ve ızdirap duyar. Bu duygu, üzerine bir hasret ve nedamet kapısı aralar. İşte bu gibilere duyulan şefkat, onun bu ifa edilmemiş yükümlülüğünün en yakını tarafından yerine getirilmesinin caiz olmasını gerektirmiştir. Velinin, o ameli ya da benzeri başka bir ameli onun niyetine yapması halinde, gösterdiği bu himmet kurbanlarda olduğu gibi ölü kişi hakkında fayda verir. Keza bir sadaka vermek niyetiyle ölüp de, bu arzusu velisi tarafından gerçekleştirilen kimsenin durumu da aynıdır. Ölü üzerine namaz kılınması bahsinde, ölüler için dirilere sadaka verilmesi sonucunda, ölünün bunu hissedeceğini söylemiştik. Aynı izah burası için de geçerlidir.
ii. ikincisi ise dinin korunmasına yöneliktir. Bu emir, orucun ne denli güçlü bir fariza olduğunu göstermekte, onun ölüm dahil hiçbir hal üzere düşmeyeceğini vurgulamaktadır. [587]
Bil ki: Orucun kemali, ancak iki şeyin varlığına bağlıdır:
i. Onun her türlü şehevî, hayvani ve şeytanî fiil ve sözlerden uzak tutulması. Çünkü bu gibi kötü fiil ve sözler, nefse müptezel huyları hatırlatır ve kötü davranışlara girmesi için onu kışkırtır.
ii. Orucu bozabilecek ya da ona davetiye çıkaracak her türlü şeylerden uzak durulması.
Birincisi hakkında Rasûlullah {s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Oruç bir kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu bir gün olursa, o gün kötü söz söylemesin, kötü iş işlemesin ve şamata çıkarmasın. Şayet kendisine birisi söver yahut kavga ederse, 'Ben oruçlu bir kimseyim,' desin.[588]
"Kim, yalan sözü ve onunla amel etmeyi terketmezse, Allah Teâlâ'nın, onun yemesini ve içmesini terketmesine ihtiyacı yoktur. [589]
Hadisteki, olumsuzluk ifadesi, orucun kemâl haline yöneliktir.
İkincisi hakkında da, "Hacamat eden de, hacamat olan da orucunu bozmuştur.'[590] hadisini örnek verebiliriz. Hacamat olan kimse, zayıf düşeceğinden, orucunun bozulmasına maruz kalabilir. Hacamat eden ise, kan alma aygıtını emerken karnına kan kaçmasından emin olamaz.
Öpmek ve kucaklamak[591] da bu kısma örnektir.
İnsanlar ifrata düşmüşler, aşırılığa kaçmışlar ve nerdeyse bunu orucun rüknü mertebesine çıkarır olmuşlardı. Rasûlullah (s.a.), hem sözle hem de fiille, bunun orucu bozucu ve noksanlaştıncı bir fiil olmadığını açıkladı ve "ruhsat" ifadesiyle bunun başkaları hakkında terk-i evlâ kabilinden olduğunu ihsas etti. Kendisi ise, şeriatın beyanı ile görevliydi, evlâ olan kendisi hakkında bizzat o idi İhsan mertebesinden, sıradan müslümanların derecesine tenezzülü söz konusu olan diğer konularda da durum aynıdır.
Allah'u a'lem! [592]
Oruç hakkında peygamberlerin takip ettikleri yollar farklı olmuştur. Nuh (s.a.), her gün (savm-ı dehr) oruç tutardı. Davud (s.a.), bir gün oruç tutar bir gün yerdi. İsa (s.a.), bir gün oruç tutar, iki ya da üç gün yerdi.
Rasûlullah (s.a.) ise, kendisi hakkında, hiç yemiyor denilecek kadar oruç tutar, hiç oruç tutmuyor denilecek kadar da yerdi. Ramazan hariç hiçbir ayı tam olarak oruçlu geçirmezdi. Çünkü oruç, bir ilaçtır; ancak hastalığın tedavisi için gerekli olan miktar kadarı kullanılır.
Nuh (s.a.) kavmi, azgın bir yapıya sahipti. Başlarına gelenler de bu yüzden gelmişti. Davud (s.a.), çok güçlü ve vakurdu. "Düşmanla karşılaştığı zaman, kaçmazdı. [593] hadisi, bu manada söylenmiştir. İsa (s.a.), bedence zayıftı, ailesi va malı yoktu.
Peygamberlerden her biri, kendi durumuna en uygun olan yolu seçmişti. Bizim peygamberimiz, orucun ve yemenin faydalarını bilir, mizacına uygun düşen şeyi kollardı. Bunun sonucu olarak da, durum neyi gerektirmişse o şekilde tutmuştur.
Ümmeti için ise, bazı oruçları sünnet/müstehap kılmıştır. Bunları aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür: [594]
Bunun meşru kılınışının sırrı şudur: Allah Teâlâ, Musa'yı (s.a.) Firavun'dan ve kavminden bu günde kurtarmıştı. Musa (s.a.), bu günde oruç tutmak suretiyle Allah'a şükretmişti. Böylece ehl-i kitap ve Araplar arasında bu gün oruç tutmak âdet olmuştu. Rasûlullah (s.a.), bunu olduğu gibi bıraktı. [595]
Bunun sim, hacılara benzemek, onlara karşı şevk ve muhabbetin olduğunu izhar etmek, onlar için inen rahmete mazhar olmaya çalışmaktır. Aşura günü orucundan daha faziletli olması ise, arife günü orucunun o günde inmekte olan rahmet deryasına dalmak, ikincisinin ise geçmiş ve sona ermiş olan bir rahmeti yadet-mek anlamına gelmesindendir. Rasûlullah (s.a.), rahmet deryasına dalmanın semeresine yönelmiştir. Bunlar, geçmiş günahların keffâret olunması, gelecek günahlardan ise, kalbin yönelmemesi sebebiyle uzak durulmasıdır. Rasûlullah (s.a.), bu özelliği arife günü orucunda görmüştür. Kendisi hac yaparken bu orucu tutmamıştır. Çünkü kurban ve bayram namazından söz ederken de belirttiğimiz gibi, bunların meşru kılınmasında esas, hacılara benzemeye çalışmaktır. Benzemeye çalışanlar ise, hacıların kendileri değil, başkaları olacakıtır. [596]
Şevvâl'den altı gün oruç tutmak da bu kabildendir. Bu konuda Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuştur:
"Her kim Ramazan orucunu tutar da, sonra Şevvâl'den altı günü eklerse, bu, bütün sene oruçlu gibi olur.[597]
Şaban orucu, farz namazlara nisbetle revatip sünnetler gibidir; Ramazan'dan gereği gibi faydalanamayanlar için tamamlayıcı bir rol icra eder. Fazileti beyan edilirken, bütün sene oruçlu gibi olunacağının ifade edilmesi, "iyiliklerin, on katıyla sevaplandırılacağı" ilkesi sebebiyledir. Hesap 30+6x10= 360 şeklindedir. [598]
Yine "iyiliklerin, on katıyla sevaplandınlacağı" ilkesi gereği, her ayı oruçluymuş gibi geçirmek için, her aydan üç gün oruç tutulması istenmiştir. Hem, üç sayısı, çokluğun en alt sınırıdır.
Bu üç günün tayini konusunda rivayetler farklılık arzetmek-tedir. Bu meyanda, "Yâ Ebû Zer! Her aydan üç gün oruç tuttuğunda, on üçüncü, on dördüncü ve on beşinci günlerinde tut![599] hadisi gelmiştir.
Yine ayın cumartesi, pazar ve pazartesi günleri tuttuğu, diğer ayda sah, çarşamba ve perşembe günleri tuttuğu; her ayın başında üç gün tuttuğu; Ümmü Seleme'ye (r.a.) ilki pazartesi ve perşertibe olan üç gün tutmasını emrettiği rivayet edilmiştir.
Hepsinin de dinde yeri vardır. [600]
Bil ki: Kadir gecesi, iki gecedir:
i. "O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır. [601]âyetinde sözü edilen gecedir.
Kur'ân, bu gecede topluca (dünya semasına) indirilmiş; sonra parça parça (yirmi üç senelik bir süre içerisinde yeryüzüne) inmiştir. Bu, senede bir gecedir ve Ramazan içerisinde olma zorunluluğu yoktur. Evet, bu gece büyük bir ihtimalle Ramazan ayındadır; ama bu kesin değildir. Kur'ân'ın indiği anda da, Ramazan'a tesadüf ettiği bilinmektedir.
ii. İkincisi, ruhaniyetin yayıldığı, meleklerin yeryüzüne indiği gecedir. Bu gecede müslümanlar kendilerini ibadete verirler, nurları kendi aralarında birbirine yansır, melekler onlara yaklaşır, şeytanlar onlardan uzaklaşır, duaları ve tâatleri kabul edilir. Bu, Ramazan ayı içinde ve son on günün tekleri arasında bir gecedir; bazen öne bazen de arkaya kayar, ama hiçbir zaman son on günün içinden çıkmaz.
Bu iki geceden birincisini kasteden kimse, bütün sene içinde bir; ikincisini kasteden de, sadece Ramazan ayının son on günü içinde olduğunu söyler.
Rasûlullah (s.a.), (kadir gecesinin Ramazan'ın son yedi gününde olduğunu rüyalarında gördüklerini söyleyen bir gruba) şöyle buyurmuştur:
"Görüyorum ki, rüyalarınız Ramazan'ın son yedi gecesi hakkında bir birini tutmaktadır. Artık kim kadir gecesini arayacaksa, onu Ramazan'ın son yedisinde arasın.[602]
"Ben bu geceyi hakikaten rüyamda gördüm, ama o bana unutturuldu. Ben kendimi su ve çamur içinde secde ederken gördum. [603]
Bu, yirmi birinci günün sabahında olmuştur. [604]
Bu konudaki sahabenin kendi aralarındaki ihtilâfı, onu bulmalarındaki ihtilâflarına bağlıdır.
Bu geceye yetişen kişinin yapacağı dualardan biri şudur:
"Allahümme inneke afuvvun, tuhibbu'l-avf fa'fu annî."
Manası: Allahım, sen affedicisin, affı seversin, beni affet! [605]
Mescidde itikâfa çekilmek, zihnin toplanması, kalbin meşgalelerden uzak kalması, kişinin kendisini tâate vermesi, meleklere benzemesi, kadir gecesini bulma imkânına ulaşması gibi meziyetlere sebep olur. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), Ramazan'ın son on gününde itikâfa çekilirdi. Ümmetinden ihsan derecesine ulaşmış kimseler hakkında da bunu sünnet kılmıştır. Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir:
"İtikâfa giren kimse için sünnet olan şeyler şunlardır: Hiçbir hasta ziyaretine gitmeyecek, hiçbir cenazeye katılmayacak, kadına el sürmeyecek, onu kucaklamayacak, zarurî bir ihtiyacı olmadan mescidden çıkmayacak."
Oruçsuz itikâf olmaz, itikâfa mutlaka büyük mescidlerde girilmesi gerekir.
Bence bu şartlar, itikâfın manasının gerçekleşebilmesi, yapılan tâatin bir önemi olması, nefse meşakkat vermesi, günlük âdetlerin terkedilmesi içindir.
Allah'u alem! [606]
Hacda gözetilen maslahatlar çeşitlidir. Bunları aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:
1. Allah'ın evine saygı oluşu: Kâ'be, Allah'ın nişanelerinden biridir; dolayısıyla ona saygı göstermek, Allah'a saygı göstermek demektir.
2.Yıllık kongre oluşu: Her devletin ya da ulusun, uzak yakın herkesin katıldığı toplantıları olur. Böylece birbirlerini tanımaları, kendi durumlarını öğrenmeleri, simgelerini saygıyla yüceltmeleri amaçlanır. Hac da, müslümanların yıllık kongresidir, güçlerinin gösterildiği, askerlerinin toplandığı, dinlerinin yüceltildiği bir gövde gösterisidir. Nitekim, "Biz, Beyt'i (Ka'be'yi) insanlara toplantı ve güven yeri kıldık.[607] âyeti bu manayı ifade etmektedir.
3. İnsanların, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'den tevarüs ettikleri şeylere uygun olması: Bu iki peygamber, hanif İslâm dininin imamlarıdırlar ve onu Arap milleti için şeriatl aştırmışlar dır. Ra-sûlullah (s.a.) ise, hanif İslâm dininin ortaya çıkarılması ve şanının yüceltilmesi için gönderilmiştir. "Atalarınızın İbrahim'in dininde olduğu gibi[608] âyeti bu manayı ifade eder.
Bu durumda, İslâm şeriatının kurucuları olan bu iki peygamberden tevarüs edilegelen fıtrat özelliklerinin, hac vecibeleri gibi şeylerin korunması gerekli olacaktır. Rasûlullah'ın (s.a.), "Hac menâsikini ifa ettiğiniz yerlerde (meşâir) durunuz; çünkü siz, atanız İbrahim'in mirası üzeresiniz.[609] hadisi bu manayı ifade etmektedir.
4. Avam havas bütün müslümanların haline uygun düşecek olması: Minâ'ya inmek, Müzdelife'de gecelemek gibi. Eğer böyle olmasaydı, o zaman hac insanlara ağır gelirdi. Ne yapacakları belir-lenmeseydi, o zaman da çokluklarına ve her tarafı tutmuş olmalarına rağmen, birlik halinde olmaz, darmadağınık olurlardı.
5. Tevhid ve şükür ifade eden fiillerden oluşması: Hac öyle fiillerle ifa edilmeli ki, sahibinin muvahhid ve Hakk'a bağlı olduğuna, hanif İslâm dini üzere bulunduğuna delâlet etsin, bu dinin ilk müntesipleri üzerine olan nimetlere karşı Allah'a gösterilen bir şükran nişanesi olsun. Safa ve Merve arasında sa'y edilmesi'böyledir.
6. Hurafelerden arındırılması: Cahiliye dönemi insanları haccediyorlardı ve hac, onların dinlerinin temelini teşkil ediyordu. Ancak ona, Hz. İbrahim'den gelmeyen bazı işleri katmışlardı. Bunlar kendilerinin sokmuş oldukları şeylerdi ve Allah'a şirk koşma anlamı taşıyordu. İsaf ve Nâile'ye[610] saygı göstermeleri, azgın Menât[611] için tehlîlde[612] bulunmaları, telbiye esnasında, "Lâ şerîke leke illâ şerîken hüve Ze[613] demeleri gibi. Bu tür fiillerin şiddetle yasaklanması gerekiyordu.
Araplar, hac vecibeleri arasına, kendilerini beğenmişlikleri sebebiyle bazı işler de sokmuşlardı. Kureyş'in, "Biz, Allah'ın evinin sakinleriyiz. Harem'den dışarı çıkmayız." demeleri[614] ve bunun üzerine de, "Sonra insanların sel gibi akın ettiği yerden siz de akın edin!'[615] âyetinin nazil olması böyledir. Mina günleri atalarını anarlardı. Bunun üzerine, "Babalarınızı andığınız gibi, yahut ondan daha yüksek şekilde Allah'ı anın. [616] âyeti indi.
Ensâr, bu esası hissettiklerinden, (daha Önce iki putun dikili olduğu) Safa ve Merve arasında sa'y etmek konusunda, "Şüphesiz Safa ve Merve Allah'ın nişanelerindendir[617] âyeti ininceye kadar içlerinde sıkıntı duymuşlardı.
7. Cahiliye dönemi insanları, sakat kıyaslar uydurmuşlardı. Bunlar, dinde aşırılık kabilindendi ve insanlar için zorluklar içeriyordu. Böylesi uygulamaların ortadan kaldırılması ve terkedilmesi gerekiyordu. "İhram halindeki bir kimsenin, evlere kapılarından girmemesi gerekir." demeleri ve evlere kapılarından girmenin ihram ile bağdaşmayacak bir rahatlık olduğu inancıyla, kapıdan girmek yerine tırmanarak (arkasından açtıkları bir delikten) girmeleri bu kabildendir. Bunun hakkında şu âyet inmiştir: "İyi davranış, asla evlere arkalarından gelip girmeniz değildir. Lâkin iyi davranış, korunan ve ölçülü giden kimsenin davranışıdır. [618]
Hac mevsiminde ticaret yapmayı da iyi görmezler ve bunun, ihlâsı zedeleyeceğini söylerlerdi. Bunun üzerine de şu âyet indi: "Rabbinizin fazl ü kereminden istemenizde, size bir günah yoktur[619]
Keza azıksız hacca gitmeyi müstehap sayarlar ve, "Biz, ehl-i tevekkül insanlarız" derler, sonra da insanlara yük olurlar ve tecavüzde bulunurlardı. Bunun hakkında da, "Azık edinin. Bilin ki, azığın en hayırlısı takvadır. [620]âyeti inmiştir.
Cahiliye dönemi hurafelerinden biri de, "Hac günlerinde umre yapmak, en çirkin günahlardandır. "Ne zaman Safer çıkar, hac yolculuğu sebebiyle develerin sırtında açılmış olan yaralar iyileşir, hac kervan izleri yağan yağmurlarla kapanır, işte o zaman umre yapmak helâl olur." demeleriydi. Böyle bir inanç, afakîler yani Mekke ve havalisinden uzakta yaşayan insanlar için büyük zorluklar içeriyordu. Çünkü umre yapmak için ikinci bir yolculuğa çıkmak zorunda idiler. Rasûlullah (s.a.), Veda haccmda umre yaparak ihramdan çıkmalarını ve onun arkasından da hac yapmalarını emretti ve kalplerinde yer etmiş olan eski inançların tamamen silinip atılabilmesi için bu konu üzerinde çok durdu, emrini teyit etti. [621]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar! Allah, size haca farz kılmıştır. Dolayısıyla hacc edin!" Bir adam: "Her sene mi, yâ Rasûlallah!" diye sordu. Rasûlullah (s.a.), sustu. Adam sözünü üç defa tekrarladı. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Evet desem, her sene vacip olur, siz de buna güç yetiremezsiniz. Ben sizi bıraktığım sürece, siz de beni bırakın.[622]
Bunun sırrı şudur: Allah'ın vahyinin muayyen bir şekilde belirlenerek inmesini hazırlayan şey, insanların o şeye karşı olan beklentileri, himmet ve bilgilerinin o şeyi kabulle karşılayacak halde oiması, bunun için yeterli olacak miktarın kendi aralarında yaygın ve mütedavil bir halde bulunması, sonra peygamberin (s.a.) o şeye azmetmesi ve onu Allah'tan istemesidir. Bunların bir araya gelmesi halinde, vahiy mutlaka o doğrultuda iner. Allah Teâiâ'mn indirdiği her kitabı, sadece gönderdiği kavmin dili ile ve anlayacakları bir şekilde göndermiş olması, onlar üzerine indirdiği her hükmün ya da delilin behemehal onların anlayışlarına yakın olması üzerinde düşünmelisin. Hem nasıl öyle olmasın ki?! Zira vahyin başlangıcı lütuftur. Lütuf ise, icabet için en elverişli şeyin seçimi demektir. [623]
Rasûhıllah'a (s.a.) soruldu: "En üstün amel hangisidir? Allah'a ve Rasûlüne imandır," buyurdu. "Sonra hangisidir?" diye soruldu, "Allah yolunda cihâddır," buyurdu. "Sonra hangisidir?" diye soruldu, "Kabul olunmuş hacdır." diye cevap verdi[624]
Bu hadisle, zikir hakkında gelen, "Size amellerinizin en üstününü haber vereyim mi?" hadisi arasında bir farklılık yoktur. Çünkü amellerin üstünlüğü, farklı açılardan ele alındığında farklılık arzeder. Burada maksat, Allah'ın dinini yüceltmenin, O'nun nişanelerine saygı göstermenin faziletini beyan etmektir. Bu açıdan bakıldığında, Allah'a imandan sonra cihâd ve hac gibi bir başka amel daha olamaz.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim hacceder, kem söz söylemez, kötü iş işlemezse, anasının doğurduğu günkü gibi döner[625]
"Umre, ikinci bir umreye kadar yapılan günahların keffâretidir. Hacc-ı mebrûrun ise, cennetten başka karşılığı yoktur. [626]
"Hac ile umre arasını peş peşe kılın; çünkü onların peş peşe kılınması, körüğün demiri, cüruftan ayıkladığı gibi, fakirliği ve günahları uzaklaştırır. [627]
Allah'ın nişanelerine saygı göstermek, Allah'ın rahmet deryasına dalmak, günahlara keffâret olur ve insanı cennete sokar. Hacc-ı mebrûr, hac ile umre arasını peş peşe kılmak, çokça umre yapmak, Allah'ın rahmetine mazhar olabilmek için yeterli bir şeydir. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), onları yapan kimse için rahmete mazhariyetten söz etmiştir. Ancak kem söz söylememeyi, kötü işler işlememeyi şart koşmuştur ki, ilâhî rahmet deryasına dalabil-me gerçekleşsin. Zira kötü söz ve fiillerden geri durmayan kimselere rahmet kapıları açılmaz, bunun için de beklenilen sonuca ulaşamazlar. [628]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz, Ramazan'da yapılan bir umre, bir hacca bedeldir. [629]
Bence bunun sırrı şudur: Haccm, umreden üstün olması, Allah'ın nişanelerine saygı gösterme, insanların Allah'ın rahmetinin inmesi için bir araya toplanmaları gibi umrede bulunmayan özelliklere sahip olmasındandır. Ramazan'da yapılan umre de bu etkiyi yapar. Çünkü Ramazan, ihsan mertebesindeki müslümanların nurlarının birbirlerine yansıdığı ve ruhaniyetin inip yeryüzüne yayıldığı bir vakittir. [630]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, azığa ve kendisini Allah'ın evine ulaştıracak bir bineğe sahip olduğu halde haccetmezse, ha yahudi ha hıristiyan olarak ölmüş, farketmez.[631]
İslâm'ın temel esaslarından birini terketmek, dinden çıkmak gibi bir şeydir. Haccı terkeden kimsenin, yahudi ve hıristiyana; namazı terkeden kimsenin de müşrike benzetilmesi, yahudi ve hı-ristiyanların namaz kılıp haccetmemeleri, Arap müşriklerinin de haccedip namaz kılmamaları sebebiyledir. [632]
"Hacı kimdir?" diye soruldu. Rasûlullah (s.a.), "Saçı başı toz toprak içinde olan, koku sürünmeyen kimsedir?" buyurdu. "Hangi hac daha üstündür?" diye soruldu. 'Yüksek sesle telbiye okunan ve kurban kesilen hacdır." buyurdu. "(Ayette kastedilen) yol nedir?" diye soruldu. "Azık ve binektir." buyurdu. [633]
Hacı dediğin, nefsini Allah yolunda ezmesini bilmelidir. Hacdan gözetilen şer'î maslahat, Allah'ın dininin yüceltilmesi, Hz. İbrahim'in sünnetine uygun düşülmesi, Allah'ın nimetlerinin yade-dilmesidir.
Yol (yani hacca gitme imkânı), azık ve binek olarak belirlenmiştir. Zira, hac gibi zor ibadetlerde dikkate alınması gerekli olan kolaylık ilkesi ancak bu ikisiyle gerçekleşebilir.
Daha önce cenaze namazında ve ölü adına oruç tutmadan söz etmiştik. Oradaki izahat, Ölen kişinin yerine hac yapılması halinde, onun bundan istifade edeceği konusunda da aynen geçerlidir. [634]
Bil ki: Allah'ın evine yönelik yerine getirilmesi gerekli vecibeler ( menâsik), sahabe, tabiîn ve diğer müslümanlardan ulaşageldiğine göre dört türlüdür:
i. Sadece hac,
ii. Sadece umre,
iii. Temettü haccı, iv. Kıran haccı. [635]
Mekke'de İkamet edenler, ihrama bulundukları yerlerden girerler. İhram halinde iken, cinsel ilişki ve öpmek sevmek gibi ona davetiye çıkaracak şeylerden, dikişli elbise giymekten, başını örtmekten, koku sürünmekten, av avlamaktan uzak durur, bir görüşe göre nikâhtan sakınır.
Sonra Arafat'a çıkar ve arife günü öğle sonrasını orada geçirir. Güneşin batışıyla birlikte Arafat'tan ayrılır, o geceyi Müzdeli-fe'de geçirir, güneş doğmadan önce oradan ayrılır ve Mina'ya gelir. Büyük Akabe'de şeytan taşlar, varsa kurbanını keser ve tıraş olur ya da saçlarını kısaltır. Sonra Kâ'be'ye döner ve Minâ günlerinde (farz olan) ifâda tavafını yapar, Safa ile Merve arasında sa'y eder. [636]
Mekke sınırları dışından gelen ise, "mîkât" denilen yerlerde ihrama girer. Arafat'ta vukuftan önce Mekke'ye girmişse, kudüm tavafında bulunur, remel yapar, Safa ile Merve arasında sa'y eder. Sonra ihram hali üzere kalır ve o şekilde Arafat'a çıkar, şeytan taşlar, tıraş olur ve tavaf eder; remel yapmaz, sa'y da yapmaz. [637]
Umre için "hill[638]de ihrama girer. Dışarıdan gelen biriyse, mikât yeri olarak belirlenmiş yerlerde ihrama girer. Tavaf eder, sa'y yapar, tıraş olur ya da saçlarını kısaltır. [639]
Temettü, afakînin hac aylarında umre için ihrama girmesi, Mekke'ye girip umresini tamamlaması, ihramından çıkması, hacca kadar ihramsız olarak kalması, zamanı gelince hac için ihrama girmesi ve haccını da yapması şeklinde olur. Temettü haccı yapan kimseye, gücüne göre kurban kesmesi gerekir. [640]
Kıran haccı, afakînin aynı anda hem hac hem de umre için birden ihrama girmesi şeklinde olur. Sonra Mekke'ye girer ve hac vecibelerini yerine getirinceye kadar ihram üzere kalır. Böyle birinin bir görüşe göre sadece bir tavaf ve sa'y yapması gerekir. Bir görüşe göre ise ikişer defa tavaf ve sa'y yapar. Sonra gücüne göre bir kurban keser. Mekke'den ayrılmak istediğinde veda tavafı yapar. [641]
Bil ki: Hac ve umre için ihrama girmek, namaza nisbetle tekbir almak gibidir. İhram, ihlâs ve tazimin duyularla algılanabilir bir şeklidir, haccetme azminin, açık bir fiille zabturapt altına alınmasıdır. Nefsin, her türlü lezzetleri, rahatını, konforunu, alışık olduğu âdetlerini, güzelleşmek için yapılan işleri terketmesi suretiyle Allah'a boyun eğdiğini sembolize eder. Allah uğrunda, yorgunluğa katlanma, toza toprağa belenme, pejmürde bir hale düşme manasım gerçekleştirir. [642]
İhram altında bulunan kişinin sözü edilen şeyleri terketmesi-nin şer'an istenmesi, nefsi zelil kılma, süslenmeyi terketme, pejmürde bir hal alma manalarının gerçekleşmesi, Allah korkusunu ve O'na saygı göstermeyi içinde duymayı sağlama, nefsi, arzu ve isteklerinin peşinde koşuşturmadan alıkoyma ve onu sorgulama imkânının sağlanması içindir.
Av avlamak, bir tür eğlence ve aşırılıktır. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), "Kim, av peşinde koşarsa, heva ve heveslerinin peşinden koşmuş olur.[643] buyurmuştur. Rasûluîlah'ın (s.a.) ve büyük sahâbîlerin caiz olmasına rağmen avla uğraştıkları asla sabit değildir.
Cinsel ilişki, hayvanı şehvet içerisine dalmaktır. Buna rağmen bu kapının tümden kapatılması caiz değildir; çünkü bu, şer'î ilkelere ters düşer. Bu durumda onun, hiç olmazsa en azından ihram, itikâf, oruç gibi bazı hallerde ve mescid gibi bazı mekanlarda yasaklanması kadar normal bir şey yoktur. [644]
İhrama girecek kimsenin ne giyeceği soruldu. Rasûlullah (s.a.), bu soruya şöyle cevap verdi: "Gömlek, sarık, don, bornoz, mest giymeyin. [645]
Bedevi için de: "Üzerindeki kokuyu üç defa yıka. Cübbene gelince, onu da çıkart. [646]buyurmuştur.
Dikişli elbise ile, ihram için giyilecek kumaş parçası arasındaki fark şudur: Dikişli elbise, bir ziynettir, insanlar onu giymekten hoşlanır. İkincisi ise, sadece avret yerini örtmek içindir. Birincinin terkedilmesi Allah için tevazu manasına gelir. İkincinin terki ise, edepsizlik olur. [647]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İhramlı, ne nikâh edebilir, ne nikâh olunur, ne de dünür olur. [648]
Bununla birlikte Rasûlullah'ın (s.a.) ihramlı iken Meymune (r.a.) ile evlendiği rivayet edilmiştir.
Sahabe, tabiîn ve fukahadan oluşan Hicaz ekolü, sünnetin, ihramhnın nikâh yapamayacağı doğrultusunda olduğu görüşündedirler. Irak ekolü ise, bunun caiz olduğunu kabul etmektedirler. Bu gibi konularda ihtiyat üzere hareket etmek daha faziletlidir.
Birinci görüşe göre yasağın sırrı şudur: Nikâh, ava nisbetle daha çok istenilen bir haz türüdür. Akdin kurulması, devamına benzetilemez. Çünkü sevinç duyma, eğlenme, sadece bu akdin kurulduğu anda yaşanır. Bu yüzden, bu gibi konularda darb-ı mesel olarak evliler değil de, gelin güveyi kelimeleri kullanılır. [649]
Sonra avın da tanımlanması gerekir. Çünkü insan, bazen yemek istediği şeyi öldürebilir, bazen de yemek istemediği bir şeyi öldürebilir, avlanmakla spor yapmayı kastedebilir, bazen olur kendisinden ya da diğer insanlardan zararını uzaklaştırmak istediği bir şeyi öldürebilir, bazen olur hayvan boğazlar. Bunlardan hangisi avdır? Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Beş tür hayvan vardır ki, onları Öldürene, öldürdüğünden dolayı bir günah yoktur: Fare, karga, çaylak, akrep, kuduz köpek.Başka bir rivayette, "insana ya da eşyasına zarar veren saldırgan serkeş hayvan" da sayılmıştır.[650]
Örfe müracaat edildiği zaman, bunlara av denilmez. Deve, sığır, davar, tavuk ve benzeri evde beslenilmesi âdet olan hayvanların boğazlanmasına da av denilmez. Diğer kısımlara gelince, zahir olan onların av kapsamına girmesidir. [651]
Medine tarafından hac ya da umre yapacaklar için Zü'l-Hu-leyfe, Şamlılar için Cuhfe, Necd tarafından gelecekler için Karnu'l-menâzil, Yemenliler için Yelemlem mikat, yani ihrama girme yeri olarak belirlenmiştir. Bunlar, mikat yerlerini ihramsız geçemezler. Bu sınırlar içerisinde kalanların, ihrama girecekleri yer ise, kendi bulundukları yerlerdir. Mekke ahalisi de aynı şekilde bulundukları yerden ihrama girerler.
Mekke'ye, toz toprak içinde, pejmürde bir vaziyette, nefsi kırmış olarak girmek şer'an istenilen bir şeydir. İnsanın tâ memleketinden itibaren ihrama girmesini istemek de zorluğa sebep olur. Zira bazılarının memleketi, bir iki hatta üç aylık yol olabilir. Bu durumda, ihrama girmek için Mekke etrafında belirli yerlerin tayin edilmesi gerekmiştir. Belirlenen bu yerlerin, açık ve herkesçe bilinen yerler olması, yol üzerinde bulunması zorunludur. Bu mülahazalar göz önünde bulundurulmuş ve yukarıda ismi geçen yerler mikat olarak belirlenmiştir.
Medineliler için en uzak mesafe kabul edilmiştir; çünkü Medine vahye beşiklik etmiştir, imanın kök saldığı yer olmuştur, hicret yurdudur, Allah'a ve rasûlüne inanmış ilk şehirdir. Bu itibarla ora ahalisinin, Allah'ın dinini yüceltmede daha açık bir rol üstlenmeleri, Allah'a tâatte diğerlerine nisbetle daha fazla çaba göstermeleri uygun olurdu. Hem orası, Rasûhıllah (s.a.) zamanında iman etmiş ve imanlarında da samimi olmuş en yakın bölgedir. Cüâsâ, Tâif ve Yemâme ise böyle değildir.[652]
Diğer mikat yerlerinde ise, zaten bir zorluk yoktur. [653]
Arafat'ta durmanın sırrı şudur: Müslümanların aynı zaman ve mekanda, Allah'ın rahmetini arzulayarak, samimiyetle dua ve niyaz ederek, yalvarıp yakararak bir araya gelip toplanmalarının, bereketlerin inmesi, ruhaniyetin yayılması konusunda büyük etkisi olur. Bunun içindir ki, şeytan o gün, son derece hor, hakir ve perişan olur. Sonra müslümanlann tek bir vücut halinde bu kutsal mekanda toplanmaları bir tür gövde gösterisi mahiyetindedir. Bu gün ve mekanın seçilmesi, haberlerde rivayet edildiğine göre tâ Hz. Adem'den başlayarak devam eden peygamberlerin uygulamalarından tevarüs edilmiştir. Daha önceden geçmiş selef-i sâlihin takip ettikleri yolların benimsenmesi, yükümlülüklerin şer'an belirlenmesinde esaslı bir ilkedir. [654]
Mina'ya inmenin sırrı şudur: Mina, cahiliye döneminde Ukaz, Mecinne, Zülmecâz ve benzerleri gibi önemli bir pazar yeriydi. Burayı pazar yeri olarak kabullenmelerinin sebebi, haccın çeşitli ve uzak bölgelerden pek çok sayıda insanı bir araya getirmesiydi. Böyle bir imkânın doğduğu hac günlerinde Mina'dan daha uygun ve güzel bir pazar yeri olamazdı. Çünkü Mekke, oraya akın edenler tarafından dolduruluyor ve izdiham meydana geliyordu. Eğer uzak yakın, şehirli köylü, soylu ve sıradan bütün insanlar, Mina düzlüğüne inmek konusunda anlaşmamış olsalardı, o zaman büyük sıkıntı çekerlerdi. İnsanların belli bir kesiminin oraya inmesine hükmolunsaydı, o zaman onlar kendi içlerinde sıkıntı duyarlardı.
Mina'da toplanmak âdet olunca, Arap töreleri ve taassubu harekete geçmiş, her kabile kendi şerefi ve çokluğuyla övünür olmuştu; orada atalarının meziyetlerini dile getirirler, kendilerinin güç ve kudretini, çokluklarını göstermek isterler, böylece uzak yakın herkesin kendi şereflerini görmelerini arzu ederler, ünlerinin her bölgeye yayılmasını sağlamak isterlerdi. İslâm'ın da bu türlü toplantılara ihtiyacı vardı. Çünkü o da müslümanların güç ve kudretini göstermek, hazırlıkça ve sayıca üstünlüklerini dost düşman herkese bildirmek, böylece Allah'ın dinini hâkim kılmak, onun şanını her tarafa duyurmak, her bölgeye ulaştırmak istiyordu. İşte bu yüzden Rasûlullah (s.a.), Mina'da toplanmanın haccın bir vecibesi olarak devamına hükmetti, oraya inmeyi emir ve teşvik etti. Ancak övünme ve ataları anma âdetini kaldırdı, onun yerine Allah'ı anmayı ikâme etti. Nitekim misafirperverliklerine, düğün ve akîka[655] gibi verdikleri ziyafetlere de dokunmamış, aksine onları teşvik etmişti. Çünkü bunların, toplumun kaynaşması açısından büyük faydaları vardı. [656]
Müzdelife'de gecelemek de kadîm bir sünnetti. Muhtemelen başka bir yerde asla görülmedik bir kalabalığın olduğunu görmeleri sebebiyle burada konaklamayı âdet edinmişlerdi. Çünkü böyle büyük kalabalıklar izdihama sebep olur ve insanlar birbirlerini çiğneyebilirler. Arafat'tan ayrılışları, güneşin batmasıyladır. Gündüz boyunca her bir yerden gelmişler ve büyük sıkıntılar çekmiş- ıerj iyice yorulmuşlardır. Bu vaziyette iken, Mina'ya ulaşmaları istenirse, çok yorgun düşeceklerdir. Bu yüzden yolda Müzdelife'de konaklamayı âdet edinmişlerdir.
Cahiliye döneminde insanlar, Arafat'tan güneş batmadan önce ayrılırlardı. Bu, açık bir vakit değildir; bu durumda ne zaman yola çıkılacağı kesin olarak bilinemez. Halbuki bu gibi kalabalıkların düzenli bir şekilde hareketlerinin sağlanması gerekir. Bunun için de vaktin açıkça belli olmasına, ihtimal içermemesine ihtiyaç vardır. Bu durum, ayrılış vaktinin güneşin batışı olarak belirlenmesini gerektirmiştir. [657]
Meş'ar-ı Haram'da vakfenin meşru kılınmasının sebebi, cahiliye döneminde insanların burada toplanıp, birbirlerine karşı övünmeleri, gösteriş yapmalarıdır. Bu kötü âdet kaldırılmış ve yerine Allah'ı zikretme ikâme olunmuştur. Böylece eski âdetlerinden uzak tutulmaları amaçlanmış, orada insanların tevhid ile Allah'ı anmaları bir tür yarış havasına sokulmuş ve sanki şöyle denmiştir: Sizin Allah'ı anmanız mı daha çok olacak, yoksa cahiliye dönemi insanlarının meziyetlerini anmaları mı daha çok olacak? [658]
Şeytan taşlamanın hikmeti şudur: İlgili hadiste de belirtildiği üzere bu, Allah'ı zikretme yerine ikâme edilen bir fiildir. Şöyle ki: Zikir belirleme türlerinin en güzeli, en tamı ve belirleme yollarını en iyi şekilde kapsayanı, hem zaman hem de mekan ile belirlenmiş olması, beraberinde sayı şartı getirilmesi ve hiç kapalı kalmayacak şekilde herkesin gözü önünde gerçekleştirilmesinin istenmesi halidir. Şeytan taşlama işte bu sayılan özellikleri taşıyan bir zikirdir.
Allah'ı zikir iki türlü olur:
i. Allah'ın dinine boyun eğdiğini ilan amacı taşır. Bunda asıl olan, sayıca çokluk değil, insanların bulunduğu yerlerde yapılmış olmasıdır. Şeytan taşlama işte bu türdendir. Bu yüzden çok sayıda yapılması emredilmemiştir.
ii. Nefsin, ceberut âlemine yönelmek suretiyle olgunlaşmasını amaçlar. Bu tür zikrin çok yapılması istenir.
Hem şeytan taşlamanın, haberlerde Hz. İbrahim'den kalma bir sünnet olduğu da belirtilmektedir. O, kendine musallat olan şeytanı bu şekilde kovmuştur. Bu gibi olayların yadedilmesi, nefis üzerinde son derece etkili olur. [659]
Kurban kesmenin hikmetine gelince, bu Hz. İbrahim'in fiiline benzemek, onun oğlunu Allah yolunda kurban etmek istemesi ve burada yani Mina'da fiilen bu arzusunu yerine getirmeye çalışması olayını yâdetmek, ona ve Arapların atası Hz. İsmail'e olan Al-lah'ın nimetini anmaktır. Bu tür hatıraların aynı mekan ve zamanda yade dilme sinin, nefis üzerinde etkisi son derece büyüktür.
Sadece temettü ve kıran haccı yapan kişiye, şükür ifadesi olmak üzere kurban kesmesi vacip kılınmıştır. Çünkü cahiliye itika-dınca hac mevsiminde umre yapılamazdı. Bu meşakkatin kaldırılmış olması insanlar için büyük nimetti. Buna şükür olmak için kurban kesilmesi vacip kılınmıştır. [660]
İhramdan çıkış, vakara ters düşmeyen bir fiille olmalıdır. Eğer bu şeriat tarafından belirlenmemiş olsa ve insanların kendi görüşlerine bırakılsaydı, o zaman herkes bir yol tutar ve ihramdan böylece çıkmaya çalışırdı. Hem bunda, pejmürdeliğin artık son bulduğunun en kâmil anlamda bir ifadesi vardır. İhramdan tıraşla çıkmak, namazdan selâmla çıkmaya benzer. İfâda tavafından önce yapılması ise, hükümdarın huzuruna girmek isteyen kimsenin, girmeden önce kendisine çeki düzen verdiği gibi, Allah'ın evine ziyaret için girecek kimsenin de kendisine çeki düzen vermesi gerektiği anlamını taşır. [661]
Tavafı şöyle yapar: Hacer-i esved'e gelir, onu selâmlar, sonra onun sağından itibaren yedi defa Ka'be'nin etrafında döner, her defasında Hacer-i esved'i öper ya da uzaktan elinde baston gibi bir şeyle ona işarette bulunur, tekbir alır, Yemen cihetindeki rükünleri selâmlar. Tavafı abdestli ve avret yerleri Örtülü olarak yapar. Lüzumsuz lakırtılarda bulunmaz. Sonra Makam-ı İbrahim'e gelir ve iki rekat namaz kılar.
Hacer-i esved'den başlaması şunun içindir: Tavafın başlangıç yerinin ve hangi tarafa doğru yürüneceğinin belirlenmesi gerekir. Hacer-i esved, Ka'be'nin en mukaddes parçasıdır; çünkü cennetten inmiştir. Sağ yönü ise, soldan daha mübarektir. Dolayısıyla tavafın Hacer-i esved'den başlayarak sağa doğru yapılması gerekmiştir. [662]
Kudüm tavafı, mescid selâmlama namazına benzer. Allah'ın evine saygı göstermiş olmak için yapılır. Zaman ve mekan münasip iken, tavafın geciktirilmesi edepsizlik olur. Yapılan ilk tavaf esnasında reme[663] ve ıztıbâ[664] yapılır, yani seğirterek çalımlı çahmlı yürünür. Tavafın akabinde de Safa ile Merve arasında sa'y yapılır.
Bunun çeşitli gerekçesi vardır:
i. İbn Abbâs'ın zikrettiği gibi müşriklerin kalplerine korku salmak, müslüm ani arın güç ve kuvvetlerini göstermek için böyle yapılır. Mekkeliler, "Yesrib humması müslümanları zayıf düşürmüş," demekteydiler. Bu durumda remel, bir tür cihâd olur. Bu gerekçe, Mekke'nin fethi ve müşriklerin müslüman olmalarıyla sona ermiş ve bitmiştir.
ii. Allah'a tâat yolunda arzulu olunduğunu, uzun yolun ve aşın yorgunluğun iştiyakını artırmaktan öte, azmini köreltmediğini, şevkini kırmadığını gösterir. Nitekim bu manada şair şöyle demiştir:
"Deve, yol yorgunluğundan şikayet ettiği zaman, binici ona vuslatın rahatlığını vaad eder de, o hemen cani anı verir."
Hz. Ömer (r.a.), gerekçesinin sona erdiği düşüncesiyle remel ve ıztıbâ' yapmayı terketmek istemişti. Sonra, bunların sona ermeyen daha başka gerekçeleri olabileceği mülahazasıyla düşüncesinden vazgeçti. [665]
Umrede, Arafat'ta vakfe yapmak meşru kılınmamıştır. Çünkü umre için belli bir vakit yoktur ki, insanların burada bir araya gelmeleri sağlansın. Dolayısıyla diğer vakitlerde Arafat'ta durma-;. nın bir manası yoktur. Eğer umre için beli bir vakit tayin edilseydi, o zaman o, umrelikten çıkar hac olurdu. Senede bir yerine iki defa toplanmak ise, açıktır ki zordur.
Umrede esas, Allah'ın evine tazimde bulunmak ve Allah'ın nimetine karşı şükretmektir. Bunun için de tavaf ve sa'y yeterlidir. [666]
Safa ve Merve arasında sa'y etmenin sırrı, hadiste geldiği üzere şudur: Hz. İsmail'in annesi Hacer, suları tükenip de zor durumda kalınca bu iki tepe arasında su bulabilme ümidiyle koşmuş, yavrusuna bir şey olur korkusuyla dönmüş ve böylece yedi defa gidip gelmişti. Allah Teâlâ, onun çaresizliğini Zemzem'i çıkararak ve insanların kalplerine oraya yerleşmelerini ilham ederek gidermişti. Dolayısıyla onun evlatlarına ve tabilerine bu nimetten dolayı şükretmeleri vacip olmuştur. Bu mucizeyi hatırlamak, insanın hayvanı gücünü hayret ve dehşete düşürür ve insanları Allah'a yaklaştırır. Bu konuda, kalbin bu ikisiyle destek bulması gibi yararlı bir şey olamaz. Mekke'ye ilk giriş anında açık, munzabıt ve insanların alışageldikleri şeylere muhalif olan, nefsin zelil kılınması manası taşıyan bir fiil ile onların sıkıntı ve zorluklarla dolu hallerine benzemeye çalışmak, dil ile onları yadetmekten çok daha etkili olur.
Rasûlullah (s.a.), "Sakın son varacağı yer Beyt-i Şerif olmadıkça hiçbir kimse bir yere ayrılmasın.[667] buyurmuş ve hayızhlar için ruhsat getirmiştir.
Bunun sırrı şudur: İlk ziyaret edilen de, son ziyaret edilen de Allah'ın evi olmalı ki, böylece bu yolculuktan maksadın sadece bu kutsal evin ziyareti olduğu sembolize edilsin ve hükümdarı ziyarete gelen heyetin ayrılmadan önce tekrar onun huzuruna çıkıp izin almalarına benzesin.
Allah'u a'lem! [668]
Bu konunun kaynakları, Câbir, Hz. Âişe, İbn Ömer ve daha başka sahâbîlerden (r.anhum) gelen hadislerdir. Bu hadislerde anlatıldığına göre Veda haccı şöyle yapılmıştır:
Rasûlullah (s.a.), Medine'de hac yapmadan dokuz sene kalmış, sonra onuncu sene Rasûlullah'ın (s.a.) hac yapacağı ilan edilmiştir. Bunun üzerine insanlar Medine'ye bölük bölük gelmeye başlamışlardır. Rasûlullah (s.a.) Medine'den çıkmış ve Zülhuley-fe'ye gelmiştir. Burada yıkanmış, koku sürünmüş, mescidde iki rekat namaz kılmış, bir izar ve ridâ[669] giyinmiş ve ihrama girerek , "Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerike lek, inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülk, lâ şerike lek" diyerek telbiye[670] getirmeye başlamıştır. [671]
Rasûlullah'ın (s.a.) haccıyla ilgili iki hususta ihtilâf edilmiştir:
i. Yaptığı bu hac, hacc-ı ifrâd mıydı, yoksa temettü haccı mıydı? Yani umreden çıkmış ve hac için yeniden ihrama mı girmişti? Yoksa sadece hac için ihrama girmişti de, sonra Cibril kendisine hac üzerine umreyi de katmasını mı işaret etmişti ve o da bunun üzerine, haccı tamamlayıncaya kadar ihram halinde kalmış, kurban sevkettiği için de ihramdan çıkmamıştı?
ii. RasûluIIah (s.a.), telbiyeyi ne zaman getirmeye başlamıştı; namaz kıldığı anda mı, devesine bindiği anda mı, yoksa Beydâ tebesine çıktığı anda mı?
İbn Abbâs, insanların peyderpey gelip Rasûlullah'a (s.a.) katıldıklarını ve her grubun kendi gördüğünü daha sonra rivayet ettiğini ve dolayısıyla ihtilâfın buradan kaynaklandığını, Rasûlul-Iah'ın (s.a.) ilk telbiye getirişinin iki rekat namaz kılmasının hemen arkasından olduğunu söylemiştir.
Yıkanması ve iki rekat namaz kılması, Allah'ın nişanelerine saygı göstermeyi daha açık bir şekilde ifade edeceği içindir. Hem bu, niyetin sırf Allah için olduğunu, Allah'a tâate Özen gösterildiğini açık bir fiille munzabıt hale sokmak demektir. Keza bu şekilde elbisenin değiştirilmesi nefsi uyarır ve Allah Teâlâ için tevazu haline bürünmesini sağlar.
Koku sürünmesine gelince, ihram toz toprağa belenme ve pejmürde bir hal alma demektir. Bu durumda, uzun sürecek olan bu pejmürdelik halinin önceden kısmen telafisine çalışmak gerekecektir.
Telbiye için yukarıda geçen duayı seçmesi, sahibinin emirlerini yerine getiren kölenin ifadesine benzer olmasındandır. Cahiliye döneminde insanlar, Allah'a ortak koştukları putları tazim ederlerdi. RasûluIIah (s.a.), "Lâ şerike lek" cümleciğini ekleyerek, onların bu davranışlarını reddetti ve müslümanların telbiyelerini onlarınkinden ayırdı.
Telbiye yanında, Allah'tan rızasını, cenneti ve rahmetiyle muamele edip affetmesini ve cehennemden uzak tutmasını istemek de müstehaptır. [672]
Cibril (s.a.), ihram ve telbiyede hacıların seslerini yükseltmelerini işaret etmiştir. RasûluIIah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hiçbir müslüman yoktur ki, telbiye etsin de, yeryüzünün bir ucundan öbür ucuna sağında ve solunda olan taş, ağaç, toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın.[673]
Bunun sırrı, telbiyenin Allah'ın nişanelerinden oluşundadır, onda Allah'ın adının yüceltilmesi vardır. Bu kabilden olan her zikrin yüksek sesle yapılması müstehaptır. Bunun, herkesin gözü önünde olacak şekilde yapılması, bu seslerin yükseldiği yerlerin İslâm yurdu halini alması, bunun sevabının onun amel defterine oraların telbiye etmesi şeklinde yazılmasını gerektirmiştir. [674]
RasûluIIah (s.a.), devesinin hörgücünün sağ yanını yaralamış ve nişan koymuştur. Boynuna da kurbanlık olduğuna delâlet etmesi için iki pabuç takmıştır.
Bunun sırrı şudur: Kurbanlık deveye nişan koymak, Allah'ın nişanelerini ve hanif İslâm dininin hükümlerini, uzak yakın herkesin göreceği bir şekilde yüceltmek manası içerir ve kalbin niyeti, açık ve munzabıt bir fiille desteklenmiş olur. [675]
Zülhuleyfe'ye varınca Esma bt. Umeys doğurmuş ve şimdi, kendisinin ne yapacağını sorması üzerine, RasûluIIah (s.a.) ona, "Yıkan da bir elbise ile kuşak sarın ve ihrama gir!" buyurmuştur.[676]
Hadis, bu durumda olan kadınların, ihram sünnetlerini gücü nisbetinde yerine getirmeye çalışacaklarını gösterir.
RasûluIIah (s.a.), Hz. Âişe'nin (r.a.) Şerifte hayız görmeye başlaması ve bu yüzden ağlaması üzerine de şöyle buyurmuştur:
"Bu, Allah'ın, Âdem kızlarına takdir buyurduğu bir şeydir. Hacının her yaptığını sen de yap. Yalnız temizleninceye kadar tavafetme! [677]
RasûluIIah (s.a.), bu şeyin çokça vuku bulan bir durum olduğunu beyanla sözüne başlamıştır. Bu gibi şeylerin, teşrî esnasında dikkate alınması ve bu yüzden doğabilecek güçlüklerin kaldırılması ve nasıl davranılması gerekiyorsa açıkça beyan edilmesi gerekir. Bu ilkeden hareketle hayız halindeki kadından kudüm ve veda tavafları düşürülmüştür. [678]
Rasûlullah (s.a.), Mekke'ye yaklaştığında Zî Tuvâ'ya inmiş ve Mekke'ye gündüz vakti yukarıdan aşağıya doğru girmiş, alt tarafından da çıkmıştır. Bu, Mekke'ye girişin, yorgun olmaksızın kalp huzuruyla olmasını temin için yapılmıştır. Böylece Allah'ın celâl ve azametinin daha iyi hissedilmesi sağlanacaktır. Hem bu takdirde, Rasûlullah'ın (s.a.) Ka'be'yi tavafı, insanların gözü önünde olacaktır. Zira bu, Allah'a olan tâate ziyadesiyle ilgi gösterme anlamı taşır. Keza Rasûlullah (s.a.), insanlara hac vecibelerini öğretmek istemiş ve bu yüzden onların orada toplanıp, hazır beklemelerini sağlamak istemiştir.
Mekke'nin alt tarafından çıkması ise, her iki yoldan da müs-lümanlarm güç ve kudretlerinin gösterilmesini istemiş olmasındandır. Benzeri durum bayram günleri de yapılır; namaza giderken ve gelirken ayrı ayrı yollar kullanılır. [679]
Ka'be'ye vardığı zaman, rüknü selâmlamış ve yedi defa tavaf etmiştir. Üçünde remel yapmış, dördünü de normal yürüyerek tamamlamıştır. Yemen cihetinde olan rükünleri selâmlamış ve ikisi arasında, "Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver, bizi ateş azabından koru![680] âyetini okumuştur. Sonra Ma-kam-ı İbrahim'e gelmiş ve, "ibrahim'in makamından bir namaz yeri edinin! [681] âyetini okumuş ve orada iki rekat namaz kılmıştır. Namaz kılarken, makamı Ka'be ile arasına almıştır. Bu namazda, Kâfinin ve İhlâs sûrelerini okumuştur. Sonra rükne dönmüş ve onu şelâmlamıştır. [682]
Remel ve ıztıbâ'daki sırrı anlatmıştık. Sadece Yemen tarafındaki iki rüknün selâmlanmasının sırrı ise, İbn Ömer'in anlattığına göre, bu ikisinin, Hz. İbrahim'in attığı eski aslî temeller üzere devam ediyor olmasıdır. Diğer iki duvar ise, zamanla cahiliye dönemi insanlarınca değiştirilmiş bulunuyordu. [683]
Tavafta, aynen namaz için gerekli olan şartlar aranmıştır. Çünkü İbn Abbâs'ın (r.a.) zikrettiği üzere tavaf, Hakk'ın ve O'nun nişanelerinin tazimi konusunda namaza benzemektedir; dolayısıyla onun hükmünü almıştır.
Tavaftan sonra iki rekat namazın sünnet olması, Allah'ın evine olan saygının eksiksiz olmasını sağlamak içindir. Çünkü saygının tamamı, insanların namaz kılarken ona karşı yönelmeleriyle sağlamr.
Tavaf namazının Makam-ı İbrahim'de kılınmasının sebebi, burasının Mescid-i Haram'ın en mübarek yeri olmasındandır. Çünkü makam, Hz. İbrahim efendimize zahir olan Allah'ın âyetlerinden bir âyettir. Bu gibi şeylerin yâdedilmesi, haccın temel direğini oluşturur.
İki rükün arasında "Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver, bizi ateş azabından koru![684] âyetini okumanın müstehap olması, bunun Kur'ân'da yer alan en kapsamlı dualardan biri oluşu sebebiyledir. Bu özelliğiyle o, bu kısa anlık zaman için okunmaya uygun bir içerik arzetmektedir. [685]
Sonra kapıdan Safa'ya çıkmış ve Safa'ya yaklaşınca, "Şüphesiz ki Safa ve Merve Allah'ın nişanelerindendir... [686]âyetini okumuş, "Allah'ın başladığıyla başlarım," buyurmuş[687] ve Safa'dan başlayarak sa'y yapmıştır. Ka'be'yi görecek şekilde Safa'ya çıkmış, orada kıbleye yönelmiş, tevhid ve tekbirde bulunmuş ve şunları okumuştur:
"Lâ ilahe illallahu vahdekû lâ şerike leh..."
Manası: Bir tek Allah'tan başka hiç tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd de ancak O'na mahsustur. Hem O, her şeye kadirdir. Bir tek Allah'tan başka tanrı yoktur. Vaadini yerine getirdi, kulunu muzaffer kıldı, yalnız başına bütün hizipleri bozguna uğrattı.
Bu arada dua etmiş ve bu söylediklerini üç defa tekrarlamıştır. Sonra oradan inmiş ve Merve'ye doğru yürümüş, ayakları, vadinin ortasına basınca hızlıca yürümüş (hervele yapmış), oradan çıkınca mutat şekilde yürümeye devam etmiş ve Merve tepesine varmıştır. Safa üzerinde yaptıklarını aynen Merve üzerinde de yapmıştır. [688]
Rasûlullah (s.a.), bu âyetten, Safa'mn Merve'den önce zikredilmesine atf-ı nazarla, kelâmın meşru kılman şey doğrultusunda dizilmiş olduğunu anlamış ve sa'ye önce Safa'dan başlamıştır.
Yaptığı duanın tevhid içermesi, Allah'ın kendisine olan vaadinin gerçekleşmesinden, düşmanlarına karşı kendisine yardım ettiğinden bahsetmesi, Allah'ın nimetlerini yâdetmek, bazı mucizelerini herkese açıklamak, şirkin sonunu kesmek ve cahiliye dönemi inançları adına ne varsa hepsinin ayakları altında olduğunu beyan etmek, Allah'ın dininin yüceliğini böylesi bir yerde ilân etmek içindir. [689]
Sonra şöyle buyurmuştur:
"Arkamda bıraktığım iş tekrar karşıma çıksaydı, kurban sev-ketmez, bu haccı umre yapardım. Dolayısıyla sizden hanginizin yanında kurbanlık yoksa, hemen ihramdan çıksın ve haccı umreye çevirsin![690] Kendisine, "Yâ Rasûlallah! Bu iş, bizim bu senemize mi mahsustur, yoksa ilelebet devam edecek mi?" diye soruldu. "Hayır, aksine ilelebet böyle devam edecektir." buyurdu. [691]
Bunun üzerine, Rasûlullah (s.a.) ve beraberinde kurbanlık götürenler hariç bütün insanlar ihramdan çıktılar, saçlarını kısalttılar. [692]
Veda haccında Rasûlullah (s.a.) bazı şeyleri ortaya koymuş-
i. RasûluIIah'tan (s.a.) önce insanlar, hac günlerinde umre yapmayı en çirkin günahlardan sayarlardı. Rasûlullah (s.a.), bu tahrifi kesin olarak ortadan kaldırmak istedi.
ii. Henüz eski anılar daha taze olduğu için, umreden çıkıp hemen hac öncesinde, hammlarıyla ilişkide bulunmak ağırlarına gidiyordu. Hatta, "Yani, cinsel organlarımızdan meni damlayarak Arafat'a gideceğiz!" demişlerdi. Bu inanç, bir aşırılıktı. Dolayısıyla Rasûlullah (s.a.) koyduğu kesin tavırla bu yolu kapamıştı.[693]
iii. İhrama, haccın başlaması anında girilmesi, Allah'ın evine saygı bakımından daha kâmil olacaktı. [694]
Kurbanlık sevketmek, ihramdan çıkmaya mani idi; çünkü kurban sevketmek, onu boğazlayıncaya kadar ihram üzere devam edeceğine dair bir tür nezirdir. İnsanın üstlendiği şey, sadece içinden geçen bir düşünce ya da mücerred bir niyet ise, fiille munzabıt hale sokulmamışsa, bir önemi yoktur. Ama, fiille teyit edilmiş ve munzabıt hale sokulmuş ise, artık ona riayet gerekir. Zabturapt altına almak ise çeşitli sekilerde olur. Bunun en alt mertebesi dil ile söylemektir. En güçlüsü ise, sözle birlikte murad ettiği hale Özel aleni bir fiilin de bulunmasıdır. Kurbanlık şevki işte böyledir. [695]
Terviye[696] günü olunca, Mina'ya yönelmişler ve hac için ihrama girmişlerdir. Rasûlullah (s.a.), devesine binmiş ve öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarım Mina'da kılmış, güneş doğuncaya kadar bir süre beklemiş, sonra yola koyularak[697] Nemire'ye inmiştir.
Terviye günü yola koyulması, hem kendisi hem de beraberinde bulunan diğer insanlar için daha uygun olmasındandır. Çünkü o günde insanlar görülmedik bir kalabalık oluşturmaktadırlar; içlerinde zayıf ve hasta olanlar vardır. Bu durumda onların halinin de dikkate alınarak bu şekilde hareket edilmesi müstehap olmuştur.
Vaktinden önce Arafat sınırlarına girmemiştir. Çünkü eğer girseydi insanlar bunu bir sünnet edinirler ve vaktinden önce oraya varmanın sevaba vesile olduğuna inanırlardı. [698]
Güneş Nemire'de iken zeval vaktine girince devesi Kasvâ'nm hazırlanmasını emretti, ona semer vuruldu. Vadinin ortasına geldi ve insanlara, "Şüphesiz ki sizin kanlarınız ve mallarınız birbirinize haramdır[699]diye başlayan meşhur Veda haccı hutbesini irad etti.
Sonra Bilâl, ezan okudu ve kamet getirdi. Önce öğle namazını kıldılar, sonra ikindi namazı için kamet etti ve ikindi namazını kıldılar. Bu iki namaz arasında, başka bir namaz kılmadı.
Rasûlullah (s.a.), o gün hutbesinde insanların bilmeye muhtaç oldukları, bilmemek dolayısıyla mazur olamayacakları hükümleri açıklamıştır. Çünkü o gün, görülmedik bir kalabalık vardı. Bütün insanlığa duyurulması istenilen bu tür hükümlerin açıklanması için böylesi kalabalık cemaatler fırsat telakki edilir. Rasûlullah (s.a.) da öyle yapmıştır.
Öğle ile ikindi namazı cem-i takdim yoluyla, akşam ile yatsı da cem-i te'hîr yoluyla kılınmıştır. Çünkü o günde insanlar, başka bir gün ve mekanda görülmedik kalabalıkta bir araya gelmişlerdir. Bu gibi mukaddes mekanlarda tek cemaat olması, dağınık olunmaması arzulanır. Orada bulunan herkesin onu görebilmesi için, böyle kalabalık içerisinde ifa edilmesi gerekir. Böyle bir kalabalığı iki defa toplama ise son derece zor olur. Hem insanlar, burada zikir ve dua ile meşguldürler. Bunlar, bu günde yapılması gereken görevlerdir. Vakitlere riayet ise, bütün sene boyunca yerine getirilmektedir. Bu gibi yerlerde, güzel ve nadir olan şeyler tercih edilir. [700]
Sonra Rasûlullah (s.a.), devesine bindi ve vakfe yerine geldi, kıbleye yöneldi, güneş batıncaya kadar vakfe halinde kaldı. Ufuktaki sarılık hafif gidince, oradan ayrıldı.
Rasûlullah'ın (s.a.) Arafat'tan güneş battıktan sonra ayrılması, cahiliye döneminde sokulan tahrifi bertaraf etmek içindir. Çünkü onlar, güneş batmadan önce ayrılıyorlardı. Güneşin batmasından önce şeklinde bir belirleme, munzabıt olmaz, müphemlik arze-der. Güneşin batmasından sonra şeklinde belirlenmesi ise, açık ve munzabıttır. Böylesi kalabalıkların düzenli bir şekilde hareketlerini sağlayabilmek için, munzabıt olan belirlemelere ihtiyaç vardır. [701]
Rasûlullah (s.a.), Arafat'tan yola koyulmuş ve Müzdelife'ye varmıştır. Burada, akşam ile yatsıyı cem-i tehir şeklinde bir ezan ve iki kametle kıldırmıştır. Aralarında nafile (sünnet) namazı kıl-mamıştır. Sonra fecir doğuncaya kadar uzanmıştır. Burada ezan ve kametle sabah namazını kılmış ve ortalık ağarmıştır. Sonra Kasvâ'ya binmiş ve Meş'ar-i Haram'a[702] gelmiş, orada kıbleye doğru dönmüş, Allah'a dua etmiş, tekbir getirmiş, tehlîl ve tevhidde bulunmuştur. İyice aydmlanıncaya kadar orada vakfe yapmıştır. Güneş doğmadan önce oradan ayrılmış ve Batn-ı Muhassir'e[703] varınca, orada biraz hızlanmıştır. [704]
Rasûlullah (s.a.), Müzdelife gecesinde teheccüd kılmamıştır. Çünkü o, müstehap olan bir çok şeyi, yapmayı arzu etmesine rağmen, insanlar sünnet edinirler korkusuyla terkederdi.
Meş'ar-ı Haram'da, vakfede bulunmanın sırrından daha önce söz etmiştik.
Muhassir'de biraz hareketlenmesinin sebebi, buranın ashâb-i filin helak oldukları yer olmasıdır. Allah'tan ve onun azametinden korkan kimseler, bu gibi yerlerden korku duyarlar, gazaba uğramaktan kaçarlar. Rasûlullah (s.a.), bu duyguyu, açık olmadığı için, nefsi uyarıcı açık bir fiille munzabıt hale getirmeyi arzu etmiş ve bunun için oradan hızlıca geçmiştir. [705]
Sonra Akabe cemresine gelmiş ve tekbir getirerek fiske taşı gibi ufak yedi taş atmıştır. Bunları vadinin içinden atmıştır.
Şeytan taşlaması ilk gün, erken vakitte, diğer günler ise öğleden sonra yapılır. Çünkü ilk günde yapılması gereken görevler arasında kurban kesmek, tıraş olmak, İfâda tavafında bulunmak vardır. Bütün bunlar, şeytan taşlamadan sonra yapılmaktadır. Bu itibarla ilk gün şeytan taşlamanın erken vakitte olması bir kolaylıktır. Diğer günler ise, ticaret günleridir ve Mina'da çarşı pazar kurulur. Bu itibarla, bu günlerde şeytan taşlama işinin ihtiyaçların görülmesi sonrasına bırakılması, bir tür kolaylık olacaktır, İnsanlar da genelde işlerini günün başında görürler ve Öğleden sonra yapılacak taşlama için boşalırlar.
Şeytan taşlaması, Safa ve Merve arasında sa'y yapılması hep tek yapılır. Çünkü tek sayısı mübarek bir sayıdır; Allah teki sever. Bir'in gerçek halefi ise, üç, yedi gibi bolünemeyen tek sayılardır. Bu durumda, yeterli olması halinde yediden ziyadeye gidilmemesi uygun olur.
Fiske taşı gibi küçük taşların atılmasına gelince, daha küçüğü hissedilmez. Büyüğü ise, böylesi kalabalık yerlerde insanlara zarar verebilir. [706]
Rasûlullah (s.a.), sonra kurban keseceği yere çekilmiş ve altmış üç tane deveyi bizzat kendi elleriyle kurban etmiştir. Geri kalanlarının kesilmesini ise Hz. Ali'ye (r.a.) havale etmiş; onu kurbanlarına ortak kılmıştır. Sonra emretmiş ve her kurbandan bir parça alınarak bir tencereye konulmuş ve pişirilmiştir. Rasûlullah (s.a.) ve Hz. Ali (r.a.) onların etinden yemişler, çorbasından içmişlerdir.
Rasûlullah'm (s.a.) kendi eliyle altmış üç tane kurban etmesinin hikmeti, Allah Teâlâ'nm kendisine bahşettiği Ömrün her senesine karşılık bir kurban keserek şükretmek istemesidir. Kurbanın önemini vurgulamak ve Allah için kurban edilen şeyle bereketlenmek için onların etinden yemiş, çorbasından içmiştir. [707]
Rasûlullah (s.a.} şöyle buyurmuştur:
"Ben şurada kurban kesti/n. Mina'ntn her yeri kurban yeridir. Binaenaleyh siz, konakladığınız yerlerde kurban kesin!
Ben şurada vakfe yaptım. Arafat'ın her yeri vakfe yeridir. Ben şurada vakfe yaptım. Müzdelife'nin her yeri vakfe yeridir.[708]
Bir rivayette şu ilave vardır: "Mekke'ye açılan her düzlük, yoldur ve kurban yeridir. [709]
Rasûlullah (s.a.), insanlar için şeriatın bir hükmü olmak üzere yaptığı şeyle, Öyle denk düştüğü için, ya da o güne mahsus özel bir durum gerektirdiği için, ya da en iyisini tercih etmiş olduğu için yapmış olduğu işler arasını ayırmıştır. [710]
Rasûlullah (s.a.), sonra devesine binmiş ve Allah'ın evine doğru yola koyulmuştur. Öğle namazını Mekke'de kılmış, tavaf yapmış ve Zemzem'den içmiştir.
Hemen Allah'ın evini ziyarete gitmesi, tâatin ilk vaktinde olmasını istemesindendir. Hem insan, başına herhangi bir engelin çıkmayacağından emin olamaz. O yüzden yükümlülüklerin bir an evvel yapılmasında fayda vardır.
Zemzem'den içmesi, Allah'ın nişanelerini tazim etmek ve rahmet olarak çıkarmış olduğu bu mübarek suydan nasiplenmek içindir.
Mina günleri bitince Ebtah'a inmiş, veda tavafı yapmış ve oradan ayrılmıştır. [711]
Rasûlullah'm {s.a.) hac dönüşünde Ebtah'a (Muhassab'a) inişi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Acaba bu, bir ibâdet amacıyla mı yapılmıştır, yoksa âdet gereği mi olmuştur?
Hz. Âişe (r.a.), Ebtah'a inmenin sünnet olmadığım, Mekke'den çıkmaya daha elverişli olduğu için orada konakladığını söylemiştir. [712]
"Hedefimiz, Allah fetih nasip ederse inşallah Hayf yani miişriklerin küfür üzere ahd ü peyman ettikleri yerdir.[713] hadisine bakılarak, RasûluUah'm (s.a.) bununla dini yüceltme amacı taşıdığı sonucu da çıkarılmıştır.
Birinci görüş, daha sahihtir. [714]
Rasûîullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hacer-i esved, sütten daha beyaz bir halde cennetten inmiştir; onu Âdem oğullarının hataları karartmıştır. [715]
"Allah'a yemin ederim ki, Allah Teâlâ onu kıyamet gününde, göreceği iki gözü, konuşacağı bir dili olduğu halde hasredecek ve o, bihakkın kendisini selamlamada bulunana tanıklık edecektir.[716]
"Rükün ve makam, cennet yakutlarından iki yakuttur. [717]
Bu ikisinin aslen cennetten olmaları muhtemeldir, yeryüzüne indirilince, hikmet-i ilâhî, yeryüzünün oluşumunda uygulanan hükmün onlara da uygulanmasını gerektirmiş ve bu yüzden nurları silinmiştir.
Şunun murad edilmesi de muhtemeldir: Meleklerin, onların şanının yüceltilmesine yönelik teveccühleri, Mele-i a'lâ'mn ve Adem oğullarından sâlihlerin himmetlerinin onlara taalluku sonucu, onlarda melekî bir kuvvet oluşmuştur. Bu şekilde, İbn Abbâs'ın (r.a.), "Buna konuşun!" sözüyle Muhammed b. Hanefıyye'nin[718] (r.a.), "Yeryüzü taşlarından bir taş." sözü arası da bulunmuş olur.
Biz apaçık şekilde müşahede etmişizdir ki, Beytullah, melekî bir güçle doludur. Bunun içindir ki, misâl âleminde ona, iki göz ve dil gibi dirilere has özellikler verilmesi vacip olmuştur. Mü'minle-rin imanını, ehl-i tazimin tazimini belirleyici olduğundan, bunu, lisan ile, istilâmda bulunanların leh ya da aleyhlerine şehadette bulunma şeklinde ayakların ve ellerin konuşmasının sırrından bahsettiğimiz gibi açıklamak vacip olmuştur. [719]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim tam bir hafta boyunca sayarak bu evi tavaf eder ve her tavafta iki rekat namaz kılarsa, bir köle âzâd etmiş gibi olur. Bir adam ayağını oraya her koyup kaldırdıkça Allah Teâlâ, bu sebeple ona bir sevap yazar, bir günahını siler ve derecesini bir basamak yükseltir.[720]
Bu faziletin iki sırrı vardır:
i. Tavaf, Allah'ın rahmetine dalmanın, Mele-i a'lâ'mn dualarını kendisine celbetmenin mekan ve zamanıdır. Onun için, bunu sağlayacak en yakın özellikle anılmıştır.
ii. İnsan, tavafı Allah'ın emrine inanarak ve vaad ettiğini tasdik ederek yaparsa, bu onun imanının olduğunu açıklar ve ortaya koyar. [721]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ'nın, Arife gününde olduğu kadar çok sayıda cehennemden kul âzâd ettiği başka bir gün daha yoktur. Şüphesiz O, (onlara)yaklaşır, sonra onlarla meleklere öğünür. [722]
Çünkü insanların bu kutsal mekânda toplanıp, hep birden Allah'a yalvarıp niyazda bulunmaları, tevbe etmeleri, hemen üzerlerine rahmetin inmesini ve aralarında ruhaniyetin yayılmasını gerektirir.
Yine şöyle buyurmuştur:
"En hayırlı dua, Arife günü yapılan duadır. Ben ve benden önceki peygamberlerin söylemiş olduğu en hayırlı söz de, 'Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerikeeh..zikridir.[723]
Çünkü bu zikir, zikrin çoğu türünü içine almaktadır. Bu yüzden, onunla birlikte "Sübhânallah el-Hamdu lillah" denilmesi pek çok yerde ve zamanda teşvik edilmiştir. Nitekim dua bahsinde bunlara temas edilecektir.
Sünnet olan, (?) mümkün mertebe Allah'ın dinini yüceltmiş olmak için hedy yani kurban kesmektir. [724]
Rasûlullah (s.a.), saçlarını kazıtanlar için üç defa, kısaltanlar için de bir defa dua etmiş ve böylece kazıtmanın daha üstün olduğuna işaret etmiştir. Çünkü bu, yolculuk izini tamamen silip, pejmürdeliği ortadan kaldıracağından hükümdar huzuruna gireceklerin alması gereken hale daha uygun düşer, yapılan ibadetin izinin üzerinde iyice görünmesini tamin eder, böylece Allah'a saygıyı daha güzel ifade eder.
Rasûlullah (s.a.), kadının saçlarını kazıtmasını yasaklamıştır; çünkü bu bir müsledir[725] ve erkeklere benzemedir.
Kurban kesmeden önce tıraş olan, şeytan taşlamadan önce kurban kesen, akşamdan sonra şeytan taşlayan, tıraş olmadan önce ifâda tavafı yapan kimseler hakkında "Lâ harec" yani bir sakınca yoktur diyerek kendilerine keffâret lâzım gelmeyeceğini beyan buyurmuştur. Doğrusu müstehaplığı ifade için "Lâ harec" ifadesinden daha açık bir söz olduğunu bilmiyorum. [726]
Konuyla ilgili şer'î hükümlerin tamamlanabilmesi için, zorluk ve sıkıntı anlarında getirilecek ruhsat hükümlerinin de beyan edilmesi gerekir. Bunlardan biri de, ihram yasaklarına tahammül etmeye imkân vermeyen "ezâ" halidir. "Sizden her kim hasta olursa, yahut başından gelen[727] bir rahatsızlığı (ezâ) varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye[728] vermesi gerekir. [729] âyeti bu konuyu işlemektedir.
Rasûlullah'ın (s.a.), başına bitler üşüşen Kab b. Ücra hakkında, "Başını tıraş et ve bir farak[730] zahireyi altı fakire yedir. [731] buyurması da, bu kabildendir.
Daha önce de beyan ettiğimiz gibi, en güzel ruhsat türü, aslı hatırlatıcı olmalı ve aslı azimet hükmü işleme niyetiyle birlikte terki anında kişinin kalbine huzur verici bir unsur içermelidir.
Bu durumda, aşırılık anlamı taşıyan fiiller karşısında keffâretin vacip kılınması evleviyetle söz konusu olacaktır. [732]
Ruhsat hükümlerinden biri ihsâr halidir. Kureyş kâfirlerinin, Allah'ın evine gidilmesini engellemeleri üzerine Rasûlullah (s.a.), sevkettiği kurbanlıkları boğazlamış, tıraş olmuş ve ihramdan çıkmıştır. [733]
Mekke ve Medine'nin birer haremi olmasının sırrı şudur: Her şey için bir saygı şekli vardır. Mekânlara gösterilecek saygı da, orada kötü bir şey yapmaya girişmemektir. Bu, esasen hükümdarların kendilerine ait bir koruluklarının olması, diğer yerlerin ise herkese açık olması geleneğinden alınmıştır. Halkın, hükümdarlara olan bağlılıkları, onlara olan saygıları, kendilerinde, onlara tahsis edilmiş olan mekanlarda bulunan ağaçlara ya da hayvanlara dokunmamaları gerektiği inancını yerleştirmişti. Hadiste de, "Her hükümdarın bir koruluğu (yasak bölgesi) olur; Allah'ın koruluğu ise, haramlarıdır. [734]buyurulmuştur. Bu telakki, insanlar arasında yayılmış ve kalplerinin tâ derinliklerine kadar nüfuz etmiş ve içlerine yerleşmiştir. [735]
Hareme gösterilecek saygı şeklinden biri de, adaletin ikamesi gibi başka yerlerde dahi vacip, zulüm gibi başka yerlerde dahi haram olan şeylerin burada daha bir tekit edilmesidir.
"Haremde yiyecek maddelerinin ihtikârı (stoklanması) küfre varan bir zulümdür (ilhâd).[736] hadisiyle, "Ey iman edenler! İh-ramlı iken avı öldürmeyin! [737] âyeti bu manadadır.
Haremde ve ihram halinde avlanmak, ihram halinde cinsel ilişkide bulunmak, nefsin şehvete kapılıp azgınlık etmesinden kaynaklanan aşın davranışlardandır. Bu yüzden, onlar karşılığında keffâret konulması vacip olmuş ve böylece bu tür aşırı davranışların önünün alınması istenmiştir. [738]
Avın cezası hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda istenilen denklik, hacimde mi, yoksa kıymette mi olacaktır? Bu konuda en uygunu şöyle olmalıdır: Adil iki kişiye sorulmalı, eğer onlar, o şey hakkında selefin sûretâ benzerlik görüşünü benimserlerse, o doğrultuda amel edilmeli, yok kıymet vermeyi uygun görürlerse kıymeti verilmelidir. [739]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Eğer ümmetimden bir kimse, Medine'nin sıkıntısına katlanırsa, kıyamet gününde ben ona şefaatçi olurum. [740]
Bunun sırrı şudur: Medine'nin imarı, dinin nişanelerinin yüceltilmesi demektir. Bu, dinin güçlendirilmesine yönelik bir faydadır. Öbür taraftan Medine'ye gitmek, İslâm'ın oluşum dönemlerindeki olayların geçtiği yerleri görmek, Mescid-i Nebevî'ye girmek... Rasûlullah'ın (s.a.) (ve ashabının) yaşadıkları hayatı hatırlatır, onların hatıralarının yâdedilmesini sağlar. Bu ise, bizzat mükellefin kendisine yönelik bir faydadır.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki İbrahim, Mekke'yi haram kılmış; orayı dokunmaz yapmıştır. Ben de Medine'yi haram kıldım.[741]
Bu hadis, Rasûlullah'ın (s.a.) bütün himmetini toplayarak dua etmesinin, bir şeye iyice azmetmesinin, ilâhî kararların inmesinde önemli bir yeri olduğunu gösterir.
Allah'u a'Iem! [742]
Bil ki: Sâri' Teâlâ'nın vacip ya da haram kılarak yükümlü kılmış olduğu öncelikli ameller, hey'ât-ı nefsâniyyeden kaynaklanan fiillerdir. Bunlar, âhirette nefislerin leh ya da aleyhlerine olur, nefislerin karakterim açıklar. Bu fiiller, hey'ât-ı nefsâniyyenin kalıpları ve dışa vurmuş şekilleridir.
Bu amellerin ele alınıp incelenmesi iki yönden olur:
i. Bütün insanlara yönelik bir yükümlülük kılınması açısından ele alınır. Bu açıdan ele alındığında yapılacak esas şey, sözü edilen hey'ât-ı nefsâniyyeye mazinne (mahal) teşkil edecek amellerin seçilmesi, gecesi gündüzü gibi aydın olan açık yolun tutulmasıdır. Öyle ki herkes bu yolla sorumlu tutulacak ve hiçbir kimse bundan sıyrılmaya ya da mazeret ileri sürmeye imkân bulamayacaktır. Bu tür yükümlülüklerde mutlaka orta yolun tutulması, açık ve munzabıt olan şeylerin ölçü alınması gerekecektir.
ii.Nefislerin olgunlaştırılması ve onların bu yolla hey'ât-ı nefsâniyyeden matlup olanlarına ulaştırılması açısından ele alınır. Bu açıdan bakıldığında yapılacak esas iş, sözü edilen hey'ât-ı nefsâniyyenin bilinmesi, onlara ulaştıracak amellerin tanınmasıdır. Bunların binası, vicdan üzere ve işi, işin sahibine havale etmek yoluyla olacaktır.
Hey'ât-ı nefsâniyyeden sadır olan ameller üzerinde, birinci açıdan duran ilim, "ilmu'ş-şerâi'" (seriatiar/şer'î hükümler ilmi), ikinci açıdan duran ilim ise "ilmu'1-ihs ânadır. [743]
İhsan bahisleri üzerinde duran kimse, iki şeye muhtaçtır:
i. Amellere, hey'ât-ı nefsâniyyeye götürmesi açısından bakmak. Çünkü amel, belki riya ve şöhret için, yahut âdet gereği yapılmış olabilir, yahut içine kendini beğenme, başa kakma ve eza verme gibi unsurlar karışabilir. Bu durumda amel, kendisinden amaçlanan şeye ulaştırmaz. Bazen amel, nefsin, ihsan mertebesindeki kimselere yaraşır şekilde uyarılmasını sağlayacak bir biçimde işlenmemiş olabilir. Bununla birlikte, aynı şeyle daha başka nefisler uyarılmış olabilir. Meselâ aslında arınmış biri olmadığı halde aslî farzlarla yetinip, onların üzerine nicelik ya da nitelik bakımından herhangi bir nafile ibadet ilavesinde bulunmayan kimsenin durumu böyledir.
ii. Bizzat sözü edilen hey'ât-ı nefsâniyye üzerinde durmak ve onları gereği şekilde tanımak. Böylece, amelleri yaparken, ondan ne kastedildiği bilincinde olmak. Bu durumda olan kimse, kendi nefsinin doktoru olur ve onu, doktorun bedene baktığı gibi idare eder. Zira, âlet ve edevatın neye yaradığını bilmeyen kimseler, onları kullandıkları zaman bilinçsiz olacaklarından, aşağı yukarı önünü görmeyen devenin yürüyüşü gibi, ya da gecenin köründe odun toplayanın durumu gibi bir hale düşerler. [744]
Bu ilim dalında ele alınacak olan huyların esası dört tanedir. Nitekim daha önce buna işaret etmiştik.[745] Bunlar şunlardır:
1. Temizlik,
2. îhbât yani Allah'a teslimiyet ve huşu,
3. Semâhat-ı nefis
4. Adalet. [746]
Temizlik (taharet) meleklere benzemeyi, ihbât ise, ceberut âlemine yönelmeyi ve teslimiyeti sağlar.
Birincisi için abdest ve gusül emredilmiş; ikincisi için de namaz, zikirler, Kur'ân tilâveti emredilmiştir. Bu ikisinin bir arada bulunması haline "sekine" ve "vesile" deriz. Huzeyfe'nin (r.a.), Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) hakkında söylediği, "Hz. Muhammed'in ashabından korunmuş olanlar bilir ki, o, vesilece Allah'a en yakın olanlarıdır." sözü, bu manayı ifade eder. Sâri' yani Rasûlullah (s.a.) bunu, "Taharet, imanın yarısıdır.[747] hadisinde "iman" diye isimlendirmiştir. Rasûlullah (s.a.) birincinin halini, "Şüphesiz ki Allah temizdir, temizliği sever. [748] hadisiyle beyan etmiş, ikincisine de, "İhsan, sanki O'nu görüyormuşsun gibi Allah'a kulluk etmendir; her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor. [749] hadisiyle işarette bulunmuştur.
Bunun elde edilmesi için yapılacak esas şey, peygamberlerden tevarüs olunan şer'ı hükümlere (nevâmîs), ruh ve nurlarını koruyarak, çokça işleyerek, şekillerine ve zikirlerine riayet ederek yapışmaktır. [750]
Taharetin ruhu, iç aydınlığı, üns ve inşirah halidir, cerbeze halindeki düşüncelerin sönmesi, gönlü sıkıntıya sokan, hatırı meşgul eden, fikir dağınıklığına sebep olan, huzursuzluk ve feveran hali veren şeylerin sönmesidir. [751]
Namazın ruhu, Allah ile hemhal olmak, ceberut âlemine açılmak, Allah Teâlâ'nın celâl ve azametini hatırda tutmak, bununla birlikte sevgi ve gönül huzuruyla karışık bir saygı haline sahip olmaktır, "ihsan, sanki O'nu görüyormuşsun gibi Allah'a kulluk etmendir; her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor. [752]hadisi bu manaya işaret olmaktadır.
Nefsin, namazda bu hale ulaşabilmesi için nasıl alıştırma yapacağına şu hadiste işaret edilmiştir:
"Allah Teâlâ, 'Namaz sûresi olan Fâtiha'yı kendimle kulum arasında yarıya taksim ettim. Hem kulumun dilediği şey onundur.' buyurdu. Kul, 'el-Hamdu Hilafı rabbi'l-âlemîn' dediği zaman Allah Teâlâ, 'Kulum bana hamdetti,' der. 'er-Rahmâni'r-rahîm'dediğinde Allah Teâlâ, 'Kulum bana sena etti,' der. 'Mâliki yevmi'dîn' dediğinde, Allah Teâlâ, 'Kulum beni temcîd eyledi der. (Bir defasında, 'Kulum işlerini bana havale eyledi,' der buyurmuştur.) Kul, 'İyyâke na'budu ve iyyâke nestetn' dediği zaman Allah Teâlâ, 'Bu kulumla benim aramdadır; hem kulumun dilediği onundur,' der. Kul, 'Ihdina's-sırâta'l-müstakîm sırâta'llezlne en'amte aleyhim gayri'l-mağdûbi aleyhim velâ'd-dâllîn' dediği zaman Allah Teâlâ, 'İşte bu kulumundur, hem kulumun dilediği onundur,' buyurur.[753]
Bu, namazda kulun söylediği her kelimeye Allah Teâlâ'nın vereceği karşılığın düşünülmesinin emredilmiş olduğuna işarettir. Çünkü bu, devamlı olarak huzurda bulunulduğunu güçlü bir şekilde hatırlatır.
Namazın, ayrıca Rasûlullah (s.a.) tarafından belirlenen dua ve zikirlerle yapılması da gerekir. Bunlar, Hz. Ali (r.a.) ve daha başkalarından gelen hadislerde zikredilmiştir. [754]
Kur'ân tilâvetinin ruhu, büyük bir şevk ve saygı ile Allah Teâlâ'ya yönelmek, Kur'ân'ın mev'izeleri üzerinde düşünmek, hükümlerine boyun eğeceğini içinde duymak, emsal ve kıssalarından ibret almak, Allah Teâlâ'nın sıfat ve âyetlerinden her bahsedişinde "Sübhânallah" demek; cennet ve rahmetten söz edildiği her yerde, O'nun fazl ü kereminden istemek; cehennemden ve gazabından söz edilen yerlerde ise Allah'a sığınmaktır.
Nefsin öğüt alması ve böylece etkilenmeye alışması konusunda Rasûlullah'ın (s.a.) belirlediği yol budur. [755]
Zikrin ruhu, ceberut âlemine huzur ve istiğrak halinde yönelmektir. Bunun alıştırması da, "Lâ ilahe illallahu vallahu ekber" deyip, sonra Allah Teâlâ'dan buna cevap olarak, "Lâ ilahe illâ ene ve ene ekber[756]dediğini duymaktır. Sonra, "Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerike leh" deyip, Allah Teâlâ'dan buna karşılık olarak "Lâ ilahe illâ ene vahdî lâ şerike lî[757] dediğini duymaktır. Böyle böyle hicap (perde) kalkıncaya kadar ve istiğrak hali gerçekleşinceye kadar devem eder. Nitekim Rasûlullah (s.a.), buna işaret etmiştir.[758]
Duanın ruhu, her türlü güç ve kudretin yalnız Allah'ta olduğuna inanmak ve gassal[759] elinde ölü, heykeltıraş elinde heykel hamuru gibi olmak, münâcâtm lezzetini duymaktır.
Rasûlullah (s.a.), teheccüd namazından sonra, her iki rekat sonunda ellerini kaldırarak uzunca dua etmeyi ve duasında 'Ta Rabbi! Ya Rabbil" diye yakarmayı ve Allah Teâlâ'dan dünya ve âhiret hayırlarını istemeyi, her türlü bela ve musibetlerden Allah'a sığınmayı, ısrarla niyazda bulunmayı sünnet kılmış; bunun meşgalelerden ve lehviyattan uzak bir kalp ile yapılmasını; büyük ve küçük abdest sebebiyle sıkışık halde, aç ve öfkeli vaziyette olmamasını şart koşmuştur. [760]
İnsan, huzurda olma halini yakaladıktan sonra onu kaybetmişse, bu kaybın sebebini araştırmalıdır. Eğer sebep, bedenî gücün aşırılığı ise, o zaman oruç tutmalıdır; çünkü bu gibi hallerde oruç insanın şehvetini kırar ve onu uslandırır. En fazla, peşipeşine iki ay oruç tutmalı, aşırılığa kaçmamalıdır. Meninin çokluğundan gelen bir sıkıntısı varsa, yemek ve içmeyi düzene sokmak endişesinden kurtulmak istiyorsa ve sahip olduğu bir helâli de varsa, o takdirde aşırılığa düşmeden bu ihtiyacını gidermeli ve bu işi, faydasını göreceği, zararından da korunacağı bir ilaç gibi ne az ne de çok yapmalıdır. Zira bu hususta aşırılığa düşmesi halinde, zindeliğini kaybeder.
Eğer sebep, dünya meşgalelerine kaptırmak ve insanlarla sohbete dalmak ise, o zaman ibadetlerine ilavede bulunmalıdır.
Eğer sebep; zihninin, içini tırmalayan düşüncelerle, cerbezeli fikirlerle dolu olmasıysa, o takdirde insanlardan uzak durmalı ve eve ya da mescide kapanmalı, dilini Allah'ın zikrinden başka her şeyden tutmalı, kalbini kendisini ilgilendirmeyen her türlü düşüncelerden uzaklaştırmalıdır. Uyandığında ilk andığının Allah olması, uyurken kalbinin her türlü meşgalelerden uzak sadece Allah ile birlikte olması için nefsini sorgulamalı ve ondan ahd ü peyman almalıdır. Böylece, elde etmiş olduğu manevî hale tekrar ulaşmaya çalışmalıdır. [761]
Üçüncüsü semâhat-ı nefistir. Bu, melekî gücün, lezzet talebi, intikam tutkusu, öfke, cimrilik, mal ve makam hırsı... gibi hayvani gücün telkinlerine aldırmaması, onun isteklerine boyun eğmemesi demektir. İnsanın, bu sayılan hallere uygun düşecek fiilleri işlemesi halinde, onların rengi nefsin cevherinde belli bir süre yer eder. Eğer nefis semâhatli ise, müptezel halleri kendisinden kolayca uzaklaştırır ve sanki o şeyler nefis üzerinde hiç etki etmemiş gibi olur. Tekrar Allah'ın rahmetine açık ve, şayet engeller olmasaydı nefislerin cibilliyetinin gerektirmiş olduğu nurlar deryasına dalmaya hazır olur.
Nefsin semâhatli olmaması halinde ise, o fiillerin renkleri, aynen mühürün mum üzerine şeklini verdiği gibi nefis üzerine siner, dünya hayatının müptezelliği ve kirleri ona yapışır; artık nefsin onlardan kurtulması kolay olmaz. Bedenden ayrıldığı zaman, işlediği hatalar, dört bir yanından kendisini kuşatır, kendisi ile nefislerin cibilliyetinin gerektirmiş olduğu nurlar arasına çok ve kalın perdeler iner. Sonuçta bu, eza görmesinin, ızdırap duymasının sebebi olur. [762]
Semahat, iki şehvetin yani karın ve cinsel organın arzuları karşısında gösterilmişse, iffet; lüks ve refah içerisinde yaşama arzusu karşısında gösterilmişse, ictihâd; tahammülsüzlük, feveran, ah u figan arzusu karşısında gösterilmişse, sabır; intikam tutkusu karşısında gösterilmişse, af; mal sevgisi karşısında gösterilmişse, sehâvet ve kanaat; şeriatın isteklerine muhalefet etme arzusu karşısında gösterilmişse, takva adını alır. Bütün bunlar, bir noktada müştereklik arzederler. O da, hepsinin aslının, nefsin, hayvanı gücün telkinlerine aldırmaması, onun isteklerine boyun eğmemesidir. Sûfîler buna, dünyevî ilişkileri kesmek, yahut beşerî zaaflardan arınmak (fena bulmak), ya da hürriyet gibi isimler verirler ve bu hasleti çeşitli adlarla anarlar.
Semahat vasfını kazanabilmek için yapılacak esas şey, yukarıda sayılan kötü duygulara kapılmaya sebep olabilecek mahallerden kaçınmaya çalışmak, kalbin hep Allah'ın zikriyle meşgul olmasını sağlamak, nefsin tecerrüd (soyutlanma) âlemine meylini sağlamaktır. Zeyd b. Hârise'nin (r.a.), "Benim yanımda, taşı da toprağı da aynıdır." sözünün anlamı budur. Bu hal, mükâşefe haline ulaşıncaya kadar devam eder. [763]
Bu öyle bir melekedir ki, ondan hem ev idaresiyle hem de ülke yönetimiyle ilgili elverişli, âdil nizamın ikamesi kolaylıkla sâdır olur. Aslı, öyle bir cibilliyet-i nefsâniyyedir ki, ondan küllî fikirler ile Allah ve melekler katında olan şeye uygun siyâsetler doğar. Şöyle ki: Allah Teâlâ, âlemde her şeyin yerli yerinde olmasını, kullarının işlerinin düzen içerisinde yürümesini, birbirlerine yardımcı olmalarını, birbirlerine zulüm etmemelerini, birbirleriyle kaynaşmalarını ve tek bir vücut gibi olmalarını, birinin başına gelecek bir musibeti, aynen bedenin bir organına gelen acı ve ızdırabı diğer organların paylaştığı gibi, hepsinin duymasını, çoğalmalarını, fasık-ların engellenmesini, âdil olanların yüceltilmesini, kötü davranışların ve geleneklerin ortadan silinmesini, her türlü hayırlı işin ve ilâhî kanunların aralarında yer edip yayılmasını murad etmiştir. Allah Teâlâ'nın, mahlukâtı ile ilgili olarak icmâlî bir kazası vardır ve her şey onun tafsilatı ve açıklamasıdır. Mukarreb melekleri, o küllî kazayı öğrenmişlerdir ve bunun sonucu olarak insanların ıslâhı için çalışanlara hayır dua, onları ifsad için çalışanlara da lanet eder olmuşlardır.
Şu âyetler bu manayı ifade etmektedir:
"Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi, kendilerini de yeryüzüne sahip ve hâkim (halife) kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (islâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.[764]
"Onlar ki, Allah'ın ahdini yerine getirirler, verdikleri sözü bozmazlar. Onlar, Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.[765]
"Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın, riayet edilmesini emrettiği şeyleri (bağlan) koparıp terkedenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lanet onlar içindir... [766]
Kim, bu ıslâh edici amelleri yaparsa, Allah'ın rahmeti, meleklerin duası onu her taraftan çepeçevre kuşatır ve orada güneş ve ay huzmeleri gibi, onu saran ince ışık haleleri oluşur. Bu, insanların ve meleklerin kalplerine, o kimseye iyilik yapmaları doğrultusunda ilhama dönüşür, gökte ve yerde hüsnü kabule mazhar olur. Tecerrüd (bedenden soyutlanma) âlemine intikal ettiği zaman, kendisini saran o haleleri hisseder, onlardan haz alır, bir genişlik ve kabul görür, kendisiyle melekler arasına bir kapı açılır. [767]
Kim de bozguncu, kötü amelleri işlerse, Allah'ın gazabı ve meleklerin laneti onu çepe çevre kuşatır. Etrafını gazab-ı ilâhîden doğan zulmet halkaları sarar. Bu, meleklerin ve insanların kalplerine, o kimseye kötü davranmaları şeklinde ilhama dönüşür, gökte ve yerde herkes ona karşı nefret ve Öfke duyar olur. Tecerrüd âlemine intikâl ettiğinde, etrafını saran o zulmet halkalarının kendisini ısırmakta olduğunu hisseder. Böylece nefsi ızdırap duyar, darlık ve nefret bulur; her tarafından çepeçevre sarılır. Bunun sonucunda da, olanca genişliğine rağmen yeryüzü kendisine dar gelir. [768]
Mal ve malı elde etmesi ve harcaması açısından ele alındığında "kifayet" diye isimlendirilir.
Ev idaresi (tedbîr-i menzil) açısından ele alındığında, "hürriyet" diye isimlendirilir.
Şehir/ülke yönetimi açısından ele alındığında, "siyâset" diye isimlendirilir.
İnsanların birbirleriyle ünsiyeti, bir arada yaşamaları ve kaynaşmaları açısından ele alındığında, "hüsn-ü muaşeret" diye isimlendirilir.
Adalet vasfının kazanılabilmesi için yapılacak temel şey, merhametli olmak, sevgiyle hareket etmek, ince kalpli olmak, katı kalplilikten uzak olmak, ayrıca küllî fikirlere boyun eğmek ve işlerin sonunu düşünmektir. [769]
Bu iki haslet arasında, bir yönden bağdaşmazlık ve çelişki vardır. Çünkü kalbin soyutlanmaya (tecerrüd) meyli ile, rahmet ve sevgiye (meveddet) boyun eğmesi, insanların çoğu hakkında özellikle de güçleri çatışmalı olanlarda bir arada bulunmaz. Bunun içindir ki ehlullahtan birçoğunun dünyadan el etek çektiklerini, uzlet hayatı yaşadıklarını, çoluk çocuktan ayn yaşadıklarını, insanlardan çok uzak bir hal aldıklarını görürüz. Halka gelince, onlar çoluk çocuğa karışırlar, meşgalelere kendilerini kaptırırlar. O derecede ki bu durum, onlara Allah'ı anmayı unutturur.
Peygamberler (s.a.), her iki maslahata birden riayet etmeyi emrederler. Bunun için de, bu iki haslet hakkında müşkil noktaların diğerlerinden ayrılması ve konunun iyice açık bir hale getirilmesi konusunda aşırı özen gösterirler. Şeriatlarda muteber olan ahlâk anlayışı[770] da işte budur. [771]
Sözü edilen huyların ve onların zıdlarının etkisini yapan bazı fiil ve davranışlar daha vardır. Bunlar da, insanı meleklerin ya da şeytanların mizaçlarına yaklaştırır, yahut nefsin bu iki gruptan biri tarafına olan meylinden kaynaklanır. Dolayısıyla bunlara yönelik emir ve yasaklar da bulunur. Bunlardan bazılarını daha önce zikretmiştik.
Şu hadislerde sözü edilen fiil ve davranışlar bu kabildendir:
"Şüphesiz şeytan, solu ile yer, solu ile içer.[772]
"Meleklerin saf oldukları gibi, saf tutamaz mısınız? [775]
Rasûlullah (s.a.), bu dört huyun elde edilebilmesini sağlayacak fiil ve davranışları emretmiştir. İhbât (teslimiyet) ve tazarru halinin devamını sağlamak için zikirler emretmiş, sabır ve infâkta bulunmayı emretmiş, lezzetleri alt üst eden ölümün ve âhiretin çokça hatırlanmasını teşvik etmiş, dünyayı insanların gözünden düşürücü açıklamalar yapmış, Allah'ın celâli ve kudretinin azameti üzerinde düşünmelerini teşvik etmiş, böylece semahat sahibi olmalarını amaçlamıştır. Adalet vasfına sahip olabilmeleri için, hasta ziyaretini, iyilik yapmayı, akraba haklarını, selâmı yaymayı, hadleri yerine getirmeyi, iyiliği emredip, kötülüğe karşı durmayı emretmiştir. Bu fiil ve davranışları son derece açık olarak beyan etmiştir.
Bize ve tüm müslümanlara yaptığına karşılık, Allah Teâlâ bu şerefli peygamberi en güzel karşılıkla mükâfatlandırsın!
Eğer bu esaslar anlaşüdıysa, artık konuyla ilgili bazı ayrıntılara geçebiliriz.
Allah'u a'lem! [776]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir topluluk, Allah'ı zikretmek için oturduklarında, mutlaka melekler onları sarar ve her taraflarını rahmet bürür.[777]
Hiç şüphe yoktur ki müslümanların, şevkle Allah'ı zikir ederek toplanmış olmaları, ilâhî rahmeti harekete geçirir ve üzerlerine sekînet iner, melekleri onlara yakın kılar.
Bir hadiste de Rasûlullah (s.a.), "Müferridler öne geçti." başka bir rivayette, "Müferridlere ne mutlu!" buyurmuş, "Kimdir onlar?" diye sorulduğunda da, "Allah'ın zikrine düşkün olanlar." diye cevap vermiştir. [778]
Hadiste sözü edilen müferridler, sâbikûndan bir gruptur. Bu şekilde isimlendirilmelerinin sebebi, zikrin, üzerlerindeki günah yüklerini hafifletmesidir. [779]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ben, kulumun bana olan zannı üzereyim. Beni zikrettiği zaman da, ben onunla beraberim. O beni gönülden zikrederse, onu gönlümden zikrederim. Toplum arasında zikrederse, onu o toplumdan daha hayırlı bir toplum arasında zikrederim... [780]
Kul için rahmetin inmesini sağlayan şey, huylarının ve bilgilerinin neşet ettiği cibilliyeti ve nefsinin kazanmış olduğu hey'âttır. Nice kullar vardır ki, semahatli bir huya sahiptir; Rabbi hakkında iyi zannı vardır; O'nun, günahlarını bağışlayacağına, ufak tefek şeyler yüzünden kendisini sorgulamayacağına, kendisine müsamahalı davranacağına inanır. Onun bu umudu, nefsinden hataların uzaklaştırılmasına ve dolayısıyla affına sebep olur.
Nice kullar da vardır ki, cimri bir huya sahiptirler; Rableri hakkında iyi zan beslemezler, O'nun, zerre kadar şeylerden bile hesaba çekeceğine, kendilerine kılı kırk yararcasına muamele edeceğine, günahlarım görmemezlikten gelmeyeceğine inanırlar. Bu inanç, ölümünden sonra, nefsin yakasını bırakmayan ve onu dört bir tarafından kuşatan dünyevî hey'âta nisbetle en şiddetli olanıdır. Bu fark, etkisini sadece Hazîre-i kuds'te hükmü henüz kesinlik kazanmamış şeyler hakkında gösterir. Büyük günahlara (kebâir) ve o ayarda olanlara gelince, onda ancak icmâlî olarak zahir olur.
"Beni zikrettiği zaman da, ben onunla beraberim." buyruğu, kabul beraberliğine ve zikrin Hazîre-i kuds'te önemli bir yeri olduğuna işaret eder. [781]
Eğer kul, Allah'ı içinden zikreder, O'nun nimetleri üzerinde düşünme yolunu tutarsa, bunun mükâfaatı, Allah Teâlâ'nın yolu üzerindeki perdeleri kaldırması ve böylece Hazire-i kuds'te kâim olan tecellîye ulaşmasıdır. [782]
Eğer kul, Allah'ı toplum içerisinde zikreder ve bununla Allah'ın dinini yaymak ve yüceltmek isterse, o takdirde bunun karşılığı, Allah Teâlâ'nın, onun sevgisini Mele-i a'lâ sakinlerinin kalbine ilham etmesi ve onların da ona hayır duada bulunmaları, üzerine bereketler indirmeleri, sonra yeryüzü sakinlerine, o kimseyi hüsnü kabulle karşılamalarının ilham edilmesidir. Nice ârif-i bil-lah vardır ki, marifetullaha ulaşmış, fakat yeryüzünde kabul görmemiş, Mele-i a'lâ'da ismi anılmamıştır. Nice Allah'ın dinine yardım edenler de vardır ki, yeryüzünde büyük bir hüsnü kabule, büyük bereketlere mazhar olmuştur; fakat kendisi için perdeler kaldırılmamıştır. [783]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor: Her kim bir hayırla gelirse, ona bu hayrın on katı vardır. Fazla da veririm. Ve her kim bir kötülükle gelirse, kötülüğün cezası kötülüğün dengidir. Yahut af da ederim. Bana kim bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırını; bana kim bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Her kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim. Ve her kim bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla yeryüzü dolusu günahla gelirse, ben kendisini o günah kadar mağfiretle karşılarım.[784]
İnsan ölüp, dünyadan el etek çektiği, hayvanı gücü zayıflayıp devreden çıktığı, melekî gücün nurları parladığı zaman, işlemiş olduğu az hayır, çok olur. Arazî olan şey, zat ile kâim olan şeye nis-betle zayıftır. Tedbîr-i ilâhî, hayrın yayılması esası üzerine kuruludur. [785]
Hayır, varlık âlemine daha yakın; şer ise ondan daha incedir. "Allah Teâlâ'nın yüz rahmeti vardır, onlardan sadece bir tanesini yeryüzüne indirmiştir. [786]hadisi bunu ifade eder. Rasûlullah (s.a.), bunu karış, arşın, kulaç, yürüme, koşma benzetmesiyle açıklamıştır. Âhiret hayatı için, ceberut âlemine teveccüh etmek, oraya doğru yönelmekten daha faydalı hiçbir şey yoktur. Hadisin, "Ve her kim bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla yeryüzü dolusu günahla gelirse, ben kendisini o günah kadar mağfiretle karşıla[787]kısmı ile, "Kulum bir günah işledi ve bildi ki, kendisinin günahı affeden ve günahtan dolayı muaheze eden bir Rabbi vardır. [788]hadisi bu manayı ortaya koymaktadır. [789]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâtâ buyuruyor ki: Kim benim bir velî kuluma düşmanlık ederse, ben o kimseye harp ilan ederim. Kulum, farz kıldığım ibadetlerden daha sevgili bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle de bana yaklaşmaya devam eder ve nihayet ben onu severim. Onu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden (bir şey) isterse ona veririm ve bana sığınırsa onu korurum. Yapmakta olduğum hiçbir şeyde, mü'min kulumun ruhunu almak konusunda tereddüt ettiğim gibi tereddüt etmedim. O ölümden hoşlanmaz, ben de ona kötülük etmekten hoşlanmam, ancak bu da mutlaka olacaktır.[790]
Allah Teâlâ, bir kulunu sevdiği zaman, muhabbeti Mele-i a'lâ'ya iner, sonra yeryüzünde onun için hüsnü kabul konulur. Birileri bu ilâhî nizama karşı çıkar ve o sevgili kula düşmanlık eder, Allah'ın düzeninin reddine, o kulun halini engellemeye çalışırsa, Allah Teâlâ'nın bu sevgili kulu hakkındaki rahmeti, o düşmanlık eden hakkında lanete, rızası onun hakkında gazaba dönüşür.
Hak Teâlâ, bir şeriat göndermek ve din ikâme etmek suretiyle kullarına yaklaştığı zaman, bu şeriatın içeriği (belirlenmiş davranış kalıpları, sünnetler ve şer'î hükümler) Hazîre-i kuds'te yazıldığı zaman, bu davranış kalıpları ve hükümler, Allah'ın rahmetini en iyi celbeden, O'nun rızasına en uygun düşen fiiller halini alırlar. Artık bunun azı çok olur. Kul, farzlara ziyade olarak nafilelerle Allah Teâlâ'ya yaklaşmaya devam eder, öyle bir hal alır ki artık Allah onu sever, rahmeti onu bürür. İşte o anda onun organları bir nur-ı ilâhînin teyidine mazhar olur; kul, nefsi, ailesi, malı hakkında berekete erer, duaları kabul olur, serden korunur, yardım görür. Bu yakınlığa biz, "amel yakınlığı" demekteyiz.
Hadisteki tereddüt, kula gösterilen inayet-i ilâhîlerin çatışmasından kinayedir. Çünkü Hak Teâlâ'nın, her nizama ait nev'î ve şahsî olmak üzere bir inayeti vardır. İnsan bedenine olan inayeti, onun ölümüne, hastalanmasına ve sıkıntılı haller almasına hükmetmeyi gerektirir. Onun sevgili nefsine yönelik inayeti ise, her yönden onun üzerine ferah ve surur indirmesini, her türlü kötülüklerden onu korumasını gerektirir. [791]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Size amellerinizin en hayırlısını, Melik'İniz katında en temizini (makbulünü), dereceleriniz bakımından en yükseğini bildir-meyeyim mi?! O, sizin için altın ve gümüş infakından daha hayırlıdır, düşmanla karşılaşmanızdan ve onlarla vuruşup sonunda onların boyunlarını vurmanızdan, yahut da onların sizin boyunlarınızı vurmasından daha hayırlıdır." Oradakiler, "Evet," dediler. Rasûlullah (s.a.): "Zikrullahtır." buyurdu.[792]
En üstünlük derecesi, bakış açısına göre değişir. Nefsin ceberut âlemine teveccühü açısından bakıldığında, zikirden daha üstün amel olmaz. Özellikle de, riyazete ihtiyaç göstermeyen pâk nefisler Öyledir; onlar sadece teveccühün devamına muhtaçtır. [793]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, bir yere oturur ve orada Allah'ı zikretmezse, bu kendisine Allah'tan bir hasret ve nedamet olur. Kim bir yere yatar ve orada Allah'ı zikretmezse, bu kendisine Allah'tan bir hasret ve nedamet olur. [794]
"Herhangi bir topluluk, bir meclisten Allah'ı zikretmeden kalkarlarsa, mutlaka sanki eşek iaşesinden kalkmış gibi olurlar ve bu, onlar üzerine hasret ve nedamete dönüşür. [795]
"Allah'ı zikretmeden, fazla konuşmayın; çünkü Allah zikredilmeden yapılan çok konuşma kalp için kasvettir ve insanların Allah'tan en uzak olanı da kalbi kasvetli olandır. [796]
Kim, zikrin tadını alır, Allah'ı zikretmek suretiyle nasıl kalp huzuruna ulaşıldığını, o anda kalbinden perdelerin nasıl kaldırıldığını anlarsa, o Allah Teâlâ'yı sanki başgözüyle görüyormuş gibi olur.
Aksine kim de dünyaya yönelir, çoluk çocuğa, mala mülke karışır, Allah'ı unutursa, o kişi de bulduklarını sanki yitirmiş gibi kalır, kendisiyle kalbi arası perdelenir. Bu haslet onu ateşe ve her türlü şerre götürür. Bunlar ise, o kimse için hasret ve nedamettir.
Hasret ve nedametler katmerleştiği zaman, artık kurtuluş ümidi kalmaz.
Rasûlullah (s.a.), söz konusu her hasret ve nedameti en iyi şekilde ortadan kaldıracak bir ilaç koymuştur. Bunu, her hale uygun düşecek ve gaflet zehirine panzehir etkisi yapacak bir zikir koymak suretiyle yapmıştır. Rasûlullah (s.a.), bu zikirlerin faydalarına dikkat çekmiş, bunlar yapılmadığı zaman onların yerini hasret ve nedametlerin dolduracağını beyan buyurmuştur. [797]
Bil ki: Zikir olmak üzere okunacak lâfızların belirlenmesine ihtiyaç vardır. Aksi takdirde herkes kendi güdük aklıyla zikirler icad edecek, Allah'ın isim ve sıfatları hakkında ilhâda (ifrat ya da tefrite) düşecektir. Yahut makama, lâyık olduğu değeri veremeyecektir.
Rasûlullah'ın (s.a.) bu konuda belirlemiş olduğu zikirlerin esasını on sözcük oluşturur. Bunların her birinde, diğerinde olmayan sırlar vardır. Bunun için Rasûlullah (s.a.), her yerde, bu zikirlerden birkaçının bir arada yapılmasını sünnet kılmıştır.
Sonra tek bir zikir üzerinde durmak, mükelleflerin büyük çoğunluğuna nisbetle, onun dilde bir laklaka halini almasına sebep olur. Bir zikirden diğerine intikâl etmek ise, nefsi uyarır, uykuyu giderir. [798]
Bu zikirler şunlardır: [799]
Bunun hakikati, Allah Teâlâ'nın her türlü pisliklerden, noksanlıklardan ve ayıplardan tenzih edilmesidir. [800]
Bunun hakikati, her türlü kemâl hallerinin, kusursuzluk sıfatlannın Allah Teâlâ'ya nisbet edilmesidir.
Bu iki zikir, tek bir cümlede toplandığı zaman, insanın Rabbi-ni tanıdığının en açık ifadesi olur. Çünkü insan Rabbini, ancak ona bir zât isbatı ve o zâtın da, biz mahlukâtta görülen her türlü noksanlıklardan tenzihi, bizce kemâl kabul edilen her türlü sıfatın da onun için isbatı şeklinde tanıyabilir. Bu zikrin suretinin amel defterinde iyice yer etmesi halinde, onun tamlığına hükmedildiği an Rab Teâlâ hakkındaki bilgi orada tam ve kâmil olarak ortaya çıkar. Bunun üzerine büyük bir yakınlık kapısı açılır. Rasûlullah (s.a.) şu hadislerinde işte bu manaya işaret etmektedir:
"Teşbih, mizanın (terazi) yarısıdır, el-Hamdu lillah onu doldurur.[801]
Bunun içindir ki "Sübhânallahi ve bihamdikî" dile hafif, fakat terazide ağır, Rahmân'a sevimli bir zikir olmuştur. [802]Kim onu söylerse, onun için (cennette) bir hurma ağacı dikilir. [803] Onu yüz defa diyen hakkında da, günahlarının deniz köpüğü kadar dahi olsa kendisinden döküleceği hadislerde yer almıştır. Kıyamet günü, bu zikri söyleyenden daha üstün bir şey hiç kimse getiremeyecektir. Ancak bir kimse, onun benzerini veya daha fazlasını söylemişse o başka. Bu, Allah'ın melekler için seçmiş olduğu en üstün zikirdir.
Rasûlullah'ın (s.a.), "Cennete ilk çağırılanlar, bollukta ve darlıkta Allah'a hamdedenler olacaktır." sözünün sırrına gelince, onların bu yaptıkları sübûtîdir; sübûtî kuvvelerden kaynaklanmıştır. Böylesi kimseler, cennet nimetlerinden nasiplenmeye herkesten daha lâyıktır.
Rasûlullah'ın (s.a.), "En üstün dua, el-Hamdu lillah'dır." buyruğunun sırrı ise şudur: Dua, ileride de belirteceğimiz gibi iki kısımdır. el-Hamdu lillah, her iki kısmını da ifade etmektedir. Çünkü şükür, nimeti artırır. Hem el-Hamdu lillah, Allah Teâlâ hakkında sübûtî marifet ifade eder.
Rasûlullah'ın (s.a.), "el-Hamdu lillah, şükrün başıdır." hadisinin sırrı ise şudur. Şükür, dil ile, kalp ile ve organlarla yapılır. Dil ile yapılan, diğer ikisinden daha açıktır. [804]
Lâ ilahe illallah'ın bir çok bâtın anlamı vardır. Birincisi, cehrî şirkin reddi; ikincisi, hafi şirkin reddi; üçüncüsü, marifetullaha engel olan perdelerin reddidir. Rasûlullah'ın (s.a.), "Lâ ilahe illallah ile Allah arasında perde yoktur; O'na ulaşır,[805] hadisi buna işaret olmaktadır.
Hz. Musa, Lâ ilahe illallah'in bâtın manalarından ilk ikisini biliyor, onun, Allah'ın Özel olarak kendisine tahsis ettiği zikir olabileceğini düşünmüyordu. Allah Teâlâ, ona işin hakikatini vahyet-ti ve ona, Lâ ilahe illallah'm, Allah Teâlâ'dan başka her şeyi ve tercihlerini gözünün önünden uzaklaştırıcı etkisi olduğunu, başka bütün zikirler bir kefeye konulsa, bu da diğer kefeye konulsa, Lâ ilahe illallah'ın olduğu kefenin daha ağır basacağım, diğerlerinin onun yanında önemsiz kalacağını bildirdi.
Tehlîl, nefyi ve isbatı[806] içine alır ve şu sözcüklerden oluşur:
"Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerike leh, lehû'l-mülku ve lehû'l-hamdu ve huve alâ külli şey'in kadir."
Manası: Tek olan Allah'tan başka tanrı yoktur. O'nun şeriki yoktur. Mülk ancak O'na aittir, hamd ancak O'na mahsustur. O, her şeye kadirdir.
Tehlilin fazileti hakkında Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse günde yüz defa 'Lâ ilahe illallahu vahdehû tâ şerike leh, lehû'l-mülku ve lehü'l-hamdu ve huve alâ külli şey'in kadir' derse, o kimse için on köle dengi sevap olur, kendisine yüz hasene yazılır, yüz günahı silinir. Bu onun için, o gün akşamla-yıncaya kadar şeytandan mahfaza olur. [807]
Bu üstünlük, tehlîlin sübutî ve selbî marifeti içeriyor olmasındandır. Selbî marifet, günahların silinmesinde etkindir. Sübûtî marifet ise, hasenatın meydana gelmesinde ve sevapların temessülünde etkindir. [808]
Bu, Allah'ın azamet, kudret ve saltanatının ilân edilmesidir. Allah hakkında sübûtî marifete işarettir. Bunun için faziletinden bahsedilirken, onun göğü ve yeri doldurduğu beyan edilmiştir.
Buraya kadar sayılan dört zikir, en üstün olan ve Allah'a en sevimli gelen zikirlerdir. Bu zikirler yapıldıkça, her biri karşılığında cennette bir fidan dikilir. [809]
Rasûlullah (s.a.), eşi Cüveyriye'nin (r.a.) yanından ayrılırken o namaz kılıyormuş, tekrar döndüğünde hâlâ namaz kılmaktay-mış. Ona: "Hâlâ şu namazlığında mısın?" demiş, o da, "Evet," deyince şöyle buyurmuş:
"Senden sonra ben dört kelimeyi üç defa söyledim, eğer senin söylediklerinle tartılacak olsa, onlar ağır gelirdi; Sübhânallahi ve bi hamdihî adede halkıhî ve rıdâ nefsihî ve zinete arşihî ve midâde kelimâtihî.[810]
Manası: Mahlukâtı sayısınca, kendisinin rızasmca, arşının ağırlığınca, kelimelerinin yettiği yere kadar Allah'ı teşbih eder, O'na hamd ederim.
Bu hadisin sırrı şudur: Amel, deftere yazılıp orada yer edince, onun açılması ve genişlemesi, o kelimenin manasına göre olur. Eğer kelime, "mahlukâtı sayısınca" gibi bir kelime ise, onun açılımı da öyle olur.
Bil ki: Kimin en çok meyli, nefsin, zikrin manasının rengini alması doğrultusunda ise, onun hakkında münasip olanı, zikrin çokça yapılmasıdır. Kimin de en çok meyli, amelin suretinin sahi-fede korunması ve ceza gününde ortaya çıkması doğrultusunda ise, onun için en faydalı olanı da, zikirler arasında nitelik bakımından diğerlerine üstün olan bir zikrin seçilmesidir.
Burada birileri kalkarak, madem ki, bu kelimeleri üç defa söylemek, diğer zikirlerden efdaldir, bu durumda çok zikir yaparak, tüm zamanları zikir ederek geçirmek boşunadır, şeklinde bir itirazda bulunamaz. Çünkü üstünlük bakış açısına göre değişir. Rasûlullah (s.a.), bu hadisi Cüveyriye'yi (r.a.) en kolay amele irşad buyurmak için söylemiş ve onu açık bir şekilde buna teşvik etmiştir.
Rasûlullah'ın (s.a.), sünneti üzere zikre, tehlîl ile birlikte Allahu ekber ve daha başka lâfızları eklemesinin sırrı, nefsin zikre karşı uyarılmasını sağlamak, tek bir kelimenin dilde laklaka halini almasına imkân vermemektir. [811]
Bedeni ve nefsi için yararlı olan şeyleri istemesi. Huyunun güzelleştirilmesini, üzerine sekine inmesini, yahut evinin, malının, makamının idaresi açısından kendisi için hayırlı olan şeyleri istemesi; aynı şekilde kendisi için zararlı olacak şeylerden Allah'a sığınması.
Bunun sırrı, Hakk'ın âlemdeki tesirinin müşâhade edilmesi, her türlü güç ve kudretin O'ndan başkasında bulunmadığının ilân edilmesidir. [812]
Konuyla ilgili Rasûlullah'm (s.a.) en kapsamlı dualarından biri şudur:
"Allahım! Benim için her işimin başı olan ve ebedî kurtuluşa ermemi sağlayacak olan dinimi ıslah eyle. Benim için, içinde yaşamakta olduğum dünyamı ıslah eyle. Benim için varacağım yer olan ahiretimi ıslâh eyle. Hayatı, benim için her hayrın artmasına vesile kıl. Ölümü de, her kötülükten rahatlama vesilesi kıl. Allah'ım! Ben senden hidâyet, takva, iffet ve gönül zenginliği dilerım.[813]
Hz. Ali'ye (r.a.) şöyle demiştir:
"Allahım! Bana hidayet ver! Beni doğruya'1 Muvaffak kıl, de! Hidayet ile seni doğru yola ilettiğini, doğrulukla da oku doğrulttuğunu hatırla! [814]
"Allahım! Beni bağışla, bana acı, beni doğru yola ilet, bana âfîyet ver, beni rızıklandır. Allahım!
Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver, âhirette iyilik ver, bizi ateş azabından koru.
Rabbim, bana yardımcı ol, aleyhime yar olma, bana nusretini esirgeme, düşmanlarıma yardım etme, bana kurulan hileleri boşa Çıkar, aleyhime tuzak kurdurma, beni doğru yola ilet, doğru yolda ilerlemeyi bana kolaylaştır. Bana karşı taşkınlık edenlere karşı bana yardım eyle!"
"Rabbim, beni şükredenlerden, seni zikredenlerden, senden korkanlardan, sana itaat edenlerden, sana huşu duyanlardan, sana yönelip tevbe edenlerden kıl!"
"Rabbim! Tevbemi kabul buyur, günahlarımı yıka, dualarıma icabet eyle, hüccetimi güçlü ve açık kıl, lisânımı doğrult, kalbimi doğruya ilet, gönlümdeki her türlü kini çıkar at!"
"Allahım! Beni sevginle, sevgisi senin katında bana fayda verecek kimselerin sevgisiyle rızıklandır.
Allahım! Sevdiğim şeylerden bana rızık olarak verdiklerini, senin sevgini kazanmak için güç kıl! Allahım! Sevdiğim şeylerden elimden aldıklarını, senin sevdiğin şeylerle uğraşabilmem için fırsat kıl!"
"Allahım! Korkundan, bizimle günahlarımız arasına geçecek bir pay kıl, tâatinden bizi cennete götürecek kadarını lütfet, dünya musibetlerini bize hafif kılacak kadar yakın ver. Bizi yaşattığın sürece kulaklarımızdan, gözlerimizden yararlandır, ömrümüz boyunca onları bizden alma. Öc ve kinimizi, sadece bize haksızlık edenler üzerine kıl ve bize zulmedenlere karşı bize yardım eyle. Musibetimizi, dinimiz konusunda eyleme. Dünyayı en büyük meşgale ve kaygımız, ilmimizin ulaştığı son nokta kılma! Bize acımayacak olanları üzerimize musallat eyleme!"
Rasûlullah (s.a.), istiâze hakkında en kapsamlı dua olarak şunu öğretmiştir:
"Allahım! Altından kalkılmaz belâ ve musibetlerden, bahtsızlıktan, kötü yazgıdan, düşmanları sevindirecek duruma düşmekten sana sığınırım."
'Allahım! Şüphesiz ben üzüntü ve tasadan, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, borç yükünden, düşmanların galip gelmesinden sana sığınırım!
Allahım! Ben, tembellikten, yaşlılıktan, ağır yük altına girmekten, günaha düşmekten sana sığınırım!
Allahım! Şüphesiz ben, cehennem azabından, cehennem fitnesinden, kabir fitnesinden, kabir azabından, zenginlik fitnesinin şerrinden, fakirlik fitnesinin şerrinden, Mesîh-Deccâl fitnesinin şerrinden sana sığınırım."
"Allahım! Benim günahlarımı kar ve dolu suyu ile yıka! Kalbimi, beyaz elbisenin kirden paklandığı gibi, her türlü kötülüklerden arındır. Benimle günahlarım arasını, doğu ile batı arasını [ uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır."
"Allahım! Nefsime takvasını ver ve onu arındır. Onu arındıracak ancak sensin. Onun velisi ve mevlâsı (efendisi) sensin."
"Fayda vermeyen ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan sana sığınırım."
"Allahım! Nimetinin zeval bulmasından, afiyetinin değişmesinden, gazabının ansızın yakalamasından ve tüm hışmına uğramaktan sana sığınırım."
"Allahım! Fakirlikten, azlıktan, zilletten sana sığınırım. Zulüm etmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım." [815]
Bu kabilden zikirlere şunu örnek verebiliriz:
"Allahım, sana secde ettim, sana iman ettim ve sana teslim oldum. Yüzüm, yaratanına, kendisine şekil verene, kulağını, gözünü açana secde etti. En güzel yaratıcının şanı ne yücedir!" [816]
Bil ki: Rasûlullah'ın (s.a.) bizden yapmamızı istediği dualar iki kısımdır:
i. Fikri kuvvelerin, Allah'ın azamet ve celâlini düşünmek suretiyle doldurulmasını, yahut huşu ve teslimiyet halinin oluşmasını amaçlayan dualar. Dilin, bu hale uygun düşecek ifadeleri söylemesi, nefsin o hale karşı uyarılması ve ona doğru yönelmesini sağlamada çok etkili olur.
ii. Dünya ve âhiret hayrının istenmesini, onların şerlerinden de Allah'a sığınılmasını amaçlayan dualar.
Nefsin himmeti ve bir şeyi istemeye iyice azmetmesi, ilâhî cömertlik kapısını çalar. Bu aynen, sonucun ortaya çıkması için, delilin öncüllerinin hazırlanması gibidir. Kalbi tedirgin eden ihtiyaç, onu münâcata yöneltir ve Allah'ın celâl ve azametini, gözlerinin önünde hazır kılar, himmetini O'na yöneltir. İşte bu hal, ihsan mertebesi sahiplerince (dua etmek için) bir ganimettir. [817]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İbadet, dua demektir.[818]
Çünkü ibadetin aslı, tazîm üzere huzurda istiğrak halidir. Her iki kısmıyla dua, bu esası ortaya koyacak yeterliliktedir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"En üstün ibadet, çıkış yolu beklemektir.[819]
Çünkü, himmetin rahmetin indirilmesi için yılmadan usanmadan asılması, ibadetten daha etkin tesir eder. [820]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kul bir duada bulunduğunda, Allah Teâlâ, behemehal ya onun istediğini verir, ya da ondan dengi bir kötülüğü uzaklaştırır; (asla karşılıksız bırakmaz). [821]
Bir şeyin âlem-i misâlden dünyaya inmesinin tabiî yolları vardır ve hariçte bir engel bulunmadığı takdirde o yoldan iner. Sebeplerin birbirine asılması (tezâhümü) halinde ise tabiî olmayan bir yol vardır ve o yoldan iner. Rahmetin, istenilenin verilmesi yerine, dengi bir kötülüğün uzaklaştırılması, yahut dua edenin huzursuzluğunun giderilmesi ve kalbine sürür ilham edilmesi, yahut bedenine gelecek musibetin malına kaydırılması ve benzeri şekillerde tecelli etmesi, tabiî olmayan yolun tezahür şekillerinden olmaktadır. [822]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz dua ettiği zaman, 'Allahım! Dilersen beni affet! Dilersen bana merhamet et! Dilersen beni rızıklandır!' demesin. Duada kararlılık göstersin! Çünkü Allah dilediğini yapandır. O'nu zorlayacak yoktur. [823]
Bunun sim şudur: Duanın özü ve sırrı, meleklere benzer bir hal alarak, ceberut âlemine teveccühte bulunarak, bir şeye karşı arzu duymaktır. Şüphe içeren bir istek, azimeti dağıtır, himmeti gevşetir.
Küllî maslahata uygunluğa gelince, o her zaman için hasıldır; çünkü sebeplerden herhangi bir sebep, Allah Teâlâ'yı onu gözetmekten engelleyemez. Hadisin, "Çünkü Allah dilediğini yapan-dır.O'nu zorlayacak yoktur." kısmı, bu manayı ifade eder. [824]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kazayı (kaderi) ancak dua çevirir.[825]
Burada kazadan maksat, misâl âleminde yaratılmış olan surettir ki bu, kevn alemindeki olayın varlık sebebi olmaktadır. Bu manada kaza, diğer mahlûkât mesabesindedir; dolayısıyla mahv ve isbatı kabul eder.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz dua, inmiş ve henüz inmemiş şeylere karşı fayda verir. [826]
Dua, eğer henüz kevn âlemine inmemiş bir şeye karşı durursa, o şey yok olur ve yeryüzünde olayın meydana gelmesi için sebep olmaktan çıkar. Eğer inmiş olayı karşılarsa, o takdirde de Allah'ın rahmetinin, onun acı ve ızdıraplarım hafifletme, huzursuzluğunu giderme şeklinde tecellî etmesini sağlar. [827]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kimi, sıkıntı anlarında Allah'ın duasını kabul etmesi sevin-dirirse, o bolluk anında çokça dua etsin! [828]
Çünkü dua, ancak arzusunu ısrarla ortaya koyan, azmini toplayan ve başına gelecek musibetler henüz gelmeden önce bu doğrultuda nefsini eğiten kişiden kabul edilir.
Ellerin kaldırılması ve onların dua bitiminde yüze sürülmesi ise, arzunun dışa vuran şeklidir, hey'et-i nefsâniyye ile ona uygun düşecek beden halinin birbirini desteklemesi, nefsin niyaz haline karşı uyarılmasıdır. [829]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kimin için bir dua kapısı açılırsa, onun için rahmet kapıları açılmıştır.[830]
Bir kimse, nasıl dua edileceğini bilir, kalbinin derinliklerinden gelen büyük bir arzu ile niyazda bulunur, icabetin hangi surette tezahür edeceğini bilir ve kendini huzurda hissederek sürekli dua eder ve nefsini bu hale alıştırırsa, onun için dünyada iken bir rahmet kapısı açılır ve her sıkıntıdan dolayı yardım görür. Ölüp, hataları her bir tarafını kuşatıp, dünyevî hey'âta ait bir perde tarafından büründüğü zaman, daha önceden alışık olduğu gibi halisane Allah'a teveccüh eder ve hemen duası kabul edilir; içinde bulunduğu halden tereyağından kıl çekilir gibi kolayca tertemiz sıyrılır çıkar. [831]
Bil ki: Kabul olunmaya en lâyık dualar, ilâhî rahmetin inmesini gerektirecek bir anda yapılanıdır. Bu da aşağıdaki şekil ve zamanlarda olur:
i. İnsan nefsi için kemâl sayılacak bir zamanda yapılması; namazların hemen akabinde yapılan dualar, oruçlunun iftar eder-kenki duası böyledir.
ii. Dua sırasında Allah'ın cömertliğini harekete geçirecek bir ortamın bulunması; Arafat'ta yapılan dua böyledir.
iii. Duanın âlemin nizamına yönelik inayetullaha uygunluk arzetmesi; mazlumun duası gibi. Çünkü Allah Teâlâ'nın, kâinat düzeninin yürümesi için zâlimlerden mazlumların Öcünün alınması doğrultusunda bir inayeti vardır. Mazlumun duası, işte bu inayete uygun düşer. "Mazlumun duası ile, Allah arasında bir perde yoktur. [832]hadisi de bu manadadır.
iv. Dünya hayatının rahatlığından uzak olunması. Bu durumda o kişi hakkındaki Allah'ın rahmeti bir başka surete dönüşmüş olur. Hastanın ve musibete duçar olanın duası gibi.
v. Duanın ihlâs ile yapılması: Kişinin mü'min kardeşine gıyabî hayır duada bulunması, babanın çocuğuna hayır dua etmesi gibi.
vi. Ruhâniyetin yayıldığı ve ilâhî rahmetin sarktığı anda yapılması: Kadir gecesinde ve cuma günü müstecâb saatte yapılan dualar gibi.
vii. Meleklerin hazır bulundukları mekanlarda yapılması: Mekke'deki kutsal yerlerde yapılan dualar gibi.
viii. Girildiğinde, nefsin huşu ve tazarru haline geçmesini sağlayacak mekanlarda yapılması: Peygamberlere (s.a.) ait makamlarda yapılan dualar gibi.
Bu anlattıklarımız dikkate alındığında Rasûlullah'ın (s.a.), "Kul, günah ve sıla-yı rahmi kesecek bir duada bulunmayıp, acele etmedikçe duası kabul edilir.[833] hadisinin sırrı anlaşılacaktır. [834]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her peygamberin kabul edilen bir duası vardır ve her peygamber duasını evvelce yapmıştır. Fakat ben, duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için sakladım. İnşallah ümmetimden Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölenlere nasip olacaktır. [835]
Aslında peygamberlerin, kabul edilmiş duaları pek çoktur. Keza bizim peygamberimizin fs.a.) de nice duası kabul edilmiştir. Ancak her peygamberin öyle bir duası vardır ki, o peygamberliğinin temeli olan rahmetten doğar. Ümmet, eğer iman ederlerse, o dua haklarında bereketlere dönüşür ve peygamberlerinin kalbine, onlar hakkında hayır duada bulunması arzusu doğar. Aksine iman etmezler ve peygamberinden yüz çevirirlerse, onlar aleyhine lanetlere dönüşür ve peygamberin kalbine, onlara beddua etme gereği doğar.
Bizim peygamberimiz, en büyük gönderiliş amacının, insanlar için şefaatçi olması, mahşer gününde hususî bir rahmetin inmesine vasıta olması olduğunu anlamış ve bunun için de peygamberliğinin temeli olan rahmetten kaynaklanan en büyük duasını o gün için saklamıştır. [836]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allahım! Ben senden ahd ü peyman (söz) alıyorum. Elbette sen, bu ahdi bana bozmazsın. Ben ancak bir beşerim. Dolayısıyla mü'minlerden hangisine eziyet eder, söver, lanet eyler, döversem; bunu, onun için namaz, zekât ve kıyamet gününde onu kendisiyle sana yaklaştıracağın bir ibadet kıl.[837]
Rasûlullah (s.a.), ümmetine olan merhamet ve şefkati, onların üzerine titremesi sonucunda, onlar hakkında önceden Allah'tan ahd ü peyman almış, Hazîre-i kuds'te himmetinin temessül etmesini ve ilelebet ahkâmım icra etmesini sağlamıştır. Bu, kavmi hakkında açık himmetin değil de kapalı olan zımnî himmetin dikkate alınmasıdır. Şöyle ki: Rasûlullah'ın (s.a.), müsîümanların yüceltilmesi, dosdoğru olmaları, kendilerinden eğriliklerinin giderilmesi için yaptığı her türlü sözlü ya da fiilî tasarrufları, dinin ikamesi demektir ve Allah Teâlâ, ümmet için o tasarruflardan razı olacaktır. Küfür üzere ölmelerine hükmedilmişlere karşı şiddet göstermesi ise, Allah Teâlâ'nın onlar hakkındaki gazabına uygun olmaktadır. Bu durumda, her ne kadar suret tek ve aynı ise de hareket noktasının farklı olması hasebiyle, kâfirlere karşı olan davranışıyla, mü'minlere karşı olan (dövmek, lanet etmek gibi) aynı türden olan davranışları, mahiyet itibariyle farklılık arzeder. [838]
Rasûlullah'ın (s.a.) öğrettiği belli başlı zikirlerden biri de tevekküle dairdir. Tevekkülün esası, nefsin tam bir itimatla ve her şeyin tedvirinin elinde olduğu inancıyla Allah Teâlâ'ya teveccüh etmesi, insanların elinde bir şeyin olmadığını görmesidir. "O, kullarının üstünde yegane kudret ve tasarruf sahibidir; size koruyucular gönderir. [839] âyetinin ifade ettiği anlam budur.
Rasûlullah (s.a.), tevekkül için bazı zikirler belirlemiştir: Bunlardan bazıları şunlardır;
1."Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'laliyyi'lazîm."
Manası: Ulu ve yüce Allah'ın izni ve yardımı olmadıkça, ne bir faydayı elde etmeye ne de bir zararı uzaklaştırmaya hiçbir güç ve kuvvet yoktur.
Bu zikrin, cennet hazinelerinden bir hazine olduğu belirtilmiştir. Çünkü o, nefsi Allah Teâlâ hakkında yüce bir marifete hazırlar.
Aşağıdaki hadisler ve benzerleri de bu kabildendir:
2. "Allahım! Seninle hücum eder, seninle hareket ederim.[840]
3. "Tevekkeltu alâllah. [841]
4. "Bil ki, şüphesiz Allah Teâlâ her şeye kadirdir ve Allah, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır. [842]
Rasûlullah'ın (s.a.) öğrettiği belli başlı zikirlerden bir çeşidi de istiğfarlardır. Bunun özü; nefsin, kendisini çepeçevre kuşatan günahlarım göz önüne alması ve ruhanî bir yardım, melekî bir feyz ile onlardan sıyrılmaya çalışmasıdır. Bunu başarmanın çeşitli sebepleri vardır:
i. Mele-i a'lâ'nm dualarının sevkettiği bir ameli işlemiş olması sebebiyle Allah'ın rahmetinin kendisini bürümesi.
ii. Yahut kişinin, tedbîr-i ilâhî doğrultusunda zor durumda kalan birine yardımcı olmak yahut muhtaç birinin ihtiyacını gidermek ya da benzeri bir şekilde bir vasıta olması,
iii. Yaşantı bakımından meleklere benzemesi, melekî nurların parlaması, hayvânî gücün serlerinin parçalara ayrılması ve gücünün kırılması sebebiyle sönmesi.
iv. Ceberut âlemine yönelinmesi, Hakk'ın gerçek şekilde ve yakinen tanınması. "Kulum bir günah işledi ve bildi ki, kendisinin günahı affeden ve günahtan dolayı muaheze eden bir Rabbi vardır. Ben de kulumu affettim, [843] hadisi bu manayı ortaya koymaktadır.
Kul, bu ruhanî teyitlere mazhar olur ve onları, nefsinin günahlarından sıyrılabilmesi için yerli yerinde kullanabilirse, o günahlar dağılır, yok olur ve nefis onlardan kurtulur. [844]
En kapsamlı istiğfar zikirlerinden bazıları şunlardır:
1. "Allahım! Hatalarımı, bilgisizliğimi, işlerimde aşırılıklarımı, senin benden daha iyi bildiğin günahlarımı affet! Allahım! Benim ciddî ve gayri ciddî olarak, bilerek ve hata yoluyla işlediğim günahlarımı affet! Bütün bunlar bende var, Allahım!"
2. "Allahım, işlediğim, işleyeceğim, açıktan işlediğim, gizli işlediğim, haddi aştığım, senin benden daha iyi bildiğin her türlü günahlarımı affet. Her şeyin başı da sonu da sensin, senden başka tanrı yoktur. Sen, her şeye kadirsin."
3. Seyyidu'l-istiğfâr: "Allahım! Sen benim Rabbimsin, senden başka tanrı yoktur. Beni sen yarattın, ben senin kulunum ve gücüm yettiği kadar sana verdiğim ahit ve söz üzereyim. Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım. Bana olan nimetlerini itiraf ederim. Günahlarımı itiraf ederim. Beni affet Allahım! Çünkü günahları ancak sen bağışlarsın." [845]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Gerçek şu ki, bazen kalbime gaflet çöküyor, ama ben Allah'a günde yüz defa istiğfar ederim.[846]
Bu gafletin hakikati şudur: Rasûlullah (s.a.), nefsini diğer mü'minler gibi melekî ve hayvânî gücün imtizaç hali üzere bulundurmaya memurdu, ki insanlar için bir Örnek olarak belirlemiş olduğu hükümleri, bizzat yaşayarak ve duyarak koymuş olsun, kıyas ve tahmine dayanmasın. Zorunlu olarak bunun tabiî sonucu da, onun da kalbine bazen gaflet halinin arız olmasıydı.
Allah'u alem! [847]
Rasûlullah'ın (s.a.), belirlemiş olduğu zikir türlerinden biri de teberrüken Allah'ın adını anmaktır. Bunun sırrı şudur: Hak Teâlâ'nın, her oluş (neş'et) hakkında bir iniş (tedellî=sarkma, yaklaşma, nüzul) şekli vardır. Harfi (sözel) oluşlar hakkında O'nun tedellî şeklinden biri de, (peygamberler gibi) aracıların dili üzerine inmiş olan ve Mele-i a'lâ sakinleri arasında mütedavil bulunan ilâhî isimlerdir (esmâ-yı hüsnâ). Kul, bu mübarek isimleri teberrük niyetiyle zikrettiğinde, Allah'ın rahmetini kendisine çok yakın bulur.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah Teâlâ'nın doksan dokuz yüzden bir eksik ismi vardır; kim onlart sayarsa cennete girer. [848]
Bu faziletin sebeplerinden bazıları şunlardır:
i. Bu mübarek isimleri söylemek, Allah Teâlâ için isbatı ve tenzihi gerekli şeyleri bilmek anlamına gelir. [849]
ii. Bu isimlere ait bir bereket vardır ve onlar Hazîre-i kuds'le irtibatı sağlar.
iii. Bu isimlerin suretlerinin, amel defterine nakşolunması halinde, kıyamet gününde onların açılımı, büyük bir rahmet şeklinde olur. [850]
Bil ki: Allah'ın ism-i a'zamı, ki onunla istenildiği zaman istekler olur, onunla dua edildiği zaman dualar kabul olunur Hak Teâlâ'nın tedellîlerinden en kapsamlısına delâlet eden, Mele-i a'lâ sakinleri arasında en çok tedavül eden ve her asırda aracılar tarafından dillerden düşürülmeyen isimdir. Daha önce şair ve kâtip olan Zeyd'in, biri şairlik yönünü, diğeri de katiplik yönünü ifade eden iki sureti olduğunu belirtmiştik. Aynı şekilde misâl âleminde, tek bir mahal hakkında Allah Teâlâ'ya ait birden çok tedellîler bulunur. Bu öyle bir manadır ki, "Erite Allah, lâ ilahe illâ ente, el-Ehadu's-Samed ellezî lem yelid uelem yûled ve lem yekun lehû kü-feven ehad. [851] zikrine de, "Leke'l-hamdu, lâ ilahe illâ ente'l-Hannânu'l-Mennân Bedî'u's-semâvât ve'l-ard yâ Ze'l-celâl ve'l-ikrâm, yâ Hayyu ya Kayyûm[852] zikrine de, bunlara benzer diğer zikirlere de uygun düşer. [853]
Zikir türlerinden biri de Hz. Peygamber'e (s.a.) salevât getirmektir.
Bu konuyla ilgili olarak Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim bana, bir salevât okursa, Allah Teâlâ ona on kez mağfiret eder.[854]
"Kıyamet gününde bana en yakın olacaklar, bana en çok salevât getirenlerdir. [855]
Bunun sırrı şudur: Beşerî nefislerin, behemehal ilâhî nefhalara (enfâs-ı kudsiyye) ulaşmaya çalışması gerekir. Onlara ulaşabilmek için, tedellî nurlarına ve yeryüzüne konulmuş Allah'ın nişanelerine yönelmek, onlardan istifade etmeye çalışmak, onlar üzerinde daha önce sözü edilen şekil üzere düşünmek, onlar üzerinde durmak, Özellikle de Mele-i a'lâ sâkinlerinin en üstünleri ve Allah'ın cömertlik hazinesini yeryüzü sakinleri için devreye sokacak vasıtalar durumunda olan mukarrabîn ruhlarını harekete geçirici davranışlara girmek gibi vasıta yoktur.
Rasûlullah'ı (s.a.) saygıyla anmak, onun hakkında Allah Teâlâ'dan hayır talebinde bulunmak, Allah'a yönelebilmenin en güzel vasıtalarından biridir. Üstelik salevât, sadece peygambere rahmet okunarak yapılır ve ondan istimdâdda bulunma anlamı içermez. Salevâtm bu içeriği, peygamberi tanrılaştırma gibi bir tahrife gidebilecek yolu da kapatır.
Ehl-i kemâlin ruhları, bedenlerinden ayrıldığında, rahmet deryasına dalar ve Rabbu'l-izzet'in müşahadesinde istiğrak halinde sükûnete erer. Bu durumda yenilenmiş bir irade ve ortaya çıkan bir saik ona etki etmez. Ancak, daha aşağı mertebede olan nefisler, himmet ile onlara yapışırlar ve onlardan, ruhlara münasip bir nur ve hey'et celbederler. "Bana herhangi bir kimse selâm verdiği zaman, mutlaka Allah Teâlâ, bana ruhumu iade eder ve ben onun selâmını alır ve mukabele ederim. [856] hadisinde kinaye yoluyla belirtilen mana işte budur. Ben, yılında Medine'de mücavir olduğum zamanlar bunu sayısız kere müşahede etmişimdir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kabrimi ziyareti, bayrama çevirmeyin.[857]
Bu hadis, yahudi ve hıristiy ani arın peygamberlerinin kabirlerini mescidler edinip, hac gibi bayram ve ziyaret mevsim (ve yer)i kıldıkları gibi, bizim de öyle yapıp, böylece dinin tahrifine yol açacak bir davranışa girmememize işaret etmektedir. [858]
Bil ki: Şer'î hükümlerin belirlenmesi gibi ince olmasa bile, zikirlerin de müsamahalı biçimde bir tür belirlenmesine ihtiyaç vardır. Zira, belirlenmediği takdirde, gevşek insanlar gerekli ilgiyi göstermezler. Belirleme ya vakitlerle ya da sebeplerle olur. .Daha önce de açıkça ya da işaret yoluyla belirttiğimiz üzere, zikir için belli bir vaktin belirlenmesinde etkin olan şeyler şunlardı:
i. Ruhâniyetin yayılması anı olması, sabah ve akşam saatleri gibi,
ii. Nefsin hey'ât-ı rezîleden uzak olması, uykudan uyanma anı gibi,
ili. Nefsin, cilalanmasmı sağlayacak, dünya meşgalelerinden ve konuşmalarından uzak olduğu anların seçimi, uykuya gireceği anlar gibi.
Zikir için sebepliği belirleyen şeyler de şunlardı:
i. Allah'ı anmayı unutturacak, nefsin Cenâb-ı Allah'a yönelmekten gafîl olmasını gerektirecek bir durumun olması. Bu durumda, bu gaflet halinin Allah'ı zikirle tedavi edilmesi gerekir. Zikir, bir tür panzehir vazifesi görür ve gaflet halinin zehrim giderir, meydana gelen eksikliklerin telafisini sağlar.
ii. Tâatin, kendi başına eksik olması, faydasının tam olmaması hali. Bu durumda eklenilen zikirlerle, o tâatin tamamlanması amaçlanır. Namazlarda okunması sünnet olan zikirler gibi.
iii. Allah korkusunu, O'nun güç ve kudretinin ululuğunu hatırlatmak suretiyle, nefsin uyarılmasını gerektiren hallerin olması. Bu durumda nefis, nereden ve nasıl etkilendiğini bilerekten ve bilmeyerekten hayra yöneltilmiş olacaktır. Rüzgar, karanlık, güneş tutulması... gibi kevnî âyetlerle ilgili zikirler böyledir.
iv. Kendisine zarar vermesinden korktuğu hallerin olması. Bu durumda Allah Teâlâ'dan, kendisine fazl kereminden lutfetmeşini istemesi ve o halin başlangıcında Allah'a sığınması vacip olur. Yolculuğa çıkmak ve bineğe binmek gibi.
v. Cahiliye döneminde insanların, cine sığınmak, hilali görünce sığınmak gibi şirke çalan batıl inanışları, ya da uğursuzluk telakkisi sebebiyle afsunlanma (rukye) yoluna başvurdukları hallerin olması. [859]
Rasûlullah (s.a.), zikirlerin faziletlerini, dünya ve âhiretteki etkilerini açıklamış, böylece zikirlerden beklenen faydanın tam olmasını ve yeterince teşvikte bulunulmuş olmasını amaçlamıştır.
Bu konuda açıklanması amaçlanan esas noktalar şunlar olmuştur:
i. Zikir, nefsin arınmasını ve olgunlaşmasını sağlar. Bu faydasını dikkate alan Rasûlullah (s.a.), nefsin arınması ve olgunlaşması için gerekecek sonucu, zikre bağlamıştır. Meselâ şu hadisi böyledir: "Kim onları[860] der ve sonra ölürse, fıtrat üzere ölür. [861] Yahut "cennete girer", yahut "günahları affolunur" ve benzeri ifadeler gibi.
ii. Zikir edene hiçbir şey zarar vermez, her türlü kötülüklerden korunur. Çünkü ilâhî rahmet o kişiyi bürümüş ve meleklerin duası onu çepeçevre kuşatmıştır.
iii. Zikir, günahların silinmesini, hasenatın çoğaltılmasını sağlar. Çünkü, daha önce de açıkladığımız gibi Allah'a teveccühte bulunmak, rahmet bürgüsüne tutunmak, günahları yok eder, melekî gücü teyit eder ve onu destekler.
iv. Aynı hikmetten dolayı, şeytanlar o kimseden uzak olur. [862]
Rasûlullah (s.a.), zikir için üç vakit belirlemiştir: Sabah, akşam ve uyku anı. Çoğu zikirler hakkında uyanma anını, zikir vakti olarak belirlememiştir; çünkü bu an zaten genellikle fecrin doğuş anı, ya da ortalığın aydınlandığı zamandır, (sabah vakti içine girer). [863]
Bunlardan bazıları şunlardır:
"Allahım! Ey gaybı ve aşikâr olan her şeyi bilen Allah! Göklerin ve yerin yaratıcısı, her şeyin Rabbi, hükümdarı olan Allah! Şehâdet ederim ki, senden başka tanrı yoktur. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve tuzağından sana sığınırım. Biz akşama erdik, mülk de Allah'ın olarak akşamladı. Hamd Allah'a aittir, tek olan Allah'tan başka tanrı yoktur, O'nun ortağı yoktur. Mülk ancak O'nundur, hamd ancak O'na mahsustur. O her şeye kadirdir.
Allahım! Şüphesiz ki ben, bu gecenin hayrını, bu gecede olan şeylerin hayrını senden istiyor; bu gecenin şerrinden ve bu gecede olan şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.
Allahım! Tembellikten, yaşlılıktan, kibrin kötülüğünden, dünya fitnesinden, kabir azabından sana sığnınm."
Duayı sabah vakti yapıyorsa, metinde geçen "bu gece", "akşama erdik", "akşamladı" kelimelerinin yerine, "bu sabah", "sabaha erdik", "sabahladı" kelimelerini kullanır. Devamla şöyle der:
"Seninle akşamladık, seninle sabahladık, seninle yaşar, seninle ölürüz; varış yeri sanadır."
Akşam vaktinde ise bunun yerine: "Seninle akşamladık, seninle sabahladık, seninle yaşar, seninle ölürüz; diriliş sanadır." der. Sonra üç defa şöyle söyler:
"ismi anıldığında yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar vermeyeceği Allah'ın adıyla..." Devam eder:
"Allah'ı her türlü noksanlıklardan tenzih eder ve O'nu gereği gibi överim. Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur. Onun dilediği olur; dilemediği olmaz.
Bilirim ki, Allah Teâlâ her şeye kadirdir ve bilirim ki, Allah Teâlâ her şeyi ilmiyle kuşatmıştır."
Sonra şu âyeti okur:
"Akşama ulaştığınızda, sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı-ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur teşbih edin! ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor, işte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız. [864]
Duaya devam eder:
"Allahım! Şüphesiz ben, senden dünyada ve âhirette afiyet isterim. Allahım! Ben senden, dinim, dünyam, ailem ve malım hakkında af ve afiyet isterim."
"Allahım! Ayıplarımı ört, korkularımı gider, beni huzur ve güven içerisinde kıl!
Allahım! Beni önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan, üzerimden kolla ve muhafaza eyle! Alt tarafımdan ansızın yakalanmamdan senin azametine sığınırım."
Sonra üç defa şöyle der:
"Ben Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Hz. Muhammed'den hoşnut ve razıyım."
"Allah'ın eksiksiz, kutsal kelimeleriyle, yaratmış olduğu şeylerin şerrinden kendisine sığınırım. Allahım! Bana ve yarattıklarından herhangi birine inen her nimet, sadece sendendir, senin ortağın yoktur, hamd sadece sana mahsustur, şükür ancak sana gerekir."
Bundan sonra da seyyidu'l-istiğfârı okur. [865]
Uyunacak vakitte, yatağa girildiğinde okunacak zikirlerden bir kısmı şöyledir:
"Rabbim, senin adınla yanımı yatağa koydum, seninle kaldıracağım. Eğer canımı tutup bırakmayacaksan, ona rahmet eyle; eğer onu geri göndereceksen, sâlih kullarını koruduğun gibi onu da koru!
Allahım! Umut ve korkuyla özümü sana teslim eyledim, yüzümü sana yönelttim, halimi sana ısmarladım, sırtımı sana dayadım. Senden kaçış ancak yine sanadır, senden kurtuluş ancak yine seninledir. indirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine inandım.
Hamd olsun Allah'a ki, o bizleri yediriyor, içiriyor, bize kâfi geliyor, bizi barındırıyor. Maişeti olmayan, barınağı bulunmayan niceleri var!"
Sonra otuz üçer defa "Sübânallah" ve "el-Hamdu lillah", otuz dört defa da "Allahu ekber" der. Devamla üç defa:
"Allahım! Beni, kullarını dirilteceğin günde azabından koru!" der ve devam eder:
"Kutlu yüzün ve kutsal kelimelerinle, perçemi senin elinde olan şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.
Allahım! Sen borç ve günah yükünü kaldırır, giderirsin. Alla-hım! Senin ordun yenilmez, senin vaadinde dönme olmaz, senin hükmün karşısında, çaba gösterenin çabası fayda vermez. Seni tenzih eder, hamd ile anarım,
Allahım! Sen, göklerin ve yerin rabbisin, her şeyin rabbisin, tohumu ve çekirdeği yarıp bitirensin, Tevrat, İncil ve Kur'ûn'ı indirensin. Perçemi senin elinde olan her şerlinin şerrinden sana sığınırım. Sen evvelsin; senden önce bir şey yoktur. Sen âhirsin; senden sonra bir şey yoktur. Sen zahirsin; senin üzerinde bir şey yoktur. Sen bâtınsın; senin sırrın altında bir şey yoktur.
Allahım! Borcumu ödememe yardım et, beni fakirlikten koru. Allah'ın adıyla, koydum yanımı...
Allahım! Günahlarımı affet, şeytanımı hor ve hakir kıl, boynumu cehennem halkasından kurtar, beni nediyy-i a'lâ arasına kat. Hamd, bana yeten, beni barındıran, beni doyuran, bana içiren bana nimet veren ve nimetini artıran; bana veren, verdiğini sayısız kılan Allah'ıma olsun! Her hal üzere Allah'ıma hamd olsun!
Allahım! Her şeyin Rabbi ve hükümdarı, her şeyin ilâhı olan Allahım! Cehennem azabından sana sığınıyorum"
Sonra iki avucunu birleştirir ve onlara, İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okur (tifler), sonra ellerini mümkün olduğu kadar bütün bedenine sürer ve Âyete'l-kürsî'yi okur. [866]
Rasûlullah (s.a.), bir kadınla evlenen ya da bir hizmetçi satın alan kimsenin şu duayı okumasını öğütlemiştir:
"Allahım! Şüphesiz ben, bu kadının hayrını ve cibilliyetinde olan şeylerin hayrını isterim; onun şerrinden ve cibilliyetinde olan şeylerin şerrinden sana sığınırım."
Evlenen birini tebrik eden de şu duayı yapar:
"Allah, senin için mübarek kılsın! Allah, evliliğinizi karşılıklı mübarek kılsın! Aranızı hayır üzere birleştirsin!" [867]
Hanımına yanaşmak istediğinde şöyle dua eder:
"Allahın ismiyle! Allahım! Bizi şeytandan uzaklaştır. Şeytanı da bizi rızıklandırdığın şeyden uzaklaştır."
Tuvalete girmek isteyen şöyle dua eder:
"Her türlü pisliklerden ve kötülüklerden (ya da dişi ve erkek şeytanların şerrinden) sana sığınırım."
Tuvaletten çıkan ise, "Bağışlanmamı dilerim." der. Keder anında şöyle dua eder:
"Halım ve ulu olan Allah'tan başka tanrı yoktur. Yüce arşın sahibi ulu Allah'tan başka tanrı yoktur. Göklerin ve yerin Rabbi, [ ulu arşın Rabbi Allah'tan başka tanrı yoktur."
Öfke anında, "Taşlanmış şeytandan Allah'ı sığınırım." der.
Horozun ötmesi anında, Allah'ın fazl ü kereminden ister; eşeğin anırması halinde, Allah'a sığınır.
Bineğe bindiği zaman üç kere "Allahu ekber" der ve sonra şu âyeti okur:
"Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik. Biz şüphesiz elbet Rabbimize dönücüleriz.[868]
Sonra üç defa "el-Hamdu lillah", üç defa "Allahu ekber" der ve devanı eder:
"Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim Allahım! Ben nefsime zulmettim; beni bağışla. Hiç kuşku yoktur ki, günahları ancak sen bağışlarsın."
Bir yolculuğa çıkmak üzereyken şöyle dua eder:
"Allahım! Biz, bu yolculuğumuzda senden iyilik ve takva isteriz; hoşnut olacağın amellere muvaffak kılmanı dileriz. Allahım! Bize bu yolculuğumuzu kolaylaştır, uzağını yakınlaştır, Allahım! Yol boyunca bizim sahibimiz sensin, geride bıraktıklarımızın gözeticisi sensin. Allahım! Seferin meşakkatinden, dönüş tasasından, dönüşte ailemizde ve malımızda kötü durumlarla karşılaşmaktan sana sığınırım."
Bir yerde konakladığı zaman şöyle dua eder:
"Kutsal kelimeleriyle, yarattıklarının şerrinden Allah'a sığınırım. Ey yer! Rabbim ve rabbİn Allah'tır. Senin şerrinden, senin üzerinde yaratılanların şerrinden, senin üzerinde hareket edenlerin şerrinden Allah'a sığınırım. Arslandan, ejderhadan, yılandan, akrepten, beldede sakin olanların şerrinden, iblis ve neslinin şerrinden sana sığınırım."
Seferde seher vakti girdiğinde şöyle dua eder:
"İşiten işitsin, gören görsün ki, biz Allah'a hamdetmekteyiz. Bizi sıkıntılardan güzelce kurtarmasından dolayı ona şükrederiz. Rabbimiz, bizim sahibimizdir, bize nimetler bahsetmiştir. Cehennem azabından O'na sığınırız."
Dönerken, her tümseğe çıktıkça üç kere tekbir alır ve sonra şöyle der:
"Tek Allah'tan başka tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur. O her şeye kadirdir. Biz dönenleriz, teube edenleriz, Allah'a kulluk edenleriz, secde edenleriz. Rabbimize şükredenleriz. Allah, vaadini doğruladı, kuluna yardım etti, yalnız başına bütün hizipleri alt etti."
Kâfirlere beddua edeceği zaman şöyle der:
"Ey kitabı indiren, hesabı hızlı gören Allahım! Allahım! Hizipleri alt et! Allahım! Onları yenilgiye uğrat, onları sars ve dar-ma dağınık et. Allahım! Biz, onların boğazlanmasını sana havale ediyoruz, onların şerlerinden sana sığınıyoruz. Allahım! Sen benim yarımsın, yardımcımsın. Allahım! Seninle hücum eder, seninle hareket eder ve taktik kurarım, seninle savaşırım."
Bir topluluğa misafir olduğu zaman şöyle dua eder:
"Allahım! Onlara rızık olarak verdiğin şeyi haklarında bereketli kıl, onlara mağfiret eyle, onlara acı!"
Hilâli gördüğünde şöyle dua eder:
"Allahım! Bu hilâli, emniyetle, imanla, selâmetle ve islâm'la üzerimize doğdur. Ey hilâl! Rabbim ve rabbin Allah'tır."
Bir belâ ve musibete duçar olmuş birini gördüğünde şöyle dua eder:
"Bunun başına gelen bu belâdan beni afiyet üzere kılan ve beni yarattıklarından pek çoğu üzerine apaçık bir şekilde üstün kılan Allah'a hamd ederim."
Kalabalık bir çarşıya girdiği zaman şöyle dua eder:
"Tek olan Allah'tan başka tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'na aittir. Diriltir, öldürür. O Hayy'dır; ölmez. Hayır O'nun elindedir. O, her şeye kadirdir."
Bir hayli şamata yapılan bir meclisten kalktığı zaman şöyle dua eder:
"Allahım! Seni her türlü noksanlıklardan tenzih eder, sana hamd ederim. Senden başka tanrı olmadığına şehadet ederim. Senden, günahlarımı bağışlamanı ister, sana tevbe ederim."
Bir kimseyi uğurlarken şöyle dua eder:
"Dinini, emanetini, işlerinin sonunu Allah'a emanet ediyorum. Allah, seni takva ile azıklandırsın, günahlarını affetsin, her nerede olursan sana hayrı kolaylaştırsın. Allahım! Onun uzağını yakın eyle, yol meşakkatini ona kolaylaştır."
Evinden çıktığı zaman şöyle dua eder:
"Allah'ın ismiyle çıktım, Allah'a tevekkül ettim. Allahım! Ayaklarımızın kaymasından, sapıtmaktan, cahillik etmekten, cahilliğe uğramaktan sana sığınırız. Allah'ın ismiyle çıktım, Allah'a tevekkül ettim. O'ndan başkasında hiçbir güç ve kudret yoktur."
Evine girdiği zaman şöyle dua eder:
"Allahım! Senden girişin de, çıkışın da hayrını isterim. Allah'ın ismiyle girdik, Allah'ın ismiyle çıktık. Rabbimiz Allah'a tevekkül ettik."
Borç altına giren, kendisini üzüntü ve keder bürüyen kimse sabah ve akşam olmak üzere şöyle dua eder:
"Allahım! Şüphesiz ben, kederden, tasadan sana sığınıyorum; acizlikten ve tembellikten sana sığınıyorum; cimrilikten ve korkaklıktan sana sığınıyorum, borç altında ezilmekten ve insanların kahrına uğramaktan sana sığınıyorum. Allahım! Helâl rızık ver ve beni harama düşürme! Bana lütuf ve ihsanda bulun ve beni senden başkalarına muhtaç eyleme!"
Yeni bir elbise giydiğinde şöyle dua eder:
"Allahım! Sana hamd olsun. Bunu bana sen giydirdin. Bunun hayrını ve vesile olacağı şeylerin hayırlarını senden isterim; bunun şerrinden ve vesile olacağı şeylerin şerrinden sana sığınırım. Avret yerlerimi örten, yaşantımda beni güzelleştiren bu elbiseyi bana giydiren Allah'a hamd olsun!"
Bir şey yiyip içtiği zaman şöyle dua eder:
"Bizi yediren, içiren ve bizi müslümanlardan kılan Allah'a hamd olsun! Bana bu yemeği, kendimden hiçbir güç ve kudret olmaksızın yediren Allah'a hamd olsun! Yediren, içiren, hazmettirip afiyet veren, artıkları için çıkış yolu kılan Allah'a hamd olsun!"
Sofrasını kaldırdığı zaman şöyle dua eder:
"Bu nimetten dolayı, hiç kimseye muhtaç olmayan Rabbimiz Allah'a sonsuz ve tertemiz şekilde hamd ederiz; O'na hamdetmek-ten kendimizi müstağni saymayız ve hiçbir zaman şükrümüzü terketmeyiz."
Mescide giderken şöyle dua eder: "Allahım!Kalbimde bir nur kıl..."
Mescide girerken şöyle dua eder:
"Taşlanmış şeytanın şerrinden yüce Allah'a, O'nun kutlu zâtına, kadîm kudretine sığınırım. Allahım! Bana rahmet kapılarını aç!"
Mescidden çıkarken ise: "Allahım! Senin fazl ü kereminden isterim" der.
Gök giirlemesi ve şimşek çakması esnasında şöyle dua eder: "Allahım! Bizi gazabınla öldürme, bizi azabınla helak etme. Bize afiyet ver. Allahım! Bunların şerrinden sana sığınırım." Rüzgar estiği zaman şöyle dua eder:
"Allahım! Bunun hayrını ve bunda olanların hayrını senden isterim, bunun şerrinden ve bunda olanların şerrinden, bununla gönderdiğin şeyin şerrinden sana sığınırım.[869]
Aksırdığı zaman, "Allah'a çok, tertemiz ve kutlu hamdler olsun!" der. Onu işiten, "Allah, sana merhamet etsin!" diye karşılık verir. Aksıran da ona: "Allah sizi ve bizi hidayet üzere kılsın, halimizi düzeltsin!" diye dua eder.
Uyurken, "Allahım! İsminle ölür, isminle yaşarım." der.
Uyandığı zaman ise, "Bizi öldürdükten sonra tekrar dirilten Allah'a hamd olsun; diriliş O'nadır." diye hamd eder. [870]
Ezan esnasından beş şeyin yapılması istenmiştir:
i. Müezzine katılmak ve onun söylediklerini tekrarlamak. Yalnız "Hayye alâ's-salâh" ve "Hayye alâ'l-felâh"\arın yerine, "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"denir.
ii. "Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Hz. Muhammed'den hoşnut ve razıyım," demek,
iii. Salevât getirmek,
iv. Vesile duası diye bilinen şu duayı yapmak:
"Ey bu kutlu çağrının, kılınacak namazın Rabbi! Muhammed efendimize vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ver. O'nu vaad eylediğin Makâm-ı Mahmûd'a gönder; şüphesiz sen vaadinden asla dönmezsin."
v. Dünya ve âhireti için Allah'tan hayırlar istemek. [871]
Zilhicce'nin on gününde daha çok zikir yapılması emredilmiştir. Sahabe, tabiîn ve din imamlarının, arife ve teşrik günlerinde tekbir getirmekte oldukları meşhurdur. Bunun çeşitli şekilleri vardır. En uygunu, arife günü sabah namazından itibaren başlayarak, sonuncu teşrik gününün (bayramın dördüncü günü) ikindi namazına kadar (ikindi dahil), her farz namazın arkasından tekbir getirmek ve şöyle demektir:
"Allahu ekber! Allahu ekber! Lâ ilahe illallahu vallahu ekber! Allahu ekber! Ve lillâhi'l-hamd."
Manası: Allah en büyüktür! Allah en büyüktür! Allah'tan başka tanrı yoktur ve Allah en büyüktür! Allah en büyüktür! Ve hamd Allah'a aittir.
Kısaca, her kim bu saydığımız zikirlere, zamanlarını kollaya-rak usanmadan, bıkmadan devam eder, üzerinde tefekkürde bulunursa, o kişi, devamlı zikir eden biri mesabesinde olur ve Allah Teâlâ'nın haklarında mağfiret ve büyük mükâfaat hazırlamış olduğu "zikreden erkekler, zikreden kadınlar[872] zümresine girer. [873]
Bil ki: Bu anlattığımız dört huyu elde edebilmenin sebepleri
vardır; keza onlara ulaşmayı engelleyecek maniler, onların bulunduğunu gösteren belirtiler vardır.
Allah Teâlâ'ya huşu ile teslimiyet, cenâb-ı kibriyâya doğru yönelmek, Mele-i a'lânın rengini almak, beşerî rezaletlerden soyutlanmak; nefsin, dünya hayatının etki ve izlerini kabul etmemesi, ona bel bağlamaması... evet bütün bunların oluşması için tefekkür gibisi yoktur. Rasûlullah'ın (s.a.), "Bir saatlik tefekkür, altmış senelik ibadetten daha hayırlıdır. [874] buyruğu bu manayı ifade eder. [875]
Tefekkürün türlerini aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz: [876]
Peygamberler (s.a.), bu tür tefekkürü yasaklamışlardır. Çünkü halk, buna güç yetiremez. Şu hadisler de bu manada buyurulmuştur:
"Allah'ın nimetleri üzerinde düşünün; fakat Allah hakkında düşünmeyin." Diğer bir rivayet şu şekildedir: "Her şey hakkında düşünün, fakat Allah'ın zatı hakkında düşünmeyin. [877]
Tefekkürün ikinci türü, ilim, kudret, rahmet, ihata (kuşatma)... gibi Allah Teâlâ'nın sıfatları üzerinde düşünmektir. Ehl-i sülük buna "murakabe" adını verir. Bu tefekkürün dayanağı, "İhsan, sanki O'nu görüyormuşsun gibi Allah'a kulluk etmendir; her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor.[878] "Allah'ı gözet[879]ki; O'nu karşında bulasın! [880] gibi hadislerdir.
Bu tür tefekkürün güç yetirebilenler için yapılış şekli şöyledir:
Önce şu âyetlerden biri okunur: "Her nerede olursanız, o sizinle beraberdir. [881] "Sen hiçbir işte bulunmazsın; Kur'ân'dan bir şey okumazsın ve siz hiçbir iş yapmazsınız ki, ona daldığınız zaman biz üstünüzde şahit olmayalım. Çünkü ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak ve gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık kitapta bulunmasın. [882]
"Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. [883]
"Ve biz ona şah damarından daha yakınız. [884] "Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir Kitaptadır. [885] "İyi bil ki O, her şeyi kuşatmıştır. [886]
"Ve O, kullarının üstünde yegane kudret ve tasarruf sahibidir. [887]
"Ve O, her şeye kadirdir.[888]
Yahut şu hadislerden biri okunur:
"Bil ki, bütün ümmet sana bir tür fayda vermek için toplan-salar, Allah'ın sana yazmış olduğunun Ötesinde fayda veremezler. Onlar sana bir şekilde zarar vermek için toplansalar, Allah'ın sana yazmış olduğunun ötesinde zarar veremezler. Kalemler kaldırılmış, sayfalar kurumuştur. [889]
"Allah Teâlâ'nın yüz rahmeti vardır, onlardan sadece bir tanesini yeryüzüne indirmiş, doksan dokuzunu da kullarına merhamet etmek üzere kıyamet gününe bırakmıştır. [890]
Sonra kişi, bu âyetlerin manalarını, teşbih ve cihet (yön) isnadına kaçmadan tasavvur eder; dahası sadece Allah Teâlâ'yı bu sıfatlarla muttasıf görmeye çalışır. Tasavvuru zayıfladığında, âyeti tekrar okur ve yeniden tasavvura koyulur. Bunun için, büyük ve küçük abdest sebebiyle sıkışık olma; aç, öfkeli ve uykulu bulunma gibi haller sebebiyle kalbinin meşgul olmayacağı, aksine tam huzurlu olacağı bir anı seçer. [891]
Tefekkürün diğer bir türü, Allah Teâlâ'nın insanı hayret ve dehşete düşüren fiilleri üzerinde düşünmektir. Bunun dayanağı daşu âyettir:
"Allah'ı ananlar ve göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünenler: 'Rabbimiz! Sen bunu boşa yaratmadın,' derler. [892]
Bunun yapılış şekli şöyledir:
Kişi, yağmurun yağmasını, otların bitmesini ve benzeri tabiat olaylarını düşünür ve kendisini, Allah'a minnet duygusu içerisinde kaybeder. [893]
Bu, Allah Teâlâ'nın, geçmişte bazı kavimleri nasıl yüceltip, diğer bazılarını nasıl alçalttığını düşünmek şeklinde olur. Bunun dayanağı da Allah Teâlâ'nın Hz. Musa'ya olan, "Onlara Allah'ın günlerini hatırlat![894] buyruğudur.
Daha önceki kavimlerin helak edildikleri günler ve sebepleri üzerinde düşünmek, nefsin dünyadan soğumasını ve ondan uzaklaşmasını sağlar. [895]
Bir diğer tefekkür çeşidi, ölüm ve ötesini düşünmektir. "Lezzetleri alt üst eden (ölümü) çokça hatırlayınız. [896] hadisi, bu tefekkür çeşidinin dayanağını oluşturmaktadır.
Bunun yapılış şekli şöyledir: Kişi, kendisinin dünya ile ilişkisinin kesildiğini, hayır ve şer ne işlemişse onlarla baş başa kaldığını, onlar karşılığında göreceği sevap ya da azabı düşünür.
Bu son iki tefekkür şekli, nefsin dünyadan el etek çekmesini sağlamak konusunda en faydalısıdır. İnsan, bu düşünceye dalmak üzere kendisini dünyevî meşgalelerden arındırdığı, ölüm ve ötesini gözünün önüne getirdiği zaman, hayvanı gücü mağlup olur ve melekî gücün egemenliği altına girer.
Halkın büyük çoğunluğu için, derinlemesine tefekküre dalmak ve tefekkür konusu şeyi göz önüne getirmek kolay bir şey değildir. Bu yüzden, tefekkür türlerine basamaklık yapacak kalıpların, içine onların ruhu üflenecek suretlerin konulmasına ihtiyaç hasıl olmuştur ki, halk bunlara yönelsin, onlara okunsun ve onlar da nasipleri oranında bunlardan istifade etsin. Şüphesiz Rasûlullah'a (s.a.), bu türleri içinde toplayan Kur'ân ve bir de onun dengi[897] verilmiş bulunmaktadır.
Rasûlullah (s.a.) için, bu ikisi yani Kur'ân ve sünnet içerisinde, geçmiş ümmetler hakkında olan şeylerin tamamının toplanmış olduğunu görmekteyiz. Allah'u a'lem! [898]
Kur'ân'm bu özelliği, Kur'ân tilâvetinin teşvik edilmesini, Kur'ân tilâvetinin, Kur'ân sûre ve âyetlerinin üstünlüğünün açıklanmasını gerektirmiştir. Bunun için Rasûlullah (s.a.), Kur'ân tilâvetinden elde edilecek faydayı, duyularla algılanabilen bir şekilde ifade etmek ve Örneklendirmek için Araplarca en değerli sayılan iri hörgüçlü deve[899] ile gebeliği belli olmuş semiz deve[900] benzetmesini yapmıştır. Kur'ân tilâvetinde bulunan kimseleri meleklere benzetmiştir, onun her harfi sebebiyle ecir olduğunu belirtmiştir. Kur'ân okuyup okumamasına göre insanları sınıflandırarak, Kur'ân okuyan mü'mini hem tadı hem de kokusu hoş olan turunca, Kur'ân okumayan mü'mini sadece tadı olan fakat kokusu olmayan hurmaya, Kur'ân okumayan münafığı tadı acı kokusu pis olan ebucehilkarpuzuna ve Kur'ân okuyan münafığı kokusu güzel tadı acı reyhana benzetmiştir. [901] Kur'ân sûrelerinin kıyamet gününde surete bürünüp, görüneceklerini, tutacaklarını, sahiplerini savunacaklarım beyan etmiştir. Bu, kişinin azap görmesini ve kurtulmasını gerektiren sebeplerin karşı karşıya gelmesi halinde olur ve Kur'ân tilâveti surete bürünerek temessül eder ve diğer sebeplere galebe çalarak kişinin kurtulmasını sağlar. [902]
Sûrelerin de kendi aralarında birbirlerine üstünlükleri olduğunu açıklamıştır.
Bu üstünlüğün çeşitli sebepleri vardır:
i. Allah Teâlâ'nın (c.c.) sıfatları üzerinde tefekkürü ifade etmesi ve bu konuda en kapsamlı bir muhteva içermesi. Ayetu'l-kürsî, Haşr sûresinin sonu, İhlâs sûresi gibi. Bunlar, esmâ-yı hüsnâ arasında ism-i a'zam mesabesindedir.
ii. Kulların kendi ifadeleriyle gelmiş olan ve Rablerine nasıl
ibadet edeceklerinin öğretilmesini amaçlayan sûre ya da âyetler; Fatiha gibi. Bunların diğer sûrelere nisbeti, farzların şâir ibâdetlere olan nisbeti gibidir.
iii. En muhtevalı sûre olması; Zehrâveyn, yani Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri gibi.
Rasûlullah (s.a.), Yâsîn'in Kur'ân'ın kalbi olduğunu söylemiştir. Çünkü kalp, bir bütünün ortasında olma anlamına gelir. Bu sure yüz ve daha fazla âyetli olan sûrelerin altında, mufassal sûrelerin de üstünde orta uzunluktadır.[903] İçerisinde Antakyalı Habîbu'n-Neccâr'ın diliyle tevekkülü, işleri Allah'a havaleyi, tevhidi ifade eden âyetler vardır: "Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibadet etmeyecekmişim! [904] âyetleri gibi. Yine bu sûrede, sözü edilen tefekkür şekillerinin hepsi mevcuttur.
Tebâreke sûresinin, okunduğu zaman sahibine, günahları af-folununcaya kadar şefaat edeceğini söylemiştir. [905]
Rasûlullah'm (s.a.) bazı keşif hallerini gördüğü adamın kıssası da, Kur'ân'ın faziletini göstermektedir. Rasûlullah (s.a.), Kur'ân'ı muhafaza konusunda gerekli itinanın gösterilmesini, üzerinde müzakere edilmesini emretmiş[906]ve onun hafızadan silinip gitmesinin, bağlı develerin boşanıp kaçmasından daha şiddetli olduğunu açıklamıştır[907]Tertîl üzere ve kalplerin Kur'ân üzerine yatışkın olduğunda okunmasını ve okunurken kişinin kendisini ona vermesini, üzerinde yoğunlaşmasını, zinde halde iken okumasını emretmiş, böylece ondan daha iyi istifadenin sağlanmasını amaçlamıştır. Keza güzel sesle okunmasını, ağlanarak ya da en azından ağlanırmış gibi yapılarak hüzünle okunmasını istemiştir. Böylece Kur'ân okumadan maksadın ki tefekkür ve tedebbürde bulunmaktır azami derecede gerçekleşmesini amaçlamıştır. Onu unutmayı haram kılmıştır. Üç günden daha az süre içerisinde hat-medilmesini yasaklamıştır; çünkü böylesi kısa bir sürede hepsinin hızlıca okunması, üzerinde yeterince durulmaması sonucunu doğurur. Kolaylık olması için yedi harf, yani Arap lügatleri üzere oku-nabilmesine ruhsat verilmiştir; çünkü insanlar arasında ümmî olanı, yaşı ilerlemiş olanı, çocuk olanı vardır.
Rasûlullah'a (s.a.) Kur'ân dışında hadis/sünnet olmak üzere verilen benzeri şeylerden bazı örneklere gelince, bu meyanda şunları hatırlayabiliriz:
"Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım, onu sizin aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyin. Ey kullarım! Hepiniz sapıklıktasınız; ancak benim hidayete erdirdikterim müstesna...[908]
"İsrailoğullarından bir adam tam doksan dokuz adam öldürmüştü... [909]
"Allah'ın kulunun tevbe etmesine sevinmesi, sizden birinizin çöl ortasında kaybettiği devesini, uyandığı zaman başucunda bulduğu zamankinden daha fazladır." [910]
"Bir kul günah işledi ve 'Allahım, günahımı bağışla!' dedi... [911]
"Allah Teâlâ'nın yüz rahmeti vardır, onlardan sadece bir tanesini yeryüzüne indirmiş, doksan dokuzunu da kullarına merhamet etmek üzere kıyamet gününe bırakmıştır. [912]
"Kul müslüman olur ve İslâm'lık davasında samimi olursa.. [913]
Bunların yanında bazı teşbihlerde bulunarak dünyanın, Allah katında, denize batırılan bir parmağa bulaşan sudan[914] kulağı kesik oğlak İaşesinden daha değersiz[915] olduğunu beyan etmiştir. [916]
Bil ki: Niyet ruh, şekil olarak ibadet ise bedendir. Ruh olmadan, bedende hayat olmaz. Ruh ise, bedenden ayrıldıktan sonra da yaşantısını sürdürür; ancak beden olmadan canlılık emarelerini tam olarak gösteremez. Bunun içindir ki Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Onların ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvanız ulaşır. [917]
Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak niyetlere göredir.[918]
Rasûlullah (s.a.), pek çok yerde niyeti hâlis olan, ancak engel bulunduğu için işleme imkânı olmayan kimselerin, o ameli sanki işlemiş gibi sevap alacaklarını beyan buyurmuştur. Buna göre meselâ yolcu ve hasta kimsenin, daha önce devamlı yapmakta oldukları zikirlerini (vird) yolculuk ya da hastalık sebebiyle yapamamaları halinde, sanki onları yapıyorlarmış gibi kendilerine sevap yazılmaktadır. Keza infâk etmek azminde olan ve fakat yoksulluk sebebiyle buna imkânı olmayan kimse, infakta bulunmuş gibi sevap almaktadır.
Niyetten maksadımız, kişiyi amele iten saiktır. Bu, Allah Teâlâ'nın, peygamberler diliyle bildirmiş olduğu, itaat edene sevap, isyan edene ceza verileceği şeklindeki ilâhî verilerin tasdiki, ya da emrettiği ve yasakladığı konularda Allah Teâlâ'nın hükmüne uyma tutkusudur. Bunun için, Sâri' Teâlâ'nın, riya (gösteriş) ve şöhret (süm'a) için iş yapmayı yasaklaması ve en açık bir şekilde bunların kötülüklerini beyan etmesi vacip olmuştur. Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde en evvel aleyhlerine hükmedilecek olanlar üç kişidir: Birincisi, kahraman desinler diye cihada katılmış ve öldürülmüş bir adamdır, ikincisi, âlim desinler diye ilim öğrenmiş ve öğretmiş bir adamdır. Üçüncüsü de, cömert desinler diye, hayır yollarına harcamada bulunmuş bir kimsedir. (Meleklere) emrolu-nur ve bunlar, yüzleri üstü cehenneme sürülürler. [919]
"Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ben, ortakların şirkten en müstağnisİyim. Her kim bir amel işler, onda benimle birlikte başkasını ortak eylerse, onu şirkiyle başbaşa bırakırım. [920]
Ebû Zer (r.a.), Rasûlullah'a (s.a.) şöyle sordu:
"Bir adam hayır namına bir iş yapar da, bunun üzerine halk onu överse ne buyurursun?" Rasûlullah (s.a.) buna şöyle cevap verdi:
"Bu mü'minin âcil (peşin) müjdesidir.[921]
Bu hadis, kişinin, âmeli sırf Allah için yapması haline mahsustur. Bu durumda onun hakkında yeryüzüne hüsnü kabul İner ve bunun sonucu olarak da insanlar onu severler.
Konuyla ilgili Ebû Hureyre (r.a.) hadisi ise şöyle:
Dedim ki: "Yâ Rasûlallah! Ben evimde namazlığımda ibadet halinde iken, yanıma biri girdi ve beni o halde görmesi hoşuma gitti. Ne buyurursun?" Rasûlullah (s.a.) bana şöyle cevap verdi:
"Ey Ebû Hureyre! Allah, sana merhamet etsin. Bu durumda sana iki ecir vardır;gizli ibadet ecri, aşikârelik ecri. [922]Bunun manası, ondan hoşlanma halinin, ibadeti işlemeye asıl saik olmamasıdır. Gizli ibadet ecrinden maksat, gizli halde gerçekleşen ihlâs sevabı, aşikârelik sevabı da, Allah'ın dininin yayılması, râşid sünnete başkalarının da muttali kılınması sevabıdır. [923]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizin en hayırlınız, ahlâkça en güzel olanlannızdır. [924]
Semahat ile adalet arasında, daha önce de işaret ettiğimiz gibi bir tür çatışma vardır. Peygamberler (s.a.), şeriatları bina ederlerken, her iki maslahata da birden riayet ederler, her iki yurdun da nizamını birden ele alırlar, mümkün mertebe maslahatların arasını bulmaya çalışırlar. İşte bu durum, ilâhî kanunlarda semahat için belirlenecek şeylerin, behemehal adalet vasfı ile içli dışlı olan, onu teyit eden, ona karşı uyarıcı olan şeyler şeklinde belirlenmesini gerektirmiştir. Sonuçta iş, güzel ahlâkta düğümlenmiştir.
Güzel ahlâk, semahat ve adaletle ilgili hasletlerin tümünden ibarettir. Çünkü güzel ahlâk; cömert olmak, zulmedeni affetmek, tevazu göstermek, haset, kin ve öfkeyi terketmek gibi hasletleri içine alır. Bunların tamamı, semahat sıfatından doğar. Keza güzel ahlâk; insan sevgisini, sıla-yı rahmi, insanlarla güzel geçinmeyi, muhtaçlara yardımcı olmayı içine alır. Bunlar ise adalet sıfatından doğan hasletlerdir. Birinci gruptan olan hasletler, ikinciler üzerine dayanır; ikinciler ise ancak birinci gruptan olanlarla tamam olur. Bu durum, şeriatlarda riayet edilmesi vacip olan ilâhî rahmetin bir gereğidir. [925]
Organlar içerisinde, hayra da şerre de en çabuk koşan dildir. Bu manayı ifade etmek üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanları burunları üstü tepe takla (cehenneme) atan, dilleriyle biçtiklerinden başka birşey midir?![926]
Hem dilin âfeti, ihbât (teslimiyet), semahat ve adalet sıfatlarını zedeler. Çünkü çok konuşmak, insana Allah'ı unutturur. Gıybet, çirkin söz ve benzerleri arayı açar. Kalp, insanın konuştuğu şeyin boyasını alır. Öfke ifade eden bir kelime söylediği zaman, kalp mutlaka ondan etkilenir. Diğer kötü sözler de böyledir. Bu etkilenme, kötülüğün kalpte şekillenmesine sebep olur.
İşte bu gibi sebeplerden dolayı şeriatın, dilin âfetleri üzerinde, diğer organlara nisbetle daha fazla durması gerekir. [927]
Dilin âfetleri türlü türlüdür. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
i. Olur olmaz her konuda konuşmak: Bunun sonucunda hiss-i müşterekte (çok işlevli duyu) o şeylerin suretleri toplanır. Bu haliyle kul Allah'a yöneldiği zaman, zikrin tadını alamaz, zikirler üzerinde tefekkür edemez. İşte bu yüzden Rasûlullah (s.a.), mâlâyânîyi yani kişinin kendisini ilgilendirmeyen lüzumsuz lakır-tılar etmesini yasaklamış ve bunu iyi müslümanhğın gereği saymıştır.
ii. İnsanlar arasında fitne çıkarıcı lâflar etmek: gıybet, tartışma, çekişme gibi.
iii. Çirkin sözler etmek: sözün; nefsin saldırgan, ya da şehevî özellikli kalın bir perde ile Örtülü olmasından kaynaklanması. Söv- nıek, kadınların güzelliklerinden bahsetmek gibi.
iv. Allah'ın azametini unutmadan, O'nun katında olanlardan gafletten kaynaklanan sözler. Hükümdara, "Meliku'l-mülûk" yani hükümdarlar hükümdarı diye hitap etmek gibi.
v. Dinin/ümmetin maslahatına ters düşen sözler etmek: Meselâ, ümmetten terketmesi istenilen şeyleri terviç edici sözler söylemek böyledir; şarabı övmek, üzüme "kerm" demek gibi. Dinî nassların zamanla anlaşılmaması sonucunu doğuracak, kavram kargaşasına yol açacak isimlendirmelere gitmek de böyledir. Akşam namazına "işâ=yatsı", yatsı namazına da "ateme-karanlık" adı vermek gibi.
vi. Şeytanlara nisbet edilen şenî fiiller gibi şenî sözler olması; müstehcen sözler, cinsel ilişkiden, cinsel organlardan açık ifadelerle söz etmek gibi. Keza uğursuzluk telakkisini dile getiren sözler de böyledir. "Bu yurtta başarı ve bolluk yoktur," sözü gibi.
Sonra genelde semahatın bulunacağı yerlerin beyan edilmesi ve bu konuda şeriatın dikkate aldığı şeylerle, dikkate almadığı şeyler arasının ayrılması gerekir. Bunlardan bazıları şunlardır: [928]
Nefis, yeme içme, giyinme ve kadın arzusuna kapılır ve bu arzu sonucunda kendisine kötü bir renk siner ve bu cevherine nüfuz eder. Eğer insan, bunu nefsinden silkelemeyi başarabilirse, işte bu zühddür. Bu sayılan şeylerin tümden terkedilmesi aslında şer'an iyi bir şey değildir. Bunlardan istenilen, bu arzuların kontrol altına alınması ve böylece semahat vasfının gerçekleştirilmesine çalışılmasıdır.
Zühd hakkında Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dünyada zahittik, ne helâli haram kılmakla, ne de malı ziyan etmekledir. Aksine zahitlik, kendi ellerinde bulunana, Allah'ın ellerinde olandan daha çok güvenmemen, başına bir musibet gelmesi halinde, sanki o başına gelmemiş gibi tepki göstermen ve elde edeceğin sevaba karşı daha arzulu olmandır.[929]
"Şu üç şeyden başka Âdem oğlunun bende bir hakkı yoktur: Oturacağı bir ev, avret yerini Örteceği bir elbise ve karnını doyuracağı ekmek ve su. [930]
"Âdem oğluna, belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. [931] "iki kişinin yiyeceği, üç kişiye yeter; üç kişinin yiyeceği, dört kişiye yeter. [932]
Yani, iki kişiyi iyice doyuracak yemek, orta şekilde üç kişiye yeter. Bununla Rasûlullah (s.a.), yardımlaşmayı teşvik etmiş ve oburluğun kötü olduğunu ifade etmiştir. [933]
İkincisi kanaattir. Mal hırsı bazen nefse galebe çalar ve onun ta cevherine nüfuz eder. Bu durumda kişi, onu kalbinden çıkarmak ister ve bunu kolayca başarırsa, işte o kanaat sahibi demektir.
Kanaat, Allah Teâlâ'mn, nefsin aşırı arzusu olmaksızın rızık olarak verdiği nimetleri terketmek değildir. Nitekim bu manada Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Zenginlik mal çokluğundan ibaret değildir. Gerçek zenginlik, gönül zenginliğidir.[934]
"Ya Hakimi Hakikaten şu mal yeşil ve tatlıdır. Dolayısıyla onu her kim gönül hoşluğu ile alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek alırsa o malda kendisine bereket verilmez ve o, yiyip yiyip de doymayan kimse gibi olur. Yüksek (veren) el, alçak (alan) elden hayırlıdır. [935]
"Göz dikmediğin ve istemediğin halde bu kabil maldan sana bir şey gelirse onu al. Böyle olmayan bir malı ise canın çekmesin. [936]
Üçüncüsü cömertliktir. Mal tutkusu, onu tutma sevgisi bazen kalbe hakim olur ve onu her bir tarafından kuşatır. Bu halde iken insan, infâka muktedir olur ve bir sıkıntı duymaz ise, işte o cömerttir.
Cömertlik, malı ziyan etmek değildir. Mal da, haddizatında kötü bir şey değildir; çünkü o, Allah Teâlâ'nm en büyük nimetlerinden biridir.
Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cimrilikten sakının; çünkü cimrilik, sizden öncekileri helak
etmiştir. Onları aralarında kan dökmeye ve dokunmazlıklarını çiğnemeye sürüklemiştir. [937]
"Hasetlik (gıpta) ancak iki kişiye[938] karşı caizdir. [939]
Mal hakkındaki uyarısına, "Hiç hayır şer getirir mi?" denilince de şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki hayır ancak hayır getirir. Ama baharın yetiştirdiği her nebat ya öldürür, yahut ölüme yaklaştırır. Yalnız yeşillik yiyen hayvanlar müstesna.. [940]
"Kimin yanında fazla hayvan varsa, onu hayvanı olmayana versin! Kimin fazla azığı varsa, onu azığı olmayana versin!" Ravi diyor ki: "Mal çeşitlerinden o kadar çok şey saydı ki, hatta bir artan malda hiçbirimizin hakkı olmadığı düşüncesine vardık. [941]
Rasûlullah (s.a.), bu konuda aşırı bir teşvik yolu tutmuştu; çünkü cihaddaydılar, müslümanlar ihtiyaç içerisindeydi. Dolayısıyla bu emir, hem semahat, hem dinin yüceltilmesi, hem de müs-lümanların ihtiyaç yüzünden telef edilmemeleri gibi amaçlan birden içeriyordu. [942]
Dördüncüsü kısa emelli olmaktır. İnsan, uzun yaşama arzusundadır ve bu yüzden ölümü sevmez. Yaşayamayacağı kadar uzun emele sahiptir. O, bu hal üzere öldüğünde, iştiyak duyduğu şeye karşı olan aşırı meyli sebebiyle azap görür, o arzusunu yakalayamaz.
Aslında ömür, kötü bir şey değildir; aksine Allah Teâlâ'mn bahşettiği en büyük nimetlerden biridir.
Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dünyada bir garip ya da yolcuymuş gibi ol!" Sonra Rasûlullah (s.a.), bir dikdörtgen şekli çizdi, bunun ortasından dışarı doğru uzanan uzunca bir çizgi çizdi. Bu ortadaki uzunca çizgiyle kesişen küçük çizgiler çizdi. Sonra şöyle buyurdu:
"Bu insandır, bu da onu dört bir tarafından kuşatan ecelidir.
Bu dışarı doğru uzanan çizgi, insanın emelidir. Bu onunla kesişen küçük çizgiler ise, karşılaştıkları engeller, belâ ve musibetlerdir. Eğer bu isabet etmezse şu isabet eder, Şu isabet etmezse Öteki isabet eder. (Sonunda da ecel onu yakalar). [943]
Rasûlullah (s.a.), lezzetleri alt üst eden ölümü çokça hatırlamak, kabir ziyaretinde bulunmak, akranların ölümünü düşünmek suretiyle bu hastalığı tedavi etmek istemiştir.
Bir başka hadiste de şöyle buyurmuştur:
"Biriniz ölümü temenni etmesin. O kendisine gelmeden önce, onun gelmesi için dua etmesin. Çünkü biriniz öldüğü zaman ameli kesilir. [944]
Beşincisi tevazudur. Bu nefsin, kibir ve kendini beğenme dürtüsüne kapılmaması, bunun sonucu olarak insanları hor ve hakir görmemesidir. Kibir insanın nefsini ifsad eder; insanlara zulmetmeye, onları küçük görmeye iter.
Rasûlullah (s.a.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez." Bir zatın: "Ya Rasûîallah! İnsan elbisesinin güzel, ayakkabısının güzel olmasını ister?" demesi üzerine: ''Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir; hakkı inkâr ve insanları hor görmektir." buyurmuştur[945]
"Size cehennemlikleri haber vereyim mi? Her katı düşman, cimri, kibirlidir. [946]
"Bir adam, nefsinin hoşuna giden güzel bir elbise içinde, saçları taranık vaziyette, çalımlı çalımlı yürürken, Allah onu ansızın yere batırmıştır; o ta kıyamet kopuncaya kadar paldır küldür yere batmakta devam edecektir. [947]
Altıncısı hilim, teenni ve yumuşaklıktır. Kısaca, kişinin iyice düşünmeden, bir maslahat görmeden öfkeye kapılmanı asıdır. Aslında öfkelenmek her halükârda kötü bir şey değildir.[948]
Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim yumuşak davranmaktan (rıfk) mahrum ise, bütün hayırdan mahrum olmuştur. [949]
Bir adam Rasûlullah'tan (s.a.) kendisine öğütte bulunmasını istedi. Rasûlullah (s.a.), ona "Öfkelenme!" buyurdu. Adam isteğini bir kaç defa tekrarladı. Rasûlullah (s.a.), her defasında aynı şekilde "Öfkelenme!" diye cevap verdi. [950]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Size, cehenneme haram olacak kimseyi bildireyim mi? Her yakın olan, yumuşak davranan, oluruna gidip kolaylık çıkaran kimsedir. [951]
"Siz pehlivanı da kuvvetli kimseden ibaret sanıyorsunuz. Halbuki gerçek pehlivan, kızdığı zaman kendisini tutabilen kimsedir. [952]
Yedincisi sabırdır. Bu, nefsin; lüks yaşama, feveran etme, şehveti giderme, şımarıklık etme, sırrı ifşa etme, sevgiyi koparma... gibi isteklere karşı sebat göstermesi, bu tür dürtülere boyun eğmemesidir. Dürtünün türüne göre çeşitli isimler alır. [953]
Sabır hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir. [954] Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir kimseye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir ihsan (fazilet) verilmemiştir. [955]
Rasûlullah (s.a.), semahat vasfını gerçekleştirici hasletler üzerinde durduğu gibi, adalet vasfı üzerinde de durmuş ve bu vasfın kapsamı altına giren hasletler üzerine dikkat çekmiş, mahlukâta merhametli olmanın güzelliklerini açıklamış ve buna teşvikte bulunmuş, bunun ev halkı, mahalle halkı ve şehir/ülke halkı ile olan ilişkilere yansıması bakımından kısımlarını zikretmiş, toplum içerisinde büyüklere saygı gösterilmesini ve herkesin lâyık olduğu yere konulmasını emir buyurmuştur.[956]
Burada, konuya ışık tutacak ve örnek teşkil edecek bazı hadisler zikretmek istiyoruz:
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Zulümden sakının! Çünkü zulüm kıyamet gününde karanlıktır.[957]
"Şüphesiz ki Allah Teâlâ, kanlarınızı ve mallarınızı birbirinize bu beldenizin, bu gününüzün haramlığı gibi haram kılmıştır. [958]
"Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. [959]
''Vallahi, eğer sizden biriniz hakkı olmaksızın ondan bir şey alırsa (zimmet), kıyamet gününde Allah Teâlâ'ya onu taşır halde kavuşur. Sizden birinizin böğüren bir deve veya moğuran bir inek veya meleyen bir koyun taşıyarak Allah'a kavuştuğunu ben mutlaka bileceğim. [960]
"Her kim zulüm yolu ile bir karış yer alırsa, Allah onu, kıyamet gününde yedi kat yerin dibinden itibaren boynuna dolar. [961]
"Mü'min için mü'min, birbirlerini perçinleyen duvar gibidir»[962]
"Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat göstermekte mü'minlerin misâli vücut gibidir. Vücudun bir organı rahatsız olursa, diğer organları uykusuzluk ve yüksek ateş ile ona iştirake çağrışırlar.[963]
"İnsanlara merhamet etmeyene, Allah acımaz. [964]
"Müslüman müslümanın kardeşidir; Ona zulmetmez, onu tehlikeye atmaz. Bir kimse, din kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Her kim bir müslümanın bir sıkıntısını giderirse, onun sebebiyle Allah kıyamet gününün sıkıntılarından birini ondan giderir. Ve her kim bir müslümanın ayıbını örtbas ederse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını gizler. [965]
"iki kişinin arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hayvanına binmek isteyen kimseye yardım ederek, hayvanına bindirmen yahut eşyasını hayvana yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. [966]
Kimsesiz muhacirler hakkında şöyle buyurmuştur: [967]
"Ey Ebû Bekir! Ola ki, sen onları kızdırmışsındır. Eğer onları kızdırdıysan muhakkak Rabbini gazaba getirdin. [968]Orta ve işaret parmağını yan yana getirerek işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ben ve yetimin işlerini üstlenen kimse, cennette böyleyiz. [969]
"Dul ve yoksul için çalışan, Allah yolunda cihâd eden gibidir. [970]
"Bir kimse, kız evladından bir şeyle denenir de, onlara iyi bakarsa, kızlar kendisine cehennemden siper olurlar.[971]
"Kadınlar hakkındaki vasiyetimi tutun. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri yeri de üst kısmıdır. Doğrultmaya kalkarsan kırarsın; hali üzere bırakırsan eğri kalmakta devam eder. Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye edin[972]
Zevç ve zevcenin hakkı konusunda şöyle buyurmuştur: 'Yediğin zaman, ona da yedirmen, giyindiğin zaman onu da giyindirmen, yüzüne vurmaman, onun çirkinliğini yüzüne soylememen ve onu evde olması hariç terketmemendir. [973]
"Bir adam karısını yatağına çağırır da yatağa gelmezse, bu sebeple ona dargın olarak yatarsa, sabahlayıncaya kadar melekler o kadına lanet ederler. [974]
"Kadının, kocası yanındayken, ondan izinsiz olarak oruç tutması, izni olmadan, evine kimseyi alması helâl olmaz. Eğer bir kimsenin başka birine secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim. [975]
"Bir kadın, kocası kendisinden razı olduğu halde ölürse cennete girer. [976]
"Allah yolunda infâk ettiğin bir dinar, köle âzâdı için infâk ettiğin bir dinar, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dinar, ailene sarfettiğin bir dinar vardır. Bunların sevap itibariyle en büyüğüm ailene sarf ettiğindir. [977]
"Müslüman, Allah'ın rızasını hesaba katarak ailesi efradına infakta bulunursa, bu onun için bir sadaka olur. [978]
"Cibril bana komşuyu o derecede tavsiyede bulundu ki, onu mutlaka mirasçı yapacak sandım. [979]
"Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularını gözet! [980]
"Her kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, komşusuna eziyet etmesin.[981]
"Komşusu, şerrinden emin olmayan kimse, vallahi iman etmiş olmaz. [982]
Allah Teâlâ, rahime şöyle seslenmiştir:
"Seni gözeteni gözetmem, seninle alâkayı kesenden alâkayı kesmem seni hoşnut etmez mi? [983]
"Kim rızkının bol, ömrünün uzun olmasını isterse, sıla-yı rahimde bulunsun. [984]
"Büyük günahlardan biri de anne ve babaya karşı gelmektir. [985]
"Büyük günahlardan biri de, kişinin anne ve babasına söv-mesidir; başkasının babasına söver, o da onun babasına söver; başkasının anasına söver, o da onun anasına söver. [986]
Rasûlullah'a (s.a.) sorulur: "Anne ve babamın ölümünden sonra, onlar için yapacağım başka bir iyilik kaldı mı?" Şöyle buyurur:
"Evet, onlara dua edersin, onlara istiğfar edersin, arkalarından verilmiş sözleri varsa onları yerine getirirsin, onlarla bağlı olduğun akrabalık ilişkilerini gözetir, sıla-yı rahimde bulunursun, onların arkadaşlarına ikramda bulunursun. [987]
"islâmlık davasında saçlarını ağartmış olana, okuyuşunda aşırılığa kaçmayan, gereği ile amelden geri durmayan Kur'ân bilginine, âdil devlet başkanına ikramda bulunmak, Allah'a saygı göstermek demektir. [988]
"Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüzün şerefini tanıyıp ona saygı göstermeyen bizden değildir. [989]
"İnsanları, lâyık oldukları yerlere koyun. [990]
"Kim bir hasta ziyaretinde bulunur ya da Allah için bir din kardeşini ziyaret ederse, bir münadi, 'Sen pak ol, yürüdüğün toprak pak olsun, cennette senin için bir konak hazırlansın!' diye nida eder.[991]
Bu ve benzeri hadisler, adalet ve insanî ilişkilerin güzelce yürütülmesi konusuna dikkatlerimizi çekmektedir.[992]
Bil ki: İnsan, ihsan mertebesine ulaştıktan sonra bunun semereleri ortaya çıkar. Bunlar, makamlar ve hallerdir.
Bu konuyla ilgili hadislerin açıklanmasına geçmeden önce iki mukaddime üzerinde durmamız gerekmektedir:
i. Akıl, kalp ve nefsin isbatı, bunların hakikatlarının beyanı,
ii. Makam ve hallerin bunlardan doğuş şekli. [993]
Bü ki: İnsanda üç latîfe (ç. letâif) vardır ve bunlar, akıl, kalp ve nefis diye isimlendirilir.
Bunun böyle olduğuna nakil, akıl, tecrübe ve akıllıların ittifakı delâlet etmektedir. [994]
Kur'ân-ı Kerîm'de bu meyanda şu âyetler vardır: [995]
"Akleden bir kavim için, şüphesiz bunda âyetler vardır. Cehennem ehlinin dilinden şöyle denilmiştir:
"Eğer işitsek ya da akıl etseydik, cehennemlikler içerisinde olmazdık. [996]
Hadiste de şöyle gelmiştir:
"Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır. Ona: 'Beri gel!' demiş, beri gelmiş, 'Geri dön!' demiş, geri dönmüş ve 'Seninle sorumlu tutacağım. ' buyurmuştur. [997]
"Kişinin dini akıldır; aklı olmayanın dini yoktur. [998] "Akıl bakımından rızıklanan kimse kurtuluşa ermiştir. [999]
Bu hadislerin sıhhati konusunda ehl-i hadisin her ne kadar eleştirileri varsa da, pek çok senedi olması ve bunların birbirini desteklemesi onların sahih olduğunu gösterir.
Kur'ân'da (kalp hakkında) şöyle buyurulur:
"Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer. [1000]
"Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır. [1001]
Hadiste de şöyle buyurulur:
"Dikkat edin! Bedende öyle bir et parçası vardır ki, o düzeldiğinde bütün beden düzelir; o bozulduğunda bütün beden bozulur. Dikkat edin o kalptir. [1002]
"Kalp, rüzgarın altını üstüne getirerek evirip çevirdiği çöldeki bir tüye benzer. [1003]
Nefis hakkında da şöyle buyurulmustur:
"Nefis temenni eder ve arzu duyar; cinsel organ ise onu tasdik ya da tekzip eder. [1004]
Bu kelimelerin kullanıldığı yerleri araştırdığımız zaman;
i. Aklın, insanın duyular vasıtasıyla algılayamadıklarını idrak etmesini sağlayan şeyin adı;
ii. Kalbin, insanın sevmesini, buğz etmesini, seçimde bulunmasını, azmetmesini sağlayan şeyin adı,
iii. Nefsin de, insanın yemek, içmek ve cinsel konularla ilgili haz ve lezzetleri arzulamasını sağlayan şeyin adı olarak kullanıldığını görürüz. [1005]
Yerinde de sabit olduğu üzere, insanın bedeninde üç esaslı organ vardır ki, kuvveler ve insan olmanın gereği işlevler (efâtl) ancak bunlarla tamam olur. İdrâk kuvvelerinin mahalli dimağdır. Bunlar; tahayyül ve tevehhüm gücü, muhayyel ve mütevehhim olan şeyîer üzerinde tasarruf gücü, herhangi bir şekilde mücerred şeylerden söz etmek gücü gibi şeylerdir. Öfke, cüret, cimrilik, rıza, gazap ve benzeri hallerin mahalli kalptir. Bedenin ihtiyaç duyduğu şeyleri isteme yeri ciğer (kebid)'dir. Bu organlardan birine bir âfet arız olması halinde, bazı kuvvelerin işlevlerim icra edememesi, bu kuvvelerin, sözü edilen esas organlara has olduğunu gösterir.
Sonra bu üçünden her birinin fiili, ancak diğer ikisinin yardımı ile tamam olabilir. Küfür ya da güzel sözde olan çirkinlik ya da güzellik, idrak edilmemiş olsaydı, fayda ve zarar tevehhümü olmasaydı, o zaman ne öfke ne de sevgi ortaya çıkardı. Eğer kalbin metaneti olmasaydı, o zaman tasavvur olunan şey tasdik edilen şey olmazdı. Yiyecek, içecek ve cinsel ilişki lezzeti bilinmeseydi, onlarda menfaat olduğu tevehhümü olmasaydı, o takdirde insanın tabiatı onlara karşı meyletmezdi. Eğer kalbin, hükmünü bedenin derinliklerinde infaz etmesi olmasaydı, o zaman insan lezzet aldıkları şeylerin arkasından koşuşturmazdı. Eğer duyu organları aklın hizmetinde olmasaydı, o zaman hiçbir şey idrak edemezdik. Çünkü kesbî bilgiler, bedîhî olan bilgilerin uzantısıdır. Bedîhî olanlar ise, duyularla algılanan verilerin (mahsûsât) dalıdır. Eğer, kalbin ve dimağın sağlıklı olmasını gerektiren organlar hasta olsaydı, o zaman onlar sağlıklı olmaz ve hiçbir işlevde bulunamazlardı.
Bu üç letâif her ne kadar birbirini tamamlıyorsa da, Öbür taraftan her biri, ele geçirilmesi zor olan bir kalenin fethi gibi büyük bir işi yapmaya azmetmiş bir hükümdar mesabesindedir. Nasıl ki böyle bir hükümdar kardeşlerinden ordular, zırhlar, toplar... isteyerek yardım alır, bununla birlikte kalenin fethi işini kendisi idare
eder, sorumlu odur, karar mercii kendisidir. Öbürleri ise onun hiz-metindedirler ve onun emri doğrultusunda hareket ederler. Olaylar, hükümdarda mevcut bulunan cesaret, korkaklık, cömertlik, cimrilik, adalet, zulüm gibi sıfatlardan kendisinde galip olan doğrultusunda gelişir. Keza sonuç, hükümdarların, onların görüşlerinin ve karakterlerinin farklı olmasına göre de her ne kadar ordular, araç ve gereçler birbirine benzer ise de farklılık arzeder.
Aynen bu Örnekte olduğu gibi, bu üç temel letâifden her biri, hükümdar gibi beden ülkesinde farklı şekilde kendi hükmünü icra eder.[1006]
Kısaca söylemek gerekirse, bu üç esaslı organdan doğan işlevler, kendi aralarında birbirlerine yakın olurlar; ya ifrat ve tefrite mail ya da bu iki aşın uç arasında mutedil halde bulunurlar. Biz, bu üç esaslı organı, birbirine yakın işlevleriyle, devamlı olarak o işlevleri gerektiren mizaclanyla birlikte ele aldığımızda, onların; üzerinde durulmakta olan üç letâif olduklarını; bizzat kuvvelerin kendileri olmadıklarını, kuvvelerin bu letâif ile kâim olduklarını görürüz. [1007]
Kalbin sıfat ve fiilleri şunlardır: Öfke, cüret, sevgi, korkaklık, rıza, gazap, eski dostluğa vefa, sevgi ve buğz hakkında renge girme, makam tutkusu, cömertlik, cimrilik, umut ve korku. [1008]
Aklın sıfat ve fiilleri şunlardır: Yakın (kesin bilgi), şek, teveh-hüm, her hadis (sonradan olan) için bir sebep arama, faydaların elde edilmesi, zararların uzaklaştırılması için çareler üzerinde düşünme. [1009]
Nefsin sıfatlarının en son noktası, nefis yiyecek ve içeceklere karşı açgözlülük, kadınlarla aşk yapma arzusu ve benzeri şeylerdir. [1010]
insan fertleri üzerinde istikrada bulunan herkes hiç kuşku duymadan bilir ki onlar, bu üç letâife yönelik cibillî özelliklerine göre farklı farklıdırlar. Kimilerinin kalbi, nefsinin üzerinde hâkim konumdadır. Kimilerinin kalbi ise, nefsinin boyunduruğu altındadır.
Birinci özellikte olan birine öfke isabet ettiğinde, yahut kalbinde büyük bir makama karşı talep belirdiğinde, o kimsenin yanında şehvanî büyük lezzetlerin hiç önemi olmaz; onların terkine sabreder, onların terki konusunda nefsine karşı büyük mücadele verir.
Kalbi, nefsinin boyunduruğu altında olan kimsenin durumuna gelince, kendisine bir şehvet arız olduğunda, gözü kara hemen içine dalar, isterse arlanmayı gerektirecek bin bir durum olsun, hiç aldırmaz. İstediği yüksek mevkilere iltifat etmez, düşebileceği aşağılık durumlara, horluk ve zillete aldırmaz.
Birinci tipten olan kıskanç bir adam şehvetini gidermek için evlenme arzusu duyar ve nefsi bunu ısrarla talep eder. Fakat o, kalbinde yer eden kıskançlık duygusunun etkisiyle bir türlü evlenmeye yanaşmaz.
Bazen aç olur, açık olur, fakat sabreder ve sahip olduğu gururundan asla hiçbir kimseden bir şey istemez.
ikinci tip, haris biri olur ve kendisine şehvanî bir ilişki ya da nefis bir yemek imkânı doğar ve bunun kendisi için son derece zararlı olduğunu tıp, ya da tecrübe yoluyla, yahut da bazı insanların zoruyla bilir. Korkar, titrer, serden kaçınır; sonra heva ve hevesleri gözünü bürür, onu kör eder ve adam bile bile kendisini helakin içine atar.
Bazen olur insan, nefsinin her iki tarafa da meyyal olduğunu ve sâiklerin birbiriyle çekişmeli olduğunu idrak eder. Bir bu asılır, bir öteki. Buna benzer fiiller kendisinden çokça vuku bulur ve insanlar arasında darb-ı mesellik olur. Mücadele ya hevâ ve heveslere tabi olma ve korunmama doğrultusunda, ya da hevâ ve hevesleri kontrol altına alma, aklın kontrolünde yol alma şeklinde olur. [1011]
Üçüncü bir tip daha vardır ki aklı; kalbine ve nefsine galebe çalar. Gerçek imana sahip mü'min gibi. Bunun sevgisi, nefreti ve şehveti, Sâri' Teâlâ'nm emretmiş olduğu şeylere, şer'an cevazı, hatta müstehaplığı bilinen şeylere yönelik olur ve bunun sonucunda o, şeriatın hükmünden asla ayrılmak istemez.
Dördüncü bir tip daha vardır ki, ona töreler (resim), itibar talebi, utanılacak şeylere düşmekten uzak durma isteği galebe çalar. Bu tipte olan kişi, kuvvetli gazaba, şiddetli cürete sahip olmasına rağmen, Öfkesini yutar, kendisine yapılan küfür ve hakaretlerin acılığına sabreder, yapısının güçlü arzusuna rağmen şehvetini ter-keder ki, hakkında hoşuna gitmeyecek şeyler söylenmesin, çirkin şeylere nisbet edilmesin, yahut da talep etmekte olduğu yüksek mevki ve itibara ulaşabilsin.
Bu dört tip içerisinden birincisi yırtıcı hayvanlara (sibâ'), ikincisi mallara (behâim), üçüncüsü meleklere benzer. Dördüncü hakkında da mürüvvet sahibi, âl-i himmet sahibi denir.
İstikrada bulunan kimse, insanlar arasında kendisinde iki kuvvetin birden egemen olduğu birini göremez. Kuvveler aralarında çekişmeli olur; bazen bu Ötekine, bazen öteki buna galebe çalar. İncelemede bulunan, insanların hallerini belirlemek ve onları ifade etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz bu üç letâifi isbat zorunda kalır. [1012]
Bu üç letâifin bulunduğuna dair akıllıların ittifakına gelince, bil ki: Nefs-i natıkanın tezhîb ve tezkiyesiyle ilgilenen her tür din ve mezhep salikleri, bu üç letâifin isbatı ya da bu üç letâifle ilgili olan makam ve hallerin beyanı üzerinde ittifak etmişlerdir. Meselâ feylesof, amelî hikmette bunlara, "nefs-i melekî", "nefs-i se-buV ve "nefs-i behîmî" ismini verir. Bu isimlemede bir tür müsamaha vardır. Aklın, nefs-i melekî diye isimlendirilmesi, akla sahip en üstün varlıklara nisbet şeklinde isimlendirme kabilindendir. Kalbin, nefs-i sebu'î diye isimlendirilmesi de, kalbin en meşhur sıfatının dikkate alınması sebebiyledir.
Sûfiler, bu letâifi kabul ederler ve her birinin tezkiyesi için ayrı bir özen gösterirler. Şu kadar var ki onlar, iki latîfe daha kabul ederler ve onlara büyük önem verirler: Bunlar "ruh" ve sır dır.
Bunun hakikati şöyle: Kalbin iki yüzü vardır:
i. Beden ve organlara mail yüzü,
ii. Tecerrüd (soyutlanma) ve mutasarraflığa (sırâfa) mail yüzü.
Aynı şekilde aklın da iki yüzü vardır: i. Beden ve duyulara mail yüzü,
ii. Tecerrüd (soyutlanma) ve mutasarraflığa (sırâfa) mail yüzü.
Bunların alt tarafa bakan yüzlerine kalp ve akıl, üst tarafa bakan yüzlerine de ruh ve sır adı vermişlerdir. [1013]
Kalbin sıfatı, rahatsız edici Ölçüde şevk ve vecddir. Ruhun sıfatı, üns ve cezbeye kapılma (incizâb)dır.
Aklın sıfatı, kaynağı ulûm-ı âdiyyenin kaynağına yakın olan şeyler hakkında yakın sahibi olmaktır; gayba iman, fiillerde tevhid gibi.
Sırrın sıfatı, ulûm-ı âdiyyenin yetişemeyeceği şeyleri müşahede etmektir {şühûd). Bu sadece, zaman ve mekan kaydı olmayan, herhangi bir vasıfla vasıflanamayan, herhangi bir şekilde kendisine işarette bulunulamayan "mücerred-i sırf'tan bir tür söz etmektir.
Şeriat, ferdî hususiyetler dikkate alınmaksızın insanlık türünün genel yapısı dikkate alınarak, onların mizanına vurularak iner. Bu itibarla, sözünü ettiğimiz bu konulardan fazla bahsetmez ve onlarla ilgili bahisleri icmal hazinesine terkeder; ima ve işaretlerle yetinir.
Diğer din ve mezhep sâliklerine bakıldığında, onların da bu üç letâife ait bilgi sahibi oldukları görülür. İstikra ve ince anlayış bizi bu sonuca götürür. [1014]
Bil ki: Aklen ve bedenen sağlam olan, insan olmanın gereği hükümlerin kendisinde tam ve eksiksiz olarak zuhuruna imkân veren bir yapıya sahip olan kimse; ki o, yapı itibariyle insan fertlerinin reisi, bütün fertlerin en üst sınıra ne kadar yakın, ne kadar uzak olduklarını öğrendikleri düstur (ölçüt) olmaktadır aklı, kalbine galebe çalan, kalbi de güçlü bulunan, kuvveleri tam işleyen, kalbi de nefsine ve onun gereklerine hakim olan bir özelliğe sahiptir. İşte bu insan, ahlâkı kemale ermiş, fıtratı kuvvet kazanmış kimsedir. Bu üst mertebenin altında pek çok çeşitli mertebeler bulunmaktadır ki, sağlıklı düşünce bunları ortaya çıkarır.
Dilsiz hayvana gelince, onda da üç kuvve mevcuttur.Ancak onun aklı, kalbine ve nefsine son derecede mağluptur. Dolayısıyla yükümlülüğe ehil değildir. Mele-i a'lâ'ya katılma şansı da yoktur. Bu manayı ifade etmek üzere Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Biz, hakikaten insanoğlunu mükerrem kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onlan, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.[1015]
Aklen ve bedenen sağlam olan bu insanın aklı, eğer sâdıklar tarafından Mele-i a'lâ'dan alınmış hak itikatlara boyun eğmekte ise, o gerçek bir mü'mindir.
Bu özelliğine ilaveten, Mele-i a'lâ ile irtibata da geçebiliyor, onlardan aracısız bilgi alabiliyorsa; onda, nübüvvetten bir şube, ondan bir miras da bulunuyor demektir. Rasûlullah'ın (s.a.), "Salih rüya, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür. [1016] buyurmasının manası budur.
Eğer aklı, sapık ve ehl-i bâtıldan alınmış yanlış itikatlara boyun eğmekte ise, o takdirde kişi, mülhid (inkarcı) ve sapıktır.
Aklı, kavminin törelerine, tecrübe ve amelî hikmet yoluyla elde ettiği verilere boyun eğmekte ise, o Allah'ın dini hakkında cahildir.
Durum böyle olunca[1017] Allah Teâlâ'nın yüce hikmeti, mah-lukâtın en temizi, en akıllısı, Mele-i a'lâ sakinlerine en çok benzeyeni üzerine bir kitap indirmeyi, sonra bakışları onun üzerine toplamayı vacip kılmıştır. Böylece hükümleri, herkes tarafından yaygın olarak bilinen şeyler halini alacak ve, "Helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması[1018] sağlanacaktır.
Keza gönderilen bu peygamberin (s.a.), ihsan yollarını ve onun semeresi olan makamları son derece açık bir şekilde beyan etmesini gerektirmiştir. [1019]
Kısaca söylemek gerekirse, insan Allah'ın kitabına, O'nun peygamberinin (s.a.) getirdiklerine iman eder, bu imanı, bütün kalbî ve nefsî kuvvelerini peşinden sürükleyecek güçte olur, sonra dille zikrederek, kalple tefekkür ederek, organlarıyla edebe riayet ederek gerçek anlamda ubudiyetle (kulluk, ibadet) meşgul olur, buna uzun süre böyle devam eder, işte o zaman bu üç letâiften her biri ubudiyetten kendi payını kana kana içer. Bu aynen bir ağacın haline benzer. Kuru halde iken ağaç, baharda bol su emer, emdiği su, onun her bir dalma, her bir yaprağına sirayet eder, bunun sonunda onda çiçekler açar ve meyve verir. Aynı şekilde ubudiyet de, her bir letâife girer, onların hasis doğal sıfatlarını, üstün melekî sıfatlara dönüştürür. [1020]
Eğer bu sıfatlar, kalıcı melekeler ise, işlevleri hep aynı tarz üzere ya da birbirine yakın tarzlar üzere süreklilik gösteriyorsa onlara, "makamlar" denilir. Çakan şimşekler gibi bir gözüküp bir kayboluyorlar ve henüz yer etmemişlerse, yahut yer etmeleri söz konusu olmayan bir mahiyet arzeden şeylerse rüya, hevâtif ve galebe gibi o zaman bunlara, "haller" ve "vakitler" adı verilir.
Aklın gereği, beşerî tabiatın azgınlığı halinde, ilişkiye girdiği ümûru tasdik etmektir. Tehzîb ve tezkiyesinden sonra gereği ise, Sâri' Teâlâ'nın getirmiş olduğu şeyleri, sanki onları açıktan görüyormuş gibi yakîn üzere tasdik etmesidir. Aynen Zeyd b. Hârise'nin (r.a,), Rasûlullah'ın (s.a.), [1021]"Her hakkın bir hakikati vardır ; senin imanının hakikati nedir?" sorusuna, "Sanki ben, Rahmân'ın arşına açıktan bakıyor gibiyim.[1022] şeklindeki cevabında olduğu gibi.
Aklın normalde gereklerinden biri de, meydana gelen nimet ya da belâların sebeplerini öğrenmektir. Bu durumda tehzîb ve tezkiyesi halinde gereği; tevekkül, şükür, rıza ve tevhîd olacaktır.
Kalbin tabiî yapısının gereği, nimette bulunana, besleyene karşı sevgi; düşmanlık edene, kötülüğünü isteyene buğz duyması, kendisine dokunacak, eza verecek şeyden korkması, fayda verecek şeyi ummasıdır. Bu durumda tehzîb ve tezkiyesi halinde kalbin gereği, Allah sevgisi, O'nun azabından korkma, sevabını umma olacaktır.
Nefsin azgın tabiatının gereği, şehvetlere dalmak, lükse, refaha kaçmaktır. Bu durumda terbiye edilip olgunlaşması halinde sıfatı, tevbe, zühd ve çalışma olacaktır.
Biz, bu anlattıklarımızla sadece konuyu örneklendirmek istedik. Yoksa makamlar, sadece bu anlattıklarımızdan ibaret değildir. Zikredilmeyenleri, zikredilenlere; sekr[1023] galebe[1024] yeme ve içmeden uzun süre el çekme, rüya, hatif[1025] gibi halleri de makamlara kıyas et. [1026]
Konu ile ilgili hadisleri açıklamadan Önce, beyan etme gereğini duyduğumuz bu iki mukaddimeden sonra, asıl maksada girme zamanı gelmiştir. Deriz ki:
Akılla ilgili makam ve hallerin aslı yakındır.
Yakînden şu sayacağımız makam ve haller doğar: Tevhîd, ihlâs, tevekkül, şükür, üns, heybet, müferredlik (tefrîd), siddikhk, muhaddeslik ve sayması uzun sürecek daha başka makam ve haller.
Abdullah b. Mes'ûd şöyle demiştir: "İman, yakînden ibarettir. [1027] Onun, bu sözü Rasûlullah'a (s.a.) nisbet ettiği de rivayet olunmuştur.
Rasûlullah (s.a,) da duasında şöyle buyurmuştur: "...Dünya musibetlerini bize hafif kılacak ölçüde yakîn ver. [1028]
Yakînin manası şudur: Mü'min, şeriatın getirmiş olduğu kader, meâd (âhiret) gibi konularla ilgili verilere iman eder, imanı aklına galebe çalar, aklından kalbine ve nefsine mesajlar iner ve bunun sonucunda kişinin, inandığı o şeyler, sanki gözle görülen, elle tutulan şeylermiş gibi bir hal alır. îmanın, yakînden ibaret olması, aklın kemâle ulaştırılmasında onun temel umde olması sebebiyledir. Aklın kemâli, kalbin ve nefsin tezkiyesinin sebebidir. Şöyle ki: Yakîn, kalbe galebe çaldığında, ondan birçok dallar ayrılır ve o, artık insanların genelde korkmakta oldukları şeylerden korkmaz olur; çünkü bilir ki, başına gelecek şeyin önlenmesine, gelmeyecek şeyin de getirilmesine imkân yoktur. Dünya musibetleri kendisine önemsiz gelir, çünkü âhiret hayatında vaad olunanlar ona huzur verir. Nefsi, esbabı önemsemez olur; çünkü bilir ki âlemde ihtiyar ve irade yoluyla müessir olan yegane şey vücûbî kudrettir, işlerin esbaba bağlanması ise sûretâdır. Bunun sonucunda, insanların elde etmek için uğrunda koşuşturdukları, yoruldukları, sıkıntılara katlandıkları şeylerin ardında koşuşturmaz. Öyle olur ki, dünyanın altını ile toprağı onun yanında eşit bir hal alır. [1029]
Kısaca yakın tam olur, güçlenir, devamlılık kazanır; ne fakirlik ve zenginliğin, ne izzet ve züllün etki edemeyeceği bir hal alırsa, ondan bir çok hal ve makam doğar: Bunlardan bazıları şunlardır: [1030]
Birincisi şükürdür. Şükür; insanın, her türlü açık ve gizli nimetlerin, şanı yüce olan Yaratıcı'dan gelmekte olduğunu görmesi, bunun sonucu olarak her nimet sayısınca Yaratıcısına olan muhabbetinin artması, O'na şükretmekten aciz olduğunu görmesi ve bu inanç içerisinde eriyip yok olması halidir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cennete ilk çağrılacak olanlar, bollukta darlıkta hep Allah'a Şükür eden hamdçılardır. [1031]
Bunun sebebi şudur: Şükür; aklın ve kalbin Yaratıcısına olan yakını imanının belirtisidir. Çünkü nimetleri tanımak, onların Yaratıcıdan feyiz halinde inmekte olduğunu görmek, onlar hakkında âlem-i misâlde faal bir kuvvet oluşturur ve misâli kuvveler, uhrevî timsaller ondan etkilenir. Nimetlerin ayrıntılarını bilme, onları şanı yüce olan in'âm sahibi Allah'tan feyzettiğini görme, ilâhî kerem kapısını çalmada müstecâb duadan aşağı kalmaz.
Şükrün tamam olabilmesi için, kişinin geçen Ömründe karşılaştığı acaip halleri dikkate alarak nefsini uyarması ve içinde bulunduğu hali daha iyi takdir etmesi gerekir. Nitekim bu manada ;
Hz. Ömer (r.a.) hakkında şöyle rivayet olunmuştur. O, son haccın-dan dönerken Dacnân vadisinde şöyle demiştir:
"Allah'a hamd olsun. Allah'tan başka tanrı yoktur. O, dilediğine dilediğini verir. Bir vakitler ben bu vadide (babam) Hattâb'ın develerini güderdim. Katı ve acımasız bir adamdı. Çalıştığım zaman beni yorar, gevşeklik gösterdiğimde beni döverdi. Şimdi sabahlıyorum, akşamlıyorum da, Allah ile aramda korkacağım başka hiçbir kimse yok!" [1032]
Yakînden doğan makam ve hallerden ikincisi tevekküldür. Tevekkül, yakînin kişiye galebe çalması ve bunun sonucunda, faydaların elde edilmesi, zararların uzaklaştırılması için esbaba yapışmak konusunda aldırış etmez olması; ancak Allah Teâlâ'nın kulların hayatlarım kazanmaları için belirlemiş olduğu yollar üzere yürümesi, bununla birlikte onlara dayanıp güvenmemesi halidir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden yetmiş bin kişi cennete hesapsız gireceklerdir. Onlar, afsun yapmayanlar, uğursuzluk inancına sahip olmayanlar, vücutlarını dağlamayanlar ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir.[1033]
Rasûlullah (s.a.), onları bu şekilde nitelemekle, tevekkülün eserinin, yasak olan sebepleri terketmede kendisini göstereceğine, yoksa tevekkülün Allah Teâlâ'nm kulları için bir yol olmak üzere belirlediği sebepleri terketmek demek olmadığına işaret etmiştir.
Hesapsız cennete girme şunun içindir: Onların içinde tevek-
külün yer etmesi nefiste öyle bir mana doğurmuştur ki bu, onda yer eden amellerin sebepliği inancını koparıp atmıştır. Çünkü onlar, varlık âleminde kudret-i vücûbiyyeden başka hiçbir şeyin etkin olmadığını yakînen bilmektedirler. [1034]
Yakînden doğan makam ve hallerden üçüncüsü heybettir. Heybet, kişinin Allah Teâlâ'nm celâlinin büyüklüğünü yakînen görmesi ve bunun sonucunda O'nun yanında yok olmasıdır. Hz. Ebû Bekir Sıddîk'in (r.a.) şu sözü buna örnektir. O, bir ağaç dalına konan bir kuşa şöyle seslenmiştir:
"Ne mutlu sana ey kuş! Vallahi ne kadar isterdim, keşke ben de senin gibi bir kuş olsaydım! Sen ağaca konar, yemişinden yer, sonra uçar gidersin; ne hesabın var, ne azabın! Vallahi ne kadar arzu ederdim, keşke yol kenarında bir ağaç/ot olsaydım, bana bir deve uğrasaydı, beni alsa, ağızına soksaydı, beni çiğnese, sonra yutsaydı, sonra da beni kığı olarak dışarı atsaydı da beşer olmasaydım!" [1035]
Yakînden doğan makam ve hallerden dördüncüsü, hüsnüzan-dır. Bu, sûfı dilinde "üns" diye isimlendirilen haldir. Hak Teâlâ'nın nimetlerini, lütuflarını düşünmekten doğar. Nitekim heybet de, O'nun hışmını, azabını ve satvetini düşünmekten neşet eder. Mü'min, her ne kadar itikadı nazarıyla hafv ve recâyı bir arada bulundurursa da, hal ve makamıyla bazen kendisine heybet, bazen de hüsnüzan galebe çalar. Bu aynen çok derin bir uçurumun kenarında bulunan bir kimsenin haline benzer; aklı her ne kadar korkuyu gerektirecek bir hal olmadığına hükmetse bile, korkudan tir tir titrer. Keza kişinin içinden geçirdiği şeyler (hadîs-i nefs) eğer güzel nimetler ise, insan ferahlık duyar; oysa ki akıl ortada sevinecek bir şey olmadığına hükmeder. Ancak vehim, bu iki halde korku ve ferahlık duyulmasına sebep olur.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah hakkında hüsnüzanda bulunmak, en güzel ibadetlerdendir.[1036]
Kudsî hadiste de şöyle gelmiştir: "Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ben, kulumun bana olan zannı üzereyim. Beni zikrettiği zaman da, ben onunla beraberim... [1037]
Çünkü hüsnüzan; nefsi, Yaratıcısından inecek olan lütufları almaya hazır hale getirir. [1038]
Yakînden doğan makam ve hallerden beşincisi müferredlik-tir. Tefrîd; zikrin, idrâk kuvvelerini istilâ etmesi ve bunun sonucunda Allah Teâlâ'yı sanki açıktan görüyormuş gibi olması, içinden geçirdiği düşüncelerin yok olması, içindeki pek çok ateşin sönmesidir.
Bir hadiste de Rasûlullah (s.a.), "Yürüyün! Müferridler öne geçti." başka bir rivayette, "Müferridlere ne mutlu!" buyurmuş, "Kimdir onlar?" diye sorulduğunda da, "Allah'ın zikrine düşkün olanlar.[1039] (Başka bir rivayette), "Zikrin, üzerlerindeki yükleri hafiflettiği kimselerdir. [1040] buyurmuştur.
Zikir nuru, onların akıllarını bürüyüp, ceberut âlemine yönelişleri nefislerinde yer edince, hayvanı güç etkinliğini kaybeder ve ateşi söner, nefse verdiği ağırlıklar gider. [1041]
Yakînden doğan makam ve hallerden altıncısı ihlâstır. İhlâs, kişinin aklında Allah Teâlâ için ibadet etmenin faydasının temes-sül etmesidir. Bu ya nefsinin Hak Teâlâ'ya yakınlaşması yönünden olur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Allah'ın rahmeti, ihsan mertebesinde olanlara çok yakındır. [1042]
Ya Allah Teâlâ'nın, rasullerinin (s.a.) dili üzere vaad buyurduğu şeylerin tasdiki yönünden olur. Bu durumda ameller, büyük bir sâikle ondan kaynaklanmış olur ve ona hiçbir şekilde riya, şöhret olma arzusu karışmaz, veya âdet olsun diye işlenmiş olmaz. Bu hal bütün amellerine hatta günlük yapılan mubah işlerine bile sirayet eder.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Dini yalnız kendisine has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri... emrolunmuştu, [1043]
Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur:
"Ameller ancak niyetlere göredir. [1044]
Yakînden doğan makam ve hallerden yedincisi, tevhiddir. Bunun üç mertebesi vardır:
i. İbâdette/kullukta tevhîd: Sadece Allah Teâlâ'ya kulluk ve ibadet edip, tağutlara kulluk ve ibadet etmemek; onlara tapınmaktan, ateşe atılmak gibi nefret etmek.
ii. Fiillerde tevhîd: Güç ve kudretin sadece Allah Teâlâ'ya ait olduğunu görmek, âlemde bilâ vasıta kudret-i vücûbiyyeden başka etkin herhangi bir güç olmadığını; esbabın sûretâ olduğunu, mü-sebbeblerin onlara nisbetinin mecazî olduğunu; kaderin, mahlukâ-tm iradesine galip geldiğini görmek ve bu şekilde inanmak.
iii. Sıfatlarda tevhid: Hak Teâlâ'nın, sonradan yaratılmışlara benzemekten münezzeh olduğuna inanmak, O'nun sıfatlarının mahlukâta ait sıfatlara benzemediğini görmek, bu konudaki haberleri, gözle görülen şeyler gibi algılamak, O'nun hiçbir şekilde benzeri olmadığına nefsinin tâ derinliklerinden gelen bir imanla inanmak ve bunda en ufak tereddüdü olmamak, bu doğrultudaki şeriatın koymuş olduğu nassları, Rabbinden bir beyyine üzerinde; zâtı hakkında zâtından neşet eden veriler olarak telakki etmek. [1045]
Yakînden doğan makam ve hallerden ikisi de sıddıklık ve mu-haddesliktir. Bunların hakikati şudur: Ümmet içerisinde, asıl fıtratı itibariyle peygamberlere benzeyen kimseler bulunur. Bunlar, muhakkik üstada nisbetle zeki öğrenciler mesabesinde olurlar. Eğer bu benzerlik, aklî kuvveler sebebiyle ise, o kimse sıddîk ya da muhaddestir. Eğer amelî kuvveler hasebiyle ise, o kimse şehid ya da havaridir. Şu âyet-i kerîmede işte bu iki zümreye İşaret olunmaktadır:
"Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, evet işte onlar, sıddîkler ve şehitlerdir.[1046]
Bu ikisi arasındaki fark şudur: Sıddîk olanın nefsi, bizzat peygamberin nefsinden istifadeye daha yakındır. Ateşe nisbetle kibrit (kükürt) gibidir. Rasûlullah'tan (s.a.) her ne zaman bir haber işitse, nefsinde Önemli bir yer eder ve bizzat kendi nefsinden kaynaklanan bir şehadetle onu tasdik eder, sanki taklit sonucu olmayan nefsinden doğan bir bilgi gibi olur. Hz. Ebû Bekir'in (r.a.), Rasûlullah'a (s.a.) vahiy geldiği esnada, Cibril'in sesinin uğultusunu duyduğunu belirten rivayette, işte bu manaya işaret olunmaktadır.
Sıddîk olanın nefsinde, Rasûlullah'a (s.a.) karşı mümkün olabilen en üst düzeyde muhabbet bulunur. Bu onu; canıyla, malıyla onun yanında yer almaya ve her hal ve durumda ona muvafakat etmeye iter. Hatta peygamber (s,a.) onun halini, "malı ve beraberliği konusunda insanların en güveniliri" olmakla ifade eder. Öyle olur ki Rasûlullah (s.a.), eğer insanlardan bir dost edinecek olsaydı, o dostun kendisi olacağını beyan eder. Bu, vahiy nurlarının peygamberin nefsinden, sıddîkın nefsine intikâlinin peşi peşine olması sebebiyledir. Tesir ve teessür, fiil ve infial her tekrarlanışın-da, fena ve feda hâsıl olur. Sıddîkın kemali ki onun en büyük maksadı budur peygamberin (s.a.) sohbetiyle, onun sözlerini dinlemekle olacağından, hiç şüphesiz ümmet içerisinde peygamberin sohbetine en çok mazhar olan o olacaktır.[1047]
Sıddîkın alâmetlerinden bazıları şunlardır:
i. İnsanlar içerisinde rüya tabirini en iyi bilen olur. Bu, gaybî haberleri en basit sebeplerle elde etmeye yakın yaratılmış olmasındandır. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), pek çok konuyla ilgili olarak Sıddîk'tan tabirde bulunmasını istemiştir.
ii. Peygambere ilk iman eden olur.
iii. İman ederken mucize istemeye gerek duymaz. [1048]
Melekût âleminden bazı ilim kaynaklarının, kişinin nefsine açılması ve oradan Hak Teâlâ'mn peygamberin şeriatı ve insanlığın kurulu düzeninin ıslâhı için hazırlamış olduğu bazı bilgileri, henüz peygambere o doğrultuda vahiy gelmezden Önce almasıdır. Bir adamın rüyasında, melekût âleminde olmasına karar verilmiş birçok hadiseyi, henüz daha meydana gelmeden önce görmesi gibi.
Muhaddesin Özelliklerinden biri, birçok konuda onun görüşü doğrultusunda Kur'ân âyetinin inmiş olmasıdır. Rasûlullah'ın (s.a.) rüyasında, kendisine ikram edilen sütü kana kana içtikten sonra kendisine (Hz. Ömer'e) vermesi de muhaddeslik alâmetidir. [1049]
Sıddîk, hilâfete insanların en lâyık olanıdır; çünkü sıddîkın nefsi, Allah Teâlâ'mn peygamberine olan inayetinin, ona olan nus-ret ve teyidinin makam halindedir; hatta öyle ki sanki peygamberin ruhu, sıddîkın lisanıyla konuşuyormuş gibi olur. Hz. Ebû Bekir Sıddîk'a (r.a.) bey'at edilirken Hz. Ömer'in (r.a.) söylediği şu söz bu manayı ifade eder:
"Eğer Hz. Muhammed (s.a.) ölmüşse, şüphesiz Allah Teâlâ sizin önünüze kendisiyle doğru yolu bulacağınız bir nur kılmış, Mu-hammed'i hidayet rehberi kılmıştır. Şüphesiz Ebû Bekir, Rasûlullah'ın (s.a.) en yakın arkadaşı, ikinin ikincisi ve işlerinizi üstlenmeye insanların en lâyıkıdır. Öyleyse kalkın ve ona bey'at edin!" [1050]
Sıddîktan sonra hilâfete insanların en lâyık olanı, muhaddestir. Bu manayı beyan için Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Benden sonra iki kişiye; Ebû Bekir ve Ömer'e uyun![1051] Allah Teâlâ da şöyle buyurur:
"Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler, işte onlar Allah'a karşı gelmekten sakınan müttakîlerdir. [1052]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden öncekiler içerisinde mukaddesler vardı; eğer ümmetim içerisinde biri varsa, o Ömer'dir. [1053]
Akılla ilgili hallerden bir diğeri tecellîdir. Bu konuda Sehl şöyle demiştir: "Tecellî üç hal üzere olur:
i. Zâtın tecellîsi ki buna mükâşefe denir.
ii. Zâtın sıfatlarının tecellîsi. Bu nurun yerleridir.
iii. Zâtın hükmünün tecellîsi. Bu da âhiret ve orada olanlardır.[1054]
Mükâşefe, yakînin kişiye galebe çalması ve bunun sonucunda sanki O'na bakıyormuş, O'nu görüyormuş gibi olması, O'nun dışında kalan herşeyden habersiz kalmasıdır. Nitekim bu manayı ifade etmek üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İhsan, sanki O'nu gorüyormuşsun gibi Allah'a kulluk etmendir.[1055]
Gözle görerek (ıyânen) müşâhade ise, dünyada değil, âhirette olacaktır. [1056]
Bu iki şekilde olabilir:
a) Allah Teâlâ'nm yaratma konusundaki fiillerini murakabe eder ve O'nun sıfatlarını gözünün önüne getirir, bunun sonucu olarak da Allah Teâlâ'nın kudretine olan yakîni kendisine galebe çalar ve sebepleri görmez olur, kendisinden korku ve esbaba yapışma endişesi gider, Allah Teâlâ'nın kendisine dair olan ilmi galip gelir. Bunların sonucu olarak da boyun eğmiş, korku ve dehşete kapılmış bir hal alır. Nitekim Rasûlullah (s.a.) bu manayı ifade etmek için, "Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor. [1057]buyurmuştur.
Bu halin, nur yerleri olmasından maksat şudur: Nefis, müteaddit nurlarla aydınlanır; bir nurdan başka bir nura, bir murakabeden başka bir murakabeye intikal eder. Zâtın tecellîsi ise böyle değildir. Zira orada taaddüt ve tahavvül (bir halden başka hale geçiş) yoktur.
b) ikincisi, Zât'ın fiili ve haricî sebepler aracılığı olmaksızın "kün= ol!" emriyle yaratması anlamında Zâtın sıfatını görmesidir. Bu takdirde nur yerleri, misâl alemindeki nurdan şekiller (eşbâh) olur ki, onlar arif olan kişiye, duyularının dünyadan gaybeti halinde gözükür.
iii. Zâtın hükmünün tecellîsi ya da âhiret tecellîsine gelince, bunun manası, mücâzâtı dünya ve âhirette basiret gözüyle görmesi ve bunu, aynen aç olanın açlık, susuzun susuzluk elemini hissetmesi gibi nefsinde duymasıdır.
Birinci tecellîye örnek, Abdullah b. Ömer'in (r.a.) şu sözüdür: O tavaf esnasında iken bir adam kendisine selâm vermiş, o selâmını almamıştı. Adam, îbn Ömer'in bazı yakınlarına serzenişte bulunmuştu. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle demiştir: "Biz o me- [ 252 kanda Allah'a bakışıyorduk."
Bu, bir tür gaybet, bir tür fena halidir. Çünkü üç letâiften her birinin bir gaybet, bir de fena hali vardır.
Aklın gaybet ve fenası, Rabbi ile meşgul olup, eşyaya dair bilgiden habersiz olmasıdır.
Kalbin gaybet ve fenası, başkasını sevme, başkasından korkma halinin düşmesidir.
Nefsin gaybet ve fenası, nefsin şehvetlerinin düşmesi ve şehvanî şeylerden lezzet almaz olmasıdır.
İkincisine örnek: Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) ve daha başka büyük sahâbîlerin söylemiş oldukları: "Beni hasta eden, tabîb!" sözleridir.
Üçüncüye örnek: Ensâr'm, içinde kandiller gibi nurların bulunduğu bir bulut görmeleridir.
Yine rivayet olunduğuna göre Rasûlullah'ın (s.a.) ashabından iki kişi, karanlık bir gecede onun yanından çıkmışlar, beraberlerinde önlerinden giden iki kandil varmış, ayrıldıklarında kandillerden her biri, onlardan biriyle yürümüye devam etmiş, ta ki evlerine varıncaya kadar.
Yine hadiste geldiği üzere, (Habeş kralı) Necâşî'nin kabri yanında bir nur gozükürmüş.
Dördüncüye örnek: Hanzale eî-Üseyyidî'nin sözüdür: Hadis şöyle:
Bana Hz. Ebû Bekir tesadüf etti de:
"Nasılsın ya Hanzale!" dedi. Ben:
"Hanzale münafık oldu!" dedim.
"Sübhânallah! Sen ne söylüyorsun?" dedi.
"Rasûlullah'ın (s.a.) yanında bulunuyoruz. Bize cenneti, cehennemi hatırlatıyor, hatta onu gözle görmüş gibi oluyoruz. Rasûlullah'ın (s.a.) yanından çıktıktan sonra ise eşlerle, çocuklarla, geçim telaşıyla meşgul oluyoruz. Bu sebeple çok şey unutuyoruz." dedim. Hz. Ebû Bekir:
"Vallahi, bu bizim de başımıza geliyor." dedi. Hz. Ebû Bekir ve ben yürüdük ve Rasûlullah'ın (s.a.) yanına girdik. Ben:
"Hanzale münafık oldu ya Rasûlallah!" dedim. Rasûlullah (s.a.):
"Ne o?" diye sordu.
"Ya Rasûlallah! Senin yanında bulunuyoruz. Bize cenneti, cehennemi hatırlatıyorsun, o derecede ki gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Senin yanından çıktığımız vakit eşlerle, çocuklarla ve geçim telaşıyla meşgul oluyoruz. Çok şey unutuyoruz." dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Canımı elinde bulundurana yemin ederim ki, siz benîm yanımda bulunduğunuz hal üzere ve zikretmeye devam ederseniz, sizinle melekler döşeklerinizin üzerinde ve yollarda müsâfaha ederler. Ve lâkin ya Hanzale! Bazen şöyle, bazen böyle![1058] buyurdu ve bunu üç defa tekrarladı. [1059]
Abdullah b. Ömer'in rüyasında cennet ve cehennemi görmesi de, buna bir örnektir. [1060]
Yakînden doğan makam ve hallerden biri de, vakıaya uygun olarak sonuçlanan doğru firâset ve hatırdır.
İbn Ömer şöyle der: "(Babam) Ömer, bir konuda 'Ben, onu şöyle zannediyorum' desin de, aynen zannettiği gibi çıkmasın, işitmedim." [1061]
Yakînden doğan makam ve hallerden biri de sâlih rüyadır.
Rasûlullah (s.a.), ehl-i sâlikin rüyalarının tabirine önem verirdi. Hatta rivayet olunduğuna göre, sabah namazından sonra oturur ve, "Sizden kim rüya gördü?" diye sorardı. Eğer biri çıkar da anlatırsa, onu tabir ederdi.
Sâlih rüyadan maksadımız şunlardır:
i. Rüyada Rasûlullah'ın (s.a.) görülmesi,
ii. Cennet ve cehennemin görülmesi,
iii. Sâlihlerin ve peygamberlerin (s.a.) görülmesi,
iv. Beytullah gibi mübarek bir mekanın görülmesi,
v. Gelecek bir olayın görülmesi ve onun aynen gerçekleşmesi,
vi. Geçmiş bir olayın olduğu gibi görülmesi,
vii. Kişinin bir kusuruna dikkat çekici şekilde bir rüya görmesi; meselâ öfkesini, kendisini ısıran bir köpek suretinde görmesi gibi,
viii. Nurlar ya da güzel rızıkîarın görülmesi; süt içmek, bal ve tereyağı yemek gibi,
ix. Meleklerin görülmesi.
Allah'u a'îem! [1062]
Yakînden doğan makam ve hallerden bir diğeri, münâcâtın hazzına eritmesi, içten geçen düşüncelerin (hadîs-i nefs) kesilmesidir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim iki rekat namaz kılar ve bu esnada içinden başka hiçbir şey geçirmezse, geçmiş günahları affolunur.[1063]
Bir diğeri muhasebedir. Bu, iman nuru ile aydınlanmış kalp ile, kalbin makamlarının ilki olan cem arasından doğar.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışan kimsedir. [1064]
Hz. Ömer (r.a.) de bir hutbesinde şöyle demiştir:
"Hesaba çekilmezden önce, nefsinizi hesaba çekin! Mizana alınmazdan Önce, onu tartın! Allah Teâlâ'ya yapılacak büyük arz için kendinize çeki düzen verin! O gün Allah'a arzolunacaksınız ve gizli hiçbir şeyiniz kalmayacak." [1065]
Bir diğeri hayadır. Buradaki haya, nefsin makamlarından biri olan hayadan başkadır. Bu hal, Allah Teâlâ'nın izzet ve celâlini görmeden, O'nun hakkını yerine getirmekten âciz olduğunu, beşerî noksanlıklara bulaşmış olduğunu düşünmekten doğar,
Hz. Osman (r.a.) şöyle demiştir:
"Ben evde karanlıkta yıkanırım; Allah Teâlâ'dan haya ettiğimden iki büklüm olurum." [1066]
Şimdi de kalple ilgili makamlar üzerinde duralım. Bunlardan bazıları şunlardır: [1067]
Kalple ilgili makamların ilki cem (himmeti bir noktada toplama, yoğunlaşma) makamıdır. Cem, âhiret işlerinin, kalbin asıl maksadı olması, bütün düşüncesinin ona yönelik olması, dünya işinin önemsiz bir hal alması, ona yönelik bir maksadının olmaması, ona ancak arızî olarak ve asıl amacına kendisini ulaştıracak bir araç olması bakımından ve yeteri kadar ilgi duymasıdır.
Cem, sûfîlerin "irâde" diye isimlendirdikleri makamdır. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, bütün tasasını tek bir tasa halinde âhiret tasası kılarsa, Allah Teâlâ, onun tasasını giderir, işlerini kendi üstüne alır. Kim de kendisine pek çok tasa edinirse, Allah Teâlâ onun hangi vadide helak olduğuna aldırış bile etmez.[1068]
İnsanın himmetinin, ilâhî cömertlik kapısını çalma konusunda dua gibi özel bir etkisi vardır. Dahası himmet, duanın iliği ve özüdür. İnsan bütün himmetini, Allah'ın razı olacağı şeylere yöneltmesi halinde Allah Teâlâ, onun işlerini üstlenir. Himmetin bir noktada toplanması gerçekleşir ve bu hal üzere açık ve gizli olarak kulluğa devam ederse; bu, o kimsenin kalbinde Allah sevgisi (mu-habbetullah) ve Rasûlullah sevgisi doğurur. Bu sevgiyle, sadece Allah Teâlâ'nın mülkün mâliki olduğuna, Rasûlullah'ın (s.a.) hak ve O'nun tarafından insanlığa gönderilmiş olduğuna imanı artmakla kalmaz; bilakis bu, suya nisbetle susuzun, yiyeceğe nisbetle açın durumu gibi bir hal şeklîni alır.
Muhabbet şöyle doğar: Akıl, zikrullah ve O'nun celâli üzerinde tefekkür ile dolunca iman nuru doğar ve bu, akıldan kalbe yansır. Kalp bu nuru, kendisinde yaratılıştan mevcut bulunan bir kuvve ile alır ve bu muhabbete dönüşür. [1069]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imanın tadını bulur: Birincisi, bir kimseye Allah ve Rasûlü, başkalarından daha sevimli olmak...[1070]
"Allahıml Sevgini bana özümden, kulağımdan, gözümden, ailemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevimli kıl! [1071] Hz. Ömer'e (r.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ben sana, Özünden daha sevimli olmadıkça mü'min olamazsın." Hz. Ömer (r.a.): "Sana kitabı indirene yemin ederim ki, elbet sen bana kendi özümden daha sevimlisin." demiş, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) ona:
"Şimdi imanın tamam oldu ey Ömer!" buyurmuştur.
Enes (r.a.), Rasûlullah'tan (s.a.) şöyle buyurduğunu işittiğini söylemiştir:
"Hiçbir kul, ben kendisine ailesinden, malından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş sayılmaz. [1072]Rasûlullah (s.a.), bununla işaret etmiştir ki sevginin hakikati, yakın lezzetinin, akıl üzerine, sonra da kalp ve nefis üzerine galebe çalmasıdır. Bu öyle bir raddeye ulaşır ki, âdeta kalbin iştiyak duyacağı çocuk sevgisi, aile sevgisi, mal sevgisi gibi şeylerin yerini ahr; susuzun soğuk suyu arzulaması gibi nefsin arzularının yerine geçer. Bu hale gelinince, kalbin makamlarından biri olan halis sevgi doğar.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever.[1073]
Rasûlullah (s.a.), mü'minin Cenâb-ı Hakk'a meylini, beden perdesinden sıyrılma makamına olan susuzluğunu, tabiatının sıkışıklığından kurtulup kudsiyet fezasına varma özlemini, böylece vasıf ile nitelemesi mümkün olmayana ulaşma iştiyakını, Rabbine olan muhabbetine alâmet kılmıştır. [1074]
Sıddîk (r.a.) şöyle demiştir: "Kim, katkısız Allah muhabbetinin tadını tadarsa, bu onu dünya ile meşgul olmaktan alıkoyur ve bütün insanlardan onu uzaklaştırır."
Onun bu sözü, muhabbetin sonuçlarını ortaya koyma için söylenebilecek son sözdür.
Mü'minin Allah Teâlâ'ya olan muhabbeti tamam olduğunda bu Allah Teâlâ'mn kendisine muhabbetini gerektirir.
Allah'ın kuluna olan muhabbetinin hakikati, kuldan etkilen mesi değildir. Hâşâ O, böyle bir durumdan münezzeh ve çok yücedir! Ancak muhabbetullahın hakikati, kuluna kabiliyeti doğrultusunda hak ettiği şekilde muamele etmesidir. Nasıl ki güneş madenî eşyaları diğer nesnelere nisbetle daha çok ısıtırsa bu d.; öyle. Aslında güneşin fiili aynıdır, ancak, onu karşılayanın kabili yetine göre etki farklılık göstermektedir.
Allah Teâlâ'mn, kullarının sahip oldukları sıfatları, ı^lemu oldukları fiilleri açısından onların nefislerine karşı olan ina) aynıdır. Onlardan müptezel sıfatlarla muttasıf olanlar ve byleo? hayvanlar sınıfına dahil bulunanlar, ehadiyet güneşinin şısında kendi istidadına uygun düşecek etkiyi görür. Kim de sıfatlarla muttasıf olur ve bu sebeple Mele-i a'lâ saflarında ve alırsa, o da ehadiyet güneşinin ışığından öyle bir nurvezî a lki, sonuçta Hazîre-i kuds cevherlerinden bir cevher halini ; 'ir aı tık onun hakkında Mele-i a'lâ sakinlerine uygulanmakta kümler uygulanır ve işte o anda, "Allah Teâlâ, onu sevdi' Çünkü Allah Teâlâ, ona sevgilinin sevgilisine yaptığı Kul da artık "velî" diye isimlendirilir.
Kul için hasıl olan muhabbetullah, onda na getirir ki Rasûlullah (s.a.), bunları son derece a ak beyan buyurmuştur. [1075]
1. Önce Mele-i a'lâ'ya, arkasından da yeryüzüne onun için hüsnü kabul konulur. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ, bir kulu sevdiği zaman Cibril'e nida eder ve 'Şüphesiz ben falan kulumu seviyorum; sen de onu sev!' buyurur. Cibril de onu sever. Sonra Cibril göklerde nida eder. 'Şüphesiz Allah Teâlâ, falan kulunu seviyor; siz de onu sevini' der. Bunun üzerine göklerde olanlar onu severler, sonra yeryüzünde onun için hüsnü kabul konulur.[1076]
İnâyet-i ilâhî, kulunu sevmeye yöneldiğinde, O'nun muhabbeti, aynen güneşin ışığının sırlı aynalarda yansıdığı gibi Mele-i a'lâ'ya yansır, sonra Mele-i sâfil'e, sonra da yeryüzü halkından buna kabiliyetli olanlara onu sevmeleri ilham olunur. Bu aynen, toprağın suyu emmesi ve onun bereketinden istifade etmesi gibi olur.
2. Düşmanları rezil rüsvay olur. Bu konuda bir kudsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kim benim bir velî kuluma düşmanlık ederse, ben o kimseye harp ilan ederim. [1077]
Allah Teâlâ'mn muhabbeti, Mele-i a'lâ sakinlerinin gönül aynalarına yansıyınca, daha sonra yeryüzü sakinlerinden biri kalkar ve muhabbetullaha ters bir hareket ederse, Mele-i a'lâ sakinleri bu muhalefeti, bizden birinin, üzerine bastığı korun hararetini ayağında hissetmesi gibi hissederler ve derhal nefislerinden o muhalifi dört bir yandan saran nefret ve lanet şuaları çıkar ve o anda o kişi, rezil rüsvay olur, sıkıntıya girer; Mele-i sâfil'e ve yeryüzü halkına o kimseye kötülük yapmaları ilham olunur,
Allah Teâlâ'mn veli kuluna düşmanlık eden kimseye harp açmasının manası işte budur.
3. İstekleri kabul olunur, sığındığından korunur. Kudsî hadiste Allah Teâlâ'mn, "Benden (bir şey) isterse ona veririm ve bana sığınırsa onu korurum. [1078] buyurması bu mananın ifadesi olmaktadır.
Bence bu, veli kulun, hadiselere hükmedilen merci olan Hazîre-i kuds'e dahil olmasındandır. Dolayısıyla onun dua ve istiâzeleri oraya yükselir ve bu, kazanın inmesi için bir sebep olur.
Sahabeyle ilgili haberler arasında, dualarının kabulüyle ilgili çok örnek vardır. Bu cümleden olmak üzere şunları hatırlayabiliriz:
Sa'd, Ebû Sa'de'ye beddua etmiş ve, "Allahım! Eğer bu kulun yalancı ise, riya ve şöhret için kalkmışsa, onun Ömrünü uzat, fakirliğini uzat, fitnelere maruz kıl!" demiş ve aynen dediği gibi olmuş.
Sa'îd de Ervâ bt. Evs'e beddua etmiş ve "Allahım! Eğer yalancı ise, onun gözünü kör et, onu kendi yurdunda öldürt!" demiş ve aynen dediği gibi çıkmış.
4. Kendi nefsinde fena olur; bekası artık Hak iledir. Sûfiyye dilinde buna "Kevnu'l-Hakk'ın, kevnu'l-abde galebesi" denilir. Bu halle ilgili olarak kudsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kulum nafilelerle de bana yaklaşmaya devam eder ve nihayet ben onu severim. Onu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. [1079]
Allah'ın nuru, bedeninde yer alan amelî kuvveti cihetinden bu kulun nefsini bürüdüğü zaman, bu nurdan bir huzme, onun bütün kuvvelerine sirayet eder ve işte o anda normal hallerde asla bilinmeyen bereketler meydana gelir. Artık fiil, nisbetin manalarından bir mana ile Hakk'a izafe edilir. Aynen şu âyetteki nisbette olduğu gibi:
"Onları siz öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın; fakat Allah attı. [1080]
5. Âdaba riayeti terki sebebiyle muahaze edileceğine dair Allah Teâlâ tarafından uyarılır, tekrar dönmesi halinde ise kendisinden bunun kabul edileceği bildirilir. Rivayet olunduğuna göre Hz. Sıddîk (r.a.), misafirleriyle atışmıştı. Sonra bunun şeytandan olduğunu anladı ve dönerek yapılması doğru olanı yaptı. Bundan dolayı da yemeği bereketli kılındı. [1081]
Kalbin makamlarından ikinci ve üçüncüsü, peygamberlere (s.a.) benzeyen nefislere mahsus olan şehitlik ve havarîlik makamlarıdır. Bu iki makam, aynen ayın ışığının, açık bir pencerenin karşısına konulmuş aynadan yansıyarak duvara, tavana ve yere vurması gibi nefislere inikas eder. Bu iki makam, sıddîklık ve mu-haddeslik gibidir. Şu kadar var ki, onlar sahiplerinin nefislerinde-ki aklî kuvvede yer etmiş makamlarken, bu ikisi kalpten doğan amelî kuvvede yer ederler. [1082]
Aralarındaki fark şudur: Şehîd, kâfirlere karşı gazap ve şiddeti, dine müzahir olmayı doğrudan melekût âleminden alır. Hak Teâlâ, orada din düşmanlarından, âsîlerden intikam alma iradesini hazırlar ve bu oradan peygambere iner. Böylece peygamber, bu konuda Hakk'm iradesini gerçekleştirmede bir araç olur. Şehitlerin nefisleri, bu iradeyi oradan alırlar. Bu aynen daha önce zikrettiğimiz muhaddeslerin haline benzer.
Havârî ise, peygambere karşı katkısız bir muhabbeti olan ve onunla birlikte uzun sohbet hayatı bulunan, böylece ona yakınlık peyda eden kimsedir. Bu yakınlık, yukarıdan peygamberin kalbine inen Allah'ın dinine nusret iradesinin, oradan, bunların kalbine aksetmesini gerektirir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu Isâ havarilere, 'Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?' demişti. Havarileri de, 'Allah yolunun yardımcıları biziz/ demişlerdi,..[1083]
Rasûlullah (s.a.), Zübeyir'in (r.a.) havârî olduğu müjdesini vermiştir. [1084]
Bu iki makamın türleri ve şubeleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
i. Emînlik,
ii. Refîklik,
iii. Necîblik ve nakîblik.
Rasûlullah (s.a.), sahabenin faziletleri meyanında bunlardan birçoğuna dikkat çekmiş bulunmaktadır. Hz. Ali'den (r.a.) gelen rivayete göre Rasûluliah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her peygamberin yedi tane necîb ve nakîbi olur. Bana ise on dört tane verilmiştir.""Onlar kimler?" dedik. (Hz. Ali) şöyle dedi: "Ben, iki oğlum, Ca'fer, Hamza, Ebû Bekir, Ömer, Mus'ab b. Umeyr, Bilâl, Selmân, Ammâr, Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Zer ve Mikdâd.[1085]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler (şühedâ) olmanız, Rasûl'Ün de sizin üzerinizde bir şahit (şehîd) olması için sizi orta bir millet kıldı. [1086]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Uhud, sabit ol! Şüphesiz senin üzerinde nebi, sıddlk ve şehîdardır. [1087]
Kalbin hallerinden biri "sekr"dir. Sekr, iman nurunun Önce akılda, sonra kalpte yer etmesidir. O haldeki kişi, dünya çıkarlarını görmez, normal durumlarda insanın sevmeyeceği şeyleri sever olur, aklî dengesini yitiren ve davranışlarında normal yoldan çıkan sarhoşun hali gibi bir hal alır. Ebû'd-Derdâ'nın[1088] şu sözünde ifadesini bulduğu gibi:
"Rabbime özlemimden ölümü severim, günahlarıma keffaret olsun diye hastalığı severim, Rabbime karşı tevazu olması hasebiyle fakirliği severim."
Ebû Zer'in de yapısı itibariyle malı sevmediği; zenginlikten ve servetten, pisliklerden nefret eder gibi nefret ettiği rivayet edilir. Aslında insanın normal yapısında bu kabil şeyleri sevmek, mal ya da bu kabil şeylerden nefret etmek yoktur. Ancak onlara yakîn galebe çalmış ve bunun sonucu olarak da normal davranış kalıplarının dışına çıkmışlardır. [1089]
Kalbin hallerinden biri de "galebe" Air. Galebe iki türlüdür:
i. Mü'minin kalbinden doğan dürtünün (dâ'iye) galebesi. İman nurunun kulun kalbinde yer etmesi halinde, bu nurdan ve kalbin cibilliyetinden tevellüd eden bir köpük yüze vurur ve bu, dürtü ve hatır haline dönüşür, kişi artık onların gereğini yerine getirmeden kendisini alamaz; onların şeriata uygun düşüp düşmediğine bakamaz. Çünkü şeriatın maksatları o kadar geniş ve çoktur ki, bu mü'minin kalbi onların tümünü ihata edemez. Onun kalbi meselâ rahmet dürtüsüne boyun eğer; oysa ki bazı yerlerde şeriat rahmeti yasaklamış olabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın dini konusunda onlara acıyacağınız tutmasın![1090] Bazen kalbi, buğz dürtüsüne boyun eğer; oysa ki şeriat meselâ ehl-i zimmete olduğu gibi şefkatle yaklaşılmasını emretmiş olabilir.
Bu tür galebe haline Örnek olarak şunu verebiliriz: Kureyza oğulları yahudileri, Rasûlullah'ın (s.a.), Sa'd b. Muâz'm hükmüne razı olarak kaleden inmeleri ve teslim olmaları çağrısını yaptığında, danışmak üzere Ebû Lübâbe b. el-Münzir'i istemişlerdi. Ebû Lübâbe, eliyle boğazına işaret ederek hükmün boğazlama olacağını bildirmişti. O anda Allah'a ve Rasûlüne hiyanet ettiğini anladı ve pişman oldu. Doğru mescide gitti ve kendisini bir direğe bağladı ve: "Allah Teâlâ, yaptığıma karşı tevbemi kabul edinceye kadar bu yerimden ayrılmayacağım." dedi.
Bir Örnek de Hz. Ömer'den (r.a.). Hudeybiye'de Rasûlullah'ın (s.a.) müşriklerle, aleyhte şartlara rağmen musâlaha yapmak istemesi üzerine İslâmlık hamiyetinin galebesiyle sıçrayan Hz. Ömer, doğruca Hz. Ebû Bekir'e gelmiş ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: Hz. Ömer:
"O, Allah'ın rasûlü değil mi?" Hz. Ebû Bekir:
"Evet!"
"Biz, müslümanlar değil miyiz?"
"Evet!"
"Onlar, müşrikler değil mi?"
"Peki, o zaman niye dinimiz konusunda bu zillete katlanıyoruz?"
Ebû Bekir ona şöyle dedi:
'Ta Ömer! Onun emrine yapış. Şüphesiz ben şehâdet ederim ki o, Allah'ın rasûlüdür."
Duyguları ona yine galebe çalmış ve o bu kez doğruca Rasû-lullah'a (s.a.) gelmiş ve Hz. Ebû Bekir'e dediklerini ona da söylemiş. Rasûlullah (s.a.) da ona, Hz. Ebû Bekir'inki gibi cevap vermiş ve sonunda şöyle buyurmuş:
"Ben Allah'ın kulu ve rasûlüyüm, O'nun emrine muhalefet etmeyeceğim ve O da beni zayi etmeyecek,"
Hz. Ömer şöyle derdi: "Hâlâ o günkü yaptığımdan dolayı, hayır olur umuduyla söylediğim sözlerden korkumdan oruç tutar, ta-saddukta bulunur, köle âzâd eder ve namaz kılarım.[1091]
Cerrah olan Ebû Taybe, Rasûlullah'ı (s.a.) hacamat ettiğinde onun kanını içmişti. Bu şeriatta yasaktı; ancak o bunu gaybet halinde iken yapmıştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) onu mazur görmüş ve şöyle buyurmuştu:
"Muhakkak, cehennemden güçlü bir mania ile korundun. [1092]
ii. Galebenin ikinci şekli, birinciden daha yüce ve kâmildir. Bu, kişinin kalbine inen ilâhî bir saikin galebe çalması halidir. Artık kişi, onun gereğini yapmadan edemez. Bu galebenin hakikati, bazı kudsî kaynaklardan ilâhî bir bilginin, aklî kuvve üzerine değil de, amelî kuvve üzerine feyiz yoluyla inmesidir.
Bunun açıklaması şöyledir: Peygamberlerin nefislerine benzeyen nefis, ilâhî bir bilginin feyiz yoluyla inmesine hazır hale geldiğinde, eğer aklî kuvve, amelî kuvvenin önüne geçer ve onu ilk kabul eden o olursa, feyiz yoluyla inen o bilgi "fîrâset" ve "ilham" olur. Amelî kuvve önce davranır ve aklî kuvvenin önüne geçerse, inen ilâhî bilgi "azim" ve "ikbâl" ya da "nefret" ve "inhicâm= el çekme" olur. [1093]
Rivayet edildiği üzere Bedir savaşı sırasında Rasûlullah (s.a.) duada o kadar ısrar etmiş ki, hatta şöyle demişti: "Allahım! Ahdin ve vaadin hakkı için sana yalvarıyorum. Allahım! Eğer dilersen, bugünden sonra sana yeryüzünde asla kulluk edilmez." Hz. Ebû Bekir, onun elini tutmuş ve: "Yeter, yâ Rasûlallah! Rabbine çok ısrarda bulundun." demişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), zırhı içinde sıçrayarak ve, "O topluluk yakında yenilgiye uğrayacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır[1094] âyetini okuyarak çadırından çıkmıştı.
Bunun manası şudur: Burada Hz. Sıddîk (r.a.), Rasûlullah'ın (s.a.) kalbine, duada ısrara varacak ölçüde aşırılığa gitmeden kendisini alıkoyacak ilâhî bir saik atmıştır. Rasûlullah (s.a.), firasetiy-le bunun Hakk'tan gelen bir saik olduğunu hemen anlamış ve bu âyeti okuyarak, Allah'ın nusretini kendisiyle bilerek dışarı çıkmıştır.
Bir başka örnek münafıkların başı Abdullah b. Übey'in ölümü hadisesinde olmuştur. Rasûlullah (s.a.), onun cenazesi üzerine namaz kılmak istediği zaman Hz. Ömer itiraz etmiştir. Bizzat kendisi olayı şöyle anlatır: Hemen önüne geçtim, göğsü hizasına dikildim ve ona: "Ya Rasûlallah! Bunun üzerine mi namaz kılıyorsun? Falan, falan, falan günde şöyle şöyle dememiş miydi?" dedim ve onun münafıklık yaptığı günleri saydım. Rasûlullah (s.a.) bana:
"Geri dur ya Ömer! Şüphesiz ben bu konuda muhayyer bırakıldım[1095] ve tercihimi bu doğrultuda yaptım," dedi ve üzerine namaz kıldı. Sonra şu âyet indi: "Onlardan ölen hiçbirinin üzerine asla namaz kılma! [1096]
Hz. Ömer şöyle demiştir: "Kendime ve Rasûlullah'a (s.a.) karşı olan cüretime hayret ettim. Oysa ki Allah ve Rasûlü (s.a.) daha iyi bilir. [1097]
Hz. Ömer, iki tür galebe arasındaki farkı çok güzel bir şekilde ortaya koymuş, birinci galebe hakkında, "Hâlâ o günkü yaptığımdan dolayı, hayır olur umuduyla söylediğim sözlerden korkumdan oruç tutar, tasaddukta bulunur, köle âzâd eder ve namaz kılarım." derken, ikincisi hakkında "Kendime ve Rasûlullah'a (s.a.) karşı olan cüretime hayret ettim." ifadesini kullanmıştır- Bu iki ifade arasındaki farkı göreceksiniz. [1098]
Kalbin hallerinden biri, Allah Teâlâ'ya tâati, her şeye tercih etmek, manilerini ortadan kaldırmak, tâatten alıkoyacak şeylerden nefret etmektir. Ebû Talha Ensârî'nin yaptığı buna bir örnektir. O, kendisine ait bir bahçede namaz kılıyordu. Bir kumru uçtu ve gidip gelmeye başladı, dalların ve yaprakların sıklığından bir türlü kendisine bir çıkış yolu bulamıyordu. Bu, Ebû Talha'nın hoşuna gitti ve kaç rekat namaz kıldığını unuttu. Bunun üzerine bahçesini tasadduk etti. [1099]
Kalbin hallerinden bir diğeri "havf'tır. Bunun galebesinden ağlama ve korkudan titreme peyda olur. Rasûlullah (s.a.), geceleyin namaz kılarken, kazan kaynamasını andırır ses çıkarırdı.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yedi kişi vardır ki, Allah Teâlâ onları, hiçbir gölgenin olmadığı günde kendi gölgesinde gölgelendirir: (...) Tenha yerde Allah Teâlâ'yı zikredip, gözlerinden yaşlar boşanan adam...[1100]
"Allah korkusundan ağlayan bir adam, süt memeye tekrar dönmedikçe cehenneme girmez. [1101]
Hz. Ebû Bekir (r.a.), çok ağlayan biriydi ve Kur'ân okurken kendisini tutamazdı.
Cübeyr b. Mut'im[1102] (r.a.) şöyle demiştir: "Rasûlullah'ı (s.a.), 'Acaba onlar, herhangi bir yaratıcısız mı yaratıldılar? Yoksa yaratıcı kendileri midirler?' âyetini[1103] okurken işittim. Sanki kalbim yerinden uçtu." [1104]
Nefis için hasıl olan makamlara gelince, bu iman nurunun nefse tasallut edip onu egemenliğine alması, müptezel sıfatlarını üstün meziyetlere çevirmesi yoluyla olur. Bu şöyle oluşur: Önce iman nuru, gerçek itikatlarla aydınlanmış akıldan çıkarak kalbe gider. Orada, kalbin cibilliyeti ile birleşir ve bu birleşmeden nefsi kontrolü altına alan, onu muhalefet etmekten alıkoyan bir güdü doğar. Sonra aralarında nedamet doğar ve bu nefse hakim olur ve onun yakasına yapışır, her tarafını bürür. Sonra aralarında gelecek zamanlarda dahi günahları terkedeceğine dair azim doğar. Bu nefsi kendi boyunduruğu altına alır ve onu, şeriatın emir ve yasaklarından huzur alır bir hale sokar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Rabbinin makamından korkan ve nefsini heva ve heveslerinden alıkoyana gelince, şüphesiz onların barınağı ancak cennettir.[1105]
Bu âyet, aklın iman nuruyla aydınlandığım ve nurun oradan kalbe indiğini beyan eder. Çünkü korkunun bir başlangıç, bir de sonucu vardır. Korkunun başlangıcı, Allah'tan ve O'nun satvetin-den korkma bilgisidir. Bilginin mahalli ise akıldır. Korkunun sonucu ise; dehşet, huzursuzluk ve tedirginliktir. Bu duyguların yeri ise kalptir. "Nefsini heva ve heveslerinden alıkoyana gelince..." kısmı ise, kalbin cibilliyetiyle birleşen nurun, nefse inişim, onu boyunduruğu altına alışını ve muhalefetten ahkoyuşunu, daha sonra da nefsin bunları kabullenip, onun hükmü altına girişim beyanr eder. [1106]
Sonra akıldan iman nuru tekrar iner ve kalbin cibilliyeti ile birleşir; bu birleşmeden Allah'a sığınma doğar. Bu ise istiğfar ve tevbeye götürür. İstiğfar da, cilalanmayı sağlar.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Mü'min, günah işlediği zaman, kalbinde kara bir leke oluşur. Eğer tevbe eder, istiğfarda bulunursa, kalbi cilalanır; bir şeyi kalmaz. Günaha daldıkça, leke büyür ve sonunda bütün kalbini kaplar. Allah Teâlâ'nın, 'Hayır, dedikleri gibi değil, bilakis onların kazanmakta oldukları kötülükler kalplerini paslandırmışır.[1107] âyetinde zikretmiş olduğu pas işte budur. [1108]
Hadisteki kara leke, hayvani güce ait bir zulmetin ortaya çıkması ve melekî nurlardan bir nur ile aydınlanma talebinde bulunmasıdır. Cilalanma ise, iman nurundan bir huzmenin nefis üzerine feyiz halinde inmesidir. Pas, hayvani gücün galebe çalması, melekî gücün ise tamamen gizlenmesidir.
Sonra iman nurunun inmesi tekrarlanır, nefsânî dürtüler ise ona karşı koyar. Her ne vakit nefisten kaynaklanan günaha karşı bir arzu belirse, hemen onun karşılığında bir nur iner. Bu nuru bâtılın tepesine indirir ve onu yok eder.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ, dosdoğru bir yolu misal olarak vermiştir: Yolun iki tarafında iki sur vardır. Bu surlarda açık kapılar bulunmaktadır. Kapıların üzerinde sarkıtılmış perdeler vardır. Yolun başında bir davetçi vardır ve şöyle çağırmaktadır: Yol üzere dosdoğru gidin, sakın yoldan ayrılmayın.' Üzerinde de başka bir davetçi var-[ 267 ] dır ve o da çağında bulunmaktadır. Kul, bu kapılardan birini açmaya her niyetlenişinde üstteki, Yazık sana, sakın onu açma! Eğer açacak olursan, oraya girersin.' der."
Rasûlullah (s.a.) bu misali sonra şöyle izah etmiştir:
"Yol, islâm'dır. Açık kapılar Allah'ın yasaklarıdır (haramlar). Sarkıtılmış perdeler, aşılmaması istenilen Allah'ın sınırlarıdır. Yolun başındaki davetçi Kur'ân'dır. Üzerindeki davetçi ise, her mü'minin içine konulan Allah'ın uyarıcısıdır. [1109]
Rasûlullah (s.a.), bu hadisinde iki davetçi olduğunu açıklamıştır:
i. Doğru yola çağıran davetçi ki bu; Kur'ân'dır, şeriattır ve hep aynı tarz üzere kulu doğru yola çağırmaya devam etmektedir.
ii. Sâlikin başı üzerinde, onu her an kontrol eden ve her ne vakit günah işlemeye niyetlense hemen bağırıp, uyaran davetçi. Bu, kalbin cibilliyeti ile, Kur'ân'la aydınlanmış akıldan feyiz halinde inen nurun birleşmesinden neşet eden, kalpten doğan hatır (tel-kin)dır. Bu, ara ara çakılan çakmak taşından çıkan kıvılcımlar mesabesindedir.
Bazen Allah Teâlâ'dan bazı kullarına yönelik olarak bir lütuf belirir ve bunun sonucu kul ile masiyet arasında bir gaybî latîfe ihdas edilerek kul korunur. Bu, "Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi, o da kadına meyledecekti.[1110] âyetinde sözü edilen "burhan" olmaktadır.
Bütün bu anlatılanlar "tevbe makamı" olmaktadır. [1111]
Tevbe makamı tamamlanıp, nefiste yer eden bir meleke halini alınca, bundan Allah'ın celâlinin düşünülmesi halinde bir izmihlal (yok olma) hali peyda olur ki, hiçbir şey bunu değiştiremez. Buna "haya" denir.
Haya, sözlükte, nefsin, âdeten insanların ayıplayacağı şeylerden geri durması demektir. Şeriat, bunu nefiste yer eden bir melekeye ad kılmıştır. Bu meleke sayesinde nefis, Allah'ın huzurunda, aynen tuzun suda eridiği gibi erir ve onun sayesinde, şeriata muhalif düşüncelere boyun eğmez.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Haya, imandandır. [1112] Sonra hayanın ne anlam ifade ettiğini tefsir ederek şöyle buyurmuştur:
"Kim Allah'tan haya ediyorsa, başa ve baştaki organlara; karna ve karındaki organlara sahip olsun; ölümü ve çürümeyi hatırlasın. Kim âhireti isterse, dünya ziynetini terkeder. Kim bunu yaparsa, işte o, Allah'tan gerçek anlamda haya etmiş olur. [1113]
Örfte, yaratılış zaafından dolayı bazı fiilleri işlemekten geri duran insana hayalı denebilir. Bazen de mürüvvet sahibi bazı kimselerin, adının kötüye çıkmasından kaçınması sebebiyle bazı fiillere yanaşmaması haya diye isimlendirilebilir. Oysa ki bunların, nefsin makamlarından olan haya ile hiçbir ilgisi yoktur. Rasûlullah (s.a.), hayadan murad olan manayı; ondan kaynaklanan fiilleri, onu celbeden sebebi ve âdeten beraber bulunması gereken bir başka özelliği belirlemek suretiyle tanımlamıştır. "Başa ve baştaki organlara sahip olsun..." sözü, murad olunan haya melekesinden kaynaklanan ve şeriata muhalefet anlamı içeren fiillerin beyanı olmaktadır. "Ölümü ve çürümeyi hatırlasın" sözü, hayanın nefiste yer etmesinin sebebini açıklamaktadır. "Kim âhireti isterse, dünya ziynetini terkeder." sözü ise, haya ile birlikteliği esas olan zühdü açıklamaktadır. Çünkü haya, zühdsüz olamaz. [1114]
Haya insanda yer ettiği zaman, iman nuru yine iner ve kalbin cibilliyeti ile birleşir, oradan nefse iner ve onu şüpheli şeylerden alıkoyar. İşte bu da "vera'-takva" olmaktadır. [1115]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Helâl bellidir, haram bellidir, ikisi arasında ise şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu onları bilmez. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa ırzını ve dinini korumuş olur. Kim şüpheli şeylerin içerisine düşerse, harama düşer[1116]
"içini tırmalayanı bırak ve içini tırmalamayana bak; çünkü doğruluk iç huzurudur ve yalan huzursuzluktur. [1117]
"Kul, sakıncalı olan şeylerden korunabilmek için sakıncalı olmayan bazı şeyleri terketmedikçe, müttekîlerden olamaz. [1118]
Bazen bir mesele hakkında iki yön karşı karşıya gelebilir; ha-ramlık yönü, mübahlık yönü. Bu, mesele ile ilgili şeriatın aslî hükmünün belirlenmesi konusunda olabileceği gibi, hükmün meseleye uygulanması konusunda da olabilir. Birinciye misal olarak, bir meselede farklı iki hadisin ya da iki kıyasın bulunmasını verebiliriz. İkincisine de, bir meselenin haramlık ya da mübahlık gibi iki hükümden hangisinin altına gireceği konusunda belirsizlik olmasını örnek gösterebiliriz.
Böylesi durumlarda kul ile Allah arasında şüpheye mahal kalmaması, ancak o şeyin terkedilmesi ve şüphe içermeyen şeyin alınması ile mümkün olabilecektir. [1119]
Vera' gerçekleşip iyice nefiste yer edince, iman nuru yine iner ve kalbin cibilliyeti ile karışır; bu birleşmeden, ihtiyaçtan fazlasıyla uğraşmanın kötü bir şey olduğu düşüncesi doğar. Çünkü ihtiyaçtan fazlası; kişiyi, asıl amacına ulaşmaktan alıkoyar. Bu, nefse iner ve onu isteğinden vazgeçilir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi iyi müs-lüman oluşunun gereğidir,[1120]
Allah'tan başka her meşgale, gönül aynasında kara bir lekedir. Bundan, yaşaması için gerekli olan şeylerle uğraşması müstesnadır. Kifayet miktarı, af kapsamında tutulmuştur. Bunun dışında kalan fazla miktara gelince, Allah Teâlâ'nın mü'minin kalbine yerleştirdiği vaiz (uyarıcı), ondan el çekilmesini emreder.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dünyada zahitlik, ne helâli haram kılmakla, ne de malı ziyan etmekledir. Aksine zahitlik, kendi ellerinde bulunana, Allah'ın ellerinde olandan daha çok güvenmemen, başına bir musibet gelmesi halinde, sanki o başına gelmemiş gibi tepki göstermen ve elde edeceğin sevaba karşı daha arzulu olmandır. [1121]
Bazen dünyadan el etek çeken zâhidde bir galebe hali hasıl olur ve onu şeriatta hoş karşılanmayan itikat ve fiillere itebilir. İşte bunun için Rasûlullah (s.a.), zühdle ilgili konulardan nelerin güzel ve övgüye değer, nelerin de hoş karşılanmadığını beyan etmiştir. Bir kimse, ihtiyaçtan fazlasıyla uğraşmanın kötü olduğunu keşif yoluyla idrak ettiğinde, bunu bizatihi zararlı olan şeyler gibi kötü görebilir ve bu onu, zühd konusunda aşırılığa itebilir ve bunun sonucu olarak da Allah Teâlâ'nın o şeyden dolayı sorumlu tutmasını, şeriatın açık/genel bir hükmü sanabilir ve öylece inanır.
Bu inanç sakattır; çünkü şeriat, insan tabiatı kıstas alınarak konulur. Zühd, bir tür insan tabiatından sıyrılmak demektir. Öyleyse zühd, Allah'ın, kişinin makamını tamamlaması için kendisine has bir emri olacaktır; yoksa serî bir yükümlülük değildir.
Onun bu sakat inancı, kendisini malın ziyan edilmesi, denizlere ve dağlara atılması gibi bir sonuca götürebilir.
Bu galebe hali, asla şeriatın tasvip etmeyeceği bir şeydir ve onu, zühd hükümlerine temel olacak şekilde itibar etmiş de'değildir. Bilakis şeriatın zühde temel teşkil etmek üzere dikkate aldığı iki nokta vardır:
i. Henüz elde olmayan ihtiyaçtan fazlasını elde etmek için te-kellüfe girmeme, Allah Teâlâ'nın vaad buyurmuş olduğu dünyada belâ, âhirette sevap esasına itimat etme.
ii. Elinden geçmiş şeylere ise aldırmama, nefsini onların peşinde koşturmama; ona üzülmeme; Allah Teâlâ'nın sabredenelere ve yoksullara vaad buyurduğu şeylere iman etme. [1122]
Bil ki: Nefis, yaratılış itibariyle şehvanî şeylerin arkasından gitme eğilimindedir. İman nuru inip de onun gözünü açmadıkça nefis, aslî hali üzere olmaya devam eder. Hz. Yûsufun (s.a.) diliyle ifade edilen, "Ben nefsimi temize çıkaramam; şüphesiz nefis hep kötülüğü emreder; Rabbimin acıyıp koruduğu hariç.[1123] âyet-i kerimesi bu manayı ifade eder.
Mü'min, hayatı boyunca Allah'ın nurundan istimdadla nefsine karşı mücadele verir. Her ne zaman içinden şeytanî bir fit geçse, hemen Allah'a sığınır, Allah'ın celâl ve azametini hatırlar, itaatkârlar için vaad buyurduğu sevabı, isyankârlar için hazırladığı azabı düşünür ve bunun üzerine kalbinde ve aklında hak şimşeği çakar ve o, bâtıl düşüncenin kafasına indirir ve o bâtıl düşünce sanki hiç olmamış gibi olur. Şu kadar var ki, arif ile müste'nif arasındaki fark az değildir.
Rasûhıllah (s.a.) şeytanî fit ile rahmanı telkin (hatır) arasındaki çekişmeyi; nefsin, mutmeinne ve iman nuru ile aydınlanmış aklın âdabına bürünmüş olması halinde rahmânî telkine (hatır) uyacağını, âsî ve serkeş ise bâtıla uyacağım, hak olan hâtıra karşı taşkınık edip, onu dinlemeyeceğini, cimrilik ve cömertlik meselesi hakkında, biri geniş, diğeri dar demirden iki zırh içindeki adamların misaliyle açıklamış ve şöyle buyurmuştur:
"İnfâk edenle, cimrilik edenin misali, üzerlerinde demirden zırhlar bulunan ve elleri memeleriyle köprücük kemiklerine doğru sıkıştırılan iki adam gibidir. Cömert her sadaka verdikçe, zırhı genişler; o derecede ki parmak uçlarını bile kaplar, izini örter. Cimri, bir sadaka vermek istedi mi zırhı büzülür ve her halkası yerini alır.[1124]
Nefsi, yaratılıştan ve kesb yoluyla mutmain olan kimsenin içine doğan rahmânî telkin (hatır), onun nefsine hâkim olur ve ilk ortaya çıktığı anda hemen onu kendi kontrolü altına alır. Nefsi isyankâr ve serkeş olan kimseye gelince, rahmânî telkin (hatır) ona hiç etki etmez; aksine kesici âletlerin ağızının dönmesi gibi döner. [1125]
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı KermVde, aklın iman nuru ile aydınlanmasını ve onun nurunun nefis üzerine yansımasını açıklamış ve bu meyanda şöyle buyurmuştur:
"Takvaya erenler var ya; onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda, hemen (Allah'ı) hatırlarlar; bir de bakarsın onlar gerçeği görmektedirler. [1126]
Şeytan, nefsin şehvet penceresinden insanın içini gözetler ve ona, masiyete sürükleyecek şekilde fit verir. İnsan, bu halde iken Rabbinin celâlini hatırlar ve huşu içerisinde O'na yönelirse, onun için aklında bir nur peyda olur ki bu, âyette sözü edilen "ibsâr = gerçeği görme"âir. Sonra bu nur kalbe ve nefse iner ve verilen fiti defeder, şeytanı kovar.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Sen sabırlı davrananları müjdele. O sabredenler ki, kendilerine bir belâ geldiği zaman, 'Biz Allah için varız ve biz sonunda
O'na döneceğiz' derler. İşte rablerinden bağışlamalar ve merhametler hep onlaradır. Ve yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.[1127]
Âyetteki "İnnâ lillah = Biz Allah için varız" ifadesi, rahmanı hatırın (telkin) inişine işarettir. "İşte rablerinden bağışlamalar ve merhametler hep onlaradır." buyruğu; sabrın, nefsin nûrâniye-tinden ve meleklere benzeyişinden ürettiği bereketlere işaret olmaktadır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah, her şeyi bilendir. [1128]
"Allah'ın izni olmaksızın" ifadesi, kader bilgisine işarettir. "Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür." buyruğu ise, hatırın akıldan, kalbe ve nefse indiğini gösterir. [1129]
Nefsin hallerinden biri de "gaybet"tir, Gaybet, nefsin şehevî arzularını unutması, onlardan habersiz olmasıdır. Âmir b. Abdullah şöyle demiştir: "Gördüğüm kadın mı, duvar mı hiç fark etmem."
el-Evzâî'ye, [1130]Mavi gözlü cariyeni çarşıda gördük," demişler, "Mavi gözlü mü o?" diye cevap vermiş. [1131]
Nefsin bir diğer hali, normalin üzerinde bir süre boyunca yeme ve içmeden kesilmesidir. Bu, nefsin akıl tarafına meyli, aklın da Allah Teâlâ'nın nuruyla dolması sonucu olur ve onun bu hali, yeme ve içme yerine geçer. Rasûlullah'ın, "Hanginiz benim gibi olabilir? Şüphesiz ben gecelerim de Rabbim beni doyurur ve içirir; (siz ise öyle değilsiniz ki). [1132] hadisi bu manayı ifade eder. [1133]
Bil ki: Kalp, akıl ile nefis arasında bir yerdedir. Bazen müsamahalı davranılır ve makamların çoğu ya da tamamı kalbe nisbet edilebilir. Bu tür kullanılış doğrultusunda pek çok âyet ve hadis bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ince nokta unutulmamalıdır. [1134]
Bil ki: İman nurunun, hayvânî nefsin ve sebul[1135]kalbin dürtülerinden her bir türüne karşı koyması, ayrı bir isimle anılır. Ra-sûlullah (s.a.), bunlardan her birinin ismine ve vasfına dikkat çekmiş bulunmaktadır.
Akılda, rahmanı havâtırın (telkinler) oluşumu için bir meleke hasıl olduğunda, nefiste de bu havâtırı kabule hazır bir meleke meydana geldiğinde, bu bir makam olur
Buna göre iman nurunun feveran ve isyan dürtüsüne karşı koyma melekesine, "masiyete karşı sabır" adı verilir ve bunun yeri kalptir.
Tembellik ve uyuşukluk dürtüsüne karşı koyma melekesine, "ictihâd=çalışma" ve "tâat üzere sabır" adı verilir.
Serî sınırları Önemsemeyerek aşma, ya da onların zıdlarına meyletme dürtüsüne karşı koyma melekesine, "takva" denir.
Bazen "takva" kelimesi, üç letâifın bütün makamlarını ifade etmek için kullanılabilir. Hatta onlardan doğan fiiller için de kullanıldığı olur. "O kitap, takva sahipleri için bir hidayet kaynağı ve yol göstericidir. O takva sahipleri ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar[1136]âyeti bu son kullanılış doğrultusunda gelmiştir.
Hırs dürtüsüne karşı koyma melekesine, "kanâat" denir.
Acele etme dürtüsüne karşı koyma melekesine, "teenni" denir.
Öfke dürtüsüne karşı koyma melekesine, "hilim" denir ve bunun yeri kalptir.
Cinsel şehvet dürtüsüne karşı koyma melekesine, "iffet" denir.
Lügat parçalama, kötü söz etme dürtüsüne karşı koyma melekesine, "susma", "dili tutma" denir.
Üstünlük taslama ve kendini gösterme dürtüsüne karşı koyma melekesine, "hamal = kendini göstermeme" denir.
Sevgi, buğz ve diğer duygularla ilgili dürtülere karşı koyma melekesine, "istikâmet" denir.
Bunların dışında daha pek çok dürtü vardır ve onlara karşı koyma melekelerinin ayrı ayrı adlan bulunmaktadır. Bütün bunlar, bu kitabın "Ahlâk" bahsinde ayrı ayrı ele alınacaktır. İnşâallahu Teâlâ! [1137]
Bil ki: Allah Teâlâ, mahlukâtı yaratmış ve onların rızıklarını yeryüzünde kılmış; onda bulunan şeylerden faydalanmalarını onlara mubah kılmıştır. Bu durum, insanlar arasında paylaşamama ve bunun sonucunda da münakaşa ve nizalara yol açmıştır. Bu vaziyet Allah Teâlâ'nın, bir insanın ilk kez el koyduğu, ya da varisinin el koyduğu, ya da kendilerince muteber olan bir başka yolla elde ettiği şeylerin yalnız kendisine has olması ve başkalarının o şeyde hak iddia etmemesi hükmünü koymasını gerektirdi. Ancak kendi aralarında, aldatmadan, bilinmezlik içermeden karşılıklı rıza ile mübadele ederler veya temlikte bulunurlarsa o başka.
İnsanlar yaratılışları itibariyle medenîdirler; bir arada yaşamak zorundadırlar, yalnız başlarına yapamazlar. Hayatlarını idame ettirebilmeleri için mutlaka aralarında dayanışma halinde olmaları gerekir. Bu durum, insanlar arasında yardımlaşmanın vacip kılınmasını ve onlardan hiçbir kimsenin medenî hayatta şöyle ya da böyle bir yeri olan faaliyetlerden uzak durmamasına zaruret halleri hariç hükmedilmesini gerektirmiştir.
Rızkın elde edilmesi konusunda esbaba tevessülün aslı, mubah mala el koyma ve kendisine ait olan mallann nemalandırılma-sı faaliyetleridir; hayvancılıkla malı çoğaltmak, toprağın ıslâh edilmesi ve sulanması suretiyle ziraatçılık yapmak gibi. [1138]
Bu konuda insanların, birbirlerinin haklanna medenî hayatı ifsad edici şekilde tasallut etmemeleri şart koşulur. Sonra üretim, şehir yaşantısını düzenli kılacak türden işbölümü ile olmalıdır; buolmadığı zaman geçim çok zor ya da imkânsız hal alır. Bunlar, bir malın bir yerden başka bir yere naklini sağlayan ticaret, belli bir süreye kadar nakledilen şeylerin korunmasını ve taşıma güvenliğini sağlama hizmetleri, rehberlik ve iş hizmetleri, üretilen malların yeni ürünlere dönüştürülmesi ya da onlara yeni özellikler kazandırılması gibi faaliyetlerdir. Eğer mal elde etme faaliyeti, üretimde dayanışma/işbölümü anlamı içermeyen bir özellik arzediyorsa kumar gibi yahut görünüşte karşılıkla rızaya dayanmakla birlikte sömürü anlamı içeriyorsaribâ gibi, çünkü iflâsın eşiğindeki bir kimse ifasına güç yetiremeyeceği şeyi üstlenmeye mecbur kalır ve onun rızası gerçekte rıza değildir bu tür faaliyetler şer'an razı olunan akitlerden olmadığı gibi, nzık elde etmek için tevessül'edi-len sebepler olmaya elverişli de değildir. Bunlar, medenî hayatı gerekli kılan İlâhî hikmet itibariyle bâtıl yollardır ve haramdır. [1139]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim, bir ölü araziyi ihya ederse, orası onun olur.[1140] Bu konuda asıl daha önce işarette bulunduğumuz, her şeyin Allah'ın mülkü olması, gerçekte ondan başka hiçbir kimsenin hakkının bulunmaması ilkesidir. Ancak Allah Teâlâ, yeryüzünü ve onda olanları insanların faydasına sunmuş, ondan yararlanmayı onlara mubah kılmıştır. Ne var ki aralarında paylaşma konusunda nizalar çıkmış ve o zaman da, hiçbir kimsenin başkasına zarar vermeden elde ettiği mubah malların kendisine ait olmasına hük-m olunmuştur.
Bu durumda meskûn bölge ve havalisinde olmayan Ölü topraklar, bir kişi tarafından ihya edildiği zaman, orası ilke gereği ihya edene ait olmalıdır. Yeryüzü aslında bütünüyle mescid ya da yolculara vakfedilmiş ribât (kervansaray) hükmündedir. Oradan yararlanmada herkes eşittir. Bu itibarla en önce gelenin öncelik hakkı olur. Zaten insanoğlu hakkında mülkün anlamı, bir şeyden faydalanma konusunda diğerlerinden daha çok hak sahibi olmak demektir. [1141]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sahipsiz kalan arazi, Allah'ın ve rasûliinündür. Sonra o, benden sizedir.[1142]
Hadiste söz edilen topraklar, sahipleri yok olup, artık kimsenin mülkiyetinde olmayan, iddiacısı bulunmayan, mirasçısına ait olduğu davası güdülmeyen arazilerdir. Toprak bu vaziyette bulunduğunda, insanoğullarının mülkiyetinden çıkarak, eski hali üzere sırf Allah'ın mülkü olur. O zaman da hükmü, hiç ihya edilmemiş Ölü toprakların hükmü gibi olur ve ona ilk kez el koyan, onun sahibi olur. Gerekçesini daha önce açıklamıştık. [1143]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir koruluk yoktur; ancak Allah'ın ve Rasûlününki hariç[1144]
Özel koruluklar, insanların istifadelerini kısıtlar, onlara zarar verir ve bu zulüm olur. Bu yüzden yasaklanmıştır. Bu genel hükümden Rasûlullah (s.a.) istisna edilmiştir; çünkü Allah Teâlâ ona hak kıstası vermiş, onu caiz olmayan bir davranışa düşmekten korumuştur. Daha önce de zikretttiğimiz gibi, bir hüküm eğer çoğunluğun hali dikkate alınarak konulursa, ondan Rasûlullah (s.a.) müstesna olur; nefis tezhîb ve tezkiyesine ya da benzeri bir duruma yönelik bir hüküm konuluyorsa, o zaman hüküm Rasûlullah'ı (s.a.) da, aynen diğer insanlar gibi bağlar. Buradaki hüküm, birinci kısımdandır. [1145]
Rasûlullah (s.a.), Mehzûr deresinden gelen sel sularıyla, üst tarafta bulunan arazi sahibinin tarlasını sulamasına, suyu topuklara çıkıncaya kadar tutmasına ve sonra bir aşağıdakine bırakmasına, onun da suladıktan sonra bir aşağıdakine salıvermesine... hükmetmiştir. [1146]
Zübeyr[1147] ile Ensarî arasında geçen su davasında Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ya Zübeyr! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün! Sonra suyu komşuna sal![1148]
Bu konudaki ilke şudur: Mubah bir şeyden pek çok insanın bir anda yararlanması imkânı olmaz. Bu durumda her hak sahibinin mümkün mertebe istifadesi sağlanabilecek şekilde hakların bir tertibe sokulması gerekir. En yakın olana bir öncelik tanınmadığı zaman, keyfîlik (tahakküm) ve zulüm olur; eğer önce en önde olan, sonra onun arkasından gelen, sonra onun arkasından gelen... hakkını tam olarak kullanamazsa, o zaman haktan söz edilemez.
İşte bu esastan hareketle Rasûlullah (s.a.), suyun en üst başında olan kişinin, arazisini sulamasına ve suyu topuklara çıkacak şekilde tutmasına ve ondan sonra bir aşağısındakine salmasına hüküm buyurmuştur. Bu hükümle, "duvara geri dönünceye kadar tutmasına" hükmetmesi aşağı yukarı aynıdır. Çünkü topuklara kadar su tutulduğunda, bu aynı zamanda duvara vuracak kadar suyun tutulması manasına gelir. Bu kadar su birikmezse, toprak suyu hemen emer ve duvara vurmaz. [1149]
Rasûlullah (s.a.), Me'rib'deki tuzluğu, Me'ribli el-Ebyaz b. Hammâl'a iktâ (tahsis) etmişti. Kendisine, ona, hazır su gibi herkesin istifade etmekte olduğu bir madeni tahsis etmiş olduğunu söylediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) iktâdan vazgeçti ve orayı herkesin istifadesine tahsis etti. [1150]
Fazla bir emeğe ihtiyaç göstermeden elde edilebilen madenlerin, tek bir kişiye iktâ edilmesi, diğer müslümanlara zararlı bir tasarruftur ve onların işini zorlaştırır. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.) durumu öğrenince, iktâdan vazgeçmiştir. [1151]
Rasûlullah'a (s.a.), bir adam buluntu malların hükmünü sordu. Şöyle buyurdu:
"Onun mahfazasını ve bağını belle! Sonra onu bir sene ilân et! Sahibi gelirse ne âlâ! Aksi takdirde onu, nasıl uygun görürsen öyle yap!" buyurdu. Adam:
"Kaybolmuş koyun?" dedi. Rasûlullah (s.a.):
"O, senin, yahut kardeşinin, yahut da kurdundur."buyurdu. Adam:
"Ya kaybolmuş deve?" dedi. Rasûlullah {s.a.):
"Ondan sana ne? Su tulumu karnında, çarığı ayağında! Sahibi rastlayıncaya kadar suya gider, ağaçları otlar."buyurdu.[1152]
Câbir (r.a.), Rasûiullah'ın (s.a.) değnek, kamçı, ip... gibi önemsiz şeylerin bulunması halinde, kişinin onu yerden alıp kullanmasına ruhsat verdiğini söylemiştir.
Bil ki: Buluntu malın hükmü, sözünü ettiğimiz aslî kaideden alınmıştır. Sahibinin değer vermeyeceği, aramak için arkasına düşmeyeceği değersiz şeylerin sahiplenilmesi eğer sahibinin oradan uzaklaştığı ve aramak için de dönmeyeceği zannedilirse caizdir. Çünkü bu haliyle o tür şeyler, Allah'ın malı hükmünü alır ve ilk el koyan için mubah olur.
Ama değerli bir şey ise, sahibinin onun arkasına düşeceği büyük bir ihtimalle biliniyorsa, o zaman, âdeten nasıl yapılıyorsa o şekilde ilânı gerekir ve sahibinin artık gelmeyeceği zannolununca-ya kadar buna devam edilir. Koyun gibi zayi olması muhtemel malların koruma altına alınması ve ilânı müstehaptır. Deve gibi kendi kendine yeterli olan ve zayi olma ihtimali bulunmayan mallara, sahibini bulmak için dahi el konması mekruhtur. [1153]
Bil ki: Her türlü mübadelelerde mutlaka bulunması gereken bazı şartlar aranır. Bunlar:
i. Akitte taraflar, ii. Akitte bedeller,
ii. Karşılıklı rızayı açık bir şekilde ortaya koyan şey (sîga),
iv. Ve bir de tarafların nizasına son veren ve akdi her ikisi için de bağlayıcı kılan bir şey. [1154]
Akitte taraf olanların hür ve akıllı olmaları, fayda ve zararı bilecek şekilde temyiz gücüne sahip bulunmaları, akdi bilinçli ve kendi iradeleriyle yapmış olmaları şarttır. [1155]
Mübadele edilecek şeylerin, faydalanılabilecek, sahip olmak istenilecek, esirgenecek bir mal olması, mülk olması (havadaki kuş, denizdeki balık gibi) mubah olmaması, faydasız bir şey olmaması şarttır. Aksi takdirde Allah Teâlâ'mn kullan için meşru kıldığı bir şey olmaz ve iştigali abes olur. Yahut açıktan zikredilmeyen (riba, rüşvet gibi) zımnî bir fayda içerir olmaması şarttır. Bu bir mefsedettir. Çünkü karşısındaki, elde etmek istediğini başka türlü bulamama tehlikesiyle karşı karışıyadır, bu yüzden de zararına olan bu tasarrufa ses çıkarmamaktadır. Yahut (rüşvet halinde) haksız yere bir başkasının hakkı kendisine tevcih edilmektedir. [1156]
Karşılıklı rızayı ortaya koyacak şeye gelince, bu açık bir şey olmalı, herkesin Önünde onunla muahaze edilebilmeli, ondan yan çizmesi imkânı bulunmamalıdır. Bu konuda en açık şey, sözlü irade beyanıdır. Sonra da, hiç şüpheye mahal bırakmayacak şekilde olan teâtî (fiilî mübadele[1157]) yolu gelir. [1158]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Satış akdinde baştan muhayyer olarak yapılan akitler hariç taraflar, birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler. [1159]
Bil ki: Bir akitte, taraflardan her birinin hakkını diğerinden kesin olarak ayıracak, yaptıkları akitte muhayyerliklerine son verecek bir şeye ihtiyaç vardır. Eğer bu olmayacak olsa, o zaman taraflar, birbirlerine zarar verirler, her biri, öbürünün akdi bozması korkusundan elindeki şey üzerinde tasarruf edemez.
Burada bir şey daha var. O da, tarafların akde olan rıza ve iradelerini ortaya koyan lâfızdır. Akde kesinlik kazandıracak şeyin bu söz olması caiz olamaz; çünkü bu lâfızlar pazarlık esnasında kullanılır. Zira ancak zikrettiği miktar kadarını verebileceğini söylemeden pazarlık yapamaz. Hem halkın çoğunun dili, kalplerinde-ki arzuyu ifadede çok farklıdır. Lâfızlar arasında ayırım yapmakta büyük zorluk vardır. Teâtîde de durum aynıdır. Herkes, satın alacağı şeyi eline alır ve onu inceler, üzerinde düşünür. Bu durumda almak ile (incelemek için ele) almak arasını ayırmak öyle kolay değildir.
Akde kesinlik verecek şeyin açık olmayan bir şey olması da caiz değildir. Bir gün ya da daha fazla uzun bîr müddet olması da caiz değildir. Zira alıp satılan şeylerin pek çoğu o gün kullanılmak/tüketilmek üzere alınır ve satılır. Bu durumda akde kesinlik kazandıracak şeyin, akit meclisinden ayrılma kılınması gerekecektir. Zaten insanlar âdeten akit yapmak için bir araya gelirler ve akdi bitirince de ayrılırlar.
Şayet Arap olsun Acem olsun her sınıftan insanların muamelelerini araştırdığımız zaman, akdi ayrıldıktan sonra reddetmeyi haksızlık ve zulüm saydıklarım, fakat ayrılmadan önce bozmayı öyle kabul etmediklerini görürüz. Ancak fıtratı bozulmuş istisna kimseler olabilir. İlâhî şeriatlar, sadece bütün insanların gönül rahatlığı ile kabul edecekleri hükümler getirir.
İnsanlardan bazıları yaptığı akitte kârlı olduğunu görür ve karşısındakinin caymasından korkar ve hemen oradan sıvışır. Bu tutum, şerî hükmün amacını tersine çevirir. Rasûlullah (s.a.) bunu yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
"Kişinin, karşısındaki cayar korkusundan (akit meclisinden) sıvışıp ayrılması helâl olmaz. [1160]
Buna göre akdi yapan her iki taraf da, teenni ile hareket edecekler ve her biri, diğer tarafın gözü önünde oradan ayrılacaktır. [1161]
Bil ki: Bir beldede meselâ on bin kişi bir araya gelse, medenî siyâset bunların iş bölümü yapmalarını gerekli kılar. Eğer bunların çoğu, sadece çeşitli sanatlar ve şehir yönetimi ile meşgul iseler, az kısmı da malcılık ve ziraatle uğraşıyorsa, onların dünya işleri bozulmuştur. Eğer şarapçılıkla, putçulukla uğraşıyorlar ve bunların yaygın şekilde kullanımını aralarında tervice çalışıyorlarsa, bu, dinde helak olmalarının sebebi olur. Ama işler, aralarında hikmete uygun şekilde tevzi edilmiş, gerçek bir iş bölümü yapılmışsa, kötü yollarla kazanç elde etme peşinde olanlara mani olunuyorsa, o zaman halleri düzgün olur. [1162]
Bir ülkede büyüklerin, lüks ziynet eşyalarına, binalara, giyim kuşama, yiyeceklere, güzel kadınlara vb. Arap Acem bütün insanlar için zorunlu kabul edilen ihtiyaçların karşılanması ötesinde düşkünlük göstermeleri o ülkenin fesada gitmesini hazırlayan etkenlerden biridir. Bu anlayışın sonucu olarak insanlar, şehvanî arzularını tatmin edici işlerin peşine düşerler, kimileri cariyelere şarkı okumak, raksetmek, tahrik edici şuh hareketlerde bulunmak gibi şeyleri öğretirler; kimileri giyim kuşamda türlü türlü modalar çıkarır; acaip hayvan ve manzara resimleri yapılır, onlarda tuhaf çizgilere yer verilir; kimileri kendilerini altın ve değerli mücevherler üzerinde nadide sanatlara kaptırır; bir başka zümre yüksek yapılara, onların her türlü desenlerle, tasvirlerle tezyinine yönelir... Şimdi bir ülkede büyük bir kitle bu tür işlere yönelirse, tabiîdir ki o derecede ziraat ve ticareti ihmal ederler. Şe-hirin/ülkenin ileri gelenleri, malları bu gibi yerlere harcayınca, o ölçüde ülke imarı ve çıkarları ihmale uğrar. Bu, ziraat, ticaret, zenâat gibi zaruri mesleklerle uğraşanların kazançlarının azalmasına, onlar üzerine konulan vergi yüklerinin katlanmasına sebep olur. Şehirde/ülkede yer eden bu hastalık, bir organdan diğerine sirayet eder ve sonunda aynen kuduz hastalığının bütün bedene yayılması gibi herkesi sarar.
Bu, dünya işlerine yönelik zararın açıklanmasıdır. Uhrevî kemâl mertebesine çıkmaları açısından maruz kalacakları zararı ise açıklamaya hacet yoktur.
Lüks hayat yaşama hastalığı Acem ülkelerini istilâ etmişti. Allah Teâlâ, sevgili peygamberinin (s.a.) kalbine, bu hastalığı, ona götürecek sebepleri kökünden kazımak suretiyle tedavi etmesini ilham eyledi. Rasûlullah (s.a.), bu hayata götüren muhtemel vasıtaları tesbit etti ve onları yasakladı. Bunlar, şarkıcı cariyeler, ipek, Kass ipeği, kuyumculuk ya da ayar farkı olmak üzere altının, fazla miktarda altınla değiştirilmesi... vb gibi şeylerdi. [1163]
Bil ki: Kumar, haram bir yoldur ve bâtıldır. Çünkü, insanların mallarını gönülsüz ve haksız yolla elde etmektir. Bilgisizlik, tahmin, bâtıl kuruntu, şans... gibi bir tasarrrufta caiz olmayan unsurlara dayanır ve bunlar kişiyi kumara iter. Kumarın, medenî hayatın gereklerine bir katkıda bulunma ya da dayanışmayı temin hususunda hiçbir artı değeri yoktur.
Kaybeden kişinin susması, razı olduğundan değil, kin ve kayıp üzere susması ve öfkesini içine atmasıdır. Razı olmayıp niza çıkarması halinde ise, bizzat kendi üstlendiği ve kendi kasdıyla içine atladığı bir risk hakkında niza çıkarmış olacaktır.
Kazanan kimse, bundan büyük bir haz alacak ve azını çoğaltmak isteyecek, hırsı hiçbir zaman kendisini bırakmayacak ve kumara devam edecektir. Çok sürmeyecek, kaybedecek ve kendisini nedamet içerisinde bulacaktır.
Kumarın itiyat edinilmesi halinde mallar ziyan olacak, ardı arkası kesilmez nizaîar doğacak, yürütülmesi istenilen faaliyetler ihmal edilecek, medenî hayatın temelini teşkil eden yardımlaşma ve dayanışma ruhu ölecektir. Gözle görülen, habere ihtiyaç bırakmaz. Kumarbazlar arasında bu saydığımız şeyler dışında başka bir şey gördünüz mü? [1164]
Riba da aynı şekilde haksız ve haram bir kazanç yoludur. Ri-ba, alınandan daha çok miktarda ya da daha kaliteli şekilde öde-nilmesi gereken borçtur. Bu şartlarla borç alanların hemen hemen tamamı iflas etmiş, çaresiz kalmış kimselerdir. Bunlar, vade dolduğunda çoğu kez Ödeme imkâna bulamazlar ve borç giderek katlanır ve ondan hiçbir şekilde kurtulamazlar.
Ribâ, büyük nizalara, ardı arkası gelmeyen husumetlere sebep olur. İnsanlar mallarını bu yolla nemalandırmak istediklerinde ve bunun bir yol olarak kabul edilmesi halinde bu, ziraat ve zenâat gibi temel kazanç yollarının terki sonucunu doğurur. Akitler arasında aza önem verme, onu dikkate alma ve husûmete sebep olma bakımından ribâdan daha kötüsü yoktur.
Bu iki kazanç yolu, sarhoşluk gibi Sâri' Teâlâ'nın kullar için koymuş olduğu kazanç yollarına ters düşmektedir. Özlerinde çirkinlik, kötülük ve nizâya sebebiyet verme vardır. Bu gibi şeyler hakkında hükmü bizzat Sâri' Teâlâ verir. Bu durumda iki yol izler:
i. Ya, belli bir sınır koyar ve onun altında kalan kısmi caiz kılar, üstünde kalan kısım hakkında yasağın şiddetini artırır.
ii. Ya da temelden yasaklama yoluna gider. Kumar ve ribâ Araplar arasında yaygındı. Bunlar yüzünden büyük nizâlar yaşanmakta ve bunların ardı arkası kesilmemekte idi, bu yüzden savaşlar olurdu. Bunların azı, çoğa götürürdü. Bu durumda, onların özünde bulunan çirkinlik/kötülük vasfının aşırılığı dikkate alınarak, onları tümden yasaklamaktan daha doğru ve uygun bir hareket olamazdı. [1165]
Ribâ iki çeşittir:
i. Gerçek ribâ,
ii. Gerçek gibi sayılan ribâ.
Gerçek ribâ, borçlarda olur. Daha önce de zikrettiğimiz gibi bu, muamelelerin meşruiyetinde esas olan amaca ters düşer.[1166] Cahiliye döneminde insanlar, bunun iyice içine batmışlardı. Bu yüzden ardı arkası kesilmeyen savaşlar çıkmıştı. Azı, çoğuna götürmekteydi. Dolayısıyla bu kapının tamamen kapatılması gerekiyordu. Bunun sonucu olarak da Kur'ân'da ilgili âyetler indi ve onu kesin kes yasakladı. [1167]
İkincisi, "ribelfadV'dır. Bu konuda dayanak şu müstefîz hadistir:
"Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz tuzla, misli misline birbirine eşit ve her iki taraf da peşin olarak alınıp satılır. Ama bu sınıflar değişirse, her iki taraf da peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi alıp satın!'[1168]
Bu tür muameleler, yasağı teyit için ve ribâya benzeyişinden dolayı "ribâ" diye isimlendirilmiştir. Aynen, "Müneccim, kâhindir. [1169] hadisindeki yaklaşımda olduğu gibi. Bu nokta dikkate alındığında, "Ribâ, sadece nesîede olur. [1170] hadisi de anlaşılmış olur. Sonra şeriatta "ribâ" kelimesinin bu manada kullanılması çok olmuş ve kelime zamanla, ribelfadl hakkında da şer'î hakikat halini almıştır. [1171]
Allah'u a'lem!
Ribânın haram kılınmasının hikmeti şudur: Allah Teâlâ, aşırı refahı hoş karşılamamaktadır; ipek kullanma; dünya sefahatına dalma anlamına gelen altın ve gümüş kaplar kullanma; bilezik, halhal, gerdanlık gibi tek parça som altından yapılmış ziynet eşyaları takınma; maişet konusunda inceliğe ve aşırılığa kaçma gibi davranışları sevmemektedir. Çünkü bunlar, insanı esfel-i sâfilîne iter, bütün düşüncelerini zulmanî renklerle doldurur. Aşırı refah aslında, her türlü ihtiyacın en kaliteli yolla giderilmesi, kötülerine aldırış edilmemesi; kalitenin aynı cins içerisinde aranmasıdır.
Bunu biraz açalım: İnsanlar herhangi bir tür yiyecekle hayatlarını idame ettirirler, bir tür para çeşidini kulanırlar. Yiyeceklerin tümüne olan ihtiyaç aynıdır; paraların tümüne olan ihtiyaç da aynıdır. Bir kabilenin diğeri ile mübadelede bulunması, insanlar için gerekli olan temel ilişkilerden biridir. Zorunlu ihtiyacın karşılanabilmesi için illâ da belli bir şeyin, belli bir şeyle mübadele edilmesi gibi zaruret yoktur. Bununla birlikte insanların yapı bakımından, örf ve âdet bakımından farklı farklı olmaları, hayat tarzlarında da farklılıklar olmasını gerektirmiştir. Nitekim, "Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini Ötekine derecelerle üstün kıldık.[1172] âyeti bu manayı ifade etmektedir.
Bu durumda kimi pirinç ve buğday yer, kimi arpa ve mısır yer, kimi gümüş ile süslenir...
Ama, pirincin ve buğdayın kendi aralarında kısımlarına ayrılması, bunlardan bir kısmının diğer kısmına üstün tutulması, keza altın ve onun ayarları hakkında ince sanatlara itibar edilmesine gelince, bu israfçıların ve Acemlerin âdetindendir, bunlar üzerinde durmak ve derinleşmek, dünyaya haddinden fazla değer vermek demektir. Maslahat, bu kapının kapatılması gereğine hükmeder.
Fukahâ, haram olan ribânın bizzat nassda belirlenmiş olan altı maddenin dışında kalan diğerlerine de sirayet edeceğini kavramış, hükmün bu altı şeye ilhak edilen her şey hakkında aynı olduğu sonucuna varmıştır. Ancak illetin ne olduğu konuşunda aralârında ihtilâf etmişlerdir. [1173]
Şeriatın genel ilkelerine en uygunu, illetin altın ve gümüşte (nakdeyn) semenlik (para olma) vasfı; bu vasıf sadece bu iki madene mahsustur diğer dört nesnede ise, gıda maddesi olma ve bi-riktirilebilme özelliği olmasıdır. Tuza, ilaçlar ve baharat kıyas edilemez. Zira yemeğin, tuza olan ihtiyacı, diğerlerine olan ihtiyacı gibi, hatta onda biri kadar bile değildir. Sonra tuz, gıda maddesinin bir cüzü olmakta ve bizzat kendisi mesabesinde bulunmaktadır; diğerleri ise öyle değildir.
Bu sonuca gitmemizin sebebi şudur: Sâri' Teâlâ, semenlik vasfını birçok hükümde dikkate almıştır; akit meclisinde karşılıklı kabzedilmesi gibi. Sonra hadis "taâm=yemek, yiyecek, gıda maddesi" lâfzı ile gelmiştir. Bu kelime, örfte iki mana için kullanılır:
i. Buğday, ki burada murat o değildir.
ii. Biriktirilebilen yiyecek, gıda maddesi.
Bu Özelliğiyledir ki "taam", meyve ve baharata türdeş ikasîm[1174] kılınır. [1175]
Mecliste bedellerin kabzediimiş olması şartı, iki sebepten dolayı ileri sürülmüştür:
i. Nakde ve yiyeceğe olan ihtiyaç, en üst seviyede olur ve ihtiyaçlar içerisinde en çok vuku bulan budur. Bunlardan faydalanmak ise, ancak onların tüketilmesi ya da mülkiyetten çıkarılması yoluyla olur. Eğer kabız şartı olmasa, kabız anında niza çıkabilir ve o anda karşı bedel tüketilmiş bulunabilir. Bu ise en çirkin münakaşalara sebep olur. Bu itibarla, kabzın birbirlerinden ayrılmadan önce akit meclisinde tamam olması şartı getirilerek bu kapının tamamen kapatılması gerekli olmuştur.
Şeriat, bu illeti, yiyecek maddelerinin kabzedilmeden önce satılması konusunda da dikkate almış ve böyle bir tasarrufu yasaklamıştır.[1176] Keza altın alacağının gümüşten tahsili ya da aksi durumlarda dikkate almış ve, behemehal akit meclisinde bedellerin kabzediimiş olması şartıyla ancak bunun caiz olacağını beyan etmiştir. [1177]
ii. Akitte bir tarafta nakit, öbür tarafta da yiyecek maddesi ya da başka bir şey bulunduğunda; nakdin öncelikli olarak teslimi gerekir. Çünkü nakit, semen olma özelliğinin bir gereği olarak karşı taraftaki şeye talip olunduğunu gösterir bir araçtır. Her iki tarafın da yiyecek maddesi ya da nakit olması halinde ise, bunlardan sadece birinin akit meclisinde teslimine hükmetmek tahakküm ve keyfîlik olur. Her iki tarafın da teslim edilmemesi halinde akit, yasak olan "beyu'l-kâlî bi'l-kâlî" olur. Hem taraflardan biri malı önce teslim etmeye yanaşmayabilir. Bu durumda adalet, her ikisinin de akit meclisinde bedelleri teslim etmelerine hükmederek anlaşmazlığı kökten kesip atmayı gerektirmiştir. [1178]
Ribevî mallar olarak nakdin ve gıda maddelerinin tahsisi şunun için olmuştur:
i. Bunlar malların büyük çoğunluğunu oluşturur.
ii. Mübadelesi en çok olan mallardır.
iii. Bunlardan yararlanma, ancak harcayarak ve tüketerek olur.
Bu Özellikleri sebebiyle, tarafların bedelleri kabzetmeden önce ayrılmaları büyük zorluklar içerir ve çokça nizaya sebebiyet verir. Bu durumda muamelenin selameti için bunu yasaklamadan daha uygun bir şey olmayacaktır.
Bil ki: Bu gibi hükümler, insanların bir kazanç yolu olarak bu tür alım satım şekillerini itiyat etmelerini önlemek için konulur; yoksa insanların bu gibi bir tasarrufa hiç girmemelerini sağlamak amacı güdülmez. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), Bilâl'e: "(Kalitesiz) hurmayı bir başka şeyle sat, sonra (almak istediğin hurmayı) onunla satın [1179]buyurmuştur.[1180]
Alış veriş türlerinden bazılar, kumar anlamı içerir. Cahiliye döneminde insanlar, aralarında bu tür muamelelerde bulunmakta idiler. Rasûlulîah (s.a.) bunları yasakladı. Bunlardan bazıları şunlardır:
1. Müzâbene: Kişinin, ağaç üzerindeki yaş hurmayı, meselâ yüz farak kuru hurma karşılığında satmasıdır. [1181]
2. Muhâkale: Tarladaki ekini, meselâ yüz farak buğday karşılığında satmasıdır. [1182]
Rasûîullah (s.a.) bu konuda "ariyye"ye (ç. arâyâ) müsaade etmiştir. [1183]Bu, beş veskten daha az olmak kaydıyla ağaç üzerindeki yaş hurmanın tahmini olarak kuru hurma karşılığında satılmasıdır. [1184] Çünkü Sâri' bundan maksatlarının kumar olmadığını, bu yolla taze hurma yemek istediklerini görmüştür. Beş vesk, zekât nisabıdır ve bir evin meyve olarak yiyebileceği bir miktardır.
3. Miktarı meçhul olan hurma yığınını, ölçeği belli hurma karşılığında satma.[1185]
4. Mülâmese: Kişinin, elbiseyi dokunmak yoluyla satın alması; gördüğünde muhayyerlik hakkının olmamasıdır.
5. Münâbeze: Bakmaksızın malı atmanın satış sayılması şartıyla yapılır.
6. Atılan taşın hangi elbiseye isabet ederse onun alınmasıdır. [1186]
Bu tür satışlar, kumar anlamı içerir ve satış akdinin meşruiyet amacını tersine çevirir. Alış verişten maksat, ihtiyaç duyduğu şeyi düşünerek, bilinçli bir şekilde elde etmektir; şansa bırakmak değildir.
7. Kaporayı (urbûn) yasaklamıştır. Bu, bir kimsenin, satıcıya malı aldığında fiyatına mahsup edilmek, almadığı zaman ise satıcının olmak üzere bir meblağ vermesidir. Bunda da kumar manası vardır.
Rasûlullah'a (s.a.) kuru hurmanın, taze hurma karşılığında satın alınmasının hükmü soruldu. "Kuruduğu zaman, noksanlaşır mı?" diye sordu. "Evet," denince onu yasakladı. [1187]
Çünkü bu bir tür kumardır ve ribelfadl olma ihtimali içerir. Zira muteber olan, bir şeyin alacağı en son şekildir.
Üzerinde altın ve boncuk olan bir gerdanlığın nasıl satılacağı soruldu. "Altını ayrılmadan satılmaz." buyurdu. [1188]
Bu da bir tür kumardır ve ikisinden birinin aldanması ihtimali vardır. Bu durumda aldanan kimse, ya öfkesini içine atıp susacak ya da haksız yere davacı olacaktır. [1189]
Bil ki: Rasûlullah (s.a.) gönderildiğinde, Arapların çeşitli muameleleri, alış veriş türleri vardı. Allah Teâlâ, peygamberine bu muamelelerden bazılarının kötülüğünü, bazılarının da caizliğini vahyetti. Kerahiyet ve dolayısıyla yasak şu gerekçelere dayanmaktadır: [1190]
Bir şeyin, âdeten masiyete sebebiyet verecek şekilde edinilmesi, yahut insanlarca ondan maksat olan kullanış şeklinin bir tür masiyet olması; içki, put, tambur... gibi. Bunların alım satımının ve edinilmesinin şer'î bir hüküm halinde konulması, bu günahların tervici, insanların onlara teşviki ve yönlendirilmesi anlamına gelir. Alım satımının, edinilmesinin haram kılınması ise bunu önler, insanların o haramları işlemelerine bir engel teşkil eder! Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah ve Rasûlü, içkinin, iaşenin, domuzun ve putların alım satımını haram kılmıştır.[1191]
"Şüphesiz Allah, bir şeyi haram kıldığı zaman, onun bedelini de haram kılar. [1192]
Yani bir şeyi kullanma yönü tekse, şarabın içmek, putun tapınılmak için edinilmesi gibi ve Allah Teâlâ da onu haram kılmışsa, bu durum, hikmet-i ilâhîde onun alım satımının da haram kılınmasını gerektirir. [1193]
Rasûlullah (s.a.), "Fahişenin ücreti, murdardır." buyurmuş ve ayrıca kâhinin ücretini, zurnacının kazancını yasaklamıştır[1194]
Günah olan bir yolla kazanılan mal haramdır ve ondan yararlanmak iki sebepten dolayı helâl olmaz:
i. Bu malın haram kılınması ve onunla faydalanmanın yasaklanması, o günahı işlemeyi önleyici bir rol oynar. Bu muamelenin meşru kılınması ise, fesâd yolunu açar ve insanları o günahı işlemeye teşvik eder.
ii. Bedel (semen), insanların idrak ve bilgilerinde satılan maldan doğar. Dolayısıyla Mele-i a'lâ'da bedelin, satılan mal imiş gibi teşbihi bir varlığı olur. Ücretin de, yapılan işmiş gibi bir varlığı bulunur. Satılan malın ya da yapılan işin murdarlığından, o teşbihi varlığa idrak ve bilgil erindeki murdarlıktan, murdarlık bulaşır ve sonuçta bu ilmî suretin, insanların nefisleri üzerinde büyük etkisi olur. [1195]
Rasûlullah (s.a.}, içki (hamr) hakkında, onu sıkana, sıktıra-na, içene, taşıyana, kendisi için taşmana îânet etmiştir.[1196]
Masiyete yardımcı olmak, tervici için çalışmak, insanları teşvik etmek de masiyettir ve yeryüzünde bozgunculuktur. [1197]
Murdar hayvanın, kanın, insan ve hayvan pisliğinin alım satımı gibi. Bu işleri yapmada aşağılanma vardır ve bu yüzden şeytanlara benzeme hasıl olur. Temizlik ve murdarlıkları terketmek, Rasûlullah'ın (s.a.) getirmiş olduğu genel esaslardan biridir. Meleklere benzeme ancak bu sayede mümkün olur ve Allah Teâlâ, temiz olanları sever.
Bu gibi pisliklere bulaşmamayı tümden yasaklama imkânı yoktur; zira bu kapının kapatılması büyük zorluklar doğurur. Bu durumda en azından bu gibi pisliklerle uğraşarak, onların ticaretini yaparak kazanç elde etme yoluna başvurmak yasaklanmalıdır.
Pislik manasında olan şeylerden biri de "rafes" denilen, hayvanların çiftleşmesi gibi hayayı mucip şeylerdir.
Bu gerekçeden dolayı Rasûlullah (s.a.), İaşenin satımını haram kılmış, hacamatçılığın bir kazanç yolu edinilmemesini emretmiş ve zaruret halinde de, "Bari onu devene yedir. [1198] buyurmuştur. Boğa çekilmesi karşılığında ücret alınmasını yasaklamıştır. [1199] Devenin döl için çekilmesinin yasaklığı da rivayet olunmuştur. Ücret şartı koşulmadan, gönüllü olarak verilen hediye yollu şeyin alınmasına ise ruhsat vermiştir. [1200]
Bunlar; bedellerdeki bilinmezlik yüzünden alıcı ve satıcı arasında bitip tükenme bilmeyen nizalara sebebiyet vermesi; yahut akdin, içinde başka bir akit içermesi, mebiyi görmeden rızanın gerçekleşme imkânı bulunmaması, buna rağmen akdin görme imkânı tanımaması, yahut da akdin davaya kalkışılacak bir şart içermesi gibi durumlardır.
Rasûlullah (s.a.) boğaların sulplerinde, dişi hayvanların rahimlerinde olan şeyi satmayı yasaklamıştır. Doğacak yavrunun yavrusunu satmayı, beyu'l-kâlî bi'l-kâlîyi[1201] yasaklamıştır. Bir akit içerisinde iki akdi yasaklamıştır. Bu, "peşin alırsa bine, veresiye alırsa iki bine" denilerek yapılan akittir. Çünkü bu durumda, akit esnasında ne olacağı taayyün etmemiştir. Bunu şu şekilde de izah etmişlerdir: "Bunu bana bine, yanında da şunu şuna satmak şartıyla sat!" Bu şartı ileri süren, daha sonra ona dayanarak davacı olabilir ve bu nizaya sebep olur. "Eğer satmak istersen, bana satacaksın" diye ileri sürülen bir şartla yapılan satış da bu türdendir. Hz. Ömer fr.a.), bu konuda şöyle demiştir: "Bir kimse lehine koşulmuş bir şart olduğunda, o sana helâl olmaz."
Rasûlullah (s.a.) istisnayı belli olmadıkça yasaklamıştır. [1202] Meselâ, "On ölçek buğday sattım birazı müstesna" denilerek yapılan satış gibi. Çünkü bunda, nizâya götürecek bilinmezlik vardır.
Her türlü bilinmezlik, akdi ifsad etmez. Çünkü birçok şey akit esnasında belirtilmez. Bunların en ince ayrıntılarına kadar beyan edilmesini şart koşmak zorluk olur. Ifsâd edici bilinmezlik, nizâya sebebiyet verecek özellikte olanlardır. [1203]
Akitle, başka bir amaca ulaşmaya çalışmak da kerahet/yasak sebebi olmaktadır. [1204] Kişi, bu durumda perde arkasında gözettiği asıl amacına ulaşamadığı takdirde talep hakkı doğmaz, ondan bir türlü de vazgeçemez. Bu gibi tasarrufların, haksız husûmetlere sebebiyet vereceği açıktır. Hükme mesnet teşkil edecek bir şey de olmadığından, mahkeme yoluyla niza sona erdirilemez. Bu itibarla bu tür tasarrufların yasaklanması gerekir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ne bey' ve selef, ne de bir bey' içerisinde iki şart caizdir.[1205]
Bey' ve selef, "Sana şunu, bana şu kadar borç vermen şartıyla sattım." demek suretiyle olur. İki şarttan maksat ise, bey akdinin normal şartları yanında, ayrıca akit dışı başka şartlar koşmaktır. "Bana, şunu hibe etmen, yahut benim için falancaya şefaatçilik etmen veya şayet satmaya ihtiyaç duyarsan sadece bana satman şartıyla" gibi şartlar ileri sürülerek yapılan satış akitleri gibi. Bu, bir akit içinde iki şart demektir. [1206]
Yasak sebeplerinden biri, teslim işinin satıcının elinde olmamasıdır; kişinin elinde olmayan bir malı satması gibi. [1207]Mebinin teslimi, müşteri lehine satıcı üzerine gereken bir haktır. Ancak mahkemeye intikâl ettirmek veye hüccet ikâme etmek, yahut koşuşturmak ve çeşitli çarelere başvurmak, yahut hakkın elde edilmesine, ölçülmesine gerek duymak gibi yollarla bulabileceği bir şeyi satması; mesele içinde mesele çıkmasına, aldanma ve hüsrana sebep olur. Hiç kimse yanında bulunmayan bir şeyi, aşırı bir çaba göstermeden bulabileceğinden emin olamaz. Müşteri aldığı şeyi hemen teslim almak ister, fakat satıcının yanında bulunmaz. Bu durumda satıcı, hakkını ifa etmek durumunda olan alıcısından hakkını vermesini ister, yahut sattığı şeyi ele geçirmek için dağa avlanmaya, yahut çarşıya satın almaya gider, yahut arkadaşından kendisine hibe etmesini ister... Bütün bunlar son derece şiddetli nizalara sebebiyet verecek şeylerdir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yanında olmayan şeyi satma! [1208]
Rasûlullah (s.a.), "garar" satışını da yasaklamıştır. [1209] Garar, bilinmezlik[1210] demektir; varlığı kesin olarak bilinmeyen bir şeyin satımı gibi.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir yiyecek maddesi satın alırsa, onu tamamiyle teslim almadan önce satmasın.[1211]
Bu yasağın sadece yiyecek maddelerine mahsus olduğu söylenmiştir. Çünkü en çok ihtiyaç duyulan ve en çok alınıp satılan mallar bunlardır ve sadece tüketilmek suretiyle istifade edilir. Tam olarak teslim almadığı zaman, ola ki satıcı onda bazı tasarruflara kalkışmış olabilir ve o zaman mesele içinde mesele çıkar.
Diğer menkul şeyler hakkında geçerli olduğu da söylenmiştir. Çünkü menkul eşyanın, değişme, arızalanma ihtimali vardır. Bu durumda ise husûmet doğar. İbn Abbâs (r.a.): "Zannederim her şey yiyecek gibidir." demiştir[1212]İlleti dikkate aldığımızda bu görüş, kıyasa daha uygun gözükmektedir. [1213]
Rasûlullah (s.a.), kendi zamanında münakaşalara sebebiyet veren bazı durumlara şahit olmuş, bu gibi durumlarda şayet akit yapılması halinde nizalann doğmasının tabiî olduğunu görmüş, bu yüzden de bazı yasaklamalara gitmiştir. Nitekim Zeyd b. Sâbit'in[1214] sözü bunu açıklamaktadır. O şöyle demiştir:
"İnsanlar, meyvelere isabet eden âfetler sebebiyle münakaşalarda bulunurlar ve satın alan, 'Meyveye âfet isabet etti, olgunlaşmadan döküldü, fesada gitti, koktu..." gibi itirazlarda bulunurdu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), meyveler olgunlaşmaya yüz tutmadan satılmasını yasakladı. [1215] Ancak meyvelerin hemen devşiril-mesinin şart koşulması hali bundan bir istisnadır.
Başaklar ağarmadıkça ve âfetten kurtulmadıkça satılmasını da yasaklamıştır. [1216]
Tabiî âfetlerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Ne dersin? Allah Teâlâ, meyve vermese biriniz kardeşinin malını ne karşılığında almış olacak?[1217]
Yani bunun bir garar içerdiğini, çünkü helak olma ihtimalinin çok büyük olduğunu açıklamıştır. Helak olması halinde müşterinin parayı vermesi gerekecek, fakat ortada mal olmayacaktır. Oysa ki akdin, bu tür bilinmezliklere tahammülü yoktur.
"Bey'u's-sinîn[1218]de böyledir. Bu, belli bir ağacın meyvesini bir sene ya da daha fazla süre boyunca satmaktır. [1219]
Akdin, şehirdeki pazar düzeninin bozulmasına, başka insanların zarar görmesine sebep olması. Bu durumda bu gibi satış türlerinin üstüne gidilmesi ve engellenmesi gerekir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Alış veriş için pazara gelen kervanı karşılamayın! Birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın! Kişi, kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmasın! Pazarlık kızıştırmayın! Şehirli, bedevi namına satış yapmasın! [1220]
Pazara gelen kervanın karşılanması şöyle olur: Bir kervan pazara mal getirir, biri onu daha pazara girmeden, fiyatları öğrenmeden yolda iken karşılar ve malı, şehirdeki fiyatlardan daha ucuz bir fiyatla kapatır.
Bu hem satıcıya hem de halka zararlı olabilecek bir davranıştır. Satıcıya zararlıdır; çünkü eğer pazara inseydi belki de daha pahalıya satacaktı. Bu yüzden böyle kimselere, zarar ettiğini öğrendiği takdirde muhayyerlik hakkı tanınmıştır.
Halka da zararlıdır; çünkü bu ticarette bütün şehir halkının hakkı vardır. Şehircilik, ihtiyaç sahiplerinin bir sıraya konulmasını ve en muhtaçtan başlanılarak ihtiyaçların giderilmesini gerektirir. Eğer ihtiyaçta hepsi aynı düzeyde iseler, o zaman önceliği belirlemek için aralarında kur'a çekilir. Hal böyle iken, gelen malı tek bir kişinin kapatması bir tür zulümdür. Bununla birlikte şehir halkının yapacağımu hayyerlik hakkı gibi bir şey de yoktur. Çünkü adam, onların öz mallarım ifsad etmiş değildir; sadece edineceklerini umdukları mala ulaşmalarını engellemiştir. [1221]
Başkasının satışı arasına girerek satış yapmaya kalkışmak ticaretle uğraşan arkadaşlarına karşı çok kötü bir muameledir ve onlara zarar verir. Birinci satıcının hakkı ortaya çıkmış ve rızkını elde edebilmenin yolu kendisine açılmışken, diğerinin çıkıp onu îf-sad etmesi, hakkını elinden almaya kalkışması bir tür zulümdür.
Kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık da aynı şekildedir ve önceki müşterinin mutazarrır olmasına sebep olur.
Pek çok niza ve kin duygusunun temelinde bu iki tür davranış vardır.
Alıcı olmadığı halde, alıcıymış gibi davranıp pazarlık kızıştırmanın ve böylece fiyat artırmanın müşteriyi zarara sokacağı açıktır. [1222]
Bu şöyle olur: Bedevî/köylü malını şehire getirir ve onu o günkü rayiç fiyattan satmak ister. Şehirli gelir ve ona: "Malını benim yanımda bırak, ben onu zaman içinde daha pahalıya satayım," der.
Bedevi daha ucuz fiyata satacak olsa ve böylece şehirliler bundan yararlansa, sonuç itibariyle bundan kendisi de yararlanmış olacaktır. Çünkü tüccarın yaptığı iş iki şekilde olur:
i. Bekleterek son derecede ihtiyacın arttığı bir ortamda pahalı bir fiyattan satmak. Bu durumda mal uzun süre elinde kalır ve dönmez.
ii. Az bir kârla satıp, hemen tüketip, arkasından yine mal getirip piyasaya sürmek, böylece sürümden kazanmak. Bu ikinci yol, hem tüccar için hem de şehir halkı için daha uygun olacaktır ve bereketi de boldur. [1223]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim ihtikâr yaparsa, o günahkârdır.[1224]
"Pazara mal sürenin (câlib, ithalatçı) rızkı bol olur; ihtikârcı ise melundur. [1225]
Çünkü şehir halkının ihtiyacına rağmen malı, sırf pahalansın da yüksek fiyattan satsın diye karaborsada tutmak, piyasaya sürmemek onlara zarar veren bir tasarruftur ve bu şehir düzenini bozar. [1226]
Yasak sebeplerinden biri, malın müşteriye olduğu gibi göste-rilmeyip, kusurunun gizlenmesidir. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sütlü gözükmesi için deve ve koyunu sağmayarak müşteriyi aldatmayın! Kim böyle bir hayvanı satın alırsa, onu sağdıktan sonra iki şey arasında muhayyerdir: Razı olursa tutar, razı olmazsa onu beraberinde bir sâ' hurma (bir rivayette "bir sâ' yiyecek, buğday değil" diye de gelmiştir) ile birlikte iade eder. [1227]
Hadiste geçen "tasriye" kelimesi, müşterinin sütlü sanmasını sağlamak için hayvanı birkaç gün sağmayarak sütünü memesinde toplamak demektir. Bu şekilde hileli bir satış, meclis ya da şart muhayyerliği olan akde benzer. Çünkü akit sanki, malın sütlü olması şartı üzerine kurulmuş gibidir. Dolayısıyla mesele, "el-Harâcu bi'd-damân= Cereme kime semere ona[1228] ilkesinin kapsamına girmez.
Sonra sağılan sütün tüketildikten sonra miktarının bilinmesi imkânsızdır. Özellikle de tarafların cimri davranmaları durumunda çözüm iyice zorlaşır. Bu gibi durumlarda, galip hali dikkate alarak nizayı Önleyecek orta bir sınır getirmek gerekir. Deve sütünde ağır bir koku olur, (çok ve) ucuz bulunur; koyun sütü lezzetli olur, (az ve) pahalı bulunur. Dolayısıyla ikisinin hükmü aynı olur. Bu durumda günlük yiyecek maddesi olan Hicaz'da hurma, bizim buralarda arpa ve mısırdan pirinç ve buğday değil, çünkü bunlar en kaliteli ve en pahalı gıda maddeleridir bir sâ' verilmesine hükmetmek taayyün eder.
Bu hadisle amel etme konusunda başarılı olamayan bazı kimseler kendilerinden bir kaide koyarak şöyle bir mazeret ileri sürmüşlerdir: "Fakih olmayan bir râvî tarafından rivayet edilen her hadis, eğer re'ye uygun düşmüyorsa, onunla amel edilmez." Bu kaide her ne kadar kendi içerisinde tartışmaya açık ise de, bu hadise zaten uymaz. Çünkü hadisi Buhârî, İbn Mes'ûd'dan (r.a.) da tahrîc etmiştir ki, İbn Mes'ûd'un fıkhı hakkında hiçbir diyecek yoktur. Hem bu takdir, şer'an belirlenmiş diğer miktarlar gibidir ve akıl, ondaki güzelliği bir ölçüde idrak edebilir. Özellikle bu miktarın belirlenmesindeki hikmeti ise, ancak ilimde rüsûh mertebesine ulaşmış kimselerin akılları kavrayabilir.
Rasûlullah (s.a.), içinde ıslaklık bulunan zahire yığını hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Onu zahirenin üstüne koysaydın da insanlar görseydi ya! Aldatan bizden değildir.[1229]
Yasaklık gerekçelerinden biri de, aslında mubah olan ve herkesin istifadesine sunulmuş bulunan bir şeyin satımına kalkışıl-masıdır. Meselâ bir kaynak suya zorba birinin el koyup, satmaya kalkışması gibi, Bu, Allah'ın mülkünde haksız bir yolla tasarrufa girişmektir ve insanlara zararlı olmaktadır. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), otlak satımına vasıta olarak kullanılan suyun fazla kısmını satmayı yasaklamıştır. [1230]
Bu şöyle olur: Zorba biri kalkar ve bir su kaynağına ya da vadiye el koyar ve hiçbir kimsenin hayvanlarını orada ücretsiz suîamasına müsaade etmez. Bu, mubah olan ot/otlakm para karşılığında satılması anlamına gelir. Bu ise bâtıldır. Çünkü su ve ot/otlak herkes için mubahtır. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ, ona, 'Bugün, fazl ü keremimi senin elinin emeği olmayan şeyi esirgediğin gibi senden esirgiyorum.' buyurur: [1231]
Şöyle de denilmiştir: İhtiyaç miktarından fazla olan suyu, içmek ve hayvanlarım sulamak isteyen kimseye satmak haramdır. Nitekim bu manada olmak üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Müslümanlar üç şeyde müşterektirler: Su, ot/otlak ve ateş.[1232]
Bence hadis, bu sayılanlardan mülk altında olanlarda yardımlaşma halinde olmanın müstehaplığını güçlü bir şekilde ifade eder. Mülk olmayanlarda ise hüküm zaten açıktır. [1233]
Rasûlullah fs.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah, satarken, alırken, hakkını tahsil ederken müsamahalı davranan kula rahmetiyle muamele buyursun![1234]
Semahat, temel huylardan biridir. Nefsin tezkiye ve kemâli ancak onunla mümkündür; hatalarla kuşatılmaktan kurtulması bu haslete sahip olmasına bağlıdır. Öbür taraftan şehir düzeninin sağlanmasında da önemli yeri vardır. Halk arasındaki yardımlaşmanın mesnedini semahat vasfı oluşturur. Almak, satmak, borç tahsil etmek gibi muameleler, semahat vasfıyla ters düşebilecek bir mahiyet arzeder. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.) buna dikkat çekmiş ve bu gibi muamelelerde müsamahalı davranmanın müste-haplığını beyan buyurmuştur. [1235]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: 'Yemin; malı bitirir, bereketi götürür. [1236]
Alış veriş esnasında çokça yemin etmek iki sebepten dolayı mekruhtur:
i. Karşıdaki insanların aldatılmasına sebep olur.
ii. Kalpte Allah Teâlâ'nın ismine saygı kalmaz.
Yalan yemin, malı bitirir; çünkü sürüm müşteriyi inandırmaya bağlıdır, yemin de bunu yapar; bereketi de götürür; çünkü bereket meleklerin hayır dualarına mazhar olmasına bağlıdır. Melekler ise, yaptığı kötü muamele sebebiyle ondan uzaklaşmışlar, hatta beddua eder olmuşlardır.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ey tüccar topluluğu! Şüphesiz alış veriş esnasında yersiz sözler, yalan eksik olmaz. Bu itibarla ona sadaka karıştırın.[1237]
Sadaka, işlenen günahlara keffâret olacak, nefsin taşkınlığı sebebiyle kaçırılan şeyleri bir tür telafi edecektir. [1238]
Rasûlullah (s.a.), altın alacağının gümüşten, gümüş alacağının da altından tahsilinin, behemehal akit meclisinde o günün kurundan bedellerin kabzedilmiş olması şartıyla caiz olacağını beyan etmiştir. [1239]
Çünkü eğer aralarında akit sona ermez ve bir şey kalırsa, meselâ altının gümüşle bozulmasının sarrafların söyleyeceği orana bağlı olması, yahut tartma memurunun tartmasına bağlanması gibi o zaman tarafların itiraz etmeleri ve niza çıkarmaları mümkündür; dolayısıyla muamele şaibesiz olmaz. O yüzden, sarf muamelesinin akit meclisinde bitirilmesi şart koşulmuştur. [1240]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Herhangi bir hurmalığın ağaçlan aşılanma işlemi bittikten sonra satın alınırsa, o ağaçların meyvesi aşılama işlemini yapan satıcıya aittir; ancak müşterinin şart koşması hali hariç. [1241]
Çünkü bu işlem, ağacın üzerinde icra edilmiş fazladan bir iştir. Meyve bunun sonucu kendi mülkünde iken ortaya çıkmıştır. Bu haliyle meyve, kişinin evine koyduğu bir eşyaya benzer. Dolayısıyla onu, kendi hakkı olarak elde etmesi gerekir. Ancak akit esnasında aksi durum tasrih edilmişse o zaman durum başka olur. [1242]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın kitabında olmayan her şart, bâtıldır.[1243]
Hadisten murad, hakkında yasak olan ve Allah'ın hükmünde yeri olmayan şartlardır; yoksa mücerred Kur'ân'da bulunmayan şart demek değildir. [1244]
Rasûlullah (s.a.), velâ hakkının satımını ve hibe edilmesini yasaklamıştır. Çünkü velâ, mevcut ve munzabıt bir mal değildir; sadece nesebe tâbi bir haktır. Nasıl ki nesep satılamazsa, velâ da satılamaz. [1245]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "el-Harâcu bi'd-damân- Cereme kime semere onadır. [1246] Niza, ancak semerenin, cereme karşılığında olmasına hükme-dilmesi halinde kalkar. Aldığı malı kusurlu olduğu için iade eden kimseden, bu esnada maldan yararlandığı şeyleri de iade etmesi istenecek olsa, tüketilen malın getirişinin ne kadar olduğunu belirlemek çok zor olacaktı. Rasûlullah (s.a.), bu kuralı koymak suretiyle doğabilecek nizaların önünü almıştır. Aynen cahiliye döneminde yapılan miras taksimlerini olduğu hal üzere ibka etmesi ve bu şekilde nizaların Önünü alması gibi. [1247]
Taraflar arasında ihtilâf çıkması halinde söz, satıcının sözüdür. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Taraflar arasında ihtilâf çıkar, mebî ellerinde mevcut olur, ellerinde bir beyyine de olmazsa; söz satıcının sözüdür, yahut herkes aldığını geri verir. [1248]
Nizânın bu şekilde sona erdirilmesi şunun içindir: İlke, bir şeyin kişinin mülkünden sahih bir akit ve karşılıklı rıza olmadan çıkmamasıdır. Arada tartışma bulunduğu zaman, ilkeye baş vurmak gerekir. Mebi, satıcının kesin malıdır ve halihazır elindedir yahut sıhhati kesinleşmemiş olan akitten Önce elinde idi. Bu gibi durumlarda söz, mal sahibinin sözüdür. Ancak alıcı da bu durumda muhayyerdir. Zira bey' akdi, karşılıklı rıza esasına dayanır. [1249]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şufa, taksim edilmemiş şeylerdedir. Sınırlar belli oldu,.yol ayrıldı mı artık şufa yoktur.[1250]
"Komşu, bitişiğindekine herkesten daha çok hak sahibidir. [1251]
Şufa hakkında asıl, komşu ve ortaklardan doğabilecek zararın kaldırılmasıdır.
Bence şufa iki türlüdür:
i. Mülk sahibinin, şufa hakkı bulunan kimseye malını arzet-mesi kendisi ile Allah Teâlâ arasında (diyaneten) vacip olan, onu başkalarına tercih etmesi gereken, fakat kazaen icbar edilemeyen şuf adır. Bu, ortak olmayan komşu hakkındadır.
ii. Kazaen de icbar edilen şufa. Bu, sadece ortak olan komşu için söz konusudur.
Bu izah, konuyla ilgili farklı hadislerin arasını da telif etmiş olur. [1252]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, müslüman kardeşinin pişman olduğu bir akitten vazgeçerse, Allah Teâlâ da, kıyamet günü onun hatasını affeder. [1254]
Kişi yaptığı akitten dolayı pişman olabilir. Bu durumda karşısındakinin, onun zararını önlemek için o akitten vazgeçmesi müstehap olur. Bu vacip değildir; çünkü akit bağlayıcıdır, kişi kendi hür iradesiyle onun altına girmiştir, sonucuna katlanmak zorundadır. [1255]
Hadiste, Câbir'in (r.a.), devesini yolda iken Rasûlullah'a (s.a.) sattığı ve evine varıncaya kadar binmesini istisna ettiği bildirilir.[1256]
Bu hadis, tarafların bağışlar-olacağı, önemsiz addedecekleri konularda nizaya sebep olmayacak istisnaların caiz olduğunu gösterir. Çünkü yasağın gerekçesi, istisnanın münakaşaya sebep olmasıdır. [1257]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim anne ile yavrusu arasını ayırırsa, Allah Teâlâ kıyamet gününde kendisi ile sevdikleri arasını ayırır. [1258]
Rasûlullah (s.a.), iki köle kardeşten birini satan Hz. Ali'ye, "Onu geri al!" buyurmuştur[1259]
Anne ile yavrusu arasını ayırmak, onları yalnızlığa iter, fer-yad ve figanlarına sebep olur. Kardeşlerin arasını ayırmak da aynıdır. Bu itibarla insanın bu gibi davranışlardan kaçınması gerekir. [1260]
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Cuma günü namaza çağrıldığında hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın! [1261]
Yasak hükmü, imamın minbere çıktığı anda okunan ezana bağlıdır. Alış veriş ve benzeri tasarruflarla uğraşmak çoğu kez namazın terki, hutbe dinlemenin terki gibi sonuçlara sebebiyet verir Bu itibarla cuma (iç) ezam ile birlikte bu gibi tasarrufların yapılması yasaklanmıştır. [1262]
Hadiste belirtildiğine göre Rasûlullah (s.a.) zamanında fiyatlar yükselmişti. İnsanlar Rasûlullah'a (s.a.) başvurarak fiyatlara narh koymasını istemişlerdi. Rasûlullah (s.a.) bu isteğe şöyle cevap verdi:
"Fiyattan belirleyen; yükselten ve alçaltan, rızkı veren ancak Allah'tır. Ben, şüphesiz Allah Teâlâ'ya üzerimde hiçbir kimsenin hakkı olmadan kavuşmayı umuyorum.[1263]
Aslî hüküm; müşterilerle, mal sahibi satıcılar arasında dengeyi bulmak ve her iki tarafın da zarar görmemesini, zarar gö-receklerse her iki tarafın da eşit oranda görmesini sağlamaktır. Bu ise gayet zordur. Bu itibarla Kasûlullah (s.a.), bundan sakınmış ve müdahalesinin kendisinden sonra gelen yöneticiler tarafından bir sünnet edinileceğinden endişe etmiştir. Bununla birlikte satıcıların, herkesçe açık bir zulüm yaptıkları görülürse, o zaman durumun değiştirilmesi caizdir. Çünkü bu yeryüzünde bozgunculuktur; önlenmesi gerekir. [1264]
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın[1265]
Borçlanma, tartışma ve nizaya en çok sebebiyet veren bir muamele türüdür. İhtiyaç bulunduğu için ondan vazgeçme imkânı da yoktur. Bunun için Allah Teâlâ, borç ilişkilerinin yazılması ve üzerine şahit tutulması konusunda kesin emrini indirmiş; teminat olmak üzere rehin ve kefalet müessesesini meşru kılmış; şehâdette bulunmayıp, olayı saklamanın günahım açıklamış, kitabet (noterlik) ve şahitlik görevini sosyal içerikli yükümlülüklerden kılmıştır. [1266]
Rasûlullah (s.a.) Medine'ye geldiği zaman, insanlar meyve konusunda bir, iki, üç,,, sene gibi sürelerle selem muamelesinde bulunuyorlardı. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Her kim, bir şey konusunda selem akdi yapacaksa, belli ölçüde, belli tartıda, belli bir müddete kadar yapsın![1267]
Bu kayıtlar, mümkün mertebe nizanın önünü almak içindir. Aşırılığa kaçmaksızın, bir şeyi belirleyecek diğer evsaflar da hadiste zikredilen kayıtlara kıyas edilmiştir.
Karz (borç verme), işin başı itibariyle teberru gibidir. Ayrıca iare manası da taşır. Bu yüzden nesîe (ödenmesi sonraki bir tarihte olmasına rağmen) caiz olmuş, ancak Ödemede fazlalık haram sayılmıştır. [1268]
Rehin, teminat esasına dayanır. Bu ise rehinin kabzı ile olur. Bu yüzden rehinde kabz şartı aranır.
Bence, "Rehin, rehini veren sahibine karşı kapatılamaz; getirişi de götürüşü de ona aittir. [1269] hadisiyle, [1270]"Binek, eğer rehinse nafakası karşılığında sırtına binilir; sağmal hayvanın sütü, eğer rehinse bakımı karşılığında içilir; bakım masrafı binen ve içen üzerinedir. [1271] hadisi arasında farklılık yoktur. Çünkü birinci hadis, rehin ile ilgili olarak yapılacak asıl görevi belirtmektedir. Yani borçlu borcunu öder ve rehini kurtarır, ödeyememesi halinde ise hemen alacaklının olmaz. [1272] Ancak rehin veren kimse, rehinin bakım masraflarını karşılamaya yanaşmaz ve helâkından da korkulursa, rehini elinde bulunduran onun bakımını üstlenmiş ise, o takdirde örfen âdil görülecek şekilde rehinden yararlanabilir. [1273]
Rasûlullah (s.a.), ölçü ve tartı işleriyle uğraşanlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Siz öyle iki şeyi üstlenmiş bulunuyorsunuz ki, sizden önceki ümmetler bu ikisi yüzünden helak olmuşlardır. [1274]
Ölçü ve tartıda hile yapmak, hiyanet ve kötü bir muamele olması hasebiyle haram kılınmıştır. Mutaffifın sûresinde Allah Teâlâ, bu işi âdet edinen Hz. Şuayb'ın (s.a.) kavminden bahsetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun![1275]
Rasûhıllah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir adam iflâs eder, alacaklı olan da malını aynen onun yanında bulursa, o malda diğer alacaklılardan daha çok hak sahibidir. [1276]
Çünkü aslında o mal kendi malıydı ve hiç kimsenin hakkı yoktu. Sonra tuttu ve onu sattı. Satarken de elinden çıkmasına karşı parasını alacağını düşünüyordu ve bunun için satmaya razı olmuştu. Satış, semenin ödenmesi şartıyla yapılır. Ödemeyince, mebi aynen elinde olduğu sürece satıcının akdi bozma hakkı vardır. Mebînin aynen bulunmaması ya da elden çıkması halinde ise, satıcının onu geri alma imkânı kalmaz ve onun alacağı da artık diğer alacaklılarınki gibi işlem görür. [1277]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kimi, Allah'ın kıyamet gününün dehşetinden kurtarması memnun ederse, dardakine nefes aldırsın, yahut alacağını ona bağışlasın!" [1278]
Bu hadis, semâhatli olmaya çağırmaktadır. Semahat ise daha Önce zikrettiğimiz gibi, dünya ve âhirette fayda veren, mutlu olmayı sağlayan dört temel hasletten biridir. [1279]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Varlıklı kimsenin borcunu sürüncemede bırakması zulümdür. Biriniz bir zengine havale olunursa, havaleyi kabul etsin![1280]
Bu emir, müstehaplık ifade eder; çünkü o nizamn sona ermesini sağlar.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Varlıklı kimsenin temerrüdü, şerefine dokunulmasını ve cezalandırılmasını helâl kılar.[1281]
Şerefine dokunma ve cezalandırma; kendisine ağır söz söyleme, hapsetme ve şayet başka malı yoksa elindekini satmaya icbar etme şeklinde olur. [1282]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Müslümanlar arasında sulh caizdir; ancak helâli haram kılan, haramı helâl kılan sulh hariç. Müslümanlar, koştukları şartlar üzeredirler; ancak helâli haram kılan, haramı helâl kılan şart hariç. [1283]
İbn Ebî Hadred olayında[1284] da olduğu gibi, borcun bir parçasından vazgeçmek de sulh kapsamına girer.
Bu hadis, muamelâtla ilgili genel esaslardan birini teşkil eder. [1285]
Bağış türünden tasarrufla^ çeşitli kısımlara ayrılır: [1286]
Eğer teberru, Allah Teâlâ'nm rızası kastedilerek yapılıyorsa, sadakadır. Bu takdirde bizzat Allah Teâlâ tarafından belirlenen yerlere verilir:
"Şüphesiz ki sadakalar ancak fakirlere, yoksullara... aittir."[1287]
Teberruda verilen kimsenin hatırı kastediliyorsa hediye olur. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kime bir hediye verilirse, ona karşılık versin. Eğer verecek bir karşılık bulamazsa ona övgüde bulunsun. Çünkü kim övgüde bulunursa teşekkür etmiş olur. Kim de gizlerse, nankörlük etmiş olur. Kendisine verilmeyen bir şeyle, böbürlenmeye çalışan, sahte iki elbise giyinen[1288]gibidir. [1289]
Hediyeden maksat, insanlar arasında ülfet, muhabbet ve kaynaşmanın sağlanmasıdır. Bu ise, ancak hediyeye karşılık verilmesi sayesinde gerçekleşir. Çünkü hediye, hediye edilen kimseye, hediye edeni sevdirir; aksi olmaz. Hem veren el, alan elden üstündür. Veren kimsenin, alan kimseye üstünlüğü vardır.
Karşılık vermeden âciz olması halinde ona teşekkür eder ve kendisine olan iyiliğini açıklar. Övgü, onun kendisine olan iyiliğini kabullenmenin ve sevgisini kalpte saklamanın ilk işaretidir; karşılıklı sevgi doğurmada hediyenin etkisi gibi etki yapar.
Kim de gizlerse, hediyeden beklenen amaca ters hareket etmiş olur; ülfet, muhabbet ve kaynaşma maslahatına ters düşen, hakkını görmemezlikten gelen bir tavır sergilemiş olur.
Aslında olmayan bir şeyi varmış gibi göstermeye kalkışmak yalandır. Rasûlullah'm (s.a.), "sahte iki elbise giyinen gibidir." sözünden maksat, yalandan üstüne bir ridâ, altına da izâr giyen, böylece bütün bedeni yalanla kaplanılan adam gibi olur demektir. [1290]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kime bir iyilik yapılır da, 'Cezâkellâhu hayran = Allah, seni hayırla ödüllendirsin!' diye karşılık verirse, övgüde gerekeni yapmış olur.[1291]
Rasûlullah'm (s.a.}, karşılık olarak söylenecek sözü bu şekilde belirlemesinin sebebi şudur: Bu gibi yerlerde fazla lakırtı etme, övgüde aşırılık ve ısrar; daha azı da, hakkı gizleme ve görmeme olur. Müslümanların birbirlerine verecekleri karşılıklarda en güzel söz, âhireti hatırlatıcı, işleri Allah'a ısmarlayıcı unsurlar içeren sözlerdir. Bu söz de, bu unsurları taşıması ve maksadı ifa etmesi bakımından teşekküre elverişli görülmüştür. [1292]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hediyeleşin; çünkü hediye kinleri giderir." Bir rivayette de, "Göğüsteki kin ve öfkeyi giderir. [1293] buyurmuştur.
Hediye az da olsa, hediye verilen kimseye saygı duyulduğunu, onun dikkate alındığını, onun sevildiğini, ona karşı bir arzu duyulduğunu ifade eder. "Sakın bir komşu kadın, bir koyun paçasıyla
da olsa, komşu kadına hediye vermeyi hor görmesin. [1294] hadisi, işte bu manaya işaret eder. Bu yüzden hediye, kin ve düşmanlık duygularının giderilmesi için uygun bir yol olmuştur. Şehirde ve mahallede tam bir kaynaşmanın sağlanması, hediyeleşmeyi gerekli kılar. [1295]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kime bir reyhan (güzel koku) sunulursa, onu geri çevirmesin; çünkü o minneti az, kokusu güzel bir hediyedir. [1296]Reyhan ve benzeri şeylerin hediye edilmesi halinde geri çevirmenin mekruh olması; külfetinin az olması, insanların kendi aralarında bu yolla hediyeleşir olmaları yüzündendir. Böyle bir hediyenin kabulünde, fazla bir minnet olmaz; hediye etmesi de fazla bir külfet getirmez. Bu yolla hediyeleşmek, insanlar arasındaki ülfet ve muhabbeti artırır. Reddi ise araların açılmasına, kin ve düşmanlık beslenmesine sebep olur. [1297]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hibesinden dönen, kusmuğuna dönüp onu yiyen köpek gibidir. Bize böyle bir şey yakışmaz. [1298]
Hibeden dönmenin mekruhluğu şundandır: Malından hibe etmek üzere ayırmış olduğu şeyi hibe etmekten vazgeçmenin sebebi ya cimriliktir, ya ona karşı öfkedir, ya da ona zarar verme arzusudur. Bütün bunlar, kötü huylardır; dolayısıyla onlardan kurtulmak gerekir.
Hibe yapıldıktan sonra onun bozulması, kin ve düşmanlığa sebep olur. Baştan hiç vermemek ise öyle değildir. Rasûlullah (s.a.), malından hediye vermek üzere ayırdığı bir şeyi vermekten vazgeçip, hibesine tekrar dönen kimseyi, kustuğunu yeniden yiyen köpeğe benzetmiştir. Böylece hibeden dönmenin ne manaya geldiğini çok açık ve net bir şekilde onlara göstermek istemiş, bu halin çirkinliğini son derece üstün bir üslupla açıklamıştır. Ancak hibeden dönülmesi, bir münakaşanın kalkmasına sebep olacaksa babanın bir oğlunu kayırarak hibede bulunması gibi o zaman dönmek caiz olacaktır. Nitekim Rasûhıllah (s.a.) buna hadislerinde işaret etmiştir.[1299]
Rasûlullah (s.a.), çocuklarından birine, diğerlerine vermediği hediyede bulunmak isteyen bir kimseye şöyle buyurmuştur:
"Onların hepsinin sana aynı şekilde iyi davranmalarını ister misin?" Adam, "Evet," deyince Rasûlullah (s.a.), ona:
"Öyle ise hayır!" buyurmuştur. [1300]
Çocuklar arasında ayırım yapıp, bazılarına hibede bulunup, bazılarına vermemenin mekruh olması şundandır: Bu, çocuklar arasında kin, babaya karşı da düşmanlık doğurur. Rasûlullah (s.a.), çocuklar arasında ayırım yapmanın, ihmal edilen çocuğun kayırılan çocuğa karşı kin ve düşmanlık beslemesine sebep olacagına, onun bunu unutmayacağına ve babasına karşı iyi davranmaması sonucunu doğuracağına işaret buyurmuştur. Böyle bir sonuç ise, ev düzeninin bozulması demektir. [1301]
Teberru, ölüme bağlı ise vasiyet adını alır.
Vasiyet sünnettir. Çünkü insanoğlu mülke karşı haristir ve cimri davranır. Ölüm sebebiyle ondan müstağni olma anı yaklaştığında, hiç olmazsa o anda ihmal gösterdiği bazı şeyleri telafi etmek, yardım etmesi gereken bazı kimselere yardımcı olmak ister. [1302]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Üçte birini vasiyette bulun; aslında üçte bir de çoktur. [1303]
Kişinin ölümüyle birlikte mal varlığı, mirasçılarına intikâl eder. Bu Arap-Acem bütün insanlarca böyledir ve fıtratın bir parçası ve sayılamayacak kadar çok maslahat için gerekli bir şey kabul edilir. Kişi hastalanıp da Ölüme yaklaştığı zaman, mirasçılar için haklarına ulaşma yolu açılmış olur. Hal böyle iken, onların beklentilerinin boşa çıkarılması, haklarının yenmesi ve onlara karşı ihmal gösterilmesi anlamına gelir.
Sonra hikmet, kişinin malını kendisinden sonra, hayatında iken kendisine en yakın olan, her zaman için kendi yanında yer alan, ona en çok yardımcı ve destek olan kimsenin almasını gerektirir. Bu konuda baba ve oğulun ve diğer yakınların yerini hiç kimse tutamaz. Bu manayı ifade etmek üzere Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah'ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabalar) birbirlerine (varis olmaya) daha yakındırlar.[1304]
Bununla birlikte çoğu kez, başkalarına yardımcı olmayı gerektiren durumlar olur. Kimi zaman özel durumlar mirasçıların dışında başkalarının tercihini gerektirir. Bu durumda mutlaka bir sınır konularak bu gibi durumların da dikkate alınması ve bu tür yardımların sağlanması gerekir. Bu sınır üçte birdir. Çünkü böyle bir durumda mirasçıların tercih edilmesi gereklidir. Bu da, terekenin yarıdan daha fazla kısmının onlara ayrılmasıyla olur. İşte bu ilkeden hareketle Rasûlullah (s.a.) üçte ikiyi mirasçıların mahfuz hakkı olarak belirlemiş, geriye kalan üçte biri de vasiyet yoluyla başkalarına tahsis imkânı tanımıştır. [1305]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir; dolayısıyla varise vasiyet yoktur. [1306]
Cahiliye döneminde insanlar, vasiyet yoluyla birbirlerine zarar veriyorlar, ilâhî hikmetin gereğine aldırmıyorlardı. Kimi, hakkı ve yardımı gerekli olanı terkediyor ve kendi güdük aklıyla daha uzakta olanı tercih ediyordu. Bu kapının kapatılması gerekiyordu. Keza bu yapılırken, şahısların özel halleri değil de genel olarak herkese nisbetle söz konusu olan yakınlıkların dikkate alınması gerekiyordu. İşte bu sebeple miras hükümleri, nizaları kesmek, kin ve düşmanlık duygularının beslenmesinin önünü almak için kesin bir şekilde yer edince, bu nizamın bozulmaması için varise ayrıca vasiyet edilmemesi hükmünün de konulması gerekti. Çünkü varise vasiyet, miras alanında belirlenmiş olan oranları bozar ve genel amaca ters düşer. [1307]
Rasûluilah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Vasiyet etmek istediği bir şeyi bulunup da üzerinden bir gece geçen müslümanın hakkı, ancak vasiyetinin yanında yazılı bulunmasıdır. [1308]
Ansızın ölümün gelebilmesi, yahut beklenmedik bir kaza olması korkusuyla vasiyetin her an için hazır olması müstehap kılınmıştır. Aksi takdirde kişinin, Ölüm anında yerine getirilmesini istediği son arzusu gerçekleştirilemez; hasret ve nedamet üzere gider. [1309]
Rasûluilah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Herhangi bir kimseye ve çocuklarına ömürlük bir mülk verilirse, o mülk verilen kimsenin olur; verene dönmez. Çünkü o, öyle bir şey vermiştir ki, onda miraslar cari olmuştur. [1310]
Rasûluilah (s.a.) zamanında, ardı arkası kesilmeyen münakaşalar olurdu. Bunlara bir son verilmesi, RasûluIIah'ın (s.a.) gönderiliş amaçlarından biri oluyordu. Bunlar ribâ, kan davaları... gibi şeylerdi. Bazı insanlar, başkalarına umrâ yoluyla mülk vermişler, sonra ölüp hayattan çekilmişler ve arkalarından yeni nesiller gelmişti. Bunlar ne yapacaklarını bilememişler ve aralarında münakaşalar doğmuştu. Bunun üzerine Rasûluilah (s.a.}, açıklamada bulunarak, eğer hibede bulunan kimse "Sana ve çocuklarına" demişse, bunun bir hibe olduğunu, çünkü gerçek bir hibeye ait Özelliklerle onu ifade etmiş olduğunu; eğer "yaşadığın sürece sana" diye kayıt koymuşsa, o zaman ümranın, ölümüne kadar kullanacağı bir iare olduğunu; çünkü hibe ile bağdaşmayacak bir kayıtlamada bulunduğunu belirtmiştir. [1311]
Teberru çeşitlerinden biri de vakıftır. Cahiliye döneminde insanlar vakfı bilmezlerdi.[1312] Rasûluilah (s.a.), diğer sadaka türlerinde bulunmayan maslahatlar içermesi sebebiyle vakıf usûlünü ortaya koydu. Şöyle ki: İnsan, Allah yolunda pek çok mal harcayabilir, sonra tükenir. Muhtaç olan fakirlerin ise ihtiyacı bitmez ve onlar tekrar muhtaç olurlar. Arkadan gelen diğer yoksullar ise, mahrum kalırlar. Bu durumda hem yoksullar, hem de toplum için vakıf usûlünden daha güzel bir şey olamaz.
Vakıf, mülkün aslı mâlikin mülkünde kalmak şartıyla, gelirlerinin fakirlere, yolda kalmışlara... tahsis edilmesi ve böylece sürekli olarak onların ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlayan bir kurumdur. RasûluIIah'ın (s.a.), Hz. Ömer'e söylediği şu sözü vakfın esasını oluşturur:
"Dilersen eline geçirdiğin bu mülkün aslını hapseder, gelirlerini tasadduk edersin..."
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), Hayber'deki bu enfes mülkünü, aslı satılmamak, hibe edilmemek, varis olunmamak şartıyla yoksullara, akrabalara, kölelere, Allah yolunda olanlara, yolculara, misafirlere tasadduk etti. Mütevellisinin maruf ölçüde yemesinde, temlik şeklinde olmamak kaydıyla başkalarına yedirmesinde bir vebal olmayacağını belirtti. [1313]
Teberru gibi, yardımlaşmanın da çeşitli şekilleri vardır. [1314]
Yardımlaşma şekillerinden bazıları şunlardır:
1. Mudârebe: Sermaye birinden, onu ticarette çalıştırmak birinden olmak üzere kurulan bir ortaklık şeklidir. Kârı, aralarında anlaşacakları oranda paylaşırlar.
2. Mufâvada: İki kişinin, alıp sattıkları her şeyde ortak olmaları üzere kurdukları bir ortaklık şeklidir. Kâr aralarında ortaklaşadır ve ortaklardan her biri diğerinin hem kefili hem de vekilidir.
3. Inân: Muayyen bir mal üzere aynı şekilde ortaklık kurmaktır. Bunda ortaklardan her biri diğerinin vekilidir; fakat kefili değildir.
4. Şirket-i sanâv: Meselâ iki terzi ya da boyacının bir araya gelip, her birinin iş alması ve kazançlarının aralarında ortak olmasıdır.
5. Şirket-i vücûh: Sermayesi olmayan iki kişinin bir araya gelmesi ve kârı aralarında paylaşmak üzere kredilerini kullanarak alım satım yapmalarıdır.
6. Vekâlet: İki kişiden birinin, diğeri adına akitte bulunmasıdır.
7. Müsâkât: Ağaçlar birinden, bakımı diğerinden çıkacak meyveyi aralarında paylaşmak üzere kurulan ortaklıktır.
8. Müzâra'a; Toprak ve tohum birinden, ekip biçmek ve âletler diğerinden olmak üzere yapılan ortaklıktır.
9. Muhabere: Toprak birinden; tohum, araç gereç ve iş diğerinden veya iş birinden, başka her şey ise diğerinden olmak üzere yapılan ortaklıktır.
10. İcâre: Bunda bir bakıma kulluk (uşaklık) manası, bir bakıma da yardımlaşma manası vardır. Eğer icâreden amaç, bizzat menfaat (hizmet) ise, bunda mübadele tarafı ağır basar. Eğer amaç, hususiyle hizmeti gören kimse ise, o zaman yardımlaşma manası galip olur.
Bu akitler, Rasûlullah (s.a.) gelmeden önce insanlar arasında uygulanagelmekte idi. Bunlar, genelde nizâya sebep olacak unsurlar içermemektedir. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.) bunları yasaklamamıştır. Bu akitler, aslî ibâha hükmü üzere bırakılmıştır ve -Ra-sûlullah'ın (s.a.) Müslümanlar, koştukları şartlar üzeredirler; ancak helâli haram kılan, haramı helâl kılan şart hariç.[1315] huy ruğunun kapsamına dahildir.
Râvîler, Râfi' b. Hadîc hadisi[1316] hakkında aşırı ihtilâfa düşmüşlerdir. Tabiînin ileri gelenleri, müzâra'a akdi yaparlardı. Hayber fethedilince, hurma bahçelerinin onlara bırakılıp çıkan ürünün yarısını vermeleri üzere anlaşılması da toprak kirasının caizliğine delâlet eder. Müzâra'anm yasakhğını bildiren hadisler, arazinin sulak yerlerinden yahut belli bir yerinden çıkacak ürün karşılığında yapılması haline hamledilir. Nitekim Rafı' bunu kendisi de ifade etmiştir. Veya yasak, tenzihidir ve yardımlaşmanın teşviki mahiyetindedir. İbn Abbâs'ın (r.a.) sözü de bunu belirtir. Yahut, bu muamele yüzünden çokça münakaşa eder olmaları sebebiyle o zamana has bir maslahata matuftur. Zeyd'in (r.a.) sözü de bunu ifade etmektedir. [1317]
Allah'u a'lem! [1318]
Bil ki: Hikmet, aynı mahallede yaşayan insanlar arasında yardımlaşmanın, dayanışmanın bir usul olmasını; her bir ferdin, diğerinin zarar ve yararını, kendi zarar ve yararı gibi görmesini gerektirir. Bunun gerçekleştirilmesi İse ancak cibillî olan ve sonradan peydahlanan sebeplerle teyit edilen bir şeyle olabilir. Ayrıca bunun bütün insanlık tarihinde tevarüs olunan bir yol olduğunu vurgulamak da gerekir.
Cibillî unsur, baba ile oğul arasında bulunan yakınlık, kardeşlik ve diğer sevgi bağlarıdır.
Sonradan peydahlanan sebepler; kaynaşma, ziyaret, hedıye-leşme ve yardımlaşmadır. Bunlardan her biri, kişilerin birbirileri-ni sevmesini sağlar. Kötü ve zor durumlarda birbirlerine yardım etme ve dayanışma içinde olmaya iter.
Bunun tevarüs olunagelen bir yol olduğuna gelince, tarih boyunca bütün şeriatlar, sılayırahmin vacip olduğunu beyan etmiş ve bu konuda ihmal gösterenleri kınamıştır.
Sonra insanlardan bir kısım, sakat fikirler peşine düşer ve akrabalık ilişkilerini gerektiği şekilde gözetmez, bunun gerekli bir görev olduğunu düşünmez. Bu durum, sılayırahimle ilgili bazı görevlerin gönüllü olsalar da olmasalar da insanlara vacip kılınmasını, onların isteklerine bırakılmamasını gerektirir. Bunlar hastanın gerekli hizmetlerinin görülmesi, esirlerin kurtarılması, âkile olarak diyet ödemesine katıhnması, sahip olduğu yakın akrabadan olan kölelerin âzâd edilmesi vb. gibi hükümlerdir.
Bu konuda önemli bir hak, kişinin ölüm haline girmesiyle artık müstağni hale geldiği mal varlığının durumuyla ilgilidir. Bu durumda, malının ev halkı arasında yardımlaşmayı gerektirici şekilde faydalı bir yolda harcanması ya da malının kendisinden sonra akrabalarına sarfedilmesi gerekir. [1319]
Bil ki: Ferâiz konusunda ilke şudur: Arap-Acem bütün insanlar, Ölünün mallan üzerinde en çok hak sahibi olanların, onun akraba ve yakınları olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak bundan sonrasında aralarında ihtilâf söz konusu olmuştur.
Cahiliye döneminde insanlar, sadece erkekleri mirasçı kılarlar, kadınlara ise mirastan bir pay vermezlerdi. Çünkü kabilenin işlerini onlar düzene koyarlar, güvenliğini onlar sağlarlardı. Bu durumda, bir bedel ödenmeden intikâl eden miras mallarına erkekler daha lâyıktı. [1320]
Rasûlullah'a (s.a.) miras konusuyla ilgili olarak inen ilk düzenlemeler, herhangi bir tayin ve sınırlama olmaksızın, akrabalara vasiyette bulunmanın vacipliği idi.
İnsanların durumları farklı farklıdır. Kimi vardır ki, iki kardeşinden sadece biri kendisine yardım eder; diğeri etmez. Kimi vardır kendisine babası yardım eder... Bu kıyasa göre maslahat, işin insanların kendi takdirlerine bırakılmasını gerektiriyordu. Herkes, kendi görüşünce, kendi yararına olacak düzenlemelere gidecekti. Sonra şayet vasiyet eden tarafından bir zulüm ya da haksızlık yapıldığı ortaya çıkarsa, kadılar devreye girerek bu zulüm ve haksızlığı giderebilecek, vasiyetini değiştirip, düzelteceklerdi.
Hüküm, bir müddet bu minval üzere devam etti. [1321]
Sonra İslâm evrensel bir yapı kazanıp hilâfet-i kübrâ ile igili hükümler inmeye başlayıp, yeryüzünün doğusu ve batısı Rasûlul-lah'ın (s.a.) hükmü altına girince, peygamberlik nurları dünyanın dört bir yanına yayılınca maslahat; bu işi ne ölenlerin insafına, ne de arkalarından kadıların takdirine bırakmanın doğru olmayacağını ortaya koydu. Aksine hükmün, Allah Teâlâ'nın ilm-i ezelîsinde bildiği, Arap-Acem bütün insanların tabiî bir şeymiş gibi kabul ettikleri galip telakkilerine bağlanması gerekiyordu. Tabiî bu konuda da muhalif düşünenler olabilirdi; ancak onların muhalefeti, genel yaratılış kurallarının aksine doğuştan kulaksız, bu-runsuz olarak yavrulayan hayvanlar gibi şâz ve nadir bir haldir ve dikkate alınmaz.
Allah Teâlâ, bu manayı şu âyette ifade buyurmuştur:
"Onlardan hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz.[1322]
Miras ahkâmıyla ilgili meseleler, bazı genel esaslara dayanır. Bunlar şunlardır: [1323]
Bu konuda muteber olan tabiî olan birliktelik, yardımlaşma ve sevgidir. Bunlar cibillî bir mahiyet arzeder; sonradan peydahlanmış birliktelikler gibi değildir. Sonradan olan beraberlikler, munzabıt olmaz. Dolayısıyla bu özellikte olan şeyler üzerine küllî kanunların bina edilmesi mümkün değildir. "Allah'ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabalar) birbirlerine (varis olmaya) daha yakındırlar. [1324] âyeti bu manayı ifade etmektedir.
Bu esastan hareketle miras hakkı, sadece rahim sahibi akrabalara tanınmıştır. Bunun tek istisnası eşlerdir. Eşler, rahim sahiplerine şu gerekçelerden dolayı katılmışlar ve onlar gibi mirasçı kılınmışlardır:
i. Ev idaresi konusunda aralarında yardımlaşma vardır. Her biri, diğerinin kâr ve zararını, kendi kâr ve zararı olarak görür.
ii. Koca, karısının nafakasını karşılar ve malım ona emanet eder, elinde olan şeyleri ona güvenir. Bunun sonucunda koca, hanımının geride bıraktığı malın hepsinin ya da bir kısmının gerçekte kendisinin olduğunu düşünür. Bu sonu gelmez bir münakaşa zemini demektir. İşte şeriat bu derdi, kocaya terekenin dörtte birini, ya da yarısını vermek suretiyle kökünden kesip atmıştır. Böylece bu miktar, kalbini hoşnut edecek ve husumetini kıracaktır.
iii. Zevce, kocasından çocuklar doğurmuş olabilir. Bu çocuklar hiç şüphe yok ki babalarının nesebinden ve onun kabilesinden-dir, onun ait olduğu yere ait olur. İnsanın annesiyle olan irtibatı hiçbir zaman kopmaz. İşte bu yönden zevce de, kabile ile irtibatı hiçbir zaman kesilmeyen rahim sahibi akrabalar arasına katılır ve onlar mesabesinde sayılır.
iv. Kocanın ölümünden sonra zevcenin, kocanın evinde iddet beklemesi gerekir. Elbette ki bunda sayılamayacak kadar çok fayda vardır. Bu halde iken kadının geçimini üstlenecek kocanın kabilesinden bir kimse bulunmaz. Bu durumda kadının maişetinin, kocanın malından karşılanması gerekecektir. Bu, belli bir miktar ile belirlenemez. Çünkü kocanın ne kadar bıraktığı bilinmez. Bu durumda onun hakkının, sekizde bir veya dörtte bir gibi şayi bir hisse kılınması taayyün eder. [1325]
i. Hasepte, nesepte, mevkide beraberlik sağlayan, aynı kabileden olmayı ve aynı mertebede bulunmayı gerektiren akrabalık.
ii. Hasepte, nesepte aynı mertebede beraber olmayı gerektirmeyen, ancak sevgi ve şefkat bağı ile bağlı olunan ve miras işi şayet ölünün kendi takdirine bırakılacak olsaydı asla ihmal etmeyecek olduğu akrabalık.
Bunlardan birinci türden olanların, ikincisi üzerine tafdili gerekir. Çünkü Arap-Acem bütün insanlar, bir adamın mevkiinin ve servetinin elinden çıkıp başka bir kavme geçmesini zulüm ve haksızlık görürler ve bunu bir türlü hazmedemezler. Buna karşılık kişinin mevkii ve malının, kendisinden sonra kendi kabilesinden onun yerini alacak birine verilmesi halinde bunu adaletin gereği görürler ve rıza gösterirler. Bu, insanların yaratılışlarında mevcut bulunan cibillî bir özellik gibidir ve kalplerinde köklü bir şekilde yer eder. Ancak zamanımızda olduğu gibi nesepler birbirine karışır ve insanların yardımlaşma ve dayanışması neseple olmaktan çıkarsa o zaman bu bir istisna olabilir. İstisnalar ise dikkate alınmaz.
İkinci türden olan akrabaların haklarının ihmal edilmesi de caiz olmaz.
Bu esas gereği olarak, annenin mirastan payı, kızın ve kız-kardeşin payından daha az olmuştur. Oysa ki anneye iyilik etmek, onu gözetmek çok daha güçlü bir emirdir. Buna rağmen mirastan daha az almaktadır. Çünkü anne, oğlunun mensup olduğu kabileden değildir, onların hasep ve nesebine ortak değildir, onların bulunduğu mevki ve şerefte değildir. Onun yerini dolduran kimselerden de değildir. Meselâ oğul Hâşimî soyundan olabilir, annesi ise Habeşî olabilir; oğul Kureyşî olabilir, anne ise Arap olmayabilir. Oğul hilâfet hanedanından, anne ise hayat kadını olabilir.
Kız ile kızkardeşe gelince, bunlar kişinin kendi kabilesinden ve ailesindendir.
Annenin çocukları (anne bir kardeşler) da mirasçı olmaları halinde üçte birden fazlasını asla alamazlar.
Şöyle ki: Adam Kureyşli, anne bir kardeşi ise Temimli olur. Bu iki kabile arasında husumet olabilir ve bu durumda herkes, diğer kabileye karşı kendi kabilesine yardım eder. Dolayısıyla anne bir kardeşler ayrı ayrı saflarda yer alırlar. Bu durumda insanlar, anne bir kardeşin, öz kardeş gibi sayılmasını hakkaniyetli bulmazlar.
Rahim sahibi akrabalara katılan zevce de, miras payları arasından en azım (dörtte bir ya da sekizde bir) alır. Birden fazla olmaları halinde ise, bu payı kendi aralarında paylaşırlar; asla diğer mirasçıların payına uzanamazlar. Dikkat edilirse zevce, kocanın ölümünden sonra bir başkasıyla evlenebilir ve aile ile olan ilgisi tamamiyle kesilir. Bu da onların aileden olmadığını gösterir ve payları bu yüzden az olur. [1326]
Kısaca, insanların birbirlerine mirasçı olmaları şu üç manaya bağlıdır:
i. Şerefinde, mevkiinde ve bu manada olan diğer şeylerde ölünün yerine geçmek; çünkü insan arkasından yerini dolduracak birini bırakmak için bütün gayretini ortaya koyar.
ii. Hizmet ve yardımlaşma. Rıfk ve şefkat da bu manadadır.
iii. Bu iki manayı birden içeren akrabalık.
Miras konusunda itibara alınmaya en lâyık olanı üçüncü manadır. Bunun en kâmil manada bulunuşu, soyağacmın dikey çizgisinde yer alanlardır; baba, dede, oğul, oğulun oğlu gibi. Bunlar, mirasçı olmaya en lâyık kimselerdir. Şu kadar var ki, oğulun babanın yerini doldurması, tabiîlik arzeder ve dünya nizamı bunun üzerine kuruludur; babalar ölür ve oğullar onların yerini doldurur. İnsanların beklentileri ve umdukları da budur. Evlad ve torun sahibi olmayı bunun için isterler.
Babanın, oğulun yerini almasına gelince, bu sanki tabiî olmayan bir durumdur; insanların istedikleri, bekledikleri bir şey de değildir. Şayet insan malını, babasıyla oğluna verme arasında muhayyer bırakılsa, kalbi oğlunun yanında yer almasını ister. İşte bu yüzden, insanlar arasında yaygın olan yol, mirasta oğulların baba üzerine takdim edilmesi şeklinde olmuştur.
Ölünün yerine geçme, soyağacmın dikey çizgisi dışında kalan kardeşler ve kardeş manasında olanların mirasçı olmasında etkisini gösterir. Bunlar, yan dallar[1327] ya da bağlı olduğu gövdenin çatalı[1328] gibidir; bunlar ölenin kabilesinden ve nesebindendirler, aynı mevki ve şerefi paylaşırlar.
Hizmet ve şefkat manasına gelince, bunlar yakın yakınlıkta kendisini gösterir. Bu manayı en çok taşıyan anne, kız ve soyağacının dikey çizgisinde yer alan ve onlar mesabesinde olanlardır. Kızın, bir tür ölenin yerini doldurması uzak değildir. Sonra kızkardeş gelir ve onun da bir tür Ölenin yerini doldurması uzak değildir.
Sonra aralarında evlilik ilişkisi olanlar, daha sonra da anne bir kardeşler gelir.
Kadınlarda, himaye ve ölünün yerini doldurma özelliği bulunmaz. Nasıl olabilir ki? Kadınlar başka kabileden biriyle evlenebilirler ve onların arasına katılırlar. Bundan kız ve kızkardeş müstesnadır; onların da bu özellikleri taşıması zayıftır.
Kadınlarda şefkat ve rıfk manası ise tam ve kâmil anlamda bulunur. Bunun muhtemel mahalli de anne, kız, sonra kızkardeş-tir; hala, babanın halası gibi uzak kadınlar değildir.
Birinci mana baba ve oğulda tam olarak bulunur. Sonra sırayla erkek kardeşler ve amcalar gelir.
ikinci mana babada tam olarak bulunur, sonra oğul, sonra anne baba bir erkek kardeş ya da anne bir erkek kardeş gelir. Şefkat ve rıfka mahal, yakın yakınlık kılınmış, uzak yakınlık itibara alınmamıştır. Bu itibarla amca için düşen şey, halaya düşmemektedir. Çünkü hala amcanın koruduğu gibi ölenin himayesini üstlenmez; yakınlıkta kızkardeş gibi de değildir. [1329]
Miras ahkâmında geçerli genel esaslardan bir diğeri, aynı mertebede bulunmaları halinde, erkeklerin payda kadınlara devamlı olarak üstün tutulmalarıdır. Çünkü ailenin korunması, düşmana karşı savunulması erkeklerin işidir. Ayrıca erkekler, birçok harcama ile yükümlüdürler. Bu itibarla, bir bedel ödenmeden elde edilecek olan mirasta onlar kadınlara nisbetle daha çok hak sahibi olmalıdır. Kadınlar ise öyle değildir. Onların geçimleri, kocaları veya babaları ya da oğulları üzerinedir; kendileri dahil kimseye bakmakla yükümlü değillerdir. Şu âyet bu manayı ifade etmektedir:
"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur.[1330]
îbn Mes'ûd (r.a.), sülüsü'l-bâkî[1331] hakkında şöyle demiştir: "Hiçbir zaman Allah Teâlâ, benim anneyi, babaya üstün tutmamı gerektirecek bir şey göstermedi. [1332]
Baba, hem belirlenen payını almak, hem de asabe kılınmak suretiyle bir defa üstün kılınmıştır. Dolayısıyla ikinci bir defa anneye nisbetle hakkının ikiye katlanması diğer varislerin haklarına zarar verir.
Anne bir kardeşlere gelince, onlardan erkek olanlar, kabilenin savunmasına katılmazlar; çünkü onlar başka aileye mensupturlar. Bu itibarla, onların kızlara olan bir üstünlüğü yoktur. Hem onların yakınlığı annenin yakınlığından doğmaktadır; dolayısıyla anne bir kardeşler sanki hepsi kadınmış gibi işlem görür; erkeklerine, kızların iki katı verilmez. [1333]
Varislerden bir grup olduğunda, eğer hepsi de aynı derecede bulunuyorlarsa, hepsine taksimde bulunulması gerekir. Çünkü içlerinden birinin diğerine takdimini gerektirecek bir durum yoktur. Ayrı ayrı derecelerde bulunması halinde iki durum karşımıza çıkar:
i. Hepsi de aynı isim altına girerler ya da ölüye yakınlıkları aynı cihetten olur. Bu durumda kural, daha yakın olanın uzakta olanı hacb-ı hırmân[1334] ile düşürmesidir. Çünkü miras, yardımlaşmayı teşvik için meşru kılınmıştır. Her biri için yakınlık ve yardımlaşma vardır; anne ismi altına girenler için rıfk; oğul ismi altına girenler için Ölünün yerine geçme; asabe tabiri altına girenler için aileyi savunma manasının bulunması gibi. Bu durumda gaye olan maslahatın gerçekleşmesi, bunu gerçekleştirmekle sorumlu olanın, terki halinde kınacak kimsenin belirlenmesine, ölüye varis olmak suretiyle de diğerlerinden ayrılmasına bağlıdır. Paylarının farklı olmasına gelince, bunun onlarca fazla bir önemi yoktur.
ii. Ya da isimleri ve ölüye yakınlık cihetleri farklı olur. Bu durumda asıl, Allah'ın ilm-i ezelîsinde ölüye daha yakın ve daha faydalı bulunanların daha uzakta olanları hacb-ı noksan[1335] ile hac-betmesi; alacağı payın miktarını azaltmasıdır. [1336]
Diğer bir ilke, hisseleri belirleyen payların açık ve hesaplanması kolay olması, daha ilk bakışta hem muhasiplerce hem de başkalarınca anlaşılır olmasıdır. Rasûlullah (s.a.), "Biz, ümmî bir ümmetiz; hesap kitap bilmeyiz. [1337]hadislerinde, mükelleflerin büyük çoğunluğunu ilgilendiren yükümlülüklerin, ince hesaplara ihtiyaç göstermeyecek şekilde düzenlenmesi gerektiğine işaret etmiştir. Dolayısıyla miras hukukunda hakların belirlenmesinde esas alınacak payların açık olması, ilk bakışta kimin fazla kimin çok alacağının belli olması gerekecektir. Bu ilkeden hareketle şeriat, iki grupta toplanan paylar belirlemiştir. Bunlar:
i. Üçte iki, üçte bir ve altıda bir,
ii. Yarım, dörtte bir ve sekizde birdir.
Bunların ortak paydaları kendilerinde bellidir ve her biri arasında, bir şeyin büyüyerek katlanması, küçülerek ikiye bölünmesi şeklinde üç mertebe bulunur. Bu ise, fazlalık ve noksanlığı gayet açık bir şekilde gösterir.
Sonra katlanan düzeyde olmayan bir fazlalığın dikkate alınması halinde, o zaman başka nisbetlerin de ortaya çıkması gerekir. Bir şeyin yarısı üzerine, tama ulaşmayacak şekilde ilavede bulunma istenmesi halinde olduğu gibi, o zaman bu nisbetin üçte iki olması gerekir. Yarıdan az olan ve fakat dörtte bire kadar da düşmeyen bir pay için üçte birin belirlenmesi gibi.
Ferâizde beşte bir ve yedide bir nisbetlerine itibar edilmemiştir; çünkü bunların ortak paydalarının bulunması ve hesaplarının yapılması çok ince hesap bilgisi gerektirir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur.[1338]
Erkeğin payı, kadının payının iki katı kılınır. Bu, "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisi ve koruyuçuşudur[1339]âyetinin gereği olmaktadır.
Tek bir kızın mirasın yarısını alması şundandır: Şayet, ölenin tek bir oğlu bulunacak olsaydı, malın hepsini alacaktı. Bu durumda tek kızın hakkı, ikili birli esasının gereği olarak malın yarısını almak olacaktır.
İki kızın hükmü, icmâ ile üç kızın hükmü gibidir. İki kıza üçte ikinin verilmesi şundandır: Şayet kızlardan biri oğlan olsaydı, kız üçtebir alacaktı. Kızın payını, oğul üçte birden daha aza düşürmediğine göre, kız evleviyetle düşüremez.
Geride kalan üçte bir ise asabeye bırakılmıştır. Çünkü kızlar, ölüye yardımcıdırlar, aynı şekilde asabe de yardımcıdır. Bu durumda biri, diğerini düşüremez. Ancak hikmet, soyağacının dikey çizgisinde yer alanların, ölüye etraftan ilgili olanlara üstün kılınmasını gerektirir; iki ve daha fazla kıza üçte iki, asabeye de üçte bir verilir.
Üçte ikinin, üçte bire nisbeti budur.
Oğullar ve kızlarla bir arada bulunan anne ve babanın hali de aynıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Ölenin çocuğu varsa, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da, ana babası ona varis olmuş ise, anasına üçte bir düşer. Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir düşer... [1340]
Daha önce, çocukların miras konusunda ana babadan daha çok hak sahibi olduğunu görmüştük. Bu da çocuklara üçte iki, ana babaya da üçte bir vermekle olur. Babanın payı, annenin payından fazla kılınmamıştır. Çünkü baba, asabe yapılmak suretiyle çocuğun yerine geçme ve onu himaye etme yönünden bir kere üstün kılınmıştır. Aynı üstünlük, ikinci bir defa tekrar itibara alınarak, anneye nisbetle payının, onunkinin iki katına çıkarılması yoluna gidilmez.
Ölenin çocukları bulunmaması halinde ana babadan daha öncelikli kimse olmaz. Mirasın tamamını alırlar ve bu durumda baba anneye üstün kılınır. Bilindiği gibi ferâizle ilgili dikkate alman üstünlük, çoğu kez payın katlanması şeklinde kendisini gösterir.
Sonra miras eğer anne ve anne bir kardeşlere düşüyorsa ve onlar da çok iseler, o zaman annenin payının altıda bire düşürülmesi gerekir. Çünkü eğer kardeşler asabe değilse, o zaman asabe daha uzaktakiler olacaktır. Asabelik, rıfk ve sevgi aynı düzeydedir. Dolayısıyla yarısı onlara, yarısı da asabeye verilir. Sonra yarı, anne ve çocukları arasında paylaştırılır. Bu paylaştırmada altıda bir sadece anneye verilir ve onun payı daha aza düşürülmez, geri kalanı ise hepsi birden paylaşırlar.
Eğer kardeşler asabe iseler, o zaman onlarda yakın yakınlık ve himaye manası bir araya gelir. Çoğu kez bu gibi durumlarda kız, oğullar, eş gibi başka varisler de bulunur. Eğer anneye altıda bir verilmeyecek olursa, o takdirde diğerlerine fazla bir şey kalmaz.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra, eşlerinizin eğer çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocuğunuz yoksa sizin de, yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onların (zevcelerinizin)dır. Çocuğunuz varsa, bıraktığınızm sekizde biri onlarındır.[1341]
Koca, mirastan pay alır. Çünkü karısının ve onun malının üzerinde zilyedliği vardır. Malın elinden çıkarılması onu üzer.
Hem koca malını ona emanet eder, elinde olan şeyleri ona güvenir. Bunun sonucunda koca, hanımının geride bıraktığı malın hepsinin ya da bir kısmının gerçekte kendisinin olduğunu düşünür.
Zevce ise hizmet, yardımlaşma ve rıfk hakkını alır. Bu durumda kocanın payı, zevcenin payı üzerine üstün kılınır. Bu, "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisi ve koruyuçuşudur[1342]âyetinin gereğidir.
Çocukların bulunması halinde, onların paylarını çok azaltmamak gerekir. Bilindiği gibi üstünlüğün dikkate alınması çoğu kez payın katlanması şeklindedir. Bu itibarla çocukların alacaklarını azaltmamak için eşlerin payları ikiye bölünür.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Eğer bir erkek veya kadının, ana babası ve çocuktan bulun-madiği halde (kelâle şeklinde) malı mirasçılara kalırsa ve bir erkek, yahut bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar. [1343]
Bu âyet, icmâ ile anne bir kardeşler hakkındadır. Ölenin babası ve çocuğu bulunmayınca rıfk hakkı için eğer aralarında ana var iseyarı ayrılır. Yardım ve himaye hakkı olmak üzere de diğer yarı ayrılır. Aralarında anne olmazsa, anne bir kardeşler için üçte iki ayrılır, öbürlerine de üçte bir bırakılır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Senden fetva isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkında hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de, onun bir kızkardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kızkardeş ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona varis olur. Kızkardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise; erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır. [1344]
Bu âyet, icmâ ile babanın çocukları yani ana baba bir kardeşlerle, baba bir kardeşler hakkındadır.
Kelâle; babası ve çocuğu olmayandır. Âyetteki "çocuğu olmayan bir kimse" ifadesi, kelâlenin hakikatini kısmen açıklamaktadır.
Bu konuda söylenecek söz şudur: Soyağacının dikey çizgisinde kimse bulunmazsa, o zaman çocuklara en çok benzeyenler onların yerine ikâme olunur. Bunlar da erkek ve kızkardeşlerdir.[1345]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Belirlenmiş miras paylarını sahiplerine verin! Kalanı, en yakın erkeğindir.[1346]
İnsanların birbirlerine mirasçı olmalarında esas, iki mana idi ve onları daha önce zikretmiştik. Sevgi ve rıfk hakkı sadece yakın yakınlıkta dikkate alınıyordu; anne ve kardeşler gibi, diğerlerinde dikkate alınmıyordu. İş, bu sayılanları Öteye aştığı zaman, miras hakkının ölünün yerine geçme ve ona yardımcı olma manasının dikkate alınarak belirlenmesi gerekiyordu. Bu da, Ölünün kabilesinden, onun nesebinden olan, onun şerefini taşıyan bir kimsedir ve varis olacaklar en yakından başlarak sıraya konulur. [1347]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz. [1348]
Bu hüküm, müslümanla kâfir arasında dayanışma ve yardımlaşmanın önünü almak için konulmuştur. Çünkü müslümanın kâfirle birlikteliği, dinini ifsad eder. Nikâh ile ilgili olarak Allah Teâlâ'mn, "Onlar, cehenneme çağırırlar. [1349] buyruğu da bu manayı ifade eder. [1350]
Rasûlullah (s.a.), "Katil, mirasçı olamaz. [1351] buyurmuştur.
Bu yasağın gerekçesi şudur: Özellikle de amca oğulları gibi uzak mirasçıların, bir an evvel mirasa konmak üzere yakınlarını öldürdükleri çokça görülebilen olaylardır. Bu durumda, böyle bir hükmün konulması ve onların daha baştan öyle bir davranışa girmelerinin Önünün alınması, bu fesat kapısının kapatılması gerekmiştir. [1352]
Köle ne miras bırakır, ne de mirasçı olur. Çünkü onun sahip olduğu her şey efendisine aittir. Efendi ise, yabancıdır. [1353]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ana baba bir kardeşler birbirine varis olurlar; bu durumda baba bir kardeşler varis olamazlar.[1354]
Baba bir kardeşlerin düşmesi, ölüye daha yakın olanın uzağı hacb-ı hırmanla düşürmesi sebebiyledir.
Sahabe (r.a.), kişinin ölüp geride kocası ile ana babasını ya da hanımı ile ana babasını bırakması halinde, anneye sülüsü'l-bâkî verileceği, yani tüm terekenin değil de, koca ya da hanımın paylarını aldıktan sonra geride kalanın üçte birini alacağı konusunda icmâ etmişlerdir. Bunu İbn Mes'ûd, "Hiçbir zaman Allah Teâlâ, benim anneyi, babaya üstün tutmamı gerektirecek bir şey göstermedi." şeklindeki sözüyle son derece açık bir şekilde açıklamıştır.
Rasûlullah (s.a.), geride kalan bir kız, oğulun kızı ve ana baba bir kızkardeş hakkında; kıza yarı, oğulun kızına altıda bir hisse verilmesine, geriye kalanın ise kızkardeşin olmasına hükmetmiştir. [1355]
Çünkü daha uzakta olan, yakında olanın hakkını düşüremez. Geride kalana ise, daha uzakta olan hak sahibi olur. Oğulun kızı, kız hükmündedir; ancak hakikî (sulbî) kızın hakkını azaltamaz. Bu itibarla kız yarıyı alır. Oğulun kızı da kızların hakkı olarak belirlenen miktardan (üçte iki) kalanını alır (altıda bir). Sonra kızkardeş, asabe olur ve kalanını alır; çünkü bir tür kızın yerine geçme manası taşır ve ölenin şerefini taşır.
Hz. Ömer (r.a.); koca, anne, ana baba bir kardeşler, ana bir kardeşler hakkında, "Baba, sadece yakınlığı artırır." diyerek daha Önceki hükmünü değiştirmiş ve (asabe olan ve kendilerine hiçbir şey kalmayan) ana baba bir kardeşleri, ana bir kardeşlere ait üçte birlik hisseye eşit olarak ortak etmiştir.[1356] İbn Mes'ûd, Zeyd, Şureyh[1357] ve pek çokları bu konuda ona tabi olmuşlardır.
Bu görüş, şeriatın genel kıstaslarına en uygunudur.
Hz. Ömer (r.a.); nineyi, olmaması halinde anne yerine koyarak altıda bir mirasçı kılmıştır.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.), İbn Abbâs (r.a.), dedeyi baba gibi kabul ederlerdi. Bence bu görüş son derece yerindedir. [1358]
Velâ sebebiyle mirasçı olmaya gelince, bunun sırrı yardımlaşma ve kabilenin himayesine katkıdır.
Velâ yoluyla mirasçı olmaya en lâyık kimse, bizzat köleyi âzâd eden kimsedir. Onun bulunmaması halinde de, onun kabilesinden sırasıyla en yakın olan erkek yakınlarıdır.
Allah'u alem! [1359]
Bil ki: Aile hayatıyla ilgili düzenlemeler, Arap Acem bütün insanlar tarafından müsellem olan esaslardandır. Her ne kadar bu düzenlemeler şekil ve suret itibariyle farklılık arzetse de özde ittifak vardır.
Rasûlullah (s.a.), Araplar arasında gönderilmiş; hikmet ilâhî, Allah'ın dininin belirlediği yolun yeryüzünde hâkim kılınmasını, bütün dinlere galebe çalmasını, onlara ait âdetlerin neshedil-mesini, riyasetlerinin alaşağı edilmesini gerektirmiştir. Bu durum, aile yapısıyla ilgili düzenlemelerin, Arap âdetleri içerisinde şekillenmesini, o şekil ve suretlerin bizatihi maksut olmasını gerektirmiştir. İrtifaklar konusunun başında, bu konuyla ilgili söylenmesi gereken şeylerin çoğunu söylemiştik. Oraya bakınız.[1360]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ey gençler topluluğu! Sizden kimin gücü yetiyorsa evlensin; Çünkü evlilik gözü haramdan daha indirici, namusu daha koruyucudur. Kimin de gücü yetmiyorsa, o da oruç tutsun; çünkü oruç onun için hayalarını kesmek mesabesindedir.[1361]
Bil ki: İnsan bedeninde meninin çoğalması halinde, onun buharları beyine vurur ve kişiye güzel kadına bakmayı sevdirir, kalbini kadın sevgisiyle doldurur, ondan bir kısmı cinsel organına iner ve şehvetten gözü bir şey görmez olur. Bu hal, çoğunlukla gençlikte böyle olur. Bu, insanın tabiî yapısından kaynaklanan ve onun ihsan mertebesine has hasletler üzerinde düşünmesini engelleyen çok büyük bir perdedir. Kişiyi zinaya sürükler, ahlâkını bozar, araların bozulması gibi büyük tehlikeler içerisine düşürür... Bu durumda insanın bu perdeden bir an önce kurtulması gerekir. Böyle bir kimse için, nafaka teminine kadir olması halinde, hikmetin gerektirdiği doğrultuda bir eş bulup onunla evlenmesinden daha güzel bir şey olamaz. Çünkü evlilik, sık sık boşalmayı sağlayacağından, meninin galebesinden kaynaklanan sıkıntıları uzaklaştırır, gözü haramdan indirir, namusu muhafaza eder.
Buna imkân bulamayan kimseler ise oruç tutmalıdır. Çünkü oruca devam etmek, insan tabiatının azgınlığını kırmada, taşkınlığını fîrenlemede çok etkilidir. Zira bedenin zayıflamasını sağlar ve bedendeki unsurların (hılt, ç. ahlat) çokluğundan kaynaklanan her türlü kötü huyu değiştirir. [1362]
Rasûlullah (s.a.), Osman b. Maz'ûn'un, kadınlarla ilişkisini tamamen kesip kendisini ruhbanlar gibi Allah'a verme isteğini reddetmiş[1363]ve şöyle buyurmuştur:
"Dikkat edin! Vallahi ben, sizin Allah'tan en çok korkanınız, en çok takva sahibi olanımzım. Bununla beraber ben bazen oruç tutarım, bazen yerim; bazen namaz kılarım, bazen yatar uyurum; kadınlarla evlenirim. Her kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir. [1364]
Bil ki: Mani dini mensupları ve hıristiyan rahipleri, evlenmemek suretiyle Allah'a yaklaşmak isterler. Bu, sakat bir yoldur. Çünkü Allah Teâlâ'nm insanlar için takip etmelerim istediği peygamberler yolu, insan tabiatının ıslâh edilmesi, onun eğriliklerinin giderilmesi yoludur; yoksa onu kendi doğasına ait özelliklerden sıyırıp, insanı insanlıktan çıkarmak değildir. Bu konu üzerinde daha önce yeterince durmuştuk. İlgili bahislere bakınız.[1365]
Sonra kendisiyle evlenilmesi ilâhî hikmete uygun düşecek, ev ve aile düzenine yönelik maksatları tam anlamıyla gerçekleştirebilecek bir nikâhın olabilmesi için eş olarak seçilecek kadının nasıl olması gerektiği açıklanmalıdır. Çünkü eşler arasında ünsiyet ve sohbet zorunludur, her iki tarafın birbirine, kesin olarak görülmesi gereken ihtiyaçları vardır. Eğer kadın cibilliyetsiz biri olursa, huyunda kötülük, âdetlerinde kabalık bulunursa, ağzı bozuksa, dünya bütün genişliğine rağmen o kadınla evli olan erkeğe dar gelir ve evlilikten beklenen maslahat aleyhine mefsedete dönüşür.
Kadın saliha olursa, ev cennete döner, her türlü hayır vesilelerini kocası için hazırlar, onun gözünü gönlünü huzurla doldurur. Rasûlullah'ın (s.a.), "Dünya bir metadır; dünya metaının en hayırlısı sâliha kadındır. [1366]hadisi bu manayı ifade eder. [1367]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadın, dört şey için nikâh edilir: Malı, soyu, güzelliği ve dini. Eli toprakla dolasıca, sen dindar olanını elde etmeye bak![1368]
Bil ki: İnsanlar evlenirlerken, genelde kadında dört vasıf ararlar:
i. Zengin olması: Kadının malına konmak için onunla evlenmek isterler. Anneleri tarafından elde edecekleri mal sebebiyle çocuklarının zengin olmasını amaçlarlar.
ii. Soylu olması: Kadının mensup olduğu ailenin asaletinden istifade etmek isterler. Çünkü eşraftan birinin kızıyla evlenmek, bir şeref ve övünç kaynağıdır.
iii. Güzel olması: İnsan tabiatı güzelliğe meyyald: ve evleneceği kadının güzel olmasını ister. Pek çok insan, bu tabiî arzusunun şevkiyle güzel kadınlarla evlenmek ister.
iv. Dindar olması: Kadının günahlardan uzak olması, iffetli bir hayata sahip olması, her türlü şüpheli şeylerden uzak olması, tâatlerle Yaratıcısına yaklaşmaya çalışması da bazılarınca evlenilecek kadında bulunması istenilen bir niteliktir.
Evlenirken mal ve makamı, gözleri töre perdesince bürünmüş kimseler arar. Gençlik, güzellik gibi şeyleri ise, tabiat perdesinin bürüdüğü kimseler arar. Dindarlık ise, nefsi arınmış, doğası bozulmamış kimselerin aradığı bir niteliktir. Bu tip insanlar, dinî yaşantısında kendisine yardımcı olacak bir eşe sahip olmak, ehl-i hayır ile yaran olmak isterler. [1369]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Deveye binen kadınlar içerisinde en hayırlısı, Kureyş kadınlarıdır; onlar küçüklüklerinde çocuklara karşı insanların en şefkatlisi, kocanın elindekileri gözetmede en dirayetlİsidir.'[1370]
Evlenirken seçilecek kadının, genelde kadınları saliha olan bir bölge ya da kabileden olması iyi olur. Çünkü insanlar, aynen altın ve gümüş madenleri gibidirler; iyileri de kötüleri de olur. Bir kavmin âdet ve töreleri insan üzerinde derin etki yapar ve fitrî bir özellik gibi onda yer eder. Rasûlullah (s.a.), Kureyş kadınlarının, küçüklüklerinde çocuklara karşı insanların en şefkatlisi, kocaya ait eli altındaki mallarını ve kölelerini gözetmede en dirayetlisi olduklarını beyan ederek, onların Araplar arasında en hayırlı kadınlar olduğunu belirtmiştir. Bu iki özellik, evlilikte gözetilen en önemli maslahatlardandır; ev ve aile düzeni ancak bunlarla olur. Eğer sen şimdi bizim ülkemizde, Maverâünnehir ülkelerinde ve daha başka yerlerde mevcut insanların halini şöyle bir inceleyecek olsan, sahip oldukları ahlâk ve ona bağlılık bakımından Kureyş kadınlarından daha üstününü göremezsin. [1371]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Doğurgan ve sevecen kadınlarla evlenin; çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim.[1372]
Eşlerin birbirini sevmesi, ev ve aile düzenim sağlar. Neslin çok olması, şehir ve millet maslahatını temin eder. Kadının kocasına karşı olan sevgisi, onun sağlıklı bir mizaca ve kuvvetli bir yapıya sahip olduğunu gösterir. Gözünün kocasından başkasında olmasına imkân vermez. Taranmak, üstüne başına dikkat etmek suretiyle kocasına karşı güzel görünmeye çalışmasını sağlar. Onun bu tavrı kocanın gözünü ve gönlünü doyurur, onu harama düşmekten korur. [1373]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dininden ve huyundan razı olduğunuz biri, size dünür olduğunda onu evlendirin! Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur. [1374]
Bu hadiste, evlilikte denkliğin muteber olmadığına bir delâlet yoktur. Çünkü denkliğe itibar, bütün insanların fıtratında bulunan bir husustur. Öyle ki bu konuda dil uzatmak, neredeyse öldürmeden daha şiddetli kabul edilmektedir. Vakıa insanlar, sınıf sınıftır. Şeriatların böyle bir genel telakkiyi görmezlikten gelmesi mümkün değildir. Bunun içindir ki Hz. Ömer (r.a.), "Kadınlar, sadece dengi olan kimselerle evlenecekler, aksi takdirde onları mutlaka menedeceğim." demiştir.
Şu halde Rasûlullah'ın (s.a.) hadisten amacı, dünürün huyundan ve dininden razı olunduktan sonra, malının azlığı, durumunun zayıflığı, çirkinliği, ümmüveled[1375] çocuğu olduğu... gibi bahaneler ileri sürülerek aşağılık değerlerin peşine düşülmemesini beyan etmektir. Çünkü ev ve aile düzeni ile ilgili maksatların en büyüğü, eşler arasında güzel huyla ünsiyet peyda etmek, birlikteliği dinî hayatın huzurla yaşanmasına vesile kılmaktır. Bunu sağlayacak olan ise, huy güzelliği ve dini bütün olmaktır. [1376]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Uğursuzluk; kadında, evde ve attadır. [1377]
Bu hadisin geliş şeklinin gerektirdiği doğru izahı şöyledir:
İnsanlar tarafından bilinmeyen ve çoğu kez işlevim yerine getiren bir sebep olur ve bu yüzden o kadınla evlenen kimselerin çoğu, o evlilikten bir hayır ve bereket görmez. Eğer tecrübe kadının uğursuzluğunu doğruluyorsa, bu durumda kişinin, güzel ve zengin de olsa o kadınla evlenmekten vazgeçerek nefsini rahatlatması güzel olur. [1378]
Evlenilirken akıllı ergen bakire kızın tercih edilmesi hikmet gereğidir Çünkü kız, evleneceği erkek ilk göz ağrısı olacağından az ile yetinir, gençliğin verdiği güçle çabucak çocuk yapar, takınması gereken âdaba riayete daha yatkın olur; gözünü, iffetini daha iyi korur. Dullar ise öyle değildir. Çünkü onların gözleri başkalarında açılmıştır, huylarını değiştirmek zordur, çocuk yapma zamanları çoğu kez geçmiş olur. Onlar karalanmış yazı tahtaları gibidir. Kolay kolay yola girmez, uslanmazlar, bildikleri gibi devam ederler.
Ancak aile düzeninin devamı, tecrübeli bir kadınla evlenilmesini gerekli kılıyorsa Câbir b. Abdullah'ın (r.a.) yaptığı[1379] gibi o zaman bir diyecek yoktur. [1380]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz, kadına talip olduğunda, ona bakmak imkânt bulursa bunu yapsın. Çünkü bu, aralarında sevgi ve ülfetin doğmasını sağlar. [1381]
"Onu gördün mü? Çünkü Ensâr kadınlarının gözünde bir şey olur. [1382]
Dünür olunan kadına bakmanın müstehap oluşu, evliliğin bilinçli bir şekilde verilen kararla yapılmasını sağlar. Bu şekilde yapılan evlilik, pişmanlıktan daha uzak olur, Şayet sonuçlanır ve eşler birbirine uyum sağlayamaz, buna rağmen red de edemezse kimseye bir diyeceği olmaz. Baştan beğenmeyip vazgeçmesi halinde ise telafisi kolay olur. Beğenmesi halinde evlilik; arzu, iştiyak ve sevgi üzere gerçekleşir. Hikmet sahibi kişi, bir işin sonunu düşünmeden, zararını hayırını hesaba katmadan onun içine kör gibi dalmaz. [1383]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz kadın, şeytan suretinde gelir, şeytan suretinde gider. Bir kadın birinizin hoşuna gider de gönlüne girerse, hemen kendi karısına giderek onunla ilişkide bulunsun. Çünkü bu, nef-sindeki şeyi giderir. [1384]
Cinsel arzu şehveti, en büyük şehvettir, kalbi en çok etkisi altına alandır; insanı pek büyük tehlikelere sokar. Kadına bakmak, bu şehveti tahrik eder. Rasûlullah'ın (s.a.), "Şüphesiz kadın, şeytan suretinde gelir, şeytan suretinde gider." buyurması bu manayı
ifade eder. Kim bir kadına bakar, onu beğenir, kadın kalbinde yer eder ve ona karşı arzu duyarsa, hikmet, onun o hal üzere kalmamasını gerektirir. Çünkü zaman içerisinde o kadına karşı olan arzusu giderek artar ve aşka dönüşür, kalbini tamamen bürür, arzularının esiri kılar. Her şeyin bir imdadı vardır; ondan güç kazanır; her şeye karşı alınacak bir de önlem olur. Kadınlara karşı olan arzuyu körükleyen şey, meni kabının dolması ve buharlarının beyine vurmasıdır. Bunu azaltmak için alınacak önlem de bu kabı boşaltmaktır. Hem cinsel ilişki, kalbini meşgul eder ve kişiyi kalbinde duyduğu düşüncelerden uzaklaştırır, kalbini yöneldiği şeyden başka yana çevirir. Bir dert, iyice yer etmeden tedavi edildiği zaman, en ufak bir çaba ile izale edilir. [1385]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsan, kardeşinin dünürlük yaptığı kadına talip olmaz; ta ki ya nikâhlar, ya da terkeder.[1386]
Bu yasağın sebebi şudur: Bir adam, bir kadına talip olduğu, kadın da ona meylettiği zaman, yuvasını kurabilmesi için bir yol belirmiş olur. Bu esnada başkasının araya girerek, tam işlerini yoluna koyacağı bir sırada kendisini hayal kırıklığına uğratması, ona karşı bir kötülük, haksızlık ve zulüm olur. [1387]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadın, kızkardeşinin kabını boşaltmak için onun boşanmasını isteyemez. Çünkü, kendisinin kısmeti ne ise o olur. [1388]
Bunun sırrı şudur: Bir kadının, evli bir kadının boşanmasını istemesi, onun kısmetinin elinden alınması, yoluna girmiş geçiminin bozulması demektir. Şehir düzenini bozan en büyük fesatlardan biri, insanların, başkalarına ait geçim yollarını ellerinden almaya kalkışmalarıdır. Allah Teâlâ katında razı olunan davranış şekli, herkesin kendi maişetini, başkasının geçim düzenini bozucu işlere tevessül etmeden kendi kısmetini elde etmeye çalışmasıdır. [1389]
Erkekler, kadınlara bakmaktan etkilenirler. Bu, onları tahrik eder ve kadınlara karşı arzu duymalarını sağlar. Aynı şey kadınlar için de geçerlidir. Bu çoğu kez, şehvetin gayri meşru yollardan giderilmesi gibi bir sonuca götürür; başkasının nikâhlısının peşine düşmek, yahut nikâhsız birliktelik, yahut denkliğe aldırmamak gibi. Bu konuda müşahedelerimiz, yazıya dökülenlere ihtiyaç bırakmayacak ölçüdedir.
Bu durumda hikmet, bu kapının kapatılmasını gerektirir. Ancak kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmasını gerektiren zaru-Aret halleri de bulunmaktadır. Bu durumda her iki durumun itiba-ralınarak kademeli bir şekilde önlem alınması gerekmiştir.
Şeriat, bu konuyu düzenlemek için çeşitli hükümler koymuştur. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: [1390]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadın, avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan gözünü ona diker.[1391]
Şeytandan maksat, onun avaneleridir. Yahut burada, fitne sebeplerinin hazırlanmasından kinaye vardır.
Allah Teâlâ da şöyle buyurmaktadır:
"Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk cahiliye devri kadınlarının açılıp saçılarak, ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin.[1392]
Hz. Ömer (r.a.), kendisine bahşedilen hikmet-i teşrî' ilmi sâikiyle bu hicâb hükmünün inmesine karşı son derece haris idi. Hatta dışarı çıkan peygamber hanımlarından Sevde'ye, "Ya Şevde, şüphesiz sen kendini bizden gizleyemiyorsun!" diye çağırmıştı. [1393]
Ancak Rasûlullah (s.a.), bu kapının tamamen kapatılmasın-daki zorluğu gördüğünden, bunu bağlayıcı olmaksızın mendup bir hüküm kılmış ve:
"Allah, ihtiyaçlarını görmeniz için çıkmanıza izin verdi. [1394] buyurmuştur. [1395]
Kadının, çıkarken üzerine üst elbisesini alması, ziynet mahallerini kocası ve mahremleri dışında kimseye göstermemesi istenmiştir. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Mü'min erkeklere, gözlerini harama dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. [1396]
"Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Kendiliğinden görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kızkardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü'min kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden kadına ihtiyacı kalmamış (cinsel güçten kesilmiş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göster meşinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler). Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. [1397]
Kadının tanınması için yüzün, bir şeyler tutmak için kullanması gereken ellerin örtülmemesine ruhsat verilmiştir. Bunun dışında kalan bütün bedeninin örtülmesi vacip kılınmıştır. Bundan kocası ve kendisine nikâhı düşmeyen yakın akrabaları ve sahip olduğu köleler istisna edilmiştir. Keza yaşlı kadınlara da üst elbisesi giyme mecburiyeti getirilmemiştir. [1398]
Üçüncü olarak bir erkeğin, yabancı bir kadınla, kapalı bir yerde çekinecekleri bir kimse olmadan yalnız kalmaları yasaklanmıştır.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dikkat! Sakın bir adam, dul bir kadının yanında gecelemesin; ancak nikahlısı veya mahremi olursa o başka![1399]
"Hiçbir adam, bir kadınla başbaşa kalmasın; çünkü üçüncüleri şeytandır. [1400]
"Kocası yanında olmayan kadınların yanma girmeyin; çünkü şeytan insanoğlunun kan damarlarında dolaşır. [1401]
Dördüncü olarak, erkek olsun kadın olsun hiçbir kimsenin, erkek ya da kadın, başka birinin avret mahalline bakması haram kılınmıştır. Bundan sadece eşler müstesnadır.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Erkek, erkeğin avret yerine; kadın da kadının avret yerine bakamaz. [1402]
Avret yerine bakmak, şehveti tahrik eder. Kadınlar, kendi aralarında birbirlerine aşık olabilirler. Erkekler arasında da aynı durum meydana gelebilir. Hem, avret mahalline bakmayı terket-mekte bir güçlük de yoktur. Sonra avret yerinin örtülmesi, insanlık gereğidir ve mutlaka yapılması gerekir. [1403]
Beşinci olarak, ayın örtü altında çıplak olarak iki erkeğin ya da iki kadının yatması yasaklanmıştır. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir elbisenin içinde erkek erkeğe yanaşarnaz. Kadın dahi bir elbisenin içinde kadına yanaşamaz. [1404]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadın, başka kadının vücuduna bakıp da kocasına onu anlatamaz. Bunun sonucunda koca, sanki ona bakıyormuş gibi olur. [1405]
Şehveti en çok tahrik eden ve arzuyu kamçılayan şey, yakın temas halidir. Bu sevicilik ve livata gibi eşcinselliğe sebep olur.
"Koca, sanki ona bakıyormuş gibi olur." ifadesinden maksat şudur: Kadının yakın teması, sevgisini içinde gizlemesine sebep olabilir. Aldığı lezzeti kocasının ya da bir yakının yanında anlatır. Bu, o erkeğin o kadına karşı arzu duymasına sebep olur. En büyük mefsedetlerden biri, bir kadının yabancı bir erkeğin yanında tavsif edilmesidir. Kadın tabiatlı Hît'in Rasûlullah'ın (s.a.) hanımlarının yanından çıkarılıp, bir daha onların yanına sokulmamasmın sebebi budur. [1406]
Bütün insanlar nazannda, açılmasından utanılan uzuvların örtülmesi, insan diye nitelenen herkesçe müsellem bir davranış biçimi olmaktadır. Bunda itibar, o zamanki meselâ Kureyş kabilesinin geleneği gibi ifrat ve tefrite kaçmayan orta yollu âdetleredir.
Örtünme, insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özelliklerden biridir. Bu yüzden şeriat, örtünmeyi vacip kılmıştır. Ön ve arka, husyeler, kasık ve uyluğun ona bitişik olan yerleri, en galîz avret yerleridir ve bunların örtülmesinin vacipliğine dair delil ikamesine gerek bile yoktur. Rasûlullah'ın (s.a.) şu hadisleri buna delâlet etmektedir:
"Biriniz, kölesini cariyesiyle evlendirdiği zaman, onun avret yerine bakmasın![1407] Bir rivayette şöyle:
"Göbek ile dizkapağı arasına bakmasın! [1408] Rasûlullah'm (s.a.), "Uyluğun, avret olduğunu bitmedin mi?! [1409] hadisi, uyluğun da avret olduğuna delâlet etmektedir. Gerçi uyluğun avret olup olmadığı konusunda farklı hadisler bulunuyorsa da, ihtiyatla hareket etmek ve uyluğun avret olduğunu kabul etmek daha yerinde ve teşrî' ilkelerine daha uygun olacaktır. [1410]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sakın ha çırılçıplak soyunmayın! Çünkü beraberinizde sizden hiç ayrılmayanlar var. Onlar, sadece kazayı hacet esnasında ve kişinin eşine yanaşması anında sizi terkederler. Onlardan haya edin ve onlara ikramda bulunun!'[1411]
"Allah Teâlâ, haya edilmeye insanlardan daha lâyıktır. [1412] İnsanın yalnız da olsa çırılçıplak soyunması, zaruret olmadıkça caiz değildir. Çünkü ansızın yanına biri gelebilir. Hem ameller, kaynaklandıkları huylar itibariyle değer kazanır. Örtünmenin menşei hayadır; nefse sakınma ve korunma duygusunun galebe çalması, hayasızlığı terketmesi, kendini kaybetmemesidir. [1413]
Sâri' Teâlâ, bir kimseye bir şeyi emrettiği zaman, bu, diğerinin de o şekilde davranmasının emredilmesin! gerekli kılar. Kadınlar tesettürle emrolununca, bu durumda erkeklerin de gözlerini haramdan sakındırmaları emrolunur. Hem erkeklerin nefislerinin kemâli, ancak gözlerini haramdan indirmeleri ve nefislerini bu doğrultuda muaheze etmeleriyle mümkün olur.
Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali'ye (r.a.) şöyle buyurmuştur:
"Birinci bakış senin içindir; ikinci defa bakma hakkın yoktur.[1414]
Hadis, ilk bakışı sürdürmenin de yasak olduğunu belirtir.
Rasûlullah (s.a.), eşlerinin yanına kör olan İbn Ümmü Mektûm girince onlara, örtünmelerini söylemişti. Kendisine onun kör olduğunu ve kendilerini görüp tanımayacağını söylediler. Rasûlullah (s.a.), onlara:
"Siz de mi körsünüz; siz onu görmüyor musunuz?" buyurdu. [1415]
Bu hadis, kadınların da erkekler gibi bakmaktan etkileneceklerini ve onlara karşı arzu duyacaklarını gösterir. [1416]
Rasûlullah (s.a.), kızı Hz. Fâtıma'ya: [1417] "Kendini sıkıntıya sokma; nihayet biri baban biri de kölen!" buyurmuştur.
Köle, mahrem gibi sayılmıştır. Çünkü kölenin hanımefendisine karşı bir arzusu olmaz; zira onun gözünde bir heybeti olur; hanımefendinin de köleye karşı bir arzusu olmaz; çünkü gözünde bir değeri olmaz. Üstelik sürekli ona karşı örtünmesi zor olur.
Bu özellikler, birbirleriyle evlenmeleri helâl olmayan bütün yakınlar için geçerlidir. Çünkü bunlar birbirlerine karşı bir arzu duymazlar. Ebedî evlenme yasağının bulunması, tamahı keser; hep bir arada olmak cinsel yönden uyanmanın önünü alır, tesettürü imkânsız kılar, iltifatı Önler. İşte bu yüzden mahrem kimseler yanında örtünme, yabancılara nisbetle olan örtünmeden daha hafif tutulmuştur. [1418]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Velisiz nikâh olmaz.[1419]
Nikâh akdini yalnız başına kadınların deruhte etmesi caiz değildir; çünkü kadınlar akılca noksan ve karar verme bakımından yeterli değillerdir. Çoğu kez maslahatın ne olduğunu idrak edemezler. Hem onlar genelde kabilenin şerefini de düşünmeyebilirler. Kendilerine denk olmayan kimselere gönüllerini kaptırabilir-ler. Bunun utancını ise kadının kabilesi duyar. Bu durumda, muhtemel mefsedetlere meydan vermemek için nikâh işinin velilere havale edilmesi gerekir.
Hem insanlar arasında, yaratılış özelliğinden kaynaklanan yaygın telakkiye göre erkekler, kadınlar üzerinde hakim konumdadırlar. Bunun sonucu olarak evlilik akdini kurmak ve bozmak onların elinde, nafaka yükümlülüğü de onların üzerinde olmalıdır. Kadınlar ise, onların eli altında bir tür tutsaktırlar. Bu, "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisi ve koruy uçuşudur. [1420] âyetinin gereği olmaktadır.
Nikâhta veli şartının aranması, evliliğin onların bilgisi dahilinde yapılmasının gereğini ortaya koyar. Velilerine danışmadan sadece kadınların kendi arzularıyla evlenmeye kalkmaları, yersiz olur ve bunun kaynağı haya azlığıdır, velileri takmamak, onları kale almamaktır.
Öbür taraftan nikâh ile sifâh yani gayri meşru ilişkiler arasını ayırmak gerekir. Bu da teşhir yoluyla olur. Bunun en iyi yolu da akitte velilerin hazır bulunmasıdır. [1421]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Dul kadın, emri alınmadan nikâh edilemez. Kız da kendisinden izin alınmadıkça nikâh olunamaz. Kızın izni susmasıdır." Bir rivayette: "Kızı evermek için babası kendisinden izin ister.[1422]
Evlilikte velinin tahakkümde bulunması ve velisi bulunduğu kadını zorla evlendirmesi de caiz olmaz. Zira veli, kadının kendisi için ne istediğini bilemez. Akdin iyi kötü bütün sonuçlarına katlanacak olan kadındır. Bu itibarla onun izin ve rızası olmadan evlen-dirilemez.
Dul kadının emri alınır; yani kiminle evleneceğini bizzat kendisinin sözlü bir şekilde beyan etmesi gerekir. Kızın ise izni istenir. İzine delâlet eden en aşağı şey sükuttur. Burada izni istenecek kızdan maksat, ergen olan kızdır. Henüz evlilikten hiçbir haberi olmayan küçük çocuk değildir. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.), kızı Hz. Aişe'yi henüz altı yaşındayken Rasûlullah'a (s.a.) nikahlamıştır. [1423]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hangi köle, efendisinin izni olmadan evlenirse, o zinâkârdır. [1424]
Köle, efendisine hizmetle memurdur. Nikâh, kadınla ilgilenmesini gerektireceğinden onun bu görevini aksatır. Bu itibarla kölenin nikâhının, efendisinin iznine bağlı olması gerekmiştir.
Cariyenin evlenmesinin sıhhati de evleviyetle efendisinin iznine bağlı olacaktır. "Onları ailelerinin izniyle nikâhlayın. [1425] âyeti de bu manayı ifade eder. [1426]
İbn Mes'ûd (r.a.) şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a.), bana nikâh ve benzeri önemli işler anında nasıl teşehhüdde bulunulacağını öğretti. Şöyle:
"Allah'a hamd olsun! O'ndan yardım ister, O'na istiğfar ederiz. Nefislerimizin şerrinden Allah'a sığınırız. Kimi Allah hidayete erdirirse, onu kimse sapıtamaz. Kimi de Allah saptırmışsa, onu kimse yola getiremez. Şehadet ederim ki Allah'tan başka tanrı yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve rasûlüdür." Sonra şu üç âyeti okur:
"Ey iman edener! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin! [1427]
"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbiniz-den sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.[1428]
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin. Çünkü böyle davranırsanız, Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur. [1429]
Cahiliye döneminde insanlar, akitten Önce hitabede bulunurlar ve kavimlerinin üstünlüklerinden söz ederler, böylece asıl maksada gelirler ve evliliğin önemine dikkat çekmek isterlerdi. Törelerin bu şekilde cereyanında maslahat bulunuyordu. Çünkü hitabe, evliliğin ilân ve teşhiri anlamına geliyor; evliliğin herkesin gözü önünde ve bilgisi dahilinde yapılmasını sağlıyordu.
Nikâhın ilân ve teşhiri, onu gayri meşru ilişkilerden ayıracağı için arzulanan bir şeydir. Hem hutbe ancak önemli şeyler esnasında irad olunur. Nikâha önem vermek ve onun insanlar arasında önemli bir akit olduğunu vurgulamak, en büyük maksatlardan biridir. Bu itibarla Rasûlullah (s.a.), hutbe geleneğini olduğu gibi bıraktı, ancak içeriğini değiştirdi. Ona dinî bir mahiyet verdi.
Her önemli işe uygun zikir olmalıdır. Her yerde her vesile ile Allah'ın nişanelerine saygı gösterilmelidir. Böylece hak dinin simgeleri, bayrağı her yerde yayılacak, nişane ve emareleri her yerde apaçık gözükecektir.
Bu mülahazalarla Rasûlullah (s.a.) nikâh hutbesinde hamd, istiâne, istiğfar, istiâze, tevekkül, teşehhüd, Kur'ân'dan âyetler okuma... gibi her türden zikre yer verdi. Rasûlullah (s.a.), bu maslahata şu hadisleriyle de işaret buyurmuştur:
"Teşehhüd içermeyen her hutbe, cüzzamlı kol gibi işe yaramazdır.[1430]
"Hamd ile başlanmayan her söz, güdüktür. [1431]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Helâl ile haramın arasını ayıran şey, ses (ezgi) ve nikâhta def çalınmasıdır. [1432]
"Şu nikâhı ilân edin ve onu mescidde kıyın, defler çalarak duyurun! [1433]
Cahiliye döneminde insanlar, nikâhta def çalarlar, türkü söylerlerdi. Bu o zamanlar çok yaygın bir âdetti ve Hz. Âişe'nin (r.a.) beyan ettiği üzerecari dört nikâh[1434] arasından Rasûlullah'ın (s.a.) olduğu gibi bıraktığı sahih nikâh esnasında hemen hemen hiç terketmezlerdi. Bunda büyük bir maslahat bulunuyordu. O da şudur: Şehvetin giderilmesi, erkek ve kadının razı olması bakımından nikâh ile sifah (zina) arasında bir fark yoktur. Bu durumda, daha ilk bakışta bu ikisinin arasını ayıracak ve hiçbir kimseye dedikodu etme imkânı vermeyecek, kapalı hiçbir şey bırakmayacak bir şeyin olması gerekiyordu. Def çalma, türkü söyleme vb. bunu sağlıyordu. [1435]
Rasûlullah (s.a.), birkaç gün için müt'a nikâhına ruhsat vermişti, sonra yasakladı. Önce ruhsat vermesi, İbn Abbâs'ın da (r.a.) belirttiği gibi, ailesinin bulunmadığı bir beldeye gelen kimseler hakkında duyulan ihtiyaca müstenit idi. İbn Abbâs'ın işaretine göre, o zamanki müt'a nikâhı, mücerred cinsel ilişki için kiralama anlamında olmazdı; aksine bu, ev düzeni ve idaresi babından ihtiyaçlar zımnında gizlenmiş olurdu. Zira kadının mücerred cinsel ilişki için kiralanması, insan tabiatından uzaklaşma demektir, sağduyu sahibi bir insanın içinin çekmeyeceği bir rezalettir.
Yasak ise, bu ihtiyacın çoğunluk zaman itibariyle bulunmaması esasına müstenittir.
Hem bunun meşru kabul edilmesi halinde, neseplerin karışması durumu vardır. Çünkü müddetin bitiminde kadın, erkeğin eli altından çıkacak ve kendi istediği yere gidecektir. Adam, gittiği yerde ne yaptığını bilemez. Ebedîlik esası üzerine kurulu olan nikâhlarda bile iddete riayet son derece zor olmaktadır; ya müt'a nikâhı hakkında ne demeli?!
Keza bu nikâhın terviç edilmesi halinde şer'an muteber olan sahih nikâh ihmal edilmiş olur. Çünkü nikâha arzu duyanların büyük çoğunluğu şehvetlerini giderme saikiyle evlilik hayatına girerler. Müt'a nikâhı, bu yolu kesen bir engel olur. [1436]
Nikâh ile sifâh (zina) arasını ayıran hususlardan biri, her ne kadar bu konuda asıl, insanların gözü önünde yapılmak suretiyle nizaın önünü almak ise de ilişkinin daimî yardımlaşma esası üzere oturtulmasıdır.
Cahiliye döneminde insanlar, mehirsiz nikâhta bulunmazlardı. Bunun çeşitli gerekçeleri ve içerdiği maslahatları vardı. Bunlardan bazılarını şöylece sıralayabiliriz:
i. Nikâhtan beklenen faydanın tamam olabilmesi için, eşlerden her birinin kendisini, devamlı olacak bir yardımlaşma hayatı için hazırlaması gerekir. Bu, kadın açısından yetkisini kocanın eline vermesiyle olur. Evlilik hayatını sürdürme konusunda kocanın yetkisinin de alınması caiz olamaz; aksi takdirde talâk kapısı kapatılmış ve koca, kadının elinde aynen kadının kendi elinde esir oluşu gibi esir olmuş olur. Oysa ki tabiî yapı ve sorumluluğu gereği olarak erkeklerin kadınlar üzerinden hâkim konumda olmaları gerekir.
Evliliği sürdürme ya da sona erdirme yetkisinin her ikisinin elinden alınıp hâkimlerin eline verilmesi de caiz olmaz. Çünkü meselenin onlara iletilmesinde büyük zorluklar olur; onlar, kocamn çok iyi bildiği kendisine ait durumları bilemezler.
Bu durumda kocanın gözü önünde, şayet evlilik ilişkisini sona erdirdiği takdirde vermesi gereken bir meblağın olması gerekir. Bu, gerçekten bir zaruret olmadıkça evliliği bozmaya yönelik bir cürette bulunmamasını temin edecektir. Bu da, bir tür kendisini devamlı olacak bir birlikteliğe hazırlamak demektir.
Hem, kadının kadınlığından istifade karşılığında bir mal har-canmadıkça nikâha karşı bir ilgi olduğu anlaşılmaz. Çünkü insanlar mallarını her şeyden çok esirgerler ve bu konuda cimrilik ederler. Bu durumda nikâha maldan daha çok önem verildiğinin gösterilmesi gerekir. Kadına karşı gösterilen ihtimam, velilerin gözlerini aydın eder ve bu durumda ciğer pareleri yavrularına sahip olması kendilerine ağır gelmez. Nikâh ile sifâh (zina) arasındaki fark da ancak bununla olur. "Bunlardan başkasını, namuslu ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı.'[1437]âyetinin manası da budur. [1438]
işte bu sebepten dolayı Rasûlullah (s.a.), mehri olduğu gibi korudu, ona daha fazla ya da daha az olamayacak şekilde bir sınır getirmedi. Çünkü insanların kadınlara gösterdikleri ihtimam şekli, yöreden yöreye, zamandan zamana göre değişir; onlara karşı duyulan rağbet farklı farklı olur. Cimrilik ve cömertlikte de farklı farklıdırlar. Bu durumda, nasıl ki eşyaya biçilen fiyatları tahdit etme imkânı yoksa, mehir için de belli bir sınır getirmenin imkânı yoktur. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), mehir olarak verecek bir şeyi olmayan bir kimseye, "Demirden bir yüzük de olsa, bul uer[1439] buyurmuştur. [1440]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, karısına mehir olarak bir avuç kavut (sevik) yahut hurma vermişse, onu kendisine helâl kılmış olur. [1441]
Şu kadar var ki Rasûlullah (s.a.), kendi eşlerinin ve kızlarının mehirlerini on iki buçuk ukiyye[1442]olarak belirlemiştir.
Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: "Kadınların mehirleri konusunda aşırılığa kaçmayın! Çünkü bu, eğer dünyada bir şeref, ya da Allah katında bir takva olsaydı, ona hepinizden çok Rasûlullah (s.a.) lâyık olurdu. Rasûlullah (s.a.) eşlerinden hiç birine on iki ukiyyeden daha fazla mehir vermemiştir. Rasûlullah'm (s.a.) kızlarına da aynı şekilde daha fazla mehir verilmemiştir. [1443]
Rasûlullah (s.a.), uygulamasında mehrin esirgenecek bir mal olmasını, içinde yaşadığı toplumun durumunu dikkate alarak ödenmesi zor olmayacak bir meblağ olarak belirlenmesini esas almıştır. Onun verdiği miktar, kendi dönemindeki insanların âdetlerine göre normal sayılacak bir meblağdır. Kendisinden sonraki dönemler için de, insanların büyük çoğunluğunca elverişli olacak bir miktardır. Ancak hükümdarlar gibi zengin olanlar için bu miktar az olabilir. [1444]
Cahiliye döneminde insanlar, kadınlara mehirlerini vermemek, ya da noksan vermek gibi yollarla zulmediyorlardı. Bununla ilgili olarak Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir:
"Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile (cömertçe) verin! [1445]
Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmuştur:
"Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tayin etmeden kadınları boşarsanız bunda size bir günah yoktur. Bu durumda onları faydalandırın. Zengin olan durumuna göre, fakir olan durumuna göre verir, iyilikle faydalandırmak muhsinler (iyi davranışlılar) için bir vazifedir.
Evlendiğiniz kadınları mehir tayin ettiğiniz halde temas etmeden boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısı onundur.[1446]
Bu konuda asıl şudur: Nikâh, mülk-i müt'a[1447] için sebeptir; zifaf nikâhın semeresidir. Bir şey ancak semeresi için istenir. Hüküm ise sebep üzerine gerekir. Bunun için mehrin bu ikisi arasında pay edilmesi yerinde olur. Ölümle, bir şey son şeklini alır ve ölünceye kadar reddetmemesi, rücu etmemesi halinde sabit oluşu gibi yerleşir. Talâk ile evlilik sona erer ve beraberlik bozulur. Aynen alış verişteki red ve ikâleye benzer. Bu kısa girişten sonra deriz ki:
Cahiliye döneminde mehir konusunda büyük münakaşalar olurdu. Mala karşı cimrilik ederler ve mehir vermemek için çeşitli bahaneler ileri sürerlerdi. Allah Teâlâ, bu konuda sözünü ettiğimiz esaslar doğrultusunda adaletle hüküm buyurdu. Buna göre durum şöyle olacaktır:
Eğer kadına mehir tayin etmiş, onunla zifafa girmişse, kadın mehrini tam olarak hak eder; ister ölsün, ister boşasm farketmez. Çünkü mülkün sebebi ve semeresi tamam olmuş, koca eşine yanaşmıştır. Nitekim, "Vaktiyle siz birbirinizle haşir-neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız[1448] âyeti bu manayı ifade etmektedir.
Eğer mehir tayin etmiş, fakat gerdeğe girmeden ölmüşse, bu durumda kadın mehri tam olarak hak eder. Çünkü nikâh, ölüm ile yerleşip son şeklini almıştır ve bozulma ihtimali artık kalmamıştır. Zifafın olmaması hükmü etkilemez; çünkü elde olmayan bir özür (Ölüm) sebebiyle olmuştur.
Eğer bu durumda boşarsa, bu âyete göre kadm, mehrin yarısını hak eder. Çünkü iki durumdan[1449] sadece biri gerçekleşmiş ve iki benzerlik doğmuştur: Nikâhsız nişan haline benzerlik, tam nikâha benzerlik.
Eğer mehir tayin etmez ve gerdeğe girerse, bu durumda kadın ne eksik ne fazla olmak üzere emsal mehire hak kazanır, iddet bekler, mirasçı olur. Çünkü onun hakkında akit, hem sebebi hem de semeresi itibariyle tamam olmuştur. Bu durumda mehre hak kazanması gerekir.
Koca tarafından tayin edilmeyen mehir, kadının baba tarafından olan kendi dengi kadınların[1450] mehri kadardır. Çünkü bir şeyin değeri, emsali ve benzeri bulunduğu şeylerin dikkate alınması yoluyla belirlenir.
Mehir tayin etmemiş, gerdeğe de girmemiş ise, bu durumda kadına "müt'a"[1451] verilir. Çünkü bir nikâh akdinin maldan hali olarak akdedilmesi caiz değildir. "Bunlardan başkasını, namuslu ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı." [1452] âyeti de bu manayı ifade etmektedir.
Nikâh mülkiyeti yerleşmediği, mehir tayini de olmadığı için, kadına mehir gerekir demeye imkân yoktur. Bu durumda verilecek şey müt'a olarak belirlenmiştir. [1453]
Rasûlullah (s.a.) bir defasında Kur'ân'dan bazı sûreleri(n öğretilmesini) mehir kılmıştır. [1454] Çünkü Kur'ân öğretimi, rağbet edilen önemli bir hizmettir; mala olan arzu ve talep gibi, ona da arzu duyulur. Dolayısıyla malın yerini alması caiz olmuştur. [1455]
Eskiden insanlar gerdekten önce ziyafet vermeyi âdet edinmişlerdi. Bunda birçok maslahat bulunmaktadır:
i. Nikâh, herkese iyi bir yolla duyurulmuş olur. Gerdeğe girmek üzere olduğu bir sırada, kurulan ilişkinin evlilik ilişkisi olduğunun herkese duyurulması gerekir. Böylece nesep konusunda hiçbir kuşkuya mahal kalmaz; nikâh, sifahtan (zina) ilk bakışta ayrılmış olur; kadının o adama ait olduğu herkesin gözü önünde ilân edilmiş olur.
ii. Bu bir şükür ifadesidir. Allah Teâlâ, kendisine yuva kurma nimetini bahsetmiştir. Bu durumda onun da, Allah'ın kullarına ikramda bulunması ve onlara ziyafet vermesi bir şükür gereği olacaktır.
iii. Kadına ve ailesine saygı manasına gelir. Kadın için mal harcaması, onun için insanları bir araya toplaması, kadının onun yanında değeri ve Önemli bir yeri olduğunu gösterir.
iv. Ev halkı arasında özellikle de ilk kez bir araya gelişlerde, ülfet ve muhabbetin gerçekleştirilmesi için bu tür davranışlara ihtiyaç vardır.
v. Daha önceden sahip olmadığı yeni bir nimeti elde etmek, ferah, coşku ve sevinç doğurur; bu insanı mal harcamaya iter. Böyle bir dürtüye uymak ve ziyafet vermek, cömertlik vasfını kazan-.. mak, pintilik dürtüsüne baş kaldırmak için bir alıştırma olur.
Buna benzer daha birçok faydaları vadır. [1456]
Düğün ziyafeti vermede gerek şehir ve ev siyaseti ve gerekse nefis terbiyesi ve ihsan mertebesine ulaşılması açısından birçok fayda bulunması sebebiyle, bu âdetin Rasûlullah (s.a.) tarafından olduğu gibi korunması, ona teşvikte bulunması, bizzat kendisinin de bu âdet doğrultusunda hareket etmesi vacip olmuştur.
Rasûlullah (s.a.), düğün yemeğini mehir konusunda belirttiğimiz benzeri gerekçelerle tahdit etme yoluna gitmemiştir. Bunun ' ortası, bir koyun kesip yedirmektir.
Rasûlullah (s.a.), Safiyye (r.a.) ile evliliğinde "hays[1457] yemeği vermiş, bir hammıyla evlendiğinde ise sadece iki müd arpa (ekmeği) yedirmiştir. [1458]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz, düğün yemeğine davet edildiği zaman ona katılsın!" Bir rivayette de devamla şöyle buyurmuştur: "Artık ister yer, ister yemez. [1459]
Genel teşrî esaslarından biri şudur: Bir kimseye, bir maslahata mebni insanlara yönelik bir şey yapması emredildiği zaman, bu emir, insanların da onun arzu ettiği şeye karşılık vermelerinin, ona icabette bulunmalarının teşvik edilmesini gerektirir. Aksi takdirde emirden beklenen maslahat gerçekleşmez. Evlenen kimse, insanlara düğün yemeği vermek ve bu yolla nikâhı herkese duyurmakla emrolununca, insanlara da onun davetine katılmaları emro-lunur. Davetli oruçlu olur da, yemek istemezse bunun bir zararı olmaz. Çünkü katılmasıyla asıl maksat hasıl olmuştur.
Hem, davete icabet etmek sıla kabilinden bir İyiliktir. Bunun bir sünnet olarak yaşanmasında, hem şehrin hem de mahallenin düzen ve intizamına büyük katkı olur. [1460]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ne ben ne de başka bir peygamber, tasvirlerle süslenmiş bir eve girmeyiz. [1461]
Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Suret yapmak, suretlerle süslenmiş elbise giymek haram kılınınca, bunun gereği olarak, içinde suret bulunan evi terketmek, bunun kınamayı gerektirici bir durum olduğuna hükmetmek de gerekecektir, özellikle de peygamberlerin buna çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü onlar, iyiliği emretmek, kötülüklere karşı koymak üzere gönderilmiş kimselerdir. Sonra aşırı tezyinata kaçmak, dünyaya aşırı derecede bel bağlamaya sebep olur. Bu tutum, Acem ülkelerinde iyice yer etmişti. O derecede ki bu, onlara âhireti unutturmuştu. Bu durumda şeriatın böyle bir sonuca götürecek davranışlara karşı tavır alması ve nefretini açıklaması, bazı yasaklar getirmesi gerekir. [1462]
Rasûlullah (s.a.), gösteriş için verilen davetlere katılınmasını, onların yemeklerinin yenmesini yasaklamıştır. [1463]
Cahiliye döneminde insanlar birbirlerine karşı öğünürler ve herkes en büyük ziyafetin kendisi tarafından verilmiş olmasını isterdi. Sırf bunun için büyük harcamalara girerlerdi. Bu, İnsanlar arasında kin duygularının yerleşmesine, araların bozulmasına, dinî ve medenî bir maslahata yönelik olmaksızın mal ziyanına sebep olmakta idi. Sadece nefsânî bir dürtünün gereği olarak yapılıyordu. İşte bu yüzden böyle bir kimsenin davetine iltifat edilmemesi, ona önem verilmemesi ve böylece bu kapının kapatılması gerekmiştir. Bu tür davranışların yasaklanmasının en güzel yolu, onun yemeğinin yenmemesidir. [1464]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"iki davet aynı zamana rastladığı zaman, kapısı daha yakın olana icabet et! Eğer ikisinden biri daha önce davette bulunmuşsa, Öncekinin davetine katıl![1465]
Davetlerin çakışması halinde tercih iki yolla olur:
i. Öncelik ilkesinden hareketle daha Öncekinin davetine katı-lınır.
ii. Öncelik yoksa yakınlık ilkesine itibar edilir. [1466]
Bu konuda asıl şu âyet ve hadislerdir:
"Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla (üvey annelerinizle) evlenmeyin; çünkü bu bir hayasızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur.
Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendisiyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan [1467]kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size bir mahzur yoktur. Kendi sulbünüzden olan[1468] oğullarınızın eşleri ve iki kızkardeşi birden almak da size haram kılındı. Ancak geçen geçmiştir. Allah, çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. [1469]
Rasûlullah (s.a.) da, müslüman olan ve nikâhı altında on kadın bulunan birine, "Dördünü tut, diğerlerinden ayrıl!" buyurmuştur. [1470]
Yine o şöyle buyurmuştur:
"Kadın, halası üzerine; hala kardeşinin kızı üzerine; kadın teyzesi üzerine, teyze, kızkardeşinin kızı üzerine nikâh edilemez. [1471]
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez; zina eden kadın da ancak zina eden veya müşrik olan erkekle evlenebilir. Bu mü'minlere haram kılınmıştır.[1472]
Bu âyetlerde sayılan kadınlarla evlenmenin haramlığı, cahili-ye döneminde de İnsanlar arasında yaygın olarak biliniyor ve bu yasağa riayet ediliyordu. Bunun, kendi taşkınlıkları ve haddi aşmaları sonucu ihdas ettikleri çok az istisnası vardı; babalarının nikahladıkları kadınlarla evlenmek, iki kız kardeşi aynı anda nikâh altında tutmak gibi. Bu istisnaların dışında kalan haramhk hükmünü, nesiller boyu birbirlerinden tevarüs edegelmişlerdi. Bunun sonucunda hüküm kalplerinde iyice yer etmişti.
Bu sayılan kadınların haram kılınmasında çok açık maslahatlar bulunmaktadır. Bu itibarla Allah Teâlâ, onlarla evlenmenin haramlığı hükmünü olduğu gibi korumuştur. Bunun yanında ihmal gösterdikleri ve hatalı oldukları konulara da dikkat çekmiş ve onları düzeltmiştir. [1473]
Haramlık hükmünü gerektiren durumlar şunlardır: [1474]
Adeten, insanlar hep yakınlarıyla bir arada olmak zorundadır. Bunlar arasında tesettüre riayet etmek imkânı yoktur. Her iki tarafın bîr birine olan ihtiyaçları yapay ve geçici olmayıp, kalıcı ve tabiî bir mahiyet arzeder. Bu durumda, yakın kadınlarla evlenme yasağı konularak onlara karşı tamah kökten kesilip atılmazsa, sayılamayacak kadar mefsedet ortaya çıkar. Herkes bilir ki bir adam, yabancı bir kadının güzelliğini görür de, bir bakmaya ona aşık olur, onun peşine düşer ve bu yüzden kendisini nice tehlikelere atar. Ya devamlı başbaşa kaldığı, gece gündüz güzelliklerini gördüğü kadın hakkında ne demeli?!
Hem yakınlara karşı rağbet kapısı açık tutulup kapatılmamış olsaydı, bu yüzden insanlara bir ayıp gerekmeseydi, bu, kadınların büyük ölçüde zarar görmelerine sebep olurdu. Çünkü onlara karşı beslenilen arzu, onların başkalarıyla evlenmelerinin engellenmesine sebep olurdu. Zira kadınların evlendirilmesi kendi ellerinde bir şeydir. Haydi diyelim onları kendileri aldılar, bu durumda kadının evlilik haklarını kim arayacak, onu kim kollayacaktı.
Benzer bir durum yetim kızlar hakkında Kur'ân'da yer almıştır. Veliler, elleri altındaki yetim kızları, mallarına ve güzelliklerine olan rağbetlerinden dolayı kendilerine nikâhlarlar, fakat evlilik haklarına riayet etmezlerdi. Bunun üzerine Hz. Âişe'nin açıkladığı üzere şu âyet indi:
"Eğer yetimlerin haklarına riayet etmekten korkarsanız beğendiğiniz başka kadınlarla evlenin. [1475]
Tabiî ve kalıcı olan bu ilişki; kişi ile, annesi, kızı, kızkardeşi, halası, teyzesi, kardeş kızları, kızkardeş kızları arasında mevcut bulunmaktadır. [1476]
Kişiyi emziren kadın, anne mesabesindedir; çünkü bünyesinin oluşmasında ve gelişmesinde anne gibi bir paya sahiptir. Çocuğun yaratılışı annenin karnında tamamlanır, süt anne ise ilk büyümesi ve gelişmesi anında ona süt vererek onu açlıktan ve ölümden kurtarır. Bu haliyle süt anne, anneden sonra gelen annedir. Onun çocukları da, kendi kardeşlerinden sonra gelen kardeşleri olur. Süt anne onu büyütmek için ne zahmetlere katlanır. Buna karşılık olmak üzere çocuğun boynunda onun lehine borçlar biner. Küçüklüğünde onun için neler yapar. Hal böyle iken büyüyünce, ona sahip olması, onun üzerine atlaması hasta ruhlu olmayan bir insanın asla kabul edemeyeceği bir şeydir. Nice akılsız dilsiz hayvan vardır ki, annesine ya da kendisini emzirene şehvetini gidermek için dönüp bakmaz bile. Ya insana ne demeli!
Araplar, çocuklarını sütanneye teslim ederlerdi. Çocuk, sütannenin kabilesinde yetişir, büyürdü; bir mahrem gibi onlarla içli dışlı olurdu. Araplarca, süt akrabalığı aynen nesep akrabalığı gibi bir şeydi. Bu durum, süt emme sebebiyle haramhk hükmünün, nesep sebebiyle haramlığa kıyaslanmasını gerektirmiştir. "Doğumdan haram olan, süt emme sebebiyle de haram olur. [1477] hadisi bu mananın ifadesi olmaktadır. [1478]
Süt emmenin haramlık doğurması, çocuğun bünyesinin oluşmasında ve gelişmesinde anneye benzemesi sebebiyledir. Bu durumda emzirmede iki şeyin dikkate alınması gerekecektir:
i. Bu mananın gerçekleşmesini sağlayacak miktar. Hz. Âişe (r.a.) şöyle demiştir: "Bilinen on defa emzirme haramlık hükmü doğurur." âyeti, indirilen Kur'ân meyanında idi; sonra bu adet beş bilinen emme ile neshedildi.[1479]
Emme sayısının takdiri şunun içindir: Süt haramhğını doğuran mana, azda değil çokta bulunur. Bu durumda teşri esnasında az ile çok arasını ayıran bir sınırın konulması gerekir. Şüphe anm-da bu sınır esas alınır.
Bu takdirin on sayısıyla yapılması ise şunun içindir: On, doğal sayılardan sonra gelen, ondalık sayıların başladığı ve cem-i kesretin[1480] kullanılmaya başladığı ilk sayıdır. On için, cem-i kıllet sîgası kullanılmaz. Bu özelliğiyle on sayısı, insan bedeninde etkisi olan "çok emme"nin miktarım belirlemeye elverişli bir sayıdır.
Beş emme ile neshedilmesi ise, ihtiyata riayet içindir. Çocuk beş kez iyice emzirildiği zaman, cildi revnaklaşır, yüzünde ve bedeninde bir parıltı hasıl olur. Üst üste beş kez emzirildiğinde yeterli süt almaması, emzirenin sütlü olmaması halinde ise, çocuğun bedeninde zayıflık belirir, rengi solar. Bu, beş emmenin çocuğun gelişmesinde ve büyümesinde açık bir etkisinin olduğunu gösterir. Daha az sayıda emzirmede ise bu belirtiler gözükmez.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir ya da iki emme, bir ya da iki sorma, bir ya da iki defa memeyi çocuğun ağzına verme haramlık doğurmaz. [1481]"Sütün azı da çoğu da haramhk hükmü doğurur" diyenlere göre illet ise, süt emme işine tazimde bulunmak ve onu bizatihi kendisinde bulunan bir özellikten dolayı müessir gibi görmektir. Bu durumda hüküm, menatı bilinmeyen sair durumlarda olduğu gibi taabbudî olur.
ii. Emzirme işinin, bünyenin ilk şekillendiği, çocuğun suretinin kendini bulduğu dönemde olması. Aksi takdirde emilen süt, diğer gıdalar gibi olmaktan öteye geçmez ve bir mana ifade etmez. Büyüğün ekmek yemesi gibi olur.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Süt hükmü, ancak açlıktan dolayı sabit olur.[1482] "Süt haramlığı, ancak bağırsakların gıdasını sütten alması halinde olur; bu sütten kesilmeden Öncedir. [1483]
Yakın akrabalar arasında sılayırahmin kesilmesine sebep olacak evliliklerden kaçınılması gerekir. Çünkü kumalar birbirle-rini çekemezler, kin ve buğzları kendilerine en yakın olanlara da sirayet eder. Yakınlar arasında buğz çok kötü ve çirkin bir şeydir. Bu yüzden seleften bir grup, iki amca kızının dahi bir nikâh altında toplanmasını iy görmemişlerdir. Bu durumda, iki kızkardeş, halayeğen, teyze-yeğen gibi şayet birinin erkek farzedilmesi halinde birbirleriyle ebedî olarak evlenmeleri haram olan iki kadının bir nikâh altında toplanmasına ne demeli!
Rasûlullah (s.a.), bu esası kendi kızı üzerine başka bir kadının nikâhlanması konusunda da dikkate almıştır. Çünkü kumaların birbirlerine olan haset ve kinleri, kocalarını kendilerine bend etme çabaları çoğu kez kumanın ailesine kadar uzanır. Peygambere yönelik bir buğz ise, geçim yüzünden de olsa küfre götürür.
Bu konuda asıl olan iki kızkardeşin bir nikâh altında toplan-masıdır. Rasûlullah (s.a.), "Kadın ile halası bir arada toplanamaz. [1484]hadisiyle meselenin gerekçesine işarette bulunmuştur. [1485]
Haramlık sebeplerinden biri de sıhriyet akrabalığıdır. Eğer annenin, kızının kocasında, babanın oğlunun hanımında ve hanımının kızlarında[1486] gözü olacak olsa, bu aradaki bağların koparılmasına ya da aile üyeleri arasında birbirlerini öldürmelerine sebep olurdu. Eğer sen eski Acem hikayelerini dinlemiş ve doğru yol üzere yürümeyen zamanının insanlarını dikkatle incelemişsen, sayılamayacak kadar çok büyük işler olduğunu, ne dolaplar döndüğünü, ne zulümler işlendiğini görmüşsündür.
Sonra bu tür yakınlarla birliktelik kaçınılmazdır. Aralarında Örtünmeye riayet etmek imkânsızdır, birbirlerine haset ve kin olması çirkin bir şeydir, her iki tarafın birbirine sürekli ihtiyacı söz-konusudur. Bu durumda onların, öz anneler, kızlar ya da kızkar-deşler mesabesinde olması gerekir. [1487]
Evlenilecek kadınların, evlilik hukukuna riayeti imkânsız kılacak bir sayıda olmaması gerekir. İnsanlar, çoğu kez kadınların güzelliklerine vurulurlar ve onlardan birçoğu ile evlenirler. Onlardan bir kısmını kayırır ve Özel muamele yaparlar, diğerlerini ise askıda bırakırlar; bunun sonucunda bu kadınlar ne gözlerini aydın edecek bir kocası varmış gibi olurlar, ne de başkalarıyla evlenme imkânı olan kocasız bir kadın gibi olurlar. Bu itibarla kadının zor durumda kalmasına sebep olacak hallere imkân vermemek gerekir.
Öbür taraftan bazı insanlar tek kadınla yetinemez. Evlilikten gözetilen en büyük maksat çocuk sahibi olmaktır. Bir adam, pek çok kadını aşılayabilir. Hem çok kadına sahip olmak erkekler için bir meziyet sayılır ve insanlar bu yolla birbirlerine Övünebilirler.
İşte bu durumları dikkate alan Sâri Teâlâ, en çok dört kadın-. la evlenilebileceği hükmünü getirmiştir. Dört, eşlerden her birine ancak üç gece sonra gelinebilecek bir sayıdır. Bir geceden az olması halinde nöbete koymanın (kasm) bir anlamı olmaz ve o takdirde 'Tanında geceledi" de denmez. Üç sayısı, çokluk sınırının ilk başlangıcıdır; fazlası fazla olur.
Rasûlullah'ın (s.a.), istediği kadar çok kadınla evlenebilmesi caizdi. Çünkü dört sınırının konulması, çoğunluk itibariyle kadına zarar dokunmasını önlemek içindir. Yasağın gerekçesi, bilfiil gerçek bir mefsedetin defedilmesi değil, muhtemel bir mefsedetin önünün alınmasıdır. Rasûlullah'ın (s.a.), yaptığı evlilikte evlilik hukukunu gözeteceği kesin belli olduğu için, onun için mazinneye itibara hacet yoktur. O, Allah'a tâat ve emirlerine uyma konusunda hataya düşmekten korunmuştur; diğer İnsanlar ise öyle değildir. [1488]
Haramlık sebeplerinden bir diğeri de din ayrılığıdır. "İman edinceye kadar müşrik kadınlarla evlenmeyin! (...) İman edinceye kadar müşrik erkekleri de evlendirmeyin![1489] âyeti bu manayı ifade eder.
Âyette, hükümde gözetilen maslahatın şu olduğu açıklanmıştır: Müslümanların, kâfirlerle birlikteliği, müslümanlarla onlar arasında özellikle de evlilik yoluyla dayanışma ve yardımlaşmanın cereyan etmesi, din için bir mefsedettir, küfrün hiç farkında olmadan kalbine sirayet etmesine bir sebeptir.
Yahudi ve hıristiyanlar, semavî bir şeriata inanmaktadırlar ve teşrî ilkelerinden, onun küllî esaslarından haberdardırlar.Mecusî ve müşrikler ise öyle değildir. Bu durumda yahudi ve hıris-tiyanlarla sohbet, diğerleriyle sohbete nisbetle daha az zararlı olacaktır. Çünkü koca, zevce üzerinde egemen vaziyettedir, idaresi kendi elindedir. Zevceler ise, kocaların eli altında bir tür esir gibidirler. Bu durumda bir müslümanın kitabî bir hanımla evlenmesi halinde fesat daha az olacaktır. Dolayısıyla bunun dikkate alınarak hükmün nisbeten hafifletilmesi gerekecek, hüküm diğer evlenilmesi haram olan kadınlardaki kadar şiddetli olmayacaktır. [1490]
Bir diğer haramhk sebebi, evlenilecek kadının bir başkasının cariyesi olmasıdır. Çünkü cariye evlendiği zaman, kendisini hep kocasına saklamak zorunda olmasına rağmen bunu başaramaz. Zira efendisinin de kendisinden mülkiyet hakkısebebiyle istifade edebilmesi söz konusudur. Bu durumda kadının, kocasına aidiyeti ancak efendinin dinine diyanetine kalmış bir şey olur. Efendiye hizmet etmesini, onunla başbaşa bir arada kalmasını yasaklaya-mayız; çünkü bu iki mülkiyetten zayıf olanın güçlüsüne tercihi demektir. Burada iki mülkiyet bulunur:
i. Efendinin rakabe mülkiyeti,
ii. Kocanın müt'a mülkiyeti.
Birinci mülkiyet, ikinciden daha güçlü olup, onu dahi içinde bulundurur. İkincisi ise zayıftır ve birincisinin içinde yer almaktadır. Daha aşağı ve zayıf durumda olanın, daha yüksekte ve güçlü olanı alt etmesi gerçek durumun tersyüz edilmesidir.
Kadının sadece kişiye ait olmaması, kadına arzu duyanların önüne geçme imkânının bulunmaması zinanın aslı olmaktadır. Ra-sûlullah (s.a.), bu manayı dikkate alarak, Hz. Âişe'nin (r.a.) anlatmış olduğu üzere istibdâ' nikâhı gibi cahiliye döneminde uygulanmakta olan bazı nikâh türlerini yasaklamıştır.[1491]
Cariye, genç, Allah'a inanan biri ve iffetli ise; zinaya düşme korkusu bulunuyorsa ve hür kadınla evlenmeye de imkân yoksa, o zaman fesat hafifler ve bunda bir tür zaruret olur. Zaruretler ise, yasak olan şeyleri mubah kılar. [1492]
Haramlık sebeplerinden bir diğeri, kadının müslüman ya da. kâfir başka birinin nikahıyla bağlantısının sürmekte olmasıdır. [1493] Çünkü zinanın aslı, bir kadınla birden çok erkeğin, başkalarının arzusunu kesici bir aidiyet olmaksızın ilişkide bulunması demektir. Bunun içindir ki ez-Zühri, "Bu, sonuç itibariyle Allah Teâlâ'mn zinayı haram kılmasına çıkar," demiştir.
Sahabe (r.a.), esir kadınlar ele geçirmişlerdi. Kendi paylarına düşen bu kadınlarla cinsel ilişkiye girmekten çekmiyorlardı. Çünkü esaretten önce müşrik eşleri bulunuyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir:
"(Savaş esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz size haram kıtındı. [1494]
Yani onlar size helâldir. Çünkü esaret, eski kocasının ümidim kesmiştir, ülke farklılığı onunla birlikteliğine manidir, payına düşmesi de onun kendisine aidiyetim sağlamıştır. [1495]
Haramlık sebeplerinden biri de, kadının zinayı kendisine meslek edinmesidir. Böyle bir kadınla evlenmek, tevbe edip, eski halinden tamamen vazgeçmedikçe helâl değildir.
Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez; zina eden kadın da ancak zina eden veya müşrik olan erkekle evlenebilir. Bu mü'minlere haram kılınmıştır.[1496]
Bu yasağın sim şudur: Zinayı itiyat edinmiş bir kadını kişinin nikâhı altında bulundurması, kadının o halini sürdürmesi durumunda deyyusluktur ve insanlıktan uzaklaşmaktır.
Hem böyle bir kadının, başka birinden olan çocuğu kocanın nesebine katması her zaman için mümkündür. [1497]
Haram olan kadınlarla evlenme yasağından gözetilen maslahatların gerçekleşebilmesi, haramlık hükmünün kesin ve bağlayıcı olmasını sağlamaya, bunun cibillî bir karakter halini almasını temine bağlıdır. Öyle olmalı ki bunlara riayet, kişinin tabiatı itibariyle kaçındığı bir şey gibi olmalıdır. Bunun için bu hükümlerin te-yid edilmesi, herkesçe yaygın bir şekilde bilinir olmasının sağlanması, bu hükümlere uymayanlara şiddetli bir tepki göstermek suretiyle uygulanmasında kararlı olunduğunun herkese ihsas ettirilmesi gerekmiştir. Evlenmesi haram olan bir yakını ile, nikâhlı ya da nikâhsız ilişkide bulunan kimsenin ölümüne hükmedilmesi bu kararlılığın bir ifadesidir. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), babasının hanımı ile evlenen bir kimseye, kellesini getirmeleri için adamlar göndermiştir. [1498]
Bil ki: Allah Teâlâ insanı yaratılıştan medenî yaratmış, insan türünün bekasının tenasül (üreme) yoluyla olmasını irade buyurmuştur. Bu durum, şeriatın, tenasül konusunda son derece teşvikkâr olmasını gerektirmiştir. Keza, nesli kesmenin ve nesli kesmeye götürecek sebeplerin son derece kesin bir üslupla yasaklanmasını gerektirmiştir. Neslin oluşmasını sağlayan sebeplerin en büyüğü, en çoğu, en çok sonuç vereni, en tahrik ve teşvikte bulunanı cinsel organ şehvetidir. Bu şehvet, insanların doğalarına konulmuş, onlara musallat edilmiş bir güçtür; isteseler de istemeseler de sonuçta neslin devamını sağlayan çok güçlü bir sâiktir. [1499]
İlişkilerin, oğlancılık şeklinde olması, kadınlara dübürlerin-den yaklaşılması Allah Teâlâ'nm yaratmış olduğu düzeni tersine çevirmektir. Çünkü bu, insanın içine konulan sâikin, amacı doğrultusunda işlev görmemesi demektir.
Cinsel sapıklıklar arasında en şiddetlisi oğlancılıktır. Çünkü bunda her iki taraf için de Allah'ın yaratmış olduğu düzeni tersine çevirmek vardır; erkeğin kadınlaşması en çirkin özelliktir. Üreme organının kesilmesi, cinsel iktidarı ortadan kaldırıcı ilaçlar kullanılması, hiç evlenmeme (rahiplik) ve benzeri fiiller de aynı şekilde yaratılış kanununa aykırıdır ve bütün bunlar neslin çoğalması maksadını ortadan kaldırıcı davranışlardır.
Rasûlullah (s.a.), bütün bunları yasaklamıştır. Bu meyanda olmak üzere şöyle buyurmuştur:
"Kadınlara, dübürlerinden yanaşmayın. Bir kadına dübü-ründen yanaşan melundur.[1500]
Aynı şekilde kısırlaştırmayı, hiç evlenmemek suretiyle rahipler gibi yaşamayı birçok hadisinde yasaklamıştır.
Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur:
"Kadınlar, sizin tarlamzdır; tarlanıza nasıl isterseniz öyle geliniz. [1501]
Yahudiler, cinsel ilişki şeklini, herhangi bir semavî hükme dayanmaksızın çok dar kalıplarda tutuyorlardı. Ensâr ve onlarla birlikte yaşayanlar, onların yollarına uyarlardı. Onlar, "Bir adam, önüne olmak kaydıyla arka tarafından karısına yanaşırsa, çocırk şaşı olur." derlerdi. Bunun üzerine bu âyetindi. [1502] Yani ister önünden yanaşsın, ister arkasından, ilişkinin cinsel organ yoluyla olması halinde hepsi birdir, caizdir. Bu durumda önünden ya da arkasından yanaşmış olmasında, herhangi bir medenî ya da dinî bir maslahat söz konusu değildir. Maslahat, ilişkinin cinsel organ yoluyla yapılmasına bağlıdır. İnsan kendi maslahatını, herkesten daha iyi bilir, daha çok nasıl haz duyuyorsa öyle yapar.
Cinsel organ yoluyla, arkadan yanaşılarak yapılan ilişkinin kötü görülmesi yahudîlerin aşırıhklarmdandı; dolayısıyla böyle bir anlayışın neshedilmesi gerekirdi. [1503]
Rasûlullah'a (s.a.), azlin[1504] hükmünü sordular. Şöyle buyurdu:
"Onu yapmanızda size bir zarar yoktur; ancak kıyamet gününe kadar olması mukadder bir can varsa, o mutlaka olur. [1505]
Bence bu hadis, haram olmamakla birlikte azlin mekruhluğu-na işaret etmektedir. Bunun sebebi, azl hakkında iki maslahatın çatışmasıdır. Kişinin kendisine has olan maslahatı meselâ azletmesini gerektirebilir, türel maslahat ise, neslin çoğalması ve böylece insan türünün bekasının sağlanması için azletmemesini gerektirir. Bu gibi durumlarda türel maslahata itibar etmek, kişisel maslahata itibardan önce gelir. Bu Allah Teâlâ'nm hem teşrî'î hem de tekvînî bütün hükümlerinde böyledir. Kaldı ki azl, kadına dü-büründen yaklaşmak gibi değildir, neslin çoğalması için konulmuş fiilden yüzçevirme manası da taşımaz.
Hadis, olayların henüz meydana gelmeden önce takdir buyu-rulmuş olduğunu da ortaya koyar. Eğer bir şey takdir edilmişse, yeryüzünde de o şey için çok zayıf bir sebep bulunuyorsa, Sünne-tullah, o zayıf sebebin desteklenmesi ve güçlü sebepmiş gibi tam fayda vermesinin sağlanması doğrultusunda tecelli eder. İnsan ilişki sırasında boşalma zamanı yaklaşıp da cinsel organını çıkarmak istediğinde, çoğu kez birkaç küçük damla içine dökülür ki, bundan hiç haberi bile olmaz ve bu kadarcık da çocuğun olması için yeterli olur. Hz. Ömer'in, kadına dokunduğunu itiraf eden kimseye, "Azil, buna mani değildir," diyerek çocuğun nesebini ona ilhak etmesinin sırrı da budur. [1506]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Vallahi emzikli kadınla ilişkide bulunmayı yasaklamak içimden geçti. Sonra Romalılarla İranlıların bunu yaptıklarını, fakat çocuklarına bir zarar vermediğini hatırladım.[1507]
"Çocuklarınızı gizlice öldürmeyin; çünkü emzikli iken emilen süt süvariyi yakalar da onu atından düşürür (ölümüne sebep olur). [1508]
Bu hadisler, emzikli bir kadınla cinsel ilişkide bulunmanın haram olmadığını, ancak mekruh olduğunu gösterir. Bunun sebebi şudur: Emzikli kadınla cinsel ilişki, sütü bozar, çocuğu ilk büyüme ve kıvamım bulma anında zayıf düşürür, bu zaaf onun yapısına yerleşir (ve etkisini çok sonraları gösterebilir).
Rasûlullah (s.a.), bunu büyük ihtimalle zararlı bir fiil olması sebebiyle haram kılmayı düşündüğünü, sonra istikra sonucunda bu zararın bidüziyelik (muttaritlik) arzetmediğini gördüğünü, dolayısıyla bu zararın haramlık hükmüne mesnet teşkil edecek kadar güçlü olmadığını beyan buyurmuştur.
Bu hadis, daha önce isbat etmiş olduğumuz, Rasûlullah'ın (s.a.) da ictihâdda bulunduğu; onun içtihadının, maslahat ve ma-zinneleri bilmek, haramlık ve mekruhluk hükümlerini onlara bağlamak şeklinde olduğu tezimizin delillerinden biridir. [1509]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah katında mevkii en kötü olacak insanlardan biri, karısı ile haşır neşir olup da sonra onun sırrını yayandır.[1510]
Eşler arasındaki ilişkilerin gizli olması vaciptir. Örtülmesi istenilen şeylerin açılması ise durumun tersyüz edilmesidir ve maksatla çatışır. Bu itibarla bu tür davranışların yasaklanması gerekir. Hem bu tür ilişkilerin insanlara açılması, bir tür delilik ve rezalettir. Bu tip dürtülere tabi olmak, nefsin zulmânî renklere bü-rünmesi sonucunu doğurur. [1511]
Hayızlı kadınla ilişkinin ölçüsü konusunda dinlerin farklı yaklaşımları bulunuyordu. Kimileri aşırılığa gidiyor yahudîler gibi ve onlarla birlikte yemek yemeyi, kucaklaşmayı dahi haram sayıyordu. Kimileri ise hayızı hiç dikkate almıyor mecusîler gibi ve onunla cinsel ilişkiyi dahi caiz görüyordu.
Her ikisi de ifrat ya da tefritti. İslâm şeriatı orta yolu tuttu ve Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cinsel ilişki hariç, her şeyi yapabilirsiniz. [1512]
Bu orta yolcu hükmün çeşitli gerekçeleri vardır:
i. Hayızlı kadınla cinsel ilişki, özellikle de hayzının ilk başladığı anlarda zararlıdır; doktorlar bu konuda hemfikirdirler.
ii. Pisliğe bulaşmaktan hoşlanmak iğrenç bir huydur ve fıt-rat-i selîm sahibi bir insan bundan nefret eder. Bu tür işler kişiyi şeytana yaklaştırır. İstincâ halinde de pisliğe bulaşma vardır; ancak o zorunlu bir ihtiyaca binaendir. Hem istincâdan maksat, pisliğin izalesidir. Hayızlı kadınla cinsel ilişki ise, pisliğin içine dalmaktır.
"De ki: O bir ezadır; hayızlı iken kadınlardan uzak durun! [1513] âyetinin ifade ettiği mana budur.
Cinsel ilişki dışında kadından istifade konusunda rivayetler farklılık arzetmektedir. Kimileri kanın bulaşmasından sakınır, demiş; kimileri de izar[1514] altında kalan yerlere dokunmaktan sakınır, demişlerdir. Her ikisi de, cinsel ilişkiye götürecek duruma dü-şülmemesini amaçlamaktadır.
Allah'a isyan edip de hayızlı karısıyla ilişkiye giren kimsenin, bir ya da yarım dinar tasaddukta bulunması emredilmiştir. Bu, üzerinde icmâ edilmiş bir görüş de değildir. Keffâretin sırrından daha önce birçok defa söz etmiştik. [1515]
Bil ki: Eşler arasında mevcut bulunan ilişki, aile ilişkileri arasında hepsinden daha güçlüsüdür, daha çok faydası olandır, en çok ihtiyaç duyulandır. Arap Acem bütün insanlarca benimsenen hayat tarzında kadın, kocaya yardımcı olması, kocanın her türlü yemek, içme ve giyinme ihtiyaçlarını hazırlaması, adamın malını koruması, çocuğunun bakımını yapması, olmadığı zaman evinde onun yerini alması... gibi pek çok konuda kocanın yanında yer alır. Şeriat mümkün mertebe bu ilişkilerin korunmasına özen göstermiş, evlilik düzeni ile ilgili maksatların gerçekleştirilmesini teşvik etmiş, aksi doğrultuda ve onu iptale yönelik çaba göstermenin hoş olmadığını beyan etmiştir.
Eşler arasındaki ilişkilerden gözetilen maksatların tam olarak gerçekleşebilmesi için mutlaka aralarında ülfet ve muhabbetin ikamesine ihtiyaç vardır. Ülfet ve muhabbetin oluşabilmesi de ancak her iki tarafın kendilerini yapmaya mecbur gördükleri hasletlerle mümkündür; yardımlaşma ve dayanışma içinde olmak, aralarında meydana gelen ve âdâb dışı olan davranışlarını görmemez-likten gelmek ve birbirini affetmek, kin ve intikam duygularına sebep olabilecek şeylerden sakınmak... gibi. Keza aralarında muhabbet etme, güler yüzlü olma ve benzeri hasletlerin bulunması gerekir.
Bu durumda hikmet, bu tür hasletlere teşvikte bulunulmasını, onlara özendirilmesini gerektirir.
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadınlar hakkındaki vasiyetimi tutun. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri yeri de üst kısmıdır. Doğrultmaya kalkarsan kırarsın; hali üzere bırakırsan eğri kalmakta devam eder. Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye edin![1516]
Kadında eğrilik, sanki Özünde tevarüs edegeldiği bir şey gibidir. Bu itibarla insan, kadından ev ve aile düzeniyle ilgili maksatları tam olarak elde etmek isterse, o takdirde mutlaka önemsiz bazı şeyleri görmemezlikten gelmesi, isteği doğrultusunda olmayan bazı davranışlarından dolayı Öfkesini tutması gerekir. Ancak övgü konusu olan yerlerde kıskançlık gösterme, zulmü önleme ve benzeri kabilinden olan davranışları bundan hariçtir. [1517]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Mü'min erkek, mü'min kadına buğz etmesin; onun bir huyunu beğenmezse, başka bir huyunu beğenebilir. [1518]
İnsanın, eşinin bir huyunu beğenmediği zaman, hemen onu boşamaya kalkması doğru olmaz. Çünkü çoğu kez aynı kadında hoşuna gidebilecek başka huylar mutlaka bulunur. Dolayısıyla onun o huysuzluğuna, bu huylan sebebiyle katlanmalıdır. [1519]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadınlar hakkında Allah'tan korkun! Çünkü siz, onları Allah'ın emanıyla aldınız ve onları Allah'ın kelimesiyle kendinize helâl kıldınız. Döşeklerinize, sevmediğiniz bir kimseye ayak bastırmamaları[1520] sizin, onlar üzerindeki hakkınızdır. Bunu yaparlarsa, onları kendilerine zarar vermemek şartıyla dövün. Onların sizin üzerinizdeki hakkı da, yiyeceklerini ve giyeceklerini maruf şekilde uermenizdir. [1521]
Bil ki: Eşler arasındaki hukukun aslını birbirleriyle iyi geçinmeleri teşkil eder. "Onlarla iyi geçinin![1522] âyeti bunu âmirdir.
Rasûlullah (s.a.), iyi geçinmeyi; yeme içme, elbise ve güzel muamele diye tefsir etmiştir.
Vahye müstenid şeriatlarda, meselâ yiyeceğin cinsini ve miktarım belirlemeye gitme gibi bir tutum asla mümkün değildir. Çünkü bu konuda yeryüzü sakinlerinin bir şey üzerinde ittifak etmesi hemen hemen imkânsızdır. Bu yüzden emir mutlak bir ifadeyle gelmiştir. [1523]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir adam karısını yatağına çağırır da yatağa gelmezse, bu sebeple ona dargın olarak yatarsa, sabahlayıncaya kadar melekler o kadına lanet ederler. [1524]
Nikâhtan gözetilen maslahat, kişinin iffetini koruması olunca, kadının bu maslahatın gerçekleşmesine yardımcı olması gerekir. Çünkü serî hükümlerde gözetilen esaslardan biri şudur: Eğer bir şey için bir mazinne (muhtemel mahal, sebep) belirlenmişse, o mazinnenin bulunması halinde maslahatı gerçekleştirecek şeyin emredilmesi sözkonusu olur. Bu da, kadının onun çağrısına hemen koşmasının zorunlu olmasıdır. Eğer bu emir olmazsa, o zaman erkeğin iffetini koruma maslahatı gerçekleşemez.
Kocanın çağrısı karşısında kadın kaçınırsa, Allah Teâlâ'nın kullan için koyduğu maslahatın reddi doğrultusunda hareket etmiş olur. Bunun üzerine maslahatı ifsad için koşuşturan herkese olduğu gibi derhal kendisine meleklerin laneti yönelir. [1525]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Gayretin bir kısmı vardır ki onu Allah Teâlâ sever, bir kısmı da vardır ki Allah Teâlâ ona buğzeder. Allah Teâlâ'nın sevdiği gayret, haklı bir kuşkuya dayalı olan gayrettir. Allah Teâlâ'nın buğzettiği gayret ise, bir kuşkuya dayanmayan yersiz gayrettir. [1526]
Rasûlullah (s.a.), mutlaka gerekli maslahatın ikamesi ve siyaset gereği olan kıskançlık ile, bir gerekçesi olmaksızın mücerred kötü huydan, kuşkuculuktan, işkence arzusundan kaynaklanan kıskançlık arasını ayırmıştır. [1527]
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisi ve koruyuçuşudur. Onun için sâlihâ kadınlar itaatkârdır, Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara Öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.
Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, herşeyden haberdar olandır.[1528]
Kocanın, karısı üzerinde hâkim konumda olması gerekir. Bunun iki gerekçesi vardır:
i. Çünkü koca, sahip olduğu yaratılış özelliği sebebiyle akılca daha tam, siyasetçe daha üstün, aile namus ve şerefini koruma ve gözetmede daha güçlüdür.
ii. Koca, karısının her türlü nafaka, giyim kuşam ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Buna karşılık onun üzerinde yetkisinin olması gerekir.
Kadının idaresinin koca elinde olması, itaatsizlik halinde onun tazir ve te'dîb edilmesi hakkının da kocada olmasını gerektirir. Bu durumda en hafifinden başlayarak tedrîcî bir müeyyide uygulamasında bulunur; önce öğüt verir, sonra evinden çıkarmadan yatağında yalnız bırakır, en sonunda da fazla acıtmayacak şekilde döver. [1529]
Eğer anlaşmazlık iyice artar ve eşlerden her biri diğerinin haksızlık ve zulüm ettiğini iddia ederse, aradaki anlaşmazlığın çözümü için işi hakeme havale etmekten başka çare yoktur. Bir hakem kocanın ailesinden, bir hakem de kadının ailesinden seçilir, bunlar bir araya gelirler ve evliliğin sürdürülmesine karar verirlerse tarafların uymaları gereken şartları belirlerler, verilecek nafakanın miktarını vb. tayin ederler. Gerekli görürlerse de ayrılmalarına karar verirler.
Bu aşamada hakemlik usûlünün devreye sokulması şunun içindir: Eşler arasında cereyan eden şeyler hakkında hüccet ikâmesi mümkün değildir. Bu durumda onlarla ilgili kararın, (hâkime değil de) kendilerine en yakın ve en müşfik olan iki hakeme havale edilmesinden daha uygun bir şey olamaz. [1530]
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadını kocasına, köleyi efendisine karşı ifsâd eden bizden değildir.[1531]
Ev ve aile düzeninin bozulmasını gerektiren sebeplerden biri, bir insanın kadın ile kocası, köle ile efendisi arasım bozması, onları ayartmasıdır. Bu, kurulu düzenin bozulması, ailenin çözülmesi için koşturmak demektir ve yerine getirilmesi vacip olan maslahata ters düşer. [1532]
Bil ki: Aile düzeninin bozulması sonucunu doğuran bazı davranışlar vardır ki, insanların birçoğunda bunlar bulunur. Sâri' Teâlâ'nın bu tür davranışlar üzerinde durması, onlardan söz etmesi ve bu konuda dikatleri çekmesi gerekir. Bu ifsad edici davranışlardan bazıları şunlardır: [1533]
Bir adam, birden fazla eşle evlenebilir, ancak onlardan bir kısmını diğerlerinden üstün tutar, eşit olarak onların yanında geceleme gibi haklarına riayet etmez. Bunun sonucu olarak öbürüne zulmeder ve onu muallakta bırakır. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz[1534] bari birisine tamamen kapılıp da diğerini muallakta gibi bırakmayın. [1535] Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. [1536]
Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur:
"Bir adamın yanında iki kadın olur ve onlar arasında adalete riayet etmezse, kıyamet gününde bir yanı düşük olarak gelir." [1537]
Daha önce, mücâzâtın amelin cinsinden olacağını söylemiştik; burada tekrarına gerek görmüyoruz. [1538]
[1] Buhârî, Salât, 101; Müslim, Salât, 261.
[2] Buhârî, Mevâkît, 8, Salât, 33; Müslim, Mesâcid, 54.
Hadisin devamı şöyle: "Bu itibarla sakın kıble ve sağ tarafına tükürmesin. Eğer tükürmek zorunda kalırsa soluna ya da ayağının altına tükürsün."
[3] Müslim, Salât, 259.
[4] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/1-2.
[5] Müslim, Salât, 265; Ebû Dâvûd, Salât, 109
[6] Sa'd b. Mâlik b. Sinan el-Hudrî, sahabenin ilimce ileri gel eni erindendir. Bey'atu'r-Rıdvan'da bulunmuştur, Uhud sonrası gazvelere katılmıştır. H. 74 yılında vefat etmiştir.
[7] Müslim, Salât, 241.
[8] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/2.
[9] Rasûlullah (s.a.) bu hadisiyle beş, üç, ya da bir rekatla, daha olmazsa ima ile vitir kılınmasını emretmiştir, bkz. Dârimî, Salât, 210; Ahmed, 5/418.(Ç)
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/3.
[10] bkz. Müslim, Salât, 45.
[11] Tirmizî, Mevâkît, 110; Ebû Dâvûd, Salât, 144.
[12] Buhârî, Ezan, 95; Müslim, Salât, 34 vd.
[13] Beyhakî, 2/144.
[14] Buhârî, Terâvîh, 1.
[15] Buhârî, Salât, 60.
[16] Bakara 2/43.
[17] Kâf 50/40.
[18] İsrâ 17/78.
[19] Bakara 2/238.
[20] Bu âyet ve hadislerde namazdaii1 «S^-Ödili^ken, kıyam, rükû, Secde, Kur'ân (kıraat) ifadeleri kullanılmıştı'. BÜ38&9!edilen bu fiillerin namazın rüknü olduğunu gösterir.(Ç)
[21] Ebû Dâvûd, Taharet, 31, Salât, 73.
[22] Müslim, Salât, 240; Ebû Dâvûd, Salât, 122.
[23] Beyhakî, 2/174.
[24] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/3-5.
[25] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/5-6.
[26] Buhârî, îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107.
[27] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/6.
[28] bkz. Müslim, Taharet, 17.
[29] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/6.
[30] Buhârî, Sal ât, 28.
[31] Tekbîr ile, dünya işleri ve kelâmı haram olur; o yüzden tahrîm tekbiri denilir. Selâm ile de namaz boyunca haram olan şeyler tekrar helâl hale döner.
[32] EbûDâvûd, Taharet, 31, Salât, 73
[33] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/6-7.
[34] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/7.
[35] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/7-8.
[36] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/8.
[37] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/8.
[38] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/8-9.
[39] bkz. Beyhakî, 2/103.
[40] Rükûdan sonra secdeye intikal etmeden evvel dümdüz doğrulmaya verilen addır.(Ç)
[41] İki secde arasındaki oturuşun adıdir.(Ç)
[42] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/9.
[43] EbûDâvûd, Taharet, 31, Salât, 73.
[44] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/9-10.
[45] bkz. Müslim, Salât, 55.
[46] Manası: Selâm bize ve Allah'ın sâlih kulları Üzerine olsun.
[47] bkz. Müslim, Salât, 55.
[48] bkz. Müslim, Salât, 57.
[49] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/10.
[50] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/10-11.
[51] Müslim, Salât, 240; Ebû Dâvûd, Salât, 122.
[52] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/11.
[53] Fecr89/3.
[54] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/11.
[55] Yani mukim halde.(Ç)
[56] Buhârî, Salât, 1; Müslim, Müsâfirîn, 1.
[57] İsrâ 17/78. Yani sabah namazmda gündüz ve gece melekleri hazır bulunur.
[58] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/12-13.
[59] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/15.
[60] Secdelerin çok kısalığından kinayedir.
[61] Kıçı yere koyup, dizleri dikerek oturma.
[62] Dizleri, ellerden Önce koyarak secdeye gitme hali. İmam Mâlik'e ve bir rivayette İmam Ahmed'e göre bu hareket, Ebû Hureyre hadisi mucibince yasaklanmıştır. Ancak cumhur imamlarına göre Vâil b. Hucr hadisi gereğince secdeye bu şekilde inilir. Vâil hadisi, Ebû Hureyre hadisinden daha sağlamdır. Doîayisıyla sünnet olan müellifin dediği gibi değil, secdeye inerken önce dizlerin, sonra ellerin konulması şeklindedir.
[63] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/16.
[64] Herşeyi elinin tersi ile geri atar gibi yapar.(Ç)
[65] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/16-17.
[66] Bunlar, En'âm 6/79, 162, 163 âyetleridir.
[67] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/17-18.
[68] NahI 16/98.
[69] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/18.
[70] Buhârî, Ezan, 89.
[71] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/18-19.
[72] Buhârî, Ezan, 111; Müslim, Salât, 72.
[73] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/19-20.
[74] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/20-21.
[75] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/21.
[76] Yani Kamer sûresini.(Ç)
[77] Yani Secde sûresini.(Ç)
[78] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/21-22.
[79] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/22.
[80] Yani kıyam, rükû ve secde hali.(Ç)
[81] bkz. Buhârî, Tefsir, 2/10; Müslim, Hacc, 398.
[82] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/22-23.
[83] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/23.
[84] Nasr 110/3.
[85] Ruhtan maksat Rûhulkuds yani Cebrail'dir.
[86] Ancak hayırlı ameller işleyerek sana taatte bulunması fayda
[87] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/24-25.
[88] Pek çok İslâm kurrâsmın katledildiği Bi'-i Maûne faciasını gerçekleştiren Benî Süleym kabileleri, (Ç)
[89] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/25.
[90] Rasûlullah (s.a.) bunu, cennette kendisiyle beraber olmak isteyen Rabîa b. Ka'b'a söylemiştir, bkz. Müslim, Salât, 226.
[91] Ahmed, 4/189.
[92] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/26-27.
[93] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/27.
[94] Bilindiği gibi Muvatta'ın rivayet yollarından biri İmam Muhammed vası-tasıyladır.(Ç)
[95] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/27-28.
[96] Hanefî'lerin namazlarında okudukları teşehhüd budur. İbn Abbâs teşehhüdünü ise Müslim şöyle rivayet etmiştir: "et-Tahiyyâtu'l-mübârekâtu es-salâuâtu't-tayyibâtu lillâhi, es-selâmu aleyhe eyyühâ'n-nebiyyu ve rah-metullahi ve berakâtuh es-selâmu aleynâ ve alâ ıbâdillâhi's-sâlihîn. Eş-hedü...
[97] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/28.
[98] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/29.
[99] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/29-30.
[100] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/30-31.
[101] bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 188; Ahmed, 5/368.
[102] Müslim, Müsâfirîn, 208.
[103] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/31.
[104] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/33.
[105] Müslim, Mesâcid, 33.
[106] Müslim, Mesâcid, 34.
[107] Müslim, Mesâcid, 47.
[108] bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 3/422.
[109] bkz. Buhârî, Ezan, 93.
[110] Müslim, Zühd, 57; Buhârî, Edeb, 128.
[111] İlk zamanlarda mescidin zemini topraktı, Hz. Ömer zamanında çakıl döşendi.(Ç)
[112] Ebû Dâvûd, Salât, 171; İbn Mâce, İkâmet, 62.
[113] Ebû Dâvûd, Salât, 161.
[114] Tirmizî, Edeb, 8.
[115] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/33-35.
[116] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/35.
[117] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/37.
[118] Müslim, Mesâcid, 88.
[119] bkz. Müslim, Mesâcid, 91.
[120] bkz. Müslim, Mesâcid, 97.
[121] Beyhakî, 2/343.
[122] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/37-38.
[123] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/39.
[124] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/39.
[125] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/40.
[126] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/41.
[127] Benzeri bir hadis için bkz. Tergîb, 1/341.
[128] Önce kılınan namazlar bir tür giriş, sonra kılman namazlar da bir tür hatime mahiyetindedir.(Ç)
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/41-42.
[129] Tirmizî, Salât, 189.
[130] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/42.
[131] Buhârî, Teheccüd, 10; Müslim, Müsâfirîn, 96.
[132] Kenzu'l-ummâl, 7/21508.
[133] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/42-43.
[134] Terğîb, 1/399.
[135] Ahmed, 5/417, 420; Terğîb, 400.
[136] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/43.
[137] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/43.
[138] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/43-44.
[139] îbn Mâce, İkâmet, 174.
[140] Müzzemmil 73/6-7.
[141] Hadisin devamı şöyle: "Bu itibarla, biriniz vitir kılmak istediğinde iki rekat kılsın. Eğer gece kalkabilirse ne âlâ, aksi takdirde bu iki rekat ona yeter. "bkz. Dârimî, Salât, 215.
[142] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/44.
[143] Buharı, Teheccüd, 12; Müslim, Müsâfırîn, 207.
[144] Buhârî, İlim, 40, Teheccüd, 5.
[145] Buhârî, Teheccüd, 5.
[146] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/44-45.
[147] Buhârî, Teheccüd, 14; Müslim, Müsâfirîn, 169.
[148] Kenzu'l-ummâl, 1/1766, 7/19602.
[149] Müslim, Müsâfirîn, 166.
[150] Tirmizî, De'avât, 101.
[151] Tirmizî, De'avât, 92; Ebû Dâvûd, Edeb, 98.
[152] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/45-46.
[153] Müslim, Müsâfirîn, 199.
[154] Âl-i İmrân 3/190.
[155] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/46-47.
[156] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/48.
[157] Zatında tektir; bölünme kabul etmez; sıfatlarında tektir eşi ve emsali yoktur; fiillerinde tektir; ortağı ve yardımcısı yoktur.
[158] İbnMâce, İkâmet, 114.
[159] Müslim, Müsâfirin, 162.
[160] Hanefî mezhebine göre vaciptir.(Ç)
[161] Ubâde b. es-Sâmit; Hazrec'den ve Rasûlullah'a (s.a.) karşı kabilesini temsil etmek üzere seçilmiş olan on iki nakîbden biridir. Bedir ve diğer gazvelerin tümüne katılmıştır. Akabe'de bulunan yetmiş kişiden biriydi. Yakışıklı, uzun boylu, babayiğit, cesur ve kahramandı. Filistin'de, Ramle denilen yerde 34 yılında yetmiş iki yaşında iken vefat etmiştir.
[162] Araplar için en değerli şey, develerdi.
[163] Ebû Dâvûd, Vitir, 1; İbn Mâce, İkâmet, 114.
[164] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/48-49.
[165] Felak ve Nâs sûrelerini.(Ç)
[166] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/49-50.
[167] Müslim, Müsâfirîn, 213-214.
[168] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/50-51.
[169] Buhârî, Teravih, 46.
[170] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/51.
[171] Bu ilk kez Hz. Ömer devrinde başlamıştır.(Ç)
[172] Vitir dahil gece namazı.(Ç)
[173] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/51-52.
[174] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/52.
[175] Terğîb, 1/464.
[176] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/52-53.
[177] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/53.
[178] Buharı, Teheccüd, 25; De'avât, 49.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/54.
[179] bkz. Tirmizî, Vitr, 17; İbn Mâce, 'İkâmet, 189.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/54-55.
[180] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/55.
[181] Bilâl b. Rebâh: Büyük sahâbîlerden biridir, Mekke'de doğmuş Habeş asıllı zenci bir köleydi. Müslüman olunca efendisi kendisine büyük işkenceler yaptı. Hz. Ebû Bekir, onu satın aldı ve âzâd etti. Bedir ve diğer bütün gazvelere katıldı. Rasûlullah'ın (s.a.) müezzinliğini yapardı. Rasûlullah (s.a.) vefat edince Hicaz'ı terketti ve Şam'a yerleşti. Hicrî 20 senesinde altmış yaşının üzerinde iken orada vefat etti.
[182] Buhârî, Teheccüd, 17 (2/48).
[183] Ahmed, 5/354, 360.
[184] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/55-56.
[185] bkz. Ebû Dâvûd, 2/29 H. No: 1297.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/56.
[186] bkz. Nesâî, Küsûf, 16; İbn Mâce, ikâmet, 152.
[187] Fussilet 41/37.
[188] bkz. İbn Mâce, İkâmet, 152
[189] Muvatta, Küsûf, 1, 2.
[190] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/56-57.
[191] bkz. Ebû Dâvûd, 1/301 H. No: 1161.
[192] Ebû Dâvûd, 1/305 H. No: 1186.
[193] Ebû Dâvûd, '1/303 H. No: 1169.
[194] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/57-58.
[195] Bayram namazları, Hanefîlere göre vaciptir.(Ç)
[196] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/58.
[197] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/58-59.
[198] bkz. Buharı, BedVİ-halk, 11; Müslim, Müsâfırîn, 290; Ebû Dâvûd, Ta-tavvu', 10.
[199] Nesâî, Mevâkît, 35.
[200] Ebû Dâvûd, Menâsik, 52; İbn Mâce, İkâmet, 149.
[201] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/59-60.
[202] Tirmizî, Kıyamet, 21; Ahmed, 2/158, 165,
[203] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/61.
[204] Seimân el-Fârisî: İran asıllı köleydi. Müslüman oldu ve ileri gelen sahâbîlerden oldu. Kendisi Ehl-i beyt'ten sayılır.
[205] Buhârî, Nikâh, 1.
[206] bkz. Muvatta, Taharet, 36; İbn Mâce, Taharet, 4.
[207] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/61-62.
[208] Hadîd 57/27.
[209] Buhârî, îmân, 29. Yani ezilip büsbütün amelden kesilecektir.(Ç)
[210] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/62-63.
[211] Buhârî, îmân, 32; Müslim, Müsâfîrîn, 216.
[212] Buhâri, îmân, 32; Müslim, Müsâfırîn, 215, 221.
[213] Müşâkele, edebî bir tabirdir; söz ahenginin sağlanması için, önceki kelimenin tekrarlanması şeklinde olur. "Ve mekerû ve mekerallah"; "Alla-hu. yestehziu bihi/n", "Cezâu seyyietin seyyietun misluhâ" örneklerinde olduğu gibi. (Ç)
[214] Buhârî, Vudû, 53; Müslim, Müsâfırîn, 222.
[215] Yani gecenin son bölümünde teheccüd kılın.(Ç)
[216] Buhâri, îmân, 29.
[217] Hizb: Kişinin okumayı itiyat edindiği vird.
[218] Müslim, Müsâfirîn, 142; Ebû Dâvûd, Tatavvu', 19.
[219] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/63-65.
[220] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/67.
[221] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/67.
[222] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/67.
[223] Ntsâ 4/101.
[224] Müslim, Müsâfırîn, 4; Ebû Dâvûd, Sefer, 1.
[225] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/68.
[226] Bir berîd, dört fersahtır. Buna göre dört berîd, on altı fersah eder. Bir fersah ise üç mil ya da beş buçuk kilometredir.
[227] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/68-69.
[228] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/69-70.
[229] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/70.
[230] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/70.
[231] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/70.
[232] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/70.
[233] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/70-71.
[234] Nasırları olan İmran b. Husayn'm sorusu üzerine.(Ç)
[235] Buhârî, Taksîru's-salât, 19; İbn Mâce, İkâmet, 139.
[236] İbn Mâce, İkâmet, 141.
[237] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/71-72.
[238] Euhârî, İ'tisâm, 2; Müslim, Hacc, 412.
[239] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/72.
[240] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/73.
[241] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/73.
[242] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/74.
[243] bkz. Buharı, Ezan, 30; Müslim, Mesâcid, 245, 250.
[244] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/74-75.
[245] Ebû DâvÛd, Salât, 46; Ahmed, 5/196.
[246] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/75.
[247] Buhâri, Ezan, 29; Muvatta, Cemaat, 3.
[248] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/75.
[249] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/75
[250] bkz. Buhârî, Ezan, 18; Müslim, Müsâfirîn, 22.
[251] Müslim, Mesâcİd, 67.
[252] Ebû Dâvûd, At'ıme, 10.
[253] Buhârî, Ezan, 166.
[254] Buhârî, Ezan, 163 (1/210); Muvatta, Kıble, 15.
[255] Beyhakî, 3/58.
[256] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/76-77.
[257] Müslim, Mesâcid, 290.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/77.
[258] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/77-78.
[259] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/78.
[260] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/78.
[261] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/78.
[262] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/78.
[263] Müslim, Salât, 183-185.
[264] bkz. Müslim, Salât, 182.
[265] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/78-79.
[266] Müslim, Salât, 86, 87.
[267] Müellifin, bundan neyi kastettiğini belirleyemedik.(Ç)
[268] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/79.
[269] Ebû Dâvûd, 602; Beyhakî, 2/261.
[270] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/79.
[271] Müslim, Salât, 123.
[272] Hadisin devamı şöyle: "Ya Rasûlallah! Melekler Rableri katında nasıl saf olurlar?" dedik. "İlk safları tamamlarlar ve safla kenetlenirler." buyurdu. Müslim, Salât, 119.
[273] Ebû Dâvûd, Salât, 93; Ahmed, 5/262, 3/154.
[274] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/80.
[275] Müslim, Salât, 127.
[276] Müslim, Salât, 114.
[277] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/81.
[278] Beyhakî, 2/89. Son kısmı için bkz. Müslim, Mesâcid, 161-165.
[279] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/81.
[280] Rasûlullah (s.a.), bunu, kendisiyle beraber namaz kılmayan, sebebini sorduğunda da, kendilerinin konak yerinde kıldıklarını söyleyen iki adama söylemiştir, bkz. Tirmizî, Salât, 49; Ahmed, 4/161.
[281] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/82.
[282] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/83.
[283] Misk tepeciklerinden oluşan cennet.
[284] bkz. Müslim, Cum'a, 18.
[285] Yani yahııdi ve hıristiyanlar bu konuda öncelik özelliğine sahiptirler.
[286] Yani, bizim hakkımızda cuma, onların hakkında ise cumartesi ve pazar
[287] bkz. Müslim, Cum'a, 19.
[288] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/83-84.
[289] Müslim, Cum'a, 15.
[290] bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 4/484 vd.
[291] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/85.
[292] Müslim, Cum'a, 40
[293] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/85.
[294] Beyhakî, 3/173.
[295] Beyhakî, 3/173.
[296] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/85-86.
[297] Müslim, Taharet, 42.
[298] Kenzu'l-ummâl, 7/21278.
[299] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/86.
[300] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/86-87.
[301] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/87.
[302] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/87.
[303] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/87.
[304] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/87.
[305] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/88.
[306] Aslında cuma hutbesi sadece öğretmek ve hatırlatmak için irad edilmez. Halife adına okunması ve yerleşim biriminin en yetkili mülkî âmiri tarafından, haftanın bir tür değerlendirilmesinin de yapılması hasebiyle, siyasî bir içerik de taşır.(Ç)
[307] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/88
[308] Ebû Dâvûd, Edeb, 18, 19; Tirmizî, Nikâh, 17.
[309] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/88.
[310] Bayhari. 3/179
[311] Mescide sadece on iki kişi kalmıştı. Bkz. Cuma 62/11 ayeti ve tevsiri (ç)
[312] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/88-89.
[313] Nesâî, 'Iydeyn, 1; Ahmed, 3/103, 178.
[314] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/91.
[315] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/92.
[316] Bakara2/185.
[317] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/92.
[318] Teşrik tekbiri eri. (Ç)
[319] Hanefi mezhebinde vacip.(Ç)
[320] Hanefi mezhebinde vacip.(Ç)
[321] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/92-93.
[322] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/93.
[323] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/93.
[324] Hacc 22/37.
[325] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/94.
[326] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/94-95.
[327] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/97.
[328] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/97-98.
[329] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/98.
[330] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/99.
[331] Buhâri, Merdâ, 3; Müslim, Birr, 45.
[332] Erze: Lübnan çamı ya da katran denilen sert ve cüsseli bir ağaç. bkz. ; Armenag K. Bedevian, Polyglottic Dictionary of Plant Names, md. 924 (Ç)
[333] Buhâri, Merdâ, 1; Tevhîd, 31; Müslim, Münâfikîn, 60. Daha önce de geçmişti bkz. [1/104 ]
[334] Buhâri, Cihâd, 134; Ahmed, 4/410.
[335] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/99-100.
[336] Bunlar, taundan ve ishalden Ölen, boğulan, uçuk altında kalan ve Allah yolunda şehit olan kimselerdir. Diğer rivayette bunlara ilavetin yangında ölen, zatülcenb hastalığından giden, doğumdan ölen kadın zikredilmiştir, bkz. Buhârî, Cihâd, 30; Müslim, İmaret, 164; Muvatta, Cenâiz, 36.
[337] Yani cennet meyvelerini devşirmededir. Müslim, Birr, 41.
[338] Müslim, Birr, 43.
[339] Kadir 97/4.
[340] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/100-102.
[341] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/102-103.
[342] Buhârî, Merdâ, 19; Müslim, Zikir, 10.
[343] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/103.
[344] Hadisin devamı şöyle: Hz. Âişe (r.a.), "Ya Rasûlallah! Bu ölümden hoşlanmamak mı? O halde hepimiz ölümden hoşlanmıyoruz." dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "öyle değil! Lâkin mü'mi-ne Allah'ın rahmeti, rızası ve cenneti müjdelendiği vakit, Allah'a kavuşmayı diler. Allah da ona kavuşmayı diler. Kâfir ise, Allah'ın azabı ve hışmı ile müjdelendiği vakit, Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz. Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz." bkz. Müslim, Zikir, 14-18.
[345] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/103-104.
[346] Müslim, Cenne, 83.
[347] bkz. Müslim, Zikir, 19.
[348] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/104-105.
[349] Tirmizî, Kıyamet, 26; İbn Mâce, Zühd, 31.
[350] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/105.
[351] Buhâri, Cenâiz, 1; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 16.
[352] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/105-106.
[353] Müslim, Cenâiz, 1,2.
[354] Keşfu'I-hafâ, 1/183.
[355] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/106.
[356] Müslim, Cenâiz, 3.
[357] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/106.
[358] bkz. Müslim, Cenâiz, 6.
[359] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/106-107.
[360] Müslim, Cenâiz, 36-40.
[361] Müslim, Cenâiz, 42.
[362] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/107.
[363] Buhârî, Cihâd, 10; Müslim, İmâre, 103.
[364] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/107-108.
[365] Buhârî, Cenâiz, 19; Müslim, Hacc, 93-94.
[366] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 13.
[367] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/108.
[368] Beyhakî, 3/403.
[369] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/108.
[370] Müslim, Cenâiz, 50.
[371] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 34.
[372] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/108-109.
[373] Müslim, Cenâiz, 55.
[374] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/109.
[375] Nesâî, Cenâiz, 46; İbn Mâce, Cenâiz, 35.
[376] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/109-110.
[377] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/110.
[378] Müslim, Cenâiz, 86.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/110-111.
[379] Müslim, Cenâiz, 71.
[380] Müslim, Cenâiz, 59.
[381] Müslim, Cenâiz, 58.
[382] Müslim, Cenâiz, 60.
[383] Müslim, Cenâiz, 60.
[384] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/111-112.
[385] Buhârî, Cenâiz, 97.
[386] Olay şöyle olmuştur: Bir adam Hz. Abbas'ın cahiliye döneminde Ölen babasına sövmüş, Abbâs da adamı tokatlamıştı. Bunun üzerine o adamın kabilesi gelerek, "Onun bizim adamımızı tokatladığı gibi, mutlaka biz de onu tokatlayacağız," demişlerdi. İş bu aşamada tarafların silahlarını kuşanmasına varmıştı. Durum Rasûlullah'a (s.a.) ulaştı. Rasûlullah (s.a.), hemen minbere çıktı ve: "Ey insanlar! Yeryüzünde sizce
değerli aile kimdir?" dedi. İnsanlar, "Siz," dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), "Şüphesiz Abbâs bendendir ve ben de ondanım; Ölülerimize söverek dirilerimize eza vermeyin!" buyurdu. Sonra o kabile geldi ve: "Ya Rasûlallah! Senin gazabına uğramaktan Allah'a sığınırz, sen bizim için istiğfar et!" dediler ve olay böylece kapandı.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/112.
[387] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/113.
[388] EbûDâvûd, Cenâiz, 61; İbnMâce, Cenâiz, 39.
Lahit, kabrin kıble tarafının oyularak, ölünün oraya konulması, böylece üzerine atılacak toprağın doğrudan üzerine gelmemesi halidir. Şakk, ise kabrin dibini dere gibi oymaktır.
[389] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/113.
[390] bkz. Müslim, Cenâiz, 93, 96.
[391] bkz. Müslim, Cenâiz, 97.
[392] Buhârî, Cenâiz, 61; Müslim, Cenâiz, 19-23.
[393] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/113-114.
[394] Müslim, Cenâiz, 11.
[395] Müslim, Cenâiz, 12.
[396] Buhârî, Cenâiz, 36; Müslim, îmân, 165.
[397] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/114.
[398] Müslim, Cenâiz, 29.
[399] Müslim, Cenâiz, 29.
[400] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/114-115.
[401] tbn Mâce, Cenâiz, 50.
[402] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/115.
[403] Buhârî, Cenâiz, 6; Müslim, Birr, 150.
[404] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/115.
[405] İbn Mâce, Cenâiz, 52.
[406] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/116.
[407] İbn Mâce, Cenâiz, 59.
[408] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/116.
[409] bkz. Buhârî, Cenâiz, 31; Muvatta, Dahâyâ, 8.
[410] bkz. Müslim, Cenâiz, 102-104.
[411] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/116-117.
[412] Müddessir 72/43-45.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/119-120.
[413] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/120.
[414] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/120-121.
[415] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/121.
[416] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/121-122.
[417] Kenz: Sözlük anlamı itibariyle altın ve gümüşün bir kaba konulması ve saklanmasıdır. Uzun süre olup olmaması arasında fark yoktur. Allah Teâlâ, kenz âyetinde şöyle buyurmuştur: "Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele!" Tevbe 9/34.
Buna göre müslüman, malının zekâtını vermediği zaman para biriktirmeden dolayı sorumludur. Zekâtını vermesi halinde ise bir sorumluluğu yoktur ve o zaman elindeki birikmiş parası (altın ya da gümüşü) "kenz" diye isimlendirilmez.
[418] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/122-123.
[419] Buhârî, Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57.
[420] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/125.
[421] Müslim, Birr, 56.
[422] Tirmizî, Zekât, 28.
[423] Tirmizî, îmân, 8; İbn Mâce, Zühd, 22.
[424] Buhârî, Zekât, 8; Müslim, Zekât, 64.
[425] bkz. Müslim, Zekât, 24.
[426] bkz. Buhârî, Zekât, 3; Müslim, Zekât, 27.
[427] bkz. Müslim, Zekât, 24.
[428] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/125-127.
[429] Tirmizî, Birr, 40.
[430] Müslim, Birr, 56.
[431] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/127-128.
[432] Buharı, Cihâd, 89; Müslim, Zekât, 75.
[433] Ahmed, 1/4; Tirmizî, Birr, 41.
[434] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/128.
[435] Nesâî, Cihâd, 8; Ahmed, 2/256.
[436] Buhârî, Savm, 4; Nesâî, Zekât, 85.
[437] Âl-i İmrân 3/107.
[438] Bakara 2/161-162.
[439] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/128-129.
[440] Buhârî, Ezan, 36.
[441] Buhârî, Savm, 4, Cihâd, 37.
[442] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/129-130.
[443] Vesk: Altmış sâ'eder (130. 560 kg.). Bir sâ'dört müd eder (2. 176 kg.). Bir müd ise, 1 tam 1/3 rıtıl eder. Bîr müd, 544 gramdır.
[444] Bir ukiyye, kırk dirhemdir.
[445] bkz. Müslim, Zekât, 1-6.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/131.
[446] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/131-132.
[447] Müslim, Zekât, 8.
[448] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/132.
[449] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/132-133.
[450] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/133.
[451] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/133.
[452] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/133-134.
[453] bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 14(2/110).
[454] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/134.
[455] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/134.
[456] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/134-135.
[457] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/135.
[458] Fetih 48/29.
[459] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/137.
[460] Tevbe9/60.
[461] Tevbe9/60.
[462] Buhârî, Zekât, 49; Cihâd, 89; Müslim, Zekât, 11.
[463] Tevbe9/60.
[464] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/137-139.
[465] Müslim, Zekât, 168.
[466] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/139.
[467] Buhârî, Zekât, 18.
[468] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/140.
[469] Tirmizî, Zekât, 23.
[470] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/140-141.
[471] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/141.
[472] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/141.
[473] Müslim, Zekât, 99.
[474] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/141-142.
[475] Müslim, Zekât, 96.
[476] Devamı şöyle: "Kim, müstağni davranırsa Allah onu zengin kılar. Her kim sabırlı olmaya çalışırsa, Allah ona sabır ihsan eder. Hiçbir kimseye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir iyilik verilmemiştir." bkz. Buhârî, Zekât, 18; Müslim, Zekât, 124.
[477] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/142.
[478] Müslim, Zekât, 177.
[479] Ebû Dâvûd, Zekât, 6 (2/105).
[480] Nesâî, Zekât, 5, 10.
[481] Müslim, îmâre, 26.
[482] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/143-144.
[483] Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 3.
[484] Ebû Dâvûd, Itâk, 15; Nesâî, Vasâyâ, 1.
[485] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/144.
[486] bkz. Buhârî, Sulh, 11; Müslim, Zekât, 56.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/144-145.
[487] bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 41; Tirmizî, Kıyamet, 18.
[488] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/145.
[489] Müslim, Zekât, 39.
[490] Buhârî, Zekât, 18.
[491] Ebû Dâvûd, Zekât, 40.
[492] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/145-146.
[493] Müslim, Zekât, 79.
[494] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/146.
[495] Ebû Dâvûd, Zekât, 44 (2/131)
[496] Ebû Dâvûd, Büyü, 88; İbn Mâce, Ticârât, 65.
[497] Yani taze ekmek, hurma, sebze gibi şeyleri.
[498] Ebû Dâvûd, Zekât, 44.
[499] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/146-147.
[500] Buhârî, Hibe, 14, 30; Müslim, Hibât, 1.
[501] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/147.
[502] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/149.
[503] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/149-150.
[504] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/150.
[505] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/150.
[506] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/150-151.
[507] Yani, oruç haddizatında bir iyilik olmayıp, nefsi kontrol altına almak için panzehir mesabesinde olan bir araçtır. Bu itibarla onun hakkında, diğer iyilikler gibi, ne kadar çok olursa o kadar iyi olur, denilemez. Maksadı hasıl edecek miktar, en iyisidir. (Ç)
[508] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/151.
[509] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/152.
[510] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/152.
[511] Beyhakî, 3/61.
[512] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/152-153.
[513] Müslim, Sıyâm, 2.
[514] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/155-156.
[515] Buharı, Fadlu Leyleti'1-kadr, 1.
[516] Buhârî, Savm, 6; Müslim, Müsâfîrîn, 173.
[517] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/156.
[518] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 160
[519] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 160.
[520] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/156-157.
[521] Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 164.
[522] Hadisin baş tarafı mü'minlerin Allah'ı görmeleriyle ilgilidir, bkz. Buhâ-rî, Mevâkît, 16.(Ç)
[523] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/157-158.
[524] Buhâri, Savm, 2, 9; Müslim, Sıyâm, 163, 164.
[525] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/158.
[526] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 163.
[527] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/158.
[528] Müslim, Sıyâm, 3.
[529] Müslim, Sıyâm, 15.
[530] Müslim, Sıyâm, 31,32.
[531] Yani biri yirmi dokuz ise, öbürü mutlaka otuz olur.(Ç)
[532] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/159-160.
[533] Bunlar cahiliye döneminde putlara tapmayan, semavî din saliklerinden öğrendikleri şekilde Allah'a kulluk etmeye çalışan az sayıda kimselerdi. Hakîm b. Hizam, Varaka b. Nevfel bunlardandı.
[534] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/160.
[535] Müslim, Sıyâm, 21.
[536] Ramazan'dan olup olmadığı hakkında şüphe edilen günde.(Ç)
[537] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/160.
[538] Ebû Dâvûd, Savm, 12.
[539] Tİrmizî, Savm, 36; Nesâî, Sıyâm, 33.
[540] Mazinne: Bir şeyin genelde bulunduğu yer, illet, gerekçe. (Ç)
[541] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/160-161.
[542] Tirmizî, Savm, 7. Bu, mestûru'1-hal olan kişinin şahitliğine örnektir.
[543] Bu da âdil kimsenin şahitliğine örnektir.
[544] Yani aynen hadis rivayetinde olduğu gibi, âdil ya da mestûrul-hal olan bîr müslümanın şahitliği ile yetinilir.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/161.
[545] Müslim, Sıyâm, 45.
[546] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/162.
[547] Müslim, Sıyâm, 48
[548] Müslim, Sıyâm, 46.
[549] Tirmizî, Savın, 13.
[550] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/162.
[551] Hiç iftar etmeden peşi peşine bir kaç gün oruç tutma.(Ç)
[552] Müslim, Sıyâm, 57.
[553] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/162-163.
[554] Nesâî, Sıyâm, 68; Tirmizî, Savm, 33.
[555] Müslim, Sıyâm, 170.
[556] Peygamberimizin ilk müezzini.
[557] Buhârî, Ezan, 13.
[558] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/163.
[559] Tirmizî, Savm, 10; İbn Mâce, Sıyâm, 25.
[560] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/163.
[561] Tirmizî, Savm, 82; İbn Mâce, Sıyâm, 45.
[562] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/163-164.
[563] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/164.
[564] Müslim, Sıyâm, 147.
[565] Müslim, Sıyâm, 148.
[566] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/164.
[567] Buhârî, Savm, 67.
[568] Müslim, Sıyâm, 144.
[569] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/165.
[570] Buhârî, Nikâh, 84; Ebû Dâvûd, Savm, 73; İbn Mâce, Sıyâm, 53.
[571] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/165.
[572] Ahmed, 6/341.
[573] bkz. Muvatta, Sıyâm, 50(1/306).
[574] bkz. Ebû Dâvûd, Menâsik, H. No: 1782 (2/153
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/165.
[575] Müslim, Sıyâm, 171.
[576] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/166.
[577] bkz. Müslim, Sıyâm, 82-84.
[578] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/166.
[579] Buhârî, Savm, 2, 9; Müslim, Sıyâm, 163, 164.
[580] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/166.
[581] Buhârî, Savm, 36; Müslim, Sıyâm, 92, 100.
[582] Ebû Dâvûd, Savm, 45; Ahmed, , 3/476.
[583] bkz. Müslim, Sıyâm, 100.
[584] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/166-167.
[585] Buhârî, Savm, 42; Müslim, Sıyâm, 153
[586] Tirmizî, 718; îbnMâce, 1757.
[587] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/167-168.
[588] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 163.
[589] Buhârî, Savm, 8.
[590] Buhârî, Savm, 32; Ebû Dâvûd, Savm, 28.
[591] Bu konuda bkz. Müslim, Sıyâm, 62-74.
[592] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/169-170.
[593] Müslim, Sıyâm, 186.
[594] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/170.
[595] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/170-171.
[596] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/171.
[597] Müslim, Sıyâm, 204.
[598] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/171.
[599] Beyhakî, 4/294.
[600] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/171-172.
[601] Duhân44/4.
[602] Müslim, Sıyâm, 205.
[603] Müslim, Sıyâm, 213.
[604] Yani bu günün sabahında yağmura tutulmuşlar ve su, onun secde ettiği yere akmış, yüzünde su ve çamur izi görülmüştü.
[605] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/172-173.
[606] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/173.
[607] Bakara 2/125.
[608] Hacc 22/78.
[609] Dâvûd, Menâsik, 63 (2/189).
[610] Ebİki put adıdır. Cahiliye inançlarına göre bunlar, Ka'be'de zina etmiş ve taş kesilmiş bir erkek ve kadındır.
[611] Arapların tapındıkları, kurban takdim ettikleri bir putun adıdır. Necm sûresi âyet 20'de sözü geçer.
[612] Elleri kaldırarak saygı selâmında bulunmak.
[613] Manası: Senin hiçbir ortağın yoktur; ancak senin için olan ortak hariç.
[614] Onlar, diğer insanlarla aynı yerde vakfe yapmamak için büyüklendiklerinden Harem sınırı içerisinde dururlar, Arafat'a çıkmazlardı.
[615] Bakara 2/199.
[616] Bakara 2/200.
[617] Bakara 2/158.
[618] Bakara 2/189.
[619] Bakara 2/198.
[620] Bakara 2/197.
[621] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/175-177.
[622] Müslim, Hacc, 412.
[623] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/178.
[624] Buhârî, îmân, 18, Hacc, 4.
[625] Buhâri, Muhsar, 9; îbn Mâce, Menâsik, 3.
[626] Müslim, Hacc, 437.
[627] Tirmizî, Hacc, 2; İbn Mâce, Menâsik, 3.
[628] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/178-179.
[629] Tirmizî, Hacc, 95; Ebû Dâvûd, Menâsik, 79.
[630] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/179.
[631] Tirmizî, Hacc, 3.
[632] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/179-180.
[633] Tirmizî, Hacc, 14; İbn Mâce, Menâsik, 6, 16.
[634] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/180.
[635] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/180-181.
[636] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/181.
[637] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/181.
[638] Harem sınırları dışında.(Ç)
[639] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/181.
[640] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/181.
[641] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/182.
[642] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/182.
[643] bkz. Ebû Dâvûd, Dahâyâ (Sayd), 24.
[644] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/182.
[645] Müslim, Hacc, 1.
[646] Müslim, Hacc, 6.
[647] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/183.
[648] Müslim, Nikâh, 41.
[649] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/183.
[650] Müslim, Hacc, 77.
[651] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/183-184.
[652] Cüâsâ, Bahreyn'de bir kalenin adıdır. Her ne kadar bura ahalisi imanlarında samimi idilerse de, uzakta bulunuyorlardı. Tâif ve Yemâme ise yakındı; ancak o vakitler buraların ahalisi imanlarında samimi değillerdi.
[653] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/184-185.
[654] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/185.
[655] Akika: Doğan çocuk için şükür nişanesi olmak üzere kesilen kurbana denir.
[656] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/185-186.
[657] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/186.
[658] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/186-187.
[659] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/187.
[660] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/187-188.
[661] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/188.
[662] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/188.
[663] Remel: Ziyaret tavafının ilk üç devrinde erkeklerin adımlarını kısarak, omuzlarını sîlkerek çalımlı bir sürat göstermeleridir.(Ç)
[664] Iztıbâ': Tavafa başlamadan önce, omuza alınan örtünün bîr ucunu, sağ koltuk altından alarak sol omuz üzerine atma şeklidir.(Ç)
[665] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/188-189.
[666] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/189.
[667] Muslin», Hacc, 379.
[668] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/189-190.
[669] İzar alt tarafa, ridâ da üst tarafa dolanan iki kumaş parçası.(Ç)
[670] Manası: Buyur Allah'ım buyur! Buyur Allahım, Senin ortağın yoktur; şüphesiz övgü sana mahsustur, nimet ve mülk senindir, senin ortağın yoktur.
[671] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/191.
[672] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/191-192.
[673] Tirmizî, Hacc, 14; îbn Mâce, Menâsik, 15.
[674] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/192-193.
[675] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/193.
[676] bkz. Müslim, Hacc, 147.
[677] bkz. Müslim, Hacc, 136.
[678] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/193.
[679] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/194.
[680] Bakara 2/201.
[681] Bakara 2/125. Makam, Ka"be'yi inşa ederken iskele olarak kullandığı taşın bulunduğu yer.
[682] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/194.
[683] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/194.
[684] Bakara 2/201.
[685] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/195.
[686] Bakara 2/158.
[687] Müslim, Hacc, 147.
[688] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/195-196.
[689] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/196.
[690] bkz. Müslim, Hacc, 147
[691] Müslim, Hacc, 147.
[692] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/196.
[693] bkz. Müslim, Hacc, 141.
[694] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/196-197.
[695] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/197.
[696] Yani Zilhicce'nin sekizinci günü.(Ç)
[697] Bir tarafı Arafat, diğer tarafı da Müzdelife ile birleşen vadi.
[698] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/197-198.
[699] bkz. Müslim, Hacc, 147.
[700] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/198.
[701] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/198-199.
[702] Yani Kuzah tepesine.
[703] Vaktiyle Fil ordusunun hezimete uğratıldığı yerdir.(Ç)
[704] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/199.
[705] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/199.
[706] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/199-200.
[707] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/200.
[708] Müslim, Hacc, 149.
[709] Ebû Dâvûd, Menâsik, 64; tbn Mâce, Menâsik, 73.
[710] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/200-201.
[711] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/201.
[712] bkz. Müslim, Hacc, 340.
[713] bkz. Müslim, Hacc, 344, 345.
[714] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/201-202.
[715] Kenzu'l-ummâl, 12/34737.
[716] Kenzu'l-ummâl, 12/34723.
[717] Hadisler ve Hacer-i esved hakkında geniş bilgi için bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 6/533-540.(Ç)
[718] Hz. Ali'nin oğludur.
[719] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/203-204.
[720] Beyhakî, 5/110.
[721] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/204.
[722] Beyhakî, 5/118.
[723] Kenzu'l-ummâl, 5/12078.
[724] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/204-205.
[725] Müsle: Kulak, burun gibi organların kesilmesi demektir.(Ç)
[726] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/205.
[727] Bit ya da baş ağrısı gibi.
[728] Fidye, üç gün oruç tutmak veya altı yoksulu doyurmak ya da bir koyun kurban etmektir.
[729] Bakara 2/196.
[730] Üç sâ' alan bir ölçü birimi.
[731] Müslim, Hacc, 80-86.
[732] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/205-206.
[733] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/206.
[734] Buhârî, îmân, 39, Büyü', 2; Müslim, Müsâkât. 107.
[735] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/206.
[736] Ebû Dâvûd, Menâsik, 89.
[737] Mâide 5/95.
[738] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/207.
[739] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/207.
[740] Müslim, Hacc, 477.
[741] bkz. Müslim, Hacc, 454-457.
[742] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/207-208.
[743] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/209.
[744] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/209-210.
[745] Mutluluğu elde etmenin yollan bahsinde. [1/161KÇ)
[746] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/210.
[747] Müslim, Taharet, 1.
[748] Tirmizî, Edeb, 41.
[749] Buhârî, îmân, 37; Müslim, îmân, 57.
[750] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/210-211.
[751] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/211.
[752] Buhârî, îmân, 37; Müslim, îmân, 57.
[753] Müslim, Salât, 38, Ebû Dâvûd, Salât, 132.
[754] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/211-212.
[755] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/212.
[756] Manası: Benden başka ilâh yoktur ve ben en büyüğüm.
[757] Manası: Tek benden başka ilâh yoktur; benim ortağım yoktur.
[758] Tirmizî'nin Ebû Sa'îd ve Ebû Hureyre'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim, 'Lâ ilahe illallahu vallaku ekber' derse, Allah Teâlâ onu, 'Lâ ilahe illâ ene ve ene ekber' diyerek tasdik eder."
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/212-213
[759] Ölü yıkayıcısı.(Ç)
[760] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/213.
[761] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/213-214.
[762] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/214.
[763] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/214-215.
[764] Nûr 24/55.
[765] Ra'd 13/20.
[766] Ra'd 13/25.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/215-216.
[767] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/216.
[768] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/216.
[769] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/216-217.
[770] Yani hem dünyadan el etek çekmeden, sevgi ve merhameti elden bırakmadan, ancak dünyaya da tamamen kendini kaptırmadan bir denge noktasını bulma şekli, şeriatların takdim ettği ahlâk anlayışı olmaktadır.(Ç)
[771] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/217.
[772] Müslim, Eşribe, 105; Ebû Dâvûd, Afime, 19.
[773] Burnu ya da bir organı kesik manasınadır.(Ç)
[774] Hadis, kötü isimlerin insanın mizacına etki edeceğini ifade eder. Hz. Ömer, adının Mesrûk b. Ecda' olduğunu söyleyen birine, bunun ne biçim isim olduğunu, Rasûlullah'tan, Ecda'ın şeytan olduğunu duyduğunu söylemiştir, bkz. İbn Mâce, Edeb, 31.(Ç)
[775] Müslim, Salât, 119.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/217-218.
[776] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/218.
[777] Ebû Dâvûd, Vitr, 14; Tirmizî, Kur'ân, 10.
[778] Nihâye, 3/425, 5/242.
[779] "Efrede" ve "Ferrede" kelimelerinin, sözlükte ayırmak, uzaklaştırmak anlamı da vardır. Ancak, Nihâye'de de belirtildiği gibi hadisteki, manası, kendisini ona vermek, düşkün olmak anlamındadır. (Ç)
[780] Müslim, Zikir, 2.
[781] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/219-220.
[782] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/220.
[783] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/220.
[784] Müslim, Zikir, 22.
[785] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/221.
[786] bkz. Müslim, Tevbe, 17-21.
[787] Müslim, Zikir, 22.
[788] Buhârî, Tevhîd, 35; Müslim, Tevbe, 29.
[789] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/221.
[790] Buhârî, Rikâk, 38; Kenzul-ummâl, 1680.
[791] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/221-222.
[792] îbn Mâce, Edeb, 53; Tirmizî, De'avât, 6.
[793] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/222-223.
[794] EbÛ Dâvûd, Edeb, 25 (4/264).
[795] Ebû Dâvûd, Edeb, 25 (4/264).
[796] Kenzu'l-ummâl, 1/1840, 1895.
[797] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/223-224.
[798] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/224.
[799] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/224.
[800] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/224.
[801] Tirmizî, De'avât, 86.
[802] bkz. Müslim, Zikir, 31.
[803] bkz. İbn Mâce, Edeb, 56.
[804] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/224-225.
[805] Tirmizî, De'avât, 86.
[806] Nefy; Olumsuz kurulan cümlelerle Allah'a yakışmayacak sıfatların reddi demektir. Allah'ın şeriki yoktur, hiçbir şeye benzemez... cümleleri gibi. tsbât ise, olumlu cümlelerle Allah'ı yüceltecek sıfatların O'na nisbeti demektir. Allah, vardır, işitir, bilir... cümleleri gibi.(Ç)
[807] Müslim, Zikir, 28.
[808] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/225-226.
[809] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/226-227.
[810] Ebû Dâvûd, Salât, H. No: 1503 (2/81)
[811] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/227.
[812] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/228.
[813] Müslim, Zikir, 71 ; Nesâî, Sehv, 89.
[814] Müslim, Zikir, 78.
[815] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/228-230.
[816] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/230.
[817] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/230.
[818] Tirmizî, Tefsîr Sûre 2/16; İbn Mâce, Duâ, 1.
[819] Yani, şikayeti terkederek, bela ve musibetlere karşı sabretmek ve onun açılması için Allah'a dua etmektir.
[820] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/230-231.
[821] Ahmed, 3/160.
[822] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/231.
[823] Müslim, Zikir, 9.
[824] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/231-232.
[825] Ahmed, 5/277.
[826] Tirmizî, De'avât, 101.
[827] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/232.
[828] Kenzu'l-ummâl, 2/3220.
[829] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/232.
[830] Tirmizî, De'avât, 101.
[831] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/232-233.
[832] Ahmed, 3/153.
[833] Müslim, Zikir, 92.
[834] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/233-234.
[835] Müslim, îmân, 338.
[836] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/234.
[837] Müslim, Birr, 90.
[838] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/234-235.
[839] En'âm6/61
[840] bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 90.
[841] Ebû Dâvûd, Edeb, 103; Tirmizî, Duâ, 34; İbn Mâce, Duâ, 8.
[842] Kaynağını bulamadık.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/235-236.
[843] Buhârî, Tevhîd, 35; Müslim, Tevbe, 29.
[844] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/236.
[845] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/236-237.
[846] Müslim, Zikir, 41.
[847] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/237.
[848] Buhârî, Tevhîd, 12.
[849] Yani bu isimleri ve onların taşıdığı anlamları bilen, Allah Teâlâ'yı gereği gibi tanımış olur.
[850] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/237-238.
[851] Manası: Sen Allah'sın, Senden başka tanrı yoktur, sen her şeyin kendisine muhtaç olduğu, fakat kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığı, doğurmayan, doğurulmâyan, kendisine hiçbir şey denk olmayan Sa-med'sin.
[852] Manası: Hamd ancak sana mahsustur, senden başka tanrı yoktur, sen Hannân'sın (kullarına karşı son derece merhametlisin), Mennân'sın (kullarına karşı sonsuz in'amda bulunursun), göklerin ve yerin yaratı-cısısın, ey celâl ve ikram sahibi, ey Hayy ve Kayyûm olan Allah!
[853] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/238.
[854] Müslim, Salât, 70.
[855] Tirmizî, Vitr, 61.
[856] Ebû DâvÛd, Menâsik, 96.
[857] Ebû Dâvûd, Menâsik, 96.
[858] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/239-240.
[859] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/240-241.
[860] Uyku anında söyleyeceği "Allahümme eslemtu..." diye başlayan bir duayı.(Ç)
[861] bkz. Buhârî, De'avât, 9; Müslim, Zikir, 57.
[862] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/241.
[863] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/241.
[864] Rûm 30/17-19.
[865] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/242-243.
[866] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/243-244.
[867] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/244.
[868] Zuhruf 43/13.
[869] Rüzgarın hayrı, yağmur bulutlarını sürüklemesi, çiçekleri aşılayıcı görev yapması, yelkenli araçları yürütmesi, değirmenleri döndürmesi gibi şeylerdir. Şerri de rüzgarın yağmursuz, kavurucu sıcak, dondurucu soğuk ve yıkıcı olması gibi şeylerdir.
[870] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/245-248.
[871] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/249.
[872] bkz. Ahzâb 33/35.
[873] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/249.
[874] Keşfu'1-hafâ, 1/370.
[875] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/251.
[876] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/251.
[877] bkz. Keşfu'1-hafâ, 1/371.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/251.
[878] Buhâri, îmân, 37; Müslim, îmân, 57.
[879] Yani Allah'ın emirlerini gözet, onlarla amel et. Eğer bunu yaparsan, Allah'ı yardımcın bulursun,
[880] Ahmed, 1/293.
[881] Hadîd57/4.
[882] Yûnus 10/61.
[883] Mücâdele 58/7
[884] Kâf 50/16.
[885] En'âm 6/59.
[886] Fussilet 41/54
[887] En'âm 6/61.
[888] Mâide 5/120.
[889] Tirmizî, Kayâmet, 59; Ahmed, 1/293, 303.
[890] bkz. Müslim, Tevbe, 17-21.
[891] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/252-253.
[892] Âl-iİmrân 3/191.
[893] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/253.
[894] İbrahim 14/5.
[895] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/253-254.
[896] Tirmizî, Kıyamet, 26; İbn Mâce, Zühd, 31.
[897] Yani sünnet.
[898] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/254.
[899] Hadis şöyle: "Hanginiz her gün hiç bir günaha girmeden ve akrabalık bağlarını kesmeden Buhtân'a yahut Akîk'a gidip, oradan iki tane iri hörgüçlü dişi deve getirmek istemez?" Bu soruya hepsinin evet demesi üzerine şöyle buyurmuştur:
"O halde her birinizin mescide giderek Allah Azze ve Celle'nin kitabından iki âyet öğrenmesi veya okuması onun için iki dişi deveden daha hayırlıdır. Üç âyet onun için üç deveden, dört âyet dört deveden... daha hayırlıdır."hkz. Müslim, Salâtul-müsâfirîn, 251.
[900] Hadis şöyle: "Sizden biriniz eve döndüğünde, orada üç tane iri, semiz, gebe deve bulunmasını istemez mi? (...) O halde, birinizin namazında okuyacağı üç âyet kendisi için iri, semiz ve gebeliği belli olmuş deveden daha hayırlıdır." bkz. Müslim, Salâtu'l-müsâfirîn, 250.
[901] Müslim, Müsâfırîn, 243.
[902] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/254-255.
[903] 63 âyettir.(Ç)
[904] Yasin 36/22 vd.
[905] bkz. İbn Kesîr, 4/395.
[906] Müslim, Müsâfirîn, 228.
[907] Müslim, Müsâfirîn, 231.
[908] Müslim, Birr, 55.
[909] bkz. Müslim, Tevbe, 46
[910] Buhârî, De'avât, 3; Müslim, Tevbe, 7.
[911] Bubâri, Tevhîd, 35; Müslim, Tevbe, 29.
[912] bkz. Müslim, Tevbe, 17-21.
[913] Buhâri, îmân, 31.
[914] bkz. Müslim, Zübd, 15.
[915] bkz. Müslim, Zühd, 2.
[916] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/255-257.
[917] Hacc 22/37.
[918] Buhârî, îmân, 41; Müslim, İmâre, 155.
[919] bkz. Müslim, İmâre, 152.
[920] Müslim, Zühd, 46.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/257-258.
[921] Müslim, Birr, 166.
[922] bkz. İbn Mâce, Zühd, 25.
[923] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/258-259.
[924] Buhârî, Edeb, 39; Müslim, Pedâil, 68.
[925] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/259-260.
[926] Ahmed, 5/231.
[927] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/260.
[928] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/260-261.
[929] Tirmizî, Zühd, 29; İbn Mâce, Zühd, 1.
[930] Tirmizî, Zühd, 30; Ahmed, 1/62.
[931] İbn Mâce, Afime, 50.
[932] Müslim, Eşribe, 178.
[933] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/261-262.
[934] Müslim, Zekât, 120.
[935] Müslim, Zekât, 96.
[936] Buhârî, Zekât, 51; Müslim, Zekât, 110.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/262.
[937] Müslim, Birr, 56.
[938] Malını infaktan çekinmeyen zengine ve gerçek ilim adamına. (Ç)
[939] Müslim, Müsâfırîn, 268.
[940] Müslim, Zekât, 122.
[941] Müslim, Lukata, 18.
[942] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/262-263.
[943] Buhârî, Rikâk, 3; İbn Mâce, Zühd, 3.
[944] Müslim, Zikir, 13.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/263-264.
[945] Müslim, îmân, 147.
[946] Müslim, Cennet, 46.
[947] Müslim, Libâs, 49-50.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/264.
[948] Yerine göre öfkelenmemek fazilet değil zillet o\\ır."Kendi aralarında merhametli, kâfirlere karşı son derecede şiddetli olurlar."(48/29) âyeti bunu açıkça ortaya koyar. (Ç)
[949] Müslim, Birr, 75.
[950] Buhârî, Edeb, 76.
[951] Tirmizî, Kıyamet, 45; Ahmed, 1/415.
[952] Müslim, Birr, 108.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/264-265.
[953] Meselâ şehvet dürtüsüne karşı tahammül göstermesine, "iffet" denilmesi gibi.(Ç)
[954] Zümer 39/10.
[955] Müslim, Zekât, 124.
[956] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/265-266.
[957] Müslim, Birr, 56.
[958] bkz. Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84.
[959] Buhârî, îmân, 4; Müslim, îmân, 64.
[960] Müslim, îmâre, 27.
[961] Müslim, Müsâkât, 137.
[962] Müslim, Birr, 65.
[963] Müslim, Birr, 66.
[964] Müslim, Fedâil, 66.
[965] Müslim, Birr, 58.
[966] bkz. Buhârî, Sulh, 11; Müslim, Zekât, 56.
[967] Selman, Suheyb ve Bilâl'ın bulunduğu bir cemaatin üzerine Ebû Süfyan girmiş, bunlar onu görünce "Allah'ın kılıçları, Allah düşmanının boynundaki yerini almadı," demişler. Bunu duyan Hz. Ebû Bekir, "Siz Kureyş'in şeyhi ve reisi için bunu mu söylüyorsunuz?" demiş ve hemen Rasûlullah'a (s.a.) gelerek durumu haber vermiş. O da, yukarıdaki sözü söylemiş ve Hz. Ebû Bekir hemen onların yanına gelerek kendisine kızgın olup olmadıklarını sormuş, onlar da, "Hayır, Allah seni affetsin kar-d esriğimiz," demişler. (Ç)
[968] Müslim, Fedâili's-sahâbe, 170.
[969] Buhârî, Edeb, 24; Müslim, Zühd, 42.
[970] Müslim, Zühd, 41.
[971] Müslim, Birr, 147.
[972] Müslim, Rıdâ', 60.
[973] Ebû Dâvûd, Nikâh, 41; Ahmed, 4/447.
[974] Müslim, Nikâh, 122.
[975] Buhârî, Nikâh, 84; Ebû Dâvûd, Savm, 73; İbn Mâce, Sıyâm, 53.
[976] İbn Mâce, Nikâh, 4.
[977] Müslim, Zekât, 39.
[978] Müslim, Zekât, 48.
[979] Müslim, Birr, 140.
[980] Müslim, Birr, 142.
[981] Müslim, îmân, 75.
[982] Buhârî, Edeb, 29; Müslim, îmân, 73.
[983] Buhârî, Edeb, 13; Müslim, Birr, 12.
[984] Buhârî, Edeb, 12; Müslim, Birr, 20.
[985] Buhârî, Edeb, 6.
[986] Buhârî, Edeb, 4.
[987] İbn Mâce, Edeb, 2; Ahmed, 3/498.
[988] Ebû Dâvûd, Edeb, 20.
[989] Tirmizî, Birr, 15; Ebû Dâvûd, 58.
[990] Keşfu'1-hafâ, 1/241.
[991] Tirmizî, Birr, 64; İbn Mâce, Cenaze, 2.
[992] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/266-270.
[993] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/271.
[994] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/271.
[995] Ra'd 13/4.
[996] Mülk 67/10.
[997] Mevzu olduğu söylenmektedir, bkz. Keşfu'1-hafâ, 1/309; İthaf, 1/455. (Ç)
[998] Kenzu'I-ummâl, 3/7033.
[999] Keşfu'1-hafâ, 17178.
[1000] Enfâl8/24.
[1001] Kâf 50/37.
[1002] Buhârî, îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107.
[1003] İbn Mâce, Mukaddime, 10; Ahmed, 4/408.
[1004] Buhârî, Kader, 9; Müslim, Kader, 20.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/271-272.
[1005] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/272-273.
[1006] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/273-274.
[1007] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/274.
[1008] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/274.
[1009] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/274.
[1010] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/274.
[1011] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/274-275.
[1012] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/275-276.
[1013] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/276-277.
[1014] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/277.
[1015] İsrâ 17/70.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/277-278.
[1016] Buhârî, Ta'bîr, 2, 4, Müslim, Rü'yâ, 6.
[1017] Yani insan fertleri farklılık arzedince.
[1018] Enfâl 8/42.
[1019] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/278.
[1020] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/278-279.
[1021] Keşfu'l-hafa, 2/190.
[1022] İbn Ebî Şeybe, el-îmân, 115.
[1023] Sarhoşluk, mest olma, kendinden geçme hali. (Ç)
[1024] Sâliki tesiri ve hâkimiyeti altına alan, sebebi, edebe riayeti düşünme imkânını elinden alan bir haldİr.(Ç)
[1025] Gaipten ses gelmesi.(Ç)
[1026] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/279-280.
[1027] Metni şöyle: "el-Yakînu el-îmânu kulluk" "Yakîn, imanın tamamıdır." şeklinde de çevirilebilir. bkz. Buhârî, îmân, 1.
[1028] Tirmizî, De'avât, 82(3731).
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/280.
[1029] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/280-281.
[1030] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/283.
[1031] bkz. Dârimî, Mukaddime, 2.
[1032] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/283-284.
[1033] Buhârî, Tıbb, 17; Müslim, îmân, 372.
[1034] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/284.
[1035] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/284-285.
[1036] Ebû Dâvûd, Edeb, 81; Tirmizî, De'avât, 115; Ahmed, 2/297.
[1037] Müslim, Zikir, 2.
[1038] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/285.
[1039] Nihâye, 3/425, 5/242.
[1040] Efrede" ve "Ferrede" kelimelerinin, sözlükte ayırmak, uzaklaştırmak anlamı da vardır. Ancak, Nihâye'de de belirtildiği gibi, hadisteki manası, kendisini ona vermek, düşkün olmak anlamındadır. (Ç)
[1041] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/285-286.
[1042] A'râf7/56.
[1043] Beyyine98/5.
[1044] Buhârî, îmân, 41; Müslim, İmâre, 155.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/286.
[1045] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/286-287.
[1046] Hadîd 57/19.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/287.
[1047] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/287-288.
[1048] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/288.
[1049] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/288.
[1050] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/289.
[1051] Tirmizî, Menâkıb, 16; İbn Mâce, Mukaddime, 11.
[1052] Zümer 39/33.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/289.
[1053] Buhârî, Pedâilu's-sahâbe, 6; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 23.
[1054] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/289.
[1055] Buhârî, îmân, 37; Müslim,. îmân, 57.
[1056] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/290.
[1057] Buhârî, îmân, 37; Müslim,. îmân, 57.
[1058] Yani bazen geçim telaşıyla uğraşırsınız, bazen zikirle, bu nifak değildir. Bunu üç defa tekrarlaması ise, konunun Hanzale'nin zihninde iyice yer etmesi ve onun tereddüdünün izalesi içindir.
[1059] Müslim, Tevbe, 12.
[1060] Hadis şöyle:
Rüyada iki meleğin beni alıp cehenneme götürdüklerini gördüm. Bir de baktım, cehennem, kuyu çevresi gibi çevrilmiş, hem kuyu direği gibi iki direk var. İçinde de bir takım insanlar var ki, onları tanıdım. Hemen, 'Cehennemden Allah'a sığınırım, cehennemden Allah'a sığınırım, cehennemden Allah'a sığınırım!' demeye başladım. Derken, o iki meleği bir melek karşıladı ve bana: 'Korkma!' dedi." Ben bu rüyayı, (kızkarde-şim) Hafsa'ya (r.a.) anlattım. Hafsa da onu Rasûlullah'a (s.a.) anlattı. Rasûlullah (s.a.}: "Kardeşin Abdullah ne iyi adam! Bir de geceleyin namaz kılsa!" buyurdu. İbn Ömer, bundan böyle az uyurdu, bkz. Müslim, Fedâili's-sahâbe, 140.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/290-292.
[1061] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/292.
[1062] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/292-293.
[1063] Buhârî, Vudû, 24; Müslim, Taharet, 3.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/293.
[1064] Tirmizî, Kıyamet, 25; İbn Mâce, Zühd, 31.
[1065] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/293-294.
[1066] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/294.
[1067] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/295.
[1068] İbn Mâce, Mukaddime, 23; Zühd, 2.
[1069] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/295-296.
[1070] Müslim, îmân, 67.
[1071] Tirmizî, De'avât, 72, 73.
[1072] Müslim, îmân, 69.
[1073] Müslim, Zikir, 14-18.
[1074] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/296-297.
[1075] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/297.
[1076] Buharı, Tevhîd, 33.
[1077] Buharı, Rikâk, 38; Kenzu'l-ummâl, 1680.
[1078] Buharı, Rikâk, 38; Kenzu'l-ummâl, 1680.
[1079] Buhârî, Rikâk, 38; Kenzu'l-ummâl, 1680.
[1080] Enfâl8/17.
[1081] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/298-299.
[1082] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/299-300.
[1083] Saff 61/14.
[1084] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/300.
[1085] bkz. Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed, 1/88,148, 149.
[1086] Bakara 2/143.
[1087] Buhârî, Fedâiii's-sahâbe, 5; Ebû Dâvûd, Sünnet, 8.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/300-301.
[1088] Ebû'd-Derdâ: Uveymir b. Mâlik b. Kays b. Ümeyye el-Ensârî el-Hazrecî. Hikmet sahibi, süvari ve kadı sahâbîlerden biridir. Muâviye onu, Hz. Ömer'in emriyle Şam kadılığına tayin etmiştir. Şam'ın ilk kadısıdır ve H. 32 yılında vefat etmiştir.
[1089] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/301.
[1090] Nûr24/2.
[1091] Ahmed, 4/325, 330.
[1092] bkz. Buhârî, et-Târîhul-kebîr, 7/174.
[1093] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/301-303.
[1094] Kalem 54/45.
[1095] Tevbe 9/80 âyetinde, "Onlara istiğfar etsen de etmesen de birdir. Onlara yetmiş defa istiğfar etsen de Allak onları affetmeyecektir" buyurulur. Rasûlullah (s.a.), seçimini ona namaz kılma doğrultusunda yapmış ve yetmişten fazla istiğfar ederse affedilebileceğini düşünmüştür.{Ç)
[1096] Tevbe 9/84.
[1097] Olay ve rivayetler için bkz. İbn Kesîr, 2/378.
[1098] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/303-304.
[1099] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/304-305.
[1100] Buhârî, Ezan, 36.
[1101] Tirmizî, Zühd, 8; Ahmed, 2/505.
[1102] Kureyşli sahâbîlerdendir. Fetih senesinde Medine'de müslüman olmuştur. Rasûlullah'tan (s.a.) pek çok hadis rivayet etmiştir. H. 69 yılında vefat etmiştir.
[1103] Tûr 52/35.
[1104] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/305.
[1105] Nâzi'ât 79/40-41
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/307.
[1106] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/307.
[1107] Mutaffifin 83/14.
[1108] İbn Mâce, Zühd, 29.
[1109] Tayyibî, bunun melekin mü'minin kalbine dürtmesi olduğunu söylemiştir. Üzüntü, şeytanın kalbi dürtüklemesindendir.
[1110] Yûsuf 12/24.
[1111] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/308-309.
[1112] Buhârî, îmân, 16, Edeb, 77; Müslim, îmân, 57-59.
[1113] Tirmizî, Kıyamet, 24; Ahmed, 1/387.
[1114] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/309-310.
[1115] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/310.
[1116] Buhârî, îmân, 39 ; Müslim, Müsâkât, 107.
[1117] Buhârî, Büyü', 3; Nesâî, Kudât, 11.
[1118] İbn Mâce, Zühd, 24; Tirmizî, Kıyamet, 19.
[1119] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/310-311.
[1120] Tirmizî, Zühd, 11; İbn Mâce, Fiten, 12.
[1121] Tirmizî, Zühd, 29; İbn Mâce, Zühd, 1.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/311.
[1122] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/311-312.
[1123] Yûsuf 12/53.
[1124] Buhârî, Cihâd, 89; Müslim, Zekât, 75.
[1125] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/312-313.
[1126] A'râf 7/201.
[1127] Bakara 2/155-157.
[1128] Teğâbun 64/11.
[1129] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/313-314.
[1130] Ebû Amr Abdurrahman b. Amr: Ba'lebekk'te H. 88 yılında doğmuştur. Müctehid imamlardandır, zühd ve takvasıyla da meşhurdur. Zühri, Atâ b. Ebî Rebâh, Ibn Ebî Kesîr gibi râvîlerden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Sevrî, İbnu'l-Mübârek ve daha pek çok kimse hadis rivayetinde bulunmuştur. Beyrut'ta H. 157 yılında vefat etmiştir.
[1131] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/314.
[1132] Müslim, Sıyâm, 57.
[1133] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/314.
[1134] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/315.
[1135] Kalbin vahşî hayvanlara has saldırgan özellikleri.(Ç)
[1136] Bakara 2/2-5.
[1137] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/315-316.
[1138] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/317.
[1139] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/317-318.
[1140] Buharı, Hars, 15.
[1141] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/318.
[1142] Beyhakî, 6/143.
[1143] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/318-319.
[1144] Buhârî, Cihâd, 146.
[1145] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/319.
[1146] bkz. Ebû Dâvûd, Akdiye, 31; İbn Mâce, Rühûn, 20.
[1147] Zübeyr b. Avvâm b. Huveylid el-Esedî: Büyük sahâbîlerdendir. Cennetle müjdelenen on kişiden ve şûra üyelerinden biridir. Rasûlullah'ın (s.a.) halasının oğludur. Kahraman, savaşçı biriydi; Rasûlullah'la birlikte bütün savaşlara ve Mekke fethine katılmıştır.
[1148] Hadis şöyle: Ensâr'dan bir adam (Humeyd), Rasûiullah'ın <s.a.) huzurunda hurma suladıkları Harre su yolları hakkında Zübeyr'den davacı olmuştu. Ensârdan olan zat: "Suyu sal da geçsin!" demiş, Zübeyr ise onun bu teklifine razı olmamıştı. Derken Rasûiullah'ın (s.a.) huzurunda davaya çıktılar. Rasûlullah (s.a.), Zübeyir'e, 'Ya Zübeyr! Sen sula, sonra suyu komşuna sal!" buyurdu. Ensarlı buna kızmış ve: "Ya Rasûlallah! Bu adam halanın oğludur diye mi böyle yapıyorsun?" demişti. Bunun üzerine Rasûiullah'ın (s.a.) yüzünün rengi değişmiş ve: "Ya Zübeyr! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!" buyurmuştur. Zübeyir, yeminle Nisa 4/75 âyetinin bu hususta indiğini söylemiştir, bkz. Buhârî, Şirb, 6; Müslim, Fedâil, 129.
[1149] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/319-320.
[1150] bkz. Mâverdî, el-Ahkâmu's-sultâniyye, 247.
[1151] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/320.
[1152] Buhârî, Lukata, 3-4; Müslim, Lukata, 1.
[1153] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/321.
[1154] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/321-322.
[1155] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/322.
[1156] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/322.
[1157] Üzerinde etiketi bulunan bir malı alıp, hiç konuşmadan parasını koymak gibi. (Ç)
[1158] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/322.
[1159] Buhârî, Büyü', 45; Müslim, Büyü', 44.
[1160] Ebû Dâvûd, Büyü', 51.
[1161] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/322-323.
[1162] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/324.
[1163] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/324-325.
[1164] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/327.
[1165] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/327-328.
[1166] Muamelelerin caiz olması için, medenî hayata şöyle ya da böyle müsbet bir katkısı olmalı, taraflar arasında husûmete meydan vermemelidir. Ribâ ise, bu özellikte değildir. Akitler içerisine sokulduğu zaman nizalara sebebiyet vermekte ve aslî meşruiyet amacını tersine çevirmektedir.
[1167] Ribâyı terketmemenin, Allah'a ve Peygamberine savaş açma olduğu, ribâ yiyenlerin kıyamet gününe şeytan çarpmış halde gelecekleri belirtildi. Bakara 2/275-276. (Ç)
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/328.
[1168] Müslim, Müsâkât, 81.
[1169] Kaynağını bulamadık.
[1170] Müslim, Müsâkât, 102.
[1171] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/329.
[1172] Zuhruf 43/32.
[1173] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/329-330.
[1174] Bir cinsin alt türlerinin birbirine nisbetine "kasım" denir.(Ç)
[1175] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/330.
[1176] bkz. Müslim, Büyü", 29-35.
[1177] bkz. İbnMâce, Ticârât, 51.
[1178] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/331.
[1179] Müslim, Müsâkât, 96.
[1180] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/331-332.
[1181] bkz. Müslim, Büyü', 59-74.
[1182] bkz. Müslim, Büyü', 59-74.
[1183] bkz. Müslim, Büyü', 59-74.
[1184] Kişinin evinde fazla kuru hurması olur, fakat taze yiyecek hurmaya ihtiyaç duyar. Parası da olmadığından elindeki kuru hurma karşılığında tahmini olarak böyle bir muameleye başvurur. Ebû Hanîfe'ye göre ariy-ye şöyle oîur: Bir adam, başka birine bir hurmanın meyvesini ariyeten bağışlar. Sonra adamın onları yemek ve devşirmek için gelip gitmesinden rahatsız olur, hibesinden de dönmek istemez. Ona hibe etmiş olduğu taze hurmaları, tahminî olarak kuru hurma karşılığında satın alır. Bu beş veskın altında ise caizdir.
[1185] Müslim, Büyü', 42.
[1186] Bu satış şekilleri, tanımları ve gerekli açıklamalar için bkz. Davudoğ-lu, Müslim Şerhi, 7/588-593.
[1187] Ebû Dâvûd, Büyü', 18.
[1188] bkz. Müslim, Büyü', 90.
[1189] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/332-333.
[1190] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/333-334.
[1191] İbn Mâce, Ticârât, 11.
[1192] Ahmed, 1/233.
[1193] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/334.
[1194] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 38.
[1195] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/334-335
[1196] bkz. Tirmizî, Büyü', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6.
[1197] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/335.
[1198] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3422.
[1199] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3429.
[1200] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/335.
[1201] Veresiyenin veresiyeye satışı.(Ç)
[1202] Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3405.
[1203] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/335-336.
[1204] Örtülü riba satışları (büyû'u'1-âcâl ya da 'iyne) bunlara en iyi bir Örnektir, bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3426.<Ç)
[1205] Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3504.
[1206] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/336-337.
[1207] Meselâ miras yoluyla ya da bir başka yolla elde edeceğini umduğu bir malı, henüz eline geçirmeden satmak gibi.(Ç)
[1208] Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3503.
[1209] Ebû Dâvûd, Büyü', 3376.
[1210] Bilinmezlik vücudda, yani satılan şeyin var olup olmamasında olursa akit bâtıl; evsafında olursa, yani varlığı biliniyor ama nitelikleri bilinmiyorsa akit fasit olur. (Ç)
[1211] Müslim, Büy', 29.
[1212] Bu konuda bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 7/620 vd.
[1213] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/337-338.
[1214] Zeyd b. Sabit: Ensârdan olan bu sahâbî, Rasûlullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde on bir yaşında bulunuyordu. İlk katıldığı savaş Hendek'tir. Rasûlullah (s.a.), Tebük gününde sancağı ona vermiştir. Zeyd, Rasûlul-lah'ın (s.a.) vahiy katipliğini yapardı. Rasûlullah'a (s.a.) Süryanice mektuplar gelirdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) ona Süryanice'yi öğrenmesini emretti ve o da kısa zamanda bunu öğrendi. Ferâizi en iyi bilendi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) zamanlarında gerçekleşen Kur'ân'ın cem ve istinsahı görevlerinde komisyon başkanlığı yapmıştır. H. 45 yılında vefat etmiştir.
[1215] Ebû Dâvûd, Büyü', 3372.
[1216] Ebû Dâvûd, Büyü', 3368.
[1217] Ebû Dâvûd, Büyü', 347 .
[1218] Ebû Dâvûd, Büyü', 3375.
[1219] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/338-339.
[1220] bkz. Müslim, Büyü', 8-22
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/339.
[1221] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/339-340.
[1222] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/340.
[1223] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/340.
[1224] Müslim, Müsâkât, 129.
[1225] îbn Mâce, Tkârât, 6.
[1226] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/340-341.
[1227] Buhârî, Büyü', 64; Müslim, Büyü', 23-28.
[1228] Ebû Dâvûd, Büyü', 71.
[1229] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 3452.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/341-342.
[1230] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 3473, 3478.
[1231] Fethul-Bârî, 5/43.
[1232] Ebû Dâvûd, Büyü', 3477.
[1233] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/342-343.
[1234] Buhârî, Büyû',16; İbn Mâce, Ticârât, 28.
[1235] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/345.
[1236] Buhârî, Büyü', 26; Müslim, Müsâkât, 131.
[1237] Ebû Dâvûd, Büyü', 1; İbn Mâce, Ticârât, 3
[1238] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/345-346.
[1239] bkz. İbn Mâce, Ticârât, 51.
[1240] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/346.
[1241] Buhârî, Büyü', 90; Müslim, Büyü', 78.
[1242] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/346.
[1243] Buhârî, Mükâteb, 3; Şurût, 17.
[1244] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/347.
[1245] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/347.
[1246] Yani bir şeyin getirişi, o şey helak olduğu zaman kimin hesabından gidecekse, ona aittir. Hadis için bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 71.(Ç)
[1247] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/347.
[1248] bkz. îbn Mâce, Ticârât, 19.
[1249] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/347-348.
[1250] Buhârî, Şufa, 1; Ebû Dâvûd, Büyü', 73 (3513).
[1251] Ebû Dâvud, BüyÛ', 3516.
[1252] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/348.
[1253] İkâle: Akit tamam olduktan sonra, tarafların karşılıklı rıza ile akitten caymalandır.(Ç)
[1254] Ebû Dâvûd, Büyü', 52; Ahmed, 2/252.
[1255] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/348-349.
[1256] bkz. Buhârî, Şurût, 4; Müslim, Müsâkât, 109; Ebû Dâvûd, Büyü', 3505.
[1257] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/349.
[1258] îbn Mâce, Ticârât, 46; Tirmizî, Büyü', 52.
[1259] tbn Mâce, Ticârât, 46.
[1260] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/349.
[1261] Cum'a62/9.
[1262] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/349.
[1263] Ebû Dâvûd, Büyü', 3451.
[1264] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/350.
[1265] Bakara 2/282.
[1266] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/350.
[1267] Müslim, Müsâkât, 127.
[1268] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/350-351.
[1269] İbn Mâce, Rühûn, 3.
[1270] Cabiliye döneminde borç zamanında verilmezse, alıcı rehine el koyar ve ona sahip olurdu. İslâm bunu iptal etti.(Ç)
[1271] Buhârî, Rehn, 4; Ebû Dâvûd, Büyü', 76 (3526); İbn Mâce, Rühûn, 2.
[1272] Borcuna karşılık olan kısımdan fazlası üzerinde bir hakkı olmaz.(Ç)
[1273] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/351.
[1274] Tirmizî, Büyü', 9.
[1275] Mutaffifîn 83/1-3.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/351-352.
[1276] Ebû Dâvüd, Büyü', 74; Tirmizî, Büyü', 36.
[1277] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/352.
[1278] Müslim, Müsâkât, 32.
[1279] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/352.
[1280] Buhârî, Havâlât, 1, 2; Müslim, Müsâkât, 33.
[1281] Buhârî, İstikraz, 13; Ebû Dâvûd, Akdiye, 29.
[1282] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/352-353.
[1283] Ebû Dâvûd, Akdiye, 12; Tirmizî, Ahkâm, 23; İbn Mâce, Ahkâm, 17.
[1284] Ka'b. b. Mâlik, alacağını ondan istedi ve mescidde sesleri yükseldi. Ra-sûlullah (s.a.) seslerini işitti ve Ka'b'a: "Alacağının yarısından vazgeç!" buyurdu. O da öyle yaptı. bkz. Müslim, Müsâkât, 20.
[1285] Sulh, Rasûlullah'ın (s.a.) da beyan buyurduğu gibi hayırlı bir iştir. Çünkü sulh, her iki tarafın karşılıklı rızasıyla gerçekleşir. Dolayısıyla sulh olmak ve anlaşmazlığı bu yolla çözümlemek, hâkimin hükmüyle çözmekten daha östündür. Çünkü hâkimin hükmünde bir taraf razı, diğer taraf ise öfkeli otur.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/353.
[1286] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/355.
[1287] Tevbe9/60
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/355.
[1288] Zâhid olmadığı halde, zâhidler gibi giyinen ve olmadığı şekilde gören-meye kaikışan ve bu uğurda külfete giren kimse demektir. Tek bir gömlek giydiği halde, iki gömlek giyiyor sanılsın diye yenini iki gömlek görüntüsü verecek şekilde katlayandır da demişlerdir.
[1289] Tirmizî, Birr, 87
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/355.
[1290] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/356.
[1291] Tirmizî, Birr, 87
[1292] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/356.
[1293] Tirmizî, Velâ, 6.
[1294] Buhârî, Hibe, 1; Müslim, Zekât, 91.
[1295] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/356-357.
[1296] bkz. Ebû Dâvûd, Tereccül, 6.
[1297] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/357.
[1298] bkz. Buhârî, Hibe, 14, 30; Müslim, Hibât, 1; Ebû Dâvûd, Büyü', 3538-3540.
[1299] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 3539.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/357-358.
[1300] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 3542.
[1301] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/358.
[1302] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/358.
[1303] bkz. Buhârî, Vasâyâ, Müslim, Vasiyyet, 5; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 3.
[1304] Enfal 8/75.
[1305] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/358-359.
[1306] Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 2870.
[1307] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/359-360.
[1308] Buhâri, Vasâyâ, 1; Müslim, Vasiyyet, 1; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 1.
[1309] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/360.
[1310] Müslim, Hibe, 20.
[1311] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/360
[1312] Haliîurrahman vakıfları vardı. Bu konuda Ömer Hilmi Efendi'nin İthâfu'l-ahlâf fi ahkâmi'l-eukâf adh eserinin mukaddimesine bakınız.
[1313] bkz. Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 2878.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/361.
[1314] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/363.
[1315] Ebû Dâvûd, Akdiye, 12; Tirmizî, Ahkâm, 23; İbn Mâce, Ahkâm, 17.
[1316] Toprak kirasını yasaklayan hadis. bkz. Buharı, Hars, 7, 18; Müslim, Büyü', 89-116.
[1317] Bilgi için bkz. Müslim, Büyü', 89-116.
[1318] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/363-364.
[1319] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/365-366.
[1320] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/366.
[1321] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/366.
[1322] Nisa 4/11.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/366-367.
[1323] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/367.
[1324] Enfâl 8/75.
[1325] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/367-368.
[1326] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/368-369.
[1327] Kardeşler gibi.(Ç)
[1328] Amca gibi.(Ç)
[1329] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/369-370.
[1330] Nisa 4/34.
[1331] Konunun sonunda açıklaması gelecektir.(Ç)
[1332] bkz. Dârimî, Ferâiz, 3
[1333] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/370-371.
[1334] Babanın, dedeyi düşürmesi gibi mirastan biç pay alamaz hale getirmesi.(Ç)
[1335] Çocukların, kocanın hakkını yarımdan dörtte bire düşürmesi gibi.(Ç)
[1336] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/371-372.
[1337] Müslim, Sıyâm, 15.
[1338] Nisa 4/11.
[1339] Nisa 4/34.
[1340] Nisa 4/11.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/372-373.
[1341] Nisa 4/12.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/374.
[1342] Nisa 4/34.
[1343] Nisa 4/12.
[1344] Nisa 4/176.
[1345] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/374-376.
[1346] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9, 15; Müslim, Ferâiz, 2, 3.
[1347] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/376.
[1348] Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1.
[1349] Bakara 2/221.
[1350] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/376.
[1351] Ebû Dâvûd, Diyât, 18; Tirmİzî, Ferâiz, 17; îbn Mâce, Ferâiz, 8.
[1352] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/376-377.
[1353] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/377.
[1354] Tirmizî, Ferâiz, 5; İbn Mâce, Ferâiz, 10.
[1355] bkz. İbn Mâce, Ferâiz, 2.
[1356] Bu mesele, "Haceriyye", "Ömeriyye" gibi isimlerle meşhur olmuştur. Çünkü itiraz edenler, "Haydi babamızı taş say, analarımız bir değil mi?" demişi erdi.(Ç)
[1357] Şureyh b. el-Hâris el-Kindî. En büyük İslâm kadılarından biridir. Onu Hz. Ömer (r.a.), Kûfe'ye kadı olarak tayin etmiştir ve bu görevde altmış sene kalmıştır. İbn Zübeyr fitnesi sırasında kadılıktan kendisi çekilmiştir ve H. 80 yılında yüz yirmi yaşında iken vefat etmiştir.
[1358] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/377-378.
[1359] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/378.
[1360] bkz. [1/119 vd.]
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/379.
[1361] Buhârî, Savm, 10; Nikâh, 2; Müslim, Nikâh, 1.
[1362] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/381.
[1363] bkz. Müslim, Nikâh, 6-8.
[1364] Buhârî, Nikâh, 1.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/382.
[1365] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/382.
[1366] Müslim, Rıdâ', 60; İbn Mâce, Nikâh, 5.
[1367] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/382.
[1368] Buhârî, Nikâh, 15; Ebû Dâvûd, Nikâh, 2; İbn Mâce, Nikâh, 6.
[1369] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/383.
[1370] Buhârî, Enbiyâ, 46; Ahmed, 2/319.
[1371] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/383-384.
[1372] Ebû Dâvûd, Nikâh, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1.
[1373] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/384.
[1374] Tirmizî, Nikâh, 3; îbn Mâce, Nikâh, 46.
[1375] Ümmüveled: Efendisinden çocuk doğuran cariye.(Ç)
[1376] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/384-385.
[1377] Buhârî, Nikâh, 17; Müslim, Selâm, 115-120; İbn Mâce, Nikâh, 55.
[1378] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/385.
[1379] Câbir (r.a.), bakıma muhtaç kardeşlerinin yanına yine onlar gibi tecrübesiz bir kızı katmak istemeyip, onları evirip çevirecek aklı başında tecrübeli dul bir kadınla evlenmeyi tercih etmişti.(Ç)
[1380] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/385-386.
[1381] bkz. Ebû Dâvûd, Nikâh, 18; Tirmizî, Nikâh, 5; Ahmed, 3/334.
[1382] Ensârdan bir kadınla evlenen ve ona bakmayan zata söylemiştir, bkz. Müslim, Nikâh, 74. (Ç)
[1383] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/386.
[1384] Müslim, Nikâh, 9.
[1385] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/386-387.
[1386] Buhârî, Nikâh, 45; Müslim, Nikâh, 49-52.
[1387] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/387.
[1388] Buhârî, Nikâh, 53; Müslim, Nikâh, 38; Ebû Dâvûd, Talâk, 2.
[1389] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/387.
[1390] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/389.
[1391] Tirmizî, Radâ', 18.
[1392] Ahzâb 33/33.
[1393] bkz. Müslim, Selâm, 17.
[1394] Buharı, Nikâh, 115; Müslim, Selâm, 17.
[1395] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/389-390.
[1396] Nûr 24/30.
[1397] Nûr 24/31.
[1398] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/390-391.
[1399] Müslim, Selâm, 19.
[1400] Yani şeytan beraberlerinde olur ve her birini tahrik eder, onların zinaya düşmelerine sebep olur. bkz. Tirmizî, Radâ', 16; Fiten, 7.
[1401] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/391.
[1402] Kocası yanında bulunmayan kadınların özellikle zikredilmesi, onun cinsel ilişkiye aşırı derecede arzulu olması, arzusunun Önüne geçecek bir engelin bulunmaması yüzündendir. Tirmizî, Radâ', 17; Ahmed, 3/309.
[1403] Müslim, Hayz, 74; Ebû Dâvûd, Hammâm, 2.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/391.
[1404] Müslim, Hayz, 74
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/392.
[1405] Buharı, Nikâh, 118.
[1406] Kadın tabiatlı Hît, evde Rasûlullah'ın (s.a.) yanında bulunuyormuş. Ümmü Seleme'nin kardeşine:
"Ya Abdullah b. Ebû Ümeyye! Yarın Allah size Tâifi fethederse, sana filancanın kızını göstereğim. Çünkü o kız dörtle gelir, sekizle gider," demiş. Bunu işiten Rasûlullah (s.a.): "Görüyorum ki bu adam, orada ne olduğunu biliyor; sakın sizin yanınıza girmesin!" buyurmuştur, bkz. Müslim, Selâm, 32-33.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/392.
[1407] Beyhakî, 7/94.
[1408] Ebû Dâvûd, Libâs, 34.
[1409] Ebû Dâvûd, Hammâm, 1.
[1410] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/392-393.
[1411] Tirmizî, Edeb, 42.
[1412] Buhârî, Gusl, 20; Tirmizî, Edeb, 22; Ebû Dâvûd, Hammâm, 3.
[1413] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/393.
[1414] Ebû Dâvûd, Nikâh, 43.
[1415] Ebû Dâvûd, Libâs, 34 (4112).
[1416] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/393-394.
[1417] Kendisine hibe ettiği bir köle ile yanına varınca, Hz. Fâtıma üzerindeki örtüyü başına çekince bacakları açık kalmış, bacaklarını örttüğünde de başı açılmıştı. Bundan sıkıntı duyan kızma, Rasûlullah (s.a.) yukarıdaki sözünü buyurmuştu, bkz. Beyhakî, 7/95. (Ç)
[1418] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/394.
[1419] Buhârî, Nikâh, 36; Ebû Dâvûd, Nikâh, 19.
[1420] Nisa 4/34.
[1421] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/395-396.
[1422] Buhârî, Nikâh, 41; Müslim, Nikâh, 64-68; Ebû Dâvûd, Nikâh, 2092.
[1423] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/396.
[1424] Ebû Dâvûd, Nikâh, 2078.
[1425] Nisa 4/25.
[1426] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/396.
[1427] Al-i Imrân 3/102.
[1428] Nisa 4/1.
[1429] Ahzâb 33/70-71.
[1430] Ebû Dâvûd, Edeb, 18; Tirmizî, Nikâh, 17.
[1431] Ebû Dâvûd, Edeb, 18; İbn Mâce, Nikâh, 19.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/397-398.
[1432] Nesâî, Nikâh, 72; İbn Mâce, Nikâh, 20.
[1433] Tirmizî, Nikâh, 6; İbn Mâce, Nikâh, 20.
[1434] Hz. Âişe'nin (r.a.) anlattığına göre cahiliye döneminde dört türlü nikâh vardı.
1. Bunlardan birincisi, bugünkü normal nikâh şekliydi.
2. Istibdâ' nikâhı: Kişi karısı temizlenince, 'falana git ve onunla ilişkide bulun' der ve karısının o adamdan hamile kaldığını anlayıncaya kadar ona yanaşmazdı. Bunu soylu bir çocuk yapmak arzusuyla yaparlardı.
3. Sayıları ondan az bir grup bir kadınla ilişkiye girerlerdi. Kadın hamile kaldığında onun isteği üzerine yanında toplanırlar ve kadın, kimi severse, çocuğun ondan olduğunu söylerdi ve adam bundan kaçınamaz-di.
4. Çok sayıda insan kadınla ilişkiye girerdi. Doğurduğu zaman insanlar başına toplanırlar ve kâifleri (nesep tespit uzmanları) çağırırlar, onlar kimin çocuğudur derlerse, çocuk onun olurdu.
Rasûlullah (s.a.), gönderilince bugünkü geçerli nikâh hariç, bütün cahiliye dönemi nikâhları yürürlükten kaldırıldı, {bkz. Buhârî, Nikâh, 36; Ebû Dâvûd, Talâk, 33; İbn Âşûr, İslâm Hukuk Felsefesi, 241-242).
[1435] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/398-399.
[1436] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/399.
[1437] Nisa 4/24.
[1438] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/399-400.
[1439] Buhârî, Nikâh, 32, 40; Ebû Dâvûd, Nikâh, 30 (2111).
[1440] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/400-401.
[1441] Ebû Dâvûd, Nikâh, 29.
[1442] Bir ukiyye kırk dirhemdir.(Ç)
[1443] Ebû Dâvûd, Nikâh, 29 (2106).
[1444] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/401.
[1445] Nisa 4/4
[1446] Bakara 2/236.
[1447] Kadının kadınlığından yararlanma hakkı veren malikiyettir.(Ç)
[1448] Nisa 4/20.
[1449] Yani nikâh akdi ile sonucu.(Ç)
[1450] Amcasının kızları gibi.(Ç)
[1451] Müt'a, üç ya da beş parçadan oluşan giyecekten ibarettir.(Ç)
[1452] Nisa 4/24.
[1453] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/401-403.
[1454] bkz.EbûDâvÛd, Nikâh, 3112.
[1455] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/403.
[1456] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/403-404.
[1457] Hays; hurma, keş ve tereyağının yoğurulması ile yapılan bir yemek türüdür.
[1458] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/404.
[1459] Buhârî, Nikâh, 71; Müslim, Nikâh, 105; Ebû Dâvûd, Afime, 1; İbn Mâce, Nikâh, 25.
[1460] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/404-405.
[1461] Bir adam Hz. Ali'yi (r.a.) misafir etmiş ve ona yemek hazırlamıştı. Hz. Fâtıma (r.a.), peygamberimizin de çağırilmasını ve beraberce yemelerini istedi. Rasûlullah (s.a.), gelip de kapıya dayandığında içeride süslü perdeler gördü ve geri döndü. Hz. Fâtıma, Rasûlullah'ın (s.a.) niçin geri döndüğünü öğrenmesi için hemen arkasından Hz. Ali'yi gönderdi. Rasûlullah (s.a.) sebebini yukarıdaki şekilde açıkladı, bkz. İbn Mâce, Afime, 56.(Ç)
[1462] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/405.
[1463] bkz. Ebû Dâvûd, Afime, 7
[1464] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/405-406.
[1465] Ebû Dâvûd, Afime, 9.
[1466] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/406.
[1467] Bu kayıt ihtirazı değildir.(Ç)
[1468] Kayıt ihtirazı olup, evlatlıklar hükme dahil değildir.(Ç)
[1469] Nisa 4/22-23.
[1470] bkz. Muvatta, Talâk, 76.
[1471] bkz. Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37; Ebû Dâvûd, Nikâh, 12.
[1472] Nûr24/3.
[1473] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/407-408.
[1474] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/408.
[1475] Nisa 4/3.
[1476] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/408-409.
[1477] Müslim, Radâ', 1.
[1478] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/409.
[1479] Müslim, Radâ', 24.
[1480] Üç ile dokuz arası bir sayıyı ifade etmek için kullanılan çoğul kalıplarına "cem-i kıllet", on ve daha fazla sayıyı ifade etmek için kutlanılan çoğul kalıplarına da "cem-i kesret" denir.(Ç)
[1481] Müslim, Radâ', 20, 22.
[1482] Müslim, Radâ', 32.
[1483] Tirmizî, Radâ', 5.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/410-411.
[1484] bkz. Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37; Ebû Dâvûd, Nikâh, 12.
[1485] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/411.
[1486] Yani üvey kızlarında.(Ç)
[1487] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/411-412.
[1488] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/412.
[1489] Bakara 2/221.
[1490] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/413.
[1491] bkz. [2/341] deki dipnot.(Ç)
[1492] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/413-414.
[1493] Fiilen nikâhı altında olması ya da onun iddetini bekliyor olması gibi.(Ç)
[1494] Nisa 4/24.
[1495] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/414.
[1496] Nûr24/3.
[1497] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/414-415.
[1498] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/415.
[1499] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/417.
[1500] Ebû Dâvûd, Nikâh, 45; Ahmed, 2/444.
[1501] Bakara 2/223.
[1502] bkz. îbn Kesîr, 1/260
[1503] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/417-418.
[1504] Azl: İlişki sırasında çocuk olmasın diye meninin dışarı boşaltılmasıdır.(Ç)
[1505] Buhârî, Nikâh, 96; Ebû Dâvûd, Nikâh, 48.
[1506] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/418-419.
[1507] Müslim, Nikâh, 140; Ebû Dâvûd, Tıbb, 16.
[1508] Ebû Dâvûd, Tıbb, 16; İbn Mâce, Nikâh, 61
[1509] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/419-420.
[1510] Müslim, Nikâh, 123; Ebû Dâvûd, Edeb, 32.
[1511] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/420.
[1512] Ebû Dâvûd, Nikâh, 46; İbn Mâce, Taharet, 125.
[1513] Bakara 2/222.
[1514] Avret mahallini örten belden aşağı dolanan elbise.
[1515] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/420-421.
[1516] Müslim, Radâ', 60.
[1517] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/423-424.
[1518] Müslim, Radâ', 61; Ahmed, 3/329.
[1519] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/424.
[1520] Bu ifade, başkalarıyla ihtilât haline girerek, emellerine ulaşabilme imkanı vermemesinden kinayedir. Yoksa döşeklerine ayak bastırmadan maksat zina değildir. Çünkü zina her halükârda haramdır ve bunun ıçm dövme yeterli değildir, ceza olarak had tatbiki gerekir.
[1521] Müslim, Hacc, 147.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/424.
[1522] Nisa 4/19.
[1523] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/425.
[1524] Müslim, Nikâh, 122.
[1525] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/425.
[1526] Ebû Dâvûd, Cihâd, 104; Nesâî, Zekât, 66; İbn Mâce, Nikâh, 56.
[1527] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/425-426.
[1528] Nisa 4/34.
[1529] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/426.
[1530] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/427.
[1531] Ebû Dâvûd, Talâk, 1; Edeb, 126.
[1532] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/427.
[1533] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/427.
[1534] Bu sevgi konusundadır.
[1535] Yani nafaka ve yanında geceleme konusunda eşit davranın.
[1536] Nisa 4/129
[1537] Ebû Dâvûd, Nikâh, 38; Tirmizî, Nikâh, 42; İbn Mâce, Nikâh, 47.
[1538] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/427-428.