SÜTRE. 15

Önünden Geçilmesi Halinde Namazı Bozan Şeyler:15

Namazın Temel Unsurları:15

Namazın İki Şekli Vardır:16

Tevarüs Olunagelen Namaz Şekli:16

Kalp İle Tazîm:17

Kıbleye Yönelmek Ve Bunun Hikmeti:17

Kıbleye Yönelmede Daha Başka Hikmetler De Vardır:17

Beden İle Tazım:17

Dil İle Tazîm (Zikir):18

Fatiha Kapsamlı Bir Duadır:18

Zamm-ı Sûre:18

Rükûun Belirlenmesi:18

Secdenin Belirlenmesi:18

Namazdan Güzel Bir Sözle Çıkış. 19

Tahiyyât Ve Selâm;19

Dua Âdabı;19

İki Rekattan Daha Az Namaz Yoktur:19

Yaratıkların Çoğu İki Yarıdan (Çiftten) Oluşur;20

Namaz Rekatlarının Sayısı:20

NAMAZDA OKUNAN ZİKİRLER VE NAMAZIN MENDUP ŞEKLİ20

Namazın Nicelik Ve Nitelik Bakımından Kemali:20

Namazda Mendup Olan Şekil Ve Tavırlar:21

Yapılan Dua Ve Zikirlerden Gözetilen Amaç:21

Okunacak Dualar:21

Istiâze: Şeytandan Allah'a Sığınma:22

Gizli Ve Açıktan Besmele Okumak:22

Fatiha Sûresinin Okunması:22

İki Susup Bekleme (İskâte) anı:23

Namazlarda Okunacak Kur'ân:23

Bayram Ve Cuma Namazlarında Okunan Sûreler:23

Bazı Âyetlerin Okunması Esnasında Söylenmesi Güzel Olan Sözler:24

Rükû Esnasında Ellerin Kaldırılması:24

Secde Anında Eller Kaldırılmaz:24

Rükû Hali Ve Zikirleri24

Sabah Namazında Kunut Duası:25

Secde Şekli Ve Okunacak Dua Ve Zikirler:25

İki Secde Arasında Oturuş Şekli Ve Okunacak Zikir:26

Secde Sonrasında Oturuş:26

Teşehhüd/Tahiyyât:26

Teşehhüdde Okunacak Dualar27

Namaz Bittikten Sonra Yapılacak Dua Ve Zikirler:27

Okunacak Zikirlerin Zamanı:27

Revâtip (Sünnet) Namazların Yeri:28

NAMAZDA CAİZ OLMAYAN ŞEYLER.. 28

Namazda caiz olmayan şeyler:28

Çok Kabul Edilen Fiil Ve Sözler:28

Namazı Bozmayan Şeyler:29

SEHİV (YANILMA) SECDESİ29

Sehiv Secdesi Sünnettir:29

Sehiv Secdesi Yapılacak Yerler:29

TİLÂVET SECDESİ30

Tilâvet Secdesi Sünnettir:30

Tilâvet Secdesi Yapılacak Âyetler;30

Tilâvet Secdesinde Şu Zikirler Okunur:30

NAFİLE NAMAZLAR.. 30

Şeriat, Nafile Namazların Kılınmasına Teşvikte Bulunmuştur:30

1. Farz Namazların Sünnetleri:30

Müekked Sünnetler:31

Sabah Namazının Sünneti:31

Öğle Namazının Sünnetleri:31

Cuma Namazının Sünnetleri:31

İkindi Namazının Sünneti:31

2. Gece Namazı (Teheccüd):32

Şeytan, Uyuyanın Ensesine Üç Düğüm Atar:32

Nefislerin, Geceleyin Allah'ın Rahmetinin İnişine Hazır Oluşu:32

Teheccüd Namazının Sünnetleri Ve Okunacak Dua Ve Zikirler:33

Rasûlullah'ın (S.A.) Gece Zikirleri:33

Vitir, Gece Namazının Esasını Teşkil Eder:34

Vitir Namazı Duaları:34

3. Teravih Namazı:35

Ramazan Gecelerinin İhyası, Mağfiret Sebebidir:35

Sahabe Ve Teravih Namazı:35

4. Kuşluk Namazı:35

Kuşluk Namazının Üç Derecesi Vardır:36

5. İstihare Namazı:36

İstihare Âdabı Ve Duası:36

6. Hacet Namazı:37

7. Tevbe Namazı:37

8. Abdest Namazı:37

9. Teşbih Namazı:37

10. Husuf Ve Küsüf Namazı:38

11 İstiskâ (Yağmur İsteme) Namazı:38

12. Bayram Namazları: 38

Şükür Secdesi:39

Namaz Kılmak Yasak Olan Vakitler:39

AMELDE ORTA YOL: İTİDAL. 39

Tâatlerin Hastalığı, Nefsin Usanmasıdır:39

İbadetlerden Maksat Nefsin Öldürülmesi Değildir:39

Şer'î Maksatlardan Biri De Dinde Aşırılık Kapısının Kapatılmasıdır:40

Amellerde İtidal Ve Devamlılık:40

ÖZÜRLÜLERİN NAMAZI41

Özür Halinde Ruhsat Vardır:41

Serî Özürler:41

1. Sefer (Yolculuk):41

i. Namazı Kısaltma Ruhsatı:41

Seferin Tanımı:42

İkamet Mahallinden Çıkma Çeşitli Şekillerde Olur:42

ii. İki Namaz Arasını Cem Etmek:42

iii. Sünnetlerin Terki:43

iv. Binek Üzerinde Namaz:43

2. Korku:43

Korku Namazı:43

3. Hasta Namazı:43

4. Diğer Özürler:44

CEMAAT.. 44

Namazın Üstünlüğü:44

Cemaatin Özelliği:44

Şeriat, Birlik Ve Beraberliğe, Cemaat Olmaya Teşvikte Bulunmuştur.44

Cemaatin Terki:45

Cemaat Müekket Sünnettir:45

Zorluk Anında Cemaatin Terkine Ruhsat Vardır:45

Cemaate Gelmemeye Mazeret Teşkil Eden Haller:45

Namazda İmamlığa En Lâyık Olanlar:46

Kur'ân'ı En İyi Bilenlerin Öncelik Hakkı:46

Sünneti En İyi Bilenlerin Takdimi:46

Hicret Fazileti;46

Yaşça Büyüklük:47

Kişi, Kendi Hakimiyeti Alanında İmamlık Yapar:47

Cemaat Namazlarının Hafif Tutulması:47

İmama Uymak:47

İmamın Oturarak Kılması:47

Safların Düzenlenmesi:47

Safların Düzgün Olması:48

Mesbûk: Namaza Geç Gelen Kimsenin Durumu:48

Evde Namaz Kılanın, Cemaatin Bulunması Halinde Tekrar Kılması:48

CUMA NAMAZI49

Namaz İçin Haftalık Toplantı:49

Cuma Günü, En Hayırlı Gündür:49

Cuma Günü, Duaların Kabul Olduğu Bir An Vardır:49

Cuma Namazı, Güçlü Bir Yükümlülüktür:50

Cuma Kimlere Vacip Değildir:50

Cuma günü temizlenmek müstehaptır:50

Cuma Namazında Susmak Ve İmama Yakın Olmak:50

Hutbeden Önce Namaz Kılmak Müstehaptır:50

Cumada Başkalarını Rahatsız Etmemek:51

Cuma Namazının Sevabı:51

Cuma Günü Camiye Erken Gitme:51

Cuma Namazında Açıktan Okunur:51

Cuma Hutbesi:51

Hutbenin Sünnetleri Şunlardır:51

Cemâat Şartı:52

BAYRAM NAMAZLARI52

İslâm Bayramları:52

2. Kurban Bayramı:52

Bayramda Sünnet Ya Da Müstehap Olan Bazı Şeyler:53

Bayram Namazları Ve Hutbe:53

Bayram Yemeği:53

Kurban Hakkında Bazı Bilgiler:53

Kurban Keserken Okunacak Dua:54

CENAZE BAHSİ54

Hasta Ziyareti Ve Gerekli Bakımı:54

Ölü İçin Dua Etmek Ve Tasaddukta Bulunmak:55

Ölü Ailesine Taziye Ve Yardım:55

Musibete Duçar Olan Mü'min Hakkında Gelen Hadisler:55

Musibet, Günahlara Keffâret Olur:56

Hasta Üzerine Okumak (Rukye):56

Ölüm Temennisinde Bulunmamak:57

Allah'a Kavuşma Arzusu:57

Allah Hakkında Hüsnü Zan Beslemek:57

Ölümü Çokça Hatırlamak:58

Ölüm Anında Şehâdet Getirmek:58

Ölen Kimsenin Yanında Telkinde Bulunmak:58

Musibet Anında Söylenecek Söz:58

Ölmek Üzere Olan Kimsenin Yanında Söylenecek Söz:58

Ölünün Yıkanması:59

Şehit, Yıkanmaz:59

İhram Halinde İken Ölenin, İhram Elbisesi İçinde Defnedilmesi:59

Kefende Aşırılığa Gitmemek:59

Definde Acele Etmek:60

Cenazeye Katılmak:60

Cenaze İçin Ayağa Kalkmak:60

Cenaze Üzerine Namaz Kılınması:60

Cenaze Namazında Okunması Müstehap Olan Dualar:60

Ölü Üzerine Namaz Kılınması, Onun İçin Şefaattir:61

Ölülere Sövme Yasağı:61

Cenazenin Neresinden Yürünmeli:62

Müslüman Ölü İçin Lahit Yapmak:62

Müslüman Mezarları:62

Ölüye Ağlamak:62

Ağıtçılığın Haramlığı:63

Kadınların Cenaze Merasimlerine Katılması:63

Çocukların Ölümü, Anne Ve Baba İçin Keffdrettir:63

Taziye Sevabı:63

Cenaze Evine Yemek Götürmek:63

Kabir Ziyareti:63

ZEKÂTLA İLGİLİ KONULAR.. 64

Zekât, Yoksulluk Kapısını Kapatır:64

Zekât, Fakirleri Ve İhtiyaç Sahiplerini Hayata Bağlar:64

Zekât Miktarlarının Belirlenmesi:65

Zekât Malları:65

Ziraî Ürün Ve Ticaret Zekâtı:65

İNFAKIN ÜSTÜNLÜĞÜ, CİMRİLİĞİN KÖTÜLÜĞÜ.. 66

Zekâtın Ruhu, Sehâvet Yani Cömertliktir:66

Sadakanın Üstünlüğü:66

Cömert Allah'a Yakındır:67

İnfâk Ve Cimriliğin Hakikati:67

Cimrilik Ve İman, Mü'minin Kalbinde Bir Arada Bulunmaz:67

Nefsin, Hayvani Zulmetlerden Cennete Çıktığı Kapılar:68

ZEKÂT MİKTARI68

Zekât Nisaplarındaki Hikmet:68

Köle Ve Atlara Zekât Yoktur:69

Develerin Zekâtı:69

Davar (Koyun Ve Keçi) Zekâtı:69

Sığır Zekâtı:69

Altın Ve Gümüş (Para) Zekâtı:70

Ziraî Ürünlerin Zekâtı:70

Definelerin Zekâtı:70

Fitır Zekâtı:70

Ziynet Eşyalarının Zekâtı:70

ZEKÂT HARCAMA YERLERİ71

Harcama Mallan İki Kısımdır:71

Sadakalar, Malın Kiridir:72

Zekât Malı, Muhammed (S.A) Ailesi İçin Aşağılayıcıdır;72

Zekât, Ancak Zaruret Halinde Helâl Olur:72

İhtiyaç Anında İsteme Helâl Olur:72

Dilenmeyi Haram Kılan Malın Ölçüsü:72

İstemekte/ Dilencilikte Israr Etmek:73

Bereketin Manası Ve Hakikati:73

ZEKÂTLA İLGİLİ ÇEŞİTLİ KONULAR.. 73

Tahsildar Ve Toplayıcıya Vasiyet:73

Sadaka, Vasiyetten Hayırlıdır:74

Sadaka Değerinde Olan Fiiller:74

Dünyada İken Yapılan İyiliklerin Karşılığı, Benzer Şekilde Verilir:74

Yakınlara Tasaddukta Bulunmak Daha Üstündür:74

Güvenilir Hazine Memuru:75

Kadının Sadaka Vermesi Ve İnfâkta Bulunması:75

Sadakadan Dönmek:75

ORUÇ.. 75

Oruç, İnsandaki Hayvani Gücü Kontrol Altına Alır:75

Oruç, Hayvanı Gücün, Melekî Güce Boyun Eğmesini Sağlar:76

Orucun Belli Zamanlarda Tutulması:76

Orucun Miktarının Belirlenmesi Zorunluluğu:76

Yeme Ve İçmeyi Azaltmanın İki Yolu Vardır:76

Oruç Süresinin Uzun Olması, Nefsi Öldürür:77

Orucun Tanımlanması:77

Oruç İçin Belli Bir Ayın Seçimi:77

Ramazan Ayı, Oruç İçin En Uygun Aydır:77

ORUCUN FAZİLETİ78

Cennet Kapıları, Ramazan'da Açılır:78

Ramazan'da Günahların Affedilmesi:78

Orucun Sevabının Bir Sınırı Yoktur:78

Oruçlunun İki Sevinci Vardır:79

Oruçlunun Ağız Kokusu:79

Oruç Kalkandır:79

ORUÇLA İLGİLİ HÜKÜMLER.. 79

Oruç, Hilâlin Görülmesiyle Başlar:79

Oruçta Nicelik Ve Nitelik Bakımından Aşırılık, İstenen Bir Şey Değildir:80

Ramazan Orucunun Karşılanması:80

Oruç Vakti Uzatılmaz:80

Ramazan Hilâlinin Sübutu:81

Sahur, Berekettir:81

İftarda Acele Etmek:81

Visal Orucu Yasaktır:81

Oruca Niyet:81

Hurma Ya Da Su İle İftar Etmek:82

Oruçluya İftar Yemeği Vermenin Sevabı:82

İftar Anında Okunacak Dualar:82

Sadece Cuma Günü Oruç Tutulmaz:82

Bayram Günlerinde Oruç Tutmanın Haramlığı:82

Kadın, Kocasının İzni Olmadan Nafile Oruç Tutmaz:83

Nafile Oruç Tutanın, Orucunu Bozabilmesi:83

Oruçlunun Unutarak Yemesi:83

Ramazan Orucunu Kasten Bozmak;83

Oruçlunun Misvak Kullanması:83

Yolcunun Oruç Tutması Ya Da Tutmaması:84

Oruç Borcu Olarak Ölen Kimsenin Durumu:84

ORUÇLA İLGİLİ ÇEŞİTLİ KONULAR.. 84

Orucun Kemal Hali:84

Oruçla İlgili Peygamberlerin Sünneti:85

1. Aşura Günü Orucu:85

2. Arife Günü Orucu:85

3. Şevval Orucu:85

4. Her Aydan Üç Gün Oruç:85

Kadir Gecesi:86

Mescidde İtikâfa Çekilmek:86

HAC.. 86

Hacda Gözetilen Maslahatlar:86

Hac, Ömürde Bir Defa Farzdır:88

Hacc-I Mebrûrun Üstünlüğü:88

Ramazan'da Umre Yapmak:88

Gücü Olduğu Halde Hacca Gitmemenin Günahı:88

Nefsin, Hac Yolunda Ezilmesi, Allah'ın Dininin Yüceltilmesi Demektir:89

Allah'ın Evini Ziyaretin Çeşitleri:89

Mekke Ehlinin Haccı:89

Afakîlerin Haccı:89

Umre İçin İhram:89

Temettü Haccı:89

Kıran Hacet:90

İhram, Namaza Nishetle Tekbir Gibidir;90

İhram Yasaklarının Sırrı:90

İhram Elbisesi:90

İhram Halinde İken Nişan Ya Da Nikâh Yapılmaz:90

İhramlı Avlanamaz Ve Canlı Öldüremez:90

Mikat Yerleri:91

Arafat'ta Vakfenin Sırrı:91

Mina'ya İnmenin Sırrı:91

Müzdelife'de Gecelemenin Sırrı:92

Meş'ar-I Haram'da (Müzdelife'de) Vakfe:92

Şeytan Taşlama:92

Kurbanın Sırrı:92

Tıraş Olmanın Sırrı:92

Tavafın Yapılış Şekli:93

Kudüm Tavafı:93

Umrede, Arafat'ta Vakfe Yoktur:93

Safa Ve Merve Arasında Sa'y Etmenin Sırrı:93

VEDA HACCI94

Veda Haccı, Onuncu Senede Yapılmıştır;94

Rasûlullah'ın (S.A.) Haccının Türü;94

İhram Ve Telbiyede Sesi Yükseltmek:94

Rasûlullahhn (S.A.) Devesini Nişanlaması:95

Cünüp Kadının İhramı:95

Rasûlullah'ın (s.a.) Zî Tuvâ'ya İnmesi:95

Rüknü Selâmlama:95

Yemen Cihetindeki Rükünleri Selâmlamanın Sırrı:95

Tavafın Şartları:95

Safa'ya Çıkış:96

Safa Ve Merve Arasında Sa'yetmenin Sırları:96

Haccın, Umreye Çevrilmesi:96

Hac Günlerinde Umre:96

Kurbanlık Sevketmek, İhramdan Çıkmaya Manidir:97

Mina'ya Terviye Günü Çıkmak:97

Veda Haccı Hutbesi;97

Rasûlullah (S.A.) Vakfe Yerinde:97

Müzdelife'de Konaklama:97

Rasûlullah (S.A.), Müzdelife Gecesinde Teheccüd Kılmamıştır:98

Şeytan Taşlama:98

Kurban Kesilecek Yere Gitme;98

Arafat'ın Her Yeri Vakfe, Mina'nın Her Yeri Kurban Kesme Yeridir:98

Ka'be'ye Gidiş:99

Rasûlullahhn (S.A.) Hac Dönüşünde Ebtah'a İnişi:99

HACLA İLGİLİ BAZI KONULAR.. 99

Hacer-İ Esved, Cennettendir:99

Tavafta Bulunan Ve Namazlarını Mescid-İ Haram'da Kılanın Sevabı:99

Arife Gününün Fazileti:100

Saçları Kazıtma Ve Kısaltmanın Fazileti:100

Hac Ruhsatları:100

Ihsâr:100

Mekke Ve Medine Haremleri:101

Hareme Saygı:101

Avın Cezası:101

Medine'nin Üstünlüğü:101

İHSAN.. 101

Şâri Teâtâ'nın Yükümlü Kıldığı Ameller:101

Ilm-İ İhsan İki Şeye Muhtaçtır:102

Huyların Temeli Dörttür:102

1-2. Temizlik Ve İhbât (Teslimiyet):102

Taharetin Ruhu:102

Namazın Ruhu:103

Kur'ân Tilâvetinin Ruhu:103

Zikrin Ruhu:103

Duanın Ruhu:103

İnsan, Manevî Halini Kaybettiğinde, Bunun Sebebini Araştırmalıdır:103

3. Semâhat-ı Nefs:104

Semahatin Tezahür Şekilleri:104

4. Adalet:104

Islâh Edici Ameller, Allah'ın Rahmetini Harekete Geçirir:105

Bozguncu Ameller, Allah'ın Gazabını Harekete Geçirir:105

Adalet Vasfının Tezahür Şekilleri:105

Ehlullah İle Halk Arasındaki Fark:105

Melekleşmeye Ya Da Şeytanlaşmaya Götüren Diğer Bazı Davranışlar:105

Rasûlullah (S.A.) Sözü Edilen Dört Huya Sahip Olunmasını Emretmiştir:106

ZİKİR VE İLGİLİ KONULAR.. 106

Zikrin Üstünlükleri:106

Allah'ı İçten Zikretmek:107

Allah'ı Toplum İçinde Zikretmek:107

Allah Teâlâ'ya Yaklaşma:107

Allah'ın Rahmeti Ve Mağfireti:107

Allah'ın Kullarını Sevmesi:107

Zikrin, Diğer Amellere Üstünlüğü:108

Allah'ın Zikrinden Gafil Olmak Hasret Ve Nedamettir:108

Zikir İçin Okunacak Sözcüklerin Belirlenmesi:108

Rasûluîlah'ca (S.A.) Belirlenen Zikirler:109

1. Sübhânallah:109

2. El-Hamdu Lillah:109

3. Lâ İlahe İllallah:109

4. Allahu Ekber:110

Cüveyriye Hadisinin Sırrı:110

5. Dua Zikirleri:110

Rasûlullahhn (S.A.) Bazı Duaları:110

6. Huşu Ve Teslimiyet İfade Eden Zikirler:111

Dualar İki Kısımdır:111

Dua, İbadetin İliğidir:111

Dua Mutlaka Kabul Olunur:112

Duada Kararlılık Gerekir:112

Dua, Kazayı Geri Çevirir:112

Bollukta Dua:112

Dua, Rahmet Kapısını Açar:112

Duanın Kabul Edileceği Anlar:113

Her Peygamberin Kabul Edilen Bir Duası Vardır:113

Rasâlullah'ın (S.A.), Ümmeti İçin Allah'tan Söz Alması:113

7. Tevekkül Zikri:114

8. İstiğfar Zikirleri:114

İstiğfar Zikirleri:114

İstiğfar, Kalpten Gafleti Giderir:115

9. Teberrüken Allah'ın Adını Anmak:115

Ism-i a'zam:115

10. Peygambere Salevât Getirmek:115

Zikir Vakitleri:116

Zikrin Faydaları:116

Zikir Vakitleri Üçtür:117

Sabah Ve Akşam Zikirleri:117

Uyurken Okunacak Zikir:117

Evlenen Ya Da Bir Cariye Satın Alan Kimsenin Edeceği Dua:118

Çeşitli Durumlarda Yapılacak Dualar:118

Ezan Sırasında Ne Denilir?. 120

Zilhiccemde Zikir:120

İHSAN DERECESİYLE İLGİLİ DİĞER KONULAR.. 120

Huyların Kazanılmasını Sağlayan Sebepler Ve Manileri:120

Tefekkürün Çeşitli Şekilleri Vardır:120

1.Allah Teâlâ'nın Zatı Üzerinde Tefekkür:120

2. Allah'ın Sıfatları Hakkında Tefekkür:121

3. Allah Teâlâ'nın İnsanı Hayrete Düşüren Fiilleri Üzerinde Tefekkür:121

4. Allah'ın Günleri Üzerinde Tefekkür:121

5. Ölüm Ve Ötesini Tefekkür:122

Kur'ân Tilâveti:122

Kur'ân Sûrelerinin Kendi Aralarında Üstünlük Farkı:122

Niyet Ruh, İbâdet Bedendir:123

Ihlâs İle Yapılan Bir Amele Muttali Olunmasının Mü'mini Sevindirmesi:124

Güzel Ahlâk: Semahat Ve Adalet:124

Dilin Korunması:124

Dilin Âfetleri:124

1. Zühd:125

2. Kanaat:125

3. Cömertlik:125

4. Kısa Emel:126

5. Tevazu:126

6. Hilim, Teenni Ve Yumuşaklık:127

7. Sabır:127

Semahat Ve Adalet Hakkında Gelen Bazı Hadisler:127

MAKAMLAR VE HALLER.. 129

İhsanın Semereleri: Makamlar Ve Haller;129

Birinci Mukaddime: İnsanda Üç Latife Vardır:129

1. Akıl, Kalp Ve Nefis Hakkında Gelen Bazı Nasslar:129

Letâifin Yerleri;130

2. Aklî Delili: İşlevler, Ancak Bu Üç Temel Letâifle Tamamlanır:130

Kuvvelerin İşlevleri Birbirine Yakındır:130

Kalbin Sıfatları:130

Aklın Sıfatları:131

Nefsin Sıfatları:131

3. Tecrübe Delili:131

Aklın, Kalbe Ve Nefse Galip Olması:131

4. Akıllıların İttifakı Delili:131

Letâifin Sıfatları:132

İkinci Mukaddime:132

İnsan Dereceleri:132

İnsan, Üç Letâife Nasıl Hakim Olur:133

Makamlar Ve Haller:133

Yakın, Bütün Makamların Aslıdır:133

Yakının Manası:133

Akılla (Yakın) İlgili Makam Ve Haller134

1. Şükür:134

2. Tevekkül:134

3. Heybet:134

4. Hüsnüzan:135

5. Müferredlik (tefrîd):135

6. İhlâs:135

7. Tevhîd:135

8-9. Sıddıklık Ve Muhaddeslik:136

Sıddîk Ve Mukaddes Arasındaki Fark:136

Sıddîklık Alâmetleri:136

Mukaddeslik:136

Sıddîk, Hilâfete İnsanların En Lâyık Olanıdır:137

Mukaddes, Hilâfette Sıddîkın Hemen Ardından Gelir:137

10. Tecellî:137

İ. Zâtın Tecellîsi Ya Da Mükâşefe:137

ii. Zâtın Sıfatlarının Tecellîsi:137

11. Firâset:138

12. Salih Rüya:138

13. Münâcâtın Hazzına Ermek:139

14. Muhasebe:139

15. Haya:139

KALPLE İLGİLİ MAKAM VE HALLER.. 139

1. Cem Ya Da İrâde:139

Allah Ve Rasûlullah Sevgisi:140

Mü'minin Allah Teâlâ'ya Olan Muhabbeti:140

Veli Kulların Bazı Halleri:140

2-3. Şehîtlik Ve Havarîlik Makamı:141

Şehitlik Ve Havarîlik Arasındaki Fark;141

Şehitlik Ve Havarîliğin Çeşitleri:142

5. Sekr (sarhoşluk):142

6. Galebe:142

Bu Tür Galebe Haline Örnek:143

7. Allah'a Tâati Herşeye Tercih Etmek:143

8. Havf- Korku:144

NEFİSLE İLGİLİ MAKAM VE HALLER.. 144

Allah'tan Korkunun Hakikati:144

Tevbe Makamı:144

Haya Makamı:145

Vera Makamı:145

Şüpheli Şeylerden Sakınmak:146

Zühd Makamı:146

Zühd, Serî Bir Yükümlülük Değildir146

Nefisle Her An Mücadele Edilmelidir:147

Aklın, İman Nuru İle Aydınlanması:147

Gaybet Hali:147

Mahk (Uzun Süre Yeme Ve İçmeden Kesilme) Hali:148

Kalp, Akıl İle Nefis Arasında Bir Yerdedir:148

İman Nurunun, Nefsin Hayvanı Dürtüsüne Karşı Koyması:148

RIZIK ARAMA İLE İLGİLİ KONULAR.. 148

Rızık Talebi, Şartlara Bağlı Olarak Meşrudur:148

Rızık Talebinin Şartları:149

Ölü Arazi Ve İhyâsı:149

Sahipsiz Kalan Arazilerin Hükmü:149

Özel Koruluklar Yoktur:149

Akarsudan Sulama Hakkı:150

Açık Madenler, Toplum Malıdır:150

Buluntu Malların (Lukata) Hükmü:150

Mübadele:151

i. Akitte Taraflar:151

ii. Akitte Bedeller:151

iii. Sîga= İrade Beyanı:151

iv. Akdi Kesinleştiren Unsur:151

İş Bölümü:152

Topluma Zararlı Olan Kazanç Yolları:152

YASAK OLAN ALIŞ VERİŞ TÜRLERİ152

1. Kumar, Bâtıl Ve Haram Bir Yoldur:152

2. Ribâ, Haramdır Ve Bâtıl Bir Yoldur;152

Gerçek Ribâ:153

Ribelfadl:153

Ribânın Haram Kılınmasının Sırrı:153

Ribâ Yasağının İlleti:154

Ribevî Mallarda, Bedellerin Akit Meclisinde Kabzedilmesi Şartı:154

Ribevî Mallar:154

Yasak Alış Veriş Türleri:155

Yasak (Haram Ve Mekruh) Alış Verişlerin Gerekçeleri:155

1. Kullanılması Günah Ya Da Günaha Sebep Olması;155

Haram Yolla Kazanılan Mal Da Haramdır:156

Masiyete Yardım Da Masiyettir:156

2. Pis İşler Olması:156

3. Nizaya Sebep Olması:156

4. Akdin, Başka Bir Amaca Ulaşılması İçin Araç Kılınması:157

5. Teslimin, Akdi Yapan Eliyle Olmaması:157

6. Akdin, Tabiî Âfetler Dikkate Alınmadan Yapılması;157

7. Şehir Ve Pazar Düzeninin Bozulmasına Sebep Olması:158

Pazara Gelmeden Malın Kapatılması;158

Başkasının Satışı Üzerine Satış:158

Şehirlinin Bedevi Namına Satışı:158

İhtikâr:159

8. Müşteriyi Aldatmaya Yönelik Olması:159

9. Aslen Mubah Olan Bir Şeyin Satımına Kalkışılması:159

ALIŞ VERİŞLE İLGİLİ BAZI HÜKÜMLER.. 160

Ticarî Muamelelerde Hoşgörülü Davranmak:160

Alış Veriş Esnasında Yemin Etmek Mekruhtur:160

Altın Paraların, Gümüş Paralarla Mübadelesi:160

Satılan Ağaç Üzerindeki Meyveler;160

Akitte Koşulan Şartlar:160

Velâ Hakkı Satılmaz:161

Nimet, Külfet Karşılığındadır:161

Alış Veriş Sonunda Taraflar Arasında İhtilâf Çıkması:161

Şufa (Onalım) Hakkı:161

Ikâle Müstehaptır:161

Akitte İstisna:162

Anne İle Yavrusu Arasını Ayırmak:162

Cuma Vakti Alış Veriş Yapmak:162

Narh Koyma: Fiyat Sınırlaması:162

Borç İlişkilerinin Yazılması Ve Şahit Tutulması:162

Selem Akdi:162

Rehin:163

Ölçü Ve Tartıda Hile:163

İflâs Ve Aynî Hak:163

Borçluya Kolaylık Göstermek:163

Borcun Ödenmemesi:164

Sulh Caizdir:164

TEBERRU (BAĞIŞ) VEYARDIMLAŞMA.. 164

I- TEBERRU.. 164

TEBERRU ÇEŞİTLERİ:164

1. Sadaka:164

2. Hediye:164

Hediye Kaynaşmayı Sağlar:164

Yapılan İyiliğe Teşekkür Etmek:165

Hediye, Kini Giderir:165

Çiçek Hediye Etmek:165

Hibeden Dönme:165

Çocuklar Arasında Ayırım Yapmak:166

3. Vasiyet:166

Üçte birden fazla vasiyet edilmez:166

Varise, Vasiyet Yoktur:166

Vasiyetin Hazır Bulundurulması Müstehaptır:167

4. Umrâ:167

5. Vakıf:167

II- YARDIMLAŞMA.. 167

Yardımlaşma Türleri:167

FERÂİZ: MİRAS HUKUKU.. 168

Ölünün Mallarına En Lâyık Olan, Yakınlarıdır:168

Mirasla İlgili İlk Düzenlemeler;169

Miras Âyetinin İnmesi:169

Miras Hukukuyla İlgili Esaslar:169

1. Mirasta İtibar Akrabalığadır:169

2. Akrabalık İki Kısımdır:170

Mirasçı Olma, Şu Üç Manaya Bağlıdır:170

3. Aynı Seviyede Olmaları Halinde, Erkekler Kadınların İki Katı Pay Alırlar:171

4. Hacb-ı Hırmân Ve Hacb-I Noksan İlkesi:171

5. Miras Paylarının Açık Ve Hesabı Kolay Olması İlkesi:171

Çocuklar, Miras Almaya Ana Babadan Daha Lâyıktır:172

Eşlerin Mirasçı Olmasının Hikmeti:172

Asabe:173

Din Farklılığı, Mirasa Manidir:173

Katil, Varis Olamaz:173

Mirasta Kölenin Durumu:174

Ana Baba Bir Kardeşler İle Baba Bir Kardeşlerin Durumu:174

Velâ:174

EV VE AİLE DÜZENİ İLE İLGİLİ KONULAR.. 174

DÜNÜRLÜK VE İLGİLİ KONULAR.. 175

Evlilik Zaruridir:175

Takva Hayatı Evliliğe Mani Değildir:175

Ruhbanlık Bâtıldır; Evlilik Peygamberlerin Sünnetidir:175

Eş Seçimi:175

Kadınla, Dört Şey İçin Evlenilir:175

Zevcenin, Kadınları İyi Olan Bir Kabileden Seçilmesi:176

Doğurgan Ve Sevecen Kadınlarla Evlenmek:176

Huyu Güzel, Dini Bütün Dünürün Geri Çevrilmemesi:176

Kadının Uğursuzluğu:177

Bakire İle Evlenmek:177

İstenilen Kadına Bakmak:177

Yabancı Kadına Duyulan Arzunun Giderilmesi:177

Başkasının İstediği Kadını İstememek:178

Kadın, Bir Başka Kadının Boşanmasını İsteyemez:178

AVRET VE TESETTÜR.. 178

Cinsel Fesat Kapısının Kapatılması:178

1. Kadının, Bir Zaruret Olmadıkça Evinde Durması:178

2. Cilbâb Emri:178

3. Halvet Yasağı:179

4. Avret Mahalline Bakmanın Haram Olması:179

5. Beraber Yatma Yasağı:179

Kadın, Kocasına Başka Bir Kadını Tavsif Edemez;179

Avret-i Galîzanın Hükmü:180

Zaruret Olmadıkça Tamamen Soyunmanın Haramlığı:180

Yabancılara Bakmanın Hükmü:180

Köle, Mahrem Gibi Sayılır:180

NİKÂH AKDİ181

Nikâhta Veli Şartı:181

Nikâhta Kadının Rızası Şarttır:181

Kölenin Evlenmesi, Efendisinin İznine Bağlıdır:181

Nikâh Akdinden Önce Hutbe:182

Nikâhın İlânı Ve Merasim:182

Mut'a Nikâhı:183

Mehir:183

Mehir Az Ya Da Çok Olabilir:183

Mehirde Aşırılığa Kaçmak:183

Kadınlara Haksızlık Etmek Yoktur:184

Mehrin, Sadece Mal Olması Şartı Yoktur:185

Velime: Düğün Ziyafeti185

Rasûlullah (S.A.) Düğün Ziyafeti Vermiştir:185

Düğün Davetine Katılma:185

Peygamber, Tasvirlerle Süslenmiş Eve Girmez:185

Gösteriş Ve Öğünç İçin Verilen Davetlere Katılmamak:186

Davetlerde Tercih:186

MUHARREMÂT: EVLENİLMESİ HARAM OLAN KADINLAR.. 186

Evlenmenin Haram Olmasını Gerektiren Sebepler:187

1. Yakınlık:187

2. Süt Akrabalığı:187

Haramlık Hükmü Doğuracak Sütün Miktarı:187

3. Mahrem Kadınların Aynı Nikâh Altında Toplanması:188

4. Musâharet:188

5. Belli Bir Sayı İle Sınırlama:188

6. Din Ayrılığı:189

7. Kadının, Başkasının Cariyesi Olması:189

8. Başkasının Hakkının Taalluk Etmesi:189

9. Zina:190

Yasak Hükümlerinin Uygulanmasında Kararlılık:190

MÜBAŞERET (CİNSEL İLİŞKİ) ÂDABI190

Çoğalmanın Teşvik Edilmesi:190

Cinsel Sapıklıklar Haram Kılınmıştır;190

Azl Mekruhtur:191

Emzikli Kadınla Cimada Bulunmak:191

Eşler Arasındaki İlişkilerin Gizli Tutulması;191

Hayız Halindeki Kadınla İlişki:192

EŞLERİN BİRBİRİ ÜZERİNDEKİ HAKLARI192

Eşlik Bağı, En Büyük Ve Faydalı Bağdır:192

Zevcenin Hatasını Hoş Görmek:192

Eşlerin Birbiri Üzerindeki Hakları:193

İyilikle Geçinmek:193

Kocanın, Eşini Yatağına Çağırması:193

Kıskançlık İki Çeşittir:193

Erkekler, Kadınlar Üzerinde Hâkim Konumdadırlar.193

Eşler Arasındaki Anlaşmazlığın Hakem Usulüyle Çözümü:194

Eşler Arasını Bozmak Haramdır:194

Ev Ve Aile Düzeninin Bozulması Sonucunu Doğuran Bazı Haller:194

1. Eşler Arasında Adalete Riayet Etmemek:194


SÜTRE

 

Sütre edinmenin hikmeti: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Namaz kılan kimsenin önünden geçen kimse, ne derece vebal yüklendiğini bilse, onun için kırk (sene) beklemek önünden geç­mekten daha hayırlı olurdu.[1]

Bence bunun hikmeti şudur: Namaz, Allah'ın nişanelerinden olup, tazimi gerekir. Namaz görünüm itibariyle, uşakların efendi­lerine hizmet için onların Önünde kıyamda bulunmalarına, huzur­larında elpençe divan durmalarına benzer. Hal böyle olunca na­maz kılana saygı göstermek gerekir ve bunun en belirgin şekille­rinden biri de onu eda eden kişinin önünden geçmemektir. Zira efendi ile hizmetinde bulunan uşakları arasına girmek terbiyesiz­lik sayılır. Rasûlullah'ın (s.a.) şu hadisi bu mânâdadır:

"Şüphesiz sizden biri namaza kalktığında, elbette ki o, Rabbi ile münâcâtta bulunmaktadır ve Rabbi, kıble ile kendisi arasındadır. [2]

Buna ilaveten şunu da belirtelim ki, bu hareket, namaz kılan kimsenin kalbim meşgul eder, onun zihnini karıştırır. Bu yüz­dendir ki, namaz kılan kişinin, Önünden geçmek isteyenleri engel­leme hakkı bulunmaktadır. Rasûlullah'ın (s.a.), "Biriniz sütre edi­nerek namaz kılarken birileri onun önünden geçmek isterse, ona mani olsun. Israr ederse onunla vuruşsun; çünkü o bir şeytandır.[3] hadisi bu mânâda buyurulmuştur.[4]

 

Önünden Geçilmesi Halinde Namazı Bozan Şeyler:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kadın, eşek ve kara köpek namazı bozar. [5]

Bu hadisten anlaşılan şudur: Namazın sahih olması için ge­rekli şartlardan biri de, namaz kılınan yerin kadın, eşek ve köpek­ten uzak olmasıdır. Bunun hikmeti şudur: Namazdan maksat kişi­nin âlemlerin Rabbine münâcâtta bulunması, O'na yönelmesi ve kendisini O'na vermesidir. Kadınlarla bir arada olmak, onlara ya­kın bulunmak, onlarla sohbet etmek, namaz için bulunması gere­ken halin zıddına iltifat etmek anlamına gelir. Köpek, daha önce de zikrettiğimiz gibi şeytandır; özellikle de kara olanı. Çünkü bu yaratıklar, bozuk tabiatlıdırlar ve kuduz hastalığına yatkındırlar. Eşek de şeytan mesabesindedir. Çünkü o, çoğu kez insanlann gözü önünde çiftleşir, âleti kalkar. Onun bu halini görmek, namaz için olması gereken havayı bozar.

Ancak, sahabe hafız ve fakihleri bu hadisle amel etmemişler­dir. Hz. Ali, Hz. Âişe, İbn Abbâs, Ebû Sa'îd el-Hudrî[6] (r.a.) ve daha başkaları bunlardandır. Bunun mensûh olduğunu da rivayet et­mişlerdir. Ancak nesh doğrultusunda yapılan izah pek güçlü değil­dir. Bu konu, Rasûlullah'tan (s.a.) ilim alma yollarının farklılık arzettiği konulardan biridir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sizden biri önüne semerin arka kaşı gibi bir şey koyarsa, na­mazını kılsın ve onun öte tarafından geçenlere aldırmasın. [7]

Namaz kılanın önünden geçmeyi terketmek, her zaman için mümkün olmaz ve buna riayet büyük zorluklar doğurabilir. Bu iti­barla ilk bakışta namaz kılana ait olan sahanın ayırt edilebilmesi için sütre edinilmesi emredilmiş, sütrenin arkasından geçen kimse, arazide uzaktan geçen kimse gibi sayılmıştır. [8]

 

Namazın Temel Unsurları:

 

Namazın esasını üç şey oluşturur;

Bil ki: Namaz, üç temel şeyden oluşur:

i. Kalbin Allah'a huşu ile yönelmesi,

ii. Dilin Allah'ı anması (zikir),

iii. Beden ile en üst düzeyde saygı gösterilmesi.

Bu üç esasın, namazın vazgeçilmez unsurları olduğunda di­ğer hususlarda ihtilâflar olmakla birlikte bütün dinler müttefik­tir. Rasûlullah (s.a.), mazeret halinde bunların dışında kalan ko­nularda ruhsat vermiş olmasına rağmen, bu üç konuda asla ruhsat vermemiş, vitir hakkında: "Eğer güç yetiremiyorsan, ima yoluyla kıl!" buyurmuştur.[9]

 

Namazın İki Şekli Vardır:

 

Rasûlullah (s.a.), insanlar için namaz hakkında iki sınır koy­mak istemiştir:

i. Sorumluluktan kurtulmak için behemehal yerine getiril­mesi gerekli olan alt sınır,

ii. Namazdan beklenen faydayı tam olarak sağlayacak kâmil anlamda kılınmayı temin edecek üst sınır.

Birincisi yani namazın en alt sınırı şunlan kapsar:

i. Terki halinde namazın iade edilmesini gerektiren unsurlar,

ii. Terki halinde noksanlığa sebep olan fakat iadeyi gerektir­meyen unsurlar,

iii. Terki halinde namazın noksanlığına hükmolunmayan, fa­kat aşırı derecede kınamayı gerektiren unsurlar.

Bu mertebeler arasını ayırmak gerçekten çok zordur. Bu ko­nuda çok az yer hariç açık bir nass ya da icmâ yoktur. Bu yüz­den konuyla ilgili fukahâ arasındaki ihtilâf güçlü olmuştur.

Bu konuda delil olarak kullanılan şeyler şunlardır:

1. Namazını iyi kılmayan bir adama Rasûlullah'ın (s.a.) iki ya da üç defa, "Dön ve namazını kıl; çünkü sen namaz kılmadın!" bu­yurması, Rasûlullah (s.a.) bu adama sonunda şöyle demiştir:

"Namaza kalktığın zaman, güzelce abdest al, sonra kıbleye dön ve tekbir al, sonra Kur'ân'dan bildiğin kolayına gelen bir yeri oku, sonra rükû et ve organların yatışıncaya kadar rükûda kal, sonra başını kaldırarak iyice doğrul. Sonra secdeye git ve organla­rın yatışıncaya kadar secde halinde kal, sonra başını kaldır ve or­ganların yatışıncaya kadar otur, sonra tekrar secdeye git ve organ­ların yatışıncaya kadar secde halinde kal. Sonra bunu bütün namazlarında aynen yap.[10] Tirmizî'nin rivayetinde şu ifade vardır:

"Bunu yaptığın zaman, namazın tamam olur; eğer bunlardan noksan yaparsan, namazını da noksan yapmış olursun. [11]

O şöyle demiştir: Bu rivayet, insanlar için ilkinden daha ha­fiftir. Çünkü sözü edilen şeylerden eksik yapılması halinde nama­zın eksik olacağı, tümden gitmeyeceği ifade edilmektedir.

2. Rasûlullah'ın (s.a.) rükün olduğuna işaret eden bir ifade kullanması. Buna örnek olarak şu iki hadisi verebiliriz:

'Fatiha sûresi olmadan namaz olmaz. [12]

"Kişi, rükû ve secdeden kalkışında belini doğrultmadıkça na­mazı yeterli olmaz. [13]

3. Sâri' Teâlâ'nın namazı ifade etmek üzere kullanmış olduğu kelimeler. Bu, o şeyin namazın rüknü olduğuna dair açık bir işa­rettir. Buna Örnek olarak: Rasûlullah'ın (s.a.), "Kim, inanarak ve sevabını umarak Ra­mazanda kâim olursa. [14] "(Sizden biri mescide girdiğinde) iki rek'at rükûda bulunsun. [15] hadisleriyle, Allah Teâlâ'nın, "Rükû edenlerle beraber rükû edin! [16]"Secdelerin arkasından. [17]"Fe­cir okuması.[18]"Saygıyla Allah için kıyamda durun. [19] buyruk­larını hatırlayabiliriz. [20]

4. Namaz için gerekli olduğunu söylemiş olması. Örnek: Rasûlullah'ın, "Onun başlangıcı (tahrîm) tekbir almak, sonu (tahlil) da selâm vermektir.[21]Her iki rek'atta bir tahiyyât (te-şehhüd) vardır. [22] teşehhüd hakkında, "Eğer bunu yaparsan na­mazın tamam olmuştur. [23] buyurması ve benzeri ifadeleri de böy­ledir.

5. Müslümanların, namaz için gerekli olduğunda ihtilâf etme­dikleri, aralarında tevarüs edegeldikleri, terki halinde de birbirle­rini kınadıkları şeyler. [24]

 

Tevarüs Olunagelen Namaz Şekli:

 

Kısaca namaz, Rasûlullah'tan (s.a.) tevatüren tevarüs edile-gelen şekliyle şöyledir: Kişi önce abdest alacak, avret yerini örte­cek, ayağa kalkacak, kıbleye dönecek, yüzü ile kıbleye, kalbiyle Al­lah'a yönelecek, amelini ihlâs ile işleyecek, dili ile "Allahu ekbcr" diyecek, Fatiha sûresini okuyacak ve ilave olarak farz namazla­rın üçüncü ve dördüncü rekatları hariç Kur'ân'dan bir sûre oku­yacak, sonra rükû edecek, parmaklarının uçları dizkapaklarma de­ğecek şekilde eğilecek ve rükû halinde bir süre kalacak, sonra ba­şını kaldıracak ve tam doğrulacak ve bir süre öyle kalacak, sonra eller, ayaklar, dizkapaklan ve yüz yere gelecek şekilde yedi organ üzere secde edecek, sonra başını kaldıracak ve dümdüz oturacak, sonra aynı şekilde ikinci secdeye gidecek. Böylece bir rekat ta­mamlanmış olacaktır. (İkinci rekatı da aynen böyle kılacak) sonra her iki rekat sonunda oturacak ve tahiyyât okuyacak, eğer nama­zın sonu ise, Rasûlullah'a (s.a.) salâvât getirecek ve en çok sevdiği duayı okuyacak, sağındaki ve solundaki meleklere ve müslümanla-ra niyet ederek selâm verecek ve böylece namazım bitirecektir.

Rasûlullah'ın (s.a.) namazı işte budur; onun bu saydığımız şeylerden herhangi birini farz namazlarda mazeret olmaksızın bi­lerek terkettiği asla vaki değildir. Sahabe, tabiîn ve onlardan son­ra gelen büyük imamların namazları da aynıdır. Namaz diye teva­rüs edegeldikleri şekil budur ve bu, dinin vazgeçilemez esasların­dan biridir.

Evet, fukahanın namazla ilgili bazı detay konularda ihtilâfla­rı olmuştur; bunların, bulunmaması halinde namazın şer'î varlığını ortadan kaldıran rükünler mi, yoksa terki halinde noksanlığa sebep olan vaciplerden mi, ya da terki halinde kınamayı gerekti­ren ve sehiv secdesi ile telafisi mümkün olan kısımlardan mı oldu­ğuna dair farklı görüş beyan ettikleri olmuştur (ama hiçbiri özde farklı düşünmemiştir). [25]

 

Kalp İle Tazîm:                                  

 

Kalbin huşu ile Allah'a yönelmesi konusunda esas şudur: Bu, yani kalbin Allah için huşu halinde olması ve büyük bir saygı, kor­ku ve ümit ile sadece O'na yönelmiş olması açık olmayan bir şey­dir; mutlaka zabturapt altına alınması gerekir. İşte Rasûlullah (s.a.) bunu iki şeyle munzabıt hale koymuştur: i. Yüzü ve bedeniyle kıbleye yönelmek, ii. Diliyle "Allahu ekber" demek.

İnsanın yaratılış Özelliği gereği, kalp ne ile meşgul olursa di­ğer organlar ve dil de o doğrultuda hareket eder. Nitekim Rasûlullah'ın (s.a.), "Adem oğlunun bedeninde bir et parçası vardır ki, o düzgün olduğunda bütün beden düzgün... olur.[26] hadisi bu ma­nayı ifade etmektedir. Demek oluyor ki dilin ve diğer organların fi­illeri, kalbin hal ve fiilini dışa yansıtan en uygun şeydir ve bunlar bir tür onun yerini tutmaktadır. Bir şeyi munzabıt hale getirmek için kullanılacak olan şeyin de mutlaka bu özellikte olması gerek­mektedir. [27]

 

Kıbleye Yönelmek Ve Bunun Hikmeti:

 

Allah Teâlâ, cihetten münezzehtir. Bu itibarla O'nun kutsal evine, en büyük nişanesine yönelmek, bizzat kendisine yönelmek yerine ikâme edilmiştir. Rasûlullah (s.a.), "Yüzü ve kalbiyle O'na yönelerek namaz kılarsa. [28] sözüyle, bu manayı kastetmiştir.

Kalbin, tazım için boyun eğmesi ve teslim olması manasını ifade için tekbirden daha açık ve uygun bir sözcük yoktur. Tekbir işte bunun için seçilmiştir. [29]

 

Kıbleye Yönelmede Daha Başka Hikmetler De Vardır:

 

i. Kıbleye yönelmek, namaz vakti Allah'ın kutsal evini tazım için vaciptir; böylece biri diğeriyle tamamlanmış olacaktır.

ii. Kıbleye yönelmek hanîf İslâm dininin en belirgin özellikle­rinden biridir ve müslümanlar bununla diğer din sâliklerinden ay­rılır. Böyle bir özelliğin, İslâm'a girmeyi belirleyici bir alâmet ola­rak konulması gerekir, İşte bu yüzden kıbleye yönelmek, İslâm'ın en büyük ve en yaygın ibadeti olan namazın bir parçası olarak be­lirlenmiştir. Rasûlullah'ın (s.a.), "Kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yerse, o müslümandır; Allah'ın ve Rasûlünün zimmeti (ahdi) altındadır.[30] buyruğunun ifadesi bu­dur.

iii. Kıyamın tazim olabilmesi için, behemehal istikbalin de olması, yani saygı gösterilen şeye karşı yönelinmesi gerekir.

iv. Her halin, hem başlangıç hem de sonuç itibariyle diğer hallerden hükümce farklı olması gerekir. Rasûlullah'ın (s.a.), "Onun başlangıcı (tahrîm[31]) tekbir almak, sonu (tahlil) da selâm vermektir. [32] hadisi bu manadadır. [33]

 

Beden İle Tazım:

 

Beden ile tazime gelince, bunu ifade için üç hal vardır:

i. Huzurda elpençe divan durmak,

ii. Rükûda bulunmak,

iii. Secdeye kapanmak.

Tazimin en güzel şekli, bu üç hali de içeren davranıştır. Nef­sin tazime yönelik uyarılması için en alttan başlayarak en üst şek­le doğru bir seyir izlenmesi daha etkili olur. Secde hali, tazîm için gösterilen en üst mertebeyi teşkil eder ve bizatihi maksûd olması muhtemeldir. Diğerleri ise, ona ulaştıran aşamalar özelliği taşır. Bu itibarla onun bu benzetmede ortaya çıkan hakkının dikkate alınması vacip olmuştur ki bu da secde halinin tekrarlanılmasıyla olur. [34]

 

Dil İle Tazîm (Zikir):

 

Allah'ı zikretmenin de belli bir vakit ve şekil ile belirlenmiş olması gerekir. Çünkü belirleme, kulların durumunu daha iyi düzene koyar, kalplerini daha yatkm hale sokar, herkesin kendi gö-ruşunce güzel bulduğu şeyin peşine düşmesi gibi bir duruma mey­dan vermez. Kullar, sadece nafile olan duaların -ki benzerleri ön­cekilerin yükümlü tutuldukları şeylerdir- okunmasında kendi hallerine bırakılmışlardır. Kaldı ki Rasûlullah (s.a ) bu gibi konu larda bile müstehaphk şeklinde de olsa bir tayine gitmeksizin etmemiştir. [35]

 

Fatiha Kapsamlı Bir Duadır:

 

Madem ki zikir olarak okunacak şeyler de belirlenecekti, bu­nun için Fâtiha'dan daha uygunu olamazdı. Çünkü o, kapsamlı bir duadır. Allah Teâlâ, onu kullarının dili üzere indirmiş, onunla in­sanların nasıl hamdedeceklerini, nasıl Övgüde bulunacaklarını, kulluk, ibadet ve istiânede nasıl tevhîdde bulunacaklarını, her tür­lü hayır yollarını içine alan doğru yolu nasıl isteyeceklerini, gaza­ba uğramışların ve sapıkların yollarına düşmekten nasıl sığına­caklarını Öğretmiştir. En güzel dua, en cami' olanıdır; Fatiha da bu özelliktedir. [36]

 

Zamm-ı Sûre:

 

Kur'ân'a saygı göstermek ve onu okumak ümmet hakkında vaciptir. Bunu temin için, onun İslâm'ın en büyük rüknü, ibadetle­rin esası ve dinî nişanelerin en yaygını olan namazda okunması, bunun namazı tamamlayacak bir kurbet sayılması gibi uygun baş­ka bir şey olamazdı. İşte bunun için, namazda Kur'ân'dan bir sûre okunması şer'î bir hüküm kılındı. Sûre, tam bir kelâmdır ve Rasû­lullah (s.a.), onun belağatıyla inkarcılara karşı meydan okumuş, peygamberliğine delil olarak kullanmıştır, üstelik başı ve sonu iti­bariyle ayrıdır, her birinin kendisine ait parlak bir üslubu vardır. Bazı hallerde Rasûlullah'ın (s.a.J sûrenin sadece bir kısmım oku­muş olmasını dikkate alan ulemâ, üç kısa âyeti ya da uzun bir âyeti de sûre gibi saymışlar ve zamm-ı sûre olarak okunmasını ye­terli görmüşlerdir. [37]

 

Rükûun Belirlenmesi:

 

Herkes kıyam halinde iken aynı durmaz; kimi başını önüne eğerek durur, kimi eğik durur ve hepsi de kıyam sayılır. Bu du­rumda saygı için eğilmenin kıyam diye isimlendirilen fiilden ayrılmasına ihtiyaç duyulur. Bu da rükû şekliyle belirlenmiştir. Rükû, parmak uçları dizkapaklarma yetişecek şekilde aşırı eğilmedir.

Rükû ve secde halinin tazim olabilmesi için kişinin belli bir süre o halde kalması, âlemlerin Rabbine o halde iken boyun eğme­si ve tazimi ta kalbinin derinliklerinde duyması gerekir. Bu yüz­den, rükû ve secde vazgeçilmez bir rükün kılınmıştır. [38]

 

Secdenin Belirlenmesi:

 

Secde haliyle, karın üzeri yere yatmak ve benzeri davranış­lar, başın yere konulması noktasında aynıdır. Ancak birincisi say­gı için iken, diğeri değildir. Bu durumda, bu davranışların aralarının ayrılması ve tazim için olanın zapturapt altına alınması gerek­mektedir. Rasûlullah'ın (s.a.),"Yedi organ üzere secde etmekle emrolundum.[39]hadisi bu manayı ifade etmektedir.

Secde etmek isteyen herkesin, secde haline ulaşıncaya kadar mutlaka eğilmesi gerekecektir. Bu rükû değil, secde haline ulaş­mak için bir yoldur. Bu durumda rükû ile secde arasının farklı bir hareketle ayrılmasına ihtiyaç vardır. Böylece her biri başlı başına maksud olan bir taat halini alacak ve nefis her birinin faydası için ayrı ayrı uyarılmış olacaktır. Bu farklı hareket de "kavme[40] ol­maktadır.

Secdelerin ayrı ayrı olabilmesi için aralarına farklı bir hare­ketin girmesine ihtiyaç bulunmaktadır; bunu temin için de "celse[41] meşru kılınmıştır.

Hareketten kesilmeksizin yapılan kavme ve celse bir anlam ifade etmeyeceği, ibadete uygun düşmeyeceği, bir oyun halini ala­cağı sebebiyle, bunlarda itmi'nân hali yani bir süre hareketten ke­silme emrolunmuştur (tadil-i erkâna riayet). [42]

 

Namazdan Güzel Bir Sözle Çıkış

 

Namazdan, abddest bozmak ya da benzeri namaza mani ve onu bozucu herhangi bir şeyle çıkmak çirkin, kötü ve saygıyla asla bağdaşmayacak bir şeydir. Öbür taraftan namazı sona erdirecek, namazda iken haram olan şeyleri helâl kılacak bir fiilin bulunması da zorunludur. Eğer bu fiil şer'an belirlenmemiş olsaydı, herkes kendi arzusu doğrultusunda hareket edecekti. İşte bu yüzden na­mazdan çıkışın, insanların en güzel sözleriyle yani selâmla olması vacip kılınmıştır. "Onun sonu (tahlil) da selâm vermektir.[43] hadisi bu anlamdadır. [44]

 

Tahiyyât Ve Selâm;

 

Ashap, kullara selâmdan önce Allah'a selâm vermeyi müste-hap görürler ve, "Allah'a selâm, Cebrail'e selâm, falana selâm, derlerdi. Rasûlullah (s.a.), bunu "Tahiyyât" ile değiştirdi ve deği­şikliğin sebebini de şöyle açıkladı: "Selâm, Allah'ın üzerinedir, de­meyin; çünkü selâm Allah'ın kendisidir[45] Yani bir şeye selâmette bulunması için dua etmek, yokluk ve benzeri hallerden selâmette bulunması zatının gereği olmayan, varlığı da yokluğu da mümkün olan şeyler için uygun düşer; Allah için uygun düşmez.

Rasûlullah (s.a.), kendi yerinin dindeki önemine dikkat çek­mek, peygamberliğinin ikrarım sağlamak ve hakkına riayette bu­lunulmasını temin etmek amacıyla, kendisine salât ve selâm okun­masını istemiş, sonra daha genel bir ifade ile, "es-Selâmu aleynâ ve alâ ıbâdillahi's-sâlihîn" cümlesini[46] eklemiş ve şöyle buyur­muştur: "Kişi bunu söylediği zaman, gökte ve yerde bulunan her sâlih zat, bu duadan nasiplenir. [47] Bunun arkasından da kelime-i şehâdet okunmasını emretmiştir. Çünkü o, en büyük zikirdir. Ar­kasından da hoşuna gidecek bir duada bulunmasını istemiş ve bu­nu kulun seçimine bırakmıştır. [48] Çünkü namazın bitiş zamanı, dua zamanıdır. Zira o anda kul, rahmet deryasına gark olmuş bir haldedir ve duası kabule açıktır. [49]

 

Dua Âdabı;

 

Duâ âdabından biri de kabul olunması için Allah Teâlâ'ya öv­gü ile başlamak, O'nun peygamberi ile tevessülde bulunmaktır.

Sonra durum bu şekilde yerleşmiş, teşehhüd namazın bir rüknü kılınmıştır. Eğer bu şeyler olmasaydı, namaza son verilmesi sanki ondan pişman olmuş ve kaçmış birinin bırakışı gibi olur­du.

Daha başka, kimi gizli kimi açık hikmetler de vardır ki, an­lattıklarımızla yetinerek onları burada zikretmeye gerek görmüyo­ruz.

Kısaca söylemek gerekirse, zikrettiğimiz hususlar ve daha ön­ce sözünü ettiğimiz kaideler üzerinde düşünen kimse, kesin olarak anlar ki, bu keyfiyet üzere kılınacak namaz, mutlaka olması gere­ken ideal şekildir ve akıl, bundan daha güzel, daha kâmil bir şekil tasavvur edemez; kadrini bilen kimseler için namazın gerçekten en büyük ganimet olduğunu anlar. [50]

 

İki Rekattan Daha Az Namaz Yoktur:

 

Namazın azı, dikkate değer bir fayda sağlamaz, aşın derece­de çoğu ise, kılınamaz. Bu durumda hikmet-i ilâhî iki rekattan daha az miktarda namaz konulmamasını gerektirmiştir. İki rekat, namazın en az miktarıdır. Bu yüzdendir ki Rasûlullah (s.a.), "Her iki rek'atta bir tahiyyât (teşehhüd) vardır.[51]buyurmuştur. [52]

 

Yaratıkların Çoğu İki Yarıdan (Çiftten) Oluşur;

 

Burada ince bir sır vardır, o da şudur: Allah Teâlâ'nın canlıla­rın ve bitkilerin yaratılışında geçerli olan âdeti, bireyleri birbirine kenetlenmiş iki yarıdan meydana getirmesi şeklindedir. Bütün, bu iki yarıdan meydana gelir. "Çift olana ve teke yemin olsun ki. [53] âyetinde atıfta bulunulan mana budur.

Hayvanların iki yarıdan oluştukları malumdur. Bazen olur, bu iki yarıdan birine bir musibet arız olur, diğeri salim kalır; felçte olduğu gibi. Bitkilere gelince çekirdek ve tahıl tanelerinin iki yarı­sı vardır. Tohum topraktan bittiği zaman yeryüzüne iki yaprak ha­linde çıkar ve her yaprak, çekirdeğin ya da tahıl tanesinin bir yarı­sının özelliklerini taşır. Sonra büyüme hep bu tarz üzere devam eder. Yaratma konusunda geçerli olan bu âdet-i ilâhî, Hazîre-i kuds'te teşrî' konusuna da intikal etmiş, oradan da Rasûlullah'ın (s.a.) kalbine yansımıştır. Namazın ikişer rekat halinde meşru kı­lınmasının sırrı budur. [54]

 

Namaz Rekatlarının Sayısı:

 

Namazın aslı bir rekattir; bütün namazlarda iki rekattan da­ha az namaz meşru kılınmamıştır. İki rekattan her biri diğeri ile ayrılmaz bir hal almış ve ikisi bir bütün oluşturmuştur. Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir:

"Allah Teâlâ, namazı farz kıldığında hazarda[55] ve seferde ikişer rekat şeklinde farz kılmıştı. Sonra sefer namazı olduğu gibi bırakıldı, hazar namazına ziyade yapıldı[56] Bir rivayette, "Ak­şam namazı hariç; çünkü o üç rekattı." ziyadesi vardır.

Derim ki: Rekatların sayısı konusunda esas şudur; Hiçbir şe­kilde düşmeyen rekat sayısı on birdir. Şöyle ki: Hikmet-i ilâhî, bir gün ve gece boyunca orta sayılacak mübarek bir sayıda namaz kı­lınmasını gerektirmiştir. Bu sayı çok olmamalıdır; aksi takdirde yükümlüler için ağır gelir ve ifada güçlük çekerler. Çok az da ol­mamalıdır, o zaman da kullar için namazdan beklenen fayda hasıl olmaz. Daha önce onbir sayısının, bütün sayılar arasında gerçek tek'e en çok benzeyen sayı olduğunu görmüş idik.

Ne zaman ki Rasûlullah (s.a.) hicret etti, İslâm yerleşti, mün-tesipleri çoğaldı, taate karşı gösterilen rağbetler arttı, bu sayıya altı rekat daha eklendi. Sefer namazı eski hali üzere bırakıldı. Bu böyle oldu, çünkü bir şey üzerine yapılacak ziyadenin, onun dengi ya da daha çoğu olması uygun olmaz. Aslında uygun olanı, asıl miktarın yarısının eklenmesi idi. Ne var ki onbir sayısının kesirsiz yansı yoktur. Bu durumda iki sayı ortaya çıktı; beş ve altı. Beş sa­yısının eklenmesi halinde genel toplam tek değil çift olacaktı, bu itibarla altı sayısının eklenmesi taayyün etmiş oldu.

Rekat sayılarının vakitlere göre dağılımına gelince, bu haber­lerde zikrolunduğıına göre önceki peygamberlerin eserleri üzerine belirlenmiştir. Sonra akşam namazı, bir bakıma günün son nama­zıdır. Çünkü Araplar, geceleri gündüzlerden Önce sayarlar. Bu du­rumda rekatların toplam sayısını tek kılan rekatın bu vakitte ol­ması uygundur. Öbür taraftan akşamın vakti dardır. Dolayısıyla mevcut miktarlara ilave yapılması halinde, akşam namazına ila­vede bulunulması uygun olmayacaktı. Sabah namazı vakti ise uy­ku ve tembellik vaktidir. Bu itibarla ona da ekleme yapılmamıştır. Ancak güç yetirebilenler hakkında kıraatin uzun tutulması müste-hap kılınmış ve böylece telafi yoluna gidilmiştir. "Bir de sabah namazım kıl! Çünkü sabah namazı şahitlidir[57] âyetinin ifade ettiği mana budur.

Allah'u a'Iem! [58]

 

NAMAZDA OKUNAN ZİKİRLER VE NAMAZIN MENDUP ŞEKLİ

 

Namazın Nicelik Ve Nitelik BakımındanKemali:

 

Bil ki: Namazdan beklenen faydayı tam olarak bulunduran en kâmil namaz şekli iki şekil üzere olur: nitelik ve nicelik.

Nitelikten (keyfiyet) maksat, namazda okunacak zikirler, alı­nacak şekiller, insanın kendisini, sanki Allah'ı görüyormuş gibi namaz kıldığına inandırması, içinden namaza ters düşecek düşün­celer geçirmemesi, hoş olmayan hareket ve davranışlardan uzak durması vb. gibi şeylerdir.

Nicelikten (kemiyet) maksat ise, nafile olarak kılacağı na­mazlardır. İnşallah ileride nafile namazlarla ilgili bilgi vereceğiz.

Zikirler konusunda delil, istiftâh (açılış) duası hakkında kıs­men Hz. Ali hadisi, Ebû Hureyre, Hz. Âişe, Cübeyr b. Mut'im, İbn Ömer ve daha başkalarından gelen hadisler; diğer konularla ilgili olarak da Hz. Âişe, İbn Mes'ûd, Ebû Hureyre, Sevbân, Acure (r.a.) ve daha başkalarından gelen hadislerdir ki, bunları ileride ayrıntılarıyla zikredeceğiz.

Namazla ilgili şekil ve davranışlar hakkında asıl ise, Ebû Hu-meyd es-Sâidî hadisidir. Bu zat on kadar ashap arasında bu hadisi söylemiş, onların hepsi onu doğrulamıştır. Keza kısmen Hz. Âişe, Vâil b. Hucr hadisleri de öyledir.

Ellerin kaldırılması konusunda asıl ise İbn Ömer hadisidir.

Konuyla ilgili daha başka hadisler de vardır ki, ileride zikre­deceğiz. [59]

 

Namazda Mendup Olan Şekil Ve Tavırlar:

 

Namazda mendup olan tavır ve şekiller, şu hususların ger­çekleştirilmesini amaçlar:

i.Huşûun gerçekleştirilmesi, organların derli toplu tutulma­sı, halkın hükümdarların huzuruna çıkarken kapıldıkları korku ve heybete benzer bir tavırla nefsin uyarılması; ayakların aynı hizada olması, sağ elin sol el üzere konulması, bakışların yere çevrilmesi, sağa sola bakılmaması gibi.

ii.Okunan zikre hareketlerle eşlik edilmesi, sırf O'nun zikriyle meşgul olunup, başka şeye iltifat edilmemesi; kalbiyle duy­ması, diliyle söylemesi yanında parmakları ve eliyle onları teyit etmesi. Ellerin kaldırılması, şehadet parmağı ile işaret edilmesi gibi. Böylece kalp, dil ve organların birbirini destekler, birbirini teyit eder bir hal alması sağlanmış olacaktır.

iii. Ağırbaşlı ve örfen güzel kabul edilen hareket tarzının ter­cih edilmesi, taşkınlıktan ve sağduyu sahiplerinin hoş karşılamayıp akılsız kimselere nisbet ettikleri davranış ve şekillerden kaçı­nılması. Tavuğun yem toplaması gibi yatıp kalkma[60] köpek oturuşu[61] gibi oturma, tilki büzüşmesi gibi büzülme, deve çöküşü[62] gibi inme, yırtıcı hayvan yatışı gibi yatma, şaşkın ve çaresizlerin, musibete duçar olmuşların elleri böğüre koymak gibi durduk­ları gibi durma bu kabilden davranışlardır.

iv. Taatin, gönül huzuru içerisinde, sükûnetle ve yavaş yavaş yapılması. İstirahat oturuşu, ilk oturuşta kalkış için daha kolay olacağı için sağ ayağı dikip, sol ayağı alta sererek oturma; son otu­ruşta daha rahat olacağı için kıç üzerine oturma gibi. [63]

 

Yapılan Dua Ve Zikirlerden Gözetilen Amaç:

 

Namazda okunan dua ve zikirlere gelince, bunlar, şu amaçla­rın gerçekleştirilmesine yöneliktir:

i. Nefsin, fiilin yapılış amacı olan huşûun gerçekleşmesi için uyarılması. Rükû ve secde zikirleri gibi.

ii. Allah'ın zikrinin açıktan yapılması. Bu, imamın bir rü­künden diğerine intikalinin cemaate bildirilmesi amacını taşımak­tadır. İnerken, kalkarken alman tekbirler gibi.

iii. Namaz içerisindeki hiçbir hareketin zikirden yoksun ol­maması. Tekbirler, kavme ve celse zikirleri gibi.

Kişi tekbir aldığı zaman, Allah'tan başka herşeyden yüz çe­virdiğini, Allah ile hemdem olmaya, O'nunla münâcâtta bulunma­ya başladığını bildirmek için ellerini kaldırır.[64] Ellerini, kulakları ya da omuzu hizasına kadar kaldırır. Bunun her ikisi de sünnettir. Sonra hem saygı ifadesi olarak, hem de kendisini zihnen namaza verdiği gibi bedeninin de derli toplu olmasını, dağınık olmamasını temin için, sağ elini sol eli üzerine koyar, ayaklarını aynı hizada tutar, bakışlarını secde mahalline hasreder. Kalbin kendisini tam anlamıyla namaza vermesini temin etmek, zihni münâcâta hazır­lamak için istiftâh (başlangıç/açılış) duasını yapar. [65]

 

Okunacak Dualar:

 

Başlangıç duası olmak üzere çeşitli dualar vardır. Hepsi de sahih olan bu dualardan bazıları şunlardır:

1. Allahümme bâ'id beyni ve beyne hatâyâye kenıâ bâ'adte beyne'l-meşrik ve'l-mağrib, Allahümme nakkinî mine'l-hatâyâ kemâ yünakkâ's-sevbu'l-ebyad mine'd-denes, Allahümme ' hatâyâye bi'l-mâi ve's-selci ve'l-bered."

Manası: Allahim, benimle hatalarım arasını, doğu ile batı arasını uzak­laştırdığın gibi uzaklaştır! Allahım, beni hatalarımdan, beyaz elbisenin kir­den arındırıldığı gibi arındır! Allahım, hatalarımı su, kar ve dolu ile yıka!

Bence hataların kar ve dolu ile yıkanmasından maksat, it-mi'nân ve kalp huzuru doğacak şekilde günahların keffâret olun-masıdır. Araplar birinin sükûn ve huzur bulduğunu, hiçbir tered­düdü kalmaksızın kesin bilgiye ulaştığını ifade etmek için "Berede kalbuhu ve etâhu's-selcu" derler.

2. İnnî veccehtu vechî lillezî fatara's-semâvâti ve'l-arda hanîfen vemâ ene mine'l-müşrikîn. Kul inne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi rabbi'l-âlemîn, lâ şerike leh ve bizâlike ümirtu ve ene evvelu'l-müslimîn. [66] (bir rivayette de) "ve ene mi-ne'l-müslimîn."

Manası: Yüzümü hanîf müslüman olarak gökleri ve yeri yaratan Al­lah'a çevirdim. Ben müşriklerden değilim. De ki: Benim namazım da, ibadet­lerim de, hayatım da, ölümüm de âlemlerin Rabbi oian Allah içindir. O'nun

hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslumanların ilki­yim (ya da) ben müslümanlardanım.

3. "Sübhaneke Allahümme ve bihamdike ve tebâreke 'smüke ve teâlâ ceddüke velâ ilahe gayruk. Allahu ekber kebtra (üç defa) ve sübhânallahi bükraten ve asîlâ" (üç defa).

Manası: Aliahım, seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim, her türlü kemal sıfatlarıyla Överim, sana hamdederim. Senin ismin mübarektir, şanın çok yücedir, senden başka tanrı yoktur. Allah en büyüktür. Sabah ak­li şam her an O'nu tenzih ederim. [67]

 

Istiâze: Şeytandan Allah'a Sığınma:

 

Sonra istiâzede bulunur. Çünkü Allah Teâlâ, "Kur'ân oku­mak istediğin zaman, taşlanmış şeytandan Allah'a sığın![68] bu­yurmaktadır.

Bence bunun sırrı şudur: Şeytanın en büyük zararlarından biri, Allah'ın kitabı hakkında hoşnut olunmayacak teviller doğrul­tusunda vesvese vermesi yahut da Kur'ân üzerinde düşünmekten onu alıkoymasıdır.

İstiâze için çeşitli ifadeler vardır. Bunlardan bazıları şunlar­dır:                                                                                                                        

1. "Eûzü billahi mine'ş-şeytâni'r-racım."

2. "Esteîzu billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm."

3. "Eûzü billahi mine'ş-şeytân min nefhıhî ve nefesihî ve hemezihî."

Manası: Şeytandan, onun bana kibir vermesinden, sihir, kehânet gîfei şeyler fısıldamasından, içime vesvese vermesinden Allah'a sığınırım. [69]

 

Gizli Ve Açıktan Besmele Okumak:

 

Sonra içten besmele okur. Zira Allah Teâlâ, okumaya başla­madan önce teberrüken isminin anılmasını ve öylece başlanılması­nı şer'î bir hüküm olarak bizden istemiştir. Üstelik bunda ihtiyata riayet de vardır. Zira besmelenin Fâtiha'dan olup olmadığına dair rivayetler farklılık arzetmektedir. Sahih olarak bilindiğine göre

Rasûlullah (s.a.), namaza yani kıraate "el-Hamdu lillâhi Rabbi'l-âlemîn..." diye başlardı ve "Bismillâhirrahmânirrahîm"i açıktan okumazdı.

Kanaatimce, RasûluIIah'ın (s.a.) bazı hallerde ashabına Öğret­mek amacıyla besmeleyi açıktan okumuş olması uzak bir ihtimal değildir.

Öyle gözüküyor ki Rasûlullah (s.a.), bu zikir ve duaları öğret­mek için ashabından belirli kimseleri seçiyordu ve herkesin so­rumlu tutulması ve terki halinde de kınanılması şeklinde bir ge­nellemeye gitmiyordu. Bu, bence İmam Mâlik'in söylediğinin tevili olmaktadır. Keza bu, Ebû Hureyre'nin (r.a.), "Rasûlullah (s.a.), tekbir ile kıraat arasında bir miktar susardı. Ona, 'Anam babam sana feda olsun! Tekbir ile kıraat arasında bir miktar susuyorsun. O esnada ne söylüyorsun?' dedim.[70] şeklindeki sözünden anlaşı­lan da bu olmaktadır. [71]

 

Fatiha Sûresinin Okunması:

 

Sonra tertîl üzere Fatiha ile Kur'ân'dan başka bir sûre okur. Harflerin hakkım vererek, uzatarak, âyet başlarında durarak gü­zelce okur. Öğle, ikindi namazlarında içinden okur. İmam, sabah namazında ve akşam ile yatsının ilk iki rekatlarında açıktan okur. İmam arkasında namaz kılanın susması ve kulak vermesi vaciptir. İmam açıktan okuyorsa, ancak onun susması esnasında okuyabi­lir. İmam içinden okuyorsa, o zaman kişi muhayyerdir. Eğer oku-yacaksa, Fâtiha'yı, imamın zihnini karıştırmayacak şekilde sessiz­ce okumalıdır. Bence görüşler içerisinde en uygunu budur. Konu ile ilgili hadislerin arası da ancak bu şekilde telif olunabilir.

Bunun sırrı hadiste de belirtildiği üzere imamın zihninin ka­rıştırılmasına meydan verilmemesidir. İmamla birlikte arkadaki-lerin de okumaları, onun zihnini karıştırması yanında, okunan Kur'ân üzerinde düşünmeyi engeller ve bu Kur'ân'a saygısızlık olur. Sâri* Teâlâ, insanların içlerinden okumalarına da kesin bir şekilde hükmetmemiştir. Çünkü halkın büyük çoğunluğu, tümden harflerin mahreçlerine dikkat ederek sahih bir şekilde okumaya koyulsalar bu gürültüye sebep olur, birbirlerinin kalbini meşgul ederler. Oysa ki Sâri' Teâlâ, gönlü meşgul edecek hareketleri ya­saklamıştır. Yasak olan bir harekete götürecek bir yükümlülük de getirmemiştir. Bununla birlikte muktedir olanlar için bunu seçime bırakmış ve isteyenin okuyabileceğine hükmetmiştir. Bu, ümmet için son derece uygun bir hükümdür.

Öğle ve ikindi namazlarında içten okumanın hikmetine gelin­ce, gündüz vakti, gerek çarşı ve pazarlarda ve gerekse evlerde ge­nelde gürültü ve patırtının, şamatanın eksik olmadığı bir zaman­dır. Diğer vakitler ise seslerin kesildiği zamanlardır. Bu vakitlerde açıktan okunması, insanların dinlemeye daha hazır olmaları itiba­riyle öğüt almalarını ve etkilenmelerini daha iyi sağlar. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur;

"İmam, 'Amîn!' dediği zaman, siz de deyin. Çünkü kimin âmini, meleklerin âmînine denk düşerse, onun gelmiş geçmiş bü­tün günahları affolunur. [72]

Derim ki: Melekler, zikir meclislerinde, orada bulunanlara olan iştiyaklarından hazır bulunurlar ve Mele-i a'lâdan üzerlerine yağan feyiz ve bereket sebebiyle ettikleri dualara âmîn derler. Ha­diste ayrıca imama uyma vurgulanmakta ve ona tabi olma (iktidâ) sünneti pekiştirilmektedir. [73]

 

İki Susup Bekleme (İskâte) anı:

 

Hadislerde namaz esnasında iki susma anından söz edilmek­tedir:

i. Tekbîr ile kıraat arasında olan susup bekleme. Bu bütün cemaatin tahrim tekbirini almış olmalarını beklemek ve hep bir­den can kulağıyla okunacak olan Kur'ân'ı dinlemelerini temin et­mek içindir.

ii. Fatiha ile zamm-ı sûre arasında susup bekleme. Bunun, cemaatin, imamı rahatsız etmeden ve susup dinleme yükümlülü­ğünü de terketmeden okuma imkânı bulabilmeleri için olduğunu söylemişlerdir.

Bence durum şöyle: Sünen sahiplerinin rivayet etmiş oldukla­rı hadis, imamın, cemaatin okuması için susup beklediği konusun­da açık değildir. Çünkü zahirden anlaşıldığı kadarıyla bu susup bekleme "Amîn" sözcüğünü telaffuz edebilmeleri içindir. Yahut Fatiha ile Amîn arasını ayırmak için yapılmış çok kısa bir sektedir ve amacı, Kur'ân'dan olmayan bu sözcüğün açıktan okunması ha­linde Kur'ân'danmış sanılmasını önlemektir. Yahut da okuyucu­nun nefesini toplayabilmesi için yapılmış kısa bir sektedir.

İlk neslin bu susup beklemeyi garip bulmaları, onun yerleşik ve çoğunluk tarafından da uygulanagelen bir sünnet olmadığını gösterir.

Allah'u a'lem! [74]

 

Namazlarda Okunacak Kur'ân:

 

Kişi, sabah namazında altmış ile yüz âyet kadar okur. Uzun kıraat sayesinde rekat sayısı bakımından olan azlık telafi edilmiş olur. Üstelik bu vakit, henüz dünya meşgalelerinin kalbi tam bü-rümediği bir andır. Bu itibarla Kur'ân üzerinde düşünmek için bu­nu bir fırsat telakki eder.

Yatsı namazında ise, "Sebbih isme rabbike'l-a'lâ. "Velleyli izâ yağşâ..." ve benzeri sureleri okur. Namazı çok uzatan ve bu yüzden cemaatin nefretini kazanan Muâz olayı, Rasûlullah'ın (s.a.) onu dinde fitne çıkarmakla itham etmesi meşhurdur. (Bu itibarla imam olanların namazda çok uzun okumaları yasaklanmıştır.)

Bazı rivayetlerde, öğle namazı sabah namazı, ikindi namazı da yatsı namazı gibi kabul edilmiştir. Bazı rivayetlerde ise, öğle­nin yatsı gibi, ikindinin de akşam gibi kılınması istenmiştir.

Akşam namazında, vakit dar olduğu için kısa sûreler (kısâ-ru'1-mufassal) okunur.

Rasûlullah (s.a.), her zaman için vakti kollar ve durum gereği bazen uzun okur, bazen de çok kısa tutardı, insanlara namaz kıl-dırırlarken hafif tutmalarını emrederdi. Çünkü cemaat içerisinde zayıf, hasta, iş güç sahibi olan olur.

Rasûlullah (s.a.), bazı namazlar için özel bazı faydaları sebe­biyle belli sûreleri tercih etmiştir. Bu, bağlayıcı olmadığı gibi, hak­kında güçlü bir talep de bulunmamaktadır. Bununla birlikte kim bunlara riayet ederse güzel bir şey yapmış olur; kim de uymazsa ona bir vebal gerekmez. [75]

 

Bayram Ve Cuma Namazlarında Okunan Sûreler:

 

Rasûlullah (s.a.), kurban ve fıtır bayram namazlarında "Kâf ve "îkterebet[76] sûrelerini okurdu. Çünkü üslup bakımından son derece güzel olan bu sûreler, aynı zamanda Kur'ân'ın bütün maksatlarını da özlü bir şekilde içerir. İnsanların bir araya geldikleri bir ortamda buna ihtiyaç vardır. Ya da "Sebbih isme", aHel etâke" sûrelerini okurdu. Çünkü bunlar da hem kısa, hem de makama münasip güzel üsluba sahiptir.

Cuma namazında ise, Cuma ve Münâfikîn sûrelerini okurdu. Bunlar makama münasip düşer ve böylece insanlar uyarılmış olur. Çünkü cuma namazı, sair vakitlerde camiye gelmeyen münafık ve benzerlerini de camide toplar.

Cuma günü sabah namazında "Elif Lanı Mim.  Tenzîl[77] Hel etâ" sûrelerini okurdu ve kıyamet saatinin ve dehşetinin hatırlanmasım amaçlardı. Cuma günü, bütün hayvanlar, kıyametin kopacağı anda kulak kesilirler. Bu itibarla insanların da o anın dehşetini hatırlamaları ve korku içinde olmaları uygun olur. [78]

 

Bazı Âyetlerin Okunması Esnasında Söylenmesi Güzel Olan Sözler:                     

 

Okuyucu, "Sebbih isme rabbike'l-a'lâ"ya geldiği zaman, "Sübhâne Rabbiye'1-a'Iâ" der.

Kim, "Eleysallahu bi ahkemi't-hâkimîn" âyetim okursa, "Belâ ve ene alâ zâlike mine'ş-şahidin" desin.

Kim, "Eleyse zâlike bi kadirin alâ en yuhyiye'l-mevtâ" âyetim okursa, "Amenna billah" desin. Bunun, Kur'ân'a ve Allah'a karşı gösterilmesi gereken âdâbdan olduğunda şüphe yoktur. [79]

 

Rükû Esnasında Ellerin Kaldırılması:

 

Kişi, rükû etmek istediğinde ellerini omuz ya da kulak hizası­na kadar kaldırır. Başını rükûdan kaldırırken de aynısını yapar. Bu hareketi secde esnasında yapmaz.

Bence bunun sırrı şudur: Ellerin kaldırılması bir saygı ifade­sidir; nefsi, namazla bağdaşmayan meşgalelerin terki ve Rab Teâlâ ile münâcâtta bulunma haline geçme konusunda uyarıcı Özellik taşır. Dolayısıyla tazim ifade eden her üç fiilin[80] de başlan­gıcında meşru kılınmış, bununla nefsin, bu fiillerden beklenen amacın oluşması için tekrar tekrar uyarılması amaçlanmıştır. Bu, Rasûlullah (s.a.) tarafından bazen yapılıp bazen terkedilen fiillerindendir. Dolayısıyla hepsi de sünnettir. Her birini sahabeden bir cemaat almış, tabiîn ve daha sonraki nesiller boyunca durum aynı şekilde devam edegelmiştir. Bu konu Medine ve Küfe ekollerinin ihtilâf ettikleri konulardan biridir. Her bir ekolün sağlam delilleri ve dayanakları vardır.

Kanaatimce bunların hepsi sünnettir. Benzeri bir örnek de vitrin bir rekat mı, yoksa üç rekat mı olduğudur. Rasûlullah'a (s.a.) ref edilen bir şey, bence ref edilmeyenden (merfû olmayan­dan) daha değerlidir. Zira merfû hadisler daha çok ve daha sağ­lamdır.

Durum böyle olmakla birlikte, bu gibi konularda insanın memleketinde bulunan halkı, kendisi aleyhine kışkırtıcı davranış­lara girmesi uygun olmaz. Rasûlullah'ın (s.a.), Hz. Âişe'ye, Ka'be'yi Hz. İbrahim'in attığı eski temelleri üzerine yeniden bina etme hakkındaki düşüncesini açarak, "Eğer kavminin cahiliye dönemi ile ilgili olan anıları henüz taze olmasaydı, Ka'be'yi yıkardım.[81] buyurması, bu mananın bir ifadesi olmaktadır.

İbn Mes'ûd'un, son zamanlarda yer etmiş sünnetin ellerin kaldırılmasının terki olduğunu zannetmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü o, namazın organların vakur bir halde olması, ha­reketten kesilmesi esası üzerine kurulduğu düşüncesinin etkisi al­tında kalmıştır; ve bu yüzden elleri kaldırmanın, bir tür saygı ifa­desi olduğu, bu yüzden de namaza ellerin kaldırarak başlandığı, keza nefsin, Allah'tan başka herşeyi geri atmak anlamına gelecek bir davranışla her fiil başlangıcında uyarılması gereğinin namazla ilgili esaslardan biri olduğu, bunun da matlup bir şey olduğu dik­katinden kaçmış olmalıdır. [82]

Allah'u a'lem!

 

Secde Anında Eller Kaldırılmaz:

 

"Bunu, yani elleri kaldırmayı secdede yapmaz." sözüne gelin­ce, derim ki: Kavme, rükû ile secde arasını ayırmak için meşru kı­lınmıştır. Dolayısıyla kavme anında ellerin kaldırılması secde için ellerin kaldırılması anlamına gelmektedir ve fiilin tekrarlanması­na gerek yoktur.

Başını her indirişinde ve kaldırışında, daha önce zikrettiği­miz uyarı manası taşıması ve cemaatin duyup intikâl etmelerinin sağlanması için tekbir alır. [83]

 

Rükû Hali Ve Zikirleri

 

Rükû halinde iken, el ayalarını dizkapaklan üzerine koyar ve parmaklarını kavrıyor gibi aşağısına doğru salar, dirseklerini böğ­ründen uzak, belini düz tutar, başını ne yukarı kaldırır ne de öne eğer; normal durur.

Rükû halinde iken şu zikirlerden birini okur:

1."Sübhâneke allahümme rabbenâ ve bihamdike, allahümme

Manası: Allahım, seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim, seni överim, sana hamd ederim, Allahım, beni bağışla.

Bu zikri okuması halinde, "Rabbini hamd ile teşbih et ve O'ndan mağfiret dile![84] âyetiyle amel etmiş olur.

2. "Sübbûhun, kuddûsun, rabbunâ ve rabbu'l-melâiketi ve'rrûh. [85]

Manası: Münezzehsin! Mukaddessin! Bizim Rabbimiz, melekle­rin ve Ruhun Rabbisin!

3. Üç defa "Sübhâne rabbiye'l-azîm".

Manası: Yüce olan Rabbim, her türlü noksanlıklardan münez­zehtir.

4. "Allahümme raka'tu, ve bike âmentu, ve leke eslemtu, ha-şa'a leke semt ve basarı ve muhhl ve azmi ve asabi."

Manası; Allahım, sana rükû ettim, sana inandım, sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, iliğim, kemiğim, sinirlerim her şeyim sana boyun eğmiştir.

Kavme, iyice doğrulması, omurga kemiklerinden her birinin iyice yerine oturması ve ellerini kaldırması şekliyle olur. Bu halde iken şu zikirleri okur:

1. "Semi'allahu limen hamideh".   

Manası: Allah, kendisine hamd edeni İşitir.

2. "Allahümme rabbenâ leke'l-hamdu hamden kesîratı tayyi-ben mübâreken fîh.

Manası: Allahım, sayısız, pak ve kutsal övgüler sana mahsus­tur.

Buna şu ziyade de gelmiştir: "Mil'e's-semâvâti ve mü'e'l-ardı ve mil'e mâ şi'te min şey'in ba'du.

Manası: Gökler ve yer dolusu, senin dilediğin şey dolusu övgü sana mahsustur.

Bir rivayette şu ziyade vardır: "Ehle's-senâi ve'l-mecdi, ehakku mâ kâle'l-abdu, ve küllünâ leke abdun, Allahümme lâ mâni'a limâ a'tayte, velâ mu'tıye limâ mena'te, velâ yenfe'u ze'l-ceddi min-ke'l-ceddu.

Manası: Ey övgülere lâyık, şanı yüce Rabbimiz! Kulun ki he­pimiz senin kullarınızız söyleyebileceği en lâyık söz şudur: Alla­hım, senin verdiğini engelleyecek, engellediğini verecek yoktur. Hiç­bir varlık sahibine, sana karşı varlığı fayda vermez.[86]

3. "Allahümme tahhirnî bi's-selci ve'l-bered ve'l-mâi'l-bârid, Allahümme tahhirnî mine'z-zünûbi ve'l-hatâyâ kemâ yünakkâ's-sevbu'l-ebyad mine'd-denes."

Manası: Allahım, beni kar, dolu ve soğuk suyla pakla. Allahım, beni günah ve hatalardan, beyaz elbisenin kirden arındırıldığı gibi arındır. [87]

 

Sabah Namazında Kunut Duası:

 

Sabah namazında kunut okunması konusunda hadisler, sahabe ve tabiîn kavilleri farklılık arzetmektedir. Bence kunut okunmasıyla, okunmaması aynıdır. Sadece büyük olaylar sırasın­da kunut okuyan ya da içinden rükûdan önce birkaç kelimelik ku-nutta bulunan, bence daha iyi yapıyordur. Çünkü hadisler, Rasû-lullah'm (s.a.), Ri'l ve Zikvân[88] kabilelerine bir süre beddua okudu­ğunu, sonra ise bunu terkettiğini göstermektedir. Bu, her ne kadar kunut okumanın mutlak surette neshedildiğini göstermezse de, onun yerleşik bir sünnet olmadığına da işaret eder.

Yahut şöyle deriz: Kunut, düzenli olarak ifa edilmesi gereken bir görev değildir. Sahâbînin (yani Ebû Mâlik el-Eşca'î'nin) görüşü de budur; yani bunda devamlı olunmamasıdır. Rasûlullah (s.a.) ve halifeleri, başlarına bir olay geldiği zaman rükûdan önce ya da sonra müslümanlara hayır dua, kâfirlere de bedduada bulunurlar, kunutu tümden terketmezlerdi. Yani fevkalâde olaylar anında ku­nut olmadığını söyleyen bir görüş yoktur. [89]

 

Secde Şekli Ve Okunacak Dua Ve Zikirler:

 

Secdeye giderken ellerinden önce dizlerini yere koyar, kolları­nı köpeklerin yayışı gibi yaymaz, ellerini böğründen uzak tutar ve koltuk altı görünecek şekilde durur, ayak parmaklarını kıbleye ba­kacak şekilde tutar.

Secde halinde iken şu zikirleri okuyabilir:

1. Üç defa "Sübhâne rabbiye'l-a'lâ."

Manası: Yüce olan Rabbim, her türlü noksanlıklardan münez­zehtir.

2. "Sübhâneke Allahümme Rabbena ve bi hamdike, Allahüm­me 'ğfir lî."

Manası: Allahım, seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim, seni överim, sana hamd ederim, Allahım, beni bağışla!

3. "Allahümme leke secedtü ve bike âmentu ve leke eslemtu, secede vechî lillezî halekahû ve savverahû ve şakka sem'ahû ve basarahû, fe tebârekallahu ahsene'l-hâlikîn."

Manası: Allahım, sana secde ettim, sana iman ettim ve sana teslim oldum. Yüzüm, yaratanına, kendisine şekil verene, kulağını, gözünü açana secde etti. En güzel yaratıcının şanı ne yücedir.

4. "Sübbûhun kuddûsun rabbunâ ve Rabbu'l-melâiketu ve'r-rûh."

Manası: Münezzehsin! Mukaddessin! Bizim Rabbimiz, melekle­rin ve Ruhun Rabbisin!

5. "Allahümme 'ğfir lî zenbî küllehû dikkahû ve cillehû ve evvelehû ve âhirahû ve alâniyetehû ve sırrahû."

Manası: Allahım, günahımın hepsini, küçüğünü büyüğünü, ev-veiini âhirini, aşikârını gizlisini bana bağışla.

6. "Allahümme innî eûzü bi rızâke min sehatike  ve bi muâfâtike min ukûbetike ve eûzü bike minke lâ uhsî senden aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsike."

Manası: Allahım, ben gazabından rızana, ukubetinden affına sı­ğınırım, senden yine sana sığınırım. Ben seni layıkıyla övmekten acizim; sen, kendini Övdüğün gibisin.

Rasûlullah'ın (s.a.) bir hadisinde, "Çok secde etmek suretiyle kendin için bana yardımcı [90]buyurması şunun içindir: Secde, tazimin en son haddidir, mü'minin mi'racıdır, insanın melekî yö­nünün hayvani yönün baskısından kurtulduğu andır; nefsini ilâhî rahmet deryasına garketmesini becerebilen kimse, elbette ki pek çok hayrın kaynağına inmiş demektir.

Rasûîullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde ümmetimin secdeden alınları sakarlı, ab-destten organları sekirli olacaktır.[91]

Derim ki: Misâl âlemi, ruhlarla onların kalıpları arasındaki münasebet esası üzerine kuruludur. Nasıl ki oruç tutanların yeme içme ve cinsel ilişkiden men edilmeleri, orada ağızların ve cinsel organların mühürlenmesi şeklinde beliriyorsa, burada da durum Öyledir. [92]

 

İki Secde Arasında Oturuş Şekli Ve Okunacak Zikir:

 

İki secde arasında otururken, sol ayağı üzerine oturup, sağ ayağım diker, el ayalarını dizkapakları üzerine koyar.

Bu sırada şu zikri okur: "Allahümme 'ğfir lî, ve'rhamnî, ve'hdinî ve âfinı ve'rzuknî."

Manası: Allahım, beni bağışla, bana acı, beni doğru yola ilet, ba-1" na afiyet ver ve beni nzıklandır. [93]

 

Secde Sonrasında Oturuş:

 

Secde sonrasında, sağ ayağını diker, sol ayağı üzerine oturur. Son oturuşta, sol ayağını öne çıkarıp, diğerini dikeceği ve kıçı üzerine oturacağı rivayet edilmiştir. Ellerini dizkapakları üzerine ko­yar. Yine sol eliyle dizkapağını tutacağı, (sağ eliyle de) üç parmağı­nı ve başparmağı halka edip, şehadet parmağıyla işarette buluna­cağı varid olmuştur. İkisini (yani serçe parmakla yüzük parmağı­nı) kapatıp, orta parmakla başparmağı halka yapacağı da rivayet edilmiştir.

Parmağın kaldrnlmasındaki hikmet, tevhide işaret oluşudur. Böylece söz ve fiil birbirini teyit edecek, mana, duyularla da algıla­nabilir şekilde temessül edecektir.

"Ebû Hanîfe'nin (r.a.) mezhebi, şehadet parmağıyla işarette bulunmanın terki şeklindedir" diyen kimse, hata etmiş olur ve kendisini ne rivayet ne de dirayet (aklî delil) destekler. Bunu İbn Hüraam söylemiştir. Evet, İmam Muhammed bunu Asıl adlı ese­rinde zikretmemiştir. Fakat Muvatta'da[94] zikretmiştir. Bazıları­nın, "Zâhiru'l-mezheb'de buna dair bir işaret yoktur," sözümüzle, "Zâhiru'l-mezheb böyle değildir," sözümüz arasını ayıramadıkları­nı gördüm. Bilgisizliğin ve taassubun zararları sayılamayacak ka­dar çoktur. [95]

 

Teşehhüd/Tahiyyât:

 

Tahiyyât duası hakkında farklı rivayetler gelmiştir. Bunlar içerisinde en sahihi İbn Mes'ûd yoluyla gelen teşehhüddür. [96] Son­ra sırayla İbn Abbâs ve Hz. Ömer yoluyla olan teşehhüdler gelir. Bunlar ahrufu'l-Kur'ân gibidir ve hepsi de sahih ve yeterlidir.

En sahih salât ve selâm ise şudur:

"Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrahîme ve alâ âl-i ibrahim, inneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muham­med, kemâ bârekte alâ Ibrâhîme ve alâ âl-i ibrahim inneke hamîdun mecîd. Ve Allahümme salli alâ Muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyetihî, kemâ salleyte alâ âl-i ibrahim, ve bârik alâ Mu­hammedin ve ezvâcihî ve zürriyetihî, kemâ bârekte alâ İbrahim, inneke hamîdun mecîd."

Manası: Allahım, Muhammed'e ve Muhammed ailesine İbra­him'e ve ibrahim ailesine salât ve selâm ettiğin gibi salât ve selâm eyle! Çünkü sen Hamîd'sin, Mecid'sin. Allahim, Muhammed'e ve Mu­hammed ailesine İbrahim'e ve İbrahim ailesine ihsan buyurduğun bereket gibi bereket ihsan eyle! Çünkü sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. Allahım, Muhammed'e, zevcelerine ve zürriyetine İbrahim ailesine salât ve selâm ettiğin gibi salât ve selâm eyle! Allahım, Muham­med'e, zevcelerine ve zürriyetine İbrahim ailesine ihsan buyurdu­ğun bereket gibi bereket ihsan eyle! Çünkü sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. [97]

 

Teşehhüdde Okunacak Dualar

 

Teşehhüd esnasında şu duaların okunabileceği rivayet olun­muştur:

1. Allahümme, innî eûzü bike min azâbi cehennem ve eûzü bike min azâbi'l-kabr ve eûzü bike min şerri'l-mesîhi'd-deccâl ve eûzü bike min fîtneti'l-mahya ve'l-memât.

Manası: Allahım, cehennem azabından sana sığınırım, kabir azabından sana sığınırım, mesîh-deccâl şerrinden sana sığınırım, ha­yat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım.

2. Allahümme, innî zalemtu nefsi zulmen kesirsin, velâ yağfi-ru'z-zünûbe illâ ente, fağfir lî mağfireten min 'ındike ve'rhamnî, inneke ente'l-ğafûru'r-rahîm.

Manası: Allahım, ben nefsime karşı çok zulüm işledim, günah­ları senden başka kimse bağışlayamaz, beni katından bir mağfiretle bağışla ve bana acı, şüphesiz ki sen çok bağışlayan ve çok acıyansın,

3. Allahümme 'ğfir lî mâ kaddemtu ve mâ ahhartu ve mâ es-rartu ve mâ a'lentu ve mâ esraftu ve mâ ente a'lemu bihî minnî, ente'l-mukaddim, ente'l-muahhir, lâ ilahe illâ ente."

Manası: Allahım, işlediğim, işleyeceğim, açıktan işlediğim, gizli işlediğim, haddi aştığım, senin benden daha iyi bildiğin her türlü gü­nahlarımı affet. Her şeyîn başı da sonu da sensin, senden başka tanı­rı yoktur. [98]

 

Namaz Bittikten Sonra Yapılacak Dua Ve Zikirler:

 

Namaz bittikten sonra şöyle zikreder: Üç defa "Estağfirul-lah" der ve devamla şunları söyler: "Allahümme ente's-selâmu ve minke's-selâm tebârekte yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm, lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerike leh, lu'l-mülku ve lehu'l-hamdu ve hüve alâ külli şey'in kadir, Allahümme lâ mâni'a Uma a'tayte, velâ mu'tıye limâ mena'te, velâ yenfe'u ze'l-ceddi minke'l-ceddu. Lâ İlahe illallah ve lâ na'budu illâ iyyâh, velehû'n-ni'metu velehû'l-fadlu velehû's-senâu'l-hasen, lâ ilahe illallah muhlisine lehû'd-dîn velev kerihe'l-kâfirûn, Allahümme innî eûzü bike mine'l-cübn ve eûzü bike mi-ne'l-buhl ve eûzü bike min erzeli'l-umr ve eûzü bike min fitneti'd-dünyâ ve azâbi'l-kabr."

Manası: Allahım selâm sensin ve güvenlik ancak sendendir, ey ikram ve izzet sahibi Allahım, Senin şanın yücedir, Allah'tan başka tanrı yoktur, O'nun ortağın yoktur, mülk O'nundur, hamd O'na mah­sustur, O her şeye kadirdir. Allahım, senin verdiğini engelleyecek, engellediğini verecek yoktur. Hiçbir varlık sahibine, sana karşı varlı­ğı fayda vermez. Allah'tan başka tanrı yoktur, ancak O'na ibadet ederiz, nimet O'nundur, üstünlük O'na aittir, güzel Övgüler sadece O'na mahsustur. Allah'tan başka tanrı yoktur. Kâfirler hoşlanmasa da biz ihlâs ile O'na kulluk ederiz. Allahım, korkaklıktan sana sığı­nırım, cimrilikten sana sığınırım, elden ayaktan kesilmekten (erzel-i ömr) sana sığınırım, dünya fitnesinden ve kabir azabından sana sığı­nırım.

Sonra otuz üç defa "Sübhânallah", otuz üç defa "el-Hamdu-lillah", otuz dört defa "Allahu ekber" der. Bir başka rivayette bunlardan her birinden otuz üçer defa, yüzüncüde de, "Lâ ilahe il­lallah vahdehû lâ şerike leh..." der. Başka bir rivayette, bunlar­dan her birinden yirmi beşer defa, dördüncü olarak da "Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerîkeleh..." diyeceği belirtilmiştir. Bir başka rivayette, her namazın arkasında on kere "Sübhânallah", on kere "el-Hamdulillah", on kere "Allahu ekber" diyecekleri, bir başka­sında her birinden yüz defa diyecekleri... rivayet edilmiştir. Bu sö­zü edilen dua ve zikirler, ahrufu'l-Kur'ân mesabesindedir. Onlar­dan herhangi birini okuyan kimse vaad olunan sevabı kazanır. [99]

 

Okunacak Zikirlerin Zamanı:

 

En uygun olanı, bu zikirlerin revâtip sünnetlerden önce yapıl­masıdır. Zira bazı zikirlerde buna açıkça delâlet eden unsurlar bu­lunmaktadır. Meselâ şu örneklerde olduğu gibi: "Kim, akşam ve sabah namazlarından ayrılmadan, ayaklarını namaz kıldığı yer­den oynatmadan 'Lâ ilahe illallah...' derse..." İlgili bir hadisi riva­yet eden râvî de şöyle demiştir: "Namazından selâm verip çıktığın­da yüksek sesiyle 'Lâ ilahe illallah...' derdi..."

Ibn Abbâs (r.a.) da şöyle demiştir: "Ben, Rasûlullah'ın (s.a.) namazının bitişini tekbirden anlardım."

Bazı rivayetlerde de buna zahir delâlet bulunmaktadır. "Her namazın arkasından" ifadesinde olduğu gibi.

Hz. Âişe'nin (r.a.), "Selâm verdiği zaman ancak 'Allahümme ente's-selâm' diyecek kadar otururdu," sözüne gelince, bu çeşitli anlamlara gelebilir:

i. Namaz halindeki oturuşu ancak bu kadar sürerdi, sonra cemaati sağına veya soluna ya da karşısına alarak yerinden dönersözü edilen zikirleri öyle okurdu; bununla da okunan zikirle-Namazdan olduğunun sanılmasını önlemeyi amaçlardı.            

ii Rasûlullah (s.a.), bu kelime haricindeki diğer zikirleri ara sıra terkederdi ve böylece onların farz olmadığını öğretmek isterdi. Hz Âişe'nin (r.a.) ifadesindeki "kâne idi" sözcüğü, bu fiilin bir ya da iki kere değil, çokça yapıldığım, devamlılığın da olmadı­ğını gerektirir. [100]

 

Revâtip (Sünnet) Namazların Yeri:

 

Revâtip sünnetlerde asıl olan, onların evde kılınmasıdır. Bu­nun hikmeti de, farz ile nafile olan sünnetler arasında ayrı cinsten bir fasılanın bulunması, bu fasılanın da dikkate alınabilir, ilk ba­kışta farkedilebilir türden olmasıdır. Farz namazdan sonra iki re­kat nafile kılmak isteyen birine Hz. Ömer'in (r.a.), "Otur, çünkü ehl-i kitap, sadece namazları arasında bir fasıla olmaması yüzün den helak olmuştur." demesi üzerine Rasûlullah'ın (s.a.), "Ey Hattâb oğlu! Allah seni isabet ettirdi.[101] demesi, ayrıca, "Onları evlerinizde kılınız. [102] buyurması, bu hususun ifadesidir. [103]

 

NAMAZDA CAİZ OLMAYAN ŞEYLER

 

Namazda caiz olmayan şeyler:

 

Namaz, organların huşu içerisinde, kalbin huzur ve sükûn halinde olması; dilin, zikir ve Kur'ân'a hasrolunup, dışında her türlü lakırdıdan uzak tutulması esası üzerine kuruludur. Dolayı­sıyla huşûa ters düşen her fiil ve davranış, zikir olmayan her söz namaz ile asla bağdaşmaz; namazın tamam olabilmesi ancak onla­rın terkine, onlardan geri durmaya ve dili tutmaya bağlıdır. Ancak namazla bağdaşmayan şeyler hep aynı düzeyde değildir. Her nok­sanlık, namazı tümden bozucu özellik taşımaz. Namazı tümden bozan şeylerle, öyle olmayıp onu kısmen noksan hale getiren şeyle­rin ayrılması, bizzat Sâri' Teâlâ'nın belirlemesine bırakılmış bir konudur. Bu konuda fukahâya ait çok söz vardır. Konuyla ilgili sa­hih hadisleri, onların sözlerine uygulamak zordur. Bu konuda ha­dislere en uygun düşen mezhep, en geniş olanıdır. [104]

 

Çok Kabul Edilen Fiil Ve Sözler:

 

Hiç şüphe yoktur ki, çok kabul edilen fiil ki onunla meclis değişmiş sayılır, keza çok sayılan söz, namazı noksanlaştiran, onun kemalini gideren bir şeydir.

Rasûlullah'ın (s.a.), "Şüphesiz bu namazda, insan kelâmı et­mek uygun olmaz; o sadece teşbih, tekbir ve Kur'ân kıraatinden ibarettir.[105]buyurması, namazda iken kendisine selâm verenlere cevap vermemesini "Şüphesiz ki namazda meşguliyet vardır. [106] di­ye izah etmesi, secde edeceği yeri eliyle düzelten birine, "Eğer mutlaka yapacaksan, bari bir defa yap.[107] buyurması, elleri böğüre koymayı yasaklaması ve bunun cehennem ehlinin istirahat şek­li olduğunu ifade etmesi[108] yani bu şeklin musibete duçar olmuş, şaşkın, ne yaptığını bilmeyen kimselerin hareketi olduğunu belirt­mesi, sağa sola bakmayı yasaklaması ve bu konuda, "Bu, şeyta­nın, kulun namazından çalmasıdır. [109] buyurması konuyla ilgili örneklerdir ve bunlar namazı kemâl halinden çıkaran, onu noksanlaştıran şeylerdir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sizden birine esneme geldiği zaman, mümkün mertebe ken­disini tutsun; çünkü şeytan onun ağzına girer. [110]

Bence bu hadisiyle Rasûlullah (s.a.), esnemenin, ağıza sinek ve benzeri şeylerin kaçmasına sebep olabileceğine, bunun da zihni meşgul edip, kişinin kendisini namaza vermesini engelleyeceğine dikkat çekmiştir.

Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: [111]

"Sizden biri, namaza kalktığı zaman çakıl    vb. şeylerle oyna­masın; çünkü ona rahmet inmektedir. [112]

"Allah Teâlâ, namazda iken sağa sola bakmadıkça kuta yöne­lik olur. Kul, sağa sola bakınca artık ondan yüz çevirir. [113]

Namazda iken, Allah'ın kula icabette bulunduğunu belirten rivayet de böyledir.

Derim ki: Bu hadis, Hak Teâlâ'nm cömertlik ve kerem kapısı­nın herkes için genel ve açık olduğuna, nefislerin, cibillî ya da kesbî kabiliyetleriyle ondan istifade konusunda aralarında farklı­lık gösterdiğine, kulun Allah'a teveccüh etmesi halinde O'nun cö­mertlik ve kereminden kendisi için bir kapı açılacağına, yüz çevir­mesi halinde ise mahrum kalacağına, hatta yüz çevirmesi sebebiyle cezayı bile hakedeceğine delildir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Namazda iken aksırmak, uyuklamak, esnemek, hayız görme­ye başlamak, kusmak ve burun kanamak şeytandandır.[114]

Bence Rasûlullah (s.a.), bu sözleriyle, sözü edilen şeylerin na­mazın taşıdığı manayla bağdaşmayacağını ifade etmektedir.

Birinciye yani çok sayılacak fiile gelince, Rasûlullah (s.a.) na­mazda iken, hükmü beyan için bazı şeyler yapmış, bazı şeyler kar­şısında sesini çıkarmamıştır (takrîr). Dolayısıyla bu ve daha aşağı derecede olan fiil ve davranışlar namazı bozmayacaktır. [115]

 

Namazı Bozmayan Şeyler:

 

İstikra (araştırma) sonucu elde edilen sonuca göre, az söz ve fiil namazı bozmamaktadır. Sözlere örnek: "Sana Allah lanet et­sin! Yerhamukellah! Anan sana yansın! Niye bana öyle ba­kıyorsunuz?" gibi sözlerdir. Az fiile örnek: Çocuğu (secdeye gider­ken) omuzundan yere indirmesi ve geri omuzuna koyması, ayakla­rı oğması, kapıyı açması, az yürüme, minberde iken, minberin di­binde yere secde etmiş olmak için minberden inmek, imamın ye­rinden arka safa geri çekilmek, ön taraftaki kapıya doğru onu aç­mak için ilerlemek, Allah korkusuyla ağlamak, anlaşılır işaretler­de bulunmak, yılan ve akrep öldürmek, boyunu döndürmeden sağa ve sola bakmak... gibi şeylerdir; bunlar namazı bozmaz.

Bedenine ya da elbisesine pislik bulaşması halinde, eğer bu kendi fiiliyle olmamışsa ya da bulaştığını bilmiyor ise, namazı bo­zulmaz.

İşin gerçeğini en iyi Allah bilir! [116]

 

SEHİV (YANILMA) SECDESİ

 

Sehiv Secdesi Sünnettir:

 

Rasûlullah (s.a.), insanın namazında bir kusuru bulunması halinde, eksiğini telafi edebilmesi için iki secde yapmasını sünnet kılmıştır. Bu, bir bakıma kazaya, bir bakıma da keffârete benze­mektedir.   [117]                                                                                      

 

Sehiv Secdesi Yapılacak Yerler:

 

Nass ile belirlenen sehiv secdesi yapılacak yerler dörttür:

1. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sizden biri namazında şüphe eder ve üç mü ya da dört mü kıldığını bilemezse, şüpheyi atsın ve hangisi kesin ise onun üzerine bina etsin, sonra da selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş rekat kılmış ise, bu iki secde ile onu çiftlemiş olur, eğer dört re­katı tamamlamış olmak için kıldıysa, bu iki secde şeytanı çatlat­mak için yapılmış olur.[118]Yani ziyade bir hayır olur.

Rükû ve secde hakkında meydana gelen şüpheler de bunun gibidir.

2. Rasûlullah (s.a.), birinde Öğle namazını beş rekat kılmış ve selâm verdikten sonra iki secde yapmıştır. [119]

Rükünlerde ziyade yapmak, rekat sayısındaki ziyadelik gibi­dir.

3. Rasûlullah (s.a.), iki rekatta selâm vermiş, durum kendisi­ne söylenince kalkmış ve kalanını kılmış, sonra da iki secde yap­mıştır. Daha bir rekat varken selâm verdiği de rivayet edilmiştir. [120]

Kasden yapılması halinde, namazı bozacak olan şeylerin seh­ven yapılması bu hükümdedir.

4. Rasûlullah (s.a.) ikinci rekat sonunda oturmamış, kalkmış­tı. Bu durumda iken namazı tamamlamış ve selâm vermeden önce iki secde yapmıştı.

Oturuşta, teşehhüdün terki de bu manadadır.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İmam, iki rekat sonunda kalkarsa, eğer tam doğrulmadan önce hatırlarsa, otursun. Tam doğrulmuşsa, oturmasın ve sehiv secdesi yapsın.[121]

Perim ki: Bu böyledir, çünkü kalktığında, artık oturma zama­nı geçinir. Dönmesi halinde namazının bâtıl olacağına hük­metmem. Hacub, Sorulmaya yakın halde bulunan, fakat henüz doğrulmayan kimsenin öğünlüğün görüşü aksine oturması gerektiğine dair delildir. [122]

 

TİLÂVET SECDESİ

 

Tilâvet Secdesi Sünnettir:

 

Rasûlullah (s.a.), içinde secde edilmesi emri içeren veya secde edenlerin sevabını, yüz çevirenlerin de azabını beyan eden âyetlerin okunması halinde, Allah Teâlâ'nın kelâmına saygı ifadesi olmak üzere secde edilmesini sünnet kılmıştır. Meleklerin Hz. Adem'e secde etmeleri emri bulunan âyet, secde âyetlerinden de­ğildir. Çünkü tilâvet secdesinde söz konusu olan husus, Allah'a secdedir. [123]

 

Tilâvet Secdesi Yapılacak Âyetler;

 

Tilâvet secdesi yapılması istenen âyetler, on dört ya da on beş tanedir. Hz. Ömer (r.a.), minber üzerinde iken bunların müstehap olduğunu, vacip olmadığını açıklamış, dinleyicilerden hiçbir kimse itiraz etmemiş, onun dediğini kabul etmişlerdir.

Rasûlullah'ın (s.a.) Necm sûresini okurken secde ettiğini, be­raberinde müslümanların, müşriklerin, cin ve insan herkesin sec­de ettiğini belirten hadisin tevili bence şöyledir: Sözü edilen vakit­te Hak, son derece açık bir şekilde ortaya çıkmıştı, herkesin teslim olmak ve boyun eğmekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu. O hal geçip de herkes kendi tabiî haline dönünce, küfreden küfrüne, müslüman olan da müslümanlığına devam etti. Kureyş'ten yaşlı biri, kalbinin iyice mühürlü olması sebebiyle bu ilâhî havaya gir­memiş, secde etmemiş, ancak bir avuç toprak alarak alnına götür­müştü. Bu yüzden onun dünyada iken azaplandınlması kararlaştı­rılmış ve Bedir'de öldürülmüştü. [124]

 

Tilâvet Secdesinde Şu Zikirler Okunur:

 

1. "Secede   vechî   lillezî   halekahû   ve   şakka   sem'ahû   ve basarahû bi havlihî ve kuvvetihî."

Manası: Yüzüm, kendisini yaratana, güç ve kudretiyle kulağını ve gözünü açana secde etmiştir.

2. "Allahümme, uktub ti bihâ 'ındeke ecran, ve da' annî bihâ vizran,  ve'calhâ lî 'ındeke zühran ve tekabbelhâ minnî kemâ tekabbeltehâ rain 'abdike Dâvûd,

Manası: Allahım, bu yüzden bana katından sevap yaz, benim günahımı bağışla, onu benim için katından azık kıl, ve onu benden kulun Davud'dan kabul ettiğin gibi kabul eyle. [125]

 

NAFİLE NAMAZLAR

 

Şeriat, Nafile Namazların Kılınmasına Teşvikte Bulunmuştur:

 

Şeriatlarda, kulların maslahatına yönelik olarak tecellî eden ilâhî rahmet, onlar için gerekli olan şeylerin beyan edilmesini, taa-tin tam anlamıyla nasıl fayda verebileceğinin açıklanmasını gerek­li kılar. Böylece her insanın yeterince nasiplenebilmesi temin edilir; tabiî ihtiyaçlarını ve geçimlerini karşılamakla meşgul olan in­sanlar, behemehal yapılması gereken aslî yükümlülüklere yönelir­ler, boş olanlar da nefislerini terbiye etmek, olgunlaşmak ve âhiretlerini tam anlamıyla mamur etmek için uğraşırlar. İşte, teşrîde hep ön plânda tutulan bu ilke gereği, insanların nafile ola­rak kılabilecekleri namazların beyan edilmesi, uygun sebep ve va­kitlerinin belirlenmesi gerekmiştir. Bununla yetinilmemiş, bu na­mazların kılınmasına yönelik teşvikler getirilmiş, faydaları açık­lanmış, namaz kılınması yasak olan vakitler dışında, revâtip ola­rak belirlenmemiş namazların da kılınmasına insanlar özendiril­meye çalışılmıştır.

Bu meyanda şeriat, bağlayıcı olmaksızın bazı namazların kı­lınmasını istemiştir. Bunları aşağıda sırayla ele alacağız. [126]

 

1. Farz Namazların Sünnetleri:

 

Teşvik edilen bu namazların başında sünnet namazlar gelir. Bu namazların sünnet oluşunun sebebi şudur: Dünya meşgaleleri, insana Allah'ı unutturur, farz olarak kılınan namazlar ve bu esna­da okunan zikirler üzerinde düşünülmesini engeller, tâatlerden el­de edilmek istenilen faydanın hasıl olmasını önler. Çünkü bu meş­galeler, insanın hayvani yönünü güçlendirir, kalbi katılaştırır, melekî yönünü ise zayıflatır. Bu durumda, henüz farza başlanma­dan, kalbin bu tür meşgalelerden arındırılmasını ve pasının gide­rilmesini sağlayacak bir vasıtanın konulması gerekmiş, böylece farz ibadetlere hazır bir kalp ile girilmesi, kişinin kendisini ona verebilmesi amaçlanmıştır. İnsan çoğu zaman kıldığı namazdan yeterince istifade edememektedir. Nitekim Rasûlullah (s.a.), "Nice namaz kılanlar vardır ki, namazlarından nasipleri ancak yarısı, üçte biri, dörtte biridir.[127] sözüyle buna işarette bulunmuştur. Bu durumda, namazdan beklenen maksadın ikmal edilebilmesi için farz namazın (önünde) ve sonunda nafile olarak namaz konulması gerekli olmuştur. [128]

 

Müekked Sünnetler:

 

Bu namazların en güçlü olanı, vakitlere dağıtılmış olarak kı­lınması istenilen on ya da on iki rekattir. Rasûlullah (s.a.), nama­za aslî namaz rekatları sayısınca ilavede bulunmak istemişti. Aslî sayı on birdi. Kılınacak namazlar ikişer ikişer kılınacaktı. Bu se­beple iki sayıdan (yani on ya da on iki) birini seçmesi gerekti.

Rasûlullah'm (s.a.) konuyla ilgili, "Kim bir gün ve gecede on iki rekat namaz kılarsa, cennette onun için bir ev bina edilir: Dört rekat öğleden önce, iki rekat öğleden sonra, iki rekat akşamdan sonra, iki rekat yatsıdan sonra, iki rekat sabah namazından önce. [129] hadisi, bu namazları kılan kimsenin, Allah'ın rahmetinden büyük bir pay alabileceğine işarettir. [130]

 

Sabah Namazının Sünneti:        

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:          

"Sabah namazının iki rekatı, dünyadan ve dünyada olan her şeyden hayırlıdır. [131]

Dünyadan daha hayırlı olmasının sebebi, dünyanın fani olu­şu, nimetlerinin de zahmetsiz olmayışındandır. Namazın sevabı ise bakidir ve zahmetsizdir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim sabah namazını cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar oturur ve Allah'ı zikreder, sonra iki rekat (işrâk) namazı kı­larsa, sanki bir hac ve umre yapmış gibi sevap kazanır. [132]

Bu hadiste sözü edilen, Rasûlullah (s.a.) tarafından her gün yapılan itİkaf olmaktadır. Daha önce itikânn faydalarından söz et­miştik. [133]

 

Öğle Namazının Sünnetleri:

 

Rasûlullah (s.a.), öğle namazının dört rekat sünneti hakkın­da, "Onlar için gök kapıları açılır. [134] "O, öyle bir vakittir ki, o anda gök kapıları açılır. Ben, o vakitte benim için salih bir amelin yükselmesini çok isterim. [135]"Hiçbir şey yoktur ki o saatte teşbih etmesin." buyurmuştur.

Derim ki: Daha önce, vakitlerden münezzeh olan Yüce Al­lah'ın, belirli vakitlerde tecellîleri olduğunu, bazı vakitlerde ruhaniyetin yayıldığını belirtmiştik, o bahse bakınız. [136]

 

Cuma Namazının Sünnetleri:

 

Büyük insan kalabalığı içinde aynı yerde, aynı vakitte cuma­ya benzer namaz olmaması için, cumadan sonra, mescidde kılan kimsenin dört, evde kılan kimsenin de iki rekat namaz kılması sünnettir. Çünkü bu (sünnetin camide kılınmaması), cahil halkın cemaatten kaçılıyormuş gibi ve benzeri vehimlere kapılmalarına yol açar. Rasûlullah'm (s.a.), bir namazın diğer namaza konuşma ya da namaz mahallinden çıkma olmaksızın ulanmamasını emretmesinin hikmeti de budur. [137]

 

İkindi Namazının Sünneti:

 

İkindi namazından önce dört, akşam namazından sonra altı rekat namaz kılınmasının istendiği de rivayet edilmiştir.

Sabah namazından sonra sünnet namaz yoktur; çünkü sabah namazından sonra sünnet olan şey, namaz yerinde işrâk vaktine kadar oturmaktır. Dolayısıyla bununla maksat hasıl olmaktadır.

Üstelik sabah namazının farzından sonra nafile namazı kılınması, mecusilere benzeme kapısını açar. İkindi namazından sonra da, mecusilere benzememe gerekçesinden dolayı nafile kılınmaz. [138]

 

2. Gece Namazı (Teheccüd):

 

Teşvik edilen namazlardan biri de gece namazıdır. Gecenin sonu, zihnin meşgalelerden uzak olduğu, kalbin kendisini topladı­ğı, sessizliğin etrafı bürüdüğü, insanların uyuduğu, riya ve insanın kendisini beğenmesi gibi hastalıklardan en uzak olunduğu bir an­dır. Taat için en uygun vakit ise, meşgalelerden uzak olunan ve gönlün tam anlamıyla yönelebileceği anlardır. Rasûlullah (s.a.), "(...) İnsanlar uykuda iken, geceleyin namaz kılın (selâmetle cen­nete girin)[139] buyururken, Allah Teâlâ da, "Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraate daha eluerişlidir. Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var. [140]buyurmakta ve bu hususa işarette bulunmaktadır.

Sonra bu vakit, ilâhî rahmetin indiği, Rabbin kula en yakın olduğu bir zamandır, ki bu hususu daha önce anlatmıştık. Öbür taraftan uykusuzluğun, hayvanı yönün zayıflatılmasmda acaip bir etkisi vardır; bir tür ilaç gibidir. Bu özelliği sebebiyledir ki, vahşî hayvanları eğitmek ve onlara av tutmalarını öğretmek isteyenler, maksatlarına ancak onları aç ve uykusuz bırakmak suretiyle ula­şabilmekte, insanlar bu yolu uygulayagelmektedirler. "Şüphesiz şu uykusuzluk, sıkıntıdır ve ağır gelir. [141] hadisinin anlamı da budur.

İşte bu yüzden gece (teheccüd) namazına fazlaca önem veril­miş, üzerinde daha çok durulmuştur. Bunun bir sonucu olarak da Rasûlullah (s.a.), onun üstünlüklerini açıklamış, âdâb ve zikirleri­ni beyan etmiştir. [142]

 

Şeytan, Uyuyanın Ensesine Üç Düğüm Atar:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şeytan, sizden biriniz uyuduğunda, ensesi köküne üç düğüm atar; her düğümle birlikte, 'Senin üzerine haydi uzun gece ola!' diye vurur. O kimse uyanıp da Allah'ı zikrettiği zaman bir düğüm çözülür, abdest alırsa iki düğüm, namaz kılarsa bütün düğümler çözülür. Artık o kimse zinde ve gönlü rahat olarak sabahlar. Aksi takdirde nefsi pis, uyuşuk ve tembel olarak sabahı bulur.[143]

Derim ki: Şeytan, kişiye uykuyu tatlandırır ve uzun bir gecesi olduğu doğrultusunda ona vesvese verir. Onun bu vesvesesi çok et­kin ve şiddetli olur ve onun etkisini ortadan kaldırmak, ancak uy­kuyu iyice giderecek, Allah'a teveccüh kapısını açacak büyük bir çaba sonucu sağlanabilir. Bu yüzden uyanınca, yüzü oguşturarak Allah'ı anmak, sonra abdest almak ve misvak kullanmak, sonra da kısa iki rekat namaz kılmak sünnet kılınmıştır. Daha sonra ise is­tediği kadar dua ve zikirde bulunabilir. Ben şahsen, sözü edilen bu üç düğümü tecrübe ettim, onların vuruluşunu ve etkisini, onun şeytandan olduğunu ve bu hadisi hatırlamama rağmen bizzat kendimde gördüm.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Dünyada iken nice çeşit çeşit elbiselerle giyinik kimseler var­dır ki, âkirette çıplaktırlar. [144]

Yani kendisi, nefsanî faziletlerden yoksun olduğu için, orada çıplak kalır.

Hadiste şöyle gelmiştir:

Bir gün Rasûlullah (s.a.), korkuyla uyandı, şöyle diyordu: "Sübhânallah! Bu gece ne hazineler, ne fitneler indirildi. Namaz kılmaları için odalardakileri (eşlerini kastediyor) kim uyandırır. [145]

Bence bu hadis, olayların, duyularla algılanacak şekilde mey­dana gelmeden önce, mana halinde temessül ettiğine ve yeryüzüne indiğine delildir. [146]

 

Nefislerin, Geceleyin Allah'ın Rahmetinin İnişine Hazır Oluşu:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Rabbimiz tebâreke ve teâlâ gecenin son üçte biri kaldığında dünya semasına iner ve şöyle buyurur: Yok mudur bana dua eden, duasını kabul edeyim; yok mudur benden isteyen, istediğini vere­yim; yok mudur benden af dileyen, onu affedeyim.[147]

Şöyle demişlerdir: Bu, nefislerin, geceleyin Allah'ın rahmeti­nin inişine hazır hale gelişinden kinayedir. Çünkü gönül huzurunu ortadan kaldıran sesler kesilir; kalp, kendisim meşgul eden meş­galelerden, riyadan uzak olur. Bence hadis, bu izah yanında, "in­me" diye isimlendirebileceğimiz bir şeyin oluşunu da ifade etmek­tedir. Biz, kısmen bu manaya işaret etmiş bulunuyoruz. İşte bu iki sır sebebiyledir ki Rasûlullah (s.a.), "Rabbin, kula en yakın olduğu an, gecenin son anıdır. [148] buyurmuştur.

Yine o şöyle buyurmuştur:

"Gerçekten gecede öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kimse o saata rastlar da Allah'tan dünya ve âhiret işine dair bir hayır is­terse, o istediğini Allah kendisine mutlaka verir. [149]

"Geceyi ihya etmeye bakın; çünkü bu, sizden önceki sâlihlerin yoludur. O, sizi Rabbinize yaklaştırıcı, günahlarınızı silici, kötü­lüklerden alıkoyucu bir kurbettir. [150]

Biz, daha önce günahların nasıl keffâret olunduğunu, kötü­lüklerden nasıl alıkonduğunu ve daha başka hususları anlatmış­tık, oraya bakınız.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, temiz (abdestli) olarak yatağına girer, Allah'ı zikrede ede uykuya dalar da, gecenin bir saatinde kalkar ve Allah'tan dünya ya da âhiret hayrına dair bir şey isterse, Allah onu kendisi­ne muhakkak verir. [151]

Hadisin manası bence şöyle: Kim, melekût âlemine benzer bir halde ve Allah'ın azametinden de korkarak uykuya dalarsa, gece uykuyla geçirdiği her an, uykuya başladığı an gibi işlem görür ve nefsi, Allah'ın mukarreb kullan arasında O'na dönmüş olur. [152]

 

Teheccüd Namazının Sünnetleri Ve Okunacak Dua Ve Zikirler:

 

Teheccüdün sünnetlerinden biri, kalktığında, abdest almadan önce Allah'ı zikretmesidir. Bu meyanda şu duaları okuyabileceği rivayet edilmiştir:

1. Allahümme leke'l-hamdü.[153]

Manası: Allahım, hamd sana mahsustur, gökleri, yeri ve ikisi arasında olan her şeyi tutan, idare eden sensin, övgü sadece sana mahsustur. Göklerin ve yerin, onlarda bulunanların nuru sensin, hamd ancak sana mahsustur. Göklerin, yerin ve ikisinde bulunan herşeyin hükümdarı sensin, hamd ancak sana mahsustur. Sen hak­sin, vaadin haktır, sana kavuşmak haktır, sözün haktır, cennet hak­tır, cehennem haktır, peygamberler haktır, Muhammed haktır, kıya­met haktır. Allahım, ben sana teslim oldum, sana inandım, sana gü­vendim, sana döndüm, senin bana verdiğin güçle mücadele ettim, anlaşmazlıklarımı sana havale ettim ve senin hükmüne razı oldum; gelmiş geçmiş, gizli aşikâr, senin benden daha iyi bildiğin bütün gü­nahlarımı affet! Her şeyin başı ve sonu sensin, ilâh olarak ancak sen varsın, senden başka tanrı yoktur.

2.On defa "Allahu ekber", on defa "el-Hamdu lillah",on defa "Sübhâne'l-meliki'l-kuddûs", on defa "Estağfirullah", on defa "ha ilahe illallah" der, sonra da on defa şu duayı yapar: "Allahümme innî eûzü bike min dîkı'd-dünyâ ve diki yevmi'l-kıyâme."

Manası: Allahım, dünya sıkıntılarından ve âhiret gününün sı­kıntılarından sana sığınırım.

3. "Lâ ilahe illâ ente sübâneke..."

Manası: Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Allahım seni her tür­lü noksan sıfatlardan tenzih eder, her türlü kemâl sıfatlarıyla öve­rim, günahımı affetmen için sana tevbe ederim, senin rahmetini iste­rim. Allahım, ilmimi artır, hidayet verdikten sonra kalbimi sapıtma ve bana katından bir rahmet bahşet; çünkü sen çok bahşedicisin.

4. Sûrenin sonuna kadar şu âyetlerin okunması: "înne fi hal-kı's-semâvâti ve'l-ardı va'htilâfi'l-leyli ve'n-nehâri le âyâtin li ulî'l-elbâb. [154]

Manası: Elbetteki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gün­düzün yer değiştirişinde akıl sahipleri için büyük alâmetler vardır.

Sonra misvakla ağızını temizler, abdest alır ve vitir de dahil olmak üzere on bir ya da on üç rekat namaz kılar. [155]

 

Rasûlullah'ın (S.A.) Gece Zikirleri:

 

Gece namazının âdabından biri de, Rasûlullah'ın (s.a.) nama­zın rükünlerinde sünnet olarak devamlı olarak okuduğu zikirlere müdavim olmak, her iki rekatta bir selâm vermek ve sonra elleri kaldırıp, "Ya Rabbi! Ya Rabbi!" diye başlayarak büyük bir huşu içerisinde yalvarıp yakarmaya başlamaktır.

Rasûlullah (s.a.) gece namazında şu duayı yapardı: "Allahümme ic'al fi kalbî nûran.

Manası: Allahım, kalbime nur, gözüme nur, kulağıma nur kıl; sağımdan nur, solumdan nur, üstümden nur, altımdan nur, önüm­den nur, arkamdan nur kıl; benim için bir nur kıl! [156]

 

Vitir, Gece Namazının Esasını Teşkil Eder:

 

Rasûlullah (s.a.) gece namazını çeşitli şekillerde kılmıştır ki, hepsi de sünnettir. Vitir, gece namazının esasını teşkil eder. Rasû­lullah'ın (s.a.), "Şüphesiz Allah Teâlâ sizi bir namaz ile destekle­miştir; o vitirdir, onu yatsı ile fecir arasında kılınız." hadisinin ifa­de ettiği mana budur. Rasûlullah (s.a.), bu namazı tek olarak meşru kılmıştır. Çünkü tek, mübarek bir sayıdır. Hadiste şöyle gelmiştir: "Şüphesiz Allah tektir[157] bu itibarla ey ehl-i Kur'ân tek

yapın. [158]

Ne var ki Rasûlullah (s.a.), gece namazının ikamesine ancak ilâhî teyide mazhar olmuş kimselerin güç yetirebileceğini gördü­ğünden bunu herkese yönelik bir yükümlülük kılmadı ve vitir na­mazının gecenin ilk kısmında kılınmasına ruhsat verdi. Bununla birlikte gecenin son bölümünde kılınmasını da teşvik etti. Şu hadis bu manadadır:

"Kim, gecenin sonunda kalkamayacağından korkarsa, o vitri gecenin evvelinde kılsın; kim de gecenin sonunda kılabileceğini umuyorsa, o gecenin sonunda kılsın. Zira gece namazı şahitlidir, bu (yani gecenin son bölümünde kılınması) daha faziletlidir. [159]

Doğrusu vitir namazı sünnettir[160] ancak sünnetler içerisinde en güçlüsüdür. Hz. Ali, İbn Ömer ve Ubâde b. es-Sâmit[161] (r.a.), bunu böyle açıklamışlardır.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah, sizi bir namazla teyit etti ki, o sizin için kızıl develere[162] sahip olmaktan daha hayırlıdır. [163]

Derim ki: Bu, Allah Teâlâ'nın, kullar üzerine ancak kendileri­ne yeterli olacak kadarını farz kıldığını gösterir. Önce on bir rekat farz kılmış, sonra huzur halinde iken eklenen diğer rekatlarla (sa­yıyı on yediye) tamamlamıştır. Sonra daha ziyade istifade etmek ihtiyacı duyanları teyit etmek için Rasûlullah (s.a.), vitir namazını koymuştur. Çünkü o, kabiliyetli olanların daha çok sevap isteye­ceklerini, dolayısıyla daha fazla namaza ihtiyaç duyduklarını gör­müştür. Bunun sonucu olarak da, namaz rekatlarının asıl sayısın­ca yani on bir rekat ekleme yapmıştır. İbn Mes'ûd'un (r.a.), bedeviye, "Bu senin ve senin gibiler için değildir." derken kastetti­ği mana budur. [164]

 

Vitir Namazı Duaları:

 

Vitir namazında okunacak dualardan biri, Rasûlullah'ın (s.a.) Hasan b. Ali'ye Öğretmiş olduğu şu duadır. O bu duayı, vitrin ku-nutunda okurdu:

1. "Allahümme 'hdinî fîmen hedeyte..."

Manası: Allahım, beni hidayet ettiklerin arasında doğru yola ilet, be­ni afiyet verdiklerin arasında sağlık ve afiyet üzere kıl, işlerini üstlendik­lerin arasında benim de işlerimi üstlen, bana verdiğin her şeyi hakkımda mübarek eyle, beni hükmettiğin şeylerin şerrinden koru; şüphesiz ki sen hükmedersin, ama hiçbir kimse sana hükmedemez. Senin dost edindiğin kimse hiç zillete düşmez, senin düşman ilan ettiğin kimse de hiçbir zaman izzet bulamaz. Ey Rabbimiz, senin şanın çok yücedir, sen her şeyden yüce­sin.

2. Yukarıdaki duanın sonunda şöyle der:

"Allahümme innî eûzü bi rızâke min sehatike ve bi muâfâtikemin ukûbetike ve eûzü bike minke lâ uhsî senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsike."

Manası: Allahım, ben gazabından rızana, ukubetinden affına sı­ğınırım, senden yine sana sığınırım. Ben seni layıkıyla övmekten acizim; sen, kendini övdüğün gibisin.

3. Selâm verdiği zaman, üç defa "Sübâne'l-meliki'l-kuddûs" der, üçüncüsünde sesini yükseltir.

Rasûlullah (s.a.), vitri üç rekat kılması halinde , ilk rekatta "Sebbihi'sme rabbike'l-a'lâ" sûresini, ikinci rekatta "Kul yâ eyyühâ'l-kâfirûn" sûresini, üçüncü rekatte de İhlâs süresiyle Muavvizeteyn[165] sûrelerini okurdu. [166]

 

3. Teravih Namazı:

 

Nafile olarak kılınması istenen namazlardan biri de, Rama­zan gecelerinin ihyasına yönelik olan teravih namazıdır. Bunun meşru kılınmasında hikmet şudur: Ramazandan maksat, müslü-manların m el e ki eşmelerini, onlara benzer bir hal almalarını sağla­maktır. Rasûlullah (s.a.), bunun için iki derece kılmıştır:

i. Avam derecesi: Bunun için ramazan orucunun tutulması ve farzların yerine getirilmesi yeterlidir.

ii. İhsan derecesi: Bunun için ramazan orucunun tutulması yanında gecelerinin de ihya edilmesi, dilin her türlü lakırdılardan tutulması, itikâfa girilmesi, son on günde daha büyük bir şevkle kişinin kendisini ibadete vermesi gerekmektedir. Rasûlullah (s.a.), ümmetinin tamamının ihsan derecesinin gereğini yerine getireme­yeceğini bildiğinden, herkesin kendi gücünce çaba göstermesini is­temiş, herkesten aynı tavrı beklememiştir.

Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuştur:

"Yaptığınız şeye o kadar devam ettiniz ki, bunun size farz ola­cağından korktum. Eğer size farz kılınmış olsa, onu yapamazdı­nız. [167]

Bil ki: İbadetlerin, kullar üzerine farz kılınması için, onların nefislerinde yer edecek bir durumda olması gerekir. Bu teşri' ilke­sinden hareketle Rasûlullah (s.a.), ümmetin ilk nesillerinin bu ibadeti itiyat edinmeleri ve nefislerinin ona iyice yatkın hal alması, ihmal göstermeleri halinde içlerinde bir eziklik hissetmeleri halin­de yahut bunun dinin bir nişanesi halini alması durumunda bu­nun onlara farz kılınabileceği ve Kur'ân'ın bu doğrultuda bir hü­küm indirebileceği, buna da sonraki nesillerin güç yetiremeyebileceği korkusuna kapılmıştır. O bu korkuya, teşri sırasında, rahmet-i ilâhîyi, insanların meleklere benzer bir hal almaları doğrultusun­da yükümlü kılınmasını ister görmesi, onların da bu namaza en ufak bir ilgi göstermeleri ve nefislerinde yer edip, dört elle sarıl­maları sonucunda hemen Kur'ân'ın inip, onu bağlayıcı bir emir ha­line dönüştürmesinin uzak bir ihtimal olmadığını görmesi sonucu kapılmıştı. Allah Teâlâ, onun bu firasetini doğrulamıştır. Zira on­dan sonra gelen mü'minler kalplerine doğan ilhamla bu namaza dört elle sarılmışlardır. [168]

 

Ramazan Gecelerinin İhyası, Mağfiret Sebebidir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Ramazan gece­lerini ihya ederse, geçmiş günahları affolunur.[169]

Çünkü kişi, bu dereceyi elde etmekle, melekleşmeyi ve gü­nahların keffâret olunmasını gerektiren Allah'ın rahmet dalgaları­na erişmiş olur. [170]

 

Sahabe Ve Teravih Namazı:

 

Sahabe ve daha sonra gelen nesiller, Ramazan gecelerinin ih­yası konusunda üç yeni şey getirmişlerdir:

1.Mescidlerde toplanmışlar ve teravihi cemaat halinde kıl­maya başlamışlardır. [171] Çünkü ibadetin topluca yapılması, avam-havas herkes için daha kolay gelmektedir.

2. Gecenin son bölümünde kılınan namazın şahitli olduğu ge­çer görüş olmakla birlikte, teravih namazı gecenin başında kılınır olmuştur.   Aslında  Hz.   Ömer'in   de   işaret   ettiği   gibi geciktirilmesi daha sevaptır, bununla birlikte uygulama, kolaylık ilkesinin gereği olarak bu doğrultuda yerleşmiştir.

3.Yirmi rekat olarak yerleşmesi. Müslümanlar, Rasûlullah'ın (s.a.), ihsan mertebesinde olanlar için, sene boyunca kılınmak üze­re on bir rekat namaz[172] koyduğunu görmüşlerdi. Bundan hareket­le, bir müslümanın Ramazan ayında kendisini ibadete vermesi, melekleşmeye çalışması halinde kılacağı namazın, onun koyduğu miktarın iki katından daha az olmasının uygun olmayacağı hük­müne vardılar ve teravih namazını böylece yirmi rekat olarak belirledirler. [173]

 

4. Kuşluk Namazı:                           

 

Kılınması istenilen nafile namazlardan biri de kuşluk nama­zıdır. Bunun hikmeti şudur: Hikmet-i ilâhî, gündüzün her dörtte bir diliminin, insanı gaflet halinden kurtaracak ve Allah'ı anması­nı sağlayacak ibadetten hali olmamasını gerektirmiştir. Gündüzün dörtte biri, üç saat gibi bir zaman eder ve bu süre, Arap-Acem bü­tün insanlarca zaman birimi olarak kullanılan Ölçüyle çok sayılan miktarın en alt sınırıdır. Bu yüzden kuşluk namazı, Rasûlul-lah'tan (s.a.) önce sâlihlerin sünneti olarak mevcut bulunuyordu.

Hem şu var: Gündüzün ilk saatleri, rızık arama ve geçim telaşesi için koşuşturma anıdır. Bu saatte sünnet kılman kuşluk na­mazının, insanı saran gaflet haline karşı bir tür ilaç olması amaç­lanmıştır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.), çarşı ve pazara giren kimse­nin, "Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerike leh..." zikrini okumasını sünnet kılmıştır. [174]

 

Kuşluk Namazının Üç Derecesi Vardır:

 

Kuşluk namazının üç derecesi vardır:

1. En az miktarı: Bu, iki rekattır ve insanoğlunun her bir ek­lemine karşılık vermesi gereken sadakanın yerini tutar. Allah Teâlâ'mn her organı, her eklemi sağlıklı kılması, büyük bir nimet­tir ve bu, Allah için güzel işler yapmak suretiyle O'na hamdedil-mesini gerektirir. Namaz, iç ve dış organlarla, dahilî kuvvetlerle yerine getirilen en büyük iyi iştir. Dolayısıyla bir şükür ifadesi ol­mak üzere bu namazın kılınması sünnet olmuştur.

2. İkinci derecesi dört rekat olarak kılmaktır. Bu konuyla ilgi­li olarak da Allah Teâlâ kudsî hadiste şöyle buyurur:

"Ey Âdem oğlu! Günün evvelinde benim için dört rekat na­maz kıl ki, ben de günün sonunda seni kollayayım.[175]

Bence bunun manası şudur: Bu dört rekat namaz, günün so­nuna kadar başka (nafile) bir amel işlemese bile, nefis terbiyesi için yeterli bir miktardır.

3. Sekiz ya da on iki rekat gibi daha fazla kılmak.

Kuşluk namazı için en uygun zaman, günün yükselmeye baş­ladığı, kumların ısındığı, deve yavrularının artık sıcaktan gezemez oldukları zamandır. [176]

 

5. İstihare Namazı:

 

Kılınması istenilen nafile namazlardan bir diğeri istihare na­mazıdır. Cahiliye döneminde insanlar, bir yola çıkmak, evlenmek, alış veriş yapmak gibi önemli bir işle karşı karşıya oldukları za­man fal oklarına başvururlar ve böylece o şeyi yapmanın mı, yoksa terketmenin mi kendileri için hayırlı olacağını öğrenmek isterler­di. Rasûlullah (s.a.), bunu yasakladı; çünkü bu, bir asla dayanmı­yordu ve sadece tesadüften ibaretti; üstelik Allah'a da iftira içeri­yordu; zira okların üzerinde "Rabbim bana emretti", "Rabbim bana yasakladı" yazıyordu.

Fal okları yerine Rasûlullah (s.a.) onlara istihare usûlünü ge­tirdi. İnsan, kendisini Allah'a verir ve bir şey hakkında O'nun va­sıtasıyla bilgilenmek, o şey hakkında Allah'ın rızasının bulunup bulunmadığını öğrenmek isterse, bunun için de kalbini tamamen onun kapısına bağlarsa, çok geçmez ilâhî bir sır iner ve kul böylece bilgilenmiş olur. İstiharenin en büyük faydasından biri, insanın kendi nefsî arzusunu ortadan kaldırmak istemesi, hayvanı yönü­nün melekî yönüne boyun eğmesi, insanın yüzünü Allah'a dönme­sidir. Eğer bunu yapabilirse, o zaman Allah'ın ilhamını bekleme konusunda tıpkı melekler mesabesinde olur. Nasıl ki melekler, kendilerine ilham geldiğinde, o ilham doğrultusunda nefsânî bir sâikle değil de, ilâhî bir sâikle harekete geçerlerse, insan da Öyle olur, melekleşir.

Bence, yapılacak işler hakkında çokça istiharede bulunulma­sı, melekleşmenin sağlanması konusunda tecrübe edilmiş bir ilaç­tır. [177]

 

İstihare Âdabı Ve Duası:

 

Rasûlullah (s.a.), istihare namazının nasıl kılınacağını ve ne dua edileceğini belirtmiş, bu namazı iki rekat olarak koymuştur. Namazda şu duanın yapılmasını öğretmiştir: "Allahümme innî estehîruke bi ılmike..."

Manası: Ya Rab! Hakkımda hayırlısını bildiğin için senin der-gah-ı inayetinden ben, hayırlısını bildirmeni dilerim. Ve hayırlı yöne gücün yetiştiğinden, senin lütuf hazinenden beni kudretlendirmeni dilerim. Ya Rab! Hayırlı olan yönün açıklanması ve takdirini senin o büyük fazl u kereminden isterim. Allahım, senin her şeye gücün ye­ter, halbuki benim yetmez. Sen her şeyi bilirsin, halbuki ben bil­mem. Muhhakkak sen, şuurumuzdan uzak olan her şeyi de pek ya­kından bilirsin. Ya Rab! Bilirsen ki, (bildiğinde hiç şüphe yoktur), şu azmettiğim iş, dinime, dünya ve âhiretime taalluku cihetiyle, (yahut istihare eden kimse dünya ve âhiret işimde der) benim için hayırdır; bunu bana mukadder kıl, beni buna muvaffak kıl ve bunu bana ko-laylaştır. Sonra işlemeye kudret bahşettiğin ve bana müyesser kıldı­ğın bu işi bana mübarek kıl, hayır ve bereketini artır. Yine bilirsen ki (bildiğinde hiç şüphe yoktur), şu azmettiğim iş, dinime, dünya ve âhiretime taalluku itibariyle (yahut istihare eden kimse dünya ve âhiret işimde, der) benim için serdir. Bu işi benden, beni ve gönlümü de bu işten çevir. Ve hayır, her nerede ise, onu bana mukadder ve müyesser kıl. Sonra nefsimi, ona razı kıl.

Ravi, istihare eden kişi, duanın "bu iş" diye kinaye yoluyla zikredilen her yerinde hacetini adıyla anar, demiştir.[178]

 

6. Hacet Namazı:

 

Kılınması İstenen nafile namazlardan bir diğeri hacet nama­zıdır. Bu namazın esası şudur: İnsanlardan beklenti halinde ol­mak, ihtiyaçları onlardan istemek, Allah'tan başkasından istiâne­de bulunma manası içerir ve bu istiâne de tevhidi zedeler. İşte in­sanlardan bu şerrin defedilmesi için, onlara hacet namaz ve duası meşru kılınmıştır. Hacetin bu yolla görülmesi, tevhidi teyit edecek ve kişinin ihsan derecesini yükseltecektir. Bunun için hacet nama­zı sünnet kılınmıştır.

Hacet namazı şöyle kılınır: Kişi, iki rekat kılar, sonra Allah'a övgüde bulunur, Rasûlullah'a (s.a.) salât ve selâm getirir, sonra da şu duayı okur:

"Lâ ilahe illallahu'l-kalîmu'l-kerîm...

Manası: Halım ve kerîm olan Allah'tan başka tanrı yoktur. Yüce arşın Rabbi Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Ya Rab! Benim İçin rahmetinin gereği olan amelleri isterim, mağfiretini kesinleştirecek fiiller isterim, her türlü iyilikten bol bol isterim, her türlü kötülükten esen­lik dilerim, Allahım, bende affetmedik hiçbir günah bırakma, gider-medik hiçbir sıkıntı bırakma, rızana uygun olan hiçbir ihtiyacımı görmeden beni kapından salma, ey acıyanların en merhametlisi olan Allahım.[179]

 

7. Tevbe Namazı:

 

Nafile namazlardan bir diğeri, tevbe namazıdır. Özellikle de bir günah işledikten hemen sonra, o günahın pası henüz kalpte yer etmeden Allah'a yönelmek ve tevbe etmek, işlenen günaha keffâret olur ve kötülüğü ondan giderir. Bu itibarla, bu namazın kılınması sünnet olmuştur. [180]

 

8. Abdest Namazı:

 

Bir diğeri de abdest namazıdır. Bu namazın faziletini beyan sadedinde Rasûlullah (s.a.), sabah namazında BilâPe[181] 'Ya Bilâl! islâm döneminde işlemiş olduğun en güvendiğin amelini bana söyle; şüphesiz ben, cennette iken önümde senin ayak seslerini işit­tim." buyurmuş, o da bunun her abdest alışının arkasından na­maz kılışı olabileceğini söylemiştir. [182]

Bence bunun sırrı şudur: Devamlı abdestli durmak ve her ab­dest sonrasında da namaz kılmak, ihsan mertebesi için önemli bir göstergedir ve bunu ancak yüksek makamlara gelmiş kimseler ba­şarabilir.

Rasûlullah'ın (s.a.) yine Bilâl'e, "Cennete girmede beni neyle geçtin?[183] buyurmasının manası bence şudur: Bu olayda öne geç­me, ihsan mertebesinde önde olmanın suretidir. Bilâl'ın, ihsan mertebesine ulaşmış herkesin önderi olan Rasûlullah'tan (s.a.) Ön­de bulunmasını şöyle izah edebiliriz: Kâmil olan için, ihsan merte­besini oluşturan her kemâl haline nisbetle bir yakınlık durumu  vardır ve halini dışa vuran şey de bu yakınlıktır. O kemâl haline yönelik bilgi, duymak ve tatmak yoluyla oradan kalbe doğar. Bu­nun benzeri şudur: Meselâ şair ve muhasip olan Zeyd'i ele alalım. Onun zihnine, kendisinin bir şair ve şiirde ne mertebede olduğu­nun doğması halinde, hesap bilgisi hiç aklına gelmez. Kendisinin muhasip olduğu zihnine geldiğinde de, o yeteneğinin parlaklığı karşısında kendisinden geçer ve şiir yeteneğini unutur. Peygam­berler {s.a.), iman yakınlığı halini herkesten daha iyi bilen kimse­lerdir. Çünkü Allah Teâlâ, onların duymak ve tatmak yoluyla onun hakikatine vakıf olmalarını murad etmiştir. Böylece onlar, bu mertebede kendi yaşadıkları şeyleri insanlar için bir yol olarak koyacaklardır. Peygamberlerin, hissî ve daha başka lezzetleri, bü­tün mü'minlerin tattığı şekil üzere tatmalarının sırrı budur. Rasûlullah (s.a.), Bilâl'ın Önde olmasından, onun imânı yakınlığını gör­müş ve onun ihsan mertebesinde iyice yerleşmiş olduğunu anla­mıştır. [184]

 

9. Teşbih Namazı:      

 

Bir diğeri de teşbih namazıdır. Bunun önemi, haddi zatında Rasûlullah (s.a.) tarafından zikirleriyle birlikte, ihsan mertebesin­deki kimseler için sünnet kılınmış tam ve kâmil bir namaz mesa­besinde olan büyük miktarda zikir içeren bir namaz oluşundadir. Böyle bir namaz, onun hakkını tam verenler için yeterlidir. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), bu namazın faziletinden olmak üzere, on özellikten bahsetmiştir. [185]

 

10. Husuf Ve Küsüf Namazı:

 

Nafile namazlardan bir diğeri de, güneş ve ay tutulması, aşırı karanlık bastırması gibi kevnî âyetlerin zuhuru esnasında kılınan namazlardır. Kevnî âyetler ortaya çıktığında nefis kendine gelir ve «lerhal Allah'a sığınır, dünyadan bir tür el etek çeker. İşte böyle bir hal nıü'min hakkında kendisini dua, niyaz ve namaza vermesi, di­ğer hayırlı amellerde bulunması için bir fırsattır.

Sonra bu vakitler, Allah Teâlâ'nın âlem-i misâlde olayları hükme bağladığı zamandır. Bu yüzden arifler, bu anda korku his­sederler. Nitekim Rasûlullah (s.a.) da bu yüzden korku duymuş­tur. Bu vakitler, ruhaniyetin yeryüzüne yayıldığı anlardır. Bu itibarla ihsan mertebesinde bulunanlar için uygun olan davranış şekli, bu vakitleri kollayarak kendisini Allah'a yaklaştırmaya ça­lışmaktır. Numan b. Beşîr hadisinde güneş tutulması hakkında Rasûlullah'ın "Allah Teâlâ, yaratıklarından bir şeye tecellî ettiğinde, o şey ona boyun eğer.[186] buyurması bu manayı ifade et­mektedir.

Sonra kâfirler güneş ve aya secde ederler. Bu durumda mü'min için en uygun davranış, onların ibadete müstahak olma­dıklarım gösteren bir âyet görmesi halinde, derhal Allah'a tazarru ve niyazda bulunmak olacaktır. "Ne güneşe, ne de aya secde edin; onları yaratan Allah'a secde edin! [187] âyeti bu manayı ifade et­mektedir. Bu, dini yücelten bir şiar, inkarcıları da susturan bir ce­vap olacaktır.

Sahih olarak rivayet olunduğu üzere Rasûlullah (s.a.), yaka­rış makamı olması hasebiyle secdeye itibarla bir rekatta iki kı­yamda ve iki rükûda bulunmuştur. Çünkü bunlar da, secde gibi huşu ifade eden fiillerdir; dolayısıyla tekrarı uygun olur. Rasûlul­lah (s.a.) bu namazı cemaatle kılmıştır ve "înne's-salâte câmiaten' diye nida edilmesini emretmiş, namazda açıktan okumuştur. [188]

Dolayısıyla kim, Rasûlullah'ın (s.a.) yaptığı gibi yaparsa, gü­zel bir iş işlemiş olur. Kim de normal bilinen namaz şeklinde kılar­sa, o da Rasûlullah'ın (s.a.), "Bunu gördüğünüzde, Allah'a dua edin, tekbir alın, namaz kılın ve sadaka verin! [189]buyruğu ile amel etmiş olur. [190]

 

11 İstiskâ (Yağmur İsteme) Namazı:

 

Nafile namazlardan biri de yağmur duası namazıdır. Rasûlul­lah (s.a.), ümmeti için çeşitli yerlerde, birçok defa yağmur talebinde bulunmuştur. Ancak ümmeti için bu konuda sünnet olan nama­zı şöyle belirlemiştir: Kendisi pejmürde bir halde, büyük bir tevazu ve niyaz içerisinde cemaati namaz kılınacak yere çıkarmış, orada iki rekat namaz kıldırmış ve namazda açıktan okumuştur. Sonra bir hutbe irad etmiş, hutbede kıbleye yönelerek dua etmiştir. Elle­rini iyice kaldırmış, ridasını tersyüz ederek giymiştir.[191]

Müslümanların, bütün himmetlerini bir araya toplayarak, belli bir şeye karşı büyük bir arzu duyarak, istiğfarda bulunarak, hayır hasenat işleyerek belli bir yerde toplanmaları, duaların kabul edilmesinde son derece etkin olur. Sonra namaz, kulun Allah'a en yakın olduğu andır. Ellerin kaldırılması, tam anlamıyla tazar-ruda bulunmayı, yalvarıp yakarmayı, gerçek anlamda niyazda'bu­lunmayı, nefsin huşu haline girmesi için uyarılmasını temsil eder. Ridamn tersyüz edilerek giyilmesi, hallerinin değiştiğini remze-der. Nitekim, imdat çağırışında bulunanlar da, hükümdarların hu­zurlarına girerlerken aynı şeyi yaparlar.

Rasûlullah (s.a.), yağmur duasında şunları okurdu:

"Allahümme 'ski ıbâdeke ve behîmeteke ve'nşur rahmekete ve ahyi beledeke'l-meyyit. [192]

Manası: Allahjm, kullarını, hayvanlarını sula, rahmetini yay, ölmüş beldeni yeniden dirilt!

"Allahümme 'skınâ gaysen muğîsen merîen nâfıan gayra dârrin 'acilengayra âcilin. [193]

Manası: Allahım, bize yardım eden, toprağı doyuran, içimize si­nen, bolluk ve bereket getiren, faydalı olan zararı olmayan, hemen yağan geç kalmayan yağmur ver! [194]

 

12. Bayram Namazları: [195]       

 

Bunun üzerinde ileride ayrıca durulacaktır. [196]

 

Şükür Secdesi:                           

 

Nafile namazlar arasında sayılabilecek bir şey de şükür secdesidir. Bu, sevindirici bir şeyin olması, ya da bir musibetin defedilmesi halinde ya da bunlara ait bir haberin duyulması halinde yapılır. Aslında şükür kalbin işidir. Bunun, güç kazanabilmesi için mutlaka dışa vuran bir de şeklinin olması gerekir. Hem nimetlerin vermiş olduğu bir taşkınlık ve şımarıklık hali olur; nimetin sahibi­ne boyun eğmek, onun huzurunda yere kapanmak suretiyle bu taşkınlık ve şımarıklık ortadan kaldırılmış olur.

Buraya kadar anlattıklarımız, Rasûlullah'ın (s.a.), ümmetin­den ihsan mertebesinda olanlar, kendilerinde ilerleme yeteneği bulunanlar için sünnet kılınan namazlar olmaktadır. Bunlar, avam havas herkes üzerine vacip kılınan ve kesin olarak herkes­ten kılınması istenilen farz namazlara ek olarak ve bağlayıcı ol­maksızın konulmuştur. [197]

 

Namaz Kılmak Yasak Olan Vakitler:

 

Namaz hayırlı bir ibadettir. Bu itibarla, dileyen yukarıda say­dıklarımıza ilave olarak dilediği kadar fazladan kılabilir. Şu kadar var ki beş vakitte namaz kılmak yasaklanmıştır. Bunlardan üçü hakkındaki yasak, diğer ikisine nisbetle daha güçlüdür. Bu üç saat şunlardır:

1. Güneşin, doğuş anı. Bu ufuktan yükselişine kadar sürer.

2. Güneşin tam tepe noktaya dikilmeye başlamasından, batı­ya doğru meyline kadar olan vakit.

3. Güneşin sararıp batma anı.

Bu vakitler, mecusilerin ibadet vakitleridir. Onlar, dinlerini tahrif eden ve Allah'ı bırakarak güneşe tapınmaya başlayan, şey­tanın yoldan sapıttığı bir kavimdir. Rasûlullah'ın (s.a.), "Güneş, [531 doğarken, şeytanın iki boynuzu arasından doğar.[198] sözünün ifa­de ettiği anlam budur. Çünkü bu anda kâfirler, güneşe secde ha­linde olurlar. Bu durumda İslâm ümmetinin, ibadetlerin en büyü­ğü olan namazın vakti yönünden de, küfür milletinden ayrılması gerekli olmuştur.

Diğer iki vakte gelince, bu şu hadiste ifadesini bulmuştur: Güneş doğup iyice ortaya çıkıncaya kadar sabah namazından sonra, batıncaya kadar da ikindi namazından sonra namaz kıl­mak yoktur.[199]

Derim ki: Bu iki vakitte namaz kılınmasının yasaklanması, yasak olan diğer üç vakitte namaz kılınmasına yol açması sebebiy­ledir. Bu yüzden Rasûlullah'ın (s.a.), bazen bu vakitlerde namaz kıldığı olmuştur. Çünkü kendisi, mekruh bir duruma düşmekten emin bulunmaktadır.

Cuma günü öğle zeval vakti namaz kılınmasının caiz olduğu istisna olarak rivayet edilmiştir. "Ey Abdi Menâf oğulları! Sizden her kim insanların işini üstlenirse, sakın ola ki, hiçbir kimseyi bu kutsal evi tavaf etmekten ve gece ya da gündüz dilediği her vakitte namaz kılmaktan alıkoymasın. [200] hadisinden de, Mescicî-i Ha-ram'da yasak olan bu üç vakitte de namaz kılmanın caiz olduğu hükmü çıkarılmıştır. Genel yasak hükmüne burada ve cuma günü uyulmamasının sırrı, bu ikisinin dinî nişanelerin ortaya çıktığı za­man ve mekan oluşlarıdır. Bu özellikleriyle, namaza engel olan manayı ortadan kaldırmış olmaktadırlar. [201]

 

AMELDE ORTA YOL: İTİDAL

 

Tâatlerin Hastalığı, Nefsin Usanmasıdır:

 

Tâatler konusunda en onulmaz dert, usangaçlıktır. Nefis bir usandı mı, artık huşu havasına giremez ve ibadetlerin içermiş ol­duğu meşakkatler, ibadet manasından çıkar. Rasûlullah (s.a.), "Her şeyin bir zindelik hali vardır; her zindeliğin de bir gevşeklik ve usanma hali vardır.[202] hadisiyle bu manayı kastetmiştir. Bu hikmet sebebiyledir ki, bir iyiliğin toplum tarafından işlenmez ol­duğu, gereken ilgi ve önemin verilmediği bir anda işlenmesi halin­de sevabının kat kat olacağı belirtilmiştir. Çünkü bu hâlde iken o iyiliğin işlenmesi, ancak büyük bir irade, azim ve gayret sonucu meydana gelebilir.

Usanma korkusu sebebiyledir ki Sâri' Teâlâ, her ibadeti, ay­nen hastaya verilen ilaç gibi ne az ne çok, tam ölçüsünde takdir buyurmuştur.[203]

 

İbadetlerden Maksat Nefsin Öldürülmesi Değildir:

 

Sonra ibadetlerden maksat, kulların ihsan mertebelerine ulaşmalarını sağlamaktır. Ancak bu sağlanırken onların gerekli ihtiyaçlarını karşılamaları engellenmeyecek, herhangi bir hakkı ihlal etmelerine imkân verilmeyecektir. Selmân'ın[204] (r.a.), "Şüp­hesiz gözlerinin, üzerinde bir hakkı vardır, eşinin üzerinde bir hakkı vardır." demesi ve Rasûlullah'ın (s.a.) onu tasdik etmesi bu manayı ifade etmektedir. Rasûlullah (s.a.), "Ben hem oruç tuta­rım, hem de yerim; geceleri hem ibadet ederim hem de uyurum, ka­dınlarla evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o ben­den değildir.[205] buyurmuştur.

İbadetlerden beklenen amaç, nefsin istikâmet kazanması, eğ­riliğinin giderilmesidir; yoksa onun öldürülmesi değildir. Çünkü nefsin Öldürülmesi, çoğunluk hakkında zaten imkânsızdır (ve fıt­rata da aykırıdır). Bu manada Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur:

"İstikâmet sahibi olun, sizin için sünnet kılınan yoldan sap­mayın; amellerden güç yetirdiğiniz kadarını işleyin. [206]

İstikâmet, nefsi melekî lezzetlerden haz almak, hayvani reza­letlerden de elem duymak için uyarmaya yeterli olacak, hayvanı yönünün melekî yönüne uymasını aklettirebilecek bir miktarla gerçekleşir. Eğer bu miktardan fazla olacak olursa, o zaman nefis onu itiyat edinir ve artık ondan faydalanamaz. [207]

 

Şer'î Maksatlardan Biri De Dinde Aşırılık Kapısının Kapatılmasıdır:

 

Teşrî' esnasında dikkate alınan önemli maksatlardan biri de, dinde aşırılık kapısının kapatılmasıdır. Aşırılık, insanların bir şe­ye dört elle sarılmalarını gerektirir. Arkadan bir nesil gelir ve o şe­yin kendi üzerlerine yazılmış semavî bir yükümlülük olduğunu zannetmeye başlar. Sonra bir nesil daha gelir ve o şey hakkında mevcut bulunan zan, artık kesin bilgiye dönüşür, muhtemel olan, kalplerin yatıştığı şey olur. Bunun sonucunda din muharref bir hal alır. Allah Teâlâ'nm, "Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptı­lar. [208] buyruğu bu manayı ifade eder.

Sonra, bir kimse diliyle aksini ikrar etse bile içinde, Al­lah Teâlâ'nın ancak zor tâatlerle razı olacağına, şayet bunlar hak­kında ihmal gösterirse, kendisiyle nefis terbiyesi arasına büyük bir perdenin gireceği ve bu durumda Allah'ın hakkına riayette bü­yük bir kusur göstermiş olacağı zannını taşırsa, o kişi bu zannı doğrultusunda muaheze olunur ve itikadınca nasıl yapması gerek'vorsa, o şekilde hareket ederek tefrit (ihmal) halinden çıkması qtenir. Eğer bunu yapmaz ve taksir gösterirse, o zaman bilgisi, kendi aleyhine döner ve zararlı bir hal alır; aydınlatıcı olmaktan nkar zulmete dönüşür. Bunun sonucunda da nefsindeki kusur se­bebiyle tâati kabul olunmaz. Rasûlullah (s.a.), "Şüphesiz din ko­laylıktır; bu din hususunda (amellerim eksiksiz olsun diye) kendi­ni zora koşan kimseye, mutlaka din galebe çalacaktır.[209] buyur­mak suretiyle bu hususa dikkat çekmiştir. [210]

 

Amellerde İtidal Ve Devamlılık:

 

Bu gibi sebepler yüzünden Rasûlullah (s.a.), ümmetinin amel­ler İşlerken itidali elden bırakmamaları, konulmuş olan şer'î sınır­lar aşılarak, usangaçlık verecek, dinde karışıklıklar doğuracak, tabiî ihtiyaçların karşılanması için gerekli faaliyetleri engelleye­cek bir davranış içine girmemeleri konusunda onları uyarmış, aşı­rılığın mahzurlarını bazen açık bir dille, bazen de işaret yoluyla açıklamıştır.

Bu meyanda o, şöyle buyurmuştur:

"Amellerin Allah katında en sevimli olanı, az da olsa devamlı olanıdır. [211]

Bence, bunun sırrı şudur: Bir amelde devamlılık göstermek, onu bırakmamak, kişinin ona karşı sürekli bir rağbet beslediğinin delilidir. Sonra nefsin, bir tâatten etkilenmesi, faydasını içine sin-direbilmesi için belli bir müddetin geçmesi ve onda devamlılık gös­terilmesi, ona karşı gönlün huzur duyması gerekir. Bütün bunla­rın yanı sıra, o amelin nefsin meşgalelerden uzak olduğu bir ana tesadüf etmesi de gerekir. Aynen kişinin rüyasında nefsinin Mele-i a'lâdan inen ilimlere yatkınlık kesbetmesine sebep olan meşgale­lerden uzaklığı gibi. Bu vaktin ne zaman olduğu ise belli değildir. Bu durumda, o vakti yakalayabilmek için, o amelin devamlı ve çokça yapılmasından başka çare yoktur. Lokman'ın.), "Kendi­ni, çokça istiğfar etmeye alıştır; çünkü Allah'ın öyle bir saati var­dır ki, o saatte istekte bulunanı boş çevirmez." şeklindeki Öğüdü, bu manayı ifade etmektedir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Siz gücünüzün yeteceği amellere bakın! Çünkü siz usanmadıkça, Allah usanmaz[212] Yani, siz usanmadıkça, Allah Teâlâ, iş­lediğiniz ameller sebebiyle size sevap vermeyi bırakmaz. Allah Teâlâ hakkında "usanma" kelimesinin kullanılması müşâkele[213] içindir.

Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sizden biri uykulu iken namaz kılarsa, ne yaptığını bilemez; belki istiğfar ediyorum diye kendisine söver. [214]

Yani Rasûlullah (s.a.) şunu demek istiyor: Kişi, usandığı ve uykulu olduğu bir anda, içinde bulunduğu halin etkisiyle tâat ile tâat olmayan şeyi dahi ayıramaz. Bu durumda, ibadetin hakkını nasıl verebilir?!

Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Öyle olunca orta bir yol tutun, ona yaklaşın, sevinin, sabah, akşam ve gecenin bir kısmında[215] yardım isteyin." [216]

"Orta yolân maksat, devamlı olarak riayet etme, üzerinde devamlı olma imkânı bulunan itidal halidir.

"Ona yaklaşın" sözünden maksat ise şudur: Yani sizler, O'na, ancak zor ameller yaparak yaklaşacak kadar uzak değilsiniz.

"Sevinin" yani, umut üzere olun ve güveninizi kaybetmeyin.

"Sabah, akşam ve gecenin bir kısmında yardım isteyin." Bu üç vakit, rahmetin indiği ve kalbin nefsânî düşüncelerden uzak ol­duğu zamanlardır. Daha önce bu husustan söz etmiştik.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse, hizbini[217] yahut bir cüz'ünü okumadan uyur da, onu sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa, kendisine onu gece okumuş gibi sevap yazılır. [218]

Bence, kaza konusunda dikkate alınan asıl nokta şu iki husustur:                                                                                  

1 Tâatin terki sebebiyle nefis tamamen başıboş halde kaldıda bunu itiyat edinir, daha sonra kişi onu ifa etmek istediğinde zorlanır.

Zamanla sorumluluktan çıkar ve Allah Teâlâ'nın hakkına riayet konusunda taksir gösterdiği düşüncesini içinde duymaz olur. Bunun sonucunda da aklına gelen ya da gelmeyen yönlerden sorgulanır. [219]

 

ÖZÜRLÜLERİN NAMAZI

 

Özür Halinde Ruhsat Vardır:

 

Teşrîde noksanlık olmaması için, özür halinde ruhsat hüküm­lerin beyan edilmesi gerekir. Böylece yükümlülerin, güçleri nisbe-tinde tâatte bulunmaları imkânı doğar. Bunun miktarı Sâri' Teâlâ'mn takdirine bırakılmıştır. Çünkü orta yolun bulunması bu­na bağlıdır. Kulların isteğine bırakılmamıştır; zira onlar özürlerin takdiri konusunda ifrat ve tefrite düşebilirler.

Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), şer'an dikkate alman Özürlerin ve getirilen ruhsatların belirlenmesine özen göstermiştir.

Ruhsat bahsinde Rasûlullah (s.a.) tarafından dikkate alınan esas şu olmuştur:

i. İyiliğin emredilmesini gerektiren hikmet doğrultusunda tâatin aslını itibara almak ve onlara her halükârda sımsıkı sarıl­mak.

ii. Sâri' Teâlâ'mn, insanların o iyiliği işlemesi kolaylaşsın di­ye koymuş olduğu sınırlara ve kurallara bakmak ve bunlarda za­ruret gereği olarak düşürme, ya da değiştirme gibi tasarruflarda bulunmak. [220]

 

Serî Özürler:

 

Şer'an dikkate alınan Özürler şunlardır: [221]

 

1. Sefer (Yolculuk):

 

Yolculukta ne gibi zahmet ve sıkıntıların bulunduğunu anlat­maya gerek yoktur. Rasûlullah (s.a.), yolculuk sebebiyle bazı ruh­satlar getirmiştir: [222]

 

i. Namazı Kısaltma Ruhsatı:

 

Bu ruhsatlardan biri, namazın kısaltılarak kılınmasıdır. Na­mazın aslî sayısını olduğu gibi bırakmış ki bu on bir rekattır, gönül huzuru ve ikamet şartına bağlı olarak eklenmiş olan rekat­ları düşürmüştür. Bu sayıda (yani on bir rekat sayısında), bir tür azimet özelliği olduğundan, sefer halinde bu şekilde kılınabilmesi için illâ zaruret olması, son derece zorluk ve sıkıntının bulunması şartı aranmamıştır. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), 'Yeryüzünde se­fere çıktığınızda kâfirlerin size kötülük etmelerinden korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.[223] âyetindeki korku şartının, ihtirazı bir kayıt olmadığını, mefhûm-u muhalifinin bu­lunmadığını ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Bu, Allah'ın size tasadduk etmiş olduğu bir sadakadır; O'nun sadakasını kabul edin! [224] Allah'ın sadakasını geri çevirmek küstahlık olur. Bu yüz­dendir ki Rasûlullah (s.a.), her ne kadar kısmen de olsa tam kıl­mayı tecviz etmiş ise de, sefer halinde namazını hep kısaltmıştır. Şu halde bu, müekked bir sünnettir.

Namazları tam kılmanın caiz olduğunu belirten rivayet ile, sefer halinde iki rekatın tam olduğunu, bunda kısaltma olmadığını ifade eden rivayet arasında ihtilâf yoktur. Çünkü aslî vacibin sa­dece iki rekat olması mümkündür. Bununla birlikte dört olarak kı­lınması, birincinin yerini tutar. Hasta ve kölenin, cuma namazını kılması halinde kendilerinden Öğle namazının düşmesi; kendisine bir deve zekât vermek vacip olan kimsenin, bütün mallarını tasad­duk etmesi gibi olur. Bu yüzden sefer hükmünün bir gereği olarak, yükümlü hakkında "yolcu" kelimesinin kullanılması sahih olduğu andan itibaren, bu ismin kendisinden tamamen kalktığı ana kadar namazlarını kısaltarak kılması caizdir ve bunun için bir meşakkat bulunup bulunmadığına, tamamlamaya kudreti olup olmadığına bakılmaz. Çünkü bu şekilde kısaltarak kılması, bu durumda olan kimsenin daha baştan belirlenmiş bir yükümlülüğü olmaktadır. Ibn Ömer'in, "Rasûlullah (s.a.), yolculuk namazını iki rekat olarak koydu; onlar Öylece tamamdır; kısaltma yoktur." sözünün manası budur. [225]

 

Seferin Tanımı:

 

Bil ki: Sâri' Teâlâ'nın üzerine hüküm bina ettiği sefer, ikâmet, zina, hırsızlık ve daha başka kavramlar, ehl-i Örf tarafından yerli yerinde kullanılan, manaları bilinen şeylerdir. Bu gibi kavramların, efradını cami ağyarını mani bir tanımının yapılması, ancak bir tür ictihâd ve düşünme sonucu mümkün olabilir. Önemli olan konulardan biri de ictihâd yolunun bilinmesidir. Biz, sefer , hakkında bazı Örnekler bilmekteyiz. Bundan hareketle şöyle deriz:  Sefer, örnekleme (kısmet ve misâl) yoluyla malumdur. Dili konu­şanların tümü tarafından bilinir ki, Mekke'den çıkıp, Medine'ye gitmek, Medine'den çıkıp Hayber'e gitmek, hiç kuşkusuz seferdir Sahabe uygulama ve sözlerinden Mekke'den Cidde'ye, Taife ve Usfân'a gitmenin de sefer olduğu anlaşılmaktadır. Dört berîd[226] mesafelik bir yere gitmenin de aynı şekilde sefer olduğu kesindir. [227]

 

İkamet Mahallinden Çıkma Çeşitli Şekillerde Olur:

 

Yine dili konuşanlar bilirler ki, insanın ikamet mahallini ter-ketmesi çeşitli şekillerde olur:

1. Bağa bahçeye, çifte çubuğa gidip gelmek,

2. Belli bir maksat olmaksızın başı boş dolaşmak,

3. Sefer.

Yine dili bilenler, bu manalardan her birini ifade etmek için ayrı ayrı kelimelerin kullanıldığını, bunlardan birinin diğeri yeri­ne kullanılmadığını bilirler. Bu durumda yapılacak ictihâd, örfen ve şer'an sefer kelimesinin kullanılabileceği örneklerin araştırıl­ması ve sebr ve taksim yöntemiyle diğer kısımlardan ayrılacağı özelliklerin tespit edilmesi; bu özelliklerden en kapsamlısının cins yerine, daha dar olanlarının ise fasıl yerine konmasıdır. Bu işlem sonucu biz şunu öğreniriz: İkamet mahallinden ayrılmak cüzü nefsidir. Çünkü ikamet mahallinde oturmakta olan bir kimseye yolcu denmez. Belli bir yere gitmek amacıyla ayrılmak da cüzü nefsidir. Aksi takdirde, sefer değil başıboş dolaşmak olurdu. Gitti­ği yerin, yola çıktığı gündüzün sonunda, gecenin başında ikamet yerine dönemeyecek kadar uzak olması da cüzü nefsidir. Aksi tak­dirde onun gidip gelmesi, bağ bahçeye gidip gelmek gibi olurdu. Yolculuğun sefer hükmünü alabilmesi için, tam bir günlük yol ol­ması da Salim bu görüştedir gerekmektedir. Dört berîdlik bir mesafenin sefer olduğu kesindir; daha az mesafenin sefer olduğu şüphelidir. Sefer kelimesinin kullanılmasının sahih olması için, dört berîdlik bir yere gitme niyetiyle şehir surlarının dışına çıkıl­ması yahut köyün uç evlerinin geçilmesi gerekir.

Sefer kelimesinin artık kullanılamaz olması için ise, bir yerle­şim biriminde ikamet için elverişli olacak bir müddet kalmaya niyet gerekir. [228]

 

ii. İki Namaz Arasını Cem Etmek:

 

Sefer ruhsatlarından biri de, öğle ile ikindinin, akşam ile yat­sının birleştirilerek (cem-i takdim ya da cem-i te'hîr şeklinde) kı­lınmasıdır. Bu konuda asıl, daha önce de işaret ettiğimiz gibi şu­dur: Aslî vakitler üçtür; fecir (sabah), öğle ve akşam. İkindi,- öğle­den; yatsı da akşamdan çıkarılmıştır ki, iki vakit arasında zikir­den hali olan zaman uzun, uyku da gaflet hali üzere olmasın. Ra-sûlullah (s.a.), yolculuk esnasında aslî vakitleri dikkate alarak cem-i takdim ya da cem-i te'hîr şekliyle namazların birleştirilerek kılınabilmesi ruhsat hükmünü getirmiş, ancak namazın kısaltıla­rak kılınmasında olduğu gibi bunu devamlı olarak yapmamış, cem üzerinde fazlaca durmamıştır. [229]

 

iii. Sünnetlerin Terki:

 

Sefer ruhsatlarından biri de sünnet namazların terkedilebil-mesidir. Rasûlullah (s.a.), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.anhum), yolculuk esnasında, sabah namazının sünnetiyle vitir hariç, nafile namaz kılmazlardı. [230]

 

iv. Binek Üzerinde Namaz:

 

Getirilen bir diğer ruhsat, binek üzerinde nereye gidiyorsa o tarafa yönelerek, ima ile namaz kılınmasıdır. Bu, nafile namazla­ra, sabah namazının sünnetine ve vitir namazına mahsustur; farz­lar için geçerli değildir. [231]

 

2. Korku:         

 

Şer'an geçerli olan özürlerden biri de korkudur. [232] 

 

KorkuNamazı:

 

Rasûlullah (s.a.), korku namazını çeşitli şekillerde kıldirmıştır:

i. Cemaati iki saf halinde düzenlemiş ve onlara hep birlikte kıldırmıştır. Secde ettiği zaman, safın biri onunla birlikte secdeye eitmiş, diğer saf ise düşmanı beklemiştir. Kalktıklarında bekle­yenler secdeye gitmiş ve öncekilere yetişmişlerdir. İkinci rekatinde ,f Önceki bekçilik yapanlar Rasûlullah (s.a.) ile secde etmişler, diğer- I leri ise bekçilik yapmışlardır. Rasûlullah (s.a.) oturduğunda, bekçi­lik yapanlar secde etmişler ve her iki safla birlikte teşehhüdde bu­lunmuş ve selâm vermiştir. Bu şekilde namaz kılmak, düşmanın kıble yönünde olması durumuna mahsustur.

ii. Ayrı ayrı cemaatlere iki defa kıldırmıştır. Bu şekil, düş­manın kıble cihetinde olmaması, iki rekatin cemaate bölüştürül-mesinin zihinleri karıştırması, (kalabalık olması sebebiyle) hepsi-      ; nin namaza katılmalarının mümkün olmaması haline mahsustur.

iii. Bir grup düşman karşısında durmuş, diğer bir gruba bir rekat kıldırmış, ikinci rekat için kalktığında, birinci rekatı kılan grup Rasûlullah'tan (r.a.) ayrılmış, namazı tamamlamış ve düş­man karşısına gitmiştir. Düşman karşısındaki grup gelmiş ve Ra~ sûlullah'a (s.a.) uymuş, Rasûlullah (s.a.) onlara ikinci rekati kıldır­mıştır. Rasûlullah (s.a.) teşehhüd için oturunca, bunlar kalkmışlar ve ikinci rekatlarını tamamlamışlar, Rasûlullah'a (s.a.) yetişmiş­ler, Rasûlullah (s.a.) onlarla birlikte selâm vermiştir...

Bu şekilde kılınmasını gerektiren durum, düşmanın kıbleden başka yönde olması, rekatların bu şekilde iki gruba dağıtılmasının karışıklığa meydan vermemesi halidir.

iv. Rasûlullah (s.a.) bir gruba kıldırmış, diğer bir grup ise düşmana karşı durmuştur. Bir rekat kıldırınca, kılanlar namaz kılmayanların yerine gitmişler, onlar gelmiş ve ikinci rekatı da on­larla kıldırmıştır. Sonra her iki grup da namazlarını tamamlamış­lardır.

v. Her biri, nasıl imkân bulduysa öylece kılmıştır; yaya olan yaya, binek üzerinde olan binek üzerinde, kıbleye ya da bir başka yöne dönerek. Bu şekilde kılınmasını gerektiren durum, korkunun çok yüksek olması, ya da harbin fiilen devam etmesi halidir.

Kısaca, Rasûlullah'tan (s.a.) rivayet edilen her şekil caizdir. Bunlardan hangisi kendisine daha kolay geliyorsa, o anki masla­hata hangisi daha uygunsa o yapılmalıdır. [233]

 

3. Hasta Namazı:

 

Şer'an geçerli kabul edilen özürlerden biri de hastalıktır. Bununla ilgili olarak Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:[234]

"Ayakta kıl, eğer güç yetiremezsen, oturarak kıl, ona da güç yetiremezsen, yan üzeri kıl. [235]

Nafile namazlar hakkında da şöyle buyurmuştur: "Kim ayakta kılarsa, bu daha faziletlidir. Kim de oturarak kılarsa, onun için ayakta kılanın sevabının yarısı vardır. [236]

Derim ki: Aslında namazın hakkı, onu çokça kılmaktır ve na­mazın aslı ayakta da ve oturarak da ifa edilebilmektedir. Kıyam, teşrî anında vacip olmuştur. Bir şey tümden elde edilemiyorsa, bü­tünüyle terk de edilmez. İşte bu yüzden, ilâhî rahmet, kulların na­file namazlarını oturarak da kılmalarının caiz olmasını gerektir­miştir. Ancak ikisi arasındaki derece farkını da açıklayarak, belli bir özür olmadıkça ayakta kılınmasını teşvik etmiştir. [237]

 

4. Diğer Özürler:

 

Bunların dışında düşman takibinde iken kılman namaz (salâtu't-tâlib), yağmur namazı, çamur namazı olduğundan da bahsedilmektedir. Sahabenin, inkâr ve ihmal şaibesi taşımaksızın çaresiz kaldığı durumlar karşısında kendiliklerinden getirdikleri kolaylıklar, behemehal Rasûlullah (s.a.) tarafından kabul edilmiş­tir. Onun, "Size bir şey emrettiğim zaman, gücünüz nisbetinde onu yerine getirin. [238] buyruğu, konuyla ilgili kapsamlı bir ilke mahi­yetindedir.  

Allah'u a'lem!    [239]                

 

CEMAAT

 

Bil ki: Tâatler içerisinden bir şeyin, terki ve ihmali asla müm­kün olmayan zarurî ihtiyaçlar arasına girecek şekilde yaygın bir merasim kılınması, herkesin gözü önünde ifa edilir olması; şehirli, köylü herkesin onun ifasında eşit olması, övünç konusu olur bir hale sokulması kadar insanlar için yararlı başka bir şey olamaz. Bu durum, Allah'a kullukta bulunmayı teyit edecek, bunun bir yol kılınması Hakk'a götürecektir. Bunun sonucunda zararından kor­kulan şey, insanları hakka celbeden şey halini alacaktır. [240]

 

Namazın Üstünlüğü:

 

İbadetler arasında, namazdan daha kâmil, delil bakımından daha üstün bir başka şey yoktur. Onun bu özelliği, insanlar ara­sında yaygın kılınmasını, onun üzerinde toplanılmasını, insanların onun için bir araya gelmelerini gerekli kılmıştır.

Sonra ümmet içerisinde kendilerine uyulacak bilgili insanlar bulunur. Bunların yanında yüce mertebelere ulaşabilmeleri için teşvikkâr çağrılara ihtiyaç gösterenler, zayıf yapılı olanlar bulu­nur. Bunlar yükümlü kılındıkları şeyi insanların gözü önünde yap­ma zorunluluğu duymasalar, ihmal gösterirler. Bu durumda bütün insanlar için, namaz gibi herkese yönelik ibadeti, açıktan ve her­kesin gözü önünde yapmak gibi bir yükümlülükten daha yararlı ve uygun bir şey olamazdı. Böylece o yükümlülüğü yapanla terkeden, gönüllü olanla isteksiz olan ayrılabilecek; âlim olanlara uyulacak, cahil olanlara öğretilecek, böylece cemaat halinde Allah'a tâatte bulunmak bir tür mihenk taşı gibi olacak; insanlar ona vurulacak; iyileri kötülerinden ayrılabilecek, halisi sahtesi görülebilecekti. [241]

 

Cemaatin Özelliği:

 

Müslümanların Allah'a teveccüh etmiş bir halde, korku ve ümit arasında bir halet-i ruhiye İçerisinde, yüzlerini O'na teslim etmiş olarak bir araya gelmeleri, bereketlerin inmesinde ve rah­metin yayılmasında acayip bir etkiye sahiptir. Nitekim daha önce istiskâ ve hacdan söz ederken buna temas etmiştik.

Sonra Allah Teâlâ'nın bu ümmeti halketmesindeki maksadı, Allah'ın dininin en yüce olması, yeryüzünde İslâm dininden daha üstün başka bir dinin bulunmamasıdır. Bu amacın gerçekleşebil­mesi, ancak halkın ve ileri gelenlerin, şehirlilerin, bâdiyede otu­ranların, büyük küçük herkesin, İslâm'ın en büyük nişanesi ve en yaygın olan ibadeti vesilesiyle, sık sık bir araya gelmelerine bağlıdır. [242]

 

Şeriat, Birlik Ve Beraberliğe, Cemaat Olmaya Teşvikte Bulunmuştur.

 

Bu saydığımız sebeplerden dolayı teşrî esnasında hikmet-i ilâhî cuma ve cemaat namazlarının konulmasını gerektirmiş, bu doğrultuda büyük teşvikler de bulunmuş, terkini ise şiddetli bir üslupla yasaklamıştır.

Cemaatin toplanması iki şekilde olur:

i. Mahalle halkının toplanması,            

ii. Şehir halkının toplanması.

Mahalle halkının toplanması her namaz vakti için kolayca sağlanabilir. Şehir halkının toplanması ise, ancak hafta gibi bir süre aralığıyla mümkün olabilir. Birinci toplantılar, cemaatle na­maz olmaktadır. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Cemaat namazı, kişinin yalnız başına kıldığı namazdan yir­mi yedi derece (bir rivayette de, yirmi beş derece) daha üstündür.[243]

Rasûlullah (s.a.) açıkça ya da işaret yoluyla belirtmiştir ki, ki­şi abdest alır, abdestin hakkını verir, sonra mescide yönelir, bütün bunları sırf namaz kılma niyetiyle yaparsa, onun yürümesi namaz hükmündedir, attığı her adım günahlarına keffâret olur, müslü-manların birbirlerine olan duaları etraflarını kuşatır, namazı bek­lemekte ribât (Allah için nöbet beklemek) ve itikâf manası vardır.

İşte cemaat namazının bu faziletlerini dikkate alan Rasûlul­lah (s.a.), kendi katında temessül eden çok ince bir nükteye bina­en sözü edilen iki sayıdan biriyle cemaatin önemine dikkat çek­miştir. Daha önce bu konulara temas etmiştik; oraya bakınız. Ne sağından ne solundan, hiçbir yönünden bâtıla açık olmayan Hakk'da yersiz, hesapsız, hikmetsiz hiçbir şey yoktur. [244]

 

Cemaatin Terki:

 

Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir yerleşim biriminde ya da bâdiyede üç kişi bu­lunur da, aralarında cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan onları yoldan çıkarmış demektir. Bu itibarla cemaat olmaya bakın. Çün­kü kurt, sürüden ayrılanı yer. [245]

Bence bu hadis, cemaati terkin, namazı ihmal etme kapısını aralayacağına işarettir. [246]

 

Cemaat Müekket Sünnettir:

 

Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Canım elinde olana yemin ederim, düşündüm ki emredeyim de odan toplansın, sonra emredeyim de namaz için ezan okunsun, sonra bir adama emredeyim de insanlara imamlık yapsın, sonra namaza gelmeyen adamlara gideyim ve evlerini başlarına yakayım.[247]

Derim ki: Aslında cemaat müekket sünnettir, terki halinde kınamayı gerektirir. Çünkü dinin nişanelerinden biridir. Şu kadar var ki Rasûlullah (s.a.), cemaate katılma konusunda isteksiz olan ve geri duran kimselerin, bu davranışlarındaki asıl sebebin İs­lâm'daki niyet zaafı olduğunu görmüş ve onların kalplerine korku vermek için, tepkisini şiddetli bir üslupla ortaya koymuştur. [248]

 

Zorluk Anında Cemaatin Terkine Ruhsat Vardır:

 

Öbür taraftan herkesin ve devamlı olarak cemaate katılması, zayıf, hasta ve iş güç sahipleri için bir zorluk içerir. İşte ilâhî hik­met bunu dikkate almış ve bu gibi durumlarda cemaatin terkine ruhsat vermiştir. Böylece ifrat ve tefrit arasında denge kurulmuş­tur. [249]

 

Cemaate Gelmemeye Mazeret Teşkil Eden Haller:

 

i. Soğuk ve yağmurlu gece: Bu, cemaate katılmamaya cevaz veren zorluklardandır. Bu takdirde müezzinin, "Namazı menzille­rinizde kılın!" diye nida etmesi müstehap olur.[250]

ii. Beklemesi zor olan bir işin olması: Akşam yemeğinin ha­zırlanması gibi. Çünkü bu halde cemaate katılmak, nefsi meşgul eder, üstelik yemek kalmayabilir.

Sıkışık halde iken cemaat olunması da Öyledir. Bu, devamlı olarak kalbi meşgul edeceğinden namazdan beklenen faydanın ha­sıl olmamasına sebep olur.

"Yemek hazırken namaz yoktur. [251]hadisiyle, "Namazı, ne yemek ne de bir başka şey sebebiyle geciktirmeyin. [252]     hadisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü hadislerden her birinin, ayrı bir durum ya da manaya hamledilmesi imkânı vardır. Zira hadisten murat, aşırılık kapısını kapatmaktır. İkincisinde yasak, hazır ol­mayan yemeğin ortaya getirilmesine yöneliktir. Namazın gecikti­rilmemesi, aşırılık şerrinden emin olan kimseler için zaten vazife­dir. Bu, oruçlunun, her iki hal üzere iftar etmesi gibidir. Hazır ye­meğin yenmesi ve namazın geciktirilmesi ise, yemeğe karşı aşırı bir arzunun bulunması, yahut o anda yenmediği takdirde kalma­yacağı korkusunun olması haline mahsustur. Şu halde hüküm du­ruma göre değişecektir.

iii. Fitne korkusu: Cemaate katılmamaya cevaz veren engel­lerden biri de fitne korkusudur. Koku sürünmüş kadının mescide çıkması gibi. Rasûlullah'm (s.a.), "Sizden biriniz, hanımı mescide gitmek üzere izin istediğinde, onu engellemesin. [253] hadisiyle, ço­ğunluk sahabenin kadınların mescidlere gitmemeleri doğrultusun­da hüküm vermeleri arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Çün­kü yasak olan, bir mesnede dayanmayan mücerred kıskançlık se­bebiyle olan engellemedir. Fitne korkusunun bulunması haline yö­nelik değildir. Caiz olan kıskançlık, fitne korkusunun bulunduğu hale aittir. Nitekim hadiste buna işaret edilmiş ve kıskançlığın iki türlü olduğu açıklanmıştır. Hz. Âişe'nin (r.a.), "Eğer Rasûlullah (s.a.), kadınların bugün moda haline getirdikleri (giyim kuşam ve ziyneti) görseydi, İsrailoğullannm kadınları nasıl menedilmişse, o da bunları camiye gitmekten menederdi.[254]şeklindeki sözü yasa­ğın gerekçesini göstermektedir.

iv-u. Korku ve hastalık: Bu ikisinin durumu açıktır.

Rasûlullah'm (s.a.), gözleri görmeyen birine, "Namaza çağrı­yı duyuyor musun?" diye sorması ve onun da evet demesi üzerine: "Öyleyse, icabette bulun! [255] buyurmasına gelince, onun sorusu azimet hakkında idi; dolayısıyla ona ruhsat vermedi. [256]

 

Namazda İmamlığa En Lâyık Olanlar:

 

Sonra namazda kimin imamlığa daha lâyık olduğunun, nasıl toplanılacağının açıklanmasına, insanlara namaz kıldıran imam­lara, hafif tutmaları öğüdünün verilmesine, imama uyanların ona nasıl tabi olacaklarının beyan edilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Bu konuda, namazı uzatması sebebiyle Rasûlullah'm (s.a.), Muâz'ı (r.a.J azarlaması meşhurdur.

Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Rasûlullah (s.a.), bu konuyu gayet açık bir şekilde beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Cemaate, Allah'ın kitabını en iyi bilenleri imam olur. Eğer Kur'ân bilgisi hususunda eşit iseler, sünneti en iyi bilenleri; sün­net hususunda da eşit iseler hicret itibariyle en kıdemlileri, hicret hususunda da eşit iseler Islâmiyeti kabulde en kıdemlileri imam olur. Sakın birinin hâkim olduğu yerde, başka biri ona imam ol­masın! [257]

 

Kur'ân'ı En İyi Bilenlerin Öncelik Hakkı:

 

Kur'ân'ı en iyi bilenlerin takdim edilmesinin sebebi şudur: Hasûlullah (s.a.), daha önce de açıkladığımız gibi ilim için bir sınır koymuştur. Bunun ilk şartı da Kur'ân bilgisine sahip olmaktır; çünkü her ilmin başı Kur'ân'dır. Sonra Kur'ân, Allah'ın nişanele-nndendir. Bu durumda onu bilen kimsenin takdim edilmesi, mer­tebesinin yüceltilmesi vaciptir. Çünkü bu durum, Kur'ân bilgisine sahip olma konusunda insanların birbirleriyle yarışmalarını temin eder. Yoksa zannedildiği gibi, takdimin sebebi sadece namaz için Kur'ân kıraatine olan ihtiyaç değildir. Asıl amaç, insanları bu konuda yarış havasına sokmak, toplumda değerin ancak Kur'ân bil­gisine sahip olmakla elde edilebileceği intibaını vermektir. Bilindi­ği gibi faziletler ancak yarış havasına girildiği zaman elde edilebi­lir. Kur'ân bilgisine sahip olanların özellikle namaz konusunda takdim edilmelerinin sebebi ise, namazın Kur'ân kıraatine olan ih­tiyacıdır. Bu konu üzerinde düşünülmelidir. [258]

 

Sünneti En İyi Bilenlerin Takdimi:

 

Kur'ân'ı en iyi bilenlerden sonra, sünnet bilgisine sahip olan­lar takdim olunur. Çünkü sünnet, Kur'ân'ı takip eder ve dinin kı­yamı ancak onunla mümkündür. Sünnet, Rasûlullah'ın (s.a.) üm­meti içerisinde bırakmış olduğu mirasıdır. [259]

 

Hicret Fazileti;

 

Sünnet bilgisinden sonra hicret fazileti dikkate alınmıştır. Çünkü Rasûlullah (s.a.), hicret üzerinde çok durmuş, ona teşvik etmiş, dinde ne büyük bir yeri olduğuna işarette bulunmuştur. İmamette de dikkate alınması, ona bir tür teşvik olmakta ve böyle­ce onun yüce bir mertebe olduğu vurgulanmaktadır. [260]

 

Yaşça Büyüklük:

 

Sonra yaşça büyüklük gelmektedir. Zira bütün milletlerde yaygın olan âdete göre, yaşça büyük olanlara saygı gösterilir. Çünkü onlar, daha tecrübeli ve daha ağırbaşlı olurlar. [261]

 

Kişi, Kendi Hakimiyeti Alanında İmamlık Yapar:

 

Rasûlullah (s.a.), bir başkasının hakimiyet alanında, başka birinin imamlık yapmasını yasaklamıştır; çünkü bu, o kişiye ağır gelir, otoritesini zedeler. Bu yüzden, imamlık hakkı ona bırakıl­mıştır. [262]

 

Cemaat Namazlarının Hafif Tutulması:

 

Rasûlullah (s.a.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Biriniz cemaate imam olduğu vakit namazı hafif kıldırsın! Çünkü onların içinde hasta, zayıf ve yaşlı olanlar vardır. Yalnız başına kıldığı zaman, namazını dilediği kadar uzatsın![263]

Derim ki: Hakka davet, semeresini verebilmesi için kolaylaş­tırma ilkesiyle yapılmalıdır. Nefret ettirme, usandırma, ibadetle­rin konuluş amacını tersine çevirir. Bütün insanlara yönelik geti­rilen yükümlülükler, kolay olmalıdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.), bu hususu açıkça belirterek, namazı uzatanlar hakkında, "Gerçekteni içinizde nefret ettirenler vardır.[264] buyurmuş ve bu konuda üm­metini uyarmıştır. [265]

 

İmama Uymak:

 

Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İmam, sadece kendisine uyulmak için imamdır. Şu halde siz ona muhalefet etmeyin; o rükûa gitti mi, siz de rükûa gidin. O 'Se-mi'allahu limen hamideh' dedi mi siz, 'Rabbena leke'l-hamd' de­yin. O secde etti mi, siz de secde edin. O oturarak namaz kıldı mı, sizde hep beraber oturarak kılın." Bir rivayette de şu ziyade var­dır: "O, Velâ'd-dâllîn' dedi mi, siz de 'âmîn' deyin! [266]

Derim ki: Cemaatin ilk başlangıcı, Muâz'm (r.a.) kendi görü­şüyle yaptığı içtihadıdır. [267]Rasûlullah (s.a.), bu konuda onu tasvip etmiş ve onaylamıştır. Eğer öyle olmasaydı, o zaman namazları bir olmaz, aynı zaman ve mekanda kılınmış olması rastlantı olurdu. [268]

 

İmamın Oturarak Kılması:

 

Hadisteki, "imam oturarak namaz kıldı mı, sizde hep beraber oturarak kılın. [269] kısmı, mensuhtur. Rasûlullah'ın (s.a.), ömrü­nün sonunda cemaat ayakta iken oturarak kıldırması bunun deli­lidir. Neshin sırrı şudur: Cemaat ayakta iken imamın oturması, Acemlerin hükümdarlarına karşı gösterdikleri aşırı tazime benze­mektedir. Nitekim bu durum bazı hadislerde tasrih edilmiştir. İs-lâmî esaslar yerleşip, şeriatın pek çok hükmünde onlara muhalefet iyice yer edince, bir başka asıl ağır basmaya başladı ki o da, kıya­mın namazın rüknü olması ve özür olmadan terkinin caiz olmama­sıdır. Cemaatin ise kıyamı terketmel erini gerektirecek bir özürleri  yoktur. [270]

 

Safların Düzenlenmesi:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Benim hemen arkamda aklıyeterleriniz dursun, daha sonra da sırasıyla derece itibariyle onları takip edenler dursun." Bunu üç defa tekrarladı. "Pazar yerlerindeki gibi keşmekeşlikten sakının[271]

Bu, insanlar arasında aklıyeterlere, büyüklere gerekli saygı gösterilmesi esasının yerleştirilmesi içindir. Bu talimat, geçerli olan örf ve âdetin dikkate alınması sonucu da olabilir. Hem, daha aşağı mertebede olanların öne geçirilmesi, ileri gelenlere ağır gele­bilir. Bunun için cemaatin, akhyeterlerden başlayarak derece de­rece sıraya konması sünnet kılınmıştır. Cami ve cemaate saygılı olmaları, Kur'ân üzerinde düşünebilmeleri için de pazar yerlerin­deki gibi keşmekeşlik içinde bulunmaları yasaklanmış, namazda hükümdar huzuruna çıkan insanlar gibi tavır alınması istenmiş­tir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Siz, meleklerin Rableri katında saf saf durdukları gibi saf

bağlayıp dursanız ya! [272]

Her meleğin belli bir yeri olur ve onlar, yetenekleri konusun­daki aklî tertip üzere saf olurlar ve öyle bir kenetlenirler ki, arala­rında en ufak bir gedik kalmaz.

Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ben, saftaki aralıktan şeytanın sanki kara koyun gibi aranıza sokulmakta olduğunu görüyorum. [273]

Biz tecrübe etmişizdir ki, zikir halkasında kenetlenmek, zih­nin bir noktada toplanmasını, zikirden bir tat alınmasını, gönül­den geçen düşüncelere son verilmesini sağlamaktadır. Onun terki, bu manaları noksanlaştırmakta ve boşalan yerleri hemen şeytan doldurmaktadır. Rasûlullah (s.a.), şeytanı, kara koyun şeklinde te-messül etmiş halde görmüştür. Çünkü kara koyun, dar yerlere so­kulmaya karşı hırsıyla bilinir. Onun kara olduğunun belirtilmesi ise, iç dünyasının kötü olduğunu sembolize etmek içindir. Şeytanın bu surete girmesinin sebebi budur. [274]

 

Safların Düzgün Olması:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ya saflarınızı düzeltirsiniz, yahut Allah yüzlerinizi başka başka taraflara çevirir.[275]

"Başını imamdan Önce kaldıran kimse, Allah'ın onun başını eşek başına çevireceğinden korkmaz mı? [276]

Rasûlullah (s.a.), insanlara düzgün durmalarını ve imama uy­malarını emretti, onlar ihmal gösterdi. Bunu, onların aleyhlerine bir durum olarak belirledi, fakat aldıran olmadı. Bu kez uyarının dozunu artırdı ve eğer muhalefette bulunmaya devam ederlerse, Hakk'ın lanetine maruz kalacaklarını belirtti. Zira ilâhî feyizler­den gereği gibi istifade etmemek, onlara sırt çevirmek, laneti ge­rektiren bir şeydir. Lanetin, insanları kuşatması ise, meshi yani onların hayvan şekline dönüşmesine veya aralarında ihtilâfların doğmasına sebep olur.

Hayvanlar arasından eşeğin seçilmesindeki nükte, onun ah­maklıkta ve aşağılıkta darb-ı mesel olmasıdır. Söz konusu olan asi de, ahmaklık ve aşağılıkta onun gibidir.

Sadece yüzün, eşek başı şekline çevirileceğinden söz edilmesi­nin sırrı ise şudur: Onlar, yüzü Allah'a döndürme, sadece O'na te­veccühte bulunma konusunda, edepsizliklerini yüzleriyle yapmış­lardır. Bu itibarla onlar, kötülüğü işledikleri organ yüzlerin dağ­lanmasında da olduğu gibi yoluyla cezalandırılmışlardır.

Ayrıca onlar, ileri geri olmak suretiyle saf düzenlerini boz­muşlardır. Bu itibarla da cezaları, manevî açıdan ileri geri olmala­rı yani birbirleriyle ihtilâf ve münakaşa halinde olmaları şeklinde tecellî etmiştir. [277]

 

Mesbûk: Namaza Geç Gelen Kimsenin Durumu:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

Namaza geldiğinizde, biz secdede isek, hemen siz de secdeye gidin ve onu saymayın. Kim rükûya yetişirse, o, namaza (yani o re­kata) yetişmiş demektir. [278]

Çünkü rükû, kıyam haline çok yakındır. Dolayısıyla ona yeti­şen, sanki o rekata tamamen yetişmiş gibidir. Secde, namazın te­mel direğidir. Kıyam ve rükû ise ona hazırlayıcı mahiyettedir. [279]

 

Evde Namaz Kılanın, Cemaatin Bulunması Halinde Tekrar Kılması:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Konak yerlerinizde kılar da, sonra cemaatle namaz kılınan bir yere gelirseniz, onlarla beraber siz de (tekrar) kılın; çünkü o, si­zin için bir nafile olur.[280]

Bence bu, namazı terkedenlere, "biz evde kıldık" gibi açık bir  mazeret kapısı bırakmamaya yönelik bir tedbirdir. Öbür taraftan da, ilk bakışta da olsa müslümanların dağınık görünmelerini önle­meyi amaçlamaktadır. [281]

 

CUMA NAMAZI

 

Namaz İçin Haftalık Toplantı:

 

Cuma namazının meşru kılınmasında asıl sebep şudur: Na­mazın, bütün ülke genelinde yaygın kılınması ve bu vesileyle in­sanların bir araya toplanması esas bir ilkedir. Ancak bütün şehir halkının her gün bir araya getirilmesi zordur. Dolayısıyla bunun, belli bir zaman aralığıyla yapılmasına ihtiyaç vardır. Bu zaman çok kısa olmamalıdır; aksi takdirde insanlara ağır gelir ve bekle­nen faydayı sağlamaz. Çok uzun da olmamalıdır; o takdirde de et­kisi kaybolur ve beklenen maksat gerçekleşmez. Hafta, bir zaman birimi olarak Arap-Acem ve çoğu milletler tarafından kullanılmak­taydı ve bütün şehir halkının katılacağı toplu namaz için vakit olarak belirlemeye elverişliydi. Böylece süre olarak haftanın belir­lenmesi vacip oldu.

Sonra belirlenecek günün hafta içerisinde hangisi olacağı ko­nusunda milletler arasında farklılıklar oldu; kendilerince bazı ge­rekçelere dayanan yahudiler cumartesini, hıristiyanlar da pazar gününü seçtiler. Allah Teâlâ, bu ümmete ilim hazinesinden büyük bir kapı araladı ve önce Rasûlullah'ın (s.a.) ashabının kalbine, bu günün cuma olduğunu ilham etti. Zira onlar, Rasûlullah (s.a.) he­nüz Medine'ye gelmeden önce cuma namazı kılmışlardı. İkinci ola­rak da Rasûlullah'a (s.a.) açtı. Bu, Cibril'in kendisine, üzerinde si­yah bir nokta olan bir ayna getirmesi ve bu misalle neyin kastedil­diğini ona öğretmesi yoluyla oldu. [282]

 

Cuma Günü, En Hayırlı Gündür:

 

Bu bilginin özeti şudur: Tâatlerin edası için en uygun vakit, Allah Teâlâ'nın kullarına yaklaştığı, dualarının kabul edildiği zamandır. Çünkü bu an, tâatlerinin kabulü ve onların nefisler üze­rinde etkin olması için en uygun vakitlerdir. Bu zamanda yapılan tâat, diğer vakitlerde yapılan pek çok tâatin yerini tutar. Her haf­ta, Allah Teâlâ'nın kullarına yaklaştığı bir an vardır. Kesîb[283] cen­netinde kullarına tecellî etmesi bu anda olacaktır. Büyük bir ihti­malle bu vakit, cuma günündedir. Çünkü büyük olaylar hep bu günde olmuştur. Rasûlullah (s.a.), bu manayı ifade etmek üzere şöyle buyurmuştur:

"Üzerine güneş doğan en hayırlı gün, cuma günüdür. Adem, o gün yaratıldı; o gün cennete konuldu ve o gün cennetten çıkarıldı. Kıyamet de ancak cuma günü kopacaktır. O gün hayvanlar, (kıya­metin kopacağı anda her tarafı saracak uğultuya) korku içerisinde kulak kesilirler. [284]

(Ashabın bu bilgisi), kendilerine mele-i sâfilden sızan ilham­larla olmuştur. Onlar da bilgilerini, kazanın inmesi anında Mele-i a'lâ sâkinlerinin çıkardıkları "sanki yalçın kaya üzerindeki zincir uğultusu gibi" seslerden, kendilerine ulaşan sızıntıdan edinmekte­dirler.

Rasûlullah (s.a.), ümmetinin, bu mübarek gün hakkında bil­gilendirilmesi nimetini en güzel bir şekilde ifade etmiş ve şöyle bu­yurmuştur:

"Bizler en son gelenleriz, ama kıyamet gününde (cennete gir­mede yahut ilk olarak hesabı arzetmede) herkesi geçenler de bizler olacağız. Şu kadar var ki her ümmete[285] kitap bizden önce veril­miş, bize onlardan sonra verilmiştir. Sonra Allah'ın onlar üzerine farz kıldığı şu gün[286] yok mu! Onlar, bu gün hakkında ihtilâfa düştüler, Allah, bizi ise ona hidayet buyurdu. Diğer insanlar bu hususta bize tabidirler; yahudilerin bayramı yarın, hıristiyanla-nnki ise öbür gündür. [287]

Kısaca söylemek gerekirse bu, Allah Teâlâ'nın bu ümmete has kıldığı bir fazilettir. Yahudi ve hıristiyanlar ise, teşrîde bir tür esas olabilecek noktayı yakalamışlar; fakat gün olarak cumanın belirlenmesinde hata etmişlerdir. Semavî şeriatlar, her ne kadar biri diğerinde bulunan bir meziyetten yoksun olsa bile, teşri esas­ları konusunda hata içermezler. [288]

 

Cuma Günü, Duaların Kabul Olduğu Bir An Vardır:

 

Rasûlullah (s.a.), bu anın çok önemli olduğuna dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:

"Gerçekten cuma günü öyle bir an vardır ki, şayet bir müslü-man o ana rastlar da Allah'tan bir hayır dilerse, Allah onu kendi­sine mutlaka verir.[289]

Bu anın ne zaman olduğu konusuna rivayetler farklılık arzetmektedir. [290]

i. Bazıları, imamın oturmasından namaz bitimine kadardır, demişlerdir. Çünkü bu an, gök kapılarının açıldığı andır ve mü'minler bu saatte bütün himmetleriyle Allah'a yönelmiş olurlar. Dolayısıyla bu an, göklerin ve yerin bereketlerinin bir araya geldi­ği bir andır.

ii. Bazıları ise, ikindiden sonra, güneşin batışına kadardır, demişlerdir. Çünkü bu vakit, kazanın inme zamanıdır. Bazı ilâhî kitaplarda, Âdem'in (s.a.) bu anda yaratıldığı belirtilmektedir.

Bence, görüşlerin her biri, muhtemel en yakın zamanın beya­nı mahiyetindedir ve kesin bir belirleme olmaktan uzaktır. [291]

 

Cuma Namazı, Güçlü Bir Yükümlülüktür:

 

Sonra, cuma namazının güçlü bir fariza olduğunun beyanına ve bunun teyit edilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Bu konuda Rasû­lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ya birtakım adamlar, cuma namazını terketmekten vazge­çerler; yahut Allah, onların kalplerini muhakkak surette mühürler ve artık gafillerden olurlar. [292]

Bence bu, cumanın terkinin, ihmal ve umursamazlık kapısını aralayacağına, şeytanın da insanı bu şekilde yoldan çıkardığına işarettir. [293]

 

Cuma Kimlere Vacip Değildir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Cuma her müslüman üzerine vaciptir; kadın, çocuk ve köle hariç. [294]

"Cuma, nidayı duyan üzerine vaciptir. [295]

Bu, ifrat ve tefrit arası dengenin kurulmasıdır. Denge, özürle­ri olan kimselerin, camiye gitmesi zor olanların ve gitmelerinde fitne bulunanların durumlarının yükümlülük esnasında dikkate alınması ve onlar hakkında kolaylık getirilmesi yoluyla sağlanmış­tır. [296]

 

Cuma günü temizlenmek müstehaptır:     

 

Cuma günü boy abdesti almak, dişleri temizlemek, koku sü­rünmek, güzel elbiseler giyinmek... gibi şeyler müstehaptır. Çün­kü bunlar, temizliği ikmâl eden şeylerdir ve temizlik hasletine karşı nefsin aşırı derecede uyarılmasını sağlar. Rasûlullah'ın (s.a.), "Eğer ümmetime sıkıntı verecek olmasaydım, her namaz es­nasında onlara misvak kullanmalarını emrederdim. [297] buyruğu­nun manası budur.

İnsanların mutlaka yıkanmaları ve temizlenmeleri gereken bir gün olmalıdır. Zira bu, insanların gerekli ve güzel olan itiyatla-rındandır. Her gün yıkanma imkânı olmayınca, cuma günü yıka-nılması emredilmiştir. Çünkü cuma, vakit olarak belirlenmeye en uygun gündür ve bu namaz için tamamlayıcı bir unsurdur. "Her müslümanın, her yedi günde bir yıkanıp, bedenini ve başını (gü­zelce) yıkaması bir görevdir. [298]hadisinin manası budur.

Sonra, o sıra insanlar kendi işlerini kendileri görürlerdi ve bunun sonucu olarak da bir araya geldikleri zaman, koyunlar gibi kokarlardı. Başkalarını rahatsız etmemeleri ve toplanmayı kolay­laştırması için herkesin bu toplantı gününde yıkanmaları emredil­di. Bu izahı, İbn Abbâs (r.a.) ve Hz. Âişe (r.a.) yapmıştır. [299]

 

Cuma Namazında Susmak Ve İmama Yakın Olmak:

 

Cuma namazında susmak ve imama yakın olmak, boş şeyleri terketmek ve erken davranmak istenmiştir. Çünkü bu, verilecek dersin dinlenmesini ve üzerinde düşünülmesini daha iyi sağlar.

Mescide, binerek değil de yürüyerek gidilmesi müstehap sa­yılmıştır. Çünkü bu tevazu ve Rabbe karşı huşu içerisinde olmaya daha uygundur. Zira cuma, hem varlıklı hem de yoksul insanları bir araya getirir. Binek bulamayan kimseler belki utanabilirler. Dolayısıyla herkesin yaya gelmesi istenilerek bu kapının kapatılması amaçlanmıştır.   [300]                                                            

 

Hutbeden Önce Namaz Kılmak Müstehaptır:

 

Hutbeden önce namaz kılınması, revâtip sünnetler bahsinde açıkladığımız sebepten dolayı müstehap kılınmıştır. Camiye geldi­ğinde, eğer imam hutbe okuyorsa, hemen kısaca iki rekat namaz kılı verir ve hem sünnet namazım kılmaya, hem de hutbe âdabına mümkün mertebe riayet etmeye çalışır. Bu meselede, ülkende yay­gın olarak uygulamada olan şeye aldanmayasın; zira bu konudaki hadis sahihtir ve uyulması vaciptir. [301]

 

Cumada Başkalarını Rahatsız Etmemek:

 

Başkalarını tepelemek, iki kişi arasını açmak, yerine otur­mak için bir başkasını kaldırmak yasaklanmıştır. Bunlar cahiller tarafından çokça yapılmaktadır ve sonuç itibariyle de insanların aralarının açılmasına, kin tohumlarının saçılmasına sebep olmak­tadır. [302]

 

Cuma Namazının Sevabı:

 

Sonra Rasûlullah (s.a.), cuma namazını tam, âdâb ve erkânı­na riayet ederek kılan kimselerin sevabını açıklamış; bunun, iki cuma arasında işlenilmiş günahlara keffâret olacağım beyan bu­yurmuştur. Zira bu, nur deryasına dalması, müslümanlann duası­nın kapsamına girmesi, onlarla sohbet feyzine nail olması, öğüt ve nasihat bereketine ulaşması ve daha başka faydalar elde etmesi için yeterli bir miktardır. [303]

 

Cuma Günü Camiye Erken Gitme:

 

Rasûlullah (s.a.), cuma günü camiye erken gitmenin sevabını açıklamış, elde edecekleri sevabı; deve, sığır, koç ve tavuk kurban etmek gibi bir benzetme ile açıklamıştır. Bu saatler, cumanın va­cip olduğu andan, hutbenin irad olunacağı vakte kadar olan kısa vakitlerdir.

Bilesin ki, uzak yakın herkese yönelik bütün namazlar, sade­ce iki rekat şeklinde kısa tutulmuştur. Bunların uzun olması, in­sanlara ağır gelir; oysa ki bu tür cemaatler içerisinde zayıf, hasta ve iş güç sahibi olanlar bulunur. [304]

 

Cuma Namazında Açıktan Okunur:

 

Cuma namazında açıktan okunur ve böylece insanların Kur'ân üzerinde daha iyi düşünmelerine imkân verilir; ayrıca Kur'ân'ın Önemi ve İslâm toplumundaki yeri de vurgulanmış olur. [305]

 

Cuma Hutbesi:

 

Cuma namazında bir de hutbe bulunur ve bununla cahillerin bilgilendirilmesi, unutanların hatırlatılması amaçlanır.[306]

Rasûlullah (s.a.), cuma namazında iki hutbe okur, ikisi ara­sında otururdu. Oturma, hem hatibin, hem de cemaatin dinlenme­sini ve zindeleşmesini sağlar.[307]

 

Hutbenin Sünnetleri Şunlardır:

 

i. Allah'a hamd ederek başlamak,

ii. Rasûlullah'a (s.a.) salât ve selâm getirmek,

iii. Şehâdet okumak,

iv. "Emmâ ba'du = İmdi" diye ayırıcı bir kelime ile söze baş­lamak,

v. öğüt vermek,

vi. Takvayı emretmek,

vii. Dünya ve âhiret azabına karşı uyarmak,

viii. Kur'ân'dan birşeyler okumak,                    

ix. Müslümanlar için hayır duada bulunmak.

Hutbenin bu sayılan unsurları içermesinin gereği şundandır: Bilindiği gibi hutbe, ezan gibi dinî nişanelerdendir. Bu itibarla onun, Allah'ın zikrinden, Rasûlüne övgüden, Allah'ın kitabından bazı kısımlar okumaktan hali olması uygun olmaz.

Hadiste, "İçinde kelime-i şehâdet (teşehhüd) bulunmayan her hutbe, kesik kol gibidir. [308] buyurulmuştur.   [309]

 

Cemâat Şartı: 

 

Ümmet, lâfzî yolla değil de manevî yoldan olmak üzere, Cuma namazı için cemaatin ve bir tür yerleşik hayatın da olmasının şart olduğunu çıkarmıştır.

Rasûlullah (s.a.), onun halifeleri ve müctehid imamlar (r.an-hum), yerleşim birimlerinde cuma kılarlar, bâdiyede oturanları (göçebe halkı) cuma namazı ile sorumlu tutmazlardı. Dahası, onlar zamanında bâdiyede cuma kılınmazdı. Asırdan aşıra, nesilden nesile gelen bu uygulamadan hareketle, cuma için cemaatin ve yerle­şik bir hayatın da şart olduğunu çıkarmışlardır.

Ben derim ki: Madem kî cumanın aslı esası, dinin ülkede yay­gın halde yaşanılır kılınmasıdır; Öyleyse elbette yerleşik hayat ve cemaat şartı aranacaktır.

Bence bu konuda en sahih olanı, bir yere "karye" (yani köy, en küçük yerleşim birimi) deniyorsa, orada cuma namazı küınabil-melidir. Çünkü bu konuda çok sayıda ve çeşitli tariklerle hadisler rivayet edilmiştir ve bunlar hep birbirini destekler mahiyettedir. "Beş kişiye cuma yoktur." Bâdiyede yaşayanlar da bu hükme katıl­mıştır. "Cuma, elli erkek üzerinedir." Bence elli sayısı, onların bir koy olacağını belirtmek içindir. "Cuma, her köy üzerine vaciptir. [310] hadisleri bunlardandır.

Bu konuda en az sayı için, kervan gelmesi üzerine cemaatin mescidi terkedip, RasûluHah'ı (s.a.) hutbe okur halde bırakması olayı[311] delil olarak kullanılmıştır. Öyle gözüküyor ki onlar, Allah'u a'lem! tekrar mescide dönmemişlerdi.

Bu şartlar varsa, ora halkına cuma farz olur ve gelmeyenler günaha girer. Kırk sayısı şart olarak aranmaz.

Cuma namazını kıldırmaya en lâyık olan, yörenin mülkî âmiridir. Hz. Ali'nin (r.a.), "Dört şey, imama havale edilmiştir...11 sözü, bunu ifade etmektedir. Cuma namazının kılınması için, dev­let başkanının bizzat bulunması şart değildir. Doğrusunu en iyi Allah bilir! [312]

 

BAYRAM NAMAZLARI

 

İslâm, cahiliye bayramları yerine İslâmî bayramlar koymuştur;

Bu konuda asıl şudur: Her ulusun özel bazı günleri olur ve o günlerde giyinir kuşanır ve süslenirler, bu halde iken yurtlarından çıkarlar ve bir araya gelerek o günü kutlarlar. Arap Acem bütün uluslar arasında böyle bir âdeti olmayan yoktur. Rasûlullah (s.a.), Medine'ye geldiğinde, onların kutlamakta oldukları iki günleri vardı. Onlara: "Bu iki gün neyin nesi?" diye sordu. Onlar: "Biz, ca­hiliye döneminde bu iki günde kutlama yapardık." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), onlara: "Allah Teâlâ, sizin bu iki günü­nüze karşılık olarak, daha hayırlı olan kurban ve fıtır bayramları­nı verdi.[313] buyurdu.

Daha Önce kutlamakta oldukları günlerin, nevruz ve mihri-can olduğu söylenir. Bu günlerin değiştirilmesinin sebebi şudur: Bayram olarak kutlanılan bütün günler incelendiğinde, onların mutlaka dinî bir nişaneyi takdis etmek, yahut mezhep imamlarına uygunluk arzetmek, ya da daha başka dinî mahiyet içeren bir se­bebe dayandığı görülür. Rasûlullah (s.a.), onları, eski âdetleriyle başbaşa bıraktığında, cahiliye dönemi din anlayışının takdis edil­miş olacağından, atalarının yollarının terviç edileceğinden korktu. Bunun üzerine onlara, hanîf İslâm dinine ait nişanelerin yüceltil­diği iki günü bayram kıldı ve kutlamalara, Allah'ı anmak ve bazı tâatleri de işlemek görevi de ekledi ki, bayram günlerinde müslü-manların bir araya gelmeleri sadece eğlenceye yönelik olmasın, on­ların toplanmaları Allah'ın dinini yüceltme amacından geri kalma­sın. [314]

 

İslâm Bayramları:

 

1. Fıtır (Ramazan) bayramı:

Bu bayramlardan ilki, fıtır ya da Ramazan bayramıdır. Bir ay boyunca tutulan oruç ibadetinin bittiği, fıtır sadakasının verildiği gün kutlanır. Bu bayramda herkesi, kendilerine zor gelen oruç iba­detini tamamlamış olmanın verdiği tabiî bir sevinç bürür. Bunun yanında, fakirlerin fıtır sadakalarım almaları onları da sevindirir. Kişinin, Allah Teâlâ'nın kendilerine farz kılmış olduğu önemli bir ibadeti yerine getirmiş olması, geçen seneden bu tarafa bir sene boyunca, Allah'ın kendisine ve çoluk çocuğuna sağlık ve afiyet ver­miş olması, aklı başında olan herkes için sevinmeyi gerektiren bir nimettir. [315]

 

2. Kurban Bayramı:

 

İkincisi, Hz. İbrahim'in (s.a.), oğlu İsmail'i (s.a.) kurban et­mek istediği, Allah Teâlâ'nın da büyük bir koç göndererek onu kurtardığı günün yıldönümünde kutlanır. Bu bayram, hanîf İslâm dininin önderleri olan peygamberlerin anılarım tazelemek, Allah uğruna canı ve malı feda etmek, bu yolda sabır ve metanet göster­mek konusunda onları örnek almak anlamları taşır. Ayrıca kurban bayramı, hacılara benzeme, onların yaşadıkları dinî havaya arzu duyma anlamına da gelir. Bu yüzden bayramda tekbîr alınması sünnet kılınmıştır. Allah Teâlâ da, "Size hidayet ettiği için, Allah'ı tazim etmenizi ister.[316] buyurur. Yani, Allah Teâlâ'nın, sizi oruç tutmaya muvaffak kılmasına bir şükür ifadesi olmak üzere tekbir getirin, demektir. [317]

 

Bayramda Sünnet Ya Da Müstehap Olan Bazı Şeyler:                                                    

 

Bu yüzden kurban kesmek, Mina günlerinde tekbir getirmek[318] sünnet[319] olmuştur. Kurban kesmeye niyet eden kim­senin tıraş olmaması müstehap kılınmıştır. Bayram namazı ve hutbe sünnet[320] kılınmış, böylece müslümanların bir araya gelme­lerinin, Allah'ı zikirden ve dinî nişanelerin takdisinden hali kal­maması istenmiştir.             

Bunun yanında şer'î bir maksat daha gözetilmiştir. O da şu­dur: Her milletin bir gövde gösterisi olur; orada bütün fertleri bir araya gelir. Böylece güç ve kudretlerinin gözükmesi, çokluklarının görülmesi istenir. Bayramlar da böyledir. Bunun içindir ki, çocuk­lar, yaşlı-genç bütün kadınlar ve hatta hayızlı olanlar dahil herke­sin bayram yerine katılmaları müstehap kılınmıştır. Bunlar, na­maz kılınan yerden ayrı dururlar ve müslümanların dualarına ka­tılırlar. Bunun için Rasûlullah (s.a.), gelirken ve giderken ayrı ayrı yolları kullanır, her iki yolda, müslümanların güç ve kudretlerini göstermek üzere dizilenleri kutlardı.

Esasen bayram, süslenmek demek olduğundan, en güzel elbi­selerin giyilmesi, merasimlerin yapılması, gidip gelirken ayrı ayrı yolların kullanılması, namazgaha çıkılması müstehap olmuştur. [321]     

 

Bayram Namazları Ve Hutbe:

 

Bayram namazının sünnetlerini şöylece sıralayabiliriz:

i. Namaza ezansız ve kâmetsiz başlanması,

ii Kur'ân'ın açıktan okunması,

iii. Hafif tutulmak istendiğinde "Sebbihi'sme rabbike'l-a'lâ", "Hel etâke" sûrelerinin, tam tutulmak istendiğinde de "Kâf" ve "İkterebeti's-sâatu" sûrelerinin okunması,

iv. Birinci rekatta kırâattan önce yedi, ikincide kırâattan ön­ce beş tekbir alınması. Kûfelilerin uygulamasında, birinci rekatta aynen cenaze namazındaki gibi kırâattan Önce, ikincisinde de kırâattan sonra dört tekbir alınır. Her ikisi de sünnettir. Hare-meyn-i Şerîfeyn uygulaması daha üstündür.

v. Hutbe okunması. Hutbede hatip, takva üzere olunmasını emreder, öğüt verir ve Allah'ı zikreder. [322]

 

Bayram Yemeği:

 

Fıtır bayramında, birkaç hurma yemeden tek sayıda yer namaza gitmez. Bununla, bir gün önceki oruç haline oruç ayının bitmesi sebebiyle muhalefet edilmiş olur. Namazdan önce fıtır sadakasını verir; böylece, böyle bir günde fakirlerin muhtaç du­rumdan çıkarılması ve namaza tasasız katılmaları sağlanır.

Kurban bayramında ise, namazdan dönünceye kadar bir şey yemez, teberrüken kesmiş olduğu kurban etinden yer. Böylece ona Önem verdiğini göstermiş olur. [323]

 

Kurban Hakkında Bazı Bilgiler:

 

Kurbanı, namazdan sonra keser. Çünkü kurbanın kesilmesi, ancak hacılara benzeme yoluyla bir tür ibadet manası kazanır. Bu ise, namaz için toplanmak yoluyla olur.

Kurban, her ev için bir yaşını tamamlamış keçi ya da altı ayı­nı doldurmuş koyundan olur. Kurbanı hedye (hac kurbanı) kıyas etmişler; sığırı ve deveyi yedi davar kurbanı yerine ikame etmiş­lerdir.

Kurban, Allah yolunda mal harcanması anlamı taşır. Allah

Teâlâ da, "Onların ne etleri, ne de kanlan Allah'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvanız ulaşır.[324] buyurmaktadır. Allah yolun­da fedakarlığına, niyetinin samimiyetine delil olması için, kurban edeceği hayvanı Allah adıyla boğazlaması, iyisinden seçmesi müstehap kılınmıştır. Bunun için de dört türlü hayvanı kurban etmek­ten sakınılması istenmiştir. Bunlar:

i. İyice topal olanlar,

ii. Kör ve şaşı olanlar,

iii. İyice hasta olanlar,

iv. Kemiklerinde ilik kalmayacak Ölçüde zayıf olanlar.

Ayrıca boynuzu kırık, kulağı kesik olan hayvanların kurban edilmesi de yasaklanmış; kesilecek hayvanın gözlerinin ve kulak­larının sağlam olması sünnet kılınmıştır. Kulaklarının ucu ya da arkası kesik, ortadan delik ve oyuk olan hayvanların kurban edil­memesi istenmiştir.

Boynuzlu, siyah gözlü, siyah karınlı ve siyah ayaklı tekelerin kurban edilmesi sünnettir; çünkü bu sayılan özellikler, genç kara davarda olması gereken en güzel vasıflardır. [325]

 

Kurban Keserken Okunacak Dua:

 

Kurbanda okunacak dua ve zikirlerden biri şudur: "Inriî veccehtu vechî lillezî fatara's-semâvâti ve'l-arda hanîfen vemâ ene mine'l-müşrikîn. Kul inne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi rabbi'l-âlemîn, la şerike leh ve bizâlike ümirtu ve ene mine'l-müslimîn.

Allahümme minke ve ileyke ve leke, Allahu ekber!"

Manası: Yüzümü hanîf müslüman olarak gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim. Ben müşriklerden değilim. De ki: Benim namazım da, ibadetlerim de hayatım da, ölümüm de âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim (ya da) ben müslümanlardanım.

Allahım bu, sendendir, sana adanmıştır ve senin rızan içindir. Allah en büyüktür. [326]

 

CENAZE BAHSİ

 

Bil ki: Hasta ziyareti ve bakımının yapılması, üzerine okun­ması, ölmek üzere olan kimseye müşfik davranılması, ölünün tek­fin ve teçhiz işlerinin yapılması, defnedilmesi, onun için hayır ya­pılması, üzerine ağlanması, aile ve yakınlarının taziye edilmesi, kabir ziyaretinde bulunulması... bütün Arap uluslarınca yapıla-gelmekte olan işlerdi ve aynı şeyler bütün diğer uluslarda da şöyle ya da böyle vardı. Bunlar, normal mizaçta olan insanların onsuz edemeyecekleri âdetlerdir ve insanların bunları terketmeleri düşü­nülemez. Bu itibarla Rasûlullah (s.a.) gönderildiğinde, bu gibi ko­nularda mevcut bulunan âdetlere bakmış ve bunların (birçoğunu olduğu gibi kabul etmiş, bir kısmının) ıslâhına gitmiş, yanlış olan­ları da düzeltmeye çalışmıştır. [327]

 

Hasta Ziyareti Ve Gerekli Bakımı:

 

Bu gibi konularda geçerli olan maslahat ya hasta olan kişinin dünya ya da âhiret açısından bizzat kendisine, ya yine bu iki açı­dan biri yoluyla hastanın ailesine, ya da topluma yöneliktir.

Hasta, dünya hayatında, teselli edilmesi, kendisine müşfik davranılması yoluyla sıkıntısının hafifletilme sine, kendi başına yapmaktan aciz kaldığı hizmetlerinin görülmesine muhtaçtır. Bu­nun gerçekleşebilmesi için de, hasta ziyareti ve bakımının, din kardeşleri ve şehir halkı tarafından behemehal yerine getirilmesi gerekli dinî bir görev (sünnet) kılınması gerekir.

Ahireti hakkında da, sabırlı olmaya; başına gelen bela ve sı­kıntıları, aynen hastanın içmek zorunda kaldığı tadı acı, fakat so­nuçta yararlı olan ilaç mesabesinde görmeye muhtaçtır. Ki, bunun sonucunda dünya hayatına iyice dalıp perdelenmesin, Rabbinden uzak düşmesin. Aksine, ölümle birlikte günahlarının da çözülmesi ve yok olması sağlansın. Bunun gerçekleşebilmesi için de, mutlaka o kişinin sabrm faydaları, çekilen elemlerin yararları doğrultusun­da uyarılması gerekir.

Ölüm döşeğinde olan kimse, dünya hayatının son gününü, âhiret hayatının da ilk gününü yaşıyordur. Bu itibarla, onun Al­lah'ı anması ve O'na yönelmesi konusunda teşvik edilmesi, böylece ruhunun iman hali üzere çıkması ve bunun sonucunda da âhiret hayatında bunun semeresini görmesi temin edilmeye çalışılmadır.

Normal tabiatta bulunan bir insan, yaratılış itibariyle aile ve mal tutkusuna sahip olduğu gibi, hayatında ve ölümünden sonra insanlann kendisini hayırla yadetmeleri tutkusuna da sahiptir ve kötü taraflarının ortaya çıkmasını sevmez. Hatta her ulus içinden, en akıllı kimseler çıkarlar ve ünlerinin devam etmesi için kalıcı büyük eserler yaptırırlar, arkalarından "Ne cesurdu, ne kahra­mandı!" denmesi için kendilerini tehlikelere atarlar, "Hem dünya­sında, hem de ölümünden sonra büyük nasibi varmış" desinler di­ye, kendisine anıt mezar yapılmasını vasiyet ederler. Hatta bilge kişiler, "Ünü insanlar içinde yaşayan kimse, aslında ölü değildir." demişlerdir.

İşte bu telakki, tüm insanlarca paylaşılan cibillî bir duygu ol­duğundan, insanlar bu telakkiler üzerinde yaşayıp Öldüklerinden, onların bu telakkilerini doğrulamak ve vasiyetlerini yerine getir­mek, onlara ölümlerinden sonra bir tür iyilikte bulunmak manası kazanmıştır. [328]

 

Ölü İçin Dua Etmek Ve Tasaddukta Bulunmak:

 

Ruh, cesetten ayrıldığında (insanî ruh için) başka bir doğuş söz konusu olur. İlâhî ruhun feyzi onda kalan şeyden çok işlevli bir duyu gücü (hiss-i müşterek) vücuda getirir ve bu güç misâl âleminden bir yardımla işitme, görme ve konuşma yeteneğim bir­den sağlar. Bu haliyle, dünya hayatında sahip olduğu bilgileri, zanları üzere olmaya devam eder. Üzerine, üst âlemden azap göre­ceği ya da nimetleneceği bilgiler iner. Allah'ın sâlih kullarının himmetleri, Hazîre-i kuds'e yükselir. Onlar, ısrarla bir ölü hakkın­da dua ettiklerinde, yahut onun için büyük bir sadaka verdiklerin­de, bu Allah'ın tedbiriyle, Ölüye fayda verir ve o, hazîreden üzerine inmekte olan feyz ile birleşir. Bu da onun halinin iyileşmesini te­min eder. [329]

 

Ölü Ailesine Taziye Ve Yardım:

 

Ölünün aile ve yakınlarına büyük bir üzüntü isabet eder. Dünyevî açıdan onların maslahatı, kendilerinin taziye edilmesi ve acılarının paylaşılmasıdır. Bu, onların duymakta oldukları acı kısmen hafifletir. Ayrıca onlara, ölünün defninde yardımcı  olunması, o gün ve gecede kendilerine yemek verilmesi gerekir.       

Âhiret açısından ise, içinde bulundukları sıkıntı halinden kurtulmaları ve Allah'a teveccüh etme kapısını açmaları için ken­dilerine ecr-i cezîl dilenir. Ayrıca ağıt yakarak ağlamaları, yaka paça yırtmaları, dövünmeleri ve benzeri acı ve ızdırabı artıran ta­hammülsüzlük belirtisi davranışlarda bulunmaları önlenir. Çünkü bu durumda onlar, tedaviye muhtaç hasta mesabesindedirler; bu halde iken onların kendi hallerine bırakılmaları ve dahası yangına körükle gidilmesi uygun olmaz.

Cahiliye döneminde insanlar, Allah'a şirk koşmaya götüren bazı âdetler edinmişlerdi. Dinin çıkarı, bu kapının kapatılmasını gerektiriyordu. O yüzden konuyla ilgili bazı yasaklar getirilmiştir.

Bu girişten sonra konuyla ilgili gelen hadislerin izahına geçe­biliriz: [330]

 

Musibete Duçar Olan Mü'min Hakkında Gelen Hadisler:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kendisine hastalık veya başka bir şeyden eza isabet eden hiç­bir müslüman yoktur ki, Allah onun sebebiyle günahlarını ağa­cın yapraklarını döktüğü gibi dökmesin.[331]

Hataların keffâret olmasını gerektiren sebeplerden daha önce söz etmiştik. Bunlardan bir tanesi de, nefis perdesinin ortadan kaldırılması, kötü yeteneklere sevkeden behîmî ruhun çözülmesi idi. Bunu başaran kimse, dünya hayatına razı olmadan, bir tür uzaklaşır.

"Mü'minin misali, taze ekin demeti gibidir; rüzgar onu eğiltir, kimi kere yere yıkar, kimi kere de doğrultur. Eceli gelinceye kadar böyle devam eder. Münafığın misali ise kendisine hiçbir şey dokunmayan dimdik erze[332] ağacı gibidir. Sonunda bu ağacın külmesi bir defada olur. [333]

Bence bunun sırrı şudur: İnsan nefsinin hayvanı ve melekî ol­mak üzere iki kuvveti vardır. İnsanın, özellik itibariyle, bazen hayvanı yönü gizlenir ve melekî yönü üste çıkar. Bu durumda o, melekleşir ve onlardan sayılır. Bazen de aksi olur ve melekî yönü gizlenir, hayvanı yönü üste çıkar. Bu durumda da hayvanlaşır ve artık o insanlıktan çıkar. Hayvanı gücün tasallutundan, melekî gücün egemenliğine geçme sırasında, bu iki gücün birbiriyle müca­dele edeceği haller vardır. Bazen bu Ötekine, bazen de o, berikine üstün gelir. Bu hal, dünyada iken mücâzâtın gerçekleşme yeridir. Biz, daha önce mücâzâtın neden ve niçininden söz etmiştik. Oraya bakınız.

Rasûlullah {s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kul hastalandığı ya da yola çıktığı zaman, sağlam ve mu­kim iken işlemekte olduğu şeylerin sevabı kadar kendisine sevap yazılır. [334]

İnsan, bir şeyi yapmaya azmettiği zaman, onu bundan ancak haricî bir engel alıkoyar. O, kalbin görevini yerine getirmiştir. Gerçek takva kalptedir. Ameller, sadece onun dışa vurması ve te-yitçisidir. Kişi, imkân bulduğunda azmettiği şeye dört elle sarılır. Aciz olması halinde ise, (ihmal etmez) zamana bırakır. Bu itibarla, kalben yapmaya azimli olduğu şeyi, imkânlar elvermediği için ya­pamadığında da sevap alır.   [335]                              

 

Musibet, Günahlara Keffâret Olur:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şehitler beştir ya da yedidir... [336]

Kulun ihtiyarı sonucu olmayan şiddetli musibetler, günahların keffâret olunması ve kulun Allah'ın rahmetine hak kazanması konusunda şehitlik gibi tesir eder.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Müslüman, müslüman (kasta) kardeşini ziyaret ettiğinde, dönünceye kadar cennetin hurmalığındadır.[337]

Şehir halkının birbiriyle kaynaşması, ancak aralarında ihti­yaç sahibi olanlara yardımcı olmakla mümkün olabilir. Allah Teâlâ, şehir halkının kaynaşmasına yardımcı olacak işleri sever. Hasta ziyaretleri ise, kaynaşmanın meydana gelmesinde önemli bir etkendir.               

Bir kudsî hadiste şöyle gelmiştir:

Allah Teâlâ, kıyamet günü şöyle diyecektir: "Ey âdemoğlu! Ben hasta oldum da, sen beni ziyarete gelmedin!" Âdemoğlu: "Ya Rabbi! Ben seni nasıl ziyaret edebilirim; sen âlemlerin Rabbisin!" diyecek. Allah Teâlâ: "Bilmez miydin ki, filan kulum hasta oldu. Sen onu ziyaret etmedin. Bilmez miydin ki, onu ziyaret etmiş ol­saydın, beni onun yanında bulacaktın." buyuracak. [338]

Derim ki: "Melekler ve Rûh iner. [339] âyetinde sözü geçen Rûh-ı A'zam'a nisbetle bu tecellî, insana nisbetle rüyasında gördüğü açık suret gibidir. Nasıl ki, insanın Rabbi hakkındaki inancı, ya da o şahıs hakkındaki Allah'ın hükmü ve rızası, rüyasında Rabbi ola­rak temessül ederse, bunun için gerçek mü'minin Rasûlullah'ın (s.a.) gördüğü gibi O'nu en güzel surette görmesi gerekirse, kapı­sının eşiğinde kendisini tokatlıyor halde gören kimsenin rüyasının tevili, o kapı yönünden Allah'ın hakkı konusunda ihmal gösterdiği şeklinde yoruluyorsa; Allah'ın hakkı, hükmü, rızası, tedbiri ve in­san fertlerinin işlerini üstlenmesi (kayyûmluğu), yahut onların meydana gelişinin başlangıcı olması, insanların Rabbleri hakkın­daki itikatları da, pek çok suret şeklinde temessül eder. Bu, insan­ların normal kıvamda olmaları, nefislerinin istikamet üzere olması halinde, âhirette insan türüne ait özelliklerin bireylerde tecellî et­mesi sonucunda böyle olur. Nitekim Rasûlullah (s.a.) bunu açıkla­mıştır.

Bu tecellî, sadece Rûh-ı A'zam içindir. Rûh-ı A'zam, insan fertlerini toplayıcı olan, onların çokluklarının buluştuğu yer, dün­ya ve âhirette ulaşabilecekleri en son nokta olan varlıktır. Bununla şunu demek istiyorum: Allah Teâlâ'ya ait, kayyumluğu ve hak­kındaki hükmü hasebiyle küllî bir şe'n vardır. İnsanların, âhirette kalpleriyle devamlı ayan beyan gördükleri, bazen de uygun bir surette temüssül etmesi halinde gözleriyle gördükleri şey budur.

Kısaca, bu tecellî, insanların kendi aralarında kaynaşmaları ve sadece beşere mahsus olan insanî kemâli elde etmeleri, arala­rında güzel ilişkiler kurmaları gibi insan türüne ait özelliklerin bi­reylere yansıması açısından fertler hakkındaki Allah'ın hükmünü ve hakkını açıklayıcı olmuştur. Bu yüzden, toplum için olan şeyin, [ 86 ] bu ilişkiden dolayı kendisine nisbet edilmesi gerekmiştir. [340]

 

Hasta Üzerine Okumak (Rukye):

 

Rasûlullah (s.a.), içinde Allah'ın zikri, O'ndan yardım isteği bulunan tam, kâmil rukyeler emretmiş, bununla Allah'ın rahme­tinden bir Örtünün onları bürümesini, onlara gelecek belaları de­fetmesini, cahiliye döneminde yapmakta oldukları afsunlardan, ta-ğutlardan istimdadda bulunmadan vazgeçmelerini istemiş, onlara eskiden yaptıklarından daha güzellerini getirmiştir.

Rasûlullah'm (s.a.) öğrettiği rukyelerden bazıları şunlardır:

1.  Okuyucunun sağ eliyle sıvazlayarak, "Ezhibi'l-be's Rab-be'n-nâs, veşfi ente'ş-şâfi la şifâe illâ şifâuke şifâen lâ yuğâdiru se-kamen." demesi.

Manası: Ey insanların Rabbi! Ağrıyı sızıyı gider ve şifâ ver, şifâ veren ancak sensin, senin şifandan başka deva yoktur. Öyle bir şifa ver ki hiç dert bırakmasın!

2. "Bismillahi erkîke..."

Manası: Allah'ın adıyla, seni eza veren herşeyden, her hasetçi nefsin ve gözün şerrinden afsunluyorum. Allah sana şifa versin! Al­lah'ın adıyla sana şifa diliyorum.

3. "Utzuke bi kelimâtillahi't-tâmme..."

Manası: Allah'ın tam kelimeleriyle, seni her türlü şeytandan, haşerâttan, kem gözden Allah'ın korumasına alıyorum.

4. Yedi  defa, "Es'elullahe el-azîm Rabbe'l-arşi'l-azîm en yeşfıke."

Manası: Yüce Allah'tan, yüce arşın Rabbinden sana şifa verme­sini istiyorum.

5. Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerini okuyup üflemek ve bedeni sıvazlamak, elini bedenindeki ağrıyan yere koymak ve üç defa "Bismillah", yedi defa "Eûzü bi 'ızzetillahi ve kudretihl min şerri mâ ecidu ve uhâziru." demek.

6. "Bismillâhi'l-kebîr, eûzü billahi'l-azîm min şerri külli ırkın ne'âr, ve min şerri harri'n-nâr."

Manası: Yüce Allah'ın adıyla, dert dolu her damardan, cehen­nem ateşinin şerrinden yüce Allah'a sığınırım.

7. "Rabbunâllahu'llezî fî's-semâ tekaddese ismuke..."

Ey, göklerde olan Rabbimiz! İsmini takdis ederiz. Hükmün, gök­lerde ve yerde her yerde geçer. Rahmetin ise göklerdedir. Rahmetini yere de indir. Bizim günahlarımızı, kusurlarımızı bağışla! Sen, iyile­rin Rabbisin. Rahmetinden bir parça indir. Şifa hazinenden bu derde bir şifa ver. [341]

 

Ölüm Temennisinde Bulunmamak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden hiç biri ölüm temennisinde bulunmasın![342] İnsanın Rabbine karşı takınması gereken edepten biri de, üzerine olan nimetini kendisinden almasını istememesi, böyle bir cüret göstermemesidir. Hayat, büyük bir nimettir. Zira o, iyilikle­rin elde edilmesi için sebeptir. İnsan öldüğü zaman, amelinin çoğu kesilir ve artık yükselemez. Sonra ölüm temennisi, taşkınlıktır, fe­veran ifadesidir ve bu iki özellik, en kötü huylardandır. [343]

 

Allah'a Kavuşma Arzusu:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı se­ver; kim de Allah'a kavuşmayı sevmezse, Allah da ona kavuşmayı sevmez. [344]

Bence, Allah'a kavuşmadan maksat, gaybî imandan, müşaha-de yoluyla olan imana intikal etmektir. Bu ise, kendisini saran hayvani yoğun perdelerin açılması ve melekî nurun ortaya çıkması ile olur. Bunun üzerine kendisine, Hazîre-i kuds'ten yakın iner. Böylece, aracılar vasıtasıyla vaad edilen şeyleri, gözüyle görür, ku­lağıyla işitir olur.

Hayvanı zayıflatmak, melekî yönünü güçlendirmek uğrunda çalışmaya devam eden mü'min kul, her unsurun kendi yerine özlem duyması, her duyu organının, o organa mahsus lez­zetleri algılamaya arzulu olması gibi Rabbine kavuşma haline iştiyak duyar. Her ne kadar, bünyesinin yapısı bakımından elem duyar, ölümden ve sebeplerinden hoşnutsuz olursa da, neticede o  hali özler.

Hayvanı yönünü güçlendirme uğrunda koşuşturan günahkar kul ise, dünya hayatına karşı büyük özlem duyar ve aynı şekilde ona meyleder; Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz.

Hadisteki, Allah'ın sevmesi ve sevmemesi ifadeleri, söz ahen­ginin sağlanması (müşâkele) içindir. Çünkü bu gibi kalbi duygular Allah için sözkonusu değildir. Bunlardan maksat, kula yararlı ya da zararlı olacak şeyi hazırlaması, onları gözetir olmasıdır.

Hz. Âişefra.), insan tabiatının ölümden hoşlanmamasıyla, mü'min kulun Allah'a kavuşmayı sevmesi arasını telifte zorlan­mıştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), kavuşmaktan murad olu­nan manaya, ölüm meleklerinin gözükmesi halinde, Allah'a kavuş­ma arzusu olduğunu beyanla dikkat çekmiştir. [345]

 

Allah Hakkında Hüsnü Zan Beslemek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sakın sizden biriniz, Rabbine hüsnü zanda bulunmadığı halde ölmesin.[346]

Bil ki: Nefsi istikamet üzere kılacak, onun eğriliklerini gide­recek en az amelden yani farz olan yükümlülüklerin yerine getiril­mesi ve büyük günahlardan da kaçınılmasından sonra insanın Al­lah'a güvenmesi, O'na karşı ümitvar olması kadar yararlı başka bir amel yoktur. Çünkü ümitvar olma, kendisini Allah'ın rahmeti­nin inmesine hazır hale getirmeye sevkeden etkin dua ve güçlü himmet gibi etkili olur ve insana fayda sağlar. Korku ise, insanın Allah düşmanlarına karşı kullanacağı bir kılıçtır. Onunla, şehevî ve hayvanı yoğun perdeleri aralar ve şeytan vesveselerine karşı koyar. Nasıl ki, savaşmada mahir olmayan kimseler, bazen kılıçlarını gereği gibi kullanamazlar ve kendi kendilerini yaralarlarsa, nefis terbiyesinde de mahir olmayan kimseler, aynı şekilde bazen korkuyu yerli yerinde kullanamayabilir ve bunun sonucunda, bü­tün güzel amellerini ucub, riya ve diğer âfetlerle itham ederler, bu­nun sonucunda da Allah katında onlardan hiçbir ecir beklemez bir  hal alırlar. Diğer taraftan da bütün küçük günahlarını ve sürçme- 1 lerini gözlerinde büyütürler ve onların behemehal yer etmiş oldu­ğuna ve onlarla cezalandırılacağına inanırlar. Bu inanç üzere Öl­düklerinde, seyyi âti arının kendilerini ısırıyormuş gibi temessül et­tiğini zannederler. Bu, misal âlemine ait bir kuvvetin, onların ha­yal ettiği hal üzere temessül etmesine ve onların bu şekilde bir tür azap görmelerine sebep olur. Yersiz şüpheleri ve kötü zanlan sebe­biyle de hasenatlarından gereği şekilde yararlanamazlar. Hadis-i kudsîde Allah Teâlâ'nın, "Ben kulumun zannı üzereyim.[347] buyurmasındaki mana budur. İnsan, hastalığında ve zayıf anında çoğu kez korku kılıcını yerli yerinde kullanamaz, yahut ne yapacağını karıştırır. Bu itibarla böyle biri hakkında sünnet, onun reca halini, korku hali üzerine çıkarmak olmuştur. [348]

 

Ölümü Çokça Hatırlamak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Lezzetleri alt üst eden (ölümü) çokça hatırlayınız. [349]

Nefis perdesinin kırılması ve insan doğasının dünya hayatı­nın lezzetleri içerisine dalmasının önlenmesi konusunda, ölümün hatırlanması kadar etkili hiçbir şey yoktur. Çünkü Ölüm, insanın dünyadan ayrılış şeklini ve Allah'a kavuşma halini gözünün önüne getirir. Bunun ise, nefis üzerinde tuhaf bir etkisi vardır. Daha ön­ce bu konuya temas etmiştik, oraya bakınız. [350]

 

Ölüm Anında Şehâdet Getirmek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kimin, son sözü %â ilahe illallah...'olursa, cennete girer. [351]

Can çekişme haline girmiş bir kimsenin, "Lâ ilahe illallah" diyebilmesi, imanının sıhhatine ve onun sevincinin kalbine girdiği­ne delildir. Keza, bu hengamede zikretmesi, muhtemelen nefsinin ihsan mertebesine ulaştığını ve onun, o makama uygun biçimde şekillendiğini gösterir. Böyle bir hal üzere Ölen kimsenin cennete girmesi ise vacip olur. [352]

 

Ölen Kimsenin Yanında Telkinde Bulunmak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ölülerinize 'Lâ ilahe illallah...' telkininde bulunuz.[353]

"Ölüleriniz üzerine Yâsîn okuyunuz. [354]

Bu, ölüm halinde olan bir kimseye, âhiret hayatına yönelik olarak yapılan en güzel bir iyiliktir. Telkin için "Lâ ilahe illal-lah"m seçilişi, onun, îslâmî zikirler arasında tevhidi ifade eden, şirki reddeden en üstün, en şerefli zikir oluşundandır.'Yâsîn sûresinin seçilişi ise, ileride de geleceği üzere onun Kur'ân'ın kalbi [ 90 ] ve öğüt için yeterli olmasındandır. [355]

 

Musibet Anında Söylenecek Söz:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Başına musibet gelen hiçbir müslüman yoktur ki, Allah'ın emri üzere, 'Innâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn! Allahım, musibetim hususunda bana ecir ver ve bana bunun arkasından daha hayırlı­sını ihsan eyle!' desin de, Allah mutlaka ona daha hayırlısını ih­san buyurmasın. [356]

Bu, musibete duçar olan kişinin Allah Teâlâ katında musibet sebebiyle ecir bulunduğunu ve Allah'ın, onun yerine daha hayırlı­sını vermeye kadir bulunduğunu hatırlayarak üzüntüsünün hafif­lemesini sağlaması içindir. [357]

 

Ölmek Üzere Olan Kimsenin Yanında Söylenecek Söz:                                           

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ölen kimsenin yanında bulunursanız, hayır söyleyin! [358] Bu, vefat eden Ebû Seleme hakkında Rasûlullah'ın (s.a.), "Allahım, Ebû Seleme'yi affet ve onun derecesini yücelt!" buyurması gibi bir söz olmalıdır.

Cahiliye döneminde âdet, geride kalanların kendi aleyhlerine dua etmeleriydi; ola ki bu, icabet saatine rastgelir ve duaları kabul olabilirdi. Rasûlullah (s.a.), bunu hem ölü, hem de kendileri İçin daha hayırlı olacak şekilde değiştirdi. Sonra bu, musibetin, ilk öğ­renilmesi anında gösterilen tepkidir. Böyle bir anda Allah'a tevec­cüh edilmiş olmak için bu duanın okunması sünnet kılınmıştır. [359]

 

Ölünün Yıkanması:

 

Rasûlullah (s.a.), kızı hakkında şöyle buyurmuştur: "Onu su ve sidr ile tek olarak üç defa yahut beş defa hatta lü­zum görürseniz daha fazla yıkayın. Sonuncuda kâfur da kullanın.[360]

"Onu, sağından ve abdest organlarından yıkamaya başlayın. [361]

Ölünün yıkanmasında esas, onun diri gibi yıkanmasıdır. Çünkü, ölü diriyken öyle yıkanırdı, ölüyü yıkayanlar da kendilerini öy­le yıkarlar. Ölüye değer verildiğini ifade için, bundan daha iyisi olamaz. Sidr ile ve çok sayıda yıkanmasının emredilmesi, ölüm hastalığının hastanın aşırı derecede kirlenmesine ve pis kokuların cesedine sinmesine sebep olabileceği içindir.

Sonuncu yıkamada kâfur kullanılmasının emredilmesi ise, bu bitkinin cesedin çabuk bozulmasını Önleme gibi bir özelliğe sahip olmasındandır. Denildiğine göre, kokusuna haşeratın yaklaşma­ması gibi bir faydası da vardır.

Sağından başlanması, ölünün yıkanmasının, dirilerin yıkan­ması mesabesinde olmasındandır ve bu organlara daha çok değer verildiğinin ifadesidir. [362]

 

Şehit, Yıkanmaz:

 

Şehit hakkında geçerli olan sünnet/onun yıkanmaması ve ka­nıyla birlikte elbisesiyle gömülmesi şeklindedir. Bununla, yaptığı işin çok yüce bir şey olduğuna dikkat çekilmiş olur ve amelinin bakî olduğunun, ilk anda zihinlerde hemen yer etmesi sağlanmış olur. Sonra beşerî nefisler, bedenlerinden ayrıldığında, kendi ken­dilerini duyan ve bilen bir halde kalırlar ve bazıları kendilerine ne yapıldığım idrak eder bir halde olur. Kam ve elbisesiyle gömülmesi gibi yaptığı amelin bir izinin bırakılması halinde, ölüm anında iken yapmakta olduğu ameli hatırlamasında ve onun yanında temessül etmesinde kendisine yardımcı olur. Rasûlullah'ın (s.a.), "Yaraları kanar; rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur.[363]buy­ruğunun manası budur. [364]

 

İhram Halinde İken Ölenin, İhram Elbisesi İçinde Defnedilmesi:

 

Rasûlullah (s.a.), ihramlı hakkında da şöyle buyurmuştur: "Onu, iki (parça olan ihram) elbisesi içine kefenleyin! Ona ko­ku sürmeyin, başını örtmeyin; çünkü o, kıyamet gününde,telbiyede bulunarak diriltilir. [365] Dolayısıyla, onun hakkında bu emrin ge­reği yapılır.

Rasûlullah (s.a.), "Ölü, içinde Öldüğü elbise ile haşrolunur. [366] derken, bu nükteye işaret etmiş olmaktadır.

Kefenlemede esas, kişinin uykuya çekildiği andaki giysisine benzer bir halin ölçü alınmasıdır. Kefenin erkek hakkında en kâmil hali; izâr, kamîs ve milhafe denilen üç parçadan oluşması, ya da hülle (takım elbise halinde) olmasıdır. Kadın hakkında ise, bunlara ilave olarak baş ve göğüs örtüsü de eklenir. Daha Örtücü olması bakımından kadmın haline uygun olan budur. [367]

 

Kefende Aşırılığa Gitmemek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kefen konusunda aşırılığa gitmeyin; çünkü çabucak soyulur. [368]

Rasûlullah (s.a.), kefen konusunda, ifrat ve tefrit arasında or­ta yolun tutulmasını, aşırılık konusunda cahiliye dönemi âdetleri­ne kaçılmamasım istemiştir. [369]

 

Definde Acele Etmek:                                

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Cenazeyi süratlice götürün. Eğer cenaze sâlihse, netice hayırdır Bir an evvel, onu kabirdeki hayır ve sevabına ulaştırmış hırsunuz. Şayet cenaze sâlih değilse, netice serdir. Bir an evvel onu omuzlarınızdan atmış olursunuz.[370]

Bence acele etmenin sebebi şudur: Yavaştan davranmak, muhtemelen Ölünün cesedinin kokmasına ve ölü sahiplerinin hu­zursuzluklarının artmasına sebep olur. Çünkü onlar, ölüyü gör­dükçe üzüntüleri artar. Göz görmeyince gönül katlanır ve başka şeylerle meşgul olmaya başlarlar ve zamanla unuturlar. Rasûlul­lah (s.a.), "Müslümanın (kokmuş) cesedinin (cife), ailesi gözü önünde bekletilmesi uygun olmaz. [371]hadisinde, sözünü ettiğimiz her iki illete de işaret buyurmuştur.

Bence hadisteki "Eğer cenaze sâlihse. ifadesi, hakikati üze­re alınmalıdır. Bazı nefisler, bedenlerinden ayrıldıklarında, cesede ne yapıldığını hisseder ve ruhanî bir şekilde konuşur ve bu konuş­ma insanların kulaklarıyla duyma şeklinde anladıkları gibi alışık yoldan değil de, nefse doğma yoluyla olur. Rasûlullah'ın (s.a.), in­san hariç onun konuşmasını her şeyin duyacağından söz etmesinin anlamı budur. [372]

 

Cenazeye Katılmak:

 

Rasûlullah {s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Her kim, bir müslüman cenazesinin arkasından inanarak ve sevabını umarak yürürse, ona bir kırat ecir vardır. [373]

Cenazeyi takip etmenin istenmesindeki sır, ölüye değer veril­diğini göstermek ve ölü yakınlarının gönlünü almaktır. Bunun ya­nında dua için elverişli sâlih insanlardan oluşan bir topluluğun meydana gelmesini sağlamak, defin işinde ölü sahiplerine yardım­cı olmak da amaçlanır. Bu yüzden, defin işi bitirilinceye kadar ayakta durulması teşvik edilmiş, cenaze kabre konulmadan önce oturulması yasaklanmıştır. [374]

 

Cenaze İçin Ayağa Kalkmak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ölüm bir dehşettir. Bu itibarla bir cenaze gördüğü­nüz zaman ayağa kalkn! [375]

Dünyevî lezzetleri altüst eden ölümü hatırlamak, müslüman kardeşlerin hayatlarının son bulmasından ibret almak şer'an iste­nilen bir şeydir. Ancak bu açık olmadığından bunu yapan ile terke-den arasını ayırmak mümkün olmaz. İşte bu yüzden, cenaze görül­düğünde ayağa kalkılması istenilerek bunun munzabıt bir hal al­ması istenmiştir. Rasûlullah (s.a.), bunu bir azimet hüküm olarak belirlemedği gibi, sünnet de kılmamıştır.

Ayağa kalkma hükmünün mensuh olduğu da söylenmiştir. Bu görüşe göre mensuh olmasının hikmetini şöyle açıklayabiliriz: Cahiliye devrinde insanlar, ayağa kalkmaya benzer fiiller yapıyor­lardı. Rasûlullah (s.a.), ayağa kalkma emrinin asıl amacından saptırılabileceği ve yasak olan kapıların açılması için bir vasıta olarak kullanılabileceği korkusunu duydu ve bu yüzden de nesh edildi. [376]

Allah'u alem!

 

Cenaze Üzerine Namaz Kılınması:

 

Cenaze üzerine namaz kılınmasının meşru kılınması, mü'minlerden bir topluluğun ona şefaatte bulunmak amacıyla bir araya gelmelerinin, ölü üzerine rahmetin inmesinde belirgin bir etkisinin olması sebebiyledir.

Cenaze namazı şöyle kılınır: İmam, ölüyü kıble tarafına ala­cak şekilde durur ve insanlar onun arkasında saf olurlar. İmam dört tekbir alır ve ölü için hayır dua eder ve selam verir. Diğerleri de imama uyar. Bu, Hz. Ömer (r.a.) zamanında yerleşen, sahabe ve daha sonra gelen nesillerin büyük çoğunluğunca üzerinde itti­fak edilmiş olan cenaze namazı şeklidir. Bununla birlikte cenaze namazıyla ilgili olarak gelen hadisler arasında farklılıklar bulun­maktadır. [377]

 

Cenaze Namazında Okunması Müstehap Olan Dualar:

 

1. Fatiha sûresinin okunması sünnettir. Çünkü bu sûre, en güzel ve en kapsamlı dua olmakta, bizzat Allah Teâlâ tarafından kitabı Kur'ân'da kullarına öğretilmiş bulunmaktadır.

Aşağıdaki dualar da Rasûlullah (s.a.) tarafından okunduğu bilinen dualardandır:

2. "Allahümme'ğfir li hayyinâ..."

Manası: Allahım, bizim dirimize, ölümüze, burada hazır bulu-

nanımıza, bulunmayanımıza, büyüğümüze, küçüğümüze, erkeğimize, kadınımıza mağfiret eyle! Allahım, bizden kimi yaşatacak olursan, onu İslâm üzere yaşat; kimi de öldürecek olursan onu iman üzere öl­dür! Allahım, bizi ecrinden mahrum eyleme ve onun arkasından bizi ihmal etme!                                                                                         

3. "Allahümme inne fulân..."

Manası: Allahım, şüphesiz ki falan oğlu falan senin zimmetinde ve emanın altındadır. Onu kabir fitnesinden ve cehennem azabından koru! Sen, vaadinde durursun ve buyurdukların haktır. Allahım, onu affet, ona rahmet eyle; şüphesiz ki sen çok bağışlayan ve çok rahmet edensin.

4. "Allahümme 'ğfir lehâ verhamhu..."

Manası: Allahım, ona mağfiret buyur; ona rahmet eyle, onu af­fet ve kendisine afiyet ver. Vardığı yerde ona ikramda bulun; yerini genişlet, kendisini kar, dolu ve soğuk suyla pakla; onu günah ve ha­talardan, beyaz elbisenin kirden arındırıldığı gibi arındır. Ona, dün­yadaki yurdunun yerine daha hayırlı bir yurt, ailesinin yerine daha hayırlı bir aile, zevcesinin yerine daha hayırlı bir zevce ihsan eyle! Bunu kabir fitnesinden ve cehennem azabından koru![378]

 

Ölü Üzerine Namaz Kılınması, Onun İçin Şefaattir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki bu kabirler, sahipleri için karanlıkla doludur. Allah Teâlâ, namazım sebebiyle onlar için kabirleri aydınlatır. [379]

"Hiç bir müslüman yoktur ki, öldüğü zaman cenazesinde Al­lah'a hiçbir şeyi ortak koşmayan kırk kişi hazır bulunsun da, Al­lah kendilerine o kimse hakkında şefaata izin vermesin. [380]

Başka bir rivayette de, "Müslümanlardan yüz kişiye ulaşan bir cemaat namazını kılsın da. [381] buyurmuştur.

Etkin olan, Allah katında değeri olan kimselerin duasıdır. Edilen dua, perdeleri aralar ve ilâhî rahmetin inmesini sağlar. İstiskâda (yağmur duasında) olduğu gibi. Bu durumda iki şeyden birinin olması için teşvikte bulunulmuştur:

i. Ya ölen nefis, yüksek biri olmalı ve başlıbaşına bir ümmet sayılmalı,

ii. Ya da namazında büyük bir cemaat hazır bulunmalı. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kimin üzerine hüsnü şehâdette bulunursanız, ona cennet va­cip olur; kimi de kötülükle anarsanız ona cehennem vacip olur. Zi­ra sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz.[382]

Allah Teâlâ, bir kulunu sevdiği zaman onu Mele-i a'lâda se­ver, sonra onun hakkında hüsnü kabul Mele-i sâfîl arasına iner, onlardan da insanlardan sâlih olanların kalbine doğar. Bir kula buğz ettiği zaman ise, aynı şekilde yukarıdan aşağıya doğru ona buğz iner. Dolayısıyla kimin hakkında müslümanların sâlihle-rinden oluşan bir topluluk, riyasız ve âdet olsun diye olmaksızın kalplerinden gelen bir samimiyetle hüsnü şehâdette bulunursa, bu o kişinin kurtulmuş olduğunun belirtisidir. Yine böyle bir cemaa­tin o kimseyi kötü bir şekilde yadetmeleri de, onun helak olmuş bi­risi olduğunun göstergesidir. "Zira sizler yeryüzünde Allah'ın şa­hitlerisiniz. [383] sözü, onların Mele-i a'lâdan inen ilhama açık ol­duklarını ve gayba tercüman bulunduklarını ifade eder. [384]

 

Ölülere Sövme Yasağı:                            

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ölülere sövmeyin; çünkü onlar, önceden gönderdiklerine ulaşmış durumdadırlar. [385]

Ölülere sövmek, hayattaki yakınlarına eza verir ve onların kin ve öfke duymalarına sebep olur; üstelik ölüye de ulaşmaz. Hem, insanlardan pek çoğunun durumunu Allah'tan başka kimse bilmez. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), ölülere sövmeyi yasaklamış­tır. Rasûlullah (s.a.), bu sebebi, bir adamın cahiliye döneminde öl­müş birine sövmesi ve Hz. Abbas'ın (r.a.) bu yüzden öfkelenmesi üzerine açıklamıştır. [386]

 

Cenazenin Neresinden Yürünmeli:

 

Cenazenin önünden ya da arkasından yürünebilir mi? Dört kişi mi yoksa iki kişi mi taşımalıdır? Ayakları tarafından mı, yok­sa kıble tarafından mı çekilir? Doğrusu, bunların hepsi de caizdir. Bunlardan her biri hakkında sahih bir hadis ya da eser bulunmak­tadır.[387]

 

Müslüman Ölü İçin Lahit Yapmak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Lahit bizim için, şakk da başkaları içindir.[388]

Lahit yapılmasının İstenmesi, ölüye değer verildiğini göster­mek ve ona saygısızlık olmaması için toprağın doğrudan yüzüne doğru atılmamasını temin etmek İçindir. [389]

 

Müslüman Mezarları:

 

Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali'yi (r.a.) göndererek yıkmadık hiçbir put, tesviye etmedik hiçbir mezar bırakmamasını emretmiştir. Me­zarların kireçle bina edilmesini, üzerine yapı kurulmasını, üzerine oturulmasını, [390] mezarlara doğru namaz kılınmasını yasaklamış­tır. [391] Çünkü bu, insanların kabirleri mabud edinmelerine ve onla­ra saygı göstermede haddi aşmalarına yol açar ve bunun sonunda, Ehl-i kitabın yaptığı gibi dinleri tahrife uğrar. Rasûlullah'm (s.a.), "Allah, yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin; onlar peygamberleri­nin mezarlarını mescid edindiler. [392] hadisinin manası işte budur.

Mezar üzerinde oturma hakkında, ziyaretçilerin oraya bağ­lanmaları, mezarları çiğnemeleri... gibi çeşitli izahlar yapılmıştır. Buna göre yasağın sebebi, ölüye saygıdır. Doğru olanı, şirke yakla­şan tazim şekliyle, ona hakarete varan davranış arasında orta yolun bulunması, mezarlarda yatanlardan istimdâdda bulunulma­ması dır. [393]

 

Ölüye Ağlamak:

 

Ölü üzerine ağlamak ve bu sebeple üzülmek, insanın tabia­tında bulunan bir şeydir, insanların böyle bir davranıştan soyut­lanmaları mümkün değildir. Bu yüzden insanlardan, yakınlarının Ölümüne üzülmemelerini istemek caiz değildir. Nasıl olabilir ki, bu insan tabiatının rikkatinden doğmaktadır ve toplumun aralarında kaynaşabilmeleri için bu gibi davranışlarda bulunmaları gerekli­dir ve bunlar şer'an istenilen davranışlardır. Keza bu, insan tabia­tının normalliğinin bir belirtisidir.

"Bu bir rahmettir; Allah, onu kullarının kalbine koymuştur. Allah, ancak merhametli olan kullarına rahmet eyler[394]hadisi­nin ifade ettiği mana da budur.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz Allah, göz yaşından ve kalbin üzüntüsünden dolayı insana azap etmez. Ancak (diline işaret ederek) şundan dolayı ya azap eder yahut rahmet[395]

"Yanağını döven, yaka paça yırtan ve cahiliye gidişatına ça­ğıran bizden değildir. [396]

Bunun sim şudur: Bu gibi hareketler, üzüntüyü artırır. Bir yakınını yitiren kimse, hastalığının hafifletilmesi için tedaviye muhtaç olan hasta mesabesindedir. Böyle bir kimsenin üzüntü ve tasasını artıracak hareketlere girmek doğru olmaz. Keza musibete duçar olan kimsenin de, başına gelen şeyi unutmaya çalışması, kendisini gam ve keder içerisine gömmemesi gerekir. Sonra yaka paça yırtmak, yanak dövmek gibi hareketler, ilâhî kazaya razı ol­mamaya sebep olabilir. Öbür taraftan cahiliye döneminde insan­lar, içlerinden gelmese bile dövünerek güya acı duyduklarını göste­rirlerdi. Bu kötü ve zararlı bir âdetti; dolayısıyla Rasûlullah (s.a.) onu yasakladı. [397]

 

Ağıtçılığın Haramlığı:

 

Rasûlullah (s.a.), ağıtçılar hakkında şöyle buyurmuştur:

"Ağıtçı kadın, kıyamet gününde üzerinde katrandan bir elbise ue uyuzlu bir gömlek olduğu halde kabrinden kaldırılır. [398]

Çünkü böyle bir kadın, iyice günaha batmıştır. Bu sebeple o, islediği günahların her tarafını bürüyen pis kokulu katran ve uyuz seklinde temessülü yoluyla cezalandırılmıştır. Kadının bu şekilde kaldırılması, teşhir için olur ya da ağıt yakması esnasında ayakta olduğu için, cezası da öyle verilir.

Yukarıdaki hadisin baş tarafında da şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimde cahiliyet âdetlerinden kalma dört şey vardır ki, onları terkedemezler. Bunlar: Asaleti ile öğünme, neseplere dil uzatma, yıldızlarla yağmur isteme ve ağıtçılıktır. [399]

Rasûlullah (s.a.), insanların bu işleri terkedemeyeceklerini görmüştür. Çünkü bunlar aşırı şehvet gibi, insan tabiatının aşırılı­ğının bir gereğidir. İnsanların bir şaşkınlığı vardır ve bu neseplere dil uzatma konusunda ortaya çıkar. Ölülerle olan ülfetleri, onlara ağlamalarım gerektirir. Rasatta bulunmaları, yıldızlarla yağmur isteme sonucuna götürür. Bu sebepledir ki, Arap Acem hiçbir ulus yoktur ki, bu sayılan şeyler onlarda yer etmiş olmasın. [400]

 

Kadınların Cenaze Merasimlerine Katılması:

 

Rasûlullah (s.a.), cenazeyi takip eden kadınlar hakkında şöy­le buyurmuştur:

"Günahkâr olarak, sevapsız olarak dÖnün! [401] Kadınlara bunun yasaklanışı, cenazeye katılmaları halinde, çığlık atacakları, ahu figanda bulunacakları, sabır gösteremeye­cekleri ve avret mahallerinin açılabileceği ihtimali yüzündendir. [402]

 

Çocukların Ölümü, Anne Ve Baba İçin Keffdrettir:

 

Rasûlullah şöyle buyurmuştur:

"Müslümanlardan birinin üç çocuğu Ölsün de, kendisi cehen­neme girsin, olmaz. [403]

Bu, Allah'a teslim olarak nefsini yenmesi ve daha Önce sözü­nü ettiğimiz daha başka manalar sebebiyledir. [404]

 

Taziye Sevabı:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, musibete maruz kalan birini teselli ederse, kendisine onun sevabı kadar sevap verilir.[405]

Bence bunun iki sebebi vardır:

i. Musibete uğrayan kimsenin yanında olan kimsenin kalbi incelir,

ii. Misâl âlemi, tedâyufî (?) manaların zuhuru esasına dayanır. Sevdiği birini yitirmiş birini teselli eden, kendi yakınını yitir­miş gibi üzüntü gösterir. Dolayısıyla kendisine, onun sevabı gibi sevap verilir. [406]

 

Cenaze Evine Yemek Götürmek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ca'fer ailesi için yemek yapın; çünkü onların başına kendile­rini meşgul edecek şey gelmiştir (kendilerini düşünecek durumda değillerdir). [407]

Bu, musibete maruz kalan aileye karşı gösterilebilecek en son şefkat örneğidir ve onların akıllarının başlarında olmadığı bir an­da karınlarının doyurulmasını temin etmek, onları düşünmektir. [408]

 

Kabir Ziyareti:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ben size daha Önce kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık zi­yaret ediniz. [409]

Rasûlullah {s.a.), ilk önceleri kabir ziyaretini yasaklamıştı; çünkü bu, onlara tapınma kapısını açıyordu. İslânıî esaslar yerle­şip, Allah'tan başkasına tapınmanın haramlığı insanların iyice kalplerine yerleşince yasağı kaldırdı ve kabir ziyaretine izin verdi. Gerekçe olarak da, kabir ziyaretinin faydasının büyük olduğunu, bunun ölümü hatırlattığını, dünyanın geçici olduğunu ve bir gün ondan göçüleceğim düşünmek için bunun iyi bir fırsat olduğunu  söyledi.

Kabir ziyaretinde bulunacak kimse şöyle dua eder: "es-Selâmu aleykum ya ehle'd-diyâr..."

Manası: Selâm size ey mü'minler ve müslümanlar diyarı! İnşal­lah biz de sizlere katılacağız. Allah'tan bize ve size afiyet dileriz.

Diğer bir rivayette de şöyle gelmiştir:

Selâm size ey kabir ehli! Allah, bizleri ve sizleri affetsin. Siz ön­cülersiniz; biz ise arkanızdan geleceğiz.[410]

Allah'u alem! [411]

 

ZEKÂTLA İLGİLİ KONULAR

 

Zekât, nefsi olgunlaştırır ve fakirlerin kollanmasını amaçlar:

Bil ki: Zekât bahsinde dikkate alınan iki temel maslahat vardır:

i. Nefis terbiyesine yönelik olan maslahat, 

ii. Şehir/ülke düzeninin sağlanmasına yönelik maslahat.

Nefis, cimrilik üzere yaratılmıştır. Cimrilik ise, âhiret hayatı için en zararlı huylardan biridir. Cimri olan kimse, öldüğünde kal­bi mala bağlı kalır ve bu yüzden azap görür. Bir kimse kendisini zekât vermeye alıştırır ve cimriliği yok ederse, bu kendisi için ya­rarlı olur.

Âhiret hayatı hakkında, ihbât yani Allah'a ihlâs ile teslim ol­ma, O'na karşı huşu üzere olmadan sonra en yararlı huy, nefsin sehâvet üzere olmasıdır. Nasıl ki ihbât sıfatı, nefsi hep ceberut âlemine karşı uyanık kılarsa, aynı şekilde sehavet de, dünyevî müptezel durumlara düşmekten kendisini uzak tutar. Çünkü sehâvetin aslı, melekî gücün hayvanı gücü egemenliğine alması; melekî gücün kontrolü kendi elinde bulundurması, hayvanı gücün onun güdümüne girmesi ve onun hükmüne boyun eğmesidir. Sehâvet özelliğini elde edebilmenin yolları da, ihtiyaca rağmen mal harcamak, kendisine zulmeden kimseyi affetmek, hoşa gitmeyecek şeylerle karşılaştığında âhirete olan kesin inancı sebebiyle sıkıntılara karşı sabretmek gibi davranışlardır. Rasûlullah (s.a.), bunların hepsini de emretmiş ve bunlar içerisinde en büyüğü olanı ki bu mal harcamadır zabturabt altına alarak belirlemiştir. Zekât, öneminin vurgulanması için Kur'ân'da pek çok yerde namaz ve iman ile birlikte zikredilmiştir. Bu meyanda Allah Teâlâ, cehen­nemliklerden bahsederken şöyle buyurmuştur:

"Biz  namazımızı  kılmıyorduk,  yoksulu  doyurmuyorduk, bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk.[412]

 

Zekât, Yoksulluk Kapısını Kapatır:

 

Zavallı bir insan, şiddetli bir sıkıntı içine düştüğünde, Al­lah'ın tedbiri, onun ihtiyacının giderilmesini gerektirir. Bu, her­hangi bir adamın kalbine, o kimseye infakta bulunmasının ilham edilmesi yoluyla gerçekleşir. O adamın içinden bu ilham doğrultu­sunda hareket etmek gelir. Böylece ruhanî bir inşirah hali gerçek­leşir ve bu, Allah'ın rahmetini harekete geçirmede etkili, nefsin ol-gunlaştmlmasında da gerçekten çok yararlı olur. Şeriatlardaki bü­tün insanlara yönelik küllî ilham, faydaları bakımından tafsili il­hamın peşinden gelir.

Sonra insan tabiatı, hemcinsine karşı müşfik yaratılmıştır. Bu özellik, insanlara karşı güzel davranma manasına gelen iyi huylardan çoğuna kaynaklık eder. Kim bu özelliği yitirirse, onda mutlaka kapatılması gereken bir eksiklik var demektir. Hem sa­dakalar, hatalara da keffâret olmakta ve bereketi artırmaktadır. Nitekim buna daha önce temas etmiştik. [413]

 

Zekât, Fakirleri Ve İhtiyaç Sahiplerini Hayata Bağlar:

 

Zekât konusunda gözetilen ikinci temel maslahat toplum dü­zenine yöneliktir. Bir yerleşim birimi, hiç şüphesiz zayıfları, ihti­yaç sahiplerini de barındırır. Zenginlik ve yoksulluk ise, gelip geçi­cidir; bugün bunlar zengin ya da yoksul olur, yarın ötekiler. Bu du­rumda, eğer varlıklı olanların yoksul ve ihtiyaç sahibi olanlara yardımcı olmaları bir yol olmasaydı, o zaman onlar helak olur, aç­lıklarından ölürlerdi.

Hem ülke düzeninin sağlanabilmesi için, güvenliği ve ülke yö­netimini sağlamakla görevli olan kimselerin geçimlerini sağlayacak mal bulunması da zorunludur. Bunlar, ülke yararına çalıştık­ları ve bu yüzden kendi geçimlerine bakmaya fırsat bulamadıkları için, onların geçimlerinin ülke halkı üzerine olması gerekir. Kamu harcamalarını belli bir kesimin karşılaması kolay olmaz veya bu imkânsız olur. Bunun için de, ülkede yaşayan herkesten belli oran­da mal toplanması bir usul olmalıdır.

Bu iki maslahattan birinin diğeri ile iç içe olması gibi masla­hata daha uygun bir şey olmadığından, Sâri' Teâlâ, bunları birbi­riyle iç içekılmıştır. [414]

 

Zekât Miktarlarının Belirlenmesi:

 

Sonra, zekât miktarlarının belirlenmesine ihtiyaç doğdu. Zira böyle bir belirleme olmazsa, insanlar bu konuda ölçüyü kaçırırlar ve haddi aşarlar. Belirlenecek miktarın, verenin ruhu duymayacak ve cimrilik duygusunu törpülemeyecek kadar çok az olmaması ge­rekir. İfası zor olacak şekilde çok da olmaması gerekir.

Keza zekâtların toplanacağı müddetin de belirlenmesine ihti­yaç vardır. Çabucak gelecek şekilde çok kısa olmamalıdır; çünkü o zaman ifası zor olur. Cimrilik duygusunu köreltici etki yapmaya­cak, ihtiyaç sahipleri ve ülke güvenliğinden sorumlu kimselerin (kamu görevlilerinin) uzun uzun beklemelerinden sonra gelecek kadar uzun da olmamalıdır.

Bu konuda âdil hükümdarların, öteden beri tebalarmdan top­lamayı âdet edindikleri usulleri kabullenmek kadar maslahata uy­gun bir şey olamaz. Çünkü insanların, Arap Acem herkesçe usul olarak kabullenilmiş ve zorunluymuş gibi bir hal almış, alışmış ol­maları sebebiyle içlerinde bir sıkıntı duymaz, artık külfetini gör­mez oldukları şeylerle yükümlü tutulmaları, hem kabullenmeleri­ni kolaylaştıracak, hem de onlara karşı müşfik davranılmış ola­caktır. [415]

 

Zekât Malları:

 

Normal coğrafî bölgelerde yaşayan âdil hükümdarların vergi toplamayı âdet edindikleri mal çeşitleri dörttür. Bunlar insanlara ağır gelmez ve akıl da bunu makul görür. Bunlar şunlardır:

1.Verginin, üretici mallardan alınması. Bu tür mallar, korun­maya en çok muhtaç olan mallardır. Zira, ürünün elde edilmesi, kişinin kendi yurdu dışına gidip gelmesiyle ancak mümkün olabi­lir. Hem, bunlar sürekli arttıklarından insanların onlardan zekât vermeleri kendilerine pek ağır gelmez. Böylece, semere cereme dengesi kurulmuş da olur.

Çoğalıcı mallar üç sınıftır:

i. Üremekte olan sâime mallar,

ii. Ekinler,

iii. Ticâret maları.

2. Servet sahipleri: Bunlar, mallarının hırsızlara, soyguncula­ra karşı korunmasına en çok muhtaç kimselerdir. Bu durumda on­ların, güvenlik için gerekli harcamalara katılmaları ve bunun için de kendilerine zor gelmeyecek oranda zekât/vergi vermeleri gere­kecektir.

3. Defineler, yorulmadan elde edilen mallar: İnsanların cahiliye döneminden kalma defineler, helak olmuş kavimlere ait mü­cevherler gibi yorulmadan elde ettikleri mallar, beleşten ele geçtiği için, onların bir kısmını vermeleri kendilerine zor gelmez.

4.Kazanabilecek güçte olan herkes: Kazanabilen herkese bel­li bir oranda vergi konulur. Çünkü ülkede yaşayanların hepsi ya da büyük çoğunluğu dikkate alınır ve hepsinden çok cüzî bir şey toplanırsa, bu onlar için bir şey ifade etmez ama, sonuçta ortaya çok büyük bir meblağ çıkar. [416]

 

Ziraî Ürün Ve Ticaret Zekâtı:

 

Uzak ülkelerden mal getirip satmak ve böylece ticaret yap­mak, ziraî ürünleri hasad etmek, meyveleri toplamak genelde se­neden seneye ancak olur. Bu mallar, zekât mallarının en büyük kısmını oluşturur.

Zekât için zaman olarak yıl belirlenmiştir. Çünkü yıl, farklı özellikte olan mevsimleri içerir; ürünler bu mevsimler içerisinde olur ve zekât gibi bir konuda süre olarak alınmaya müsaittir.

En kolay ve maslahata en uygun olanı, zekâtın sadece sözü edilen mal cinslerinden alınmasıdır. Meselâ, her deve sürüsünden bir deve, her sığır sürüsünden bir sığır, her davar sürüsünden birkoyun... gibi.

Sonra bunlardan her biri, misal, kısımlara ayırma (kısmet) ve istikra yoluyla bilinmeli ve bu sayede efradını cami' ağyarını mâni' bir tanıma ulaşılabilmelidir.

Mal deyince, pek çok ülkede deve, sığır ve davar akla gelir. "En'âm" kelimesi, bu üç türü de içine alır. At ise, Türkistan gibi nadir yerler istisna sürüler halinde beslenmez ve çokça üremez.

Ziraî ürünlerden maksat, tahıllar ve bir sene boyunca daya­nabilen meyvelerdir. Uzun süre dayanamayan ürünlere sebze de­nir.

Ticaret, kâr etmek amacıyla alım satım işleminin yapılması­dır. Hibe ya da miras yoluyla bir şeye malik olup da bunu satan ve böylece kazanan kimseye tacir denilmez.

Kenz[417] uzun süre muhafaza edilen büyük miktarda altın ve gümüşe denir. On dirhem, yirmi dirhem, senelerce kalsa bile kenz olmaz. Bu iki maden dışında kalan mallar da çok da olsalar kenz kapsamına girmez. Elde durmayan ve gelip giden paraya da kenz denmez.

Bu arzettiğimiz mukaddimeler, zekât konusunda kabullenil­miş (müsellem) esaslar yerine geçer.

Sonra Rasûlullah (s.a.), bunlardan müphem olanları, Araplarca bilinen ve her konuda kullanılmakta olan sınırlarla/birimlerle munzabıt hale getirmiştir. [418]

 

İNFAKIN ÜSTÜNLÜĞÜ, CİMRİLİĞİN KÖTÜLÜĞÜ

 

Zekâtın Ruhu, Sehâvet Yani Cömertliktir:

 

Sonra infâkın üstünlüğünün açıklanmasına ve ona teşvikte bulunulmasına, böylece zekâtın içten gelen bir arzu ve nefis sehâvetiyle Ödenmesinin sağlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Sehâvet, zekâtın ruhudur. Nefis terbiyesine matuf olan maslaha­tın kıvamı ancak sehâvetin bulunmasıyla mümkündür. Keza cim­riliğin kötülüklerinin ve ondan uzak durulması gereğinin açıklan­ması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Zira cimrilik, zekâtı vermeyen kim­senin mutazarrır olmasının ilk sebebidir. Bu ise ya dünyada olur. Müvekkel meleklerden birinin: "Allahım, infak edene halef veri", öbürünün de, "Allahım, cimrilik yapıp vermeyene telef ver![419] de­mesinin manası budur. [420]

 

Sadakanın Üstünlüğü:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:                                      

"Cimrilikten sakının; çünkü cimrilik, sizden öncekileri helak etmiştir. [421]                                                                                   

"Şüphesiz sadaka, Rabbingazabını söndürür. [422]

"Şüphesiz sadaka, suyun ateşi söndürdüğü gibi, hata ve günahı söndürür. [423]

"Hiçbir kimse helâlinden bir hurma tanesi tasadduk etmez ki Allah, onu sağ eliyle kabul buyurarak tâ dağ kadar yahut daha büyük oluncaya kadar, sizden birinizin tayını veya dişi deve yav­rusunu büyüttüğü gibi büyütmesin.[424]

Bence bunun sırrı şudur; Mele-i a'lânın, ülkenin ıslâhı ya da nefsinin tezkiyesi için çalışanlar sebebiyle, âdemoğull arının ıslâhı ve onlara İlâhî rahmetin inmesi için olan duaları, infakta bulunan kimseye yönelir. Bu, Mele-i sâfile ve oradan da diğer insanlara, o kimseye İyi davranmaları ve iyilikte bulunmaları doğrultusunda ilhama dönüşür ve hatalarının mağfiretine sebep olur.

Allah'ın sadakayı kabul etmesinden maksat, misal âleminde amelin suretinin, sahibine mensup bir şekilde temessül etmesidir. O suret orada, Mele-i a'lânın duaları ve Allah'ın ona rahmeti ile gelişir, büyür. Bu yahut da âhirette olur. Nitekim, "Altınla gümü­şün hakkını vermeyen hiçbir attın ve gümüş sahibi yoktur kj,, kıya­met gününde bunlar ateşten levhalar haline getirilip de, cehennem ateşinde kızdırılarak, onlarla sahiplerinin yanları, alnı ve sırtı dağlanmasın. [425]hadisi bu manayı ifade eder.

Yine Rasûlullah (s.a.), zekâtı verilmeyen paranın kıyamet gü­nünde sahibinin boynuna zehirli bir yılan gibi dolanacağım ve avurtlarını yakalayarak ona azap edeceğini belirtmiştir. [426] Deve, sığır ve koyun hakkında da benzer şeyler söylemiştir. [427]

Bence, zekâtım vermeyen kimsenin bu şekilde ceza görmesini gerektiren iki sebep vardır. Bunlardan birincisi asıl, diğeri ise onu teyit eder mahiyettedir. Şöyle ki: Zihnî suretler, başka suretlerin düşünülmesini gerektirirler; aynen içten geçen sözlerin (kelâm-ı nefsî) birbirini çağırıştır arak uzayıp gitmesi gibi.

Zihinde bulunan karma suretler de aynı şekilde, başka karma suretlerin bulunmasını çağrıştırır. Babalık ve oğulluk gibi. Meni kaplarının dolu olması ve onun buharının fikrî kuvveler üzerinde baskı yapması, nefsi, düşünde kadın suretleri görmesi yolunda ha­rekete geçirir. Kapları zulmanî buharlarla dolu olan kimse de, bu­nun etkisiyle meselâ fil gibi eza veren korkunç şeyleri tasavvur et­me eğiliminde olur. İdrâk güçleri de aynı şekildedir ve onların ta­biatları, nefis üzerine misâl âlemine ait bir kuvvetin inmesi halin­de, cimriliğinin açık bir şekilde temessül etmesini gerektirir. Bu, cimrilik yaptığı ve saklamak için zahmetlere katlandığı, fikrî kuvyelerinin hep kendisiyle meşgul olduğu şeylerin de açık bir şekilde temessül etmesi sonucuna götürür. Bunun sonucunda o kişi, Allah Teâlâ'nın cari olan sünneti gereğince temessül eden bu şeyler se­bebiyle azap görür; altın ve gümüş dağlanmak şeklinde, deve ken­disini tepelemesi ve ısırması şeklinde temessül eder. Diğerleri de böyle.

Mele-i a'lâ, bunu bilirler ve onlar arasında bu mallara sahip olan kimselere zekâtın vacip olduğuna dair icmâ oluşur, insan nefişlerinin azap görmesi onların yanında temessül eder. İşte bu du­rum, bu azap verici suretlerin haşır alanında indirilmesini hazırla­yıcı olur.

Malın boyuna dolanan zehirli yılan şeklinde temessül etme­siyle, dağlama levhaları şeklinde temessül etmesi arasındaki fark şundandır: Birincisi, genel mal sevgisinin kendisine galebe çalma­sı halinin temessülüdür. Bu durumda malın sureti tek bir şey ola­rak temessül eder; mal sevgisinin kendisini sarması da, son derece zehirli yılanın etrafına dolanması ve avurtlarından yakalayarak sokması suretinde eza görmesi şeklinde temessül eder. İkincisi ise, bizzat biriktirdiği altın ve gümüşlere yönelik tutkusunun, onu sak­lamak için katlandığı zahmetlerin temessülüdür. Fikrî kuvveleri biriktirdiği paracıklarımn sûretleriyle dolar ve bunun sonucunda da, o suretler tam ve azap verici bir şekilde temessül eder. [428]

 

Cömert Allah'a Yakındır:

 

Rasûlullah (s,a.) şöyle buyurmuştur:

"Cömert, Allah'a yakındır, cennete yakındır, insanlara yakın­dır, ateşten uzaktır; cimri ise Allah'tan uzaktır, cennetten uzaktır, insanlardan uzaktır, ateşe yakındır. Muhakkak cömert bir cahil, Allah Teâlâ'ya cimri bir âbidden daha sevimlidir.[429]

Cömertin Allah'a yakın olması, onu tanımaya ve O'nunla ara­sındaki perdeyi aralamaya yetenekli olmasıdır. Cennete yakın ol­ması, melekî yönüyle bağdaşmayan müptezel davranışları atmaya ve böylece hayvanı yönünün melekî gücün güdümüne girmesini te­mine yetenekli olmasıdır. İnsanlara yakın olması da, onların sev­gisini kazanması, onların kendisiyle münakaşaya girmemeleridir. Zira nizaların altında hep cimrilik vardır. Rasûlullah (s.a.), bu ma­nayı şöyle ifade etmiştir:

"Cimrilikten sakının; çünkü cimrilik, sizden öncekileri helak etmiştir. Onları aralarında kan dökmeye ve dokunmazlıklarını çiğnemeye sürüklemiştir. [430]

Cömert cahilin, cimri âbidden üstün olması, insan tabiatının bir şeyi kolayca yapabilmesi halinin, o şeyi zoraki yapmasına nis-betle daha kâmil ve üstün olmasındandır. [431]

 

İnfâk Ve Cimriliğin Hakikati:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İnfâk edenle, cimrilik edenin misali, üzerlerinde demirden zırhlar bulunan ve elleri memeleriyle köprücük kemiklerine doğru sıkıştırılan iki adam gibidir. Cömert her sadaka verdikçe, zırhı ge­nişler; o derecede ki parmak uçlarını bile kaplar, izini Örter. Cim­ri, bir sadaka vermek istedi mi zırhı büzülür ve her halkası yerini alır. [432]

Bu hadiste, infâk ve cimriliğin hakikat ve ruhuna işaret var­dır. İnfâk için gerekli olan şeyler insanda bulunduğu zaman, insan onu yapmak istediğinde eğer cömert ve semahat sahibi bir nefse sahipse hemen ruhanî bir açılma ve mala karşı bir hücum hali hasıl olur. O anda gözünde mal çok değersiz, hakir bir hal alır ve bunun sonucunda harcaması kolaylaşır; hatta bundan bir ferahlık bile duyar. Bu özellik, nefsin, kendisinde yer etmiş behîmî müpte-zel davranış kalıplarından kendisini kurtarabilmesi için temel da­yanak mahiyeti taşır. Eğer cimri ise, nefsi mal tutkusu içinde ken­disini kaybeder ve gözünde malın güzelliği canlanır, kalbini onun tutkusu istila eder ve kendisini ona vermeden edemez. İşte bu Özellik de, nefsin müptezel davranış kalıpları bataklığına batması, onlarla sarmaş dolaş olması için temel mahiyeti taşır. Bu izahtan sanırız, "Cennete hiçbir hilekâr, hiçbir cimri ve hiçbir yaptığını ba­şa kakıcı giremez. [433] hadisinin manası da anlaşılmış olur.[434]

 

Cimrilik Ve İman, Mü'minin Kalbinde Bir Arada Bulunmaz:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir kulun kalbinde cimrilik ve iman asla bir arada bulunamaz[435]

"Cennetin sekiz kapısı vardır; kim namaz ehlinden ise, na­maz kapısından çağırılır, kim cihad ehlinden ise, cihad kapısın­dan çağırılır, kim sadaka ehlinden ise, sadaka kapısından çağırı­lır, kim oruç ehlinden ise Reyyân kapısından çağırılır.[436]

Bil ki: Cennetin hakikati, nefsin, üzerine inen hoşnutluk, uy­gunluk ve itminan hali sebebiyle rahatından ibarettir. Nitekim bu manada Allah Teâlâ cennetlikler hakkında, "Allah'ın rahmeti içindedirler; onlar orada ebedi kalıcıdırlar. [437]zıddı durumda olanlar hakkında da, "Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların la'ne-ti onların üzerinedir. Onlar ebediyen la'net içinde kalırlar. [438] bu­yurmuştur.[439]

 

Nefsin, Hayvani Zulmetlerden Cennete Çıktığı Kapılar:

 

Nefsin, hayvanı zulmetlerden cennete çıkışı, ancak melekî yö­nünün üstün, hayvanı yönünün de yenik düştüğü huy yoluyla olur. Bu çıkış kapılarım şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Huşu ve taharet kapısı: Bazı nefisler, huşu ve taharet hu­yunda melekî gücün üstün olması şeklinde yaratılmış olur. Bu özellikteki nefis, namaza düşkün olur ve ondan büyük bir nasibi bulunur.

2. Semahat kapısı: Yahut üstünlük semahat huyunda olur. Bu özellikteki nefis, sadaka vermeye, kendisine zulmedeni affet­meye, izzeti nefîs sahibi olmakla birlikte mü'minlere karşı mütevazi davranmaya düşkün olur ve bundan büyük bir nasip sahibi olur.

3. Şecaat kapısı: Yahut üstünlük şecaat huyunda olur, kulla­rın ıslâhı için gerekli olan düzenlemeler o huy sahibine ilham edi­lir. Bu huyda olan nefis, cihada düşkün olur ve bundan büyük bir paya sahip olur.

4. Riyazet kapısı: Yahut (güçleri) uyuşmaz olan nefislerden olur ve bu durumda ilham ya da tecrübe yoluyla, nefsin hayvani gücünün oruç ve itikâfla kırılmasının kendisini hayvani karanlık­lardan kurtaracağını öğrenir. Sonra bunu duyma ya da ictihâd yo­luyla bütün kalbiyle kabul eder ve gereğini yapar. Bunun sonucu olarak da Reyyân kapısından girmek suretiyle ameline uygun ola­rak mükâfatlandırılır.

Rasûlullah'ın (s.a.) hadisinde saymış olduğu kapılar, bu say­dığımız huylar olmaktadır. Bunlara ek olarak şu kapılar vardır:

5. İlimde rüsûh sahibi olan ulemâ kapısı,

6. Bela, musibet ve yoksulluk ehli kapısı,

7. Adalet kapısı. "Yedi kişi vardır ki, Allah Teâlâ onları, hiç­bir gölgenin olmadığı günde kendi gölgesinde gölgelendirir: Âdil devlet başkanı[440] hadisinin ifade ettiği mana budur. Bunun da alâmeti, o kişinin, insanlar arasını bulmaya çalışmaya çok arzulu olmasıdır.

8. Tevekkül ve uğursuzluğun terki kapısı.

Bu kapılardan her biri hakkında çok sayıda meşhur hadis vardır.

Kısaca, bu sayılanlar, nefsin Allah'ın rahmetine çıkması için açılmış kapılardır. Allah'ın yüce hikmeti, Allah'ın kulları için ya­ratmış olduğu cennetin, bu huylara karşılık olarak sekiz tane ka­pısının olmasını gerekli kılmıştır. Sabikînden olan kemâl sahipleri için, bu kapılardan iki, üç ya da dört... tanesi birden açılabilir ve onlar kıyamet gününde hepsine birden davet edilebilirler. Nitekim Rasûlullah (s.a.), Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) bu şekilde davet olunacağım müjdelemiştir.

"Kim, Allah yolunda bir şeyden bir çift infâkında bulunursa, o cennet kapılarından davet olunur. [441] hadisinin manası, bazı ka­pılarından demektir. Önemine binaen, hususiyle zikredilmiştir. [442]

 

ZEKÂT MİKTARI

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Beş vesk[443] hurmadan daha azında zekât yoktur, beş ukiyye[444] gümüşten daha azında zekât yoktur, beş deveden daha azında zekât yoktur. [445]

 

Zekât Nisaplarındaki Hikmet:

 

Nisabın, tahıldan ve hurmadan beş vesk olarak belirlenmesi, bu miktarın en küçük bir ailenin bir yıllık ihtiyacını karşılayabilir miktarda olmasındandır. En küçük bir aile, eşlerden ve bir hiz­metçi ya da bir çocuktan meydana gelir. Ya da buna yakın az sayı­da olan kişilerden oluşur. Genelde bir insan, bir ntıl ya da bir müd yiyecek yer. Her biri günde bu kadar yediğinde nisap olarak belir­lenen beş vesk, onlara bir sene boyunca yeter ve hesapta olmadık ihtiyaçları ya da ekmeklerine katık için ayrıca bir miktar da artar.

Gümüşten beş ukiyye olarak belirlenmesi ise, bu miktarın, fi­yatların uygun olması halinde çoğu yerde en küçük bir aileye bir sene boyunca yeterli olmasındandır. Ucuzluk ve pahalılık bakı­mından normal olan coğrafî bölgelerdeki insanların âdetleri araştı­rıldığında, bu sonuç görülecektir.

Devede nisap beş olarak belirlenmiş ve bundan bir koyun zekât verilmesi istenmiştir. Aslında zekât, bizzat malın kendi cin­sinden alınmalıdır ve nisap olarak belirlenecek sayı da önemli bir miktar olmalıdır. Buna rağmen devede nisabın beş olarak belirlen­mesinin sebebi şudur: Deve, cüsse bakımından en büyük ve en ya­rarlı hayvandır. Zira boğazlanıp eti yenebilir, binilebilir, sağılabi-lir, damızlık olarak saklanabilir, tüyü ve derisinden yararlanılabi­lir. Bazıları, az sayıda asil deve beslerlerdi ve bunlar bir sürü de­venin yerini tutardı. O zamanlarda bir deve sekiz ilâ on iki koyuna eş değerde tutulurdu. Bu, pek çok hadiste görülmektedir. İşte bu yüzden beş deve, en az koyun nisabına eş değer tutulmuş ve beş deveye sahip olan bir kimsenin bir koyun zekât vermesi istenmiş­tir. [446]

 

Köle Ve Atlara Zekât Yoktur:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslümana, kölesi ve atı için zekât yoktur.[447] Bu hükmün gerekçesi, kölelerin üretilmek üzere edinilmesi­nin âdet olmamasındandı. Keza at da, pek çok bölgede çok sayıda bulunmaz, diğer mallar yanında önemi olmazdı. Bu itibarla nâmî (çoğalıcı) mallardan sayılmadı; olsa olsa ticaret için olabilirdi. [448]

 

Develerin Zekâtı:

 

Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd, Amr b. Hazm (r.anhum) ve daha başka sahâbîlerden rivayet edildiğine, hatta müslümanlar arasında mütevâtir derecesine ulaşan uygulamaya göre, deve zekâtı şöyledir:

Her beş devede bir koyun.

Sayı yirmi beşe ulaştığında, otuz beşe kadar bir binti mahâd (iki yaşma girmiş dişi deve).

Otuz altıdan kırk beşe kadar bir binti lebûn (üç yaşma girmiş dişi deve).

Kırk altıdan altmışa kadar bir hıkka (dört yaşma girmiş dişi deve).

Altmış birden yetmiş beşe kadar bir ceze'a (beş yaşına girmiş dişi deve).

Yetmiş altıdan doksana kadar, iki binti lebûn. Doksan birden yüz yirmiye kadar, iki hıkka.

Yüz yirmiden fazla olması halinde her kırkta, bir binti lebûn; her ellide, bir hıkka.

Bu konuda asıl şudur: Verilecek develer, sürüye göre dağıtıl­dığında, küçük deve küçük sürüye, büyüğü de büyük sürüye karşı tutulmuş ve böylece adalete riayet edilmiştir. Deve sürüsü tabiri, Arap örfüne göre ancak yirmi deveden çok hakkında kullanılırdı. Rasûlullah (s.a.) bunu, zekât bahsinde yirmi beş olarak belirledi. Sonra her on deveye karşılık olmak üzere, develer için Araplarca son derece önemli olan yaş ilavesinde bulundu; her onbeş deve için ise sayı ilavesine gitti. [449]

 

Davar (Koyun Ve Keçi) Zekâtı:

 

Yine onların müstefiz derecesindeki rivayetlerinden gına göre davar zekâtı şöyledir:

Kırktan yüz yirmiye kadar bir koyun.

Yüz yirmi en fazla olması halinde, iki yüze kadar iki koyun.

İki yüzden fazla olması halinde, üç yüze kadar üç koyun.

Bundan sonra da her yüzde bir koyun.

Bu konuda esas şudur: Davar sürülerinden bazısı az, bazısı ise çok olur. Azı ile çoğu arasındaki fark büyük olur; zira davarın beslenmesi kolaydır ve herkes kendi gücüne göre davar malı bes­ler. Bu itibarla Rasûlullah (s.a.), sürünün en az miktarım kırk sa­yısıyla, en çoğunu bu sayının üç katıyla belirledi. Sonra da her yüzde, bir koyun zekât verilmesini vacip kıldı ki, hesabı kolay olsun. [450]

 

Sığır Zekâtı:

 

Muâz (r.a.) hadisinden sahih olarak öğrendiğimize göre sığır zekâtı şöyledir:

Her otuz sığırda, bir erkek ya da dişi iki yaşına basmış dana (tebî ya da tebîa).

Her kırk sığırda, erkek ya da dişi üç yaşına basmış düve (müsinn ya da müsinne).

Sığır, deve ile koyun arasında yer alır; bu itibarla her ikisine olan benzerliği birden dikkate alınmıştır. [451]

 

Altın Ve Gümüş (Para) Zekâtı:

 

Yine müstefiz derecesine ulaşan hadislerden öğrendiğimize göre altın ve gümüş zekâtı şöyledir:

Gümüşte kırkta birdir. Bir kimsenin sadece yüz doksan dir-

hemi bulunsa, zekât düşmez. Zira, birikmiş para, en değerli mal­dır. Bu itibarla ondan zekât olarak verilecek oranın yüksek olması halinde insanlar zarar görürler. Dolasıyla onun zekâtı, diğer mal­lara nisbetle en az olmalıdır.

Altın da gümüş gibi işlem görür. O zamanlarda, bir dinar on dirheme eş değerde tutulurdu. Bu itibarla altın nisabı olarak yirmi miskal (dinar) belirlenmiştir. [452]

 

Ziraî Ürünlerin Zekâtı:

 

Yağmur suyu, kaynak suyu ile sulanan (ya da hüdayi nabit olan) ürünlerden öşür (onda bir) alınır. Masraflı sulama ile elde edilen ürünlerden ise yirmide bir oranında zekât alınır. Zahmeti az, ürünü çok olandan, verginin daha çok oranda alınması uygun­dur. Masraflı yapılan üretimden ise daha az oranda alınması gere­kir.

Hurma ve üzümün yaşken tahmin yoluyla muhammen mik­tarın belirlenmesi hakkında, "Üçte birini bırakın; üçte birini bı­rakmazsanız, dörtte birini bırakın![453] buyurmasının hikmeti şu­dur: Mahsulün tahmin yoluyla belirlenmesinin meşru kılınması, üreticileri sıkıntıdan kurtarmak içindir. Çünkü onlar, üzüm ve hurmalardan koruk halde de, taze halde de; ham halde de, olgun­laşmış halde de yemek isterler. Bununla zekât tahsildarlarının da işi kolaylaştırılmış olur. Çünkü onlar, aksi takdirde mahsûlleri sa­hiplerinin yemesinden kolay kolay kurtaramaz. Tahmin yoluyla belirlemede yanılma olabilir. Zekâtta ise hafifletme yoluna gidilir Bu itibarla, üçte bir ya da dörtte birin terkedilmesi emredilmiştir.

Satmak için üretilen bir malı belirlemede kıstas, ancak kıy­metidir. Bu itibarla, onların altın ve gümüşün zekâtına tabi tutul­ması gerekir. [454]

 

Definelerin Zekâtı:

 

Definelerin beşte biri, zekât olarak verilir. Çünkü bunlar, bir yönden ganimete benzer ve meccanen ele geçirilmiştir. Bu yüzden de zekâtı beşte bir gibi yüksek bir orandır.   [455]        

 

Fitır Zekâtı:

 

Rasûlullah (s.a.), köle hür, erkek kadın, küçük büyük her müslüman için bir sâ' hurma, ya da arpa fıtır sadakası verilmesini emretmişlerdir. Bir rivayette bir sâ' keş ya da kuru üzüm verilebi­leceği de belirtilmiştir. Verilecek miktarın bir sâ' olarak belirlen­mesi, bu miktarın bir aileyi doyurabilecek kadar ve fakir için azımsanmayacak bir miktar olmasındandır. Öbür taraftan veren için genelde bir mutazarrır olma durumu da söz konusu değildir. Bazı rivayetlerde yer alan yanm sâ' buğday, bir sâ' arpa gibi kabul edilir. Çünkü o zamanlar buğday çok pahalıydı; ancak çok varlıklı kimseler yiyebilirdi ve yoksul yiyeceği değildi. Nitekim Zeyd b. Er-kam (r.a.), hırsızlık olayı ile ilgili olarak bunu belirtmiştir. Sonra Hz. Ali (r.a.) de şöyle demiştir: "Allah, size nimetini artırdıkça, siz de artırın."

Fıtır sadakasının, Ramazan bayramında verilmesinin gerekli kılınışı çeşitli gerekçelere dayanır. Bunlardan bazıları şunlardır:

i. Fıtır sadakası, Ramazan bayramının, Allah'ın nişanelerin­den biri olduğu manasını pekiştirir.

ii.Oruçlular için arınma ve oruçlarını tamamlayıcı bir unsur anlamı taşır. Bu manada farz namazların sünnetlerine benzer. [456]

 

Ziynet Eşyalarının Zekâtı:

 

Ziynet eşyaları için zekât var mıdır? Bu konuda gelen hadis­ler, birbirinden farklı hükümler arzetmektedir. Ziynet eşyalarına "kenz" denilmez; öbür taraftan bunlarda kenz manası da mevcut­tur. Böyle bir durumda ihtiyat gereği (zekâtını ödeyerek) ihtilâftan kurtulmaya çalışmak daha uygundur. [457]

 

ZEKÂT HARCAMA YERLERİ

 

Zekât harcama mahalleri konusunda asıl şudur: Ülke iki kı­sımdan oluşur:

1. Sadece nıüslümanların yaşadığı, başka unsurlardan hiçbir kimsenin olmadığı yerler. Bu gibi yerlerde vergi yükümlülüğünün az tutulması gerekir. Çünkü buraları, adamlar toplayıp, savaş ha­linde bulunmaya ihtiyaç göstermez. Çoğu kez, kamu yararını ilgi­lendiren işleri, bizzat yapacak kimseler çıkar. Allah Teâlâ'nın iyi­lik yapanlara sevap vereceği vaadi, bu tür hayır işlerin gerçekleş­mesi için bir saik olur ve bu tür hayır işlerini yapan insanlar, ken­di harcamalarını kendi mallarıyla karşılarlar. Zira müslüman toplumunda, bu tür işleri yapacak kimseler mutlaka bulunur.

2. Başka unsurlarla karma olarak yaşanılan yerler: Bu gibi ülkelerde vergi konusunda sert tedbirler alınması gerekir. "Kâfir­lere karşı çok şiddetli, kendi aralarında çok merhametlidirler.[458] âyetinin ifade ettiği anlam budur.

Bu tür bölgeler, çok sayıda asker tutmaya ve güçlü yardımcı­lara ihtiyaç gösterir, her türlü faydalı işleri yapmak üzere insanla­rın görevlendirilmesini gerektirir ve bunların geçiminin beytülmai üzerine olması zorunludur.

İşte Rasûlullah (s.a.), her iki kısım için de hükümler koymuş, vergi toplanmasını harcamalara göre ayarlamıştır. İkinci kısımla ilgili olan bahisler ileride cihad bahsinde gelecektir. [459]

 

Harcama Mallan İki Kısımdır:

 

1. Faydası kamuya yönelik harcamalar için ayrılan mallar: Sadece müslümanların yaşamakta olduğu bölgelerde, devletin gelirlerinin esasını, harcama mahallerine uygun olarak iki tür mallar oluşturur:

i. Artık mâliki bulunmayan mallar: Mirasçısı olmaksızın ölen kimsenin terekesi, maliki bulunamayan kayıp hayvanlar, ilan edil­mesine rağmen sahipleri çıkmayan buluntu mallar vb. gibi.

Bu tür malların, herhangi bir kimse için temlik anlamı içer­meyen, yararı kamuya yönelik olan yerlere harcanması gerekir. Kanal açılması, köprü yapılması, mescid inşası, kuyular açılması, su yollarının yapılması ve benzeri şeyler bu kabildendir.

ii. Zekât malları: Beytülmalda toplanan zekât malları: Bunların ise, hak sahiplerine temlik yoluyla harcanması gerekir: "Şüphesiz ki sadakalar ancak fakirlere, yoksullara... aittir.[460] âyeti bu hususu belirtmektedir.

Özetle söylemek gerekirse, bu türden olan ihtiyaç alanları, her ne kadar çoksa da, onları üç ana bölümde toplamak mümkün­dür:

1. İhtiyaç sahipleri: Sâri' Teâlâ, bunları fakirler, yoksullar, yolda kalmışlar ve kendi menfaatleri için borçlanmış olanlar diye belirlemiştir.

2. Güvenlik görevlileri: Bunları da savaşçılar ve tahsildarlar olarak belirlemiştir.

3. Müslümanlar arasında mevcut olan ya da olması muhte­mel bulunan fitneleri defetme harcamaları: Bu ya müslüman olup kâfirlerle işbirliği içerisinde olan zayıf müslümanlann, ya da müs-lümanlara zararı dokunan kâfirlerin mal ile satın alınmaları şek­linde olur. Bu türden olanların hepsine birden müellefe-i kulûb ya­ni kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen kimseler denir. Müslüman­lar arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak için birileri ta­rafından üstlenilen meblağ da bu fondan ödenir.

Bu fondan yapılacak ödeme şekli, hak sahiplerine nasıl tak­sim edileceği, kimden başlayacağı ve ne kadar vereceği konusu devlet başkanının takdirine bırakılmıştır.

İbn Abbâs'm (r.a.), zekât malıyla köle âzâd edilebileceği, zekâttan hacca gidenlere verilebileceği görüşü bilinmektedir, el-Hasen de aynısını söylemiş ve, "Şüphesiz ki sadakalar ancak fa­kirlere, yoksullara... aittir. [461] âyetini okuduktan sonra, "Bunlar­dan hangisine versen, yeterli olur," demiştir. Ebû'l-As da, Rasûlullah'm (s.a.) kendilerini hac için zekât develerine bindirdiğini söyle­miştir.

Sahîftte şöyle gelmiştir:

"Hâlid'e gelince, siz Hâlid'e haksızlık ediyorsunuz. O, bütün zırhlarını ve savaş âletlerini Allah yolunda hapsetmiştir.[462]

Bu hadis iki şeye delâlet eder:

i. Vacip olan bir şeyin yerine, müslümanlar için daha hayırlı olan başka bir şeyin verilmesi caizdir,

ii. Hapis (vakıf), zekâtın yerini de tutar.

Buna göre, "Şüphesiz ki sadakalar ancak fakirlere, yoksulla­ra... aittir.âyetindeki hasr ifadesi, münafıkların arzuları doğ­rultusunda harcanmasını istedikleri şeye nisbetle izafî olacaktır. [463] Nitekim âyetin yukarıdan aşağı doğru gelişi (siyak ve sibakı) de bunu göstermektedir. Bunun hikmeti şudur: İhtiyaçlar sonsuzdur, sırf müslümanlann yaşadığı İslâm bölgelerinde, beytülmalin zekât dışında fazla bir gelir kaynağı yoktur. Bu durumda, ülke/şehir hal­kının ihtiyaçlarının karşılanması için mutlaka harcama mahalleri­nin genişletilmesi gerekmektedir. [464]

 

Sadakalar, Malın Kiridir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki bu sadakalar, ancak insanların kirleridir. Bun­lar ne Muhammed'e helâl olurrue de Muhammed'in ailesine. [465]

Sadakalann, insanlann kiri olması, günahlan temizlemiş, be-lalan uzaklaştırmış olmasından ve bu konuda kula fidye sayılma-sındandır. Bu, Mele-i alâ sakinlerinin idraklerinde, sanki öyley-miş gibi temessül eder. Aynen zihnî, lâfzı ve yazıya ait suretlerin, karşılık tutulan hârici şeye ait varlıklar olarak temessül etmesi gi­bi. Bu bizce teşbihi varlık olarak isimlendirilir. Bazı yüce nefisler, sadakalarda bir tür zulmet olduğunu idrak eder. Aziz pederim Kuddise sirruh! kendisiyle ilgili olarak bu kabil çok şey anla­tırdı. Nasıl ki salâh ehli, zina ve pis organlann adını ağızlanna al­maktan hoşlanmazlar, güzel şeylerin adını anmayı severler ve Al­lah'ın ismini tazim ederlerse, sadakalan da insanların kiri olarak algılarlar ve ondan hoşlanmazlar. [466]

 

Zekât Malı, Muhammed (S.A) Ailesi İçin Aşağılayıcıdır;

 

Sonra, insanın herhangi bir mal ya da hizmet karşılığı olmak­sızın elde ettiği mal, tazim amacıyla da kendisine takdim edilme-mişse bir tür züldür ve aşağılayıcıdır. Bu durumda mal sahibinin o kimse üzerinde üstünlüğü ve minneti bulunur. Nitekim Rasûlul-lah'ın (s.a.), 'Veren el, alan elden üstündür.[467] hadisi bu manayı ifade eder. Dolayısıyla bu yoldan mal elde etmek, kazanç yollan arasında en kötüsüdür; böyle bir yol, dinde önemli yeri olan pâk ve temiz kimselere yakışmaz.

Bu hükümde başka bir sır daha vardır. O da şudur: Rasûlul-lah (s.a.), eğer sadakayı kendisi için almış olsaydı ve bunu, çıkarla­rı kendi çıkarı sayılacak yakınları için caiz kılsaydı, o zaman töh­met altında kalırdı ve hakkında hiç de olmadık şeyler söylerlerdi. İşte Rasûlullah (s.a.), bu hükmü koymak suretiyle bu yolu kapat­mıştır. Bunun sonucunda zekât, bölgenin zenginlerinden alınan ve fakirlerine harcanan bir mal olmuştur. Böylece İslâm, toplumda bulunan fakir ve muhtaçları kollamış, onları hayra yaklaştırmak, serden de kurtarmak istemiştir. [468]

 

Zekât, Ancak Zaruret Halinde Helâl Olur:

 

Zekât, aşağılayıcı, horlayıcı, mürüvveti zedeleyici bir mahiyet taşıdığından, Rasûlullah (s.a.) bu konuda zaruret olmadıkça zekât alınmamasını ısrarla istemiştir. Sonra insanlar zekât almaya alı­şırlar, bundan geri durmazlar ve mallarını bu yolla çoğaltma gibi bir eğilime girerlerse, bu durum onların tembelleşmelerine ve mutlaka olması gereken kazanç yollarının ihmaline ya da azalma­sına sebep olur, bunun yanında haksız yere malı olanlara verilme­si halinde gerçek muhtaçların zor durumda kalmaları sonucunu doğurur. İşte bu yüzden ilâhî hikmet, zekâttan geri durulması ge­reğinin, insanların gözü önünde iyice yer edecek biçimde ifade edilmesini gerektirdi. Böylece zaruret olmadıkça hiçbir kimsenin zekât malına yönelmemesi sağlanmış olacaktı. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Her kim, malını artırmak için insanlardan dilenirse, o yü­zünde yara bere, ya da yiyeceği cehennemden bir taş (kor) parçası olur. [469]

Bunun sırrı şudur: İnsanlardan dilendiği şeyler sebebiyle du­yacağı elem, eline kor aldığı, ya da kızgın taş yuttuğu zaman nasıl acı duyacaksa, o şekilde temessül eder. İnsanlar arasında zillet içerisinde olması, yüzünün suyunu dökmesi de, ona en yakın olan yüzün yara bere olması şeklinde temessül edecektir. [470]

 

İhtiyaç Anında İsteme Helâl Olur:

 

Malına âfet isabet eden kimsenin, geçimini yoluna koyuncaya kadar dilenmesinin helâl olacağı belirtilmiştir. [471]

 

Dilenmeyi Haram Kılan Malın Ölçüsü:

 

Dilenmeyi haram kılan zenginlik Ölçüsünün miktarı hakkın­da iki rivayet vardır::

i. Bir ukiyye ya da elli dirheme sahip olmak.

ii. Sabah ve akşam yetecek kadar yiyeceğe sahip olmak.

Bu konudaki hadisler, bize göre çelişki arzetmemektedir. Çünkü insanlar, durumları itibariyle farklıdırlar. Her insanın bir kazanç yolu vardır ve onsuz yapamaz, bir başka yola baş vurma imkânı da olmaz. Buradaki imkândan maksadım, şehir/ülke yöne­timini konu alan ilimlere ait bir terim olan imkândır; yoksa nefis terbiyesini konu alan ilme ait bir terim olan imkânı kastetmiyo­rum. Bir sanat icrasıyla hayatını kazanan kimse, o sanatın yapıl­dığı âletleri olmadıkça dilenebilir. Ziraatle uğraşan kimse ise, zira­at âletlerini buluncaya kadar dilenmek için mazurdur. Ticaretle hayatım kazanan kimsenin, mal buluncaya kadar; rızkını cihâd yoluyla elde eden kimse de ganimet elde edinceye kadar dilenmede mazurdur. Nitekim Rasûlullah'm (s.a.) ashabı böyle farklı farklı durumdaydı. Bu durumda olanlar için dilenmeyi haram kılıcı mal miktarı bir ukiyye ya da elli dirhemdir.

Bazıları da vardır ki, çarşı pazarda hamallık yaparak, yahut odun toplayıp satarak ya da benzeri şeyler yaparak rızkını günde­lik kazanır. Bu durumda olan insanlar için miktar ise, sabah ak­şam karınlarını doyuracak kadar bir mala sahip olmalarıdır. [472]

 

İstemekte/ Dilencilikte Israr Etmek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"istemekte ısrar etmeyin! Vallahi sizden biriniz benden bir şey ister de, razı olmadığım halde benden bir şey koparırsa, verdiğim malın asla bereketini görmez.[473]

Bunun hikmeti şudur: Mele-i a'lâya katılmış olan nefislerde, hoşnutsuzluk ve rıza gibi zihnî suretler, müstecâb dua mesabesin­de olur. [474]

 

Bereketin Manası Ve Hakikati:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Hakikaten şu mal yeşil ve tatlıdır. Dolayısıyla onu her kim gönül zenginliği ile alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Her kim de, ona göz dikerek alırsa, o malda kendisine bereket verilmez ve yiyip yiyip de doymayan kimse gibi olur. [475]

Bir şeyin bereketi çeşitli şekillerde olur: Bunun en alt merte­besi nefsin mutmain, kalbin huzur içinde olmasıdır. Meselâ, elle­rinde yirmişer dirhem olan iki adamı ele alalım. Bunlardan biri fa­kirlikten korkmakta, diğeri ise böyle bir korkudan uzak, umut üzere olmaktadır.

Bereketin diğer şekli, malı daha yararlı bir şekilde kullanma­dır. Meselâ, ellerindeki mal miktarı aynı olan iki adamı düşüne­lim. Bunlardan biri, malını ihtiyacını giderecek ve ondan yararla­nacak şekilde yerli yerince harcamayı başarmıştır. Diğeri ise, ma­lını gereksiz yerlere harcayarak ziyan etmiştir.

Bu sözünü ettiğimiz bereketi, duanın celbi gibi, hey'et-i nefs celbetmiş olur.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, iffetli olmak isterse, Allah onu afif kılar. [476]

Hadis, bu tür nefsânî hallerin elde edilmesinde, azim sahibi olmanın ve himmeti bir noktaya toplamanın büyük etkisi olduğu­na işarettir. [477]

 

ZEKÂTLA İLGİLİ ÇEŞİTLİ KONULAR

 

Tahsildar Ve Toplayıcıya Vasiyet:

 

Sonra, insanların zekâtlarını tahsildarlara gönül hoşnutluğu ile teslim etmelerinin öğütlenmesi gerekmiştir. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sadaka memuru size geldiği zaman, sizden razı olarak ay­rılmalıdır.[478]

Bu, zekâtta güdülen nefse yönelik maslahatın gerçekleşmesi içindir.

Sonra, tahsildarların zulüm ettiğini ileri sürerek, zekât ver­mekten kaçınmak gibi bir mazeret kapısı bırakmamak için şöyle buyurmuştur:

"Tahsildarlar size geldiklerinde, onları iyi karşılayın ve yap­mak istedikleri şeyle kendilerini baş başa bırakın. Eğer insaflı davranırlarsa, bu kendi lehlerine; yok zulmederlerse bu da kendi aleyhler inedir. [479]

Bu hadisle, "Kimden fazla istenirse, vermesin! [480] hadisi ara­sında bir farklılık yoktur. Zira zulüm iki türlüdür:

i. Nass tarafından hükmü açıklanan zulüm; o takdirde ver­mez.

ii. îctihâda mahal olan, farklı değerlendirmelere konu olabi­len zulüm. Mazeret kapısının kapatılması, bu türden olan hakkın­dadır.

Sonra, zekât tahsildarlarına da öğütte bulunmak ve zekâtları toplarken haddi aşmamalarını, insanların mallarının en iyilerini almamalarını, asla zimmete mal geçirmemelerini tembihlemek ge­reği ortaya çıkmış ve böylece durum dengelenmiş ve beklenen maksadın tam olarak gerçekleşmesi amaçlanmıştır.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Canım elinde olana yemin ederim ki, ondan bir şey alırsa, mutlaka kıyamet gününde onu boynunda taşıyarak gelir; eğer deve ise böğürtüsüyle.[481]

Bu hadisin sırrı, zekât vermeyenler, mal sahiplerinin zekât vermemek için tutunabilecekleri mazeret kapılarının kapatılması hakkında verdiğimiz izahlardan anlaşılacaktır.

Zekât konusunda, az zekât vermek için ayrı sürülerin birleş­tirilmesi, bir arada olanların ayrılması gibi yola başvurulması da yasaklanmıştır. [482]

 

Sadaka, Vasiyetten Hayırlıdır:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kişinin hayatında iken bir dirhem tasaddukta bulunması, Ölümü anında yüz dirhem sadaka vermesinden daha hayırlı­dır. [483]

"Ölümü anında sadaka veren yahut köle âzâd eden kimse, doyduktan sonra hediyede bulunan gibidir. [484]

Bunun sırrı şudur: Kişinin ihtiyaç duymadığı ya da kendisi için ihtiyaç duymayacağını düşündüğü bir şeyi infakta bulunması, nefsin sehâvetinden kaynaklanan bir davranış olmadığından, önemi yoktur. [485]

 

Sadaka Değerinde Olan Fiiller:

 

Sonra Rasûlullah {s.a.), cimriliği giderecek, yahut nefsi olgun­laştıracak veya toplumu kaynaştıracak fiillerin beyan edilmesine ihtiyaç duydu ve bu gibi fiilleri, sadaka değerinde kıldı. Böylece onların, sonuç itibariyle sadaka ile müştereklik arzettiklerine dik­kat çekmiş oldu. Bu meyanda meselâ şöyle buyurmuştur:

"İki kişinin arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hayvanına binmek isteyen kimseye yardım ederek, hayvanına bin­dirmen yahut eşyasını hayvana yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım bir sadakadır. Her tehlîl, her tekbîr, her tesbîh bir sadakadır. [486]

 

Dünyada İken Yapılan İyiliklerin Karşılığı, Benzer Şekilde Verilir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir müslüman, bir çıplak müslümanı giydirecek olursa, Allah da onu cennet giysilerinden giyindirir. [487]Daha önce de zikrettiğimiz üzere, misâl âleminin karakteris­tik özelliği, manaların ancak en yakın suret üzere şekillenmesini gerektirmesidir. Meselâ yedirmede, yemek sureti vardır. Olaylar­la, rüyada görülen suretler arasında, manaların cisimler suretinde temessülünde ibret alınacak bir durum vardır. Bu noktadan hare­ketle, Rasûlullah'ın (s.a.), Medine vebasını niçin kara bir kadın şeklinde gördüğünü anlayabilirsin. [488]

 

Yakınlara Tasaddukta Bulunmak Daha Üstündür:

 

Sonra insanlardan bazılarının kendi aile ve yakınlarını ter-kettikleri, onlara gereken ilgiyi göstermedikleri, buna karşılık uzak kimselere tasaddukta bulundukları görülür. Bu durum, ya­kınlarını ihmal durumuna götürür. Bu, bir tür davranış bozuklu­ğudur ve kendi yakınlarıyla kaynaşmayı terketmektir. İşte bunun için, bu kapının da kapatılmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu meyan­da olmak üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah yolunda infâk ettiğin bir dinar, köle âzâdı için infâk ettiğin bir dinar, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dinar, aile­ne sarfettiğin bir dinar vardır. Bunların sevap itibariyle en büyü­ğü, ailene sarfettiğindir. [489]                                                           

"En üstün sadaka, zenginlikten verilen sadakadır. Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla! [490] hadisiyle, hangi sadakamn daha üstün olduğu sorusuna verdiği, "Yoksulun verdiği sada­kadır. Bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla![491]şeklin­deki cevap arasında bir farklılık yoktur. Çünkü her birinin, ayrı bir mana ya da yöne hamledilmesİ imkânı vardır. Hadiste sözü edilen zenginlik, mal zenginliği değil; gönül zenginliğidir veya aile­ye yeterli olacak kadar malı olan kastedilmektedir. Veya şöyle de diyebiliriz: Zengin olan kimsenin sadakası, malı hakkında en bü­yük bereket sebebidir; yoksul olduğu halde sadaka vermek ise, cimrilik duygusunu en iyi izale eden bir davranıştır. Bu izah, teşrî kanunlarına son derece uygundur. [492]

 

Güvenilir Hazine Memuru:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Aldığı emri infaz eden, topladığını gönül hoşluğu ile tasta­mam veren ve teslimine memur olduğu şahsa teslim eden güvenilir müslüman hazine memuru, iki sadaka verenden biridir. [493]

Yapması gereken şeyi yerine getirmesi, ona muhalefetten ka­çınması ve bütün bunları gönül hoşluğu ile yapması, o kimsenin nefsinin sehâvetine delâlet eder; gönül hoşluğu, tam ödemesi, nef­sinin yakın üzere olması da bunun belirtileri olur. Bu yüzden o ki­şi, sadakayı veren gerçek kişiden sonra ikinci defa veren olarak ni­telenmiştir[494].

 

Kadının Sadaka Vermesi Ve İnfâkta Bulunması:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kadın, kocasının kazancından onun emri olmaksızın infâkta bulunduğunda, ona infâk ettiği şeyin sevabının yarısı vardır. [495]

Veda haccında da şöyle buyurmuştur:

"Kadın, kocasının izni olmadan onun evinden hiçbir şey infâkta bulunmasın! Yiyecek de mi?" diye soruldu. "O, bizim en değerli malımızdır."buyurdu[496]

Bir kadın şöyle dedi: "Biz, babalarımız, oğullarımız ve eşleri­miz üzerine yüküz. Onların mallarından bize ne helâl olur?" Rasûlullah (s.a.) şöyle cevap verdi: "Taze olanı[497] yersiniz ve hediye de edersiniz. [498]

Bu hadisler arasında çelişki yoktur. Çünkü birinci hadis, umumen ya da delâleten emredip, husûsen ya da sarahaten emret-memiş olduğu şey hakkındadır. Bu durumda iken koca sadakada bulunmaz; kadın sadakada bulunduğunda koca onun bu yaptığını kabul eder. Kadının, kocasının malı üzerindeki tasarruf hakkı, an­cak örfe uygun olması halinde caiz olur. Bunda adamın malının değerlendirilmesi manası da vardır; meselâ yaş hurmaların hediye edilmemesi halinde çürümesi ve ziyan olması gibi. Başka türlü ha­reket etmesi ise, yiyecek de olsa caiz değildir. [499]

 

Sadakadan Dönmek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sadakandan dönme; zira sadakasından dönen, kusmuğuna dönüp onu yiyen gibidir[500]

Bunun sebebi bence şudur: Sadaka veren kimsenin, sadaka olarak verdiği şeyi satın almak istemesi halinde, onun hakkında müsamaha gösterilir, yahut da kendisi müsamaha edilmesini is­ter. Bu, o miktar hakkında sadakasının bozulmasına sebep olur. Çünkü sadakanın özü, kalbin o malla olan bağlantısını kesmektir. Kendisine gösterilen müsamaha sebebiyle o malı geri almaya karşı kalbinde bir arzu bulunduğu zaman, sadakanın özü olan şey ger­çekleşmez. Yine amelin işleniş şeklinin eksiksiz olması matluptur. Geri alınmasında ise, bunun bozulması vardır. Hicret edilerek ay­rılman eski yurtta ölmenin kerahetinin sırrı da budur.

Allah'u a'lem! [501]

 

ORUÇ

 

Oruç, İnsandaki Hayvani Gücü Kontrol Altına Alır:

 

Hayvani gücün şiddetli olması, melekî gücün etkisini göster­mesini engeller. Bu itibarla, hayvani gücün kontrol altına alınması için gerekli çabanın gösterilmesi gerekir. Hayvanı gücün çokluğun­da, şiddetli oluşunda ve katmerleşmesinde etkin olan sebep, ye­mek İçmek ve şehvanî lezzetlere dalmaktır. Çünkü bu, normal öl-Çüde yemenin yapmadığı etkiyi yapar. Bu durumda, hayvanı gücü kontrol altına alabilmenin yolu, bu sebepleri azaltmaktır. Bunun içindir ki, melekî gücün etkisini göstermek isteyen herkes, çeşitli dinlere mensup olmalarına ve birbirlerinden uzak ülkelerde yaşa­malarına rağmen, bu sebeplerin azaltılması üzerinde görüş birliği etmişlerdir. [502]

 

Oruç, Hayvanı Gücün, Melekî Güce Boyun Eğmesini Sağlar:

 

Sonra maksat, hayvânî gücü ortadan kaldırmak olmayıp, onu melekî gücün egemenliğine sokmak ve böylece onun verdiği ilham doğrultusunda hareket etmesini, onun rengini almasını sağlamak­tır. Melekî gücün ise, onun müptezel karakterinin boyasına girme­sine mani olmak, onun aşağılık davranış kalıplarının, aynen mührün muma şeklini vermesi gibi melekî güç üzerinde etkisini göstermesine imkân vermemektir. Bunu gerçekleştirebilmenin tek yolu da, melekî gücün bunun bilincinde olması ve bunu hayvânî güce telkin etmesi, ona öneride bulunması; onun da melekî güce boyun eğmesi ve ona karşı taşkınlık yapmaması, onun isteklerine karşı durmamasıdır. Bu devamlı olarak tekrar eder; beriki istekte bulunur, öteki boyun eğer ve öyle bir hal alır ki, artık alışkanlık kazanılır ve hayvanı güç hep melekî gücün emri altında olur. Melekî gücün bizzat bilincinde olduğu ve hayvânî güçten yapması­nı istediği şeyler, öbürünün de ister istemez boyun eğmesi, ancak melekî gücün açılıp ferahlık duymasını (inşirah hali), öbürünün de büzülüp kabuğuna çekilmesini (inkibaz hali) sağlayacak bir şeyle [ 126 ] olur. Bu da, melekût âlemine benzemeye, ceberut âlemine ıttıla kesbetmeye çalışmak gibi şeylerdir. Bunlar, melekî gücün yapabi­leceği şeylerdir; hayvânî güç onlardan son derece uzaktır. Bunun bir başka yolu da, hayvânî gücün gereklerini,/haz aldıkları şeyleri ve azgınlığı anında arzu duyduğu şeyleri terketmektir.

İşte bunu sağlayabilecek tek şey, oruçtur.  [503]                     

 

Orucun Belli Zamanlarda Tutulması:

 

Buna, insanların büyük çoğunluğu sürekli olarak devam ede­mez. Çünkü yerine getirilmesi gerekli önemli ihtiyaçları vardır; mallarla, eşlerle ilgilenmek gereklidir. Bu yüzden orucun belli bir zaman aralığıyla ve melekî gücün hayvânî güç üzerine egemenliği­ni sağlayacak, gereklerini dışa vuracak, daha öncesinden ihmal edilmiş şeylere keffâret olacak kadar yeterli bir miktarda olması gerekmiştir. Aynen, uzunca bir iple kazığa bağlı atın, sağa ve sola koşuşturması ve sonra bağlı olduğu yere dönmesi gibi olacaktır. Bu da, gerçek devamlılıktan sonra bir tür devamlılık sayılır. [504]

 

Orucun Miktarının Belirlenmesi Zorunluluğu:

 

Sonra, orucun miktarının da belirlenmesi gerekir. Aksi tak­dirde bazıları tefrit (gevşeklik) gösterir ve maksadı gerçekleştirme-yecek oranda oruç tutar, sonunda bir faydasını görmez. Bazıları da ifrata (aşırılık) kaçar ve işi, bedenini zayıf düşürecek, zindeliğini giderecek, nefsini yorgun argın düşürecek, kendisini mezara soka­cak ölçüye vardırır. Oysa ki oruç, nefsânî zehirleri defetmek için kullanılması gereken bir panzehirdir; aynı zamanda insanî ruhun bineği olan beden için bir tür ceza manası taşır. Bu itibarla tam öl­çülü kullanılması ve zaruret miktarınca takdir edilmesi gerekir. [505]

 

Yeme Ve İçmeyi Azaltmanın İki Yolu Vardır:

 

Yeme ve içmeyi azaltmanın iki yolu vardır:

i. Çok az miktarda yemek ve içmek,

ii. İki yemek arasını, mutat olan vakitten daha uzun tutmak.

Şeriatlarda muteber olan yol ikincisidir. Çünkü o, hafifletir, yorar ve açlık ve susuzluğu bilfiil tattırır, hayvânî gücü şaşkınlık ve dehşet içine sokar ve onun üzerinde gözle görülebilir bir etki ya­par.

Birinci yol, yavaş yavaş zayıflatır ve komaya sokmadıkça in­san etkisini duymaz. Hem birinci yol, ancak zorlama yoluyla genel teşrî altına alınabilir. Çünkü bu konuda insanlar gerçekten çok farklıdırlar; kimi bir rıtıl yerken, kimileri iki rıtıl yer. Birinci için yeterli olan miktar, ikincinin ölümü olabilir.

Yemekler arasını ayıran vakitlere gelince, Arap Acem ve nor­mal iklimlerde yaşayan diğer insanlar, bu konuda müttefiktirler. Genelde bir gün ve gecede sabah ve akşam olmak üzere iki, ya da bir öğün yemek yerler. Bu durumda, akşama kadar bir öğün yeme­dikleri takdirde açlık etkisini kendilerinde gösterir. Böylesi az olan bir miktarın, ifasıyla yükümlü olanların takdirine bırakılması ve meselâ onlara, "Her biriniz, hayvânî gücünü kontrol altına alacak kadar yesin!" denmesi mümkün değildir. Çünkü böyle bir durum, teşrî ilkesine aykırıdır. [506]

 

Oruç Süresinin Uzun Olması, Nefsi Öldürür:

 

Şöyle bir söz vardır: "Kim, sürüyü kurda teslim ederse, zul­metmiş olur." Bu gibi şeyler, ancak haddizatında iyi olan şeyler için geçerlidir.[507]

Sonra, iki öğün arasındaki müddetin, üç gün üç gece gibi nef­si öldürücü ve onun kökünü kazıyıcı derecede uzun olmaması gere­kir. Çünkü bu, oruçtan beklenen şer'î amaca ters düşer ve insanla­rın büyük çoğunluğu buna dayanamaz. Keza, imsakin zaman içeri­sinde tekrarlanması da gerekir ki, yeterli alıştırma yapılmış olsun ve boyun eğme gerçekleşsin. Aksi takdirde tek bir açlığın şiddet­li de olsa hiçbir faydası olmaz. Bu durumda, nefsin Ölüm kertesi­ne gelmeden kontrol altına alınmasının zabturapt altına alınması ve orucun tekrarının belirlenmesi konusunda, zeki aptal, şehirli bedevi herkesçe malum bulunan ve bütün insanlarca, yahut insan­ların büyük çoğunluğunca kullanılmakta olan miktarların ya da benzerlerinin esas alınması gerekecektir. Onların meşhurluğu ve herkesçe kabul edilmiş olması, onlardan yorgunluğu giderecektir. [508]

 

Orucun Tanımlanması:

 

Bu mülahazalar, orucun; "yeme, içme ve cinsî ilişkiden bir ay süresince tam gün boyunca el çekilmesi" şeklinde belirlenmesini gerektirmiştir. Çünkü bir gün boyunca olmaması, Öğle yemeğinin geciktirilmesi anlamına gelir. Geceleyin bir şey yenmemesi de za­ten mutattır ve bir etkisi olmaz. Bir ya da iki hafta boyunca devam etmesi, süre az olacağından gerekli etkiyi yapmaz. İki ay gibi bir süre ise, normalin üstündedir ve gözlerin içine çökmesine, nefsin yorgun argın düşüp usanmasına sebep olur. Nitekim bizim, bu ko­nuda sayılamayacak kadar çok müşahedelerimiz vardır.

Gün, fecrin doğuşundan başlar, güneşin batışına kadar uzar. Çünkü Arap hesap ve değerlendirmesine göre bu böyledir. Daha önce tutmakta oldukları Aşura orucunda da böyle yapmaktaydılar. Ay ise, hilâlin görülmesiyle başlar ve öbür hilâlin görülmesiy­le sona erer. Çünkü Arap ayları böyledir; onlar, hesaplarını şemsî [ 129 ] aylara göre yapmazlar. [509]

 

Oruç İçin Belli Bir Ayın Seçimi:

 

İş, bütün insanların, Arap Acem tüm ulusların ıslâhına yöne­lik genel şer'î bir hüküm konulmasına geldiğinde, bu konuda za­man olarak belirlenecek olan ayın, insanların seçimine bırakılma­ması gerekirdi. Çünkü o zaman herkes, kendisine oruç için kolay gelecek bir ayı seçerdi ve bu mazeret ve yükümlülükten sıyrılma çabası kapısını açar, emr-i bi'1-marûf ve nehy-i ani'l-münker kapı­sını kapatırdı, İslâm'ın en büyük ibadetlerinden biri olan orucun sönük kalmasına yol açardı.

Sonra müslümanlardan oluşan büyük kalabalıkların, aynı anda birbirlerini görecek şekilde belli bir şey üzerinde birleşmele­ri, o şeyi severek yapmalarına yardımcı olur, yükümlülüğü kolay­laştırır ve şevkle yapmalarım sağlar. Yine onların bu birliktelikle­ri, halktan ve havastan olan herkes üzerine melekî bereketlerin inmesini sağlar, kemâl mertebesine ulaşmışlarının nurları, daha aşağı mertebede bulunanlarının üzerine akseder ve duaları, her taraftan onları kuşatır. [510]

 

Ramazan Ayı, Oruç İçin En Uygun Aydır:

 

Oruç için belli bir ayın belirlenmesi gerekince, bu ayın Rama­zan olması taayyün eder. Çünkü Kur'ân bu ayda inmiştir, onun üstünlüğü hakkında ümmet-i Muhammed görüş birliği etmiş ve

ona dört bir elle yapışmışlardır, ileride de bahsedeceğimiz gibi bü­yük bir ihtimalle Kadir gecesi de bu aydadır.

En sonunda da orucun mertebelerinin beyan edilmesi gerek­miştir:

i. Orucun alt sınırı: Bu, zamanı olsun olmasın istisnasız her­kes için tutulması zorunlu olan oruçtur; bu kadarı tutulmadığı za­man aslî meşruiyet hükmü çiğnenmiş olur.

ii. Tamamlayıcı mertebe: Bu sınır, ihsan mertebesine ulaş­mışların yapacağı, sâbikûndan olanların tutunacağı kısmı oluştu­rur.

Alt sınır, Ramazan ayı orucunun tutulması ve sadece beş va­kit namazın kılınmasıyla yetinilmesidir. "Kim yatsı ve sabahı ce­maatle kılarsa, sanki geceyi ihya ederek geçirmiş gibidir.[511]hadi­si bu doğrultuda gelmiştir.

İkinci mertebe ise, alt sınır üzerine hem nitelik hem de nice­lik bakımından fazlalık içerir. Bunları Ramazan gecelerinin de  ihyâsı, dilin ve organların da her türlü kötülüklerden tutulması, Şevval ayından altı, her aydan üç gün daha oruç tutulması, Aşura ve arife günleri oruç tutulması, Ramazan'm son on gününde itikâfa girilmesi gibi şeylerdir.

Giriş mahiyetinde arzettiğimiz bu bilgiler, oruç konusunda genel esaslar mesabesindedir. Bu girişten sonra artık, konuyla il­gili hadislerin açıklanmasına başlayabiliriz. [512]

 

ORUCUN FAZİLETİ

 

Cennet Kapıları, Ramazan'da Açılır:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ramazan girdiğinde cennet kapıları bir rivayette rah­met kapıları açılır, cehennem kapılan kapatılır ve şeytanlar zin­cirlere vurulur.[513]

Bil ki: Bu fazilet, hiç kuşku yoktur ki müslümanlara nisbetle-dir. Zira kâfirler Ramazan'da daha şiddetli bir körlük, daha aşırı bir sapıklık içerisinde olurlar. Çünkü, Allah'ın nişanelerine karşı hürmetsizlikleri ay boyunca devam eder.

Müslümanlar oruç tutup, geceleri ihya edip, içlerinde kemâl sahibi olanlar nur denizlerine daldığında, duaları her bir taraftan kendilerini kuşattığında, nurları kendilerinden daha aşağı derece­de olan diğer mü'minlere yansıdığında, onların üzerine inen bere­ketler, bütün İslâm toplumunu sardığında, her biri kendi kabiliye-tince kurtarıcı amellere koyulup, helak edici günahlardan sakındı­ğında, kendileri için cennet kapılarının açılması, cehennem kapıla­rının da kapanması manası gerçekleşmiş olur. Çünkü cennet ve cehennem, aslında rahmet ve İânet demektir. Sonra yeryüzü halkı­nın, bir sıfat hakında ittifak etmeleri, Allah'ın cömertlik hazine­sinden kendisine uygun düşecek şeyi celbeder; nitekim istiskâ ve hac bahsinde buna değinmiştik.

Bu ayda, şeytanların zincirlere vurulması, meleklerin yeryü­züne yayılması manası da gerçekleşmiş olur. Çünkü şeytan, ancak kendisinden etkilenebilecek kimseler üzerinde etkin olur. Nefsin, şeytandan etkilenebilmesi de, hayvanı yönünün azgınlaşması haünde olur. Oysa ki onun bu gücü oruç sayesinde kırılmıştır. Melek ise, ancak kendisine yaklaşma kabiliyeti bulunan kimselere yakla­şır. Kişinin bu kabiliyeti de, melekî yönünün galebe çalması yoluy­la olur; oruç sayesinde bu da gerçekleşmiştir.

Sonra Ramazan, büyük bir ihtimalle her hikmetli işin karara bağlandığı mübarek bir geceyi (Kadir gecesini) içinde bulundurur. Bu durumda misâl ve melekût âlemine ait nurların panldaması ve yeryüzüne yayılması; bunların zıddı olan zulmetlerin de dağılması hiç kuşkusuz söz konusu olacaktır. [514]

 

Ramazan'da Günahların Affedilmesi:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Ramdkan oru­cunu tutarsa, geçmiş günahları affolunur.[515]

Çünkü bu ay, melekî gücün galip, hayvanı gücün de mağlup olacağı bir zamandır. Bu ay boyunca tutulan oruç, rıza ve rahmet deryasına dalmayı mümkün kılabilecek yeterli bir miktardır. Hiç kuşkusuz bu, nefsi bir renkten başka bir renge sokacak bir durum­dur.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, kadir gecesini inanarak ve sevabını Allah'tan umarak ihya ederse, geçmiş günahları affolunur[516]

Çünkü tâatin, ruhaniyetin yayılması, misal âleminin hüküm­ranlığının ortalığı kaplaması anında meydana gelmesi, başka za­manlarda olmadık biçimde nefsin üzerinde derin etki yapar. [517]

 

Orucun Sevabının Bir Sınırı Yoktur:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ademoğlunun her iyi ameli on katından yedi yüz katına ka­dar sevaplandırılır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Bundan oruç müstesnadır; çünkü o benim içindir, onun mükâfatını da ancak

ben veririm; kulum şehvetini, yemeğini benim için terkediyor. [518]

iyiliğin, kat kat sevaplandırılmasının sırrı şudur: İnsan ölüp de, hayvanı gücün etkisi ortadan kalktığı ve ona uygun düşen lez­zetlere arka çevirdiği zaman, melekî yönü ortaya çıkar ve tabiatıy­la onun nurları parlar. Mücâzâtın sırrı da işte budur. Eğer amel iyi ise, melekî yönün ortaya çıkması ve kendisine uygun düşmesi sebebiyle onun azı, o zaman çok olur.

Orucun istisna adilmesinin sırrı ise şudur: Amellerin defter­lere yazılması, her amelin, misâl alemindeki o adama has yeri iti­bariyle sureti tasavvur olunarak yazılır. Müvekkel melekler, ora­daki suretten, beden perdesinden soyutlanması halinde kişiye ne ceza tertip edileceğini bir şekilde anlarlar. Biz bunu defalarca mü­şahede etmişizdir. Yine müşahede etmişizdir ki, yazıcı melekler, çoğu zaman amelin karşılığının ortaya çıkması konusunda durak-sarlar. Bu ameller, nefsin şehvetlerine karşı mücahede kabilinden olur. Zira amelin karşılığının bilinebilmesi için, onun sadır olmuş olduğu huyun miktarının bilinmesine gerek vardır. Onlar bunu zevk yoluyla tatmamışlardır; kalbe doğma (vicdan) yoluyla da bil­memektedirler. Hadiste geldiği üzere, keffâretler ve dereceler ko­nusunda yazıcı meleklerin kendi aralarında tartışmalarının sırrı budur. Bu durumda Allah onlara ameli olduğu gibi yazmalarını ve karşılığını de kendisine bırakmalarını vahyeder. "...Kulum şehve­tini, yemeğini benim için terkediyor.[519] buyruğu, orucun, insanın hayvanı yönü üzerinde bir tür azap etkisi olan keffâretler kabilin­den olduğuna işarettir. Bu hadisin başka bir bâtınî anlamı daha vardır ki, ona orucun sırlarından bahsederken temas etmiştik; ora­ya bakınız. [520]

 

Oruçlunun İki Sevinci Vardır:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Oruçlunun iki sevinci vardır; biri iftarı anındaki sevinci, di­ğeri de Rabbine kavuştuğu anki sevincidir. [521]

Birincisi, tabiî olup, nefsinin arzuladığı şeyi elde etmiş olma­sındandır.

İkincisi ise ilâhîdir ve bu, cesed perdesinden soyutlanıp, üze­rine yukarıdan yakın indiğinde, tenzih esrarının zuhuru için hazır hale gelmesi yönündendir. Nasıl ki namaz, sübûtî tecellî esrarının zuhuruna sebep oluyorsa, oruç da tenzih esrarının zuhuruna sebep olur. "Güneşin doğmasından önce ve güneşin batmasından Önce bir namaz kılmaya gücünüz yetiyorsa, bunu mutlaka yapın![522] hadisi namazla ilgili olarak bu manadadır. Konuyla ilgili daha başka sırlar vardır ki, onları açıklamaya bu kitabın hacmi müsait değildir. [523]

 

Oruçlunun Ağız Kokusu:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. [524]

Bunun sırrı şudur: Tâatin eseri, tâate olan sevgiden dolayı se­vimlidir ve misâl âleminde tâat yerine ikâme olunur (temessül). Rasûlullah (s.a.), oruç sebebiyle meleklerin ferahlık duymasını ve Allah'ın o kuldan razı olmasını bir kefeye, insanoğullarınm nefisle­rinin, misk kokusunu koklamaları anında duydukları ferahlık ve sevinci de öbür kefeye koymuş, böylece insanlara gaybî sırrı apaçık gözleriyle görüyormuş gibi göstermek istemiştir.[525]

 

Oruç Kalkandır:

 

Rasûlullah şöyle buyurmuştur:

"Oruç bir kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu bir gün olursa, o gün kötü söz söylemesin, kötü iş işlemesin ve şamata çıkarmasın. Şayet kendisine birisi söver yahut kavga ederse, 'Ben oruçlu bir kimseyim,' desin... [526]

Çünkü oruç, şeytanın ve nefsin şerrinden korur, insanı onla­rın etkilerinden uzaklaştırır, aralarına girer. Bunun içindir ki, orucun kalkanlık manasının güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu da oruçlunun, dilini çirkin sözlerden koruması, şehevî fiillerden geri durmasıyla olur. Hadisteki, "kötü söz söylemesin, kötü iş işleme­sin" ifadesi buna işaret eder. Saldırgan fiillerden geri durmakla olur. Hadisteki "şamata çıkarmasın" ifadesi de buna işaret eder. "Şayet kendisine birisi söverse" ifadesi, sözlere; "yahut kavga ederse" ifadesi fiillere işaret eder. "Ben oruçlu bir kimseyim, de­sin" ifadesinin, diliyle yahut kalbiyle olacağı söylenmiştir. Farz ve nafile ayırımı yapılarak diliyle ya da kalbiyle diyeceği de söylen­miştir. Hepsi de caizdir. [527]

 

ORUÇLA İLGİLİ HÜKÜMLER

 

Oruç, Hilâlin Görülmesiyle Başlar:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Hilâli görmedikçe oruç tutmayın; onu görmedikçe bayram da etmeyin. Şayet hava bulutlu olursa, onun miktarını hesap edin bir rivayette sayıyı otuza tamamlayın![528]

Oruç, kameri ayın görülmesi yoluyla belirlenmiştir. Kamerî ay ise, bazen otuz, bazen de yirmi dokuz çeker. Bu durumda hava­nın bulutlu olması sebebiyle ayın girip girmediği konusunda şüphe edilirse, takdir ya da sayının otuza tamamlanması esasına başvu­rulması vacip kılınmıştır.

Şeriatların dayandığı temel esaslardan biri, hükümlerin ümmî kimselere nisbetle açık ve munzabıt olan şeylere bağlanma­sı, astronomi hesaplan gibi inceliklere dahnmamasıdır. Hatta şeri­at, bu tür hesaplara dalınmasını gözardı bile etmiştir. Bu meyanda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Biz, ümmî bir ümmetiz; hesap kitap bilmeyiz. Ay şöyle, şöyle ve şöyledir. [529]

"İki bayram ayı noksan olmaz; Ramazan ve Zilhicce. [530]

Bu hadisin manası şudur:

i. Bu ayların ikisi birden noksan olmaz. [531]

ii. Gün hesabıyla eksik de olsalar, sevap bakımından otuz gün gibi tam sayılırlar.

Bu ikinci izah, teşrî ilkelerine daha uygundur. Hadisle Rasûlullah (s.a.), sanki herhangi bir kimsenin kalbine böyle bir şeyin gelmesine imkân vermemek istemiştir. [532]

 

Oruçta Nicelik Ve Nitelik Bakımından Aşırılık, İstenen Bir Şey Değildir:

 

Bil ki: Oruç konusunda önemli temel maksatlardan biri, aşırı­lık kapısını kapatmak, aşınlıkçılann ihdas ettikleri şeyleri reddet­mektir. Çünkü bu ibadet şekli, yahudi, hıristiyan ve Arap âbidleri[533] arasında yaygın olarak mevcuttu. Onlar oruçtan asıl maksadın, nefsi kontrol altına almak olduğunu görünce, bu husus­ta aşınhğa kaçmışlar, ona nefsin kontrol altına alınması manasını aşan birçok şey eklemişlerdi. Bu ise, Allah'ın dinini tahrif etmek anlamına geliyordu. Bu ilaveler ya nicelik ya da nitelik bakımın­dan oluyordu. [534]

 

Ramazan Orucunun Karşılanması:

 

Nicelik bakımından ilaveye örnek hakkında Rasûlullah {s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir veya iki gün oruçla Ramazan'ın önüne geçmeyin. Ancak bir adam, âdet edindiği bir orucu tutuyorsa, onu tutsun. [535]

Rasûlullah (s.a.), yine bu kabilden olmak üzere bayram gü­nünde, yevm-i sekte[536] oruç tutmayı yasaklamıştır. Çünkü bu gün­lerle, Ramazan arasında fasıla yoktur. Aşınlıkçılar tarafından bu günlerde oruç tutulması bir yol edinildiği zaman, sonradan gelen­ler, onlan bu oruçlar üzerinde bulur ve nesiller boyunca bu böyle devam eder. Sonuçta dinde tahrif olur. Aşırılığa kaçılan yerlerden biri de, ihtiyat mahallerinin lâzım sayılmasıdır. Yevm-i şek de bu kabildendir. [537]

 

Oruç Vakti Uzatılmaz:

 

Rasûlullah (s.a.), nitelik bakımından aşınhğa kaçılmamasım önlemek için visal orucunu yasaklamış, sahur yemeğini teşvik etmiş, sahurun geç, iftann ise hemen yapılmasını emretmiştir. Bunlann hepsi, aşırılıktır ve cahiliye kalıntılanndandır.

"Şaban yarı olduğu zaman oruç tutmayın.[538] hadisiyle, "Ra-sûlullah'ı (s.a.) peşi peşine iki ay oruç tutar görmedim; Şaban ve Ramazan hariç. [539] şeklindeki Ümmü Seleme (r.a.) hadisi arasın­da bir farklılık yoktur. Çünkü Rasûlullah'm (s.a.), insanlara em­retmediği şeyi kendisi için yaptığı olurdu.

Bunların çoğu, sedd-i zerîa ve küllî mazinnelerin[540] dikkate alınması gereği kabilindendir. Rasûlullah (s.a.), bir şeyi yerli ye­rince kullanmama, ya da riayet edilmesini emrettiği haddi aşarak bedeni yıpratacak ve nefsi bıkkınlık altına sokacak bir kerteye ulaşmak gibi bir ihtimalden emindi. Başkaları ise, bundan emin değildir. Dolayısıyla onlar, bu gibi konulann şeriat tarafından be­lirlenmesine ve aşınhğa yol açacak kapılann kapatılmasına muhtaçtırlar. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), başkalanna dört ha­nımdan fazlasıyla evlenmeyi yasaklarken, kendisine dokuz ve da­ha fazlasını helâl görmüştür. Zira, yasağın illeti, zulme imkân verilmemesidir. [541]

 

Ramazan Hilâlinin Sübutu:

 

Sonra hilâl, âdil ya da hali mestur olan bir müslümanın gör­düğüne dair şehadetiyle sabit olur. Rasûlullah (s.a.), her iki suretle de amel etmiştir. Bir bedevi gelmiş ve: "Ben hilâli gördüm." demiştir. Rasûlullah (s.a.), ona, "Allah'tan başka tanrı olmadığına şehâdet eder misin?" demiştir. Adam, evet deyince, Rasûlullah (s.a.), "Muhammed'in, Allah'ın rasûlü olduğuna şehâdet eder mi­sin?" demiş, adam yine evet deyince Rasûlullah (s.a.), Tâ Bilâl! İnsanlara yarın oruç tutmalarını ilân et!" diye emretmiştir. [542]

İbn Ömer (r.a.), kendisinin hilâli gördüğünü ve Rasûlullah'm (s.a.) oruç tuttuğunu haber vermiştir. [543]

Dinî mahiyet arzeden her konuda da hüküm aynıdır; çünkü bu konuda şahitlik, rivayete benzemektedir. [544]

 

Sahur, Berekettir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sahuryiyin; çünkü sahurda bereket vardır.[545]

Sahurda iki bereket vardır:

i. Biri, bedenin sağlıklı olmasını, zayıf düşmemesini sağla­ması bakımındandır. Zira tam gün boyunca oruç tutmak zaten zor­dur. Bir de sahur yemeyerek bu süre katlanamaz.

ii. İkincisi, dinin korunmasına yöneliktir ve aşırılığa kaçılıp da dinin tahrife uğramasına meydan verilmemesini temin etmeyi amaçlar.  [546]                                                          

 

İftarda Acele Etmek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İnsanlar, iftarı acele yapmaya devam ettikleri sürece hayır üzere yaşamaya devam ederler. [547]

"Bizim orucumuzla, ehl-i kitabın orucu arasındaki fark, sa­hur yemeğidir. [548]

Kudsi hadiste de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "En sevgili kullarım, iftarı acele yapanlardır. [549]

Hadisler, konunun, ehl-i kitapça tahrif edildiğine işaret et­mektedir. Dolayısıyla dinin korunması, onlara muhalefette bulun­mak ve yaptıkları tahrifleri dışlamakla olur. [550]

 

Visal Orucu[551] Yasaktır:

 

Rasûlullah (s.a.), visal orucunu yasaklamıştır. Kendisinin de tutmakta olduğu hatırlatılınca şöyle buyurmuştur: "Hanginiz be­nim gibi olabilir? Şüphesiz ben gecelerim de Rabbim beni doyurur ve içirir; (siz ise öyle değilsiniz ki). [552]

Bence visal orucunun yasaklanması iki sebepten dolayıdır:

i. Orucun, daha önce de açıkladığımız gibi nefsin öldürülmesi noktasına varmamasını temin etmek,

ii. Dinin tahrifine fırsat vermemek. Rasûlullah (s.a.), ilâhî te­yide mazhariyeti sebebiyle, nefsinin bu yüzden bitap düşmeyeceği­ni, dolayısıyla visal orucunun kendisi için bir mahzur teşkil etme­yeceğini belirtmiştir. [553]

 

Oruca Niyet:

 

"Fecirden önce oruç tutmaya niyet etmeyen kimsenin orucu yoktur.[554]hadisiyle, sabahleyin yiyecek bir şey olmadığını öğre­nince, "Öyleyse ben oruçluyum[555] buyurması arasında bir çelişki yoktur. Çünkü birincisi farz olan oruçlar, ikincisi ise nafile oruçlar hakkındadır. "Orucu yoktur" denilirken de, kastedilen şey, orucun kemalidir.

"Biriniz, tabağı elindeyken nidayı işittiği zaman, ihtiyacını giderinceye kadar onu bırakmasın!" hadisinde geçen "mda"dan maksat, özel nida yani Bilâl'in nıdasıdır. Bu hadis, "Şüphesiz Bilaf, [556]ezanı geceleyin okur; bu itibarla siz İbn Ümmü Mektûm okuyuncaya kadar yiyin, için!'[557] hadisinin muhtasarıdır. [558]

 

Hurma Ya Da Su İle İftar Etmek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sizden biri iftar edeceği zaman, hurma ile iftar etsin; çünkü o berekettir. Bulamazsa su ile iftar etsin; çünkü o paktır. [559]

Tatlı, özellikle de açlıktan sonra, insan bedeninin arzuladığı bir şeydir ve ciğerlere iyi gelir. Arap tabiatı, hurmaya meyleder. Böyle bir arzunun beden üzerinde etkisi vardır. Hiç şüphe yoktur ki arzu ile alınan gıda, vücuda yararlı şekilde harcanır. Bu ise, bir tür berekettir. [560]

 

Oruçluya İftar Yemeği Vermenin Sevabı:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, bir oruçluya iftar yemeği verirse veya bir gaziyi dona­tırsa, ona oruçlunun veya gazinin sevabı gibi sevap vardır. [561]

Bir oruçluya, oruçlu olduğu ve bu yüzden kendisine saygı gös­terilmesi gerektiği inancıyla iftar yemeği veren kimse, bu haliyle bir sadaka işlemiş, oruca saygı göstermiş, tâat ehline iyilikte bu­lunmuş olur. Onun bu iyiliği amel defterine yazılırken, çeşitli yön­lerden oruç manasını içeren bir suret halinde temessül eder; dola­yısıyla da oruç sevabıyla mükafatlandırılır. [562]

 

İftar Anında Okunacak Dualar:        

 

İftar dualarından olmak üzere şunlar gelmiştir: 

1. "Zehebe'z-zama'u ve'btelleti'l-urûk ve sebete'l-etr inşâellak."

Manası: Allah'ın izniyle susuzluk gitsin, damarlar kansın, sevap hasıl olsun!

Bunda, insanın tabiatıyla ya da hem tabiatı hem de aklıyla hoş bulduğu hallere şükretme ifadesi vardır.

2. "Allahümme leke sumtu ve ala rızkıke eftartu."

Manası: Allahım, senin için oruç tuttum, senin rızkınla iftar ettim. Bunda, amelde İhlasın teyid edilmesi ve nimete karşı şükür ifadesi vardır. [563]

 

Sadece Cuma Günü Oruç Tutulmaz:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Hiçbiriniz cuma günü oruç tutmasın. Ancak ondan önce ya­hut sonra oruç tutarsa o başka.[564]

"Geceler arasından cuma gecesini nafile ibadet için tahsis et­meyin...! [565]

Bunda iki sır vardır:

i. Aşırılık kapısının kapatılması istenmiştir. Çünkü Sâri' Teâlâ, bu günü özel cuma namazıyla ayrıcalıklı kılıp, onun üstün­lüğünü beyan edince, aşırılık yanlılarının bu gün hakkında ifrata düşmeleri ve namaza o günün orucunu da eklemeleri beklenir ol­muştur.

ii. Cuma gününde bayram manasının gerçekleşmesi isten­miştir. Çünkü bayram, neşeli olma ve lezzetlerden yararlanma manasına gelir. Cumanın bayram kılınması, bu namazın, insanla­rın zorlamaksızan kendi içlerinden gelerek katılmak isteyecekleri bir toplantı havasını almasını sağlar. [566]

 

Bayram Günlerinde Oruç Tutmanın Haramlığı:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İki günde oruç yoktur; fıtır ve kurban bayramı.[567]

"Teşrik günleri, yiyip içme ve Allah'ı zikretme günleridir. [568]

Bu hadisler, bayram manasının gerçekleştirilmesini, dindeaşırılığa ve ham sofuluğa düşmemek için dizginlerin tutulmasını istemektedir. [569]

 

Kadın, Kocasının İzni Olmadan Nafile Oruç Tutmaz:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kadının, kocası yanındayken, ondan izinsiz olarak oruç tut­ması helâl olmaz. [570]

Çünkü kocası yanındayken kadının oruç tutması, kocanın ba­zı haklarının kaybına sebep olur; oruç kadının cazibesini ve şuh halini gidereceğinden, kocanın sıkıntı duymasına sebep olur. [571]

 

Nafile Oruç Tutanın, Orucunu Bozabilmesi:

 

Rasûlullah'ın (s.a.), "Nafile oruç tutan kimse, kendi nefsinin emiridir; ister tutar, ister bozar. [572] hadisiyle, (güne nafile oruçla  başlayan, ancak kendilerine bir yiyecek hediye edilmesi üzerine oruçlarını bozan) Hz. Aişe ve Hz. Hafsa'ya, "Yerine başka bir gün kaza edin!" buyurması[573] arasında bir çelişki yoktur. Çünkü birin­ci hadisi "...ister tutar, ister kaza etmeyi göze alarak bozar." şeklinçle takdir etmek, ikinci hadisteki kaza emrini de müstehaplığa yormak mümkündür. Çünkü insanın yapmaya karar verdiği bir şeyi yerine getirmesi, iç huzurunu sağlar. Yahut bu emrin, Rasû­lullah'ın (s.a.) onların içlerindeki sıkıntıyı görmesi sebebiyle sade­ce onlara has olduğunu söylemek de mümkündür. Bu hadis Hz. Aişe'nin, hac esnasında hayız olması sebebiyle, Rasûlullah'ın (s.a.) diğer eşleri gibi hac ve umre ile değil de sadece hac ile döndüğüne ağlaması üzerine, Rasûlullah'ın (s.a.) onu kardeşi Abdurrahman ile Tenim'e gönderip umresini kaza ettirmesine benzemektedir. [574]

 

Oruçlunun Unutarak Yemesi:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Her kim oruçlu iken unutur da, yiyip içerse, orucunu ta­mamlasın. Zira onu ancak Allah yedirmiş ve içirmiştir[575]

Kişinin oruçlu iken unutup yemesi içmesi halinde mazur gö­rülmesinin sebebi, oruçlu olduğunu hatırlatıcı bir durumun olma-masındandır. Namaz ve ihram ise böyle değildir. Çünkü onlarda kıbleye karşı dönük olmak, dikişli elbiselerden soyutlanmış olmak gibi namazda ya da ihram halinde olduğunu hatrrlatıcı durumlar vardır. Dolayısıyla, oruç halinde iken unutan kimsenin mazur gö­rülmesi yerindedir. [576]

 

Ramazan Orucunu Kasten Bozmak;

 

Ramazan ayında gündüzleyin karısıyla cinsel ilişkide bulu­nan kimseye Rasûlullah'ın (s.a.), bir köle âzâd etmesini[577] emret­mesi hakkında şunları söyleyebiliriz:

Bu kişi, Allah'ın nişanelerine saygı perdesini yırtmış ve böyle­si kötü bir işe cüret etmiştir. Onun bu cüretkârlığının sebebi de if­rat derecedeki bedenî arzusudur. Bu, keffâret olmak üzere son de­rece ağır bir tâatin vacip kılınması suretiyle, bu yaptığına karşılık verilmesini gerektirmiştir. Böylece bu ceza, hep gözünün önüne ge­lecek ve nefsinin azgınlığına kendisini kaptırmaması sağlanacak­tır. [578]

 

Oruçlunun Misvak Kullanması:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) oruçlu iken misvak kullandığını belirten hadislerle, "Yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katın­da misk kokusundan daha güzeldir, [579] hadisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu gibi sözler, sadece mübalağa ifade etmek için kullanılır. Sanki şöyle demiş gibidir: "Oruç öyle sevimlidir ki, oruçlunun ağız kokusu olsa bile, oruç yüzünden o bile sevilir." [580]

 

Yolcunun Oruç Tutması Ya Da Tutmaması:

 

Yine Rasûlullah'ın (s.a.), 'Yolculukta oruç tutmak, tâatten değildir; iftar edenler sevabı götürdüler.[581] hadisiyle, "Kimin bineği ve varmak istediği yere meşakkatsiz ulaşma imkânı varsa, nerede yetişirse orada Ramazan'ı tutsun. [582] hadisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü birinci hadis, yolculuğun zor olması, zayıflığa ve bayılmaya sebep olması haline yöneliktir. Nitekim râvînin, "Kişi, eliyle kendisini gölgeliyordu" ifadesi bu gerekçeyi ifade eder. Ya­hut müslümanların güçlü, bunun için de mutlaka oruçsuz bulun­malarına ihtiyaç olduğu hale yöneliktir. Râvînin, "Oruç tutanlar düştüler, tutmayanlar ayakta kaldılar" ifadesi de buna işaret et­mektedir. [583] Yahut, sefer halinde iken oruç tutmama ruhsatını çe­şitli gerekçelerle iyi görmeyen kimseye yöneliktir.

İkincisi ise, yolculuğun kale alınacak bir meşakkatten ve zik­rettiğimiz sebeplerden uzak olması haline yöneliktir.[584]

 

Oruç Borcu Olarak Ölen Kimsenin Durumu:

 

"Her kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, onun na­mına velisi oruç tutar. [585] hadisiyle, "Onun yerine, her gün karşı­lığında bir yoksulu doyursun! [586] hadisi arasında bir farklılık yok­tur. Çünkü her ikisinin de yeterli olması caizdir. Bunda iki sır var­dır:

i. Birincisi ölünün kendisine yöneliktir. Çünkü, bedenlerin­den ayrılan nefislerin birçoğu, üzerine vacip olan ve bu yüzden sor­gulanacağı yükümlülüklerden birinin yerine getirilmemiş olduğu­nu idrak eder ve bu sebepten elem ve ızdirap duyar. Bu duygu, üzerine bir hasret ve nedamet kapısı aralar. İşte bu gibilere duyu­lan şefkat, onun bu ifa edilmemiş yükümlülüğünün en yakını tara­fından yerine getirilmesinin caiz olmasını gerektirmiştir. Velinin, o ameli ya da benzeri başka bir ameli onun niyetine yapması ha­linde, gösterdiği bu himmet kurbanlarda olduğu gibi ölü kişi hakkında fayda verir. Keza bir sadaka vermek niyetiyle ölüp de, bu arzusu velisi tarafından gerçekleştirilen kimsenin durumu da aynıdır. Ölü üzerine namaz kılınması bahsinde, ölüler için dirilere sadaka verilmesi sonucunda, ölünün bunu hissedeceğini söylemiş­tik. Aynı izah burası için de geçerlidir.

ii. ikincisi ise dinin korunmasına yöneliktir. Bu emir, orucun ne denli güçlü bir fariza olduğunu göstermekte, onun ölüm dahil hiçbir hal üzere düşmeyeceğini vurgulamaktadır. [587]

 

ORUÇLA İLGİLİ ÇEŞİTLİ KONULAR

 

Orucun Kemal Hali:

 

Bil ki: Orucun kemali, ancak iki şeyin varlığına bağlıdır:

i. Onun her türlü şehevî, hayvani ve şeytanî fiil ve sözlerden uzak tutulması. Çünkü bu gibi kötü fiil ve sözler, nefse müptezel huyları hatırlatır ve kötü davranışlara girmesi için onu kışkırtır.

ii. Orucu bozabilecek ya da ona davetiye çıkaracak her türlü şeylerden uzak durulması.

Birincisi hakkında Rasûlullah {s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Oruç bir kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu bir gün olursa, o gün kötü söz söylemesin, kötü iş işlemesin ve şamata çıkarmasın. Şayet kendisine birisi söver yahut kavga ederse, 'Ben oruçlu bir kimseyim,' desin.[588]

"Kim, yalan sözü ve onunla amel etmeyi terketmezse, Allah Teâlâ'nın, onun yemesini ve içmesini terketmesine ihtiyacı yoktur. [589]

Hadisteki, olumsuzluk ifadesi, orucun kemâl haline yönelik­tir.

İkincisi hakkında da, "Hacamat eden de, hacamat olan da orucunu bozmuştur.'[590] hadisini örnek verebiliriz. Hacamat olan kimse, zayıf düşeceğinden, orucunun bozulmasına maruz kalabilir. Hacamat eden ise, kan alma aygıtını emerken karnına kan kaçma­sından emin olamaz.

Öpmek ve kucaklamak[591] da bu kısma örnektir.

İnsanlar ifrata düşmüşler, aşırılığa kaçmışlar ve nerdeyse bu­nu orucun rüknü mertebesine çıkarır olmuşlardı. Rasûlullah (s.a.), hem sözle hem de fiille, bunun orucu bozucu ve noksanlaştıncı bir fiil olmadığını açıkladı ve "ruhsat" ifadesiyle bunun başkaları hak­kında terk-i evlâ kabilinden olduğunu ihsas etti. Kendisi ise, şeria­tın beyanı ile görevliydi, evlâ olan kendisi hakkında bizzat o idi İhsan mertebesinden, sıradan müslümanların derecesine tenezzü­lü söz konusu olan diğer konularda da durum aynıdır.

Allah'u a'lem! [592]

 

Oruçla İlgili Peygamberlerin Sünneti:

 

Oruç hakkında peygamberlerin takip ettikleri yollar farklı ol­muştur. Nuh (s.a.), her gün (savm-ı dehr) oruç tutardı. Davud (s.a.), bir gün oruç tutar bir gün yerdi. İsa (s.a.), bir gün oruç tutar, iki ya da üç gün yerdi.

Rasûlullah (s.a.) ise, kendisi hakkında, hiç yemiyor denilecek kadar oruç tutar, hiç oruç tutmuyor denilecek kadar da yerdi. Ra­mazan hariç hiçbir ayı tam olarak oruçlu geçirmezdi. Çünkü oruç, bir ilaçtır; ancak hastalığın tedavisi için gerekli olan miktar kadarı kullanılır.

Nuh (s.a.) kavmi, azgın bir yapıya sahipti. Başlarına gelenler de bu yüzden gelmişti. Davud (s.a.), çok güçlü ve vakurdu. "Düş­manla karşılaştığı zaman, kaçmazdı. [593] hadisi, bu manada söy­lenmiştir. İsa (s.a.), bedence zayıftı, ailesi va malı yoktu.

Peygamberlerden her biri, kendi durumuna en uygun olan yo­lu seçmişti. Bizim peygamberimiz, orucun ve yemenin faydalarını bilir, mizacına uygun düşen şeyi kollardı. Bunun sonucu olarak da, durum neyi gerektirmişse o şekilde tutmuştur.

Ümmeti için ise, bazı oruçları sünnet/müstehap kılmıştır. Bunları aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür: [594]

 

1. Aşura Günü Orucu:

 

Bunun meşru kılınışının sırrı şudur: Allah Teâlâ, Musa'yı (s.a.) Firavun'dan ve kavminden bu günde kurtarmıştı. Musa  (s.a.), bu günde oruç tutmak suretiyle Allah'a şükretmişti. Böylece ehl-i kitap ve Araplar arasında bu gün oruç tutmak âdet olmuştu. Rasûlullah (s.a.), bunu olduğu gibi bıraktı. [595]

 

2. Arife Günü Orucu:

 

Bunun sim, hacılara benzemek, onlara karşı şevk ve muhab­betin olduğunu izhar etmek, onlar için inen rahmete mazhar olma­ya çalışmaktır. Aşura günü orucundan daha faziletli olması ise, arife günü orucunun o günde inmekte olan rahmet deryasına dal­mak, ikincisinin ise geçmiş ve sona ermiş olan bir rahmeti yadet-mek anlamına gelmesindendir. Rasûlullah (s.a.), rahmet deryasına dalmanın semeresine yönelmiştir. Bunlar, geçmiş günahların keffâret olunması, gelecek günahlardan ise, kalbin yönelmemesi sebebiyle uzak durulmasıdır. Rasûlullah (s.a.), bu özelliği arife gü­nü orucunda görmüştür. Kendisi hac yaparken bu orucu tutma­mıştır. Çünkü kurban ve bayram namazından söz ederken de be­lirttiğimiz gibi, bunların meşru kılınmasında esas, hacılara benze­meye çalışmaktır. Benzemeye çalışanlar ise, hacıların kendileri de­ğil, başkaları olacakıtır. [596]

 

3. Şevval Orucu:

 

Şevvâl'den altı gün oruç tutmak da bu kabildendir. Bu konu­da Rasûlullah (s.a.), şöyle buyurmuştur:

"Her kim Ramazan orucunu tutar da, sonra Şevvâl'den altı günü eklerse, bu, bütün sene oruçlu gibi olur.[597]

Şaban orucu, farz namazlara nisbetle revatip sünnetler gibi­dir; Ramazan'dan gereği gibi faydalanamayanlar için tamamlayıcı bir rol icra eder. Fazileti beyan edilirken, bütün sene oruçlu gibi olunacağının ifade edilmesi, "iyiliklerin, on katıyla sevaplandırılacağı" ilkesi sebebiyledir. Hesap 30+6x10= 360 şeklindedir. [598]

 

4. Her Aydan Üç Gün Oruç:

 

Yine "iyiliklerin, on katıyla sevaplandınlacağı" ilkesi gereği, her ayı oruçluymuş gibi geçirmek için, her aydan üç gün oruç tu­tulması istenmiştir. Hem, üç sayısı, çokluğun en alt sınırıdır.

Bu üç günün tayini konusunda rivayetler farklılık arzetmek-tedir. Bu meyanda, "Yâ Ebû Zer! Her aydan üç gün oruç tuttuğun­da, on üçüncü, on dördüncü ve on beşinci günlerinde tut![599] hadi­si gelmiştir.

Yine ayın cumartesi, pazar ve pazartesi günleri tuttuğu, diğer ayda sah, çarşamba ve perşembe günleri tuttuğu; her ayın başında üç gün tuttuğu; Ümmü Seleme'ye (r.a.) ilki pazartesi ve perşertibe olan üç gün tutmasını emrettiği rivayet edilmiştir.

Hepsinin de dinde yeri vardır. [600]

 

Kadir Gecesi:

 

Bil ki: Kadir gecesi, iki gecedir:

i. "O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır. [601]âyetinde sözü edilen gecedir.

Kur'ân, bu gecede topluca (dünya semasına) indirilmiş; sonra parça parça (yirmi üç senelik bir süre içerisinde yeryüzüne) inmiş­tir. Bu, senede bir gecedir ve Ramazan içerisinde olma zorunlulu­ğu yoktur. Evet, bu gece büyük bir ihtimalle Ramazan ayındadır; ama bu kesin değildir. Kur'ân'ın indiği anda da, Ramazan'a tesa­düf ettiği bilinmektedir.

ii. İkincisi, ruhaniyetin yayıldığı, meleklerin yeryüzüne indi­ği gecedir. Bu gecede müslümanlar kendilerini ibadete verirler, nurları kendi aralarında birbirine yansır, melekler onlara yakla­şır, şeytanlar onlardan uzaklaşır, duaları ve tâatleri kabul edilir. Bu, Ramazan ayı içinde ve son on günün tekleri arasında bir gece­dir; bazen öne bazen de arkaya kayar, ama hiçbir zaman son on günün içinden çıkmaz.

Bu iki geceden birincisini kasteden kimse, bütün sene içinde bir; ikincisini kasteden de, sadece Ramazan ayının son on günü içinde olduğunu söyler.

Rasûlullah (s.a.), (kadir gecesinin Ramazan'ın son yedi gü­nünde olduğunu rüyalarında gördüklerini söyleyen bir gruba) şöy­le buyurmuştur:

"Görüyorum ki, rüyalarınız Ramazan'ın son yedi gecesi hakkında bir birini tutmaktadır. Artık kim kadir gecesini arayacaksa, onu Ramazan'ın son yedisinde arasın.[602]

"Ben bu geceyi hakikaten rüyamda gördüm, ama o bana unutturuldu. Ben kendimi su ve çamur içinde secde ederken gördum. [603]

Bu, yirmi birinci günün sabahında olmuştur. [604]

Bu konudaki sahabenin kendi aralarındaki ihtilâfı, onu bulmalarındaki ihtilâflarına bağlıdır.

Bu geceye yetişen kişinin yapacağı dualardan biri şudur:

"Allahümme inneke afuvvun, tuhibbu'l-avf fa'fu annî."

Manası: Allahım, sen affedicisin, affı seversin, beni affet!   [605]                

 

Mescidde İtikâfa Çekilmek:

 

Mescidde itikâfa çekilmek, zihnin toplanması, kalbin meşga­lelerden uzak kalması, kişinin kendisini tâate vermesi, meleklere benzemesi, kadir gecesini bulma imkânına ulaşması gibi meziyet­lere sebep olur. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), Ramazan'ın son on gününde itikâfa çekilirdi. Ümmetinden ihsan derecesine ulaşmış kimseler hakkında da bunu sünnet kılmıştır. Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir:

"İtikâfa giren kimse için sünnet olan şeyler şunlardır: Hiçbir hasta ziyaretine gitmeyecek, hiçbir cenazeye katılmayacak, kadına el sürmeyecek, onu kucaklamayacak, zarurî bir ihtiyacı olmadan mescidden çıkmayacak."

Oruçsuz itikâf olmaz, itikâfa mutlaka büyük mescidlerde gi­rilmesi gerekir.

Bence bu şartlar, itikâfın manasının gerçekleşebilmesi, yapı­lan tâatin bir önemi olması, nefse meşakkat vermesi, günlük âdetlerin terkedilmesi içindir.

Allah'u alem! [606]

 

HAC

 

Hacda Gözetilen Maslahatlar:

 

Hacda gözetilen maslahatlar çeşitlidir. Bunları aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:

1. Allah'ın evine saygı oluşu: Kâ'be, Allah'ın nişanelerinden biridir; dolayısıyla ona saygı göstermek, Allah'a saygı göstermek demektir.

2.Yıllık kongre oluşu: Her devletin ya da ulusun, uzak yakın herkesin katıldığı toplantıları olur. Böylece birbirlerini tanımaları, kendi durumlarını öğrenmeleri, simgelerini saygıyla yüceltmeleri amaçlanır. Hac da, müslümanların yıllık kongresidir, güçlerinin gösterildiği, askerlerinin toplandığı, dinlerinin yüceltildiği bir göv­de gösterisidir. Nitekim, "Biz, Beyt'i (Ka'be'yi) insanlara toplantı ve güven yeri kıldık.[607] âyeti bu manayı ifade etmektedir.

3. İnsanların, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'den tevarüs ettikleri şeylere uygun olması: Bu iki peygamber, hanif İslâm dininin imamlarıdırlar ve onu Arap milleti için şeriatl aştırmışlar dır. Ra-sûlullah (s.a.) ise, hanif İslâm dininin ortaya çıkarılması ve şanı­nın yüceltilmesi için gönderilmiştir. "Atalarınızın İbrahim'in di­ninde olduğu gibi[608] âyeti bu manayı ifade eder.

Bu durumda, İslâm şeriatının kurucuları olan bu iki peygam­berden tevarüs edilegelen fıtrat özelliklerinin, hac vecibeleri gibi şeylerin korunması gerekli olacaktır. Rasûlullah'ın (s.a.), "Hac menâsikini ifa ettiğiniz yerlerde (meşâir) durunuz; çünkü siz, atanız İbrahim'in mirası üzeresiniz.[609] hadisi bu manayı ifade etmek­tedir.

4. Avam havas bütün müslümanların haline uygun düşecek olması: Minâ'ya inmek, Müzdelife'de gecelemek gibi. Eğer böyle ol­masaydı, o zaman hac insanlara ağır gelirdi. Ne yapacakları belir-lenmeseydi, o zaman da çokluklarına ve her tarafı tutmuş olmala­rına rağmen, birlik halinde olmaz, darmadağınık olurlardı.

5. Tevhid ve şükür ifade eden fiillerden oluşması: Hac öyle fi­illerle ifa edilmeli ki, sahibinin muvahhid ve Hakk'a bağlı olduğu­na, hanif İslâm dini üzere bulunduğuna delâlet etsin, bu dinin ilk müntesipleri üzerine olan nimetlere karşı Allah'a gösterilen bir şükran nişanesi olsun. Safa ve Merve arasında sa'y edilmesi'böyle­dir.

6. Hurafelerden arındırılması: Cahiliye dönemi insanları hac­cediyorlardı ve hac, onların dinlerinin temelini teşkil ediyordu. An­cak ona, Hz. İbrahim'den gelmeyen bazı işleri katmışlardı. Bunlar kendilerinin sokmuş oldukları şeylerdi ve Allah'a şirk koşma anla­mı taşıyordu. İsaf ve Nâile'ye[610] saygı göstermeleri, azgın Menât[611]  için tehlîlde[612] bulunmaları, telbiye esnasında, "Lâ şerîke leke illâ şerîken hüve Ze[613] demeleri gibi. Bu tür fiillerin şiddetle yasaklan­ması gerekiyordu.

Araplar, hac vecibeleri arasına, kendilerini beğenmişlikleri sebebiyle bazı işler de sokmuşlardı. Kureyş'in, "Biz, Allah'ın evinin sakinleriyiz. Harem'den dışarı çıkmayız." demeleri[614] ve bunun üzerine de, "Sonra insanların sel gibi akın ettiği yerden siz de akın edin!'[615] âyetinin nazil olması böyledir. Mina günleri atalarını anarlardı. Bunun üzerine, "Babalarınızı andığınız gibi, yahut on­dan daha yüksek şekilde Allah'ı anın. [616] âyeti indi.

Ensâr, bu esası hissettiklerinden, (daha Önce iki putun dikili olduğu) Safa ve Merve arasında sa'y etmek konusunda, "Şüphesiz Safa ve Merve Allah'ın nişanelerindendir[617] âyeti ininceye ka­dar içlerinde sıkıntı duymuşlardı.

7. Cahiliye dönemi insanları, sakat kıyaslar uydurmuşlardı. Bunlar, dinde aşırılık kabilindendi ve insanlar için zorluklar içeri­yordu. Böylesi uygulamaların ortadan kaldırılması ve terkedilmesi gerekiyordu. "İhram halindeki bir kimsenin, evlere kapılarından girmemesi gerekir." demeleri ve evlere kapılarından girmenin ih­ram ile bağdaşmayacak bir rahatlık olduğu inancıyla, kapıdan gir­mek yerine tırmanarak (arkasından açtıkları bir delikten) girmele­ri bu kabildendir. Bunun hakkında şu âyet inmiştir: "İyi davranış, asla evlere arkalarından gelip girmeniz değildir. Lâkin iyi davra­nış, korunan ve ölçülü giden kimsenin davranışıdır. [618]

Hac mevsiminde ticaret yapmayı da iyi görmezler ve bunun, ihlâsı zedeleyeceğini söylerlerdi. Bunun üzerine de şu âyet indi: "Rabbinizin fazl ü kereminden istemenizde, size bir günah yok­tur[619]

Keza azıksız hacca gitmeyi müstehap sayarlar ve, "Biz, ehl-i tevekkül insanlarız" derler, sonra da insanlara yük olurlar ve teca­vüzde bulunurlardı. Bunun hakkında da, "Azık edinin. Bilin ki, azığın en hayırlısı takvadır. [620]âyeti inmiştir.

Cahiliye dönemi hurafelerinden biri de, "Hac günlerinde um­re yapmak, en çirkin günahlardandır. "Ne zaman Safer çıkar, hac yolculuğu sebebiyle develerin sırtında açılmış olan yaralar iyileşir, hac kervan izleri yağan yağmurlarla kapanır, işte o zaman umre yapmak helâl olur." demeleriydi. Böyle bir inanç, afakîler yani Mekke ve havalisinden uzakta yaşayan insanlar için büyük zor­luklar içeriyordu. Çünkü umre yapmak için ikinci bir yolculuğa çıkmak zorunda idiler. Rasûlullah (s.a.), Veda haccmda umre ya­parak ihramdan çıkmalarını ve onun arkasından da hac yapmala­rını emretti ve kalplerinde yer etmiş olan eski inançların tamamen silinip atılabilmesi için bu konu üzerinde çok durdu, emrini teyit etti. [621]

 

Hac, Ömürde Bir Defa Farzdır:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar! Allah, size haca farz kılmıştır. Dolayısıyla hacc edin!" Bir adam: "Her sene mi, yâ Rasûlallah!" diye sordu. Rasû­lullah (s.a.), sustu. Adam sözünü üç defa tekrarladı. Bunun üzeri­ne şöyle buyurdu: "Evet desem, her sene vacip olur, siz de buna güç yetiremezsiniz. Ben sizi bıraktığım sürece, siz de beni bıra­kın.[622]

Bunun sırrı şudur: Allah'ın vahyinin muayyen bir şekilde be­lirlenerek inmesini hazırlayan şey, insanların o şeye karşı olan beklentileri, himmet ve bilgilerinin o şeyi kabulle karşılayacak halde oiması, bunun için yeterli olacak miktarın kendi aralarında yaygın ve mütedavil bir halde bulunması, sonra peygamberin (s.a.) o şeye azmetmesi ve onu Allah'tan istemesidir. Bunların bir araya gelmesi halinde, vahiy mutlaka o doğrultuda iner. Allah Teâiâ'mn indirdiği her kitabı, sadece gönderdiği kavmin dili ile ve anlaya­cakları bir şekilde göndermiş olması, onlar üzerine indirdiği her hükmün ya da delilin behemehal onların anlayışlarına yakın ol­ması üzerinde düşünmelisin. Hem nasıl öyle olmasın ki?! Zira vahyin başlangıcı lütuftur. Lütuf ise, icabet için en elverişli şeyin seçimi demektir. [623]

 

Hacc-I Mebrûrun Üstünlüğü:

 

Rasûhıllah'a (s.a.) soruldu: "En üstün amel hangisidir? Al­lah'a ve Rasûlüne imandır," buyurdu. "Sonra hangisidir?" diye so­ruldu, "Allah yolunda cihâddır," buyurdu. "Sonra hangisidir?" di­ye soruldu, "Kabul olunmuş hacdır." diye cevap verdi[624]

Bu hadisle, zikir hakkında gelen, "Size amellerinizin en üstü­nünü haber vereyim mi?" hadisi arasında bir farklılık yoktur. Çünkü amellerin üstünlüğü, farklı açılardan ele alındığında farklı­lık arzeder. Burada maksat, Allah'ın dinini yüceltmenin, O'nun ni­şanelerine saygı göstermenin faziletini beyan etmektir. Bu açıdan bakıldığında, Allah'a imandan sonra cihâd ve hac gibi bir başka amel daha olamaz.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim hacceder, kem söz söylemez, kötü iş işlemezse, anasının doğurduğu günkü gibi döner[625]

"Umre,   ikinci   bir   umreye   kadar  yapılan   günahların keffâretidir. Hacc-ı mebrûrun ise, cennetten başka karşılığı yoktur. [626]

"Hac ile umre arasını peş peşe kılın; çünkü onların peş peşe kılınması, körüğün demiri, cüruftan ayıkladığı gibi, fakirliği ve günahları uzaklaştırır. [627]

Allah'ın nişanelerine saygı göstermek, Allah'ın rahmet derya­sına dalmak, günahlara keffâret olur ve insanı cennete sokar. Hacc-ı mebrûr, hac ile umre arasını peş peşe kılmak, çokça umre yapmak, Allah'ın rahmetine mazhar olabilmek için yeterli bir şey­dir. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), onları yapan kimse için rahmete mazhariyetten söz etmiştir. Ancak kem söz söylememeyi, kötü iş­ler işlememeyi şart koşmuştur ki, ilâhî rahmet deryasına dalabil-me gerçekleşsin. Zira kötü söz ve fiillerden geri durmayan kimse­lere rahmet kapıları açılmaz, bunun için de beklenilen sonuca ula­şamazlar. [628]

 

Ramazan'da Umre Yapmak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz, Ramazan'da yapılan bir umre, bir hacca bedel­dir. [629]                                                       

Bence bunun sırrı şudur: Haccm, umreden üstün olması, Al­lah'ın nişanelerine saygı gösterme, insanların Allah'ın rahmetinin inmesi için bir araya toplanmaları gibi umrede bulunmayan özel­liklere sahip olmasındandır. Ramazan'da yapılan umre de bu etki­yi yapar. Çünkü Ramazan, ihsan mertebesindeki müslümanların nurlarının birbirlerine yansıdığı ve ruhaniyetin inip yeryüzüne ya­yıldığı bir vakittir. [630]

 

Gücü Olduğu Halde Hacca Gitmemenin Günahı:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, azığa ve kendisini Allah'ın evine ulaştıracak bir bineğe sahip olduğu halde haccetmezse, ha yahudi ha hıristiyan olarak ölmüş, farketmez.[631]

İslâm'ın temel esaslarından birini terketmek, dinden çıkmak gibi bir şeydir. Haccı terkeden kimsenin, yahudi ve hıristiyana; namazı terkeden kimsenin de müşrike benzetilmesi, yahudi ve hı-ristiyanların namaz kılıp haccetmemeleri, Arap müşriklerinin de haccedip namaz kılmamaları sebebiyledir. [632]

 

Nefsin, Hac Yolunda Ezilmesi, Allah'ın Dininin Yüceltilmesi Demektir:

 

"Hacı kimdir?" diye soruldu. Rasûlullah (s.a.), "Saçı başı toz toprak içinde olan, koku sürünmeyen kimsedir?" buyurdu. "Hangi hac daha üstündür?" diye soruldu. 'Yüksek sesle telbiye okunan ve kurban kesilen hacdır." buyurdu. "(Ayette kastedilen) yol nedir?" diye soruldu. "Azık ve binektir." buyurdu. [633]

Hacı dediğin, nefsini Allah yolunda ezmesini bilmelidir. Hac­dan gözetilen şer'î maslahat, Allah'ın dininin yüceltilmesi, Hz. İb­rahim'in sünnetine uygun düşülmesi, Allah'ın nimetlerinin yade-dilmesidir.

Yol (yani hacca gitme imkânı), azık ve binek olarak belirlen­miştir. Zira, hac gibi zor ibadetlerde dikkate alınması gerekli olan kolaylık ilkesi ancak bu ikisiyle gerçekleşebilir.

Daha önce cenaze namazında ve ölü adına oruç tutmadan söz etmiştik. Oradaki izahat, Ölen kişinin yerine hac yapılması halin­de, onun bundan istifade edeceği konusunda da aynen geçerlidir. [634]

 

Allah'ın Evini Ziyaretin Çeşitleri:

 

Bil ki: Allah'ın evine yönelik yerine getirilmesi gerekli vecibe­ler ( menâsik), sahabe, tabiîn ve diğer müslümanlardan ulaşageldiğine göre dört türlüdür:

i. Sadece hac,                 

ii. Sadece umre,

iii. Temettü haccı, iv. Kıran haccı. [635]

 

Mekke Ehlinin Haccı:

 

Mekke'de İkamet edenler, ihrama bulundukları yerlerden gi­rerler. İhram halinde iken, cinsel ilişki ve öpmek sevmek gibi ona davetiye çıkaracak şeylerden, dikişli elbise giymekten, başını ört­mekten, koku sürünmekten, av avlamaktan uzak durur, bir görüşe göre nikâhtan sakınır.

Sonra Arafat'a çıkar ve arife günü öğle sonrasını orada geçi­rir. Güneşin batışıyla birlikte Arafat'tan ayrılır, o geceyi Müzdeli-fe'de geçirir, güneş doğmadan önce oradan ayrılır ve Mina'ya gelir. Büyük Akabe'de şeytan taşlar, varsa kurbanını keser ve tıraş olur ya da saçlarını kısaltır. Sonra Kâ'be'ye döner ve Minâ günlerinde (farz olan) ifâda tavafını yapar, Safa ile Merve arasında sa'y eder. [636]

 

Afakîlerin Haccı:

 

Mekke sınırları dışından gelen ise, "mîkât" denilen yerlerde ihrama girer. Arafat'ta vukuftan önce Mekke'ye girmişse, kudüm tavafında bulunur, remel yapar, Safa ile Merve arasında sa'y eder. Sonra ihram hali üzere kalır ve o şekilde Arafat'a çıkar, şeytan taşlar, tıraş olur ve tavaf eder; remel yapmaz, sa'y da yapmaz. [637]

 

Umre İçin İhram:

 

Umre için "hill[638]de ihrama girer. Dışarıdan gelen biriyse, mikât yeri olarak belirlenmiş yerlerde ihrama girer. Tavaf eder, sa'y yapar, tıraş olur ya da saçlarını kısaltır. [639]

 

Temettü Haccı:

 

Temettü, afakînin hac aylarında umre için ihrama girmesi, Mekke'ye girip umresini tamamlaması, ihramından çıkması, hacca kadar ihramsız olarak kalması, zamanı gelince hac için ihrama girmesi ve haccını da yapması şeklinde olur. Temettü haccı yapan kimseye, gücüne göre kurban kesmesi gerekir. [640]

 

Kıran Hacet:

 

Kıran haccı, afakînin aynı anda hem hac hem de umre için birden ihrama girmesi şeklinde olur. Sonra Mekke'ye girer ve hac vecibelerini yerine getirinceye kadar ihram üzere kalır. Böyle biri­nin bir görüşe göre sadece bir tavaf ve sa'y yapması gerekir. Bir görüşe göre ise ikişer defa tavaf ve sa'y yapar. Sonra gücüne göre bir kurban keser. Mekke'den ayrılmak istediğinde veda tavafı ya­par. [641]

 

İhram, Namaza Nishetle Tekbir Gibidir;

 

Bil ki: Hac ve umre için ihrama girmek, namaza nisbetle tek­bir almak gibidir. İhram, ihlâs ve tazimin duyularla algılanabilir bir şeklidir, haccetme azminin, açık bir fiille zabturapt altına alın­masıdır. Nefsin, her türlü lezzetleri, rahatını, konforunu, alışık ol­duğu âdetlerini, güzelleşmek için yapılan işleri terketmesi suretiy­le Allah'a boyun eğdiğini sembolize eder. Allah uğrunda, yorgunlu­ğa katlanma, toza toprağa belenme, pejmürde bir hale düşme ma­nasım gerçekleştirir. [642]

 

İhram Yasaklarının Sırrı:

 

İhram altında bulunan kişinin sözü edilen şeyleri terketmesi-nin şer'an istenmesi, nefsi zelil kılma, süslenmeyi terketme, pej­mürde bir hal alma manalarının gerçekleşmesi, Allah korkusunu ve O'na saygı göstermeyi içinde duymayı sağlama, nefsi, arzu ve isteklerinin peşinde koşuşturmadan alıkoyma ve onu sorgulama imkânının sağlanması içindir.

Av avlamak, bir tür eğlence ve aşırılıktır. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), "Kim, av peşinde koşarsa, heva ve heveslerinin peşinden koşmuş olur.[643] buyurmuştur. Rasûluîlah'ın (s.a.) ve bü­yük sahâbîlerin caiz olmasına rağmen avla uğraştıkları asla sabit değildir.

Cinsel ilişki, hayvanı şehvet içerisine dalmaktır. Buna rağ­men bu kapının tümden kapatılması caiz değildir; çünkü bu, şer'î ilkelere ters düşer. Bu durumda onun, hiç olmazsa en azından ih­ram, itikâf, oruç gibi bazı hallerde ve mescid gibi bazı mekanlarda yasaklanması kadar normal bir şey yoktur. [644]

 

İhram Elbisesi:

 

İhrama girecek kimsenin ne giyeceği soruldu. Rasûlullah (s.a.), bu soruya şöyle cevap verdi: "Gömlek, sarık, don, bornoz, mest giymeyin. [645]

Bedevi için de: "Üzerindeki kokuyu üç defa yıka. Cübbene ge­lince, onu da çıkart. [646]buyurmuştur.

Dikişli elbise ile, ihram için giyilecek kumaş parçası arasın­daki fark şudur: Dikişli elbise, bir ziynettir, insanlar onu giymek­ten hoşlanır. İkincisi ise, sadece avret yerini örtmek içindir. Birin­cinin terkedilmesi Allah için tevazu manasına gelir. İkincinin terki ise, edepsizlik olur. [647]

 

İhram Halinde İken Nişan Ya Da Nikâh Yapılmaz:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İhramlı, ne nikâh edebilir, ne nikâh olunur, ne de dünür olur. [648]

Bununla birlikte Rasûlullah'ın (s.a.) ihramlı iken Meymune (r.a.) ile evlendiği rivayet edilmiştir.

Sahabe, tabiîn ve fukahadan oluşan Hicaz ekolü, sünnetin, ihramhnın nikâh yapamayacağı doğrultusunda olduğu görüşünde­dirler. Irak ekolü ise, bunun caiz olduğunu kabul etmektedirler. Bu gibi konularda ihtiyat üzere hareket etmek daha faziletlidir.

Birinci görüşe göre yasağın sırrı şudur: Nikâh, ava nisbetle daha çok istenilen bir haz türüdür. Akdin kurulması, devamına benzetilemez. Çünkü sevinç duyma, eğlenme, sadece bu akdin ku­rulduğu anda yaşanır. Bu yüzden, bu gibi konularda darb-ı mesel olarak evliler değil de, gelin güveyi kelimeleri kullanılır. [649]

 

İhramlı Avlanamaz Ve Canlı Öldüremez:

 

Sonra avın da tanımlanması gerekir. Çünkü insan, bazen ye­mek istediği şeyi öldürebilir, bazen de yemek istemediği bir şeyi öldürebilir, avlanmakla spor yapmayı kastedebilir, bazen olur kendi­sinden ya da diğer insanlardan zararını uzaklaştırmak istediği bir şeyi öldürebilir, bazen olur hayvan boğazlar. Bunlardan hangisi avdır? Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Beş tür hayvan vardır ki, onları Öldürene, öldürdüğünden dolayı bir günah yoktur: Fare, karga, çaylak, akrep, kuduz köpek.Başka bir rivayette, "insana ya da eşyasına zarar veren saldırgan serkeş hayvan" da sayılmıştır.[650]

Örfe müracaat edildiği zaman, bunlara av denilmez. Deve, sı­ğır, davar, tavuk ve benzeri evde beslenilmesi âdet olan hayvanla­rın boğazlanmasına da av denilmez. Diğer kısımlara gelince, zahir olan onların av kapsamına girmesidir. [651]

 

Mikat Yerleri:

 

Medine tarafından hac ya da umre yapacaklar için Zü'l-Hu-leyfe, Şamlılar için Cuhfe, Necd tarafından gelecekler için Karnu'l-menâzil, Yemenliler için Yelemlem mikat, yani ihrama girme yeri olarak belirlenmiştir. Bunlar, mikat yerlerini ihramsız geçemezler. Bu sınırlar içerisinde kalanların, ihrama girecekleri yer ise, kendi bulundukları yerlerdir. Mekke ahalisi de aynı şekilde bulundukla­rı yerden ihrama girerler.

Mekke'ye, toz toprak içinde, pejmürde bir vaziyette, nefsi kır­mış olarak girmek şer'an istenilen bir şeydir. İnsanın tâ memleke­tinden itibaren ihrama girmesini istemek de zorluğa sebep olur. Zira bazılarının memleketi, bir iki hatta üç aylık yol olabilir. Bu durumda, ihrama girmek için Mekke etrafında belirli yerlerin ta­yin edilmesi gerekmiştir. Belirlenen bu yerlerin, açık ve herkesçe bilinen yerler olması, yol üzerinde bulunması zorunludur. Bu mü­lahazalar göz önünde bulundurulmuş ve yukarıda ismi geçen yer­ler mikat olarak belirlenmiştir.

Medineliler için en uzak mesafe kabul edilmiştir; çünkü Me­dine vahye beşiklik etmiştir, imanın kök saldığı yer olmuştur, hic­ret yurdudur, Allah'a ve rasûlüne inanmış ilk şehirdir. Bu itibarla ora ahalisinin, Allah'ın dinini yüceltmede daha açık bir rol üstlen­meleri, Allah'a tâatte diğerlerine nisbetle daha fazla çaba göster­meleri uygun olurdu. Hem orası, Rasûhıllah (s.a.) zamanında iman etmiş ve imanlarında da samimi olmuş en yakın bölgedir. Cüâsâ, Tâif ve Yemâme ise böyle değildir.[652]

Diğer mikat yerlerinde ise, zaten bir zorluk yoktur. [653]

 

Arafat'ta Vakfenin Sırrı:

 

Arafat'ta durmanın sırrı şudur: Müslümanların aynı zaman ve mekanda, Allah'ın rahmetini arzulayarak, samimiyetle dua ve niyaz ederek, yalvarıp yakararak bir araya gelip toplanmalarının, bereketlerin inmesi, ruhaniyetin yayılması konusunda büyük etki­si olur. Bunun içindir ki, şeytan o gün, son derece hor, hakir ve pe­rişan olur. Sonra müslümanlann tek bir vücut halinde bu kutsal mekanda toplanmaları bir tür gövde gösterisi mahiyetindedir. Bu gün ve mekanın seçilmesi, haberlerde rivayet edildiğine göre tâ Hz. Adem'den başlayarak devam eden peygamberlerin uygulama­larından tevarüs edilmiştir. Daha önceden geçmiş selef-i sâlihin takip ettikleri yolların benimsenmesi, yükümlülüklerin şer'an be­lirlenmesinde esaslı bir ilkedir. [654]

 

Mina'ya İnmenin Sırrı:

 

Mina'ya inmenin sırrı şudur: Mina, cahiliye döneminde Ukaz, Mecinne, Zülmecâz ve benzerleri gibi önemli bir pazar yeriydi. Bu­rayı pazar yeri olarak kabullenmelerinin sebebi, haccın çeşitli ve uzak bölgelerden pek çok sayıda insanı bir araya getirmesiydi. Böyle bir imkânın doğduğu hac günlerinde Mina'dan daha uygun ve güzel bir pazar yeri olamazdı. Çünkü Mekke, oraya akın eden­ler tarafından dolduruluyor ve izdiham meydana geliyordu. Eğer uzak yakın, şehirli köylü, soylu ve sıradan bütün insanlar, Mina düzlüğüne inmek konusunda anlaşmamış olsalardı, o zaman bü­yük sıkıntı çekerlerdi. İnsanların belli bir kesiminin oraya inmesi­ne hükmolunsaydı, o zaman onlar kendi içlerinde sıkıntı duyarlar­dı.

Mina'da toplanmak âdet olunca, Arap töreleri ve taassubu ha­rekete geçmiş, her kabile kendi şerefi ve çokluğuyla övünür olmuş­tu; orada atalarının meziyetlerini dile getirirler, kendilerinin güç ve kudretini, çokluklarını göstermek isterler, böylece uzak yakın herkesin kendi şereflerini görmelerini arzu ederler, ünlerinin her bölgeye yayılmasını sağlamak isterlerdi. İslâm'ın da bu türlü top­lantılara ihtiyacı vardı. Çünkü o da müslümanların güç ve kudre­tini göstermek, hazırlıkça ve sayıca üstünlüklerini dost düşman herkese bildirmek, böylece Allah'ın dinini hâkim kılmak, onun şa­nını her tarafa duyurmak, her bölgeye ulaştırmak istiyordu. İşte bu yüzden Rasûlullah (s.a.), Mina'da toplanmanın haccın bir veci­besi olarak devamına hükmetti, oraya inmeyi emir ve teşvik etti. Ancak övünme ve ataları anma âdetini kaldırdı, onun yerine Al­lah'ı anmayı ikâme etti. Nitekim misafirperverliklerine, düğün ve akîka[655] gibi verdikleri ziyafetlere de dokunmamış, aksine onları teşvik etmişti. Çünkü bunların, toplumun kaynaşması açısından büyük faydaları vardı. [656]

 

Müzdelife'de Gecelemenin Sırrı:

 

Müzdelife'de gecelemek de kadîm bir sünnetti. Muhtemelen başka bir yerde asla görülmedik bir kalabalığın olduğunu görmele­ri sebebiyle burada konaklamayı âdet edinmişlerdi. Çünkü böyle büyük kalabalıklar izdihama sebep olur ve insanlar birbirlerini çiğneyebilirler. Arafat'tan ayrılışları, güneşin batmasıyladır. Gün­düz boyunca her bir yerden gelmişler ve büyük sıkıntılar çekmiş- ıerj iyice yorulmuşlardır. Bu vaziyette iken, Mina'ya ulaşmaları istenirse, çok yorgun düşeceklerdir. Bu yüzden yolda Müzdelife'de konaklamayı âdet edinmişlerdir.

Cahiliye döneminde insanlar, Arafat'tan güneş batmadan ön­ce ayrılırlardı. Bu, açık bir vakit değildir; bu durumda ne zaman yola çıkılacağı kesin olarak bilinemez. Halbuki bu gibi kalabalıkla­rın düzenli bir şekilde hareketlerinin sağlanması gerekir. Bunun için de vaktin açıkça belli olmasına, ihtimal içermemesine ihtiyaç vardır. Bu durum, ayrılış vaktinin güneşin batışı olarak belirlen­mesini gerektirmiştir. [657]

 

Meş'ar-I Haram'da (Müzdelife'de) Vakfe:

 

Meş'ar-ı Haram'da vakfenin meşru kılınmasının sebebi, cahi­liye döneminde insanların burada toplanıp, birbirlerine karşı övünmeleri, gösteriş yapmalarıdır. Bu kötü âdet kaldırılmış ve ye­rine Allah'ı zikretme ikâme olunmuştur. Böylece eski âdetlerinden uzak tutulmaları amaçlanmış, orada insanların tevhid ile Allah'ı anmaları bir tür yarış havasına sokulmuş ve sanki şöyle denmiş­tir: Sizin Allah'ı anmanız mı daha çok olacak, yoksa cahiliye döne­mi insanlarının meziyetlerini anmaları mı daha çok olacak? [658]

 

Şeytan Taşlama:

 

Şeytan taşlamanın hikmeti şudur: İlgili hadiste de belirtildiği üzere bu, Allah'ı zikretme yerine ikâme edilen bir fiildir. Şöyle ki: Zikir belirleme türlerinin en güzeli, en tamı ve belirleme yollarını en iyi şekilde kapsayanı, hem zaman hem de mekan ile belirlenmiş olması, beraberinde sayı şartı getirilmesi ve hiç kapalı kalmayacak şekilde herkesin gözü önünde gerçekleştirilmesinin istenmesi hali­dir. Şeytan taşlama işte bu sayılan özellikleri taşıyan bir zikirdir.

Allah'ı zikir iki türlü olur:

i. Allah'ın dinine boyun eğdiğini ilan amacı taşır. Bunda asıl olan, sayıca çokluk değil, insanların bulunduğu yerlerde yapılmış olmasıdır. Şeytan taşlama işte bu türdendir. Bu yüzden çok sayıda yapılması emredilmemiştir.

ii. Nefsin, ceberut âlemine yönelmek suretiyle olgunlaşması­nı amaçlar. Bu tür zikrin çok yapılması istenir.

Hem şeytan taşlamanın, haberlerde Hz. İbrahim'den kalma bir sünnet olduğu da belirtilmektedir. O, kendine musallat olan şeytanı bu şekilde kovmuştur. Bu gibi olayların yadedilmesi, nefis üzerinde son derece etkili olur. [659]

 

Kurbanın Sırrı:

 

Kurban kesmenin hikmetine gelince, bu Hz. İbrahim'in fiiline benzemek, onun oğlunu Allah yolunda kurban etmek istemesi ve burada yani Mina'da fiilen bu arzusunu yerine getirmeye çalışma­sı olayını yâdetmek, ona ve Arapların atası Hz. İsmail'e olan Al-lah'ın nimetini anmaktır. Bu tür hatıraların aynı mekan ve za­manda yade dilme sinin, nefis üzerinde etkisi son derece büyüktür.

Sadece temettü ve kıran haccı yapan kişiye, şükür ifadesi ol­mak üzere kurban kesmesi vacip kılınmıştır. Çünkü cahiliye itika-dınca hac mevsiminde umre yapılamazdı. Bu meşakkatin kaldırılmış olması insanlar için büyük nimetti. Buna şükür olmak için kurban kesilmesi vacip kılınmıştır. [660]

 

Tıraş Olmanın Sırrı:

 

İhramdan çıkış, vakara ters düşmeyen bir fiille olmalıdır. Eğer bu şeriat tarafından belirlenmemiş olsa ve insanların kendi görüşlerine bırakılsaydı, o zaman herkes bir yol tutar ve ihramdan böylece çıkmaya çalışırdı. Hem bunda, pejmürdeliğin artık son bulduğunun en kâmil anlamda bir ifadesi vardır. İhramdan tıraşla çıkmak, namazdan selâmla çıkmaya benzer. İfâda tavafından önce yapılması ise, hükümdarın huzuruna girmek isteyen kimsenin, girmeden önce kendisine çeki düzen verdiği gibi, Allah'ın evine zi­yaret için girecek kimsenin de kendisine çeki düzen vermesi gerek­tiği anlamını taşır. [661]

 

Tavafın Yapılış Şekli:

 

Tavafı şöyle yapar: Hacer-i esved'e gelir, onu selâmlar, sonra onun sağından itibaren yedi defa Ka'be'nin etrafında döner, her defasında Hacer-i esved'i öper ya da uzaktan elinde baston gibi bir şeyle ona işarette bulunur, tekbir alır, Yemen cihetindeki rükünle­ri selâmlar. Tavafı abdestli ve avret yerleri Örtülü olarak yapar. Lüzumsuz lakırtılarda bulunmaz. Sonra Makam-ı İbrahim'e gelir ve iki rekat namaz kılar.

Hacer-i esved'den başlaması şunun içindir: Tavafın başlangıç yerinin ve hangi tarafa doğru yürüneceğinin belirlenmesi gerekir. Hacer-i esved, Ka'be'nin en mukaddes parçasıdır; çünkü cennetten inmiştir. Sağ yönü ise, soldan daha mübarektir. Dolayısıyla tava­fın Hacer-i esved'den başlayarak sağa doğru yapılması gerekmiş­tir. [662]

 

Kudüm Tavafı:

 

Kudüm tavafı, mescid selâmlama namazına benzer. Allah'ın evine saygı göstermiş olmak için yapılır. Zaman ve mekan müna­sip iken, tavafın geciktirilmesi edepsizlik olur. Yapılan ilk tavaf esnasında reme[663] ve ıztıbâ[664] yapılır, yani seğirterek çalımlı çahmlı yürünür. Tavafın akabinde de Safa ile Merve arasında sa'y yapı­lır.

Bunun çeşitli gerekçesi vardır:

i. İbn Abbâs'ın zikrettiği gibi müşriklerin kalplerine korku salmak, müslüm ani arın güç ve kuvvetlerini göstermek için böyle yapılır. Mekkeliler, "Yesrib humması müslümanları zayıf düşür­müş," demekteydiler. Bu durumda remel, bir tür cihâd olur. Bu ge­rekçe, Mekke'nin fethi ve müşriklerin müslüman olmalarıyla sona ermiş ve bitmiştir.

ii. Allah'a tâat yolunda arzulu olunduğunu, uzun yolun ve aşın yorgunluğun iştiyakını artırmaktan öte, azmini köreltmediği­ni, şevkini kırmadığını gösterir. Nitekim bu manada şair şöyle de­miştir:

"Deve, yol yorgunluğundan şikayet ettiği zaman, binici ona vus­latın rahatlığını vaad eder de, o hemen cani anı verir."

Hz. Ömer (r.a.), gerekçesinin sona erdiği düşüncesiyle remel ve ıztıbâ' yapmayı terketmek istemişti. Sonra, bunların sona erme­yen daha başka gerekçeleri olabileceği mülahazasıyla düşüncesin­den vazgeçti. [665]

 

Umrede, Arafat'ta Vakfe Yoktur:

 

Umrede, Arafat'ta vakfe yapmak meşru kılınmamıştır. Çün­kü umre için belli bir vakit yoktur ki, insanların burada bir araya gelmeleri sağlansın. Dolayısıyla diğer vakitlerde Arafat'ta durma-;. nın bir manası yoktur. Eğer umre için beli bir vakit tayin edilsey­di, o zaman o, umrelikten çıkar hac olurdu. Senede bir yerine iki defa toplanmak ise, açıktır ki zordur.

Umrede esas, Allah'ın evine tazimde bulunmak ve Allah'ın ni­metine karşı şükretmektir. Bunun için de tavaf ve sa'y yeterlidir. [666]

 

Safa Ve Merve Arasında Sa'y Etmenin Sırrı:

 

Safa ve Merve arasında sa'y etmenin sırrı, hadiste geldiği üzere şudur: Hz. İsmail'in annesi Hacer, suları tükenip de zor durumda kalınca bu iki tepe arasında su bulabilme ümidiyle koşmuş, yavrusuna bir şey olur korkusuyla dönmüş ve böylece yedi defa gi­dip gelmişti. Allah Teâlâ, onun çaresizliğini Zemzem'i çıkararak ve insanların kalplerine oraya yerleşmelerini ilham ederek gidermişti. Dolayısıyla onun evlatlarına ve tabilerine bu nimetten dolayı şükretmeleri vacip olmuştur. Bu mucizeyi hatırlamak, insanın hayvanı gücünü hayret ve dehşete düşürür ve insanları Allah'a yaklaştırır. Bu konuda, kalbin bu ikisiyle destek bulması gibi ya­rarlı bir şey olamaz. Mekke'ye ilk giriş anında açık, munzabıt ve insanların alışageldikleri şeylere muhalif olan, nefsin zelil kılın­ması manası taşıyan bir fiil ile onların sıkıntı ve zorluklarla dolu hallerine benzemeye çalışmak, dil ile onları yadetmekten çok daha etkili olur.

Rasûlullah (s.a.), "Sakın son varacağı yer Beyt-i Şerif olma­dıkça hiçbir kimse bir yere ayrılmasın.[667] buyurmuş ve hayızhlar için ruhsat getirmiştir.

Bunun sırrı şudur: İlk ziyaret edilen de, son ziyaret edilen de Allah'ın evi olmalı ki, böylece bu yolculuktan maksadın sadece bu kutsal evin ziyareti olduğu sembolize edilsin ve hükümdarı ziyare­te gelen heyetin ayrılmadan önce tekrar onun huzuruna çıkıp izin almalarına benzesin.

Allah'u a'lem! [668]

 

VEDA HACCI

 

Veda Haccı, Onuncu Senede Yapılmıştır;

 

Bu konunun kaynakları, Câbir, Hz. Âişe, İbn Ömer ve daha başka sahâbîlerden (r.anhum) gelen hadislerdir. Bu hadislerde an­latıldığına göre Veda haccı şöyle yapılmıştır:

Rasûlullah (s.a.), Medine'de hac yapmadan dokuz sene kal­mış, sonra onuncu sene Rasûlullah'ın (s.a.) hac yapacağı ilan edil­miştir. Bunun üzerine insanlar Medine'ye bölük bölük gelmeye başlamışlardır. Rasûlullah (s.a.) Medine'den çıkmış ve Zülhuley-fe'ye gelmiştir. Burada yıkanmış, koku sürünmüş, mescidde iki re­kat namaz kılmış, bir izar ve ridâ[669] giyinmiş ve ihrama girerek , "Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerike lek, inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülk, lâ şerike lek" diyerek telbiye[670] getirme­ye başlamıştır. [671]

 

 

Rasûlullah'ın (S.A.) Haccının Türü;

 

Rasûlullah'ın (s.a.) haccıyla ilgili iki hususta ihtilâf edilmiştir:

i. Yaptığı bu hac, hacc-ı ifrâd mıydı, yoksa temettü haccı mıy­dı? Yani umreden çıkmış ve hac için yeniden ihrama mı girmişti? Yoksa sadece hac için ihrama girmişti de, sonra Cibril kendisine hac üzerine umreyi de katmasını mı işaret etmişti ve o da bunun üzerine, haccı tamamlayıncaya kadar ihram halinde kalmış, kur­ban sevkettiği için de ihramdan çıkmamıştı?

ii. RasûluIIah (s.a.), telbiyeyi ne zaman getirmeye başlamıştı; namaz kıldığı anda mı, devesine bindiği anda mı, yoksa Beydâ tebesine çıktığı anda mı?

İbn Abbâs, insanların peyderpey gelip Rasûlullah'a (s.a.) ka­tıldıklarını ve her grubun kendi gördüğünü daha sonra rivayet et­tiğini ve dolayısıyla ihtilâfın buradan kaynaklandığını, Rasûlul-Iah'ın (s.a.) ilk telbiye getirişinin iki rekat namaz kılmasının he­men arkasından olduğunu söylemiştir.

Yıkanması ve iki rekat namaz kılması, Allah'ın nişanelerine saygı göstermeyi daha açık bir şekilde ifade edeceği içindir. Hem bu, niyetin sırf Allah için olduğunu, Allah'a tâate Özen gösterildiği­ni açık bir fiille munzabıt hale sokmak demektir. Keza bu şekilde elbisenin değiştirilmesi nefsi uyarır ve Allah Teâlâ için tevazu ha­line bürünmesini sağlar.

Koku sürünmesine gelince, ihram toz toprağa belenme ve pej­mürde bir hal alma demektir. Bu durumda, uzun sürecek olan bu pejmürdelik halinin önceden kısmen telafisine çalışmak gereke­cektir.

Telbiye için yukarıda geçen duayı seçmesi, sahibinin emirleri­ni yerine getiren kölenin ifadesine benzer olmasındandır. Cahiliye döneminde insanlar, Allah'a ortak koştukları putları tazim eder­lerdi. RasûluIIah (s.a.), "Lâ şerike lek" cümleciğini ekleyerek, onla­rın bu davranışlarını reddetti ve müslümanların telbiyelerini onlarınkinden ayırdı.

Telbiye yanında, Allah'tan rızasını, cenneti ve rahmetiyle mu­amele edip affetmesini ve cehennemden uzak tutmasını istemek de müstehaptır. [672]                                                               

 

İhram Ve Telbiyede Sesi Yükseltmek:

 

Cibril (s.a.), ihram ve telbiyede hacıların seslerini yükseltme­lerini işaret etmiştir. RasûluIIah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hiçbir müslüman yoktur ki, telbiye etsin de, yeryüzünün bir ucundan öbür ucuna sağında ve solunda olan taş, ağaç, toprak onunla bir­likte telbiyede bulunmasın.[673]

Bunun sırrı, telbiyenin Allah'ın nişanelerinden oluşundadır, onda Allah'ın adının yüceltilmesi vardır. Bu kabilden olan her zik­rin yüksek sesle yapılması müstehaptır. Bunun, herkesin gözü önünde olacak şekilde yapılması, bu seslerin yükseldiği yerlerin İslâm yurdu halini alması, bunun sevabının onun amel defterine oraların telbiye etmesi şeklinde yazılmasını gerektirmiştir. [674]

 

Rasûlullahhn (S.A.) Devesini Nişanlaması:

 

RasûluIIah (s.a.), devesinin hörgücünün sağ yanını yaralamış ve nişan koymuştur. Boynuna da kurbanlık olduğuna delâlet et­mesi için iki pabuç takmıştır.

Bunun sırrı şudur: Kurbanlık deveye nişan koymak, Allah'ın nişanelerini ve hanif İslâm dininin hükümlerini, uzak yakın her­kesin göreceği bir şekilde yüceltmek manası içerir ve kalbin niyeti, açık ve munzabıt bir fiille desteklenmiş olur. [675]

 

Cünüp Kadının İhramı:

 

Zülhuleyfe'ye varınca Esma bt. Umeys doğurmuş ve şimdi, kendisinin ne yapacağını sorması üzerine, RasûluIIah (s.a.) ona, "Yıkan da bir elbise ile kuşak sarın ve ihrama gir!" buyurmuştur.[676]

Hadis, bu durumda olan kadınların, ihram sünnetlerini gücü nisbetinde yerine getirmeye çalışacaklarını gösterir.

RasûluIIah (s.a.), Hz. Âişe'nin (r.a.) Şerifte hayız görmeye başlaması ve bu yüzden ağlaması üzerine de şöyle buyurmuştur:

"Bu, Allah'ın, Âdem kızlarına takdir buyurduğu bir şeydir. Hacının her yaptığını sen de yap. Yalnız temizleninceye kadar tavafetme! [677]

RasûluIIah (s.a.), bu şeyin çokça vuku bulan bir durum oldu­ğunu beyanla sözüne başlamıştır. Bu gibi şeylerin, teşrî esnasında dikkate alınması ve bu yüzden doğabilecek güçlüklerin kaldırılma­sı ve nasıl davranılması gerekiyorsa açıkça beyan edilmesi gerekir. Bu ilkeden hareketle hayız halindeki kadından kudüm ve veda ta­vafları düşürülmüştür. [678]

 

Rasûlullah'ın (s.a.) Zî Tuvâ'ya İnmesi:

 

Rasûlullah (s.a.), Mekke'ye yaklaştığında Zî Tuvâ'ya inmiş ve Mekke'ye gündüz vakti yukarıdan aşağıya doğru girmiş, alt tara­fından da çıkmıştır. Bu, Mekke'ye girişin, yorgun olmaksızın kalp huzuruyla olmasını temin için yapılmıştır. Böylece Allah'ın celâl ve azametinin daha iyi hissedilmesi sağlanacaktır. Hem bu takdir­de, Rasûlullah'ın (s.a.) Ka'be'yi tavafı, insanların gözü önünde ola­caktır. Zira bu, Allah'a olan tâate ziyadesiyle ilgi gösterme anlamı taşır. Keza Rasûlullah (s.a.), insanlara hac vecibelerini öğretmek istemiş ve bu yüzden onların orada toplanıp, hazır beklemelerini sağlamak istemiştir.

Mekke'nin alt tarafından çıkması ise, her iki yoldan da müs-lümanlarm güç ve kudretlerinin gösterilmesini istemiş olmasın­dandır. Benzeri durum bayram günleri de yapılır; namaza gider­ken ve gelirken ayrı ayrı yollar kullanılır. [679]

 

Rüknü Selâmlama:

 

Ka'be'ye vardığı zaman, rüknü selâmlamış ve yedi defa tavaf etmiştir. Üçünde remel yapmış, dördünü de normal yürüyerek ta­mamlamıştır. Yemen cihetinde olan rükünleri selâmlamış ve ikisi arasında, "Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver, bizi ateş azabından koru![680] âyetini okumuştur. Sonra Ma-kam-ı İbrahim'e gelmiş ve, "ibrahim'in makamından bir namaz yeri edinin! [681] âyetini okumuş ve orada iki rekat namaz kılmıştır. Namaz kılarken, makamı Ka'be ile arasına almıştır. Bu namazda, Kâfinin ve İhlâs sûrelerini okumuştur. Sonra rükne dönmüş ve onu şelâmlamıştır. [682]

 

Yemen Cihetindeki Rükünleri Selâmlamanın Sırrı:

 

Remel ve ıztıbâ'daki sırrı anlatmıştık. Sadece Yemen tarafın­daki iki rüknün selâmlanmasının sırrı ise, İbn Ömer'in anlattığına göre, bu ikisinin, Hz. İbrahim'in attığı eski aslî temeller üzere de­vam ediyor olmasıdır. Diğer iki duvar ise, zamanla cahiliye dönemi insanlarınca değiştirilmiş bulunuyordu. [683]

 

Tavafın Şartları:

 

Tavafta, aynen namaz için gerekli olan şartlar aranmıştır. Çünkü İbn Abbâs'ın (r.a.) zikrettiği üzere tavaf, Hakk'ın ve O'nun nişanelerinin tazimi konusunda namaza benzemektedir; dolayısıy­la onun hükmünü almıştır.

Tavaftan sonra iki rekat namazın sünnet olması, Allah'ın evi­ne olan saygının eksiksiz olmasını sağlamak içindir. Çünkü saygı­nın tamamı, insanların namaz kılarken ona karşı yönelmeleriyle sağlamr.

Tavaf namazının Makam-ı İbrahim'de kılınmasının sebebi, burasının Mescid-i Haram'ın en mübarek yeri olmasındandır. Çünkü makam, Hz. İbrahim efendimize zahir olan Allah'ın âyetlerinden bir âyettir. Bu gibi şeylerin yâdedilmesi, haccın temel direğini oluşturur.

İki rükün arasında "Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver, bizi ateş azabından koru![684] âyetini okuma­nın müstehap olması, bunun Kur'ân'da yer alan en kapsamlı dua­lardan biri oluşu sebebiyledir. Bu özelliğiyle o, bu kısa anlık za­man için okunmaya uygun bir içerik arzetmektedir. [685]

 

Safa'ya Çıkış:

 

Sonra kapıdan Safa'ya çıkmış ve Safa'ya yaklaşınca, "Şüphe­siz ki Safa ve Merve Allah'ın nişanelerindendir... [686]âyetini oku­muş, "Allah'ın başladığıyla başlarım," buyurmuş[687] ve Safa'dan başlayarak sa'y yapmıştır. Ka'be'yi görecek şekilde Safa'ya çıkmış, orada kıbleye yönelmiş, tevhid ve tekbirde bulunmuş ve şunları okumuştur:

"Lâ ilahe illallahu vahdekû lâ şerike leh..."

Manası: Bir tek Allah'tan başka hiç tanrı yoktur. O'nun ortağı yok­tur. Mülk O'nundur, hamd de ancak O'na mahsustur. Hem O, her şeye ka­dirdir. Bir tek Allah'tan başka tanrı yoktur. Vaadini yerine getirdi, kulu­nu muzaffer kıldı, yalnız başına bütün hizipleri bozguna uğrattı.

Bu arada dua etmiş ve bu söylediklerini üç defa tekrarlamış­tır. Sonra oradan inmiş ve Merve'ye doğru yürümüş, ayakları, vadinin ortasına basınca hızlıca yürümüş (hervele yapmış), oradan çıkınca mutat şekilde yürümeye devam etmiş ve Merve tepesine varmıştır. Safa üzerinde yaptıklarını aynen Merve üzerinde de yapmıştır. [688]

 

Safa Ve Merve Arasında Sa'yetmenin Sırları:

 

Rasûlullah (s.a.), bu âyetten, Safa'mn Merve'den önce zikre­dilmesine atf-ı nazarla, kelâmın meşru kılman şey doğrultusunda dizilmiş olduğunu anlamış ve sa'ye önce Safa'dan başlamıştır.

Yaptığı duanın tevhid içermesi, Allah'ın kendisine olan vaadi­nin gerçekleşmesinden, düşmanlarına karşı kendisine yardım etti­ğinden bahsetmesi, Allah'ın nimetlerini yâdetmek, bazı mucizele­rini herkese açıklamak, şirkin sonunu kesmek ve cahiliye dönemi inançları adına ne varsa hepsinin ayakları altında olduğunu beyan etmek, Allah'ın dininin yüceliğini böylesi bir yerde ilân etmek için­dir. [689]

 

Haccın, Umreye Çevrilmesi:

 

Sonra şöyle buyurmuştur:

"Arkamda bıraktığım iş tekrar karşıma çıksaydı, kurban sev-ketmez, bu haccı umre yapardım. Dolayısıyla sizden hanginizin yanında kurbanlık yoksa, hemen ihramdan çıksın ve haccı umreye çevirsin![690] Kendisine, "Yâ Rasûlallah! Bu iş, bizim bu senemize mi mahsustur, yoksa ilelebet devam edecek mi?" diye soruldu. "Hayır, aksine ilelebet böyle devam edecektir." buyurdu. [691]

Bunun üzerine, Rasûlullah (s.a.) ve beraberinde kurbanlık gö­türenler hariç bütün insanlar ihramdan çıktılar, saçlarını kısalttı­lar. [692]

 

Hac Günlerinde Umre:

 

Veda haccında Rasûlullah (s.a.) bazı şeyleri ortaya koymuş-

i. RasûluIIah'tan (s.a.) önce insanlar, hac günlerinde umre yapmayı en çirkin günahlardan sayarlardı. Rasûlullah (s.a.), bu tahrifi kesin olarak ortadan kaldırmak istedi.

ii. Henüz eski anılar daha taze olduğu için, umreden çıkıp hemen hac öncesinde, hammlarıyla ilişkide bulunmak ağırlarına gidiyordu. Hatta, "Yani, cinsel organlarımızdan meni damlayarak Arafat'a gideceğiz!" demişlerdi. Bu inanç, bir aşırılıktı. Dolayı­sıyla Rasûlullah (s.a.) koyduğu kesin tavırla bu yolu kapamıştı.[693]

iii. İhrama, haccın başlaması anında girilmesi, Allah'ın evine saygı bakımından daha kâmil olacaktı. [694]

 

Kurbanlık Sevketmek, İhramdan Çıkmaya Manidir:

 

Kurbanlık sevketmek, ihramdan çıkmaya mani idi; çünkü kurban sevketmek, onu boğazlayıncaya kadar ihram üzere devam edeceğine dair bir tür nezirdir. İnsanın üstlendiği şey, sadece için­den geçen bir düşünce ya da mücerred bir niyet ise, fiille munzabıt hale sokulmamışsa, bir önemi yoktur. Ama, fiille teyit edilmiş ve munzabıt hale sokulmuş ise, artık ona riayet gerekir. Zabturapt altına almak ise çeşitli sekilerde olur. Bunun en alt mertebesi dil ile söylemektir. En güçlüsü ise, sözle birlikte murad ettiği hale Özel aleni bir fiilin de bulunmasıdır. Kurbanlık şevki işte böyledir. [695]

 

Mina'ya Terviye Günü Çıkmak:

 

Terviye[696] günü olunca, Mina'ya yönelmişler ve hac için ihra­ma girmişlerdir. Rasûlullah (s.a.), devesine binmiş ve öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarım Mina'da kılmış, güneş doğun­caya kadar bir süre beklemiş, sonra yola koyularak[697] Nemire'ye in­miştir.

Terviye günü yola koyulması, hem kendisi hem de beraberin­de bulunan diğer insanlar için daha uygun olmasındandır. Çünkü o günde insanlar görülmedik bir kalabalık oluşturmaktadırlar; iç­lerinde zayıf ve hasta olanlar vardır. Bu durumda onların halinin de dikkate alınarak bu şekilde hareket edilmesi müstehap olmuş­tur.

Vaktinden önce Arafat sınırlarına girmemiştir. Çünkü eğer girseydi insanlar bunu bir sünnet edinirler ve vaktinden önce ora­ya varmanın sevaba vesile olduğuna inanırlardı. [698]

 

Veda Haccı Hutbesi;

 

Güneş Nemire'de iken zeval vaktine girince devesi Kasvâ'nm hazırlanmasını emretti, ona semer vuruldu. Vadinin ortasına gel­di ve insanlara, "Şüphesiz ki sizin kanlarınız ve mallarınız birbiri­nize haramdır[699]diye başlayan meşhur Veda haccı hutbesini irad etti.

Sonra Bilâl, ezan okudu ve kamet getirdi. Önce öğle namazını kıldılar, sonra ikindi namazı için kamet etti ve ikindi namazını kıl­dılar. Bu iki namaz arasında, başka bir namaz kılmadı.

Rasûlullah (s.a.), o gün hutbesinde insanların bilmeye muh­taç oldukları, bilmemek dolayısıyla mazur olamayacakları hüküm­leri açıklamıştır. Çünkü o gün, görülmedik bir kalabalık vardı. Bü­tün insanlığa duyurulması istenilen bu tür hükümlerin açıklan­ması için böylesi kalabalık cemaatler fırsat telakki edilir. Rasûlul­lah (s.a.) da öyle yapmıştır.

Öğle ile ikindi namazı cem-i takdim yoluyla, akşam ile yatsı da cem-i te'hîr yoluyla kılınmıştır. Çünkü o günde insanlar, başka bir gün ve mekanda görülmedik kalabalıkta bir araya gelmişlerdir. Bu gibi mukaddes mekanlarda tek cemaat olması, dağınık olun­maması arzulanır. Orada bulunan herkesin onu görebilmesi için, böyle kalabalık içerisinde ifa edilmesi gerekir. Böyle bir kalabalığı iki defa toplama ise son derece zor olur. Hem insanlar, burada zi­kir ve dua ile meşguldürler. Bunlar, bu günde yapılması gereken görevlerdir. Vakitlere riayet ise, bütün sene boyunca yerine getiril­mektedir. Bu gibi yerlerde, güzel ve nadir olan şeyler tercih edilir. [700]

 

Rasûlullah (S.A.) Vakfe Yerinde:

 

Sonra Rasûlullah (s.a.), devesine bindi ve vakfe yerine geldi, kıbleye yöneldi, güneş batıncaya kadar vakfe halinde kaldı. Ufuk­taki sarılık hafif gidince, oradan ayrıldı.

Rasûlullah'ın (s.a.) Arafat'tan güneş battıktan sonra ayrılması, cahiliye döneminde sokulan tahrifi bertaraf etmek içindir. Çün­kü onlar, güneş batmadan önce ayrılıyorlardı. Güneşin batmasın­dan önce şeklinde bir belirleme, munzabıt olmaz, müphemlik arze-der. Güneşin batmasından sonra şeklinde belirlenmesi ise, açık ve munzabıttır. Böylesi kalabalıkların düzenli bir şekilde hareketleri­ni sağlayabilmek için, munzabıt olan belirlemelere ihtiyaç vardır. [701]

 

Müzdelife'de Konaklama:

 

Rasûlullah (s.a.), Arafat'tan yola koyulmuş ve Müzdelife'ye varmıştır. Burada, akşam ile yatsıyı cem-i tehir şeklinde bir ezan ve iki kametle kıldırmıştır. Aralarında nafile (sünnet) namazı kıl-mamıştır. Sonra fecir doğuncaya kadar uzanmıştır. Burada ezan ve kametle sabah namazını kılmış ve ortalık ağarmıştır. Sonra Kasvâ'ya binmiş ve Meş'ar-i Haram'a[702] gelmiş, orada kıbleye doğ­ru dönmüş, Allah'a dua etmiş, tekbir getirmiş, tehlîl ve tevhidde bulunmuştur. İyice aydmlanıncaya kadar orada vakfe yapmıştır. Güneş doğmadan önce oradan ayrılmış ve Batn-ı Muhassir'e[703] va­rınca, orada biraz hızlanmıştır. [704]

 

Rasûlullah (S.A.), Müzdelife Gecesinde Teheccüd Kılmamıştır:

 

Rasûlullah (s.a.), Müzdelife gecesinde teheccüd kılmamıştır. Çünkü o, müstehap olan bir çok şeyi, yapmayı arzu etmesine rağ­men, insanlar sünnet edinirler korkusuyla terkederdi.

Meş'ar-ı Haram'da, vakfede bulunmanın sırrından daha önce söz etmiştik.

Muhassir'de biraz hareketlenmesinin sebebi, buranın ashâb-i filin helak oldukları yer olmasıdır. Allah'tan ve onun azametinden korkan kimseler, bu gibi yerlerden korku duyarlar, gazaba uğra­maktan kaçarlar. Rasûlullah (s.a.), bu duyguyu, açık olmadığı için, nefsi uyarıcı açık bir fiille munzabıt hale getirmeyi arzu etmiş ve bunun için oradan hızlıca geçmiştir. [705]

 

Şeytan Taşlama:

 

Sonra Akabe cemresine gelmiş ve tekbir getirerek fiske taşı gibi ufak yedi taş atmıştır. Bunları vadinin içinden atmıştır.

Şeytan taşlaması ilk gün, erken vakitte, diğer günler ise öğle­den sonra yapılır. Çünkü ilk günde yapılması gereken görevler arasında kurban kesmek, tıraş olmak, İfâda tavafında bulunmak vardır. Bütün bunlar, şeytan taşlamadan sonra yapılmaktadır. Bu itibarla ilk gün şeytan taşlamanın erken vakitte olması bir kolay­lıktır. Diğer günler ise, ticaret günleridir ve Mina'da çarşı pazar kurulur. Bu itibarla, bu günlerde şeytan taşlama işinin ihtiyaçla­rın görülmesi sonrasına bırakılması, bir tür kolaylık olacaktır, İn­sanlar da genelde işlerini günün başında görürler ve Öğleden sonra yapılacak taşlama için boşalırlar.

Şeytan taşlaması, Safa ve Merve arasında sa'y yapılması hep tek yapılır. Çünkü tek sayısı mübarek bir sayıdır; Allah teki sever. Bir'in gerçek halefi ise, üç, yedi gibi bolünemeyen tek sayılardır. Bu durumda, yeterli olması halinde yediden ziyadeye gidilmemesi uygun olur.

Fiske taşı gibi küçük taşların atılmasına gelince, daha küçü­ğü hissedilmez. Büyüğü ise, böylesi kalabalık yerlerde insanlara zarar verebilir. [706]

 

Kurban Kesilecek Yere Gitme;

 

Rasûlullah (s.a.), sonra kurban keseceği yere çekilmiş ve alt­mış üç tane deveyi bizzat kendi elleriyle kurban etmiştir. Geri ka­lanlarının kesilmesini ise Hz. Ali'ye (r.a.) havale etmiş; onu kur­banlarına ortak kılmıştır. Sonra emretmiş ve her kurbandan bir parça alınarak bir tencereye konulmuş ve pişirilmiştir. Rasûlullah (s.a.) ve Hz. Ali (r.a.) onların etinden yemişler, çorbasından içmiş­lerdir.

Rasûlullah'm (s.a.) kendi eliyle altmış üç tane kurban etmesi­nin hikmeti, Allah Teâlâ'nm kendisine bahşettiği Ömrün her sene­sine karşılık bir kurban keserek şükretmek istemesidir. Kurbanın önemini vurgulamak ve Allah için kurban edilen şeyle bereketlen­mek için onların etinden yemiş, çorbasından içmiştir. [707]

 

Arafat'ın Her Yeri Vakfe, Mina'nın Her Yeri Kurban Kesme Yeridir:

 

Rasûlullah (s.a.} şöyle buyurmuştur:

"Ben şurada kurban kesti/n. Mina'ntn her yeri kurban yeri­dir. Binaenaleyh siz, konakladığınız yerlerde kurban kesin!

Ben şurada vakfe yaptım. Arafat'ın her yeri vakfe yeridir. Ben şurada vakfe yaptım. Müzdelife'nin her yeri vakfe yeridir.[708]

Bir rivayette şu ilave vardır: "Mekke'ye açılan her düzlük, yoldur ve kurban yeridir. [709]

Rasûlullah (s.a.), insanlar için şeriatın bir hükmü olmak üze­re yaptığı şeyle, Öyle denk düştüğü için, ya da o güne mahsus özel bir durum gerektirdiği için, ya da en iyisini tercih etmiş olduğu için yapmış olduğu işler arasını ayırmıştır. [710]                                    

 

Ka'be'ye Gidiş:

 

Rasûlullah (s.a.), sonra devesine binmiş ve Allah'ın evine doğ­ru yola koyulmuştur. Öğle namazını Mekke'de kılmış, tavaf yap­mış ve Zemzem'den içmiştir.

Hemen Allah'ın evini ziyarete gitmesi, tâatin ilk vaktinde ol­masını istemesindendir. Hem insan, başına herhangi bir engelin çıkmayacağından emin olamaz. O yüzden yükümlülüklerin bir an evvel yapılmasında fayda vardır.

Zemzem'den içmesi, Allah'ın nişanelerini tazim etmek ve rah­met olarak çıkarmış olduğu bu mübarek suydan nasiplenmek için­dir.

Mina günleri bitince Ebtah'a inmiş, veda tavafı yapmış ve oradan ayrılmıştır. [711]

 

Rasûlullahhn (S.A.) Hac Dönüşünde Ebtah'a İnişi:

 

Rasûlullah'm {s.a.) hac dönüşünde Ebtah'a (Muhassab'a) inişi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Acaba bu, bir ibâdet amacıyla mı ya­pılmıştır, yoksa âdet gereği mi olmuştur?

Hz. Âişe (r.a.), Ebtah'a inmenin sünnet olmadığım, Mek­ke'den çıkmaya daha elverişli olduğu için orada konakladığını söy­lemiştir. [712]

"Hedefimiz, Allah fetih nasip ederse inşallah Hayf yani miişriklerin küfür üzere ahd ü peyman ettikleri yerdir.[713] hadisine ba­kılarak, RasûluUah'm (s.a.) bununla dini yüceltme amacı taşıdığı sonucu da çıkarılmıştır.

Birinci görüş, daha sahihtir. [714]

 

HACLA İLGİLİ BAZI KONULAR

 

Hacer-İ Esved, Cennettendir:

 

Rasûîullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Hacer-i esved, sütten daha beyaz bir halde cennetten inmiş­tir; onu Âdem oğullarının hataları karartmıştır. [715]

"Allah'a yemin ederim ki, Allah Teâlâ onu kıyamet gününde, göreceği iki gözü, konuşacağı bir dili olduğu halde hasredecek ve o, bihakkın kendisini selamlamada bulunana tanıklık edecektir.[716]

"Rükün ve makam, cennet yakutlarından iki yakuttur. [717]

Bu ikisinin aslen cennetten olmaları muhtemeldir, yeryüzüne indirilince, hikmet-i ilâhî, yeryüzünün oluşumunda uygulanan hükmün onlara da uygulanmasını gerektirmiş ve bu yüzden nurla­rı silinmiştir.

Şunun murad edilmesi de muhtemeldir: Meleklerin, onların şanının yüceltilmesine yönelik teveccühleri, Mele-i a'lâ'mn ve Adem oğullarından sâlihlerin himmetlerinin onlara taalluku sonu­cu, onlarda melekî bir kuvvet oluşmuştur. Bu şekilde, İbn Abbâs'ın (r.a.), "Buna konuşun!" sözüyle Muhammed b. Hanefıyye'nin[718] (r.a.), "Yeryüzü taşlarından bir taş." sözü arası da bulunmuş olur.

Biz apaçık şekilde müşahede etmişizdir ki, Beytullah, melekî bir güçle doludur. Bunun içindir ki, misâl âleminde ona, iki göz ve dil gibi dirilere has özellikler verilmesi vacip olmuştur. Mü'minle-rin imanını, ehl-i tazimin tazimini belirleyici olduğundan, bunu, li­san ile, istilâmda bulunanların leh ya da aleyhlerine şehadette bu­lunma şeklinde ayakların ve ellerin konuşmasının sırrından bahsettiğimiz gibi açıklamak vacip olmuştur. [719]

 

Tavafta Bulunan Ve Namazlarını Mescid-İ Haram'da Kılanın Sevabı:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim tam bir hafta boyunca sayarak bu evi tavaf eder ve her tavafta iki rekat namaz kılarsa, bir köle âzâd etmiş gibi olur. Bir adam ayağını oraya her koyup kaldırdıkça Allah Teâlâ, bu sebeple ona bir sevap yazar, bir günahını siler ve derecesini bir basamak yükseltir.[720]

Bu faziletin iki sırrı vardır:

i. Tavaf, Allah'ın rahmetine dalmanın, Mele-i a'lâ'mn duaları­nı kendisine celbetmenin mekan ve zamanıdır. Onun için, bunu sağlayacak en yakın özellikle anılmıştır.

ii. İnsan, tavafı Allah'ın emrine inanarak ve vaad ettiğini tas­dik ederek yaparsa, bu onun imanının olduğunu açıklar ve ortaya  koyar. [721]                                           

 

Arife Gününün Fazileti:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlâ'nın, Arife gününde olduğu kadar çok sayıda ce­hennemden kul âzâd ettiği başka bir gün daha yoktur. Şüphesiz O, (onlara)yaklaşır, sonra onlarla meleklere öğünür. [722]

Çünkü insanların bu kutsal mekânda toplanıp, hep birden Al­lah'a yalvarıp niyazda bulunmaları, tevbe etmeleri, hemen üzerle­rine rahmetin inmesini ve aralarında ruhaniyetin yayılmasını ge­rektirir.

Yine şöyle buyurmuştur:          

"En hayırlı dua, Arife günü yapılan duadır. Ben ve benden önceki peygamberlerin söylemiş olduğu en hayırlı söz de, 'Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerikeeh..zikridir.[723]

Çünkü bu zikir, zikrin çoğu türünü içine almaktadır. Bu yüz­den, onunla birlikte "Sübhânallah el-Hamdu lillah" denilmesi pek çok yerde ve zamanda teşvik edilmiştir. Nitekim dua bahsinde bunlara temas edilecektir.

Sünnet olan, (?) mümkün mertebe Allah'ın dinini yüceltmiş olmak için hedy yani kurban kesmektir. [724]

 

Saçları Kazıtma Ve Kısaltmanın Fazileti:

 

Rasûlullah (s.a.), saçlarını kazıtanlar için üç defa, kısaltanlar için de bir defa dua etmiş ve böylece kazıtmanın daha üstün oldu­ğuna işaret etmiştir. Çünkü bu, yolculuk izini tamamen silip, pej­mürdeliği ortadan kaldıracağından hükümdar huzuruna girecekle­rin alması gereken hale daha uygun düşer, yapılan ibadetin izinin üzerinde iyice görünmesini tamin eder, böylece Allah'a saygıyı da­ha güzel ifade eder.

Rasûlullah (s.a.), kadının saçlarını kazıtmasını yasaklamıştır; çünkü bu bir müsledir[725] ve erkeklere benzemedir.

Kurban kesmeden önce tıraş olan, şeytan taşlamadan önce kurban kesen, akşamdan sonra şeytan taşlayan, tıraş olmadan ön­ce ifâda tavafı yapan kimseler hakkında "Lâ harec" yani bir sakın­ca yoktur diyerek kendilerine keffâret lâzım gelmeyeceğini beyan buyurmuştur. Doğrusu müstehaplığı ifade için "Lâ harec" ifade­sinden daha açık bir söz olduğunu bilmiyorum. [726]

 

Hac Ruhsatları:

 

Konuyla ilgili şer'î hükümlerin tamamlanabilmesi için, zorluk ve sıkıntı anlarında getirilecek ruhsat hükümlerinin de beyan edil­mesi gerekir. Bunlardan biri de, ihram yasaklarına tahammül et­meye imkân vermeyen "ezâ" halidir. "Sizden her kim hasta olursa, yahut başından gelen[727] bir rahatsızlığı (ezâ) varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye[728] vermesi gerekir. [729] âyeti bu konuyu işlemektedir.

Rasûlullah'ın (s.a.), başına bitler üşüşen Kab b. Ücra hakkın­da, "Başını tıraş et ve bir farak[730] zahireyi altı fakire yedir. [731] bu­yurması da, bu kabildendir.

Daha önce de beyan ettiğimiz gibi, en güzel ruhsat türü, aslı hatırlatıcı olmalı ve aslı azimet hükmü işleme niyetiyle birlikte terki anında kişinin kalbine huzur verici bir unsur içermelidir.

Bu durumda, aşırılık anlamı taşıyan fiiller karşısında keffâretin vacip kılınması evleviyetle söz konusu olacaktır. [732]

 

Ihsâr:

 

Ruhsat hükümlerinden biri ihsâr halidir. Kureyş kâfirlerinin, Allah'ın evine gidilmesini engellemeleri üzerine Rasûlullah (s.a.), sevkettiği kurbanlıkları boğazlamış, tıraş olmuş ve ihramdan çık­mıştır. [733]

 

 Mekke Ve Medine Haremleri:

 

Mekke ve Medine'nin birer haremi olmasının sırrı şudur: Her şey için bir saygı şekli vardır. Mekânlara gösterilecek saygı da, orada kötü bir şey yapmaya girişmemektir. Bu, esasen hükümdar­ların kendilerine ait bir koruluklarının olması, diğer yerlerin ise herkese açık olması geleneğinden alınmıştır. Halkın, hükümdarla­ra olan bağlılıkları, onlara olan saygıları, kendilerinde, onlara tah­sis edilmiş olan mekanlarda bulunan ağaçlara ya da hayvanlara dokunmamaları gerektiği inancını yerleştirmişti. Hadiste de, "Her hükümdarın bir koruluğu (yasak bölgesi) olur; Allah'ın koruluğu ise, haramlarıdır. [734]buyurulmuştur. Bu telakki, insanlar arasın­da yayılmış ve kalplerinin tâ derinliklerine kadar nüfuz etmiş ve içlerine yerleşmiştir. [735]

 

Hareme Saygı:

 

Hareme gösterilecek saygı şeklinden biri de, adaletin ikamesi gibi başka yerlerde dahi vacip, zulüm gibi başka yerlerde dahi ha­ram olan şeylerin burada daha bir tekit edilmesidir.

"Haremde yiyecek maddelerinin ihtikârı (stoklanması) küfre varan bir zulümdür (ilhâd).[736] hadisiyle, "Ey iman edenler! İh-ramlı iken avı öldürmeyin! [737] âyeti bu manadadır.

Haremde ve ihram halinde avlanmak, ihram halinde cinsel ilişkide bulunmak, nefsin şehvete kapılıp azgınlık etmesinden kay­naklanan aşın davranışlardandır. Bu yüzden, onlar karşılığında keffâret konulması vacip olmuş ve böylece bu tür aşırı davranışla­rın önünün alınması istenmiştir. [738]

 

Avın Cezası:

 

Avın cezası hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda istenilen denklik, hacimde mi, yoksa kıymette mi olacaktır? Bu konuda en uygunu şöyle olmalıdır: Adil iki kişiye sorulmalı, eğer onlar, o şey hakkında selefin sûretâ benzerlik görüşünü benimserlerse, o doğ­rultuda amel edilmeli, yok kıymet vermeyi uygun görürlerse kıy­meti verilmelidir. [739]

 

Medine'nin Üstünlüğü:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Eğer ümmetimden bir kimse, Medine'nin sıkıntısına katla­nırsa, kıyamet gününde ben ona şefaatçi olurum. [740]

Bunun sırrı şudur: Medine'nin imarı, dinin nişanelerinin yü­celtilmesi demektir. Bu, dinin güçlendirilmesine yönelik bir fayda­dır. Öbür taraftan Medine'ye gitmek, İslâm'ın oluşum dönemlerin­deki olayların geçtiği yerleri görmek, Mescid-i Nebevî'ye girmek... Rasûlullah'ın (s.a.) (ve ashabının) yaşadıkları hayatı hatırlatır, on­ların hatıralarının yâdedilmesini sağlar. Bu ise, bizzat mükellefin kendisine yönelik bir faydadır.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki İbrahim, Mekke'yi haram kılmış; orayı dokun­maz yapmıştır. Ben de Medine'yi haram kıldım.[741]

Bu hadis, Rasûlullah'ın (s.a.) bütün himmetini toplayarak dua etmesinin, bir şeye iyice azmetmesinin, ilâhî kararların inme­sinde önemli bir yeri olduğunu gösterir.

Allah'u a'Iem! [742]

 

İHSAN

 

Şâri Teâtâ'nın Yükümlü Kıldığı Ameller:

 

Bil ki: Sâri' Teâlâ'nın vacip ya da haram kılarak yükümlü kıl­mış olduğu öncelikli ameller, hey'ât-ı nefsâniyyeden kaynaklanan fiillerdir. Bunlar, âhirette nefislerin leh ya da aleyhlerine olur, ne­fislerin karakterim açıklar. Bu fiiller, hey'ât-ı nefsâniyyenin kalıp­ları ve dışa vurmuş şekilleridir.

Bu amellerin ele alınıp incelenmesi iki yönden olur:

i. Bütün insanlara yönelik bir yükümlülük kılınması açısın­dan ele alınır. Bu açıdan ele alındığında yapılacak esas şey, sözü edilen hey'ât-ı nefsâniyyeye mazinne (mahal) teşkil edecek amelle­rin seçilmesi, gecesi gündüzü gibi aydın olan açık yolun tutulması­dır. Öyle ki herkes bu yolla sorumlu tutulacak ve hiçbir kimse bundan sıyrılmaya ya da mazeret ileri sürmeye imkân bulamaya­caktır. Bu tür yükümlülüklerde mutlaka orta yolun tutulması, açık ve munzabıt olan şeylerin ölçü alınması gerekecektir.

ii.Nefislerin olgunlaştırılması ve onların bu yolla hey'ât-ı nefsâniyyeden matlup olanlarına ulaştırılması açısından ele alınır. Bu açıdan bakıldığında yapılacak esas iş, sözü edilen hey'ât-ı nefsâniyyenin bilinmesi, onlara ulaştıracak amellerin tanınması­dır. Bunların binası, vicdan üzere ve işi, işin sahibine havale et­mek yoluyla olacaktır.

Hey'ât-ı nefsâniyyeden sadır olan ameller üzerinde, birinci açıdan duran ilim, "ilmu'ş-şerâi'" (seriatiar/şer'î hükümler ilmi), ikinci açıdan duran ilim ise "ilmu'1-ihs ânadır. [743]

 

Ilm-İ İhsan İki Şeye Muhtaçtır:

 

İhsan bahisleri üzerinde duran kimse, iki şeye muhtaçtır:

i. Amellere, hey'ât-ı nefsâniyyeye götürmesi açısından bak­mak. Çünkü amel, belki riya ve şöhret için, yahut âdet gereği ya­pılmış olabilir, yahut içine kendini beğenme, başa kakma ve eza verme gibi unsurlar karışabilir. Bu durumda amel, kendisinden amaçlanan şeye ulaştırmaz. Bazen amel, nefsin, ihsan mertebesin­deki kimselere yaraşır şekilde uyarılmasını sağlayacak bir biçimde işlenmemiş olabilir. Bununla birlikte, aynı şeyle daha başka nefis­ler uyarılmış olabilir. Meselâ aslında arınmış biri olmadığı halde aslî farzlarla yetinip, onların üzerine nicelik ya da nitelik bakımın­dan herhangi bir nafile ibadet ilavesinde bulunmayan kimsenin durumu böyledir.

ii. Bizzat sözü edilen hey'ât-ı nefsâniyye üzerinde durmak ve onları gereği şekilde tanımak. Böylece, amelleri yaparken, ondan ne kastedildiği bilincinde olmak. Bu durumda olan kimse, kendi nefsinin doktoru olur ve onu, doktorun bedene baktığı gibi idare eder. Zira, âlet ve edevatın neye yaradığını bilmeyen kimseler, on­ları kullandıkları zaman bilinçsiz olacaklarından, aşağı yukarı önünü görmeyen devenin yürüyüşü gibi, ya da gecenin köründe odun toplayanın durumu gibi bir hale düşerler. [744]

 

Huyların Temeli Dörttür:           

 

Bu ilim dalında ele alınacak olan huyların esası dört tanedir. Nitekim daha önce buna işaret etmiştik.[745] Bunlar şunlardır:

1. Temizlik,

2. îhbât yani Allah'a teslimiyet ve huşu,

3. Semâhat-ı nefis

4. Adalet.    [746]

 

1-2. Temizlik Ve İhbât (Teslimiyet):

 

Temizlik (taharet) meleklere benzemeyi, ihbât ise, ceberut âlemine yönelmeyi ve teslimiyeti sağlar.

Birincisi için abdest ve gusül emredilmiş; ikincisi için de na­maz, zikirler, Kur'ân tilâveti emredilmiştir. Bu ikisinin bir arada bulunması haline "sekine" ve "vesile" deriz. Huzeyfe'nin (r.a.), Ab­dullah b. Mes'ûd (r.a.) hakkında söylediği, "Hz. Muhammed'in ashabından korunmuş olanlar bilir ki, o, vesilece Allah'a en yakın olanlarıdır." sözü, bu manayı ifade eder. Sâri' yani Rasûlullah (s.a.) bunu, "Taharet, imanın yarısıdır.[747] hadisinde "iman" diye isimlendirmiştir. Rasûlullah (s.a.) birincinin halini, "Şüphesiz ki Allah temizdir, temizliği sever. [748] hadisiyle beyan etmiş, ikincisine de, "İhsan, sanki O'nu görüyormuşsun gibi Allah'a kulluk et­mendir; her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor. [749] hadisiyle işarette bulunmuştur.

Bunun elde edilmesi için yapılacak esas şey, peygamberler­den tevarüs olunan şer'ı hükümlere (nevâmîs), ruh ve nurlarını koruyarak, çokça işleyerek, şekillerine ve zikirlerine riayet ederek yapışmaktır. [750]

 

Taharetin Ruhu:

 

Taharetin ruhu, iç aydınlığı, üns ve inşirah halidir, cerbeze halindeki düşüncelerin sönmesi, gönlü sıkıntıya sokan, hatırı meş­gul eden, fikir dağınıklığına sebep olan, huzursuzluk ve feveran hali veren şeylerin sönmesidir. [751]

 

Namazın Ruhu:

 

Namazın ruhu, Allah ile hemhal olmak, ceberut âlemine açıl­mak, Allah Teâlâ'nın celâl ve azametini hatırda tutmak, bununla birlikte sevgi ve gönül huzuruyla karışık bir saygı haline sahip ol­maktır, "ihsan, sanki O'nu görüyormuşsun gibi Allah'a kulluk et­mendir; her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor. [752]hadisi bu manaya işaret olmaktadır.

Nefsin, namazda bu hale ulaşabilmesi için nasıl alıştırma ya­pacağına şu hadiste işaret edilmiştir:

"Allah Teâlâ, 'Namaz sûresi olan Fâtiha'yı kendimle kulum arasında yarıya taksim ettim. Hem kulumun dilediği şey onun­dur.' buyurdu. Kul, 'el-Hamdu Hilafı rabbi'l-âlemîn' dediği zaman Allah Teâlâ, 'Kulum bana hamdetti,' der. 'er-Rahmâni'r-rahîm'de­diğinde Allah Teâlâ, 'Kulum bana sena etti,' der. 'Mâliki yevmi'dîn' dediğinde, Allah Teâlâ, 'Kulum beni temcîd eyledi der. (Bir defasında, 'Kulum işlerini bana havale eyledi,' der buyurmuştur.) Kul, 'İyyâke na'budu ve iyyâke nestetn' dediği zaman Allah Teâlâ, 'Bu kulumla benim aramdadır; hem kulumun dilediği onundur,' der. Kul, 'Ihdina's-sırâta'l-müstakîm sırâta'llezlne en'amte aley­him gayri'l-mağdûbi aleyhim velâ'd-dâllîn' dediği zaman Allah Teâlâ, 'İşte bu kulumundur, hem kulumun dilediği onundur,' buyurur.[753]

Bu, namazda kulun söylediği her kelimeye Allah Teâlâ'nın vereceği karşılığın düşünülmesinin emredilmiş olduğuna işarettir. Çünkü bu, devamlı olarak huzurda bulunulduğunu güçlü bir şekil­de hatırlatır.

Namazın, ayrıca Rasûlullah (s.a.) tarafından belirlenen dua ve zikirlerle yapılması da gerekir. Bunlar, Hz. Ali (r.a.) ve daha başkalarından gelen hadislerde zikredilmiştir. [754]

 

Kur'ân Tilâvetinin Ruhu:

 

Kur'ân tilâvetinin ruhu, büyük bir şevk ve saygı ile Allah Teâlâ'ya yönelmek, Kur'ân'ın mev'izeleri üzerinde düşünmek, hü­kümlerine boyun eğeceğini içinde duymak, emsal ve kıssalarından ibret almak, Allah Teâlâ'nın sıfat ve âyetlerinden her bahsedişinde "Sübhânallah" demek; cennet ve rahmetten söz edildiği her yerde, O'nun fazl ü kereminden istemek; cehennemden ve gazabından söz edilen yerlerde ise Allah'a sığınmaktır.

Nefsin öğüt alması ve böylece etkilenmeye alışması konusun­da Rasûlullah'ın (s.a.) belirlediği yol budur. [755]             

 

Zikrin Ruhu:   

 

Zikrin ruhu, ceberut âlemine huzur ve istiğrak halinde yönel­mektir. Bunun alıştırması da, "Lâ ilahe illallahu vallahu ekber" deyip, sonra Allah Teâlâ'dan buna cevap olarak, "Lâ ilahe illâ ene ve ene ekber[756]dediğini duymaktır. Sonra, "Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerike leh" deyip, Allah Teâlâ'dan buna karşılık olarak "Lâ ilahe illâ ene vahdî lâ şerike lî[757] dediğini duymaktır. Böyle böyle hicap (perde) kalkıncaya kadar ve istiğrak hali gerçekleşin­ceye kadar devem eder. Nitekim Rasûlullah (s.a.), buna işaret et­miştir.[758]

 

Duanın Ruhu:

 

Duanın ruhu, her türlü güç ve kudretin yalnız Allah'ta oldu­ğuna inanmak ve gassal[759] elinde ölü, heykeltıraş elinde heykel ha­muru gibi olmak, münâcâtm lezzetini duymaktır.

Rasûlullah (s.a.), teheccüd namazından sonra, her iki rekat sonunda ellerini kaldırarak uzunca dua etmeyi ve duasında 'Ta Rabbi! Ya Rabbil" diye yakarmayı ve Allah Teâlâ'dan dünya ve âhiret hayırlarını istemeyi, her türlü bela ve musibetlerden Allah'a sığınmayı, ısrarla niyazda bulunmayı sünnet kılmış; bunun meşgalelerden ve lehviyattan uzak bir kalp ile yapılmasını; büyük ve küçük abdest sebebiyle sıkışık halde, aç ve öfkeli vaziyette ol­mamasını şart koşmuştur. [760]

 

İnsan, Manevî Halini Kaybettiğinde, Bunun Sebebini Araştırmalıdır:

 

İnsan, huzurda olma halini yakaladıktan sonra onu kaybet­mişse, bu kaybın sebebini araştırmalıdır. Eğer sebep, bedenî gü­cün aşırılığı ise, o zaman oruç tutmalıdır; çünkü bu gibi hallerde oruç insanın şehvetini kırar ve onu uslandırır. En fazla, peşipeşine iki ay oruç tutmalı, aşırılığa kaçmamalıdır. Meninin çokluğundan gelen bir sıkıntısı varsa, yemek ve içmeyi düzene sokmak endişe­sinden kurtulmak istiyorsa ve sahip olduğu bir helâli de varsa, o takdirde aşırılığa düşmeden bu ihtiyacını gidermeli ve bu işi, fay­dasını göreceği, zararından da korunacağı bir ilaç gibi ne az ne de çok yapmalıdır. Zira bu hususta aşırılığa düşmesi halinde, zindeli­ğini kaybeder.

Eğer sebep, dünya meşgalelerine kaptırmak ve insanlarla sohbete dalmak ise, o zaman ibadetlerine ilavede bulunmalıdır.

Eğer sebep; zihninin, içini tırmalayan düşüncelerle, cerbezeli fikirlerle dolu olmasıysa, o takdirde insanlardan uzak durmalı ve eve ya da mescide kapanmalı, dilini Allah'ın zikrinden başka her şeyden tutmalı, kalbini kendisini ilgilendirmeyen her türlü düşün­celerden uzaklaştırmalıdır. Uyandığında ilk andığının Allah olma­sı, uyurken kalbinin her türlü meşgalelerden uzak sadece Allah ile birlikte olması için nefsini sorgulamalı ve ondan ahd ü peyman al­malıdır. Böylece, elde etmiş olduğu manevî hale tekrar ulaşmaya çalışmalıdır. [761]

 

3. Semâhat-ı Nefs:

 

Üçüncüsü semâhat-ı nefistir. Bu, melekî gücün, lezzet talebi, intikam tutkusu, öfke, cimrilik, mal ve makam hırsı... gibi hayvani gücün telkinlerine aldırmaması, onun isteklerine boyun eğmemesi demektir. İnsanın, bu sayılan hallere uygun düşecek fi­illeri işlemesi halinde, onların rengi nefsin cevherinde belli bir sü­re yer eder. Eğer nefis semâhatli ise, müptezel halleri kendisinden kolayca uzaklaştırır ve sanki o şeyler nefis üzerinde hiç etki etme­miş gibi olur. Tekrar Allah'ın rahmetine açık ve, şayet engeller ol­masaydı nefislerin cibilliyetinin gerektirmiş olduğu nurlar derya­sına dalmaya hazır olur.

Nefsin semâhatli olmaması halinde ise, o fiillerin renkleri, aynen mühürün mum üzerine şeklini verdiği gibi nefis üzerine siner, dünya hayatının müptezelliği ve kirleri ona yapışır; artık nefsin onlardan kurtulması kolay olmaz. Bedenden ayrıldığı za­man, işlediği hatalar, dört bir yanından kendisini kuşatır, kendisi ile nefislerin cibilliyetinin gerektirmiş olduğu nurlar arasına çok ve kalın perdeler iner. Sonuçta bu, eza görmesinin, ızdırap duyma­sının sebebi olur. [762]

 

Semahatin Tezahür Şekilleri:

 

Semahat, iki şehvetin yani karın ve cinsel organın arzuları karşısında gösterilmişse, iffet; lüks ve refah içerisinde yaşama ar­zusu karşısında gösterilmişse, ictihâd; tahammülsüzlük, feveran, ah u figan arzusu karşısında gösterilmişse, sabır; intikam tutkusu karşısında gösterilmişse, af; mal sevgisi karşısında gösterilmişse, sehâvet ve kanaat; şeriatın isteklerine muhalefet etme arzusu kar­şısında gösterilmişse, takva adını alır. Bütün bunlar, bir noktada müştereklik arzederler. O da, hepsinin aslının, nefsin, hayvanı gü­cün telkinlerine aldırmaması, onun isteklerine boyun eğmemesidir. Sûfîler buna, dünyevî ilişkileri kesmek, yahut beşerî zaaflardan arınmak (fena bulmak), ya da hürriyet gibi isimler verirler ve bu hasleti çeşitli adlarla anarlar.

Semahat vasfını kazanabilmek için yapılacak esas şey, yuka­rıda sayılan kötü duygulara kapılmaya sebep olabilecek mahaller­den kaçınmaya çalışmak, kalbin hep Allah'ın zikriyle meşgul ol­masını sağlamak, nefsin tecerrüd (soyutlanma) âlemine meylini sağlamaktır. Zeyd b. Hârise'nin (r.a.), "Benim yanımda, taşı da toprağı da aynıdır." sözünün anlamı budur. Bu hal, mükâşefe hali­ne ulaşıncaya kadar devam eder. [763]

 

4. Adalet:

 

Bu öyle bir melekedir ki, ondan hem ev idaresiyle hem de ül­ke yönetimiyle ilgili elverişli, âdil nizamın ikamesi kolaylıkla sâdır olur. Aslı, öyle bir cibilliyet-i nefsâniyyedir ki, ondan küllî fikirler ile Allah ve melekler katında olan şeye uygun siyâsetler doğar. Şöyle ki: Allah Teâlâ, âlemde her şeyin yerli yerinde olmasını, kul­larının işlerinin düzen içerisinde yürümesini, birbirlerine yardımcı olmalarını, birbirlerine zulüm etmemelerini, birbirleriyle kaynaş­malarını ve tek bir vücut gibi olmalarını, birinin başına gelecek bir musibeti, aynen bedenin bir organına gelen acı ve ızdırabı diğer or­ganların paylaştığı gibi, hepsinin duymasını, çoğalmalarını, fasık-ların engellenmesini, âdil olanların yüceltilmesini, kötü davranış­ların ve geleneklerin ortadan silinmesini, her türlü hayırlı işin ve ilâhî kanunların aralarında yer edip yayılmasını murad etmiştir. Allah Teâlâ'nın, mahlukâtı ile ilgili olarak icmâlî bir kazası vardır ve her şey onun tafsilatı ve açıklamasıdır. Mukarreb melekleri, o küllî kazayı öğrenmişlerdir ve bunun sonucu olarak insanların ıslâhı için çalışanlara hayır dua, onları ifsad için çalışanlara da lanet eder olmuşlardır.

Şu âyetler bu manayı ifade etmektedir:

"Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi, kendilerini de yeryüzüne sahip ve hâkim (halife) kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (islâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.[764]

"Onlar ki, Allah'ın ahdini yerine getirirler, verdikleri sözü bozmazlar. Onlar, Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.[765]

"Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozan­lar ve Allah'ın, riayet edilmesini emrettiği şeyleri (bağlan) koparıp terkedenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lanet onlar içindir... [766]

 

Islâh Edici Ameller, Allah'ın Rahmetini Harekete Geçirir:

 

Kim, bu ıslâh edici amelleri yaparsa, Allah'ın rahmeti, melek­lerin duası onu her taraftan çepeçevre kuşatır ve orada güneş ve ay huzmeleri gibi, onu saran ince ışık haleleri oluşur. Bu, insanla­rın ve meleklerin kalplerine, o kimseye iyilik yapmaları doğrultu­sunda ilhama dönüşür, gökte ve yerde hüsnü kabule mazhar olur. Tecerrüd (bedenden soyutlanma) âlemine intikal ettiği zaman, kendisini saran o haleleri hisseder, onlardan haz alır, bir genişlik ve kabul görür, kendisiyle melekler arasına bir kapı açılır.     [767]   

 

Bozguncu Ameller, Allah'ın Gazabını Harekete Geçirir:

 

Kim de bozguncu, kötü amelleri işlerse, Allah'ın gazabı ve meleklerin laneti onu çepe çevre kuşatır. Etrafını gazab-ı ilâhîden doğan zulmet halkaları sarar. Bu, meleklerin ve insanların kalple­rine, o kimseye kötü davranmaları şeklinde ilhama dönüşür, gökte ve yerde herkes ona karşı nefret ve Öfke duyar olur. Tecerrüd âlemine intikâl ettiğinde, etrafını saran o zulmet halkalarının ken­disini ısırmakta olduğunu hisseder. Böylece nefsi ızdırap duyar, darlık ve nefret bulur; her tarafından çepeçevre sarılır. Bunun so­nucunda da, olanca genişliğine rağmen yeryüzü kendisine dar ge­lir. [768]

 

Adalet Vasfının Tezahür Şekilleri:

 

Mal ve malı elde etmesi ve harcaması açısından ele alındığın­da "kifayet" diye isimlendirilir.

Ev idaresi (tedbîr-i menzil) açısından ele alındığında, "hürri­yet" diye isimlendirilir.

Şehir/ülke yönetimi açısından ele alındığında, "siyâset" diye isimlendirilir.

İnsanların birbirleriyle ünsiyeti, bir arada yaşamaları ve kay­naşmaları açısından ele alındığında, "hüsn-ü muaşeret" diye isim­lendirilir.

Adalet vasfının kazanılabilmesi için yapılacak temel şey, mer­hametli olmak, sevgiyle hareket etmek, ince kalpli olmak, katı kalplilikten uzak olmak, ayrıca küllî fikirlere boyun eğmek ve işle­rin sonunu düşünmektir. [769]

 

Ehlullah İle Halk Arasındaki Fark:

 

Bu iki haslet arasında, bir yönden bağdaşmazlık ve çelişki vardır. Çünkü kalbin soyutlanmaya (tecerrüd) meyli ile, rahmet ve sevgiye (meveddet) boyun eğmesi, insanların çoğu hakkında özel­likle de güçleri çatışmalı olanlarda bir arada bulunmaz. Bunun içindir ki ehlullahtan birçoğunun dünyadan el etek çektiklerini, uzlet hayatı yaşadıklarını, çoluk çocuktan ayn yaşadıklarını, in­sanlardan çok uzak bir hal aldıklarını görürüz. Halka gelince, on­lar çoluk çocuğa karışırlar, meşgalelere kendilerini kaptırırlar. O derecede ki bu durum, onlara Allah'ı anmayı unutturur.

Peygamberler (s.a.), her iki maslahata birden riayet etmeyi emrederler. Bunun için de, bu iki haslet hakkında müşkil noktala­rın diğerlerinden ayrılması ve konunun iyice açık bir hale getiril­mesi konusunda aşırı özen gösterirler. Şeriatlarda muteber olan ahlâk anlayışı[770] da işte budur. [771]

 

Melekleşmeye Ya Da Şeytanlaşmaya Götüren Diğer Bazı Davranışlar:

 

Sözü edilen huyların ve onların zıdlarının etkisini yapan bazı fiil ve davranışlar daha vardır. Bunlar da, insanı meleklerin ya da şeytanların mizaçlarına yaklaştırır, yahut nefsin bu iki gruptan biri tarafına olan meylinden kaynaklanır. Dolayısıyla bunlara yö­nelik emir ve yasaklar da bulunur. Bunlardan bazılarını daha önce zikretmiştik.

Şu hadislerde sözü edilen fiil ve davranışlar bu kabildendir:

"Şüphesiz şeytan, solu ile yer, solu ile içer.[772]

"Ecda[773] şeytandır.» [774]

"Meleklerin saf oldukları gibi, saf tutamaz mısınız? [775]

 

Rasûlullah (S.A.) Sözü Edilen Dört Huya Sahip Olunmasını Emretmiştir:

 

Rasûlullah (s.a.), bu dört huyun elde edilebilmesini sağlaya­cak fiil ve davranışları emretmiştir. İhbât (teslimiyet) ve tazarru halinin devamını sağlamak için zikirler emretmiş, sabır ve infâkta bulunmayı emretmiş, lezzetleri alt üst eden ölümün ve âhiretin çokça hatırlanmasını teşvik etmiş, dünyayı insanların gözünden düşürücü açıklamalar yapmış, Allah'ın celâli ve kudretinin azame­ti üzerinde düşünmelerini teşvik etmiş, böylece semahat sahibi ol­malarını amaçlamıştır. Adalet vasfına sahip olabilmeleri için, has­ta ziyaretini, iyilik yapmayı, akraba haklarını, selâmı yaymayı, hadleri yerine getirmeyi, iyiliği emredip, kötülüğe karşı durmayı emretmiştir. Bu fiil ve davranışları son derece açık olarak beyan etmiştir.

Bize ve tüm müslümanlara yaptığına karşılık, Allah Teâlâ bu şerefli peygamberi en güzel karşılıkla mükâfatlandırsın!

Eğer bu esaslar anlaşüdıysa, artık konuyla ilgili bazı ayrıntı­lara geçebiliriz.

Allah'u a'lem! [776]

 

ZİKİR VE İLGİLİ KONULAR

 

Zikrin Üstünlükleri:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir topluluk, Allah'ı zikretmek için oturduklarında, mutlaka melekler onları sarar ve her taraflarını rahmet bürür.[777]

Hiç şüphe yoktur ki müslümanların, şevkle Allah'ı zikir ede­rek toplanmış olmaları, ilâhî rahmeti harekete geçirir ve üzerleri­ne sekînet iner, melekleri onlara yakın kılar.

Bir hadiste de Rasûlullah (s.a.), "Müferridler öne geçti." baş­ka bir rivayette, "Müferridlere ne mutlu!" buyurmuş, "Kimdir on­lar?" diye sorulduğunda da, "Allah'ın zikrine düşkün olanlar." diye cevap vermiştir. [778]

Hadiste sözü edilen müferridler, sâbikûndan bir gruptur. Bu şekilde isimlendirilmelerinin sebebi, zikrin, üzerlerindeki günah yüklerini hafifletmesidir. [779]

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ben, kulumun bana olan zannı üzereyim. Beni zikrettiği zaman da, ben onunla beraberim. O beni gönülden zikrederse, onu gönlümden zikrederim. Toplum arasında zikrederse, onu o toplumdan daha hayırlı bir toplum arasında zik­rederim... [780]

Kul için rahmetin inmesini sağlayan şey, huylarının ve bilgi­lerinin neşet ettiği cibilliyeti ve nefsinin kazanmış olduğu hey'âttır. Nice kullar vardır ki, semahatli bir huya sahiptir; Rabbi hakkında iyi zannı vardır; O'nun, günahlarını bağışlayacağına, ufak tefek şeyler yüzünden kendisini sorgulamayacağına, kendisi­ne müsamahalı davranacağına inanır. Onun bu umudu, nefsinden hataların uzaklaştırılmasına ve dolayısıyla affına sebep olur.

Nice kullar da vardır ki, cimri bir huya sahiptirler; Rableri hakkında iyi zan beslemezler, O'nun, zerre kadar şeylerden bile hesaba çekeceğine, kendilerine kılı kırk yararcasına muamele ede­ceğine, günahlarım görmemezlikten gelmeyeceğine inanırlar. Bu inanç, ölümünden sonra, nefsin yakasını bırakmayan ve onu dört bir tarafından kuşatan dünyevî hey'âta nisbetle en şiddetli olanı­dır. Bu fark, etkisini sadece Hazîre-i kuds'te hükmü henüz kesin­lik kazanmamış şeyler hakkında gösterir. Büyük günahlara (kebâir) ve o ayarda olanlara gelince, onda ancak icmâlî olarak za­hir olur.

"Beni zikrettiği zaman da, ben onunla beraberim." buyruğu, kabul beraberliğine ve zikrin Hazîre-i kuds'te önemli bir yeri oldu­ğuna işaret eder. [781]

 

Allah'ı İçten Zikretmek:

 

Eğer kul, Allah'ı içinden zikreder, O'nun nimetleri üzerinde düşünme yolunu tutarsa, bunun mükâfaatı, Allah Teâlâ'nın yolu üzerindeki perdeleri kaldırması ve böylece Hazire-i kuds'te kâim olan tecellîye ulaşmasıdır. [782]

 

Allah'ı Toplum İçinde Zikretmek:

 

Eğer kul, Allah'ı toplum içerisinde zikreder ve bununla Al­lah'ın dinini yaymak ve yüceltmek isterse, o takdirde bunun karşı­lığı, Allah Teâlâ'nın, onun sevgisini Mele-i a'lâ sakinlerinin kalbi­ne ilham etmesi ve onların da ona hayır duada bulunmaları, üzeri­ne bereketler indirmeleri, sonra yeryüzü sakinlerine, o kimseyi hüsnü kabulle karşılamalarının ilham edilmesidir. Nice ârif-i bil-lah vardır ki, marifetullaha ulaşmış, fakat yeryüzünde kabul gör­memiş, Mele-i a'lâ'da ismi anılmamıştır. Nice Allah'ın dinine yar­dım edenler de vardır ki, yeryüzünde büyük bir hüsnü kabule, bü­yük bereketlere mazhar olmuştur; fakat kendisi için perdeler kal­dırılmamıştır. [783]

 

Allah Teâlâ'ya Yaklaşma:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor: Her kim bir hayırla gelirse, ona bu hayrın on katı vardır. Fazla da veririm. Ve her kim bir kö­tülükle gelirse, kötülüğün cezası kötülüğün dengidir. Yahut af da ederim. Bana kim bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşı­rını; bana kim bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Her kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim. Ve her kim bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla yeryüzü dolusu gü­nahla gelirse, ben kendisini o günah kadar mağfiretle karşıla­rım.[784]

İnsan ölüp, dünyadan el etek çektiği, hayvanı gücü zayıflayıp devreden çıktığı, melekî gücün nurları parladığı zaman, işlemiş ol­duğu az hayır, çok olur. Arazî olan şey, zat ile kâim olan şeye nis-betle zayıftır. Tedbîr-i ilâhî, hayrın yayılması esası üzerine kuru­ludur. [785]

 

Allah'ın Rahmeti Ve Mağfireti:

 

Hayır, varlık âlemine daha yakın; şer ise ondan daha incedir. "Allah Teâlâ'nın yüz rahmeti vardır, onlardan sadece bir tanesini yeryüzüne indirmiştir. [786]hadisi bunu ifade eder. Rasûlullah (s.a.), bunu karış, arşın, kulaç, yürüme, koşma benzetmesiyle açıklamış­tır. Âhiret hayatı için, ceberut âlemine teveccüh etmek, oraya doğ­ru yönelmekten daha faydalı hiçbir şey yoktur. Hadisin, "Ve her kim bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla yeryüzü dolusu gü­nahla gelirse, ben kendisini o günah kadar mağfiretle karşıla[787]kısmı ile, "Kulum bir günah işledi ve bildi ki, kendisinin günahı affeden ve günahtan dolayı muaheze eden bir Rabbi var­dır. [788]hadisi bu manayı ortaya koymaktadır. [789]

 

Allah'ın Kullarını Sevmesi:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâtâ buyuruyor ki: Kim benim bir velî kuluma düş­manlık ederse, ben o kimseye harp ilan ederim. Kulum, farz kıldı­ğım ibadetlerden daha sevgili bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle de bana yaklaşmaya devam eder ve nihayet ben onu se­verim. Onu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden (bir şey) isterse ona veririm ve bana sığınırsa onu korurum. Yapmakta olduğum hiçbir şeyde, mü'min kulumun ruhunu almak konusunda tereddüt ettiğim gibi tereddüt etmedim. O ölümden hoşlanmaz, ben de ona kötülük et­mekten hoşlanmam, ancak bu da mutlaka olacaktır.[790]

Allah Teâlâ, bir kulunu sevdiği zaman, muhabbeti Mele-i a'lâ'ya iner, sonra yeryüzünde onun için hüsnü kabul konulur. Bi­rileri bu ilâhî nizama karşı çıkar ve o sevgili kula düşmanlık eder, Allah'ın düzeninin reddine, o kulun halini engellemeye çalışırsa, Allah Teâlâ'nın bu sevgili kulu hakkındaki rahmeti, o düşmanlık eden hakkında lanete, rızası onun hakkında gazaba dönüşür.

Hak Teâlâ, bir şeriat göndermek ve din ikâme etmek suretiy­le kullarına yaklaştığı zaman, bu şeriatın içeriği (belirlenmiş dav­ranış kalıpları, sünnetler ve şer'î hükümler) Hazîre-i kuds'te yazıl­dığı zaman, bu davranış kalıpları ve hükümler, Allah'ın rahmetini en iyi celbeden, O'nun rızasına en uygun düşen fiiller halini alır­lar. Artık bunun azı çok olur. Kul, farzlara ziyade olarak nafilelerle Allah Teâlâ'ya yaklaşmaya devam eder, öyle bir hal alır ki artık Allah onu sever, rahmeti onu bürür. İşte o anda onun or­ganları bir nur-ı ilâhînin teyidine mazhar olur; kul, nefsi, ailesi, malı hakkında berekete erer, duaları kabul olur, serden korunur, yardım görür. Bu yakınlığa biz, "amel yakınlığı" demekteyiz.

Hadisteki tereddüt, kula gösterilen inayet-i ilâhîlerin çatış­masından kinayedir. Çünkü Hak Teâlâ'nın, her nizama ait nev'î ve şahsî olmak üzere bir inayeti vardır. İnsan bedenine olan inayeti, onun ölümüne, hastalanmasına ve sıkıntılı haller almasına hük­metmeyi gerektirir. Onun sevgili nefsine yönelik inayeti ise, her yönden onun üzerine ferah ve surur indirmesini, her türlü kötü­lüklerden onu korumasını gerektirir. [791]

 

Zikrin, Diğer Amellere Üstünlüğü:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Size amellerinizin en hayırlısını, Melik'İniz katında en temi­zini (makbulünü), dereceleriniz bakımından en yükseğini bildir-meyeyim mi?! O, sizin için altın ve gümüş infakından daha hayır­lıdır, düşmanla karşılaşmanızdan ve onlarla vuruşup sonunda onların boyunlarını vurmanızdan, yahut da onların sizin boyunlarınızı vurmasından daha hayırlıdır." Oradakiler, "Evet," dediler. Rasûlullah (s.a.): "Zikrullahtır." buyurdu.[792]

En üstünlük derecesi, bakış açısına göre değişir. Nefsin ceberut âlemine teveccühü açısından bakıldığında, zikirden daha üstün amel olmaz. Özellikle de, riyazete ihtiyaç göstermeyen pâk nefisler Öyledir; onlar sadece teveccühün devamına muhtaçtır. [793]

 

Allah'ın Zikrinden Gafil Olmak Hasret Ve Nedamettir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, bir yere oturur ve orada Allah'ı zikretmezse, bu kendisi­ne Allah'tan bir hasret ve nedamet olur. Kim bir yere yatar ve ora­da Allah'ı zikretmezse, bu kendisine Allah'tan bir hasret ve neda­met olur. [794]

"Herhangi bir topluluk, bir meclisten Allah'ı zikretmeden kal­karlarsa, mutlaka sanki eşek iaşesinden kalkmış gibi olurlar ve bu, onlar üzerine hasret ve nedamete dönüşür. [795]

"Allah'ı zikretmeden, fazla konuşmayın; çünkü Allah zikredil­meden yapılan çok konuşma kalp için kasvettir ve insanların Al­lah'tan en uzak olanı da kalbi kasvetli olandır. [796]

Kim, zikrin tadını alır, Allah'ı zikretmek suretiyle nasıl kalp huzuruna ulaşıldığını, o anda kalbinden perdelerin nasıl kaldırıl­dığını anlarsa, o Allah Teâlâ'yı sanki başgözüyle görüyormuş gibi olur.                                                                                                

Aksine kim de dünyaya yönelir, çoluk çocuğa, mala mülke ka­rışır, Allah'ı unutursa, o kişi de bulduklarını sanki yitirmiş gibi kalır, kendisiyle kalbi arası perdelenir. Bu haslet onu ateşe ve her türlü şerre götürür. Bunlar ise, o kimse için hasret ve nedamettir.

Hasret ve nedametler katmerleştiği zaman, artık kurtuluş ümidi kalmaz.

Rasûlullah (s.a.), söz konusu her hasret ve nedameti en iyi şe­kilde ortadan kaldıracak bir ilaç koymuştur. Bunu, her hale uygun düşecek ve gaflet zehirine panzehir etkisi yapacak bir zikir koy­mak suretiyle yapmıştır. Rasûlullah (s.a.), bu zikirlerin faydaları­na dikkat çekmiş, bunlar yapılmadığı zaman onların yerini hasret ve nedametlerin dolduracağını beyan buyurmuştur. [797]

 

Zikir İçin Okunacak Sözcüklerin Belirlenmesi:

 

Bil ki: Zikir olmak üzere okunacak lâfızların belirlenmesine ihtiyaç vardır. Aksi takdirde herkes kendi güdük aklıyla zikirler icad edecek, Allah'ın isim ve sıfatları hakkında ilhâda (ifrat ya da tefrite) düşecektir. Yahut makama, lâyık olduğu değeri veremeye­cektir.

Rasûlullah'ın (s.a.) bu konuda belirlemiş olduğu zikirlerin esasını on sözcük oluşturur. Bunların her birinde, diğerinde olma­yan sırlar vardır. Bunun için Rasûlullah (s.a.), her yerde, bu zikir­lerden birkaçının bir arada yapılmasını sünnet kılmıştır.

Sonra tek bir zikir üzerinde durmak, mükelleflerin büyük ço­ğunluğuna nisbetle, onun dilde bir laklaka halini almasına sebep olur. Bir zikirden diğerine intikâl etmek ise, nefsi uyarır, uykuyu giderir. [798]

 

Rasûluîlah'ca (S.A.) Belirlenen Zikirler:

 

Bu zikirler şunlardır: [799]

 

1. Sübhânallah:

 

Bunun hakikati, Allah Teâlâ'nın her türlü pisliklerden, nok­sanlıklardan ve ayıplardan tenzih edilmesidir. [800]

 

2. El-Hamdu Lillah:

Bunun hakikati, her türlü kemâl hallerinin, kusursuzluk sıfatlannın Allah Teâlâ'ya nisbet edilmesidir.

Bu iki zikir, tek bir cümlede toplandığı zaman, insanın Rabbi-ni tanıdığının en açık ifadesi olur. Çünkü insan Rabbini, ancak ona bir zât isbatı ve o zâtın da, biz mahlukâtta görülen her türlü noksanlıklardan tenzihi, bizce kemâl kabul edilen her türlü sıfatın da onun için isbatı şeklinde tanıyabilir. Bu zikrin suretinin amel defterinde iyice yer etmesi halinde, onun tamlığına hükmedildiği an Rab Teâlâ hakkındaki bilgi orada tam ve kâmil olarak or­taya çıkar. Bunun üzerine büyük bir yakınlık kapısı açılır. Rasû­lullah (s.a.) şu hadislerinde işte bu manaya işaret etmektedir:

"Teşbih, mizanın (terazi) yarısıdır, el-Hamdu lillah onu doldurur.[801]

Bunun içindir ki "Sübhânallahi ve bihamdikî" dile hafif, fa­kat terazide ağır, Rahmân'a sevimli bir zikir olmuştur. [802]Kim onu söylerse, onun için (cennette) bir hurma ağacı dikilir. [803] Onu yüz defa diyen hakkında da, günahlarının deniz köpüğü kadar dahi olsa kendisinden döküleceği hadislerde yer almıştır. Kıyamet günü, bu zikri söyleyenden daha üstün bir şey hiç kimse getireme­yecektir. Ancak bir kimse, onun benzerini veya daha fazlasını söylemişse o başka. Bu, Allah'ın melekler için seçmiş olduğu en üstün zikirdir.

Rasûlullah'ın (s.a.), "Cennete ilk çağırılanlar, bollukta ve darlıkta Allah'a hamdedenler olacaktır." sözünün sırrına gelince, onların bu yaptıkları sübûtîdir; sübûtî kuvvelerden kaynaklanmış­tır. Böylesi kimseler, cennet nimetlerinden nasiplenmeye herkes­ten daha lâyıktır.

Rasûlullah'ın (s.a.), "En üstün dua, el-Hamdu lillah'dır." buyruğunun sırrı ise şudur: Dua, ileride de belirteceğimiz gibi iki kısımdır. el-Hamdu lillah, her iki kısmını da ifade etmektedir. Çünkü şükür, nimeti artırır. Hem el-Hamdu lillah, Allah Teâlâ hakkında sübûtî marifet ifade eder.

Rasûlullah'ın (s.a.), "el-Hamdu lillah, şükrün başıdır." hadi­sinin sırrı ise şudur. Şükür, dil ile, kalp ile ve organlarla yapılır. Dil ile yapılan, diğer ikisinden daha açıktır.  [804]

 

3. Lâ İlahe İllallah:

 

Lâ ilahe illallah'ın bir çok bâtın anlamı vardır. Birincisi, cehrî şirkin reddi; ikincisi, hafi şirkin reddi; üçüncüsü, marifetullaha en­gel olan perdelerin reddidir. Rasûlullah'ın (s.a.), "Lâ ilahe illallah ile Allah arasında perde yoktur; O'na ulaşır,[805] hadisi buna işaret olmaktadır.

Hz. Musa, Lâ ilahe illallah'in bâtın manalarından ilk ikisini biliyor, onun, Allah'ın Özel olarak kendisine tahsis ettiği zikir ola­bileceğini düşünmüyordu. Allah Teâlâ, ona işin hakikatini vahyet-ti ve ona, Lâ ilahe illallah'm, Allah Teâlâ'dan başka her şeyi ve tercihlerini gözünün önünden uzaklaştırıcı etkisi olduğunu, başka bütün zikirler bir kefeye konulsa, bu da diğer kefeye konulsa, Lâ ilahe illallah'ın olduğu kefenin daha ağır basacağım, diğerlerinin onun yanında önemsiz kalacağını bildirdi.

Tehlîl, nefyi ve isbatı[806] içine alır ve şu sözcüklerden oluşur:

"Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerike leh, lehû'l-mülku ve lehû'l-hamdu ve huve alâ külli şey'in kadir."

Manası: Tek olan Allah'tan başka tanrı yoktur. O'nun şeriki yoktur. Mülk ancak O'na aittir, hamd ancak O'na mahsustur. O, her şeye kadirdir.

Tehlilin fazileti hakkında Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur:

"Bir kimse günde yüz defa 'Lâ ilahe illallahu vahdehû tâ şerike leh, lehû'l-mülku ve lehü'l-hamdu ve huve alâ külli şey'in kadir' derse, o kimse için on köle dengi sevap olur, kendisine yüz hasene yazılır, yüz günahı silinir. Bu onun için, o gün akşamla-yıncaya kadar şeytandan mahfaza olur. [807]

Bu üstünlük, tehlîlin sübutî ve selbî marifeti içeriyor olma­sındandır. Selbî marifet, günahların silinmesinde etkindir. Sübûtî marifet ise, hasenatın meydana gelmesinde ve sevapların temessülünde etkindir. [808]

 

4. Allahu Ekber:

 

Bu, Allah'ın azamet, kudret ve saltanatının ilân edilmesidir. Allah hakkında sübûtî marifete işarettir. Bunun için faziletinden bahsedilirken, onun göğü ve yeri doldurduğu beyan edilmiştir.

Buraya kadar sayılan dört zikir, en üstün olan ve Allah'a en sevimli gelen zikirlerdir. Bu zikirler yapıldıkça, her biri karşılığın­da cennette bir fidan dikilir.     [809]                                                         

 

Cüveyriye Hadisinin Sırrı:

 

Rasûlullah (s.a.), eşi Cüveyriye'nin (r.a.) yanından ayrılırken o namaz kılıyormuş, tekrar döndüğünde hâlâ namaz kılmaktay-mış. Ona: "Hâlâ şu namazlığında mısın?" demiş, o da, "Evet," de­yince şöyle buyurmuş:

"Senden sonra ben dört kelimeyi üç defa söyledim, eğer senin söylediklerinle tartılacak olsa, onlar ağır gelirdi; Sübhânallahi ve bi hamdihî adede halkıhî ve rıdâ nefsihî ve zinete arşihî ve midâde kelimâtihî.[810]

Manası: Mahlukâtı sayısınca, kendisinin rızasmca, arşının ağır­lığınca, kelimelerinin yettiği yere kadar Allah'ı teşbih eder, O'na hamd ederim.

Bu hadisin sırrı şudur: Amel, deftere yazılıp orada yer edince, onun açılması ve genişlemesi, o kelimenin manasına göre olur. Eğer kelime, "mahlukâtı sayısınca" gibi bir kelime ise, onun açılı­mı da öyle olur.

Bil ki: Kimin en çok meyli, nefsin, zikrin manasının rengini alması doğrultusunda ise, onun hakkında münasip olanı, zikrin çokça yapılmasıdır. Kimin de en çok meyli, amelin suretinin sahi-fede korunması ve ceza gününde ortaya çıkması doğrultusunda ise, onun için en faydalı olanı da, zikirler arasında nitelik bakımın­dan diğerlerine üstün olan bir zikrin seçilmesidir.

Burada birileri kalkarak, madem ki, bu kelimeleri üç defa söylemek, diğer zikirlerden efdaldir, bu durumda çok zikir yapa­rak, tüm zamanları zikir ederek geçirmek boşunadır, şeklinde bir itirazda bulunamaz. Çünkü üstünlük bakış açısına göre değişir. Rasûlullah (s.a.), bu hadisi Cüveyriye'yi (r.a.) en kolay amele irşad buyurmak için söylemiş ve onu açık bir şekilde buna teşvik etmiş­tir.

Rasûlullah'ın (s.a.), sünneti üzere zikre, tehlîl ile birlikte Al­lahu ekber ve daha başka lâfızları eklemesinin sırrı, nefsin zikre karşı uyarılmasını sağlamak, tek bir kelimenin dilde laklaka hali­ni almasına imkân vermemektir. [811]

 

5. Dua Zikirleri:

 

Bedeni ve nefsi için yararlı olan şeyleri istemesi. Huyunun güzelleştirilmesini, üzerine sekine inmesini, yahut evinin, malının, makamının idaresi açısından kendisi için hayırlı olan şeyleri iste­mesi; aynı şekilde kendisi için zararlı olacak şeylerden Allah'a sı­ğınması.

Bunun sırrı, Hakk'ın âlemdeki tesirinin müşâhade edilmesi, her türlü güç ve kudretin O'ndan başkasında bulunmadığının ilân  edilmesidir. [812]

 

Rasûlullahhn (S.A.) Bazı Duaları:

 

Konuyla ilgili Rasûlullah'm (s.a.) en kapsamlı dualarından bi­ri şudur:

"Allahım! Benim için her işimin başı olan ve ebedî kurtuluşa ermemi sağlayacak olan dinimi ıslah eyle. Benim için, içinde yaşa­makta olduğum dünyamı ıslah eyle. Benim için varacağım yer olan ahiretimi ıslâh eyle. Hayatı, benim için her hayrın artmasına vesile kıl. Ölümü de, her kötülükten rahatlama vesilesi kıl. Al­lah'ım! Ben senden hidâyet, takva, iffet ve gönül zenginliği dilerım.[813]

Hz. Ali'ye (r.a.) şöyle demiştir:                   

"Allahım! Bana hidayet ver! Beni doğruya'1 Muvaffak kıl, de! Hidayet ile seni doğru yola ilettiğini, doğrulukla da oku doğrulttu­ğunu hatırla! [814]                                               

"Allahım! Beni bağışla, bana acı, beni doğru yola ilet, bana âfîyet ver, beni rızıklandır. Allahım!

Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver, âhirette iyilik ver, bizi ateş azabından koru.

Rabbim, bana yardımcı ol, aleyhime yar olma, bana nusretini esirgeme, düşmanlarıma yardım etme, bana kurulan hileleri boşa Çıkar, aleyhime tuzak kurdurma, beni doğru yola ilet, doğru yolda ilerlemeyi bana kolaylaştır. Bana karşı taşkınlık edenlere karşı bana yardım eyle!"

"Rabbim, beni şükredenlerden, seni zikredenlerden, senden korkanlardan, sana itaat edenlerden, sana huşu duyanlardan, sa­na yönelip tevbe edenlerden kıl!"

"Rabbim! Tevbemi kabul buyur, günahlarımı yıka, duaları­ma icabet eyle, hüccetimi güçlü ve açık kıl, lisânımı doğrult, kalbi­mi doğruya ilet, gönlümdeki her türlü kini çıkar at!"

"Allahım! Beni sevginle, sevgisi senin katında bana fayda ve­recek kimselerin sevgisiyle rızıklandır.                                             

Allahım! Sevdiğim şeylerden bana rızık olarak verdiklerini, senin sevgini kazanmak için güç kıl! Allahım! Sevdiğim şeylerden elimden aldıklarını, senin sevdiğin şeylerle uğraşabilmem için fır­sat kıl!"

"Allahım! Korkundan, bizimle günahlarımız arasına geçecek bir pay kıl, tâatinden bizi cennete götürecek kadarını lütfet, dünya musibetlerini bize hafif kılacak kadar yakın ver. Bizi yaşattığın sürece kulaklarımızdan, gözlerimizden yararlandır, ömrümüz bo­yunca onları bizden alma. Öc ve kinimizi, sadece bize haksızlık edenler üzerine kıl ve bize zulmedenlere karşı bize yardım eyle. Musibetimizi, dinimiz konusunda eyleme. Dünyayı en büyük meş­gale ve kaygımız, ilmimizin ulaştığı son nokta kılma! Bize acıma­yacak olanları üzerimize musallat eyleme!"

Rasûlullah (s.a.), istiâze hakkında en kapsamlı dua olarak şu­nu öğretmiştir:

"Allahım! Altından kalkılmaz belâ ve musibetlerden, bahtsız­lıktan, kötü yazgıdan, düşmanları sevindirecek duruma düşmek­ten sana sığınırım."

'Allahım! Şüphesiz ben üzüntü ve tasadan, acizlikten, tem­bellikten, korkaklıktan, cimrilikten, borç yükünden, düşmanların galip gelmesinden sana sığınırım!

Allahım! Ben, tembellikten, yaşlılıktan, ağır yük altına gir­mekten, günaha düşmekten sana sığınırım!

Allahım! Şüphesiz ben, cehennem azabından, cehennem fitne­sinden, kabir fitnesinden, kabir azabından, zenginlik fitnesinin şerrinden, fakirlik fitnesinin şerrinden, Mesîh-Deccâl fitnesinin şerrinden sana sığınırım."

"Allahım! Benim günahlarımı kar ve dolu suyu ile yıka! Kal­bimi, beyaz elbisenin kirden paklandığı gibi, her türlü kötülükler­den arındır. Benimle günahlarım arasını, doğu ile batı arasını [ uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır."

"Allahım! Nefsime takvasını ver ve onu arındır. Onu arındı­racak ancak sensin. Onun velisi ve mevlâsı (efendisi) sensin."

"Fayda vermeyen ilimden, korkmayan kalpten, doymayan ne­fisten ve kabul olmayan duadan sana sığınırım."

"Allahım! Nimetinin zeval bulmasından, afiyetinin değişme­sinden, gazabının ansızın yakalamasından ve tüm hışmına uğra­maktan sana sığınırım."

"Allahım! Fakirlikten, azlıktan, zilletten sana sığınırım. Zu­lüm etmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım." [815]

 

6. Huşu Ve Teslimiyet İfade Eden Zikirler:

 

Bu kabilden zikirlere şunu örnek verebiliriz:

"Allahım, sana secde ettim, sana iman ettim ve sana teslim oldum. Yüzüm, yaratanına, kendisine şekil verene, kulağını, gözü­nü açana secde etti. En güzel yaratıcının şanı ne yücedir!" [816]

 

Dualar İki Kısımdır:

 

Bil ki: Rasûlullah'ın (s.a.) bizden yapmamızı istediği dualar iki kısımdır:

i. Fikri kuvvelerin, Allah'ın azamet ve celâlini düşünmek su­retiyle doldurulmasını, yahut huşu ve teslimiyet halinin oluşması­nı amaçlayan dualar. Dilin, bu hale uygun düşecek ifadeleri söyle­mesi, nefsin o hale karşı uyarılması ve ona doğru yönelmesini sağ­lamada çok etkili olur.

ii. Dünya ve âhiret hayrının istenmesini, onların şerlerinden de Allah'a sığınılmasını amaçlayan dualar.

Nefsin himmeti ve bir şeyi istemeye iyice azmetmesi, ilâhî cö­mertlik kapısını çalar. Bu aynen, sonucun ortaya çıkması için, de­lilin öncüllerinin hazırlanması gibidir. Kalbi tedirgin eden ihtiyaç, onu münâcata yöneltir ve Allah'ın celâl ve azametini, gözlerinin önünde hazır kılar, himmetini O'na yöneltir. İşte bu hal, ihsan mertebesi sahiplerince (dua etmek için) bir ganimettir. [817]

 

Dua, İbadetin İliğidir:  

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:   

"İbadet, dua demektir.[818]                                                 

Çünkü ibadetin aslı, tazîm üzere huzurda istiğrak halidir. Her iki kısmıyla dua, bu esası ortaya koyacak yeterliliktedir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"En üstün ibadet, çıkış yolu beklemektir.[819]

Çünkü, himmetin rahmetin indirilmesi için yılmadan usan­madan asılması, ibadetten daha etkin tesir eder. [820]

 

Dua Mutlaka Kabul Olunur:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir kul bir duada bulunduğunda, Allah Teâlâ, behemehal ya onun istediğini verir, ya da ondan dengi bir kötülüğü uzaklaştı­rır; (asla karşılıksız bırakmaz). [821]

Bir şeyin âlem-i misâlden dünyaya inmesinin tabiî yolları vardır ve hariçte bir engel bulunmadığı takdirde o yoldan iner. Se­beplerin birbirine asılması (tezâhümü) halinde ise tabiî olmayan bir yol vardır ve o yoldan iner. Rahmetin, istenilenin verilmesi ye­rine, dengi bir kötülüğün uzaklaştırılması, yahut dua edenin hu­zursuzluğunun giderilmesi ve kalbine sürür ilham edilmesi, yahut bedenine gelecek musibetin malına kaydırılması ve benzeri şekil­lerde tecelli etmesi, tabiî olmayan yolun tezahür şekillerinden ol­maktadır. [822]

 

Duada Kararlılık Gerekir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Biriniz dua ettiği zaman, 'Allahım! Dilersen beni affet! Di­lersen bana merhamet et! Dilersen beni rızıklandır!' demesin. Dua­da kararlılık göstersin! Çünkü Allah dilediğini yapandır. O'nu zorlayacak yoktur. [823]

Bunun sim şudur: Duanın özü ve sırrı, meleklere benzer bir hal alarak, ceberut âlemine teveccühte bulunarak, bir şeye karşı arzu duymaktır. Şüphe içeren bir istek, azimeti dağıtır, himmeti gevşetir.

Küllî maslahata uygunluğa gelince, o her zaman için hasıldır; çünkü sebeplerden herhangi bir sebep, Allah Teâlâ'yı onu gözet­mekten engelleyemez. Hadisin, "Çünkü Allah dilediğini yapan-dır.O'nu zorlayacak yoktur." kısmı, bu manayı ifade eder. [824]

 

Dua, Kazayı Geri Çevirir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kazayı (kaderi) ancak dua çevirir.[825]

Burada kazadan maksat, misâl âleminde yaratılmış olan surettir ki bu, kevn alemindeki olayın varlık sebebi olmaktadır. Bu manada kaza, diğer mahlûkât mesabesindedir; dolayısıyla mahv ve isbatı kabul eder.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz dua, inmiş ve henüz inmemiş şeylere karşı fayda verir. [826]

Dua, eğer henüz kevn âlemine inmemiş bir şeye karşı durur­sa, o şey yok olur ve yeryüzünde olayın meydana gelmesi için se­bep olmaktan çıkar. Eğer inmiş olayı karşılarsa, o takdirde de Al­lah'ın rahmetinin, onun acı ve ızdıraplarım hafifletme, huzursuz­luğunu giderme şeklinde tecellî etmesini sağlar. [827]

 

Bollukta Dua:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kimi, sıkıntı anlarında Allah'ın duasını kabul etmesi sevin-dirirse, o bolluk anında çokça dua etsin! [828]

Çünkü dua, ancak arzusunu ısrarla ortaya koyan, azmini top­layan ve başına gelecek musibetler henüz gelmeden önce bu doğ­rultuda nefsini eğiten kişiden kabul edilir.

Ellerin kaldırılması ve onların dua bitiminde yüze sürülmesi ise, arzunun dışa vuran şeklidir, hey'et-i nefsâniyye ile ona uygun düşecek beden halinin birbirini desteklemesi, nefsin niyaz haline karşı uyarılmasıdır. [829]

 

Dua, Rahmet Kapısını Açar:         

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:     

"Kimin için bir dua kapısı açılırsa, onun için rahmet kapıları açıl­mıştır.[830]

Bir kimse, nasıl dua edileceğini bilir, kalbinin derinliklerin­den gelen büyük bir arzu ile niyazda bulunur, icabetin hangi surette tezahür edeceğini bilir ve kendini huzurda hissederek sü­rekli dua eder ve nefsini bu hale alıştırırsa, onun için dünyada iken bir rahmet kapısı açılır ve her sıkıntıdan dolayı yardım görür. Ölüp, hataları her bir tarafını kuşatıp, dünyevî hey'âta ait bir per­de tarafından büründüğü zaman, daha önceden alışık olduğu gibi halisane Allah'a teveccüh eder ve hemen duası kabul edilir; içinde bulunduğu halden tereyağından kıl çekilir gibi kolayca terte­miz sıyrılır çıkar. [831]

 

Duanın Kabul Edileceği Anlar:

 

Bil ki: Kabul olunmaya en lâyık dualar, ilâhî rahmetin inme­sini gerektirecek bir anda yapılanıdır. Bu da aşağıdaki şekil ve za­manlarda olur:

i. İnsan nefsi için kemâl sayılacak bir zamanda yapılması; namazların hemen akabinde yapılan dualar, oruçlunun iftar eder-kenki duası böyledir.

ii. Dua sırasında Allah'ın cömertliğini harekete geçirecek bir ortamın bulunması; Arafat'ta yapılan dua böyledir.

iii. Duanın âlemin nizamına yönelik inayetullaha uygunluk arzetmesi; mazlumun duası gibi. Çünkü Allah Teâlâ'nın, kâinat düzeninin yürümesi için zâlimlerden mazlumların Öcünün alınma­sı doğrultusunda bir inayeti vardır. Mazlumun duası, işte bu ina­yete uygun düşer. "Mazlumun duası ile, Allah arasında bir perde yoktur. [832]hadisi de bu manadadır.

iv. Dünya hayatının rahatlığından uzak olunması. Bu du­rumda o kişi hakkındaki Allah'ın rahmeti bir başka surete dönüş­müş olur. Hastanın ve musibete duçar olanın duası gibi.

v. Duanın ihlâs ile yapılması: Kişinin mü'min kardeşine gıyabî hayır duada bulunması, babanın çocuğuna hayır dua etmesi gibi.

vi. Ruhâniyetin yayıldığı ve ilâhî rahmetin sarktığı anda ya­pılması: Kadir gecesinde ve cuma günü müstecâb saatte yapılan dualar gibi.

vii. Meleklerin hazır bulundukları mekanlarda yapılması: Mekke'deki kutsal yerlerde yapılan dualar gibi.

viii. Girildiğinde, nefsin huşu ve tazarru haline geçmesini sağlayacak mekanlarda yapılması: Peygamberlere (s.a.) ait ma­kamlarda yapılan dualar gibi.

Bu anlattıklarımız dikkate alındığında Rasûlullah'ın (s.a.), "Kul, günah ve sıla-yı rahmi kesecek bir duada bulunmayıp, acele etmedikçe duası kabul edilir.[833] hadisinin sırrı anlaşılacaktır. [834]

 

Her Peygamberin Kabul Edilen Bir Duası Vardır:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Her peygamberin kabul edilen bir duası vardır ve her pey­gamber duasını evvelce yapmıştır. Fakat ben, duamı kıyamet gü­nünde ümmetime şefaat etmek için sakladım. İnşallah ümmetim­den Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölenlere nasip olacak­tır. [835]

Aslında peygamberlerin, kabul edilmiş duaları pek çoktur. Keza bizim peygamberimizin fs.a.) de nice duası kabul edilmiştir. Ancak her peygamberin öyle bir duası vardır ki, o peygamberliği­nin temeli olan rahmetten doğar. Ümmet, eğer iman ederlerse, o dua haklarında bereketlere dönüşür ve peygamberlerinin kalbine, onlar hakkında hayır duada bulunması arzusu doğar. Aksine iman etmezler ve peygamberinden yüz çevirirlerse, onlar aleyhine lanetlere dönüşür ve peygamberin kalbine, onlara beddua etme ge­reği doğar.

Bizim peygamberimiz, en büyük gönderiliş amacının, insan­lar için şefaatçi olması, mahşer gününde hususî bir rahmetin in­mesine vasıta olması olduğunu anlamış ve bunun için de peygam­berliğinin temeli olan rahmetten kaynaklanan en büyük duasını o gün için saklamıştır. [836]

 

Rasâlullah'ın (S.A.), Ümmeti İçin Allah'tan Söz Alması:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allahım! Ben senden ahd ü peyman (söz) alıyorum. Elbette sen, bu ahdi bana bozmazsın. Ben ancak bir beşerim. Dolayısıyla mü'minlerden hangisine eziyet eder, söver, lanet eyler, döversem; bunu, onun için namaz, zekât ve kıyamet gününde onu kendisiyle sana yaklaştıracağın bir ibadet kıl.[837]

Rasûlullah (s.a.), ümmetine olan merhamet ve şefkati, onla­rın üzerine titremesi sonucunda, onlar hakkında önceden Al­lah'tan ahd ü peyman almış, Hazîre-i kuds'te himmetinin temessül etmesini ve ilelebet ahkâmım icra etmesini sağlamıştır. Bu, kavmi hakkında açık himmetin değil de kapalı olan zımnî himmetin dik­kate alınmasıdır. Şöyle ki: Rasûlullah'ın (s.a.), müsîümanların yü­celtilmesi, dosdoğru olmaları, kendilerinden eğriliklerinin gideril­mesi için yaptığı her türlü sözlü ya da fiilî tasarrufları, dinin ika­mesi demektir ve Allah Teâlâ, ümmet için o tasarruflardan razı olacaktır. Küfür üzere ölmelerine hükmedilmişlere karşı şiddet göstermesi ise, Allah Teâlâ'nın onlar hakkındaki gazabına uygun olmaktadır. Bu durumda, her ne kadar suret tek ve aynı ise de ha­reket noktasının farklı olması hasebiyle, kâfirlere karşı olan dav­ranışıyla, mü'minlere karşı olan (dövmek, lanet etmek gibi) aynı türden olan davranışları, mahiyet itibariyle farklılık arzeder. [838]

 

7. Tevekkül Zikri:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) öğrettiği belli başlı zikirlerden biri de te­vekküle dairdir. Tevekkülün esası, nefsin tam bir itimatla ve her şeyin tedvirinin elinde olduğu inancıyla Allah Teâlâ'ya teveccüh etmesi, insanların elinde bir şeyin olmadığını görmesidir. "O, kullarının üstünde yegane kudret ve tasarruf sahibidir; size koruyu­cular gönderir. [839] âyetinin ifade ettiği anlam budur.

Rasûlullah (s.a.), tevekkül için bazı zikirler belirlemiştir: Bunlardan bazıları şunlardır;

1."Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'laliyyi'lazîm."

Manası: Ulu ve yüce Allah'ın izni ve yardımı olmadıkça, ne bir faydayı elde etmeye ne de bir zararı uzaklaştırmaya hiçbir güç ve kuvvet yoktur.

Bu zikrin, cennet hazinelerinden bir hazine olduğu belirtil­miştir. Çünkü o, nefsi Allah Teâlâ hakkında yüce bir marifete ha­zırlar.

Aşağıdaki hadisler ve benzerleri de bu kabildendir:

2. "Allahım! Seninle hücum eder, seninle hareket ederim.[840]

3. "Tevekkeltu alâllah. [841]

4.  "Bil ki, şüphesiz Allah Teâlâ her şeye kadirdir ve Allah, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır. [842]

 

8. İstiğfar Zikirleri:

 

Rasûlullah'ın (s.a.) öğrettiği belli başlı zikirlerden bir çeşidi de istiğfarlardır. Bunun özü; nefsin, kendisini çepeçevre kuşatan günahlarım göz önüne alması ve ruhanî bir yardım, melekî bir feyz ile onlardan sıyrılmaya çalışmasıdır. Bunu başarmanın çeşitli sebepleri vardır:

i. Mele-i a'lâ'nm dualarının sevkettiği bir ameli işlemiş olma­sı sebebiyle Allah'ın rahmetinin kendisini bürümesi.

ii. Yahut kişinin, tedbîr-i ilâhî doğrultusunda zor durumda kalan birine yardımcı olmak yahut muhtaç birinin ihtiyacını gider­mek ya da benzeri bir şekilde bir vasıta olması,

iii. Yaşantı bakımından meleklere benzemesi, melekî nurla­rın parlaması, hayvânî gücün serlerinin parçalara ayrılması ve gücünün kırılması sebebiyle sönmesi.

iv. Ceberut âlemine yönelinmesi, Hakk'ın gerçek şekilde ve yakinen tanınması. "Kulum bir günah işledi ve bildi ki, kendisinin günahı affeden ve günahtan dolayı muaheze eden bir Rabbi var­dır. Ben de kulumu affettim, [843] hadisi bu manayı ortaya koymak­tadır.

Kul, bu ruhanî teyitlere mazhar olur ve onları, nefsinin gü­nahlarından sıyrılabilmesi için yerli yerinde kullanabilirse, o gü­nahlar dağılır, yok olur ve nefis onlardan kurtulur. [844]

 

İstiğfar Zikirleri:

 

En kapsamlı istiğfar zikirlerinden bazıları şunlardır:

1. "Allahım! Hatalarımı, bilgisizliğimi, işlerimde aşırılıklarımı, senin benden daha iyi bildiğin günahlarımı affet! Allahım! Be­nim ciddî ve gayri ciddî olarak, bilerek ve hata yoluyla işlediğim günahlarımı affet! Bütün bunlar bende var, Allahım!"

2. "Allahım, işlediğim, işleyeceğim, açıktan işlediğim, gizli iş­lediğim, haddi aştığım, senin benden daha iyi bildiğin her türlü günahlarımı affet. Her şeyin başı da sonu da sensin, senden başka tanrı yoktur. Sen, her şeye kadirsin."

3. Seyyidu'l-istiğfâr: "Allahım! Sen benim Rabbimsin, senden başka tanrı yoktur. Beni sen yarattın, ben senin kulunum ve gü­cüm yettiği kadar sana verdiğim ahit ve söz üzereyim. Yaptıkları­mın şerrinden sana sığınırım. Bana olan nimetlerini itiraf ederim. Günahlarımı itiraf ederim. Beni affet Allahım! Çünkü günahları ancak sen bağışlarsın." [845]

 

İstiğfar, Kalpten Gafleti Giderir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Gerçek şu ki, bazen kalbime gaflet çöküyor, ama ben Allah'a günde yüz defa istiğfar ederim.[846]

Bu gafletin hakikati şudur: Rasûlullah (s.a.), nefsini diğer mü'minler gibi melekî ve hayvânî gücün imtizaç hali üzere bulun­durmaya memurdu, ki insanlar için bir Örnek olarak belirlemiş ol­duğu hükümleri, bizzat yaşayarak ve duyarak koymuş olsun, kıyas ve tahmine dayanmasın. Zorunlu olarak bunun tabiî sonucu da, onun da kalbine bazen gaflet halinin arız olmasıydı.

Allah'u alem! [847]

 

9. Teberrüken Allah'ın Adını Anmak:

 

Rasûlullah'ın (s.a.), belirlemiş olduğu zikir türlerinden biri de teberrüken Allah'ın adını anmaktır. Bunun sırrı şudur: Hak Teâlâ'nın, her oluş (neş'et) hakkında bir iniş (tedellî=sarkma, yak­laşma, nüzul) şekli vardır. Harfi (sözel) oluşlar hakkında O'nun tedellî şeklinden biri de, (peygamberler gibi) aracıların dili üzerine inmiş olan ve Mele-i a'lâ sakinleri arasında mütedavil bulunan ilâhî isimlerdir (esmâ-yı hüsnâ). Kul, bu mübarek isimleri teberrük niyetiyle zikrettiğinde, Allah'ın rahmetini kendisine çok yakın bulur.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz Allah Teâlâ'nın doksan dokuz yüzden bir eksik ismi vardır; kim onlart sayarsa cennete girer. [848]

Bu faziletin sebeplerinden bazıları şunlardır:

i. Bu mübarek isimleri söylemek, Allah Teâlâ için isbatı ve tenzihi gerekli şeyleri bilmek anlamına gelir. [849]

ii. Bu isimlere ait bir bereket vardır ve onlar Hazîre-i kuds'le irtibatı sağlar.

iii. Bu isimlerin suretlerinin, amel defterine nakşolunması halinde, kıyamet gününde onların açılımı, büyük bir rahmet şek­linde olur. [850]

 

Ism-i a'zam:

 

Bil ki: Allah'ın ism-i a'zamı, ki onunla istenildiği zaman is­tekler olur, onunla dua edildiği zaman dualar kabul olunur Hak Teâlâ'nın tedellîlerinden en kapsamlısına delâlet eden, Mele-i a'lâ sakinleri arasında en çok tedavül eden ve her asırda aracılar tara­fından dillerden düşürülmeyen isimdir. Daha önce şair ve kâtip olan Zeyd'in, biri şairlik yönünü, diğeri de katiplik yönünü ifade eden iki sureti olduğunu belirtmiştik. Aynı şekilde misâl âleminde, tek bir mahal hakkında Allah Teâlâ'ya ait birden çok tedellîler bu­lunur. Bu öyle bir manadır ki, "Erite Allah, lâ ilahe illâ ente, el-Ehadu's-Samed ellezî lem yelid uelem yûled ve lem yekun lehû kü-feven ehad. [851] zikrine de, "Leke'l-hamdu, lâ ilahe illâ ente'l-Hannânu'l-Mennân Bedî'u's-semâvât ve'l-ard yâ Ze'l-celâl ve'l-ikrâm, yâ Hayyu ya Kayyûm[852] zikrine de, bunlara benzer diğer zikirlere de uygun düşer. [853]

 

10. Peygambere Salevât Getirmek:

 

Zikir türlerinden biri de Hz. Peygamber'e (s.a.) salevât getir­mektir.

Bu konuyla ilgili olarak Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim bana, bir salevât okursa, Allah Teâlâ ona on kez mağfi­ret eder.[854]

"Kıyamet gününde bana en yakın olacaklar, bana en çok salevât getirenlerdir. [855]

Bunun sırrı şudur: Beşerî nefislerin, behemehal ilâhî nefhalara (enfâs-ı kudsiyye) ulaşmaya çalışması gerekir. Onlara ulaşabil­mek için, tedellî nurlarına ve yeryüzüne konulmuş Allah'ın nişane­lerine yönelmek, onlardan istifade etmeye çalışmak, onlar üzerin­de daha önce sözü edilen şekil üzere düşünmek, onlar üzerin­de durmak, Özellikle de Mele-i a'lâ sâkinlerinin en üstünleri ve Al­lah'ın cömertlik hazinesini yeryüzü sakinleri için devreye sokacak vasıtalar durumunda olan mukarrabîn ruhlarını harekete geçirici davranışlara girmek gibi vasıta yoktur.

Rasûlullah'ı (s.a.) saygıyla anmak, onun hakkında Allah Teâlâ'dan hayır talebinde bulunmak, Allah'a yönelebilmenin en güzel vasıtalarından biridir. Üstelik salevât, sadece peygambere rahmet okunarak yapılır ve ondan istimdâdda bulunma anlamı içermez. Salevâtm bu içeriği, peygamberi tanrılaştırma gibi bir tahrife gidebilecek yolu da kapatır.

Ehl-i kemâlin ruhları, bedenlerinden ayrıldığında, rahmet deryasına dalar ve Rabbu'l-izzet'in müşahadesinde istiğrak halin­de sükûnete erer. Bu durumda yenilenmiş bir irade ve ortaya çı­kan bir saik ona etki etmez. Ancak, daha aşağı mertebede olan ne­fisler, himmet ile onlara yapışırlar ve onlardan, ruhlara münasip bir nur ve hey'et celbederler. "Bana herhangi bir kimse selâm ver­diği zaman, mutlaka Allah Teâlâ, bana ruhumu iade eder ve ben onun selâmını alır ve mukabele ederim. [856] hadisinde kinaye yo­luyla belirtilen mana işte budur. Ben, yılında Medine'de mü­cavir olduğum zamanlar bunu sayısız kere müşahede etmişimdir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kabrimi ziyareti, bayrama çevirmeyin.[857]

Bu hadis, yahudi ve hıristiy ani arın peygamberlerinin kabirle­rini mescidler edinip, hac gibi bayram ve ziyaret mevsim (ve yer)i kıldıkları gibi, bizim de öyle yapıp, böylece dinin tahrifine yol aça­cak bir davranışa girmememize işaret etmektedir. [858]

 

Zikir Vakitleri:

 

Bil ki: Şer'î hükümlerin belirlenmesi gibi ince olmasa bile, zi­kirlerin de müsamahalı biçimde bir tür belirlenmesine ihtiyaç var­dır. Zira, belirlenmediği takdirde, gevşek insanlar gerekli ilgiyi göstermezler. Belirleme ya vakitlerle ya da sebeplerle olur. .Daha önce de açıkça ya da işaret yoluyla belirttiğimiz üzere, zikir için belli bir vaktin belirlenmesinde etkin olan şeyler şunlardı:

i. Ruhâniyetin yayılması anı olması, sabah ve akşam saatleri gibi,

ii. Nefsin hey'ât-ı rezîleden uzak olması, uykudan uyanma anı gibi,

ili. Nefsin, cilalanmasmı sağlayacak, dünya meşgalelerinden ve konuşmalarından uzak olduğu anların seçimi, uykuya gireceği anlar gibi.

Zikir için sebepliği belirleyen şeyler de şunlardı:

i. Allah'ı anmayı unutturacak, nefsin Cenâb-ı Allah'a yönel­mekten gafîl olmasını gerektirecek bir durumun olması. Bu du­rumda, bu gaflet halinin Allah'ı zikirle tedavi edilmesi gerekir. Zi­kir, bir tür panzehir vazifesi görür ve gaflet halinin zehrim giderir, meydana gelen eksikliklerin telafisini sağlar.

ii. Tâatin, kendi başına eksik olması, faydasının tam olma­ması hali. Bu durumda eklenilen zikirlerle, o tâatin tamamlanma­sı amaçlanır. Namazlarda okunması sünnet olan zikirler gibi.

iii. Allah korkusunu, O'nun güç ve kudretinin ululuğunu ha­tırlatmak suretiyle, nefsin uyarılmasını gerektiren hallerin olması. Bu durumda nefis, nereden ve nasıl etkilendiğini bilerekten ve bil­meyerekten hayra yöneltilmiş olacaktır. Rüzgar, karanlık, güneş tutulması... gibi kevnî âyetlerle ilgili zikirler böyledir.

iv. Kendisine zarar vermesinden korktuğu hallerin olması. Bu durumda Allah Teâlâ'dan, kendisine fazl  kereminden lutfetmeşini istemesi ve o halin başlangıcında Allah'a sığınması vacip olur. Yolculuğa çıkmak ve bineğe binmek gibi.

v. Cahiliye döneminde insanların, cine sığınmak, hilali gö­rünce sığınmak gibi şirke çalan batıl inanışları, ya da uğursuz­luk telakkisi sebebiyle afsunlanma (rukye) yoluna başvurdukları hallerin olması. [859]                                                                                     

 

Zikrin Faydaları:

 

Rasûlullah (s.a.), zikirlerin faziletlerini, dünya ve âhiretteki etkilerini açıklamış, böylece zikirlerden beklenen faydanın tam ol­masını ve yeterince teşvikte bulunulmuş olmasını amaçlamıştır.

Bu konuda açıklanması amaçlanan esas noktalar şunlar ol­muştur:

i. Zikir, nefsin arınmasını ve olgunlaşmasını sağlar. Bu fay­dasını dikkate alan Rasûlullah (s.a.), nefsin arınması ve olgunlaş­ması için gerekecek sonucu, zikre bağlamıştır. Meselâ şu hadisi böyledir: "Kim onları[860] der ve sonra ölürse, fıtrat üzere ölür. [861] Yahut "cennete girer", yahut "günahları affolunur" ve benzeri ifa­deler gibi.

ii. Zikir edene hiçbir şey zarar vermez, her türlü kötülükler­den korunur. Çünkü ilâhî rahmet o kişiyi bürümüş ve meleklerin duası onu çepeçevre kuşatmıştır.

iii. Zikir, günahların silinmesini, hasenatın çoğaltılmasını sağlar. Çünkü, daha önce de açıkladığımız gibi Allah'a tevec­cühte bulunmak, rahmet bürgüsüne tutunmak, günahları yok eder, melekî gücü teyit eder ve onu destekler.

iv. Aynı hikmetten dolayı, şeytanlar o kimseden uzak olur. [862]

 

Zikir Vakitleri Üçtür:

 

Rasûlullah (s.a.), zikir için üç vakit belirlemiştir: Sabah, ak­şam ve uyku anı. Çoğu zikirler hakkında uyanma anını, zikir vakti olarak belirlememiştir; çünkü bu an zaten genellikle fecrin doğuş anı, ya da ortalığın aydınlandığı zamandır, (sabah vakti içine gi­rer). [863]

 

Sabah Ve Akşam Zikirleri:

 

Bunlardan bazıları şunlardır:

"Allahım! Ey gaybı ve aşikâr olan her şeyi bilen Allah! Gökle­rin ve yerin yaratıcısı, her şeyin Rabbi, hükümdarı olan Allah! Şehâdet ederim ki, senden başka tanrı yoktur. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve tuzağından sana sığınırım. Biz akşama erdik, mülk de Allah'ın olarak akşamladı. Hamd Allah'a aittir, tek olan Allah'tan başka tanrı yoktur, O'nun ortağı yoktur. Mülk an­cak O'nundur, hamd ancak O'na mahsustur. O her şeye kadirdir.

Allahım! Şüphesiz ki ben, bu gecenin hayrını, bu gecede olan şeylerin hayrını senden istiyor; bu gecenin şerrinden ve bu gecede olan şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.

Allahım! Tembellikten, yaşlılıktan, kibrin kötülüğünden, dünya fitnesinden, kabir azabından sana sığnınm."

Duayı sabah vakti yapıyorsa, metinde geçen "bu gece", "akşa­ma erdik", "akşamladı" kelimelerinin yerine, "bu sabah", "sabaha erdik", "sabahladı" kelimelerini kullanır. Devamla şöyle der:

"Seninle akşamladık, seninle sabahladık, seninle yaşar, se­ninle ölürüz; varış yeri sanadır."

Akşam vaktinde ise bunun yerine: "Seninle akşamladık, se­ninle sabahladık, seninle yaşar, seninle ölürüz; diriliş sanadır." der. Sonra üç defa şöyle söyler:

"ismi anıldığında yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar vermeyece­ği Allah'ın adıyla..." Devam eder:

"Allah'ı her türlü noksanlıklardan tenzih eder ve O'nu gereği gibi överim. Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur. Onun di­lediği olur; dilemediği olmaz.

Bilirim ki, Allah Teâlâ her şeye kadirdir ve bilirim ki, Allah Teâlâ her şeyi ilmiyle kuşatmıştır."

Sonra şu âyeti okur:

"Akşama ulaştığınızda, sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı-ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur teşbih edin! ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor, işte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız. [864]

Duaya devam eder:

"Allahım! Şüphesiz ben, senden dünyada ve âhirette afiyet is­terim. Allahım! Ben senden, dinim, dünyam, ailem ve malım hak­kında af ve afiyet isterim."                                                                      

"Allahım! Ayıplarımı ört, korkularımı gider, beni huzur ve güven içerisinde kıl!

Allahım! Beni önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan, üzerimden kolla ve muhafaza eyle! Alt tarafımdan ansızın yaka­lanmamdan senin azametine sığınırım."

Sonra üç defa şöyle der:

"Ben Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Hz. Muhammed'den hoşnut ve razıyım."

"Allah'ın eksiksiz, kutsal kelimeleriyle, yaratmış olduğu şeyle­rin şerrinden kendisine sığınırım. Allahım! Bana ve yarattıkların­dan herhangi birine inen her nimet, sadece sendendir, senin orta­ğın yoktur, hamd sadece sana mahsustur, şükür ancak sana gere­kir."

Bundan sonra da seyyidu'l-istiğfârı okur. [865]

 

Uyurken Okunacak Zikir:

 

Uyunacak vakitte, yatağa girildiğinde okunacak zikirlerden bir kısmı şöyledir:

"Rabbim, senin adınla yanımı yatağa koydum, seninle kaldı­racağım. Eğer canımı tutup bırakmayacaksan, ona rahmet eyle; eğer onu geri göndereceksen, sâlih kullarını koruduğun gibi onu da koru!

Allahım! Umut ve korkuyla özümü sana teslim eyledim, yü­zümü sana yönelttim, halimi sana ısmarladım, sırtımı sana daya­dım. Senden kaçış ancak yine sanadır, senden kurtuluş ancak yine seninledir. indirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine inan­dım.

Hamd olsun Allah'a ki, o bizleri yediriyor, içiriyor, bize kâfi geliyor, bizi barındırıyor. Maişeti olmayan, barınağı bulunmayan niceleri var!"  

Sonra otuz üçer defa "Sübânallah" ve "el-Hamdu lillah", otuz dört defa da "Allahu ekber" der. Devamla üç defa:

"Allahım! Beni, kullarını dirilteceğin günde azabından koru!" der ve devam eder:

"Kutlu yüzün ve kutsal kelimelerinle, perçemi senin elinde olan şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.

Allahım! Sen borç ve günah yükünü kaldırır, giderirsin. Alla-hım! Senin ordun yenilmez, senin vaadinde dönme olmaz, senin hükmün karşısında, çaba gösterenin çabası fayda vermez. Seni tenzih eder, hamd ile anarım,

Allahım! Sen, göklerin ve yerin rabbisin, her şeyin rabbisin, tohumu ve çekirdeği yarıp bitirensin, Tevrat, İncil ve Kur'ûn'ı indi­rensin. Perçemi senin elinde olan her şerlinin şerrinden sana sığı­nırım. Sen evvelsin; senden önce bir şey yoktur. Sen âhirsin; sen­den sonra bir şey yoktur. Sen zahirsin; senin üzerinde bir şey yok­tur. Sen bâtınsın; senin sırrın altında bir şey yoktur.

Allahım! Borcumu ödememe yardım et, beni fakirlikten koru. Allah'ın adıyla, koydum yanımı...

Allahım! Günahlarımı affet, şeytanımı hor ve hakir kıl, boy­numu cehennem halkasından kurtar, beni nediyy-i a'lâ arasına kat. Hamd, bana yeten, beni barındıran, beni doyuran, bana içiren bana nimet veren ve nimetini artıran; bana veren, verdiğini sayısız kılan Allah'ıma olsun! Her hal üzere Allah'ıma hamd ol­sun!

Allahım! Her şeyin Rabbi ve hükümdarı, her şeyin ilâhı olan Allahım! Cehennem azabından sana sığınıyorum"

Sonra iki avucunu birleştirir ve onlara, İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okur (tifler), sonra ellerini mümkün olduğu kadar bütün bedenine sürer ve Âyete'l-kürsî'yi okur. [866]

 

Evlenen Ya Da Bir Cariye Satın Alan Kimsenin Edeceği Dua:

 

Rasûlullah (s.a.), bir kadınla evlenen ya da bir hizmetçi satın alan kimsenin şu duayı okumasını öğütlemiştir:

"Allahım! Şüphesiz ben, bu kadının hayrını ve cibilliyetinde olan şeylerin hayrını isterim; onun şerrinden ve cibilliyetinde olan şeylerin şerrinden sana sığınırım."

Evlenen birini tebrik eden de şu duayı yapar:

"Allah, senin için mübarek kılsın! Allah, evliliğinizi karşılıklı mübarek kılsın! Aranızı hayır üzere birleştirsin!" [867]

 

Çeşitli Durumlarda Yapılacak Dualar:

 

Hanımına yanaşmak istediğinde şöyle dua eder:

"Allahın ismiyle! Allahım! Bizi şeytandan uzaklaştır. Şeytanı da bizi rızıklandırdığın şeyden uzaklaştır."

Tuvalete girmek isteyen şöyle dua eder:

"Her türlü pisliklerden ve kötülüklerden (ya da dişi ve erkek şeytanların şerrinden) sana sığınırım."

Tuvaletten çıkan ise, "Bağışlanmamı dilerim." der. Keder anında şöyle dua eder:

"Halım ve ulu olan Allah'tan başka tanrı yoktur. Yüce arşın sahibi ulu Allah'tan başka tanrı yoktur. Göklerin ve yerin Rabbi, [ ulu arşın Rabbi Allah'tan başka tanrı yoktur."

Öfke anında, "Taşlanmış şeytandan Allah'ı sığınırım." der.

Horozun ötmesi anında, Allah'ın fazl ü kereminden ister; eşe­ğin anırması halinde, Allah'a sığınır.

Bineğe bindiği zaman üç kere "Allahu ekber" der ve sonra şu âyeti okur:

"Bunu bizim hizmetimize vereni teşbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik. Biz şüphesiz elbet Rabbimize dönü­cüleriz.[868]

Sonra üç defa "el-Hamdu lillah", üç defa "Allahu ekber" der ve devanı eder:

"Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim Allahım! Ben nefsime zulmettim; beni bağışla. Hiç kuşku yoktur ki, günah­ları ancak sen bağışlarsın."

Bir yolculuğa çıkmak üzereyken şöyle dua eder:

"Allahım! Biz, bu yolculuğumuzda senden iyilik ve takva iste­riz; hoşnut olacağın amellere muvaffak kılmanı dileriz. Allahım! Bize bu yolculuğumuzu kolaylaştır, uzağını yakınlaştır, Allahım! Yol boyunca bizim sahibimiz sensin, geride bıraktıklarımızın göze­ticisi sensin. Allahım! Seferin meşakkatinden, dönüş tasasından, dönüşte ailemizde ve malımızda kötü durumlarla karşılaşmaktan sana sığınırım."

Bir yerde konakladığı zaman şöyle dua eder:

"Kutsal kelimeleriyle, yarattıklarının şerrinden Allah'a sığı­nırım. Ey yer! Rabbim ve rabbİn Allah'tır. Senin şerrinden, senin üzerinde yaratılanların şerrinden, senin üzerinde hareket edenle­rin şerrinden Allah'a sığınırım. Arslandan, ejderhadan, yılandan, akrepten, beldede sakin olanların şerrinden, iblis ve neslinin şerrinden sana sığınırım."

Seferde seher vakti girdiğinde şöyle dua eder:

"İşiten işitsin, gören görsün ki, biz Allah'a hamdetmekteyiz. Bizi sıkıntılardan güzelce kurtarmasından dolayı ona şükrederiz. Rabbimiz, bizim sahibimizdir, bize nimetler bahsetmiştir. Cehen­nem azabından O'na sığınırız."

Dönerken, her tümseğe çıktıkça üç kere tekbir alır ve sonra şöyle der:

"Tek Allah'tan başka tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur. O her şeye kadirdir. Biz dönen­leriz, teube edenleriz, Allah'a kulluk edenleriz, secde edenleriz. Rabbimize şükredenleriz. Allah, vaadini doğruladı, kuluna yar­dım etti, yalnız başına bütün hizipleri alt etti."

Kâfirlere beddua edeceği zaman şöyle der:

"Ey kitabı indiren, hesabı hızlı gören Allahım! Allahım! Hi­zipleri alt et! Allahım! Onları yenilgiye uğrat, onları sars ve dar-ma dağınık et. Allahım! Biz, onların boğazlanmasını sana havale ediyoruz, onların şerlerinden sana sığınıyoruz. Allahım! Sen be­nim yarımsın, yardımcımsın. Allahım! Seninle hücum eder, senin­le hareket eder ve taktik kurarım, seninle savaşırım."

Bir topluluğa misafir olduğu zaman şöyle dua eder:

"Allahım! Onlara rızık olarak verdiğin şeyi haklarında bere­ketli kıl, onlara mağfiret eyle, onlara acı!"

Hilâli gördüğünde şöyle dua eder:

"Allahım! Bu hilâli, emniyetle, imanla, selâmetle ve islâm'la üzerimize doğdur. Ey hilâl! Rabbim ve rabbin Allah'tır."

Bir belâ ve musibete duçar olmuş birini gördüğünde şöyle dua eder:

"Bunun başına gelen bu belâdan beni afiyet üzere kılan ve be­ni yarattıklarından pek çoğu üzerine apaçık bir şekilde üstün kılan Allah'a hamd ederim."

Kalabalık bir çarşıya girdiği zaman şöyle dua eder:

"Tek olan Allah'tan başka tanrı yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'na aittir. Diriltir, öldürür. O Hayy'dır; ölmez. Hayır O'nun elindedir. O, her şeye kadirdir."

Bir hayli şamata yapılan bir meclisten kalktığı zaman şöyle dua eder:

"Allahım! Seni her türlü noksanlıklardan tenzih eder, sana hamd ederim. Senden başka tanrı olmadığına şehadet ederim. Senden, günahlarımı bağışlamanı ister, sana tevbe ederim."

Bir kimseyi uğurlarken şöyle dua eder:

"Dinini, emanetini, işlerinin sonunu Allah'a emanet ediyo­rum. Allah, seni takva ile azıklandırsın, günahlarını affetsin, her nerede olursan sana hayrı kolaylaştırsın. Allahım! Onun uzağını yakın eyle, yol meşakkatini ona kolaylaştır."

Evinden çıktığı zaman şöyle dua eder:

"Allah'ın ismiyle çıktım, Allah'a tevekkül ettim. Allahım! Ayaklarımızın kaymasından, sapıtmaktan, cahillik etmekten, ca­hilliğe uğramaktan sana sığınırız. Allah'ın ismiyle çıktım, Allah'a tevekkül ettim. O'ndan başkasında hiçbir güç ve kudret yoktur."

Evine girdiği zaman şöyle dua eder:

"Allahım! Senden girişin de, çıkışın da hayrını isterim. Al­lah'ın ismiyle girdik, Allah'ın ismiyle çıktık. Rabbimiz Allah'a te­vekkül ettik."

Borç altına giren, kendisini üzüntü ve keder bürüyen kimse sabah ve akşam olmak üzere şöyle dua eder:

"Allahım! Şüphesiz ben, kederden, tasadan sana sığınıyorum; acizlikten ve tembellikten sana sığınıyorum; cimrilikten ve korkak­lıktan sana sığınıyorum, borç altında ezilmekten ve insanların kahrına uğramaktan sana sığınıyorum. Allahım! Helâl rızık ver ve beni harama düşürme! Bana lütuf ve ihsanda bulun ve beni senden başkalarına muhtaç eyleme!"  

Yeni bir elbise giydiğinde şöyle dua eder:

"Allahım! Sana hamd olsun. Bunu bana sen giydirdin. Bu­nun hayrını ve vesile olacağı şeylerin hayırlarını senden isterim; bunun şerrinden ve vesile olacağı şeylerin şerrinden sana sığını­rım. Avret yerlerimi örten, yaşantımda beni güzelleştiren bu elbise­yi bana giydiren Allah'a hamd olsun!"

Bir şey yiyip içtiği zaman şöyle dua eder:

"Bizi yediren, içiren ve bizi müslümanlardan kılan Allah'a hamd olsun! Bana bu yemeği, kendimden hiçbir güç ve kudret ol­maksızın yediren Allah'a hamd olsun! Yediren, içiren, hazmettirip afiyet veren, artıkları için çıkış yolu kılan Allah'a hamd olsun!"

Sofrasını kaldırdığı zaman şöyle dua eder:

"Bu nimetten dolayı, hiç kimseye muhtaç olmayan Rabbimiz Allah'a sonsuz ve tertemiz şekilde hamd ederiz; O'na hamdetmek-ten kendimizi müstağni saymayız ve hiçbir zaman şükrümüzü terketmeyiz."

Mescide giderken şöyle dua eder: "Allahım!Kalbimde bir nur kıl..."

Mescide girerken şöyle dua eder:

"Taşlanmış şeytanın şerrinden yüce Allah'a, O'nun kutlu zâtına, kadîm kudretine sığınırım. Allahım! Bana rahmet kapıla­rını aç!"

Mescidden çıkarken ise: "Allahım! Senin fazl ü kereminden isterim" der.

Gök giirlemesi ve şimşek çakması esnasında şöyle dua eder: "Allahım! Bizi gazabınla öldürme, bizi azabınla helak etme. Bize afiyet ver. Allahım! Bunların şerrinden sana sığınırım." Rüzgar estiği zaman şöyle dua eder:

"Allahım! Bunun hayrını ve bunda olanların hayrını senden isterim, bunun şerrinden ve bunda olanların şerrinden, bununla gönderdiğin şeyin şerrinden sana sığınırım.[869]

Aksırdığı zaman, "Allah'a çok, tertemiz ve kutlu hamdler ol­sun!" der. Onu işiten, "Allah, sana merhamet etsin!" diye karşılık verir. Aksıran da ona: "Allah sizi ve bizi hidayet üzere kılsın, hali­mizi düzeltsin!" diye dua eder.

Uyurken, "Allahım! İsminle ölür, isminle yaşarım." der.

Uyandığı zaman ise, "Bizi öldürdükten sonra tekrar dirilten Allah'a hamd olsun; diriliş O'nadır." diye hamd eder. [870]

 

Ezan Sırasında Ne Denilir?

 

Ezan esnasından beş şeyin yapılması istenmiştir:

i. Müezzine katılmak ve onun söylediklerini tekrarlamak. Yalnız "Hayye alâ's-salâh" ve "Hayye alâ'l-felâh"\arın yerine, "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"denir.

ii. "Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Hz. Muhammed'den hoşnut ve razıyım," demek,

iii. Salevât getirmek,

iv. Vesile duası diye bilinen şu duayı yapmak:

"Ey bu kutlu çağrının, kılınacak namazın Rabbi! Muhammed efendimize vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ver. O'nu vaad eyle­diğin Makâm-ı Mahmûd'a gönder; şüphesiz sen vaadinden asla dönmezsin."

v. Dünya ve âhireti için Allah'tan hayırlar istemek. [871]

 

Zilhiccemde Zikir:

 

Zilhicce'nin on gününde daha çok zikir yapılması emredilmiş­tir. Sahabe, tabiîn ve din imamlarının, arife ve teşrik günlerinde tekbir getirmekte oldukları meşhurdur. Bunun çeşitli şekilleri var­dır. En uygunu, arife günü sabah namazından itibaren başlaya­rak, sonuncu teşrik gününün (bayramın dördüncü günü) ikindi na­mazına kadar (ikindi dahil), her farz namazın arkasından tekbir getirmek ve şöyle demektir:                                                             

"Allahu ekber! Allahu ekber! Lâ ilahe illallahu vallahu ekber! Allahu ekber! Ve lillâhi'l-hamd."

Manası: Allah en büyüktür! Allah en büyüktür! Allah'tan başka tanrı yoktur ve Allah en büyüktür! Allah en büyüktür! Ve hamd Al­lah'a aittir.

Kısaca, her kim bu saydığımız zikirlere, zamanlarını kollaya-rak usanmadan, bıkmadan devam eder, üzerinde tefekkürde bulu­nursa, o kişi, devamlı zikir eden biri mesabesinde olur ve Allah Teâlâ'nın haklarında mağfiret ve büyük mükâfaat hazırlamış ol­duğu "zikreden erkekler, zikreden kadınlar[872] zümresine girer. [873]

 

İHSAN DERECESİYLE İLGİLİ DİĞER KONULAR

 

Huyların Kazanılmasını Sağlayan Sebepler Ve Manileri:

 

Bil ki: Bu anlattığımız dört huyu elde edebilmenin sebepleri

vardır; keza onlara ulaşmayı engelleyecek maniler, onların bulun­duğunu gösteren belirtiler vardır.

Allah Teâlâ'ya huşu ile teslimiyet, cenâb-ı kibriyâya doğru yö­nelmek, Mele-i a'lânın rengini almak, beşerî rezaletlerden soyut­lanmak; nefsin, dünya hayatının etki ve izlerini kabul etmemesi, ona bel bağlamaması... evet bütün bunların oluşması için tefekkür gibisi yoktur. Rasûlullah'ın (s.a.), "Bir saatlik tefekkür, altmış se­nelik ibadetten daha hayırlıdır. [874] buyruğu bu manayı ifade eder. [875]

 

Tefekkürün Çeşitli Şekilleri Vardır:

 

 Tefekkürün türlerini aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz: [876]

 

1.Allah Teâlâ'nın Zatı Üzerinde Tefekkür:

 

Peygamberler (s.a.), bu tür tefekkürü yasaklamışlardır. Çünkü halk, buna güç yetiremez. Şu hadisler de bu manada buyurulmuştur:

"Allah'ın nimetleri üzerinde düşünün; fakat Allah hakkında düşünmeyin." Diğer bir rivayet şu şekildedir: "Her şey hakkında düşünün, fakat Allah'ın zatı hakkında düşünmeyin. [877]

 

2. Allah'ın Sıfatları Hakkında Tefekkür:

 

Tefekkürün ikinci türü, ilim, kudret, rahmet, ihata (kuşat­ma)... gibi Allah Teâlâ'nın sıfatları üzerinde düşünmektir. Ehl-i sülük buna "murakabe" adını verir. Bu tefekkürün dayanağı, "İh­san, sanki O'nu görüyormuşsun gibi Allah'a kulluk etmendir; her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor.[878] "Allah'ı gözet[879]ki; O'nu karşında bulasın! [880] gibi hadislerdir.

Bu tür tefekkürün  güç yetirebilenler için yapılış şekli şöyledir:

Önce şu âyetlerden biri okunur: "Her nerede olursanız, o sizinle beraberdir. [881] "Sen hiçbir işte bulunmazsın; Kur'ân'dan bir şey okumazsın ve siz hiçbir iş yapmazsınız ki, ona daldığınız zaman biz üstünüz­de şahit olmayalım. Çünkü ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak ve gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü ve da­ha büyüğü yoktur ki, apaçık kitapta bulunmasın. [882]

"Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bildiğini görmüyor mu­sun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlar­dan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mut­laka O, onlarla beraberdir. [883]

"Ve biz ona şah damarından daha yakınız. [884] "Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir Kitaptadır. [885] "İyi bil ki O, her şeyi kuşatmıştır. [886]

"Ve O, kullarının üstünde yegane kudret ve tasarruf sahibi­dir. [887]

"Ve O, her şeye kadirdir.[888]

Yahut şu hadislerden biri okunur:

"Bil ki, bütün ümmet sana bir tür fayda vermek için toplan-salar, Allah'ın sana yazmış olduğunun Ötesinde fayda veremezler. Onlar sana bir şekilde zarar vermek için toplansalar, Allah'ın sa­na yazmış olduğunun ötesinde zarar veremezler. Kalemler kaldı­rılmış, sayfalar kurumuştur. [889]

"Allah Teâlâ'nın yüz rahmeti vardır, onlardan sadece bir ta­nesini yeryüzüne indirmiş, doksan dokuzunu da kullarına merha­met etmek üzere kıyamet gününe bırakmıştır. [890]

Sonra kişi, bu âyetlerin manalarını, teşbih ve cihet (yön) isna­dına kaçmadan tasavvur eder; dahası sadece Allah Teâlâ'yı bu sı­fatlarla muttasıf görmeye çalışır. Tasavvuru zayıfladığında, âyeti tekrar okur ve yeniden tasavvura koyulur. Bunun için, büyük ve küçük abdest sebebiyle sıkışık olma; aç, öfkeli ve uykulu bulunma gibi haller sebebiyle kalbinin meşgul olmayacağı, aksine tam hu­zurlu olacağı bir anı seçer. [891]

 

3. Allah Teâlâ'nın İnsanı Hayrete Düşüren Fiilleri Üzerinde Tefekkür:

 

Tefekkürün diğer bir türü, Allah Teâlâ'nın insanı hayret ve dehşete düşüren fiilleri üzerinde düşünmektir. Bunun dayanağı daşu âyettir:

"Allah'ı ananlar ve göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşü­nenler: 'Rabbimiz! Sen bunu boşa yaratmadın,' derler. [892]

Bunun yapılış şekli şöyledir:

Kişi, yağmurun yağmasını, otların bitmesini ve benzeri tabiat olaylarını düşünür ve kendisini, Allah'a minnet duygusu içerisinde kaybeder. [893]

 

4. Allah'ın Günleri Üzerinde Tefekkür:

 

Bu, Allah Teâlâ'nın, geçmişte bazı kavimleri nasıl yüceltip, diğer bazılarını nasıl alçalttığını düşünmek şeklinde olur. Bunun dayanağı da Allah Teâlâ'nın Hz. Musa'ya olan, "Onlara Allah'ın günlerini hatırlat![894] buyruğudur.

Daha önceki kavimlerin helak edildikleri günler ve sebepleri üzerinde düşünmek, nefsin dünyadan soğumasını ve ondan uzak­laşmasını sağlar. [895]

 

5. Ölüm Ve Ötesini Tefekkür:

 

Bir diğer tefekkür çeşidi, ölüm ve ötesini düşünmektir. "Lez­zetleri alt üst eden (ölümü) çokça hatırlayınız. [896] hadisi, bu tefek­kür çeşidinin dayanağını oluşturmaktadır.

Bunun yapılış şekli şöyledir: Kişi, kendisinin dünya ile ilişki­sinin kesildiğini, hayır ve şer ne işlemişse onlarla baş başa kaldığı­nı, onlar karşılığında göreceği sevap ya da azabı düşünür.

Bu son iki tefekkür şekli, nefsin dünyadan el etek çekmesini sağlamak konusunda en faydalısıdır. İnsan, bu düşünceye dalmak üzere kendisini dünyevî meşgalelerden arındırdığı, ölüm ve ötesini gözünün önüne getirdiği zaman, hayvanı gücü mağlup olur ve melekî gücün egemenliği altına girer.

Halkın büyük çoğunluğu için, derinlemesine tefekküre dal­mak ve tefekkür konusu şeyi göz önüne getirmek kolay bir şey de­ğildir. Bu yüzden, tefekkür türlerine basamaklık yapacak kalıpla­rın, içine onların ruhu üflenecek suretlerin konulmasına ihtiyaç hasıl olmuştur ki, halk bunlara yönelsin, onlara okunsun ve onlar da nasipleri oranında bunlardan istifade etsin. Şüphesiz Rasûlullah'a (s.a.), bu türleri içinde toplayan Kur'ân ve bir de onun dengi[897] verilmiş bulunmaktadır.

Rasûlullah (s.a.) için, bu ikisi yani Kur'ân ve sünnet içerisin­de, geçmiş ümmetler hakkında olan şeylerin tamamının toplanmış olduğunu görmekteyiz. Allah'u a'lem! [898]

 

Kur'ân Tilâveti:                

 

Kur'ân'm bu özelliği, Kur'ân tilâvetinin teşvik edilmesini, Kur'ân tilâvetinin, Kur'ân sûre ve âyetlerinin üstünlüğünün açıklanmasını gerektirmiştir. Bunun için Rasûlullah (s.a.), Kur'ân tilâvetinden elde edilecek faydayı, duyularla algılanabilen bir şe­kilde ifade etmek ve Örneklendirmek için Araplarca en değerli sa­yılan iri hörgüçlü deve[899] ile gebeliği belli olmuş semiz deve[900] ben­zetmesini yapmıştır. Kur'ân tilâvetinde bulunan kimseleri melek­lere benzetmiştir, onun her harfi sebebiyle ecir olduğunu belirt­miştir. Kur'ân okuyup okumamasına göre insanları sınıflandıra­rak, Kur'ân okuyan mü'mini hem tadı hem de kokusu hoş olan tu­runca, Kur'ân okumayan mü'mini sadece tadı olan fakat kokusu olmayan hurmaya, Kur'ân okumayan münafığı tadı acı kokusu pis olan ebucehilkarpuzuna ve Kur'ân okuyan münafığı kokusu güzel tadı acı reyhana benzetmiştir. [901] Kur'ân sûrelerinin kıyamet gü­nünde surete bürünüp, görüneceklerini, tutacaklarını, sahiplerini savunacaklarım beyan etmiştir. Bu, kişinin azap görmesini ve kur­tulmasını gerektiren sebeplerin karşı karşıya gelmesi halinde olur ve Kur'ân tilâveti surete bürünerek temessül eder ve diğer sebep­lere galebe çalarak kişinin kurtulmasını sağlar. [902]

 

Kur'ân Sûrelerinin Kendi Aralarında Üstünlük Farkı:

 

Sûrelerin de kendi aralarında birbirlerine üstünlükleri oldu­ğunu açıklamıştır.

Bu üstünlüğün çeşitli sebepleri vardır:

i. Allah Teâlâ'nın (c.c.) sıfatları üzerinde tefekkürü ifade et­mesi ve bu konuda en kapsamlı bir muhteva içermesi. Ayetu'l-kürsî, Haşr sûresinin sonu, İhlâs sûresi gibi. Bunlar, esmâ-yı hüsnâ arasında ism-i a'zam mesabesindedir.

ii. Kulların kendi ifadeleriyle gelmiş olan ve Rablerine nasıl

ibadet edeceklerinin öğretilmesini amaçlayan sûre ya da âyetler; Fatiha  gibi.   Bunların  diğer  sûrelere  nisbeti,  farzların  şâir ibâdetlere olan nisbeti gibidir.

iii. En muhtevalı sûre olması; Zehrâveyn, yani Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri gibi.

Rasûlullah (s.a.), Yâsîn'in Kur'ân'ın kalbi olduğunu söylemiş­tir. Çünkü kalp, bir bütünün ortasında olma anlamına gelir. Bu sure yüz ve daha fazla âyetli olan sûrelerin altında, mufassal sûrelerin de üstünde orta uzunluktadır.[903] İçerisinde Antakyalı Habîbu'n-Neccâr'ın diliyle tevekkülü, işleri Allah'a havaleyi, tevhi­di ifade eden âyetler vardır: "Bana ne olmuş ki, beni yaratana iba­det etmeyecekmişim! [904] âyetleri gibi. Yine bu sûrede, sözü edi­len tefekkür şekillerinin hepsi mevcuttur.

Tebâreke sûresinin, okunduğu zaman sahibine, günahları af-folununcaya kadar şefaat edeceğini söylemiştir. [905]

Rasûlullah'm (s.a.) bazı keşif hallerini gördüğü adamın kıssa­sı da, Kur'ân'ın faziletini göstermektedir. Rasûlullah (s.a.), Kur'ân'ı muhafaza konusunda gerekli itinanın gösterilmesini, üze­rinde müzakere edilmesini emretmiş[906]ve onun hafızadan silinip gitmesinin, bağlı develerin boşanıp kaçmasından daha şiddetli ol­duğunu açıklamıştır[907]Tertîl üzere ve kalplerin Kur'ân üzerine yatışkın olduğunda okunmasını ve okunurken kişinin kendisini ona vermesini, üzerinde yoğunlaşmasını, zinde halde iken okuma­sını emretmiş, böylece ondan daha iyi istifadenin sağlanmasını amaçlamıştır. Keza güzel sesle okunmasını, ağlanarak ya da en azından ağlanırmış gibi yapılarak hüzünle okunmasını istemiştir. Böylece Kur'ân okumadan maksadın ki tefekkür ve tedebbürde bulunmaktır azami derecede gerçekleşmesini amaçlamıştır. Onu unutmayı haram kılmıştır. Üç günden daha az süre içerisinde hat-medilmesini yasaklamıştır; çünkü böylesi kısa bir sürede hepsinin hızlıca okunması, üzerinde yeterince durulmaması sonucunu doğu­rur. Kolaylık olması için yedi harf, yani Arap lügatleri üzere oku-nabilmesine ruhsat verilmiştir; çünkü insanlar arasında ümmî olanı, yaşı ilerlemiş olanı, çocuk olanı vardır.

Rasûlullah'a (s.a.) Kur'ân dışında hadis/sünnet olmak üzere verilen benzeri şeylerden bazı örneklere gelince, bu meyanda şun­ları hatırlayabiliriz:

"Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım, onu sizin aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyin. Ey kullarım! Hepiniz sapıklıktasınız; ancak benim hidayete erdirdikterim müstesna...[908]

"İsrailoğullarından bir adam tam doksan dokuz adam öldür­müştü... [909]

"Allah'ın kulunun tevbe etmesine sevinmesi, sizden birinizin çöl ortasında kaybettiği devesini, uyandığı zaman başucunda bul­duğu zamankinden daha fazladır." [910]

"Bir kul günah işledi ve 'Allahım, günahımı bağışla!' de­di... [911]

"Allah Teâlâ'nın yüz rahmeti vardır, onlardan sadece bir ta­nesini yeryüzüne indirmiş, doksan dokuzunu da kullarına merha­met etmek üzere kıyamet gününe bırakmıştır. [912]

"Kul müslüman olur ve İslâm'lık davasında samimi olursa.. [913]

Bunların yanında bazı teşbihlerde bulunarak dünyanın, Al­lah katında, denize batırılan bir parmağa bulaşan sudan[914] kulağı kesik oğlak İaşesinden daha değersiz[915] olduğunu beyan etmiştir. [916]

 

Niyet Ruh, İbâdet Bedendir:

 

Bil ki: Niyet ruh, şekil olarak ibadet ise bedendir. Ruh olma­dan, bedende hayat olmaz. Ruh ise, bedenden ayrıldıktan sonra da yaşantısını sürdürür; ancak beden olmadan canlılık emarelerini tam olarak gösteremez. Bunun içindir ki Allah Teâlâ şöyle buyur­muştur:

"Onların ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşır; fakat O'na sa­dece sizin takvanız ulaşır. [917]

Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak niyetlere göredir.[918]

Rasûlullah (s.a.), pek çok yerde niyeti hâlis olan, ancak engel bulunduğu için işleme imkânı olmayan kimselerin, o ameli sanki işlemiş gibi sevap alacaklarını beyan buyurmuştur. Buna göre meselâ yolcu ve hasta kimsenin, daha önce devamlı yapmakta ol­dukları zikirlerini (vird) yolculuk ya da hastalık sebebiyle yapama­maları halinde, sanki onları yapıyorlarmış gibi kendilerine sevap yazılmaktadır. Keza infâk etmek azminde olan ve fakat yoksulluk sebebiyle buna imkânı olmayan kimse, infakta bulunmuş gibi se­vap almaktadır.

Niyetten maksadımız, kişiyi amele iten saiktır. Bu, Allah Teâlâ'nın, peygamberler diliyle bildirmiş olduğu, itaat edene se­vap, isyan edene ceza verileceği şeklindeki ilâhî verilerin tasdiki, ya da emrettiği ve yasakladığı konularda Allah Teâlâ'nın hükmü­ne uyma tutkusudur. Bunun için, Sâri' Teâlâ'nın, riya (gösteriş) ve şöhret (süm'a) için iş yapmayı yasaklaması ve en açık bir şekilde bunların kötülüklerini beyan etmesi vacip olmuştur. Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde en evvel aleyhlerine hükmedilecek olanlar üç kişidir: Birincisi, kahraman desinler diye cihada katılmış ve öl­dürülmüş bir adamdır, ikincisi, âlim desinler diye ilim öğrenmiş ve öğretmiş bir adamdır. Üçüncüsü de, cömert desinler diye, hayır yollarına harcamada bulunmuş bir kimsedir. (Meleklere) emrolu-nur ve bunlar, yüzleri üstü cehenneme sürülürler. [919]

"Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ben, ortakların şirkten en müstağnisİyim. Her kim bir amel işler, onda benimle birlikte baş­kasını ortak eylerse, onu şirkiyle başbaşa bırakırım. [920]

 

Ihlâs İle Yapılan Bir Amele Muttali Olunmasının Mü'mini Sevindirmesi:

 

Ebû Zer (r.a.), Rasûlullah'a (s.a.) şöyle sordu:

"Bir adam hayır namına bir iş yapar da, bunun üzerine halk onu överse ne buyurursun?" Rasûlullah (s.a.) buna şöyle cevap ver­di:

"Bu mü'minin âcil (peşin) müjdesidir.[921]

Bu hadis, kişinin, âmeli sırf Allah için yapması haline mah­sustur. Bu durumda onun hakkında yeryüzüne hüsnü kabul İner ve bunun sonucu olarak da insanlar onu severler.

Konuyla ilgili Ebû Hureyre (r.a.) hadisi ise şöyle:

Dedim ki: "Yâ Rasûlallah! Ben evimde namazlığımda ibadet halinde iken, yanıma biri girdi ve beni o halde görmesi hoşuma git­ti. Ne buyurursun?" Rasûlullah (s.a.) bana şöyle cevap verdi:

"Ey Ebû Hureyre! Allah, sana merhamet etsin. Bu durumda sana iki ecir vardır;gizli ibadet ecri, aşikârelik ecri. [922]Bunun manası, ondan hoşlanma halinin, ibadeti işlemeye asıl saik olmamasıdır. Gizli ibadet ecrinden maksat, gizli halde gerçek­leşen ihlâs sevabı, aşikârelik sevabı da, Allah'ın dininin yayılması, râşid sünnete başkalarının da muttali kılınması sevabıdır. [923]

 

Güzel Ahlâk: Semahat Ve Adalet:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sizin en hayırlınız, ahlâkça en güzel olanlannızdır. [924]

Semahat ile adalet arasında, daha önce de işaret ettiğimiz gi­bi bir tür çatışma vardır. Peygamberler (s.a.), şeriatları bina eder­lerken, her iki maslahata da birden riayet ederler, her iki yurdun da nizamını birden ele alırlar, mümkün mertebe maslahatların arasını bulmaya çalışırlar. İşte bu durum, ilâhî kanunlarda semahat için belirlenecek şeylerin, behemehal adalet vasfı ile içli dışlı olan, onu teyit eden, ona karşı uyarıcı olan şeyler şeklinde be­lirlenmesini gerektirmiştir. Sonuçta iş, güzel ahlâkta düğümlen­miştir.

Güzel ahlâk, semahat ve adaletle ilgili hasletlerin tümünden ibarettir. Çünkü güzel ahlâk; cömert olmak, zulmedeni affetmek, tevazu göstermek, haset, kin ve öfkeyi terketmek gibi hasletleri içine alır. Bunların tamamı, semahat sıfatından doğar. Keza güzel ahlâk; insan sevgisini, sıla-yı rahmi, insanlarla güzel geçinmeyi, muhtaçlara yardımcı olmayı içine alır. Bunlar ise adalet sıfatından doğan hasletlerdir. Birinci gruptan olan hasletler, ikinciler üzerine dayanır; ikinciler ise ancak birinci gruptan olanlarla tamam olur. Bu durum, şeriatlarda riayet edilmesi vacip olan ilâhî rahmetin bir gereğidir. [925]

 

Dilin Korunması:

 

Organlar içerisinde, hayra da şerre de en çabuk koşan dildir. Bu manayı ifade etmek üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İnsanları burunları üstü tepe takla (cehenneme) atan, dille­riyle biçtiklerinden başka birşey midir?![926]

Hem dilin âfeti, ihbât (teslimiyet), semahat ve adalet sıfatla­rını zedeler. Çünkü çok konuşmak, insana Allah'ı unutturur. Gıy­bet, çirkin söz ve benzerleri arayı açar. Kalp, insanın konuştuğu şeyin boyasını alır. Öfke ifade eden bir kelime söylediği zaman, kalp mutlaka ondan etkilenir. Diğer kötü sözler de böyledir. Bu et­kilenme, kötülüğün kalpte şekillenmesine sebep olur.

İşte bu gibi sebeplerden dolayı şeriatın, dilin âfetleri üzerin­de, diğer organlara nisbetle daha fazla durması gerekir. [927]

 

Dilin Âfetleri:

 

Dilin âfetleri türlü türlüdür. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

i. Olur olmaz her konuda konuşmak: Bunun sonucunda hiss-i müşterekte (çok işlevli duyu) o şeylerin suretleri toplanır. Bu ha­liyle kul Allah'a yöneldiği zaman, zikrin tadını alamaz, zikirler üzerinde tefekkür edemez. İşte bu yüzden Rasûlullah (s.a.), mâlâyânîyi yani kişinin kendisini ilgilendirmeyen lüzumsuz lakır-tılar etmesini yasaklamış ve bunu iyi müslümanhğın gereği say­mıştır.

ii. İnsanlar arasında fitne çıkarıcı lâflar etmek: gıybet, tartış­ma, çekişme gibi.

iii. Çirkin sözler etmek: sözün; nefsin saldırgan, ya da şehevî özellikli kalın bir perde ile Örtülü olmasından kaynaklanması. Söv- nıek, kadınların güzelliklerinden bahsetmek gibi.

iv. Allah'ın azametini unutmadan, O'nun katında olanlardan gafletten kaynaklanan sözler. Hükümdara, "Meliku'l-mülûk" yani hükümdarlar hükümdarı diye hitap etmek gibi.

v. Dinin/ümmetin maslahatına ters düşen sözler etmek: Meselâ, ümmetten terketmesi istenilen şeyleri terviç edici sözler söylemek böyledir; şarabı övmek, üzüme "kerm" demek gibi. Dinî nassların zamanla anlaşılmaması sonucunu doğuracak, kavram kargaşasına yol açacak isimlendirmelere gitmek de böyledir. Akşam namazına "işâ=yatsı", yatsı namazına da "ateme-karanlık" adı vermek gibi.

vi. Şeytanlara nisbet edilen şenî fiiller gibi şenî sözler olması; müstehcen sözler, cinsel ilişkiden, cinsel organlardan açık ifadeler­le söz etmek gibi. Keza uğursuzluk telakkisini dile getiren sözler de böyledir. "Bu yurtta başarı ve bolluk yoktur," sözü gibi.

Sonra genelde semahatın bulunacağı yerlerin beyan edilmesi ve bu konuda şeriatın dikkate aldığı şeylerle, dikkate almadığı şeyler arasının ayrılması gerekir. Bunlardan bazıları şunlardır: [928]

 

1. Zühd:

 

Nefis, yeme içme, giyinme ve kadın arzusuna kapılır ve bu ar­zu sonucunda kendisine kötü bir renk siner ve bu cevherine nüfuz eder. Eğer insan, bunu nefsinden silkelemeyi başarabilirse, işte bu zühddür. Bu sayılan şeylerin tümden terkedilmesi aslında şer'an iyi bir şey değildir. Bunlardan istenilen, bu arzuların kontrol altı­na alınması ve böylece semahat vasfının gerçekleştirilmesine çalı­şılmasıdır.

Zühd hakkında Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dünyada zahittik, ne helâli haram kılmakla, ne de malı zi­yan etmekledir. Aksine zahitlik, kendi ellerinde bulunana, Allah'ın ellerinde olandan daha çok güvenmemen, başına bir musibet gel­mesi halinde, sanki o başına gelmemiş gibi tepki göstermen ve elde edeceğin sevaba karşı daha arzulu olmandır.[929]

"Şu üç şeyden başka Âdem oğlunun bende bir hakkı yoktur: Oturacağı bir ev, avret yerini Örteceği bir elbise ve karnını doyura­cağı ekmek ve su. [930]

"Âdem oğluna, belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. [931] "iki kişinin yiyeceği, üç kişiye yeter; üç kişinin yiyeceği, dört kişiye yeter. [932]

Yani, iki kişiyi iyice doyuracak yemek, orta şekilde üç kişiye yeter. Bununla Rasûlullah (s.a.), yardımlaşmayı teşvik etmiş ve oburlu­ğun kötü olduğunu ifade etmiştir. [933]

 

2. Kanaat:

 

İkincisi kanaattir. Mal hırsı bazen nefse galebe çalar ve onun ta cevherine nüfuz eder. Bu durumda kişi, onu kalbinden çıkar­mak ister ve bunu kolayca başarırsa, işte o kanaat sahibi demek­tir.

Kanaat, Allah Teâlâ'mn, nefsin aşırı arzusu olmaksızın rızık olarak verdiği nimetleri terketmek değildir. Nitekim bu manada Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Zenginlik mal çokluğundan ibaret değildir. Gerçek zengin­lik, gönül zenginliğidir.[934]

"Ya Hakimi Hakikaten şu mal yeşil ve tatlıdır. Dolayısıyla onu her kim gönül hoşluğu ile alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek alırsa o malda kendisine bereket verilmez ve o, yiyip yiyip de doymayan kimse gibi olur. Yüksek (ve­ren) el, alçak (alan) elden hayırlıdır. [935]

"Göz dikmediğin ve istemediğin halde bu kabil maldan sana bir şey gelirse onu al. Böyle olmayan bir malı ise canın çekmesin. [936]

 

3. Cömertlik:

 

Üçüncüsü cömertliktir. Mal tutkusu, onu tutma sevgisi bazen kalbe hakim olur ve onu her bir tarafından kuşatır. Bu halde iken insan, infâka muktedir olur ve bir sıkıntı duymaz ise, işte o cö­merttir.

Cömertlik, malı ziyan etmek değildir. Mal da, haddizatında kötü bir şey değildir; çünkü o, Allah Teâlâ'nm en büyük nimetle­rinden biridir.

Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cimrilikten sakının; çünkü cimrilik, sizden öncekileri helak

etmiştir. Onları aralarında kan dökmeye ve dokunmazlıklarını çiğnemeye sürüklemiştir. [937]

"Hasetlik (gıpta) ancak iki kişiye[938] karşı caizdir. [939]

Mal hakkındaki uyarısına, "Hiç hayır şer getirir mi?" denilin­ce de şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki hayır ancak hayır getirir. Ama baharın yetiştir­diği her nebat ya öldürür, yahut ölüme yaklaştırır. Yalnız yeşillik yiyen hayvanlar müstesna.. [940]

"Kimin yanında fazla hayvan varsa, onu hayvanı olmayana versin! Kimin fazla azığı varsa, onu azığı olmayana versin!" Ravi diyor ki: "Mal çeşitlerinden o kadar çok şey saydı ki, hatta bir ar­tan malda hiçbirimizin hakkı olmadığı düşüncesine vardık. [941]

Rasûlullah (s.a.), bu konuda aşırı bir teşvik yolu tutmuştu; çünkü cihaddaydılar, müslümanlar ihtiyaç içerisindeydi. Dolayı­sıyla bu emir, hem semahat, hem dinin yüceltilmesi, hem de müs-lümanların ihtiyaç yüzünden telef edilmemeleri gibi amaçlan bir­den içeriyordu. [942]

 

4. Kısa Emel:

 

Dördüncüsü kısa emelli olmaktır. İnsan, uzun yaşama arzu­sundadır ve bu yüzden ölümü sevmez. Yaşayamayacağı kadar uzun emele sahiptir. O, bu hal üzere öldüğünde, iştiyak duyduğu şeye karşı olan aşırı meyli sebebiyle azap görür, o arzusunu yaka­layamaz.

Aslında ömür, kötü bir şey değildir; aksine Allah Teâlâ'mn bahşettiği en büyük nimetlerden biridir.

Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Dünyada bir garip ya da yolcuymuş gibi ol!" Sonra Rasûlul­lah (s.a.), bir dikdörtgen şekli çizdi, bunun ortasından dışarı doğru uzanan uzunca bir çizgi çizdi. Bu ortadaki uzunca çizgiyle kesişen küçük çizgiler çizdi. Sonra şöyle buyurdu:

"Bu insandır, bu da onu dört bir tarafından kuşatan ecelidir.

Bu dışarı doğru uzanan çizgi, insanın emelidir. Bu onunla kesişen küçük çizgiler ise, karşılaştıkları engeller, belâ ve musibetlerdir. Eğer bu isabet etmezse şu isabet eder, Şu isabet etmezse Öteki isa­bet eder. (Sonunda da ecel onu yakalar). [943]

Rasûlullah (s.a.), lezzetleri alt üst eden ölümü çokça hatırla­mak, kabir ziyaretinde bulunmak, akranların ölümünü düşünmek suretiyle bu hastalığı tedavi etmek istemiştir.

Bir başka hadiste de şöyle buyurmuştur:

"Biriniz ölümü temenni etmesin. O kendisine gelmeden önce, onun gelmesi için dua etmesin. Çünkü biriniz öldüğü zaman ameli kesilir. [944]

 

5. Tevazu:

 

Beşincisi tevazudur. Bu nefsin, kibir ve kendini beğenme dür­tüsüne kapılmaması, bunun sonucu olarak insanları hor ve hakir görmemesidir. Kibir insanın nefsini ifsad eder; insanlara zulmet­meye, onları küçük görmeye iter.

Rasûlullah (s.a.) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez." Bir zatın: "Ya Rasûîallah! İnsan elbisesinin güzel, ayakkabısının güzel olmasını ister?" demesi üzerine: ''Şüphesiz ki Allah güzeldir, gü­zelliği sever. Kibir; hakkı inkâr ve insanları hor görmektir." buyur­muştur[945]

"Size cehennemlikleri haber vereyim mi? Her katı düşman, cimri, kibirlidir. [946]

"Bir adam, nefsinin hoşuna giden güzel bir elbise içinde, saç­ları taranık vaziyette, çalımlı çalımlı yürürken, Allah onu ansızın yere batırmıştır; o ta kıyamet kopuncaya kadar paldır küldür yere batmakta devam edecektir. [947]

 

6. Hilim, Teenni Ve Yumuşaklık:

 

Altıncısı hilim, teenni ve yumuşaklıktır. Kısaca, kişinin iyice düşünmeden, bir maslahat görmeden öfkeye kapılmanı asıdır. As­lında öfkelenmek her halükârda kötü bir şey değildir.[948]

Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim yumuşak davranmaktan (rıfk) mahrum ise, bütün ha­yırdan mahrum olmuştur. [949]

Bir adam Rasûlullah'tan (s.a.) kendisine öğütte bulunmasını istedi. Rasûlullah (s.a.), ona "Öfkelenme!" buyurdu. Adam isteğini bir kaç defa tekrarladı. Rasûlullah (s.a.), her defasında aynı şekil­de "Öfkelenme!" diye cevap verdi. [950]

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Size, cehenneme haram olacak kimseyi bildireyim mi? Her yakın olan, yumuşak davranan, oluruna gidip kolaylık çıkaran kimsedir. [951]

"Siz pehlivanı da kuvvetli kimseden ibaret sanıyorsunuz. Halbuki gerçek pehlivan, kızdığı zaman kendisini tutabilen kimse­dir. [952]

 

7. Sabır:

 

Yedincisi sabırdır. Bu, nefsin; lüks yaşama, feveran etme, şehveti giderme, şımarıklık etme, sırrı ifşa etme, sevgiyi kopar­ma... gibi isteklere karşı sebat göstermesi, bu tür dürtülere boyun eğmemesidir. Dürtünün türüne göre çeşitli isimler alır. [953]

Sabır hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir. [954] Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur:

"Hiçbir kimseye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir ih­san (fazilet) verilmemiştir. [955]

Rasûlullah (s.a.), semahat vasfını gerçekleştirici hasletler üzerinde durduğu gibi, adalet vasfı üzerinde de durmuş ve bu vas­fın kapsamı altına giren hasletler üzerine dikkat çekmiş, mahlukâta merhametli olmanın güzelliklerini açıklamış ve buna teşvikte bulunmuş, bunun ev halkı, mahalle halkı ve şehir/ülke halkı ile olan ilişkilere yansıması bakımından kısımlarını zikret­miş, toplum içerisinde büyüklere saygı gösterilmesini ve herkesin lâyık olduğu yere konulmasını emir buyurmuştur.[956]

 

Semahat Ve Adalet Hakkında Gelen Bazı Hadisler:

 

Burada, konuya ışık tutacak ve örnek teşkil edecek bazı ha­disler zikretmek istiyoruz:

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Zulümden sakının! Çünkü zulüm kıyamet gününde karan­lıktır.[957]

"Şüphesiz ki Allah Teâlâ, kanlarınızı ve mallarınızı birbirini­ze bu beldenizin, bu gününüzün haramlığı gibi haram kılmıştır. [958]

"Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden zarar gör­mediği kimsedir. [959]

''Vallahi, eğer sizden biriniz hakkı olmaksızın ondan bir şey alırsa (zimmet), kıyamet gününde Allah Teâlâ'ya onu taşır halde kavuşur. Sizden birinizin böğüren bir deve veya moğuran bir inek veya meleyen bir koyun taşıyarak Allah'a kavuştuğunu ben mutla­ka bileceğim. [960]

"Her kim zulüm yolu ile bir karış yer alırsa, Allah onu, kıyamet gününde yedi kat yerin dibinden itibaren boynuna do­lar. [961]

"Mü'min için mü'min, birbirlerini perçinleyen duvar gibi­dir»[962]

"Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat göstermekte mü'minlerin misâli vücut gibidir. Vücudun bir organı rahatsız olursa, diğer organları uykusuzluk ve yüksek ateş ile ona iştirake çağrışırlar.[963]

"İnsanlara merhamet etmeyene, Allah acımaz. [964]

"Müslüman müslümanın kardeşidir; Ona zulmetmez, onu tehlikeye atmaz. Bir kimse, din kardeşinin ihtiyacını giderirse, Al­lah da onun ihtiyacını giderir. Her kim bir müslümanın bir sıkın­tısını giderirse, onun sebebiyle Allah kıyamet gününün sıkıntıla­rından birini ondan giderir. Ve her kim bir müslümanın ayıbını örtbas ederse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını gizler. [965]

"iki kişinin arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hayvanına binmek isteyen kimseye yardım ederek, hayvanına bin­dirmen yahut eşyasını hayvana yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. [966]

Kimsesiz muhacirler hakkında şöyle buyurmuştur: [967]

"Ey Ebû Bekir! Ola ki, sen onları kızdırmışsındır. Eğer onları kızdırdıysan muhakkak Rabbini gazaba getirdin. [968]Orta ve işaret parmağını yan yana getirerek işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Ben ve yetimin işlerini üstlenen kimse, cennette böyleyiz. [969]

"Dul ve yoksul için çalışan, Allah yolunda cihâd eden gibidir. [970]

"Bir kimse, kız evladından bir şeyle denenir de, onlara iyi ba­karsa, kızlar kendisine cehennemden siper olurlar.[971]

"Kadınlar hakkındaki vasiyetimi tutun. Çünkü kadın eğe ke­miğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri yeri de üst kısmıdır. Doğrultmaya kalkarsan kırarsın; hali üzere bırakırsan eğri kal­makta devam eder. Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye edin[972]

Zevç ve zevcenin hakkı konusunda şöyle buyurmuştur: 'Yediğin zaman, ona da yedirmen, giyindiğin zaman onu da giyindirmen, yüzüne vurmaman, onun çirkinliğini yüzüne soylememen ve onu evde olması hariç terketmemendir. [973]

"Bir adam karısını yatağına çağırır da yatağa gelmezse, bu sebeple ona dargın olarak yatarsa, sabahlayıncaya kadar melekler o kadına lanet ederler. [974]

"Kadının, kocası yanındayken, ondan izinsiz olarak oruç tut­ması, izni olmadan, evine kimseyi alması helâl olmaz. Eğer bir kimsenin başka birine secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim. [975]

"Bir kadın, kocası kendisinden razı olduğu halde ölürse cen­nete girer. [976]

"Allah yolunda infâk ettiğin bir dinar, köle âzâdı için infâk ettiğin bir dinar, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dinar, aile­ne sarfettiğin bir dinar vardır. Bunların sevap itibariyle en büyü­ğüm ailene sarf ettiğindir. [977]

"Müslüman, Allah'ın rızasını hesaba katarak ailesi efradına infakta bulunursa, bu onun için bir sadaka olur. [978]

"Cibril bana komşuyu o derecede tavsiyede bulundu ki, onu mutlaka mirasçı yapacak sandım. [979]

"Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve kom­şularını gözet! [980]

"Her kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, komşusuna eziyet etmesin.[981]

"Komşusu, şerrinden emin olmayan kimse, vallahi iman et­miş olmaz. [982]

Allah Teâlâ, rahime şöyle seslenmiştir:

"Seni gözeteni gözetmem, seninle alâkayı kesenden alâkayı kesmem seni hoşnut etmez mi? [983]

"Kim rızkının bol, ömrünün uzun olmasını isterse, sıla-yı rahimde bulunsun. [984]                                                                    

"Büyük günahlardan biri de anne ve babaya karşı gelmektir. [985]

"Büyük günahlardan biri de, kişinin anne ve babasına söv-mesidir; başkasının babasına söver, o da onun babasına söver; başkasının anasına söver, o da onun anasına söver. [986]

Rasûlullah'a (s.a.) sorulur: "Anne ve babamın ölümünden son­ra, onlar için yapacağım başka bir iyilik kaldı mı?" Şöyle buyurur:

"Evet, onlara dua edersin, onlara istiğfar edersin, arkaların­dan verilmiş sözleri varsa onları yerine getirirsin, onlarla bağlı ol­duğun akrabalık ilişkilerini gözetir, sıla-yı rahimde bulunursun, onların arkadaşlarına ikramda bulunursun. [987]

"islâmlık davasında saçlarını ağartmış olana, okuyuşunda aşırılığa kaçmayan, gereği ile amelden geri durmayan Kur'ân bil­ginine, âdil devlet başkanına ikramda bulunmak, Allah'a saygı göstermek demektir. [988]

"Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüzün şerefini ta­nıyıp ona saygı göstermeyen bizden değildir. [989]

"İnsanları, lâyık oldukları yerlere koyun. [990]

"Kim bir hasta ziyaretinde bulunur ya da Allah için bir din kardeşini ziyaret ederse, bir münadi, 'Sen pak ol, yürüdüğün top­rak pak olsun, cennette senin için bir konak hazırlansın!' diye nida eder.[991]

Bu ve benzeri hadisler, adalet ve insanî ilişkilerin güzelce yü­rütülmesi konusuna dikkatlerimizi çekmektedir.[992]

 

MAKAMLAR VE HALLER

 

İhsanın Semereleri: Makamlar Ve Haller;

 

Bil ki: İnsan, ihsan mertebesine ulaştıktan sonra bunun semereleri ortaya çıkar. Bunlar, makamlar ve hallerdir.

Bu konuyla ilgili hadislerin açıklanmasına geçmeden önce iki mukaddime üzerinde durmamız gerekmektedir:

i. Akıl, kalp ve nefsin isbatı, bunların hakikatlarının beyanı, 

ii. Makam ve hallerin bunlardan doğuş şekli. [993]

 

Birinci Mukaddime: İnsanda Üç Latife Vardır:

 

Bü ki: İnsanda üç latîfe (ç. letâif) vardır ve bunlar, akıl, kalp ve nefis diye isimlendirilir.

Bunun böyle olduğuna nakil, akıl, tecrübe ve akıllıların ittifa­kı delâlet etmektedir. [994]

 

1. Akıl, Kalp Ve Nefis Hakkında Gelen Bazı Nasslar:

 

Kur'ân-ı Kerîm'de bu meyanda şu âyetler vardır: [995]

"Akleden bir kavim için, şüphesiz bunda âyetler vardır. Cehennem ehlinin dilinden şöyle denilmiştir:

"Eğer işitsek ya da akıl etseydik, cehennemlikler içerisinde ol­mazdık. [996]

Hadiste de şöyle gelmiştir:

"Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır. Ona: 'Beri gel!' demiş, beri gelmiş, 'Geri dön!' demiş, geri dönmüş ve 'Seninle sorumlu tutaca­ğım. ' buyurmuştur. [997]

"Kişinin dini akıldır; aklı olmayanın dini yoktur. [998] "Akıl bakımından rızıklanan kimse kurtuluşa ermiştir. [999]

Bu hadislerin sıhhati konusunda ehl-i hadisin her ne kadar eleştirileri varsa da, pek çok senedi olması ve bunların birbirini desteklemesi onların sahih olduğunu gösterir.

Kur'ân'da (kalp hakkında) şöyle buyurulur:

"Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer. [1000]

"Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır. [1001]

Hadiste de şöyle buyurulur:

"Dikkat edin! Bedende öyle bir et parçası vardır ki, o düzeldi­ğinde bütün beden düzelir; o bozulduğunda bütün beden bozulur. Dikkat edin o kalptir. [1002]

"Kalp, rüzgarın altını üstüne getirerek evirip çevirdiği çöldeki bir tüye benzer. [1003]

Nefis hakkında da şöyle buyurulmustur:

"Nefis temenni eder ve arzu duyar; cinsel organ ise onu tasdik ya da tekzip eder. [1004]

 

Letâifin Yerleri;

 

Bu kelimelerin kullanıldığı yerleri araştırdığımız zaman;

i. Aklın, insanın duyular vasıtasıyla algılayamadıklarını id­rak etmesini sağlayan şeyin adı;

ii. Kalbin, insanın sevmesini, buğz etmesini, seçimde bulun­masını, azmetmesini sağlayan şeyin adı,

iii. Nefsin de, insanın yemek, içmek ve cinsel konularla ilgili haz ve lezzetleri arzulamasını sağlayan şeyin adı olarak kullanıl­dığını görürüz. [1005]

 

2. Aklî Delili: İşlevler, Ancak Bu Üç Temel Letâifle Tamamlanır:

 

Yerinde de sabit olduğu üzere, insanın bedeninde üç esaslı or­gan vardır ki, kuvveler ve insan olmanın gereği işlevler (efâtl) an­cak bunlarla tamam olur. İdrâk kuvvelerinin mahalli dimağdır. Bunlar; tahayyül ve tevehhüm gücü, muhayyel ve mütevehhim olan şeyîer üzerinde tasarruf gücü, herhangi bir şekilde mücerred şeylerden söz etmek gücü gibi şeylerdir. Öfke, cüret, cimrilik, rıza, gazap ve benzeri hallerin mahalli kalptir. Bedenin ihtiyaç duydu­ğu şeyleri isteme yeri ciğer (kebid)'dir. Bu organlardan birine bir âfet arız olması halinde, bazı kuvvelerin işlevlerim icra edememe­si, bu kuvvelerin, sözü edilen esas organlara has olduğunu göste­rir.

Sonra bu üçünden her birinin fiili, ancak diğer ikisinin yardı­mı ile tamam olabilir. Küfür ya da güzel sözde olan çirkinlik ya da güzellik, idrak edilmemiş olsaydı, fayda ve zarar tevehhümü olma­saydı, o zaman ne öfke ne de sevgi ortaya çıkardı. Eğer kalbin me­taneti olmasaydı, o zaman tasavvur olunan şey tasdik edilen şey olmazdı. Yiyecek, içecek ve cinsel ilişki lezzeti bilinmeseydi, onlar­da menfaat olduğu tevehhümü olmasaydı, o takdirde insanın tabi­atı onlara karşı meyletmezdi. Eğer kalbin, hükmünü bedenin derinliklerinde infaz etmesi olmasaydı, o zaman insan lezzet aldıkla­rı şeylerin arkasından koşuşturmazdı. Eğer duyu organları aklın hizmetinde olmasaydı, o zaman hiçbir şey idrak edemezdik. Çünkü kesbî bilgiler, bedîhî olan bilgilerin uzantısıdır. Bedîhî olanlar ise, duyularla algılanan verilerin (mahsûsât) dalıdır. Eğer, kalbin ve dimağın sağlıklı olmasını gerektiren organlar hasta olsaydı, o za­man onlar sağlıklı olmaz ve hiçbir işlevde bulunamazlardı.

Bu üç letâif her ne kadar birbirini tamamlıyorsa da, Öbür ta­raftan her biri, ele geçirilmesi zor olan bir kalenin fethi gibi büyük bir işi yapmaya azmetmiş bir hükümdar mesabesindedir. Nasıl ki böyle bir hükümdar kardeşlerinden ordular, zırhlar, toplar... iste­yerek yardım alır, bununla birlikte kalenin fethi işini kendisi idare

eder, sorumlu odur, karar mercii kendisidir. Öbürleri ise onun hiz-metindedirler ve onun emri doğrultusunda hareket ederler. Olay­lar, hükümdarda mevcut bulunan cesaret, korkaklık, cömertlik, cimrilik, adalet, zulüm gibi sıfatlardan kendisinde galip olan doğ­rultusunda gelişir. Keza sonuç, hükümdarların, onların görüşleri­nin ve karakterlerinin farklı olmasına göre de her ne kadar or­dular, araç ve gereçler birbirine benzer ise de farklılık arzeder.

Aynen bu Örnekte olduğu gibi, bu üç temel letâifden her biri, hükümdar gibi beden ülkesinde farklı şekilde kendi hükmünü icra eder.[1006]

 

Kuvvelerin İşlevleri Birbirine Yakındır:

 

Kısaca söylemek gerekirse, bu üç esaslı organdan doğan işlev­ler, kendi aralarında birbirlerine yakın olurlar; ya ifrat ve tefrite mail ya da bu iki aşın uç arasında mutedil halde bulunurlar. Biz, bu üç esaslı organı, birbirine yakın işlevleriyle, devamlı olarak o işlevleri gerektiren mizaclanyla birlikte ele aldığımızda, onların; üzerinde durulmakta olan üç letâif olduklarını; bizzat kuvvelerin kendileri olmadıklarını, kuvvelerin bu letâif ile kâim olduklarını görürüz. [1007]

 

Kalbin Sıfatları:

 

Kalbin sıfat ve fiilleri şunlardır: Öfke, cüret, sevgi, korkaklık, rıza, gazap, eski dostluğa vefa, sevgi ve buğz hakkında renge girme, makam tutkusu, cömertlik, cimrilik, umut ve korku. [1008]

 

Aklın Sıfatları:

 

Aklın sıfat ve fiilleri şunlardır: Yakın (kesin bilgi), şek, teveh-hüm, her hadis (sonradan olan) için bir sebep arama, faydaların el­de edilmesi, zararların uzaklaştırılması için çareler üzerinde dü­şünme. [1009]

 

Nefsin Sıfatları:

 

Nefsin sıfatlarının en son noktası, nefis yiyecek ve içeceklere karşı açgözlülük, kadınlarla aşk yapma arzusu ve benzeri şeyler­dir. [1010]

 

3. Tecrübe Delili:

 

insan fertleri üzerinde istikrada bulunan herkes hiç kuşku duymadan bilir ki onlar, bu üç letâife yönelik cibillî özelliklerine göre farklı farklıdırlar. Kimilerinin kalbi, nefsinin üzerinde hâkim konumdadır. Kimilerinin kalbi ise, nefsinin boyunduruğu altında­dır.

Birinci özellikte olan birine öfke isabet ettiğinde, yahut kal­binde büyük bir makama karşı talep belirdiğinde, o kimsenin ya­nında şehvanî büyük lezzetlerin hiç önemi olmaz; onların terkine sabreder, onların terki konusunda nefsine karşı büyük mücadele verir.

Kalbi, nefsinin boyunduruğu altında olan kimsenin durumu­na gelince, kendisine bir şehvet arız olduğunda, gözü kara hemen içine dalar, isterse arlanmayı gerektirecek bin bir durum olsun, hiç aldırmaz. İstediği yüksek mevkilere iltifat etmez, düşebileceği aşağılık durumlara, horluk ve zillete aldırmaz.

Birinci tipten olan kıskanç bir adam şehvetini gidermek için evlenme arzusu duyar ve nefsi bunu ısrarla talep eder. Fakat o, kalbinde yer eden kıskançlık duygusunun etkisiyle bir türlü evlen­meye yanaşmaz.                                                                                      

Bazen aç olur, açık olur, fakat sabreder ve sahip olduğu guru­rundan asla hiçbir kimseden bir şey istemez.

ikinci tip, haris biri olur ve kendisine şehvanî bir ilişki ya da nefis bir yemek imkânı doğar ve bunun kendisi için son derece za­rarlı olduğunu tıp, ya da tecrübe yoluyla, yahut da bazı insanların zoruyla bilir. Korkar, titrer, serden kaçınır; sonra heva ve hevesle­ri gözünü bürür, onu kör eder ve adam bile bile kendisini helakin içine atar.

Bazen olur insan, nefsinin her iki tarafa da meyyal olduğunu ve sâiklerin birbiriyle çekişmeli olduğunu idrak eder. Bir bu asılır, bir öteki. Buna benzer fiiller kendisinden çokça vuku bulur ve in­sanlar arasında darb-ı mesellik olur. Mücadele ya hevâ ve hevesle­re tabi olma ve korunmama doğrultusunda, ya da hevâ ve hevesle­ri kontrol altına alma, aklın kontrolünde yol alma şeklinde olur. [1011]

 

Aklın, Kalbe Ve Nefse Galip Olması:

 

Üçüncü bir tip daha vardır ki aklı; kalbine ve nefsine galebe çalar. Gerçek imana sahip mü'min gibi. Bunun sevgisi, nefreti ve şehveti, Sâri' Teâlâ'nm emretmiş olduğu şeylere, şer'an cevazı, hatta müstehaplığı bilinen şeylere yönelik olur ve bunun sonucun­da o, şeriatın hükmünden asla ayrılmak istemez.

Dördüncü bir tip daha vardır ki, ona töreler (resim), itibar ta­lebi, utanılacak şeylere düşmekten uzak durma isteği galebe çalar. Bu tipte olan kişi, kuvvetli gazaba, şiddetli cürete sahip olmasına rağmen, Öfkesini yutar, kendisine yapılan küfür ve hakaretlerin acılığına sabreder, yapısının güçlü arzusuna rağmen şehvetini ter-keder ki, hakkında hoşuna gitmeyecek şeyler söylenmesin, çirkin şeylere nisbet edilmesin, yahut da talep etmekte olduğu yüksek mevki ve itibara ulaşabilsin.

Bu dört tip içerisinden birincisi yırtıcı hayvanlara (sibâ'), ikincisi mallara (behâim), üçüncüsü meleklere benzer. Dördüncü hakkında da mürüvvet sahibi, âl-i himmet sahibi denir.

İstikrada bulunan kimse, insanlar arasında kendisinde iki kuvvetin birden egemen olduğu birini göremez. Kuvveler araların­da çekişmeli olur; bazen bu Ötekine, bazen öteki buna galebe çalar. İncelemede bulunan, insanların hallerini belirlemek ve onları ifa­de etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz bu üç letâifi isbat zorunda kalır. [1012]

 

4. Akıllıların İttifakı Delili:

 

Bu üç letâifin bulunduğuna dair akıllıların ittifakına gelince, bil ki: Nefs-i natıkanın tezhîb ve tezkiyesiyle ilgilenen her tür din ve mezhep salikleri, bu üç letâifin isbatı ya da bu üç letâifle ilgili olan makam ve hallerin beyanı üzerinde ittifak etmişlerdir. Meselâ feylesof, amelî hikmette bunlara, "nefs-i melekî", "nefs-i se-buV ve "nefs-i behîmî" ismini verir. Bu isimlemede bir tür müsa­maha vardır. Aklın, nefs-i melekî diye isimlendirilmesi, akla sahip en üstün varlıklara nisbet şeklinde isimlendirme kabilindendir. Kalbin, nefs-i sebu'î diye isimlendirilmesi de, kalbin en meşhur sı­fatının dikkate alınması sebebiyledir.

Sûfiler, bu letâifi kabul ederler ve her birinin tezkiyesi için ayrı bir özen gösterirler. Şu kadar var ki onlar, iki latîfe daha ka­bul ederler ve onlara büyük önem verirler: Bunlar "ruh" ve sır dır.

Bunun hakikati şöyle: Kalbin iki yüzü vardır:

i. Beden ve organlara mail yüzü,

ii. Tecerrüd (soyutlanma) ve mutasarraflığa (sırâfa) mail yüzü.

Aynı şekilde aklın da iki yüzü vardır: i. Beden ve duyulara mail yüzü,

ii. Tecerrüd (soyutlanma) ve mutasarraflığa (sırâfa) mail yüzü.

Bunların alt tarafa bakan yüzlerine kalp ve akıl, üst tarafa bakan yüzlerine de ruh ve sır adı vermişlerdir. [1013]

 

Letâifin Sıfatları:

 

Kalbin sıfatı, rahatsız edici Ölçüde şevk ve vecddir. Ruhun sıfatı, üns ve cezbeye kapılma (incizâb)dır.

Aklın sıfatı, kaynağı ulûm-ı âdiyyenin kaynağına yakın olan şeyler hakkında yakın sahibi olmaktır; gayba iman, fiillerde tevhid gibi.

Sırrın sıfatı, ulûm-ı âdiyyenin yetişemeyeceği şeyleri müşahe­de etmektir {şühûd). Bu sadece, zaman ve mekan kaydı olmayan, herhangi bir vasıfla vasıflanamayan, herhangi bir şekilde kendisi­ne işarette bulunulamayan "mücerred-i sırf'tan bir tür söz etmek­tir.

Şeriat, ferdî hususiyetler dikkate alınmaksızın insanlık türü­nün genel yapısı dikkate alınarak, onların mizanına vurularak iner. Bu itibarla, sözünü ettiğimiz bu konulardan fazla bahsetmez ve onlarla ilgili bahisleri icmal hazinesine terkeder; ima ve işaret­lerle yetinir.

Diğer din ve mezhep sâliklerine bakıldığında, onların da bu üç letâife ait bilgi sahibi oldukları görülür. İstikra ve ince anlayış bizi bu sonuca götürür. [1014]

 

İkinci Mukaddime:

 

Bil ki: Aklen ve bedenen sağlam olan, insan olmanın gereği hükümlerin kendisinde tam ve eksiksiz olarak zuhuruna imkân veren bir yapıya sahip olan kimse; ki o, yapı itibariyle insan fert­lerinin reisi, bütün fertlerin en üst sınıra ne kadar yakın, ne kadar uzak olduklarını öğrendikleri düstur (ölçüt) olmaktadır aklı, kal­bine galebe çalan, kalbi de güçlü bulunan, kuvveleri tam işleyen, kalbi de nefsine ve onun gereklerine hakim olan bir özelliğe sa­hiptir. İşte bu insan, ahlâkı kemale ermiş, fıtratı kuvvet kazanmış kimsedir. Bu üst mertebenin altında pek çok çeşitli mertebeler bu­lunmaktadır ki, sağlıklı düşünce bunları ortaya çıkarır.

Dilsiz hayvana gelince, onda da üç kuvve mevcuttur.Ancak onun aklı, kalbine ve nefsine son derecede mağluptur. Dolayısıyla yükümlülüğe ehil değildir. Mele-i a'lâ'ya katılma şansı da yoktur. Bu manayı ifade etmek üzere Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Biz, hakikaten insanoğlunu mükerrem kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onlan, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.[1015]

 

İnsan Dereceleri:

 

Aklen ve bedenen sağlam olan bu insanın aklı, eğer sâdıklar tarafından Mele-i a'lâ'dan alınmış hak itikatlara boyun eğmekte ise, o gerçek bir mü'mindir.

Bu özelliğine ilaveten, Mele-i a'lâ ile irtibata da geçebiliyor, onlardan aracısız bilgi alabiliyorsa; onda, nübüvvetten bir şube, ondan bir miras da bulunuyor demektir. Rasûlullah'ın (s.a.), "Sa­lih rüya, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür. [1016] buyurması­nın manası budur.

Eğer aklı, sapık ve ehl-i bâtıldan alınmış yanlış itikatlara bo­yun eğmekte ise, o takdirde kişi, mülhid (inkarcı) ve sapıktır.

Aklı, kavminin törelerine, tecrübe ve amelî hikmet yoluyla el­de ettiği verilere boyun eğmekte ise, o Allah'ın dini hakkında ca­hildir.

Durum böyle olunca[1017] Allah Teâlâ'nın yüce hikmeti, mah-lukâtın en temizi, en akıllısı, Mele-i a'lâ sakinlerine en çok benze­yeni üzerine bir kitap indirmeyi, sonra bakışları onun üzerine top­lamayı vacip kılmıştır. Böylece hükümleri, herkes tarafından yay­gın olarak bilinen şeyler halini alacak ve, "Helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması[1018] sağlanacaktır.

Keza gönderilen bu peygamberin (s.a.), ihsan yollarını ve onun semeresi olan makamları son derece açık bir şekilde beyan etmesini gerektirmiştir. [1019]

 

İnsan, Üç Letâife Nasıl Hakim Olur:

 

Kısaca söylemek gerekirse, insan Allah'ın kitabına, O'nun peygamberinin (s.a.) getirdiklerine iman eder, bu imanı, bütün kalbî ve nefsî kuvvelerini peşinden sürükleyecek güçte olur, sonra dille zikrederek, kalple tefekkür ederek, organlarıyla edebe riayet ederek gerçek anlamda ubudiyetle (kulluk, ibadet) meşgul olur, buna uzun süre böyle devam eder, işte o zaman bu üç letâiften her biri ubudiyetten kendi payını kana kana içer. Bu aynen bir ağacın haline benzer. Kuru halde iken ağaç, baharda bol su emer, emdiği su, onun her bir dalma, her bir yaprağına sirayet eder, bunun so­nunda onda çiçekler açar ve meyve verir. Aynı şekilde ubudiyet de, her bir letâife girer, onların hasis doğal sıfatlarını, üstün melekî sıfatlara dönüştürür. [1020]

 

Makamlar Ve Haller:

 

Eğer bu sıfatlar, kalıcı melekeler ise, işlevleri hep aynı tarz üzere ya da birbirine yakın tarzlar üzere süreklilik gösteriyorsa onlara, "makamlar" denilir. Çakan şimşekler gibi bir gözüküp bir kayboluyorlar ve henüz yer etmemişlerse, yahut yer etmeleri söz konusu olmayan bir mahiyet arzeden şeylerse rüya, hevâtif ve galebe gibi o zaman bunlara, "haller" ve "vakitler" adı verilir.

Aklın gereği, beşerî tabiatın azgınlığı halinde, ilişkiye girdiği ümûru tasdik etmektir. Tehzîb ve tezkiyesinden sonra gereği ise, Sâri' Teâlâ'nın getirmiş olduğu şeyleri, sanki onları açıktan görü­yormuş gibi yakîn üzere tasdik etmesidir. Aynen Zeyd b. Hârise'nin (r.a,), Rasûlullah'ın (s.a.), [1021]"Her hakkın bir hakikati vardır ; senin imanının hakikati nedir?" sorusuna, "Sanki ben, Rahmân'ın arşına açıktan bakıyor gibiyim.[1022] şeklindeki cevabın­da olduğu gibi.

Aklın normalde gereklerinden biri de, meydana gelen nimet ya da belâların sebeplerini öğrenmektir. Bu durumda tehzîb ve tezkiyesi halinde gereği; tevekkül, şükür, rıza ve tevhîd olacaktır.   

Kalbin tabiî yapısının gereği, nimette bulunana, besleyene karşı sevgi; düşmanlık edene, kötülüğünü isteyene buğz duyması, kendisine dokunacak, eza verecek şeyden korkması, fayda verecek şeyi ummasıdır. Bu durumda tehzîb ve tezkiyesi halinde kalbin gereği, Allah sevgisi, O'nun azabından korkma, sevabını umma olacaktır.

Nefsin azgın tabiatının gereği, şehvetlere dalmak, lükse, refa­ha kaçmaktır. Bu durumda terbiye edilip olgunlaşması halinde sı­fatı, tevbe, zühd ve çalışma olacaktır.

Biz, bu anlattıklarımızla sadece konuyu örneklendirmek iste­dik. Yoksa makamlar, sadece bu anlattıklarımızdan ibaret değil­dir. Zikredilmeyenleri, zikredilenlere; sekr[1023] galebe[1024] yeme ve içmeden uzun süre el çekme, rüya, hatif[1025] gibi halleri de makam­lara kıyas et. [1026]

 

Yakın, Bütün Makamların Aslıdır:

 

Konu ile ilgili hadisleri açıklamadan Önce, beyan etme gereği­ni duyduğumuz bu iki mukaddimeden sonra, asıl maksada girme zamanı gelmiştir. Deriz ki:

Akılla ilgili makam ve hallerin aslı yakındır.

Yakînden şu sayacağımız makam ve haller doğar: Tevhîd, ihlâs, tevekkül, şükür, üns, heybet, müferredlik (tefrîd), siddikhk, muhaddeslik ve sayması uzun sürecek daha başka makam ve hal­ler.

Abdullah b. Mes'ûd şöyle demiştir: "İman, yakînden ibaret­tir. [1027] Onun, bu sözü Rasûlullah'a (s.a.) nisbet ettiği de rivayet olunmuştur.

Rasûlullah (s.a,) da duasında şöyle buyurmuştur: "...Dünya musibetlerini bize hafif kılacak ölçüde yakîn ver. [1028]

 

Yakının Manası:

 

Yakînin manası şudur: Mü'min, şeriatın getirmiş olduğu ka­der, meâd (âhiret) gibi konularla ilgili verilere iman eder, imanı aklına galebe çalar, aklından kalbine ve nefsine mesajlar iner ve bunun sonucunda kişinin, inandığı o şeyler, sanki gözle görülen, elle tutulan şeylermiş gibi bir hal alır. îmanın, yakînden ibaret olması, aklın kemâle ulaştırılmasın­da onun temel umde olması sebebiyledir. Aklın kemâli, kalbin ve nefsin tezkiyesinin sebebidir. Şöyle ki: Yakîn, kalbe galebe çaldı­ğında, ondan birçok dallar ayrılır ve o, artık insanların genelde korkmakta oldukları şeylerden korkmaz olur; çünkü bilir ki, başı­na gelecek şeyin önlenmesine, gelmeyecek şeyin de getirilmesine imkân yoktur. Dünya musibetleri kendisine önemsiz gelir, çünkü âhiret hayatında vaad olunanlar ona huzur verir. Nefsi, esbabı önemsemez olur; çünkü bilir ki âlemde ihtiyar ve irade yoluyla müessir olan yegane şey vücûbî kudrettir, işlerin esbaba bağlan­ması ise sûretâdır. Bunun sonucunda, insanların elde etmek için uğrunda koşuşturdukları, yoruldukları, sıkıntılara katlandıkları şeylerin ardında koşuşturmaz. Öyle olur ki, dünyanın altını ile toprağı onun yanında eşit bir hal alır. [1029]

 

Akılla (Yakın) İlgili Makam Ve Haller

 

Kısaca yakın tam olur, güçlenir, devamlılık kazanır; ne fakir­lik ve zenginliğin, ne izzet ve züllün etki edemeyeceği bir hal alır­sa, ondan bir çok hal ve makam doğar: Bunlardan bazıları şunlar­dır: [1030]

 

1. Şükür:

 

Birincisi şükürdür. Şükür; insanın, her türlü açık ve gizli ni­metlerin, şanı yüce olan Yaratıcı'dan gelmekte olduğunu görmesi, bunun sonucu olarak her nimet sayısınca Yaratıcısına olan mu­habbetinin artması, O'na şükretmekten aciz olduğunu görmesi ve bu inanç içerisinde eriyip yok olması halidir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Cennete ilk çağrılacak olanlar, bollukta darlıkta hep Allah'a Şükür eden hamdçılardır. [1031]

Bunun sebebi şudur: Şükür; aklın ve kalbin Yaratıcısına olan yakını imanının belirtisidir. Çünkü nimetleri tanımak, onların Ya­ratıcıdan feyiz halinde inmekte olduğunu görmek, onlar hakkında âlem-i misâlde faal bir kuvvet oluşturur ve misâli kuvveler, uhrevî timsaller ondan etkilenir. Nimetlerin ayrıntılarını bilme, onları şa­nı yüce olan in'âm sahibi Allah'tan feyzettiğini görme, ilâhî kerem kapısını çalmada müstecâb duadan aşağı kalmaz.

Şükrün tamam olabilmesi için, kişinin geçen Ömründe karşı­laştığı acaip halleri dikkate alarak nefsini uyarması ve içinde bu­lunduğu hali daha iyi takdir etmesi gerekir. Nitekim bu manada ;

Hz. Ömer (r.a.) hakkında şöyle rivayet olunmuştur. O, son haccın-dan dönerken Dacnân vadisinde şöyle demiştir:

"Allah'a hamd olsun. Allah'tan başka tanrı yoktur. O, diledi­ğine dilediğini verir. Bir vakitler ben bu vadide (babam) Hattâb'ın develerini güderdim. Katı ve acımasız bir adamdı. Çalıştığım za­man beni yorar, gevşeklik gösterdiğimde beni döverdi. Şimdi sa­bahlıyorum, akşamlıyorum da, Allah ile aramda korkacağım başka hiçbir kimse yok!" [1032]

 

2. Tevekkül:

 

Yakînden doğan makam ve hallerden ikincisi tevekküldür. Tevekkül, yakînin kişiye galebe çalması ve bunun sonucunda, fay­daların elde edilmesi, zararların uzaklaştırılması için esbaba ya­pışmak konusunda aldırış etmez olması; ancak Allah Teâlâ'nın kulların hayatlarım kazanmaları için belirlemiş olduğu yollar üze­re yürümesi, bununla birlikte onlara dayanıp güvenmemesi hali­dir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimden yetmiş bin kişi cennete hesapsız gireceklerdir. Onlar, afsun yapmayanlar, uğursuzluk inancına sahip olmayan­lar, vücutlarını dağlamayanlar ve ancak Rablerine tevekkül eden­lerdir.[1033]

Rasûlullah (s.a.), onları bu şekilde nitelemekle, tevekkülün eserinin, yasak olan sebepleri terketmede kendisini göstereceğine, yoksa tevekkülün Allah Teâlâ'nm kulları için bir yol olmak üzere belirlediği sebepleri terketmek demek olmadığına işaret etmiştir.

Hesapsız cennete girme şunun içindir: Onların içinde tevek-

külün yer etmesi nefiste öyle bir mana doğurmuştur ki bu, onda yer eden amellerin sebepliği inancını koparıp atmıştır. Çünkü on­lar, varlık âleminde kudret-i vücûbiyyeden başka hiçbir şeyin et­kin olmadığını yakînen bilmektedirler. [1034]

 

3. Heybet:    

 

Yakînden doğan makam ve hallerden üçüncüsü heybettir. Heybet, kişinin Allah Teâlâ'nm celâlinin büyüklüğünü yakînen görmesi ve bunun sonucunda O'nun yanında yok olmasıdır. Hz. Ebû Bekir Sıddîk'in (r.a.) şu sözü buna örnektir. O, bir ağaç dalına konan bir kuşa şöyle seslenmiştir:

"Ne mutlu sana ey kuş! Vallahi ne kadar isterdim, keşke ben de senin gibi bir kuş olsaydım! Sen ağaca konar, yemişinden yer, sonra uçar gidersin; ne hesabın var, ne azabın! Vallahi ne kadar arzu ederdim, keşke yol kenarında bir ağaç/ot olsaydım, bana bir deve uğrasaydı, beni alsa, ağızına soksaydı, beni çiğnese, sonra yutsaydı, sonra da beni kığı olarak dışarı atsaydı da beşer olma­saydım!" [1035]

 

4. Hüsnüzan:

 

Yakînden doğan makam ve hallerden dördüncüsü, hüsnüzan-dır. Bu, sûfı dilinde "üns" diye isimlendirilen haldir. Hak Teâlâ'nın nimetlerini, lütuflarını düşünmekten doğar. Nitekim heybet de, O'nun hışmını, azabını ve satvetini düşünmekten neşet eder. Mü'min, her ne kadar itikadı nazarıyla hafv ve recâyı bir arada bulundurursa da, hal ve makamıyla bazen kendisine heybet, bazen de hüsnüzan galebe çalar. Bu aynen çok derin bir uçurumun kenarında bulunan bir kimsenin haline benzer; aklı her ne kadar korkuyu gerektirecek bir hal olmadığına hükmetse bile, korkudan tir tir titrer. Keza kişinin içinden geçirdiği şeyler (hadîs-i nefs) eğer güzel nimetler ise, insan ferahlık duyar; oysa ki akıl ortada sevinecek bir şey olmadığına hükmeder. Ancak vehim, bu iki halde korku ve ferahlık duyulmasına sebep olur.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah hakkında hüsnüzanda bulunmak, en güzel ibadetler­dendir.[1036]

Kudsî hadiste de şöyle gelmiştir: "Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ben, kulumun bana olan zannı üzereyim. Beni zikrettiği zaman da, ben onunla beraberim... [1037]

Çünkü hüsnüzan; nefsi, Yaratıcısından inecek olan lütufları almaya hazır hale getirir. [1038]

 

5. Müferredlik (tefrîd):

 

Yakînden doğan makam ve hallerden beşincisi müferredlik-tir. Tefrîd; zikrin, idrâk kuvvelerini istilâ etmesi ve bunun sonucunda Allah Teâlâ'yı sanki açıktan görüyormuş gibi olması, için­den geçirdiği düşüncelerin yok olması, içindeki pek çok ateşin sönmesidir.

Bir hadiste de Rasûlullah (s.a.), "Yürüyün! Müferridler öne geçti." başka bir rivayette, "Müferridlere ne mutlu!" buyurmuş, "Kimdir onlar?" diye sorulduğunda da, "Allah'ın zikrine düşkün olanlar.[1039] (Başka bir rivayette), "Zikrin, üzerlerindeki yükleri hafiflettiği kimselerdir. [1040] buyurmuştur.

Zikir nuru, onların akıllarını bürüyüp, ceberut âlemine yöne­lişleri nefislerinde yer edince, hayvanı güç etkinliğini kaybeder ve ateşi söner, nefse verdiği ağırlıklar gider. [1041]

 

6. İhlâs:

 

Yakînden doğan makam ve hallerden altıncısı ihlâstır. İhlâs, kişinin aklında Allah Teâlâ için ibadet etmenin faydasının temes-sül etmesidir. Bu ya nefsinin Hak Teâlâ'ya yakınlaşması yönün­den olur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Allah'ın rahmeti, ihsan mertebesinde olanlara çok yakındır. [1042]

Ya Allah Teâlâ'nın, rasullerinin (s.a.) dili üzere vaad buyur­duğu şeylerin tasdiki yönünden olur. Bu durumda ameller, büyük bir sâikle ondan kaynaklanmış olur ve ona hiçbir şekilde riya, şöh­ret olma arzusu karışmaz, veya âdet olsun diye işlenmiş olmaz. Bu hal bütün amellerine hatta günlük yapılan mubah işlerine bile si­rayet eder.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Dini yalnız kendisine has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri... emrolunmuştu, [1043]

Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur:

"Ameller ancak niyetlere göredir. [1044]

 

7. Tevhîd:

 

Yakînden doğan makam ve hallerden yedincisi, tevhiddir. Bu­nun üç mertebesi vardır:

i. İbâdette/kullukta tevhîd: Sadece Allah Teâlâ'ya kulluk ve ibadet edip, tağutlara kulluk ve ibadet etmemek; onlara tapınmak­tan, ateşe atılmak gibi nefret etmek.   

ii. Fiillerde tevhîd: Güç ve kudretin sadece Allah Teâlâ'ya ait olduğunu görmek, âlemde bilâ vasıta kudret-i vücûbiyyeden başka etkin herhangi bir güç olmadığını; esbabın sûretâ olduğunu, mü-sebbeblerin onlara nisbetinin mecazî olduğunu; kaderin, mahlukâ-tm iradesine galip geldiğini görmek ve bu şekilde inanmak.

iii. Sıfatlarda tevhid: Hak Teâlâ'nın, sonradan yaratılmışlara benzemekten münezzeh olduğuna inanmak, O'nun sıfatlarının mahlukâta ait sıfatlara benzemediğini görmek, bu konudaki ha­berleri, gözle görülen şeyler gibi algılamak, O'nun hiçbir şekilde benzeri olmadığına nefsinin tâ derinliklerinden gelen bir imanla inanmak ve bunda en ufak tereddüdü olmamak, bu doğrultudaki şeriatın koymuş olduğu nassları, Rabbinden bir beyyine üzerinde; zâtı hakkında zâtından neşet eden veriler olarak telakki etmek. [1045]

 

8-9. Sıddıklık Ve Muhaddeslik:

 

Yakînden doğan makam ve hallerden ikisi de sıddıklık ve mu-haddesliktir. Bunların hakikati şudur: Ümmet içerisinde, asıl fıt­ratı itibariyle peygamberlere benzeyen kimseler bulunur. Bunlar, muhakkik üstada nisbetle zeki öğrenciler mesabesinde olurlar. Eğer bu benzerlik, aklî kuvveler sebebiyle ise, o kimse sıddîk ya da muhaddestir. Eğer amelî kuvveler hasebiyle ise, o kimse şehid ya da havaridir. Şu âyet-i kerîmede işte bu iki zümreye İşaret olun­maktadır:

"Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, evet işte onlar, sıddîkler ve şehitlerdir.[1046]

 

Sıddîk Ve Mukaddes Arasındaki Fark:

 

Bu ikisi arasındaki fark şudur: Sıddîk olanın nefsi, bizzat peygamberin nefsinden istifadeye daha yakındır. Ateşe nisbetle kibrit (kükürt) gibidir. Rasûlullah'tan (s.a.) her ne zaman bir haber işitse, nefsinde Önemli bir yer eder ve bizzat kendi nefsinden kaynaklanan bir şehadetle onu tasdik eder, sanki taklit sonucu olmayan nefsinden doğan bir bilgi gibi olur. Hz. Ebû Bekir'in (r.a.), Rasûlullah'a (s.a.) vahiy geldiği esnada, Cibril'in sesinin uğultusu­nu duyduğunu belirten rivayette, işte bu manaya işaret olunmak­tadır.

Sıddîk olanın nefsinde, Rasûlullah'a (s.a.) karşı mümkün ola­bilen en üst düzeyde muhabbet bulunur. Bu onu; canıyla, malıyla onun yanında yer almaya ve her hal ve durumda ona muvafakat etmeye iter. Hatta peygamber (s,a.) onun halini, "malı ve beraber­liği konusunda insanların en güveniliri" olmakla ifade eder. Öyle olur ki Rasûlullah (s.a.), eğer insanlardan bir dost edinecek olsay­dı, o dostun kendisi olacağını beyan eder. Bu, vahiy nurlarının peygamberin nefsinden, sıddîkın nefsine intikâlinin peşi peşine ol­ması sebebiyledir. Tesir ve teessür, fiil ve infial her tekrarlanışın-da, fena ve feda hâsıl olur. Sıddîkın kemali ki onun en büyük maksadı budur peygamberin (s.a.) sohbetiyle, onun sözlerini din­lemekle olacağından, hiç şüphesiz ümmet içerisinde peygamberin sohbetine en çok mazhar olan o olacaktır.[1047]

 

Sıddîklık Alâmetleri:

 

Sıddîkın alâmetlerinden bazıları şunlardır:

i. İnsanlar içerisinde rüya tabirini en iyi bilen olur. Bu, gaybî haberleri en basit sebeplerle elde etmeye yakın yaratılmış olma­sındandır. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), pek çok konuyla ilgili olarak Sıddîk'tan tabirde bulunmasını istemiştir.

ii. Peygambere ilk iman eden olur.

iii. İman ederken mucize istemeye gerek duymaz. [1048]

 

Mukaddeslik:

 

Melekût âleminden bazı ilim kaynaklarının, kişinin nefsine açılması ve oradan Hak Teâlâ'mn peygamberin şeriatı ve insan­lığın kurulu düzeninin ıslâhı için hazırlamış olduğu bazı bilgileri, henüz peygambere o doğrultuda vahiy gelmezden Önce almasıdır. Bir adamın rüyasında, melekût âleminde olmasına karar verilmiş birçok hadiseyi, henüz daha meydana gelmeden önce görmesi gibi.

Muhaddesin Özelliklerinden biri, birçok konuda onun görüşü doğrultusunda Kur'ân âyetinin inmiş olmasıdır. Rasûlullah'ın (s.a.) rüyasında, kendisine ikram edilen sütü kana kana içtikten sonra kendisine (Hz. Ömer'e) vermesi de muhaddeslik alâmetidir. [1049]

 

Sıddîk, Hilâfete İnsanların En Lâyık Olanıdır:

 

Sıddîk, hilâfete insanların en lâyık olanıdır; çünkü sıddîkın nefsi, Allah Teâlâ'mn peygamberine olan inayetinin, ona olan nus-ret ve teyidinin makam halindedir; hatta öyle ki sanki peygambe­rin ruhu, sıddîkın lisanıyla konuşuyormuş gibi olur. Hz. Ebû Bekir Sıddîk'a (r.a.) bey'at edilirken Hz. Ömer'in (r.a.) söylediği şu söz bu manayı ifade eder:

"Eğer Hz. Muhammed (s.a.) ölmüşse, şüphesiz Allah Teâlâ si­zin önünüze kendisiyle doğru yolu bulacağınız bir nur kılmış, Mu-hammed'i hidayet rehberi kılmıştır. Şüphesiz Ebû Bekir, Rasûlul­lah'ın (s.a.) en yakın arkadaşı, ikinin ikincisi ve işlerinizi üstlen­meye insanların en lâyıkıdır. Öyleyse kalkın ve ona bey'at edin!" [1050]

 

Mukaddes, Hilâfette Sıddîkın Hemen Ardından Gelir:

 

Sıddîktan sonra hilâfete insanların en lâyık olanı, muhaddestir. Bu manayı beyan için Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Benden sonra iki kişiye; Ebû Bekir ve Ömer'e uyun![1051] Allah Teâlâ da şöyle buyurur:

"Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler, işte onlar Allah'a karşı gelmekten sakınan müttakîlerdir. [1052]

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sizden öncekiler içerisinde mukaddesler vardı; eğer ümme­tim içerisinde biri varsa, o Ömer'dir. [1053]

 

10. Tecellî:

 

Akılla ilgili hallerden bir diğeri tecellîdir. Bu konuda Sehl şöyle demiştir: "Tecellî üç hal üzere olur:

i. Zâtın tecellîsi ki buna mükâşefe denir.

ii. Zâtın sıfatlarının tecellîsi. Bu nurun yerleridir.

iii. Zâtın hükmünün tecellîsi. Bu da âhiret ve orada olanlar­dır.[1054]

 

İ. Zâtın Tecellîsi Ya Da Mükâşefe:

 

Mükâşefe, yakînin kişiye galebe çalması ve bunun sonucunda sanki O'na bakıyormuş, O'nu görüyormuş gibi olması, O'nun dışın­da kalan herşeyden habersiz kalmasıdır. Nitekim bu manayı ifade etmek üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İhsan, sanki O'nu gorüyormuşsun gibi Allah'a kulluk etmendir.[1055]

Gözle görerek (ıyânen) müşâhade ise, dünyada değil, âhirette olacaktır. [1056]

 

ii. Zâtın Sıfatlarının Tecellîsi:

 

Bu iki şekilde olabilir:

a) Allah Teâlâ'nm yaratma konusundaki fiillerini murakabe eder ve O'nun sıfatlarını gözünün önüne getirir, bunun sonucu ola­rak da Allah Teâlâ'nın kudretine olan yakîni kendisine galebe ça­lar ve sebepleri görmez olur, kendisinden korku ve esbaba yapışma endişesi gider, Allah Teâlâ'nın kendisine dair olan ilmi galip gelir. Bunların sonucu olarak da boyun eğmiş, korku ve dehşete kapıl­mış bir hal alır. Nitekim Rasûlullah (s.a.) bu manayı ifade etmek için, "Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor. [1057]buyurmuştur.

Bu halin, nur yerleri olmasından maksat şudur: Nefis, müte­addit nurlarla aydınlanır; bir nurdan başka bir nura, bir muraka­beden başka bir murakabeye intikal eder. Zâtın tecellîsi ise böyle değildir. Zira orada taaddüt ve tahavvül (bir halden başka hale ge­çiş) yoktur.

b) ikincisi, Zât'ın fiili ve haricî sebepler aracılığı olmaksızın "kün= ol!" emriyle yaratması anlamında Zâtın sıfatını görmesidir. Bu takdirde nur yerleri, misâl alemindeki nurdan şekiller (eşbâh) olur ki, onlar arif olan kişiye, duyularının dünyadan gaybeti halin­de gözükür.

iii. Zâtın hükmünün tecellîsi ya da âhiret tecel­lîsine gelince, bunun manası, mücâzâtı dünya ve âhirette basiret gözüyle görmesi ve bunu, aynen aç olanın açlık, susuzun susuzluk elemini hissetmesi gibi nefsinde duymasıdır.

Birinci tecellîye örnek, Abdullah b. Ömer'in (r.a.) şu sözüdür: O tavaf esnasında iken bir adam kendisine selâm vermiş, o selâmını almamıştı. Adam, îbn Ömer'in bazı yakınlarına serzeniş­te bulunmuştu. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle demiştir: "Biz o me- [ 252 kanda Allah'a bakışıyorduk."

Bu, bir tür gaybet, bir tür fena halidir. Çünkü üç letâiften her birinin bir gaybet, bir de fena hali vardır.

Aklın gaybet ve fenası, Rabbi ile meşgul olup, eşyaya dair bil­giden habersiz olmasıdır.

Kalbin gaybet ve fenası, başkasını sevme, başkasından kork­ma halinin düşmesidir.

Nefsin gaybet ve fenası, nefsin şehvetlerinin düşmesi ve şehvanî şeylerden lezzet almaz olmasıdır.

İkincisine örnek: Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) ve daha başka büyük sahâbîlerin söylemiş oldukları: "Beni hasta eden, tabîb!" sözleridir.

Üçüncüye örnek: Ensâr'm, içinde kandiller gibi nurların bu­lunduğu bir bulut görmeleridir.

Yine rivayet olunduğuna göre Rasûlullah'ın (s.a.) ashabından iki kişi, karanlık bir gecede onun yanından çıkmışlar, beraberle­rinde önlerinden giden iki kandil varmış, ayrıldıklarında kandil­lerden her biri, onlardan biriyle yürümüye devam etmiş, ta ki evle­rine varıncaya kadar.

Yine hadiste geldiği üzere, (Habeş kralı) Necâşî'nin kabri ya­nında bir nur gozükürmüş.

Dördüncüye örnek: Hanzale eî-Üseyyidî'nin sözüdür: Hadis şöyle:

Bana Hz. Ebû Bekir tesadüf etti de:

"Nasılsın ya Hanzale!" dedi. Ben:

"Hanzale münafık oldu!" dedim.

"Sübhânallah! Sen ne söylüyorsun?" dedi.

"Rasûlullah'ın (s.a.) yanında bulunuyoruz. Bize cenneti, ce­hennemi hatırlatıyor, hatta onu gözle görmüş gibi oluyoruz. Rasû­lullah'ın (s.a.) yanından çıktıktan sonra ise eşlerle, çocuklarla, ge­çim telaşıyla meşgul oluyoruz. Bu sebeple çok şey unutuyoruz." de­dim. Hz. Ebû Bekir:

"Vallahi, bu bizim de başımıza geliyor." dedi. Hz. Ebû Bekir ve ben yürüdük ve Rasûlullah'ın (s.a.) yanına girdik. Ben:

"Hanzale münafık oldu ya Rasûlallah!" dedim. Rasûlullah (s.a.):

"Ne o?" diye sordu.

"Ya Rasûlallah! Senin yanında bulunuyoruz. Bize cenneti, ce­hennemi hatırlatıyorsun, o derecede ki gözümüzle görmüş gibi olu­yoruz. Senin yanından çıktığımız vakit eşlerle, çocuklarla ve ge­çim telaşıyla meşgul oluyoruz. Çok şey unutuyoruz." dedim. Bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a.):

"Canımı elinde bulundurana yemin ederim ki, siz benîm ya­nımda bulunduğunuz hal üzere ve zikretmeye devam ederseniz, si­zinle melekler döşeklerinizin üzerinde ve yollarda müsâfaha ederler. Ve lâkin ya Hanzale! Bazen şöyle, bazen böyle![1058] buyurdu ve bunu üç defa tekrarladı. [1059]

Abdullah b. Ömer'in rüyasında cennet ve cehennemi görmesi de, buna bir örnektir. [1060]

 

11. Firâset:

 

Yakînden doğan makam ve hallerden biri de, vakıaya uygun olarak sonuçlanan doğru firâset ve hatırdır.

İbn Ömer şöyle der: "(Babam) Ömer, bir konuda 'Ben, onu şöyle zannediyorum' desin de, aynen zannettiği gibi çıkmasın, işit­medim." [1061]

 

12. Salih Rüya:

 

Yakînden doğan makam ve hallerden biri de sâlih rüyadır.

Rasûlullah (s.a.), ehl-i sâlikin rüyalarının tabirine önem verirdi. Hatta rivayet olunduğuna göre, sabah namazından sonra oturur ve, "Sizden kim rüya gördü?" diye sorardı. Eğer biri çıkar da anla­tırsa, onu tabir ederdi.

Sâlih rüyadan maksadımız şunlardır:

i. Rüyada Rasûlullah'ın (s.a.) görülmesi,

ii. Cennet ve cehennemin görülmesi,

iii. Sâlihlerin ve peygamberlerin (s.a.) görülmesi,

iv. Beytullah gibi mübarek bir mekanın görülmesi,

v. Gelecek bir olayın görülmesi ve onun aynen gerçekleşmesi,

vi. Geçmiş bir olayın olduğu gibi görülmesi,

vii. Kişinin bir kusuruna dikkat çekici şekilde bir rüya gör­mesi; meselâ öfkesini, kendisini ısıran bir köpek suretinde görmesi gibi,

viii. Nurlar ya da güzel rızıkîarın görülmesi; süt içmek, bal ve tereyağı yemek gibi,

ix. Meleklerin görülmesi.

Allah'u a'îem!   [1062]                                                                   

 

13. Münâcâtın Hazzına Ermek:

 

Yakînden doğan makam ve hallerden bir diğeri, münâcâtın hazzına eritmesi, içten geçen düşüncelerin (hadîs-i nefs) kesilme­sidir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim iki rekat namaz kılar ve bu esnada içinden başka hiçbir şey geçirmezse, geçmiş günahları affolunur.[1063]

 

14. Muhasebe:

 

Bir diğeri muhasebedir. Bu, iman nuru ile aydınlanmış kalp ile, kalbin makamlarının ilki olan cem arasından doğar.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışan kimsedir. [1064]

Hz. Ömer (r.a.) de bir hutbesinde şöyle demiştir:

"Hesaba çekilmezden önce, nefsinizi hesaba çekin! Mizana alınmazdan Önce, onu tartın! Allah Teâlâ'ya yapılacak büyük arz için kendinize çeki düzen verin! O gün Allah'a arzolunacaksınız ve gizli hiçbir şeyiniz kalmayacak." [1065]

 

15. Haya:

 

Bir diğeri hayadır. Buradaki haya, nefsin makamlarından biri olan hayadan başkadır. Bu hal, Allah Teâlâ'nın izzet ve celâlini görmeden, O'nun hakkını yerine getirmekten âciz olduğu­nu, beşerî noksanlıklara bulaşmış olduğunu düşünmekten doğar,

Hz. Osman (r.a.) şöyle demiştir:

"Ben evde karanlıkta yıkanırım; Allah Teâlâ'dan haya etti­ğimden iki büklüm olurum." [1066]

 

KALPLE İLGİLİ MAKAM VE HALLER

 

Şimdi de kalple ilgili makamlar üzerinde duralım. Bunlardan bazıları şunlardır: [1067]

 

1. Cem Ya Da İrâde:

 

Kalple ilgili makamların ilki cem (himmeti bir noktada topla­ma, yoğunlaşma) makamıdır. Cem, âhiret işlerinin, kalbin asıl maksadı olması, bütün düşüncesinin ona yönelik olması, dünya işinin önemsiz bir hal alması, ona yönelik bir maksadının olmama­sı, ona ancak arızî olarak ve asıl amacına kendisini ulaştıracak bir araç olması bakımından ve yeteri kadar ilgi duymasıdır.

Cem, sûfîlerin "irâde" diye isimlendirdikleri makamdır. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, bütün tasasını tek bir tasa halinde âhiret tasası kılar­sa, Allah Teâlâ, onun tasasını giderir, işlerini kendi üstüne alır. Kim de kendisine pek çok tasa edinirse, Allah Teâlâ onun hangi vadide helak olduğuna aldırış bile etmez.[1068]

İnsanın himmetinin, ilâhî cömertlik kapısını çalma konusun­da dua gibi özel bir etkisi vardır. Dahası himmet, duanın iliği ve özüdür. İnsan bütün himmetini, Allah'ın razı olacağı şeylere yö­neltmesi halinde Allah Teâlâ, onun işlerini üstlenir. Himmetin bir noktada toplanması gerçekleşir ve bu hal üzere açık ve gizli olarak kulluğa devam ederse; bu, o kimsenin kalbinde Allah sevgisi (mu-habbetullah) ve Rasûlullah sevgisi doğurur. Bu sevgiyle, sadece Allah Teâlâ'nın mülkün mâliki olduğuna, Rasûlullah'ın (s.a.) hak ve O'nun tarafından insanlığa gönderilmiş olduğuna imanı art­makla kalmaz; bilakis bu, suya nisbetle susuzun, yiyeceğe nisbetle açın durumu gibi bir hal şeklîni alır.

Muhabbet şöyle doğar: Akıl, zikrullah ve O'nun celâli üzerin­de tefekkür ile dolunca iman nuru doğar ve bu, akıldan kalbe yan­sır. Kalp bu nuru, kendisinde yaratılıştan mevcut bulunan bir kuvve ile alır ve bu muhabbete dönüşür. [1069]

 

Allah Ve Rasûlullah Sevgisi:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imanın ta­dını bulur: Birincisi, bir kimseye Allah ve Rasûlü, başkalarından daha sevimli olmak...[1070]

"Allahıml Sevgini bana özümden, kulağımdan, gözümden, ai­lemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevimli kıl! [1071] Hz. Ömer'e (r.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ben sana, Özünden daha sevimli olmadıkça mü'min olamazsın." Hz. Ömer (r.a.): "Sana kitabı indirene yemin ederim ki, elbet sen bana kendi özümden daha sevimlisin." demiş, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) ona:

"Şimdi imanın tamam oldu ey Ömer!" buyurmuştur.

Enes (r.a.), Rasûlullah'tan (s.a.) şöyle buyurduğunu işittiğini söylemiştir:

"Hiçbir kul, ben kendisine ailesinden, malından ve bütün in­sanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş sayılmaz. [1072]Rasûlullah (s.a.), bununla işaret etmiştir ki sevginin hakika­ti, yakın lezzetinin, akıl üzerine, sonra da kalp ve nefis üzerine ga­lebe çalmasıdır. Bu öyle bir raddeye ulaşır ki, âdeta kalbin iştiyak duyacağı çocuk sevgisi, aile sevgisi, mal sevgisi gibi şeylerin yerini ahr; susuzun soğuk suyu arzulaması gibi nefsin arzularının yerine geçer. Bu hale gelinince, kalbin makamlarından biri olan halis sevgi doğar.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever.[1073]

Rasûlullah (s.a.), mü'minin Cenâb-ı Hakk'a meylini, beden perdesinden sıyrılma makamına olan susuzluğunu, tabiatının sıkı­şıklığından kurtulup kudsiyet fezasına varma özlemini, böylece vasıf ile nitelemesi mümkün olmayana ulaşma iştiyakını, Rabbine olan muhabbetine alâmet kılmıştır. [1074]

 

Mü'minin Allah Teâlâ'ya Olan Muhabbeti:

 

Sıddîk (r.a.) şöyle demiştir: "Kim, katkısız Allah muhabbeti­nin tadını tadarsa, bu onu dünya ile meşgul olmaktan alıkoyur ve bütün insanlardan onu uzaklaştırır."

Onun bu sözü, muhabbetin sonuçlarını ortaya koyma için söy­lenebilecek son sözdür.

Mü'minin Allah Teâlâ'ya olan muhabbeti tamam olduğunda bu Allah Teâlâ'mn kendisine muhabbetini gerektirir.

Allah'ın kuluna olan muhabbetinin hakikati, kuldan etkilen mesi değildir. Hâşâ O, böyle bir durumdan münezzeh ve çok yüce­dir! Ancak muhabbetullahın hakikati, kuluna kabiliyeti doğrultu­sunda hak ettiği şekilde muamele etmesidir. Nasıl ki güneş madenî eşyaları diğer nesnelere nisbetle daha çok ısıtırsa bu d.; öyle. Aslında güneşin fiili aynıdır, ancak, onu karşılayanın kabili yetine göre etki farklılık göstermektedir.                              

Allah Teâlâ'mn, kullarının sahip oldukları sıfatları, ı^lemu oldukları fiilleri açısından onların nefislerine karşı olan ina) aynıdır. Onlardan müptezel sıfatlarla muttasıf olanlar ve byleo? hayvanlar sınıfına dahil bulunanlar, ehadiyet güneşinin şısında kendi istidadına uygun düşecek etkiyi görür. Kim de sıfatlarla muttasıf olur ve bu sebeple Mele-i a'lâ saflarında ve alırsa, o da ehadiyet güneşinin ışığından öyle bir nurvezî  a lki, sonuçta Hazîre-i kuds cevherlerinden bir cevher halini ; 'ir  aı tık onun hakkında Mele-i a'lâ sakinlerine uygulanmakta kümler uygulanır ve işte o anda, "Allah Teâlâ, onu sevdi' Çünkü Allah Teâlâ, ona sevgilinin sevgilisine yaptığı Kul da artık "velî" diye isimlendirilir.

Kul için hasıl olan muhabbetullah, onda na getirir ki Rasûlullah (s.a.), bunları son derece a ak beyan buyurmuştur. [1075]

 

Veli Kulların Bazı Halleri:

 

1. Önce Mele-i a'lâ'ya, arkasından da yeryüzüne onun için hüsnü kabul konulur. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur:

"Allah Teâlâ, bir kulu sevdiği zaman Cibril'e nida eder ve 'Şüphesiz ben falan kulumu seviyorum; sen de onu sev!' buyurur. Cibril de onu sever. Sonra Cibril göklerde nida eder. 'Şüphesiz Al­lah Teâlâ, falan kulunu seviyor; siz de onu sevini' der. Bunun üze­rine göklerde olanlar onu severler, sonra yeryüzünde onun için hüsnü kabul konulur.[1076]

İnâyet-i ilâhî, kulunu sevmeye yöneldiğinde, O'nun muhabbe­ti, aynen güneşin ışığının sırlı aynalarda yansıdığı gibi Mele-i a'lâ'ya yansır, sonra Mele-i sâfil'e, sonra da yeryüzü halkından bu­na kabiliyetli olanlara onu sevmeleri ilham olunur. Bu aynen, top­rağın suyu emmesi ve onun bereketinden istifade etmesi gibi olur.

2. Düşmanları rezil rüsvay olur. Bu konuda bir kudsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kim benim bir velî kuluma düş­manlık ederse, ben o kimseye harp ilan ederim. [1077]

Allah Teâlâ'mn muhabbeti, Mele-i a'lâ sakinlerinin gönül ay­nalarına yansıyınca, daha sonra yeryüzü sakinlerinden biri kalkar ve muhabbetullaha ters bir hareket ederse, Mele-i a'lâ sakinleri bu muhalefeti, bizden birinin, üzerine bastığı korun hararetini aya­ğında hissetmesi gibi hissederler ve derhal nefislerinden o muhali­fi dört bir yandan saran nefret ve lanet şuaları çıkar ve o anda o kişi, rezil rüsvay olur, sıkıntıya girer; Mele-i sâfil'e ve yeryüzü hal­kına o kimseye kötülük yapmaları ilham olunur,

Allah Teâlâ'mn veli kuluna düşmanlık eden kimseye harp açmasının manası işte budur.

3. İstekleri kabul olunur, sığındığından korunur. Kudsî hadis­te Allah Teâlâ'mn, "Benden (bir şey) isterse ona veririm ve bana sı­ğınırsa onu korurum. [1078] buyurması bu mananın ifadesi olmakta­dır.

Bence bu, veli kulun, hadiselere hükmedilen merci olan Hazîre-i kuds'e dahil olmasındandır. Dolayısıyla onun dua ve istiâzeleri oraya yükselir ve bu, kazanın inmesi için bir sebep olur.

Sahabeyle ilgili haberler arasında, dualarının kabulüyle ilgili çok örnek vardır. Bu cümleden olmak üzere şunları hatırlayabili­riz:

Sa'd, Ebû Sa'de'ye beddua etmiş ve, "Allahım! Eğer bu kulun yalancı ise, riya ve şöhret için kalkmışsa, onun Ömrünü uzat, fa­kirliğini uzat, fitnelere maruz kıl!" demiş ve aynen dediği gibi ol­muş.

Sa'îd de Ervâ bt. Evs'e beddua etmiş ve "Allahım! Eğer yalan­cı ise, onun gözünü kör et, onu kendi yurdunda öldürt!" demiş ve aynen dediği gibi çıkmış.

4. Kendi nefsinde fena olur; bekası artık Hak iledir. Sûfiyye dilinde buna "Kevnu'l-Hakk'ın, kevnu'l-abde galebesi" denilir. Bu halle ilgili olarak kudsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Kulum nafilelerle de bana yaklaşmaya devam eder ve nihayet ben onu severim. Onu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. [1079]

Allah'ın nuru, bedeninde yer alan amelî kuvveti cihetinden bu kulun nefsini bürüdüğü zaman, bu nurdan bir huzme, onun bü­tün kuvvelerine sirayet eder ve işte o anda normal hallerde asla bilinmeyen bereketler meydana gelir. Artık fiil, nisbetin manala­rından bir mana ile Hakk'a izafe edilir. Aynen şu âyetteki nisbette olduğu gibi:

"Onları siz öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın; fakat Allah attı. [1080]

5.  Âdaba riayeti terki sebebiyle muahaze edileceğine dair Al­lah Teâlâ tarafından uyarılır, tekrar dönmesi halinde ise kendisin­den bunun kabul edileceği bildirilir. Rivayet olunduğuna göre Hz. Sıddîk (r.a.), misafirleriyle atışmıştı. Sonra bunun şeytandan oldu­ğunu anladı ve dönerek yapılması doğru olanı yaptı. Bundan dola­yı da yemeği bereketli kılındı. [1081]

 

2-3. Şehîtlik Ve Havarîlik Makamı:

 

Kalbin makamlarından ikinci ve üçüncüsü, peygamberlere (s.a.) benzeyen nefislere mahsus olan şehitlik ve havarîlik makam­larıdır. Bu iki makam, aynen ayın ışığının, açık bir pencerenin karşısına konulmuş aynadan yansıyarak duvara, tavana ve yere vurması gibi nefislere inikas eder. Bu iki makam, sıddîklık ve mu-haddeslik gibidir. Şu kadar var ki, onlar sahiplerinin nefislerinde-ki aklî kuvvede yer etmiş makamlarken, bu ikisi kalpten doğan amelî kuvvede yer ederler. [1082]

 

Şehitlik Ve Havarîlik Arasındaki Fark;

 

Aralarındaki fark şudur: Şehîd, kâfirlere karşı gazap ve şiddeti, dine müzahir olmayı doğrudan melekût âleminden alır. Hak Teâlâ, orada din düşmanlarından, âsîlerden intikam alma iradesi­ni hazırlar ve bu oradan peygambere iner. Böylece peygamber, bu konuda Hakk'm iradesini gerçekleştirmede bir araç olur. Şehitle­rin nefisleri, bu iradeyi oradan alırlar. Bu aynen daha önce zikret­tiğimiz muhaddeslerin haline benzer.

Havârî ise, peygambere karşı katkısız bir muhabbeti olan ve onunla birlikte uzun sohbet hayatı bulunan, böylece ona yakınlık peyda eden kimsedir. Bu yakınlık, yukarıdan peygamberin kalbine inen Allah'ın dinine nusret iradesinin, oradan, bunların kalbine aksetmesini gerektirir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Mer­yem oğlu Isâ havarilere, 'Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?' demişti. Havarileri de, 'Allah yolunun yardımcıları biziz/ demişlerdi,..[1083]

Rasûlullah (s.a.), Zübeyir'in (r.a.) havârî olduğu müjdesini vermiştir. [1084]

 

Şehitlik Ve Havarîliğin Çeşitleri:

 

Bu iki makamın türleri ve şubeleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

i. Emînlik,

ii. Refîklik,                

iii. Necîblik ve nakîblik.

Rasûlullah (s.a.), sahabenin faziletleri meyanında bunlardan birçoğuna dikkat çekmiş bulunmaktadır. Hz. Ali'den (r.a.) gelen rivayete göre Rasûluliah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Her peygamberin yedi tane necîb ve nakîbi olur. Bana ise on dört tane verilmiştir.""Onlar kimler?" dedik. (Hz. Ali) şöyle dedi: "Ben, iki oğlum, Ca'fer, Hamza, Ebû Bekir, Ömer, Mus'ab b. Umeyr, Bilâl, Selmân, Ammâr, Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Zer ve Mikdâd.[1085]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler (şühedâ) olma­nız, Rasûl'Ün de sizin üzerinizde bir şahit (şehîd) olması için sizi orta bir millet kıldı. [1086]

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Uhud, sabit ol! Şüphesiz senin üzerinde nebi, sıddlk ve şehîdardır. [1087]

 

5. Sekr (sarhoşluk):

 

Kalbin hallerinden biri "sekr"dir. Sekr, iman nurunun Önce akılda, sonra kalpte yer etmesidir. O haldeki kişi, dünya çıkarları­nı görmez, normal durumlarda insanın sevmeyeceği şeyleri sever olur, aklî dengesini yitiren ve davranışlarında normal yoldan çı­kan sarhoşun hali gibi bir hal alır. Ebû'd-Derdâ'nın[1088] şu sözünde ifadesini bulduğu gibi:

"Rabbime özlemimden ölümü severim, günahlarıma keffaret olsun diye hastalığı severim, Rabbime karşı tevazu olması hase­biyle fakirliği severim."

Ebû Zer'in de yapısı itibariyle malı sevmediği; zenginlikten ve servetten, pisliklerden nefret eder gibi nefret ettiği rivayet edilir. Aslında insanın normal yapısında bu kabil şeyleri sevmek, mal ya da bu kabil şeylerden nefret etmek yoktur. Ancak onlara yakîn ga­lebe çalmış ve bunun sonucu olarak da normal davranış kalıpları­nın dışına çıkmışlardır. [1089]

 

6. Galebe:

 

Kalbin hallerinden biri de "galebe" Air. Galebe iki türlüdür:

i. Mü'minin kalbinden doğan dürtünün (dâ'iye) galebesi. İman nurunun kulun kalbinde yer etmesi halinde, bu nurdan ve kalbin cibilliyetinden tevellüd eden bir köpük yüze vurur ve bu, dürtü ve hatır haline dönüşür, kişi artık onların gereğini yerine getirmeden kendisini alamaz; onların şeriata uygun düşüp düşme­diğine bakamaz. Çünkü şeriatın maksatları o kadar geniş ve çok­tur ki, bu mü'minin kalbi onların tümünü ihata edemez. Onun kal­bi meselâ rahmet dürtüsüne boyun eğer; oysa ki bazı yerlerde şeri­at rahmeti yasaklamış olabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın dini konusunda onlara acıyacağınız tutma­sın![1090] Bazen kalbi, buğz dürtüsüne boyun eğer; oysa ki şeriat meselâ ehl-i zimmete olduğu gibi şefkatle yaklaşılmasını emretmiş olabilir.

Bu tür galebe haline Örnek olarak şunu verebiliriz: Kureyza oğulları yahudileri, Rasûlullah'ın (s.a.), Sa'd b. Muâz'm hükmüne razı olarak kaleden inmeleri ve teslim olmaları çağrısını yaptığın­da, danışmak üzere Ebû Lübâbe b. el-Münzir'i istemişlerdi. Ebû Lübâbe, eliyle boğazına işaret ederek hükmün boğazlama olacağı­nı bildirmişti. O anda Allah'a ve Rasûlüne hiyanet ettiğini anladı ve pişman oldu. Doğru mescide gitti ve kendisini bir direğe bağladı ve: "Allah Teâlâ, yaptığıma karşı tevbemi kabul edinceye kadar bu yerimden ayrılmayacağım." dedi.

Bir Örnek de Hz. Ömer'den (r.a.). Hudeybiye'de Rasûlullah'ın (s.a.) müşriklerle, aleyhte şartlara rağmen musâlaha yapmak iste­mesi üzerine İslâmlık hamiyetinin galebesiyle sıçrayan Hz. Ömer, doğruca Hz. Ebû Bekir'e gelmiş ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: Hz. Ömer:

"O, Allah'ın rasûlü değil mi?" Hz. Ebû Bekir:

"Evet!"

"Biz, müslümanlar değil miyiz?"

"Evet!"                                                    

"Onlar, müşrikler değil mi?"        

"Peki, o zaman niye dinimiz konusunda bu zillete katla­nıyoruz?"                                               

Ebû Bekir ona şöyle dedi:

'Ta Ömer! Onun emrine yapış. Şüphesiz ben şehâdet ede­rim ki o, Allah'ın rasûlüdür."

Duyguları ona yine galebe çalmış ve o bu kez doğruca Rasû-lullah'a (s.a.) gelmiş ve Hz. Ebû Bekir'e dediklerini ona da söyle­miş. Rasûlullah (s.a.) da ona, Hz. Ebû Bekir'inki gibi cevap vermiş ve sonunda şöyle buyurmuş:

"Ben Allah'ın kulu ve rasûlüyüm, O'nun emrine muhalefet et­meyeceğim ve O da beni zayi etmeyecek,"

Hz. Ömer şöyle derdi: "Hâlâ o günkü yaptığımdan dolayı, ha­yır olur umuduyla söylediğim sözlerden korkumdan oruç tutar, ta-saddukta bulunur, köle âzâd eder ve namaz kılarım.[1091]

Cerrah olan Ebû Taybe, Rasûlullah'ı (s.a.) hacamat ettiğinde onun kanını içmişti. Bu şeriatta yasaktı; ancak o bunu gaybet ha­linde iken yapmıştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) onu mazur görmüş ve şöyle buyurmuştu:

"Muhakkak, cehennemden güçlü bir mania ile korundun. [1092]

ii. Galebenin ikinci şekli, birinciden daha yüce ve kâmildir. Bu, kişinin kalbine inen ilâhî bir saikin galebe çalması halidir. Ar­tık kişi, onun gereğini yapmadan edemez. Bu galebenin hakikati, bazı kudsî kaynaklardan ilâhî bir bilginin, aklî kuvve üzerine değil de, amelî kuvve üzerine feyiz yoluyla inmesidir.

Bunun açıklaması şöyledir: Peygamberlerin nefislerine benze­yen nefis, ilâhî bir bilginin feyiz yoluyla inmesine hazır hale geldi­ğinde, eğer aklî kuvve, amelî kuvvenin önüne geçer ve onu ilk ka­bul eden o olursa, feyiz yoluyla inen o bilgi "fîrâset" ve "ilham" olur. Amelî kuvve önce davranır ve aklî kuvvenin önüne geçerse, inen ilâhî bilgi "azim" ve "ikbâl" ya da "nefret" ve "inhicâm= el çekme" olur. [1093]

 

Bu Tür Galebe Haline Örnek:

 

Rivayet edildiği üzere Bedir savaşı sırasında Rasûlullah (s.a.) duada o kadar ısrar etmiş ki, hatta şöyle demişti: "Allahım! Ahdin ve vaadin hakkı için sana yalvarıyorum. Allahım! Eğer dilersen, bugünden sonra sana yeryüzünde asla kulluk edilmez." Hz. Ebû Bekir, onun elini tutmuş ve: "Yeter, yâ Rasûlallah! Rabbine çok ıs­rarda bulundun." demişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), zırhı içinde sıçrayarak ve, "O topluluk yakında yenilgiye uğrayacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır[1094] âyetini okuyarak çadı­rından çıkmıştı.

Bunun manası şudur: Burada Hz. Sıddîk (r.a.), Rasûlullah'ın (s.a.) kalbine, duada ısrara varacak ölçüde aşırılığa gitmeden ken­disini alıkoyacak ilâhî bir saik atmıştır. Rasûlullah (s.a.), firasetiy-le bunun Hakk'tan gelen bir saik olduğunu hemen anlamış ve bu âyeti okuyarak, Allah'ın nusretini kendisiyle bilerek dışarı çıkmış­tır.

Bir başka örnek münafıkların başı Abdullah b. Übey'in ölümü hadisesinde olmuştur. Rasûlullah (s.a.), onun cenazesi üzerine na­maz kılmak istediği zaman Hz. Ömer itiraz etmiştir. Bizzat kendi­si olayı şöyle anlatır: Hemen önüne geçtim, göğsü hizasına dikil­dim ve ona: "Ya Rasûlallah! Bunun üzerine mi namaz kılıyorsun? Falan, falan, falan günde şöyle şöyle dememiş miydi?" dedim ve onun münafıklık yaptığı günleri saydım.   Rasûlullah (s.a.) bana:

"Geri dur ya Ömer! Şüphesiz ben bu konuda muhayyer bırakıldım[1095] ve tercihimi bu doğrultuda yaptım," dedi ve üzerine namaz kıldı. Sonra şu âyet indi: "Onlardan ölen hiçbirinin üzerine asla namaz kılma! [1096]

Hz. Ömer şöyle demiştir: "Kendime ve Rasûlullah'a (s.a.) kar­şı olan cüretime hayret ettim. Oysa ki Allah ve Rasûlü (s.a.) daha iyi bilir. [1097]

Hz. Ömer, iki tür galebe arasındaki farkı çok güzel bir şekilde ortaya koymuş, birinci galebe hakkında, "Hâlâ o günkü yaptığım­dan dolayı, hayır olur umuduyla söylediğim sözlerden korkumdan oruç tutar, tasaddukta bulunur, köle âzâd eder ve namaz kılarım." derken, ikincisi hakkında "Kendime ve Rasûlullah'a (s.a.) karşı olan cüretime hayret ettim." ifadesini kullanmıştır- Bu iki ifade arasındaki farkı göreceksiniz. [1098]

 

7. Allah'a Tâati Herşeye Tercih Etmek:

 

Kalbin hallerinden biri, Allah Teâlâ'ya tâati, her şeye tercih etmek, manilerini ortadan kaldırmak, tâatten alıkoyacak şeyler­den nefret etmektir. Ebû Talha Ensârî'nin yaptığı buna bir örnek­tir. O, kendisine ait bir bahçede namaz kılıyordu. Bir kumru uçtu ve gidip gelmeye başladı, dalların ve yaprakların sıklığından bir türlü kendisine bir çıkış yolu bulamıyordu. Bu, Ebû Talha'nın ho­şuna gitti ve kaç rekat namaz kıldığını unuttu. Bunun üzerine bahçesini tasadduk etti. [1099]

 

8. Havf- Korku:

 

Kalbin hallerinden bir diğeri "havf'tır. Bunun galebesinden ağlama ve korkudan titreme peyda olur. Rasûlullah (s.a.), gecele­yin namaz kılarken, kazan kaynamasını andırır ses çıkarırdı.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Yedi kişi vardır ki, Allah Teâlâ onları, hiçbir gölgenin olma­dığı günde kendi gölgesinde gölgelendirir: (...) Tenha yerde Allah Teâlâ'yı zikredip, gözlerinden yaşlar boşanan adam...[1100]

"Allah korkusundan ağlayan bir adam, süt memeye tekrar dönmedikçe cehenneme girmez. [1101]

Hz. Ebû Bekir (r.a.), çok ağlayan biriydi ve Kur'ân okurken kendisini tutamazdı.

Cübeyr b. Mut'im[1102] (r.a.) şöyle demiştir: "Rasûlullah'ı (s.a.), 'Acaba onlar, herhangi bir yaratıcısız mı yaratıldılar? Yoksa yara­tıcı kendileri midirler?' âyetini[1103] okurken işittim. Sanki kalbim yerinden uçtu." [1104]

 

NEFİSLE İLGİLİ MAKAM VE HALLER

 

Nefis için hasıl olan makamlara gelince, bu iman nurunun nefse tasallut edip onu egemenliğine alması, müptezel sıfatlarını üstün meziyetlere çevirmesi yoluyla olur. Bu şöyle oluşur: Önce iman nuru, gerçek itikatlarla aydınlanmış akıldan çıkarak kalbe gider. Orada, kalbin cibilliyeti ile birleşir ve bu birleşmeden nefsi kontrolü altına alan, onu muhalefet etmekten alıkoyan bir güdü doğar. Sonra aralarında nedamet doğar ve bu nefse hakim olur ve onun yakasına yapışır, her tarafını bürür. Sonra aralarında gele­cek zamanlarda dahi günahları terkedeceğine dair azim doğar. Bu nefsi kendi boyunduruğu altına alır ve onu, şeriatın emir ve yasak­larından huzur alır bir hale sokar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Rabbinin makamından korkan ve nefsini heva ve heveslerin­den alıkoyana gelince, şüphesiz onların barınağı ancak cennet­tir.[1105]

 

Allah'tan Korkunun Hakikati:     

 

Bu âyet, aklın iman nuruyla aydınlandığım ve nurun oradan kalbe indiğini beyan eder. Çünkü korkunun bir başlangıç, bir de sonucu vardır. Korkunun başlangıcı, Allah'tan ve O'nun satvetin-den korkma bilgisidir. Bilginin mahalli ise akıldır. Korkunun so­nucu ise; dehşet, huzursuzluk ve tedirginliktir. Bu duyguların yeri ise kalptir. "Nefsini heva ve heveslerinden alıkoyana gelince..." kısmı ise, kalbin cibilliyetiyle birleşen nurun, nefse inişim, onu bo­yunduruğu altına alışını ve muhalefetten ahkoyuşunu, daha sonra da nefsin bunları kabullenip, onun hükmü altına girişim beyanr eder.   [1106]  

 

Tevbe Makamı:

 

Sonra akıldan iman nuru tekrar iner ve kalbin cibilliyeti ile birleşir; bu birleşmeden Allah'a sığınma doğar. Bu ise istiğfar ve tevbeye götürür. İstiğfar da, cilalanmayı sağlar.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Mü'min, günah işlediği zaman, kalbinde kara bir leke olu­şur. Eğer tevbe eder, istiğfarda bulunursa, kalbi cilalanır; bir şeyi kalmaz. Günaha daldıkça, leke büyür ve sonunda bütün kalbini kaplar. Allah Teâlâ'nın, 'Hayır, dedikleri gibi değil, bilakis onla­rın kazanmakta oldukları kötülükler kalplerini paslandırmışır.[1107] âyetinde zikretmiş olduğu pas işte budur. [1108]

Hadisteki kara leke, hayvani güce ait bir zulmetin ortaya çık­ması ve melekî nurlardan bir nur ile aydınlanma talebinde bulun­masıdır. Cilalanma ise, iman nurundan bir huzmenin nefis üzeri­ne feyiz halinde inmesidir. Pas, hayvani gücün galebe çalması, melekî gücün ise tamamen gizlenmesidir.

Sonra iman nurunun inmesi tekrarlanır, nefsânî dürtüler ise ona karşı koyar. Her ne vakit nefisten kaynaklanan günaha karşı bir arzu belirse, hemen onun karşılığında bir nur iner. Bu nuru bâtılın tepesine indirir ve onu yok eder.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlâ, dosdoğru bir yolu misal olarak vermiştir: Yolun iki tarafında iki sur vardır. Bu surlarda açık kapılar bulunmakta­dır. Kapıların üzerinde sarkıtılmış perdeler vardır. Yolun başında bir davetçi vardır ve şöyle çağırmaktadır: Yol üzere dosdoğru gi­din, sakın yoldan ayrılmayın.' Üzerinde de başka bir davetçi var-[ 267 ] dır ve o da çağında bulunmaktadır. Kul, bu kapılardan birini aç­maya her niyetlenişinde üstteki, Yazık sana, sakın onu açma! Eğer açacak olursan, oraya girersin.' der."

Rasûlullah (s.a.) bu misali sonra şöyle izah etmiştir:

"Yol, islâm'dır. Açık kapılar Allah'ın yasaklarıdır (haram­lar). Sarkıtılmış perdeler, aşılmaması istenilen Allah'ın sınırları­dır. Yolun başındaki davetçi Kur'ân'dır. Üzerindeki davetçi ise, her mü'minin içine konulan Allah'ın uyarıcısıdır. [1109]

Rasûlullah (s.a.), bu hadisinde iki davetçi olduğunu açıkla­mıştır:

i. Doğru yola çağıran davetçi ki bu; Kur'ân'dır, şeriattır ve hep aynı tarz üzere kulu doğru yola çağırmaya devam etmektedir.

ii. Sâlikin başı üzerinde, onu her an kontrol eden ve her ne vakit günah işlemeye niyetlense hemen bağırıp, uyaran davetçi. Bu, kalbin cibilliyeti ile, Kur'ân'la aydınlanmış akıldan feyiz halin­de inen nurun birleşmesinden neşet eden, kalpten doğan hatır (tel-kin)dır. Bu, ara ara çakılan çakmak taşından çıkan kıvılcımlar mesabesindedir.

Bazen Allah Teâlâ'dan bazı kullarına yönelik olarak bir lütuf belirir ve bunun sonucu kul ile masiyet arasında bir gaybî latîfe ihdas edilerek kul korunur. Bu, "Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi, o da kadına meyledecekti.[1110] âyetinde sözü edilen "burhan" olmaktadır.

Bütün bu anlatılanlar "tevbe makamı" olmaktadır. [1111]

 

Haya Makamı:

 

Tevbe makamı tamamlanıp, nefiste yer eden bir meleke hali­ni alınca, bundan Allah'ın celâlinin düşünülmesi halinde bir izmihlal (yok olma) hali peyda olur ki, hiçbir şey bunu değiştire­mez. Buna "haya" denir.

Haya, sözlükte, nefsin, âdeten insanların ayıplayacağı şeyler­den geri durması demektir. Şeriat, bunu nefiste yer eden bir mele­keye ad kılmıştır. Bu meleke sayesinde nefis, Allah'ın huzurunda, aynen tuzun suda eridiği gibi erir ve onun sayesinde, şeriata mu­halif düşüncelere boyun eğmez.                                                             

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Haya, imandandır. [1112] Sonra hayanın ne anlam ifade ettiği­ni tefsir ederek şöyle buyurmuştur:

"Kim Allah'tan haya ediyorsa, başa ve baştaki organlara; karna ve karındaki organlara sahip olsun; ölümü ve çürümeyi hatırlasın. Kim âhireti isterse, dünya ziynetini terkeder. Kim bunu yaparsa, işte o, Allah'tan gerçek anlamda haya etmiş olur. [1113]

Örfte, yaratılış zaafından dolayı bazı fiilleri işlemekten geri duran insana hayalı denebilir. Bazen de mürüvvet sahibi bazı kim­selerin, adının kötüye çıkmasından kaçınması sebebiyle bazı fiille­re yanaşmaması haya diye isimlendirilebilir. Oysa ki bunların, nefsin makamlarından olan haya ile hiçbir ilgisi yoktur. Rasûlullah (s.a.), hayadan murad olan manayı; ondan kaynaklanan fiille­ri, onu celbeden sebebi ve âdeten beraber bulunması gereken bir başka özelliği belirlemek suretiyle tanımlamıştır. "Başa ve baştaki organlara sahip olsun..." sözü, murad olunan haya melekesinden kaynaklanan ve şeriata muhalefet anlamı içeren fiillerin beyanı ol­maktadır. "Ölümü ve çürümeyi hatırlasın" sözü, hayanın nefiste yer etmesinin sebebini açıklamaktadır. "Kim âhireti isterse, dünya ziynetini terkeder." sözü ise, haya ile birlikteliği esas olan zühdü açıklamaktadır. Çünkü haya, zühdsüz olamaz. [1114]

 

Vera Makamı:

 

Haya insanda yer ettiği zaman, iman nuru yine iner ve kalbin cibilliyeti ile birleşir, oradan nefse iner ve onu şüpheli şeylerden alıkoyar. İşte bu da "vera'-takva" olmaktadır. [1115]

 

Şüpheli Şeylerden Sakınmak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Helâl bellidir, haram bellidir, ikisi arasında ise şüpheli şey­ler vardır ki, insanların çoğu onları bilmez. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa ırzını ve dinini korumuş olur. Kim şüpheli şeylerin içeri­sine düşerse, harama düşer[1116]

"içini tırmalayanı bırak ve içini tırmalamayana bak; çünkü doğruluk iç huzurudur ve yalan huzursuzluktur. [1117]

"Kul, sakıncalı olan şeylerden korunabilmek için sakıncalı ol­mayan bazı şeyleri terketmedikçe, müttekîlerden olamaz. [1118]

Bazen bir mesele hakkında iki yön karşı karşıya gelebilir; ha-ramlık yönü, mübahlık yönü. Bu, mesele ile ilgili şeriatın aslî hük­münün belirlenmesi konusunda olabileceği gibi, hükmün meseleye uygulanması konusunda da olabilir. Birinciye misal olarak, bir meselede farklı iki hadisin ya da iki kıyasın bulunmasını verebili­riz. İkincisine de, bir meselenin haramlık ya da mübahlık gibi iki hükümden hangisinin altına gireceği konusunda belirsizlik olma­sını örnek gösterebiliriz.

Böylesi durumlarda kul ile Allah arasında şüpheye mahal kalmaması, ancak o şeyin terkedilmesi ve şüphe içermeyen şeyin alınması ile mümkün olabilecektir. [1119]

 

Zühd Makamı:

 

Vera' gerçekleşip iyice nefiste yer edince, iman nuru yine iner ve kalbin cibilliyeti ile karışır; bu birleşmeden, ihtiyaçtan fazlasıy­la uğraşmanın kötü bir şey olduğu düşüncesi doğar. Çünkü ihti­yaçtan fazlası; kişiyi, asıl amacına ulaşmaktan alıkoyar. Bu, nefse iner ve onu isteğinden vazgeçilir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi iyi müs-lüman oluşunun gereğidir,[1120]

Allah'tan başka her meşgale, gönül aynasında kara bir leke­dir. Bundan, yaşaması için gerekli olan şeylerle uğraşması müs­tesnadır. Kifayet miktarı, af kapsamında tutulmuştur. Bunun dı­şında kalan fazla miktara gelince, Allah Teâlâ'nın mü'minin kalbi­ne yerleştirdiği vaiz (uyarıcı), ondan el çekilmesini emreder.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Dünyada zahitlik, ne helâli haram kılmakla, ne de malı zi­yan etmekledir. Aksine zahitlik, kendi ellerinde bulunana, Allah'ın ellerinde olandan daha çok güvenmemen, başına bir musibet gel­mesi halinde, sanki o başına gelmemiş gibi tepki göstermen ve elde edeceğin sevaba karşı daha arzulu olmandır. [1121]

 

Zühd, Serî Bir Yükümlülük Değildir

 

Bazen dünyadan el etek çeken zâhidde bir galebe hali hasıl olur ve onu şeriatta hoş karşılanmayan itikat ve fiillere itebilir. İş­te bunun için Rasûlullah (s.a.), zühdle ilgili konulardan nelerin gü­zel ve övgüye değer, nelerin de hoş karşılanmadığını beyan etmiş­tir. Bir kimse, ihtiyaçtan fazlasıyla uğraşmanın kötü olduğunu keşif yoluyla idrak ettiğinde, bunu bizatihi zararlı olan şeyler gibi kötü görebilir ve bu onu, zühd konusunda aşırılığa itebilir ve bu­nun sonucu olarak da Allah Teâlâ'nın o şeyden dolayı sorumlu tut­masını, şeriatın açık/genel bir hükmü sanabilir ve öylece inanır.

Bu inanç sakattır; çünkü şeriat, insan tabiatı kıstas alınarak konulur. Zühd, bir tür insan tabiatından sıyrılmak demektir. Öy­leyse zühd, Allah'ın, kişinin makamını tamamlaması için kendisi­ne has bir emri olacaktır; yoksa serî bir yükümlülük değildir.

Onun bu sakat inancı, kendisini malın ziyan edilmesi, deniz­lere ve dağlara atılması gibi bir sonuca götürebilir.

Bu galebe hali, asla şeriatın tasvip etmeyeceği bir şeydir ve onu, zühd hükümlerine temel olacak şekilde itibar etmiş de'değil­dir. Bilakis şeriatın zühde temel teşkil etmek üzere dikkate aldığı iki nokta vardır:

i. Henüz elde olmayan ihtiyaçtan fazlasını elde etmek için te-kellüfe girmeme, Allah Teâlâ'nın vaad buyurmuş olduğu dünyada belâ, âhirette sevap esasına itimat etme.

ii. Elinden geçmiş şeylere ise aldırmama, nefsini onların pe­şinde koşturmama; ona üzülmeme; Allah Teâlâ'nın sabredenelere ve yoksullara vaad buyurduğu şeylere iman etme. [1122]

 

Nefisle Her An Mücadele Edilmelidir:

 

Bil ki: Nefis, yaratılış itibariyle şehvanî şeylerin arkasından gitme eğilimindedir. İman nuru inip de onun gözünü açmadıkça nefis, aslî hali üzere olmaya devam eder. Hz. Yûsufun (s.a.) diliyle ifade edilen, "Ben nefsimi temize çıkaramam; şüphesiz nefis hep kötülüğü emreder; Rabbimin acıyıp koruduğu hariç.[1123] âyet-i kerimesi bu manayı ifade eder.

Mü'min, hayatı boyunca Allah'ın nurundan istimdadla nefsi­ne karşı mücadele verir. Her ne zaman içinden şeytanî bir fit geç­se, hemen Allah'a sığınır, Allah'ın celâl ve azametini hatırlar, itaatkârlar için vaad buyurduğu sevabı, isyankârlar için hazırladı­ğı azabı düşünür ve bunun üzerine kalbinde ve aklında hak şimşe­ği çakar ve o, bâtıl düşüncenin kafasına indirir ve o bâtıl düşünce sanki hiç olmamış gibi olur. Şu kadar var ki, arif ile müste'nif ara­sındaki fark az değildir.

Rasûhıllah (s.a.) şeytanî fit ile rahmanı telkin (hatır) arasın­daki çekişmeyi; nefsin, mutmeinne ve iman nuru ile aydınlanmış aklın âdabına bürünmüş olması halinde rahmânî telkine (hatır) uyacağını, âsî ve serkeş ise bâtıla uyacağım, hak olan hâtıra karşı taşkınık edip, onu dinlemeyeceğini, cimrilik ve cömertlik meselesi hakkında, biri geniş, diğeri dar demirden iki zırh içindeki adamla­rın misaliyle açıklamış ve şöyle buyurmuştur:

"İnfâk edenle, cimrilik edenin misali, üzerlerinde demirden zırhlar bulunan ve elleri memeleriyle köprücük kemiklerine doğru sıkıştırılan iki adam gibidir. Cömert her sadaka verdikçe, zırhı ge­nişler; o derecede ki parmak uçlarını bile kaplar, izini örter. Cim­ri, bir sadaka vermek istedi mi zırhı büzülür ve her halkası yerini alır.[1124]

Nefsi, yaratılıştan ve kesb yoluyla mutmain olan kimsenin içine doğan rahmânî telkin (hatır), onun nefsine hâkim olur ve ilk ortaya çıktığı anda hemen onu kendi kontrolü altına alır. Nefsi isyankâr ve serkeş olan kimseye gelince, rahmânî telkin (hatır) ona hiç etki etmez; aksine kesici âletlerin ağızının dönmesi gibi dö­ner. [1125]

 

Aklın, İman Nuru İle Aydınlanması:

 

Allah Teâlâ, Kur'ân-ı KermVde, aklın iman nuru ile aydınlan­masını ve onun nurunun nefis üzerine yansımasını açıklamış ve bu meyanda şöyle buyurmuştur:                                                       

"Takvaya erenler var ya; onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda, hemen (Allah'ı) hatırlarlar; bir de bakarsın onlar gerçeği görmektedirler. [1126]

Şeytan, nefsin şehvet penceresinden insanın içini gözetler ve ona, masiyete sürükleyecek şekilde fit verir. İnsan, bu halde iken Rabbinin celâlini hatırlar ve huşu içerisinde O'na yönelirse, onun için aklında bir nur peyda olur ki bu, âyette sözü edilen "ibsâr = gerçeği görme"âir. Sonra bu nur kalbe ve nefse iner ve verilen fiti defeder, şeytanı kovar.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Sen sabırlı davrananları müjdele. O sabredenler ki, kendile­rine bir belâ geldiği zaman, 'Biz Allah için varız ve biz sonunda

O'na döneceğiz' derler. İşte rablerinden bağışlamalar ve merha­metler hep onlaradır. Ve yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlar­dır.[1127]

Âyetteki "İnnâ lillah = Biz Allah için varız" ifadesi, rahmanı hatırın (telkin) inişine işarettir. "İşte rablerinden bağışlamalar ve merhametler hep onlaradır." buyruğu; sabrın, nefsin nûrâniye-tinden ve meleklere benzeyişinden ürettiği bereketlere işaret ol­maktadır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Al­lah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah, her şe­yi bilendir. [1128]

"Allah'ın izni olmaksızın" ifadesi, kader bilgisine işarettir. "Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür." buyruğu ise, hatırın akıldan, kalbe ve nefse indiğini gösterir. [1129]

 

Gaybet Hali:

 

Nefsin hallerinden biri de "gaybet"tir, Gaybet, nefsin şehevî arzularını unutması, onlardan habersiz olmasıdır. Âmir b. Abdul­lah şöyle demiştir: "Gördüğüm kadın mı, duvar mı hiç fark et­mem."

el-Evzâî'ye, [1130]Mavi gözlü cariyeni çarşıda gördük," demişler, "Mavi gözlü mü o?" diye cevap vermiş. [1131]

 

Mahk (Uzun Süre Yeme Ve İçmeden Kesilme) Hali:

 

Nefsin bir diğer hali, normalin üzerinde bir süre boyunca ye­me ve içmeden kesilmesidir. Bu, nefsin akıl tarafına meyli, aklın da Allah Teâlâ'nın nuruyla dolması sonucu olur ve onun bu hali, yeme ve içme yerine geçer. Rasûlullah'ın, "Hanginiz benim gibi olabilir? Şüphesiz ben gecelerim de Rabbim beni doyurur ve içirir; (siz ise öyle değilsiniz ki). [1132] hadisi bu manayı ifade eder. [1133]

 

Kalp, Akıl İle Nefis Arasında Bir Yerdedir:

 

Bil ki: Kalp, akıl ile nefis arasında bir yerdedir. Bazen müsa­mahalı davranılır ve makamların çoğu ya da tamamı kalbe nisbet edilebilir. Bu tür kullanılış doğrultusunda pek çok âyet ve hadis bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ince nokta unutulmamalıdır. [1134]

 

İman Nurunun, Nefsin Hayvanı Dürtüsüne Karşı Koyması:

 

Bil ki: İman nurunun, hayvânî nefsin ve sebul[1135]kalbin dür­tülerinden her bir türüne karşı koyması, ayrı bir isimle anılır. Ra-sûlullah (s.a.), bunlardan her birinin ismine ve vasfına dikkat çek­miş bulunmaktadır.

Akılda, rahmanı havâtırın (telkinler) oluşumu için bir meleke hasıl olduğunda, nefiste de bu havâtırı kabule hazır bir meleke meydana geldiğinde, bu bir makam olur

Buna göre iman nurunun feveran ve isyan dürtüsüne karşı koyma melekesine, "masiyete karşı sabır" adı verilir ve bunun yeri kalptir.

Tembellik ve uyuşukluk dürtüsüne karşı koyma melekesine, "ictihâd=çalışma" ve "tâat üzere sabır" adı verilir.

Serî sınırları Önemsemeyerek aşma, ya da onların zıdlarına meyletme dürtüsüne karşı koyma melekesine, "takva" denir.

Bazen "takva" kelimesi, üç letâifın bütün makamlarını ifade etmek için kullanılabilir. Hatta onlardan doğan fiiller için de kul­lanıldığı olur. "O kitap, takva sahipleri için bir hidayet kaynağı ve yol göstericidir. O takva sahipleri ki, gayba inanırlar, namaz kı­larlar[1136]âyeti bu son kullanılış doğrultusunda gelmiştir.

Hırs dürtüsüne karşı koyma melekesine, "kanâat" denir.

Acele etme dürtüsüne karşı koyma melekesine, "teenni" de­nir.

Öfke dürtüsüne karşı koyma melekesine, "hilim" denir ve bu­nun yeri kalptir.

Cinsel şehvet dürtüsüne karşı koyma melekesine, "iffet" de­nir.

Lügat parçalama, kötü söz etme dürtüsüne karşı koyma me­lekesine, "susma", "dili tutma" denir.

Üstünlük taslama ve kendini gösterme dürtüsüne karşı koy­ma melekesine, "hamal = kendini göstermeme" denir.

Sevgi, buğz ve diğer duygularla ilgili dürtülere karşı koyma melekesine, "istikâmet" denir.

Bunların dışında daha pek çok dürtü vardır ve onlara karşı koyma melekelerinin ayrı ayrı adlan bulunmaktadır. Bütün bun­lar, bu kitabın "Ahlâk" bahsinde ayrı ayrı ele alınacaktır. İnşâallahu Teâlâ! [1137]

 

RIZIK ARAMA İLE İLGİLİ KONULAR

 

Rızık Talebi, Şartlara Bağlı Olarak Meşrudur:

 

Bil ki: Allah Teâlâ, mahlukâtı yaratmış ve onların rızıklarını yeryüzünde kılmış; onda bulunan şeylerden faydalanmalarını on­lara mubah kılmıştır. Bu durum, insanlar arasında paylaşamama ve bunun sonucunda da münakaşa ve nizalara yol açmıştır. Bu va­ziyet Allah Teâlâ'nın, bir insanın ilk kez el koyduğu, ya da varisi­nin el koyduğu, ya da kendilerince muteber olan bir başka yolla el­de ettiği şeylerin yalnız kendisine has olması ve başkalarının o şeyde hak iddia etmemesi hükmünü koymasını gerektirdi. Ancak kendi aralarında, aldatmadan, bilinmezlik içermeden karşılıklı rı­za ile mübadele ederler veya temlikte bulunurlarsa o başka.

İnsanlar yaratılışları itibariyle medenîdirler; bir arada yaşa­mak zorundadırlar, yalnız başlarına yapamazlar. Hayatlarını ida­me ettirebilmeleri için mutlaka aralarında dayanışma halinde ol­maları gerekir. Bu durum, insanlar arasında yardımlaşmanın va­cip kılınmasını ve onlardan hiçbir kimsenin medenî hayatta şöyle ya da böyle bir yeri olan faaliyetlerden uzak durmamasına zaru­ret halleri hariç hükmedilmesini gerektirmiştir.

Rızkın elde edilmesi konusunda esbaba tevessülün aslı, mu­bah mala el koyma ve kendisine ait olan mallann nemalandırılma-sı faaliyetleridir; hayvancılıkla malı çoğaltmak, toprağın ıslâh edil­mesi ve sulanması suretiyle ziraatçılık yapmak gibi. [1138]

 

Rızık Talebinin Şartları:

 

Bu konuda insanların, birbirlerinin haklanna medenî hayatı ifsad edici şekilde tasallut etmemeleri şart koşulur. Sonra üretim, şehir yaşantısını düzenli kılacak türden işbölümü ile olmalıdır; buolmadığı zaman geçim çok zor ya da imkânsız hal alır. Bunlar, bir malın bir yerden başka bir yere naklini sağlayan ticaret, belli bir süreye kadar nakledilen şeylerin korunmasını ve taşıma güvenliği­ni sağlama hizmetleri, rehberlik ve iş hizmetleri, üretilen malların yeni ürünlere dönüştürülmesi ya da onlara yeni özellikler kazandı­rılması gibi faaliyetlerdir. Eğer mal elde etme faaliyeti, üretimde dayanışma/işbölümü anlamı içermeyen bir özellik arzediyorsa kumar gibi yahut görünüşte karşılıkla rızaya dayanmakla bir­likte sömürü anlamı içeriyorsaribâ gibi, çünkü iflâsın eşiğindeki bir kimse ifasına güç yetiremeyeceği şeyi üstlenmeye mecbur kalır ve onun rızası gerçekte rıza değildir bu tür faaliyetler şer'an razı olunan akitlerden olmadığı gibi, nzık elde etmek için tevessül'edi-len sebepler olmaya elverişli de değildir. Bunlar, medenî hayatı ge­rekli kılan İlâhî hikmet itibariyle bâtıl yollardır ve haramdır. [1139]

 

Ölü Arazi Ve İhyâsı:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim, bir ölü araziyi ihya ederse, orası onun olur.[1140] Bu konuda asıl daha önce işarette bulunduğumuz, her şeyin Allah'ın mülkü olması, gerçekte ondan başka hiçbir kimsenin hak­kının bulunmaması ilkesidir. Ancak Allah Teâlâ, yeryüzünü ve on­da olanları insanların faydasına sunmuş, ondan yararlanmayı on­lara mubah kılmıştır. Ne var ki aralarında paylaşma konusunda nizalar çıkmış ve o zaman da, hiçbir kimsenin başkasına zarar vermeden elde ettiği mubah malların kendisine ait olmasına hük-m olunmuştur.

Bu durumda meskûn bölge ve havalisinde olmayan Ölü top­raklar, bir kişi tarafından ihya edildiği zaman, orası ilke gereği ih­ya edene ait olmalıdır. Yeryüzü aslında bütünüyle mescid ya da yolculara vakfedilmiş ribât (kervansaray) hükmündedir. Oradan yararlanmada herkes eşittir. Bu itibarla en önce gelenin öncelik hakkı olur. Zaten insanoğlu hakkında mülkün anlamı, bir şeyden faydalanma konusunda diğerlerinden daha çok hak sahibi olmak demektir. [1141]

 

Sahipsiz Kalan Arazilerin Hükmü:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sahipsiz kalan arazi, Allah'ın ve rasûliinündür. Sonra o, benden sizedir.[1142]                                                                      

Hadiste söz edilen topraklar, sahipleri yok olup, artık kimse­nin mülkiyetinde olmayan, iddiacısı bulunmayan, mirasçısına ait olduğu davası güdülmeyen arazilerdir. Toprak bu vaziyette bulun­duğunda, insanoğullarının mülkiyetinden çıkarak, eski hali üzere sırf Allah'ın mülkü olur. O zaman da hükmü, hiç ihya edilmemiş Ölü toprakların hükmü gibi olur ve ona ilk kez el koyan, onun sahi­bi olur. Gerekçesini daha önce açıklamıştık. [1143]

 

Özel Koruluklar Yoktur:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Hiçbir koruluk yoktur; ancak Allah'ın ve Rasûlününki hariç[1144]

Özel koruluklar, insanların istifadelerini kısıtlar, onlara za­rar verir ve bu zulüm olur. Bu yüzden yasaklanmıştır. Bu genel hükümden Rasûlullah (s.a.) istisna edilmiştir; çünkü Allah Teâlâ ona hak kıstası vermiş, onu caiz olmayan bir davranışa düşmekten korumuştur. Daha önce de zikretttiğimiz gibi, bir hüküm eğer ço­ğunluğun hali dikkate alınarak konulursa, ondan Rasûlullah (s.a.) müstesna olur; nefis tezhîb ve tezkiyesine ya da benzeri bir duru­ma yönelik bir hüküm konuluyorsa, o zaman hüküm Rasûlullah'ı (s.a.) da, aynen diğer insanlar gibi bağlar. Buradaki hüküm, birin­ci kısımdandır. [1145]

 

Akarsudan Sulama Hakkı:

 

Rasûlullah (s.a.), Mehzûr deresinden gelen sel sularıyla, üst tarafta bulunan arazi sahibinin tarlasını sulamasına, suyu topuk­lara çıkıncaya kadar tutmasına ve sonra bir aşağıdakine bırakma­sına, onun da suladıktan sonra bir aşağıdakine salıvermesine... hükmetmiştir. [1146]

Zübeyr[1147] ile Ensarî arasında geçen su davasında Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ya Zübeyr! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün! Sonra suyu komşuna sal![1148]

Bu konudaki ilke şudur: Mubah bir şeyden pek çok insanın bir anda yararlanması imkânı olmaz. Bu durumda her hak sahibi­nin mümkün mertebe istifadesi sağlanabilecek şekilde hakların bir tertibe sokulması gerekir. En yakın olana bir öncelik tanınma­dığı zaman, keyfîlik (tahakküm) ve zulüm olur; eğer önce en önde olan, sonra onun arkasından gelen, sonra onun arkasından ge­len... hakkını tam olarak kullanamazsa, o zaman haktan söz edile­mez.

İşte bu esastan hareketle Rasûlullah (s.a.), suyun en üst ba­şında olan kişinin, arazisini sulamasına ve suyu topuklara çıkacak şekilde tutmasına ve ondan sonra bir aşağısındakine salmasına hüküm buyurmuştur. Bu hükümle, "duvara geri dönünceye kadar tutmasına" hükmetmesi aşağı yukarı aynıdır. Çünkü topuklara kadar su tutulduğunda, bu aynı zamanda duvara vuracak kadar suyun tutulması manasına gelir. Bu kadar su birikmezse, toprak suyu hemen emer ve duvara vurmaz. [1149]

 

Açık Madenler, Toplum Malıdır:

 

Rasûlullah (s.a.), Me'rib'deki tuzluğu, Me'ribli el-Ebyaz b. Hammâl'a iktâ (tahsis) etmişti. Kendisine, ona, hazır su gibi her­kesin istifade etmekte olduğu bir madeni tahsis etmiş olduğunu söylediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) iktâdan vazgeçti ve orayı herkesin istifadesine tahsis etti. [1150]

Fazla bir emeğe ihtiyaç göstermeden elde edilebilen madenle­rin, tek bir kişiye iktâ edilmesi, diğer müslümanlara zararlı bir ta­sarruftur ve onların işini zorlaştırır. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.) durumu öğrenince, iktâdan vazgeçmiştir. [1151]

 

Buluntu Malların (Lukata) Hükmü:

 

Rasûlullah'a (s.a.), bir adam buluntu malların hükmünü sor­du. Şöyle buyurdu:

"Onun mahfazasını ve bağını belle! Sonra onu bir sene ilân et! Sahibi gelirse ne âlâ! Aksi takdirde onu, nasıl uygun görürsen öyle yap!" buyurdu. Adam:

"Kaybolmuş koyun?" dedi. Rasûlullah (s.a.):

"O, senin, yahut kardeşinin, yahut da kurdundur."buyurdu. Adam:

"Ya kaybolmuş deve?" dedi. Rasûlullah {s.a.):

"Ondan sana ne? Su tulumu karnında, çarığı ayağında! Sa­hibi rastlayıncaya kadar suya gider, ağaçları otlar."buyurdu.[1152]

Câbir (r.a.), Rasûiullah'ın (s.a.) değnek, kamçı, ip... gibi önemsiz şeylerin bulunması halinde, kişinin onu yerden alıp kul­lanmasına ruhsat verdiğini söylemiştir.

Bil ki: Buluntu malın hükmü, sözünü ettiğimiz aslî kaideden alınmıştır. Sahibinin değer vermeyeceği, aramak için arkasına düşmeyeceği değersiz şeylerin sahiplenilmesi eğer sahibinin ora­dan uzaklaştığı ve aramak için de dönmeyeceği zannedilirse ca­izdir. Çünkü bu haliyle o tür şeyler, Allah'ın malı hükmünü alır ve ilk el koyan için mubah olur.

Ama değerli bir şey ise, sahibinin onun arkasına düşeceği bü­yük bir ihtimalle biliniyorsa, o zaman, âdeten nasıl yapılıyorsa o şekilde ilânı gerekir ve sahibinin artık gelmeyeceği zannolununca-ya kadar buna devam edilir. Koyun gibi zayi olması muhtemel malların koruma altına alınması ve ilânı müstehaptır. Deve gibi kendi kendine yeterli olan ve zayi olma ihtimali bulunmayan mal­lara, sahibini bulmak için dahi el konması mekruhtur. [1153]

 

Mübadele:

 

Bil ki: Her türlü mübadelelerde mutlaka bulunması gereken bazı şartlar aranır. Bunlar:

i. Akitte taraflar, ii. Akitte bedeller,

ii. Karşılıklı rızayı açık bir şekilde ortaya koyan şey (sîga),

iv. Ve bir de tarafların nizasına son veren ve akdi her ikisi için de bağlayıcı kılan bir şey. [1154]

 

i. Akitte Taraflar:

 

Akitte taraf olanların hür ve akıllı olmaları, fayda ve zararı bilecek şekilde temyiz gücüne sahip bulunmaları, akdi bilinçli ve kendi iradeleriyle yapmış olmaları şarttır. [1155]

 

ii. Akitte Bedeller:

 

Mübadele edilecek şeylerin, faydalanılabilecek, sahip olmak istenilecek, esirgenecek bir mal olması, mülk olması (havadaki kuş, denizdeki balık gibi) mubah olmaması, faydasız bir şey olma­ması şarttır. Aksi takdirde Allah Teâlâ'mn kullan için meşru kıl­dığı bir şey olmaz ve iştigali abes olur. Yahut açıktan zikredilme­yen (riba, rüşvet gibi) zımnî bir fayda içerir olmaması şarttır. Bu bir mefsedettir. Çünkü karşısındaki, elde etmek istediğini başka türlü bulamama tehlikesiyle karşı karışıyadır, bu yüzden de zara­rına olan bu tasarrufa ses çıkarmamaktadır. Yahut (rüşvet halin­de) haksız yere bir başkasının hakkı kendisine tevcih edilmektedir. [1156]

 

iii. Sîga= İrade Beyanı:

 

Karşılıklı rızayı ortaya koyacak şeye gelince, bu açık bir şey olmalı, herkesin Önünde onunla muahaze edilebilmeli, ondan yan çizmesi imkânı bulunmamalıdır. Bu konuda en açık şey, sözlü irade beyanıdır. Sonra da, hiç şüpheye mahal bırakmayacak şekil­de olan teâtî (fiilî mübadele[1157]) yolu gelir. [1158]

 

iv. Akdi Kesinleştiren Unsur:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Satış akdinde baştan muhayyer olarak yapılan akitler ha­riç taraflar, birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler. [1159]

Bil ki: Bir akitte, taraflardan her birinin hakkını diğerinden kesin olarak ayıracak, yaptıkları akitte muhayyerliklerine son ve­recek bir şeye ihtiyaç vardır. Eğer bu olmayacak olsa, o zaman ta­raflar, birbirlerine zarar verirler, her biri, öbürünün akdi bozması korkusundan elindeki şey üzerinde tasarruf edemez.

Burada bir şey daha var. O da, tarafların akde olan rıza ve iradelerini ortaya koyan lâfızdır. Akde kesinlik kazandıracak şeyin bu söz olması caiz olamaz; çünkü bu lâfızlar pazarlık esnasında kullanılır. Zira ancak zikrettiği miktar kadarını verebileceğini söy­lemeden pazarlık yapamaz. Hem halkın çoğunun dili, kalplerinde-ki arzuyu ifadede çok farklıdır. Lâfızlar arasında ayırım yapmakta büyük zorluk vardır. Teâtîde de durum aynıdır. Herkes, satın ala­cağı şeyi eline alır ve onu inceler, üzerinde düşünür. Bu durumda almak ile (incelemek için ele) almak arasını ayırmak öyle kolay de­ğildir.

Akde kesinlik verecek şeyin açık olmayan bir şey olması da caiz değildir. Bir gün ya da daha fazla uzun bîr müddet olması da caiz değildir. Zira alıp satılan şeylerin pek çoğu o gün kullanıl­mak/tüketilmek üzere alınır ve satılır. Bu durumda akde kesinlik kazandıracak şeyin, akit meclisinden ayrılma kılınması gerekecek­tir. Zaten insanlar âdeten akit yapmak için bir araya gelirler ve akdi bitirince de ayrılırlar.

Şayet Arap olsun Acem olsun her sınıftan insanların muame­lelerini araştırdığımız zaman, akdi ayrıldıktan sonra reddetmeyi haksızlık ve zulüm saydıklarım, fakat ayrılmadan önce bozmayı öyle kabul etmediklerini görürüz. Ancak fıtratı bozulmuş istisna kimseler olabilir. İlâhî şeriatlar, sadece bütün insanların gönül rahatlığı ile kabul edecekleri hükümler getirir.

İnsanlardan bazıları yaptığı akitte kârlı olduğunu görür ve karşısındakinin caymasından korkar ve hemen oradan sıvışır. Bu tutum, şerî hükmün amacını tersine çevirir. Rasûlullah (s.a.) bu­nu yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:

"Kişinin, karşısındaki cayar korkusundan (akit meclisinden) sıvışıp ayrılması helâl olmaz. [1160]

Buna göre akdi yapan her iki taraf da, teenni ile hareket ede­cekler ve her biri, diğer tarafın gözü önünde oradan ayrılacaktır. [1161]

 

İş Bölümü:

 

Bil ki: Bir beldede meselâ on bin kişi bir araya gelse, medenî siyâset bunların iş bölümü yapmalarını gerekli kılar. Eğer bunla­rın çoğu, sadece çeşitli sanatlar ve şehir yönetimi ile meşgul iseler, az kısmı da malcılık ve ziraatle uğraşıyorsa, onların dünya işleri bozulmuştur. Eğer şarapçılıkla, putçulukla uğraşıyorlar ve bunla­rın yaygın şekilde kullanımını aralarında tervice çalışıyorlarsa, bu, dinde helak olmalarının sebebi olur. Ama işler, aralarında hik­mete uygun şekilde tevzi edilmiş, gerçek bir iş bölümü yapılmışsa, kötü yollarla kazanç elde etme peşinde olanlara mani olunuyorsa, o zaman halleri düzgün olur. [1162]

 

Topluma Zararlı Olan Kazanç Yolları:

 

Bir ülkede büyüklerin, lüks ziynet eşyalarına, binalara, giyim kuşama, yiyeceklere, güzel kadınlara vb. Arap Acem bütün in­sanlar için zorunlu kabul edilen ihtiyaçların karşılanması ötesin­de düşkünlük göstermeleri o ülkenin fesada gitmesini hazırla­yan etkenlerden biridir. Bu anlayışın sonucu olarak insanlar, şehvanî arzularını tatmin edici işlerin peşine düşerler, kimileri ca­riyelere şarkı okumak, raksetmek, tahrik edici şuh hareketlerde bulunmak gibi şeyleri öğretirler; kimileri giyim kuşamda türlü türlü modalar çıkarır; acaip hayvan ve manzara resimleri yapılır, onlarda tuhaf çizgilere yer verilir; kimileri kendilerini altın ve de­ğerli mücevherler üzerinde nadide sanatlara kaptırır; bir başka zümre yüksek yapılara, onların her türlü desenlerle, tasvirlerle tezyinine yönelir... Şimdi bir ülkede büyük bir kitle bu tür işlere yönelirse, tabiîdir ki o derecede ziraat ve ticareti ihmal ederler. Şe-hirin/ülkenin ileri gelenleri, malları bu gibi yerlere harcayınca, o ölçüde ülke imarı ve çıkarları ihmale uğrar. Bu, ziraat, ticaret, zenâat gibi zaruri mesleklerle uğraşanların kazançlarının azalma­sına, onlar üzerine konulan vergi yüklerinin katlanmasına sebep olur. Şehirde/ülkede yer eden bu hastalık, bir organdan diğerine sirayet eder ve sonunda aynen kuduz hastalığının bütün bedene yayılması gibi herkesi sarar.

Bu, dünya işlerine yönelik zararın açıklanmasıdır. Uhrevî kemâl mertebesine çıkmaları açısından maruz kalacakları zararı ise açıklamaya hacet yoktur.

Lüks hayat yaşama hastalığı Acem ülkelerini istilâ etmişti. Allah Teâlâ, sevgili peygamberinin (s.a.) kalbine, bu hastalığı, ona götürecek sebepleri kökünden kazımak suretiyle tedavi etmesini ilham eyledi. Rasûlullah (s.a.), bu hayata götüren muhtemel vası­taları tesbit etti ve onları yasakladı. Bunlar, şarkıcı cariyeler, ipek, Kass ipeği, kuyumculuk ya da ayar farkı olmak üzere altının, fazla miktarda altınla değiştirilmesi... vb gibi şeylerdi. [1163]

 

YASAK OLAN ALIŞ VERİŞ TÜRLERİ

 

1. Kumar, Bâtıl Ve Haram Bir Yoldur:

 

Bil ki: Kumar, haram bir yoldur ve bâtıldır. Çünkü, insanla­rın mallarını gönülsüz ve haksız yolla elde etmektir. Bilgisizlik, tahmin, bâtıl kuruntu, şans... gibi bir tasarrrufta caiz olmayan unsurlara dayanır ve bunlar kişiyi kumara iter. Kumarın, medenî hayatın gereklerine bir katkıda bulunma ya da dayanışmayı temin hususunda hiçbir artı değeri yoktur.

Kaybeden kişinin susması, razı olduğundan değil, kin ve ka­yıp üzere susması ve öfkesini içine atmasıdır. Razı olmayıp niza çı­karması halinde ise, bizzat kendi üstlendiği ve kendi kasdıyla içi­ne atladığı bir risk hakkında niza çıkarmış olacaktır.  

Kazanan kimse, bundan büyük bir haz alacak ve azını çoğalt­mak isteyecek, hırsı hiçbir zaman kendisini bırakmayacak ve ku­mara devam edecektir. Çok sürmeyecek, kaybedecek ve kendisini nedamet içerisinde bulacaktır.

Kumarın itiyat edinilmesi halinde mallar ziyan olacak, ardı arkası kesilmez nizaîar doğacak, yürütülmesi istenilen faaliyetler ihmal edilecek, medenî hayatın temelini teşkil eden yardımlaşma ve dayanışma ruhu ölecektir. Gözle görülen, habere ihtiyaç bırak­maz. Kumarbazlar arasında bu saydığımız şeyler dışında başka bir şey gördünüz mü? [1164]

 

2. Ribâ, Haramdır Ve Bâtıl Bir Yoldur;

 

Riba da aynı şekilde haksız ve haram bir kazanç yoludur. Ri-ba, alınandan daha çok miktarda ya da daha kaliteli şekilde öde-nilmesi gereken borçtur. Bu şartlarla borç alanların hemen hemen tamamı iflas etmiş, çaresiz kalmış kimselerdir. Bunlar, vade dolduğunda çoğu kez Ödeme imkâna bulamazlar ve borç giderek katla­nır ve ondan hiçbir şekilde kurtulamazlar.

Ribâ, büyük nizalara, ardı arkası gelmeyen husumetlere se­bep olur. İnsanlar mallarını bu yolla nemalandırmak istediklerin­de ve bunun bir yol olarak kabul edilmesi halinde bu, ziraat ve zenâat gibi temel kazanç yollarının terki sonucunu doğurur. Akit­ler arasında aza önem verme, onu dikkate alma ve husûmete se­bep olma bakımından ribâdan daha kötüsü yoktur.

Bu iki kazanç yolu, sarhoşluk gibi Sâri' Teâlâ'nın kullar için koymuş olduğu kazanç yollarına ters düşmektedir. Özlerinde çirkinlik, kötülük ve nizâya sebebiyet verme vardır. Bu gibi şeyler hakkında hükmü bizzat Sâri' Teâlâ verir. Bu durumda iki yol izler:

i. Ya, belli bir sınır koyar ve onun altında kalan kısmi caiz kılar, üstünde kalan kısım hakkında yasağın şiddetini artırır.

ii. Ya da temelden yasaklama yoluna gider. Kumar ve ribâ Araplar arasında yaygındı. Bunlar yüzünden büyük nizâlar yaşanmakta ve bunların ardı arkası kesilmemekte idi, bu yüzden savaşlar olurdu. Bunların azı, çoğa götürürdü. Bu durumda, onların özünde bulunan çirkinlik/kötülük vasfının aşırı­lığı dikkate alınarak, onları tümden yasaklamaktan daha doğru ve  uygun bir hareket olamazdı. [1165]

 

Gerçek Ribâ:

 

Ribâ iki çeşittir:               

i. Gerçek ribâ,                 

ii. Gerçek gibi sayılan ribâ.

Gerçek ribâ, borçlarda olur. Daha önce de zikrettiğimiz gibi bu, muamelelerin meşruiyetinde esas olan amaca ters düşer.[1166] Cahiliye döneminde insanlar, bunun iyice içine batmışlardı. Bu yüzden ardı arkası kesilmeyen savaşlar çıkmıştı. Azı, çoğuna gö­türmekteydi. Dolayısıyla bu kapının tamamen kapatılması gereki­yordu. Bunun sonucu olarak da Kur'ân'da ilgili âyetler indi ve onu kesin kes yasakladı. [1167]

 

Ribelfadl:

 

İkincisi, "ribelfadV'dır. Bu konuda dayanak şu müstefîz ha­distir:

"Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpay­la, hurma hurmayla, tuz tuzla, misli misline birbirine eşit ve her iki taraf da peşin olarak alınıp satılır. Ama bu sınıflar değişirse, her iki taraf da peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi alıp satın!'[1168]

Bu tür muameleler, yasağı teyit için ve ribâya benzeyişinden dolayı "ribâ" diye isimlendirilmiştir. Aynen, "Müneccim, kâhindir. [1169] hadisindeki yaklaşımda olduğu gibi. Bu nokta dikkate alındığında, "Ribâ, sadece nesîede olur. [1170] hadisi de anlaşılmış olur. Sonra şeriatta "ribâ" kelimesinin bu manada kullanılması çok olmuş ve kelime zamanla, ribelfadl hakkında da şer'î hakikat halini almıştır. [1171]

Allah'u a'lem!

 

Ribânın Haram Kılınmasının Sırrı:

 

Ribânın haram kılınmasının hikmeti şudur: Allah Teâlâ, aşırı refahı hoş karşılamamaktadır; ipek kullanma; dünya sefahatına dalma anlamına gelen altın ve gümüş kaplar kullanma; bilezik, halhal, gerdanlık gibi tek parça som altından yapılmış ziynet eşya­ları takınma; maişet konusunda inceliğe ve aşırılığa kaçma gibi davranışları sevmemektedir. Çünkü bunlar, insanı esfel-i sâfilîne iter, bütün düşüncelerini zulmanî renklerle doldurur. Aşırı refah aslında, her türlü ihtiyacın en kaliteli yolla giderilmesi, kötülerine aldırış edilmemesi; kalitenin aynı cins içerisinde aranmasıdır.

Bunu biraz açalım: İnsanlar herhangi bir tür yiyecekle hayat­larını idame ettirirler, bir tür para çeşidini kulanırlar. Yiyecekle­rin tümüne olan ihtiyaç aynıdır; paraların tümüne olan ihtiyaç da aynıdır. Bir kabilenin diğeri ile mübadelede bulunması, insanlar için gerekli olan temel ilişkilerden biridir. Zorunlu ihtiyacın karşı­lanabilmesi için illâ da belli bir şeyin, belli bir şeyle mübadele edil­mesi gibi zaruret yoktur. Bununla birlikte insanların yapı bakı­mından, örf ve âdet bakımından farklı farklı olmaları, hayat tarz­larında da farklılıklar olmasını gerektirmiştir. Nitekim, "Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Bir­birlerine iş gördürmeleri için kimini Ötekine derecelerle üstün kıl­dık.[1172] âyeti bu manayı ifade etmektedir.

Bu durumda kimi pirinç ve buğday yer, kimi arpa ve mısır yer, kimi gümüş ile süslenir...

Ama, pirincin ve buğdayın kendi aralarında kısımlarına ay­rılması, bunlardan bir kısmının diğer kısmına üstün tutulması, keza altın ve onun ayarları hakkında ince sanatlara itibar edilme­sine gelince, bu israfçıların ve Acemlerin âdetindendir, bunlar üze­rinde durmak ve derinleşmek, dünyaya haddinden fazla değer ver­mek demektir. Maslahat, bu kapının kapatılması gereğine hükme­der.

Fukahâ, haram olan ribânın bizzat nassda belirlenmiş olan altı maddenin dışında kalan diğerlerine de sirayet edeceğini kav­ramış, hükmün bu altı şeye ilhak edilen her şey hakkında aynı ol­duğu sonucuna varmıştır. Ancak illetin ne olduğu konuşunda aralârında ihtilâf etmişlerdir. [1173]

 

Ribâ Yasağının İlleti:

 

Şeriatın genel ilkelerine en uygunu, illetin altın ve gümüşte (nakdeyn) semenlik (para olma) vasfı; bu vasıf sadece bu iki ma­dene mahsustur diğer dört nesnede ise, gıda maddesi olma ve bi-riktirilebilme özelliği olmasıdır. Tuza, ilaçlar ve baharat kıyas edi­lemez. Zira yemeğin, tuza olan ihtiyacı, diğerlerine olan ihtiyacı gi­bi, hatta onda biri kadar bile değildir. Sonra tuz, gıda maddesinin bir cüzü olmakta ve bizzat kendisi mesabesinde bulunmaktadır; diğerleri ise öyle değildir.

Bu sonuca gitmemizin sebebi şudur: Sâri' Teâlâ, semenlik vasfını birçok hükümde dikkate almıştır; akit meclisinde karşılıklı kabzedilmesi gibi. Sonra hadis "taâm=yemek, yiyecek, gıda mad­desi" lâfzı ile gelmiştir. Bu kelime, örfte iki mana için kullanılır:

i. Buğday, ki burada murat o değildir.

ii. Biriktirilebilen yiyecek, gıda maddesi.

Bu Özelliğiyledir ki "taam", meyve ve baharata türdeş ikasîm[1174] kılınır. [1175]

 

Ribevî Mallarda, Bedellerin Akit Meclisinde Kabzedilmesi Şartı:

 

Mecliste bedellerin kabzediimiş olması şartı, iki sebepten dolayı ileri sürülmüştür:

i. Nakde ve yiyeceğe olan ihtiyaç, en üst seviyede olur ve ihti­yaçlar içerisinde en çok vuku bulan budur. Bunlardan faydalan­mak ise, ancak onların tüketilmesi ya da mülkiyetten çıkarılması yoluyla olur. Eğer kabız şartı olmasa, kabız anında niza çıkabilir ve o anda karşı bedel tüketilmiş bulunabilir. Bu ise en çirkin mü­nakaşalara sebep olur. Bu itibarla, kabzın birbirlerinden ayrılma­dan önce akit meclisinde tamam olması şartı getirilerek bu kapı­nın tamamen kapatılması gerekli olmuştur.

Şeriat, bu illeti, yiyecek maddelerinin kabzedilmeden önce sa­tılması konusunda da dikkate almış ve böyle bir tasarrufu yasak­lamıştır.[1176] Keza altın alacağının gümüşten tahsili ya da aksi du­rumlarda dikkate almış ve, behemehal akit meclisinde bedellerin kabzediimiş olması şartıyla ancak bunun caiz olacağını beyan et­miştir. [1177]

ii. Akitte bir tarafta nakit, öbür tarafta da yiyecek maddesi ya da başka bir şey bulunduğunda; nakdin öncelikli olarak teslimi gerekir. Çünkü nakit, semen olma özelliğinin bir gereği olarak karşı taraftaki şeye talip olunduğunu gösterir bir araçtır. Her iki tarafın da yiyecek maddesi ya da nakit olması halinde ise, bunlar­dan sadece birinin akit meclisinde teslimine hükmetmek tahak­küm ve keyfîlik olur. Her iki tarafın da teslim edilmemesi halinde akit, yasak olan "beyu'l-kâlî bi'l-kâlî" olur. Hem taraflardan biri malı önce teslim etmeye yanaşmayabilir. Bu durumda adalet, her ikisinin de akit meclisinde bedelleri teslim etmelerine hükmederek anlaşmazlığı kökten kesip atmayı gerektirmiştir. [1178]

 

Ribevî Mallar:

 

Ribevî mallar olarak nakdin ve gıda maddelerinin tahsisi şu­nun için olmuştur:

i. Bunlar malların büyük çoğunluğunu oluşturur.

ii. Mübadelesi en çok olan mallardır.

iii. Bunlardan yararlanma, ancak harcayarak ve tüketerek olur.

Bu Özellikleri sebebiyle, tarafların bedelleri kabzetmeden ön­ce ayrılmaları büyük zorluklar içerir ve çokça nizaya sebebiyet ve­rir. Bu durumda muamelenin selameti için bunu yasaklamadan daha uygun bir şey olmayacaktır.

Bil ki: Bu gibi hükümler, insanların bir kazanç yolu olarak bu tür alım satım şekillerini itiyat etmelerini önlemek için konulur; yoksa insanların bu gibi bir tasarrufa hiç girmemelerini sağlamak amacı güdülmez. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), Bilâl'e: "(Kalitesiz) hurmayı bir başka şeyle sat, sonra (almak istediğin hurmayı) onunla satın [1179]buyurmuştur.[1180]

 

Yasak Alış Veriş Türleri:

 

Alış veriş türlerinden bazılar, kumar anlamı içerir. Cahiliye döneminde insanlar, aralarında bu tür muamelelerde bulunmakta idiler. Rasûlulîah (s.a.) bunları yasakladı. Bunlardan bazıları şun­lardır:

1. Müzâbene: Kişinin, ağaç üzerindeki yaş hurmayı, meselâ yüz farak kuru hurma karşılığında satmasıdır. [1181]

2. Muhâkale: Tarladaki ekini, meselâ yüz farak buğday karşı­lığında satmasıdır. [1182]

Rasûîullah (s.a.) bu konuda "ariyye"ye (ç. arâyâ) müsaade etmiştir. [1183]Bu, beş veskten daha az olmak kaydıyla ağaç üzerinde­ki yaş hurmanın tahmini olarak kuru hurma karşılığında satılma­sıdır. [1184] Çünkü Sâri' bundan maksatlarının kumar olmadığını, bu yolla taze hurma yemek istediklerini görmüştür. Beş vesk, zekât nisabıdır ve bir evin meyve olarak yiyebileceği bir miktardır.

3. Miktarı meçhul olan hurma yığınını, ölçeği belli hurma karşılığında satma.[1185]

4. Mülâmese: Kişinin, elbiseyi dokunmak yoluyla satın alma­sı; gördüğünde muhayyerlik hakkının olmamasıdır.

5. Münâbeze: Bakmaksızın malı atmanın satış sayılması şar­tıyla yapılır.

6. Atılan taşın hangi elbiseye isabet ederse onun alınması­dır. [1186]

Bu tür satışlar, kumar anlamı içerir ve satış akdinin meşruiyet amacını tersine çevirir. Alış verişten maksat, ihtiyaç duyduğu şeyi düşünerek, bilinçli bir şekilde elde etmektir; şansa bırakmak değildir.

7. Kaporayı (urbûn) yasaklamıştır. Bu, bir kimsenin, satıcıya malı aldığında fiyatına mahsup edilmek, almadığı zaman ise satı­cının olmak üzere bir meblağ vermesidir. Bunda da kumar manası vardır.

Rasûlullah'a (s.a.) kuru hurmanın, taze hurma karşılığında satın alınmasının hükmü soruldu. "Kuruduğu zaman, noksanlaşır mı?" diye sordu. "Evet," denince onu yasakladı. [1187]

Çünkü bu bir tür kumardır ve ribelfadl olma ihtimali içerir. Zira muteber olan, bir şeyin alacağı en son şekildir.

Üzerinde altın ve boncuk olan bir gerdanlığın nasıl satılacağı soruldu. "Altını ayrılmadan satılmaz." buyurdu. [1188]

Bu da bir tür kumardır ve ikisinden birinin aldanması ihti­mali vardır. Bu durumda aldanan kimse, ya öfkesini içine atıp su­sacak ya da haksız yere davacı olacaktır.   [1189]

 

Yasak (Haram Ve Mekruh) Alış Verişlerin Gerekçeleri:

 

Bil ki: Rasûlullah (s.a.) gönderildiğinde, Arapların çeşitli mu­ameleleri, alış veriş türleri vardı. Allah Teâlâ, peygamberine bu muamelelerden bazılarının kötülüğünü, bazılarının da caizliğini vahyetti. Kerahiyet ve dolayısıyla yasak şu gerekçelere dayanmak­tadır: [1190]

 

1. Kullanılması Günah Ya Da Günaha Sebep Olması;

 

Bir şeyin, âdeten masiyete sebebiyet verecek şekilde edinil­mesi, yahut insanlarca ondan maksat olan kullanış şeklinin bir tür masiyet olması; içki, put, tambur... gibi. Bunların alım satımı­nın ve edinilmesinin şer'î bir hüküm halinde konulması, bu günah­ların tervici, insanların onlara teşviki ve yönlendirilmesi anlamına gelir. Alım satımının, edinilmesinin haram kılınması ise bunu ön­ler, insanların o haramları işlemelerine bir engel teşkil eder! Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz Allah ve Rasûlü, içkinin, iaşenin, domuzun ve put­ların alım satımını haram kılmıştır.[1191]

"Şüphesiz Allah, bir şeyi haram kıldığı zaman, onun bedelini de haram kılar. [1192]

Yani bir şeyi kullanma yönü tekse, şarabın içmek, putun tapınılmak için edinilmesi gibi ve Allah Teâlâ da onu haram kılmışsa, bu durum, hikmet-i ilâhîde onun alım satımının da haram kılınmasını gerektirir. [1193]

 

Haram Yolla Kazanılan Mal Da Haramdır:

 

Rasûlullah (s.a.), "Fahişenin ücreti, murdardır." buyurmuş ve ayrıca kâhinin ücretini, zurnacının kazancını yasaklamıştır[1194]

Günah olan bir yolla kazanılan mal haramdır ve ondan yarar­lanmak iki sebepten dolayı helâl olmaz:

i. Bu malın haram kılınması ve onunla faydalanmanın ya­saklanması, o günahı işlemeyi önleyici bir rol oynar. Bu muame­lenin meşru kılınması ise, fesâd yolunu açar ve insanları o günahı işlemeye teşvik eder.

ii. Bedel (semen), insanların idrak ve bilgilerinde satılan maldan doğar. Dolayısıyla Mele-i a'lâ'da bedelin, satılan mal imiş gibi teşbihi bir varlığı olur. Ücretin de, yapılan işmiş gibi bir varlığı bulunur. Satılan malın ya da yapılan işin murdarlığından, o teşbihi varlığa idrak ve bilgil erindeki murdarlıktan, murdarlık bu­laşır ve sonuçta bu ilmî suretin, insanların nefisleri üzerinde bü­yük etkisi olur. [1195]

 

Masiyete Yardım Da Masiyettir:

 

Rasûlullah (s.a.}, içki (hamr) hakkında, onu sıkana, sıktıra-na, içene, taşıyana, kendisi için taşmana îânet etmiştir.[1196]

Masiyete yardımcı olmak, tervici için çalışmak, insanları teş­vik etmek de masiyettir ve yeryüzünde bozgunculuktur. [1197]

 

2. Pis İşler Olması:

 

Murdar hayvanın, kanın, insan ve hayvan pisliğinin alım sa­tımı gibi. Bu işleri yapmada aşağılanma vardır ve bu yüzden şey­tanlara benzeme hasıl olur. Temizlik ve murdarlıkları terketmek, Rasûlullah'ın (s.a.) getirmiş olduğu genel esaslardan biridir. Me­leklere benzeme ancak bu sayede mümkün olur ve Allah Teâlâ, te­miz olanları sever.

Bu gibi pisliklere bulaşmamayı tümden yasaklama imkânı yoktur; zira bu kapının kapatılması büyük zorluklar doğurur. Bu durumda en azından bu gibi pisliklerle uğraşarak, onların ticareti­ni yaparak kazanç elde etme yoluna başvurmak yasaklanmalıdır.

Pislik manasında olan şeylerden biri de "rafes" denilen, hay­vanların çiftleşmesi gibi hayayı mucip şeylerdir.

Bu gerekçeden dolayı Rasûlullah (s.a.), İaşenin satımını ha­ram kılmış, hacamatçılığın bir kazanç yolu edinilmemesini emret­miş ve zaruret halinde de, "Bari onu devene yedir. [1198] buyurmuş­tur. Boğa çekilmesi karşılığında ücret alınmasını yasaklamıştır. [1199] Devenin döl için çekilmesinin yasaklığı da rivayet olunmuştur. Üc­ret şartı koşulmadan, gönüllü olarak verilen hediye yollu şeyin alınmasına ise ruhsat vermiştir. [1200]

 

3. Nizaya Sebep Olması:

 

Bunlar; bedellerdeki bilinmezlik yüzünden alıcı ve satıcı arasında bitip tükenme bilmeyen nizalara sebebiyet vermesi; ya­hut akdin, içinde başka bir akit içermesi, mebiyi görmeden rızanın gerçekleşme imkânı bulunmaması, buna rağmen akdin görme imkânı tanımaması, yahut da akdin davaya kalkışılacak bir şart içermesi gibi durumlardır.

Rasûlullah (s.a.) boğaların sulplerinde, dişi hayvanların rahimlerinde olan şeyi satmayı yasaklamıştır. Doğacak yavrunun yavrusunu satmayı, beyu'l-kâlî bi'l-kâlîyi[1201] yasaklamıştır. Bir akit içerisinde iki akdi yasaklamıştır. Bu, "peşin alırsa bine, vere­siye alırsa iki bine" denilerek yapılan akittir. Çünkü bu durumda, akit esnasında ne olacağı taayyün etmemiştir. Bunu şu şekilde de izah etmişlerdir: "Bunu bana bine, yanında da şunu şuna satmak şartıyla sat!" Bu şartı ileri süren, daha sonra ona dayanarak dava­cı olabilir ve bu nizaya sebep olur. "Eğer satmak istersen, bana sa­tacaksın" diye ileri sürülen bir şartla yapılan satış da bu türden­dir. Hz. Ömer fr.a.), bu konuda şöyle demiştir: "Bir kimse lehine koşulmuş bir şart olduğunda, o sana helâl olmaz."

Rasûlullah (s.a.) istisnayı belli olmadıkça yasaklamış­tır. [1202] Meselâ, "On ölçek buğday sattım birazı müstesna" denilerek yapılan satış gibi. Çünkü bunda, nizâya götürecek bilinmezlik var­dır.

Her türlü bilinmezlik, akdi ifsad etmez. Çünkü birçok şey akit esnasında belirtilmez. Bunların en ince ayrıntılarına kadar beyan edilmesini şart koşmak zorluk olur. Ifsâd edici bilinmezlik, nizâya sebebiyet verecek özellikte olanlardır. [1203]

 

4. Akdin, Başka Bir Amaca Ulaşılması İçin Araç Kılınması:

 

Akitle, başka bir amaca ulaşmaya çalışmak da kerahet/yasak sebebi olmaktadır. [1204] Kişi, bu durumda perde arkasında gözettiği asıl amacına ulaşamadığı takdirde talep hakkı doğmaz, ondan bir türlü de vazgeçemez. Bu gibi tasarrufların, haksız husûmetlere se­bebiyet vereceği açıktır. Hükme mesnet teşkil edecek bir şey de ol­madığından, mahkeme yoluyla niza sona erdirilemez. Bu itibarla bu tür tasarrufların yasaklanması gerekir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ne bey' ve selef, ne de bir bey' içerisinde iki şart caizdir.[1205]

Bey' ve selef, "Sana şunu, bana şu kadar borç vermen şartıyla sattım." demek suretiyle olur. İki şarttan maksat ise, bey akdinin normal şartları yanında, ayrıca akit dışı başka şartlar koşmaktır. "Bana, şunu hibe etmen, yahut benim için falancaya şefaatçilik et­men veya şayet satmaya ihtiyaç duyarsan sadece bana satman şartıyla" gibi şartlar ileri sürülerek yapılan satış akitleri gibi. Bu, bir akit içinde iki şart demektir. [1206]

 

5. Teslimin, Akdi Yapan Eliyle Olmaması:

 

Yasak sebeplerinden biri, teslim işinin satıcının elinde olma­masıdır; kişinin elinde olmayan bir malı satması gibi. [1207]Mebinin teslimi, müşteri lehine satıcı üzerine gereken bir haktır. Ancak mahkemeye intikâl ettirmek veye hüccet ikâme et­mek, yahut koşuşturmak ve çeşitli çarelere başvurmak, yahut hakkın elde edilmesine, ölçülmesine gerek duymak gibi yollarla bulabileceği bir şeyi satması; mesele içinde mesele çıkmasına, al­danma ve hüsrana sebep olur. Hiç kimse yanında bulunmayan bir şeyi, aşırı bir çaba göstermeden bulabileceğinden emin olamaz. Müşteri aldığı şeyi hemen teslim almak ister, fakat satıcının ya­nında bulunmaz. Bu durumda satıcı, hakkını ifa etmek durumun­da olan alıcısından hakkını vermesini ister, yahut sattığı şeyi ele geçirmek için dağa avlanmaya, yahut çarşıya satın almaya gider, yahut arkadaşından kendisine hibe etmesini ister... Bütün bunlar son derece şiddetli nizalara sebebiyet verecek şeylerdir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Yanında olmayan şeyi satma! [1208]

Rasûlullah (s.a.), "garar" satışını da yasaklamıştır. [1209] Garar, bilinmezlik[1210] demektir; varlığı kesin olarak bilinmeyen bir şeyin satımı gibi.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim bir yiyecek maddesi satın alırsa, onu tamamiyle teslim almadan önce satmasın.[1211]

Bu yasağın sadece yiyecek maddelerine mahsus olduğu söy­lenmiştir. Çünkü en çok ihtiyaç duyulan ve en çok alınıp satılan mallar bunlardır ve sadece tüketilmek suretiyle istifade edilir. Tam olarak teslim almadığı zaman, ola ki satıcı onda bazı tasar­ruflara kalkışmış olabilir ve o zaman mesele içinde mesele çıkar.

Diğer menkul şeyler hakkında geçerli olduğu da söylenmiştir. Çünkü menkul eşyanın, değişme, arızalanma ihtimali vardır. Bu durumda ise husûmet doğar. İbn Abbâs (r.a.): "Zannederim her şey yiyecek gibidir." demiştir[1212]İlleti dikkate aldığımızda bu görüş, kıyasa daha uygun gözükmektedir. [1213]

 

6. Akdin, Tabiî Âfetler Dikkate Alınmadan Yapılması;

 

Rasûlullah (s.a.), kendi zamanında münakaşalara sebebiyet veren bazı durumlara şahit olmuş, bu gibi durumlarda şayet akit yapılması halinde nizalann doğmasının tabiî olduğunu görmüş, bu yüzden de bazı yasaklamalara gitmiştir. Nitekim Zeyd b. Sâbit'in[1214] sözü bunu açıklamaktadır. O şöyle demiştir:

"İnsanlar, meyvelere isabet eden âfetler sebebiyle münakaşa­larda bulunurlar ve satın alan, 'Meyveye âfet isabet etti, olgunlaş­madan döküldü, fesada gitti, koktu..." gibi itirazlarda bulunurdu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), meyveler olgunlaşmaya yüz tut­madan satılmasını yasakladı. [1215] Ancak meyvelerin hemen devşiril-mesinin şart koşulması hali bundan bir istisnadır.

Başaklar ağarmadıkça ve âfetten kurtulmadıkça satılmasını da yasaklamıştır. [1216]

Tabiî âfetlerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Ne dersin? Allah Teâlâ, meyve vermese biriniz kardeşinin malını ne karşılığında almış olacak?[1217]

Yani bunun bir garar içerdiğini, çünkü helak olma ihtimali­nin çok büyük olduğunu açıklamıştır. Helak olması halinde müşte­rinin parayı vermesi gerekecek, fakat ortada mal olmayacaktır. Oysa ki akdin, bu tür bilinmezliklere tahammülü yoktur.

"Bey'u's-sinîn[1218]de böyledir. Bu, belli bir ağacın meyvesini bir sene ya da daha fazla süre boyunca satmaktır. [1219]

 

7. Şehir Ve Pazar Düzeninin Bozulmasına Sebep Olması:

 

Akdin, şehirdeki pazar düzeninin bozulmasına, başka insan­ların zarar görmesine sebep olması. Bu durumda bu gibi satış tür­lerinin üstüne gidilmesi ve engellenmesi gerekir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Alış veriş için pazara gelen kervanı karşılamayın! Birbirini­zin satışı üzerine satış yapmayın! Kişi, kardeşinin pazarlığı üzeri­ne pazarlık yapmasın! Pazarlık kızıştırmayın! Şehirli, bedevi na­mına satış yapmasın! [1220]

 

Pazara Gelmeden Malın Kapatılması;

 

Pazara gelen kervanın karşılanması şöyle olur: Bir kervan pazara mal getirir, biri onu daha pazara girmeden, fiyatları öğren­meden yolda iken karşılar ve malı, şehirdeki fiyatlardan daha ucuz bir fiyatla kapatır.

Bu hem satıcıya hem de halka zararlı olabilecek bir davranış­tır. Satıcıya zararlıdır; çünkü eğer pazara inseydi belki de daha pahalıya satacaktı. Bu yüzden böyle kimselere, zarar ettiğini öğ­rendiği takdirde muhayyerlik hakkı tanınmıştır.

Halka da zararlıdır; çünkü bu ticarette bütün şehir halkının hakkı vardır. Şehircilik, ihtiyaç sahiplerinin bir sıraya konulma­sını ve en muhtaçtan başlanılarak ihtiyaçların giderilmesini gerektirir. Eğer ihtiyaçta hepsi aynı düzeyde iseler, o zaman önceliği belirlemek için aralarında kur'a çekilir. Hal böyle iken, gelen malı tek bir kişinin kapatması bir tür zulümdür. Bununla birlikte şehir halkının yapacağımu hayyerlik hakkı gibi bir şey de yoktur. Çünkü adam, onların öz mallarım ifsad etmiş değildir; sadece edi­neceklerini umdukları mala ulaşmalarını engellemiştir. [1221]

 

Başkasının Satışı Üzerine Satış:

 

Başkasının satışı arasına girerek satış yapmaya kalkışmak ticaretle uğraşan arkadaşlarına karşı çok kötü bir muameledir ve onlara zarar verir. Birinci satıcının hakkı ortaya çıkmış ve rızkını elde edebilmenin yolu kendisine açılmışken, diğerinin çıkıp onu îf-sad etmesi, hakkını elinden almaya kalkışması bir tür zulümdür.

Kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık da aynı şekildedir ve önceki müşterinin mutazarrır olmasına sebep olur.

Pek çok niza ve kin duygusunun temelinde bu iki tür davra­nış vardır.

Alıcı olmadığı halde, alıcıymış gibi davranıp pazarlık kızıştır­manın ve böylece fiyat artırmanın müşteriyi zarara sokacağı açık­tır. [1222]

 

Şehirlinin Bedevi Namına Satışı:

 

Bu şöyle olur: Bedevî/köylü malını şehire getirir ve onu o gün­kü rayiç fiyattan satmak ister. Şehirli gelir ve ona: "Malını benim yanımda bırak, ben onu zaman içinde daha pahalıya satayım," der.

Bedevi daha ucuz fiyata satacak olsa ve böylece şehirliler bundan yararlansa, sonuç itibariyle bundan kendisi de yararlan­mış olacaktır. Çünkü tüccarın yaptığı iş iki şekilde olur:

i. Bekleterek son derecede ihtiyacın arttığı bir ortamda paha­lı bir fiyattan satmak. Bu durumda mal uzun süre elinde kalır ve dönmez.

ii. Az bir kârla satıp, hemen tüketip, arkasından yine mal ge­tirip piyasaya sürmek, böylece sürümden kazanmak. Bu ikinci yol, hem tüccar için hem de şehir halkı için daha uygun olacaktır ve bereketi de boldur. [1223]

 

İhtikâr:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim ihtikâr yaparsa, o günahkârdır.[1224]

"Pazara mal sürenin (câlib, ithalatçı) rızkı bol olur; ihtikârcı ise melundur. [1225]

Çünkü şehir halkının ihtiyacına rağmen malı, sırf pahalansın da yüksek fiyattan satsın diye karaborsada tutmak, piyasaya sür­memek onlara zarar veren bir tasarruftur ve bu şehir düzenini bo­zar. [1226]

 

8. Müşteriyi Aldatmaya Yönelik Olması:

 

Yasak sebeplerinden biri, malın müşteriye olduğu gibi göste-rilmeyip, kusurunun gizlenmesidir. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur:

"Sütlü gözükmesi için deve ve koyunu sağmayarak müşteriyi aldatmayın! Kim böyle bir hayvanı satın alırsa, onu sağdıktan sonra iki şey arasında muhayyerdir: Razı olursa tutar, razı olmaz­sa onu beraberinde bir sâ' hurma (bir rivayette "bir sâ' yiyecek, buğday değil" diye de gelmiştir) ile birlikte iade eder. [1227]

Hadiste geçen "tasriye" kelimesi, müşterinin sütlü sanmasını sağlamak için hayvanı birkaç gün sağmayarak sütünü memesinde toplamak demektir. Bu şekilde hileli bir satış, meclis ya da şart muhayyerliği olan akde benzer. Çünkü akit sanki, malın sütlü ol­ması şartı üzerine kurulmuş gibidir. Dolayısıyla mesele, "el-Harâcu bi'd-damân= Cereme kime semere ona[1228] ilkesinin kapsa­mına girmez.

Sonra sağılan sütün tüketildikten sonra miktarının bilinmesi imkânsızdır. Özellikle de tarafların cimri davranmaları durumun­da çözüm iyice zorlaşır. Bu gibi durumlarda, galip hali dikkate ala­rak nizayı Önleyecek orta bir sınır getirmek gerekir. Deve sütünde ağır bir koku olur, (çok ve) ucuz bulunur; koyun sütü lezzetli olur, (az ve) pahalı bulunur. Dolayısıyla ikisinin hükmü aynı olur. Bu durumda günlük yiyecek maddesi olan Hicaz'da hurma, bizim bu­ralarda arpa ve mısırdan pirinç ve buğday değil, çünkü bunlar en kaliteli ve en pahalı gıda maddeleridir bir sâ' verilmesine hükmetmek taayyün eder.

Bu hadisle amel etme konusunda başarılı olamayan bazı kim­seler kendilerinden bir kaide koyarak şöyle bir mazeret ileri sür­müşlerdir: "Fakih olmayan bir râvî tarafından rivayet edilen her hadis, eğer re'ye uygun düşmüyorsa, onunla amel edilmez." Bu kaide her ne kadar kendi içerisinde tartışmaya açık ise de, bu ha­dise zaten uymaz. Çünkü hadisi Buhârî, İbn Mes'ûd'dan (r.a.) da tahrîc etmiştir ki, İbn Mes'ûd'un fıkhı hakkında hiçbir diyecek yoktur. Hem bu takdir, şer'an belirlenmiş diğer miktarlar gibidir ve akıl, ondaki güzelliği bir ölçüde idrak edebilir. Özellikle bu mik­tarın belirlenmesindeki hikmeti ise, ancak ilimde rüsûh mertebesi­ne ulaşmış kimselerin akılları kavrayabilir.

Rasûlullah (s.a.), içinde ıslaklık bulunan zahire yığını hak­kında da şöyle buyurmuştur:

"Onu zahirenin üstüne koysaydın da insanlar görseydi ya! Al­datan bizden değildir.[1229]

 

9. Aslen Mubah Olan Bir Şeyin Satımına Kalkışılması:

 

Yasaklık gerekçelerinden biri de, aslında mubah olan ve her­kesin istifadesine sunulmuş bulunan bir şeyin satımına kalkışıl-masıdır. Meselâ bir kaynak suya zorba birinin el koyup, satmaya kalkışması gibi, Bu, Allah'ın mülkünde haksız bir yolla tasarrufa girişmektir ve insanlara zararlı olmaktadır. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.), otlak satımına vasıta olarak kullanılan suyun fazla kısmını satmayı yasaklamıştır. [1230]

Bu şöyle olur: Zorba biri kalkar ve bir su kaynağına ya da va­diye el koyar ve hiçbir kimsenin hayvanlarını orada ücretsiz suîamasına müsaade etmez. Bu, mubah olan ot/otlakm para karşılı­ğında satılması anlamına gelir. Bu ise bâtıldır. Çünkü su ve ot/ot­lak herkes için mubahtır. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur:

"Allah Teâlâ, ona, 'Bugün, fazl ü keremimi senin elinin emeği olmayan şeyi esirgediğin gibi senden esirgiyorum.' buyurur: [1231]

Şöyle de denilmiştir: İhtiyaç miktarından fazla olan suyu, içmek ve hayvanlarım sulamak isteyen kimseye satmak haramdır. Nitekim bu manada olmak üzere Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur:

"Müslümanlar üç şeyde müşterektirler: Su, ot/otlak ve ateş.[1232]

Bence hadis, bu sayılanlardan mülk altında olanlarda yar­dımlaşma halinde olmanın müstehaplığını güçlü bir şekilde ifade eder. Mülk olmayanlarda ise hüküm zaten açıktır. [1233]

 

ALIŞ VERİŞLE İLGİLİ BAZI HÜKÜMLER

 

Ticarî Muamelelerde Hoşgörülü Davranmak:

 

Rasûlullah fs.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah, satarken, alırken, hakkını tahsil ederken müsamahalı davranan kula rahmetiyle muamele buyursun![1234]

Semahat, temel huylardan biridir. Nefsin tezkiye ve kemâli ancak onunla mümkündür; hatalarla kuşatılmaktan kurtulması bu haslete sahip olmasına bağlıdır. Öbür taraftan şehir düzeninin sağlanmasında da önemli yeri vardır. Halk arasındaki yardımlaş­manın mesnedini semahat vasfı oluşturur. Almak, satmak, borç tahsil etmek gibi muameleler, semahat vasfıyla ters düşebilecek bir mahiyet arzeder. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.) buna dikkat çek­miş ve bu gibi muamelelerde müsamahalı davranmanın müste-haplığını beyan buyurmuştur. [1235]

 

Alış Veriş Esnasında Yemin Etmek Mekruhtur:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: 'Yemin; malı bitirir, bereketi götürür. [1236]

Alış veriş esnasında çokça yemin etmek iki sebepten dolayı mekruhtur:

i. Karşıdaki insanların aldatılmasına sebep olur.   

ii. Kalpte Allah Teâlâ'nın ismine saygı kalmaz.

Yalan yemin, malı bitirir; çünkü sürüm müşteriyi inandırma­ya bağlıdır, yemin de bunu yapar; bereketi de götürür; çünkü bere­ket meleklerin hayır dualarına mazhar olmasına bağlıdır. Melek­ler ise, yaptığı kötü muamele sebebiyle ondan uzaklaşmışlar, hatta beddua eder olmuşlardır.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ey tüccar topluluğu! Şüphesiz alış veriş esnasında yersiz sözler, yalan eksik olmaz. Bu itibarla ona sadaka karıştırın.[1237]

Sadaka, işlenen günahlara keffâret olacak, nefsin taşkınlığı sebebiyle kaçırılan şeyleri bir tür telafi edecektir. [1238]

 

Altın Paraların, Gümüş Paralarla Mübadelesi:

 

Rasûlullah (s.a.), altın alacağının gümüşten, gümüş alacağı­nın da altından tahsilinin, behemehal akit meclisinde o günün ku­rundan bedellerin kabzedilmiş olması şartıyla caiz olacağını beyan etmiştir. [1239]

Çünkü eğer aralarında akit sona ermez ve bir şey kalırsa, meselâ altının gümüşle bozulmasının sarrafların söyleyeceği orana bağlı olması, yahut tartma memurunun tartmasına bağlan­ması gibi o zaman tarafların itiraz etmeleri ve niza çıkarmaları mümkündür; dolayısıyla muamele şaibesiz olmaz. O yüzden, sarf muamelesinin akit meclisinde bitirilmesi şart koşulmuştur. [1240]

 

Satılan Ağaç Üzerindeki Meyveler;               

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir hurmalığın ağaçlan aşılanma işlemi bittikten sonra satın alınırsa, o ağaçların meyvesi aşılama işlemini yapan satıcıya aittir; ancak müşterinin şart koşması hali hariç. [1241]

Çünkü bu işlem, ağacın üzerinde icra edilmiş fazladan bir iş­tir. Meyve bunun sonucu kendi mülkünde iken ortaya çıkmıştır. Bu haliyle meyve, kişinin evine koyduğu bir eşyaya benzer. Dolayı­sıyla onu, kendi hakkı olarak elde etmesi gerekir. Ancak akit esna­sında aksi durum tasrih edilmişse o zaman durum başka olur. [1242]

 

Akitte Koşulan Şartlar:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın kitabında olmayan her şart, bâtıldır.[1243]                   

Hadisten murad, hakkında yasak olan ve Allah'ın hükmünde yeri olmayan şartlardır; yoksa mücerred Kur'ân'da bulunmayan şart demek değildir. [1244]

 

Velâ Hakkı Satılmaz:

 

Rasûlullah (s.a.), velâ hakkının satımını ve hibe edilmesini yasaklamıştır. Çünkü velâ, mevcut ve munzabıt bir mal değildir; sadece nesebe tâbi bir haktır. Nasıl ki nesep satılamazsa, velâ da satılamaz. [1245]

 

Nimet, Külfet Karşılığındadır:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "el-Harâcu bi'd-damân- Cereme kime semere onadır. [1246] Niza, ancak semerenin, cereme karşılığında olmasına hükme-dilmesi halinde kalkar. Aldığı malı kusurlu olduğu için iade eden kimseden, bu esnada maldan yararlandığı şeyleri de iade etmesi istenecek olsa, tüketilen malın getirişinin ne kadar olduğunu belir­lemek çok zor olacaktı. Rasûlullah (s.a.), bu kuralı koymak sure­tiyle doğabilecek nizaların önünü almıştır. Aynen cahiliye döne­minde yapılan miras taksimlerini olduğu hal üzere ibka etmesi ve bu şekilde nizaların Önünü alması gibi. [1247]

 

Alış Veriş Sonunda Taraflar Arasında İhtilâf Çıkması:

 

Taraflar arasında ihtilâf çıkması halinde söz, satıcının sözü­dür. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Taraflar arasında ihtilâf çıkar, mebî ellerinde mevcut olur, ellerinde bir beyyine de olmazsa; söz satıcının sözüdür, yahut her­kes aldığını geri verir. [1248]

Nizânın bu şekilde sona erdirilmesi şunun içindir: İlke, bir şe­yin kişinin mülkünden sahih bir akit ve karşılıklı rıza olmadan çıkmamasıdır. Arada tartışma bulunduğu zaman, ilkeye baş vur­mak gerekir. Mebi, satıcının kesin malıdır ve halihazır elindedir yahut sıhhati kesinleşmemiş olan akitten Önce elinde idi. Bu gibi durumlarda söz, mal sahibinin sözüdür. Ancak alıcı da bu durumda muhayyerdir. Zira bey' akdi, karşılıklı rıza esasına dayanır. [1249]

 

Şufa (Onalım) Hakkı:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şufa, taksim edilmemiş şeylerdedir. Sınırlar belli oldu,.yol ayrıldı mı artık şufa yoktur.[1250]

"Komşu, bitişiğindekine herkesten daha çok hak sahibidir. [1251]

Şufa hakkında asıl, komşu ve ortaklardan doğabilecek zara­rın kaldırılmasıdır.

Bence şufa iki türlüdür:

i. Mülk sahibinin, şufa hakkı bulunan kimseye malını arzet-mesi kendisi ile Allah Teâlâ arasında (diyaneten) vacip olan, onu başkalarına tercih etmesi gereken, fakat kazaen icbar edilemeyen şuf adır. Bu, ortak olmayan komşu hakkındadır.

ii. Kazaen de icbar edilen şufa. Bu, sadece ortak olan komşu için söz konusudur.

Bu izah, konuyla ilgili farklı hadislerin arasını da telif etmiş olur. [1252]

 

Ikâle[1253] Müstehaptır:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, müslüman kardeşinin pişman olduğu bir akitten vaz­geçerse, Allah Teâlâ da, kıyamet günü onun hatasını affeder. [1254]

Kişi yaptığı akitten dolayı pişman olabilir. Bu durumda kar­şısındakinin, onun zararını önlemek için o akitten vazgeçmesi müstehap olur. Bu vacip değildir; çünkü akit bağlayıcıdır, kişi ken­di hür iradesiyle onun altına girmiştir, sonucuna katlanmak zo­rundadır. [1255]

 

Akitte İstisna:

 

Hadiste, Câbir'in (r.a.), devesini yolda iken Rasûlullah'a (s.a.) sattığı ve evine varıncaya kadar binmesini istisna ettiği bildiri­lir.[1256]

Bu hadis, tarafların bağışlar-olacağı, önemsiz addedecekleri konularda nizaya sebep olmayacak istisnaların caiz olduğunu gös­terir. Çünkü yasağın gerekçesi, istisnanın münakaşaya sebep ol­masıdır. [1257]

 

Anne İle Yavrusu Arasını Ayırmak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim anne ile yavrusu arasını ayırırsa, Allah Teâlâ kıyamet gününde kendisi ile sevdikleri arasını ayırır. [1258]

Rasûlullah (s.a.), iki köle kardeşten birini satan Hz. Ali'ye, "Onu geri al!" buyurmuştur[1259]

Anne ile yavrusu arasını ayırmak, onları yalnızlığa iter, fer-yad ve figanlarına sebep olur. Kardeşlerin arasını ayırmak da ay­nıdır. Bu itibarla insanın bu gibi davranışlardan kaçınması gere­kir. [1260]

 

Cuma Vakti Alış Veriş Yapmak:

 

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Cuma günü namaza çağrıldığında hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın! [1261]

Yasak hükmü, imamın minbere çıktığı anda okunan ezana bağlıdır. Alış veriş ve benzeri tasarruflarla uğraşmak çoğu kez na­mazın terki, hutbe dinlemenin terki gibi sonuçlara sebebiyet verir Bu itibarla cuma (iç) ezam ile birlikte bu gibi tasarrufların yapıl­ması yasaklanmıştır. [1262]

 

Narh Koyma: Fiyat Sınırlaması:

 

Hadiste belirtildiğine göre Rasûlullah (s.a.) zamanında fiyat­lar yükselmişti. İnsanlar Rasûlullah'a (s.a.) başvurarak fiyatlara narh koymasını istemişlerdi. Rasûlullah (s.a.) bu isteğe şöyle ce­vap verdi:

"Fiyattan belirleyen; yükselten ve alçaltan, rızkı veren ancak Allah'tır. Ben, şüphesiz Allah Teâlâ'ya üzerimde hiçbir kimsenin hakkı olmadan kavuşmayı umuyorum.[1263]

Aslî hüküm; müşterilerle, mal sahibi satıcılar arasında dengeyi bulmak ve her iki tarafın da zarar görmemesini, zarar gö-receklerse her iki tarafın da eşit oranda görmesini sağlamaktır. Bu ise gayet zordur. Bu itibarla Kasûlullah (s.a.), bundan sakınmış ve müdahalesinin kendisinden sonra gelen yöneticiler tarafından bir sünnet edinileceğinden endişe etmiştir. Bununla birlikte satıcıla­rın, herkesçe açık bir zulüm yaptıkları görülürse, o zaman duru­mun değiştirilmesi caizdir. Çünkü bu yeryüzünde bozgunculuktur; önlenmesi gerekir. [1264]

 

Borç İlişkilerinin Yazılması Ve Şahit Tutulması:

 

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borç­landığınız zaman, onu yazın[1265]

Borçlanma, tartışma ve nizaya en çok sebebiyet veren bir mu­amele türüdür. İhtiyaç bulunduğu için ondan vazgeçme imkânı da yoktur. Bunun için Allah Teâlâ, borç ilişkilerinin yazılması ve üze­rine şahit tutulması konusunda kesin emrini indirmiş; teminat ol­mak üzere rehin ve kefalet müessesesini meşru kılmış; şehâdette bulunmayıp, olayı saklamanın günahım açıklamış, kitabet (noter­lik) ve şahitlik görevini sosyal içerikli yükümlülüklerden kılmıştır. [1266]

 

Selem Akdi:

 

Rasûlullah (s.a.) Medine'ye geldiği zaman, insanlar meyve ko­nusunda bir, iki, üç,,, sene gibi sürelerle selem muamelesinde bu­lunuyorlardı. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Her kim, bir şey konusunda selem akdi yapacaksa, belli ölçü­de, belli tartıda, belli bir müddete kadar yapsın![1267]

Bu kayıtlar, mümkün mertebe nizanın önünü almak içindir. Aşırılığa kaçmaksızın, bir şeyi belirleyecek diğer evsaflar da hadis­te zikredilen kayıtlara kıyas edilmiştir.

Karz (borç verme), işin başı itibariyle teberru gibidir. Ayrıca iare manası da taşır. Bu yüzden nesîe (ödenmesi sonraki bir tarih­te olmasına rağmen) caiz olmuş, ancak Ödemede fazlalık haram sa­yılmıştır. [1268]

 

Rehin:

 

Rehin, teminat esasına dayanır. Bu ise rehinin kabzı ile olur. Bu yüzden rehinde kabz şartı aranır.

Bence, "Rehin, rehini veren sahibine karşı kapatılamaz; geti­rişi de götürüşü de ona aittir. [1269] hadisiyle, [1270]"Binek, eğer rehinse nafakası karşılığında sırtına binilir; sağmal hayvanın sütü, eğer rehinse bakımı karşılığında içilir; bakım masrafı binen ve içen üzerinedir. [1271] hadisi arasında farklılık yoktur. Çünkü birinci hadis, rehin ile ilgili olarak yapılacak asıl görevi belirtmektedir. Yani borçlu borcunu öder ve rehini kurtarır, ödeyememesi halinde ise hemen alacaklının olmaz. [1272] Ancak rehin veren kimse, rehinin ba­kım masraflarını karşılamaya yanaşmaz ve helâkından da korkulursa, rehini elinde bulunduran onun bakımını üstlenmiş ise, o takdirde örfen âdil görülecek şekilde rehinden yararlanabilir. [1273]

 

Ölçü Ve Tartıda Hile:

 

Rasûlullah (s.a.), ölçü ve tartı işleriyle uğraşanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

"Siz öyle iki şeyi üstlenmiş bulunuyorsunuz ki, sizden önceki ümmetler bu ikisi yüzünden helak olmuşlardır. [1274]

Ölçü ve tartıda hile yapmak, hiyanet ve kötü bir muamele olması hasebiyle haram kılınmıştır. Mutaffifın sûresinde Allah Teâlâ, bu işi âdet edinen Hz. Şuayb'ın (s.a.) kavminden bahsetmiş ve şöyle buyurmuştur:

"İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara ver­mek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazık­lar olsun![1275]

 

İflâs Ve Aynî Hak:

 

Rasûhıllah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir adam iflâs eder, alacaklı olan da malını aynen onun ya­nında bulursa, o malda diğer alacaklılardan daha çok hak sahibidir. [1276]

Çünkü aslında o mal kendi malıydı ve hiç kimsenin hakkı yoktu. Sonra tuttu ve onu sattı. Satarken de elinden çıkmasına karşı parasını alacağını düşünüyordu ve bunun için satmaya razı olmuştu. Satış, semenin ödenmesi şartıyla yapılır. Ödemeyince, mebi aynen elinde olduğu sürece satıcının akdi bozma hakkı var­dır. Mebînin aynen bulunmaması ya da elden çıkması halinde ise, satıcının onu geri alma imkânı kalmaz ve onun alacağı da artık di­ğer alacaklılarınki gibi işlem görür. [1277]

 

Borçluya Kolaylık Göstermek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Her kimi, Allah'ın kıyamet gününün dehşetinden kurtarması memnun ederse, dardakine nefes aldırsın, yahut alacağını ona ba­ğışlasın!" [1278]

Bu hadis, semâhatli olmaya çağırmaktadır. Semahat ise daha Önce zikrettiğimiz gibi, dünya ve âhirette fayda veren, mutlu olma­yı sağlayan dört temel hasletten biridir. [1279]

 

Borcun Ödenmemesi:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Varlıklı kimsenin borcunu sürüncemede bırakması zulüm­dür. Biriniz bir zengine havale olunursa, havaleyi kabul etsin![1280]

Bu emir, müstehaplık ifade eder; çünkü o nizamn sona erme­sini sağlar.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Varlıklı kimsenin temerrüdü, şerefine dokunulmasını ve cezalandırılmasını helâl kılar.[1281]

Şerefine dokunma ve cezalandırma; kendisine ağır söz söyle­me, hapsetme ve şayet başka malı yoksa elindekini satmaya icbar etme şeklinde olur. [1282]

 

Sulh Caizdir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Müslümanlar arasında sulh caizdir; ancak helâli haram kı­lan, haramı helâl kılan sulh hariç. Müslümanlar, koştukları şart­lar üzeredirler; ancak helâli haram kılan, haramı helâl kılan şart hariç. [1283]

İbn Ebî Hadred olayında[1284] da olduğu gibi, borcun bir parça­sından vazgeçmek de sulh kapsamına girer.

Bu hadis, muamelâtla ilgili genel esaslardan birini teşkil eder. [1285]

 

TEBERRU (BAĞIŞ) VEYARDIMLAŞMA

I- TEBERRU

 

TEBERRU ÇEŞİTLERİ:

 

Bağış türünden tasarrufla^ çeşitli kısımlara ayrılır: [1286]

 

1. Sadaka:

 

Eğer teberru, Allah Teâlâ'nm rızası kastedilerek yapılıyorsa, sadakadır. Bu takdirde bizzat Allah Teâlâ tarafından belirlenen yerlere verilir:

"Şüphesiz ki sadakalar ancak fakirlere, yoksullara... aittir."[1287]

 

2. Hediye:                                                    

 

Teberruda verilen kimsenin hatırı kastediliyorsa hediye olur. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kime bir hediye verilirse, ona karşılık versin. Eğer verecek bir karşılık bulamazsa ona övgüde bulunsun. Çünkü kim övgüde bulunursa teşekkür etmiş olur. Kim de gizlerse, nankörlük etmiş olur. Kendisine verilmeyen bir şeyle, böbürlenmeye çalışan, sahte iki elbise giyinen[1288]gibidir. [1289]

 

Hediye Kaynaşmayı Sağlar:

 

Hediyeden maksat, insanlar arasında ülfet, muhabbet ve kay­naşmanın sağlanmasıdır. Bu ise, ancak hediyeye karşılık verilmesi sayesinde gerçekleşir. Çünkü hediye, hediye edilen kimseye, hedi­ye edeni sevdirir; aksi olmaz. Hem veren el, alan elden üstündür. Veren kimsenin, alan kimseye üstünlüğü vardır.

Karşılık vermeden âciz olması halinde ona teşekkür eder ve kendisine olan iyiliğini açıklar. Övgü, onun kendisine olan iyiliğini kabullenmenin ve sevgisini kalpte saklamanın ilk işaretidir; karşı­lıklı sevgi doğurmada hediyenin etkisi gibi etki yapar.

Kim de gizlerse, hediyeden beklenen amaca ters hareket et­miş olur; ülfet, muhabbet ve kaynaşma maslahatına ters düşen, hakkını görmemezlikten gelen bir tavır sergilemiş olur.

Aslında olmayan bir şeyi varmış gibi göstermeye kalkışmak yalandır. Rasûlullah'm (s.a.), "sahte iki elbise giyinen gibidir." sö­zünden maksat, yalandan üstüne bir ridâ, altına da izâr giyen, böylece bütün bedeni yalanla kaplanılan adam gibi olur demektir. [1290]

 

Yapılan İyiliğe Teşekkür Etmek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kime bir iyilik yapılır da, 'Cezâkellâhu hayran = Allah, seni hayırla ödüllendirsin!' diye karşılık verirse, övgüde gerekeni yap­mış olur.[1291]

Rasûlullah'm (s.a.}, karşılık olarak söylenecek sözü bu şekilde belirlemesinin sebebi şudur: Bu gibi yerlerde fazla lakırtı etme, öv­güde aşırılık ve ısrar; daha azı da, hakkı gizleme ve görmeme olur. Müslümanların birbirlerine verecekleri karşılıklarda en güzel söz, âhireti hatırlatıcı, işleri Allah'a ısmarlayıcı unsurlar içeren sözler­dir. Bu söz de, bu unsurları taşıması ve maksadı ifa etmesi bakı­mından teşekküre elverişli görülmüştür. [1292]

 

Hediye, Kini Giderir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Hediyeleşin; çünkü hediye kinleri giderir." Bir rivayette de, "Göğüsteki kin ve öfkeyi giderir. [1293] buyurmuştur.

Hediye az da olsa, hediye verilen kimseye saygı duyulduğunu, onun dikkate alındığını, onun sevildiğini, ona karşı bir arzu duyul­duğunu ifade eder. "Sakın bir komşu kadın, bir koyun paçasıyla

da olsa, komşu kadına hediye vermeyi hor görmesin. [1294] hadisi, işte bu manaya işaret eder. Bu yüzden hediye, kin ve düşmanlık duy­gularının giderilmesi için uygun bir yol olmuştur. Şehirde ve ma­hallede tam bir kaynaşmanın sağlanması, hediyeleşmeyi gerekli kılar. [1295]

 

Çiçek Hediye Etmek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kime bir reyhan (güzel koku) sunulursa, onu geri çevirmesin; çünkü o minneti az, kokusu güzel bir hediyedir. [1296]Reyhan ve benzeri şeylerin hediye edilmesi halinde geri çevir­menin mekruh olması; külfetinin az olması, insanların kendi ara­larında bu yolla hediyeleşir olmaları yüzündendir. Böyle bir hedi­yenin kabulünde, fazla bir minnet olmaz; hediye etmesi de fazla bir külfet getirmez. Bu yolla hediyeleşmek, insanlar arasındaki ül­fet ve muhabbeti artırır. Reddi ise araların açılmasına, kin ve düş­manlık beslenmesine sebep olur. [1297]

 

Hibeden Dönme:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Hibesinden dönen, kusmuğuna dönüp onu yiyen köpek gibi­dir. Bize böyle bir şey yakışmaz. [1298]

Hibeden dönmenin mekruhluğu şundandır: Malından hibe et­mek üzere ayırmış olduğu şeyi hibe etmekten vazgeçmenin sebebi ya cimriliktir, ya ona karşı öfkedir, ya da ona zarar verme arzusu­dur. Bütün bunlar, kötü huylardır; dolayısıyla onlardan kurtul­mak gerekir.

Hibe yapıldıktan sonra onun bozulması, kin ve düşmanlığa sebep olur. Baştan hiç vermemek ise öyle değildir. Rasûlullah (s.a.), malından hediye vermek üzere ayırdığı bir şeyi vermekten vazgeçip, hibesine tekrar dönen kimseyi, kustuğunu yeniden yiyen köpeğe benzetmiştir. Böylece hibeden dönmenin ne manaya geldi­ğini çok açık ve net bir şekilde onlara göstermek istemiş, bu halin çirkinliğini son derece üstün bir üslupla açıklamıştır. Ancak hibe­den dönülmesi, bir münakaşanın kalkmasına sebep olacaksa ba­banın bir oğlunu kayırarak hibede bulunması gibi o zaman dön­mek caiz olacaktır. Nitekim Rasûhıllah (s.a.) buna hadislerinde işaret etmiştir.[1299]

 

Çocuklar Arasında Ayırım Yapmak:

 

Rasûlullah (s.a.), çocuklarından birine, diğerlerine vermediği hediyede bulunmak isteyen bir kimseye şöyle buyurmuştur:

"Onların hepsinin sana aynı şekilde iyi davranmalarını ister misin?" Adam, "Evet," deyince Rasûlullah (s.a.), ona:

"Öyle ise hayır!" buyurmuştur. [1300]

Çocuklar arasında ayırım yapıp, bazılarına hibede bulunup, bazılarına vermemenin mekruh olması şundandır: Bu, çocuklar arasında kin, babaya karşı da düşmanlık doğurur. Rasûlullah (s.a.), çocuklar arasında ayırım yapmanın, ihmal edilen çocuğun kayırılan çocuğa karşı kin ve düşmanlık beslemesine sebep olacagına, onun bunu unutmayacağına ve babasına karşı iyi davranma­ması sonucunu doğuracağına işaret buyurmuştur. Böyle bir sonuç ise, ev düzeninin bozulması demektir. [1301]

 

3. Vasiyet:

 

Teberru, ölüme bağlı ise vasiyet adını alır.

Vasiyet sünnettir. Çünkü insanoğlu mülke karşı haristir ve cimri davranır. Ölüm sebebiyle ondan müstağni olma anı yaklaştı­ğında, hiç olmazsa o anda ihmal gösterdiği bazı şeyleri telafi et­mek, yardım etmesi gereken bazı kimselere yardımcı olmak ister. [1302]

 

Üçte birden fazla vasiyet edilmez:  

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Üçte birini vasiyette bulun; aslında üçte bir de çoktur. [1303]

Kişinin ölümüyle birlikte mal varlığı, mirasçılarına intikâl eder. Bu Arap-Acem bütün insanlarca böyledir ve fıtratın bir par­çası ve sayılamayacak kadar çok maslahat için gerekli bir şey ka­bul edilir. Kişi hastalanıp da Ölüme yaklaştığı zaman, mirasçılar için haklarına ulaşma yolu açılmış olur. Hal böyle iken, onların beklentilerinin boşa çıkarılması, haklarının yenmesi ve onlara karşı ihmal gösterilmesi anlamına gelir.

Sonra hikmet, kişinin malını kendisinden sonra, hayatında iken kendisine en yakın olan, her zaman için kendi yanında yer alan, ona en çok yardımcı ve destek olan kimsenin almasını gerek­tirir. Bu konuda baba ve oğulun ve diğer yakınların yerini hiç kim­se tutamaz. Bu manayı ifade etmek üzere Allah Teâlâ şöyle buyu­rur:

"Allah'ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabalar) birbirleri­ne (varis olmaya) daha yakındırlar.[1304]

Bununla birlikte çoğu kez, başkalarına yardımcı olmayı ge­rektiren durumlar olur. Kimi zaman özel durumlar mirasçıların dışında başkalarının tercihini gerektirir. Bu durumda mutlaka bir sınır konularak bu gibi durumların da dikkate alınması ve bu tür yardımların sağlanması gerekir. Bu sınır üçte birdir. Çünkü böyle bir durumda mirasçıların tercih edilmesi gereklidir. Bu da, tereke­nin yarıdan daha fazla kısmının onlara ayrılmasıyla olur. İşte bu ilkeden hareketle Rasûlullah (s.a.) üçte ikiyi mirasçıların mahfuz hakkı olarak belirlemiş, geriye kalan üçte biri de vasiyet yoluyla başkalarına tahsis imkânı tanımıştır. [1305]

 

Varise, Vasiyet Yoktur:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir; dolayısıyla varise vasiyet yoktur. [1306]

Cahiliye döneminde insanlar, vasiyet yoluyla birbirlerine za­rar veriyorlar, ilâhî hikmetin gereğine aldırmıyorlardı. Kimi, hak­kı ve yardımı gerekli olanı terkediyor ve kendi güdük aklıyla daha uzakta olanı tercih ediyordu. Bu kapının kapatılması gerekiyordu. Keza bu yapılırken, şahısların özel halleri değil de genel olarak herkese nisbetle söz konusu olan yakınlıkların dikkate alınması gerekiyordu. İşte bu sebeple miras hükümleri, nizaları kesmek, kin ve düşmanlık duygularının beslenmesinin önünü almak için kesin bir şekilde yer edince, bu nizamın bozulmaması için varise ayrıca vasiyet edilmemesi hükmünün de konulması gerekti. Çün­kü varise vasiyet, miras alanında belirlenmiş olan oranları bozar ve genel amaca ters düşer. [1307]

 

Vasiyetin Hazır Bulundurulması Müstehaptır:

 

Rasûluilah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Vasiyet etmek istediği bir şeyi bulunup da üzerinden bir gece geçen müslümanın hakkı, ancak vasiyetinin yanında yazılı bulun­masıdır. [1308]

Ansızın ölümün gelebilmesi, yahut beklenmedik bir kaza ol­ması korkusuyla vasiyetin her an için hazır olması müstehap kı­lınmıştır. Aksi takdirde kişinin, Ölüm anında yerine getirilmesini istediği son arzusu gerçekleştirilemez; hasret ve nedamet üzere gi­der. [1309]

 

4. Umrâ:

 

Rasûluilah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir kimseye ve çocuklarına ömürlük bir mülk veri­lirse, o mülk verilen kimsenin olur; verene dönmez. Çünkü o, öyle bir şey vermiştir ki, onda miraslar cari olmuştur. [1310]

Rasûluilah (s.a.) zamanında, ardı arkası kesilmeyen münaka­şalar olurdu. Bunlara bir son verilmesi, RasûluIIah'ın (s.a.) gönde­riliş amaçlarından biri oluyordu. Bunlar ribâ, kan davaları... gibi şeylerdi. Bazı insanlar, başkalarına umrâ yoluyla mülk vermişler, sonra ölüp hayattan çekilmişler ve arkalarından yeni nesiller gel­mişti. Bunlar ne yapacaklarını bilememişler ve aralarında müna­kaşalar doğmuştu. Bunun üzerine Rasûluilah (s.a.}, açıklamada bulunarak, eğer hibede bulunan kimse "Sana ve çocuklarına" de­mişse, bunun bir hibe olduğunu, çünkü gerçek bir hibeye ait Özel­liklerle onu ifade etmiş olduğunu; eğer "yaşadığın sürece sana" di­ye kayıt koymuşsa, o zaman ümranın, ölümüne kadar kullanacağı bir iare olduğunu; çünkü hibe ile bağdaşmayacak bir kayıtlamada bulunduğunu belirtmiştir. [1311]

 

5. Vakıf:

 

Teberru çeşitlerinden biri de vakıftır. Cahiliye döneminde in­sanlar vakfı bilmezlerdi.[1312] Rasûluilah (s.a.), diğer sadaka türlerin­de bulunmayan maslahatlar içermesi sebebiyle vakıf usûlünü orta­ya koydu. Şöyle ki: İnsan, Allah yolunda pek çok mal harcayabilir, sonra tükenir. Muhtaç olan fakirlerin ise ihtiyacı bitmez ve onlar tekrar muhtaç olurlar. Arkadan gelen diğer yoksullar ise, mahrum kalırlar. Bu durumda hem yoksullar, hem de toplum için vakıf usûlünden daha güzel bir şey olamaz.

Vakıf, mülkün aslı mâlikin mülkünde kalmak şartıyla, gelir­lerinin fakirlere, yolda kalmışlara... tahsis edilmesi ve böylece sü­rekli olarak onların ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlayan bir kurumdur. RasûluIIah'ın (s.a.), Hz. Ömer'e söylediği şu sözü vakfın esasını oluşturur:

"Dilersen eline geçirdiğin bu mülkün aslını hapseder, gelirle­rini tasadduk edersin..."

Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), Hayber'deki bu enfes mülkü­nü, aslı satılmamak, hibe edilmemek, varis olunmamak şartıyla yoksullara, akrabalara, kölelere, Allah yolunda olanlara, yolcula­ra, misafirlere tasadduk etti. Mütevellisinin maruf ölçüde yeme­sinde, temlik şeklinde olmamak kaydıyla başkalarına yedirmesin­de bir vebal olmayacağını belirtti. [1313]

 

II- YARDIMLAŞMA

 

Teberru gibi, yardımlaşmanın da çeşitli şekilleri vardır. [1314]

 

Yardımlaşma Türleri:

 

Yardımlaşma şekillerinden bazıları şunlardır:

1. Mudârebe: Sermaye birinden, onu ticarette çalıştırmak birinden olmak üzere kurulan bir ortaklık şeklidir. Kârı, araların­da anlaşacakları oranda paylaşırlar.

2. Mufâvada: İki kişinin, alıp sattıkları her şeyde ortak ol­maları üzere kurdukları bir ortaklık şeklidir. Kâr aralarında ortaklaşadır ve ortaklardan her biri diğerinin hem kefili hem de ve­kilidir.

3. Inân: Muayyen bir mal üzere aynı şekilde ortaklık kur­maktır. Bunda ortaklardan her biri diğerinin vekilidir; fakat kefili değildir.

4. Şirket-i sanâv: Meselâ iki terzi ya da boyacının bir araya gelip, her birinin iş alması ve kazançlarının aralarında ortak ol­masıdır.

5. Şirket-i vücûh: Sermayesi olmayan iki kişinin bir araya gelmesi ve kârı aralarında paylaşmak üzere kredilerini kullanarak alım satım yapmalarıdır.

6.  Vekâlet: İki kişiden birinin, diğeri adına akitte bulunma­sıdır.

7. Müsâkât: Ağaçlar birinden, bakımı diğerinden çıkacak meyveyi aralarında paylaşmak üzere kurulan ortaklıktır.

8.  Müzâra'a; Toprak ve tohum birinden, ekip biçmek ve âletler diğerinden olmak üzere yapılan ortaklıktır.

9. Muhabere: Toprak birinden; tohum, araç gereç ve iş diğe­rinden veya iş birinden, başka her şey ise diğerinden olmak üzere yapılan ortaklıktır.

10. İcâre: Bunda bir bakıma kulluk (uşaklık) manası, bir ba­kıma da yardımlaşma manası vardır. Eğer icâreden amaç, bizzat menfaat (hizmet) ise, bunda mübadele tarafı ağır basar. Eğer amaç, hususiyle hizmeti gören kimse ise, o zaman yardımlaşma manası galip olur.

Bu akitler, Rasûlullah (s.a.) gelmeden önce insanlar arasında uygulanagelmekte idi. Bunlar, genelde nizâya sebep olacak unsur­lar içermemektedir. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.) bunları yasakla­mamıştır. Bu akitler, aslî ibâha hükmü üzere bırakılmıştır ve -Ra-sûlullah'ın (s.a.) Müslümanlar, koştukları şartlar üzeredirler; an­cak helâli haram kılan, haramı helâl kılan şart hariç.[1315] huy ruğunun kapsamına dahildir.

Râvîler, Râfi' b. Hadîc hadisi[1316] hakkında aşırı ihtilâfa düş­müşlerdir. Tabiînin ileri gelenleri, müzâra'a akdi yaparlardı. Hayber fethedilince, hurma bahçelerinin onlara bırakılıp çıkan ürünün yarısını vermeleri üzere anlaşılması da toprak kirasının caizliğine delâlet eder. Müzâra'anm yasakhğını bildiren hadisler, arazinin sulak yerlerinden yahut belli bir yerinden çıkacak ürün karşılığın­da yapılması haline hamledilir. Nitekim Rafı' bunu kendisi de ifa­de etmiştir. Veya yasak, tenzihidir ve yardımlaşmanın teşviki ma­hiyetindedir. İbn Abbâs'ın (r.a.) sözü de bunu belirtir. Yahut, bu muamele yüzünden çokça münakaşa eder olmaları sebebiyle o za­mana has bir maslahata matuftur. Zeyd'in (r.a.) sözü de bunu ifa­de etmektedir. [1317]

Allah'u a'lem! [1318]

 

FERÂİZ: MİRAS HUKUKU

 

Bil ki: Hikmet, aynı mahallede yaşayan insanlar arasında yardımlaşmanın, dayanışmanın bir usul olmasını; her bir ferdin, diğerinin zarar ve yararını, kendi zarar ve yararı gibi görmesini gerektirir. Bunun gerçekleştirilmesi İse ancak cibillî olan ve sonra­dan peydahlanan sebeplerle teyit edilen bir şeyle olabilir. Ayrıca bunun bütün insanlık tarihinde tevarüs olunan bir yol olduğunu vurgulamak da gerekir.

Cibillî unsur, baba ile oğul arasında bulunan yakınlık, kar­deşlik ve diğer sevgi bağlarıdır.

Sonradan peydahlanan sebepler; kaynaşma, ziyaret, hedıye-leşme ve yardımlaşmadır. Bunlardan her biri, kişilerin birbirileri-ni sevmesini sağlar. Kötü ve zor durumlarda birbirlerine yardım etme ve dayanışma içinde olmaya iter.

Bunun tevarüs olunagelen bir yol olduğuna gelince, tarih bo­yunca bütün şeriatlar, sılayırahmin vacip olduğunu beyan etmiş ve bu konuda ihmal gösterenleri kınamıştır.

Sonra insanlardan bir kısım, sakat fikirler peşine düşer ve akrabalık ilişkilerini gerektiği şekilde gözetmez, bunun gerekli bir görev olduğunu düşünmez. Bu durum, sılayırahimle ilgili bazı gö­revlerin gönüllü olsalar da olmasalar da insanlara vacip kılın­masını, onların isteklerine bırakılmamasını gerektirir. Bunlar hastanın gerekli hizmetlerinin görülmesi, esirlerin kurtarılması, âkile olarak diyet ödemesine katıhnması, sahip olduğu yakın akra­badan olan kölelerin âzâd edilmesi vb. gibi hükümlerdir.

Bu konuda önemli bir hak, kişinin ölüm haline girmesiyle ar­tık müstağni hale geldiği mal varlığının durumuyla ilgilidir. Bu durumda, malının ev halkı arasında yardımlaşmayı gerektirici şe­kilde faydalı bir yolda harcanması ya da malının kendisinden son­ra akrabalarına sarfedilmesi gerekir. [1319]

 

Ölünün Mallarına En Lâyık Olan, Yakınlarıdır:

 

Bil ki: Ferâiz konusunda ilke şudur: Arap-Acem bütün insan­lar, Ölünün mallan üzerinde en çok hak sahibi olanların, onun ak­raba ve yakınları olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak bundan sonrasında aralarında ihtilâf söz konusu olmuştur.

Cahiliye döneminde insanlar, sadece erkekleri mirasçı kılar­lar, kadınlara ise mirastan bir pay vermezlerdi. Çünkü kabilenin işlerini onlar düzene koyarlar, güvenliğini onlar sağlarlardı. Bu durumda, bir bedel ödenmeden intikâl eden miras mallarına erkekler daha lâyıktı. [1320]

 

Mirasla İlgili İlk Düzenlemeler;

 

Rasûlullah'a (s.a.) miras konusuyla ilgili olarak inen ilk dü­zenlemeler, herhangi bir tayin ve sınırlama olmaksızın, akrabala­ra vasiyette bulunmanın vacipliği idi.

İnsanların durumları farklı farklıdır. Kimi vardır ki, iki kar­deşinden sadece biri kendisine yardım eder; diğeri etmez. Kimi vardır kendisine babası yardım eder... Bu kıyasa göre maslahat, işin insanların kendi takdirlerine bırakılmasını gerektiriyordu. Herkes, kendi görüşünce, kendi yararına olacak düzenlemelere gi­decekti. Sonra şayet vasiyet eden tarafından bir zulüm ya da hak­sızlık yapıldığı ortaya çıkarsa, kadılar devreye girerek bu zulüm ve haksızlığı giderebilecek, vasiyetini değiştirip, düzelteceklerdi.

Hüküm, bir müddet bu minval üzere devam etti. [1321]

 

Miras Âyetinin İnmesi:  

 

Sonra İslâm evrensel bir yapı kazanıp hilâfet-i kübrâ ile igili hükümler inmeye başlayıp, yeryüzünün doğusu ve batısı Rasûlul-lah'ın (s.a.) hükmü altına girince, peygamberlik nurları dünyanın dört bir yanına yayılınca maslahat; bu işi ne ölenlerin insafına, ne de arkalarından kadıların takdirine bırakmanın doğru olmayaca­ğını ortaya koydu. Aksine hükmün, Allah Teâlâ'nın ilm-i ezelîsinde bildiği, Arap-Acem bütün insanların tabiî bir şeymiş gibi kabul ettikleri galip telakkilerine bağlanması gerekiyordu. Tabiî bu konuda da muhalif düşünenler olabilirdi; ancak onların muha­lefeti, genel yaratılış kurallarının aksine doğuştan kulaksız, bu-runsuz olarak yavrulayan hayvanlar gibi şâz ve nadir bir haldir ve dikkate alınmaz.

Allah Teâlâ, bu manayı şu âyette ifade buyurmuştur:

"Onlardan hangisinin size fayda bakımından daha yakın ol­duğunu siz bilemezsiniz.[1322]

 

Miras Hukukuyla İlgili Esaslar:

 

Miras ahkâmıyla ilgili meseleler, bazı genel esaslara dayanır. Bunlar şunlardır: [1323]

 

1. Mirasta İtibar Akrabalığadır:

 

Bu konuda muteber olan tabiî olan birliktelik, yardımlaşma ve sevgidir. Bunlar cibillî bir mahiyet arzeder; sonradan peydah­lanmış birliktelikler gibi değildir. Sonradan olan beraberlikler, munzabıt olmaz. Dolayısıyla bu özellikte olan şeyler üzerine küllî kanunların bina edilmesi mümkün değildir. "Allah'ın kitabına göre rahim sahipleri (akrabalar) birbirlerine (varis olmaya) daha ya­kındırlar. [1324] âyeti bu manayı ifade etmektedir.

Bu esastan hareketle miras hakkı, sadece rahim sahibi akra­balara tanınmıştır. Bunun tek istisnası eşlerdir. Eşler, rahim sa­hiplerine şu gerekçelerden dolayı katılmışlar ve onlar gibi mirasçı kılınmışlardır:

i. Ev idaresi konusunda aralarında yardımlaşma vardır. Her biri, diğerinin kâr ve zararını, kendi kâr ve zararı olarak görür.

ii. Koca, karısının nafakasını karşılar ve malım ona emanet eder, elinde olan şeyleri ona güvenir. Bunun sonucunda koca, ha­nımının geride bıraktığı malın hepsinin ya da bir kısmının gerçek­te kendisinin olduğunu düşünür. Bu sonu gelmez bir münakaşa zemini demektir. İşte şeriat bu derdi, kocaya terekenin dörtte biri­ni, ya da yarısını vermek suretiyle kökünden kesip atmıştır. Böyle­ce bu miktar, kalbini hoşnut edecek ve husumetini kıracaktır.

iii. Zevce, kocasından çocuklar doğurmuş olabilir. Bu çocuklar hiç şüphe yok ki babalarının nesebinden ve onun kabilesinden-dir, onun ait olduğu yere ait olur. İnsanın annesiyle olan irtibatı hiçbir zaman kopmaz. İşte bu yönden zevce de, kabile ile irtibatı hiçbir zaman kesilmeyen rahim sahibi akrabalar arasına katılır ve onlar mesabesinde sayılır.

iv. Kocanın ölümünden sonra zevcenin, kocanın evinde iddet beklemesi gerekir. Elbette ki bunda sayılamayacak kadar çok fay­da vardır. Bu halde iken kadının geçimini üstlenecek kocanın ka­bilesinden bir kimse bulunmaz. Bu durumda kadının maişetinin, kocanın malından karşılanması gerekecektir. Bu, belli bir miktar ile belirlenemez. Çünkü kocanın ne kadar bıraktığı bilinmez. Bu durumda onun hakkının, sekizde bir veya dörtte bir gibi şayi bir hisse kılınması taayyün eder. [1325]

 

2. Akrabalık İki Kısımdır:

 

i. Hasepte, nesepte, mevkide beraberlik sağlayan, aynı kabileden olmayı ve aynı mertebede bulunmayı gerektiren akrabalık.

ii. Hasepte, nesepte aynı mertebede beraber olmayı gerektir­meyen, ancak sevgi ve şefkat bağı ile bağlı olunan ve miras işi şa­yet ölünün kendi takdirine bırakılacak olsaydı asla ihmal etmeye­cek olduğu akrabalık.

Bunlardan birinci türden olanların, ikincisi üzerine tafdili ge­rekir. Çünkü Arap-Acem bütün insanlar, bir adamın mevkiinin ve servetinin elinden çıkıp başka bir kavme geçmesini zulüm ve hak­sızlık görürler ve bunu bir türlü hazmedemezler. Buna karşılık ki­şinin mevkii ve malının, kendisinden sonra kendi kabilesinden onun yerini alacak birine verilmesi halinde bunu adaletin gereği görürler ve rıza gösterirler. Bu, insanların yaratılışlarında mevcut bulunan cibillî bir özellik gibidir ve kalplerinde köklü bir şekilde yer eder. Ancak zamanımızda olduğu gibi nesepler birbirine karı­şır ve insanların yardımlaşma ve dayanışması neseple olmaktan çıkarsa o zaman bu bir istisna olabilir. İstisnalar ise dikkate alın­maz.

İkinci türden olan akrabaların haklarının ihmal edilmesi de caiz olmaz.

Bu esas gereği olarak, annenin mirastan payı, kızın ve kız-kardeşin payından daha az olmuştur. Oysa ki anneye iyilik etmek, onu gözetmek çok daha güçlü bir emirdir. Buna rağmen mirastan daha az almaktadır. Çünkü anne, oğlunun mensup olduğu kabileden değildir, onların hasep ve nesebine ortak değildir, onların bu­lunduğu mevki ve şerefte değildir. Onun yerini dolduran kimseler­den de değildir. Meselâ oğul Hâşimî soyundan olabilir, annesi ise Habeşî olabilir; oğul Kureyşî olabilir, anne ise Arap olmayabilir. Oğul hilâfet hanedanından, anne ise hayat kadını olabilir.

Kız ile kızkardeşe gelince, bunlar kişinin kendi kabilesinden ve ailesindendir.

Annenin çocukları (anne bir kardeşler) da mirasçı olmaları halinde üçte birden fazlasını asla alamazlar.

Şöyle ki: Adam Kureyşli, anne bir kardeşi ise Temimli olur. Bu iki kabile arasında husumet olabilir ve bu durumda herkes, di­ğer kabileye karşı kendi kabilesine yardım eder. Dolayısıyla anne bir kardeşler ayrı ayrı saflarda yer alırlar. Bu durumda insanlar, anne bir kardeşin, öz kardeş gibi sayılmasını hakkaniyetli bulmaz­lar.

Rahim sahibi akrabalara katılan zevce de, miras payları ara­sından en azım (dörtte bir ya da sekizde bir) alır. Birden fazla ol­maları halinde ise, bu payı kendi aralarında paylaşırlar; asla diğer mirasçıların payına uzanamazlar. Dikkat edilirse zevce, kocanın ölümünden sonra bir başkasıyla evlenebilir ve aile ile olan ilgisi tamamiyle kesilir. Bu da onların aileden olmadığını gösterir ve payları bu yüzden az olur. [1326]                                                                

 

Mirasçı Olma, Şu Üç Manaya Bağlıdır:

 

Kısaca, insanların birbirlerine mirasçı olmaları şu üç manaya bağlıdır:

i. Şerefinde, mevkiinde ve bu manada olan diğer şeylerde ölünün yerine geçmek; çünkü insan arkasından yerini dolduracak birini bırakmak için bütün gayretini ortaya koyar.

ii. Hizmet ve yardımlaşma. Rıfk ve şefkat da bu manadadır.

iii. Bu iki manayı birden içeren akrabalık.

Miras konusunda itibara alınmaya en lâyık olanı üçüncü ma­nadır. Bunun en kâmil manada bulunuşu, soyağacmın dikey çizgi­sinde yer alanlardır; baba, dede, oğul, oğulun oğlu gibi. Bunlar, mirasçı olmaya en lâyık kimselerdir. Şu kadar var ki, oğulun baba­nın yerini doldurması, tabiîlik arzeder ve dünya nizamı bunun üzerine kuruludur; babalar ölür ve oğullar onların yerini doldurur. İnsanların beklentileri ve umdukları da budur. Evlad ve torun sa­hibi olmayı bunun için isterler.

Babanın, oğulun yerini almasına gelince, bu sanki tabiî olma­yan bir durumdur; insanların istedikleri, bekledikleri bir şey de değildir. Şayet insan malını, babasıyla oğluna verme arasında mu­hayyer bırakılsa, kalbi oğlunun yanında yer almasını ister. İşte bu yüzden, insanlar arasında yaygın olan yol, mirasta oğulların baba üzerine takdim edilmesi şeklinde olmuştur.

Ölünün yerine geçme, soyağacmın dikey çizgisi dışında kalan kardeşler ve kardeş manasında olanların mirasçı olmasında etkisi­ni gösterir. Bunlar, yan dallar[1327] ya da bağlı olduğu gövdenin çatalı[1328] gibidir; bunlar ölenin kabilesinden ve nesebindendirler, aynı mevki ve şerefi paylaşırlar.

Hizmet ve şefkat manasına gelince, bunlar yakın yakınlıkta kendisini gösterir. Bu manayı en çok taşıyan anne, kız ve soyağacının dikey çizgisinde yer alan ve onlar mesabesinde olanlardır. Kı­zın, bir tür ölenin yerini doldurması uzak değildir. Sonra kızkardeş gelir ve onun da bir tür Ölenin yerini doldurması uzak değildir.

Sonra aralarında evlilik ilişkisi olanlar, daha sonra da anne bir kardeşler gelir.

Kadınlarda, himaye ve ölünün yerini doldurma özelliği bulun­maz. Nasıl olabilir ki? Kadınlar başka kabileden biriyle evlenebi­lirler ve onların arasına katılırlar. Bundan kız ve kızkardeş müs­tesnadır; onların da bu özellikleri taşıması zayıftır.

Kadınlarda şefkat ve rıfk manası ise tam ve kâmil anlamda bulunur. Bunun muhtemel mahalli de anne, kız, sonra kızkardeş-tir; hala, babanın halası gibi uzak kadınlar değildir.

Birinci mana baba ve oğulda tam olarak bulunur. Sonra sı­rayla erkek kardeşler ve amcalar gelir.

ikinci mana babada tam olarak bulunur, sonra oğul, sonra anne baba bir erkek kardeş ya da anne bir erkek kardeş gelir. Şef­kat ve rıfka mahal, yakın yakınlık kılınmış, uzak yakınlık itibara alınmamıştır. Bu itibarla amca için düşen şey, halaya düşmemek­tedir. Çünkü hala amcanın koruduğu gibi ölenin himayesini üstlenmez; yakınlıkta kızkardeş gibi de değildir. [1329]

 

3. Aynı Seviyede Olmaları Halinde, Erkekler Kadınların İki Katı Pay Alırlar:

 

Miras ahkâmında geçerli genel esaslardan bir diğeri, aynı mertebede bulunmaları halinde, erkeklerin payda kadınlara de­vamlı olarak üstün tutulmalarıdır. Çünkü ailenin korunması, düş­mana karşı savunulması erkeklerin işidir. Ayrıca erkekler, birçok harcama ile yükümlüdürler. Bu itibarla, bir bedel ödenmeden elde edilecek olan mirasta onlar kadınlara nisbetle daha çok hak sahibi olmalıdır. Kadınlar ise öyle değildir. Onların geçimleri, kocaları veya babaları ya da oğulları üzerinedir; kendileri dahil kimseye bakmakla yükümlü değillerdir. Şu âyet bu manayı ifade etmekte­dir:

"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için, erkek­ler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur.[1330]

îbn Mes'ûd (r.a.), sülüsü'l-bâkî[1331] hakkında şöyle demiştir: "Hiçbir zaman Allah Teâlâ, benim anneyi, babaya üstün tutmamı gerektirecek bir şey göstermedi. [1332]

Baba, hem belirlenen payını almak, hem de asabe kılınmak suretiyle bir defa üstün kılınmıştır. Dolayısıyla ikinci bir defa an­neye nisbetle hakkının ikiye katlanması diğer varislerin haklarına zarar verir.

Anne bir kardeşlere gelince, onlardan erkek olanlar, kabile­nin savunmasına katılmazlar; çünkü onlar başka aileye mensup­turlar. Bu itibarla, onların kızlara olan bir üstünlüğü yoktur. Hem onların yakınlığı annenin yakınlığından doğmaktadır; dolayısıyla anne bir kardeşler sanki hepsi kadınmış gibi işlem görür; erkekle­rine, kızların iki katı verilmez. [1333]

 

4. Hacb-ı Hırmân Ve Hacb-I Noksan İlkesi:

 

Varislerden bir grup olduğunda, eğer hepsi de aynı derecede bulunuyorlarsa, hepsine taksimde bulunulması gerekir. Çünkü iç­lerinden birinin diğerine takdimini gerektirecek bir durum yoktur. Ayrı ayrı derecelerde bulunması halinde iki durum karşımıza çı­kar:

i. Hepsi de aynı isim altına girerler ya da ölüye yakınlıkları aynı cihetten olur. Bu durumda kural, daha yakın olanın uzakta olanı hacb-ı hırmân[1334] ile düşürmesidir. Çünkü miras, yardımlaşmayı teşvik için meşru kılınmıştır. Her biri için yakınlık ve yar­dımlaşma vardır; anne ismi altına girenler için rıfk; oğul ismi altı­na girenler için Ölünün yerine geçme; asabe tabiri altına girenler için aileyi savunma manasının bulunması gibi. Bu durumda gaye olan maslahatın gerçekleşmesi, bunu gerçekleştirmekle sorumlu olanın, terki halinde kınacak kimsenin belirlenmesine, ölüye varis olmak suretiyle de diğerlerinden ayrılmasına bağlıdır. Paylarının farklı olmasına gelince, bunun onlarca fazla bir önemi yoktur.

ii. Ya da isimleri ve ölüye yakınlık cihetleri farklı olur. Bu durumda asıl, Allah'ın ilm-i ezelîsinde ölüye daha yakın ve daha faydalı bulunanların daha uzakta olanları hacb-ı noksan[1335] ile hac-betmesi; alacağı payın miktarını azaltmasıdır. [1336]

 

5. Miras Paylarının Açık Ve Hesabı Kolay Olması İlkesi:

 

Diğer bir ilke, hisseleri belirleyen payların açık ve hesaplan­ması kolay olması, daha ilk bakışta hem muhasiplerce hem de baş­kalarınca anlaşılır olmasıdır. Rasûlullah (s.a.), "Biz, ümmî bir üm­metiz; hesap kitap bilmeyiz. [1337]hadislerinde, mükelleflerin büyük çoğunluğunu ilgilendiren yükümlülüklerin, ince hesaplara ihtiyaç göstermeyecek şekilde düzenlenmesi gerektiğine işaret etmiştir. Dolayısıyla miras hukukunda hakların belirlenmesinde esas alına­cak payların açık olması, ilk bakışta kimin fazla kimin çok alacağı­nın belli olması gerekecektir. Bu ilkeden hareketle şeriat, iki grup­ta toplanan paylar belirlemiştir. Bunlar:

i. Üçte iki, üçte bir ve altıda bir,

ii. Yarım, dörtte bir ve sekizde birdir.

Bunların ortak paydaları kendilerinde bellidir ve her biri ara­sında, bir şeyin büyüyerek katlanması, küçülerek ikiye bölünmesi şeklinde üç mertebe bulunur. Bu ise, fazlalık ve noksanlığı gayet açık bir şekilde gösterir.

Sonra katlanan düzeyde olmayan bir fazlalığın dikkate alın­ması halinde, o zaman başka nisbetlerin de ortaya çıkması gere­kir. Bir şeyin yarısı üzerine, tama ulaşmayacak şekilde ilavede bu­lunma istenmesi halinde olduğu gibi, o zaman bu nisbetin üçte iki olması gerekir. Yarıdan az olan ve fakat dörtte bire kadar da düş­meyen bir pay için üçte birin belirlenmesi gibi.

Ferâizde beşte bir ve yedide bir nisbetlerine itibar edilmemiş­tir; çünkü bunların ortak paydalarının bulunması ve hesaplarının yapılması çok ince hesap bilgisi gerektirir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir ka­dınsa yarısı onundur.[1338]

Erkeğin payı, kadının payının iki katı kılınır. Bu, "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve er­kekler mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisi ve koruyuçuşudur[1339]âyetinin gereği olmaktadır.

Tek bir kızın mirasın yarısını alması şundandır: Şayet, ölenin tek bir oğlu bulunacak olsaydı, malın hepsini alacaktı. Bu durum­da tek kızın hakkı, ikili birli esasının gereği olarak malın yarısını almak olacaktır.

İki kızın hükmü, icmâ ile üç kızın hükmü gibidir. İki kıza üç­te ikinin verilmesi şundandır: Şayet kızlardan biri oğlan olsaydı, kız üçtebir alacaktı. Kızın payını, oğul üçte birden daha aza düşür­mediğine göre, kız evleviyetle düşüremez.

Geride kalan üçte bir ise asabeye bırakılmıştır. Çünkü kızlar, ölüye yardımcıdırlar, aynı şekilde asabe de yardımcıdır. Bu du­rumda biri, diğerini düşüremez. Ancak hikmet, soyağacının dikey çizgisinde yer alanların, ölüye etraftan ilgili olanlara üstün kılın­masını gerektirir; iki ve daha fazla kıza üçte iki, asabeye de üçte bir verilir.

Üçte ikinin, üçte bire nisbeti budur.

Oğullar ve kızlarla bir arada bulunan anne ve babanın hali de aynıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Ölenin çocuğu varsa, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da, ana babası ona varis olmuş ise, anasına üçte bir düşer. Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altı­da bir düşer... [1340]

 

Çocuklar, Miras Almaya Ana Babadan Daha Lâyıktır:

 

Daha önce, çocukların miras konusunda ana babadan daha çok hak sahibi olduğunu görmüştük. Bu da çocuklara üçte iki, ana babaya da üçte bir vermekle olur. Babanın payı, annenin payından fazla kılınmamıştır. Çünkü baba, asabe yapılmak suretiyle çocu­ğun yerine geçme ve onu himaye etme yönünden bir kere üstün kı­lınmıştır. Aynı üstünlük, ikinci bir defa tekrar itibara alınarak, anneye nisbetle payının, onunkinin iki katına çıkarılması yoluna gidilmez.

Ölenin çocukları bulunmaması halinde ana babadan daha ön­celikli kimse olmaz. Mirasın tamamını alırlar ve bu durumda baba anneye üstün kılınır. Bilindiği gibi ferâizle ilgili dikkate alman üs­tünlük, çoğu kez payın katlanması şeklinde kendisini gösterir.

Sonra miras eğer anne ve anne bir kardeşlere düşüyorsa ve onlar da çok iseler, o zaman annenin payının altıda bire düşürül­mesi gerekir. Çünkü eğer kardeşler asabe değilse, o zaman asabe daha uzaktakiler olacaktır. Asabelik, rıfk ve sevgi aynı düzeydedir. Dolayısıyla yarısı onlara, yarısı da asabeye verilir. Sonra yarı, an­ne ve çocukları arasında paylaştırılır. Bu paylaştırmada altıda bir sadece anneye verilir ve onun payı daha aza düşürülmez, geri ka­lanı ise hepsi birden paylaşırlar.

Eğer kardeşler asabe iseler, o zaman onlarda yakın yakınlık ve himaye manası bir araya gelir. Çoğu kez bu gibi durumlarda kız, oğullar, eş gibi başka varisler de bulunur. Eğer anneye altıda bir verilmeyecek olursa, o takdirde diğerlerine fazla bir şey kal­maz.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra, eşlerinizin eğer ço­cukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocuğunuz yoksa si­zin de, yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onların (zevcelerinizin)dır. Çocuğunuz varsa, bıraktığınızm sekizde biri onlarındır.[1341]

 

Eşlerin Mirasçı Olmasının Hikmeti:

 

Koca, mirastan pay alır. Çünkü karısının ve onun malının üzerinde zilyedliği vardır. Malın elinden çıkarılması onu üzer.

Hem koca malını ona emanet eder, elinde olan şeyleri ona güvenir. Bunun sonucunda koca, hanımının geride bıraktığı malın hepsinin ya da bir kısmının gerçekte kendisinin olduğunu düşünür.

Zevce ise hizmet, yardımlaşma ve rıfk hakkını alır. Bu du­rumda kocanın payı, zevcenin payı üzerine üstün kılınır. Bu, "Al­lah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınla­rın yöneticisi ve koruyuçuşudur[1342]âyetinin gereğidir.

Çocukların bulunması halinde, onların paylarını çok azaltma­mak gerekir. Bilindiği gibi üstünlüğün dikkate alınması çoğu kez payın katlanması şeklindedir. Bu itibarla çocukların alacaklarını azaltmamak için eşlerin payları ikiye bölünür.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Eğer bir erkek veya kadının, ana babası ve çocuktan bulun-madiği halde (kelâle şeklinde) malı mirasçılara kalırsa ve bir er­kek, yahut bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bun­dan fazla iseler üçte bire ortaktırlar. [1343]

Bu âyet, icmâ ile anne bir kardeşler hakkındadır. Ölenin ba­bası ve çocuğu bulunmayınca rıfk hakkı için eğer aralarında ana var iseyarı ayrılır. Yardım ve himaye hakkı olmak üzere de di­ğer yarı ayrılır. Aralarında anne olmazsa, anne bir kardeşler için üçte iki ayrılır, öbürlerine de üçte bir bırakılır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Senden fetva isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkında hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu ol­mayan bir kimse ölür de, onun bir kızkardeşi bulunursa, bıraktığı­nın yarısı bunundur. Kızkardeş ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona varis olur. Kızkardeşler iki tane olursa (erkek kardeşleri­nin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise; erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır. [1344]

Bu âyet, icmâ ile babanın çocukları yani ana baba bir kardeş­lerle, baba bir kardeşler hakkındadır.

Kelâle; babası ve çocuğu olmayandır. Âyetteki "çocuğu olmayan bir kimse" ifadesi, kelâlenin hakikatini kısmen açıklamakta­dır.

Bu konuda söylenecek söz şudur: Soyağacının dikey çizgisin­de kimse bulunmazsa, o zaman çocuklara en çok benzeyenler onla­rın yerine ikâme olunur. Bunlar da erkek ve kızkardeşlerdir.[1345]

 

Asabe:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Belirlenmiş miras paylarını sahiplerine verin! Kalanı, en ya­kın erkeğindir.[1346]

İnsanların birbirlerine mirasçı olmalarında esas, iki mana idi ve onları daha önce zikretmiştik. Sevgi ve rıfk hakkı sadece yakın yakınlıkta dikkate alınıyordu; anne ve kardeşler gibi, diğerlerinde dikkate alınmıyordu. İş, bu sayılanları Öteye aştığı zaman, miras hakkının ölünün yerine geçme ve ona yardımcı olma manasının dikkate alınarak belirlenmesi gerekiyordu. Bu da, Ölünün kabile­sinden, onun nesebinden olan, onun şerefini taşıyan bir kimsedir ve varis olacaklar en yakından başlarak sıraya konulur. [1347]

 

Din Farklılığı, Mirasa Manidir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz. [1348]

Bu hüküm, müslümanla kâfir arasında dayanışma ve yardım­laşmanın önünü almak için konulmuştur. Çünkü müslümanın kâfirle birlikteliği, dinini ifsad eder. Nikâh ile ilgili olarak Allah Teâlâ'mn, "Onlar, cehenneme çağırırlar. [1349] buyruğu da bu manayı ifade eder. [1350]

 

Katil, Varis Olamaz:

 

Rasûlullah (s.a.), "Katil, mirasçı olamaz. [1351] buyurmuştur.

Bu yasağın gerekçesi şudur: Özellikle de amca oğulları gibi uzak mirasçıların, bir an evvel mirasa konmak üzere yakınlarını öldürdükleri çokça görülebilen olaylardır. Bu durumda, böyle bir hükmün konulması ve onların daha baştan öyle bir davranışa girmelerinin Önünün alınması, bu fesat kapısının kapatılması gerek­miştir.  [1352]                                                                                             

 

Mirasta Kölenin Durumu:

 

Köle ne miras bırakır, ne de mirasçı olur. Çünkü onun sahip olduğu her şey efendisine aittir. Efendi ise, yabancıdır. [1353]

 

Ana Baba Bir Kardeşler İle Baba Bir Kardeşlerin Durumu:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ana baba bir kardeşler birbirine varis olurlar; bu durumda baba bir kardeşler varis olamazlar.[1354]

Baba bir kardeşlerin düşmesi, ölüye daha yakın olanın uzağı hacb-ı hırmanla düşürmesi sebebiyledir.

Sahabe (r.a.), kişinin ölüp geride kocası ile ana babasını ya da hanımı ile ana babasını bırakması halinde, anneye sülüsü'l-bâkî verileceği, yani tüm terekenin değil de, koca ya da hanımın payla­rını aldıktan sonra geride kalanın üçte birini alacağı konusunda icmâ etmişlerdir. Bunu İbn Mes'ûd, "Hiçbir zaman Allah Teâlâ, be­nim anneyi, babaya üstün tutmamı gerektirecek bir şey gösterme­di." şeklindeki sözüyle son derece açık bir şekilde açıklamıştır.

Rasûlullah (s.a.), geride kalan bir kız, oğulun kızı ve ana baba bir kızkardeş hakkında; kıza yarı, oğulun kızına altıda bir hisse verilmesine, geriye kalanın ise kızkardeşin olmasına hükmetmiş­tir. [1355]

Çünkü daha uzakta olan, yakında olanın hakkını düşüremez. Geride kalana ise, daha uzakta olan hak sahibi olur. Oğulun kızı, kız hükmündedir; ancak hakikî (sulbî) kızın hakkını azaltamaz. Bu itibarla kız yarıyı alır. Oğulun kızı da kızların hakkı olarak be­lirlenen miktardan (üçte iki) kalanını alır (altıda bir). Sonra kız­kardeş, asabe olur ve kalanını alır; çünkü bir tür kızın yerine geç­me manası taşır ve ölenin şerefini taşır.

Hz. Ömer (r.a.); koca, anne, ana baba bir kardeşler, ana bir kardeşler hakkında, "Baba, sadece yakınlığı artırır." diyerek daha Önceki hükmünü değiştirmiş ve (asabe olan ve kendilerine hiçbir şey kalmayan) ana baba bir kardeşleri, ana bir kardeşlere ait üçte birlik hisseye eşit olarak ortak etmiştir.[1356] İbn Mes'ûd, Zeyd, Şureyh[1357] ve pek çokları bu konuda ona tabi olmuşlardır.

Bu görüş, şeriatın genel kıstaslarına en uygunudur.

Hz. Ömer (r.a.); nineyi, olmaması halinde anne yerine koya­rak altıda bir mirasçı kılmıştır.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.), İbn Abbâs (r.a.), dedeyi  baba gibi kabul ederlerdi. Bence bu görüş son derece yerindedir. [1358]

 

Velâ:

 

Velâ sebebiyle mirasçı olmaya gelince, bunun sırrı yardımlaş­ma ve kabilenin himayesine katkıdır.

Velâ yoluyla mirasçı olmaya en lâyık kimse, bizzat köleyi âzâd eden kimsedir. Onun bulunmaması halinde de, onun kabile­sinden sırasıyla en yakın olan erkek yakınlarıdır.              

Allah'u alem!      [1359]

 

EV VE AİLE DÜZENİ İLE İLGİLİ KONULAR

 

Bil ki: Aile hayatıyla ilgili düzenlemeler, Arap Acem bütün insanlar tarafından müsellem olan esaslardandır. Her ne kadar bu düzenlemeler şekil ve suret itibariyle farklılık arzetse de özde itti­fak vardır.

Rasûlullah (s.a.), Araplar arasında gönderilmiş; hikmet ilâhî, Allah'ın dininin belirlediği yolun yeryüzünde hâkim kılınma­sını, bütün dinlere galebe çalmasını, onlara ait âdetlerin neshedil-mesini, riyasetlerinin alaşağı edilmesini gerektirmiştir. Bu durum, aile yapısıyla ilgili düzenlemelerin, Arap âdetleri içerisinde şekil­lenmesini, o şekil ve suretlerin bizatihi maksut olmasını gerektir­miştir. İrtifaklar konusunun başında, bu konuyla ilgili söylenmesi gereken şeylerin çoğunu söylemiştik. Oraya bakınız.[1360]

 

DÜNÜRLÜK VE İLGİLİ KONULAR

 

Evlilik Zaruridir:                          

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ey gençler topluluğu! Sizden kimin gücü yetiyorsa evlensin; Çünkü evlilik gözü haramdan daha indirici, namusu daha koruyu­cudur. Kimin de gücü yetmiyorsa, o da oruç tutsun; çünkü oruç onun için hayalarını kesmek mesabesindedir.[1361]

Bil ki: İnsan bedeninde meninin çoğalması halinde, onun bu­harları beyine vurur ve kişiye güzel kadına bakmayı sevdirir, kal­bini kadın sevgisiyle doldurur, ondan bir kısmı cinsel organına iner ve şehvetten gözü bir şey görmez olur. Bu hal, çoğunlukla gençlikte böyle olur. Bu, insanın tabiî yapısından kaynaklanan ve onun ihsan mertebesine has hasletler üzerinde düşünmesini engel­leyen çok büyük bir perdedir. Kişiyi zinaya sürükler, ahlâkını bo­zar, araların bozulması gibi büyük tehlikeler içerisine düşürür... Bu durumda insanın bu perdeden bir an önce kurtulması gerekir. Böyle bir kimse için, nafaka teminine kadir olması halinde, hikme­tin gerektirdiği doğrultuda bir eş bulup onunla evlenmesinden da­ha güzel bir şey olamaz. Çünkü evlilik, sık sık boşalmayı sağlaya­cağından, meninin galebesinden kaynaklanan sıkıntıları uzaklaş­tırır, gözü haramdan indirir, namusu muhafaza eder.

Buna imkân bulamayan kimseler ise oruç tutmalıdır. Çünkü oruca devam etmek, insan tabiatının azgınlığını kırmada, taşkınlı­ğını fîrenlemede çok etkilidir. Zira bedenin zayıflamasını sağlar ve bedendeki unsurların (hılt, ç. ahlat) çokluğundan kaynaklanan her türlü kötü huyu değiştirir. [1362]

 

Takva Hayatı Evliliğe Mani Değildir:

 

Rasûlullah (s.a.), Osman b. Maz'ûn'un, kadınlarla ilişkisini tamamen kesip kendisini ruhbanlar gibi Allah'a verme isteğini reddetmiş[1363]ve şöyle buyurmuştur:

"Dikkat edin! Vallahi ben, sizin Allah'tan en çok korkanınız, en çok takva sahibi olanımzım. Bununla beraber ben bazen oruç tutarım, bazen yerim; bazen namaz kılarım, bazen yatar uyurum; kadınlarla evlenirim. Her kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir. [1364]

 

Ruhbanlık Bâtıldır; Evlilik Peygamberlerin Sünnetidir:

 

Bil ki: Mani dini mensupları ve hıristiyan rahipleri, evlenme­mek suretiyle Allah'a yaklaşmak isterler. Bu, sakat bir yoldur. Çünkü Allah Teâlâ'nm insanlar için takip etmelerim istediği pey­gamberler yolu, insan tabiatının ıslâh edilmesi, onun eğriliklerinin giderilmesi yoludur; yoksa onu kendi doğasına ait özelliklerden sı­yırıp, insanı insanlıktan çıkarmak değildir. Bu konu üzerinde daha önce yeterince durmuştuk. İlgili bahislere bakınız.[1365]

 

Eş Seçimi:

 

Sonra kendisiyle evlenilmesi ilâhî hikmete uygun düşecek, ev ve aile düzenine yönelik maksatları tam anlamıyla gerçekleştirebi­lecek bir nikâhın olabilmesi için eş olarak seçilecek kadının nasıl olması gerektiği açıklanmalıdır. Çünkü eşler arasında ünsiyet ve sohbet zorunludur, her iki tarafın birbirine, kesin olarak görülme­si gereken ihtiyaçları vardır. Eğer kadın cibilliyetsiz biri olursa, huyunda kötülük, âdetlerinde kabalık bulunursa, ağzı bozuksa, dünya bütün genişliğine rağmen o kadınla evli olan erkeğe dar ge­lir ve evlilikten beklenen maslahat aleyhine mefsedete dönüşür.

Kadın saliha olursa, ev cennete döner, her türlü hayır vesile­lerini kocası için hazırlar, onun gözünü gönlünü huzurla doldurur. Rasûlullah'ın (s.a.), "Dünya bir metadır; dünya metaının en hayır­lısı sâliha kadındır. [1366]hadisi bu manayı ifade eder. [1367]

 

Kadınla, Dört Şey İçin Evlenilir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kadın, dört şey için nikâh edilir: Malı, soyu, güzelliği ve di­ni. Eli toprakla dolasıca, sen dindar olanını elde etmeye bak![1368]

Bil ki: İnsanlar evlenirlerken, genelde kadında dört vasıf ararlar:

i. Zengin olması: Kadının malına konmak için onunla evlen­mek isterler. Anneleri tarafından elde edecekleri mal sebebiyle ço­cuklarının zengin olmasını amaçlarlar.

ii. Soylu olması: Kadının mensup olduğu ailenin asaletinden istifade etmek isterler. Çünkü eşraftan birinin kızıyla evlenmek, bir şeref ve övünç kaynağıdır.

iii. Güzel olması: İnsan tabiatı güzelliğe meyyald:  ve evlene­ceği kadının güzel olmasını ister. Pek çok insan, bu tabiî arzusu­nun şevkiyle güzel kadınlarla evlenmek ister.

iv. Dindar olması: Kadının günahlardan uzak olması, iffetli bir hayata sahip olması, her türlü şüpheli şeylerden uzak olması, tâatlerle Yaratıcısına yaklaşmaya çalışması da bazılarınca evleni­lecek kadında bulunması istenilen bir niteliktir.

Evlenirken mal ve makamı, gözleri töre perdesince bürünmüş kimseler arar. Gençlik, güzellik gibi şeyleri ise, tabiat perdesinin bürüdüğü kimseler arar. Dindarlık ise, nefsi arınmış, doğası bozul­mamış kimselerin aradığı bir niteliktir. Bu tip insanlar, dinî ya­şantısında kendisine yardımcı olacak bir eşe sahip olmak, ehl-i ha­yır ile yaran olmak isterler. [1369]                                                              

 

Zevcenin, Kadınları İyi Olan Bir Kabileden Seçilmesi:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Deveye binen kadınlar içerisinde en hayırlısı, Kureyş kadın­larıdır; onlar küçüklüklerinde çocuklara karşı insanların en şef­katlisi, kocanın elindekileri gözetmede en dirayetlİsidir.'[1370]

Evlenirken seçilecek kadının, genelde kadınları saliha olan bir bölge ya da kabileden olması iyi olur. Çünkü insanlar, aynen altın ve gümüş madenleri gibidirler; iyileri de kötüleri de olur. Bir kavmin âdet ve töreleri insan üzerinde derin etki yapar ve fitrî bir özellik gibi onda yer eder. Rasûlullah (s.a.), Kureyş kadınlarının, küçüklüklerinde çocuklara karşı insanların en şefkatlisi, kocaya ait eli altındaki mallarını ve kölelerini gözetmede en dirayetlisi ol­duklarını beyan ederek, onların Araplar arasında en hayırlı kadın­lar olduğunu belirtmiştir. Bu iki özellik, evlilikte gözetilen en önemli maslahatlardandır; ev ve aile düzeni ancak bunlarla olur. Eğer sen şimdi bizim ülkemizde, Maverâünnehir ülkelerinde ve daha başka yerlerde mevcut insanların halini şöyle bir inceleyecek olsan, sahip oldukları ahlâk ve ona bağlılık bakımından Kureyş kadınlarından daha üstününü göremezsin. [1371]

 

Doğurgan Ve Sevecen Kadınlarla Evlenmek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Doğurgan ve sevecen kadınlarla evlenin; çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim.[1372]

Eşlerin birbirini sevmesi, ev ve aile düzenim sağlar. Neslin çok olması, şehir ve millet maslahatını temin eder. Kadının kocası­na karşı olan sevgisi, onun sağlıklı bir mizaca ve kuvvetli bir yapı­ya sahip olduğunu gösterir. Gözünün kocasından başkasında ol­masına imkân vermez. Taranmak, üstüne başına dikkat etmek su­retiyle kocasına karşı güzel görünmeye çalışmasını sağlar. Onun bu tavrı kocanın gözünü ve gönlünü doyurur, onu harama düşmek­ten korur. [1373]

 

Huyu Güzel, Dini Bütün Dünürün Geri Çevrilmemesi:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Dininden ve huyundan razı olduğunuz biri, size dünür oldu­ğunda onu evlendirin! Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur. [1374]

Bu hadiste, evlilikte denkliğin muteber olmadığına bir delâlet yoktur. Çünkü denkliğe itibar, bütün insanların fıtratında bulu­nan bir husustur. Öyle ki bu konuda dil uzatmak, neredeyse öldür­meden daha şiddetli kabul edilmektedir. Vakıa insanlar, sınıf sınıftır. Şeriatların böyle bir genel telakkiyi görmezlikten gelmesi mümkün değildir. Bunun içindir ki Hz. Ömer (r.a.), "Kadınlar, sa­dece dengi olan kimselerle evlenecekler, aksi takdirde onları mut­laka menedeceğim." demiştir.

Şu halde Rasûlullah'ın (s.a.) hadisten amacı, dünürün huyun­dan ve dininden razı olunduktan sonra, malının azlığı, durumu­nun zayıflığı, çirkinliği, ümmüveled[1375] çocuğu olduğu... gibi baha­neler ileri sürülerek aşağılık değerlerin peşine düşülmemesini be­yan etmektir. Çünkü ev ve aile düzeni ile ilgili maksatların en bü­yüğü, eşler arasında güzel huyla ünsiyet peyda etmek, birlikteliği dinî hayatın huzurla yaşanmasına vesile kılmaktır. Bunu sağlaya­cak olan ise, huy güzelliği ve dini bütün olmaktır. [1376]

 

Kadının Uğursuzluğu:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Uğursuzluk; kadında, evde ve attadır. [1377]

Bu hadisin geliş şeklinin gerektirdiği doğru izahı şöyledir:

İnsanlar tarafından bilinmeyen ve çoğu kez işlevim yerine ge­tiren bir sebep olur ve bu yüzden o kadınla evlenen kimselerin ço­ğu, o evlilikten bir hayır ve bereket görmez. Eğer tecrübe kadının uğursuzluğunu doğruluyorsa, bu durumda kişinin, güzel ve zen­gin de olsa o kadınla evlenmekten vazgeçerek nefsini rahatlat­ması güzel olur. [1378]

 

Bakire İle Evlenmek:

 

Evlenilirken akıllı ergen bakire kızın tercih edilmesi hikmet gereğidir Çünkü kız, evleneceği erkek ilk göz ağrısı olacağından az ile yetinir, gençliğin verdiği güçle çabucak çocuk yapar, takınması gereken âdaba riayete daha yatkın olur; gözünü, iffetini daha iyi korur. Dullar ise öyle değildir. Çünkü onların gözleri başkalarında açılmıştır, huylarını değiştirmek zordur, çocuk yapma zamanla­rı çoğu kez geçmiş olur. Onlar karalanmış yazı tahtaları gibidir. Kolay kolay yola girmez, uslanmazlar, bildikleri gibi devam eder­ler.

Ancak aile düzeninin devamı, tecrübeli bir kadınla evlenilmesini gerekli kılıyorsa Câbir b. Abdullah'ın (r.a.) yaptığı[1379] gibi o zaman bir diyecek yoktur. [1380]

 

İstenilen Kadına Bakmak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Biriniz, kadına talip olduğunda, ona bakmak imkânt bulur­sa bunu yapsın. Çünkü bu, aralarında sevgi ve ülfetin doğmasını sağlar. [1381]

"Onu gördün mü? Çünkü Ensâr kadınlarının gözünde bir şey olur. [1382]

Dünür olunan kadına bakmanın müstehap oluşu, evliliğin bi­linçli bir şekilde verilen kararla yapılmasını sağlar. Bu şekilde ya­pılan evlilik, pişmanlıktan daha uzak olur, Şayet sonuçlanır ve eş­ler birbirine uyum sağlayamaz, buna rağmen red de edemezse kimseye bir diyeceği olmaz. Baştan beğenmeyip vazgeçmesi halin­de ise telafisi kolay olur. Beğenmesi halinde evlilik; arzu, iştiyak ve sevgi üzere gerçekleşir. Hikmet sahibi kişi, bir işin sonunu dü­şünmeden, zararını hayırını hesaba katmadan onun içine kör gibi dalmaz. [1383]

 

Yabancı Kadına Duyulan Arzunun Giderilmesi:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz kadın, şeytan suretinde gelir, şeytan suretinde gi­der. Bir kadın birinizin hoşuna gider de gönlüne girerse, hemen kendi karısına giderek onunla ilişkide bulunsun. Çünkü bu, nef-sindeki şeyi giderir. [1384]

Cinsel arzu şehveti, en büyük şehvettir, kalbi en çok etkisi al­tına alandır; insanı pek büyük tehlikelere sokar. Kadına bakmak, bu şehveti tahrik eder. Rasûlullah'ın (s.a.), "Şüphesiz kadın, şey­tan suretinde gelir, şeytan suretinde gider." buyurması bu manayı

ifade eder. Kim bir kadına bakar, onu beğenir, kadın kalbinde yer eder ve ona karşı arzu duyarsa, hikmet, onun o hal üzere kalma­masını gerektirir. Çünkü zaman içerisinde o kadına karşı olan ar­zusu giderek artar ve aşka dönüşür, kalbini tamamen bürür, arzu­larının esiri kılar. Her şeyin bir imdadı vardır; ondan güç kazanır; her şeye karşı alınacak bir de önlem olur. Kadınlara karşı olan arzuyu körükleyen şey, meni kabının dolması ve buharlarının beyine vurmasıdır. Bunu azaltmak için alınacak önlem de bu kabı boşalt­maktır. Hem cinsel ilişki, kalbini meşgul eder ve kişiyi kalbinde duyduğu düşüncelerden uzaklaştırır, kalbini yöneldiği şeyden baş­ka yana çevirir. Bir dert, iyice yer etmeden tedavi edildiği zaman, en ufak bir çaba ile izale edilir. [1385]

 

Başkasının İstediği Kadını İstememek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"İnsan, kardeşinin dünürlük yaptığı kadına talip olmaz; ta ki ya nikâhlar, ya da terkeder.[1386]

Bu yasağın sebebi şudur: Bir adam, bir kadına talip olduğu, kadın da ona meylettiği zaman, yuvasını kurabilmesi için bir yol belirmiş olur. Bu esnada başkasının araya girerek, tam işlerini yo­luna koyacağı bir sırada kendisini hayal kırıklığına uğratması, ona karşı bir kötülük, haksızlık ve zulüm olur. [1387]

 

Kadın, Bir Başka Kadının Boşanmasını İsteyemez:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kadın, kızkardeşinin kabını boşaltmak için onun boşanma­sını isteyemez. Çünkü, kendisinin kısmeti ne ise o olur. [1388]

Bunun sırrı şudur: Bir kadının, evli bir kadının boşanmasını istemesi, onun kısmetinin elinden alınması, yoluna girmiş geçimi­nin bozulması demektir. Şehir düzenini bozan en büyük fesatlar­dan biri, insanların, başkalarına ait geçim yollarını ellerinden al­maya kalkışmalarıdır. Allah Teâlâ katında razı olunan davranış şekli, herkesin kendi maişetini, başkasının geçim düzenini bozucu işlere tevessül etmeden kendi kısmetini elde etmeye çalışmasıdır. [1389]

 

AVRET VE TESETTÜR

 

Cinsel Fesat Kapısının Kapatılması:

 

Erkekler, kadınlara bakmaktan etkilenirler. Bu, onları tahrik eder ve kadınlara karşı arzu duymalarını sağlar. Aynı şey kadınlar için de geçerlidir. Bu çoğu kez, şehvetin gayri meşru yollardan giderilmesi gibi bir sonuca götürür; başkasının nikâhlısının peşine düşmek, yahut nikâhsız birliktelik, yahut denkliğe aldırmamak gi­bi. Bu konuda müşahedelerimiz, yazıya dökülenlere ihtiyaç bırak­mayacak ölçüdedir.

Bu durumda hikmet, bu kapının kapatılmasını gerektirir. An­cak kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmasını gerektiren zaru-Aret halleri de bulunmaktadır. Bu durumda her iki durumun itiba-ralınarak kademeli bir şekilde önlem alınması gerekmiştir.

Şeriat, bu konuyu düzenlemek için çeşitli hükümler koymuş­tur. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: [1390]

 

1. Kadının, Bir Zaruret Olmadıkça Evinde Durması:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kadın, avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan gözünü ona di­ker.[1391]

Şeytandan maksat, onun avaneleridir. Yahut burada, fitne sebeplerinin hazırlanmasından kinaye vardır.

Allah Teâlâ da şöyle buyurmaktadır:

"Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk cahiliye devri kadınları­nın açılıp saçılarak, ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin.[1392]

Hz. Ömer (r.a.), kendisine bahşedilen hikmet-i teşrî' ilmi sâikiyle bu hicâb hükmünün inmesine karşı son derece haris idi. Hatta dışarı çıkan peygamber hanımlarından Sevde'ye, "Ya Şevde, şüphesiz sen kendini bizden gizleyemiyorsun!" diye çağırmıştı. [1393]

Ancak Rasûlullah (s.a.), bu kapının tamamen kapatılmasın-daki zorluğu gördüğünden, bunu bağlayıcı olmaksızın mendup bir hüküm kılmış ve:

"Allah, ihtiyaçlarını görmeniz için çıkmanıza izin verdi. [1394] buyurmuştur. [1395]

 

2. Cilbâb Emri:

 

Kadının, çıkarken üzerine üst elbisesini alması, ziynet ma­hallerini kocası ve mahremleri dışında kimseye göstermemesi is­tenmiştir. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Mü'min erkeklere, gözlerini harama dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından ha­berdardır. [1396]

"Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Kendiliğinden görü­nen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler. Kocaları, ba­baları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kızkardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü'min kadınlar), ellerinin altında bu­lunan (köleleri), erkeklerden kadına ihtiyacı kalmamış (cinsel güç­ten kesilmiş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynet­lerini göster meşinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın di­ye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerlerine çekecek şekil­de yürümesinler). Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. [1397]

Kadının tanınması için yüzün, bir şeyler tutmak için kullan­ması gereken ellerin örtülmemesine ruhsat verilmiştir. Bunun dı­şında kalan bütün bedeninin örtülmesi vacip kılınmıştır. Bundan kocası ve kendisine nikâhı düşmeyen yakın akrabaları ve sahip ol­duğu köleler istisna edilmiştir. Keza yaşlı kadınlara da üst elbisesi giyme mecburiyeti getirilmemiştir. [1398]

 

3. Halvet Yasağı:

 

Üçüncü olarak bir erkeğin, yabancı bir kadınla, kapalı bir yerde çekinecekleri bir kimse olmadan yalnız kalmaları yasaklan­mıştır.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Dikkat! Sakın bir adam, dul bir kadının yanında geceleme­sin; ancak nikahlısı veya mahremi olursa o başka![1399]

"Hiçbir adam, bir kadınla başbaşa kalmasın; çünkü üçüncü­leri şeytandır. [1400]

"Kocası yanında olmayan kadınların yanma girmeyin; çünkü şeytan insanoğlunun kan damarlarında dolaşır. [1401]

 

4. Avret Mahalline Bakmanın Haram Olması:

 

Dördüncü olarak, erkek olsun kadın olsun hiçbir kimsenin, erkek ya da kadın, başka birinin avret mahalline bakması haram kılınmıştır. Bundan sadece eşler müstesnadır.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Erkek, erkeğin avret yerine; kadın da kadının avret yerine bakamaz. [1402]

Avret yerine bakmak, şehveti tahrik eder. Kadınlar, kendi aralarında birbirlerine aşık olabilirler. Erkekler arasında da aynı durum meydana gelebilir. Hem, avret mahalline bakmayı terket-mekte bir güçlük de yoktur. Sonra avret yerinin örtülmesi, insan­lık gereğidir ve mutlaka yapılması gerekir. [1403]

 

5. Beraber Yatma Yasağı:

 

Beşinci olarak, ayın örtü altında çıplak olarak iki erkeğin ya da iki kadının yatması yasaklanmıştır. Bu konuda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir elbisenin içinde erkek erkeğe yanaşarnaz. Kadın dahi bir elbisenin içinde kadına yanaşamaz. [1404]

 

Kadın, Kocasına Başka Bir Kadını Tavsif Edemez;

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:           

"Kadın, başka kadının vücuduna bakıp da kocasına onu an­latamaz. Bunun sonucunda koca, sanki ona bakıyormuş gibi olur. [1405]

Şehveti en çok tahrik eden ve arzuyu kamçılayan şey, yakın temas halidir. Bu sevicilik ve livata gibi eşcinselliğe sebep olur.

"Koca, sanki ona bakıyormuş gibi olur." ifadesinden maksat şudur: Kadının yakın teması, sevgisini içinde gizlemesine sebep olabilir. Aldığı lezzeti kocasının ya da bir yakının yanında anlatır. Bu, o erkeğin o kadına karşı arzu duymasına sebep olur. En büyük mefsedetlerden biri, bir kadının yabancı bir erkeğin yanında tavsif edilmesidir. Kadın tabiatlı Hît'in Rasûlullah'ın (s.a.) hanımlarının yanından çıkarılıp, bir daha onların yanına sokulmamasmın sebebi budur. [1406]

 

Avret-i Galîzanın Hükmü:

 

Bütün insanlar nazannda, açılmasından utanılan uzuvların örtülmesi, insan diye nitelenen herkesçe müsellem bir davranış bi­çimi olmaktadır. Bunda itibar, o zamanki meselâ Kureyş kabilesi­nin geleneği gibi ifrat ve tefrite kaçmayan orta yollu âdetleredir.

Örtünme, insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellikler­den biridir. Bu yüzden şeriat, örtünmeyi vacip kılmıştır. Ön ve ar­ka, husyeler, kasık ve uyluğun ona bitişik olan yerleri, en galîz av­ret yerleridir ve bunların örtülmesinin vacipliğine dair delil ika­mesine gerek bile yoktur. Rasûlullah'ın (s.a.) şu hadisleri buna delâlet etmektedir:

"Biriniz, kölesini cariyesiyle evlendirdiği zaman, onun avret yerine bakmasın![1407] Bir rivayette şöyle:

"Göbek ile dizkapağı arasına bakmasın! [1408] Rasûlullah'm (s.a.), "Uyluğun, avret olduğunu bitmedin mi?! [1409] hadisi, uyluğun da avret olduğuna delâlet etmektedir. Gerçi uyluğun avret olup olmadığı konusunda farklı hadisler bulu­nuyorsa da, ihtiyatla hareket etmek ve uyluğun avret olduğunu kabul etmek daha yerinde ve teşrî' ilkelerine daha uygun olacak­tır. [1410]

 

Zaruret Olmadıkça Tamamen Soyunmanın Haramlığı:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sakın ha çırılçıplak soyunmayın! Çünkü beraberinizde siz­den hiç ayrılmayanlar var. Onlar, sadece kazayı hacet esnasında ve kişinin eşine yanaşması anında sizi terkederler. Onlardan haya edin ve onlara ikramda bulunun!'[1411]

"Allah Teâlâ, haya edilmeye insanlardan daha lâyıktır. [1412] İnsanın yalnız da olsa çırılçıplak soyunması, zaruret olmadık­ça caiz değildir. Çünkü ansızın yanına biri gelebilir. Hem ameller, kaynaklandıkları huylar itibariyle değer kazanır. Örtünmenin menşei hayadır; nefse sakınma ve korunma duygusunun galebe çalması, hayasızlığı terketmesi, kendini kaybetmemesidir.    [1413]         

 

Yabancılara Bakmanın Hükmü:

 

Sâri' Teâlâ, bir kimseye bir şeyi emrettiği zaman, bu, diğerinin de o şekilde davranmasının emredilmesin! gerekli kılar. Ka­dınlar tesettürle emrolununca, bu durumda erkeklerin de gözlerini haramdan sakındırmaları emrolunur. Hem erkeklerin nefislerinin kemâli, ancak gözlerini haramdan indirmeleri ve nefislerini bu doğrultuda muaheze etmeleriyle mümkün olur.

Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali'ye (r.a.) şöyle buyurmuştur:

"Birinci bakış senin içindir; ikinci defa bakma hakkın yoktur.[1414]

Hadis, ilk bakışı sürdürmenin de yasak olduğunu belirtir.

Rasûlullah (s.a.), eşlerinin yanına kör olan İbn Ümmü Mektûm girince onlara, örtünmelerini söylemişti. Kendisine onun kör olduğunu ve kendilerini görüp tanımayacağını söylediler. Ra­sûlullah (s.a.), onlara:

"Siz de mi körsünüz; siz onu görmüyor musunuz?" buyurdu. [1415]

Bu hadis, kadınların da erkekler gibi bakmaktan etkilenecek­lerini ve onlara karşı arzu duyacaklarını gösterir. [1416]

 

Köle, Mahrem Gibi Sayılır:

 

Rasûlullah (s.a.), kızı Hz. Fâtıma'ya: [1417] "Kendini sıkıntıya sokma; nihayet biri baban biri de kölen!" buyurmuştur.

Köle, mahrem gibi sayılmıştır. Çünkü kölenin hanımefendisi­ne karşı bir arzusu olmaz; zira onun gözünde bir heybeti olur; ha­nımefendinin de köleye karşı bir arzusu olmaz; çünkü gözünde bir değeri olmaz. Üstelik sürekli ona karşı örtünmesi zor olur.

Bu özellikler, birbirleriyle evlenmeleri helâl olmayan bütün yakınlar için geçerlidir. Çünkü bunlar birbirlerine karşı bir arzu duymazlar. Ebedî evlenme yasağının bulunması, tamahı keser; hep bir arada olmak cinsel yönden uyanmanın önünü alır, tesettü­rü imkânsız kılar, iltifatı Önler. İşte bu yüzden mahrem kimseler yanında örtünme, yabancılara nisbetle olan örtünmeden daha ha­fif tutulmuştur. [1418]

 

NİKÂH AKDİ

 

Nikâhta Veli Şartı:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Velisiz nikâh olmaz.[1419]

Nikâh akdini yalnız başına kadınların deruhte etmesi caiz de­ğildir; çünkü kadınlar akılca noksan ve karar verme bakımından yeterli değillerdir. Çoğu kez maslahatın ne olduğunu idrak ede­mezler. Hem onlar genelde kabilenin şerefini de düşünmeyebilir­ler. Kendilerine denk olmayan kimselere gönüllerini kaptırabilir-ler. Bunun utancını ise kadının kabilesi duyar. Bu durumda, muh­temel mefsedetlere meydan vermemek için nikâh işinin velilere havale edilmesi gerekir.

Hem insanlar arasında, yaratılış özelliğinden kaynaklanan yaygın telakkiye göre erkekler, kadınlar üzerinde hakim konum­dadırlar. Bunun sonucu olarak evlilik akdini kurmak ve bozmak onların elinde, nafaka yükümlülüğü de onların üzerinde olmalıdır. Kadınlar ise, onların eli altında bir tür tutsaktırlar. Bu, "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve er­kekler mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisi ve koruy uçuşudur. [1420] âyetinin gereği olmaktadır.

Nikâhta veli şartının aranması, evliliğin onların bilgisi dahi­linde yapılmasının gereğini ortaya koyar. Velilerine danışmadan sadece kadınların kendi arzularıyla evlenmeye kalkmaları, yersiz olur ve bunun kaynağı haya azlığıdır, velileri takmamak, onları kale almamaktır.

Öbür taraftan nikâh ile sifâh yani gayri meşru ilişkiler arası­nı ayırmak gerekir. Bu da teşhir yoluyla olur. Bunun en iyi yolu da akitte velilerin hazır bulunmasıdır. [1421]

 

Nikâhta Kadının Rızası Şarttır:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Dul kadın, emri alınmadan nikâh edilemez. Kız da kendisin­den izin alınmadıkça nikâh olunamaz. Kızın izni susmasıdır." Bir rivayette: "Kızı evermek için babası kendisinden izin ister.[1422]

Evlilikte velinin tahakkümde bulunması ve velisi bulunduğu kadını zorla evlendirmesi de caiz olmaz. Zira veli, kadının kendisi için ne istediğini bilemez. Akdin iyi kötü bütün sonuçlarına katla­nacak olan kadındır. Bu itibarla onun izin ve rızası olmadan evlen-dirilemez.

Dul kadının emri alınır; yani kiminle evleneceğini bizzat ken­disinin sözlü bir şekilde beyan etmesi gerekir. Kızın ise izni iste­nir. İzine delâlet eden en aşağı şey sükuttur. Burada izni istenecek kızdan maksat, ergen olan kızdır. Henüz evlilikten hiçbir haberi olmayan küçük çocuk değildir. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.), kızı Hz. Aişe'yi henüz altı yaşındayken Rasûlullah'a (s.a.) nikahlamıştır. [1423]

 

Kölenin Evlenmesi, Efendisinin İznine Bağlıdır:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Hangi   köle,    efendisinin   izni   olmadan   evlenirse, o zinâkârdır. [1424]

Köle, efendisine hizmetle memurdur. Nikâh, kadınla ilgilen­mesini gerektireceğinden onun bu görevini aksatır. Bu itibarla kö­lenin nikâhının, efendisinin iznine bağlı olması gerekmiştir.

Cariyenin evlenmesinin sıhhati de evleviyetle efendisinin iz­nine bağlı olacaktır. "Onları ailelerinin izniyle nikâhlayın. [1425] âyeti de bu manayı ifade eder. [1426]

 

Nikâh Akdinden Önce Hutbe:

 

İbn Mes'ûd (r.a.) şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a.), bana nikâh ve benzeri önemli işler anında nasıl teşehhüdde bulunulacağını öğretti. Şöyle:

"Allah'a hamd olsun! O'ndan yardım ister, O'na istiğfar ede­riz. Nefislerimizin şerrinden Allah'a sığınırız. Kimi Allah hidayete erdirirse, onu kimse sapıtamaz. Kimi de Allah saptırmışsa, onu kimse yola getiremez. Şehadet ederim ki Allah'tan başka tanrı yok­tur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve rasûlüdür." Sonra şu üç âyeti okur:

"Ey iman edener! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin! [1427]

"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbiniz-den sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüp­hesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.[1428]

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin. Çünkü böyle davranırsanız, Allah işlerinizi düzeltir ve günahları­nızı bağışlar. Kim Allah ve rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtu­luşa ermiş olur. [1429]

Cahiliye döneminde insanlar, akitten Önce hitabede bulunur­lar ve kavimlerinin üstünlüklerinden söz ederler, böylece asıl mak­sada gelirler ve evliliğin önemine dikkat çekmek isterlerdi. Törele­rin bu şekilde cereyanında maslahat bulunuyordu. Çünkü hitabe, evliliğin ilân ve teşhiri anlamına geliyor; evliliğin herkesin gözü önünde ve bilgisi dahilinde yapılmasını sağlıyordu.

Nikâhın ilân ve teşhiri, onu gayri meşru ilişkilerden ayıracağı için arzulanan bir şeydir. Hem hutbe ancak önemli şeyler esnasın­da irad olunur. Nikâha önem vermek ve onun insanlar arasında önemli bir akit olduğunu vurgulamak, en büyük maksatlardan bi­ridir. Bu itibarla Rasûlullah (s.a.), hutbe geleneğini olduğu gibi bı­raktı, ancak içeriğini değiştirdi. Ona dinî bir mahiyet verdi.

Her önemli işe uygun zikir olmalıdır. Her yerde her vesile ile Allah'ın nişanelerine saygı gösterilmelidir. Böylece hak dinin simgeleri, bayrağı her yerde yayılacak, nişane ve emareleri her yerde apaçık gözükecektir.

Bu mülahazalarla Rasûlullah (s.a.) nikâh hutbesinde hamd, istiâne, istiğfar, istiâze, tevekkül, teşehhüd, Kur'ân'dan âyetler okuma... gibi her türden zikre yer verdi. Rasûlullah (s.a.), bu mas­lahata şu hadisleriyle de işaret buyurmuştur:

"Teşehhüd içermeyen her hutbe, cüzzamlı kol gibi işe yara­mazdır.[1430]

"Hamd ile başlanmayan her söz, güdüktür. [1431]

 

Nikâhın İlânı Ve Merasim:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Helâl ile haramın arasını ayıran şey, ses (ezgi) ve nikâhta def çalınmasıdır. [1432]

"Şu nikâhı ilân edin ve onu mescidde kıyın, defler çalarak duyurun! [1433]

Cahiliye döneminde insanlar, nikâhta def çalarlar, türkü söy­lerlerdi. Bu o zamanlar çok yaygın bir âdetti ve Hz. Âişe'nin (r.a.) beyan ettiği üzerecari dört nikâh[1434] arasından Rasûlullah'ın (s.a.) olduğu gibi bıraktığı sahih nikâh esnasında hemen hemen hiç terketmezlerdi. Bunda büyük bir maslahat bulunuyordu. O da şudur: Şehvetin giderilmesi, erkek ve kadının razı olması ba­kımından nikâh ile sifah (zina) arasında bir fark yoktur. Bu du­rumda, daha ilk bakışta bu ikisinin arasını ayıracak ve hiçbir kim­seye dedikodu etme imkânı vermeyecek, kapalı hiçbir şey bırak­mayacak bir şeyin olması gerekiyordu. Def çalma, türkü söyleme vb. bunu sağlıyordu. [1435]

 

Mut'a Nikâhı:

 

Rasûlullah (s.a.), birkaç gün için müt'a nikâhına ruhsat ver­mişti, sonra yasakladı. Önce ruhsat vermesi, İbn Abbâs'ın da (r.a.) belirttiği gibi, ailesinin bulunmadığı bir beldeye gelen kimseler hakkında duyulan ihtiyaca müstenit idi. İbn Abbâs'ın işaretine gö­re, o zamanki müt'a nikâhı, mücerred cinsel ilişki için kiralama anlamında olmazdı; aksine bu, ev düzeni ve idaresi babından ihti­yaçlar zımnında gizlenmiş olurdu. Zira kadının mücerred cinsel ilişki için kiralanması, insan tabiatından uzaklaşma demektir, sağduyu sahibi bir insanın içinin çekmeyeceği bir rezalettir.

Yasak ise, bu ihtiyacın çoğunluk zaman itibariyle bulunma­ması esasına müstenittir.

Hem bunun meşru kabul edilmesi halinde, neseplerin karış­ması durumu vardır. Çünkü müddetin bitiminde kadın, erkeğin eli altından çıkacak ve kendi istediği yere gidecektir. Adam, gittiği yerde ne yaptığını bilemez. Ebedîlik esası üzerine kurulu olan nikâhlarda bile iddete riayet son derece zor olmaktadır; ya müt'a nikâhı hakkında ne demeli?!

Keza bu nikâhın terviç edilmesi halinde şer'an muteber olan sahih nikâh ihmal edilmiş olur. Çünkü nikâha arzu duyanların büyük çoğunluğu şehvetlerini giderme saikiyle evlilik hayatına gi­rerler. Müt'a nikâhı, bu yolu kesen bir engel olur. [1436]

 

Mehir:

 

Nikâh ile sifâh (zina) arasını ayıran hususlardan biri, her ne kadar bu konuda asıl, insanların gözü önünde yapılmak sure­tiyle nizaın önünü almak ise de ilişkinin daimî yardımlaşma esası üzere oturtulmasıdır.

Cahiliye döneminde insanlar, mehirsiz nikâhta bulunmazlar­dı. Bunun çeşitli gerekçeleri ve içerdiği maslahatları vardı. Bun­lardan bazılarını şöylece sıralayabiliriz:

i. Nikâhtan beklenen faydanın tamam olabilmesi için, eşler­den her birinin kendisini, devamlı olacak bir yardımlaşma hayatı için hazırlaması gerekir. Bu, kadın açısından yetkisini kocanın eli­ne vermesiyle olur. Evlilik hayatını sürdürme konusunda kocanın yetkisinin de alınması caiz olamaz; aksi takdirde talâk kapısı ka­patılmış ve koca, kadının elinde aynen kadının kendi elinde esir oluşu gibi esir olmuş olur. Oysa ki tabiî yapı ve sorumluluğu ge­reği olarak erkeklerin kadınlar üzerinden hâkim konumda olmala­rı gerekir.

Evliliği sürdürme ya da sona erdirme yetkisinin her ikisinin elinden alınıp hâkimlerin eline verilmesi de caiz olmaz. Çünkü me­selenin onlara iletilmesinde büyük zorluklar olur; onlar, kocamn çok iyi bildiği kendisine ait durumları bilemezler.

Bu durumda kocanın gözü önünde, şayet evlilik ilişkisini sona erdirdiği takdirde vermesi gereken bir meblağın olması gerekir. Bu, gerçekten bir zaruret olmadıkça evliliği bozmaya yönelik bir cürette bulunmamasını temin edecektir. Bu da, bir tür kendisini devamlı olacak bir birlikteliğe hazırlamak demektir.

Hem, kadının kadınlığından istifade karşılığında bir mal har-canmadıkça nikâha karşı bir ilgi olduğu anlaşılmaz. Çünkü insan­lar mallarını her şeyden çok esirgerler ve bu konuda cimrilik eder­ler. Bu durumda nikâha maldan daha çok önem verildiğinin gösterilmesi gerekir. Kadına karşı gösterilen ihtimam, velilerin gözleri­ni aydın eder ve bu durumda ciğer pareleri yavrularına sahip ol­ması kendilerine ağır gelmez. Nikâh ile sifâh (zina) arasındaki fark da ancak bununla olur. "Bunlardan başkasını, namuslu ve zi­na etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı.'[1437]âyetinin manası da budur. [1438]

 

Mehir Az Ya Da Çok Olabilir:

 

işte bu sebepten dolayı Rasûlullah (s.a.), mehri olduğu gibi korudu, ona daha fazla ya da daha az olamayacak şekilde bir sınır getirmedi. Çünkü insanların kadınlara gösterdikleri ihtimam şek­li, yöreden yöreye, zamandan zamana göre değişir; onlara karşı duyulan rağbet farklı farklı olur. Cimrilik ve cömertlikte de farklı farklıdırlar. Bu durumda, nasıl ki eşyaya biçilen fiyatları tahdit et­me imkânı yoksa, mehir için de belli bir sınır getirmenin imkânı yoktur. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), mehir olarak verecek bir şeyi olmayan bir kimseye, "Demirden bir yüzük de olsa, bul uer[1439] buyurmuştur. [1440]

 

Mehirde Aşırılığa Kaçmak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kim, karısına mehir olarak bir avuç kavut (sevik) yahut hur­ma vermişse, onu kendisine helâl kılmış olur. [1441]

Şu kadar var ki Rasûlullah (s.a.), kendi eşlerinin ve kızları­nın mehirlerini on iki buçuk ukiyye[1442]olarak belirlemiştir.

Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: "Kadınların mehirleri konu­sunda aşırılığa kaçmayın! Çünkü bu, eğer dünyada bir şeref, ya da Allah katında bir takva olsaydı, ona hepinizden çok Rasûlullah (s.a.) lâyık olurdu. Rasûlullah (s.a.) eşlerinden hiç birine on iki ukiyyeden daha fazla mehir vermemiştir. Rasûlullah'm (s.a.) kızla­rına da aynı şekilde daha fazla mehir verilmemiştir. [1443]

Rasûlullah (s.a.), uygulamasında mehrin esirgenecek bir mal olmasını, içinde yaşadığı toplumun durumunu dikkate alarak ödenmesi zor olmayacak bir meblağ olarak belirlenmesini esas al­mıştır. Onun verdiği miktar, kendi dönemindeki insanların âdetle­rine göre normal sayılacak bir meblağdır. Kendisinden sonraki dö­nemler için de, insanların büyük çoğunluğunca elverişli olacak bir miktardır. Ancak hükümdarlar gibi zengin olanlar için bu miktar az olabilir. [1444]

 

Kadınlara Haksızlık Etmek Yoktur:

 

Cahiliye döneminde insanlar, kadınlara mehirlerini verme­mek, ya da noksan vermek gibi yollarla zulmediyorlardı. Bununla ilgili olarak Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir:

"Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile (cömertçe) verin! [1445]

Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmuştur:

"Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tayin etmeden kadınları boşarsanız bunda size bir günah yoktur. Bu durumda onları faydalandırın. Zengin olan durumuna göre, fakir olan durumuna göre verir, iyilikle faydalandırmak muhsinler (iyi davranışlılar) için bir vazifedir.

Evlendiğiniz kadınları mehir tayin ettiğiniz halde temas et­meden boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısı onundur.[1446]

Bu konuda asıl şudur: Nikâh, mülk-i müt'a[1447] için sebeptir; zifaf nikâhın semeresidir. Bir şey ancak semeresi için istenir. Hü­küm ise sebep üzerine gerekir. Bunun için mehrin bu ikisi arasın­da pay edilmesi yerinde olur. Ölümle, bir şey son şeklini alır ve ölünceye kadar reddetmemesi, rücu etmemesi halinde sabit oluşu gibi yerleşir. Talâk ile evlilik sona erer ve beraberlik bozulur. Ay­nen alış verişteki red ve ikâleye benzer. Bu kısa girişten sonra de­riz ki:

Cahiliye döneminde mehir konusunda büyük münakaşalar olurdu. Mala karşı cimrilik ederler ve mehir vermemek için çeşitli bahaneler ileri sürerlerdi. Allah Teâlâ, bu konuda sözünü ettiği­miz esaslar doğrultusunda adaletle hüküm buyurdu. Buna göre durum şöyle olacaktır:

Eğer kadına mehir tayin etmiş, onunla zifafa girmişse, kadın mehrini tam olarak hak eder; ister ölsün, ister boşasm farketmez. Çünkü mülkün sebebi ve semeresi tamam olmuş, koca eşine yanaşmıştır. Nitekim, "Vaktiyle siz birbirinizle haşir-neşir olduğu­nuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız[1448] âyeti bu manayı ifade etmektedir.

Eğer mehir tayin etmiş, fakat gerdeğe girmeden ölmüşse, bu durumda kadın mehri tam olarak hak eder. Çünkü nikâh, ölüm ile yerleşip son şeklini almıştır ve bozulma ihtimali artık kalmamış­tır. Zifafın olmaması hükmü etkilemez; çünkü elde olmayan bir özür (Ölüm) sebebiyle olmuştur.

Eğer bu durumda boşarsa, bu âyete göre kadm, mehrin yarı­sını hak eder. Çünkü iki durumdan[1449] sadece biri gerçekleşmiş ve iki benzerlik doğmuştur: Nikâhsız nişan haline benzerlik, tam nikâha benzerlik.

Eğer mehir tayin etmez ve gerdeğe girerse, bu durumda ka­dın ne eksik ne fazla olmak üzere emsal mehire hak kazanır, iddet bekler, mirasçı olur. Çünkü onun hakkında akit, hem sebebi hem de semeresi itibariyle tamam olmuştur. Bu durumda mehre hak kazanması gerekir.

Koca tarafından tayin edilmeyen mehir, kadının baba tarafın­dan olan kendi dengi kadınların[1450] mehri kadardır. Çünkü bir şe­yin değeri, emsali ve benzeri bulunduğu şeylerin dikkate alınması yoluyla belirlenir.

Mehir tayin etmemiş, gerdeğe de girmemiş ise, bu durumda kadına "müt'a"[1451] verilir. Çünkü bir nikâh akdinin maldan hali olarak akdedilmesi caiz değildir. "Bunlardan başkasını, namuslu ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı." [1452] âyeti de bu manayı ifade etmektedir.

Nikâh mülkiyeti yerleşmediği, mehir tayini de olmadığı için, kadına mehir gerekir demeye imkân yoktur. Bu durumda verile­cek şey müt'a olarak belirlenmiştir. [1453]

 

Mehrin, Sadece Mal Olması Şartı Yoktur:

 

Rasûlullah (s.a.) bir defasında Kur'ân'dan bazı sûreleri(n öğ­retilmesini) mehir kılmıştır. [1454] Çünkü Kur'ân öğretimi, rağbet edi­len önemli bir hizmettir; mala olan arzu ve talep gibi, ona da arzu duyulur. Dolayısıyla malın yerini alması caiz olmuştur. [1455]

 

Velime: Düğün Ziyafeti

 

Eskiden insanlar gerdekten önce ziyafet vermeyi âdet edin­mişlerdi. Bunda birçok maslahat bulunmaktadır:

i. Nikâh, herkese iyi bir yolla duyurulmuş olur. Gerdeğe gir­mek üzere olduğu bir sırada, kurulan ilişkinin evlilik ilişkisi oldu­ğunun herkese duyurulması gerekir. Böylece nesep konusunda hiçbir kuşkuya mahal kalmaz; nikâh, sifahtan (zina) ilk bakışta ayrılmış olur; kadının o adama ait olduğu herkesin gözü önünde ilân edilmiş olur.

ii. Bu bir şükür ifadesidir. Allah Teâlâ, kendisine yuva kur­ma nimetini bahsetmiştir. Bu durumda onun da, Allah'ın kullarına ikramda bulunması ve onlara ziyafet vermesi bir şükür gereği olacaktır.

iii. Kadına ve ailesine saygı manasına gelir. Kadın için mal harcaması, onun için insanları bir araya toplaması, kadının onun yanında değeri ve Önemli bir yeri olduğunu gösterir.

iv. Ev halkı arasında özellikle de ilk kez bir araya gelişlerde, ülfet ve muhabbetin gerçekleştirilmesi için bu tür davranışlara ih­tiyaç vardır.

v. Daha önceden sahip olmadığı yeni bir nimeti elde etmek, ferah, coşku ve sevinç doğurur; bu insanı mal harcamaya iter. Böy­le bir dürtüye uymak ve ziyafet vermek, cömertlik vasfını kazan-.. mak, pintilik dürtüsüne baş kaldırmak için bir alıştırma olur.

Buna benzer daha birçok faydaları vadır. [1456]

 

Rasûlullah (S.A.) Düğün Ziyafeti Vermiştir:

 

Düğün ziyafeti vermede gerek şehir ve ev siyaseti ve gerekse nefis terbiyesi ve ihsan mertebesine ulaşılması açısından birçok fayda bulunması sebebiyle, bu âdetin Rasûlullah (s.a.) tarafından olduğu gibi korunması, ona teşvikte bulunması, bizzat kendisinin de bu âdet doğrultusunda hareket etmesi vacip olmuştur.

Rasûlullah (s.a.), düğün yemeğini mehir konusunda belirttiği­miz benzeri gerekçelerle tahdit etme yoluna gitmemiştir. Bunun   ' ortası, bir koyun kesip yedirmektir.

Rasûlullah (s.a.), Safiyye (r.a.) ile evliliğinde "hays[1457] yeme­ği vermiş, bir hammıyla evlendiğinde ise sadece iki müd arpa (ek­meği) yedirmiştir. [1458]

 

Düğün Davetine Katılma:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Biriniz, düğün yemeğine davet edildiği zaman ona katılsın!" Bir rivayette de devamla şöyle buyurmuştur: "Artık ister yer, ister yemez. [1459]

Genel teşrî esaslarından biri şudur: Bir kimseye, bir maslahata mebni insanlara yönelik bir şey yapması emredildiği zaman, bu emir, insanların da onun arzu ettiği şeye karşılık vermelerinin, ona icabette bulunmalarının teşvik edilmesini gerektirir. Aksi tak­dirde emirden beklenen maslahat gerçekleşmez. Evlenen kimse, insanlara düğün yemeği vermek ve bu yolla nikâhı herkese duyur­makla emrolununca, insanlara da onun davetine katılmaları emro-lunur. Davetli oruçlu olur da, yemek istemezse bunun bir zararı ol­maz. Çünkü katılmasıyla asıl maksat hasıl olmuştur.

Hem, davete icabet etmek sıla kabilinden bir İyiliktir. Bunun bir sünnet olarak yaşanmasında, hem şehrin hem de mahallenin düzen ve intizamına büyük katkı olur. [1460]

 

Peygamber, Tasvirlerle Süslenmiş Eve Girmez:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Ne ben ne de başka bir peygamber, tasvirlerle süslenmiş bir eve girmeyiz. [1461]

Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Suret yapmak, suretlerle süs­lenmiş elbise giymek haram kılınınca, bunun gereği olarak, içinde suret bulunan evi terketmek, bunun kınamayı gerektirici bir du­rum olduğuna hükmetmek de gerekecektir, özellikle de peygam­berlerin buna çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü onlar, iyiliği em­retmek, kötülüklere karşı koymak üzere gönderilmiş kimselerdir. Sonra aşırı tezyinata kaçmak, dünyaya aşırı derecede bel bağla­maya sebep olur. Bu tutum, Acem ülkelerinde iyice yer etmişti. O derecede ki bu, onlara âhireti unutturmuştu. Bu durumda şeriatın böyle bir sonuca götürecek davranışlara karşı tavır alması ve nef­retini açıklaması, bazı yasaklar getirmesi gerekir. [1462]

 

Gösteriş Ve Öğünç İçin Verilen Davetlere Katılmamak:

 

Rasûlullah (s.a.), gösteriş için verilen davetlere katılınmasını, onların yemeklerinin yenmesini yasaklamıştır. [1463]

Cahiliye döneminde insanlar birbirlerine karşı öğünürler ve herkes en büyük ziyafetin kendisi tarafından verilmiş olmasını is­terdi. Sırf bunun için büyük harcamalara girerlerdi. Bu, İnsanlar arasında kin duygularının yerleşmesine, araların bozulmasına, dinî ve medenî bir maslahata yönelik olmaksızın mal ziyanına se­bep olmakta idi. Sadece nefsânî bir dürtünün gereği olarak yapılı­yordu. İşte bu yüzden böyle bir kimsenin davetine iltifat edilme­mesi, ona önem verilmemesi ve böylece bu kapının kapatılması ge­rekmiştir. Bu tür davranışların yasaklanmasının en güzel yolu, onun yemeğinin yenmemesidir. [1464]

 

Davetlerde Tercih:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"iki davet aynı zamana rastladığı zaman, kapısı daha yakın olana icabet et! Eğer ikisinden biri daha önce davette bulunmuşsa, Öncekinin davetine katıl![1465]

Davetlerin çakışması halinde tercih iki yolla olur:

i. Öncelik ilkesinden hareketle daha Öncekinin davetine katı-lınır.

ii. Öncelik yoksa yakınlık ilkesine itibar edilir. [1466]

 

MUHARREMÂT: EVLENİLMESİ HARAM OLAN KADINLAR

 

Bu konuda asıl şu âyet ve hadislerdir:

"Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlar­la (üvey annelerinizle) evlenmeyin; çünkü bu bir hayasızlıktır, iğ­renç bir şeydir ve kötü bir yoldur.

Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleri­niz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendisiyle birleştiğiniz eşleriniz­den olup evlerinizde bulunan [1467]kızlarınız size haram kılın­dı. Eğer onlarla henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size bir mahzur yoktur. Kendi sulbünüzden olan[1468] oğullarınızın eşleri ve iki kızkardeşi birden almak da size haram kılındı. Ancak geçen geçmiştir. Allah, çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. [1469]

Rasûlullah (s.a.) da, müslüman olan ve nikâhı altında on ka­dın bulunan birine, "Dördünü tut, diğerlerinden ayrıl!" buyurmuş­tur. [1470]

Yine o şöyle buyurmuştur:

"Kadın, halası üzerine; hala kardeşinin kızı üzerine; kadın teyzesi üzerine,  teyze, kızkardeşinin kızı üzerine nikâh edilemez. [1471]

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez; zina eden kadın da ancak zina eden veya müşrik olan erkekle evlenebilir. Bu mü'minlere haram kılınmıştır.[1472]

Bu âyetlerde sayılan kadınlarla evlenmenin haramlığı, cahili-ye döneminde de İnsanlar arasında yaygın olarak biliniyor ve bu yasağa riayet ediliyordu. Bunun, kendi taşkınlıkları ve haddi aş­maları sonucu ihdas ettikleri çok az istisnası vardı; babalarının nikahladıkları kadınlarla evlenmek, iki kız kardeşi aynı anda nikâh altında tutmak gibi. Bu istisnaların dışında kalan haramhk hükmünü, nesiller boyu birbirlerinden tevarüs edegelmişlerdi. Bu­nun sonucunda hüküm kalplerinde iyice yer etmişti.

Bu sayılan kadınların haram kılınmasında çok açık masla­hatlar bulunmaktadır. Bu itibarla Allah Teâlâ, onlarla evlenmenin haramlığı hükmünü olduğu gibi korumuştur. Bunun yanında ih­mal gösterdikleri ve hatalı oldukları konulara da dikkat çekmiş ve onları düzeltmiştir. [1473]

 

Evlenmenin Haram Olmasını Gerektiren Sebepler:

 

Haramlık hükmünü gerektiren durumlar şunlardır: [1474]

 

1. Yakınlık:

 

Adeten, insanlar hep yakınlarıyla bir arada olmak zorunda­dır. Bunlar arasında tesettüre riayet etmek imkânı yoktur. Her iki tarafın bîr birine olan ihtiyaçları yapay ve geçici olmayıp, kalıcı ve tabiî bir mahiyet arzeder. Bu durumda, yakın kadınlarla evlenme yasağı konularak onlara karşı tamah kökten kesilip atılmazsa, sa­yılamayacak kadar mefsedet ortaya çıkar. Herkes bilir ki bir adam, yabancı bir kadının güzelliğini görür de, bir bakmaya ona aşık olur, onun peşine düşer ve bu yüzden kendisini nice tehlikele­re atar. Ya devamlı başbaşa kaldığı, gece gündüz güzelliklerini gördüğü kadın hakkında ne demeli?!

Hem yakınlara karşı rağbet kapısı açık tutulup kapatılmamış olsaydı, bu yüzden insanlara bir ayıp gerekmeseydi, bu, kadınların büyük ölçüde zarar görmelerine sebep olurdu. Çünkü onlara karşı beslenilen arzu, onların başkalarıyla evlenmelerinin engellenmesine sebep olurdu. Zira kadınların evlendirilmesi kendi ellerinde bir şeydir. Haydi diyelim onları kendileri aldılar, bu durumda kadının evlilik haklarını kim arayacak, onu kim kollayacaktı.

Benzer bir durum yetim kızlar hakkında Kur'ân'da yer almış­tır. Veliler, elleri altındaki yetim kızları, mallarına ve güzellikleri­ne olan rağbetlerinden dolayı kendilerine nikâhlarlar, fakat evlilik haklarına riayet etmezlerdi. Bunun üzerine Hz. Âişe'nin açıkla­dığı üzere şu âyet indi:

"Eğer yetimlerin haklarına riayet etmekten korkarsanız be­ğendiğiniz başka kadınlarla evlenin. [1475]

Tabiî ve kalıcı olan bu ilişki; kişi ile, annesi, kızı, kızkardeşi, halası, teyzesi, kardeş kızları, kızkardeş kızları arasında mevcut bulunmaktadır. [1476]

 

2. Süt Akrabalığı:

 

Kişiyi emziren kadın, anne mesabesindedir; çünkü bünyesi­nin oluşmasında ve gelişmesinde anne gibi bir paya sahiptir. Çocuğun yaratılışı annenin karnında tamamlanır, süt anne ise ilk bü­yümesi ve gelişmesi anında ona süt vererek onu açlıktan ve ölüm­den kurtarır. Bu haliyle süt anne, anneden sonra gelen annedir. Onun çocukları da, kendi kardeşlerinden sonra gelen kardeşleri olur. Süt anne onu büyütmek için ne zahmetlere katlanır. Buna karşılık olmak üzere çocuğun boynunda onun lehine borçlar biner. Küçüklüğünde onun için neler yapar. Hal böyle iken büyüyünce, ona sahip olması, onun üzerine atlaması hasta ruhlu olmayan bir insanın asla kabul edemeyeceği bir şeydir. Nice akılsız dilsiz hay­van vardır ki, annesine ya da kendisini emzirene şehvetini gider­mek için dönüp bakmaz bile. Ya insana ne demeli!

Araplar, çocuklarını sütanneye teslim ederlerdi. Çocuk, sü­tannenin kabilesinde yetişir, büyürdü; bir mahrem gibi onlarla içli dışlı olurdu. Araplarca, süt akrabalığı aynen nesep akrabalığı gibi bir şeydi. Bu durum, süt emme sebebiyle haramhk hükmünün, ne­sep sebebiyle haramlığa kıyaslanmasını gerektirmiştir. "Doğum­dan haram olan, süt emme sebebiyle de haram olur. [1477] hadisi bu mananın ifadesi olmaktadır. [1478]

 

Haramlık Hükmü Doğuracak Sütün Miktarı:

 

Süt emmenin haramlık doğurması, çocuğun bünyesinin oluş­masında ve gelişmesinde anneye benzemesi sebebiyledir. Bu du­rumda emzirmede iki şeyin dikkate alınması gerekecektir:

i. Bu mananın gerçekleşmesini sağlayacak miktar. Hz. Âişe (r.a.) şöyle demiştir: "Bilinen on defa emzirme haramlık hükmü doğurur." âyeti, indirilen Kur'ân meyanında idi; sonra bu adet beş bilinen emme ile neshedildi.[1479]

Emme sayısının takdiri şunun içindir: Süt haramhğını doğu­ran mana, azda değil çokta bulunur. Bu durumda teşri esnasında az ile çok arasını ayıran bir sınırın konulması gerekir. Şüphe anm-da bu sınır esas alınır.

Bu takdirin on sayısıyla yapılması ise şunun içindir: On, do­ğal sayılardan sonra gelen, ondalık sayıların başladığı ve cem-i  kesretin[1480] kullanılmaya başladığı ilk sayıdır. On için, cem-i kıllet sîgası kullanılmaz. Bu özelliğiyle on sayısı, insan bedeninde etkisi olan "çok emme"nin miktarım belirlemeye elverişli bir sayıdır.

Beş emme ile neshedilmesi ise, ihtiyata riayet içindir. Çocuk beş kez iyice emzirildiği zaman, cildi revnaklaşır, yüzünde ve be­deninde bir parıltı hasıl olur. Üst üste beş kez emzirildiğinde ye­terli süt almaması, emzirenin sütlü olmaması halinde ise, çocuğun bedeninde zayıflık belirir, rengi solar. Bu, beş emmenin çocuğun gelişmesinde ve büyümesinde açık bir etkisinin olduğunu gösterir. Daha az sayıda emzirmede ise bu belirtiler gözükmez.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir ya da iki emme, bir ya da iki sorma, bir ya da iki defa memeyi çocuğun ağzına verme haramlık doğurmaz. [1481]"Sütün azı da çoğu da haramhk hükmü doğurur" diyenlere göre illet ise, süt emme işine tazimde bulunmak ve onu bizatihi kendisinde bulunan bir özellikten dolayı müessir gibi görmektir. Bu durumda hüküm, menatı bilinmeyen sair durumlarda olduğu gibi taabbudî olur.

ii. Emzirme işinin, bünyenin ilk şekillendiği, çocuğun suretinin kendini bulduğu dönemde olması. Aksi takdirde emilen süt, diğer gıdalar gibi olmaktan öteye geçmez ve bir mana ifade et­mez. Büyüğün ekmek yemesi gibi olur.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Süt hükmü, ancak açlıktan dolayı sabit olur.[1482] "Süt haramlığı, ancak bağırsakların gıdasını sütten alması halinde olur; bu sütten kesilmeden Öncedir. [1483]

 

3. Mahrem Kadınların Aynı Nikâh Altında Toplanması:

 

Yakın akrabalar arasında sılayırahmin kesilmesine sebep olacak evliliklerden kaçınılması gerekir. Çünkü kumalar birbirle-rini çekemezler, kin ve buğzları kendilerine en yakın olanlara da sirayet eder. Yakınlar arasında buğz çok kötü ve çirkin bir şeydir. Bu yüzden seleften bir grup, iki amca kızının dahi bir nikâh altın­da toplanmasını iy görmemişlerdir. Bu durumda, iki kızkardeş, halayeğen, teyze-yeğen gibi şayet birinin erkek farzedilmesi ha­linde birbirleriyle ebedî olarak evlenmeleri haram olan iki kadının bir nikâh altında toplanmasına ne demeli!

Rasûlullah (s.a.), bu esası kendi kızı üzerine başka bir kadı­nın nikâhlanması konusunda da dikkate almıştır. Çünkü kumala­rın birbirlerine olan haset ve kinleri, kocalarını kendilerine bend etme çabaları çoğu kez kumanın ailesine kadar uzanır. Peygambe­re yönelik bir buğz ise, geçim yüzünden de olsa küfre götürür.

Bu konuda asıl olan iki kızkardeşin bir nikâh altında toplan-masıdır. Rasûlullah (s.a.), "Kadın ile halası bir arada toplana­maz. [1484]hadisiyle meselenin gerekçesine işarette bulunmuştur. [1485]

 

4. Musâharet:

 

Haramlık sebeplerinden biri de sıhriyet akrabalığıdır. Eğer annenin, kızının kocasında, babanın oğlunun hanımında ve hanı­mının kızlarında[1486] gözü olacak olsa, bu aradaki bağların koparılmasına ya da aile üyeleri arasında birbirlerini öldürmelerine se­bep olurdu. Eğer sen eski Acem hikayelerini dinlemiş ve doğru yol üzere yürümeyen zamanının insanlarını dikkatle incelemişsen, sa­yılamayacak kadar çok büyük işler olduğunu, ne dolaplar döndü­ğünü, ne zulümler işlendiğini görmüşsündür.

Sonra bu tür yakınlarla birliktelik kaçınılmazdır. Aralarında Örtünmeye riayet etmek imkânsızdır, birbirlerine haset ve kin ol­ması çirkin bir şeydir, her iki tarafın birbirine sürekli ihtiyacı söz-konusudur. Bu durumda onların, öz anneler, kızlar ya da kızkar-deşler mesabesinde olması gerekir. [1487]

 

5. Belli Bir Sayı İle Sınırlama:

 

Evlenilecek kadınların, evlilik hukukuna riayeti imkânsız kı­lacak bir sayıda olmaması gerekir. İnsanlar, çoğu kez kadınların güzelliklerine vurulurlar ve onlardan birçoğu ile evlenirler. Onlar­dan bir kısmını kayırır ve Özel muamele yaparlar, diğerlerini ise askıda bırakırlar; bunun sonucunda bu kadınlar ne gözlerini aydın edecek bir kocası varmış gibi olurlar, ne de başkalarıyla evlenme imkânı olan kocasız bir kadın gibi olurlar. Bu itibarla kadının zor durumda kalmasına sebep olacak hallere imkân vermemek gere­kir.

Öbür taraftan bazı insanlar tek kadınla yetinemez. Evlilikten gözetilen en büyük maksat çocuk sahibi olmaktır. Bir adam, pek çok kadını aşılayabilir. Hem çok kadına sahip olmak erkekler için bir meziyet sayılır ve insanlar bu yolla birbirlerine Övünebilirler.

İşte bu durumları dikkate alan Sâri Teâlâ, en çok dört kadın-. la evlenilebileceği hükmünü getirmiştir. Dört, eşlerden her birine ancak üç gece sonra gelinebilecek bir sayıdır. Bir geceden az olma­sı halinde nöbete koymanın (kasm) bir anlamı olmaz ve o takdirde 'Tanında geceledi" de denmez. Üç sayısı, çokluk sınırının ilk baş­langıcıdır; fazlası fazla olur.

Rasûlullah'ın (s.a.), istediği kadar çok kadınla evlenebilmesi caizdi. Çünkü dört sınırının konulması, çoğunluk itibariyle kadına zarar dokunmasını önlemek içindir. Yasağın gerekçesi, bilfiil gerçek bir mefsedetin defedilmesi değil, muhtemel bir mefsedetin önünün alınmasıdır. Rasûlullah'ın (s.a.), yaptığı evlilikte evlilik hukukunu gözeteceği kesin belli olduğu için, onun için mazinneye itibara hacet yoktur. O, Allah'a tâat ve emirlerine uyma konusun­da hataya düşmekten korunmuştur; diğer İnsanlar ise öyle değil­dir. [1488]

 

6. Din Ayrılığı:

 

Haramlık sebeplerinden bir diğeri de din ayrılığıdır. "İman edinceye kadar müşrik kadınlarla evlenmeyin! (...) İman edinceye kadar müşrik erkekleri de evlendirmeyin![1489] âyeti bu manayı ifa­de eder.

Âyette, hükümde gözetilen maslahatın şu olduğu açıklanmış­tır: Müslümanların, kâfirlerle birlikteliği, müslümanlarla onlar arasında özellikle de evlilik yoluyla dayanışma ve yardımlaşmanın cereyan etmesi, din için bir mefsedettir, küfrün hiç farkında olma­dan kalbine sirayet etmesine bir sebeptir.

Yahudi ve hıristiyanlar, semavî bir şeriata inanmaktadırlar ve teşrî ilkelerinden, onun küllî esaslarından haberdardırlar.Mecusî ve müşrikler ise öyle değildir. Bu durumda yahudi ve hıris-tiyanlarla sohbet, diğerleriyle sohbete nisbetle daha az zararlı ola­caktır. Çünkü koca, zevce üzerinde egemen vaziyettedir, idaresi kendi elindedir. Zevceler ise, kocaların eli altında bir tür esir gibi­dirler. Bu durumda bir müslümanın kitabî bir hanımla evlenmesi halinde fesat daha az olacaktır. Dolayısıyla bunun dikkate alına­rak hükmün nisbeten hafifletilmesi gerekecek, hüküm diğer evlenilmesi haram olan kadınlardaki kadar şiddetli olmayacaktır. [1490]

 

7. Kadının, Başkasının Cariyesi Olması:

 

Bir diğer haramhk sebebi, evlenilecek kadının bir başkasının cariyesi olmasıdır. Çünkü cariye evlendiği zaman, kendisini hep kocasına saklamak zorunda olmasına rağmen bunu başaramaz. Zi­ra efendisinin de kendisinden mülkiyet hakkısebebiyle istifade edebilmesi söz konusudur. Bu durumda kadının, kocasına aidiyeti ancak efendinin dinine diyanetine kalmış bir şey olur. Efendiye hizmet etmesini, onunla başbaşa bir arada kalmasını yasaklaya-mayız; çünkü bu iki mülkiyetten zayıf olanın güçlüsüne tercihi de­mektir. Burada iki mülkiyet bulunur:

i. Efendinin rakabe mülkiyeti,

ii. Kocanın müt'a mülkiyeti.

Birinci mülkiyet, ikinciden daha güçlü olup, onu dahi içinde bulundurur. İkincisi ise zayıftır ve birincisinin içinde yer almakta­dır. Daha aşağı ve zayıf durumda olanın, daha yüksekte ve güçlü olanı alt etmesi gerçek durumun tersyüz edilmesidir.

Kadının sadece kişiye ait olmaması, kadına arzu duyanların önüne geçme imkânının bulunmaması zinanın aslı olmaktadır. Ra-sûlullah (s.a.), bu manayı dikkate alarak, Hz. Âişe'nin (r.a.) an­latmış olduğu üzere istibdâ' nikâhı gibi cahiliye döneminde uy­gulanmakta olan bazı nikâh türlerini yasaklamıştır.[1491]

Cariye, genç, Allah'a inanan biri ve iffetli ise; zinaya düşme korkusu bulunuyorsa ve hür kadınla evlenmeye de imkân yoksa, o zaman fesat hafifler ve bunda bir tür zaruret olur. Zaruretler ise, yasak olan şeyleri mubah kılar. [1492]

 

8. Başkasının Hakkının Taalluk Etmesi:

 

Haramlık sebeplerinden bir diğeri, kadının müslüman ya da. kâfir başka birinin nikahıyla bağlantısının sürmekte olmasıdır. [1493] Çünkü zinanın aslı, bir kadınla birden çok erkeğin, başkalarının arzusunu kesici bir aidiyet olmaksızın ilişkide bulunması demek­tir. Bunun içindir ki ez-Zühri, "Bu, sonuç itibariyle Allah Teâlâ'mn zinayı haram kılmasına çıkar," demiştir.

Sahabe (r.a.), esir kadınlar ele geçirmişlerdi. Kendi paylarına düşen bu kadınlarla cinsel ilişkiye girmekten çekmiyorlardı. Çün­kü esaretten önce müşrik eşleri bulunuyordu. Bunun üzerine Al­lah Teâlâ şu âyeti indirmiştir:

"(Savaş esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz size haram kıtındı. [1494]

Yani onlar size helâldir. Çünkü esaret, eski kocasının ümidim kesmiştir, ülke farklılığı onunla birlikteliğine manidir, payına düş­mesi de onun kendisine aidiyetim sağlamıştır. [1495]

 

9. Zina:

 

Haramlık sebeplerinden biri de, kadının zinayı kendisine meslek edinmesidir. Böyle bir kadınla evlenmek, tevbe edip, eski halinden tamamen vazgeçmedikçe helâl değildir.

Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez; zina eden kadın da ancak zina eden veya müşrik olan erkekle evlenebilir. Bu mü'minlere haram kılınmış­tır.[1496]

Bu yasağın sim şudur: Zinayı itiyat edinmiş bir kadını kişi­nin nikâhı altında bulundurması, kadının o halini sürdürmesi du­rumunda deyyusluktur ve insanlıktan uzaklaşmaktır.

Hem böyle bir kadının, başka birinden olan çocuğu kocanın nesebine katması her zaman için mümkündür. [1497]

 

Yasak Hükümlerinin Uygulanmasında Kararlılık:

 

Haram olan kadınlarla evlenme yasağından gözetilen masla­hatların gerçekleşebilmesi, haramlık hükmünün kesin ve bağlayıcı olmasını sağlamaya, bunun cibillî bir karakter halini almasını te­mine bağlıdır. Öyle olmalı ki bunlara riayet, kişinin tabiatı itiba­riyle kaçındığı bir şey gibi olmalıdır. Bunun için bu hükümlerin te-yid edilmesi, herkesçe yaygın bir şekilde bilinir olmasının sağlan­ması, bu hükümlere uymayanlara şiddetli bir tepki göstermek su­retiyle uygulanmasında kararlı olunduğunun herkese ihsas ettiril­mesi gerekmiştir. Evlenmesi haram olan bir yakını ile, nikâhlı ya da nikâhsız ilişkide bulunan kimsenin ölümüne hükmedilmesi bu kararlılığın bir ifadesidir. Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.), baba­sının hanımı ile evlenen bir kimseye, kellesini getirmeleri için adamlar göndermiştir. [1498]

 

MÜBAŞERET (CİNSEL İLİŞKİ) ÂDABI

 

Çoğalmanın Teşvik Edilmesi:

 

Bil ki: Allah Teâlâ insanı yaratılıştan medenî yaratmış, insan türünün bekasının tenasül (üreme) yoluyla olmasını irade buyur­muştur. Bu durum, şeriatın, tenasül konusunda son derece teşvikkâr olmasını gerektirmiştir. Keza, nesli kesmenin ve nesli kesmeye götürecek sebeplerin son derece kesin bir üslupla yasak­lanmasını gerektirmiştir. Neslin oluşmasını sağlayan sebeplerin en büyüğü, en çoğu, en çok sonuç vereni, en tahrik ve teşvikte bu­lunanı cinsel organ şehvetidir. Bu şehvet, insanların doğalarına konulmuş, onlara musallat edilmiş bir güçtür; isteseler de isteme­seler de sonuçta neslin devamını sağlayan çok güçlü bir sâiktir. [1499]

 

Cinsel Sapıklıklar Haram Kılınmıştır;

 

İlişkilerin, oğlancılık şeklinde olması, kadınlara dübürlerin-den yaklaşılması Allah Teâlâ'nm yaratmış olduğu düzeni tersine çevirmektir. Çünkü bu, insanın içine konulan sâikin, amacı doğ­rultusunda işlev görmemesi demektir.

Cinsel sapıklıklar arasında en şiddetlisi oğlancılıktır. Çünkü bunda her iki taraf için de Allah'ın yaratmış olduğu düzeni tersine çevirmek vardır; erkeğin kadınlaşması en çirkin özelliktir. Üreme organının kesilmesi, cinsel iktidarı ortadan kaldırıcı ilaçlar kulla­nılması, hiç evlenmeme (rahiplik) ve benzeri fiiller de aynı şekilde yaratılış kanununa aykırıdır ve bütün bunlar neslin çoğalması maksadını ortadan kaldırıcı davranışlardır.

Rasûlullah (s.a.), bütün bunları yasaklamıştır. Bu meyanda olmak üzere şöyle buyurmuştur:

"Kadınlara, dübürlerinden yanaşmayın. Bir kadına dübü-ründen yanaşan melundur.[1500]

Aynı şekilde kısırlaştırmayı, hiç evlenmemek suretiyle rahip­ler gibi yaşamayı birçok hadisinde yasaklamıştır.

Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur:

"Kadınlar, sizin tarlamzdır; tarlanıza nasıl isterseniz öyle geliniz. [1501]

Yahudiler, cinsel ilişki şeklini, herhangi bir semavî hükme dayanmaksızın çok dar kalıplarda tutuyorlardı. Ensâr ve onlarla birlikte yaşayanlar, onların yollarına uyarlardı. Onlar, "Bir adam, önüne olmak kaydıyla arka tarafından karısına yanaşırsa, çocırk şaşı olur." derlerdi. Bunun üzerine bu âyetindi. [1502] Yani ister önün­den yanaşsın, ister arkasından, ilişkinin cinsel organ yoluyla ol­ması halinde hepsi birdir, caizdir. Bu durumda önünden ya da ar­kasından yanaşmış olmasında, herhangi bir medenî ya da dinî bir maslahat söz konusu değildir. Maslahat, ilişkinin cinsel organ yo­luyla yapılmasına bağlıdır. İnsan kendi maslahatını, herkesten da­ha iyi bilir, daha çok nasıl haz duyuyorsa öyle yapar.

Cinsel organ yoluyla, arkadan yanaşılarak yapılan ilişkinin kötü görülmesi yahudîlerin aşırıhklarmdandı; dolayısıyla böyle bir anlayışın neshedilmesi gerekirdi. [1503]

 

Azl Mekruhtur:

 

Rasûlullah'a (s.a.), azlin[1504] hükmünü sordular. Şöyle buyurdu:

"Onu yapmanızda size bir zarar yoktur; ancak kıyamet günü­ne kadar olması mukadder bir can varsa, o mutlaka olur. [1505]

Bence bu hadis, haram olmamakla birlikte azlin mekruhluğu-na işaret etmektedir. Bunun sebebi, azl hakkında iki maslahatın çatışmasıdır. Kişinin kendisine has olan maslahatı meselâ azlet­mesini gerektirebilir, türel maslahat ise, neslin çoğalması ve böy­lece insan türünün bekasının sağlanması için azletmemesini gerektirir. Bu gibi durumlarda türel maslahata itibar etmek, kişisel maslahata itibardan önce gelir. Bu Allah Teâlâ'nm hem teşrî'î hem de tekvînî bütün hükümlerinde böyledir. Kaldı ki azl, kadına dü-büründen yaklaşmak gibi değildir, neslin çoğalması için konulmuş fiilden yüzçevirme manası da taşımaz.

Hadis, olayların henüz meydana gelmeden önce takdir buyu-rulmuş olduğunu da ortaya koyar. Eğer bir şey takdir edilmişse, yeryüzünde de o şey için çok zayıf bir sebep bulunuyorsa, Sünne-tullah, o zayıf sebebin desteklenmesi ve güçlü sebepmiş gibi tam fayda vermesinin sağlanması doğrultusunda tecelli eder. İnsan ilişki sırasında boşalma zamanı yaklaşıp da cinsel organını çıkar­mak istediğinde, çoğu kez birkaç küçük damla içine dökülür ki, bundan hiç haberi bile olmaz ve bu kadarcık da çocuğun olması için yeterli olur. Hz. Ömer'in, kadına dokunduğunu itiraf eden kimseye, "Azil, buna mani değildir," diyerek çocuğun nesebini ona ilhak etmesinin sırrı da budur. [1506]

 

Emzikli Kadınla Cimada Bulunmak:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Vallahi emzikli kadınla ilişkide bulunmayı yasaklamak içimden geçti. Sonra Romalılarla İranlıların bunu yaptıklarını, fakat çocuklarına bir zarar vermediğini hatırladım.[1507]

"Çocuklarınızı gizlice öldürmeyin; çünkü emzikli iken emilen süt süvariyi yakalar da onu atından düşürür (ölümüne sebep olur). [1508]

Bu hadisler, emzikli bir kadınla cinsel ilişkide bulunmanın haram olmadığını, ancak mekruh olduğunu gösterir. Bunun sebebi şudur: Emzikli kadınla cinsel ilişki, sütü bozar, çocuğu ilk büyüme ve kıvamım bulma anında zayıf düşürür, bu zaaf onun yapısına yerleşir (ve etkisini çok sonraları gösterebilir).

Rasûlullah (s.a.), bunu büyük ihtimalle zararlı bir fiil olması sebebiyle haram kılmayı düşündüğünü, sonra istikra sonucunda bu zararın bidüziyelik (muttaritlik) arzetmediğini gördüğünü, do­layısıyla bu zararın haramlık hükmüne mesnet teşkil edecek ka­dar güçlü olmadığını beyan buyurmuştur.

Bu hadis, daha önce isbat etmiş olduğumuz, Rasûlullah'ın  (s.a.) da ictihâdda bulunduğu; onun içtihadının, maslahat ve ma-zinneleri bilmek, haramlık ve mekruhluk hükümlerini onlara bağ­lamak şeklinde olduğu tezimizin delillerinden biridir. [1509]

 

Eşler Arasındaki İlişkilerin Gizli Tutulması;

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Allah katında mevkii en kötü olacak insanlardan biri, karısı ile haşır neşir olup da sonra onun sırrını yayandır.[1510]

Eşler arasındaki ilişkilerin gizli olması vaciptir. Örtülmesi is­tenilen şeylerin açılması ise durumun tersyüz edilmesidir ve mak­satla çatışır. Bu itibarla bu tür davranışların yasaklanması gere­kir. Hem bu tür ilişkilerin insanlara açılması, bir tür delilik ve re­zalettir. Bu tip dürtülere tabi olmak, nefsin zulmânî renklere bü-rünmesi sonucunu doğurur. [1511]

 

Hayız Halindeki Kadınla İlişki:

 

Hayızlı kadınla ilişkinin ölçüsü konusunda dinlerin farklı yaklaşımları bulunuyordu. Kimileri aşırılığa gidiyor yahudîler gibi ve onlarla birlikte yemek yemeyi, kucaklaşmayı dahi haram sayıyordu. Kimileri ise hayızı hiç dikkate almıyor mecusîler gi­bi ve onunla cinsel ilişkiyi dahi caiz görüyordu.

Her ikisi de ifrat ya da tefritti. İslâm şeriatı orta yolu tuttu ve Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cinsel ilişki hariç, her şeyi yapa­bilirsiniz. [1512]

Bu orta yolcu hükmün çeşitli gerekçeleri vardır:

i. Hayızlı kadınla cinsel ilişki, özellikle de hayzının ilk başla­dığı anlarda zararlıdır; doktorlar bu konuda hemfikirdirler.

ii. Pisliğe bulaşmaktan hoşlanmak iğrenç bir huydur ve fıt-rat-i selîm sahibi bir insan bundan nefret eder. Bu tür işler kişiyi şeytana yaklaştırır. İstincâ halinde de pisliğe bulaşma vardır; an­cak o zorunlu bir ihtiyaca binaendir. Hem istincâdan maksat, pis­liğin izalesidir. Hayızlı kadınla cinsel ilişki ise, pisliğin içine dal­maktır.

"De ki: O bir ezadır; hayızlı iken kadınlardan uzak durun! [1513] âyetinin ifade ettiği mana budur.

Cinsel ilişki dışında kadından istifade konusunda rivayetler farklılık arzetmektedir. Kimileri kanın bulaşmasından sakınır, de­miş; kimileri de izar[1514] altında kalan yerlere dokunmaktan sakı­nır, demişlerdir. Her ikisi de, cinsel ilişkiye götürecek duruma dü-şülmemesini amaçlamaktadır.

Allah'a isyan edip de hayızlı karısıyla ilişkiye giren kimsenin, bir ya da yarım dinar tasaddukta bulunması emredilmiştir. Bu, üzerinde icmâ edilmiş bir görüş de değildir. Keffâretin sırrından daha önce birçok defa söz etmiştik. [1515]

 

EŞLERİN BİRBİRİ ÜZERİNDEKİ HAKLARI

 

Eşlik Bağı, En Büyük Ve Faydalı Bağdır:

 

Bil ki: Eşler arasında mevcut bulunan ilişki, aile ilişkileri arasında hepsinden daha güçlüsüdür, daha çok faydası olandır, en çok ihtiyaç duyulandır. Arap Acem bütün insanlarca benimsenen hayat tarzında kadın, kocaya yardımcı olması, kocanın her türlü yemek, içme ve giyinme ihtiyaçlarını hazırlaması, adamın malını koruması, çocuğunun bakımını yapması, olmadığı zaman evinde onun yerini alması... gibi pek çok konuda kocanın yanında yer alır. Şeriat mümkün mertebe bu ilişkilerin korunmasına özen gös­termiş, evlilik düzeni ile ilgili maksatların gerçekleştirilmesini teş­vik etmiş, aksi doğrultuda ve onu iptale yönelik çaba göstermenin hoş olmadığını beyan etmiştir.

Eşler arasındaki ilişkilerden gözetilen maksatların tam ola­rak gerçekleşebilmesi için mutlaka aralarında ülfet ve muhabbetin ikamesine ihtiyaç vardır. Ülfet ve muhabbetin oluşabilmesi de an­cak her iki tarafın kendilerini yapmaya mecbur gördükleri haslet­lerle mümkündür; yardımlaşma ve dayanışma içinde olmak, arala­rında meydana gelen ve âdâb dışı olan davranışlarını görmemez-likten gelmek ve birbirini affetmek, kin ve intikam duygularına se­bep olabilecek şeylerden sakınmak... gibi. Keza aralarında muhab­bet etme, güler yüzlü olma ve benzeri hasletlerin bulunması gere­kir.

Bu durumda hikmet, bu tür hasletlere teşvikte bulunulması­nı, onlara özendirilmesini gerektirir.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kadınlar hakkındaki vasiyetimi tutun. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri yeri de üst kısmıdır. Doğrultmaya kalkarsan kırarsın; hali üzere bırakırsan eğri kal­makta devam eder. Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye edin![1516]

Kadında eğrilik, sanki Özünde tevarüs edegeldiği bir şey gibi­dir. Bu itibarla insan, kadından ev ve aile düzeniyle ilgili maksat­ları tam olarak elde etmek isterse, o takdirde mutlaka önemsiz ba­zı şeyleri görmemezlikten gelmesi, isteği doğrultusunda olmayan bazı davranışlarından dolayı Öfkesini tutması gerekir. Ancak övgü konusu olan yerlerde kıskançlık gösterme, zulmü önleme ve benze­ri kabilinden olan davranışları bundan hariçtir. [1517]

 

Zevcenin Hatasını Hoş Görmek:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Mü'min erkek, mü'min kadına buğz etmesin; onun bir huyu­nu beğenmezse, başka bir huyunu beğenebilir. [1518]

İnsanın, eşinin bir huyunu beğenmediği zaman, hemen onu boşamaya kalkması doğru olmaz. Çünkü çoğu kez aynı kadında hoşuna gidebilecek başka huylar mutlaka bulunur. Dolayısıyla onun o huysuzluğuna, bu huylan sebebiyle katlanmalıdır. [1519]

 

Eşlerin Birbiri Üzerindeki Hakları:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kadınlar hakkında Allah'tan korkun! Çünkü siz, onları Al­lah'ın emanıyla aldınız ve onları Allah'ın kelimesiyle kendinize helâl kıldınız. Döşeklerinize, sevmediğiniz bir kimseye ayak bastırmamaları[1520] sizin, onlar üzerindeki hakkınızdır. Bunu ya­parlarsa, onları kendilerine zarar vermemek şartıyla dövün. Onla­rın sizin üzerinizdeki hakkı da, yiyeceklerini ve giyeceklerini ma­ruf şekilde uermenizdir. [1521]

 

İyilikle Geçinmek:

 

Bil ki: Eşler arasındaki hukukun aslını birbirleriyle iyi geçin­meleri teşkil eder. "Onlarla iyi geçinin![1522] âyeti bunu âmirdir.

Rasûlullah (s.a.), iyi geçinmeyi; yeme içme, elbise ve güzel muamele diye tefsir etmiştir.

Vahye müstenid şeriatlarda, meselâ yiyeceğin cinsini ve mik­tarım belirlemeye gitme gibi bir tutum asla mümkün değildir. Çünkü bu konuda yeryüzü sakinlerinin bir şey üzerinde ittifak et­mesi hemen hemen imkânsızdır. Bu yüzden emir mutlak bir ifa­deyle gelmiştir. [1523]

 

Kocanın, Eşini Yatağına Çağırması:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Bir adam karısını yatağına çağırır da yatağa gelmezse, bu sebeple ona dargın olarak yatarsa, sabahlayıncaya kadar melekler o kadına lanet ederler. [1524]

Nikâhtan gözetilen maslahat, kişinin iffetini koruması olun­ca, kadının bu maslahatın gerçekleşmesine yardımcı olması gere­kir. Çünkü serî hükümlerde gözetilen esaslardan biri şudur: Eğer bir şey için bir mazinne (muhtemel mahal, sebep) belirlenmişse, o mazinnenin bulunması halinde maslahatı gerçekleştirecek şeyin emredilmesi sözkonusu olur. Bu da, kadının onun çağrısına hemen koşmasının zorunlu olmasıdır. Eğer bu emir olmazsa, o zaman er­keğin iffetini koruma maslahatı gerçekleşemez.

Kocanın çağrısı karşısında kadın kaçınırsa, Allah Teâlâ'nın kullan için koyduğu maslahatın reddi doğrultusunda hareket et­miş olur. Bunun üzerine maslahatı ifsad için koşuşturan herke­se olduğu gibi derhal kendisine meleklerin laneti yönelir. [1525]

 

Kıskançlık İki Çeşittir:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Gayretin bir kısmı vardır ki onu Allah Teâlâ sever, bir kısmı da vardır ki Allah Teâlâ ona buğzeder. Allah Teâlâ'nın sevdiği gayret, haklı bir kuşkuya dayalı olan gayrettir. Allah Teâlâ'nın buğzettiği gayret ise, bir kuşkuya dayanmayan yersiz gayrettir. [1526]

Rasûlullah (s.a.), mutlaka gerekli maslahatın ikamesi ve si­yaset gereği olan kıskançlık ile, bir gerekçesi olmaksızın mücerred kötü huydan, kuşkuculuktan, işkence arzusundan kaynaklanan kıskançlık arasını ayırmıştır. [1527]

 

Erkekler, Kadınlar Üzerinde Hâkim Konumdadırlar.

 

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için, erkek­ler kadınların yöneticisi ve koruyuçuşudur. Onun için sâlihâ ka­dınlar itaatkârdır, Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırma­sından endişe ettiğiniz kadınlara Öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Al­lah yücedir, büyüktür.

Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, er­keğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gön­derin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şüphe­siz Allah her şeyi bilen, herşeyden haberdar olandır.[1528]

Kocanın, karısı üzerinde hâkim konumda olması gerekir. Bu­nun iki gerekçesi vardır:

i. Çünkü koca, sahip olduğu yaratılış özelliği sebebiyle akılca daha tam, siyasetçe daha üstün, aile namus ve şerefini koruma ve gözetmede daha güçlüdür.

ii. Koca, karısının her türlü nafaka, giyim kuşam ihtiyaçları­nı karşılamak zorundadır. Buna karşılık onun üzerinde yetkisinin olması gerekir.

Kadının idaresinin koca elinde olması, itaatsizlik halinde onun tazir ve te'dîb edilmesi hakkının da kocada olmasını gerekti­rir. Bu durumda en hafifinden başlayarak tedrîcî bir müeyyide uy­gulamasında bulunur; önce öğüt verir, sonra evinden çıkarmadan yatağında yalnız bırakır, en sonunda da fazla acıtmayacak şekilde döver. [1529]

 

Eşler Arasındaki Anlaşmazlığın Hakem Usulüyle Çözümü:

 

Eğer anlaşmazlık iyice artar ve eşlerden her biri diğerinin haksızlık ve zulüm ettiğini iddia ederse, aradaki anlaşmazlığın çö­zümü için işi hakeme havale etmekten başka çare yoktur. Bir ha­kem kocanın ailesinden, bir hakem de kadının ailesinden seçilir, bunlar bir araya gelirler ve evliliğin sürdürülmesine karar verir­lerse tarafların uymaları gereken şartları belirlerler, verilecek na­fakanın miktarını vb. tayin ederler. Gerekli görürlerse de ayrılma­larına karar verirler.                                                                

Bu aşamada hakemlik usûlünün devreye sokulması şunun içindir: Eşler arasında cereyan eden şeyler hakkında hüccet ikâmesi mümkün değildir. Bu durumda onlarla ilgili kararın, (hâkime değil de) kendilerine en yakın ve en müşfik olan iki hake­me havale edilmesinden daha uygun bir şey olamaz. [1530]

 

Eşler Arasını Bozmak Haramdır:

 

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Kadını kocasına, köleyi efendisine karşı ifsâd eden bizden değildir.[1531]

Ev ve aile düzeninin bozulmasını gerektiren sebeplerden biri, bir insanın kadın ile kocası, köle ile efendisi arasım bozması, onla­rı ayartmasıdır. Bu, kurulu düzenin bozulması, ailenin çözülmesi için koşturmak demektir ve yerine getirilmesi vacip olan maslaha­ta ters düşer. [1532]

 

Ev Ve Aile Düzeninin Bozulması Sonucunu Doğuran Bazı Haller:

 

Bil ki: Aile düzeninin bozulması sonucunu doğuran bazı dav­ranışlar vardır ki, insanların birçoğunda bunlar bulunur. Sâri' Teâlâ'nın bu tür davranışlar üzerinde durması, onlardan söz etme­si ve bu konuda dikatleri çekmesi gerekir. Bu ifsad edici davranış­lardan bazıları şunlardır: [1533]

 

1. Eşler Arasında Adalete Riayet Etmemek:

 

Bir adam, birden fazla eşle evlenebilir, ancak onlardan bir kısmını diğerlerinden üstün tutar, eşit olarak onların yanında ge­celeme gibi haklarına riayet etmez. Bunun sonucu olarak öbürüne zulmeder ve onu muallakta bırakır. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil dav­ranmaya güç yetiremezsiniz[1534] bari birisine tamamen kapılıp da diğerini muallakta gibi bırakmayın. [1535] Eğer arayı düzeltir, gü­nahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyici­dir. [1536]

Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur:

"Bir adamın yanında iki kadın olur ve onlar arasında adale­te riayet etmezse, kıyamet gününde bir yanı düşük olarak gelir." [1537]

Daha önce, mücâzâtın amelin cinsinden olacağını söylemiştik; burada tekrarına gerek görmüyoruz. [1538]



[1] Buhârî, Salât, 101; Müslim, Salât, 261.

[2] Buhârî, Mevâkît, 8, Salât, 33; Müslim, Mesâcid, 54.

Hadisin devamı şöyle: "Bu itibarla sakın kıble ve sağ tarafına tükür­mesin. Eğer tükürmek zorunda kalırsa soluna ya da ayağının altına tükürsün."

[3] Müslim, Salât, 259.

[4] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/1-2.

[5] Müslim, Salât, 265; Ebû Dâvûd, Salât, 109

[6] Sa'd b. Mâlik b. Sinan el-Hudrî, sahabenin ilimce ileri gel eni erindendir. Bey'atu'r-Rıdvan'da bulunmuştur, Uhud sonrası gazvelere katılmıştır. H. 74 yılında vefat etmiştir.

[7] Müslim, Salât, 241.

[8] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/2.

[9] Rasûlullah (s.a.) bu hadisiyle beş, üç, ya da bir rekatla, daha olmazsa ima ile vitir kılınmasını emretmiştir, bkz. Dârimî, Salât, 210; Ahmed, 5/418.(Ç)

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/3.

[10] bkz. Müslim, Salât, 45.                                          

[11] Tirmizî, Mevâkît, 110; Ebû Dâvûd, Salât, 144.       

[12] Buhârî, Ezan, 95; Müslim, Salât, 34 vd.       

[13] Beyhakî, 2/144.

[14] Buhârî, Terâvîh, 1.                                                               

[15] Buhârî, Salât, 60.    

[16] Bakara 2/43.              

[17] Kâf 50/40.                  

[18] İsrâ 17/78.

[19] Bakara 2/238.

[20] Bu âyet ve hadislerde namazdaii1 «S^-Ödili^ken, kıyam, rükû, Secde, Kur'ân (kıraat) ifadeleri kullanılmıştı'. BÜ38&9!edilen bu fiillerin nama­zın rüknü olduğunu gösterir.(Ç)                                               

[21] Ebû Dâvûd, Taharet, 31, Salât, 73.

[22] Müslim, Salât, 240; Ebû Dâvûd, Salât, 122.

[23] Beyhakî, 2/174.

[24] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/3-5.

[25] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/5-6.

[26] Buhârî, îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107.

[27] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/6.

[28] bkz. Müslim, Taharet, 17.

[29] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/6.

[30] Buhârî, Sal ât, 28.

[31] Tekbîr ile, dünya işleri ve kelâmı haram olur; o yüzden tahrîm tekbiri denilir. Selâm ile de namaz boyunca haram olan şeyler tekrar helâl hale döner.

[32] EbûDâvûd, Taharet, 31, Salât, 73

[33] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/6-7.

[34] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/7.

[35] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/7-8.

[36] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/8.

[37] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/8.

[38] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/8-9.

[39] bkz. Beyhakî, 2/103.

[40] Rükûdan sonra secdeye intikal etmeden evvel dümdüz doğrulmaya veri­len addır.(Ç)

[41] İki secde arasındaki oturuşun adıdir.(Ç)

[42] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/9.

[43] EbûDâvûd, Taharet, 31, Salât, 73.

[44] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/9-10.

[45] bkz. Müslim, Salât, 55.

[46] Manası: Selâm bize ve Allah'ın sâlih kulları Üzerine olsun.

[47] bkz. Müslim, Salât, 55.

[48] bkz. Müslim, Salât, 57.

[49] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/10.

[50] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/10-11.

[51] Müslim, Salât, 240; Ebû Dâvûd, Salât, 122.

[52] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/11.

[53] Fecr89/3.

[54] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/11.

[55] Yani mukim halde.(Ç)

[56] Buhârî, Salât, 1; Müslim, Müsâfirîn, 1.

[57] İsrâ 17/78. Yani sabah namazmda gündüz ve gece melekleri hazır bulunur.

[58] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/12-13.

[59] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/15.

[60] Secdelerin çok kısalığından kinayedir.          

[61] Kıçı yere koyup, dizleri dikerek oturma.

[62] Dizleri, ellerden Önce koyarak secdeye gitme hali. İmam Mâlik'e ve bir ri­vayette İmam Ahmed'e göre bu hareket, Ebû Hureyre hadisi mucibince yasaklanmıştır. Ancak cumhur imamlarına göre Vâil b. Hucr hadisi ge­reğince secdeye bu şekilde inilir. Vâil hadisi, Ebû Hureyre hadisinden daha sağlamdır. Doîayisıyla sünnet olan müellifin dediği gibi değil, sec­deye inerken önce dizlerin, sonra ellerin konulması şeklindedir.

[63] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/16.

[64] Herşeyi elinin tersi ile geri atar gibi yapar.(Ç)

[65] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/16-17.

[66] Bunlar, En'âm 6/79, 162, 163 âyetleridir.

[67] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/17-18.

[68] NahI 16/98.

[69] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/18.

[70] Buhârî, Ezan, 89.

[71] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/18-19.

[72] Buhârî, Ezan, 111; Müslim, Salât, 72.

[73] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/19-20.

[74] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/20-21.

[75] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/21.

[76] Yani Kamer sûresini.(Ç)

[77] Yani Secde sûresini.(Ç)

[78] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/21-22.

[79] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/22.

[80] Yani kıyam, rükû ve secde hali.(Ç)

[81] bkz. Buhârî, Tefsir, 2/10; Müslim, Hacc, 398.

[82] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/22-23.

[83] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/23.

[84] Nasr 110/3.

[85] Ruhtan maksat Rûhulkuds yani Cebrail'dir.

[86] Ancak hayırlı ameller işleyerek sana taatte bulunması fayda

[87] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/24-25.

[88] Pek çok İslâm kurrâsmın katledildiği Bi'-i Maûne faciasını gerçekleşti­ren Benî Süleym kabileleri, (Ç)

[89] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/25.

[90] Rasûlullah (s.a.) bunu, cennette kendisiyle beraber olmak isteyen Rabîa b. Ka'b'a söylemiştir, bkz. Müslim, Salât, 226.

[91] Ahmed, 4/189.

[92] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/26-27.

[93] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/27.

[94] Bilindiği gibi Muvatta'ın rivayet yollarından biri İmam Muhammed vası-tasıyladır.(Ç)

[95] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/27-28.

[96] Hanefî'lerin namazlarında okudukları teşehhüd budur. İbn Abbâs teşeh­hüdünü ise Müslim şöyle rivayet etmiştir: "et-Tahiyyâtu'l-mübârekâtu es-salâuâtu't-tayyibâtu lillâhi, es-selâmu aleyhe eyyühâ'n-nebiyyu ve rah-metullahi ve berakâtuh es-selâmu aleynâ ve alâ ıbâdillâhi's-sâlihîn. Eş-hedü...

[97] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/28.

[98] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/29.

[99] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/29-30.

[100] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/30-31.

[101] bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 188; Ahmed, 5/368.

[102] Müslim, Müsâfirîn, 208.

[103] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/31.

[104] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/33.

[105] Müslim, Mesâcid, 33.

[106] Müslim, Mesâcid, 34.

[107] Müslim, Mesâcid, 47.                                                                          

[108] bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 3/422.

[109] bkz. Buhârî, Ezan, 93.

[110] Müslim, Zühd, 57; Buhârî, Edeb, 128.

[111] İlk zamanlarda mescidin zemini topraktı, Hz. Ömer zamanında çakıl dö­şendi.(Ç)

[112] Ebû Dâvûd, Salât, 171; İbn Mâce, İkâmet, 62.

[113] Ebû Dâvûd, Salât, 161.

[114] Tirmizî, Edeb, 8.

[115] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/33-35.

[116] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/35.

[117] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/37.

[118] Müslim, Mesâcid, 88.

[119] bkz. Müslim, Mesâcid, 91.

[120] bkz. Müslim, Mesâcid, 97.

[121] Beyhakî, 2/343.

[122] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/37-38.

[123] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/39.

[124] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/39.

[125] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/40.

[126] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/41.

[127] Benzeri bir hadis için bkz. Tergîb, 1/341.

[128] Önce kılınan namazlar bir tür giriş, sonra kılman namazlar da bir tür hatime mahiyetindedir.(Ç)

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/41-42.

[129] Tirmizî, Salât, 189.

[130] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/42.

[131] Buhârî, Teheccüd, 10; Müslim, Müsâfirîn, 96.

[132] Kenzu'l-ummâl, 7/21508.

[133] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/42-43.

[134] Terğîb, 1/399.

[135] Ahmed, 5/417, 420; Terğîb, 400.

[136] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/43.

[137] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/43.

[138] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/43-44.

[139] îbn Mâce, İkâmet, 174.

[140] Müzzemmil 73/6-7.

[141] Hadisin devamı şöyle: "Bu itibarla, biriniz vitir kılmak istediğinde  iki rekat kılsın. Eğer gece kalkabilirse ne âlâ, aksi takdirde bu iki rekat ona yeter. "bkz. Dârimî, Salât, 215.

[142] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/44.

[143] Buharı, Teheccüd, 12; Müslim, Müsâfırîn, 207.

[144] Buhârî, İlim, 40, Teheccüd, 5.

[145] Buhârî, Teheccüd, 5.

[146] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/44-45.

[147] Buhârî, Teheccüd, 14; Müslim, Müsâfirîn, 169.

[148] Kenzu'l-ummâl, 1/1766, 7/19602.

[149] Müslim, Müsâfirîn, 166.

[150] Tirmizî, De'avât, 101.

[151] Tirmizî, De'avât, 92; Ebû Dâvûd, Edeb, 98.

[152] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/45-46.

[153] Müslim, Müsâfirîn, 199.

[154] Âl-i İmrân 3/190.

[155] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/46-47.

[156] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/48.

[157] Zatında tektir; bölünme kabul etmez; sıfatlarında tektir eşi ve emsali yoktur; fiillerinde tektir; ortağı ve yardımcısı yoktur.

[158] İbnMâce, İkâmet, 114.

[159] Müslim, Müsâfirin, 162.

[160] Hanefî mezhebine göre vaciptir.(Ç)

[161] Ubâde b. es-Sâmit; Hazrec'den ve Rasûlullah'a (s.a.) karşı kabilesini temsil etmek üzere seçilmiş olan on iki nakîbden biridir. Bedir ve diğer gazvelerin tümüne katılmıştır. Akabe'de bulunan yetmiş kişiden biriy­di. Yakışıklı, uzun boylu, babayiğit, cesur ve kahramandı. Filistin'de, Ramle denilen yerde 34 yılında yetmiş iki yaşında iken vefat etmiştir.

[162] Araplar için en değerli şey, develerdi.

[163] Ebû Dâvûd, Vitir, 1; İbn Mâce, İkâmet, 114.

[164] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/48-49.

[165] Felak ve Nâs sûrelerini.(Ç)

[166] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/49-50.

[167] Müslim, Müsâfirîn, 213-214.

[168] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/50-51.

[169] Buhârî, Teravih, 46.

[170] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/51.

[171] Bu ilk kez Hz. Ömer devrinde başlamıştır.(Ç)

[172] Vitir dahil gece namazı.(Ç)

[173] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/51-52.

[174] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/52.

[175] Terğîb, 1/464.

[176] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/52-53.

[177] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/53.

[178] Buharı, Teheccüd, 25; De'avât, 49.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/54.

[179] bkz. Tirmizî, Vitr, 17; İbn Mâce, 'İkâmet, 189.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/54-55.

[180] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/55.

[181] Bilâl b. Rebâh: Büyük sahâbîlerden biridir,   Mekke'de doğmuş Habeş asıllı zenci bir köleydi. Müslüman olunca efendisi kendisine büyük iş­kenceler yaptı. Hz. Ebû Bekir, onu satın aldı ve âzâd etti. Bedir ve di­ğer bütün gazvelere katıldı. Rasûlullah'ın (s.a.) müezzinliğini yapardı. Rasûlullah (s.a.) vefat edince Hicaz'ı terketti ve  Şam'a yerleşti. Hicrî 20 senesinde altmış yaşının üzerinde iken orada vefat etti.

[182] Buhârî, Teheccüd, 17 (2/48).

[183] Ahmed, 5/354, 360.

[184] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/55-56.

[185] bkz. Ebû Dâvûd, 2/29 H. No: 1297.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/56.

[186] bkz. Nesâî, Küsûf, 16; İbn Mâce, ikâmet, 152.

[187] Fussilet 41/37.

[188] bkz. İbn Mâce, İkâmet, 152

[189] Muvatta, Küsûf, 1, 2.

[190] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/56-57.

[191] bkz. Ebû Dâvûd, 1/301 H. No: 1161.                                             

[192] Ebû Dâvûd, 1/305 H. No: 1186.                                                   

[193] Ebû Dâvûd, '1/303 H. No: 1169.

[194] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/57-58.

[195] Bayram namazları, Hanefîlere göre vaciptir.(Ç)

[196] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/58.

[197] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/58-59.

[198] bkz. Buharı, BedVİ-halk, 11; Müslim, Müsâfırîn, 290; Ebû Dâvûd, Ta-tavvu', 10.

[199] Nesâî, Mevâkît, 35.                         

[200] Ebû Dâvûd, Menâsik, 52; İbn Mâce, İkâmet, 149.

[201] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/59-60.

[202] Tirmizî, Kıyamet, 21; Ahmed, 2/158, 165,

[203] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/61.

[204] Seimân el-Fârisî: İran asıllı köleydi. Müslüman oldu ve ileri gelen sahâbîlerden oldu. Kendisi Ehl-i beyt'ten sayılır.

[205] Buhârî, Nikâh, 1.                                                  

[206] bkz. Muvatta, Taharet, 36; İbn Mâce, Taharet, 4.

[207] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/61-62.

[208] Hadîd 57/27.

[209] Buhârî, îmân, 29. Yani ezilip büsbütün amelden kesilecektir.(Ç)

[210] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/62-63.

[211] Buhârî, îmân, 32; Müslim, Müsâfîrîn, 216.

[212] Buhâri, îmân, 32; Müslim, Müsâfırîn, 215, 221.

[213] Müşâkele, edebî bir tabirdir; söz ahenginin sağlanması için, önceki keli­menin tekrarlanması şeklinde olur. "Ve mekerû ve mekerallah"; "Alla-hu. yestehziu bihi/n", "Cezâu seyyietin seyyietun misluhâ" örneklerinde olduğu gibi. (Ç)

[214] Buhârî, Vudû, 53; Müslim, Müsâfırîn, 222.

[215] Yani gecenin son bölümünde teheccüd kılın.(Ç)

[216] Buhâri, îmân, 29.                                                    

[217] Hizb: Kişinin okumayı itiyat edindiği vird.          

[218] Müslim, Müsâfirîn, 142; Ebû Dâvûd, Tatavvu', 19.

[219] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/63-65.

[220] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/67.

[221] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/67.

[222] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/67.

[223] Ntsâ 4/101.

[224] Müslim, Müsâfırîn, 4; Ebû Dâvûd, Sefer, 1.

[225] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/68.

[226] Bir berîd, dört fersahtır. Buna göre dört berîd, on altı fersah eder. Bir fersah ise üç mil ya da beş buçuk kilometredir.

[227] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/68-69.

[228] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/69-70.

[229] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/70.

[230] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/70.

[231] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/70.

[232] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/70.

[233] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/70-71.

[234] Nasırları olan İmran b. Husayn'm sorusu üzerine.(Ç)

[235] Buhârî, Taksîru's-salât, 19; İbn Mâce, İkâmet, 139.

[236] İbn Mâce, İkâmet, 141.

[237] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/71-72.

[238] Euhârî, İ'tisâm, 2; Müslim, Hacc, 412.

[239] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/72.

[240] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/73.

[241] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/73.

[242] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/74.

[243] bkz. Buharı, Ezan, 30; Müslim, Mesâcid, 245, 250.

[244] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/74-75.

[245] Ebû DâvÛd, Salât, 46; Ahmed, 5/196.

[246] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/75.

[247] Buhâri, Ezan, 29; Muvatta, Cemaat, 3.

[248] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/75.

[249] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/75

[250] bkz. Buhârî, Ezan, 18; Müslim, Müsâfirîn, 22.

[251] Müslim, Mesâcİd, 67.

[252] Ebû Dâvûd, At'ıme, 10.                                              

[253] Buhârî, Ezan, 166.

[254] Buhârî, Ezan, 163 (1/210); Muvatta, Kıble, 15.

[255] Beyhakî, 3/58.

[256] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/76-77.

[257] Müslim, Mesâcid, 290.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/77.

[258] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/77-78.

[259] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/78.

[260] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/78.

[261] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/78.

[262] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/78.

[263] Müslim, Salât, 183-185.

[264] bkz. Müslim, Salât, 182.

[265] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/78-79.

[266] Müslim, Salât, 86, 87.

[267] Müellifin, bundan neyi kastettiğini belirleyemedik.(Ç)

[268] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/79.

[269] Ebû Dâvûd, 602; Beyhakî, 2/261.

[270] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/79.

[271] Müslim, Salât, 123.

[272] Hadisin devamı şöyle: "Ya Rasûlallah! Melekler Rableri katında nasıl saf olurlar?" dedik.   "İlk safları tamamlarlar ve safla kenetlenirler." bu­yurdu. Müslim, Salât, 119.

[273] Ebû Dâvûd, Salât, 93; Ahmed, 5/262, 3/154.

[274] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/80.

[275] Müslim, Salât, 127.

[276] Müslim, Salât, 114.

[277] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/81.

[278] Beyhakî, 2/89. Son kısmı için bkz. Müslim, Mesâcid, 161-165.

[279] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/81.

[280] Rasûlullah (s.a.), bunu, kendisiyle beraber namaz kılmayan, sebebini sorduğunda da, kendilerinin konak yerinde kıldıklarını söyleyen iki adama söylemiştir, bkz. Tirmizî, Salât, 49; Ahmed, 4/161.

[281] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/82.

[282] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/83.

[283] Misk tepeciklerinden oluşan cennet.

[284] bkz. Müslim, Cum'a, 18.                                                                     

[285] Yani yahııdi ve hıristiyanlar bu konuda öncelik özelliğine sahiptirler.

[286] Yani, bizim hakkımızda cuma, onların hakkında ise cumartesi ve pazar

[287] bkz. Müslim, Cum'a, 19.

[288] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/83-84.

[289] Müslim, Cum'a, 15.

[290] bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 4/484 vd.

[291] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/85.

[292] Müslim, Cum'a, 40

[293] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/85.

[294] Beyhakî, 3/173.

[295] Beyhakî, 3/173.                              

[296] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/85-86.

[297] Müslim, Taharet, 42.

[298] Kenzu'l-ummâl, 7/21278.

[299] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/86.

[300] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/86-87.

[301] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/87.

[302] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/87.

[303] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/87.

[304] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/87.

[305] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/88.

[306] Aslında cuma hutbesi sadece öğretmek ve hatırlatmak için irad edil­mez. Halife adına okunması ve yerleşim biriminin en yetkili mülkî âmiri tarafından, haftanın bir tür değerlendirilmesinin de yapılması hasebiyle, siyasî bir içerik de taşır.(Ç)

[307] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/88

[308] Ebû Dâvûd, Edeb, 18, 19; Tirmizî, Nikâh, 17.

[309] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/88.

[310] Bayhari. 3/179

[311] Mescide sadece on iki kişi kalmıştı. Bkz. Cuma 62/11 ayeti ve tevsiri (ç)

[312] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/88-89.

[313] Nesâî, 'Iydeyn, 1; Ahmed, 3/103, 178.

[314] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/91.

[315] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/92.

[316] Bakara2/185.                 

[317] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/92.

[318] Teşrik tekbiri eri. (Ç)                                                                        

[319] Hanefi mezhebinde vacip.(Ç)

[320] Hanefi mezhebinde vacip.(Ç)

[321] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/92-93.

[322] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/93.

[323] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/93.

[324] Hacc 22/37.

[325] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/94.

[326] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/94-95.

[327] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/97.

[328] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/97-98.

[329] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/98.

[330] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/99.

[331] Buhâri, Merdâ, 3; Müslim, Birr, 45.

[332] Erze: Lübnan çamı ya da katran denilen sert ve cüsseli bir ağaç. bkz. ; Armenag K. Bedevian, Polyglottic Dictionary of Plant Names, md. 924 (Ç)

[333] Buhâri, Merdâ, 1; Tevhîd, 31; Müslim, Münâfikîn, 60. Daha önce de geçmişti bkz. [1/104 ]

[334] Buhâri, Cihâd, 134; Ahmed, 4/410.

[335] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/99-100.

[336] Bunlar, taundan ve ishalden Ölen, boğulan, uçuk altında kalan ve Allah yolunda şehit olan kimselerdir. Diğer rivayette bunlara ilavetin yangın­da ölen, zatülcenb hastalığından giden, doğumdan ölen kadın zikredil­miştir, bkz. Buhârî, Cihâd, 30; Müslim, İmaret, 164; Muvatta, Cenâiz, 36.

[337] Yani cennet meyvelerini devşirmededir. Müslim, Birr, 41.

[338] Müslim, Birr, 43.

[339] Kadir 97/4.

[340] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/100-102.

[341] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/102-103.

[342] Buhârî, Merdâ, 19; Müslim, Zikir, 10.

[343] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/103.

[344] Hadisin devamı şöyle: Hz. Âişe (r.a.), "Ya Rasûlallah! Bu ölümden hoş­lanmamak mı? O halde hepimiz ölümden hoşlanmıyoruz." dedim. Bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "öyle değil! Lâkin mü'mi-ne Allah'ın rahmeti, rızası ve cenneti müjdelendiği vakit, Allah'a kavuş­mayı diler. Allah da ona kavuşmayı diler. Kâfir ise,   Allah'ın azabı ve hışmı ile müjdelendiği vakit, Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz. Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz." bkz. Müslim, Zikir, 14-18.

[345] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/103-104.

[346] Müslim, Cenne, 83.

[347] bkz. Müslim, Zikir, 19.

[348] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/104-105.

[349] Tirmizî, Kıyamet, 26; İbn Mâce, Zühd, 31.

[350] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/105.

[351] Buhâri, Cenâiz, 1; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 16.

[352] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/105-106.

[353] Müslim, Cenâiz, 1,2.

[354] Keşfu'I-hafâ, 1/183.

[355] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/106.

[356] Müslim, Cenâiz, 3.

[357] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/106.

[358] bkz. Müslim, Cenâiz, 6.

[359] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/106-107.

[360] Müslim, Cenâiz, 36-40.

[361] Müslim, Cenâiz, 42.

[362] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/107.

[363] Buhârî, Cihâd, 10; Müslim, İmâre, 103.

[364] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/107-108.

[365] Buhârî, Cenâiz, 19; Müslim, Hacc, 93-94.

[366] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 13.

[367] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/108.

[368] Beyhakî, 3/403.

[369] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/108.

[370] Müslim, Cenâiz, 50.

[371] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 34.

[372] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/108-109.

[373] Müslim, Cenâiz, 55.

[374] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/109.

[375] Nesâî, Cenâiz, 46; İbn Mâce, Cenâiz, 35.

[376] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/109-110.

[377] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/110.

[378] Müslim, Cenâiz, 86.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/110-111.

[379] Müslim, Cenâiz, 71.

[380] Müslim, Cenâiz, 59.

[381] Müslim, Cenâiz, 58.

[382] Müslim, Cenâiz, 60.

[383] Müslim, Cenâiz, 60.  

[384] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/111-112.

[385] Buhârî, Cenâiz, 97.

[386] Olay şöyle olmuştur: Bir adam Hz. Abbas'ın cahiliye döneminde Ölen babasına sövmüş, Abbâs da adamı tokatlamıştı. Bunun üzerine o ada­mın kabilesi gelerek, "Onun bizim adamımızı tokatladığı gibi, mutlaka biz de onu tokatlayacağız," demişlerdi. İş bu aşamada tarafların silah­larını kuşanmasına varmıştı.   Durum Rasûlullah'a (s.a.) ulaştı. Rasû­lullah (s.a.), hemen minbere çıktı ve: "Ey insanlar! Yeryüzünde sizce

değerli aile kimdir?" dedi. İnsanlar, "Siz," dediler. Bunun üzerine Ra­sûlullah (s.a.), "Şüphesiz Abbâs bendendir ve ben de ondanım; Ölüleri­mize söverek dirilerimize eza vermeyin!" buyurdu. Sonra o kabile geldi ve: "Ya Rasûlallah! Senin gazabına uğramaktan Allah'a sığınırz, sen bi­zim için istiğfar et!" dediler ve olay böylece kapandı.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/112.

[387] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/113.

[388] EbûDâvûd, Cenâiz, 61; İbnMâce, Cenâiz, 39.

Lahit, kabrin kıble tarafının oyularak, ölünün oraya konulması, böyle­ce üzerine atılacak toprağın doğrudan üzerine gelmemesi halidir. Şakk, ise kabrin dibini dere gibi oymaktır.

[389] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/113.

[390] bkz. Müslim, Cenâiz, 93, 96.

[391] bkz. Müslim, Cenâiz, 97.

[392] Buhârî, Cenâiz, 61; Müslim, Cenâiz, 19-23.

[393] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/113-114.

[394] Müslim, Cenâiz, 11.

[395] Müslim, Cenâiz, 12.

[396] Buhârî, Cenâiz, 36; Müslim, îmân, 165.

[397] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/114. 

[398] Müslim, Cenâiz, 29.

[399] Müslim, Cenâiz, 29.

[400] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/114-115.

[401] tbn Mâce, Cenâiz, 50.

[402] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/115.

[403] Buhârî, Cenâiz, 6; Müslim, Birr, 150.

[404] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/115.

[405] İbn Mâce, Cenâiz, 52.

[406] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/116.

[407] İbn Mâce, Cenâiz, 59.

[408] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/116.

[409] bkz. Buhârî, Cenâiz, 31; Muvatta, Dahâyâ, 8.

[410] bkz. Müslim, Cenâiz, 102-104.

[411] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/116-117.

[412] Müddessir 72/43-45.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/119-120.

[413] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/120.

[414] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/120-121.

[415] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/121.

[416] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/121-122.

[417] Kenz: Sözlük anlamı itibariyle altın ve gümüşün bir kaba konulması ve saklanmasıdır. Uzun süre olup olmaması arasında fark yoktur. Allah Teâlâ, kenz âyetinde şöyle buyurmuştur: "Altın ve gümüşü yığıp da on­ları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele!" Tevbe 9/34.

Buna göre müslüman, malının zekâtını vermediği zaman para biriktir­meden dolayı sorumludur. Zekâtını vermesi halinde ise bir sorumlulu­ğu yoktur ve o zaman elindeki birikmiş parası (altın ya da gümüşü) "kenz" diye isimlendirilmez.

[418] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/122-123.

[419] Buhârî, Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57.

[420] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/125.

[421] Müslim, Birr, 56.

[422] Tirmizî, Zekât, 28.

[423] Tirmizî, îmân, 8; İbn Mâce, Zühd, 22.

[424] Buhârî, Zekât, 8; Müslim, Zekât, 64.                                          

[425] bkz. Müslim, Zekât, 24.                                                               

[426] bkz. Buhârî, Zekât, 3; Müslim, Zekât, 27.                                    

[427] bkz. Müslim, Zekât, 24.

[428] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/125-127.

[429] Tirmizî, Birr, 40.

[430] Müslim, Birr, 56.

[431] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/127-128.

[432] Buharı, Cihâd, 89; Müslim, Zekât, 75.

[433] Ahmed, 1/4; Tirmizî, Birr, 41.

[434] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/128.

[435] Nesâî, Cihâd, 8; Ahmed, 2/256.

[436] Buhârî, Savm, 4; Nesâî, Zekât, 85.

[437] Âl-i İmrân 3/107.

[438] Bakara 2/161-162.

[439] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/128-129.

[440] Buhârî, Ezan, 36.

[441] Buhârî, Savm, 4, Cihâd, 37.

[442] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/129-130.

[443] Vesk: Altmış sâ'eder (130. 560 kg.). Bir sâ'dört müd eder (2. 176 kg.). Bir müd ise, 1 tam 1/3 rıtıl eder. Bîr müd, 544 gramdır.

[444] Bir ukiyye, kırk dirhemdir.

[445] bkz. Müslim, Zekât, 1-6.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/131.

[446] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/131-132.

[447] Müslim, Zekât, 8.

[448] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/132.

[449] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/132-133.

[450] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/133.

[451] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/133.

[452] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/133-134.

[453] bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 14(2/110).

[454] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/134.

[455] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/134.

[456] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/134-135.

[457] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/135.

[458] Fetih 48/29.

[459] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/137.

[460] Tevbe9/60.

[461] Tevbe9/60.

[462] Buhârî, Zekât, 49; Cihâd, 89; Müslim, Zekât, 11.

[463] Tevbe9/60.

[464] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/137-139.

[465] Müslim, Zekât, 168.

[466] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/139.

[467] Buhârî, Zekât, 18.

[468] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/140.

[469] Tirmizî, Zekât, 23.

[470] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/140-141.

[471] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/141.

[472] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/141.

[473] Müslim, Zekât, 99.

[474] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/141-142.

[475] Müslim, Zekât, 96.

[476] Devamı şöyle: "Kim, müstağni davranırsa Allah onu zengin kılar. Her kim sabırlı olmaya çalışırsa, Allah ona sabır ihsan eder. Hiçbir kimse­ye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir iyilik verilmemiştir." bkz. Buhârî, Zekât, 18; Müslim, Zekât, 124.

[477] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/142.

[478] Müslim, Zekât, 177.

[479] Ebû Dâvûd, Zekât, 6 (2/105).

[480] Nesâî, Zekât, 5, 10.

[481] Müslim, îmâre, 26.

[482] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/143-144.

[483] Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 3.

[484] Ebû Dâvûd, Itâk, 15; Nesâî, Vasâyâ, 1.

[485] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/144.

[486] bkz. Buhârî, Sulh, 11; Müslim, Zekât, 56.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/144-145.

[487] bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 41; Tirmizî, Kıyamet, 18.

[488] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/145.

[489] Müslim, Zekât, 39.

[490] Buhârî, Zekât, 18.

[491] Ebû Dâvûd, Zekât, 40.

[492] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/145-146.

[493] Müslim, Zekât, 79.

[494] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/146.

[495] Ebû Dâvûd, Zekât, 44 (2/131)

[496] Ebû Dâvûd, Büyü, 88; İbn Mâce, Ticârât, 65.

[497] Yani taze ekmek, hurma, sebze gibi şeyleri.

[498] Ebû Dâvûd, Zekât, 44.

[499] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/146-147.

[500] Buhârî, Hibe, 14, 30; Müslim, Hibât, 1.

[501] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/147.

[502] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/149.

[503] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/149-150.

[504] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/150.

[505] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/150.

[506] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/150-151.

[507] Yani, oruç haddizatında bir iyilik olmayıp, nefsi kontrol altına almak için panzehir mesabesinde olan bir araçtır. Bu itibarla onun hakkında, diğer iyilikler gibi, ne kadar çok olursa o kadar iyi olur, denilemez. Maksadı hasıl edecek miktar, en iyisidir. (Ç)

[508] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/151.

[509] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/152.

[510] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/152.

[511] Beyhakî, 3/61.

[512] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/152-153.

[513] Müslim, Sıyâm, 2.

[514] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/155-156.

[515] Buharı, Fadlu Leyleti'1-kadr, 1.

[516] Buhârî, Savm, 6; Müslim, Müsâfîrîn, 173.

[517] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/156.

[518] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 160

[519] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 160.

[520] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/156-157.

[521] Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 164.

[522] Hadisin baş tarafı mü'minlerin Allah'ı görmeleriyle ilgilidir, bkz. Buhâ-rî, Mevâkît, 16.(Ç)

[523] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/157-158.

[524] Buhâri, Savm, 2, 9; Müslim, Sıyâm, 163, 164.

[525] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/158.

[526] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 163.

[527] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/158.

[528] Müslim, Sıyâm, 3.

[529] Müslim, Sıyâm, 15.

[530] Müslim, Sıyâm, 31,32.

[531] Yani biri yirmi dokuz ise, öbürü mutlaka otuz olur.(Ç)

[532] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/159-160.

[533] Bunlar cahiliye döneminde putlara tapmayan, semavî din saliklerinden öğrendikleri şekilde Allah'a kulluk etmeye çalışan az sayıda kimselerdi. Hakîm b. Hizam, Varaka b. Nevfel bunlardandı.

[534] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/160.

[535] Müslim, Sıyâm, 21.

[536] Ramazan'dan olup olmadığı hakkında şüphe edilen günde.(Ç)

[537] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/160.

[538] Ebû Dâvûd, Savm, 12.

[539] Tİrmizî, Savm, 36; Nesâî, Sıyâm, 33.

[540] Mazinne: Bir şeyin genelde bulunduğu yer, illet, gerekçe. (Ç)

[541] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/160-161.

[542] Tirmizî, Savm, 7. Bu, mestûru'1-hal olan kişinin şahitliğine örnektir.

[543] Bu da âdil kimsenin şahitliğine örnektir.

[544] Yani aynen hadis rivayetinde olduğu gibi, âdil ya da mestûrul-hal olan bîr müslümanın şahitliği ile yetinilir.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/161.

[545] Müslim, Sıyâm, 45.

[546] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/162.

[547] Müslim, Sıyâm, 48

[548] Müslim, Sıyâm, 46.

[549] Tirmizî, Savın, 13.

[550] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/162.

[551] Hiç iftar etmeden peşi peşine bir kaç gün oruç tutma.(Ç)

[552] Müslim, Sıyâm, 57.

[553] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/162-163.

[554] Nesâî, Sıyâm, 68; Tirmizî, Savm, 33.

[555] Müslim, Sıyâm, 170.

[556] Peygamberimizin ilk müezzini.

[557] Buhârî, Ezan, 13.

[558] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/163.

[559] Tirmizî, Savm, 10; İbn Mâce, Sıyâm, 25.

[560] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/163.

[561] Tirmizî, Savm, 82; İbn Mâce, Sıyâm, 45.

[562] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/163-164.

[563] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/164.

[564] Müslim, Sıyâm, 147.

[565] Müslim, Sıyâm, 148.

[566] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/164.

[567] Buhârî, Savm, 67.

[568] Müslim, Sıyâm, 144.

[569] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/165.

[570] Buhârî, Nikâh, 84; Ebû Dâvûd, Savm, 73; İbn Mâce, Sıyâm, 53.

[571] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/165.

[572] Ahmed, 6/341.

[573] bkz. Muvatta, Sıyâm, 50(1/306).

[574] bkz. Ebû Dâvûd, Menâsik, H. No: 1782 (2/153

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/165.

[575] Müslim, Sıyâm, 171.

[576] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/166.

[577] bkz. Müslim, Sıyâm, 82-84.

[578] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/166.

[579] Buhârî, Savm, 2, 9; Müslim, Sıyâm, 163, 164.

[580] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/166.

[581] Buhârî, Savm, 36; Müslim, Sıyâm, 92, 100.

[582] Ebû Dâvûd, Savm, 45; Ahmed, , 3/476.

[583] bkz. Müslim, Sıyâm, 100.

[584] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/166-167.

[585] Buhârî, Savm, 42; Müslim, Sıyâm, 153

[586] Tirmizî, 718; îbnMâce, 1757.

[587] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/167-168.

[588] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 163.

[589] Buhârî, Savm, 8.

[590] Buhârî, Savm, 32; Ebû Dâvûd, Savm, 28.

[591] Bu konuda bkz. Müslim, Sıyâm, 62-74.

[592] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/169-170.

[593] Müslim, Sıyâm, 186.

[594] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/170.

[595] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/170-171.

[596] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/171.

[597] Müslim, Sıyâm, 204.

[598] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/171.

[599] Beyhakî, 4/294.

[600] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/171-172.

[601] Duhân44/4.

[602] Müslim, Sıyâm, 205.

[603] Müslim, Sıyâm, 213.

[604] Yani bu günün sabahında yağmura tutulmuşlar ve su, onun secde ettiği yere akmış, yüzünde su ve çamur izi görülmüştü.

[605] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/172-173.

[606] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/173.

[607] Bakara 2/125.

[608] Hacc 22/78.

[609] Dâvûd, Menâsik, 63 (2/189).

[610] Ebİki put adıdır. Cahiliye inançlarına göre bunlar, Ka'be'de zina etmiş ve taş kesilmiş bir erkek ve kadındır.

[611] Arapların tapındıkları, kurban takdim ettikleri bir putun adıdır. Necm sûresi âyet 20'de sözü geçer.

[612] Elleri kaldırarak saygı selâmında bulunmak.

[613] Manası: Senin hiçbir ortağın yoktur; ancak senin için olan ortak hariç.

[614] Onlar,    diğer   insanlarla   aynı   yerde    vakfe   yapmamak   için büyüklendiklerinden   Harem  sınırı   içerisinde   dururlar,  Arafat'a çıkmazlardı.

[615] Bakara 2/199.

[616] Bakara 2/200.

[617] Bakara 2/158.

[618] Bakara 2/189.

[619] Bakara 2/198.

[620] Bakara 2/197.

[621] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/175-177.

[622] Müslim, Hacc, 412.

[623] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/178.

[624] Buhârî, îmân, 18, Hacc, 4.

[625] Buhâri, Muhsar, 9; îbn Mâce, Menâsik, 3.

[626] Müslim, Hacc, 437.

[627] Tirmizî, Hacc, 2; İbn Mâce, Menâsik, 3.

[628] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/178-179.

[629] Tirmizî, Hacc, 95; Ebû Dâvûd, Menâsik, 79.

[630] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/179.

[631] Tirmizî, Hacc, 3.

[632] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/179-180.

[633] Tirmizî, Hacc, 14; İbn Mâce, Menâsik, 6, 16.

[634] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/180.

[635] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/180-181.

[636] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/181.

[637] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/181.

[638] Harem sınırları dışında.(Ç)

[639] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/181.

[640] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/181.

[641] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/182.

[642] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/182.

[643] bkz. Ebû Dâvûd, Dahâyâ (Sayd), 24.

[644] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/182.

[645] Müslim, Hacc, 1.

[646] Müslim, Hacc, 6.

[647] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/183.

[648] Müslim, Nikâh, 41.

[649] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/183.

[650] Müslim, Hacc, 77.

[651] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/183-184.

[652] Cüâsâ, Bahreyn'de bir kalenin adıdır. Her ne kadar bura ahalisi imanlarında samimi idilerse de, uzakta bulunuyorlardı. Tâif ve Yemâme ise yakındı; ancak o vakitler buraların ahalisi imanlarında samimi değillerdi.

[653] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/184-185.

[654] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/185.

[655] Akika: Doğan çocuk için şükür nişanesi olmak üzere kesilen kurbana denir.

[656] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/185-186.

[657] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/186.

[658] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/186-187.

[659] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/187.

[660] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/187-188.

[661] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/188.

[662] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/188.

[663] Remel: Ziyaret tavafının ilk üç devrinde erkeklerin adımlarını kısarak, omuzlarını sîlkerek çalımlı bir sürat göstermeleridir.(Ç)

[664] Iztıbâ': Tavafa başlamadan önce, omuza alınan örtünün bîr ucunu, sağ koltuk altından alarak sol omuz üzerine atma şeklidir.(Ç)

[665] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/188-189.

[666] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/189.

[667] Muslin», Hacc, 379.

[668] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/189-190.

[669] İzar alt tarafa, ridâ da üst tarafa dolanan iki kumaş parçası.(Ç)

[670] Manası: Buyur Allah'ım buyur!  Buyur Allahım, Senin ortağın yoktur; şüphesiz övgü sana mahsustur, nimet ve mülk senindir, senin ortağın yoktur.

[671] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/191.

[672] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/191-192.

[673] Tirmizî, Hacc, 14; îbn Mâce, Menâsik, 15.

[674] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/192-193.

[675] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/193.

[676] bkz. Müslim, Hacc, 147.

[677] bkz. Müslim, Hacc, 136.

[678] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/193.

[679] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/194.

[680] Bakara 2/201.

[681] Bakara 2/125. Makam, Ka"be'yi inşa ederken iskele olarak kullandığı taşın bulunduğu yer.

[682] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/194.

[683] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/194.

[684] Bakara 2/201.

[685] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/195.

[686] Bakara 2/158.

[687] Müslim, Hacc, 147.

[688] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/195-196.

[689] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/196.

[690] bkz. Müslim, Hacc, 147

[691] Müslim, Hacc, 147.

[692] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/196.

[693] bkz. Müslim, Hacc, 141.

[694] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/196-197.

[695] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/197.

[696] Yani Zilhicce'nin sekizinci günü.(Ç)

[697] Bir tarafı Arafat, diğer tarafı da Müzdelife ile birleşen vadi.

[698] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/197-198.

[699] bkz. Müslim, Hacc, 147.

[700] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/198.

[701] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/198-199.

[702] Yani Kuzah tepesine.

[703] Vaktiyle Fil ordusunun hezimete uğratıldığı yerdir.(Ç)

[704] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/199.

[705] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/199.

[706] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/199-200.

[707] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/200.

[708] Müslim, Hacc, 149.

[709] Ebû Dâvûd, Menâsik, 64; tbn Mâce, Menâsik, 73.

[710] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/200-201.

[711] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/201.

[712] bkz. Müslim, Hacc, 340.

[713] bkz. Müslim, Hacc, 344, 345.

[714] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/201-202.

[715] Kenzu'l-ummâl, 12/34737.

[716] Kenzu'l-ummâl, 12/34723.

[717] Hadisler ve Hacer-i esved hakkında geniş bilgi için bkz.   Davudoğlu, Müslim Şerhi, 6/533-540.(Ç)

[718] Hz. Ali'nin oğludur.

[719] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/203-204.

[720] Beyhakî, 5/110.

[721] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/204.

[722] Beyhakî, 5/118.

[723] Kenzu'l-ummâl, 5/12078.

[724] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/204-205.

[725] Müsle: Kulak, burun gibi organların kesilmesi demektir.(Ç)

[726] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/205.

[727] Bit ya da baş ağrısı gibi.

[728] Fidye, üç gün oruç tutmak veya altı yoksulu doyurmak ya da bir koyun kurban etmektir.

[729] Bakara 2/196.

[730] Üç sâ' alan bir ölçü birimi.

[731] Müslim, Hacc, 80-86.

[732] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/205-206.

[733] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/206.

[734] Buhârî, îmân, 39, Büyü', 2; Müslim, Müsâkât. 107.

[735] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/206.

[736] Ebû Dâvûd, Menâsik, 89.

[737] Mâide 5/95.

[738] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/207.

[739] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/207.

[740] Müslim, Hacc, 477.

[741] bkz. Müslim, Hacc, 454-457.

[742] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/207-208.

[743] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/209.

[744] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/209-210.

[745] Mutluluğu elde etmenin yollan bahsinde. [1/161KÇ)

[746] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/210.

[747] Müslim, Taharet, 1.

[748] Tirmizî, Edeb, 41.

[749] Buhârî, îmân, 37; Müslim, îmân, 57.

[750] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/210-211.

[751] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/211.

[752]  Buhârî, îmân, 37; Müslim, îmân, 57.

[753] Müslim, Salât, 38, Ebû Dâvûd, Salât, 132.

[754] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/211-212.

[755] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/212.

[756] Manası: Benden başka ilâh yoktur ve ben en büyüğüm.

[757] Manası: Tek benden başka ilâh yoktur; benim ortağım yoktur.

[758] Tirmizî'nin Ebû Sa'îd ve Ebû Hureyre'den rivayet ettiğine göre Rasûlul­lah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim, 'Lâ ilahe illallahu vallaku ekber' derse, Allah Teâlâ onu, 'Lâ ilahe illâ ene ve ene ekber' diyerek tasdik eder."

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/212-213

[759] Ölü yıkayıcısı.(Ç)

[760] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/213.

[761] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/213-214.

[762] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/214.

[763] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/214-215.

[764] Nûr 24/55.

[765] Ra'd 13/20.

[766] Ra'd 13/25.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/215-216.

[767] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/216.

[768] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/216.

[769] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/216-217.

[770] Yani hem dünyadan el etek çekmeden, sevgi ve merhameti elden bırak­madan, ancak dünyaya da tamamen kendini kaptırmadan bir denge noktasını bulma şekli, şeriatların takdim ettği ahlâk anlayışı olmaktadır.(Ç)

[771] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/217.

[772] Müslim, Eşribe, 105; Ebû Dâvûd, Afime, 19.

[773] Burnu ya da bir organı kesik manasınadır.(Ç)

[774] Hadis, kötü isimlerin insanın mizacına etki edeceğini ifade eder. Hz. Ömer, adının Mesrûk b. Ecda' olduğunu söyleyen birine, bunun ne biçim   isim  olduğunu,   Rasûlullah'tan,   Ecda'ın  şeytan  olduğunu duyduğunu söylemiştir, bkz. İbn Mâce, Edeb, 31.(Ç)

[775] Müslim, Salât, 119.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/217-218.

[776] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/218.

[777] Ebû Dâvûd, Vitr, 14; Tirmizî, Kur'ân, 10.

[778] Nihâye, 3/425, 5/242.

[779] "Efrede" ve "Ferrede" kelimelerinin, sözlükte ayırmak, uzaklaştırmak anlamı da vardır. Ancak, Nihâye'de de belirtildiği gibi hadisteki, manası, kendisini ona vermek, düşkün olmak anlamındadır. (Ç)

[780] Müslim, Zikir, 2.

[781] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/219-220.

[782] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/220.

[783] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/220.

[784] Müslim, Zikir, 22.

[785] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/221.

[786] bkz. Müslim, Tevbe, 17-21.

[787] Müslim, Zikir, 22.

[788] Buhârî, Tevhîd, 35; Müslim, Tevbe, 29.

[789] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/221.

[790] Buhârî, Rikâk, 38; Kenzul-ummâl, 1680.

[791] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/221-222.

[792] îbn Mâce, Edeb, 53; Tirmizî, De'avât, 6.

[793] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/222-223.

[794] EbÛ Dâvûd, Edeb, 25 (4/264).

[795] Ebû Dâvûd, Edeb, 25 (4/264).

[796] Kenzu'l-ummâl, 1/1840, 1895.

[797] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/223-224.

[798] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/224.

[799] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/224.

[800] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/224.

[801] Tirmizî, De'avât, 86.

[802] bkz. Müslim, Zikir, 31.

[803] bkz. İbn Mâce, Edeb, 56.

[804] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/224-225.

[805] Tirmizî, De'avât, 86.

[806] Nefy; Olumsuz kurulan cümlelerle Allah'a yakışmayacak sıfatların reddi demektir. Allah'ın şeriki yoktur, hiçbir şeye benzemez... cümleleri gibi. tsbât ise, olumlu cümlelerle Allah'ı yüceltecek sıfatların O'na nisbeti demektir. Allah, vardır, işitir, bilir... cümleleri gibi.(Ç)

[807] Müslim, Zikir, 28.

[808] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/225-226.

[809] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/226-227.

[810] Ebû Dâvûd, Salât, H. No: 1503 (2/81)

[811] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/227.

[812] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/228.

[813] Müslim, Zikir, 71 ; Nesâî, Sehv, 89.

[814] Müslim, Zikir, 78.                           

[815] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/228-230.

[816] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/230.

[817] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/230.

[818] Tirmizî, Tefsîr Sûre 2/16; İbn Mâce, Duâ, 1.

[819] Yani, şikayeti terkederek, bela ve musibetlere karşı sabretmek ve onun açılması için Allah'a dua etmektir.

[820] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/230-231.

[821] Ahmed, 3/160.

[822] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/231.

[823] Müslim, Zikir, 9.

[824] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/231-232.

[825] Ahmed, 5/277.

[826] Tirmizî, De'avât, 101.

[827] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/232.

[828] Kenzu'l-ummâl, 2/3220.

[829] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/232.

[830] Tirmizî, De'avât, 101.

[831] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/232-233.

[832] Ahmed, 3/153.

[833] Müslim, Zikir, 92.

[834] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/233-234.

[835] Müslim, îmân, 338.

[836] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/234.

[837] Müslim, Birr, 90.

[838] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/234-235.

[839] En'âm6/61

[840] bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 90.

[841] Ebû Dâvûd, Edeb, 103; Tirmizî, Duâ, 34; İbn Mâce, Duâ, 8.

[842] Kaynağını bulamadık.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/235-236.

[843] Buhârî, Tevhîd, 35; Müslim, Tevbe, 29.

[844] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/236.

[845] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/236-237.

[846] Müslim, Zikir, 41.

[847] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/237.

[848] Buhârî, Tevhîd, 12.

[849] Yani bu isimleri ve onların taşıdığı anlamları bilen, Allah Teâlâ'yı ge­reği gibi tanımış olur.

[850] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/237-238.

[851] Manası: Sen Allah'sın, Senden başka tanrı yoktur, sen her şeyin ken­disine muhtaç olduğu, fakat kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığı, doğurmayan, doğurulmâyan, kendisine hiçbir şey denk olmayan Sa-med'sin.

[852] Manası: Hamd ancak sana mahsustur, senden başka tanrı yoktur, sen Hannân'sın (kullarına karşı son derece merhametlisin), Mennân'sın (kullarına karşı sonsuz in'amda bulunursun), göklerin ve yerin yaratı-cısısın, ey celâl ve ikram sahibi, ey Hayy ve Kayyûm olan Allah!

[853] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/238.

[854] Müslim, Salât, 70.

[855] Tirmizî, Vitr, 61.

[856] Ebû DâvÛd, Menâsik, 96.

[857] Ebû Dâvûd, Menâsik, 96.

[858] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/239-240.

[859] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/240-241.

[860] Uyku anında söyleyeceği "Allahümme eslemtu..." diye başlayan bir duayı.(Ç)

[861] bkz. Buhârî, De'avât, 9; Müslim, Zikir, 57.

[862] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/241.

[863] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/241.

[864] Rûm 30/17-19.

[865] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/242-243.

[866] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/243-244.

[867] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/244.

[868] Zuhruf 43/13.

[869] Rüzgarın hayrı, yağmur bulutlarını sürüklemesi, çiçekleri aşılayıcı gö­rev yapması, yelkenli araçları yürütmesi, değirmenleri döndürmesi gibi şeylerdir. Şerri de rüzgarın yağmursuz, kavurucu sıcak, dondurucu so­ğuk ve yıkıcı olması gibi şeylerdir.

[870] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/245-248.

[871] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/249.

[872] bkz. Ahzâb 33/35.

[873] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/249.

[874] Keşfu'1-hafâ, 1/370.

[875] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/251.

[876] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/251.

[877] bkz. Keşfu'1-hafâ, 1/371.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/251.

[878] Buhâri, îmân, 37; Müslim, îmân, 57.

[879] Yani Allah'ın emirlerini gözet, onlarla amel et. Eğer bunu yaparsan, Al­lah'ı yardımcın bulursun,   

[880] Ahmed, 1/293.

[881] Hadîd57/4.

[882] Yûnus 10/61.

[883] Mücâdele 58/7

[884] Kâf 50/16.         

[885] En'âm 6/59.

[886] Fussilet 41/54

[887] En'âm 6/61.

[888] Mâide 5/120.

[889] Tirmizî, Kayâmet, 59; Ahmed, 1/293, 303.

[890] bkz. Müslim, Tevbe, 17-21.

[891] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/252-253.

[892] Âl-iİmrân 3/191.

[893] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/253.

[894] İbrahim 14/5.

[895] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/253-254.

[896] Tirmizî, Kıyamet, 26; İbn Mâce, Zühd, 31.

[897] Yani sünnet.

[898] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/254.

[899] Hadis şöyle: "Hanginiz her gün hiç bir günaha girmeden ve akrabalık bağlarını kesmeden Buhtân'a yahut Akîk'a gidip, oradan iki tane iri hörgüçlü dişi deve getirmek istemez?" Bu soruya hepsinin evet demesi üzerine şöyle buyurmuştur:

"O halde her birinizin mescide giderek Allah Azze ve Celle'nin kita­bından iki âyet öğrenmesi veya okuması onun için iki dişi deveden da­ha hayırlıdır. Üç âyet onun için üç deveden, dört âyet dört deveden... daha hayırlıdır."hkz. Müslim, Salâtul-müsâfirîn, 251.

[900] Hadis şöyle: "Sizden biriniz eve döndüğünde, orada üç tane iri, semiz, gebe deve bulunmasını istemez mi? (...) O halde, birinizin namazında okuyacağı üç âyet kendisi için iri, semiz ve gebeliği belli olmuş deveden daha hayırlıdır." bkz. Müslim, Salâtu'l-müsâfirîn, 250.

[901] Müslim, Müsâfırîn, 243.

[902] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/254-255.

[903] 63 âyettir.(Ç)

[904] Yasin 36/22 vd.

[905] bkz. İbn Kesîr, 4/395.

[906] Müslim, Müsâfirîn, 228.

[907] Müslim, Müsâfirîn, 231.

[908] Müslim, Birr, 55.

[909] bkz. Müslim, Tevbe, 46

[910] Buhârî, De'avât, 3; Müslim, Tevbe, 7.

[911] Bubâri, Tevhîd, 35; Müslim, Tevbe, 29.

[912] bkz. Müslim, Tevbe, 17-21.

[913] Buhâri, îmân, 31.

[914] bkz. Müslim, Zübd, 15.

[915] bkz. Müslim, Zühd, 2.

[916] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/255-257.

[917] Hacc 22/37.

[918] Buhârî, îmân, 41; Müslim, İmâre, 155.

[919] bkz. Müslim, İmâre, 152.

[920] Müslim, Zühd, 46.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/257-258.

[921] Müslim, Birr, 166.

[922] bkz. İbn Mâce, Zühd, 25.

[923] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/258-259.

[924] Buhârî, Edeb, 39; Müslim, Pedâil, 68.

[925] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/259-260.

[926] Ahmed, 5/231.

[927] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/260.

[928] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/260-261.

[929] Tirmizî, Zühd, 29; İbn Mâce, Zühd, 1.

[930] Tirmizî, Zühd, 30; Ahmed, 1/62.

[931] İbn Mâce, Afime, 50.

[932] Müslim, Eşribe, 178.

[933] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/261-262.

[934] Müslim, Zekât, 120.

[935] Müslim, Zekât, 96.

[936] Buhârî, Zekât, 51; Müslim, Zekât, 110.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/262.

[937] Müslim, Birr, 56.

[938] Malını infaktan çekinmeyen zengine ve gerçek ilim adamına. (Ç)

[939] Müslim, Müsâfırîn, 268.

[940] Müslim, Zekât, 122.

[941] Müslim, Lukata, 18.

[942] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/262-263.

[943] Buhârî, Rikâk, 3; İbn Mâce, Zühd, 3.

[944] Müslim, Zikir, 13.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/263-264.

[945] Müslim, îmân, 147.

[946] Müslim, Cennet, 46.

[947] Müslim, Libâs, 49-50.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/264.

[948] Yerine göre öfkelenmemek fazilet değil zillet o\\ır."Kendi aralarında merhametli, kâfirlere karşı son derecede şiddetli olurlar."(48/29) âyeti bunu açıkça ortaya koyar. (Ç)

[949] Müslim, Birr, 75.

[950] Buhârî, Edeb, 76.

[951] Tirmizî, Kıyamet, 45; Ahmed, 1/415.

[952] Müslim, Birr, 108.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/264-265.

[953] Meselâ şehvet dürtüsüne karşı tahammül göstermesine, "iffet" denil­mesi gibi.(Ç)

[954] Zümer 39/10.

[955] Müslim, Zekât, 124.

[956] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/265-266.

[957] Müslim, Birr, 56.

[958] bkz. Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84.

[959] Buhârî, îmân, 4; Müslim, îmân, 64. 

[960] Müslim, îmâre, 27.

[961] Müslim, Müsâkât, 137.

[962] Müslim, Birr, 65.

[963] Müslim, Birr, 66.

[964] Müslim, Fedâil, 66.

[965] Müslim, Birr, 58.

[966] bkz. Buhârî, Sulh, 11; Müslim, Zekât, 56.

[967] Selman, Suheyb ve Bilâl'ın bulunduğu bir cemaatin üzerine Ebû Süfyan girmiş, bunlar onu görünce "Allah'ın kılıçları, Allah düşmanının boynundaki yerini almadı," demişler. Bunu duyan Hz. Ebû Bekir, "Siz Kureyş'in şeyhi ve reisi için bunu mu söylüyorsunuz?" demiş ve hemen Rasûlullah'a (s.a.) gelerek durumu haber vermiş. O da, yukarıdaki sözü söylemiş ve Hz. Ebû Bekir hemen onların yanına gelerek kendisine kız­gın olup olmadıklarını sormuş, onlar da, "Hayır, Allah seni affetsin kar-d esriğimiz," demişler. (Ç)

[968] Müslim, Fedâili's-sahâbe, 170.

[969] Buhârî, Edeb, 24; Müslim, Zühd, 42.

[970] Müslim, Zühd, 41.

[971] Müslim, Birr, 147.

[972] Müslim, Rıdâ', 60.

[973] Ebû Dâvûd, Nikâh, 41; Ahmed, 4/447.

[974] Müslim, Nikâh, 122.

[975] Buhârî, Nikâh, 84; Ebû Dâvûd, Savm, 73; İbn Mâce, Sıyâm, 53.

[976] İbn Mâce, Nikâh, 4.

[977] Müslim, Zekât, 39.

[978] Müslim, Zekât, 48.                    

[979] Müslim, Birr, 140.                    

[980] Müslim, Birr, 142.

[981] Müslim, îmân, 75.

[982] Buhârî, Edeb, 29; Müslim, îmân, 73.

[983] Buhârî, Edeb, 13; Müslim, Birr, 12.

[984] Buhârî, Edeb, 12; Müslim, Birr, 20.

[985] Buhârî, Edeb, 6.

[986] Buhârî, Edeb, 4.

[987] İbn Mâce, Edeb, 2; Ahmed, 3/498.

[988] Ebû Dâvûd, Edeb, 20.

[989] Tirmizî, Birr, 15; Ebû Dâvûd, 58.

[990] Keşfu'1-hafâ, 1/241.

[991] Tirmizî, Birr, 64; İbn Mâce, Cenaze, 2.

[992] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/266-270.

[993] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/271.

[994] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/271.

[995] Ra'd 13/4.

[996] Mülk 67/10.

[997] Mevzu olduğu söylenmektedir, bkz. Keşfu'1-hafâ, 1/309; İthaf, 1/455. (Ç)

[998] Kenzu'I-ummâl, 3/7033.

[999] Keşfu'1-hafâ, 17178.         

[1000] Enfâl8/24.                      

[1001] Kâf 50/37.

[1002] Buhârî, îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107.

[1003] İbn Mâce, Mukaddime, 10; Ahmed, 4/408.

[1004] Buhârî, Kader, 9; Müslim, Kader, 20.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/271-272.

[1005] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/272-273.

[1006] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/273-274.

[1007] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/274.

[1008] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/274.

[1009] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/274.

[1010] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/274.

[1011] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/274-275.

[1012] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/275-276.

[1013] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/276-277.

[1014] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/277.

[1015] İsrâ 17/70.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/277-278.

[1016] Buhârî, Ta'bîr, 2, 4, Müslim, Rü'yâ, 6.

[1017] Yani insan fertleri farklılık arzedince.

[1018] Enfâl 8/42.

[1019] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/278.

[1020] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/278-279.

[1021] Keşfu'l-hafa, 2/190.

[1022] İbn Ebî Şeybe, el-îmân, 115.

[1023] Sarhoşluk, mest olma, kendinden geçme hali. (Ç)

[1024] Sâliki tesiri ve hâkimiyeti altına alan, sebebi, edebe riayeti düşünme imkânını elinden alan bir haldİr.(Ç)

[1025] Gaipten ses gelmesi.(Ç)

[1026] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/279-280.

[1027] Metni şöyle: "el-Yakînu el-îmânu kulluk" "Yakîn, imanın tamamıdır." şeklinde de çevirilebilir. bkz. Buhârî, îmân, 1.

[1028] Tirmizî, De'avât, 82(3731).

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/280.

[1029] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/280-281.

[1030] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/283.

[1031] bkz. Dârimî, Mukaddime, 2.

[1032] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/283-284.

[1033] Buhârî, Tıbb, 17; Müslim, îmân, 372.

[1034] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/284.

[1035] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/284-285.

[1036] Ebû Dâvûd, Edeb, 81; Tirmizî, De'avât, 115; Ahmed, 2/297.

[1037] Müslim, Zikir, 2.

[1038] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/285.

[1039] Nihâye, 3/425, 5/242.

[1040] Efrede" ve "Ferrede" kelimelerinin, sözlükte ayırmak, uzaklaştırmak anlamı da vardır. Ancak, Nihâye'de de belirtildiği gibi, hadisteki mana­sı, kendisini ona vermek, düşkün olmak anlamındadır. (Ç)

[1041] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/285-286.

[1042] A'râf7/56.

[1043] Beyyine98/5.

[1044] Buhârî, îmân, 41; Müslim, İmâre, 155.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/286.

[1045] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/286-287.

[1046] Hadîd 57/19.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/287.

[1047] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/287-288.

[1048] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/288.

[1049] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/288.

[1050] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/289.

[1051] Tirmizî, Menâkıb, 16; İbn Mâce, Mukaddime, 11.

[1052] Zümer 39/33.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/289.

[1053] Buhârî, Pedâilu's-sahâbe, 6; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 23.

[1054] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/289.

[1055] Buhârî, îmân, 37; Müslim,. îmân, 57.

[1056] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/290.

[1057] Buhârî, îmân, 37; Müslim,. îmân, 57.

[1058] Yani bazen geçim telaşıyla uğraşırsınız, bazen zikirle, bu nifak değildir. Bunu üç defa tekrarlaması ise, konunun Hanzale'nin zihninde iyice yer etmesi ve onun tereddüdünün izalesi içindir.

[1059] Müslim, Tevbe, 12.

[1060] Hadis şöyle:

Rüyada iki meleğin beni alıp cehenneme götürdüklerini gördüm. Bir de baktım, cehennem, kuyu çevresi gibi çevrilmiş, hem kuyu direği gibi iki direk var. İçinde de bir takım insanlar var ki, onları tanıdım. Hemen, 'Cehennemden Allah'a sığınırım, cehennemden Allah'a sığınırım, ce­hennemden Allah'a sığınırım!' demeye başladım. Derken, o iki meleği bir melek karşıladı ve bana: 'Korkma!' dedi." Ben bu rüyayı, (kızkarde-şim) Hafsa'ya (r.a.) anlattım. Hafsa da onu Rasûlullah'a (s.a.) anlattı. Rasûlullah (s.a.}: "Kardeşin Abdullah ne iyi adam! Bir de geceleyin na­maz kılsa!" buyurdu. İbn Ömer, bundan böyle az uyurdu, bkz. Müslim, Fedâili's-sahâbe, 140.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/290-292.

[1061] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/292.

[1062] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/292-293.

[1063] Buhârî, Vudû, 24; Müslim, Taharet, 3.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/293.

[1064] Tirmizî, Kıyamet, 25; İbn Mâce, Zühd, 31.

[1065] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/293-294.

[1066] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/294.

[1067] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/295.

[1068] İbn Mâce, Mukaddime, 23; Zühd, 2.

[1069] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/295-296.

[1070] Müslim, îmân, 67.

[1071] Tirmizî, De'avât, 72, 73.

[1072] Müslim, îmân, 69.

[1073] Müslim, Zikir, 14-18.

[1074] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/296-297.

[1075] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/297.

[1076] Buharı, Tevhîd, 33.

[1077] Buharı, Rikâk, 38; Kenzu'l-ummâl, 1680.

[1078] Buharı, Rikâk, 38; Kenzu'l-ummâl, 1680.

[1079] Buhârî, Rikâk, 38; Kenzu'l-ummâl, 1680.

[1080] Enfâl8/17.

[1081] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/298-299.

[1082] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/299-300.

[1083] Saff 61/14.

[1084] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/300.

[1085] bkz. Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed, 1/88,148, 149.

[1086] Bakara 2/143.

[1087] Buhârî, Fedâiii's-sahâbe, 5; Ebû Dâvûd, Sünnet, 8.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/300-301.

[1088] Ebû'd-Derdâ: Uveymir b. Mâlik b. Kays b. Ümeyye el-Ensârî el-Hazrecî. Hikmet sahibi, süvari ve kadı sahâbîlerden biridir. Muâviye onu, Hz. Ömer'in emriyle Şam kadılığına tayin etmiştir. Şam'ın ilk kadısıdır ve H. 32 yılında vefat etmiştir.

[1089] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/301.

[1090] Nûr24/2.

[1091] Ahmed, 4/325, 330.

[1092] bkz. Buhârî, et-Târîhul-kebîr, 7/174.

[1093] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/301-303.

[1094] Kalem 54/45.

[1095] Tevbe 9/80 âyetinde, "Onlara istiğfar etsen de etmesen de birdir. Onla­ra yetmiş defa istiğfar etsen de Allak onları affetmeyecektir" buyurulur. Rasûlullah (s.a.), seçimini ona namaz kılma doğrultusunda yapmış ve yetmişten fazla istiğfar ederse affedilebileceğini düşünmüştür.{Ç)

[1096] Tevbe 9/84.

[1097] Olay ve rivayetler için bkz. İbn Kesîr, 2/378.

[1098] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/303-304.

[1099] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/304-305.

[1100] Buhârî, Ezan, 36.

[1101] Tirmizî, Zühd, 8; Ahmed, 2/505.

[1102] Kureyşli sahâbîlerdendir. Fetih senesinde Medine'de müslüman olmuş­tur. Rasûlullah'tan (s.a.) pek çok hadis rivayet etmiştir. H. 69 yılında vefat etmiştir.

[1103] Tûr 52/35.

[1104] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/305.

[1105] Nâzi'ât 79/40-41

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/307.

[1106] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/307.

[1107] Mutaffifin 83/14.

[1108] İbn Mâce, Zühd, 29.

[1109] Tayyibî, bunun melekin mü'minin kalbine dürtmesi olduğunu söylemiş­tir. Üzüntü, şeytanın kalbi dürtüklemesindendir.

[1110] Yûsuf 12/24.

[1111] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/308-309.

[1112] Buhârî, îmân, 16, Edeb, 77; Müslim, îmân, 57-59.

[1113] Tirmizî, Kıyamet, 24; Ahmed, 1/387.

[1114] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/309-310.

[1115] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/310.

[1116] Buhârî, îmân, 39 ; Müslim, Müsâkât, 107.

[1117] Buhârî, Büyü', 3; Nesâî, Kudât, 11.

[1118] İbn Mâce, Zühd, 24; Tirmizî, Kıyamet, 19.

[1119] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/310-311.

[1120] Tirmizî, Zühd, 11; İbn Mâce, Fiten, 12.

[1121] Tirmizî, Zühd, 29; İbn Mâce, Zühd, 1.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/311.

[1122] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/311-312.

[1123] Yûsuf 12/53.

[1124] Buhârî, Cihâd, 89; Müslim, Zekât, 75.

[1125] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/312-313.

[1126] A'râf 7/201.

[1127] Bakara 2/155-157.

[1128] Teğâbun 64/11.

[1129] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/313-314.

[1130] Ebû Amr Abdurrahman b. Amr: Ba'lebekk'te H. 88 yılında doğmuştur. Müctehid imamlardandır, zühd ve takvasıyla da meşhurdur. Zühri, Atâ b. Ebî Rebâh, Ibn Ebî Kesîr gibi râvîlerden hadis rivayet etmiştir. Ken­disinden de Sevrî, İbnu'l-Mübârek ve daha pek çok kimse hadis rivayetinde bulunmuştur. Beyrut'ta H. 157 yılında vefat etmiştir.

[1131] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/314.

[1132] Müslim, Sıyâm, 57.

[1133] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/314.

[1134] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/315.

[1135] Kalbin vahşî hayvanlara has saldırgan özellikleri.(Ç)

[1136] Bakara 2/2-5.

[1137] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/315-316.

[1138] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/317.

[1139] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/317-318.

[1140] Buharı, Hars, 15.

[1141] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/318.

[1142] Beyhakî, 6/143.

[1143] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/318-319.

[1144] Buhârî, Cihâd, 146.

[1145] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/319.

[1146] bkz. Ebû Dâvûd, Akdiye, 31; İbn Mâce, Rühûn, 20.

[1147] Zübeyr b. Avvâm b. Huveylid el-Esedî: Büyük sahâbîlerdendir. Cennet­le müjdelenen on kişiden ve şûra üyelerinden biridir. Rasûlullah'ın (s.a.) halasının oğludur. Kahraman, savaşçı biriydi; Rasûlullah'la bir­likte bütün savaşlara ve Mekke fethine katılmıştır.

[1148] Hadis şöyle: Ensâr'dan bir adam (Humeyd), Rasûiullah'ın <s.a.) huzu­runda hurma suladıkları Harre su yolları hakkında Zübeyr'den davacı olmuştu. Ensârdan olan zat: "Suyu sal da geçsin!" demiş, Zübeyr ise onun bu teklifine razı olmamıştı. Derken Rasûiullah'ın (s.a.) huzurunda davaya çıktılar. Rasûlullah (s.a.), Zübeyir'e, 'Ya Zübeyr! Sen sula, son­ra  suyu  komşuna  sal!" buyurdu.   Ensarlı   buna kızmış  ve:  "Ya Rasûlallah! Bu adam halanın oğludur diye mi böyle yapıyorsun?" de­mişti. Bunun üzerine Rasûiullah'ın (s.a.) yüzünün rengi değişmiş ve: "Ya Zübeyr! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!" bu­yurmuştur. Zübeyir, yeminle   Nisa 4/75 âyetinin bu hususta indiğini söylemiştir, bkz. Buhârî, Şirb, 6; Müslim, Fedâil, 129.

[1149] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/319-320.

[1150] bkz. Mâverdî, el-Ahkâmu's-sultâniyye, 247.

[1151] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/320.

[1152] Buhârî, Lukata, 3-4; Müslim, Lukata, 1.

[1153] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/321.

[1154] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/321-322.

[1155] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/322.

[1156] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/322.

[1157] Üzerinde etiketi bulunan bir malı alıp, hiç konuşmadan parasını koymak gibi. (Ç)

[1158] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/322.

[1159] Buhârî, Büyü', 45; Müslim, Büyü', 44.

[1160] Ebû Dâvûd, Büyü', 51.

[1161] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/322-323.

[1162] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/324.

[1163] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/324-325.

[1164] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/327.

[1165] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/327-328.

[1166] Muamelelerin caiz olması için, medenî hayata şöyle ya da böyle müsbet bir katkısı olmalı, taraflar arasında husûmete meydan vermemelidir. Ribâ ise, bu özellikte değildir. Akitler içerisine sokulduğu zaman nizalara sebebiyet vermekte ve aslî meşruiyet amacını tersine çevir­mektedir.

[1167] Ribâyı terketmemenin, Allah'a ve Peygamberine savaş açma olduğu, ribâ yiyenlerin kıyamet gününe şeytan çarpmış halde gelecekleri belir­tildi. Bakara 2/275-276. (Ç)

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/328.

[1168] Müslim, Müsâkât, 81.

[1169] Kaynağını bulamadık.

[1170] Müslim, Müsâkât, 102.

[1171] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/329.

[1172] Zuhruf 43/32.

[1173] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/329-330.

[1174] Bir cinsin alt türlerinin birbirine nisbetine "kasım" denir.(Ç)

[1175] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/330.

[1176] bkz. Müslim, Büyü", 29-35.

[1177] bkz. İbnMâce, Ticârât, 51.

[1178] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/331.

[1179] Müslim, Müsâkât, 96.

[1180] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/331-332.

[1181] bkz. Müslim, Büyü', 59-74.

[1182] bkz. Müslim, Büyü', 59-74.        

[1183] bkz. Müslim, Büyü', 59-74.

[1184] Kişinin evinde fazla kuru hurması olur, fakat taze yiyecek hurmaya ih­tiyaç duyar. Parası da olmadığından elindeki kuru hurma karşılığında tahmini olarak böyle bir muameleye başvurur. Ebû Hanîfe'ye göre ariy-ye şöyle oîur: Bir adam, başka birine bir hurmanın meyvesini ariyeten bağışlar. Sonra adamın onları yemek ve devşirmek için gelip gitmesin­den rahatsız olur, hibesinden de dönmek istemez. Ona hibe etmiş oldu­ğu taze hurmaları, tahminî olarak kuru hurma karşılığında satın alır. Bu beş veskın altında ise caizdir.

[1185] Müslim, Büyü', 42.

[1186] Bu satış şekilleri, tanımları ve gerekli açıklamalar için bkz.  Davudoğ-lu, Müslim Şerhi, 7/588-593.

[1187] Ebû Dâvûd, Büyü', 18.

[1188] bkz. Müslim, Büyü', 90.

[1189] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/332-333.

[1190] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/333-334.

[1191] İbn Mâce, Ticârât, 11.

[1192] Ahmed, 1/233.

[1193] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/334.

[1194] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 38.

[1195] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/334-335

[1196] bkz. Tirmizî, Büyü', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6.

[1197] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/335.

[1198] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3422.

[1199] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3429.

[1200] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/335.

[1201] Veresiyenin veresiyeye satışı.(Ç)

[1202] Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3405.

[1203] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/335-336.

[1204] Örtülü riba satışları (büyû'u'1-âcâl ya da 'iyne) bunlara en iyi bir Örnek­tir, bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3426.<Ç)

[1205] Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3504.

[1206] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/336-337.

[1207] Meselâ miras yoluyla ya da bir başka yolla elde edeceğini umduğu bir malı, henüz eline geçirmeden satmak gibi.(Ç)

[1208] Ebû Dâvûd, Büyü', H. No: 3503.

[1209] Ebû Dâvûd, Büyü', 3376.

[1210] Bilinmezlik vücudda, yani satılan şeyin var olup olmamasında olursa akit bâtıl; evsafında olursa, yani varlığı biliniyor ama nitelikleri bilin­miyorsa akit fasit olur. (Ç)

[1211] Müslim, Büy', 29.

[1212] Bu konuda bkz. Davudoğlu, Müslim Şerhi, 7/620 vd.

[1213] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/337-338.

[1214] Zeyd b. Sabit: Ensârdan olan bu sahâbî, Rasûlullah (s.a.) Medine'ye gel­diğinde on bir yaşında bulunuyordu. İlk katıldığı savaş Hendek'tir. Ra­sûlullah (s.a.), Tebük gününde sancağı ona vermiştir. Zeyd, Rasûlul-lah'ın (s.a.) vahiy katipliğini yapardı. Rasûlullah'a (s.a.) Süryanice mektuplar gelirdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) ona Süryanice'yi öğrenmesini emretti ve o da kısa zamanda bunu öğrendi. Ferâizi en iyi bilendi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.) zamanlarında gerçek­leşen Kur'ân'ın cem ve istinsahı görevlerinde komisyon başkanlığı yap­mıştır. H. 45 yılında vefat etmiştir.

[1215] Ebû Dâvûd, Büyü', 3372.

[1216] Ebû Dâvûd, Büyü', 3368.

[1217] Ebû Dâvûd, Büyü', 347 .

[1218] Ebû Dâvûd, Büyü', 3375.

[1219] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/338-339.

[1220] bkz. Müslim, Büyü', 8-22

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/339.

[1221] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/339-340.

[1222] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/340.

[1223] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/340.

[1224] Müslim, Müsâkât, 129.

[1225] îbn Mâce, Tkârât, 6.

[1226] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/340-341.

[1227] Buhârî, Büyü', 64; Müslim, Büyü', 23-28.

[1228] Ebû Dâvûd, Büyü', 71.

[1229] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 3452.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/341-342.

[1230] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 3473, 3478.

[1231] Fethul-Bârî, 5/43.

[1232] Ebû Dâvûd, Büyü', 3477.

[1233] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/342-343.

[1234] Buhârî, Büyû',16; İbn Mâce, Ticârât, 28.

[1235] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/345.

[1236] Buhârî, Büyü', 26; Müslim, Müsâkât, 131.

[1237] Ebû Dâvûd, Büyü', 1; İbn Mâce, Ticârât, 3

[1238] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/345-346.

[1239] bkz. İbn Mâce, Ticârât, 51.

[1240] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/346.

[1241] Buhârî, Büyü', 90; Müslim, Büyü', 78.

[1242] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/346.

[1243] Buhârî, Mükâteb, 3; Şurût, 17.

[1244] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/347.

[1245] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/347.

[1246] Yani bir şeyin getirişi, o şey helak olduğu zaman kimin hesabından gidecekse, ona aittir. Hadis için bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 71.(Ç)

[1247] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/347.

[1248] bkz. îbn Mâce, Ticârât, 19.

[1249] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/347-348.

[1250] Buhârî, Şufa, 1; Ebû Dâvûd, Büyü', 73 (3513).

[1251] Ebû Dâvud, BüyÛ', 3516.

[1252] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/348.

[1253] İkâle: Akit tamam olduktan sonra, tarafların karşılıklı rıza ile akitten caymalandır.(Ç)

[1254] Ebû Dâvûd, Büyü', 52; Ahmed, 2/252.

[1255] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/348-349.

[1256] bkz. Buhârî, Şurût, 4; Müslim, Müsâkât, 109; Ebû Dâvûd, Büyü', 3505.

[1257] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/349.

[1258] îbn Mâce, Ticârât, 46; Tirmizî, Büyü', 52.

[1259] tbn Mâce, Ticârât, 46.

[1260] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/349.

[1261] Cum'a62/9.

[1262] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/349.

[1263] Ebû Dâvûd, Büyü', 3451.

[1264] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/350.

[1265] Bakara 2/282.

[1266] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/350.

[1267] Müslim, Müsâkât, 127.

[1268] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/350-351.

[1269] İbn Mâce, Rühûn, 3.

[1270] Cabiliye döneminde borç zamanında verilmezse, alıcı rehine el koyar ve ona sahip olurdu. İslâm bunu iptal etti.(Ç)

[1271] Buhârî, Rehn, 4; Ebû Dâvûd, Büyü', 76 (3526); İbn Mâce, Rühûn, 2.

[1272] Borcuna karşılık olan kısımdan fazlası üzerinde bir hakkı olmaz.(Ç)

[1273] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/351.

[1274] Tirmizî, Büyü', 9.

[1275] Mutaffifîn 83/1-3.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/351-352.

[1276] Ebû Dâvüd, Büyü', 74; Tirmizî, Büyü', 36.

[1277] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/352.

[1278] Müslim, Müsâkât, 32.

[1279] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/352.

[1280] Buhârî, Havâlât, 1, 2; Müslim, Müsâkât, 33.

[1281] Buhârî, İstikraz, 13; Ebû Dâvûd, Akdiye, 29.

[1282] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/352-353.

[1283] Ebû Dâvûd, Akdiye, 12; Tirmizî, Ahkâm, 23; İbn Mâce, Ahkâm, 17.

[1284] Ka'b. b. Mâlik, alacağını ondan istedi ve mescidde sesleri yükseldi. Ra-sûlullah (s.a.) seslerini işitti ve Ka'b'a: "Alacağının yarısından vazgeç!" buyurdu. O da öyle yaptı. bkz. Müslim, Müsâkât, 20.

[1285] Sulh, Rasûlullah'ın (s.a.) da beyan buyurduğu gibi hayırlı bir iştir. Çün­kü sulh, her iki tarafın karşılıklı rızasıyla gerçekleşir. Dolayısıyla sulh olmak ve anlaşmazlığı bu yolla çözümlemek, hâkimin hükmüyle çöz­mekten daha östündür. Çünkü hâkimin hükmünde bir taraf razı, diğer taraf ise öfkeli otur.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/353.

[1286] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/355.

[1287] Tevbe9/60

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/355.

[1288] Zâhid olmadığı halde, zâhidler gibi giyinen ve olmadığı şekilde gören-meye kaikışan ve bu uğurda külfete giren kimse demektir. Tek bir göm­lek giydiği halde, iki gömlek giyiyor sanılsın diye yenini iki gömlek gö­rüntüsü verecek şekilde katlayandır da demişlerdir.

[1289] Tirmizî, Birr, 87

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/355.

[1290] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/356.

[1291] Tirmizî, Birr, 87

[1292] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/356.

[1293] Tirmizî, Velâ, 6.

[1294] Buhârî, Hibe, 1; Müslim, Zekât, 91.

[1295] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/356-357.

[1296] bkz. Ebû Dâvûd, Tereccül, 6.

[1297] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/357.

[1298] bkz. Buhârî, Hibe, 14, 30; Müslim, Hibât, 1; Ebû Dâvûd, Büyü', 3538-3540.

[1299] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 3539.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/357-358.

[1300] bkz. Ebû Dâvûd, Büyü', 3542.

[1301] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/358.

[1302] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/358.

[1303] bkz. Buhârî, Vasâyâ, Müslim, Vasiyyet, 5; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 3.

[1304] Enfal 8/75.

[1305] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/358-359.

[1306] Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 2870.

[1307] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/359-360.

[1308] Buhâri, Vasâyâ, 1; Müslim, Vasiyyet, 1; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 1.

[1309] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/360.

[1310] Müslim, Hibe, 20.                                                                    

[1311] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/360

[1312] Haliîurrahman vakıfları vardı. Bu konuda Ömer Hilmi Efendi'nin İthâfu'l-ahlâf fi ahkâmi'l-eukâf adh eserinin mukaddimesine bakınız.

[1313] bkz. Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 2878.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/361.

[1314] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/363.

[1315] Ebû Dâvûd, Akdiye, 12; Tirmizî, Ahkâm, 23; İbn Mâce, Ahkâm, 17.     

[1316] Toprak kirasını yasaklayan hadis. bkz. Buharı, Hars, 7, 18; Müslim, Büyü', 89-116.

[1317] Bilgi için bkz. Müslim, Büyü', 89-116.              

[1318] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/363-364.

[1319] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/365-366.

[1320] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/366.

[1321] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/366.

[1322] Nisa 4/11.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/366-367.

[1323] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/367.

[1324] Enfâl 8/75.

[1325] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/367-368.

[1326] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/368-369.

[1327] Kardeşler gibi.(Ç)

[1328] Amca gibi.(Ç)

[1329] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/369-370.

[1330] Nisa 4/34.

[1331] Konunun sonunda açıklaması gelecektir.(Ç)

[1332] bkz. Dârimî, Ferâiz, 3

[1333] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/370-371.

[1334] Babanın, dedeyi düşürmesi gibi mirastan biç pay alamaz hale getirmesi.(Ç)

[1335] Çocukların, kocanın hakkını yarımdan dörtte bire düşürmesi gibi.(Ç)

[1336] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/371-372.

[1337] Müslim, Sıyâm, 15.

[1338] Nisa 4/11.

[1339] Nisa 4/34.

[1340] Nisa 4/11.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/372-373.

[1341] Nisa 4/12.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/374.

[1342] Nisa 4/34.

[1343] Nisa 4/12.

[1344] Nisa 4/176.

[1345] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/374-376.

[1346] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9, 15; Müslim, Ferâiz, 2, 3.

[1347] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/376.

[1348] Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1.

[1349] Bakara 2/221.

[1350] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/376.

[1351] Ebû Dâvûd, Diyât, 18; Tirmİzî, Ferâiz, 17; îbn Mâce, Ferâiz, 8.

[1352] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/376-377.

[1353] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/377.

[1354] Tirmizî, Ferâiz, 5; İbn Mâce, Ferâiz, 10.

[1355] bkz. İbn Mâce, Ferâiz, 2.

[1356] Bu mesele, "Haceriyye", "Ömeriyye" gibi isimlerle meşhur olmuştur. Çünkü itiraz edenler, "Haydi babamızı taş say, analarımız bir değil mi?" demişi erdi.(Ç)

[1357] Şureyh b. el-Hâris el-Kindî. En büyük İslâm kadılarından biridir. Onu Hz. Ömer (r.a.), Kûfe'ye kadı olarak tayin etmiştir ve bu görevde altmış sene kalmıştır. İbn Zübeyr fitnesi sırasında kadılıktan kendisi çekilmiş­tir ve H. 80 yılında yüz yirmi yaşında iken vefat etmiştir.

[1358] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/377-378.

[1359] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/378.

[1360] bkz. [1/119 vd.]

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/379.

[1361] Buhârî, Savm, 10; Nikâh, 2; Müslim, Nikâh, 1.

[1362] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/381.

[1363] bkz. Müslim, Nikâh, 6-8.

[1364] Buhârî, Nikâh, 1.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/382.

[1365] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/382.

[1366] Müslim, Rıdâ', 60; İbn Mâce, Nikâh, 5.

[1367] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/382.

[1368] Buhârî, Nikâh, 15; Ebû Dâvûd, Nikâh, 2; İbn Mâce, Nikâh, 6.

[1369] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/383.

[1370] Buhârî, Enbiyâ, 46; Ahmed, 2/319.

[1371] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/383-384.

[1372] Ebû Dâvûd, Nikâh, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1.

[1373] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/384.

[1374] Tirmizî, Nikâh, 3; îbn Mâce, Nikâh, 46.

[1375] Ümmüveled: Efendisinden çocuk doğuran cariye.(Ç)

[1376] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/384-385.

[1377] Buhârî, Nikâh, 17; Müslim, Selâm, 115-120; İbn Mâce, Nikâh, 55.

[1378] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/385.

[1379] Câbir (r.a.), bakıma muhtaç kardeşlerinin yanına yine onlar gibi tecrü­besiz bir kızı katmak istemeyip, onları evirip çevirecek aklı başında tec­rübeli dul bir kadınla evlenmeyi tercih etmişti.(Ç)

[1380] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/385-386.

[1381] bkz. Ebû Dâvûd, Nikâh, 18; Tirmizî, Nikâh, 5; Ahmed, 3/334.

[1382] Ensârdan bir kadınla evlenen ve ona bakmayan zata söylemiştir, bkz. Müslim, Nikâh, 74. (Ç)

[1383] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/386.

[1384] Müslim, Nikâh, 9.

[1385] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/386-387.

[1386] Buhârî, Nikâh, 45; Müslim, Nikâh, 49-52.

[1387] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/387.

[1388] Buhârî, Nikâh, 53; Müslim, Nikâh, 38; Ebû Dâvûd, Talâk, 2.

[1389] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/387.

[1390] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/389.

[1391] Tirmizî, Radâ', 18.

[1392] Ahzâb 33/33.

[1393] bkz. Müslim, Selâm, 17.

[1394] Buharı, Nikâh, 115; Müslim, Selâm, 17.

[1395] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/389-390.

[1396] Nûr 24/30.

[1397] Nûr 24/31.

[1398] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/390-391.

[1399] Müslim, Selâm, 19.

[1400] Yani şeytan beraberlerinde olur ve her birini tahrik eder, onların zina­ya düşmelerine sebep olur. bkz. Tirmizî, Radâ', 16; Fiten, 7.   

[1401] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/391.

[1402] Kocası yanında bulunmayan kadınların özellikle zikredilmesi, onun cinsel ilişkiye aşırı derecede arzulu olması, arzusunun Önüne geçecek bir engelin bulunmaması yüzündendir. Tirmizî, Radâ', 17; Ahmed, 3/309.                                                                                 

[1403] Müslim, Hayz, 74; Ebû Dâvûd, Hammâm, 2.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/391.

[1404] Müslim, Hayz, 74

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/392.

[1405] Buharı, Nikâh, 118.

[1406] Kadın tabiatlı Hît, evde Rasûlullah'ın (s.a.) yanında bulunuyormuş. Ümmü Seleme'nin kardeşine:

"Ya Abdullah b. Ebû Ümeyye! Yarın Allah size Tâifi fethederse, sana filancanın kızını göstereğim. Çünkü o kız dörtle gelir, sekizle gider," de­miş. Bunu işiten Rasûlullah (s.a.): "Görüyorum ki bu adam, orada ne olduğunu biliyor; sakın sizin yanınıza girmesin!" buyurmuştur, bkz. Müslim, Selâm, 32-33.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/392.

[1407] Beyhakî, 7/94.

[1408] Ebû Dâvûd, Libâs, 34.

[1409] Ebû Dâvûd, Hammâm, 1.

[1410] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/392-393.

[1411] Tirmizî, Edeb, 42.

[1412] Buhârî, Gusl, 20; Tirmizî, Edeb, 22; Ebû Dâvûd, Hammâm, 3.

[1413] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/393.

[1414] Ebû Dâvûd, Nikâh, 43.

[1415] Ebû Dâvûd, Libâs, 34 (4112).

[1416] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/393-394.

[1417] Kendisine hibe ettiği bir köle ile yanına varınca, Hz. Fâtıma üzerindeki örtüyü başına çekince bacakları açık kalmış, bacaklarını örttüğünde de başı açılmıştı. Bundan sıkıntı duyan kızma, Rasûlullah (s.a.) yukarıda­ki sözünü buyurmuştu, bkz. Beyhakî, 7/95. (Ç)

[1418] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/394.

[1419] Buhârî, Nikâh, 36; Ebû Dâvûd, Nikâh, 19.

[1420] Nisa 4/34.

[1421] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/395-396.

[1422] Buhârî, Nikâh, 41; Müslim, Nikâh, 64-68; Ebû Dâvûd, Nikâh, 2092.

[1423] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/396.

[1424] Ebû Dâvûd, Nikâh, 2078.

[1425] Nisa 4/25.

[1426] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/396.

[1427] Al-i Imrân 3/102.

[1428] Nisa 4/1.

[1429] Ahzâb 33/70-71.

[1430] Ebû Dâvûd, Edeb, 18; Tirmizî, Nikâh, 17.

[1431] Ebû Dâvûd, Edeb, 18; İbn Mâce, Nikâh, 19.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/397-398.

[1432] Nesâî, Nikâh, 72; İbn Mâce, Nikâh, 20.

[1433] Tirmizî, Nikâh, 6; İbn Mâce, Nikâh, 20.

[1434] Hz. Âişe'nin (r.a.) anlattığına göre cahiliye döneminde dört türlü nikâh vardı.

1. Bunlardan birincisi, bugünkü normal nikâh şekliydi.

2. Istibdâ' nikâhı: Kişi karısı temizlenince, 'falana git ve onunla ilişkide bulun' der ve karısının o adamdan hamile kaldığını anlayıncaya kadar ona yanaşmazdı. Bunu soylu bir çocuk yapmak arzusuyla yaparlardı.

3.  Sayıları ondan az bir grup bir kadınla ilişkiye girerlerdi.  Kadın ha­mile kaldığında onun isteği üzerine yanında toplanırlar ve kadın, kimi severse, çocuğun ondan olduğunu söylerdi ve adam bundan kaçınamaz-di.

4. Çok sayıda insan kadınla ilişkiye girerdi. Doğurduğu zaman insanlar başına toplanırlar ve kâifleri (nesep tespit uzmanları) çağırırlar, onlar kimin çocuğudur derlerse, çocuk onun olurdu.

Rasûlullah (s.a.), gönderilince bugünkü geçerli nikâh hariç, bütün cahi­liye dönemi nikâhları yürürlükten kaldırıldı, {bkz. Buhârî, Nikâh, 36; Ebû Dâvûd, Talâk, 33; İbn Âşûr, İslâm Hukuk Felsefesi, 241-242).

[1435] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/398-399.

[1436] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/399.

[1437] Nisa 4/24.

[1438] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/399-400.

[1439] Buhârî, Nikâh, 32, 40; Ebû Dâvûd, Nikâh, 30 (2111).

[1440] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/400-401.

[1441] Ebû Dâvûd, Nikâh, 29.

[1442] Bir ukiyye kırk dirhemdir.(Ç)

[1443] Ebû Dâvûd, Nikâh, 29 (2106).

[1444] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/401.

[1445] Nisa 4/4

[1446] Bakara 2/236.

[1447] Kadının kadınlığından yararlanma hakkı veren malikiyettir.(Ç)

[1448] Nisa 4/20.

[1449] Yani nikâh akdi ile sonucu.(Ç)

[1450] Amcasının kızları gibi.(Ç)

[1451] Müt'a, üç ya da beş parçadan oluşan giyecekten ibarettir.(Ç)

[1452] Nisa 4/24.

[1453] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/401-403.

[1454] bkz.EbûDâvÛd, Nikâh, 3112.

[1455] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/403.

[1456] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/403-404.

[1457] Hays; hurma, keş ve tereyağının yoğurulması ile yapılan bir yemek tü­rüdür.

[1458] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/404.

[1459] Buhârî, Nikâh, 71; Müslim, Nikâh, 105; Ebû Dâvûd, Afime, 1; İbn Mâce, Nikâh, 25.

[1460] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/404-405.

[1461] Bir adam Hz. Ali'yi (r.a.) misafir etmiş ve ona yemek hazırlamıştı. Hz. Fâtıma (r.a.), peygamberimizin de çağırilmasını ve beraberce yemeleri­ni istedi. Rasûlullah (s.a.), gelip de kapıya dayandığında içeride süslü perdeler gördü ve geri döndü. Hz. Fâtıma, Rasûlullah'ın (s.a.) niçin geri döndüğünü öğrenmesi için hemen arkasından Hz. Ali'yi gönderdi. Ra­sûlullah (s.a.) sebebini yukarıdaki şekilde açıkladı, bkz. İbn Mâce, Afime, 56.(Ç)

[1462] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/405.

[1463] bkz. Ebû Dâvûd, Afime, 7

[1464] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/405-406.

[1465] Ebû Dâvûd, Afime, 9.

[1466] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/406.

[1467] Bu kayıt ihtirazı değildir.(Ç)

[1468] Kayıt ihtirazı olup, evlatlıklar hükme dahil değildir.(Ç)

[1469] Nisa 4/22-23.

[1470] bkz. Muvatta, Talâk, 76.

[1471] bkz. Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37; Ebû Dâvûd, Nikâh, 12.

[1472] Nûr24/3.

[1473] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/407-408.

[1474] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/408.

[1475] Nisa 4/3.

[1476] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/408-409.

[1477] Müslim, Radâ', 1.

[1478] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/409.

[1479] Müslim, Radâ', 24.

[1480] Üç ile dokuz arası bir sayıyı ifade etmek için kullanılan çoğul kalıpları­na "cem-i kıllet", on ve daha fazla sayıyı ifade etmek için kutlanılan ço­ğul kalıplarına da "cem-i kesret" denir.(Ç)

[1481] Müslim, Radâ', 20, 22.

[1482] Müslim, Radâ', 32.

[1483] Tirmizî, Radâ', 5.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/410-411.

[1484] bkz. Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37; Ebû Dâvûd, Nikâh, 12.

[1485] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/411.

[1486] Yani üvey kızlarında.(Ç)

[1487] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/411-412.

[1488] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/412.

[1489] Bakara 2/221.

[1490] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/413.

[1491] bkz. [2/341] deki dipnot.(Ç)

[1492] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/413-414.

[1493] Fiilen nikâhı altında olması ya da onun iddetini bekliyor olması gibi.(Ç)

[1494] Nisa 4/24.

[1495] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/414.

[1496] Nûr24/3.

[1497] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/414-415.

[1498] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/415.

[1499] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/417.

[1500] Ebû Dâvûd, Nikâh, 45; Ahmed, 2/444.

[1501] Bakara 2/223.

[1502] bkz. îbn Kesîr, 1/260

[1503] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/417-418.

[1504] Azl: İlişki sırasında çocuk olmasın diye meninin dışarı boşaltılmasıdır.(Ç)

[1505] Buhârî, Nikâh, 96; Ebû Dâvûd, Nikâh, 48.

[1506] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/418-419.

[1507] Müslim, Nikâh, 140; Ebû Dâvûd, Tıbb, 16.

[1508] Ebû Dâvûd, Tıbb, 16; İbn Mâce, Nikâh, 61

[1509] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/419-420.

[1510] Müslim, Nikâh, 123; Ebû Dâvûd, Edeb, 32.

[1511] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/420.

[1512] Ebû Dâvûd, Nikâh, 46; İbn Mâce, Taharet, 125.

[1513] Bakara 2/222.

[1514] Avret mahallini örten belden aşağı dolanan elbise.

[1515] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/420-421.

[1516] Müslim, Radâ', 60.

[1517] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/423-424.

[1518] Müslim, Radâ', 61; Ahmed, 3/329.

[1519] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/424.

[1520] Bu ifade, başkalarıyla ihtilât haline girerek, emellerine ulaşabilme imkanı vermemesinden kinayedir. Yoksa döşeklerine ayak bastırmadan maksat zina değildir. Çünkü zina her halükârda haramdır ve bunun ıçm dövme yeterli değildir, ceza olarak had tatbiki gerekir.

[1521] Müslim, Hacc, 147.

Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/424.

[1522] Nisa 4/19.

[1523] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/425.

[1524] Müslim, Nikâh, 122.

[1525] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/425.

[1526] Ebû Dâvûd, Cihâd, 104; Nesâî, Zekât, 66; İbn Mâce, Nikâh, 56.

[1527] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/425-426.

[1528] Nisa 4/34.

[1529] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/426.

[1530] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/427.

[1531] Ebû Dâvûd, Talâk, 1; Edeb, 126.

[1532] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/427.

[1533] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/427.

[1534] Bu sevgi konusundadır.                                                      

[1535] Yani nafaka ve yanında geceleme konusunda eşit davranın.

[1536] Nisa 4/129

[1537] Ebû Dâvûd, Nikâh, 38; Tirmizî, Nikâh, 42; İbn Mâce, Nikâh, 47.

[1538] Şah Veliyyullah Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa İslâm Düşüncesinin İlkeleri, İz Yayınları: 2/427-428.