KÎTABA VE KÎTAB
İLE SÜNNET ARASINDA MÜŞTEREK
BAZI
Kitabın Hakikati
Ve Hususî Vasıfları :
kîtab
île sünnet arasında müşterek
mebhasler :
Has
Lafızların Mahiyeti Ve Hükümleri :
Emirlerin Mahiyeti Ve Muktezası ;
Emik
İle Vacip Olan Şeylerin Hükümleri :
Memurun
Bîhin Hüsn Sıfatile Ittisafı :
Emredilen
Şeyîn Liaynihi Veya Ligayrihî Hasen Olması :
Takat
Fevkinde Btr Şey Île Teklif Vaki Olup Olmadığı :
Memurda
Vücudu İcap Eden Kudret :
Nehirlerin Mahiyeti Ve Mvrtezası:
Mutlak
İle Mukayyedin Mahîyetlert Ve Hükümleri
:
Âm
Lafızların Mahiyeti, Nevileri Ve Hükümleri :
Müşterek
Ve Müevvel Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri :
Zâhîr,
Nas Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri :
Müfesser
İle Muhkemin Mahiyetleri Ve Hükümleri :
Hafî
Ve Müşkil Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri :
Mücmel
İle Müteşabthin Mahiyetleri, Nevileri Ve Hükümleri :
Hakikat
İle Mecazın Mahiyetler* Ve Hükümleri :
Sarih
Île Kinayenin Mahiyetleki Ve Hükümleri :
Dal
Btl'îbake, Bil'işare, Bîddelâte Ve Bil'îktîzanın Mahiyetleri Ve Hükümler :
Mefhumu
Muvafakat İle Mefhumu Muhalefetin Mahiyetler! :
Malûmdur ki, islâm
hukukuna dair arapça yazılmış muhtasar ve mufassal binlerce eser vardır. Fakat
bu hukuka dair bütün aksamını ihüva etmek üzere türkçe yazılmış kitaplar yok
gibidir.
Vakıa bazı arapça
fıkıh kitaplarının türkçe tercümeleri vardır. Fakat bunlar binnisbe pek
muhtasar şeylerdir ve muntazam bir tertibe tâbi değildirler. Mecelle-i Ahkâmı
Adliye, islâm hukukunun yalnız muamelâta ait bir kısmı ahkâmını muhtevi
bulunmuş, bunun üzerine muhtasar ve mufassal olmak üzere birkaç türkce şerh de
yazılmıştır. Fakat bu kıymetli eserler de —arz olunduğu üzere-yalnız bir kısım
muamelâta ait mesaili muhtev' olup islâm hukukunun sair kısımlarile alâkadar
bulunmamıştır.
İslâm hukukunun birer
şubesi olan ibadetlere, vakıflara, vasiyetlere, mirasa, cihada, kısas ve
hududa müteallik ahkâma dair de türkçe müstakil eserler yazılmıştır. Lâkin
bunlar da jalnız bu muayyen, mahdut mevzulara aittir.
İslâm hukukunu türkçe
bir lisan ile kısmen ihtiva eden kıymetli eserlerden bir takımı da fetva
kitaplarıdır. Fakat bunlar da hâdiselere göre vakit vakit verilmiş şer'i
cevaplardan müteşekkil olup islâm hukukunun her kısmım tam bir tertip
dahilinde muhtevî bulunmamaktadır.
Maamafih bütün bu
türkçe eserler, Hanefî fıkhına ait olup bunlar ile sair mezahibi fıkhîyyemiz
hakkında malûmat verilmesi iltizam edilmemiştir.
Şeyhül'islâm Hayri
Efendi merhum, meşihatı zamanında islâm hukukunun münakehata, müfarekata,
muamelâta, ukubata dair ve Hanefî mezhebine ait aksamım bîr mecellei külliyye
halinde cami bir eser meydanar getirilmesine lüzum görmüştü. Fetva Emanetinde
de Mecelle sarihi Ali Haydar Efendi merhum bulunuyordu. Âcizleri de mülga
Fetvahane-i Alide heyeti telifiyye âzasından bulunuyordum. Bu eseri vücu-de
getirmek vazifesi, Meşihat Dairesinde bir heyeti ilmiyyeye havale edildi,
âzasından bulunduğum bu heyet, kendisine tahsis edilen dairede bir müddet
çalışarak bilhassa münakehat ve müfarekata ait birçok fık-hî mesailin arapça
nakillerini topladı. Hindiye fetvası esas ittihaz edilmişti. Bunların tercüme
edilmesini de Ali Haydar Efendi ile âei'/leri deruhte etmiştik. Münakehatın
bir kısmına dair bin altı yüz madde kadar tercüme ettim, Haydar Efendi merhum
da birçok tercümeler yaptı. Fakat Hayri Bey Efendi Meşihatten infisal etti,
heyetimizin mesaisi de, derhal akim kaldı. Yalnız Ali Haydar Efendinin tercüme
etmiş olduğu nafaka ahkâmı tebyiz edilerek tab' ve neşredildi.
Muahharan Hukuk timini
Yayma Kurumu, âcizlerile bazı zevata islâm hukukuna ait bir kısım ıstılahları
bir lügatçe halinde yazdırdı. İslâm hukukuna dair aynca «Kamus» unvanile
bahislerden müteşekkil bir eser yazmamızı da teklif etti. Acizleri hisseme
düşen «Ceza ahkâmı»nı bir iki sene çalışmak suretile ihzar ederek Kuruma
gönderdim. Fakat islâm hukukunun sair ahkâmı galiba yazılmadığından Kurumun da
bu teşebbüsü bir neticeye iktiran etmedi.
Teşebbüs edilen
hayırlı bir işin noksan kalmasına gönlüm razı olmadığından aczime bakmaksum
böyle bir kamusu —noksan bir hâlde de olsa—• vücude getirmek azminde bulundum,
senelerce çalıştım, bu sırada islâm fıkhıma ibadetlere ait olankısmını «Büyük
İslâm İlm-i Hali» unvanile yedi yüz küsur s ahi f eden ibaret olmak üzere aynca
neşre muvaffak oldum, tslâm hukukunun yazmakta bulunduğum diğer aksamını da
inayet-i Hak'la altı cilt olmak üzere başkaca yazıp bitirdim. Bu suretle işbu
«Hukuku Islâmiyye ve Istılah atı Fıkhiyye» adındaki eser vücude gelmiş oldu.
İstanbul Üniversitesi
Rektörü muhterem Ordinaryüs Profesör Sıd-dık Sami Onar, böyle bir eserin
tedvini hususunda mütevali teşviklerini ibzal buyurmuşlardır. İstanbul Hukuk
Fakültesi muhterem Dekanı Profesör Doktor Hüseyin Nail Kübalı, ve Hukuk
Fakültesi. Dekanı bulundukları sırada eserin tab'i imkânını temin etmiş olan
muhterem Ordinaryüs Profesör Doktor Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ve Fakülte muhterem
heyeti tedrisiyesi de bu eserin mühmel kalmaması hususunda pek kıymetli
lûtuflannı diriğ etmediler. O sayede eserin tab'ına başlanılmış oldu. Bu
muhterem, yüksek hey'eti ilmiyyeye samîmi teşekkürlerimi arzetmep bir borç
bilirim. Eserin bütün ciltlerinin tab'mı ikmale muvaffakiyeti de atıfeti
Öâhiyyeden beklerim.[1]
"Hukuki tslâmiyye
ve bulanan fıkhiyye" unvanı ile yazmış olduğum eser-i âcizi 1949 tarihinde
İstanbul Hukuk Fakültesi tarafından altı cilt olmak üzere tab ve.neşr
edilmişti. Bilâhare 1955 tarihinde birinci cildi yine Fakülte tarafından
tekrar tab ettirilmişti.
Birçok zevad ise bu
.tslâm Hukukuna ait mufassalca eserin tekrar tamamen tab edilmesini arzu
etmekte bulunduklarından oğlum Selim Bilmen'in gayretleriyle tekrardan
"sekiz cilt" olmak üzere yeniden rab'ına mübaşeret olunmuştur.
Milletimizin ilmi varlığına âcizane bir hizmette bulunmak nimetine mazhar olmak
ümidiyle bu eserimizin tekrar tab edilmesi iltizam edilmiştir.
Hak Tealâ
Hazretlerinden muvaffakiyetler niyaz eylerini.
Em.Diyanet İşleri
Reisi ÖMER NASliHI BİLMEN
Ömer Nasuhı BİLMEN[2]
(Hukuki İslâmiyye ve
Istilahatı Fikhiyye Kamusu) unvanile yazılan bu eser, İslâm Hukukunun başlıca
bütün aksamını ihtiva etmektedir. Bu kısımlar, en ziyade Hanefî mezhebi
üzerine müdevven mesail ve ahkâmı muhtevidir. Çünkü İslâm muhitinde asırlardan
beri tatbik sahasında bulunan mezahibi fıkhiye arasında Hanefî mezhebine ait
olan hukukî meseleler, hükümler daha büyük bir vüs'at ve inkişafı haiz ve İslâm
âleminin daha çok yerlerinde carî bulunmuştur.
Maahaza bu mesail ve
ahkâmı müteakip sair mezahibe ait hukukî meselelerin ,hükümlerin mühim bir
kısmı da « () işaretile kavisler içinde yazılmış, bu suretle hukukî meslekler
arasındaki ittifak ve ihtilâf noktalan gösterilmiş, bunların arasında mukayeseler yapılabilmesi
gayesi takip edilmiştir.
Bü eserde mündemiç
fıkhı meselelerin istinat ettiği şer'î deliller, ciltler vü-cude getirecek
kadar büyük bir vüs'ati haiz, «İlm-i Hılâf» da ve mufassal fıkıh kitaplarında
yazılı olduğundan bunlardan bahsedilmem İştir. Yalnız mesailin esbabı mucibesi
mesabesinde olan ve hikmeti teşrüyesini teşkil edip «İlesli Fıkhiy-ye» ve
«Menati Hüküm» adını alan birkisım aklî, içtihadî delillere, mülâhazalara
işaretle iktifa olunmuştur.
Biz, bu usulü iltizam
etmekle müçtehidini kiramın nazar noktalarını göstermiş, fikr-i hukukînin
inkişafına ve muhtelif hukukî meslekler arasmda mukayeseler yapılması imkânını
temine hizmet etmiş bulunmaktayız.
Bu eserin pek
cemiyetli olan muhteviyatı için en muteber fıkıh kitapları me'haz teşkil
etmektedir. Bazı meselelerin me'hazleri yanı başlarında gösterilmiş ise de
kısmı âzaminin me'hazleri hemen yanıbaşında gösterilmemiştir. Çünkü bu
meselelerden bir çokları için müttehit, müteaddit, hukuk erbabınca malûm
me'hazler mevcut olduğundan her meselenin altında me'hazlerini göstermek zait
ve külfetli olacaktır. Bu cihetle her kısmın nihayetinde başlıca me'hazlerin
gösterilmesile iktifa olunmuştur.
Bu eserde yazılan
meseleler, kolayca zapt ve ihata edilebilmek maksadilc muhtelif serlevhalar
altında tertip ve tasnife tâbi tutulmuş, bu hususta en ziyade «Kitabi
Bedayüssanayi fi Tertibişşerayi» urvanlı muazzam eserden istifade olunmuştur.
Bu kamusta «Mecellei
Ahkâmı Adliye» deki bütün mesail, münderiç bulunmuş, hukuka ait bir çok
ıstüahati fıkfciyye, madde madde yazılmış, haklarında îâzımgclen izahat
verilmiş, bunlardan bir çoklarının lûgavî mânâları da yazılarak aralarındaki
münasebetlere işaret olunmuştur.
İslâm hukukunun ne
gibi esaslara istinat ettiğini gösteren ve hukuka müteallik: kanunların,
nizamların ilmî bir surette anlaşılmasına yardım edip hukuk fikrinin inkişafım
temine hadim bulunan «usulü fıkıh» İlmine dair de biraz malûmat verilerek bu
da eser için bir methal olarak tertip edilmiştir.
İslâm hukukunun
esaslain-Jan olup hukukî kabiliyetin artmasına ve tatbikatın kolaylamasına
hizmet eden, Mecellece de kabul edilmiş bulunan (99) kaidei fıkhiyede bu methal
kısmında yazılmış ve bunlar kâfi derecede izah edilmiştir.
İslâm hukukçularını
teşkil eden ve kudreti ilmiyelerine göre muhtelif taba-kata ayrılmış bulunan
büyük müttehitlerin, f akınların teracimi ahvaline dair de muhtasarca malûmat
verilerek bununla da methal kısmına bir «TabakatÜlfuka» faslı ilâve edilmiştir.
Bütün bunlar ile
eserin heyeti umumiyesL bir methal ile müteaddit kitaplardan müteşekkil, altı
cildi havi buJunmuş olmaktadır. Eserin sonuna bütün mündericatma dair hecâ
harfleri tertibile bir cetvel de ilâve edilecektir.
Şunu da arz edeyim ki,
bizim bu eserde (Hukuki İslâmiyye) den maksadımız, muamelâta —yâni; ukubata,
münakehata, müfarekata vesair medenî, iktisadî muamelelere-müteallik ahkâmı
şer'iyenin heyeti mecmuasıdır.
İslâm uleması, hukuk
yerine fıkıh, ilmi hukuk yerine ilmi fıkıh tâbirlerini ihtiyar etmişlerdir.
Maahaza aralarında fark vardır. Şöyle ki: Hukuk ve ilmi hukuk ile nâs arasında
carî muamelâta müteallik bir ilim kast olunur. Fıkıh veya ilmi fıkıh ise hem bu
muamelâta, hem de dinî vezaif ve vecaibe, —başka tâbir ile ahkâmı ibadâte
müteallik bir ilimdir. Bu cihetle ilmi fıkhın sahası daha geniş bulunmaktadır.
Nâçiz kalemimle
tedvinine muvaffak olduğum bu eserin hukuk namına bir hizmet sayılabilmesi
şerefine nailiyetimi feyyazı kerim olan Haktealâ Hazretlerinden niyaz eylerim. [3]
1 - (Istılah) : Lügatte ittifak
manasınadır. İlim lisanında «Muayyen bir cemaatin, bir meslek erbabının bir
lâfzı mânâyı lûgavîsinden çıkararak başka bir mânâda müttefikan istimal
etmeleri» demektir. Meselâ: «İlim» lâfza, lügatte mutlaka bilmek manasınadır.
Sonra: «Bir mevzua dair bir takım müdevven mesail ve kavaidin heyeti mecmuası»
mânâsında kullanılmıştır. Binaenaleyh bu ikinci mânâ, bir ıstılahı
mahsustan ibaret bulunmuştur.
Bir lâfzın lûgavî
mânâsiyle ıstılahı mânâsı arasında ya münasebet bulunur veya bulunmaz.
Münasebet bulunursa bu ıstılahı tâbire «menkul» denir, bulunmazsa
«mürtecel» adı verilir.
Maahâzâ bir kaç manâda
müstamel olup bilâhare ilk manâlarında istimali metruk bulunan, lâfızlara da
«menkul» denir. Bu halde nâkil, ya seri şerif olur, ya örfü âm olur veya Örfü
hâs olur. Birincisine (menkulü şer'î) denir. Nitekim. «salât» lâfzı lügatte dua
mânâsına iken bilâhare şer'i şerif tarafından duayı cami olan «erkanı malûme
ve ef ali mahsuse) mânâsına nakledilmiştir. İkincisine: (menkulü örfü) denir.
Nitekim «dabbe» lâfzı, esasen yeryüzünde yürüyen her zî-hayata itlak olunurken
bilâhare âmme tarafından dört ayaklı zîhayat mahlûka-ta itlak olunmuştur.
Üçüncüsüne de: (menkulü ıstılahı) denir. İşte fukahanın, üdebanın, vesair ulûm
ve fünun veya sanayi erbabının kullandıkları bir takım tâbirler, bu menkulü
ıstılahı cümlesindendir.
2 - (Hak):
Bu tâbir, birçok mânâları ifade eder ve muhtelif itibarlar ile müteaddit
şeylere ıtlak olunur. Bunların bir kısmı, şunlardır:
«Hak; esasen mutabakat
ve muvafakat demek olup bir şeyi muktezayi hik-yan şey demektir. Allah Tealâ
Hazretlerinin vücudu sabit, rübubiyyeti mütehak-kık olduğu cihetle esmai
celîlesinden biri de «Hak»tır.
«Hak; esasen mutabakat
ve muvafakat dernek olup bir şeyi muktezayi hikmete göre icat eden zata ve
muktezayi hikmete göre yaradı İm iş olan herhangi bir şeye ıtlak olunur. Bu
cihetle Allah Tealâ'ya «Hak» denildiği gibi Allah Te-alâ"mn her fiiline de
«Hak» denilir.
«Hak; İslâm, Kur'an,
vahyi ilahî, hikmet, nusret, saadet,
te'yit, emri azîm, garezi sahih mânâlarında müstameldir.
«Hak; sübut, tevafuk,
tahakkuku vücut demektir. Ezhan il ayan, enfüs ile âfak, ilm ile malûm
arasındaki muvafakat ve mutabakat ile ifade olunur. Ekva-le, akaide, edyan ve
mezahibe vasf olup sıdk ve sayap makamında kullanılır. Şu kadar ki, ezhanın
ayana, diğer tâbir ile hükmün vakıa, itikadın harice, tevafukuna «sıdk»
denildiği hâlde ayanın ezhana, vakan hükme, haricin = nefsülem-rin itikada
mutabakatına da «Hak» denilmekte ve sıdk tâbiri, bilhassa akvalde şayi
bulunmaktadır. Hak itikat, sadık = doğru söz denilmesi gibi.
«Hak; hikmet
muktezasına göre vukubulan hüküm mânâsına gelir. «Bu karar haktır»
denilmesi.gibi.
«Hak; hal ve fasl
edilmiş, hükmü verilmiş olan herhangi bir işe denir. «Emri Hak» denilir ki,
kazaya iktiran etmiş hâdise demektir.
«Hak; adalet mânâsma
gelir. «Hak yerini buldu» denilmesi gibi. Bu cihetle adalet sahiplerine «ehli
hak» denir. Bu mânâda «hakkaniyet» tâbiri de müstameldir.
«Hak; vacip ve lâzım
olmak mânâsına gelir. «Şöyle yapılması bir haktır» denilir ki, bir vecibedir
demek olur.
«Hak; bir şeyi sabit,
vacip kılmak mânasına gelir. «Filân dâvasını hak etti» denilmesi gibi.
«Hak; mal ve mülke
itlak olunur. «Şu filânın hakkıdır»
denilmesi gibi. «Hak; bir kimseye nâfi, ondan zararı dâfi olan şey
mânâsına gelir.
«Hak; bir akarın
merafıkma, meselâ; bir hanenin tevabimden olup ondan ayrılamayacak olan şeye
itlak olunur. Hakkı tarik, hakkı mesil gibi.
«Hak; bir kimseye
muhtes olan mânevi bir kudrettir ki, bununla tasarruf salâhiyetini veya
malikiyet vasfını haiz olur. Başka bir tâbir ile Hak; bir iktidarı seridir ki,
insanlar bununla bazı. şeyleri icra ve mütaîebeye salahivettar olurlar. Cem'i:
Hukuktur. Bu haklardan bahseden ilme de «İlmi hukuk» denilir.
«Hak maddesinden
alınmış bîr takım tâbirler de vardır ki, başlıcalân aşağıda gösterilmiştir.:
3- Tahkik:
Bir şeyin hakikatine muttali olup yakinen idrak eylemek demektir. «Şu meseleyi
tahkik ettim» denilmesi gibi.
4- Tahakkuk:
Bir şeyin sıhhatinin tebeyyün etmesi, mahiyetinin olduğu gibi anlaşılması
demektir. «Şu haber tahakkuk etti» denilmesi gibi.
5- Muhik:
Metin, rasin, sabit olan şey demektir. «Muhik söz, dâvayı muhikka» denilmesi
gibi.
6- (Hakikat)
: Bir şeyin zatı, mahiyeti demektir. Kat'iyyen ve manen sabit olan ve
mahallinde müstakir bulunan şeye de itlak olunur. Istılahta: esasen vaz'edilmiş
olduğu mânâda istimal olunup başka bir mânâya nakledilmemiş bulunan söz
demektir. Mukabili mecazdır. Meselâ: «salât» lâfzı lügat bakımından dua
mânâsında hakikattir, namaz mânâsında mecazdır. Bilâkis vaz'ı şer'î bakımından
bu lâfız, dua mânâsında mecaz, namaz mânâsında hakikattir.
7- (İhkakı hak) : Bir şeyin hak olduğunu deliiierile ispat veya bir şeyin hak olduğuna
hükmetmek demektir. İhkakı hak, ya edilie ve âyâtm izhar edil-mesile veya
ahkâmı şer'iyenin ikmali suietile tecelli eder.
8- (İstihkak) : Bir hakkın talep edilmesi ve bir şeyin bir şahsa ait
bir hak olduğunun zuhuru mânâsına gelir.
İstihkak, İki
kısmıdır. Biri, «istihkakı mubtil» dir ki, mülkü bilkülliye iptal eder. Bir
şahsın hürriyete nailiyeti gibi ki, onun üzerinde başkalarının maliki-yet
hakkını mübtil bulunur. Diğeri, «istihkakı nâkil» dir ki, bir mülkü bir şahıstan
diğer bir şahsa nakleder. Alım satım muamelesi neticesindeki istihkak gibi.
9 -(Fıkıh) : Lügatte bilmek, anlamak, bir şeyi iz'an ile,
fetanetle şuurlu bir halde idrak etmek, bir şeyin künhüne vâkıf olmak, kapalı
bir şeyin hakikî -tine nazarı infaz edebilmek, kendisine hüküm taallûk eden
hafî bir mânâya muttali olmak gibi mânâları ifade eder.
Istılahta fıkıh;
«insanın amel cihetile lehine ve aleyhine olan şer'î hükümleri bir meleke
halinde bilmesi» demektir. Diğer bir tarife göre fıkıh: «amelivata, yâni:
ibadât, ukubat ve muamelâta müteallik şer'î hükümleri mufassal delil-lerile
bilmek» den ibarettir.
Bu iki tarif,
binnetice müttehittir. Demek ki, fıkıh, ameliyata müteallik ahkâmı şeı'yeyi
edillei tafsiliyesile bilip kavramaktır. O halde bu ahkâmı böylece bilmeğe;
(İfekahet) ve bu ahkâmı böylece bilen zata da: (fakih) de-nir. Cemk'fu-kahadır.
Fıkıh ilmini tahsil etmeğe de (tefekkuh) denilir.
Bu halde ilmi fıkıhda :«ameliyata
müteallik şer'î hükümleri mufassal delil-lerile bildiren bir ilim» den ibaret
olmuş olur. Maahaza ilmi fıkıh: «ibadâta, muamelât ve ııkubata müteallik şer'î
mesailin heyeti mecmuası» diye de tarif olunabilir.
İmamı Âzam Hazretleri
fıkhı: «Marifetünnefsi maîehn ve ma aleyha = insanın lehine ve aleyhine olan
şeyleri bilmesidir» diye tarif etmiştir. Bu tarife nazaran fıkha itikadiyat ve
ahlâk mesaili de dahil bulunmaktadır. Şu kadar var ki, bu mesail, gide gide pek
ziyade tevessü ve inkişaf etmiş, mevzuları başka başka bulunmuş olmakla fıkhın
tarifine«min cihetil amel = amel cihetüe» kaydı ilâve edilerek fıkhın daire i
şümulünden itikadat ile ahlâkiyat hariç bırakılmıştır. Binaenaleyh bugün ilmi
fıkıh, ilmi kelâm ile ilmi ahlâk birer müstakil ilim halinde bulunmaktadır.
10 -(Seri' = Şeriat) : Esasen seri", şir'a, meşrea kelimeleri, insanı
bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol manasınadır. Bilâhare «ahkâmı diniye»
ye ıtlak olunmuştur. Çünkü dinî hükümler de insanları içtimaî ve manevî hayatın
mâbihilkıyarm olan bir feyiz ve itilâya yetiştirecek ilâhî bir tariktir.
«Şer'i lâfzı, izhar ve
beyan mânâlarım da ifade eder, şeriat vaz'etmek mânâsında da müstameldir.
Maahaza şeriat tâbirine müradif olarak da istimal olunur. ;
«Şeriat, lisanı dinde:
«Cenabı Hakkın kulları için vaz'etmiş olduğu dinî, dünyevî ahkâmm heyeti
mecmuasıdır.» Bu itibarla şeriat; din ile müradif olup ıem «ahkâmı asliye»
denilen itikadiyatı, hem de «ahkâmı fer'iyei ameliye» denilen ibadet, ahlâk ve
muamelâtı ihtiva eder.
Maamafih «şeriat» tâbirinin yalnız ahkâmı fer'iyeye itlakı
daha şâyidir.
'em'i: şeraî'dir.
Velhâsıl: şeriat, umumî mânâsına nazaran: «Bir peygamberi zî-
şan tarafından tebliğ
edilmiş olan kanunu ilâhî» demektir. Bu kanunun asıl vazıı
olan Cenabı Hakka;
CŞarii Mübîn) denir. Bu kanunu insanlara tebliğ etmiş olan
peygambere de
(Şârî) unvanı verilir.
Bu halde (ahkâmı
şer'iye) denilince bundan kanunu ilâhî hükümleri mânâsını anlamak lâzımdır ve
bununla asıl Kur'ana, hadise, icmaa sarahaten müstenit olan hükümler
kasdedilmiş olur. İslâm müçtehitlerinin kıyas ve içtihat lari-kile istinbat
ettikleri hükümler ise (ahkâmı fıkhiye), (mesaili fer'iyei ameliye) namile yad
olunur. Şu kadar var ki bunlara da şer'î esaslara istinat ettikleri ci-tctle
ahkâmı şer'iye ıtlak olunmaktadır.
Demek ki, ahkâmı
fıkhiye ,mesaili fıkhiye, esasen fiiruata ait, içtihada müs-tenid hükümlerden,
meselelerden ibaret ise de bu tâbirler, hem nass ve icmaa müstenit şer'î ahkâm
ve mesaile, hem de içtihat ve kıyasa müstenit hükümlere, meselelere şâmil,
umumî bir unvan olarak istimal
edilmektedir.
11 -(Usul) : Aslın cem'idİr. Asıl,
maddî veya manevî olan temel, esas, istinatgah demektir. Racih, delil,
kaide mânâlarında da müstameldir.
12 -(ilmi usulü
fıkıh) : Fıkhî bilgilerin esası,
istinatgahı olan bir ilimdir ki, şer'î hükümlerin mufassal, muayyen delilleri
ve hikmetleri bu sayede bilinir ve bu dinî hükümler, bu muayyen, müşahhas
deliller vasıtasile istinbat ve ispat olunur. Buna bir: «Hikmeti teşriiye ilmi»
de denilmiştir.
13 -(Kaide) : Bir kat'î ve külli hükümdür ki, bir çok cüz'iyyat
kendisine muntabık olur. Cem'i: kavaittir. Meselâ «Kelâmda aslolan mânâyı
hakikattir» sözü, bir kaidei külliyedir. Biz birçok sözleri bu kaideye tatbik
ederek onların hakikî mânâlarına göre hükmederiz.
14 -(jMes'ete)
: Bir külli kaziyedir ki, kendisine
bir takım cüz'iyyat muntabık olur. Meselâ: «Şartlarını cami olan bir vakıf
lüzum ifade eder» denilse bu: «şeraitini cami olan her vakıf lüzum ifade eder»
tarzunda bir mesele olur ki, bu, bir kaziyyei külliyedir. Buna tatbikan
Zeyd'in, Amr'in vesairenin şartlan dairesinde yapacakları vakfın da lüzum
ifade edeceği anlaşılmış olur. «Bey'i caizdir, icare meşrudur, hibe mendûbdur»
gibi sözler de böyle kaziyyei külliye mahiyetinde birer meseledir.
15 -(Delil) : Bir şeydir ki, kendisine sahih bir nazar sayesinde
bir mat-lûbi haberîye vukuf mümkün olur. Meselâ: emanetleri sahiplerine iade
ötmek dînen lâzım mıdır?. Suali, bir matlûbi harebîyi hâvidi
âyeti kerimesi de bu hususta bir
delildir. Bu delile güzelce bakınca emanetlerin sahiplerine iadeleri lüzumuna
muttali oluruz. Delilin cem'i: edilledir. Deliller, edillei şer'iye ve edillei
akliye kısımarına ayrılır. Edillei erbea, kitap ile sünnetten ve icmaı ümmet
ile kıyası fukahadan ibarettir.
16 -(İstidlal)
: Delile nazar etmektir. Eserden
müessire veya bilâkis müessirden esere zihnin intikaline de istidlal denir.
Güneşin yer yüzündeki ziyasından güneşin doğmuş olduğunu anlamak gibi.
17 -(Hüccet) : Kat'î olsun olmasın mutlaka delil manasınadır.
Senetlere, vesikalara, mahkemelerden verilen bir kısım ilâmlara da «hüccet»
denilir.
18 -(Burhan) : Kat'î
olan delil demektir. Mukaddimatı yakiniyeden müteşekkil, şartlarım cami olan
bir kiyasî mantıkîdir ki, netice hakkında ilmi yaJun ifade eder.
19 -(Beyyine) : Delil, şahit, bir dâvayı ispat için ibraz edilen
hüccet, vesika manasınadır. Adaletli kimseîe^n şahadetlerine «beyyinei âdile»
denilir.
20-(Emare) :
Alâmet, nişan, eser demektir. Mukaddimelerinden biri veya her ikisi zannî olan
kıyastır ki, netice hakkında bir zannî bilgi ifade eder.
21 -(Kitab) : Lügatte mektup, yani yazılmış şey demektir. Fukahaca:
«bir lakım baplardan, fasıllardan müteşekkil ,'fıkhî meseleleri muhtevi
yazıların heyeti mecmuasıdır.» Usuliyyûna göre de kitab, «Kur'ani mübindir ki,
Hâtemülen-biya Efendimiz Hazretlerine
tarafı İlahîden Cibrili Emin vasıtasile vahyü inzal buyurulmuş olan ve mânâ ile
nazmı celilden ibaret bulunan âyatı Kur'aniyyenin heyeti mecmuasıdır.»
22 -(Sünnet) : Lügatte âdet, tarikat demektir. Fıkıhta: «Resulü
Ekrem (sallâltehü aleyhi vesellem) efendimiz tarafından farz ve vacip
olmaksızın bazan terk edilmek üzere iltizam buyurulmuş olan herhangi bir fiil.
ye harekettir. Bu fiil ve hareket, ibadet kabilinden ise «Sünneti Huda», Resulü
efheme mahsus adeti seniye kabilinden ise «Sünneti Huda», Resulü efheme mahsus
adeti seniye kabilinden ise «Sünneti zevait» adını alır.
Usul i sulanınca
sünnet ise Nebiyyi Zîsan Hazretlerinden sudur eden sözler ile kasdi fiillerden
ve takrirlerden herhangi biridir.
Resulü Ekrem'in
mübarek sözlerine «Sünneti kavliye». fiillerine «Sünneti filiye» yapıldığını
gördüğü bir şeye karşı sükût edip red ve inkâr buyurmamas: da bir «Sünneti
takririye» dir ki, o şeyin cevazına delâlet eder. Sünnetin cenfi:
sünen'dir.
23 -(İcma) : Lügatte ittifak, kasd, manasınadır. Istalahta: «Bir
asırda bulunan İslâm müçtehitlerinin bir hükmü şer'i üzerine ittifak
etmeleridir. Buna «îcmai ümmet» denir. Bir hükmi aklî üzerine ittifaka ve
bilinmesi yalnız sarih nakle müstenit olan şeyler hakkındaki ittifaka icma adı
verilmez. Âlemin hudu-suna, kıyametin vukuuna ait ittifaklar gibi. Avamı nasm
bir şey hakkındaki ittifakları da icma sayılmaz.
24 -(Kıyası
fukaha) : Bîr şeyde sabit olan hükmün
mislini o hükmün illeti i çt ih adi ye sin i haiz olduğu cihetle-diğer bir
şeydede bir rey ve içtihat neticesi olarak izhar etmektir.
Meselâ: Buğdayın
ribevî mallardan olduğu nas ile sabittir. Bir miktar buğday, o miktardan fazla
bir buğday iie satılamaz. Bu, asıldır. Bunun içtihaden illeti ise keyliyct ile
cinsiyettir. Bu illet ise pirinçte, darıda da vardır. Bu da fer idir.
Binaenaleyh buğdaya kıyas ile pirincin de, darının da ribevi mallardan olduğuna
rey ile hükmedilir ki bu. bir kıyas meselesidir.
Kıyasta asla «Makısüri
aleyh», fer a da «makis» denir.
Kıyası fukaha.
cüz'îden cüziye istidlal tariki olduğundan mantıktaki temsil kabilinden
sayılabilir.
25 -(İlleti
kıyas) : Hükmü şer'îsi nas ile
sabit olan bir şeyin müştcmil olduğu vasıflardan olup bu hükmü şer'îyc
içtihaden sebep ve alâmet telâkki edilen
şeydir.
Meselâ: Bir küe arpa
yine bir kile arpa mukabilinde veresiye olarak satılamaz. Bu bir ribadır,
haramdır. Bu haram hükmünün İlleti içtihadiyesi, arpadaki cinsiyet ile
keyliyet vasıflandır. Artık buna kıyasen bir kile darının da bir kile dan
mukabilinde veresiye olarak satılmasının hürmetine kail oluruz. Çünkü arpa
hakkındaki hükme illet olan cinsiyet ve keyliyet vasfı, darıda da mevcuttur.
İşte bunlar bu iliete müşterek olduklarından aynı hükme tâbi bulunurlar. Bu
halde arpa asıi, darı da feri olmuş olur.
«Alelıtlak» «İllet»
lügatte tağyir edici şsy manasınadır. Fukahaca illet: «Bİc hükmün sübutu ilk
evvel kendisine m'sbet ve izafe olunan şeydir. Meselâ: Akdi beyi', müşteri için
mülkiyetin sübutuna illettir.
26 -(İçtihat) : Fer'iyyata, yani ibadet ve muamelata müteallik bir
hükmü şer'îyi delilinden istinbat = çekip çıkarmak için tam takati
sarfetmektir. Bu gibi fer't hükümleri delillerinden istinbat eden zata da «müçtehit» denir. Ahkâmı asliyede, yani: itikat meselelerinde
içtihat carî değildir. Onlar kat'iyyattandır.
27 -(îstihsan)
: Usuliyyun ıstilahinca: «Kıyası hafi
demektir ki, bu kıyasın illetine, tarikine müçtehitlerin fehimlerı çabukça
nüfuz etmeyip bu hususta ziyade tetkike, tâmika muhtaç olurlar. Fıkıh
ıstilahmca ise istihsali, kıyası ce-lîye mukabil ve muarız olan herhangi bir
debidir ki, kıyası hafiden elâmdır. Meselâ:
fıkıhta, bazı hükümler, kıyası celiye muhalif görüldüğü halde hadis veya
icma gibi bir delil ile- sabit olur da «bu hüküm, istihsanen sabittir» denilir.
28 -(îsüshab) : Mazide sabit olan bir şeyin —tebeddül ettiği bilinmemekle-hâlen de sabit, baki olduğuna
kail olmaktan İbarettir. Meselâ: On sene evvel hayatta olduğunu bildiğimiz bir
kimsenin vefatı hakkında bir bilgi bulunmayınca bugün de berhayat olduğuna
kail oluruz ki, bu bir istishap meselesidir.
29 -(İstidlal
biademilmedarik) : Varlığına delil
bulunmayan herhangi bir şeyi nefy ve inkâr etmektir ki, doğru bir istidlal
tarzı değildir. Çünkü delilin yokluğundan medlulün yokluğu lâzım gelmez.
30 -(Taklit) : Başkasının ef al ve harekâtına ittiba etmektir. Istılahata taklit «Bir zata ittibam vücudu
için bir delil olmadığı halde mücerret muhik olduğuna itikat ile intisap ve
ittiba etmekten ibarettir. Meselâ: Muayyen bir müç-tehide ittibam vticubu için
bir delil yoktur. Fakat efradı ümmet, içtihada bihakkın muvaffak olan ulemayı
islâmiyeden herhangi birine içtihadında muhik görerek tâbi olabilir ki, bu,
bir meşru taklitten ibarettir.
31 -(Örf) : Akılların şahadetile iştihar edip tab'an kabul edilen
herhangi müstahsen şeydir. Her tarafta carî, vazu gayri muayyen olursa «örfü
âm», bir mahalle mahsus, bir taifai muayyeneye ait bulunursa «Örfü hâs» adını
alır.
32 -(Âdet) : Nefislerde raüstakir, selim tabiatle-rce makbul olan
müteker-rir umurdan ibarettir, örf ile müteradif gibidir. Âdete «teamül» de
denir.
33 -(Hikmet) : Faide, maslahat, garez, illeti gaiye .eşyanın
hakikatlerini olduğu gibi bilmek ve muktezasına göre harckeı etmek mânâlarında
müstameldir. Cem'i: hikemdj-.
Bir mesele hakkındaki
hükmü şer'î iie istihdaf edilen maddi, mânevi faidc, maslahatı âmme, menafü
İçtimaiye o hükmün hikemi şeriyesindendir. Bunlara «hikmeti teşriiye» denir.
34 -(Maslahat)
: Bir işin salâhına, hayriyetine,
bâis ve saik olan şeydir. Dinî vi dünyevi kısımlara ve saireye ayrılır.
Mukabili «mrfsedet»dir.
35 -(Maslahatı
diniyje) : Zihnî hurafelerden, bâtıl
fikirlerden tecrit etmek, fikri tenmiye. nefsi tezkiye, ahlâkı tehzip \'z
terbiye ederek ruhu güzel itikatlar ile, güzel ameller ile tezyin ve tekmil
eylemektir. Bu gayelere hadim olan her şeyde maslahatı diniyye mündemiçtir.
36 -(Maslahatı
dünyeviyye) : Dünyevî işlerin
İntizamını temine hadim, 1 bir takım muzir şeylerin meydana gelmesine mâni,
içtimaî hayatın refah ve saadetine vesile olan herhangi bir şeydir.
37 -(Maslahatı zaruriye) : Nefsi, dini, aklı, nesü, ve malı siyanete hadim
herhangi
bir şeydir.
Meselâ: Münakehat,
nesli vikaye, cihat da dini himaye maslahatına mebnî meşru bulunmuştur.
Müskiratın "hürmeti de aklı. malı. şerefi muhafaza gibi maslahatlara
müstenit bulunmuştur.
38 -(Maslahatı
hâcibe) : Nâsm zaruret derecesine
baliğ olmayan ihtiyaç-larile ilgili oian herhangi bir maslahattır ki, bunun
fıkdanı halinde cemiyetin hayatında müzayaka, meşakkat yüz gösterir. Müzarea, selem, istisna, beyibilvefa gibi muamelelerin
meşruiyeti bu kabil maslahatlara
dayanmaktadır.
39-(Maslahatı tahsiniye) : Bir zaruret veya hacetten dolayı değil, mücerret
evlfı olanı ihtiyar, insanın kadrini ilâ kabilinden olan maslahattır. Bazı haşaratın
ve tab"i insanînin nefret edeceği habaisten sayılan şeylsrin haram obuası,
bu maslahata müstenittir.
40 -(Maslahatı
mürsele) : Şer'i şerif tarafından
itibar edildiği de, itibar edilmeyip iptal ve ilga edildiği de bilinmsyen,
meskûtün anh bırakılmış olan maslahattır kî. bazı hususlarda bir delil olarak
kabul edilir. Sirksı gibi bir cürümle müttehem olan bir kimsenin cürmünü ikrar
etmesi için hapis veya darp ile sıkıştırılması gibi. İmam Mâlik Hazretleri, bu
maslahatı mürsele ile ame-1 etmiştir.
41 -(Maslahatı
mutebere) : Bir hükmü vaz ve ispat
hususunda şer'i şerifin itibar ettiği illet ve maslahattır.Kumann, müskiratın
memnüiyeti bu maslahatla ilgilidir.
42 -(Maslahatı
merdûde) : Şefi şerifin iptal va ilga
ettiği maslahattır. Meselâ: riba ve müskirat nassen haramdır. Artık para
kazanmak maslahatına mebni bunları irtikâp etmek asîâ tecviz edilemez. Böyle
bir maslahat, merduttur, bunun zararı kârından ziyadedir.
43 - (Mantuk) :
Bir lâfzm nutuk mahallinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şeydir.
Meselâ: «Şu kitabı satın aldım» denilse bu lâfzın mantuku o kitabın satın
alınmış olmasıdır.
44 -(Mefhum) : Bir lâfzın nutuk mahallinde olmaksızın üzerine
delâlel ettiği şeydir. Meselâ: Bir kimse: «Şu kitabımı sattım» dese bu söz o
kitapta ma-likiyel hakkının o kimseden zevaline delâlet eder ki, bu bir
mefhumdur.
Mefhumlar, mefhumu
mutabakat ile mefhumu muhalefet kısımlarına ayrılır
45 -(Mefhumu
mutabakat) : Bir ibarede meskûtün anh
olan şeyin mantuk olan şeye ispat veya nefi
itibarile muvafık olmasrdır ki, buna delâleti nas fehvayı hitap, lahni
hitap dahi denir. Meselâ: «Anana babana
öf detme» mantı; kuna, «onlara darp ve
şetm etme» meskûtün anhi tamamen
mutabıktır. Bir menhiyyün anh olduğu gibi diğeri de menhiyyün anhlir.
46 -(Mefhumu
muhalefet) : Bir ibarede meskûtün anh
olan şeyin mantuk ve mezkûr olan şeye ispat ve nefyİ itibariyle hükmen muhalif
olmasıdır k? buna «delili hitap»,
«tahsisüşşey bizzikr» de denilir.
Mefhumu lâkap ve sairs adiie —aşağıda yazıldığı üzere-sekiz kısma ayrılır.
47 -(Mefhumu
lâkap) : Bir ismi cinsinin veya ismi şahsînin hükmüni
bunların mütenavil olmadığı şeylerden, kimselerden nefi demektir. Meselâ: «Bı
mal, erkeklere veya Zeyd'e helâldir»
denilse bu malın kadınlara ve
Zeyd'dei başkasına helâl olup olmaması meskûtün anh bulunmuş olur.
48 -(Mefhumu
sıfat) : Bir vasf ile tahsis ve
takyit edilen bir şey hakkın daki hükmün o vasf iie muttasif ve mukayyei
olmayan şeylerden nefyedilmesidir
Meselâ: «Baliğ ve âkil insanlar beyi ve seraya
ehildir.» denüse bulûğ vı akı! vasfını haiz olmayan insanların, beyi ve seraya
ehil olmadıkları anlaşılır.
49 -(MeÜıumi
şart) : Bir şarta talik eüilen bir hükmü, o şartın bulun maması
halinde nefyetmek demektir. «Bu kitabı gelirse filân zata ver» denilme si gibi.
50 -(Mefhumu gaye) : Bir gaye ile, bir had ile mukayyed ve muallâk olaj bir hükmü o gayenin
mâbadinde mefkut"telâkki etmektir. Meselâ: Güneş gurul edinceye kadar orç
tutunuz» denilse orucun vücubu güneşin
gaybubetine ka dar devam eder,
ondan sonraya şâmil olmaz, denilmiş olur. Ve bir mal bir kim seve bir ay
müddetle ariyet veriimiş olsa bu ariyet hükmü, o aydan sonra çere /an etmez. Bu
mefhuma «mantukı işaret» denilir ve bunun ulema arasında mut tefekun aleyh bir
mefhum olduğuna kail olanlar da vardır.
51 -(Mefhumi
isüsna) : Müstesnaya verilen hükmün başkalarına şâm olmadığına
delâletten ibarettir. Meselâ: «Lâ fadıle illâ Zeyd -
Zeyd'den başk fazıl yoktur» denilse fazıl vasfı Zeyd'den başkasından
nefi ile yalnız Zeyde ^ pat edilmiş olur.
52 -{Mefhumı
İnnema) : İnnema = ancak edatı ile beyan olunan şey hakkındaki
hükmü mâadasından nefiy ed[vermektir. Meselâ: «innemelâmalü bin-niyat -= ameller ancak niyetlere göredir» denilince amellerin hükmü, herhalde niyete
bağlı olduğu ve niyetsiz bir amelin hükümsüz, kıymetsiz bulunduğu anlatılmış
olur.
53 -(Mefhumu
adet) : Bir adede tahsis edilen
hükmün başka adetlerden müntefi olduğuna delâletten ibarettir. Meselâ: «Kadınların adetleri için üç kuru' = hayız
veya tuhur» diye bir adet tahsis edilmiş, olduğundan adetin iki kuru ile tamam
olmayacağı ve adet için dört kuru da icap etmiyeceği müntehim olmuştur.
5i -(Mefhumu hasr) : j5ir hükmün yalnız bir şeye veya bir şahsa kasr ve tahsisine
delâletten ibarettir. Meselâ: «Elfâzılü
Zeydiin = fâzıl Zeyd'dir» denilse fazl vasfı yalnız
Zeyd'e tahsis edilmiş olur. Mefhumlar ile istidlal caiz olup olmadığına dair
İleride malûmat verilecektir.
55 -(Tahriç) : Lügatte çıkarmak manasınadır. Istalahta:
«Müçtehitlerin istinat ettikleri nâslara, kaidelere, asıllara tatbİkan şer'î
hükümleri istihraç etmektir. Şöyle ki: Bir mezhebi fıkhîye tâbi olup o mezhep
imamının istinat ettiği nâslara ve ilel ve esbaba muttali olarak o mezhepte
tasrih edilmemiş olan. herhangi bir meselenin hükmünü o mezhep dairesinde
istihraç ve tâyin eden zata «muhafriç, sahibi tahriç» denildiği gibi bu
istihraca da «tahriç» denilir.
56 -(Lâfzı hâs)
: Bir mânâya münferiden —başlı
başına-vaz'olunan lâfızdır. Zeyd, Amr, insan, erkek, kadın lâfızları gibi.
57 -(Lâfzı âm)
: Gayri mahsur, yâni: Sayısız
müsemmalan İhata eden ve aynı cinsten birçok fertlere birden delâlet eyleyen
lâfızdır. Kavm, cemaat, rical, nisa' lâfızları gibi.
58 -(Lâfzı
müşterek) : İki veya daha ziyade
mânâya -birinden diğerine nakil suretile olmaksızın -başka başka vazedilmiş
lâfızdır. «Ayrı» lâfzı gibi ki, hem göz, hem de altın, mahiyet gibi mânâlara
mevzudur.
59 -{Lâfzı
mutlak) : Şümulsüz, tayinsiz olarak
cinsinde şayi olan lâfızdır ki, hâssın efradındandır. Meselâ: «üç gün» denilse bundan îâalettayin üç gün
kasdedilmiş olur. «Bir kitap okudum» denilse bundan kitap cinsinden Îâalettayin
bir kitap okunduğu ifade edilmiş bulunur ki, bunlar, birer mutlak lâfızdır.
60 -(Lâfzı
mukayyet) : Bir kayıd ile, bir
veçhile şüyudan, cinsinin her ferdine şümulden çıkmış olan lâfızdır.
Meselâ: «muttasıl üç gün, fıkıhtan bir
kitap» denilse bunlar, birer mukayyet İâfız bulunmuş olur.
61 -(Müştereki
manevî) : Müteaddit mânâları müştemil
olan bir mânâyı külliye bir vaz' ile mevzu olan lâfızdır. «Hayvan, ağaç»
lâfızları gibi ki, her zâ-hayata, her çeşit ağaca şâmildir.
62 - (Müevvel):
Delâlet ettiği müteaddit mânâlardan, vecihlerden bazıları e 11 zonnî ile, reyi
galip ile tereccüh eden müşterek lâfızdır. Meselâ: Kur1 lâfzı,
hayz Us tuhr beyninde müşterektir. Bundan
tuhr veya hayz mânâsı tercih edilirse bu, bir müevvel lâfz olmuş olur.
63 - (Lâfzı menkul) : Mevzuu lehinin gayri bir mânâda bir münasebet ve
alâkaya mebni istimali
galip olup bilâ karine anlaşılan lâfızdır. Istılah kelimesine müracaat!..
64 - (Mürteccl) : Mevzuu lehinin gayrisinde bir alâka bulunmaksızın sahih bir istimal
ile müstamel olan lâfızdır. Meselâ: «Süreyya» lâfzı, muayyen bir yıldızın adı
olup herhangi bir şahsa ad olarak istimal edilir. Bunların arasında ise bir
alâka yoktur.
65 - (Cemi
miine&ker) : Gayri mahsur çokluğa bir vaz' ile bilâ
şümul
mevzu olan lâfızdır
ki, üç ve üçten ziyadeye deJâİet eder. Rical, nisa lâfızları gibi.
66 - (Zahir) : Mücerret ibaresi işitilmekte mânâsı bilinen, yani:
Söyleyenin maksadı, düşünülmeye muhtaç olmadan anlaşılan sözdür. Meselâ: «alış
veriş halâldır» sözü zahirdir,
67 -(Nas) : Söyleyenin cihetinden ileri gelen bir sebeple mânâsı,
zahirden daha açık olan lâfızdır. Meselâ: ilmin şeref ve faziletini bildirmek
isteyen bir zat, «Bilenler ile bilmeyenler müsavi olurlar mı?» dese bu söz,
bilmek ile bilmemek arasındaki farkı ifade hususunda nas olmuş olur.
Te'vile ihtimali
olmayan söze, delile de nas denir.
68 -(Müfesser)
: Beyanı tefsir veya beyanı takrir
sebebile mânâsı nas' dan daha vazıh olan sözdür ki, nesihten başka bir şeye
ihtimali bulunmaz. Meselâ: «Seni azat
ettim» sözü bir nasdir. «Seni nkkiyyetten azat edip hürriyete kavuşturdum» sözü
de müfesserdir.
69 -(Muhkem) : Müiesserden daha kuvvetli olan sözdür ki, nesha da ihtimal
yoktur. Meselâ: «Bir kimseye kayın validesi ebediyen haramdır, cihad kıyamete
kadar devam edecektir» sözleri, birer muhkemdir ki, bunlarda nesih carî
oîamaz.
70 -(Halı) : Sigasmdan dolayı değil, bir arızadan dolayı mânâsı
kapalı kalan lâfızdır. Meselâ «Sânk» lâfzı tarrar ile nebbaşe nazaran hafidir.
Yankesici, kefen soyucu da hırsızdır. Fakat bunlar, başka birer isim%i]e yad
olundukları için sarık = hırsız tâbirinin bunlara ıtlakı hafî bulunmuştur.
71 -(Miişkıl) : Mânâsı, kendisinden ne murad edildiği, teemmülsüz
bilinemeyecek derecede kapalı olan lâfızdır ki, bu kapalı olmak, ya
mânâsındaki incelikten, derinlikten veya kendisindeki bir istiarei bediiyeden
ileri gelmiş bulunur.
Meselâ: Gusulde
«tetahhur» ile memuruz. Bu tetahhur. ağzın içine de şâmil midir?. Bunda işkâl
vardır. Teemmül neticesinde anlaşılıyor ki ağzın içine de şâmildir.
KezaUk: «Gümüşten şişe
bardaklar» tâbirinde bir işkâl vardır. Bir bardak, şişeden olunca artık nasıl
gümüşten olabilir?. Düşünce neticesinde anlıyoruz ki.
bunda bediî bir istiare var, bununla
bardağın gümüş kadar beyaz, sırça kadar da şeffaf olduğuna işaret edilmiş oluyor.
72 -(Mücmel) : Mânâsı anlatılamayacak derecede kapalı olup anlaşılması
ancak söyleyen tarafından bir beyan ilâvesine mütevakkıf bulunan lâfızdır. İstimali
az olduğu cihetle garaipten sayılan lâfızlar ve müteaddit mânâlara vazedilmiş
olan lâfızlar ve kendisile söyleyenin ne kasdettiği
anlaşılmayan lâfızlar, bu kabildendir.
Meselâ, hırsı çok,
sabrı az kimse mânâsına olan «helû'» lâfzı, garaipten olmakla mücmeldir. Rİba
lâfzı da bu cümledendir.
73 -(Müteşabih)
: Efradı ümmet için kendisile ne
murad edildiğini anlamak ümidi munkati olan
lâfızdır. Bazı mübarek
sûrelerin evvellerindeki Elif Lâm Mim, Tâhâ gibi hurufı mukattaa «Yedullâh, Vechullah» gibi tâbirler bu cümledendir.
74
-(Mecaz) : Aralarındaki
bir münasebet ve alâkadan dolayı vaz'edil-miş olduğu mânâdan başka bir mânâda
müstamel olan lâfızdır. Meselâ: Vasiyet lâfzının irs, hibe, sadaka mânâsında
istimali mecazdır. Rakabenin bütün beden mânâsında kullanılması da bu
kabildendir. Mukabili hakikattir.
75 -(Sarih) : Hakikat
olsun mecaz olsun kendisinden ne
kasd edildiği apâşikâr anlaşılan lâfızdır. «Şu malı sattım, şu eve ayak basmam»
sözleri gibi.
76 -(Kinaye) : Hakikat olsun mecaz olsun kendisile ne kasdedildiği
kapalı olan lâfızdır. İstimali mehcur, metruk olan hakikatler birer kinaye
olduğu gibi daha mütearef olmayan mecazlar da birer kinayedir.
Meselâ: Bir kimse,
«zevcesine: Benden tesettür et, git ailene iltihak et» dese bu sözleri,
niyetine göre talâktan kinaye olur. «Sen bainsin» sözü de böyledir.
77 -(Delâlet) : Söylenilen bir sözün -nasıl bir mânâya mevzu olduğuna
muttali olanlarca -münfehim olmasıdır. Delâlet lâfzı, alâmet ve bir
şeyin varlığına veya
yokluğuna nişane mânâsında da kullanılır.
73 -(Delâleti mutabikiyye) : Bir lâfzın vaz olunduğu mânânın tamamına olan
delâletidir. İnsan lâfzının tam mahiyeti
olan hayvanı nâttka delâleti gibi.
79 -(Delâleti
tazammuniyye) : Bir lâfzın
vazolunduğu mânânın bir cüz' üne delâletidir. İnsan lâfzının yalnız hayvana,
yalnız natıka delâleti gibi,
80 -(Delâleti
îltizamiyye) : Bir lâfzın vazolunduğu
mânânın lâzımına delâletidir. İnsan lâfzırun, ilim ile kitabete kabiliyetli
bulunmaya delâleti gibi ki, bu kabiliyet, insanın mânâsının tamamı veya cüz'ü
değil, belki mahiyetinin lâzımıdır.
81 -(Dâl
bilibare) : Delâleti mutabıkiyye veya
tazammuniyye ile veya ü-tizamiyye ile sevk edildiği mânâya ibaresile delâlet
eden lâfızdır.
Meselâ: «Zakât.
müslümanlann fakirlerine verilir, hiç bir zengine verilemez» ibaresi, zekâtın
yalriız müslüman fakirlere verileceğine delâleti mutabikiy-ye ile delâlet eder,
zengin olan Zeyd'e, Amr*e verilemeyeceğine de delâleti tazammuniyye ile delâlet
eder, zekât hususunda fakirler ile zenginler
arasmde fark bulunduğuna da delâleti iltizamiyye ile delâlet eder.
82 -(Dâl
bil'İşare): Üç nev'i delâletten
biriyle sevk edildiği mânânın gayrisine, yani: söylenince maksudu aslî olmayan
bir mânâya delâlet eden lâfızdır
Meselâ: «AllahÜ Tealâ,
bey'i halâl, ribayı haram kılmıştır» ibaresi, bey ile riba arasında fark
bulunduğunu beyan İçin sevk olunmuştur, bundan asıl murad budur. O halde bu
ibare, bey' ile riba arasında fark bulunduğuna delâlet mutabıkiyye İle delâlet
ettiği gibi bey'in halâl, ribamn haram olduğuna da yine delâleti mutabıkiyye
ile bil'İşare delâlet etmiş olur.
Bir malın Zeyd'e
verilmesini veya verilmemesini isteyen bir kimseye karşı: «Bu malı hiç bir
şahsa vermem» sözü de bu malm Zeyd'e de verilmeyeceğine delâleti tazammuniyye
ile bü'İşare delâlet eder.
«Evlâdın nafakaları
mevludün leh üzerinedir» ibarasi de çocukların neseb lerinin babalarından sabit
olacağına delâleti İltizamiyye ile bil'İşare delâlet eder Çünkü babanın
mevludün leh olması, nesebin kendisinden sübutunu müstslzim dir.
83 -(Dâl
bitiİ£lâle) : Asıl vaz'olunduğu
mânânın lâzımına —aralarındaki müşterek ve lûgaten münfehim bir illet
vasitasile-delâlet eden lâfızdır.
Meselâ: «Anana babana
öf deme» sözü, ebeveyne karşı «öf» diye şea met = usanç göstermenin
memnuiyetine ibaresile delâlet ettiği gibi döğmenin söğmenin memnuiyetine de
delâleti lûgaviyesile delâlet eder. Çünkü öf demekti: eza vardır. Bu eza, bu öf
demenin memnuiyeti için rey ve kıyas yolüe değil, bel ki lügatin delâletib. bir
illettir. Bu illet, döğmede, söğmede de ziyadesile mevcut tur. Binaenaleyh bu
müşterek illet dolayisiyle Öf demek memnu olduğu gibi döğ-mek de, sövmek de
memnudur.
84 - (DâI btî'iktiza) : Şer'an muhtacün ileyh olan bir lâzime delâlet eder
lâfızdır. Başka bir tâbir ise: «vaz'olunduğu mânâdan mukaddem isbatma şer'ar
lüzum ve ihtiyaç mevcut olan bir medlule delâlet eden ibaredir.
Meselâ: Bir kimse bir
şahsa hitaben: «Köleni şu kadar kuruşa benim na mıma azad et» deyip o şahıs da
azad etse köle, o kadar kuruş mukabilinde c kimse namına azad edilmiş olur.
Çünkü bu söz ile köleni şu kadar kuruşa ba na sat, sonra onu benim namıma azad
et, denilmiş olur. «Köleni azad et» emri bir muktszîdir. Kölenin satılması da
muktezadir. Bu mukteza olmadıkça öylt bir emrin mânâsı hükümsüz kalır. Artık
öyle bir emrin sıhhati için evvelce bi muktezanın vücuduna lüzum ve ihtiyaç
vardır. Binaenaleyh o emir, bu mukte zaya biliktiza delâlet etmekte
bulunmuştur.
85 -(Beyan) :
Lügatte izhar manasınadır. İlâm ve tebyin mânâsında yukubulan şeyden murad ne
olduğu söz ile veya fiil ile
açığa çıkarmaktır
müstameldir.
Istılahta: «Söz olsun iş olsun yukubulan şeyden murad ne olduğu nu o şey ile
ilgisi, münasebeti bulunan bir
Meselâ: «Namazınızı
ikame ediniz» emrini Resulü Ekrem Hazretleri kendi fiilleriyle, yani kıldıkları
namazlar ile beyan, etmiş ve bu hususta: Namazı benim nasıl kıldığımı
gördüğünüz gibi kılınız» diye emir buyurmuştur.
Beyan, beş nevidir.
86 -(Beyanı
takrir) : Bir sözü mecaz ve husus
ihtimalini kesecek bir şey ile te'kit etmektir. Meselâ: «Kanatlarile uçan
kuşlar da sizin gibi birer ümmettir» sözündeki «kanatlarile uçan» vasfı, bir
te'kittir ki, bu kuşlardan mecazî bir mânâ kasdedilmediğini gösterir.
87 -(Beyanı
tefsir) : Kendisinde hafâ bulunan bir
§eyi izah etmektir. Şöyle ki: Kendilerine hafâ bulunup mücmel, müşkil, hafî
gibi kısımlara ayrılan sözler, bu beyanı tefsir sayesinde tebeyyün etmiş olur.
Meselâ: «Zekâtınızı
veriniz» mealindeki bir emir, mücmeldir, miktarı muayyen değildir. Resulü
Ekrem Efendimizin: «Mallarınızın, kırkta birini zekât olarak getirip veriniz.»
mealindeki bir emirleri ise zekâtın miktarını tâyin ettiğinden bu hususta bir
beyanı tefsirdir.
88 -(Beyani
tağyir) : Sözün evvelinin mucebinİ,
bundan murad ne olduğunu diğer bir lâfız ile izhar ederek değiştirmektir.
Tahsis, istisna, sıfat, gaye, bedel denilen şeyler, birer beyanı tağyir
demektir.
Meselâ: «Bey' halâl
riba haramdır» ibaresindeki ilk cümle, yani: «bey' ha-lâldir» cümlesi, riba
suretile yapılan bir bey* muamelesine de şâmildir: «Riba haramdır» cümlesi İse
bu şümulü tağyir ederek bey'in halâliyetini riba yolile olmayan bey'
muamelelerine tahsis kılmıştır.
Kezalik: «Şu paranın
beş yüzü müstesna olmak üzere hepsi Zeyd'e aittir» sözünde de istisna, bir
beyanı tağyirdir, «şu paranın hepsi Zeyd'e aittir» ibaresinin mucebini
değiştirmiştir.
89 -(Beyanı
zaruret) : Bir şeyi lâfzen tavziha
mevzu olmayan bir şey ile bir nevi izah etmektir. Bu beyanın bir kısmı mantuk
hükmündedir, bir kısmı da vakti hacetteki sükûttan ibarettir.
Meselâ: «Yalnız
validesile babası bulunan bir müteveffanın terekesinin üçte biri
validesinindir» denilse bu terekenin mütebakisi de babasınındır, denilmiş olur.
Vakıa bu son söz, meskûtün anhtir. Fakat siyakı kelâm itibarile örfea mantuk
hükmünde bir beyanı zaruretten ibarettir.
Kezalik: Bir bikri
baliğayı babası bir şahsa tezviç edeceğini söylediği halde o sükût etse bu
sükût, tezvice muvafakattan ibaret olur. Vâkıâ bu sükût, tavzihe mevzuu bir
şey değildir. Fakat söze hacet bulunduğu halde vukubulduğun-dan bir beyanı
zaruret sayılır.
90 -(Beyanı
tebdil) : Fer'î hükümlerden olan ve
te*bidi gösterir bir kayd ile mukayyed bulunmayan bir hükmü şer'min hilâfına
ondan müteahhir bir delili serinin delâlet etmesidir ki, buna «nesh» de denir.
Bu halde muahhar olan delili
şer'îye «nâsih», bununla kaldırılan hükmü ger'îye de «mensüh» denilir. Meselâ:
evvelce ebeveyne vasiyet yapılması farz idi, bilâhare bu faiziyet, bir delili
şer'î ile nesh edilmiştir.
91 -(Tahsis) : Âro olan bir sözü mütenavil olduğu ferdlerden
bazılarına —hakikaten veya hükmen muttasıl olan müstakil bir kelâm
ile-hasretmektir ki, bu beyanı tağyir kabilindendir.
Meselâ: Namaz, her
müslümana farzdır, baliğ olmayan müslümanlara farz değildir. Denilse bu
farziyyet, yâlnız baliğ olan müslümanlara hasredilmiş olur.
92 -(istisna) : Bir kısım şeylerin hükmüne duhulden bazı şeyleri
«Hlâ» gibi bir edat ile hariç bırakmaktır. Bu hariç bırakılan şeylere
«müstesna», öbür kısım şeylere de «müstesnaminh» denir.
Meselâ: Küllü insanın
mükelleftin ülelmecanine vessagair = mecnunlardan, çocuklardan başka her insan
mükelleftir» denilse «küllü insan» sözü müstesnaminh, «elmecanine vessegair»
sözü de müstesna olmuş olur.
İstisna da beyanı
tağyir kabilinden olup «istisnai muttasıl, istisnai munka-ti» kısımlarına
ayrılır.
93 -(İstisnai
muttasıl) : Bir istisnadır ki,
müstesna olan şeyler, müstesnaminh olan şeyler ile cinsçe müttehit bulunur.
«Küllü hibetin caizün illâ hibe-telkasirîn
- her hibe caizdir, kasırların hibeleri müstesna» ibaresinde olduğu
gibi.
94 -(İstisnai munkati) : Bir istisnadır
ki, müstesna olan şeyler, müstesnaminh olan şeyler ile cİnsen müttehit
bulunmaz. Başka bir tâbir ile «sadrı kelâm, ondan istisna edilen şeylere
mütenavil bulunmuş olmaz.»
«Küllü hibetin caizün
illel gasp = her hibe caizdir, gasp müstesna» ibaresinde olduğu gibi ki,
müstesnaminh olan hibe, müstesna olan gasba esasen şâmil değildir.
95 -(Talik) : Bir cümlenin mazmununun husulünü, diğer bîr cümlenin
mazmununun husulüne edatı şart ile rapt etmektir.
Meselâ: Bir kimse,
kölesine: «Filân işi görürsen azad ol» dese azad olmanın husulünü o işin
görülmesine bağlamış olur. O iş görülünce azad keyfiyeti husule gelir. Buna:
«şartı taliki» de denir.
96 -(Takyid) : Bir tasarrufu, bir akdin aslını edatı şart olmaksızın
bir şarta, bir kayde raptetmektir. Takyid edilen şeye: «meşrut, mukayyed
bişşart». o kayde de «şart» denir. Bu şart «üzere veya şartile» lâfızlarüe
ifade olunur. «Bu mali şu şeyi rehin vermek üzere sattım» denilmesi gibi.
97 -(Hadis) : Lügatte söz, haber, sonradan vücude gelen şey
manasınadır. Istılahta: Resulü Ekrem (sallâîlahü aleyhi vesellem) Efendimizin
buyurmuş olduğu herhangi mübarek bir sözdür. Sünneti nebeviyye mânâsında da
müstameldir. Bir çok nevileri vardır. Cem'i: ehâdistir.
98 -(Muhaddfa)
: Hadis İlminin bir çok usul ve
füruunu bilen zattır.
99
-(Şeyfıülhadis) : Hadis
ilminde üstazı kâmil olan, kendisinden hadîs rivayet olunan zattır. Buna «imam»
da denir.
100 -(Hâfıziilhadîs) : İlmi hadîsin bir çok usul ve füruunu hıfz eden ve bir
kavle göre yüz bin hadîsi senellerüe beraber ezberlemiş olan zattır.
101
-(Hâkimülhadis.) : Rivayet
edilmiş olan bütün hadîsleri metinlerile, senetlerile, râvîlerinin tarihlerile,
cerh ve tâdillerile hıfz ve ihata eden zattır. Zan olunduğuna göre hâkim,
yalnız İmamı Buharîdİr. Çünkü «Buharînİn bilmediği bir hadis, hadis değildir»
sözü, ulema arasında şâyidir.
102 -(Muharrici
hadis) : Bir hadisi isnatsız olarak
nakledan zattır.
103 -(Senet) :
Lügatte mutemet, istinatgah manasınadır. Istılahta: bir hadîsi rivayet eden
zatların heyeti mecmuasıdır. Bir hadîsin râvîierinin isimlerini zikrederek
rivayet etmeğe de «isnat» denir.
İki senedi, yani: iki
tariki, iki silsilei rüvati bulunan bir hadîsin bu iki senedinden hangisinin
ricali daha az ise o, «senedi âlî», diğeri de «senedi nazil» adını alır.
Meselâ: Bir hadîsi şerifin bir senedindeki râvîler, Resulü Ekreme kadar üç,
diğer senedindeki râvîler de dört zat olsa birinci senet, âlî olur. Ve onunla
yapılan İsnada da «isnadı âlî» denir. Diğeri de senedi nazil ve isnadı nazil
olmuş olur.
Senedi âlinin ricali,
sikattan olunca kıymeti büyük ve müreccah olur. Çünkü râvîlerûı adedi azalmca
sehiv ve nisyart ihtimali de azalır, hadisin kuvveti artar. Bu cihetle
muhaddisler. âlî senetleri araştırmış, buna pek büyük ehemmiyet vermişlerdir.
İmam Mâlik ve İmamı Buharı gibi tabiîn devrinde yaşamış zatların rivayet
ettikleri hadislerin senetleri, onlardan sonraki muhaddislerin rivayet
ettikleri hadislerin senetlerinden daha âlî olduğundan kıymetleri de o
nisbet-te büyük bulunmuştur.
104 -(Rivayet)
: Bir sözü veya bir hâdiseyi
nakletmektir. «Filân şöyle dedi» veya «demiş», «şöyle bir vak'a oldu» veya
«olmuş» tâbirleri birer rivayettir.
Rivayet edene «râvî».
«nâkil» denir. Râvinin cem'i: rüvattır. İlmi hadîs ıstılahmca: Bir hadisi
şerifi senedatını zikrederek nakl eden zattır.
105 -(Haber) : Hangi bir zattan rivayet olunan sözdür. İlmi hadîs
ıstılar hınca haber, sünnet ve hadîs tabirlerine müradiftir. Buna «eser» de
denir. Bazı zevata göre haber; Resulü Ekrem'den başka zatlardan, meselâ:
sahabei kiramdan rivayet edüen sözdür. Eser kelimesi de sahabînin veya selefin
sözü makamında kullanılmıştır.
106 -(Haberi ahad) : Bir zatın veya iki üç gibi mahdut zatların yine bir zattan veya iki üç
gibi mahdut zatlardan naklettiği haberdir.
Böyle ahad tarikile
Resulü Ekrem'den rivayet edilen bir habere de (hadisi ahad) denir. Nebiyi
efhamdan bir zatın rivayet ettiği bir hadîsi şerifi o zattan bir cemaatin
nakletmesi de haberi ahad kabilindendir.
Tevatür şartiarını
cami olmayan bir habere de «haberi ahad» denilmiştir. Bu itibarla haberi meşhur
da esasen haberi ahad kabiiindendir.
Haberi ahadin ravîleri
pek mahdut olduğundan onun muhberün anhe ittisalinde hem sureten hem de manen
şüphe bulunur.
107 -(Haberi
meşhur) : Bidayeten ikiden ziyade,
fakat mahdut zevat tarafından rivayet edilmiş iken bilâhare ikinci ve üçüncü
asırlarda şöhret bulup yalan >ere ittifakları mutasavver olmayan bir cemaat
tarafından naklolunan haberdir. Buna «haberi müstefiz» de denir.
Bu suretle nakil
edüCgelen bir hadisi şerife: (Hadisi meşhur) denilir ki, Resulü Ekrem'e
ittisaİinde ilk ravilerin mahdudiyetine mebni sureten bir şüphe var ise de
bilâhare iştihar edip ümmet tarafından telâkki bilkakul edilmesine mebni
manen şüphe yoktur.
108 -(Haberi mütevatir) : Yalan söylemek üzere ittifaklarını âdete nazaran akim
tecviz etmediği bir cemaatin verdiği haberdir. Böyle mütevatir surette rivayet
olunan bir hadisi şerifin Resulü Ekrem'e ittisalinde, yani onun mübarek sözü
olduğunda ne sureten ve ne de manen şüphe bulunmaz. Buna (hadisi mütevatir)
unvanı verilir.
Meselâ: Kuranıkerimin
bir kelâmı ilâhî olmak üzere Resulü Ekrem tarafından ümmetine tebliğ edildiği
böyle mütevatir surette nakil olunagelmiştir. Zekâtın miktarım beyan eden =
mallarınızın kırkta birini zekât olarak getirip veriniz) hadisi şerifi de
mütevatiren menkuldür.
109 -(An'aate)
: Lügatte eski âdet, menkulât, ağızdan ağıza nakledilen söz demektir.
Istılahta: «Bir haberin veya bir hadisi şerifin an fülânin an fü-lân...» diye nakledilmişidir.
110 -(Hadisi sahih) : Adi ve tammüzzapt zatlar tarafından saz. ve mual-.
lel olmayan muttasıl bir senet ile naklolunan hadîstir. Sahih liaynihi, sahih
li-gayrihi kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: Râvilerinin adi ve zaptında hiç bir
kusur bulunmazsa «liaynihî» olur. Râvilerinin adaletinde, zaptında bir nevi
kusur görülmekle beraber başka tarikler ile de rivayet edilmiş veya bagka
sahih bir hadis ile teyit edilmiş ise «ligayrihî sahih» olur.
111 -(Hadisi
basen) : Hadisi sahih ile hadisi
garip arasında bir mertebeyi haiz olan hadistir ki, râviier arasında kizb ile
müttehem kimse bulunmaz ve emsali diğer tariklerdm de rivayet edilmekle kendisi
şâz sayılamaz.
Bazı muhaddisler bir
kısım hadisleri başka başka noktalardan bakarak «hadisi haseni sahih» diye yâd
ederler.
Hasen olan ehadisi
şerife de İizatihî hasen ve ligayrihî hasen kısımlarına ayrılır. Şöyle ki:
Râvisinin yalnız zaptında bir nevi kusur görülüp başka kusur bulunmazsa
«lizatihi hasen» olur. Ravinin adaletinde, zaptında ve senedinin ittisalinde
bir nevi noksan bulunursa veya esasen hadisi zaİf iken zafı rivayet tariklerinin
çokluğile müncebir olursa «ligayrihî hasen» sayılır.
112 -(Hadisi garip) ; Zühri va katada gibi rivayet ettikleri hadisler bir
çok zevat tarafından toplanan meşhur eimmeden birinden yalnız bir kişinin
rivayet ettiği hadistir. Böyle meşhur imamlardan nihayet iki veya üç kişinin
rivayet ettiği hadise de «hadisi aziz» denilir.
113 -(Hadisi zaif) : Hadisi sahihteki şartlan haiz olmayan, meselâ; râvüe-ri arasında kizb
ile veya adaletsizlikle veya kesreti galet ile veya bid'at ve cehalet ile
maruf bir kimse bulunan veya şüzuz'dan, nekâretten salim bulunmayan hadistir.
Muallâk, mürsel, mu'dal, munkatİ,
müdelles, muallel, şaz, münker, metruk olan hadisler bu
kabildendir.
114 -(Hadisi muallâk) : Bir muhaddisin baş taraftaki râvilerden bir ikisini,
yani: kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini terk İle onlardan sonraki râviden
işitmiş gibi bir tarzda rivayet ettiği hadistir.
Meselâ bir zat bir
hadisi İmamı Mâlikten, o da Nâfi'den işitmiş olduğu halde o hadisi «Nafi dedi
ki» diye rivayet etse bu bir hadisi muallâk olur.
115 -(Hadisi
mürsel) : Tabiînden, yani: sahabei
kirama mülâki olmuş zatlardan birinin şahabı ismini zikr etmeksizin Resuli
Ekreone ref ve isnat ettiği hadistir.
Meselâ Haseni Basrî
bir hadisi şerifi İmam Ali'den işitmiş olduğu halde onu zikr etmeksizin: ü\
J^-j Ja = Resuli Ekrem şöyle buyurdu» diye rivayette bulunsa bu, bir hadisi
mürsel olmuş olur. Böyle merviyyün anlı ile râvi arasındaki vasıtayı terk
etmeğe «irsal» denir.
116 -(Hadisi
mu'dal) : Sahabei kirama varıncaya
kadar râvilerden iki veya daha ziyade vasıta zikredilmeyip iskat edilmiş olan
hadistir. Bu da usuliyyu-na göre «mürseUdir.
117 -(Hadisi
numkatı) : Tebei tabiin tarafından
vasıtaları terk ile Resulü Ekrem'e ref edilen hadistir. Meselâ: Böyle bir
zatın tabiîyi ve sahabîyi zifc-retmeksizin:
«Resulüllah, şallâllahü aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur» diye naklettiği bir hadis, munkatıdır.
Usuliyyuna göre
hadisi munkatı da mürsel demektir.
118 -(Hadisi
müdelles) : Râvilerinden birinin
İsmi, eimmei hadisin hazıklarından başkası muttali olmayacak surette
an'aneden iskat edilerek o vasıta
mevcut değilmiş gibi bir tarzda rivayet edilen hadistir. Bu suretle rivayete
«tedlis» denir ki, mekruhtur, mezmumdur. Bunu yapana da «müdellis» denir.
119 -(Hadîsi
muallel) ; Hakkında kadhi mucip
ofacak ayıplardan, salim görülmekle beraber hakikatte sıhhatine dokunabilecek gizli bir illet, bir sebebi kadih bulunan hadistir. Böyle bir
hadisin illetini bulan muhaddise de «mu-allil» denir.
120 -(Hadîsi
şaz) : Makbul olan bir râvinin kendisinden daha makbul bir ruvinin rivayetine muhalif
surette rivayet ettiği
hadistir. Bu hâld-i
daha makbul râvinin rivayet etmiş olduğu hadise «mahfuz» denilir.
121 -(Hadisi
metruk) : Sikadan hiç birinin
rivayetine muhalif olmamakla beraber kizb ile, fisi ile, gaflet ile veya
kesreti galt ile müttehem olan bir râ-viden nakil olunan hadistir.
122 -(Hadisi
münker) : Zaif bîr râvinin rivayetine
muhalif olarak ondan daha zaif bir râvinin rivayet ettiği hadistir. Zaif bir
râvinin münferiden rivayet ettiği hadise ds «münker» denir. Bu hâlde sikanın
rivayetine- «maruf» denilir.
123 -(Hadisi
merfu) : Resulü Ekrem Efendimize
tasrihan veya hükmen müntehi olan hadistir. Meselâ: «Resulâllah şöyle buyurdu»,
«Nebîyyi zişandan şöyle işittim» diye rivayet edilen hadisler tasrihan Resulü
Ekrem'e dayanan birer merfu hadistir.
«Biz Resulûllah zamanında şöyle.yapardık», «şöyle yapmak sünnettir» tarzında
rivayet edilen haberler de hükmen merfu' birer hadistir.
124 -(Hadisi
muttasıl) : Bütün râvileri sırasile
zikredilmek üzere nakledilen hadistir.
125 -(Hadisi
müsned) : Zahiren muttasıl bir sened
ile ve nihayet sahabei kiramdan bir zat vasıtasile Resuli Ekrem'e ref ve isnad
olunan hadistir.
Hadis kitaplarından
bazılarına «müsned» adı verilmiştir.
Cem'i: Mesanid-dir. İmarru Âzamin ve İmamı Ahmed ibni Hanbel'in.
müsnedleri vardır.
126 -(Hadisi
mevkuf) : Sahabei kiramdan birinin
kavline veya fi'line veya takririne ait olan bir haberdir ki, bütün râvileri zikredilerek naklolunmuş bulunur.
127 -(Hadisi
maktu) : Tebei tabiinden birinin
kavline veya filine ait olmak üzere kendilerine bir süsilei rivayetle müntehi
olan haberdir.
128 -(Hadisi
muanan) : Senedinin bir veya birkaç
yerinde «an» veya «enne» tâbiri kullanılan, meselâ: «Haddesena şubetü an
Halidin an ebi Kılâ-bete..» diye rivayet edilen hadistir. Buna «an'ane tarikile
rivayet de denir. Böyle bir rivayette bulunan zata da «muanin» denilir.
129 -(Hadisi miidreç) : Metnine veya senedine hariçten bir şey derç ve ithal
edilmiş olan hadistir ki, «müdrecülmetn» ve «müdrecül isnat» kısımlarına ayrılır.
130 -(Hadisi
muztarip) : Birbirine metin veya
sened itibarile muhalif olmak
üzere iki suretle rivayet edilen hadistir ki, ya metninde veya isnadında takdim, tehir, veya
ziyade ve noksan yapmakla veya râvisinin yerine başka râ-v; veya metninin yerine başka metin ikame etmekle vücude gelir.
131 -(Hadisi
masahhaf) : Metninde veya senedinde
sureti hattiyesi bozulmamak üzere yalnız bir harfinin veya müteaddit harflerinin noktası tağyir
edilmiş olan hadistir.
132 -(Hadisi
mubarref) : Metninde veya senedinde
yazı şekil ve sureti bozulmamakla
beraber bir harfinin veya müteaddit
harflerinin hareketi tağyir ve bu sebeple başka bir kelimeye kalbedilmiş olan hadistir.
133 -(-Hadisi
müphem) : Râv.sinİn zikredilen adı
veya künyesi veya lâkabı veya sıfatı veya san'atı veya nesebi sikat arasında
meçhu! bulunan hadistir. Böyle bir hadis, râvisinin mâruf ismi zikre d ilme
dikçe kabul olunmaz.
134 - (Hadisi
mevzu) : Resuli Ekrem Hazretleri
namına hilafı hakikat olarak vazedilmiş
hadistir. Diğer bir tâbir ile bir kimse tarafından herhangi bir maksatla tertip
edilerek nebiyyi zîşan tarafından beyan buyurulmuş gibi gösterilen hadistir.
Buna «hadisi muhtelak» da
denir. Buna cüret etmek, .büyük bir günahtır.
135 -(Efali
şer'iyye) : Vücutları birer hükmü
şer'ıye mütevakkıf bulunan fililerdir. Namaz. oruç. bey", icare,
hibe fiilleri gibi ki, bunlar, şeraiti
şer' ıyyesî dairesinde birer fili şer'î bulunmuş olurlar.
136 -(Efali
hissiye) : Vücutları için yalnız his
ve müşahede kâfi olan fiillerdir. Sirkat, katil, zina gibi ki, bunların
tahakkuku için şefi şeriften bir takım kavaid telâkkisine hacet yoktur.
137 -(Hükm) : Lügatte karar vermek, bir şeyi diğsr bir şeye ispat
veya nefi suretîle isnat etmektir. Meselâ:
«Bu kitap Zeyd'indir» denilse kitap. Zeyd'e ispat yolile isnat edilmiş
olur. Bilâkis «Bu kitap Zeyd'in değildir» denilse nef-yen isnat edilmiş
bulunur. Bir şey üzerine terettüp eden esere de hükm denilir. Cem'i ahkâmdır.
Şer'i hükümler:
itikada müteallik olursa (ahkâmı asliye), ibadete, muamelâta ait bulunursa
(ahkâmı fer'iyye) adını alır ve «mükelleflerin fiillerine iktiza, yâni: talep
veya tahyir ve\a vazı yoiilc taallûk eden hitabı ilâhînin eseridir» diye tarif
olunur.
138 - (Hâkim) : B;r şeye ispaten
veya nefyen hükmeden, karar veren zattır.
Ahkâmı şer'iyyede asıl
hâkim olan, Allahü Tealâ Hazretleridir. Akıl da bazı şeylerin husn ve kubbuna
hükmeder veya şarii mübinin hükmündeki hik-meklere infazı
nazarda bulunabilir.
139 -(Mahkûmun
bih) : Kendisine şarii mübinin hitabı
tsallûkeden fiildir. Yani: Mükellef bir kimsenin bu hitaba mebni yapacağı
şeydir.
Meselâ: Biz; namaz
ile, zekât ile mükellefiz .İşte bizim fiilimiz olan bu namaz ile zekât,
birer mahkûmun bihtir.
140 -(Mahkûmun
aleyh) : Kendi filine şarii mübinin
hitabı taallûk eden mükellef insandır. İnsan ise ruh iie bedenden mürekkep bir
mahlûktur.
141 -(Mükellef)
: Kendisine şarii hakim tarafından
bir şey yapmak veya yapmamak külfeti, zahmeti ilzam edilen âkil kimsedir. Bu
külfeti ilzama da (teklif) denir.
Bİr kimseye kudreti
fevkinde bir şey ile teklifte bulunmaya da (teklifi ma-lâyutak) denir..
142 -(Ehliyet)
: Leh ve aleyhe olan şer'î
tekliflerin teveccühüne, vücu-bünc salahiyetli bulunmaktır. Ehliyeti vücup,
ehliyeti eda kısımlarına ayrılır.
143 -(Ehliyeti
vücup) : Mahkûmun aleyhin, yâni:
Mükellef insanın kendi lehine ve aleyhine ait, meşru hakların vücubuna
salâhiyettir bulunmasıdır
Meselâ: İnsanlar,
vâris, ve müverris olmak haklarının lüzumuna salahiyetli bulunmaktadırlar.
144 -(Ehliyeti
eda) : Mahkûmun aleyhin, yâni:
İnsanın kendisinden şer an muteber olacak veçhile fiillerin sUdunına
salâhiyettar olmasıdır ki, «ehliyeti
kâmile» ve «ehliyeti kasıra» kısımlarına
ayrılır.
Meselâ: Âkil, baliğ
bir insan, ehliyeti kâmileyi haizdir. Kendisinden nikâh bey, icare gibi
fiillerin suduruna salâhiyet; vardır. Mümeyyiz bir çocuk veys bir matuh ise
ehliyeti kasırayı haizdir. Kendisinden sudur eden fiillerin bir kıs mı sahih,
muteber olur, bir kısmı olmaz.
145 -(Zimmet): însanda manevî bir vasıftır ki, insan, lehins ve aleyhine olan şeylere ancak
bununla ehl olur. Demek ki, insanlarda ehliyeti vücup bu zimmet sayesinde
husule gelir.
Zimmet, ahd, borç
mânâsında da müstameldir.
146 -(KiMfeet)
: İktidar, kuvvet. Bu, bir şeyi
yapabilmek için bulunma sı lâzım gelen iktidardan, kabiliyetten ibarettir. Fîle
mukarin olup onda mile* sir bulunan kudrete (istitaat) ve (kudret maalfîl)
denir. Bu, fiilde müessir, bı cihetle fîlin illetinden maduttur.
147 -(Kudreti
mümekkine) : Bir şey yapabilmek için. insanı mütemek kin, muktedir kılan ve
alât ve esbabın selâmetinden ibaret bulunan kudretti ki, bu, her vacibin
edasının şartıdır.
148 -(Kudreti
miiyessire) : Alât ve esbabın
selâmetinden ibaret olup bıı şeyi suhuletle yapabilmeğe vesile olan bir
kudrettir ki, bir kısım malî vecibelerin vücubu ve zimmette devamı için
şarttır. Zekâtın vücubu bu kudretin vücuduna bağlıdır.
149 -(Avana
semaviyye) : İnsanın kesbi, ve irade
ve ihtiyarı olmaksızın viicude gelip
ehliyeti vücubunu, ehliyeti edasını
tamamen veya kısmen izale eyleyen
manialardan ibarettir. Ateh, nisyan,
maraz, mevt gibi.
150 -(Avarızı
müktesebe) : İnsanın kesbî, irade ve
ihtiyarı ile vücude gelip ehliyetine az çok tesir eden manialardır. Cehl, sekir, ikrah gibi.
151 -(Emr) : Kendisiîe cezm ve isti'lâ tarikile bir fi'lin
yapılması istenilen sözdür. Bir fîli kafi surette ve isti'lâ tarikile isteyen
zata «âmir» böylece istenilen file «memurun bih», kendisinden böyle bir fiil istenilen kimseye de «memur» denilir.
152 -(jEmri
mutlak) : Bir emirdir ki, kendisiîe
istenilen fiil, bir muayyen vakit ile mukayyet bulunmaz. Zekât ve fitre
hakkındaki emirler gibi.
Umum, tekrar »husus
karinelerinden hâli olan emirler de bu kabildendir.
153 (Emri mukayyet) : Bir emirdir ki, kendisiîe istenilen fiil. bir vakii
ile mukayyet bulunur, ondan sonra yapılması ya kaza sayılır veya gayri meşru
bulunur.
Meselâ: Namaz
hakkındaki emir, mukayyettir. Vaktinden sonra kılınan bir namaz, kaza olur. Bir
akid hakkındaki icabın muayyen mecliste kabul edilmesine dair olan emir de
mukayyettir. Ö meclisten sonraki kabul, meşru, ak-din sıhhatini müştekim olmaz.
154 -(Nehiy) : Kendisiîe cezm ve istilâ tarikile bir fiilin terk
edilmesi istenilen sözdür. «Yalan söyleme», «hırsızlık etme» sözleri gibi. Bu
veçhile hitap eden zata «nâhî» denir ki, bunlardan kati ve âmirâne bir sıfatla
menetmiş olur. Bu gibi terk edilmesi, kendisinden çekinilmesi istenilen bir
şeye de «men-hiyyün anh» denilir. Cenvinde: Menhiyyat, memnuat tâbirleri
kullanılır.
155 -(Fevr) : Emredilen sevi ilk imkân ânında edâ etmektir. Böyle
bir şeye «fevri» denir. Mukabili «terahi» dir ki: Emredilen şeyin hemen edası
lâzım gelmeyip muahharan yapılmasının da kifayet etmesidir.
156 -(Eda) : Emr ile vacip olan şeyin, yâni: Memurun bibin aynini
müs-tahikkına teslim etmektir.
Meseİâ: Muayyen vakitte kılınması
emrolunan bir namazı o vakitte kılmak bir edadır. Gaspedilmiş bir malı aynen
sahibine iade
de bir edadır.
157 -(Kaza) : Emr ile vacip olan şeyin mislini müstahıkkına teslim
etmektir. Meselâ: Muay\en bir vakitte tutulacak bir orucu o vakitten sonra tutmak
bîr kazadır. Gasbediien bir malın
mislini veya kıymetini sahibine teslim de' bir kazadır.
Kaza tâbiri, hüküm,
takdir, mukadderi vücut sahasına ihraç mânâsında da müstameldir.
158 -(Vücup) : Bir şeyin şer'an zimmete terettüp etmesidir.
159 -(Vücubi
eda) : Sebebinin vücudünden sonra
muayyen zamanda biı fiili yapmanın veya bir malı ödemenin lüzumudur.
Meselâ: Mükellef bir
insan için her namaz vaktinde namaz kılmak lâzımdır. Ve her mükellet, servet
sahibi için her on iki ay tamamından itibaren zekât vermek: lâzımdır ki,
bunlar vücubi edadan ibarettir. Vâdesi dolmuş bir borç hakkında da bu vücub tahakkuk eder.
160 -(Netsi
vücub) : Sebebinin vücudundan sonra
herhangi bir vakitte bir fili yapmanın veya bir malı edanın lüzumudur. Meselâ:
Her mükellef olan insan için namaz kılmak, zekât vermek esasen lâzımdır. İşte
bu, bir nefsi vü-cubdan ibarettir ki, daha eda zamanı gelmeden de sabittir.
161 -(Fars) : Yapıİması şarii mübin tarafından emrolunduğu kat'î
deli! ile sabit olao herhangi bir,vazifedir ki, farzı ayn ve farzı küaye
kısımlarına ayrılır.
162 -(Farzı
ayn) : Her mükellef için yapılması
farz olan vazifedir. Beş vakit namaz gibi.
163 - (Farzı kifaye) :
Mükelleflerden bir kısmının yapmasile diğerlerinden
farziyeti sakıt olan vazifedir.
Cenaze namazı gibi.
164
-(Vacip) : Şarii mübin
tarafından emrolunduğu delili zannî ile sabit olan vazifedir. Her namazda Fatihai şerifenin okunması gibi.
Vacip, vecibe
tabirleri bazan farz mânâsında kullanılır. Namaz bir vecibedir, borcu ödemek
bir vecibedir, denilmesi gibi.
165 -(Mesnun) : Peygamberi Zîşan Efendimiz tarafından farz ve vacip
olmaksızın bazan terkedilmek üzere bir ibadet kabilinden olarak iltizam
buyurulmuş olan herhangi fiil ve harekettir. Sünnete müracaat!.
166
-(Mendup) : Yapılması racih, memduh olmakla beraber terki
hakkında men bulunmayan ve dinde daima sülük edilmiş bir tarik olmayan
fiildir. Buna «müstehap» da denir. Nafile namaz kılmak, tetav-vuan sadaka
vermek gibi.
167 -(Mubah) : Şarii mübinin nazarında yapılıp yapılmaması müsavi
olan fiildir. Herhangi halâl bir taamı yiyip yememek gibi.
Bir şeyi mubah
görmekle veya bîr taamın yenilmesine, bir malın alıp kaldırılmasına verilen
müsaadeye de «ibahe» denilir.
168
-(Caiz) : Yapılması sahih veya mubah olan herhangi bir ful veya
akiddir. Bazan bir fiil, bir akid, sahih olduğu hâlde caiz olmaz. Meselâ: Cuma
namazı için ezan okunurken namaza koşmayan mükellef bir müslümanın yapacağı bir
satış muamelesi -dünyevî ahkâm itibarile-sahihtir. Fakat uhrevî ahkâm itibarile
caiz değildir. Çünkü emri ilâhîye muhalefeti müstelzim olmakla uhrevî
mesuliyete baistir.
169 - (Haram)
: Işlenilmesi şarii mübîn
tarafından nehiy ve men eâildiği kat'î delil ile sabit olan herhangi bir şeydir
ki, (liaynihi haram) ve (ligayrihi haram) kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: bizzat
kendisi hürmete menşe olan bir haram, liaynihi haramdır. Müskirat gibi. Bİ2zat
kendisi hürmete menşe' olmayıp başka bir sebepten dolayı haram olan bir şey de
ligayrihi haramdır. Başkasının malını izni olmaksızın yemek gibi.
170
-(Mekruh) : Terki racih olup
işlenmesi hakkında kat'î bir nehiy bulunmayan fiildir ki, terki memduh, irtikâbı mezmumdur. Böyle bir fiilde
«kerahat» bulunmuş olur ve bu kerahat, kerahati tahrimiy-ye) ile (kerahati
tenzihiyye) kısımlarına ayrılır. Şöyle ki harama yakın olan bir kerahat,
kerahati tahrimiyyedir. Halâla karip olan bir kerahat de kerahati
tenzihiyyedir, tenzihen mekruhtur.
171 - (Azimet) : Kulların özürlerine mebni
olmaksızın iptidaen meşru kılınan şeydir. Sefer hâlinde
ramazanı şerif orucunun tutulması gibi.
172 -(Ruhsat) :
Kulların özürlerine mebni kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere ikinci
derecede meşru kılınan şeydir. Sefer hâlinde ramazanı şerif orucunun tutulmama
sı gibi.
Vukubulan ikraha mebni
birisinin malım itlaf etmek de bu kabildendir ki, bu hâlde bu itlaf hakkında
bir ruhsatı şer'iyye bulunmuş olur.
Bir hâdisede azimet
ile ruhsat içtima edince azimet tarikini iltizam etmek, bir tekva nişanesi
sayılır.
173 - (Akd) :
Nikâh, hibe, vasiyet, bey' ve şira gibi bir muamelei şer'iyyeyi iki tarafın
iltizam ve teahhüt etmeleriçlir ki, icap ile kabulün irtibatından ibarettir.
Böyle bir muameleye «mün'akit» denir.
Bunun böyle vücude gelmesine de «in'ikad» denilir ki, «icap ile kabulün
müteallâkinde eseri zahir olacak veçhile birbirine meşru surette taallûkudur»
diye tarif olunur.
Meselâ: Bir nikâh
muamelesi, iki tarafın icap ve kabulile vücude gelir. İşte böyle bir icap ve
kabulün birbirine müteallâkinde, meselâ: zevci-yetin husulü hususunda eseri
zahir olacak veçhile şer'an irtibat etmesi, bir inikattan ibarettir.
Akd yapanlardan birine
«âkid», ikisine «âkideyn», daha ziyadesine cemi' sıgasile «âkidîn»' denir.
Hakkında akd yapılan şeye de «makudün aleyh» denilir.
174 - (İcap) :
Bir akdi yapmak için ilk evvel söylenilen sözdür ki, akd ve tasarruf onunla
ispat olunur. Meselâ: bir mal sahibinin müşteriye karşı: «Bu malımı şu kadar
kuruşa sana sattım» demesi, bu icaptır ki, bununla müşteri için satın almak
salâhiyeti ispat edilmiş olur.
175
-(Kabul) : Bir tasarrufu yapmak için saniyen söylenen sözdür
ki, akd onunla tamam olur. Mal sahibinin ?şu malımı sana şu kadar kurusa
sattım» demesi üzerine müşterinin «ben
de onu o veçhile satın aldım» veyahut yalnız «kabul ettim»
demesi gibi.
176
-(Sahih) : Şartlarını, rükünlerini, vasıflarım tamamen cami olan herhangi bir fiildir. Bunları böyle
cami olmak hâline de «sıhhat» denir.
Meselâ: Mükellef bir
kimsenin kendi malını usulü dairesinde birisine satması, bir bey'i sahih
muamelesidir. Böyle şartlarım, rükünlerini cami olan bir akde de «akdi sahih»
adı verilir.
177 -(Fâsid) :
Haddi zatinde meşru olduğu hâlde gayri meşru bir şeye mukareneti sebebile
meşruiyetten çıkan fiildir ki, aslen caiz olduğu hâlde vasfen caiz olmaz.
Meçhul bir şeyi satmak gibi.
178 -
(Bâtıl) : Şartlarını,
rükünlerini, vasıflarını tamamen veya kısmen cami olmayan fiildir ki. aslen ve
vasfen meşru olmaz. Gayri mümeyyiz bir çocuğun bey'i, hibesi gibi.
179 -(Mevkuf) : Bir hüküm ifade etmesi, meselâ: başkasına mülkiyeti
müfit olması, başkasının izin ve icazetine muhtaç olan bir fiildir veya
akiddir. Başkasının malını fuzulî olarak satmak gibi ki, satış muamelesinin
müşteriye mülk ifade etmesi, sahibinin
icazetine bağlı bulunur.
180 -(Lâzım) : Hıyarattan hâli olan bir akiddir ki, üzerine terettüp
eden eserin ref'i mümkün olmaz. Meselâ: bir
kimse, muhayyer olmamak üzere bir malını bir şahsa şeraiti dairesinde
satsa bu muamele, lâzım olur, artık bunu bozmaya salâhiyeti olamaz. Mukabili: gayri lâzımdır ki, kendisinde muhayyerlik
bulunan akd demektir.
181 -
(Nafiz) : Başkasının hakkı taallûk etmeyen, meselâ: icazetine
mevkuf bulunmayan muameledir. Şerait ve erkânını cami olan bir akd, bir akdi
nafizdir ki, kendisinde muhayyerlik bulunup bulunmamak itibarile lâzım ve gayri
lâzım kısımlarına ayrılır. Mukabili: gayri nafizdir.
182
-(Hıyar) : Muhayyerlik demektir ki, iki âkidden birinin veya
her ikisinin o akdi şu kadar gün içinde kabul veya fesih etmek üzere muhayyer
olmasıdır. Binaenaleyh o müddet içinde akd kabul edilirse lâzım olur,
edilmezse münfesih bulunur.
183 -(Şart) : Lügatte alâmeti lâzime manasınadır. Cem'i: şurut ve
şeraittir. Istılahta: kendisinin üzerine tesir ve ifza = isal bulunmaksızın
hükmün vücudu tevakkuf eden şeydir. Meselâ: nikâhın sıhhatinde Şahitlerin
vücudu şarttır. Şahit, nikâha müessir ve mufzî değildir, şahit
bulunduğu hâlde nikâh
akd edilmeyebilir. Fakat bir
nikâhın sahih surette akdedilmesi şahidin mevcudiyetine mütevakkıftır.
84 -(Rükün) :
Bir şeyin malehilkıyamı olan şeydir. Başka bir tâbir ile bir şeyin mahiyetini
teşkil ve takvim eden herhangi bir şeydir ki, bazan basit, bazan da mürekkep
olur. Meselâ: Akdi bey'in rüknü, icap ve kabuldür. Bunlar bulunmayınca bey' de
bulunmaz.
Rükünler, «rüknü
aslî», «rüknü zaid» kısımlarına ayrılır. Rüknü aslî; bir rükündür ki, kendisi
bulunmayınca ahar bir şey veya hüküm muteber olmaz. Meselâ: imana nazaran
tasdiki kalbî bir rüknü aslîdir. Bu tasdik bulunmayınca muteber bir iman da
bulunmaz.
Rüknü zaid; bir
rükündür ki, kendisinin bulunmamasından bir şeyin veya bir hükmün gayri
muteber olması lâzım gelmez. Nitekim imana nazaran ikrar, bir rükündür ki,
bunun bulunmamasından imanın her hâlde bulunmaması icap etmez.
185 - (Sebep) : Lügatte bir gayeye ulaştıran yol, vasıta, urgan, bab
manasınadır. Istılahta: «Bir hükme mevzu ve müessir olmadığı hâlde mücerred
bir tarik teşkil eden şeydir. Meselâ: bir hırsıza yol gösteren, onun
hırsızlığına sebep olmuş olur.
186
-(Alâmet) : Lügatte emare, nişane manasınadır. Istılahta: kendisine bir hükmün vücudu
veya vücubu taallûk etmeyip yalnız bir
hükmü bildiren, ona delâlet eden şeydir. Meselâ: bir kimse, «hanemi ge
lecek haziran ayı iptidasından itibaren
bir sene müddetle kiraya verdim»
dese Haziran ayı bu kira hükmünün müddeti için bir emare olmuş olur.
187 -(Hüsün) : Bir şeyin dünyada medhe, ukbada sevaba müte-allak
olmasıdır. îbadet ve taat gibi. Bir şeyin tab'a mülâim olmasıdır. Ferah gibi. Ve bir şeyin bir
sıfatı kemâl olmasıdır, ilim gibi.
188 -(Kubuh) : Bir şeyin aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada
zernme, ahrette azaba veya itaba mahal olmasıdır. Küfür gibi, hür kimseyi
satmak gibi. Böyle bir şey, liaynihi
kabihtir. Bir de ligayrihi kabili
vardır ki, haddi zatında meşru iken bir sebepten dolayı çirkin görülen şeydir.
Nehy edilmiş olan günlerde tutulan oruç
gibi.
189
-(Bahis - Mübahase) :
İki veya daha ziyade, kimsenin bir mesele
hakkında mütaleaya kıyam edip bir tarafın müddeasmı ispata kıyam etmesine karşı
diğer tarafın itirazkârâne bir vaziyet almasıdır. Böyle bir
itiraza karşı nefsülemre muvafık, hakkı izhara hadim surette verilecek cevaba
(cevabı tahkiki) denir. Bilâkis
nefsül'emre muvafık olmayıp mücerret hasmı, muterizi susturmak maksadile
verilecek cevaba da (cevabı cedelî),
sahibine de (mücadil) denilir.
Böyle mücerred hasmı iskât ve ilzam için
cereyan eden münakaşa-va (cedei) denildiği gibi bu yolda irad edilen delile de
(delili iknaî), (delili ilzamı) adı verilir.
190 -
(Münazara) : İki şey
arasındaki nisbet hakkında, meselâ: bir şeyin caiz veya gayri caiz
olması hususunda iki tarafın izharı savap için basiretle nazarda, mütaleada
bulunmasıdır.
191
-(Muaraza) : Hasmın ikame ettiği delile taarruz etmeyip yalnız bu
delilin muktezasına muhalif, nakizini müsbit diğer bir delil ikame etmektir.
Şöyle ki: iki delilden biri bir şeyin meselâ: cevazını, diğeri de ademi
cevazını iktiza etse bir muaraza vücude gelmiş olur.
192 - (Muaraza bilkalb) : Hasmın delilini aynen kendi aleyhine delil olarak irat etmektir.
193 -Olüddei,
rauallil) : Bir meseleyi iltizam ederek hakkında delil irad eden kimseye ilmi âdâb
istılahınca müddei, mualtil denir. Bunu kabul etmeyen veya hilafını iddia eden
kimseye de «sail» denilir.
Bir meseleyi mücerret
hikâye edip sıhhatini, ademi sıhhatini iltizam etmeyen kimseye de «nâkil»
adı verilir.
194
-(Mükâbere) : Bir ilmî mesele hakkında izharı savap için değil, beiki mücerret hasmı ilzam ve iskât için münazarada bulunmaktır
ki, pek mezmumdur.
195
-(Mukaddime) : Bir takım
mesail ve rnebahisin güzelce anlaşılması için ilgili oldukları bir kısım
mebadiden ibarettir. Münazara ilmi istılahmca: mukaddime, bir şeydir ki, delilin
sıhhati, onun üzerine tevakkuf
eder. Meselâ: bir kıyası mantıkîdeki
suğradan, kübradan her biri bir mukaddimei delildir.
196 -(Men) :
Bir delilin mukaddimelerinden birini kabul etmeyip hakkında-delil istemektir.
Buna «münakaza* da denir. Bir hususta böyle yalnız delil istemekle iktifa
olunursa ona «men'i mücerret» denir. Fakat onu teyit için bir söz ilâve
edilirse -.<men'i maassenet» adını alır. Bu senedi izah için bir söz de
ilâve edilirse, ona da «tenviri senet» denilir.
197 -(Mümanaa)
: Bir tarafın ~ muallilin ispat ettiği şeyi diğer tarafın
-saılin bilâ delil kabulden imtina etmesidir. Veya muayyen bir mukaddimeyi men'
etmektir.
198
-(Münakaza) : Bir delilin mukaddimelerini teşrih ve tâyin
et-nıeksizin nefsi delilin butlanını diğer bir delil ile ispat etmektir. Bu veçhile
itiraza münazara -âdâb ilmi ıstılahmca «nakz» da denir.
Meselâ: Bir maddede
müddeinin delili carî olduğu hâlde hüküm ta-hallüf ettiği veya müddeinin
delili, hususi bir fesadı, meselâ: devr ve teselsülü veya iki nakizin
içtimaını müstelzinı bulunduğu beyan olunarak müddeinin delili iptal edilse bu, bir münakaza olmuş
olur. Bu hâlde mü-nakızın irad ettiği delile «şahid» denilir.
199 -(Fesadı
vaz') : Bir illet üzerine muktezasımn nakizi terettüp etmektir.
Meselâ: bir şey hakkında hürmeti muktezi gibi görülen bir illet üzerine o şeyin
hilli terettüp etse bu, bir fesadı vaz'dan ibaret olmuş olur.
200 -(Fesadı
itibar) : iddia edilen bir meselenin
kıyasa mahal olması, hilâfına mevcut bir nasdan dolayı memnu bulunmaktır.
201 -(Deveran) : Bir şeyin diğer bir şeye vücuden ve ademen mukterin olmasıdır.
Meselâ: Akıl ve bulûğ mevcut olunca mükellefiyet de mevcut, bunlar mâdum olunca
mükellefiyet de mâdum olur.
202 -(Fark) :
Asılda bulunup illiyette medhali olan bir vasfın fer' sayılacak bir şeyde
bulunmamasını beyandan, ibarettir. Bu hâlde o asıl, bu fer1 için makisün aleyh
olamaz.
203 -(Kavi
bimucebilille) : Hükümde ihtilâf baki
olmakla beraber müddeinin irad ve ilzam ettiği şeyi iltizamdan ibarettir.
«îrad edilen delil, haddi zâtında doğrudur, fakat bu delil, müddeayı ispata
kâfi değildir, iddia edilen hüküm bununla sabit olmaz.» denilmesi gibi.
204
-(Tercih) : Vasfen birbirine mümasil olan iki delilden birinin
diğerine fazl ve rüçhanını ispat etmektir. Böyle mütemasü delillerden birini
diğerine tercihe muktedir olan zatlara da «ashabı tercih» denilir. [4]
205 - Usulü
fıkıh ilmi, şer'î hükümleri edillei tafsiliyesinden, yâni: muayyen, müşahhas
delillerinden istinbata vesile olan bir ilimdir. Başka bir tarif ile «şer'î
hükümleri şer'î deliller ile ispat haysiyetile bu hükümler ile bu delillerden
bahseden bir ilimdir.
Meselâ: bey' helâldir.
Bey'in bu helâl olması, bir hükmü serîdir. Bu hükmü şer'î ise bir delili şer'î
olan âyeti celilesinden istinbat olunmaktadır. İşte bize bu gibi istinbat
yollarım vuzuh ile bildirecek olan,
usulü fıkıh denilen yüksek
bir ilimden ibarettir.
206 - Fıkıh,
ibadata, muamelâta, ukubata ait bütün §er'î meseleleri ihtiva eden, islâm
hukukunu vücude getiren malûmatın heyeti mecmuasıdır. Bunun mübtena aleyhi,
istinatgahı, yegâne kaynağı da edillei erbaa denilen kitabullah ile sünneti
nebeviyeden ve icmaı Ümmet ile kıyası fukahadan ibarettir. îşte bu dört esas,
fıkhın usulünü teşkil etmektedir.
Maamafih ilmi usul,
tefsir, hadis, fıkıh, belagat, lisaniyat, ilmi âdâb gibi birçok İlimler ile de
alâkadardır, bu ilimlerden de istimdat eder, bu cihetle gayet geni§ mevzuları
dairei tetkikine alır.
207 - Hükmü şer'î, bizim
gibi kulların fullerine
müteallik olup şarii mübinin hitabile sabit olan farziyet, vücub, nedb, ibaha,
hıll, kera-hat, hürmet, sıhhat, fesat, butlan gibi şeylerden herhangi biridir.
Meselâ: mükellef bir
insanın yaptığı bir ibadetin farz veya vacib veya sünnet olduğuna ve akd
eylediği bir muamelenin sahih, nafiz veya fâsid, gayri nafiz bulunduğuna ancak
şarii hakimin o husustaki beyanile muttali oluruz.
208 - Delili
şer'î, kendisine sahih surette nazar edilmesi, bilinmesi, matlûp olan bir hükme
insanı kavuşturan nazmı kurânîden veya sünneti nebeviyeden veya icma' ile
kıyastan herhangi biridir. Meselâ; kadınlardan size halâl olanlar ile evleniniz..) nazmı şerifi, bir şer'î delildir. Buna nazar
edince izdivacın meşru, halâl bir muamelede olduğunu anlamış, oluruz.
209 - Kitap
ile, yâni: Kur'anı mübîn ile sünneti nebeviyyenin ihtiva ettiği delillere
«edillei semiyye» denir ki, bunlar, şarii mübinden sü-butları ve birer hükmü
şer'iye delâletleri itibarile şöylece dört kısımdır. Bu cihetle matlubu ispat
bakımından kuvvetleri de mütefavittir.
(1) : Sübutu
da, delâleti de kat'îdir. Bütün âyatı kur'aniyenin sü-butu kat'îdir. Çünkü en
muazzam, mükemmel bir tevatür ile Resulü Ekrem'den kelâmı ilâhî olmak
üzere menkuldür. Bunlardan
müfesser ve muhkem denilen âyetlerin ise
sübutları kat'î olduğu gibi delâletleri de katidir.
(2) : Sübutu
kat'î, delâleti zannîdir. Müevvel denilen âyetler ile te-vatüren menkul olup
elfazı müevvel bulunan hadisler gibi ki, bunların sübutları tevatür ile olduğu cihetle kat'îdir. Fakat lâfızları müteaddit mânâlara şâmil
olduğundan bunlardan hangi birine delâletleri
zannîdir.
(3) : Sübutu
zannî, delâleti kat'îdir. Haberi âhad
kabilinden olup elfazı, müfesser veya muhkem olan ahadisi şerife gibi.
(4) : Sübutu
da delaleti de zannîdir. Haberi
ahaddan olup elfazı müteaddit mânâlar
arasında müşterek oîan ahadisi şerife gibi. [5]
210 -: Usulü fıkh ilminin mevzuu, şer'î hükümleri ispata
vasıta olmaları itibarile şer'î delillerdir. Bu ilimde bütün edillei şer'iyenin
ahvâlinden bahsolunur. Kitabullah ile sünnetin ve icma' ile kıyasın, hususî
ve müşterek vasıflarından bahsetmek bu ilme aittir. Şöyle ki: Kur'anı Mübînin
nazmı celîlüe ahadisi şerifenin elfazı mübarekesi; hass, âmm, müşterek,
müevvel, hakikat, mecaz gibi kısımlara ayrılır. Kezalik: ahadisi şerife;
mütevatir, meşhur, haberi ahad kısımlarına münkasim olur
ve bunlar; emirleri, nehiyleri ihtiva
eder. İşte bütün bunların ahvâlinden
bahsetmek bu usul ilminin salâhiyeti cümle sindendir.
Meselâ: Başkasının
muhterem, mütekavvim bir malını haksız yere elinden almak bir gasptır, asla
caiz değildir. Çünkü bir âyeti kerimede
buyurulmuştur. Bu nazmı celîl ise bir delili şer' îdir, bir hücceti
kur'aniyedir, bununla başkasının malını haksız yere yemek nehy ediliyor. Bu
nehy ise hürmeti, memnuiyeti icap eder. İşte usulü fıkh, bu gibi delillerden
—böyle hürmeti veya sair bir hükmü şer'îyi müstelzim olması
itibarile-bahsederek bunları mevzuu' dahilinde bulundurur.
211 - :
Usulü fıkhın gayesine gelince: bu pek
mühimdir. Bu bir hikmeti islâmiye ilmidir. Ahkâmı şer'iyenin
hikmeti teşriiyesini gösterir, bunların
anlaşılmasına yardım eder, insanın dünyevî ve uhrevî saadetine vesile olur.
Usulü fıkıh ilmi,
kur'am kerim'in nazmı lâtifine, ahadisi şerifenin mübarek elfazma hadimdir. Bu
sayede şer'i delillerin mahiyetleri mün-keşif olur, bunlardan şer'î hükümlerin
nasıl istinbat olunduğu tebarüz eder. Bu sayede muhterem müçtehitlerimizin
nasıl çalışmış oldukları anlaşılır, ne gibi delillere istinat ettikleri,
aralarında münazara kaidelerinin ne veçhile cereyan etmiş olduğu görülür.
İslâm hukukunun yüksek mahiyeti ve ne kadar yüksek, muntazam esaslara müstenit
bulunduğu tecellî eder.
Yine bu İlim sayesinde
lâfızların, ibarelerin havas ve mezayası anlaşılır, bunlar İle İstihdaf edilen
maksatlar taayyün eder, sözlerin inceliklerine, şer'î ve bediî
vasıflarına ıttıla' mümkün olur.
212 -: Usulü
fıkıh ilminin ihtiva ettiği usul ve kavait, yalnız şer'î delillere, hükümlere münhasır değildir. Bunlar, bütün
muhaverata, ka-vanine, desatjre kabili tatbik olduğundan bu sayede insanlarda hukuk fikri inkişaf eder, hukuk
bilgisi ilmî bir mahiyet kazanır, kanunları, nizamnameleri tanzim hususunda bu
feyizli ilimden'pek çok istifade edilir.
213 -: Son zamanlarda garp âlimleri; tarihlerde, kanunlarda,
tec-rübî ilimlerde ve sairede tatbik
edilmek üzere (metodoloji -
mantıki tatbikî) denilen mecmuai usulü tedvin ederek ilim sahasında bir
muntazam tedkik ve tenkit tariki vücude getirmişlerdir. İslâm âlimleri
ise bundan bin iki yüz şu kadar sene
evvel «usulü fıkh>; ilmini
tedvin etmişlerdir ki, bu güzide İlim, lisaniyata, rivayata, elfaz ve ibarâtın
havas ve mezayasına, delillerin derece!
kuvvet ve za'fma ve saireye dair en mükemmel menahiç ve kavaidi cami bulunmaktadır.
<-Usulü hadis» ilmi de bu hususta
ayrıca zikre şayandır. Artık bu usul ilminden hiç bir hukuk müntesibi müstağni
olamaz. [6]
214-: Şer'î
hükümlerin ilk mübelliği Resulü Ekrem (sallâllahü aleyhi vesellem)
efendimizdir. Mazhar olduğu vehy ve ilham sayesinde dinî hükümleri ashabı
kiramma tebliğ etmiş, kudsî hayatının dünyadaki son günlerine yakın âyeti
kerimesi nazil olarak şeriati
islâmiyenin mertebei
kemale erdiği kendisine tarafı
ilâhîden tebşir bu-yurulmuştu.
Resulü Ekrem
Hazretleri vahyi ilâhiye mazhar, bu cihetle dini İsla-mm bir şarii, bir muazzam
naşiri olduğundan bütün dinî hükümlere, delillere şüphe yok ki, muttâü idi.
Onun ulvî huzurundan feyz alan ashabı güzîn dahi şer'î deüllerin, hükümlerin
ledüniyyatına muttali, bu hususta yüksek bir lisan melekesini hâiz idiler.
Eshabı kirama mülâki olup «tabiin.» unvanını alan bir çok âlî zevat da zamanı
saadete yakın bir asırda dünyaya gelmiş, eshabı güzinden ders almış, Arap
lisanının dekayiki-ne güzelce vâkıf bulunmuş oldukları cihetle onlar da şer'i
şerifin delillerine, hükümlerine pek mükemmel aşina bulunuyorlardı.
Binaenaleyh bunların bu feyizli zamanlarında fıkh ve usulü fıkh, bir ilim
şeklinde bir takım kavait ve nazariyat ile mesailden müteşekkil müdeyyen bir
hâlde değildi.
215 - ; Tabiînin son zamanlarına doğru islâm muhiti pek
ziyade genişlenmeye başlamış, muhtelif ırklara mensup bir çok kavimler, islâmiyet
şerefini ihraz etmiş idi. Bunlar, Kur'am mübinin havas ve meza-yasma muttali
olmak ihtiyacında idiler. Çünkü bu
sayede dinî hükümlere bihakkın vâkıf olabileceklerdi, içtimaî hâdiseler günden güne artıyor,
muhtelif cereyanlar' yüz gösteriyor, bir çok meseleler hâl ve izaha muhtaç
bulunuyordu.
işte bu ilcaat
neticesinde islâm ulemasının harikulade mesaisi tecelli etmeğe başlamış, bir
çok ilimler tedvin edilmiş, en başta olmak üzere hadis, fıkh, usulü fıkh
ilimleri müdevven bir. hâle gelmiştir.
216 -:
Fukaha ve müçtehidîn namını alan ve yüksek
zekâîarile. bilgilerile birer harikai kemalât unvanına bihakkın lâyık
olan bir kısım islâm âlimlerinin dinî ilimler sahasında gösterdikleri muvaffakiyetler her türlü tasavvurların
fevkindedir.
Ahkâmı fıkhiyeyi
kitaplara, kitapları bablara, babları fasıllara taksim ederek bunları
tilmizlerine takrir ile zapt ettiren ilk zat, imamı Âzam, Ebû Hanîfe
(rahmetullahı aleyh) hazretleridir. Bu cihetle fıkhı mesaili ilim hâlinde ilk
tedvin eden büyük üstad, imamı Âzam ile onun pek kıymetli, dirayetli
tilmizleridir.
Usulü fıkh ilminin bir
kısım kaidelerini, menahicini, mesailini ilk tesis eden zat da imamı Âzamin en
yüksek tilmizi olan İmamı Ebû Yûsuf Hazretleridir. Şu kadar var ki bu ilme
dair bir kitap telif etmemiştir. Bu ilme dair ilk kitap yazmak gerefi imamı
Şafiî (rahmetullahi aleyh) hazretlerine
aittir.
217 -:
Mua.hharan usulü fıkha dair pek büyük mufassal mücelle-dat vücuda
getirilmiştir. Bu eserlerin bir kısmında en ziyade ilmi kelâm meseleleri
üzerinde tatbikat yapılmış, aklî istidlal cihetine fazla temayül
gösterilmiştir. Şafiî âlimleri bu tarzı daha ziyade iltizam
ettikleri için bu kısma (Mütekellimîn ve Şafiiye mesleği) veya (Usulü Şafüye) denilmiştir.
Usul kitaplarının diğer
bir kısmında ise daha ziyade fıkhî meseleler hakkında usul kaidelerinin
tatbikatına ehemmiyet verilmiş, bu kaideler en ziyade nüketi fıkhiye üzerine
bina kılınmıştır, Hanefî fukahası da bu kısmı daha ziyade iltizam ettiğinden bu
tarza da (fukaha ve Ha-nefiyye mesleği)
veya (Usulü Hanefiyye) adı verilmiştir.
Daha sonra bazı
âlimler de bu iki tarzı cem ederek o veçhile usule dair kitaplar telif
etmişlerdir.
Usulü Hanefiyye, Usulü
Şafiiyyeye nazaran daha müşküldür. Fakat hukuku islâmiyenin mükemmel surette
anlaşılmasına daha elverişlidir.
218 -: Fukaha mesleği üzerine yazılan usul kitaplarının en
meşhurları şunlardır :
(1) : (Kitabülusul)
: Hassaf adile mâruf olan
Ahmed ibni Ebi Bekir Elrazînin eseridir.
(2) : (Esrarı Debusî) : Kadı
Ubeydullah Ebu Zeyd Debûsînin eseridir.
(3) : (Usulü pezdevi) : Maveraünnehîr
ulemasından imam Fahrül-islâm Aliyyi Pezdevînin eseridir.
(4) : (Usul Ebil Yüsr) : Fahrülislâm
Ebül Yüsr Pezdevînin eseridir.
(5) : (Usulü Serehsî) : imam
Şemsüddin Muhammedi Serehsînin eseridir.
(6) : (Mizanülusul) : Ebubekir Alâeddini Semerkandînin eseridir.
(7) : (Menar)
: imam Hâfızüddin Abdullahi
Nesefînin eseridir.
219 -: Mütekellimîn mesleği üzerine yazılan usul kitaplarının
en me§hurları da gunlardır:
(1) ; (Umd)
: Mutezile imamlarından Abdülcebbarın eseridir.
(2) : (Mutemed)
: Umd'ün şerhidir. Müellifi yine Mutezile imamlarından
Ebül Hüseyni Basrîdir.
(3) : (Burhan)
: Iraamülhareraeyn Ebül
Mealinin eseridir.
(4) : (Müstesfa)
: îmam Mühammed Gazalinin eseridir.
(5) : (Mahsul)
: Fahrüddin Mühammed Razî'nin
eseridir.
(6) :
(İhkâmulahkâin) : Seyfüddin Aliyyi Amidî'nin eseridir.
220 -: Funaka
mesleği ile mütekellimîn mesleğini cem eden usul kitaplarının en meşhurları da
şunlardır:
(1) : (Bediünnizam,.) : İbnüssaatî
denilen İmam Muzafferüddin Ahmedi Bağdadî'nin eseridir.
(2) : (Tenkih)
: Buharaü Sadrüşşerianın eseridir. Bunun
şerhi «Tavzih» dir. Bunun haşiyesi de Taftazanînin eseri olan «Telvih» tir.
(3) : (Tahrir)
: iskenderiyeli
îmam Kemalüddin Ibni Hümamın eseridir.
(4) : (Minhacülvusul ilâ ümilusul) Beyzavî'nin eseridir.
Kazı Nasırüddin
Abdullah
(5) : (Füsuîül
bedaî) : Şemsüddin Ahmed Fenarî'nin eseridir.
(6) : (Müntehelvusul.
Muhtasan münteha) : Bu iki eser Cemalüd-din ibni Hacib'in eseridir.
(7) : (Mirkat
ve şerhi Mir'at) : Mühammed Molla Hüsrev'in eseridir.
Bu zatların teracimi
ahvâli için (Tabakatül Fukaha) kısmına
müracaat!. [7]
İÇİNDEKİLER : Kitabın
hakikî ve hususî vasıfları. Kitab ile sünnet arasında müşterek mebhaslar: Has
lâfızların mahiyeti ve hükümleri. Emirlerin mahiyeti ve muktezası. Emir ile
vacip olan şeylerin hükümleri. Memurun bihin hüsn sıfatile ittisafı. Emredilen
şeyin liaynihi veya ligayrihi hasen olması. Takat fevkinde bir şey ile teklif
vâki olup olmadığı. Memurda vücudu icap eden kudret. Nehylerin mahiyeti ve
muktezası. Mutlak ile mukayyedin mahiyetleri ve hükümleri, Ânı lâfızların
mahiyeti, nevileri ve hükümleri. Müşterek, müevvel. zahir, nass, müfesser ve
muhkem lâfızların mahiyetleri ve hükümleri. Hafi, müşkil. mücmel ve müteşabih
lâfızların mahiyetleri, nevileri ve hükümleri. Hakikat ile mecazın, sarih ile
kinayenin mahiyetleri. Dal bilibare, dal bili-şare, dal biddelâle ve dal
biliktizanın mahiyetleri ve hükümleri. Mefhumu muvafakat ile mefhumu
muhalefetin mahiyetleri. Fâsid istidlaller Beyanın nevileri. Nesh ve istisna
bahisleri. Talike dair bâzı hükümler Bir kısım
hurufu maaniye dair malûmat. [8]
221 -: Kitabdan
maksat, -usulü fıkha göre -Kur'anı azîmüş-şandır. Bu, bir mübarek kitabı
ilâhîdiı. Bunun Kuran, Furkan, Hakim, Tenzil gibi daha başka adları da vardır.
Bu kitabî mübîn. tarafı ilâhîden Cibrili Emin vasıtasile yirmi üç sene içinde
Hâtemül'enbiya Hazreti Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi vesellem) Efendimize
âyet âyet. sûre sûre inzal buyur ulmuş tur ki, mukaddes nazmı da, mânâsı da
ilahîdir, vahyi subhanîye müstenittir. Bu cihetle Kur'ana «vahyi metlüv.^
denilir..
222 -: Kur'anı mübîn, yüz on dört sûreden ve bir itibar ile
(6616) âyetten müteşekkildir. Bu kitabı
celîlin vahye müstenit, mû'ciz, fevkalâde bir surette mütevatir olmak gibi
hususî vasıfları olduğu gibi sünneti nebeviye ile vesair elfaz ve ibarat ile
müşterek vasıfları, mebhasleri de vardır. Bunlar, ilmi usul itibarile birer tedkik mevzuu teşkil
etmektedir.
223 -: Kur'anı Kerîm, yalan üzere ittifakları aklen tecviz
olunmayan pek azîm bir cemaat tarafından zamanımıza kadar tevatüren
nak-lediiegelmiştir. Bütün sûreleri, âyetleri, kelimeleri Resulü Ekrem'den bir
vahyi ilâhî olmak üzere tevatüren sabittir,
menkuldür. Bu kitabı ilâhînin hiç bir âyeti zayi olmamış, hiç bir
kelimesi tebdil ve tahrife uğramamıştır. Nebiydi zîşan'dan telâkki olunduğu veçhile tevatüren nakledilmiştir. Bunun heyeti
umumiyesi, her asırda yüz binlerce zevatın hafızalarını tezyin etmekte
bulunmuştur. Bu mümtaz vasıf, bütün semavî kitaplar arasında yalnız Kur'anı
Kerim'e mahsustur. Binaenaleyh Kur'
amazîmin herhangi bir âyetini inkâr, imana münafîdir.
224 -: Kur'anı
mübînin bütün âyetleri
Resulüekremin talim ve işareti veçhile tamamen yazılmış, hıfz edilmişti.
Hazreti Ebu Bekr'in hilâfeti zamanında hepsi bir araya cem edilerek bir mushaf
hâline konulmuştur. Hazreti Osman'ın hilâfeti
zamanında da bu mushaf nüshaları
teksir edilerek büyük şehirlere birer
nüsha gönderilmiştir ki, bunlara (Mesahifi Osmaniye) adı verilmiştir.
Eshabı kiramdan
Abdullah ibni Mes'ud, Ubeyyibni Ka'b gibi zatların kendileri için yazmış
oldukları mushaflar da var idi. Bunlar ile Mesahifi Osmaniye arasında bir fark
olmayıp yalnız sûrelerin tertibinde bazı başkalıklar mevcut idi. Bunlarda
nihayet birkaç kelimeden fazla bulunuyordu ki, bunlar, her ne kadar esasa
muhalif değilse de tevatüren 3abit olmadığı cihetle «şaz» nâmım almış,
Kur'anıkerîm hükmünü haiz bulunmamıştır. Bunlara «kıraeti şazze» adı
verilmiştir.
225 -:
Kur'anıkerime mensup şaz kıraetler, meşhur ve gayri meşhur kısımlarına
ayrılır. Gayri meşhur kıraetler, bütün
imamlarca muteber değildir. Bunlar ile hiçbir hükmü şer'î sabit olmaz. Meşhur
şazlar ise, imamı Malik ile îmamı Şafiîye göre yine hiç bir hükmü şer'îde muteber
değilse de Hanefî eimm^sine göre yalnız ibadet ve muamelât hususunda
muteberdir. Bunlar, Kur'andan olmasalar da ahadisi şerife cümlesinden bulunmuş
olurlar. Bu cihetle kendilerile zannî'meselelerde amel olunabilir.
Meselâ: Keffareti
yemini bildiren âyeti kerime. Mesahifi Osmani-yede:(rbl cır -L*») diye mutlaktır.
İbni Mes'ud Hazretlerinin mushafında ise: diye mukayyed yakılmış tır. Bu mütetabiat kelimesi
meşhurdur. Binaenaleyh Eimmei Hanefîye, bunu nazara alarak kefareti yemin
orucunun muttasıl üç gün tutulmasına kail olmuşlardır. Demek ki, bu meşhur şaz
kıraet ile mutlak olan bir âyeti kerimeyi ibadet hususunda takyit
eylemişlerdir.
Kezalik : Ramazanı
şerif orucunun kazasına ait olan âyeti celîle, Mesahifi Osmaniyede:
(\>\CU^.;.u»)diye mutlak yazılmıştır. Übeyy ibni Kâ'bin mushafmda
ise:(oL> fc* _^ yu ^ ;a-ı) diye mukayyet yazılmıştır. Fakat bu mütetabiat
kıraeti meşhur değildir, haberi ahad kabilindendir. Binaenaleyh bununla bütün
eimmeye göre amel edilemeyeceğinden kazaya kalmış ramazanı şerif orucunda
ittisal şart değildir. Bunlar, müteferrik günlerde de tutulabilir.
226 -Kitabı
ilâhînin rükünleri, nazm ile mânâdan ibarettir. Bunun mu'ciz nazmı da, mânâsı
da vahyi ilâhîye müstenittir, lâhûtî bir hüviyeti haizdir. Kur'anı mübînîn
hakayiki, ancak bu nazmı mübîn vasıta-sile bihakkin mütecellî olur, bir çok
dinî hükümler, ancak bu nazmı lâtif vasıtasile istinbat olunabilir.
Binaenaleyh bunların yerine hiç bir lâfız kaim olamaz, bunlardan başka hiç bir
ibare Kur'an hükmünü ihraz edemez.
îşte bu kitabı
muazzam, edillei şer'iyyenin birincisini teşkil etmekte ve bînihaye ahkâmın en
feyizli bir menbaı bulunmaktadır.
227 -:
Kur'anı mübînin emirleri, nehiyleri, haberleri ihtiva eden âyâtı celîlesi,
itikada, ibadâta, hukuka dair bir çok hükümleri camidir. Ahlâka, nesayihe, geçmiş
ümmetlerin en ibret verici tarihlerine, kâinatın garip, bediî teşekkülâtma
dair bir çok hakayiki de müştemildir. Bunların hepsinden nihayetsiz hükümler,
hakikatler istinbat olunabilmek-tedir. [9]
228 -: Biz,
dinî hükümleri Kur'anıkerimin mukaddes nazmından ve sünnetlerin mübarek
lâfızlarından, ibarelerinden anlamak ihtiyacındayız. Bu cihetle lâfızlar
hakkındaki bir takım lisan kanunlarını, bilgilerini nazara almaya mecburuz. Bu
lisan kanunlarına, ilimlerine vukuf sayesinde yalnız Kur'anı mübîn ile süneni
nebeviyyenin değil, her türlü yazıların, konuşmaların, düsturların,
nizamnamelerin hükümlerine, inceliklerine de ilmî bir tarzda muttali olmuş
oluruz. Binaenaleyh dört kısma ayrılan bu lisan kanunlarını sırasile ve kısaca
izah edeceğiz. ŞÖy-le ki:
(1) :
Lâfızlar, mânâya vaz'ları itibariyle has, âm, müşterek ve mü-evvel kısımlarına
ayrılır ve bunlardan her biri hususî
b'ir hükme tâbi olur.
(2) :
Lâfızlar, vazolundukları mânâya
vazıh bir tarzda delâletleri itibarile
zahir, nas, müfesser, muhkem kısımlarına ayrılırlar. Kapalı bir tarzda
delâletleri itibarile de hafi, müşkil, mücmel, müteşabih kısımlarına
münkasimdirler.
(3) :
Lâfızlar, vazolundukları mânâda veya bir münasebetle başka bir mânâda açık veya
kapalı bir hâlde istimalleri itibarile de hakikat, mecaz, sarih, kinaye
kısımlarına ayrılır.
(4) : Lâfızlar, ne
gibi mânâlara delâletleri ve
hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibarile de
dâl bilibare, dal bü'işare, dal biddelâle,
dal biüktiza kısımlarına ayrılır.
Bütün bu kısımlar,
sırasile izah olunacaktır. [10]
229 -: Has : Has, kendisinde efrat mülâhazası olmaksızın tek
bir mânâya vazedilmiş olan herhangi bir lâfızdır.
Has denilen lâfız, ya
bir isimdir: ibrahim, Yusuf, Halide, Âtike, güneş, ay gibi. Veya bir nevidir:
Erkek,, kadın, hurma ağacı, zeytin ağacı gibi. Veya bir cinstir: İnsan, deve,
ağaç gibi.
230 -: Bir, iki beş, on, yüz, bin gibi esmai aded, (b),
(fi), (min) gibi edat denilen hurufu meanî ve emirler, nehiyler, mutlak ve mukayyet lâfızlar dahi hastan
sayılır.
Vakıa kadın, insan,
iki, yüz gibi lâfızların bir takım fertlere şümulü vardır. Fakat bu fertler,
bir nevi veya bir cins altında toplanmışlardır. Aralarında bir vahdeti
nev'iyye veya bir vahdeti cinsiyye vardır. -Bu bakımdan hepsi de hasdır.
Vakıa has, alelinfirad
bir mânaya mevzudur. Fakat bu birlik, hakikaten vahdetle hükmen vahdetten
eamdir. Meselâ: bir lâfzında hakikaten vahdet vardır. İki, üç lâfızlarında da
hükmen vahdet vardır. Binaenaleyh bunların hepsi de birer lâfzı hasdır.
231 -: Hassın hükmü, delâlet ettiği mânâyı kat'î surette
ifade etmektir. Meselâ: «Ben bir kitap
aldım» denilse alman kitabın bir tane
olduğu kat'î surette ifade edilmiş olur.
Kezalik: «Bize tbrahim
Efendi geldi» denilse ibrahim adında malûm bir^zatm geldiği ifade edilmiş
olur. Bunun başka bir kimseye ihtimâli olmaz.
Ancak bazan haricî
arızalardan, karinelerden dolayı has, hakikî mânâsına delâlet etmekte kat'iyyet
ifade etmez. Şecaatli bir şahsa: «Sen arslansm» denilmesi gibi ki, burada bir
lâfzı hâs olan arslandan malûm yırtıcı hayvan kasdedümiş olmaz. Bununla mecazî
bir mânâ kas-dedilmiş olur. [11]
232 - :
Emir, bir lâfızdır ki, onun vasıtasile başkasından bir işin yapılması isü'lâ
tarikile cezmen istenilir. (Namaz kıl),
(borcunu ver), (insaniyete hizmet
et) ibarelerindeki kıl, ver, et,
lâfızları gibi.
Âmir, yâni emreden,
kendisini memurdan, yâni emrettiği kimseden yüksek görerek ondan bir işin
yapılmasını kat'î surette istemiş olur. Bu istenilen şey, «memurun bin» den
ibarettir.
233 -: Âmir, memurdan ya hakikaten veya kendi nazarında yüksek
bulunur. Böyle olmayıp da, bir kimse kendisine müsavi gördüğü bir şahıstan emir
sigasile bir şey isterse, meselâ: «Filâna şöyle bir kitap al ver» derse buna
tavsiye denir. Kendisinden yüksek bulunan bir zattan bir şey isterse ona da
dua, niyaz, istirham denilir.
Meselâ: Bizim
Cenabıhak'ka yalvararak: «Yarabbi bizi affet, bize dünyevî ve uhrevî saadet
ver» diye yaptığımız hitaplarımız, —hâşâ-emir değil, birer duadan, tazarru'dan
ibarettir.
234 -: Emrin
muktezası vücûbdur. Yâni: şarii mübîn., bize bir şey ile emrederse o şeyi
yapmak bizim için bir farz olmuş olur. Meselâ: Al-lahütealâ Hazretleri, bize
diye emrediyor. Binaenaleyh bizim
için namaz kılmak, zekât vermek
birer farize olmuş bulunuyor. Resulü Ekrem de: ye
enırediy°r- Bi~ naenaleyh Peygamber Efendimizin kıldığı veçhile namaz
kılmak ve mallarımızın kırkta birini zekât olarak fukaraya vermek bizim için
birer vecibe bulunmuş oluyor.
235 -: Şarii hâkim tarafından evvelce nehyedilmiş olan bir
şeyin muahharan yapılması hakkında bir emir sâdır olsa bu emrin muktezası da vücub olur.
Meselâ: Sarhoş olanlar
hakkında: Sarhoş olduğunuz hâlde namaza yaklaşmayınız) diye bir nehyi ilâhî
vardır. Bunlar, bu hâlin zevalinden sonra yine namaz kılmakla memurdurlar ve
bu bapdaki emir, vücub içindir.
Kezalik: Bir müslümanı
veya bir zimmîyi Öldürmekten müslüman-lar ne h yedi I mislerdir. Fakat böyle bir
şahsın riddeti veya yolkesiciliği takdirinde katledilmesi için de şarii mübinin
bir emri vardır. îşte bu emir de nehiyden sonra olmakla beraber vücub ifade
etmektedir.
236 -:
Nehiyden sonra vukubulan emrin vücub için olmadığına bir karine bulunursa bu emir,
ibahe için olmuş olur.
Meselâ: Hac vecibesini
ifâ eden bir müslim, ihramda iken kara hayvanlarım avlamaktan memnudur.
İhramdan çıktıktan sonra ise av &v-laması,: (Ipvk^i ^aui lji)âyeti
celîlesile emrolunmuştur. îşte bu emir, iba-ha içindir. Çünkü av ile iştigâl
esasen mubah bir şeydir. Bu iştigâl, sırf insanların menfaatleri İçin dünyevî
bir harekettir, yoksa bir emri teab-büdî değildir. Size deniz hayvanlarını
avlamak halâl kılınmıştır) âyeti celîlesi de saydın sırf halâl bir şey
olduğunu ifade ediyor, yoksa her hâlde yapılması lâzım bir şey olduğunu ifade
etmiyor. Artık bu gibi karinelerle anlaşılıyor ki, av hakkındaki emir, vücub
için değil, ibahe içindir. Böyle bir delil, bir karine bulunmadığı takdirde ise
ba'delhazr, yâni: nehy ve men'den sonra vaki olan emrin de vücub ifade edeceği
şüphesizdir.
237 -: Mutlak olan, yâni: karineye mukarin bulunmayan bir
emir sigası, tekrarı iktiza etmez. Memurun bih bir kere yapılmakla emre imtisal
edilmiş ve memurun vazifesi nihayet bulmuş olur. Meselâ: bir zata su vermesine
emrolunan kimse, o zata bir defa su
vermekle bu emri yerine getirmiş olur, artık ona tekrar su vermekle mükellef
bulunmuş olmaz.
Kezalik: Bir kadını
kocaya vermeğe memur olan kimse, onu bir defa kocaya verse vazifesi nihayet
bulur. Artık onu dul kalınca tekrar kocaya veremez.
Kezalik: Bir kadını
boşamaya vekil olan kimse bu babdaki emre binaen kadım boşasa, tecdidi
nikâhtan sonra tekrar boşayamaz..
(imam Şafiîye göre
emri mutlak, tekrar ve ummu iktiza etmezse de bunlara ihtimâli bulunur.)
238 -: İfası emrolunan ibadetlerin tekerrürü, haklarındaki
emirlerin tekrarı iktiza ettiğinden dolayı değildir. Belki o ibadetlere mahsus
sebeplerin tekerrürüne mebnîdir ve şariin o babdaki sair beyanatına müstenittir.
Meselâ: Namazların
tekerrürü, namazı ikame ediniz) emrinden
dolayı değildir. Belki sebepleri
o] an vakitlerin tekerrüründen
ve Resulûllahm bunları o vakitlerde daima
kılmış bulunmasından dolayıdır.
Kezalik: cünüp olunca
temizlenmeğe çalışınız) âyeti kerimesindeki «fattahherû» emri, bizzat tekrarı
muktezi değildir. Belki bir vasıf ile, yâni: cünüblük hâlinin sübutile
mukayyet olduğundan dolayı guslün tekerrürünü iktiza etmektedir. Çünkü: «her
cünüb olduğunuzda yıkanınız» mealinde emredilmiş, binaenaleyh cünüblük hâli tekerrür
ettikçe taharetin vücubü de tekerrür etmekte bulunmuştur.
239 -: Memurünbihin edası, ya muayyen bir vakit ile mukayyet
olur veya mukayyet olmayıp mutlak bulunur.
Vakti mukayyeti, öyle
bir vakittir ki, onun çıkması o vakte mahsus olan bir vecibenin eda sıfatını
izale eder.
Meselâ: her günde beş
vakit namaz kılmakla memuruz. Bu namazlardan her birinin muayyen bir vakti
vardır. O namaz bu vakit içinde kılınmazsa eda sıfatını kaybeder, kaza nâmını
alır. Binaenaleyh namazların vakitleri, birer mukayyet vakittir. Ramazanı
şerif orucunun vakti de böyledir.
Vakti mutlaka gelince:
bu öyle bir vakittir ki, bunun fevt olması, o vakitte yapılacak bir ibadetin,
bir teslim muamelesinin eda sıfatını izale etmez. .
Meselâ: lâakal nisap
miktarı bir mal üzerinden bir sene geçince zekâtını vermek lâzımgelir. îşte bu
zekât hakkındaki vakit, bir vakti mut-laktır. Hemen sene nihayetinde verilmesi
eda oîaeağı gibi bir müddet sonra verilmesi de yine eda olmuş olur, kaza
sayılmaz.
240 -:
Mutlak emrin, mutlak olan vaktinde
yapılması, bu emre hemen imtisal edilmesi, mendub ise de, her hâlde lâzım
değildir.
Meselâ: Zekâtın senesi
içinde veya senesv hitamında hemen verilmesi mendubdur. Fakat, her hâlde vacib
değildir, bir müddet sonra da verilebilir ve yine eda olmuş olur.
Emri mutlak, böyle
fevri iktiza etmezse de bir karineye mukarin olunca fevrî, yâni: derhal
yapılması icap eder.
Meselâ: Bir efendi,
hizmetçisine: «Bana bir bardak su ver» diye emretse bu emir, her ne kadar
mutlak ise de hâl ve makam karinesile mukayyettir. Hizmetçi suyu bir müddet
tehir ederse bu emre imtisal etmemiş sayılır.
241 -: Emirlere ve memurunbihlere mahsus mukayyet vakitler
üç türlüdür.
(1) : Vakti
müvessa'dır. Buna «zarf» da denir. Namaz vakitleri gibi ki, kendisinde eda olunacak
memurünbihe maa ziyade kâfidir ve kendisinde ayni cinsten bir ibadet daha
yapılabilir. Meselâ: Öğle namazı vaktinde
öğle namazı kılınır, yine vaktin bir kısmı kalır, başka bir namaz kılınmasına
da müsait bulunur.
Bu nevi vakitler,
nefsi vücubun sebebidir. Şöyle ki: Böyle bir vaktin tamamı, o vakitte eda
edilecek namazın zarfıdır. Bu vaktin bunda kılınacak, farz namaza takaddüm
eden ilk cüz'ü de bu namazın farziyetine sebeptir.
Bu gibi vakitler,
ibadetler için bir miyar değildir. Yâni: yalnız o ibadetlere müsait olmakla
kalmayıp ayni cinsten başka ibadetlere de müsaittir. Bu veçhile böyle zarf
oîan vakitlerin hükmü kendilerinde eda edilecek ibadetlere niyet ederken o
ibadetleri tayin etmektir.
Meselâ: öğle namazı
kılınacak ise onu niyette tâyin etmek, bugünkü öğle namazını kılmaya -niyet
ettim, demek lâzımdır. Çünkü böyîe zarf olan bir vakit mazruf olan namazdan
geniş olduğundan bunda nafile veya kaza namazı da kılınabileceğinden bu tâyine
hacet vardır.
(2) :-Vakti
maziktir. Buna «mîyar» da denilir ki, ancak bir memurun bihin edasına müsait
olur. Ramazanı şerif orucunun vakti gibi ki, bir ramazan gününde yalnız bir
oruç tutulabilir. Fazla tutulamaz.
«Bu nevi vakitlerde
bunlarda eda olunacak memurun bihin vücubu-na birer sebeptir. Ramazanı şerif orucuna,
ramazanı şerif ayının sebep olması gibi. Çünkü bir mükellefe orucun farz
olması, bu vakte yetişmesi sebebiledir.»
Bu miyar nevinde
niyeti tayine lüzum yoktur. Meselâ: ramazan gününde mutlak oruca niyet
edilmesi kâfidir. Ramazan orucu diye tâyine hacet yoktur. Zira bu vakit, başka
oruca müsait değildir. Hattâ bir mükellef, ramazan gününde nafileye bile niyet
etse yine farz olan ramazan orucunu tutmuş olur. Vaktin miyar olması bunu
muktezidir.
(3) - :
Vakti meşkuktür. Buna «müşkil» de denir. Bu bir vakittir ki, bir bakımdan
müvessa, diğer bir bakımdan da miyara benzer. Hac vakti gibi ki, bir sene
ancak bir hacce müsait olduğu cihetle miyara müşabihtir. Fakat bir senenin
yalnız bazı aylarında hac erkânı yapılıp tamamında yapılmadığı cihetle de
müvessea müşabih bulunur.
Hattâ İmam Muhammed'e
göre hac, müvessean farzdır. Ömrün herhangi bir senesinde yapılabilir. îlk
iktidar senesinde yapılması icap etmez. Şu kadar var ki, muktedir olduğu hâlde
ilk sene hac etmeyen kimse, bilâhare hac etmeden vefat ederse asim olur.
îmam Ebu Yusuf'a göre
ise hac, muzayyakan farz olur. Yâni: ilk iktidar senesinde edası icap eder. Şu
kadar var ki, ondan sonraki senelerden birinde yapılınca yine eda sayılır.
İşte hac vakti, bu
ihtilâf bakımından müşkildir. Bir cihetten namaz vakitlerine, bir cihetten de
oruç vaktine müşabih görülmüştür.
Vakit, hacrin
şartıdır. Beytullah ise haccın sebebidir. Bu sebep tekerrür etmediği için hac
farîzesi de tekerrür etmez.
«Bu nevi vakitlerin
hükmü, memurun bihin, meselâ: haccın her hangi bir senei hayatiyede yapılsa
sahih ve eda olmasıdır ve yapılmadan vefat vukuunda da mükellefin günahkâr
olmuş bulunmasıdır. [12]
242 -: Şarii
mübînin emrettiği bir şey, vacip olunca bunu yerine getirmek = müstehikkma teslim
etmek ya eda veya kaza suretile olur. Şöyle ki: emredilen bir şeyin aynini
yerine getirmek edadır, mislini yerine getirmek de kazadır. Mamafih eda ile
kazadan her biri, aşağıda yazılı olduğu veçhile üçer kısma ayrılır:
(1) : Edayı
kâmildir. Bu, vacip --farz olan şeyin aynini bütün meşru olan evsafile,
şeraitile yerine getirmek suretile olan edadır. Farz bir namazı bütün âdabına
riayetle vakit içinde kılmak gibi.
Bir kimseden
gasbedilen bir malı olduğu gibi mağsubün minhe iade etmek de böyledir.
«Bu nev'in hükmü şudur
ki: mükellef, bu nevi eda ile vacibi tamamen ifa etmiş, onun uhdesinden çıkmış
olur.
(2) : Edayı
kasırdır. Bu. vacib olan şeyin aynini meşru vasıflarından bazıları noksan olmak Ü2ere yerine getirmek
suretile olan edadır. Farz bir namazı
cemaatsiz kılmak veya tâdili
erkânına riayet etmeksizin
kılmak gibi.
Gasbedilen bir köleyi
bir cinayet işledikten, meselâ: birinin bir malım itlaf ettikten sonra
mağsubün minhe iade etmek de bu kabildendir. «Bu nev'in hükmü de mükellefin
vacibi yerine getirmiş olmasıdır. Meselâ: mükellef, bu namaz ile
farizeî salâtı eda etmiş, borcundan kurtulmuş olur.
Keza: köle de mağsubün
minhe verilir de elinde iken ölürse gasıba bir şey lâzım gelmez. Çünkü bu hâlde
vacibin ayni müstehikkine verilmiş olacağı cihetle bu. bir eda olmuş olur.
Fakat bu ayn bazı noksanile verildiği için bu edada bir kusur vardır.
Binaenaleyh gasp meselesinde mahsubun minh, istirdat ettiği kölesini yaptığı
cinayetten dolayı meo niyün aleyhe def ederse kıymetini gasıptan alabilir.
Çünkü bu takdirde eda vasfı kalmamış olur. Bu cinayet, gasıbm elinde iken vuku
bulduğundan mahsubun, mağsubün minhe edası, gayri mümkün bir hâîe gelmiş
sayılır.
(3) : Kazaya
şebih edadır. Bu da bir bakımdan kaza gibi görülen bir edadır.
Meselâ: bir kimse, bir kadını
başkasının bir malını mehr tesmiye
ederek tezeVvüc etse de sonra hu malı satın alarak o kadına teslim eylese bu,
haddi zâtında tesmiye edilen mehrin aynini teslim olduğundan eda olmuş olur.
Fakat o mal hakkındaki sebebi mülkün tebeddülü, o malın tebeddülü mesabesinde
olduğundan bu bakımdan da sanki kadına bunun aynini değil, mislini vermiş olur.
Binaenaleyh bu cihetle
bu eda, kazaya benzer.
«Bu nev'in hükmü, bu
eda ile zimmetin vücubdan beri olmasıdır.. ŞÖyle ki: misâlimizde mehr tesmiye
edilen mâli zevç, eda etse zevce bunu kabule mecbur olur. Çünkü bunu vermek
bir edadır. Fakat zevç, bu mala bir sebeple mâlik olduktan sonra bunu başkasına
da verebilir. Meselâ: bu mal bir köle olsa bunu azad edebilir. Zira sebebi
mülkün tebeddülüne binaen bu mal sanki tesmiye edilen şeyin ayni değil de
mislidir. Bu hâlde zevç, bunu değil, bunun kıymetini zevceye verir.
(1) : Misli
mâkul ile kazadır. Bu da iki
nevidir. Biri kâmil olan bir misli mâkul ile kazadır. Gasbedilen
bir miktar buğdayın yerine yine o miktar başka buğday vermek gibi. Çünkü her
iki buğday da biribi-rinin kamilen mislidir.
Diğeri, kasır olan bir
misli mâkul ile kazadır. Misliyyattan olan bir mağsubün misli çarşı pazarda
kalmamış olmakla onun kıymetini vermek gibi.
Bir şeyi misli kâmil
ile kaza, tazmin, mümkün oldukça misli kasır ile kaza caiz olmaz. Meğer ki, hak
sahibi razı olsun.
Bir farz namazı namaz
ile, bir orucu da oruç İle kazada, mâkûl olan misli kâmil ile kazadır.
Hukukullahtan olan bir vacibe misli kasır ile kaza carî değildir.
(2) : Gayri
mâkul bir misi ile kazadır. Amden öldürülen bir insanın nefsini veya cerh
edilen bir uzvunu mal ile tazmin bu kabildendir. Çünkü nefs veya uzuv ile mal arasında aklın
anlayabileceği bir misliyyet yoktur.
Binaenaleyh bunları mal ile kaza etmek,
eda değil, mâkul bir misi ile kaza da değil, belki gayri mâkul
bir misi ile kazadır.
Böyle gayri mâkul bir
misi ile kaza, kıyas ile sabit olamaz. Belki ya nas ile veya delâleti nas ile
sabit olur. Meselâ: hata yolile katilden dolayı diyet nâmile bir mal verilmesi
nassı kur'a-nîsi He lâzım gelmektedir. Amden vuku bulup da herhangi bir
sebeple, meselâ: varislerden birinin af file, failinden kısas sakıt olan bir
katilden dolayı da bu nassın delâletine binaen diyet lâzımgelir. Zira hata
hâlinde diyet lâzımgelince bunun amd hâlinde de lâzımgelmesi evleviyette
kalır.
(3) : Edaya şebih kazadır. Bu da bir bakımdan eda gibi
görülen bir kazadır. Bir kadını başkasının gayri muayyen bir cariyesi mukabilinde
tezevvüç etmek gibi ki, bu takdirde orta hâili bir cariye veya onun kıymetini
vermek lâzım gelir. Bu kıymeti vermek ise edaya benzer bir kazadır. Çünkü
cariye mübhem olduğundan onun vasfı tayin edilmedikçe edası kabil olmaz.
Vasfının tâyini ise kıymetinin tâyinile kabildir. Bu cihetle kıymet asıldır.
Bunu ödemek edaya müşabihtir. Binaenaleyh zevç muhayyerdir. Dilerse cinsi malûm
olduğuna nazaran mutavassıt bir cariye verir ve dilerse vasfı meçhul olduğuna
nazaran Öyle bir cariyenin kıymetini verir. Zevce de hangisi verilse
kabule mecbur olur. [13]
243 - :
Emredilen şeylerin hüsn üe ittisafı meselesi, esasen ilmi kelâma aittir. Fakat
bundan usulü fıkıhta da
bahsedilmektedir ve bu hüsn ve kubh meselesi, cebr ve kader meselesile
alâkadardır. Biz burada bundan kısaca bahsedeceğiz.
244 - : Esasen hüsn ve
kubh = güzellik, çirkinlik dört
mânâya gelir. Şöyle ki:
(1) : Hüsn; bir sıfatı kemâl, kubh da bir sıfatı noksan
manasınadır. Meselâ: bilgi hasendir. Bilgisizlik de kabihtir.
(2) : Hüsn;
garaza uygun olmak, kubh da garaza aykırı olmaktır. Bu mânâca adalet-i
hasendir. Zulüm de kabihtir.
(3) : Hüsn; tab'a
mülayim olmak, kubh da tab'a münâfi
bulunmaktır. Bu bakımdan tatlı bir hasendir. Acı bir şey de kabihtir.
Bu üç mânâca hüsn ve
kubh: aklîdir, yâni: bunların güzelliğini, çirkinliğini akıl anlayabilir.
Velev ki, şarii mübîn tarafından bu bapta bir emir ve nehiy varid olmamış
olsun. Bunda ihtilâf yoktur.
(4) : Hüsn;
dünyada medhe, ahirette sevaba vesile olmaktır. Kubh da bilâkis dünyada zerame,
ahirette ikaba sebebiyet vermektir. Bu mânaca ibadetlerden her biri hasendir.
Masiyetlerden her biri de kabihtir.
Bu mânâca olan bir
hüsnü kubhun aklî mi. yoksa şer'î mi olduğunda ihtilâf vardır. Nitekim aşağıda
bildirilecektir.
245 - : Şarii mübîn tarafından emredilen = memurun bih olan her şey hasendir; nehiy
edilen = menhiyyün anh olan her şey
kabihtir.
Acaba bir memurun bih,
haddi zâtında hasen olduğu için mi emredilmiştir?. Yoksa emrolunduğundan
dolayı mı hüsnü sıfatını ihraz etmiştir?. Bu hususta başlıca üç. mezhep
vardır.
(1) : Eşaire
mezhebidir. Bunlara göre, hüsn, emrin mucebidir. Yâni : emir, memurun binin
hüsnünü icap eder. Memurun bih, şarii mübîn tarafından emredildiği için güzellik sıfatım ihraz
etmiş, bu emri yerine ffetiren kimse hakkında sevaba vesile olmuştur. Yoksa o,
haddi zâtında güzel olduğundan dolayı emredilmiş değildir. Biz, şariin
emirleri-. böyle telâkki ederiz, memurun bibin haddi zâtında güzel olup olmadığını
kestiremeyiz, o bizce meçhuldür.
Meselâ: Nikâh ile sifah,
mütesavi fullerdir. Şer'i şerif, nikâhın meşruiyetini, şifahin da gayri
meşruiyetini emretmiş olmasaydı biz bunların arasında hüsn ve kubh bakımından
olan farkı tâyin edemezdik.
Binaenaleyh bir şeyin
güzel veya çirkin, yâni: sevabı veya azabı müstelzinı olduğuna hükmeden, şer'i
şeriftir. Akl ise bu husustaki, şariin hitabını, hükmünü anlamak için bir
âlettir, bir vasıtadır.
Akıl bir şeyin hüsn ve
kubhuna hükmedemiyeceği cihetledir ki, fetret zamanında yaşamış olanlar,
îmandan zahil bulunmuş olmalarından dolayı muazzep olmayacaklardır. Nitekim:
âyeti kerimesi bunu nâtıktır. Eşairenin bu mezhebine Hanefî âlimlerinden bâzı
zatlar da kail olmuşlardır.
(2) :
Mutezile mezhebidir. Bunlara göre hüsn,
emrin medlulüdür, muktezasıdır. Me'murünbih, haddi zâtında güzel olduğu
içindir ki, onunla emrolunmustur. Bunun bu güzelliğine hükmeden ise akıldır. Bu güzellik şer'i
şerifin beyanatı olmasa da akıl ile anlaşılabilir. Şu kadar var ki, şer'i
şerif, memurun bihin bazısında akla gizli, kapalı kalan güzelliği açığa vurur,
onu keşfeder, beyan buyurur.
Meselâ: Allahü
Tealâ'ya iman haddi zatında hasendir. Bujıun hüsnünü şer'i şerif beyan etmese
de akü idrâk edebilir. Binaenaleyh fetret çağlarında yaşayanlar da
ma'rifetüllâh ile mükellef bulunmuşlardır. Namaz kılmanın, zekât vermenin
güzelliği de böyledir. Şarii hâkimin hita-batı bulunmasa bile insan bu gibi
güzel amelleri takdir edebilir.
(3) :
Cumhuru Hanefiyenin mezhebidir. Bunlara göre de hüsn, emrin medlulüdür,
muktezasıdır. Memurun bih, hasen olduğu içindir ki, şarii hâkim tarafından
emrolunmuştur. Şarii mübîn, hakîm
olduğundan' haddi zâtında güzel olmayan bir şey ile emretmez. Şu kadar var ki,
bu babda hâkim olan akıl değil, şer'i şeriftir. Çünkü hasen olan bir şeyden dolayı
Allahütealâ'nm ukbada mükâfat
vereceğine akıl hükm edemez, Allahütealâ üzerine bir şey vacip değildir.
Belki bu hususta hâkim olan, Şer'işeriftir, Cenabihakkm güzel ameller mukabilinde kendi
fazlile mükâfat vereceğini haber vermiştir. Binaenaleyh şariihakîm, emretmese 1(ü insanlarda ahkâmı şer'iye ile mükellef olmazlardı. Bundan yalnız Haktealâya iman
müstesnadır. Fetret devirlerinde
yaşayanlar da bu imanın
hüsnünü anlayabilecekleri cihetle
bununla mükellef bulunurlar. Çünkü akü, büsbütün muattal değildir.
«Evet., akıl, bir çok
şeylerin hüsnünü kesbe, tefekküre, mukaddimeleri tertibe muhtaç olmaksızın
bilir. Faydalı olan doğru bir sözün güzelliği gibi. Bâzı şeylerin hüsnünü de
bir tefekkür neticesinde anlar. Bir mazlumu bir zâlimden kurtarmak için iltizam
edilen bir yalan sözün
güzelliği gibi.
Vakıa akıl,
şer'işerifin bir kısım hükümlerindeki güzelliği ancak şerişerifin vürudünden
sonra kavrayabilir. Fakat Allahütealâ'nm varlığını, birliğini tasdik gibi bir
akidenin güzelliğini sari' tarafından işitmeden evvel de anlayabilir.
Binaenaleyh ehli fetret de bu akide ile mükellef bulunur. âyeti kerimesinde
nefyedilen azapdan nıurad ise ya dünyevî bir azaptır, istisal suretiîe olan bir
cezadır. Veya zamanı fetrette namaz, oruç gibi şeyler ile teklif bulunmadığı cihetle
bunlardan dolayı azaba istihkak bulunmadığını beyandır.
Emirlerin hüsnü
hakkındaki bu ihtilâf, nehiylerin kubhu hakkında da bu veçhile carîdir. [14]
246 -: Şarii
hakîm tarafından emrolunan bir şeydeki güzellik, ya îiaynihî bir hüsündür veya
ligayrihi bir hüsündür. Yâni: memurünbih, ya kendi zâtmdaki bir güzellikten
dolayı hasendir, veya başkasında sabit bir güzellikten dolayı hasendir.
Meselâ: biz iman ile
memuruz, imandaki hüsn ise bir hüsni zatîdir. Bu hüsn başkasından alınmış
değildir. Binaenaleyh iman, lizatihî hasen olan bir memurun bihtir.
Biz cihad ile de
memuruz. Fakat cihad haddi zâtında insanları tâzi-be, beldeleri tahribe sebep
olacağı için lizatihî güzel değildir. Belki dini ilâya,islâm yurdunu müdafaaya
vesile olduğu için güzeldir. Binaenaleyh cihad, lizatihî değil, ligayrihî
hasendir.
247 -: Liaynihî hasen de iki kısımdır. Birisi ligayrihî
hasene hiç benzemeyen hasendir ki, buna «hakikaten liaynihî hasen» denir.
Allahü-tealâya iman gibi. Diğeri, ligayrihî hasene benzer gibi olan liaynihî hasendir
ki, buna da «hükmen liaynihî hasen» denilir. Oruç, zekât, hac gibi ki, bunlar
kendilerinde biraz zahmet veya maldan mahrumiyet bulunduğundan ligayrihî
hasene benzerlerse de haddi
zâtında yüksek birer ibadet
oldukları cihetle liaynihî hasendirler.
248 -:
Hakikaten lizatihî hasen olan memurun bihler de iki türlüdür. Birisi; hüsni zail,
hakkındaki teklif asla sakıt olmayan memurun
bihtir. İmanda rüknü aslî olan tasdik
gibi ki,
bunun hakkındaki teklif - asla kalkmaz. Cebir ve ikrah hâlinde de bu
tasdikin kalbde mevcut bulunması icap eder. İkraha mebnî itikadı tebdil etmek
caiz olmaz.
Diğeri; teklifin
sukutunu kabul edecek bir hâlde bulunan memu-rünbihtir. îmanın rüknü zaidi
sayılan lisânen ikrar gibi ki, bu ikrah veya âciz hâlinde sakıt olur. Bu
ikrarın bulunmamasından dolayı mes'uü-yet teveccüh etmez.
Kezalik: namazda
Allahütealâ'ya tazime ve arzı şükrana vesile olduğu için hakikaten lizatihî
hasendir. Fakat ikrah veya hayiz ve nifas gibi özürlere mebni hakkındaki teklif
sakıt olur.
249 -: Ligayrihî hasen olan memurun bihler de iki türlüdür.
Birisi; öyle bir memurun bihtir ki, onu yapmakla ona hüsn veren o gayirde
yapılmış olur. Cihad ve 'cenaze namazı gibi. Bunları ifâ edince bunların
mabihilhüsnü olan îlâyi din, hakkı meyyite riayet gayesi de ifâ edilmiş olur.
Diğeri; Öyle bir
memurüa bihtir ki, onu işlemekle o gayr de işlenmiş olmaz. Abdest gibi ve cuma
namazına koşmak gibi ki, abdest namazın şartı olduğu için hasendir. Fakat
abdest almakla namaz vücude gelmiş olmaz. Cuma namazına koşmak da cuma namazına
kavuşmaya vesile olduğu için hasendir. Fakat mücerret bu koşmakla cuma
namazına iştirak edilmiş olmaz.
250 - : Alelitlâk
liaynihî hasen olan bir memurun bibin hükmü, onun ya eda ile veya vücubünü
izale eden bir şeyin uruzile sakıt olmasıdır.
Meselâ: Farz bir namaz
liaynihî hasendir. Edâ olunmakla zimmetten sakıt olacağı gibi cinnet veya
hayiz ve nifas gibi bir arızadan dolayı da sakıt olur.
Ugayrihî hasen olan
memurun bihin hükmü de onun hüsnüne vasıta olan şeyin vücubîle vâcib, sukutile
sâkit olmaktır. Meselâ: abdest ligayrihi hasendir. Bunun hüsnüne vasıta olan
namazdır. Binaenaleyh namaz vacip olunca abdest de vacip olur. Namaz vacip
olmayınca abdest de vacib olmaz.
Kezalik: bazı
manialardan dolayı dini ilâhiyi neşre çalışmak vacib olmayınca cihad da vacib
olmaz. Müsaleha yapmış bir düşmana karşı cihad edilmemesi gibi.
251 -: Şarii
mübîn tarafından vukubulan bir emir, liaynihî mi hasen, yoksa ligayrihî mi
hasen olduğuna dair karine bulunmayan bir memurun bihin sukuta ihtimâli olmayan
hakikaten liaynihî hasen kısmından olmasını iktizâ eder. Çünkü mutlak,
kemâline masruftur. [15]
252 -: Şarii
miibîn; hakimdir, herkese kudreti, istitaati dahilinde olan şey ile emreder,
bir kimseyi yapamayacağı bir şey ile mükellef tutmaz.
Meselâ: Biz İfâsına
muktedir olduğumuz için namaz ile, oruç ile mükellef bulunmaktayız. Muayyen
miktar servetimiz olmadığı takdirde zekât ile mükellef olmayız.
253 -: Bir kimsenin yapmasına kadir olmadığı bir şey ile
mükellef tutulmasına «teklifi mâla
yutak» denir. Bizce böyle bir teklif
vâki değildir. Çünkü teklifin şartı, emredilen şeye memurun muktedir olmasıdır.
Vakıa bazı kere
insanlara yapamayacakları bir şey ile emrolunur. Meselâ: Kur'anıkerîm'in bir
mucizei kelâmiye olduğunu inkâr edenlere: haydi bunun bir sûresinin benzerini
getiriniz) diye emrolunmuştur. Fakat bu emir, bir emri teklifi değildir, belki
muhataplara âcizlerini bildirmek için yapılmış bir -emirdir ki, buna «emri
tâcizî» denir.
254 -:
Teklifi mâlâyutak» sayılacak emirler, üç kısma ayrılmıştır:
(1) :
Teklifi mâlâyutakın en yüksek mertebesidir. Bu, haddi zâtında mümtenî olan bir
şey ile tekliftir ki, ne vâki, ne de caizdir. îki zıddı, iki nakizi cem etmek,
bir şeyin mahiyetini değiştirmek gibi.
Meselâ- Bir an, hem
gece, hem de gündüz olamaz. Bir kimse bir anda hem diri, hem de ölü olamaz.
Dört adedi hem çift, hem de tek olamaz. Bir şey altın olduğu hâlde
mahiyetinden gikıp bakır olamaz. Bir kimse, meselâ 1360 senesinde İstanbul'da
bulunduğu hâlde başka yerlere gidip beş sene, on sene vakit geçirdikten sonra
yine 1360 senesinde istanbul'a dönmüş olamaz. Bütün bunlar, haddi zâtında
mümtenidir-ler. Bunlar, kudretin taallûkuna müstait değildirler. Binaenaleyh
böyle bir şey ile teklif vâki olamayacağında ittifak vardır.
(2) : Teklifi
mâlâyutakın orta mertebesidir. Bu, kudreti ilâhiyeye nazaran mümkün, insanlara
göre âdeten mümteni' olan bir şey ile tek liftir.
Göğe çıkmak, bir cisim yaratmak, bir Ölüye can vermek gibi ki. bunlar AUahütealâ'nın kudretine
göre mümkündür. Fakat insanlara gö re —harikulade hâller müstesna olmak
üzere-âdeten mümteni'dir. Bi naenaleyh böyle bir şey ile teklif vâki olabilir
mi, olamaz mı diye ihti lâf olunmuştur. Mâtürîdilere göre böyle bir
teklif, hikmeti ilâhiyeye
muvafık olmadığı için ne vaki, ne de caizdir. Mu'tezilere böyle bit tekli fin
cevazına kail değildirler. Onlara göre kulları hakkında eslâhı yarat inak,
yapılması âdeten mümkün olmayan şeyleri kullarına emretmemek Allahütealâ'ya
vacibdir. Böyle bir teklif ise bu vücuba münafîdir.
Mu'tezilenin bu vücub
iddiası doğru değildir. Ehli sünnetten olan. Mâtürîdiler, bu nokta
itibarile Mu'tezilerden ayrılmış bulunmaktadırlar.
Eş'arİlere göre İse
böyle bir teklif vâki değilse de aklen caizdir. Çünkü Haktealâ kulları üzerinde
dilediği gibi tasarruf edebilir. Böyle bir emirde bulunması da istibad
edilemez. O: (Lâyüs'elü amma yef'al)
dir.
(3) :
Teklifi Mâlâyukatın aşağı mertebesidir. Şöyle ki: Allahütealâ' bir şeyin
vukubulacağım veya bulmayacağını ezelî olan ilmi ile bilir. Artık olacağını
bildiği şey, herhalde mukadder olan vakti gelince vücu-de gelir, olmayacağım
bildiği şey de asla vücude gelemez,. aksi takdirde cehil lâzım gelir. Haktealâ
ise cehilden münezzehdir. Binaenaleyh Alla-hütealâ vücude gelmeyeceğini bildiği
bir şeyi vücude getirmek için bir kuluna emirde bulunsa bu, böyle bir teklifi
mâlâyutak kabilinden olur. Ebu Cehile îman etmesi için emir gibi. Bu nevi
teklifi mâlâyutak bilit-tifak vâkidir. Çünkü bu neviden olan bir memurun bihi
yerine getirmek haddi zâtında mümkündür. Nitekim misâlimizdeki iman haddi
zâtında mümkündür. Biz insanların kudretleri haricinde bir şey değildir. Nitekim
milyonlarca insanların imanları buna şahittir. Ebu Cehil ile emsali hakkında
imanın mümteni olması ise Allahü Tealâ'mn bilmesinden dolayı değildir. Belki
bunların kendi iradelerini, ihtiyarlarını, suiistimal etmelerinden dolayıdır.
Bunların ihtiyarlarını suiistimal edeceklerini Al-îahütealâ bildiği için iman
etmeyeceklerini de bilmiştir. Başka bir tâbir ile bunların iman etmemeleri
bunların ademi imanını Allahütealâ'mn bildiğinden dolayı değildir, belki
bunların ademi imanını Allahütealâ'mn bilmesi, bımların ihtiyarlarını
suiistimal edeceklerinden dolayıdır. Çünkü ilim malûma tâbidir, yoksa malûm
ilme tâbi değildir.
Meselâ: Bir muvakkit,
filân saatte küsûf vukubulacağım bilir. Şüphe yok ki, küsûfun vukuu muvakkitin
bu bilmesinden nâşi değildir, belkî muvakkitin. bu bilmesi, küsûfun vukubulacağmdan
nâşidir.
Artık böyle bir
teklif, haddi zâtında muhal ile teklif demek değildir. Binaenaleyh böyle bir
teklif hem caiz, hem de vâkidir. Bunda da ittifak vardır. [16]
255 - : Bir
kimsenin bir şeyi yapmakla mükellef, memur olabilmesi için o şeyi çok kere
meşakkat çekmeksizin yapabilmeğe kadir olması lâzımdır. Bu da kendisinde alât
ve esbabın selâmeti mânâsmca bir kudretin bulunmasına mütevakkıftır. Bu kuvvet
bulunmadıkga emir ve teklif caiz olmaz. Aksi takdirde teklifi mâiâyutak lâzım
gelir.
Memurda bulunması icap
eden bu kudret, «kudreti mümekkine» ve «kudreti müyessire» nâmile iki kısmıdır.
256 - :
Kudreti mümekkine; emredilen şeyi
yapmaya temkin ve iktidara sebep olacak
derecede bulunan kudrettir. Bu kudret, her vacibin şartıdır. Kendisinde
böyle bir kudret bulunmayan kimse, ne namaz gibi vâcibatı bedeniye ile, ne de
zekât gibi vâcibatı maliye ile mükellef olmaz. Çünkü şart bulunmadıkça meşrut
da bulunmaz.
257 -:
Kudreti müyessire; emredilen şeyi
suhuletle yapabilmek için temkin ve
iktidara sebebiyet veren yüksek
derecedeki kuvvettir. Bu da
vâcibatı maliyenin şartıdır. Bu kuvvet bulunmayınca malî vâcibat zimmete
teallûk etmez. Zekâtın ve öşrün vücubü = yâni farziyeti gibi.
258 -:
Kudreti mümekkine ile vacib olan bir şey, bu kudretin zevalinden sonra da
zimmette kalır, sakıt olmaz. Meselâ: namaz, kudreti mümekkine ile vacib olur, bilâhare mükelleften namazı
kılabilmeye mahsus olan bu kudret zail olsa bundan evvelki kazaya kalmış
namazlar, yine uhdesinde bir borç olarak kalmış olur.
Farizai hac ile
sadakai fitır da böyledir. Çünkü kudreti mümekkine. bir şartı mahzdır, bunun
muahharan zevalinden dolayı bununla evvelce zimmete terettüp etmiş olan bir
vecibe sakıt olmaz. Nitekim nikâh için şahitlerin vücudu bir şartı mahzdır,
nikâhtan sonra şahitler vefat etseler de nikâh bozulmuş olmaz.
259 -:
Kudreti müyessire ile vacib olan bir şey, bu kudretin zevali hâlinde zimmetten
sakıt olur. Bu vacibin devamı için bu kudretin devamı şarttır. Çünkü şarii mübîn,
bâzı vaciblerin ifasını
böyle kolaylık verecek bir kudretin vücudüne bağlamıştır. Bu kolaj^lık
bulunmayınca bu vücub da bulunmaz. Bu da şarii
hakimin mükellefler hakkında bir
eseri rahmeti demektir.
Meselâ nisaba, yâni:
haceti asliyesinden başka en az iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altına
veya bunların muadili ticaret malına mâlik olan bir müslüman hakkında zekât
farz olur. Bu zekât, müddeti içinde daha verilmeden nisab telef veya zayi olsa
bu zekât vecibesi zimmetten sakıt olur. öşür de böyledir.
Kudreti müyessirede
bir nevi illiyet vasfı vardır. Bu, illet hükmün-' de bir şarttır. İlletin
zevali ise malûlün zevalini iktiza eder,
Maamafih zekât gibi,
öşür gibi vâcibatı maliye, telef veya ziya' hâlinde zimmetten sakıt olursa da
itlaf ve istihlâk hâlinde sakıt olmaz. Zekâtın vücubünden sonra zekâtı
verilecek malı sarf ve istihlâk gibi. Çünkü bu, bir taksirdir. Taksir ise
teysire sebep olamaz.
260 - :
Selâmeti alât ve esbab mânâsmca olan kudret,
emredilen şeyin vücubü edasının şartıdır, yoksa
nefsi vücubün veya nefsi edanm
şartı değildir. Şöyle ki: biz, bir şey ile memur olunca üç nevi vücub karşısında
kalmış oluruz, birincisi: «nefsi
vücub» dür. Bu zarurîdir, bizim
ihtiyarımıza, ittilâımıza muhtaç
değildir. Biz uykuda olsak da bu vücub
tahakkuk eder. Namaz vaktinin dühulile farziyeti salâtın tahakkuku gibi.
ikincisi: «Vücubü
eda»dır. Bu hususta bizim ihtiyarımız vardır. Uyanık bir kimse hakkında namazın
son vaktinde tahakkuk eden farziyeti edası gibi.
Üçüncüsü: «Nefsi eda»
dır ki, bu da emredilen şeyi bilfiil yapmaktan ibarettir.
Meselâ: bir kimse bir
ay sonra vermek üzere bugünden itibaren bir şahsa bir mal bedelinden yüz kuruş
borcu bulunsa zimmetine bu borç, şimdiden terettüp etmiş olacağı için nefsi
vücub bulunmuş olur. Fakat vücubü eda bulunmuş olmaz. Çünkü müddeti bitmedikçe
bunu vermeğe mecbur değildir. İşte kudret, bu edanın şartıdır. Maamafih o
kimse, daha müddet bitmeden bu borcunu verebilir. Bunu verince nefsi eda
vücu-de gelmiş, kendisi de borçtan kurtulmuş olur.
Kezalik: zad ve
rahileye mâlik olan bir müslüman hakkında hac hususunda nefsi vücub bulunur.
Muayyen günleri içinde vücubü edada tahakkuk eder, haccı ifâ edince de nefsi
eda vücude gelmiş, bu fariza da yerine getirilmiş olur.
Bir fakir müslüman, zad
ve rahileye mâlik olmadan hac etse yine nefsi eda vücude gelir, bununla bu
farize ifâ edilmiş olur, artık o müslüman bilâhare zad ve rahiîeye mâlik olsa
da uhdesine tekrar bu farizanın edası terettüp etmez. Çünkü nefsi eda için
kudret şart olmadığından bu nefsi eda, zad ve rahileye tevakkuf etmeksizin
şer'an muteber olmuş olur.
261 -:
Medarı teklif olan kudretten murad, evvelce de işaret edildiği üzere esbab ve
alâtın selâmeti mânâsmca bir kudrettir.
Bu kudret ise
emredilen şeyi yapmadan evvel teklif zamanında mevcut olmak lâzım gelir.
Emredilen şeyi yapmaya mukarin olan kudret ise: «İstitaat maalfiiU nâmını alır
ki, bu kudret, yapılan şeyin bir illeti tammesi sayılır ve teklif zamanında mevcut olmayıp ancak
fiil zamanında tecelli
eder.
Meselâ: Biz, bir
meseleyi yazmak için esbab ve alâta mâlikiz. Elimiz, şuurumuz, kuvvetimiz
yerinde, kitabete vâkıf, kaleme ve hokkaya mâlik bulunuyoruz. Kâğıdı elimize
alıp meseleyi yazmak için meydanda bir mania yok. işte bu hâl, esbab ve alâtın
selâmeti mânâsma bir kudrettir. Bu bir şeyde bilfiil müessir değildir. Çünkü
fiilden mukaddem--dir. Belki bu kudret, meseleyi yazmamız hakkında vukubulacak
bir emrin şartıdır. Kalemi elimize alıp o meseleyi yazdığımız ande de bizde fiile
mukarin bir kudret bulunmuş olur. Bu kudret ile o fîli meydana getirmiş
bulunuyoruz. Bu kudret, ancak fîle mukarin olarak belirdiği için evvelce mevcut
değildir. Binaenaleyh bizim meseleyi yazmakla memur olmamız için şart < -n
kudret, bu değildir. Çünkü bu olsa emir ve teklif zamanında rnr- e bulunmadığı
için bu emir ve teklif bir teklifi mâ-lâyutak kabilinden olmuş olur. Belki
istitaat denilen bu kudret; illet mânâsını hâiz bir kudrettir, fîle
mukarrindir. Filde müessirdir. Araz kabilinden olduğu cihetle kendi kendine
kaim değil, belki fîl ile kaimdir. Bir mükellef, bu istitaat sebebile «kâsib»
vasfını alır. [17]
262 -: Nehiy; lügatte men etmek, yasak etmek demektir.
Usuliy-yûna göre: bir lâfızdır ki, onunla bir şahsın bir işten çekilmesi cezmen
isti'lâ tarikilc istenilir, o şey de «menhiyyün anh» nâmını alır. < Yalan
söyleme, haram yeme, gıybet etme»
sözlerindeki söyleme, yeme, etme lâfızları gibi.
Nâhî, yâni nehy eden, menhîye,
yâni nehy edilen şahsa mavkian _
müsavi olursa nehy sigası,
iltimasa hami olunur, onun
dûnunda bulunursa nehy sığası niyaz ve istirhama mahmul olur. Bir
kulun: «Yarab-bü. beni muazzep etme»
diye dua etmesi gibi. «Şöyle yapılmamasını isterim» gibi tâbirler de nehy
sayılmaz.
263 -:
Nehyin muktezası, nehyedilen fîli terkte devam etmektir ve o fîlin kabin = çirkin olmasıdır. Yâni: dünyada zemme, ahrete
de ikaba sebep bulunmasıdır.
Meselâ: «Haram yeme,
yalan söyleme» denilse bununla haramdan, yalan söylemekten aleddevam menedilmiş
olur ve bununla haramın, yalan söylemenin kabih olduğu anlaşılır. Şu kadar var
ki, muvakkat olduğuna delâlet eden bir karineye mukarin olan bir nehy,
aleddevam terki iktiza etmez. «Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayınız»
buyurul ması gibi ki, namazdan men, sarhoşluk zamanına münhasır bulunmuş olur.
264 - : Mâtürîdiyeye
göre kubh, nehyin muktezasıdır. Yâni:
bir mütekaddim lâzımîdir, yoksa
mucebi değildir. Demek ki, menhiyyün anh, haddi zâtında kabih olduğu
içindir ki, şer'işerif onu nehy etmiştir. Yoksa şer'işerif, nehy ettiği için
kabih olmuş değildir.
Meselâ: yalan
söylemek, zulm etmek, haksız yere adani öldürmek fiilleri aklen kabihtirler.
Bunun içindir ki, bunlar bütün milletlerce memnu, makduh bulunmuştur. îşte
şarii mübîn, hakim olduğu için bu çirkin şeyleri nehy ve men etmiş, bu
husustaki memnuiyeti akliyeyi te'-yit buyurmuştur.
Bâzı şeyler de vardır
ki, onların zatlarmdaki kubh, gizlidir, herkes onların kubhma infazı nazar
edemez. Şarii hâkîm, onları nehy etmekle kıbhlarmı izhar buyurmuştur.
265 - :
Eşaireye göre kubh, nehyin
mucebidir, menhiyyün anh şer'işerif tarafından nehy edildiği için
kabili olmuştur. Yoksa kabih olduğu için nehy edilmiş değildir.
Bu babdaki ihtilâf,
—emir bahsinde de beyan olunduğu üze-n-hüsn ve kubhün aklî olup olmaması
meselesinden ileri gelmiştir.
266 -: Nehyedilen şeyler, kubh itibarile «liaynihî kabih», «ligay-rihî kabih» nevilerine ayrılır.
Liaynihî kabih de «liaynihî vasfen kabih» ve «liaynihî va'zan kabih»
kısımlarına ayrılmıştır. Ligayrihî
kabih de «ligayrihî vasfen kabih»,
«ligayrihî mücaviren kabih» kısımlarına mün-kasimdir.
267 -: Kabih
liaynihî; aynî, yâni: kendi zati
kabih olup kııbhu başkasından münbais bulunmayan menhiyün anhtir ki,
iki kısma ayrılır.
Birisi: liaynihî
vasfen kabihtir ki, kubhu akl ile malûm olup va-zıı lûgât tarafından kubhuna
delâlet eden bir tâbir ile ifade edilmiş bulunan menhiyün anhtir. Yalan, zulüm
mefhumları gibi ki vazı, aklen kubhu malûm olan hakikate muhalif söz için «kizb
-yalan» tâbirim ve başkasının hakkına tecâvüz etmekten ibaret olan çirkin bir
fiile de «zulüm» tâbirini vaz etmiştir. Sonra şarii mübîn de bunların
çirkinliğini bunları nehy etmek suretile beyan buyurmuştur. Dinsizlik, küf ram
nimet de böyledir.
Diğeri: üaynihî şer'an
kabihtir ki, bir akde mahal olmaya kabiliyet li bulunmamasından veya bâzı
şartların fikdanmdan dolayı şariimübîn tarafından nehy edilmiş ve bu suretle
çirkinliği haber verilmiş olan şeydir, Hür inşam satmak gibi.
Mebiin şer'an
mütevakkim mal olması lâzımdır. Hür insan ise şer'an mütevakkim bir mal
değildir, bunun satılması, memlûklere ve sair mallara kıyasen tecviz
edilmemiştir, bunun hakkındaki bir satış muamelesi şer'an çirkindir.
Binaenaleyh bu, bey'a mahal olamaz.
Bu iki kısmın hükmü,
hem aslen, hem de vasfen meşru olmamaktır, yâni: butlandır. Meselâ: zulüm,
daima bâtıldır, daima gayri
meşrudur.
Hür insanı satmak da
her zaman bâtıldır, hiç bir vakit caiz görülemez.
268 -: Kabih
ligayrihî; kendi zâtına nazaran kabih olmayıp başka bir şey İle alâkasından
dolayı kabih olan menhiyün anhtir ki, bu da iki kısımdır.
Bir kısmı, ligayrihî
vasfen kabihtir ki, bu kubhun menşei olan o gayr, o başka şey, menhiyün anhin
vasfı olup ondan ayrılması kabil bu-, lunmaz. Şer'an memnu olan günlerde oruç
tutmak ve gayri meşru mu-karenette bulunmak gibi. Şöyle ki: oruç, haddi zâtında
haseri iken mücerret memnu günlere müsadif olduğu takdirde kabih olmuş olur.
Çünkü «eyyamı menhiyye» denilen ramazan bayramının ilk gününde ve kur ban
bayramının dört gününde ehli îman için bir ziyafetullah vardır, müminlerin bu
ziyafete icabetleri lâzımdır. Bugünlerde oruç tutan bir mümin ise bu
ziyafetten kaçınmış olur. îşte bu kaçınma, o günlerde tutu-( lacak oruçların
infikâkı kabil olmayan bir vasfıdır, işte bu irâz vasfından dolayı o oruçlar,
kabihtir.
Mukarenet fiili de
haddi zâtında kabih değildir. Menkûhada olduğu gibi. Fakat zina suretile olan
gayri meşru mukarenet, nesebin ziyama, âlemin intizamını bozmaya, başkalarının
hukukunu ihlâle sebeptir. Bunlar ise zinanın birer sabit vasfı bulunmaktadır.
Binaenaleyh zina vasfen kabih bulunmuştur.
Bu kısmın hükmü de
liaynihî kabih gibi butlandan ibarettir.
Diğer kısmı, ligayrihî
mücaviren kabihtir ki, bunda menşei kubh olan o gayr, menhiyyün anhin muttasıl
vasfı olmayıp yalnız mücaviri mukarini bulunmuş olur. Cuma namazı için ezan
okunurken yapılan alış veriş gibi. Bu vakitte satış muamelesi nehy edilmiştir.
Satış ise haddi zâtında kabih değildir. Belki o vakte mukarin olan bir satış
muamelesi kabihtir. Çünkü o vakitteki bir bey'e ve şir'a muamelesi, cuma namazı iqin emredilen sa'ye münafidir. Bu sa'yi ihlâle
sebeptir. İşte bu ihlâl -ebebiyîe o vakitteki satış muamelesi nehy edilmiştir.
Bu ihlâl, bu sa'yi tprk hâli ise cuma ezanı okunduğu zamanda yapılacak bir bey1
ve şira-Va mücavirdir. Fakat ona muttasıl bir vasıf değildir, ondan
ayrılabilir. Meselâ: insan hem cuma namazına koşar, hem de koşarken alış veriş
yapabilir veya hem cuma namazına koşmaz, hem de alış veriş yapmaz. îşte böyle
bir sebepten dolayı nehy edilen bir şey de ligayrihî mücavi-ren menhiyün anh
bulunmuş olur.
Zevceye âdeti
esnasında takarrüpte de bu kabildendir. O esnadaki ezadan, tab'in nefretine
sebep olacak bir hâlden dolayıdır ki, o takar-rüp menhiyyün anh bulunmuştur. O
eza ise bu menhiyyün anhin bir vasfı değil, bir mücavirMir.
Bu ikinci kısım, liaynihî
kabih hükmünde değildir. Bu kısımda ba-zan fesat bulunsa da butlan mevzuubahs
olamaz. Bunda kerahat ve manevî mesuliyet bulunursa da yapılan bu muamele
üzerine yine bir hüküm terettüp eder. Meselâ: cuma ezam okunurken, yapılan bir
beyi muamelesi yine sahih olur. Ve kendisine âdeti hâlinde tekarrüp edilen bir
zevceden doğacak çocuğun nesebi yine sabit olur ve bu tekarrüp ile kadının
mehri teekküt edip tamamı lâzım gelir. Böyle bir tekarrüple zevci evvel
için tahlili şeride husule gelmiş
bulunur.
289 -:
Nehiyler, ya ef'ali hissiye veya ef'ali şer'iye hakkında vu-kubulur. Ef'ali
hissiye; vücudu mahsus olan ve şer'işerifte hakikaten matlûp bir hükme mevzu
teşkil etmeyen fiillerdir. Katil, zina fiilleri gibi.
Ef'ali şer'iye; şer'an
tahakkuku bir takım şartlara bağlı olan vo matlûp bir hükme mevzu teşkil eden
fiillerdir. Nikâh, beyi, icare gibi.
Gerek ef'ali hissiye
ve gerek ef'ali şer'iye hakkındaki nehiyleo, menhiyyün anhin ya liaynihî veya
ligayrihî kabih olduğuna delâlet eden bir karineye mukarin olur veyahut mukarin
olmaz. Mukarin olmayanlara «nehyi mutlak», mukarin olanlara da «nehyi mukarin»
denilir.
270 -:
Ef'ali hissiye hakkındaki nehyi mutlak, menhiyyün anhitı liaynihî kubhını
iktiza eder, nehyi mukarin de menhiyyün anhin ligayrihî kubhını iktiza eder.
Meselâ: «Kimseyi
haksız yere öldürmeyiniz» tarzındaki bir nehiy, ef'ali hissiyeden olan katil
fiilinden men'i muktezîdir. Bu nehiy, bir karineye mukarin değildir.
Binaenaleyh bu katil liaynihî kabihtir. Çünk'i nehy mutlak, kubhın kemâlini muktezîdir.
Zevceye âdeti
esnasında mukarenet edilmemesi hakkındaki nehiy ise «eza» karinesine mukarin
olduğu cihetle liaynihî değil, ligayrihî kubhi iktiza etmektedir.
271 -: Ef
ali şer'iye hakkındaki nehyi mutlak, menhiyyün anten vasfen ligayrihî kubhini
iktiza eder. Bu hâlde menhiyyün anh aslen sahih olup vasfen fasit bulunur.
Meselâ: Mütekavvim bir
malı mütekavvim olmayan bir mal mukabilinde satmak şer'an memnudur. Bu
husustaki nehy, ef'ali şer'iye-den olan beyi muamelesi hakkındadır ve
mutlaktır. Binaenaleyh böyle bir bey, vasfen fasittir, hakkında beyi fasit
hükmü cereyan eder.
Ef'ali şer'iyye
hakkındaki nehyi mukarin ise karinenin ifade ettiği şeyi iktiza eder, karineye
tâbi olur. Şöyle ki: karine menhiyyün an-hin liaynihî kubhını iktiza ederse
menhiyyün anh, liaynihî kabih hükmünde olup bâtıl bulunur. Henüz anasının
karnında bulunan yavruyu satmak gibi. Çünkü bu cenin, henüz bir mütekavvim mal
değildir, şer'i şerif ise mütekavvim mal olmayan şeyin bey'ini bâtıl kılmıştır.
O hâlde böyle bir yavrunun satılmaması hakkındaki nehiy de butlanı iktiza
eder.
Bilâkis karine,
menhiyyün anhin ligayrihî kubhına delâlet ederse bakılır: Eğer bu kubha menşe'
olan başka şey, menhiyyün anhe muttasıl bir vasıf ise menhiyyün anhin fesadını
iktiza eder. Şartı fasit ile yapılan beyi gibi ki, bu şart bey'in bir vasfı
lâzımı olduğundan buna mukarin olan bir satış hakkındaki nehiy, o satışın
şer'an fasit olmasını muktezi olur. Fakat o başka şey, menhiyyün anhe yalnız
mücavir ise menhiyyün anhin kerahatinİ iktiza eder. Mağsup yerde kılman namaz
gibi ki, o yer bu namazın bir vasfı
değildir, belki buna mücavir bulunmuştur.
272 -: imamı
Şâfiîye göre ef'ali şer'iyye hakkındaki mutlak ne-hiylerde ef'ali hissiyedeki
mutlak nehiyler gibi menhiyyün anhin liaynihî kubhunu iktiza eder. O hâlde
menhiyyün anh, fasit değil, bâtıl olmuş olur. Çünkü nehyi mutlak, kemâle
masruftur. Binaenaleyh kubhun kemâlini muktezi olur. Ve kabih olan bir şey bir
masiyettir, artık onda sıhhat ve meşruiyet bulunamaz.
Buna cevaben deniliyor
ki: şer'î fiiller hakkındaki mutlak nehiy, butlanı iktiza etseydi menhiyyün
anhin mensuh, gayri kabili icra bulunmuş olması lâzım gelirdi. Eğer nehiy
edilen şeyin yapılması ve üzerine bir hüküm terettüp etmesi kabil olmasaydı
nehye lüzum kalmazdı. Âmâyı görmekten men etmek gibi olurdu. Bir şey,
mütesavverülvücut olmalıdır ki, ondan nehiy, abes olmasın ve bu nehye imtisal
edip etmeyenin itaat ve isyanı tahakkuk edebilsin.
Masiyet cihetine
gelince bu, menhiyyün anhin vasfına nazarandır. Sıhhat ve meşruiyet ise menhiyyün
anhin aslı itibariledir. Böyle cihetler başka başka olduğundan masiyet ile
meşruiyet, içtima etmiş olamaz.
Velhâsıl: Şâfiîler,
ibadetlerde olduğu gibi muamelâtta da kubhun derecatım nazara almıyorlar.
Onlara göre ibadetlerde olduğu gibi muamelâtta da bâtıl ile fasit birdir.
Hanefîlere göre ise yalnız ibadetlerde bâtıl ile fasit bir hükümdedir.
Muamelâtta ise bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Bâtıl, aslen ve vasfen meşru
olmayan şeydir. Fasit ise aslen meşru olup yalnız haricî vasıfları itibarile
meşru bulunmayan şeydir. Bu cihetle hükümleri de başka başkadır.
273 - : Bir
şey ile emir, o şeyin zıddının hürmetini müstelzim olur. Eğer o zıddın
vücudu, emir ile maksut olanı fevt ederse.
Meselâ: iman ile emir,
küfrün hürmetini müstelzimdir. Çünkü küfür, imanı müfevvittir. Böyle tefvit
bulunmazsa memurun bihin zıddı, mekruh olmuş olur.
Bilâkis bir şeyden
nehiy, o şeyin zıddının yüçubünü müstelzim olur. Eğer o zıddın ademi, nehiy ile
maksut olanı tefvit eder ise.
Meselâ: küfürden
nehiy, imanın vücubünü müstelzimdir. Zira iman bulunmazsa maksudun binnehy olan
terki küfür bulunmamış olur. Böyle müfevvit olmazsa menhiyün anhin zıddı,
bazan bir sünneti müekkede mahiyetinde bulunur.
imam Şafiîye ve imam
Gazalîye göre muayyen bir şey ile emir, zıd-dından nehiy değildir. Ve onu aklen
iktiza etmez. [18]
274 - :
Mutlak; bir has lâfızdır kî, delâlet ettiği efrattan lâalet-tâyin birini ifade
eder, bu efradın hepsine şayi olursa da ihata veçhile şâmil olmaz.
Meselâ: insan lâfzı
mutlaktır, bir çok ırklara, memleketlere mensup fertlere delâleti vardır.
Fakat bir kimse; «Ben bugün bir insan ?le görüştüm» dese lâalettâyin bir insan
ile görüşmüş olduğunu söylemiş olur. Yoksa muayyen bir ırka veya memlekete
mensup bir insan ile görüşmüş olduğunu söylemiş olmaz.
275 -:
M;ukayyet; bir has lâfızdır ki, delâlet ettiği efrattan herhangi birine şayi
olmayıp bunlardan muayyen birini veya
bir nevini ifade eder.
Meselâ; beyaz insan,
siyah at, mümin köle tâbirleri birer mukayyet lâfızdır.
Binaenaleyh bir kimse,
«ben bugün bir beyaz insan gördüm» dese beyaz ırka mensup insanlardan birini
görmüş olduğunu söylemiş, bununla o insanın siyahı olmadığını ifade etmiş
olur.
276 -:
Mutlak itlakı üzere, mukayyet de takyidi üzere cari olur. Bir zaruret
bulunmadıkça bunlardan biri diğerine hamlolunmaz. İşte mutlak ile mukayyedin
hükümleri budur. Meselâ: bir kimse: «Bana. bir at al» diye bir şahsa vekâlet
verse o şahıs, bu vekâlete mebni herhangi bir atı alabilir. O kimse, «Benim
maksudum Arap atı idi veya Acem atı idi» diye bunu kabulden kaçmamaz. Çünkü at
lâfzı, mutlaktır, bu ıtîakı üzere carîdir. Fakat «Bana bir Arap atı al» demiş
olsa o şahıs bir Acem atı alamaz. Zira Arap atı sözü, mukayyettir, bu kay-de
riayet lâzımdır.
İşte kitap ve sünnetteki
mutlak ve mukayyet lâfızlar hakkında da, bu esas, carîdir.
Meselâ: Keffareti
yeminden dolayı «Rakabe» azad edilmesi emro-lunmuştur. Rakabe ise mutlaktır.
Mümin olan memlûke de, gayri mümin olan memlûke de delâleti vardır.
Binaenaleyh yemininde hanis olan bir müslüman, herhangi bir Rakabeyi azad etse
keffaretini yerine getirmiş olur. Amma hataen katilden dolayı «Rakabei
mümine»yi azad etmek ile emir olunmuştur. Rakabei mümine ise mukayyettir,
rakabei gayri mümineye şâmil değildir. Binaenaleyh hataen katilden dolayı mümin
olmayan rakabeyi azad etmek kifayet etmez.
277 -: Bir
mesele hakkında biri mutlak, diğeri mukayyet olmak üzere iki delil bulunsa
bunlardan hangisile amel edilir?. Mutlak mukayyetle hamledilirse itlakın hükmü
iptal edilmiş olur, hamledilinezse iki delil arasında bir münafat vücude gelmiş bulunur.
O hâlde bakılır: eğer
mutlak ile mukayyetten biri diğerine hami için bir ıztırar ve mecburiyet
görülmezse, yâni: her birinden anlaşılan mânâ, maksat, başka bulunursa mutlak
itlakı üzere, mukayyet de takyidi üzere carî olur. Fakat bir ıztırar, bir
mecburiyet görülürse, yâni: mutlaktan anlaşılan mânâ ile mukayyetten anlaşılan
mânâ müttehit bulunursa o zaman mutlak, mukayyede hamlolumır.
Meselâ: Kefareti
yeminden dolayı rakabet azat etmekle memuruz. Keffareti katilden dolayı da bir
mümin rakabe azat etmekle mükellefiz. Burada hâdiseler başka başkadır.
Binaenaleyh mutlakı mukayyede hami lâzım gelmez, yâni: kefareti yeminden dolayı
da azad etmekle memur olduğumuz rakabenin mümin olması icap etmez. Bu,
Hanefî'ye göredir.
«Şafiîlere geünce
: onlara göre burada mutlak, mukayyede hami olunur. Çünkü buradaki iki hüküm, kefaret olmakta müttehittir. Mücerret kefarette iştirak ise bu iki
hükümden birinin diğerine ilhakım iktiza eder. Mutlak olan hüküm, sakittir.
Mukayyet olan hüküm ise na-tıktır, yâni: rakabenin vasfım mübeyyindir. Natık
ise, sakite müreccahtır. Binaenaleyh mercuh olan mutlak, racih olan mukayyede
hami olunur.
Buna cevaben demliyor
ki: mücerret kefaret isminde ittihat, bu kefaretlerin mahiyetlerinde ittihadı
müstelzim olmadığından hükümlerinde de ittihadı müstelzim olmaz.
Fakat keffareti
yeminde rakabe azat etmeğe kadir olmayanlar için: âyeti kerimesiîe mutlak üç
gün oruç tutması emrolun-m ustur, îbni Mes'ud Hazretlerinin meşhur olan
kıraetinde iseid, gidiye bu üç gün muttasıl olmakla mukayyet bulunmuştur. Hâdise
ise müttehittir. Bir orucun müteferrik üç günde tutulması hakkındaki bir emir
ise muttasıl üç günde tutulması hakkındaki emre müna-fidir, münakızdır.
Binaenaleyh burada bu münafattan ihtiraz için mutlakı mukayyede hami için bir
zaruret vardır.
278 -: îtlak
ile takyit, bir hükmün nefsinde değil, sebebinde veya illetinde veya şartında
bulunsa biri diğerine hamledilmez, her birile ayrıca amel olunur.
Meselâ: sadaki fıtırın
vücubü hakkında iki hadisi şerif vardır. Biri emridir ki, mutlaktır. Diğeri:
emridir ki, müslîm olmakla mukayyettir. Binaenaleyh burada mutlak, mukayyede
hamlolunmaz. Hem müslim olan köle için, hem de gayri müsüm olan köle için
efendisinin sadakai fıtri vermesi lâzımdır. Çünkü sadakai fıtrin sebebi vücubü,
rakabei nüfustur. Bu rakabe, müslim olup olmamakla mukayyet değildir. İkinci
hadisdeki «minelmüslimîn» kaydı ise bu sebebe ait bulunmuştur. Bu ise mutlakın
mukayyede hamlini istilzam etmez. Her iki köle için de sadakai fıtır vermekte
bir münafat yoktur.
Şafiîler ise bu
hususta da natık, sakitten evlâdır.»
diye mutlakı mukayyede hamletmektedirler. Itlak ile takyidin hükümde olmasile
sebepte veya şartta olması arasında fark görmüyorlar.
Buna karşı deniliyor
ki: nâtık ile sakit arasında tearuz bulunmalıdır ki, natıkiyet ciheti tercih
edilsin. Burada ise böyle bir tearuz yoktur. [19]
279 - : Âm, bir
lâfızdır ki, gayrı mahsur müsemmeyatın hepsine birden şâmil oîur, hepsini birden ihata eder.
Binaenaleyh Zeyd, Ânır gibi âlemler, ebeveyn, imameyn gibi tesniye sigaları,
müsemmalan mahsur olduğundan âm değildirler.
280 - :
Elfazzı âmme, iki nevidir. Birisi: sigası da, mânâsı da âm olan lâfızlardır. Bu
nev'e «mecmuullâfzı velmânâ» denir. Errical, ennisa gibi muarref cemi
kelimeleri bu kabildendir.
Kezalik:hadisi
şerifindeki «eleimme» ve hadisi şerifindeki «elenbiya» lâfızları
birer lâfzı ânıdır.
Böyle errical
elenbiya, essemavât gibi muarref cemiler, birer lâfzı âmdir. Çünkü bunların ne
kadar recül, nebî, sema olduğu bu sığalara nazaran mahdut, mahsur değildir.
Velevki bunların mahdut oldukları haricî bir delil ile sabit bulunsun.
İkinci nev'i, yalnız
mânâları âm olan lâfızlardır. Bu nev'e «müfredül-âfz, müstağrakülmanâ» denilir.
Kavm, reht. Men, mâ, mehma, keyf, ey-yühum gibi tâbirler bu cümledendir. (Hurufu maanî bahsine müracaat!) «Elbeyi»,
«elmal» gibi lâm ile muarref olan kelimeler de elfazı umumdandır.
Muzaf olan ismi
cinsler de âmdir. âyeti kerimesindeki «emr» lâfzı gibi ki «külli emrihî»
demektir,
Nefi ve nehiy
siyakında bulunan nekireler de âmdır.
âyeti celîlesindeki «şey» gibi.
281 - :
Âmmın hükmü, efradı hakkında kat'iyyüssübut olmasıdır. Yâni: âm bir lâfzın
hükmü, delâlet ettiği fertlerin hepsi hakkında birden sabit olur. Diğer bir
tâbir ile âm, bunların hepsine birden şâmil bulunur.
Meselâ: bir kimse,
kölesine «her ne zaman filân işi yapar isen azad ol» dese köle o işi herhangi
bir zaman yapsa azad olur. Çünkü «her ne zaman» tâbiri âmdır.
Kezalik: nazmı
gerifindeki «elmal», «elbenun» tâbirleri birer lâfzı âmdır. Bununla her malın
ve her ibnin dünya hayatının ziyneti olduğu beyan buyurulmuştur.
282 -: Elfazı âmme bazan tahsis olunur. Şöyle ki: kitab
kitab ile, sünnet sünnet ile tahsis olunduğu gibi kitab ile sünnet, sünnet ile
de kitabı tahsis olunabilir. âyeti celîlesi kitab ile sünnetin tahsis
olunacağına bir delildir. Çünkü sünnet de şeyler cümlesinden olduğu cihetle
kitab onu da mübeyyin bulunur. Sünnet ile kitabın tahsis edilebileceğine delil
de; Resulü Ekrem'in bütün dinî beyanatının vahy ve ühama müstenit bulunmuş
olmasıdır. Elverir ki, o sünnet, tevatür veya şöhret tarikile sabit olsun ve
nüzul ile vürud zamanları mu-karin bulunsun.
Meselâ: âyeti
kelimesindeki umum, rub'u dinarın dûnundaki bir malı sirkatten dolayı kat'ı yed
lâzımgelmeyeceği-ne dair olan bir hadisi şerif ile tahsis edilmiştir.
282 -: Âm, iptidaî emirde bir delîîi kat'î ile tahsis
edilebilirse de, delili zannî ile tahsis edilemez. Yâni: bir âmmın hükmünden
tenavül ettiği fertlerden bazıları bir delili kat'î ile ihraç edilebilirse de
haberi vâ-hid gibi, kıyas gibi bir delili zannî ile bidayeten ihraç edilemez.
Çünkü âm kuvvetlidir, kat'iyüssübuttur, zaif olan bir delil ile takyidi muvafık
değildir. Meselâ: muharip olan müşriklerin kâf fesini öldürmek hakkında bir
emri ilâhî vardır. Bu emir umumîdir. Fakat bu umumiyet, müste'minîe-rin
öldürülmemesi hakkındaki diğer bir emri kat'î ile tahsis edilmiştir.
Artık böyle muhasses
bir âm, bilâhare bir delili zannî ile de tahsis edilebilir. Nitekim muharib
olan müşrikleri öldürmek emri, müste'min-ler hakkındaki bir emri kat'î ile
tahsis edildiğinden bu katil emri, bunların ihtiyarlarım, koca kadınlarını,
gocuklarını öldürmemek hakkındaki haberi ahad kabilinden olan bir hadisi şerif
ile de tahsis edilmiştir. Çünkü âm, bidayeten bir kat'î delîl ile tahsis
edilmiş olunca şümul kuvvetini kaybetmiş olacağından bilâhare zannî bir delîl
ile de tahsise mahal bulunmuş olur.
283 -:
Şafiîyeye göre âm, istiğrak ve şümul ifade ederse de bu ifadesi, kat'î olmayıp
zannîdir. Binaenaleyh âmmın hükmünü
bir zannî delîl ile bidayeten tahsis de
caizdir.
Hanefiyeye göre
tahsis, bir tağyirdir, kavi olan âmmın hükmünü zaif olan bir delîl tağyir
edemez. Şafiîiere göre ise, tahsis, tağyir değil, bir tefsirdir.
Şunu da ilâve edelim
ki, âm olan lâfızlar, yalmz üçe kadar tahsis edilebilir, ondan fazla edilemez.
Çünkü cem'in akalli üçtür. Ancak müf-reti marife mesabesinde olan «ennisa» gibi
menfî ma'rifelerin münteha-yi tahsisi birdir. Binaenaleyh: ben kadınlarla evlenmeyeceğim» cümlesinde
böyle bir tahsis carî olabilir.
284 -: Âm
kat'iyyet ifade ettiği gibi has da kat'iyyet ifade eder. Bir hâdise hakkında
biri âm, diğeri hâs olmak üzere
zahiren birbirine muarız görülen iki delîü kat'î bulunursa bakılır: Eğer
bu iki delilin, aralarım tevcih kabil olsa tevcih edilir, her birile âmel
edilmiş olur. Tevcih mümkün değilse bir mahlas aranır. Şöyle ki:
(1) : İki
delilden biri nüzul veya —hadisi şerif olduğuna nazaran-vürud itibarile
diğerine mukarin olursa, yâni: ikisi de bir, zamanda nüzul veya vürud etmiş ise
hâs, âmmı muhassıs olur. âyeti kerimesinde olduğu gibi ki bunda bey'in halâl
olduğu umumî oir halde beyan buyurulmuş iken riba suretile olan bey'in hürmeti
de beyan buyurulmuş, bu veçhile bey'in hillindeki umumiyet, bir lâfzı hâs olan
riba ile tahsis edilmiştir.
(2) : Hâs
olan delîl, âm olan delilden muahhar olursa hâs, şâmil olduğu miktar
nisbetinde âmnun hükmünü nesheder. Meselâ: âm olan bir âyeti kerimeye nazaran
kocası vefat eden bir kadının —gebe olsun olmasın-dört ay on gün iddet
beklemesi lâzımdır. Bundan evvel başka bir kocaya varamaz. Bu âyeti celîleden
sonra nazil olan diğer bir âyeti kerimeye nazaran da gebe olan bir kadının
iddeti hamlini vaz etmekle nihayet bulur, velev ki kocasının vefatından
itibaren bir kaç ay geçmiş ol-
masın.
İşte hâs olan ve
tarihi nüzulü muahhar bulunan bu ikinci âyet, min vechin âm olan evvelki âyetin
hükmünü gebe olan kadınlar hakkında nesh etmiştir.
(imamı Şafiîye göre
âm, zannî olduğundan kat'î olan hâs
ile her hâlde tahsis olunur. Gerek
tarihleri malûm olsun ve gerek olmasın.)
(3) : Âm olan delîl, hâs olan delilden muahhar
olursa hassın hükmünü nesh etmiş,
ortadan kaldırmış olur. Meselâ: bir
aralık Medinei Münevvere'ye gelip hasta
bulunan bir kabile efradı hakkında tedavi için Medinei Tahire haricinde bulunan
sadaka develerinin sütlerinden ve sidiklerinden
istifade etmeleri emrolunmuştu. Bilâhare; hadisi şerifile sidiğinden
kaçınılması emrolundu. İşte bu ikinci emir, âm ve muahhar olduğundan hâs ve
mukaddem bulunan birinci emri nesh
etmiştir. Binaenaleyh tedavi için de olsa bevlin içilmesi mubah olamaz,
(4) :
Âm ile hâssın nüzul veya vürud tarihleri
meçhul bulunursa mukarenete hamlolunur. Bu hâlde her ikisile de amel kabil ise
amel olunur. Kabil değilse tercih bilâ müreccih lâzım gelmemek için esbabı tercih
aranır. Hangisi müreccah görülürse
onunla amel olunur. Meselâ:
bunlardan biri bir şeyin Miline, diğeri de hürmetine delâlet etse hürmete
delâlet eden tercih olunur. .Şarii
hâkimin muharremate olan itinası mübahata olan itinasından ziyadedir. İhtiyatta
bunu muktezîdir.
(5) : Âm
olan bir delîl; kitab ile, sünnet ile tahsis edileceği gibi ba-zan akl ile,
veya örf ve âdet ile de tahsis edilir. Meselâ: nazmı celîlindeki umumdan zatuüah aklen kat'î surette müstesnadır.
Çünkü AUahütealâ
mahlûk olamaz ve bir zat kendisini yaratamaz. O zatın kendisinden mukaddem
olması lâzımgelir ki, bu aklen muhaldir, Binaenaleyh bu âyeti kerimedeki «külli
şey'in» tâbiri zatı bâriye şâmil değildir.
Keza: bir kimse, «ben
baş yemem» diye yemin etse serçe gibi bir kuşun başım yemekle hanis olmaz.
Çünkü böyle âm olarak söylenilen bir baştan Örf ve âdete göre yiyilmesi mut ad
olan koyun başı gibi başlar kasdedilir. Bunun kuş başına şümulü yoktur.
Âm, bazan da efradının
bir vasıf itibarile noksan veya ziyade olması sebebile tahsis olunur. Meselâ:
bir kimse, «benim her memlûküm azad olsun» dese bu sözü mükâtebine şâmil olmaz.
Çünkü mükâtebde-memlûkiyet vasfı noksandır, o rakabeten memlûk ise de yeden
memlûk değildir, kazancı kendisine aittir.
Kezalik: bir kimse,
fâkihe -meyva yememeğe 3'emin etse üzüm yemekle hânis olmaz. Zira üzümde fâkihe
olmak vasfından başka gıda olmak vasfı da vardır.
285 -:
Âmlar, bir bakımdan da üç kısma ayrılır: Birincisi: umumî üzere kalıp kendisinde
tahsis carî olmayan anılardır. âyetlerinde olduğu gibi.
ikincisi:
kendilerinden husus murad olunan anılardır. Meselâ: nazmı çelîlindeki nâsdan
murad mükellef olan insanlardır.
Üçüncüsü: Tahsis
olunmuş bulunan anılardır. nazmı celîlinde olduğu gibi ki, bundan ıztırar
haleti tahsis edilmiştir. O hâlde meyteden hayatı kurtaracak
kadar yiyilmesi haram değildir.
286 -: Tahsis edilen bir âm mütebaki efradı hakkında yine
hakikat olarak kalır.
287 - :
Resulüekrem Efendimizden sahabei kiramın
hikâye etmiş oldukları bir fiil, umuma delâlet etmez. Meselâ: Peygamberimiz
Aîeyhisselâm Kabe'de namaz kıldı) denilmiş olsa bu namaz, farz ve nafile namazlara şâmil olmaz.
Çünkü ispat siyakında bulunan bir nekire, taammüm etmez. Fakat zahiren
umuma .delâlet eden bir lâfız ile hikâye edilen bir fiil, umum ifade eder.
Resulüekrem gareri satmaktan nehy
buyurdu) gibi ki, her beyi garere, yâni: denizdeki balığı,
havadaki kuşu satmak gibi şeylere
şâmildir, bunların satılmalarının menhiyyün anh
olduğunu müfittir.
288 -: Bir âm lâfza mukarin olan istisna, şart, sıfat gibi
şeyler, o âmmı tahsis etmiş sayılmaz. "Meselâ: «cuma gününden başka her
gün meşgulüm» denilse her gün tâbiri; yine gayri muhassas bir âm sayılır.
Cumanın maadasına olduğu gibi şâmil olur. [20]
289 -: Lâfzı müşterek, müteaddit mânalara başka başka
vazedilmiş olan lâfızdır. Meselâ: «ayn» lâfzı, hem göz mânâsına hem de güneg,
altın, diz kapağı, su kaynağı gibi mânâlara vazedilmiştir.
Kezalik: «Cariye»
lâfzı, hem memlûk olan kadın mânâsına hem de sefine mânâsına mevzudur.
«Müşteri» lâfzı da hem satın alıcı mânâsına hem de bir yıldıza isim olmak
üzere vazolunmuştur.
290 -:
Müşterek bir lâfzın hükmü, müteaddit mânâlarından hangisinin kasdedildiği
anlaşılıncaya kadar tevakkuftur.
Mânâlarından biri bir teemmül ve tetkik neticesinde tereccüh edince bu mâna
kabul edilir, diğer mânâları artık nazara alınmaz.
Meselâ: âyeti
kerimesindeki «kuru» lâfzı müşterektir. Müfredi olan «kur'» lâfzı, hem hayz,
hem de, tuhr mânâsına mevzudur. Fakat hanefîler, bir tetkik neticesinde bunun
hayz mânâsına olmasını, Şafiîler de tuhr mânâsına olmasını tercih etmişlerdir.
Tercih edilen mânâ «müevvel» olmuş olur.
Maamafih Şafiîlerce
umumî müşterek caizdir. Yâni: onlara göre, bir müşterek lâfzın bir söyleyişte
müteaddit mânâları birden kasdedile-bilir.
Fakat Hanefîlerce
böyle bir şey, bazan bir lâfz ile iki muarız mânânın birden kasdedilmesini
müstelzim olacağı cihetle caiz görülmemiştir.
Meselâ: «cevn» lâfzı,
hem siyah, hem de beyaz mânâsına gelir. Binaenaleyh «filân şey cevndir»
denilse bunun hem siyah, hem de beyaz olduğu nasıl kasdedilmiş olabilir?.
291 -:
Müevvele gelince: bu da müteaddit mânâlarından biri, bir delili zannî -ile veya
reyi galip ile diğer mânâlarına tercih edilen lâfızdır.
Meselâ: «nikâh» lâfzı,
hem akdi izdivaç mânâsına, hem de mukare-neti cinsiye mânâsma mevzudur. nazmı
şerifinde-ki «tenkihe» lâfzı, vati -mukarenet mânâsına hamledilmiş olduğu cihetle
bu mânâsında müevvel bulunmaktadır.
Kezalik: «bain» lâfzı;
hem hissi ayrılığı hem de nikâh rabıtasından ayrıhğa mevzudur. Bir kimsenin
refikasına karşı talâk müzakeresi esnasında «enti bâinün» = sen hainsin»
demesi, talâka hamlolunur. Bu hâlde bain lâfzı nikâh rabıtasından ayrılık
.mânâsında müevvel bulunmuş olur.
292 -: Müevvel lâfzın hükmü, medlûlile amelin vücubudur. Maamafih
böyle bir lâfzın racih görülen mânâsına hamledilmesi, hata ihtimâlinden hali
olamaz. Bu cihetledir ki, şer'î bir
hususta müevvel olan bir mânâyı inkâr eden, tekfir edilemez.
Meselâ: müzakerei
talâk esnasında söylenen «sen bainsin» sözü talâka hamledilerek o veçhile
hüküm lâzım gelir. Fakat bu söz ile mücerret hissî ayrılık kasdedilmiş olması
da muhtemeldir. Buna binaen de, zevcin böyle bir kasitte bulunmuş olduğuna ait
iddiası, diyaneten tasdik edilir. nazmı
şerifindeki nikâh ile mukarenet mânâsı mu-rad olduğunu inkâr da küfrü müstelzim
olmaz. [21]
293 - :
Zahir, mücerret sigasını işitmekle mânâsı anlaşılan, ken-disile ne kasdedildiği
tefekküre muhtaç olmaksızın malûm olan lâfızdır. Meselâ: nazmı şerifi, bey'in halâl olmasını ifade hususunda zahirdir.
294 -:
Zahirin hükmü, yakinen malûm olan mânâsiyle ameün vü-cubüdür. Vakıa zahir bir
lâfız, mânâya vaz'ı bakımından has ve âm olabilir. Bu cihetle te'vile, tahsise
ihtimali vardır. Fakat mücerret bu ihtimâl, zahirin yakinen bilinen mânâsile
amelin vücubüne mâni değildir.
295 -: Nas'sa gelince: bu da; alelitlâk söz mânâsında
istimal edildiği gibi nazmı kur'ana ve lâfzı hadise de nas denilir. Usulcülere
göre nas: mütekellim cihetinden ileri
gelen bir sebeple, meselâ: ne gibi bir maksada mebni söylenmiş olması
karinesile zahirden ziyade açık vazıh olan sözdür ki, âm olacağı gibi hâs da
olabilir.
Meselâ: nazmı celili,
Allahütealâ'nın birliğini, şerikten münezzeh olduğunu beyan hususunda bir
nas'dır. Çünkü bu nazmı celil, Hâhktealâ'nın vahdaniyetini beyan için nazil
olmuştur.
296 -: Nas'sm hükmü, sığasından kat'ı surette anlaşılan şey
ile amelin vücubudur. Te'vile, tahsise,
nesha ihtimâli vardır. Fakat
mücerret "bir ihtimal, açık olan ve katiyen malûm bulunan
mânâsiyle amelin vücubüne bir mania teşkil etme2. Meselâ.- âyeti celilesi, bey
ile riba arasında fark bulunduğunu beyan hususunda nas'dır. Çünkü bu âyeti
kerimenin makabli bir karinedir ki, bu âyeticeli-le, bey ile riba arasında
mümaselet bulunmadığını beyan, bey ile ribayı bir sayanları red için nazil
olmuştur. Binaenaleyh ribadan kaçınmanın vücubü de açıkça anlaşılmış, tahakkuk
etmiştir. [22]
297 - :
Müfesser, kendisine lâhik olan beyanı takrir veya beyanı tefsir sebebile
nasdan daha vazıh olan lâfızdır ki,
te'vile, tahsise ihtimâli bulunmaz.
Meselâ: nazmı
celilindeki melâike, «küllühüm ecmaun» lâfızlarının lühukile müfesser olmuştur.
Artık «acaba bütün melekler secde ettiler mi, ettiler ise birlikte mi. yoksa
müteferrik surette mi secde ettiler ?>, diye bir suale mahal kalmamıştır.
Kezalik: nazmı celilindeki salât, hadisi şerifile, zekât ds «avli
nebevî-sile müfesser bulunmuştur.
298 -: Müfesserin hükmü, kendisile amel ve itikadın
vücubudur. Müfesserin yalnız nesha
ihtimali vardır, mânâsı her veçhile vazıhtır, bunda te'vil ve tahsis
ihtimali olmadığından ifade ettiği mânânın katiyetine itikat vaciptir.
Meselâ: nazmı
celilindeki melâikenin tahsisine ihtimâl kalmamıştır. Çünkü «küllühüm>:
kavli şerifi buna mânidir.
Kezalik: nazmı
şerifindeki tairden murat, herhangi bir kuştur. Bundan bir mecaz olarak hızlı
yürür herhangi bir mahlûk murat olması ihtimâli yoktur. Çünkü bu ihtimâl iki
kanadile uçar» vasfile bertaraf edilmiştir.
299 -: Muhkeme gelince; bu da: nesha ihtimâlden hali olduğu
cihetle müfesserden daha kuvvetli olan
lâfızdır. Meselâ: cennet ehlinin cennette müebbet
kalacaklarını tebşir eden: nazmı celili,
muhkemdir. Çünkü bunların cennette muhallediyeti «ebeda» kay-dile te'kit edilmiş bu hulutl ile uzun bir müddet murat edilmiş olması ihtimâli kalmamıştır.
300 - :
Muhkemler, iki nevidir. Birisi: liaynihi muhkemdir ki,
onun nesha
ihtimâli olmadığı ilk nüzul veya vürut
tarihinden itibaren taayyün etmiştir.
Meselâ: cihat kıyamete
kadar vakit vakit vuku
bulacaktır) hadisi şerifi muhkemdir, cihadın kıyamete kadar devam edeceğini
nâtıktır. Bunda esasen nesha ihtimâl yoktur. Binaenaleyh liaynihi muhkem
bulunmuştur.
Aİlahütealâ'nın olup
olacağını haber verdiği şeylerde r.esh
ihtimâli ve hakikate muhalefet şaibesi olamayacağından onlar da bu bakımdan liaynihi muhkemdirler. Sıfatı
iîâhiyeyi nâtık olan'âyetler de bu cümledendir. Bütün bunlar mahalli keiâm itibarile muhkem
sayılırlar: âyetleri gibi.
Diğeri: ligayrihi
muhkemdir ki, nesha ihtimâli vahyin inkıtaile veya Resulüekrem'in ahirete
irtihaliie munkati olmuş bulunur. Namaz, zekât, oruç gibi farizeler hakkındaki
emirler bu cümledendir.
301 -:
Muhkemin hükmü, kendisile amelin vücubü, hakikatine itikadın lüzumu, tearuz
vukuunda zahire, nassa, müfessere, tefevvukudur. Şöyle ki: zahir, nas, müfesser
ve muhkem sayılan deliller arasında bir tearuz görülürse, bunlardan binnisbe
kuvvetli olanlar, diğerlerine tercih edilir, yâni: nas zahire, müfesser nassa,
muhkem de müfessere tercih olunup diğeri istidlalden sakıt olur.
Meselâ: herhangi bir
hâdise hakkında âdil kimselerin şahadetleri kabul edileceği hususunda: âyeti
kerimesi nas-dır. Bir bakımdan müfesserdir. Adalet vasfının zikredilmesi, âdil
kimselerin şahadetleri kabul edileceğini izah ve tefsir mesabesindedir. Halbuki,
afif, muhsen kimselere zina isnat eden kimselerin şahadetleri kabul edilemez.
Velev ki, bilâhare tevbe ederek adalet vasfını ihraz etsinler. Zira: onların
şahadetlerini ebediyen kabul etmeyiniz) emri ilâhisi, bu hususta muhkemdir.
Binaenaleyh evvelki nassa müreccah olup onu takyit etmiştir. Şu kadar var ki,
nas kabilinden olan bir haberi vahit ile zahir kabilinden olan bir âyeti kerime
arasında tearuz görülse bu nas, o zahire tercih edilemez. Çünkü haberi vahit
ile katiyyüssübut olan âyet arasında müsavat yoktur.
Meselâ: nazmı
kur'anisi, kocasından ayrılmış kadının kendi kendine evlenebileceği hakkında
zahirdir. = nikâh ancak veli ile yapılabilir) hadisi şerifi ise nikâhın sıhhati
için velinin rizası şart olduğu hususunda nasdır. Fakat âyeti kerime,
nıüte-vatir olduğundan ona haberi ahad kabilinden olan mezkûr hadisi şerif
muarız olamaz. [23]
302 -: Hafi,
sigası itibariyle mânâsı zahir olduğu hâlde ânz olan bir sebep ile
raütekellimin maksadına delâlet hususunda kapalı olan lâfızdır.
Meselâ: sârik lâfzı,
sigası bakımından zahirdir. Fakat bu tâbir, başka isimler ile yâd olunan
tarrare, nebbaşe şâmil midir, değil midir, işte bu hususta —ad değişmesi
sebebile-kapalıdır, bunlara delâlette zahir değildir.
303 -:
Hafinin hükmü, hakkiyetine itikat etmekle beraber delâletinin kapalı olduğu
hususta imâli fikirde bulunmaktır.
Meselâ: sirkat
hakkındaki emrin ve hükmün hakikatine itikat ederiz. Sonra bunun tarrar
denilen yan kesiciye ve nebbaş denilen kefen so-yucuya şâmil olup olmadığım
düşünürüz. Yankesicilikte daha mâhirâne bir sirkat olduğu anlaşılır. Çünkü
sahibinin gözü önünde malım çalmak, elbette gıyabinde çalmaktan daha maharetli
bir hırsızlıktır. Binaenaleyh sârik hakkındaki hükmün tarrara şâmil olduğuna
kail oluruz. Fa* kat ölmüş bir kimsenin kabrinden kefenini almaktaki maharet
binnisbe azdır, müdafaasız bir yerden bir malı aşırmak daha kolaydır. Bu cihetle
sârik hakkındaki hükmün kefen soyucuya şâmil olduğuna kail olamayız.
304 -: Müşkile gelince: Bu da; ya mânâsmdaki gumuzdan veya
lâfzmdaki bir istiarei bediadan dolayı maksada delâleti ziyade kapalı bulunan
lâfızdır.
Meselâ: Haktealâ
bizlere: cünüp olursamz temizlenmeğe
çalışınız) diye emretmiştir. sığası, mübalâğa ifade eder. O hâlde acaba biz
gusül ederken ağzımızın içerisini de yıkamakla mükellef miyiz. İşte bu emir,
bu hususta müşkildir, kapalıdır.
Kezalik: cennet
kâselerinin, kadehlerinin gümüşten, sırçadan olduğu: nazmı kerimile beyan
olunmuştur. Bir sırça ne itibar ile gümüşten olabilir?. İşte bunda da bir
işkâl vardır.
305 -: Müşkilin hükmü, hakkiyetine itikat etmekten ve murad
an-laşılmcaya kadar imali fikirde
bulunarak lâfzın mahalli sahihine tâyine çalışmaktan ibarettir.
Meselâ: Yukarıda
yazdığımız birinci misalde imali fikir edince gu-muz bertaraf oluyor. Ağzm
içini zahiri bedenden sayarak gusulde yıkanmasını vacib görüyoruz. Bu suretle
o emirdeki mübalâğa için bir sahih mahmil bulunmuş oluyor. Ağıza alman su ile
orucun bozulmaması, ağız içinin zahiri bedenden olduğunu bize göstermiş oluyor.
İkinci misâlde de bir
düşünce neticesinde bir istiarei bediiyenin varlığına intikâl ediyor, cennet
kâselerinin şeffaflıkla sırça gibi, beyazlıkta da gümüşler gibi olduğu
anlaşılmış oluyor. [24]
306 -: Mücmel; bir lâfızdır ki, hakkında beyan varid
olmadıkça mânâsım anlamaya yol bulunmaz. Bu cihetle müşkilden daha müphem bulunur. Meselâ: salât, zekât,
riba lâfızları mânâyı şer'îleri itibarile birer mücmel lâfızlardır ki, şarii
mübin tarafından haklarında birer beyan vaki olmamış olsa idi, bunlar ile ne
irade buyurulmuş olduğuna muttali olamazdık.
307 -:
Mücmelin üç nevi vardır. Birincisi: garabetinden, az istimal edildiğinden
dolayı mânâsı herkesçe anlaşılmayan herhangi bir lâfızdır. «Helû'» lâfzı gibi.
Bu, sabrı az, hırsı çok olan kimse
demektir. Kur'anı Mübinde: buyurulmuştur. Sonra
diye beyan buyurulmuştur. Binaenaleyh helû' lâfzı mücmel iken bu beyan
ile müfesser olmuştur.
İkincisi: Lügatçe
mânâsı malûm ise de lisanı şeriatteki mânâsı müphem bulunan herhangi bir
lâfızdır. Zekât ve riba lâfızları gibi. Bunların şer'î mânâları şarii mübin
tarafından beyan ohınmasaydı bizce anlaşılması kabil olamazdı.
Üçüncüsü: Lügatçe
mânâları müteaddit olup matlûp olan mânâsının tâyini, bir beyan vuku
bulmadıkça kabil bulunmayan herhangi bir lâfızdır. Ayn, kuru gibi müşterek
lâfızlar bu kabildendir.
308 -: Mücmelin
hükmü; hakikatine itikat ve hakkında beyan vu-. kuuna kadar tevakkuf etmek,
beyan kâfi olmadığı takdirde de muradın anlaşılması için taharri ve teemmülde
bulunmaktır.
Bir mücmel hakkındaki
beyan, ondan maksadın ne olduğunu anlatmaya tamamen kâfi bulunursa tefsir
olmuş olur. Maksadı zannî surette ifade ederse te'vil sayılır. Zannî surette
de" ifade edemezse mücmel, müşkil olmuş olur.
Meselâ: (Namazınızı
ikame, zekâtınızı ita ediniz) mealindeki âyeti celilede mücmel olan salât
-namaz: (Namazı benim nasıl kıldığımı gördüğünüz gibi kılınız) mealindeki
hadisi şerif ile, zekât da (Mallarınızın kırkta birini getirip veriniz)
mealindeki hadisi nebevi ile izah buyurulmuştur ki, bunlar namaz ile zekâttan
murat ne olduğunu tamamiyle göstermiştir.
Ribayı beyan
hususundaki: hadisi şerifi ise kâfi derecede bir beyan değildir. Çünkü ribanın
câri olduğu şeyleri tamamen cami bulunmamıştır. Bu cihetle ribanın daha nerelerde
cari olduğuna dair müçtehitleree
içtihada lüzum görülmüştür. Riba
mebhasine müracaat!.
309 -: Müteşabihe
gelince, bu da: kendisinden murad ne olduğunu bilmek ümidi ümmet hakkında
munkati olmuş olan lâfızdır. Müteşa-bih müphemiyetindeki ehemmiyeti itibariyle
muhkeme mütekabildir, birinin mânâsı ne
kadar vazıh ise diğerinin de o nisbette müphemdir.
310 -: Müteşabihin nevileri ikidir. Birisi: kendisinden
lügat itibariyle hiç bir şey anlaşılmayan lâfızlardır. Bâzı sûrelerin
evvelindeki harfler gibi.
Diğeri de lûgavî
mânâsını iradeye aklın müsait olmadığı bâzı tâbirlerdir.âyeti kerimesindeki
yed -el lâfzı gibi.
311 -: Müteşabihin hükmü, hakkiyetine itikat ve mânâsının
kat'î surette tâyinini ilmi ilâhiye
havaleden ibarettir. Selefi salihîn bu
gibi müteşabihleri te'vilden kaçınmışlardır,
eşlem olan yol da budur. Halef ise görülen lüzuma meî-mî müteşabihatı şer'i şerife muhalif olmayacak
bir tarzda tc'vil etmiş, meselâ: Haktealâ'ya, isnat edilen yedden murad,.
«kudreti ilâhiyedir» demişlerdir. Böyle
bir te'vil, yanlış zehablara meydan vermemek maksadına müstenit olduğundan
zamanın icaplarına muvafıktır.
Velhâsıl: müteşabihatm
nüzulü veya vürudü, bir hikmete müstenit, bir iptilâ ve imtihan mahiyetim
haiz, beşerin aczini müş'ir bulunmuştur. [25]
312 -:
Hakikat, vaz ve tahsis edildiği mânâda istimal edilen lâfızdır. Meselâ:
«Salât» lâfzı, lügatte dua manasınadır. Binaenaleyh bu lâfız, dua mânâsında
istimal edilince lügat bakımından hakikat olur.
Menkul ve mürtecel ve
müşterek kelimelerde tahsis edildikleri mânâlarda birer hakikattir.
Meselâ: salât lâfzı,
şeriat lisanında bildiğimiz ibadet, ef'ali mahsusa mânâsına nakledilmiştir.
Binaenaleyh salât lâfzının ef'ali mahsusa mânâsında istimali şeriat bakımından
hakikattir. Halbuki bu lâfzın dua mânâsında istimali şeriat bakımından mecaz
olduğu gibi ef'ali mahsusa mânâsında istimali de lügat itibarile mecazdır.
313 -:
Hakikatin hükmü, vaz olunduğu mânânın sübutüdür, nefy edilmemesidir. Ve
karineden müstağni olduğu cihetle mecaza müreccah
olmasıdır.
Meselâ: bir kimse bir
şahsa hitaben «Bu hanemi sana sattım» dese. bununla bey mânâsı sabit olur. Bir
karine bulunmadıkça ben bu sattım lâfzile icare mânâsını kasdettim diyemez.
Kezalik: bir kimse bir
şahsın babası olunca: «Bu, bunun babasıdır» denir. Bu, bunun babası değildir,
denilemez. Fakat bir kimsenin dedesi hakkında: bu, bunun babasıdır,
denilebileceği gibi babası değildir de de-
314 - :
Mecaza gelince, bu da: bir alâka, bir münasebet dolayısiyle vaz olunduğu
mânânın gayrisinde müstamel olan lâfızdır ki, hakikî mapasını kasdetmeğe bir
karinei mania bulunur. Bir şahsa arslan denilmesi gibi- Bununla onun şeci bir
kimse olduğu kasdedilir.
315 - :
Mecazda müstamel olan mânâ ile esasen mevzu olduğu mânâ arasındaki münasebet
ve alâkaya usuliyyun, «ittisal» adını verirler. ^jftkaların nevileri çoktur.
Belagat ilminde yazılmıştır. Usuicüîerce muteber olan başlıca alâkalar
şunlardır. Müşabehet, kevni sabık, kevni lâ-hik veya evi, istidat, hulul,
cüziyet, sebebiyet, şartiyet, meşrutiyet. Meselâ: yüzü nurlu bir zata «ay,
güneş veya mehlika» denilmesi bir müşabehet alâkasıdır. «Yetimlere mallarını
veriniz» emrinde reşid olanlara «yetim» denilmesi, kevni sabık itibarile
mecazdır. Evvelce yetim iken el-yevm reşid olanlara mallarını veriniz,
meâlindedir. «Üzümü sıktım» yerinde «şarabı sıktım» denilmesi de kevni Iâhik
itibarile bir mecazdır. Çünkü sıkılan üzüm, ileride şarap hâline gelecektir.
Rükûa salât veya
salata rükû denilmesi de cüz'iyet ve külliyet alâ-kasiledir.âyeti kerimesinde
namaza iman denilmesi de namazın sıhhati için imanın şart olmasına mebnidir.
316 -:
Alâkası müşabehetten ibaret olan bir mecaza istiare denir. Şecaatli şahsa
arslan denilmesi gibi. Alâkası müşabehetten başka olan bir mecaza da mecazı
mürsel adı verilir. Usuliyyun, istiareye ittisali manevî, mecazı mürsele de
ittisali sûrî adını vermiştirler.
Meselâ: havale lâfzı
vekâlet mânâsında kullanılırsa bu, bir istiare olur. Bunların arasında bir
manevî ittisal bulunmuş olur. Çünkü havalenin mânâsı, bir borcu bir zimmetten
diğer bir zimmete nakildir. Vekâletin mânâsı da bir şahsm hâiz olduğu velayeti
tasarrufu başkasına nakletmektir. Bu iki mânâ arasında ise bir müşabehet,
manevî bir ittisal vardır.
Hibenin sadaka,
sadakanın hibe mânâsında istimali de bu kabildendir.
317 -:
Mecazı lûgavî mevcut olduğu gibi mecazı şer'î de mevcutr tur. Yâni: muteber bir
alâka bulununca mecaz, lügatte câri olduğu gibi Şer'iyatta da cari olur.
Nitekim hibe veya bey'in nikâh mânâsında isticali bu kabildendir. Çünkü hibe
veya beyi. mülki rakabeye mevzudur. Nikâh da mülki mutaya mevzudur. Mülki
rekabe ise mülki mutaya sebeptir. Binaenaleyh sebebe mevzu olan lâfız
söylenmiş, bununla müseb-bep kasd olunmuş olur. Nitekim bazan da müsebbep zikr
olunup onunla sebep kasd olunur. Bu hususta lüzuma, asliyet ve feriyete
bakılır, iki şey öen her biri min vechin asıl, min vechin fer' olursa bunlardan
birini zikr, diğernii kasd caiz olur. Asliyet yalnız bir tarafta bulunursa bunu
zikr, fer'i kasd caiz olur, fakat fer'i zikr, aslı kasd caiz olmaz,
Meselâ: ıtk. lâfzile
talâk vaki olur. Zira ıtk, sebebi mahzdır, asıldır. Talâk ise böyle bir sebep
değildir, asıl sayılamaz. Binaenaleyh talâk lâfzile ıtk vaki olamaz.
Kezalik: bey* lâfzile
hurri icare caizdir. Fakat aksi caiz değildir.
«(Şafiîlere göre talâk
lâfzile bir istiare olarak ıtk vâki olur. Ha-nefîler ise bu istiarenin
sıhhatine kail değildirler.)
Şunu da ilâve edelim
ki, mecazen mânâsı, melzumdan lâzıma intikâlden ibarettir. Bu lüzumdan maksat
da iki şey arasında bir münasebet bulunmasıdır, yoksa ademi infikâk mânâsına
bir lüzum değildir. Meselâ: biz arslanı zikreder, bunun lâzımı olan şecaat
vasfını kasdedersek, bu, bir mecaz olmuş olur.
318 -:
Mecaz, hakikatin halefidir. Asıl olan hakikattir. Hakikati irade esasen mümkün
iken bir arızadan dolayı mümteni olmalıdır ki, mecaza gidilebilsin, ve illâ
gidilemez.
Mecazın hakikate halef
olması, imamı Azama göre tekellüm itiba-riledir, imameyne göre ise hüküm
cihetiledir. Yâni: îmamı Âzam'a göre hakikati irade kaidei lisaniye itibarile
sahih, mümkün iken lianzm muhal olmalıdır. îmameyne göre ise hakikati irade
hükmen, nefsülemr itibarile sahih, mümkün olmalıdır, mücerret lâfız itibarile
mümkün olması kâfi değildir. Bu esas üzerine, şu gibi meseleler, teferrü eder.
Bîr kimse, kendisinden
yaşlı bulunan kölesi hakkında: «Bu benim oğlumdur» dese köle, îmamı Âzam'a göre
azat olur. Çünkü bu benim oğlumdur sözü lisan kaidesi bakımından sahihtir.
Fakat yaşlı bir kimse, genç bir kimsenin oğlu olamayacağından bu sözün hakikî
mânâsını ira-, de muhaldir. Binaenaleyh bununla kölenin hür olması sebebiyet
alâka-sile mecazen irade edilmiş olur. Çünkü oğlu olmak, hürriyete sebeptir.
Hâsılı: imamı Âzam'a göre hakikat ile mecaz, lâfzın vasfıdır. O hâlde asalet
ile halefiyet de lâfız itibariledir.
îmameyne göre ise bu
söz ile köle azat olamaz. Çünkü bu sözün aslında imkân yoktur, yaşlı bir kimse,
genç bir kimsenin oğlu olamaz ki, hükm sahih olsun. Binaenaleyh bunda halefiyet
de cari olamaz ki, bununla kölenin azat edilmesi mecazen kasd edilmiş olsun;
bu söz, kölenin hürriyetini ifade edebilsin.
Bu hususta muhtar olan
İmamı Âzam'ın kavlidir. Müşarünileyh diyor ki: tasarrufı lâfzı, hükmün
sıhhatine tevafuk etmez. Nitekim istisnada da böyledir. Meselâ: bir kimse
zevcesine sen bin kere boşsun, dokuz yüz doksan dokuzu müstesna»dese bir talâk
vaki olur. Halbuki haddi zatında bin talâk mevcut değildir. Böyle iken yine bu
istisna sahih olmuştur.
319 -:
Hakikat, müteazzir yâni: aklen gayri mümkün veya şer'an veya âdeten mehcur
olursa mecaza gidilir ve illâ gidilemez.
Meselâ: bir kimse, bir
meyva ağacından yemeyeceğine yemin etse, bununla o ağacın meyvasmdan yememeğe
yemin etmiş olur. Zira bu ağacın kendisini yemek aklen müteazzirdir.
Binaenaleyh mahalli zikr, hâli irade kabilinden bir mecaz olmuş olur. Hattâ o
ağacın kendisinden bitte-kellüf yese yemininden hanis olmaz. Çünkü o yeminden
böyle bir mânâ maksut değildir. Şayet böyle bir yemin, meyvasız bir ağaç
hakkında yapılmış olsa onun semenine masruf olur.
Kezalik: «filân zatı
husumete tevkil ettim» sözü, muhakemede bulunmaya, cevap vermeğe tevkil
mânâsına bir mecazdır. Çünkü husumetin hakikî mânâsı şer'an mehcurdur.
Muhasame hususu -münazeada bulunmayınız) fermam ilâhîsile memnu bulunmaktadır.
Kezalik: «Filânın
evine ayak basmam» diye yemin edilse bununla onun evine mutlak girmekten imtina
mânâsı kasdedilmiş olur. Çünkü bunun hakikî mânâsı, yâni: haneye mücerret ayak
basma hâlini kasd etmek âdeten mehcurdur, gayri maksuttur. Binaenaleyh böyle
bir yeminden sonra o haneye mücerret dışarıdan ayak basmakla yemin bozulmuş
olmaz. Belki içerisine girmek lâzımdır ki, yemin bozulmuş, yemin eden de hanis
olmuş olsun.
320 -:
Hakikat ile mecazın her ikisi de müstamel olsa hakikat tercih olunur. Hakikat,
mehcur olmamakla beraber mecaz, mütearef bulunsa îmamı Âzam'a göre yine
hakikat muteber olur. îmameyne göre îse, mecaz, evlâ olur. Bu ihtilâf üzerine
şu gibi meseleler teferrü eder.
Bir kimse, «et yemem»
diye yemin etse de sonra yeyilmesi haram olan.bir eti yese îmamı Âzam'a göre
yemininde hanis olur. îmameyne göre ise hanis olmaz. Çünkü teamüle nazaran bu
yemin ile yiyilecek bir et maksuttur. Bu, bir mecazdır, bununla mutlak zikr
edilip mukayyed kasd edilmiştir.
321 - :
Hüküm, mümteni olan yerlerde hakikat ile
mecazın ikisi birden müteazzir olur. O hâlde söz mühmel kalır. Meselâ: bir
kimse, nesebi maruf ve kendisinden yaşiı bulunan zevcesi .hakkında: «Bu benim kızimdır» dese bununla ne hakikat
kasd edilebilir, ne de mecaz. Çünkü «adının nesebi maruf veya kendisi yaşlı
bulunması, bu sözün hakikî mânâsını kasde mânidir. Bu kadının kocasına şer'an
halâl olması da bunun Mecazî mânâsını kasde münafîdir.
Kadın, meçhulünnesep
ve sinnen genç olduğu takdirde de kocasi-°in böyle bir ikrarı, kendisinin
tasdikine iktiran etmedikçe yine hükümsüzdür, muteber değildir.
322 -: Bir
lâfızda mânâyi hakikî ile mânâyi mecazî içtima edemez.
yâni: bir kimsenin söylediği bir söz ile
hem hakiki hem de mecazî mânâsını kasdetmesi caiz gÖrüleme-3.
Meselâ: bir kimse:
«Ben bugün bir arslan gördüm» dese bununla hem mâruf hayvanı, hem de şecaatli
bir insanı kasdetmiş olmasına hük-medilemez. Nitekim âyeti kelimesindeki
lemsden murat, mecazen mücameattir. Mânâyi hakikisi de el ile tutmaktır.
Binaenaleyh bu lems ile hem mücameat hem de el üe tutmak mânâları içtima
edemez.
323 -: Umumî
mecaz, yukarıdaki esastan müstesnadır. Şöyle ki: bazan mânâyi mecazî, âm olup
mânâyi hakikiyi de ihtiva eder. Buna «umumî mecaz» denir. Bu hâlde'mânâyi
mecazî ile mânâyi hakikî içtima etmiş sayılmaz. Belki mânâyi hakikî, mânâyi
mecazîden cüzü bulunmuş olur.
Meselâ: bir kimse,
«filânın evine ayağımı basmam» diye yemin etse bunun mânâyı hakikisi: o eve
çıplak ayak ile ayak basmamaktır. Mânâyi mecazisi ise o eve her ne suretle
olursa olsun girmemektir. Binaenaleyh oraya çıplak ayağile girse veya ayakkabı
ile girse yahut rakip olarak girse yemininde hanis olur ve bu takdirde-hakikat
ile mecaz arası cem edilmiş sayılmaz.
«Filânın evine girmem»
sözündeki ev ile de mutlaka ikametgâh kas-dedilir. Mülk ile kiralanmış hane
olması arasında fark yoktur. Bazan «gün» lâf zile de mutlak vakit kasdedilir.
Bütün bunlar, umumî mecaz kabilindendir.
324 -:
Mecazın sıhhatinin şartı, mânâyi hakikinin maksut olmadığını gösterir bir
karinei manianın bulunmasıdır. Bu karine, ya hissen olur. Meselâ: «Şu hurma
ağacından yemem» denilse bu ağaçtan yemenin maksut olmadığına ağacın yeyilmez
bir şey olması, hissen bir karine bulunur. Veya aklen olur. Meselâ: emrinde
mânâyi hakikî murat değildir. Belki bu, mutlaka ikdardan, yani, «şeytanı vesvese
likasına muktedir kılmaktan mecazdır. Çünkü hakîm olan Allahü-tealâ bunun
zahirini, yâni: şeytanın sesiie insanları yerinden oynatıp tahrik ve tahvif etmesini
murat buyurmaz, tşte bu, aklen bir karinedir. Veya âdeten olur. Meselâ: bir kimse, hanesinden çıkmaya
hazırlanmış olan zevcesine: «Eğer evden
çıkar isen boş ol» dese bununla filhal çıkması kasdedilmiş olur. Çünkü bu
sözle örfen filhal çıkmaktan men kasdedilir.
Tevkil bilhusume
ile reddi cevap kasdedildiğine karine de
şer'îdir.
Zira şer'an husumet,
menhîdir.
325 -:
Mecaza daî ve saik olan şeyler ise muhteliftir: Tazim, tahkir, tergip, tenfir,
ziyade beyan, bediî muhassenata riayet, lâfzın uzubetini temin gibi şeyler, bu
cümledendir. Hanfekık yerinde dahiye lâfzını kullanmak, uzubeti lâfz maksadına
mebnidir. Cinsî mukarenetin «lems» ile beyan buyurulması da muhaveratta edebe,
nezaheti beyana riayet lüzumunu telkin hikmetine mebnidir. [26]
326 -: Sarih, kendisinden,
kasdedilen mânâ, çokça istimalinden dolayı tamamile zahir olan lâfızdır.
Böyle sarih bir lâfız, hakikat olacağı gibi mecaz da olabilir. Meselâ: bey,
icare, hibe, vakıf sözleri sarihtir. Bunlardan hangi biri söylense onunla ne
kasd edildiği karineye muhtaç olmaksızın anlaşılır. Bunlar, birer hakikati
ger'iyye olarak istimal olunur.
Kezalik: «Şu buğdaydan
yemem» veya «Şu tencereden yemem» gibi sözler de sarihin mecaz kısmmdandır.
Çünkü bunlardan maksat, şu buğdayın unundan yemem, şu tencerede pişen yemekten
yemem demektir. Bu lâfızların bu maksatları ifâde etmeleri ise, kesreti
istimalden nâ-şi pek zahir bulunmuştur.
327 -: Sarihin hükmü, mucebinin niyete mütevakkıf olmaksızın,
kazaen sübutüdür. Meselâ: bir kimse, kölesine:
«Seni i'tak ettim» dedi mi, köle hemen azat olur. Bununla başka bir mânâ
kasdettiği hakkındaki iddiası, diyaneten kabul edilirse de, kazaen kabul
edilemez. Çünkü i'tak lâfzı, memlûkü azat etmek hususunda vazıhtır, sarihtir.
Eğer bunun bu sarahatine göre hükmedilmezse hiç bir sözün hükmü kalmaz.
Velhâsıl: sarih bir
lâfz, âdeta kendi mânâsı makamına kaim olur, hükmü şer'î bu lâfza teallûk eder,
bunun hakkında söyleyenin niyetine kazaen bakılmaz, bunun muhtemel olduğu sair
bir mânâ da nazara alınmaz, sarih mukabilinde delâlete de itibar olunmaz.
328 -: Kinayeye gelince, bu da: kendisinden maksut olan
mâna, istimalinin azlığı cihetile kapak olan lâfızdır. Meselâ: «bâin» kelimesi, talâk hususunda kinaî bir
lâfızdır.
Kinayeler, uauüyuna
göre birer hakikat olabileceği gibi birer mecaz da olabilir. Şöyle ki: mehcur
olan hakikatler, kinayattan olduğu gibi daha mütearef bir hâle gelmemiş olan
mecazlar da kinayeden mâdut-tur.
Belagat ilmine nazaran
kinayeler, hakikât ile mecazdan başkadır. Ona göre kinaye, lâzımı zikr, melzumu
irade etmekten ibarettir. Meselâ: «Filânın kapısı açıktır» sö'2Ü, 0 zatın
hanedan, misafirperver olduğundan kinayedir. Çünkü kapının açık bulunması,
hanedanlık için bir lâzi-medir. ,
329 -:
Kinayenin hükmü, kendisile amelin vücubü, bir niyetin veya delâleti halin
mevcudiyetine mütevakkıf olmaktır ve
şüpheler ile münderî, sakıt olacak
bir şeyin kinaî bir lâfız ile sabit olmamasıdır.
Meselâ: bir kimse,
zevcesine talâk niyetile veya müzakerei talâk esnasında «sen hâinsin» dese bu
söz, nikâh vasıtasüe olan vuslattan ifti-raki ifade eder bir kinaye olacağından
bununla talâk vaki olur. Fakat böyle bir niyet ve delâlet bulunmayınca talâk
vaki olmaz. Bunun başka mânâlara da ihtimali bulunduğundan öyle şüphe ile talâk
tahakkuk edemez. Bu gibi vuslatı kat ve izale eden kinaî lâfızlar ile
Hanefiyeye göre talâkı bain vaki .olur. Çünkü bu sözler, sarih talâktan kinaye
değil, talâk yolile hâsıl olan firkat ve beynûnetten kinayedir. Bu cihetle
bunlar ile kat'î surette ayrılık vukua gelir. Fakat Şafiîlere göre bunlar ile
talâkı ric'î vukua gelir. Zira bunlar, talâktan kinayedir. Sarih talâkın hükmü
ne ise bunların hükmü de odur.
Kezalik: şüphe ile
sakıt olan bir hüküm, kinaî bir lâfız ile sabit olamaz.
Meselâ: Muvakea,
tekarrüp lâfızları zinadan kinaye olarak kullanılır. Muhsen bir kimseye zina
isnat edilmesi, haddi kazfi mucip olur, muvakea veya tekarrüp isnat edilmesi,
yâni: filân filân ile muvakeada bulunmuştur» veya «filân filâna tekarrüp
etmiştir» denilmesi ise haddi kazfi müstelzim olmaz. Çünkü bu kinaî bir
lâfızdır, zinadan başka mânaya da delâlet ettiği için şüphe tevlidinden hali
değildir. Hudut ise şüphe ile münderî olur.
Tariz kabilinden olan
sözler de kinaye mesabesindedir. Binaenaleyh bir kimseye tariz için: «Ben zani
değilim» diyen kimse hakkında haddi kazf lâzım gelmez. [27]
330 -: Dal
bilibare, mütekellim tarafından sevk olunduğu mânâya ibaresüe ve üç nevi
delâletten birüe, yâni: ya delâleti mutabikiye ile veya delâleti tazammuniye
ile veya delâleti iltizamiye ile delâlet eden sözdür.
Meselâ: «İnsan
mükellef bir mahluktur» denilse insan lâfzı, ibaresile ve delâleti mutabikiye
ile zîhayat, melekei nutka mâlik bir mahlûka delâlet etmiş olur. Çünkü insanın
vaz olunduğu mânânın tamamı bundan ibarettir. İnsan lâfzının yalnız zîhayata ve
yalnız melekei nutkiye sahibine delâleti ise bir delâleti tazammüniyedir. Zira
insanın mahiyeti bunları tazammun eder, bunlar insanın -mahiyetinden birer
cüzüdür. İnsan lâfzının ilme, san'ata, kitabete kabiliyetli bir mahlûka
delâleti ise bir delâleti iltizamı yedir. Zira insan için bu kabiliyetle
ittisaf bir lâzimei fıtrattir.
Bu esasa bir meselei
hukukiye tatbik edelim, şöyle ki: farz edelim bir efendinin Bekir, Beşir, Amr
adında üç kölesi var. Bekir, efendisine müracaatla «Arkadaşım Beşiri azat et»
demekle efendisi: «Benim her kölem azat olsun» dese bu söz. Beşirin azat
olmasını ibaresile ve delâleti tazammuniye ile ifade etmiş olur. Çünkü bu söz
asıl Beşir'in azat edilmesi hakkında sevk edilmiştir. Maahaza Bekir ile Âmr da
bu sözün işa-retile azat edilmiş olurlar. Zira bu sözde bir umumiyet vardır,
her edatı umumunu haizdir.
331 -: Dal bilibarenin hükmü; medlulünü kat'î surette ifade
etmektir. Bunun medlulünde bir kat'iyet vardır, zanni bir delîl, meselâ: kıyas
buna muarız olamaz. Bunun hükmünü zannî bir delîl çürütemez. Ve bunun hakkında
elfazı umumiyeden olunca umumiyet sabit ve tahsis
ihtimali carî olur.
nazmı celilinde olduğu gibi. (284) üncü meseleye müracaat!.
332 -: Dal bilişare, mütekellimce maksudu aslî olmayan,
mâsika leh bulunmayan bir mânâya üç nevi delâletten binle delâlet eden sözdür.
Meselâ: dal bilibarede
yazdığımız köle meselesinde mütekellimin şevki kelâmda asıl maksadı, yalnız
azat edilmesi istenilen kölenin azat olmasıdır. Fakat «Her kölem azat olsun»
diye vukubulan sözü, umuma delâlet eden her edatını hâvi olduğundan onun sair
köleleri de bu sözün bil'işare delâleti tazammuniyesile azat olmuş olur.
Kezalik: nazmı celili
zevce nafakasının zevç üzerine lâzımgeleceğini bilibare delâletile ifade ettiği
gibi nesebin baba tarafından sübutünü de bilişare delâleti iltizamiye ile
müfit bulunmaktadır. Çünkü bu nazmı mübin, asıl nesebi beyan için sevk
edilmemiştir. Belki nafakayı zevcin tahammül edeceğini beyan için sevk
edilmiştir. Fakat zevç için «mevlûdün leh» denilmekle bu ihtisas ifade eden
tâbir, nesebin zevce mahsus olduğunu, ondan sabit bulunduğunu bitarikillüzum
ifade etmiş bulunmaktadır.
333 -: Dal bilişare de medlulünü kat'î surette ifade eder.
Buna delili zannî muarız olamaz ve kendisi için bazan umumiyet sabit olduğundan
hakkında tahsis carî olabilir. Meselâ: çocuğun nesebi, mevlûdü leh için sabit
olunca onun malinin de mevlûdün leh için sabit olması, bilişare anlaşılmış
gibi olur. Fakat bundan çocuğun memlûkesi müstesnadır", bu mevlûdün leh
olan babası için bir mülk olarak sabit olamaz. Mevlûdün lehin, bu memlûkeyi
istifraş etmesi caiz değildir, işte bu cihet o umumdan tahsis edilmig
bulunmaktadır.
334 -: Dal
bilibare ile dal bilişare arasında tearuz görülse dal bilibare tercih
olunur. Çünkü şevki kelâmdan asıl maksat
olan, dal bili-baredir.
Meselâ: hadisi şerifi,
kadınların ayda on beş gün hayiz göreceklerine işaretile delâlet etmektedir.
Çünkü şatrı denir, onların hayatlarının yarısı demektir. Onların böyle bir
müddet namaz kılmaksızm, oruç tutmaksızın evlerinde oturup durmaları, bu
müddetlerinin hayiz ile geçeceğini gösterir. Binaenaleyh îma-mı Şafiî
Hazretleri bu hadise nazaran hayzin on beş gün devam edeceğine kail olmuştur.
Halbuki diğer bir hadisi şerifte buyurulmuştur. Bu hadisi şerif, hayzin
ekserisinin on gün olacağına ibaresile delâlet ediyor. Binaenaleyh bu, bilişare
delâlet eden evvelki hadise tercih olunur. îşte Hanefîye de bu ikinci hadise
temessük etmekte bulunmuştur.
335 -: Dal
biddelâleye gelince, bu da: mevzuunun aynine veya cüzüne değil, mevzuunun
mânâyi mutabikisinin lâzımına lûgaten anlaşman illeti hükmü ile delâlet eden
lâfızdır. Meselâ: âyeti kerimesi, ana baba hakkında demenin memnuiyetine
bilibare delâlet ettiği gibi onlara darp ve şetmin memnuiyetini de ayni illeti
hükümden dolayı delâletile ifade etmektedir. Çünkü öf demek, haramdır. Bu
hürmetin illeti, menatı hükmü ise ezadır, izhari şeamettir. Öf demek ebeveyn
hakkında bir ezadır, onların kalplerini rencide etmeğe sebeptir. Bu illet ise
darp ve şetmde maaziyadetin mevcuttur..
Bu illet, lûgaten münfehim olan bir
şeydir. Herkes rey ve içtihada muhtaç olmaksızın bilir ki, öf demek bir ezadır.
Binaenaleyh bu âyeti kerimenin ibaresinden öf deme1 nin hürmeti anlaşılınca
ayni illete mebni bunun delâletinden de darp ve şetmin hürmeti anlaşılmış,
sabit olmuş olur.
336 - : Dal bîldelâlenin hükmüne gelince, bu da medlulünde kat'i-yet
ifade eder, Racih olan kavil budur. Bunun zan ifade edeceği hakkındaki kavil
ise mercuhtur. Maamafih delâleti nas, dal bilişareden za-iftir. Aralarında
tearuz görülürse dal bilişare tercih olunur. Zira dal bilişare, asıl lâfzın
mânâsile sabit olur, delâleti nas ile sabit olan mânâ ise,. mânânın mânâsıdır,
lâfızdan değil, mânâdan münfehimdir.
Meselâ: bir mümini
hataen Öldüren kimse hakkında keffaret lâzım gelir: âyeti kerimesi bunu
natıktır. O hâlde bir mümini âmden öldüren kimse hakkında da kefaret lâzım
gelir mi? Bu âyeti kerime, delâleti nas suretile bu kefaretin lüzumu na delâlet
eder. İşte îmamı Şafiî bucihetle âmden katilden dolayı da kefaretin lâzım
geleceğine kail olmuştur.
Fakat Hanefîyece âmden
katilden dolayı .kefaret lâzım gelmez. Çünkü âveti kerimesi bu kefaretin ademi
lüzumuna dal biî'işare tarikile beyan ediyor. Çünkü bu katlin uhrevî cezası,
cehennem azabıdır. Bu, bu hususta tam bir
cezadır. Artık kefarete mahal yoktur. Bu ikinci âyeti kerime ise buna dal
bilişare suretile delâlet ettiğinden delâleti nas kabilinden olan evvelki âyeti
edilenin delâletine tercih olunur.
337 -:
Delâleti nas da kıyasa racihtir. Çünkü delâleti nasda illeti hüküm, menatı
hüküm, rey ve içtihada mütevakkıf olmayıp lûgaten münfehint olduğu için bu, rey
ve içtihada müstenit olan kıyastan kuvvetlidir. Kıyas ile sabit olmayan hudut
ve kefarat gibi şeyler, nassın bu kabil delâletile de sabit olur. Binaenaleyh
dal biddelâleyi kıyası celî kabilinden saymak doğru olamaz. Maamafih buna kail
olanlar da vardır.
338 - : Dal
biddelâle, İmamı Şafiîye göre kıyası celî kabilindendir. Çünkü bunda da asıl
ile fer'i arası bir illet sebebile cem edilmiş ve bu suretle fer', asle ilhak
olunmuş olur. Meselâ: ebeveyne öf demenin hür-metindeki illet, ezâ*dır. Bu
illet, darp ve şetmde de maaziyadetin mevcuttur. Binaenaleyh darp ve şetm,
hürmet hususunda öf demeğe ilhak edilmiştir.
Buna karşı Hanefiye
tarafından deniliyor ki, delâleti nas ile kıyesi celî arasında fark vardır.
Bunları bir saymak şu beş veçhile doğru değildir.
(1) : Delâleti
nasda mensus, bazı kere fer'den cüz olur. Yâni: mânâyı mutabıkı, mânâyı
lâziminin cüzü bulunur. Kıyaslarda ise fer', daima mensustan cüz olur. Diğer
bir tâbir ile fer', asıldan büyük, kuvvetli değil, ondan küçük ve zayıf
bulunur.
Meselâ: bir kimseden
yüz kuruş isteyen bir şahsa o kimse: «Ben sana bir kuruş vermem» dese delâleti
nas yoliîe ona yüz kuruşu da ver-, meyeceğini söylemiş olur. «Bir kuruş vermem»
sözü asıldır ve fer', olan «yüz kuruş vermem» mefhumundan- küçüktür. Kıyasta
ise asıl, daima fer'den büyük ve kuvvetli olur.
(2) :
Delâleti nas, kıyastan evvel sabittir. Bütün insanlar arasında otedenberi
delâleti nas cari ve malûmdur. Halbuki kıyas bir içtihat neticesi olup
şeriatlerde zahir olmuştur.
(3) :
Delâleti nasdaki illet, menatı hüküm,
lûgaten münfehimdir, bunu herkes anlayabilir.
Kıyasta ise menatı hüküm, ancak içtihat ile "ir takım şer'î
mukaddimeler ile anlaşılabilir.
(4) :
Delâleti nasda fer* asıldan yâ âlâdır veya ona müsavidir, Ki- ise fer', asıldan
ednadır. Meselâ: ebeveyne Öf demek memnu olun-
Ve şetm de delâleti
nas ile memnu bulunmuş olur. Fer' olan
darp ve §etm ise asi olan Öf demekten âlâdır, onun fevkindedir.
Kezalik: bir cinayeti
irtikâp eden şahıs için «bu cinayetinden dolayi bir köle azat edeceksin» diye
şarii mübin tarafından emredilmiş olsa bu cinayeti irtikâp edecek sair kimseler
hakkında da bu cezanın lüzumu delâleti nas ile sabit olur. Burada ise asi İle
fer'i, yâni: o şahsın asi olan cinayeti ile sair kimselerin fer' olan aynı
mahiyetteki cinayetleri biri birine müsavidir. Kıyasta ise fer', daima asıldan
aşağı bulunur.
(5) :
Delâleti nas ile sabit olan mânâ, yâni: illet, tahsis edilemez. Meselâ öf
demenin memnuiyeti, eza illetinden dolayıdır. Bu eza tahsis edilerek bazı
hususlarda ezanın haram olmaktan çıkarılması caiz olamaz. Bunda ittifak vardır.
Fakat bu caiz olmamanın neden ileri geldiğinde ihtilâf olunmuştur.
Bazı zatlara göre,
tahsis, umumî lâfızlarda caridir. Delâleti nas ise mânâ ile sabittir. Lâfız
kabilinden değildir ki, kendisinde tahsis carî olsun.
Buna itiraz edilerek
deniliyor ki: umumiyet, lâfızlara münhasır değildir, mânâlarda da mevcut
olabilir. Bolluk, ucuzluk gibi sözlerdeki umumiyet, mânâlarında caridir. Tahsis
ise umumun fer'idir. Bu cihetle mânâda da tahsis cari olabilir.
Bu muteriz zatlara
göre delâleti nas ile sabit olan illette tahsisin ademi cereyanı. Bu umumiyet
bakımından değildir. Belki nassm mânâsı, bir kere hükme illet olarak sabit
olunca artık o mânânın bazı hâllerde illet olmaması mümkün olamaz. îşte bu
itibar ile mezkûr illette tahsis kabil değildir.
239 -: Dal
biliktiza: bir lâfızdır ki, vaz olunduğu mânânın şer'an muteber olması için bu
mânâdan mukaddem isbatma şer'an lüzum ve ihtiyaç görülen bir medlule delâlet
eder. Şayet böyle.bir lâzımı mütekad-dim bulunmazsa o lâfzın aklen muteber bir
mânâsı bulunsa da şer'an muteber bir mânâsı bulunamaz, bir muteber hüküm ifade
edemez. Meselâ: bir kimse zevcesine «sen-benden mutallakasm/dese bu sosun
şer'an muteber olması için onu boşamış olması iktiza eder. Âdeta «ben seni
tat-lik etmişimdir, bu cihetle sen mutallakasm» denilmiş olur.
İşte «sen benden
mutallakasm» sözünün «seni tatük etmişimdir» sözüne delâleti
bitarikiliktizadır. «Seni tatlik etmişimdir» sözü bir lâzımı mütekaddimdir.
Eğer bu mukaddem lâzım bulunmasaydı «sen benden mutallakasm» sözü, hilafı vaki
olacağından şer'an muteber olmamak lâzım gelirdi.
340 -: Dal
biliktizada umumiyet yoktur. Bu, Hanefîyeye göre bi-lâ umum sabit olur. Meselâ:
yukarıdaki misâlde «sen benden mutallakasm» sözile bir talâk vaki olur. Çünkü
bunun muktezası: «Ben seni tatlik ettim, sen talâk ile muttasif oldun»
sözüdür. Bunda ise umum yoktur. Binaenaleyh zevç, «sen mutallakasm sözile üç
talâka niyet etmiş
olsa da yine bir talâk vaki olmuş olur.
îktizaî bir mânâ, tashihi kelâm için bizzarure sabit olur. Zaruret ise mânâyı
iktizamın tahtında bulunan efraddan yalnız birinin bulunmasile bertaraf olur.
Artık sözü tashih için o efradın hepsini ispata hacet bulunmaz.
341 -: Dal
biliktizada umumiyet bulunmadığından dolayıdır ki, yeminlerde biliktiza sabit
olacak mekân, zaman, fail, meful, sıfat, hâl, sebep gibi şeyleri tahsis caiz
değildir. Meselâ: bir kimse «ben evden gitmeyeceğim» diye yemin ettikten sonra
her ne zaman çıkıp hangi bir yere gitse hanis olur. Çünkü mukteza olan zaman
ve gidilecek yer bulunmuş olur. Artık benim maksadım filân gün filân yere
gitmek idi diye bu yeminin muktezası olan zamam, mekânı tahsis edemez.
Kezalik: «filân şey
yapılırsa şöyle olsun» diye yemin eden kimse, o şeyin herhangi kimse tarafından
yapılmasile hanis olur. Maksadım filân şahsın yapması idi diye faili tahsis
edemez. Zira bu yeminde lâalet-tayin bir fail, bitarikil iktiza sabittir, bunda
umumiyet yoktur ki, böyle tahsis caiz olsun.
Kezalik: bir kimse,
bir şahsa: «Köleni benim tarafımdan şu kadar meblâğ mukabilinde azat et» dese
bu söz, bey'i iktiza eder. Bu beyi, bitarikil iktiza sabit olduğundan bunda
hıyari rüyet, hıyari ayıp ve sair hiyarat sabit olmaz. Çünkü bu bey'i,
bizzarure sabit olur. Yalnız bu bey'i ile zaruret mündefi olur. Burada hiyaratı
ispat için bir zaruret yoktur. Bu hiyarat, sukuta muhtemel olan şartlar
kabilindendir. Bunlar, bizzarure sabit olan beyi zımnında tahakkuk edemez.
Dal biliktiza ile
istidlal, istidlâlatı sahihedendir. Yalnız İmam Züfer buna muhaliftir. [28]
343 -: Bir
lâfzın nutuk mahallinde olmaksızın kendisine delâlet ettiği şeye «delâleti
mefhum» denir ki, mefhumu muvafakat ile mefhumu muhalefet kısımlarına ayrılır.
Mefhumu muvafakat,
meskûtün anh olan şeyin mantuk olan şeye hükümde ispat ve nefiy itibariyle
muvafık olmasıdır. Meselâ: «Zeyide ilminden dolayı hürmet etmeli» denilse bu
söz, Zeydin gayrisine de ilminden dolayı hürmet edilmesini mefhumu muvafakat
suretile ifade etmiş olur.
Mefhumu muhalefet,
meskûtün anhin mantuk olan şeye hükmünde muhalif bulunmasıdır. Meselâ: «Ulemaya
hürmet lâzımdır» denilse bundan cühelaya hürmetin ademi lüzumu münfehim olur.
343 - :
Mefhumu muhalefet, muhaverelerde, muharebelerde, rivayetlerde, musanniflerin sözlerinde muteberdir. Meselâ:
bir kimse bir şahsa
«bana bir fıkıh kitabı al» dese o şahıs bir hadis kitabı alamaz. Fakat mefhumu
muhalefet, şer'î hükümleri istinbat hususunda da bir delil teşkil eder mi,
kendisile istidlal sahih midir? Bu hususta Hanefiyye ile Şafiiyye arasında
ihtilâf vardır. Hanefîlere göre mefhumu muhalefet, sahih bir istidlal tariki
değildir. Bir şeyi zikr ile tahsis etmek, maadasına münafî olmaz. Isbat nefiye
ve nefi isbata vaz olunmamıştır. Bunlardan biri diğerine delâlet etmez.
Mantukun hükmünün hilâfini meskûtün anhde isbat için başka bir delil
bulunmalıdır.
Şafiîlere göre ise
mefhumu muhalefet de dal bilibare, dal bilişare, dal biddelâle ve dal biliktiza
gibi hükme medar olan sahih istidlaller cümlesindendir. Ve illâ tahsis
bizzikirde fâide bulunmaz.
344 -:
Mefhumu muhalefetin sahih bir istidlal tariki olduğuna kail olan zatlar, bunu
bu şartlar ile takyit etmektedirler. Aksi takdirde hükme medar olamaz.
(1) :
Mantukun zikrinde bunun hükmünü meskûtün
anhten nefiy etmekten başka bir fâide zahir olmamalıdır. Zahir olursa
mefhumu muhalefet, bir delîl teşkil etmez.
Meselâ: Zimmîlerin
mallarına tecavüz etmemelidir» denilse müslü-manların mallarına tecavüzün
cevazı anlaşılamaz. Belki bununla zimmîlerin hukukuna fazla riayetin lüzumuna
işaret faidesi belirmiş olur.
(2) :
Mantukun zikri âdeta, masruf, yâni:
mutad bir şeyi beyan kabilinden ibaret bulunmamalıdır. Ve illâ mefhumu muhalefet bir delîl olamaz.
Meselâ: «Hicir ve
terbiyenizde bulunan üvey kızlarınızı almayınız» denilse bununla hicir ve
terbiyede bulunmayan üvey kızları almanın cevazı ifade edilmiş olmaz. Belki bu
hicir ve terbiye kaydi mutad ahvâle mebni irad edilmiş olur. Çünkü bu kızlar,
ekseri üvey babalarının nez-dinde bulunurlar.
(3) :
Meskûtün anh, hüküm itibarile mantuktan evlâ veya ona mü-savî bulunmamalıdır.
Aksi takdirde mefhumu muhalefet muteber olmaz. «Ebeveyninize öf demeyin»
denilmesi gibi ki bu, darp ve şetmin cevazını göstermez. Çünkü meskûtün anh
olan darp ve şetm, eza hükmü bakımından öf demekten daha ziyadedir.
(4) : Mantukun zikri muhatapça meçhul
olmasından dolayı olmamalıdır. Ve illâ
mefhumu muhalefet bir delîl olamaz. Meselâ: Hanbelî fukahasmın fazileti
muhatapça meçhul olduğu
cihetle ona hitaben: «Hanbelî
fukahası fazıl zatlardır» denilse Hanefî
veya Şafiî fukahası-nın ademi faziletine telmih edilmiş olmaz.
(5) :
Mantukun zikri, bir suale veya hâdiseye cevap olarak vuku-bulmuş olmamalıdır.
Ve illâ mefhumu muhalefet, muteber olmaz. Bunlar Şafiîlerce de böyledir.
Meselâ: saime
kabilinden olan develerden zekât lâzım gelip gelmi-yeceğini sual eden kimseye
«saime olan develerden zekât lâzım gelir- denilse bu söz, saime olan
koyunlardan vesair hayvanlardan zekât lâzım gelmeyeceğine delâlet etmez.
345 - :
Mefhumu muhalefet, şu sekiz kısma ayrılır: Mefhumu lâkap, mefhumu sıfat, mefhumu şart, mefhumu gayet, mefhumu istisna kip, mefhumu sıfat, mefhumu şart,
mefhumu gayet, mefhumu istisna, mefhumu innema, mefhumu adet, mefhumu hasr, bunlar için istılahat kısmındaki 43-53
üncü meselelere müracaat!. [29]
[1] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/3-4.
[2] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/5.
[3] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/7-8.
[4] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/11-38.
[5] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/38-39.
[6] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/39-40.
[7] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/41-43.
[8] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/44.
[9] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/44-46.
[10] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/46-47.
[11] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/47-48.
[12] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/48-52.
[13] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/52-54.
[14] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/54-56.
[15] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/56-57.
[16] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/58-59.
[17] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/60-62.
[18] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/62-67.
[19] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/67-69.
[20] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/69-74.
[21] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/74-75.
[22] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/75-76.
[23] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/76-77.
[24] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/77-78.
[25] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/79-80.
[26] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/80-85
[27] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/85-86.
[28] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/86-91.
[29] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer
Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/91-93.