BİRİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ.. 1

ÖNSÖZ.. 1

USULÜ FIKHA'DAİR ISTILAHLAR.. 2

Usulü Fıkh Îlmînîn Mahiyetî 15

Usulü Fıkhın Mevzuu Ve Gayesi 16

Usulü Fıkhın Tarihçesi 17

BİRİNCİ   KISIM... 18

KÎTABA   VE KÎTAB  İLE SÜNNET ARASINDA   MÜŞTEREK BAZI. 18

MEBHASLERE AİTTİR. 18

Kitabın  Hakikati  Ve  Hususî Vasıfları   : 18

kîtab île  sünnet arasında müşterek mebhasler   : 19

Has Lafızların Mahiyeti Ve Hükümleri : 19

Emirlerin  Mahiyeti Ve Muktezası ; 20

Emik İle Vacip Olan Şeylerin Hükümleri : 21

Memurun Bîhin Hüsn Sıfatile Ittisafı : 22

Emredilen Şeyîn Liaynihi Veya Ligayrihî Hasen Olması : 23

Takat Fevkinde Btr Şey Île Teklif Vaki Olup Olmadığı : 24

Memurda Vücudu İcap Eden Kudret : 25

Nehirlerin  Mahiyeti Ve Mvrtezası: 26

Mutlak İle Mukayyedin Mahîyetlert Ve Hükümleri   : 28

Âm Lafızların Mahiyeti, Nevileri Ve Hükümleri : 29

Müşterek Ve Müevvel Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri : 31

Zâhîr, Nas Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri : 32

Müfesser İle Muhkemin Mahiyetleri Ve Hükümleri : 32

Hafî Ve Müşkil Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri : 33

Mücmel İle Müteşabthin Mahiyetleri, Nevileri Ve Hükümleri : 33

Hakikat İle Mecazın Mahiyetler* Ve Hükümleri : 34

Sarih Île Kinayenin Mahiyetleki Ve Hükümleri  : 36

Dal Btl'îbake, Bil'işare, Bîddelâte Ve Bil'îktîzanın Mahiyetleri Ve Hükümler : 37

Mefhumu Muvafakat İle Mefhumu Muhalefetin Mahiyetler! : 39

 

 

 

 

 

BİRİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ

 

Malûmdur ki, islâm hukukuna dair arapça yazılmış muhtasar ve mufassal binlerce eser vardır. Fakat bu hukuka dair bütün aksamını ihüva etmek üzere türkçe yazılmış kitaplar yok gibidir.

Vakıa bazı arapça fıkıh kitaplarının türkçe tercümeleri vardır. Fa­kat bunlar binnisbe pek muhtasar şeylerdir ve muntazam bir tertibe tâ­bi değildirler. Mecelle-i Ahkâmı Adliye, islâm hukukunun yalnız mua­melâta ait bir kısmı ahkâmını muhtevi bulunmuş, bunun üzerine muh­tasar ve mufassal olmak üzere birkaç türkce şerh de yazılmıştır. Fakat bu kıymetli eserler de —arz olunduğu üzere-yalnız bir kısım muame­lâta ait mesaili muhtev' olup islâm hukukunun sair kısımlarile alâka­dar bulunmamıştır.

İslâm hukukunun birer şubesi olan ibadetlere, vakıflara, vasiyet­lere, mirasa, cihada, kısas ve hududa müteallik ahkâma dair de türkçe müstakil eserler yazılmıştır. Lâkin bunlar da jalnız bu muayyen, mah­dut mevzulara aittir.

İslâm hukukunu türkçe bir lisan ile kısmen ihtiva eden kıymetli eserlerden bir takımı da fetva kitaplarıdır. Fakat bunlar da hâdiselere göre vakit vakit verilmiş şer'i cevaplardan müteşekkil olup islâm huku­kunun her kısmım tam bir tertip dahilinde muhtevî bulunmamaktadır.

Maamafih bütün bu türkçe eserler, Hanefî fıkhına ait olup bunlar ile sair mezahibi fıkhîyyemiz hakkında malûmat verilmesi iltizam edil­memiştir.

Şeyhül'islâm Hayri Efendi merhum, meşihatı zamanında islâm hu­kukunun münakehata, müfarekata, muamelâta, ukubata dair ve Ha­nefî mezhebine ait aksamım bîr mecellei külliyye halinde cami bir eser meydanar getirilmesine lüzum görmüştü. Fetva Emanetinde de Mecelle sarihi Ali Haydar Efendi merhum bulunuyordu. Âcizleri de mülga Fetvahane-i Alide heyeti telifiyye âzasından bulunuyordum. Bu eseri vücu-de getirmek vazifesi, Meşihat Dairesinde bir heyeti ilmiyyeye havale edildi, âzasından bulunduğum bu heyet, kendisine tahsis edilen dairede bir müddet çalışarak bilhassa münakehat ve müfarekata ait birçok fık-hî mesailin arapça nakillerini topladı. Hindiye fetvası esas ittihaz edil­mişti. Bunların tercüme edilmesini de Ali Haydar Efendi ile âei'/leri de­ruhte etmiştik. Münakehatın bir kısmına dair bin altı yüz madde kadar tercüme ettim, Haydar Efendi merhum da birçok tercümeler yaptı. Fa­kat Hayri Bey Efendi Meşihatten infisal etti, heyetimizin mesaisi de, derhal akim kaldı. Yalnız Ali Haydar Efendinin tercüme etmiş olduğu nafaka ahkâmı tebyiz edilerek tab' ve neşredildi.

Muahharan Hukuk timini Yayma Kurumu, âcizlerile bazı zevata islâm hukukuna ait bir kısım ıstılahları bir lügatçe halinde yazdırdı. İs­lâm hukukuna dair aynca «Kamus» unvanile bahislerden müteşekkil bir eser yazmamızı da teklif etti. Acizleri hisseme düşen «Ceza ahkâmı»nı bir iki sene çalışmak suretile ihzar ederek Kuruma gönderdim. Fakat islâm hukukunun sair ahkâmı galiba yazılmadığından Kurumun da bu teşebbüsü bir neticeye iktiran etmedi.

Teşebbüs edilen hayırlı bir işin noksan kalmasına gönlüm razı ol­madığından aczime bakmaksum böyle bir kamusu —noksan bir hâlde de olsa—• vücude getirmek azminde bulundum, senelerce çalıştım, bu sı­rada islâm fıkhıma ibadetlere ait olankısmını «Büyük İslâm İlm-i Hali» unvanile yedi yüz küsur s ahi f eden ibaret olmak üzere aynca neşre mu­vaffak oldum, tslâm hukukunun yazmakta bulunduğum diğer aksamı­nı da inayet-i Hak'la altı cilt olmak üzere başkaca yazıp bitirdim. Bu suretle işbu «Hukuku Islâmiyye ve Istılah atı Fıkhiyye» adındaki eser vü­cude  gelmiş oldu.

İstanbul Üniversitesi Rektörü muhterem Ordinaryüs Profesör Sıd-dık Sami Onar, böyle bir eserin tedvini hususunda mütevali teşviklerini ibzal buyurmuşlardır. İstanbul Hukuk Fakültesi muhterem Dekanı Pro­fesör Doktor Hüseyin Nail Kübalı, ve Hukuk Fakültesi. Dekanı bulunduk­ları sırada eserin tab'i imkânını temin etmiş olan muhterem Ordinaryüs Profesör Doktor Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ve Fakülte muhterem heye­ti tedrisiyesi de bu eserin mühmel kalmaması hususunda pek kıymetli lûtuflannı diriğ etmediler. O sayede eserin tab'ına başlanılmış oldu. Bu muhterem, yüksek hey'eti ilmiyyeye samîmi teşekkürlerimi arzetmep bir borç bilirim. Eserin bütün ciltlerinin tab'mı ikmale muvaffakiyeti de atıfeti Öâhiyyeden beklerim.[1]

 

ÖNSÖZ

 

"Hukuki tslâmiyye ve bulanan fıkhiyye" unvanı ile yazmış olduğum eser-i âcizi 1949 tarihinde İstanbul Hukuk Fakültesi tarafından altı cilt olmak üzere tab ve.neşr edilmişti. Bilâhare 1955 tarihinde birinci cildi yine Fa­külte tarafından tekrar tab ettirilmişti.

Birçok zevad ise bu .tslâm Hukukuna ait mufassalca eserin tekrar tamamen tab edilmesini arzu etmekte bulun­duklarından oğlum Selim Bilmen'in gayretleriyle tekrardan "sekiz cilt" olmak üzere yeniden rab'ına mübaşeret olun­muştur. Milletimizin ilmi varlığına âcizane bir hizmette bulunmak nimetine mazhar olmak ümidiyle bu eserimizin tekrar tab edilmesi iltizam edilmiştir.

Hak Tealâ Hazretlerinden muvaffakiyetler niyaz eylerini.

Em.Diyanet İşleri Reisi ÖMER NASliHI BİLMEN

Ömer Nasuhı BİLMEN[2]

 

(Hukuki İslâmiyye ve Istilahatı Fikhiyye Kamusu) unvanile yazılan bu eser, İslâm Hukukunun başlıca bütün aksamını ihtiva etmektedir. Bu kısımlar, en zi­yade Hanefî mezhebi üzerine müdevven mesail ve ahkâmı muhtevidir. Çünkü İslâm muhitinde asırlardan beri tatbik sahasında bulunan mezahibi fıkhiye ara­sında Hanefî mezhebine ait olan hukukî meseleler, hükümler daha büyük bir vüs'at ve inkişafı haiz ve İslâm âleminin daha çok yerlerinde carî bulunmuştur.

Maahaza bu mesail ve ahkâmı müteakip sair mezahibe ait hukukî mesele­lerin ,hükümlerin mühim bir kısmı da « () işaretile kavisler içinde yazılmış, bu suretle hukukî meslekler arasındaki ittifak ve ihtilâf noktalan gösterilmiş, bun­ların  arasında mukayeseler yapılabilmesi gayesi  takip edilmiştir.

Bü eserde mündemiç fıkhı meselelerin istinat ettiği şer'î deliller, ciltler vü-cude getirecek kadar büyük bir vüs'ati haiz, «İlm-i Hılâf» da ve mufassal fıkıh kitaplarında yazılı olduğundan bunlardan bahsedilmem İştir. Yalnız mesailin es­babı mucibesi mesabesinde olan ve hikmeti teşrüyesini teşkil edip «İlesli Fıkhiy-ye» ve «Menati Hüküm» adını alan birkisım aklî, içtihadî delillere, mülâhaza­lara işaretle iktifa olunmuştur.

Biz, bu usulü iltizam etmekle müçtehidini kiramın nazar noktalarını gös­termiş, fikr-i hukukînin inkişafına ve muhtelif hukukî meslekler arasmda muka­yeseler yapılması imkânını temine hizmet etmiş bulunmaktayız.

Bu eserin pek cemiyetli olan muhteviyatı için en muteber fıkıh kitapları me'haz teşkil etmektedir. Bazı meselelerin me'hazleri yanı başlarında gösteril­miş ise de kısmı âzaminin me'hazleri hemen yanıbaşında gösterilmemiştir. Çün­kü bu meselelerden bir çokları için müttehit, müteaddit, hukuk erbabınca ma­lûm me'hazler mevcut olduğundan her meselenin altında me'hazlerini göstermek zait ve külfetli olacaktır. Bu cihetle her kısmın nihayetinde başlıca me'hazlerin gösterilmesile iktifa olunmuştur.

Bu eserde yazılan meseleler, kolayca zapt ve ihata edilebilmek maksadilc muhtelif serlevhalar altında tertip ve tasnife tâbi tutulmuş, bu hususta en ziya­de «Kitabi Bedayüssanayi fi Tertibişşerayi» urvanlı muazzam eserden istifade olunmuştur.

Bu kamusta «Mecellei Ahkâmı Adliye» deki bütün mesail, münderiç bu­lunmuş, hukuka ait bir çok ıstüahati fıkfciyye, madde madde yazılmış, hakların­da îâzımgclen izahat verilmiş, bunlardan bir çoklarının lûgavî mânâları da ya­zılarak aralarındaki münasebetlere işaret olunmuştur.

İslâm hukukunun ne gibi esaslara istinat ettiğini gösteren ve hukuka mü­teallik: kanunların, nizamların ilmî bir surette anlaşılmasına yardım edip hukuk fikrinin inkişafım temine hadim bulunan «usulü fıkıh» İlmine dair de biraz ma­lûmat verilerek bu da eser için bir methal olarak tertip edilmiştir.

İslâm hukukunun esaslain-Jan olup hukukî kabiliyetin artmasına ve tat­bikatın kolaylamasına hizmet eden, Mecellece de kabul edilmiş bulunan (99) kaidei fıkhiyede bu methal kısmında yazılmış ve bunlar kâfi derecede izah edil­miştir.

İslâm hukukçularını teşkil eden ve kudreti ilmiyelerine göre muhtelif taba-kata ayrılmış bulunan büyük müttehitlerin, f akınların teracimi ahvaline dair de muhtasarca malûmat verilerek bununla da methal kısmına bir «TabakatÜlfuka» faslı ilâve edilmiştir.

Bütün bunlar ile eserin heyeti umumiyesL bir methal ile müteaddit kitap­lardan müteşekkil, altı cildi havi buJunmuş olmaktadır. Eserin sonuna bütün mündericatma dair hecâ harfleri tertibile bir cetvel de ilâve edilecektir.

Şunu da arz edeyim ki, bizim bu eserde (Hukuki İslâmiyye) den maksadı­mız, muamelâta —yâni; ukubata, münakehata, müfarekata vesair medenî, ikti­sadî muamelelere-müteallik ahkâmı şer'iyenin heyeti mecmuasıdır.

İslâm uleması, hukuk yerine fıkıh, ilmi hukuk yerine ilmi fıkıh tâbirlerini ihtiyar etmişlerdir. Maahaza aralarında fark vardır. Şöyle ki: Hukuk ve ilmi hu­kuk ile nâs arasında carî muamelâta müteallik bir ilim kast olunur. Fıkıh veya ilmi fıkıh ise hem bu muamelâta, hem de dinî vezaif ve vecaibe, —başka tâbir ile ahkâmı ibadâte müteallik bir ilimdir. Bu cihetle ilmi fıkhın sahası daha geniş bulunmaktadır.

Nâçiz kalemimle tedvinine muvaffak olduğum bu eserin hukuk namına bir hizmet sayılabilmesi şerefine nailiyetimi feyyazı kerim olan Haktealâ Hazretle­rinden niyaz eylerim. [3]

 

USULÜ FIKHA'DAİR ISTILAHLAR

 

1 - (Istılah) : Lügatte ittifak manasınadır. İlim lisanında «Muayyen bir cemaatin, bir meslek erbabının bir lâfzı mânâyı lûgavîsinden çıkararak başka bir mânâda müttefikan istimal etmeleri» demektir. Meselâ: «İlim» lâfza, lügatte mut­laka bilmek manasınadır. Sonra: «Bir mevzua dair bir takım müdevven mesail ve kavaidin heyeti mecmuası» mânâsında kullanılmıştır. Binaenaleyh bu ikinci mânâ, bir ıstılahı mahsustan  ibaret bulunmuştur.

Bir lâfzın lûgavî mânâsiyle ıstılahı mânâsı arasında ya münasebet bulunur veya bulunmaz. Münasebet bulunursa bu ıstılahı tâbire «menkul» denir, bulun­mazsa «mürtecel»  adı verilir.

Maahâzâ bir kaç manâda müstamel olup bilâhare ilk manâlarında istimali metruk bulunan, lâfızlara da «menkul» denir. Bu halde nâkil, ya seri şerif olur, ya örfü âm olur veya Örfü hâs olur. Birincisine (menkulü şer'î) denir. Nitekim. «salât» lâfzı lügatte dua mânâsına iken bilâhare şer'i şerif tarafından duayı ca­mi olan «erkanı malûme ve ef ali mahsuse) mânâsına nakledilmiştir. İkincisine: (menkulü örfü) denir. Nitekim «dabbe» lâfzı, esasen yeryüzünde yürüyen her zî-hayata itlak olunurken bilâhare âmme tarafından dört ayaklı zîhayat mahlûka-ta itlak olunmuştur. Üçüncüsüne de: (menkulü ıstılahı) denir. İşte fukahanın, üdebanın, vesair ulûm ve fünun veya sanayi erbabının kullandıkları bir takım tâbirler, bu menkulü ıstılahı cümlesindendir.

2 - (Hak): Bu tâbir, birçok mânâları ifade eder ve muhtelif itibarlar ile müteaddit şeylere ıtlak olunur. Bunların bir kısmı, şunlardır:

«Hak; esasen mutabakat ve muvafakat demek olup bir şeyi muktezayi hik-yan şey demektir. Allah Tealâ Hazretlerinin vücudu sabit, rübubiyyeti mütehak-kık olduğu cihetle esmai celîlesinden biri de «Hak»tır.

«Hak; esasen mutabakat ve muvafakat dernek olup bir şeyi muktezayi hik­mete göre icat eden zata ve muktezayi hikmete göre yaradı İm iş olan herhangi bir şeye ıtlak olunur. Bu cihetle Allah Tealâ'ya «Hak» denildiği gibi Allah Te-alâ"mn her fiiline de «Hak» denilir.

«Hak; İslâm, Kur'an, vahyi  ilahî, hikmet, nusret, saadet, te'yit, emri azîm, garezi sahih mânâlarında müstameldir.

«Hak; sübut, tevafuk, tahakkuku vücut demektir. Ezhan il ayan, enfüs ile âfak, ilm ile malûm arasındaki muvafakat ve mutabakat ile ifade olunur. Ekva-le, akaide, edyan ve mezahibe vasf olup sıdk ve sayap makamında kullanılır. Şu kadar ki, ezhanın ayana, diğer tâbir ile hükmün vakıa, itikadın harice, tevafu­kuna «sıdk» denildiği hâlde ayanın ezhana, vakan hükme, haricin = nefsülem-rin itikada mutabakatına da «Hak» denilmekte ve sıdk tâbiri, bilhassa akvalde şayi bulunmaktadır. Hak itikat, sadık = doğru söz denilmesi gibi.

«Hak; hikmet muktezasına göre vukubulan hüküm mânâsına gelir. «Bu ka­rar haktır» denilmesi.gibi.

«Hak; hal ve fasl edilmiş, hükmü verilmiş olan herhangi bir işe denir. «Em­ri Hak» denilir ki, kazaya iktiran etmiş hâdise demektir.

«Hak; adalet mânâsma gelir. «Hak yerini buldu» denilmesi gibi. Bu cihet­le adalet sahiplerine «ehli hak» denir. Bu mânâda «hakkaniyet» tâbiri de müs­tameldir.

«Hak; vacip ve lâzım olmak mânâsına gelir. «Şöyle yapılması bir haktır» denilir ki, bir vecibedir demek olur.

«Hak; bir şeyi sabit, vacip kılmak mânasına gelir. «Filân dâvasını hak et­ti» denilmesi gibi.

«Hak; mal ve mülke itlak olunur. «Şu filânın hakkıdır»  denilmesi gibi. «Hak; bir kimseye nâfi, ondan zararı dâfi olan şey mânâsına gelir.

«Hak; bir akarın merafıkma, meselâ; bir hanenin tevabimden olup ondan ayrılamayacak olan şeye itlak olunur. Hakkı tarik, hakkı mesil gibi.

«Hak; bir kimseye muhtes olan mânevi bir kudrettir ki, bununla tasarruf salâhiyetini veya malikiyet vasfını haiz olur. Başka bir tâbir ile Hak; bir ikti­darı seridir ki, insanlar bununla bazı. şeyleri icra ve mütaîebeye salahivettar olur­lar. Cem'i: Hukuktur. Bu haklardan bahseden ilme de «İlmi hukuk» denilir.

«Hak maddesinden alınmış bîr takım tâbirler de vardır ki, başlıcalân aşa­ğıda gösterilmiştir.:

3- Tahkik: Bir şeyin hakikatine muttali olup yakinen idrak eylemek de­mektir. «Şu meseleyi tahkik ettim» denilmesi gibi.

4- Tahakkuk: Bir şeyin sıhhatinin tebeyyün etmesi, mahiyetinin olduğu gibi anlaşılması demektir. «Şu haber tahakkuk etti» denilmesi gibi.

5- Muhik: Metin, rasin, sabit olan şey demektir. «Muhik söz, dâvayı muhikka» denilmesi gibi.

6- (Hakikat) : Bir şeyin zatı, mahiyeti demektir. Kat'iyyen ve manen sa­bit olan ve mahallinde müstakir bulunan şeye de itlak olunur. Istılahta: esasen vaz'edilmiş olduğu mânâda istimal olunup başka bir mânâya nakledilmemiş bu­lunan söz demektir. Mukabili mecazdır. Meselâ: «salât» lâfzı lügat bakımından dua mânâsında hakikattir, namaz mânâsında mecazdır. Bilâkis vaz'ı şer'î bakı­mından bu lâfız, dua mânâsında mecaz, namaz mânâsında hakikattir.

7- (İhkakı hak) : Bir şeyin hak olduğunu deliiierile ispat veya bir şeyin hak olduğuna hükmetmek demektir. İhkakı hak, ya edilie ve âyâtm izhar edil-mesile veya ahkâmı şer'iyenin ikmali suietile tecelli eder.

8-  (İstihkak) : Bir hakkın talep edilmesi ve bir şeyin bir şahsa ait bir hak olduğunun zuhuru mânâsına gelir.

İstihkak, İki kısmıdır. Biri, «istihkakı mubtil» dir ki, mülkü bilkülliye ip­tal eder. Bir şahsın hürriyete nailiyeti gibi ki, onun üzerinde başkalarının maliki-yet hakkını mübtil bulunur. Diğeri, «istihkakı nâkil» dir ki, bir mülkü bir şa­hıstan diğer bir şahsa nakleder. Alım satım muamelesi neticesindeki istihkak gibi.

9  -(Fıkıh) : Lügatte bilmek, anlamak, bir şeyi iz'an ile, fetanetle şuurlu bir halde idrak etmek, bir şeyin künhüne vâkıf olmak, kapalı bir şeyin hakikî -tine nazarı infaz edebilmek, kendisine hüküm taallûk eden hafî bir mânâya mut­tali olmak gibi mânâları ifade eder.

Istılahta fıkıh; «insanın amel cihetile lehine ve aleyhine olan şer'î hüküm­leri bir meleke halinde bilmesi» demektir. Diğer bir tarife göre fıkıh: «amelivata, yâni: ibadât, ukubat ve muamelâta müteallik şer'î hükümleri mufassal delil-lerile bilmek» den ibarettir.

Bu iki tarif, binnetice müttehittir. Demek ki, fıkıh, ameliyata müteallik ah­kâmı şeı'yeyi edillei tafsiliyesile bilip kavramaktır. O halde bu ahkâmı böylece bilmeğe; (İfekahet) ve bu ahkâmı böylece bilen zata da: (fakih) de-nir. Cemk'fu-kahadır. Fıkıh ilmini tahsil etmeğe de (tefekkuh) denilir.

Bu halde ilmi fıkıhda :«ameliyata müteallik şer'î hükümleri mufassal delil-lerile bildiren bir ilim» den ibaret olmuş olur. Maahaza ilmi fıkıh: «ibadâta, mu­amelât ve ııkubata müteallik şer'î mesailin heyeti mecmuası» diye de tarif olu­nabilir.

İmamı Âzam Hazretleri fıkhı: «Marifetünnefsi maîehn ve ma aleyha = in­sanın lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir» diye tarif etmiştir. Bu tarife na­zaran fıkha itikadiyat ve ahlâk mesaili de dahil bulunmaktadır. Şu kadar var ki, bu mesail, gide gide pek ziyade tevessü ve inkişaf etmiş, mevzuları başka baş­ka bulunmuş olmakla fıkhın tarifine«min cihetil amel = amel cihetüe» kaydı ilâve edilerek fıkhın daire i şümulünden itikadat ile ahlâkiyat hariç bırakılmış­tır. Binaenaleyh bugün ilmi fıkıh, ilmi kelâm ile ilmi ahlâk birer müstakil ilim halinde bulunmaktadır.

10 -(Seri' = Şeriat) : Esasen seri", şir'a, meşrea kelimeleri, insanı bir ır­mağa, bir su kaynağına götüren yol manasınadır. Bilâhare «ahkâmı diniye» ye ıtlak olunmuştur. Çünkü dinî hükümler de insanları içtimaî ve manevî hayatın mâbihilkıyarm olan bir feyiz ve itilâya yetiştirecek ilâhî bir tariktir.

«Şer'i lâfzı, izhar ve beyan mânâlarım da ifade eder, şeriat vaz'etmek mâ­nâsında da müstameldir. Maahaza şeriat tâbirine müradif olarak da istimal olu­nur.                                                                              ;

«Şeriat, lisanı dinde: «Cenabı Hakkın kulları için vaz'etmiş olduğu dinî, dünyevî ahkâmm heyeti mecmuasıdır.» Bu itibarla şeriat; din ile müradif olup ıem «ahkâmı asliye» denilen itikadiyatı, hem de «ahkâmı fer'iyei ameliye» de­nilen ibadet, ahlâk ve muamelâtı ihtiva eder.

Maamafih «şeriat»     tâbirinin yalnız ahkâmı fer'iyeye itlakı daha şâyidir.

'em'i: şeraî'dir. Velhâsıl: şeriat, umumî mânâsına nazaran: «Bir peygamberi zî-

şan tarafından tebliğ edilmiş olan kanunu ilâhî» demektir. Bu kanunun asıl vazıı

olan Cenabı Hakka; CŞarii Mübîn) denir. Bu kanunu insanlara tebliğ etmiş olan

peygambere  de  (Şârî) unvanı verilir.

Bu halde (ahkâmı şer'iye) denilince bundan kanunu ilâhî hükümleri mânâ­sını anlamak lâzımdır ve bununla asıl Kur'ana, hadise, icmaa sarahaten müste­nit olan hükümler kasdedilmiş olur. İslâm müçtehitlerinin kıyas ve içtihat lari-kile istinbat ettikleri hükümler ise (ahkâmı fıkhiye), (mesaili fer'iyei ameliye) namile yad olunur. Şu kadar var ki bunlara da şer'î esaslara istinat ettikleri ci-tctle ahkâmı şer'iye ıtlak olunmaktadır.

Demek ki, ahkâmı fıkhiye ,mesaili fıkhiye, esasen fiiruata ait, içtihada müs-tenid hükümlerden, meselelerden ibaret ise de bu tâbirler, hem nass ve icmaa müstenit şer'î ahkâm ve mesaile, hem de içtihat ve kıyasa müstenit hükümlere, meselelere şâmil, umumî bir unvan olarak istimal  edilmektedir.

11  -(Usul) : Aslın cem'idİr. Asıl,  maddî veya manevî olan temel, esas, istinatgah demektir. Racih, delil, kaide mânâlarında da müstameldir.

12  -(ilmi usulü fıkıh) : Fıkhî bilgilerin esası, istinatgahı olan bir ilimdir ki, şer'î hükümlerin mufassal, muayyen delilleri ve hikmetleri bu sayede bilinir ve bu dinî hükümler, bu muayyen, müşahhas deliller vasıtasile istinbat ve ispat olunur. Buna bir: «Hikmeti teşriiye ilmi» de denilmiştir.

13  -(Kaide) : Bir kat'î ve külli hükümdür ki, bir çok cüz'iyyat kendisine muntabık olur. Cem'i: kavaittir. Meselâ «Kelâmda aslolan mânâyı hakikattir» sözü, bir kaidei külliyedir. Biz birçok sözleri bu kaideye tatbik ederek onların hakikî mânâlarına göre hükmederiz.

14  -(jMes'ete) : Bir külli kaziyedir ki, kendisine bir takım cüz'iyyat mun­tabık olur. Meselâ: «Şartlarını cami olan bir vakıf lüzum ifade eder» denilse bu: «şeraitini cami olan her vakıf lüzum ifade eder» tarzunda bir mesele olur ki, bu, bir kaziyyei külliyedir. Buna tatbikan Zeyd'in, Amr'in vesairenin şartlan daire­sinde yapacakları vakfın da lüzum ifade edeceği anlaşılmış olur. «Bey'i caizdir, icare meşrudur, hibe mendûbdur» gibi sözler de böyle kaziyyei külliye mahiye­tinde birer meseledir.

15  -(Delil) : Bir şeydir ki, kendisine sahih bir nazar sayesinde bir mat-lûbi haberîye vukuf mümkün olur. Meselâ: emanetleri sahiplerine iade ötmek dî­nen lâzım mıdır?. Suali, bir matlûbi harebîyi hâvidi âyeti kerimesi de bu hususta bir delildir. Bu delile güzelce bakınca ema­netlerin sahiplerine iadeleri lüzumuna muttali oluruz. Delilin cem'i: edilledir. De­liller, edillei şer'iye ve edillei akliye kısımarına ayrılır. Edillei erbea, kitap ile sünnetten ve icmaı ümmet ile kıyası fukahadan ibarettir.

16  -(İstidlal) : Delile nazar etmektir. Eserden müessire veya bilâkis mü­essirden esere zihnin intikaline de istidlal denir. Güneşin yer yüzündeki ziyasın­dan güneşin doğmuş olduğunu anlamak gibi.

17  -(Hüccet) : Kat'î olsun olmasın mutlaka delil manasınadır. Senetlere, vesikalara, mahkemelerden verilen bir kısım ilâmlara da «hüccet» denilir.

18 -(Burhan) : Kat'î olan delil demektir. Mukaddimatı yakiniyeden mü­teşekkil, şartlarım cami olan bir kiyasî mantıkîdir ki, netice hakkında ilmi yaJun ifade eder.

19  -(Beyyine) : Delil, şahit, bir dâvayı ispat için ibraz edilen hüccet, ve­sika manasınadır. Adaletli kimseîe^n şahadetlerine «beyyinei âdile» denilir.

20-(Emare) : Alâmet, nişan, eser demektir. Mukaddimelerinden biri ve­ya her ikisi zannî olan kıyastır ki, netice hakkında bir zannî bilgi ifade eder.

21  -(Kitab) : Lügatte mektup, yani yazılmış şey demektir. Fukahaca: «bir lakım baplardan, fasıllardan müteşekkil ,'fıkhî meseleleri muhtevi yazıların heye­ti mecmuasıdır.» Usuliyyûna göre de kitab, «Kur'ani mübindir ki, Hâtemülen-biya  Efendimiz Hazretlerine tarafı İlahîden Cibrili Emin vasıtasile vahyü inzal buyurulmuş olan ve mânâ ile nazmı celilden ibaret bulunan âyatı Kur'aniyyenin heyeti mecmuasıdır.»

22  -(Sünnet) : Lügatte âdet, tarikat demektir. Fıkıhta: «Resulü Ekrem (sallâltehü aleyhi vesellem) efendimiz tarafından farz ve vacip olmaksızın bazan terk edilmek üzere iltizam buyurulmuş olan herhangi bir fiil. ye harekettir. Bu fiil ve hareket, ibadet kabilinden ise «Sünneti Huda», Resulü efheme mahsus adeti seniye kabilinden ise «Sünneti Huda», Resulü efheme mahsus adeti seniye kabilinden ise «Sünneti zevait» adını alır.

Usul i sulanınca sünnet ise Nebiyyi Zîsan Hazretlerinden sudur eden sözler ile kasdi fiillerden ve takrirlerden herhangi biridir.

Resulü Ekrem'in mübarek sözlerine «Sünneti kavliye». fiillerine «Sünneti filiye» yapıldığını gördüğü bir şeye karşı sükût edip red ve inkâr buyurmamas: da bir «Sünneti takririye» dir ki, o şeyin cevazına delâlet eder. Sünnetin cenfi: sünen'dir.                                                                    

23  -(İcma) : Lügatte ittifak, kasd, manasınadır. Istalahta: «Bir asırda bulunan İslâm müçtehitlerinin bir hükmü şer'i üzerine ittifak etmeleridir. Buna «îcmai ümmet» denir. Bir hükmi aklî üzerine ittifaka ve bilinmesi yalnız sarih nakle müstenit olan şeyler hakkındaki ittifaka icma adı verilmez. Âlemin hudu-suna, kıyametin vukuuna ait ittifaklar gibi. Avamı nasm bir şey hakkındaki it­tifakları da icma sayılmaz.

24  -(Kıyası fukaha) : Bîr şeyde sabit olan hükmün mislini o hükmün illeti i çt ih adi ye sin i haiz olduğu cihetle-diğer bir şeydede bir rey ve içtihat neticesi olarak izhar etmektir.

Meselâ: Buğdayın ribevî mallardan olduğu nas ile sabittir. Bir miktar buğ­day, o miktardan fazla bir buğday iie satılamaz. Bu, asıldır. Bunun içtihaden illeti ise keyliyct ile cinsiyettir. Bu illet ise pirinçte, darıda da vardır. Bu da fer idir. Binaenaleyh buğdaya kıyas ile pirincin de, darının da ribevi mallardan ol­duğuna rey ile hükmedilir ki bu. bir kıyas meselesidir.

Kıyasta asla «Makısüri aleyh», fer a da «makis»   denir.

Kıyası fukaha. cüz'îden cüziye istidlal tariki olduğundan mantıktaki tem­sil kabilinden sayılabilir.        

25  -(İlleti kıyas)  : Hükmü şer'îsi nas ile  sabit olan bir şeyin müştcmil olduğu vasıflardan olup bu hükmü şer'îyc içtihaden sebep ve alâmet telâkki edi­len  şeydir.

Meselâ: Bir küe arpa yine bir kile arpa mukabilinde veresiye olarak satı­lamaz. Bu bir ribadır, haramdır. Bu haram hükmünün İlleti içtihadiyesi, arpada­ki cinsiyet ile keyliyet vasıflandır. Artık buna kıyasen bir kile darının da bir ki­le dan mukabilinde veresiye olarak satılmasının hürmetine kail oluruz. Çünkü arpa hakkındaki hükme illet olan cinsiyet ve keyliyet vasfı, darıda da mevcut­tur. İşte bunlar bu iliete müşterek olduklarından aynı hükme tâbi bulunurlar. Bu halde arpa asıi, darı da feri olmuş olur.

«Alelıtlak» «İllet» lügatte tağyir edici şsy manasınadır. Fukahaca illet: «Bİc hükmün sübutu ilk evvel kendisine m'sbet ve izafe olunan şeydir. Meselâ: Akdi beyi', müşteri için mülkiyetin sübutuna illettir.

26  -(İçtihat) : Fer'iyyata, yani ibadet ve muamelata müteallik bir hükmü şer'îyi delilinden istinbat = çekip çıkarmak için tam takati sarfetmektir. Bu gibi fer't hükümleri delillerinden istinbat eden zata da  «müçtehit» denir.   Ahkâmı asliyede, yani: itikat meselelerinde içtihat carî değildir. Onlar kat'iyyattandır.

27  -(îstihsan) : Usuliyyun ıstilahinca: «Kıyası hafi demektir ki, bu kıya­sın illetine, tarikine müçtehitlerin fehimlerı çabukça nüfuz etmeyip bu hususta ziyade tetkike, tâmika muhtaç olurlar. Fıkıh ıstilahmca ise istihsali, kıyası ce-lîye mukabil ve muarız olan herhangi bir debidir ki, kıyası hafiden elâmdır. Me­selâ:  fıkıhta, bazı hükümler, kıyası celiye muhalif görüldüğü halde hadis veya icma gibi bir delil ile- sabit olur da «bu hüküm, istihsanen sabittir» denilir.

28  -(îsüshab) : Mazide sabit olan bir şeyin —tebeddül ettiği   bilinme­mekle-hâlen de sabit, baki olduğuna kail olmaktan İbarettir. Meselâ: On sene evvel hayatta olduğunu bildiğimiz bir kimsenin vefatı hakkında bir bilgi bulun­mayınca bugün de berhayat olduğuna kail oluruz ki, bu bir istishap meselesidir.

29  -(İstidlal biademilmedarik) : Varlığına delil bulunmayan herhangi bir şeyi nefy ve inkâr etmektir ki, doğru bir istidlal tarzı değildir. Çünkü delilin yok­luğundan medlulün yokluğu lâzım gelmez.

30  -(Taklit) : Başkasının ef al ve harekâtına ittiba etmektir.  Istılahata taklit «Bir zata ittibam vücudu için bir delil olmadığı halde mücerret muhik ol­duğuna itikat ile intisap ve ittiba etmekten ibarettir. Meselâ: Muayyen bir müç-tehide ittibam vticubu için bir delil yoktur. Fakat efradı ümmet, içtihada bihak­kın muvaffak olan ulemayı islâmiyeden herhangi birine içtihadında muhik göre­rek tâbi olabilir ki, bu, bir meşru taklitten ibarettir.

31  -(Örf) : Akılların şahadetile iştihar edip tab'an kabul edilen herhan­gi müstahsen şeydir. Her tarafta carî, vazu gayri muayyen olursa «örfü âm», bir mahalle mahsus, bir taifai muayyeneye ait bulunursa «Örfü hâs» adını alır.

32  -(Âdet) : Nefislerde raüstakir, selim tabiatle-rce makbul olan müteker-rir umurdan ibarettir, örf ile müteradif gibidir. Âdete «teamül» de denir.

33  -(Hikmet) : Faide, maslahat, garez, illeti gaiye .eşyanın hakikatlerini olduğu gibi bilmek ve muktezasına göre harckeı etmek mânâlarında müstamel­dir. Cem'i:  hikemdj-.

Bir mesele hakkındaki hükmü şer'î iie istihdaf edilen maddi, mânevi faidc, maslahatı âmme, menafü İçtimaiye o hükmün hikemi şeriyesindendir. Bunlara «hikmeti teşriiye» denir.

34  -(Maslahat) : Bir işin salâhına, hayriyetine, bâis ve saik olan şeydir. Dinî vi dünyevi kısımlara ve saireye ayrılır. Mukabili «mrfsedet»dir.

35  -(Maslahatı diniyje) : Zihnî hurafelerden, bâtıl fikirlerden tecrit et­mek, fikri tenmiye. nefsi tezkiye, ahlâkı tehzip \'z terbiye ederek ruhu güzel iti­katlar ile, güzel ameller ile tezyin ve tekmil eylemektir. Bu gayelere hadim olan her şeyde maslahatı diniyye mündemiçtir.

36  -(Maslahatı dünyeviyye) : Dünyevî işlerin İntizamını temine hadim, 1 bir takım muzir şeylerin meydana gelmesine mâni, içtimaî hayatın refah ve sa­adetine vesile olan herhangi bir  şeydir.

37 -(Maslahatı zaruriye) : Nefsi, dini, aklı, nesü, ve malı siyanete hadim herhangi   bir şeydir.

Meselâ: Münakehat, nesli vikaye, cihat da dini himaye maslahatına mebnî meşru bulunmuştur. Müskiratın "hürmeti de aklı. malı. şerefi muhafaza gibi mas­lahatlara müstenit   bulunmuştur.

38  -(Maslahatı hâcibe) : Nâsm zaruret derecesine baliğ olmayan ihtiyaç-larile ilgili oian herhangi bir maslahattır ki, bunun fıkdanı halinde cemiyetin ha­yatında müzayaka, meşakkat yüz gösterir.  Müzarea, selem,  istisna, beyibilvefa gibi muamelelerin meşruiyeti bu  kabil maslahatlara dayanmaktadır.

39-(Maslahatı tahsiniye) : Bir zaruret veya hacetten dolayı değil, mücer­ret evlfı olanı ihtiyar, insanın kadrini ilâ kabilinden olan maslahattır. Bazı haşa­ratın ve tab"i insanînin nefret edeceği habaisten sayılan şeylsrin haram obuası, bu maslahata müstenittir.

40  -(Maslahatı mürsele) : Şer'i şerif tarafından itibar edildiği de, itibar edilmeyip iptal ve ilga edildiği de bilinmsyen, meskûtün anh bırakılmış olan mas­lahattır kî. bazı hususlarda bir delil olarak kabul edilir. Sirksı gibi bir cürümle müttehem olan bir kimsenin cürmünü ikrar etmesi için hapis veya darp ile sıkış­tırılması gibi. İmam Mâlik Hazretleri, bu maslahatı mürsele  ile ame-1 etmiştir.

41  -(Maslahatı mutebere) : Bir hükmü vaz ve ispat hususunda şer'i şeri­fin itibar ettiği illet ve maslahattır.Kumann, müskiratın memnüiyeti  bu masla­hatla ilgilidir.

42  -(Maslahatı merdûde) : Şefi şerifin iptal va ilga ettiği maslahattır. Me­selâ: riba ve müskirat nassen haramdır. Artık para kazanmak maslahatına mebni bunları irtikâp etmek asîâ tecviz edilemez. Böyle bir maslahat, merduttur, bu­nun zararı kârından ziyadedir.

43 - (Mantuk) : Bir lâfzm nutuk mahallinde, söz sahasında üzerine delâ­let ettiği şeydir. Meselâ: «Şu kitabı satın aldım» denilse bu lâfzın mantuku o ki­tabın satın alınmış olmasıdır.

44  -(Mefhum) : Bir lâfzın nutuk mahallinde olmaksızın üzerine delâlel ettiği şeydir. Meselâ: Bir kimse: «Şu kitabımı sattım» dese bu söz o kitapta ma-likiyel hakkının o kimseden zevaline delâlet eder ki, bu bir mefhumdur.

Mefhumlar, mefhumu mutabakat ile mefhumu muhalefet kısımlarına ayrılır

45  -(Mefhumu mutabakat) : Bir ibarede meskûtün anh olan şeyin man­tuk olan şeye ispat veya nefi  itibarile muvafık olmasrdır ki, buna delâleti nas fehvayı hitap, lahni hitap dahi denir. Meselâ:  «Anana babana öf detme» mantı; kuna,   «onlara darp ve şetm etme» meskûtün anhi tamamen    mutabıktır. Bir menhiyyün anh olduğu gibi diğeri de menhiyyün anhlir.

46  -(Mefhumu muhalefet) : Bir ibarede meskûtün anh olan şeyin man­tuk ve mezkûr olan şeye ispat ve nefyİ itibariyle hükmen muhalif olmasıdır k? buna «delili hitap»,  «tahsisüşşey bizzikr» de  denilir. Mefhumu lâkap ve sairs adiie —aşağıda yazıldığı üzere-sekiz kısma ayrılır.

47  -(Mefhumu lâkap) : Bir    ismi cinsinin veya ismi şahsînin hükmüni bunların mütenavil olmadığı şeylerden, kimselerden nefi demektir. Meselâ: «Bı mal, erkeklere veya Zeyd'e helâldir»  denilse bu  malın kadınlara ve Zeyd'dei başkasına helâl olup olmaması meskûtün anh bulunmuş olur.

48  -(Mefhumu sıfat) : Bir vasf ile tahsis ve takyit edilen bir şey hakkın daki hükmün o vasf iie muttasif ve mukayyei olmayan şeylerden nefyedilmesidir

Meselâ:   «Baliğ ve âkil insanlar beyi ve seraya ehildir.» denüse bulûğ vı akı! vasfını haiz olmayan insanların, beyi ve seraya ehil olmadıkları anlaşılır.

49  -(MeÜıumi şart)  : Bir şarta talik eüilen bir hükmü, o şartın bulun maması halinde nefyetmek demektir. «Bu kitabı gelirse filân zata ver» denilme si gibi.

50 -(Mefhumu gaye) : Bir gaye ile, bir had ile mukayyed ve muallâk olaj bir hükmü o gayenin mâbadinde mefkut"telâkki etmektir. Meselâ: Güneş gurul edinceye kadar orç tutunuz»  denilse  orucun vücubu   güneşin  gaybubetine  ka dar devam eder, ondan sonraya şâmil olmaz, denilmiş olur. Ve bir mal bir kim seve bir ay müddetle ariyet veriimiş olsa bu ariyet hükmü, o aydan sonra çere /an etmez. Bu mefhuma «mantukı işaret» denilir ve bunun ulema arasında mut tefekun aleyh bir mefhum olduğuna kail olanlar da vardır.

51   -(Mefhumi isüsna)  : Müstesnaya verilen hükmün başkalarına şâm olmadığına delâletten ibarettir. Meselâ: «Lâ fadıle illâ Zeyd  -   Zeyd'den başk fazıl yoktur» denilse fazıl vasfı Zeyd'den başkasından nefi ile yalnız Zeyde ^ pat edilmiş olur.

52  -{Mefhumı İnnema) : İnnema =   ancak edatı ile beyan olunan şey hakkındaki hükmü mâadasından nefiy ed[vermektir. Meselâ: «innemelâmalü bin-niyat -=   ameller ancak niyetlere göredir»   denilince amellerin hükmü, herhalde niyete bağlı olduğu ve niyetsiz bir amelin hükümsüz, kıymetsiz bulunduğu anla­tılmış olur.

53  -(Mefhumu adet) : Bir adede tahsis edilen hükmün başka adetlerden müntefi olduğuna delâletten ibarettir. Meselâ:  «Kadınların adetleri için üç ku­ru' = hayız veya tuhur» diye bir adet tahsis edilmiş, olduğundan adetin iki kuru ile tamam olmayacağı ve adet için dört kuru da icap etmiyeceği müntehim ol­muştur.

5i -(Mefhumu hasr) : j5ir hükmün yalnız bir şeye veya bir şahsa kasr ve tahsisine delâletten ibarettir. Meselâ:  «Elfâzılü Zeydiin   =   fâzıl Zeyd'dir» de­nilse fazl vasfı yalnız Zeyd'e tahsis edilmiş olur. Mefhumlar ile istidlal caiz olup olmadığına dair İleride malûmat verilecektir.

55  -(Tahriç) : Lügatte çıkarmak manasınadır. Istalahta: «Müçtehitlerin istinat ettikleri nâslara, kaidelere, asıllara tatbİkan şer'î hükümleri istihraç et­mektir. Şöyle ki: Bir mezhebi fıkhîye tâbi olup o mezhep imamının istinat ettiği nâslara ve ilel ve esbaba muttali olarak o mezhepte tasrih edilmemiş olan. her­hangi bir meselenin hükmünü o mezhep dairesinde istihraç ve tâyin eden zata «muhafriç, sahibi tahriç» denildiği gibi bu istihraca da «tahriç» denilir.

56  -(Lâfzı hâs) : Bir mânâya münferiden —başlı başına-vaz'olunan lâ­fızdır. Zeyd, Amr, insan, erkek, kadın lâfızları gibi.

57  -(Lâfzı âm) : Gayri mahsur, yâni: Sayısız müsemmalan İhata eden ve aynı cinsten birçok fertlere birden delâlet eyleyen lâfızdır. Kavm, cemaat, rical, nisa' lâfızları gibi.

58  -(Lâfzı müşterek) : İki veya daha ziyade mânâya -birinden diğeri­ne nakil suretile olmaksızın -başka başka vazedilmiş lâfızdır. «Ayrı» lâfzı gi­bi ki, hem göz, hem de altın, mahiyet gibi mânâlara mevzudur.

59  -{Lâfzı mutlak) : Şümulsüz, tayinsiz olarak cinsinde şayi olan lâfız­dır ki, hâssın efradındandır. Meselâ:   «üç gün» denilse bundan îâalettayin üç gün kasdedilmiş olur. «Bir kitap okudum» denilse bundan kitap cinsinden Îâalet­tayin bir kitap okunduğu ifade edilmiş bulunur ki, bunlar, birer mutlak lâfızdır.

60  -(Lâfzı mukayyet) : Bir kayıd ile, bir veçhile şüyudan, cinsinin her ferdine şümulden çıkmış olan lâfızdır. Meselâ:  «muttasıl üç gün, fıkıhtan bir kitap» denilse bunlar, birer mukayyet İâfız bulunmuş olur.

61  -(Müştereki manevî) : Müteaddit mânâları müştemil olan bir mânâyı külliye bir vaz' ile mevzu olan lâfızdır. «Hayvan, ağaç» lâfızları gibi ki, her zâ-hayata, her çeşit ağaca şâmildir.

62 - (Müevvel): Delâlet ettiği müteaddit mânâlardan, vecihlerden bazıları e 11 zonnî ile, reyi galip ile tereccüh eden müşterek lâfızdır. Meselâ: Kur1 lâfzı, hayz Us tuhr beyninde müşterektir. Bundan tuhr veya hayz mânâsı tercih edilir­se bu, bir müevvel lâfz olmuş olur.

63 - (Lâfzı menkul) : Mevzuu lehinin gayri bir mânâda bir münasebet ve

alâkaya mebni istimali galip olup bilâ karine anlaşılan lâfızdır. Istılah kelime­sine müracaat!..

64 - (Mürteccl) : Mevzuu lehinin gayrisinde bir alâka bulunmaksızın sa­hih bir istimal ile müstamel olan lâfızdır. Meselâ: «Süreyya» lâfzı, muayyen bir yıldızın adı olup herhangi bir şahsa ad olarak istimal edilir. Bunların arasında ise bir alâka yoktur.

65 -  (Cemi miine&ker) :    Gayri mahsur çokluğa bir vaz' ile bilâ şümul

mevzu olan lâfızdır ki, üç ve üçten ziyadeye deJâİet eder. Rical, nisa lâfızları gibi.

66 -  (Zahir) : Mücerret ibaresi işitilmekte mânâsı bilinen, yani: Söyleye­nin maksadı, düşünülmeye muhtaç olmadan anlaşılan sözdür. Meselâ: «alış ve­riş halâldır» sözü zahirdir,

67  -(Nas) : Söyleyenin cihetinden ileri gelen bir sebeple mânâsı, zahir­den daha açık olan lâfızdır. Meselâ: ilmin şeref ve faziletini bildirmek isteyen bir zat, «Bilenler ile bilmeyenler müsavi olurlar mı?» dese bu söz, bilmek ile bilmemek arasındaki farkı ifade hususunda nas olmuş olur.

Te'vile ihtimali olmayan söze, delile de nas denir.

68  -(Müfesser) : Beyanı tefsir veya beyanı takrir sebebile mânâsı nas' dan daha vazıh olan sözdür ki, nesihten başka bir şeye ihtimali bulunmaz. Me­selâ:  «Seni azat ettim» sözü bir nasdir. «Seni nkkiyyetten azat edip hürriyete kavuşturdum» sözü de müfesserdir.

69  -(Muhkem) : Müiesserden daha kuvvetli olan sözdür ki, nesha da ih­timal yoktur. Meselâ: «Bir kimseye kayın validesi ebediyen haramdır, cihad kı­yamete kadar devam edecektir» sözleri, birer muhkemdir ki, bunlarda nesih ca­rî oîamaz.

70  -(Halı) : Sigasmdan dolayı değil, bir arızadan dolayı mânâsı kapalı kalan lâfızdır. Meselâ «Sânk» lâfzı tarrar ile nebbaşe nazaran hafidir. Yanke­sici, kefen soyucu da hırsızdır. Fakat bunlar, başka birer isim%i]e yad olunduk­ları için sarık = hırsız tâbirinin bunlara ıtlakı hafî bulunmuştur.

71  -(Miişkıl) : Mânâsı, kendisinden ne murad edildiği, teemmülsüz bili­nemeyecek derecede kapalı olan lâfızdır ki, bu kapalı olmak, ya mânâsındaki incelikten, derinlikten veya kendisindeki bir istiarei bediiyeden ileri gelmiş bu­lunur.

Meselâ: Gusulde «tetahhur» ile memuruz. Bu tetahhur. ağzın içine de şâmil midir?. Bunda işkâl vardır. Teemmül neticesinde anlaşılıyor ki ağzın içine de şâmildir.

KezaUk: «Gümüşten şişe bardaklar» tâbirinde bir işkâl vardır. Bir bardak, şişeden olunca artık nasıl gümüşten olabilir?. Düşünce neticesinde anlıyoruz ki. bunda bediî bir istiare var, bununla bardağın gümüş kadar beyaz, sırça kadar da şeffaf olduğuna işaret   edilmiş oluyor.

72  -(Mücmel) : Mânâsı anlatılamayacak derecede kapalı olup anlaşılma­sı ancak söyleyen tarafından bir beyan ilâvesine mütevakkıf bulunan lâfızdır. İs­timali az olduğu cihetle garaipten sayılan lâfızlar ve müteaddit mânâlara vaze­dilmiş olan  lâfızlar ve  kendisile söyleyenin ne kasdettiği anlaşılmayan lâfızlar, bu kabildendir.

Meselâ, hırsı çok, sabrı az kimse mânâsına olan «helû'» lâfzı, garaipten olmakla mücmeldir. Rİba lâfzı da bu cümledendir.

73  -(Müteşabih) : Efradı ümmet için kendisile ne murad edildiğini anla­mak ümidi munkati olan  lâfızdır. Bazı mübarek     sûrelerin evvellerindeki Elif Lâm Mim, Tâhâ gibi hurufı mukattaa  «Yedullâh, Vechullah» gibi tâbirler  bu cümledendir.

74  -(Mecaz)  :  Aralarındaki bir münasebet ve alâkadan dolayı vaz'edil-miş olduğu mânâdan başka bir mânâda müstamel olan lâfızdır. Meselâ: Vasiyet lâfzının irs, hibe, sadaka mânâsında istimali mecazdır. Rakabenin bütün beden mânâsında kullanılması da bu kabildendir. Mukabili hakikattir.

75  -(Sarih) : Hakikat  olsun  mecaz olsun kendisinden ne kasd edildiği apâşikâr anlaşılan lâfızdır. «Şu malı sattım, şu eve ayak basmam» sözleri gibi.

76  -(Kinaye) : Hakikat olsun mecaz olsun kendisile ne kasdedildiği ka­palı olan lâfızdır. İstimali mehcur, metruk olan hakikatler birer kinaye olduğu gibi daha mütearef olmayan mecazlar da birer kinayedir.

Meselâ: Bir kimse, «zevcesine: Benden tesettür et, git ailene iltihak et» de­se bu sözleri, niyetine göre talâktan kinaye olur. «Sen bainsin» sözü de böyledir.

77  -(Delâlet) : Söylenilen bir sözün -nasıl bir mânâya mevzu olduğu­na muttali olanlarca -münfehim olmasıdır. Delâlet lâfzı, alâmet ve bir

şeyin varlığına veya yokluğuna nişane mânâsında da kullanılır.

73 -(Delâleti mutabikiyye) : Bir lâfzın vaz olunduğu mânânın tamamına olan delâletidir. İnsan lâfzının tam  mahiyeti olan hayvanı nâttka delâleti gibi.

79  -(Delâleti tazammuniyye) : Bir lâfzın vazolunduğu mânânın bir cüz' üne delâletidir. İnsan lâfzının yalnız hayvana, yalnız natıka delâleti gibi,

80  -(Delâleti îltizamiyye) : Bir lâfzın vazolunduğu mânânın lâzımına de­lâletidir. İnsan lâfzırun, ilim ile kitabete kabiliyetli bulunmaya delâleti gibi ki, bu kabiliyet, insanın mânâsının tamamı veya cüz'ü değil, belki mahiyetinin lâ­zımıdır.

81  -(Dâl bilibare) : Delâleti mutabıkiyye veya tazammuniyye ile veya ü-tizamiyye ile sevk edildiği mânâya ibaresile delâlet eden lâfızdır.

Meselâ: «Zakât. müslümanlann fakirlerine verilir, hiç bir zengine verile­mez» ibaresi, zekâtın yalriız müslüman fakirlere verileceğine delâleti mutabikiy-ye ile delâlet eder, zengin olan Zeyd'e, Amr*e verilemeyeceğine de delâleti tazammuniyye ile delâlet eder, zekât hususunda fakirler ile zenginler    arasmde fark bulunduğuna da delâleti iltizamiyye ile delâlet eder.

82  -(Dâl bil'İşare): Üç nev'i delâletten biriyle sevk edildiği mânânın gay­risine, yani: söylenince maksudu aslî olmayan bir mânâya delâlet eden lâfızdır

Meselâ: «AllahÜ Tealâ, bey'i halâl, ribayı haram kılmıştır» ibaresi, bey ile riba arasında fark bulunduğunu beyan İçin sevk olunmuştur, bundan asıl mu­rad budur. O halde bu ibare, bey' ile riba arasında fark bulunduğuna delâlet mutabıkiyye İle delâlet ettiği gibi bey'in halâl, ribamn haram olduğuna da yine delâleti mutabıkiyye ile bil'İşare delâlet etmiş olur.

Bir malın Zeyd'e verilmesini veya verilmemesini isteyen bir kimseye kar­şı: «Bu malı hiç bir şahsa vermem» sözü de bu malm Zeyd'e de verilmeyeceğine delâleti tazammuniyye ile bü'İşare delâlet eder.

«Evlâdın nafakaları mevludün leh üzerinedir» ibarasi de çocukların neseb lerinin babalarından sabit olacağına delâleti İltizamiyye ile bil'İşare delâlet eder Çünkü babanın mevludün leh olması, nesebin kendisinden sübutunu müstslzim dir.

83  -(Dâl bitiİ£lâle) : Asıl vaz'olunduğu mânânın lâzımına —aralarında­ki müşterek ve lûgaten münfehim bir illet vasitasile-delâlet eden lâfızdır.

Meselâ: «Anana babana öf deme» sözü, ebeveyne karşı «öf» diye şea met = usanç göstermenin memnuiyetine ibaresile delâlet ettiği gibi döğmenin söğmenin memnuiyetine de delâleti lûgaviyesile delâlet eder. Çünkü öf demekti: eza vardır. Bu eza, bu öf demenin memnuiyeti için rey ve kıyas yolüe değil, bel ki lügatin delâletib. bir illettir. Bu illet, döğmede, söğmede de ziyadesile mevcut tur. Binaenaleyh bu müşterek illet dolayisiyle Öf demek memnu olduğu gibi döğ-mek de, sövmek de memnudur.

84 - (DâI btî'iktiza) : Şer'an muhtacün ileyh olan bir lâzime delâlet eder lâfızdır. Başka bir tâbir ise: «vaz'olunduğu mânâdan mukaddem isbatma şer'ar lüzum ve ihtiyaç mevcut olan bir medlule delâlet eden ibaredir.

Meselâ: Bir kimse bir şahsa hitaben: «Köleni şu kadar kuruşa benim na mıma azad et» deyip o şahıs da azad etse köle, o kadar kuruş mukabilinde c kimse namına azad edilmiş olur. Çünkü bu söz ile köleni şu kadar kuruşa ba na sat, sonra onu benim namıma azad et, denilmiş olur. «Köleni azad et» emri bir muktszîdir. Kölenin satılması da muktezadir. Bu mukteza olmadıkça öylt bir emrin mânâsı hükümsüz kalır. Artık öyle bir emrin sıhhati için evvelce bi muktezanın vücuduna lüzum ve ihtiyaç vardır. Binaenaleyh o emir, bu mukte zaya biliktiza delâlet etmekte bulunmuştur.

85 -(Beyan) : Lügatte izhar manasınadır. İlâm ve tebyin mânâsında yukubulan şeyden murad ne olduğu söz ile veya fiil ile açığa çıkarmaktır

müstameldir. Istılahta: «Söz olsun iş olsun yukubulan şeyden murad ne olduğu nu o şey ile ilgisi, münasebeti bulunan bir

Meselâ: «Namazınızı ikame ediniz» emrini Resulü Ekrem Hazretleri kendi fiilleriyle, yani kıldıkları namazlar ile beyan, etmiş ve bu hususta: Namazı be­nim nasıl kıldığımı gördüğünüz gibi kılınız» diye emir buyurmuştur.

Beyan, beş nevidir.

86  -(Beyanı takrir) : Bir sözü mecaz ve husus ihtimalini kesecek bir şey ile te'kit etmektir. Meselâ: «Kanatlarile uçan kuşlar da sizin gibi birer ümmet­tir» sözündeki «kanatlarile uçan» vasfı, bir te'kittir ki, bu kuşlardan mecazî bir mânâ kasdedilmediğini gösterir.

87  -(Beyanı tefsir) : Kendisinde hafâ bulunan bir §eyi izah etmektir. Şöy­le ki: Kendilerine hafâ bulunup mücmel, müşkil, hafî gibi kısımlara ayrılan söz­ler, bu beyanı tefsir sayesinde tebeyyün etmiş olur.

Meselâ: «Zekâtınızı veriniz» mealindeki bir emir, mücmeldir, miktarı mu­ayyen değildir. Resulü Ekrem Efendimizin: «Mallarınızın, kırkta birini zekât olarak getirip veriniz.» mealindeki bir emirleri ise zekâtın miktarını tâyin etti­ğinden bu hususta bir beyanı tefsirdir.

88  -(Beyani tağyir) : Sözün evvelinin mucebinİ, bundan murad ne oldu­ğunu diğer bir lâfız ile izhar ederek değiştirmektir. Tahsis, istisna, sıfat, gaye, bedel denilen şeyler, birer beyanı tağyir demektir.

Meselâ: «Bey' halâl riba haramdır» ibaresindeki ilk cümle, yani: «bey' ha-lâldir» cümlesi, riba suretile yapılan bir bey* muamelesine de şâmildir: «Riba haramdır» cümlesi İse bu şümulü tağyir ederek bey'in halâliyetini riba yolile ol­mayan bey' muamelelerine tahsis kılmıştır.

Kezalik: «Şu paranın beş yüzü müstesna olmak üzere hepsi Zeyd'e aittir» sözünde de istisna, bir beyanı tağyirdir, «şu paranın hepsi Zeyd'e aittir» iba­resinin mucebini değiştirmiştir.

89  -(Beyanı zaruret) : Bir şeyi lâfzen tavziha mevzu olmayan bir şey ile bir nevi izah etmektir. Bu beyanın bir kısmı mantuk hükmündedir, bir kısmı da vakti hacetteki sükûttan ibarettir.

Meselâ: «Yalnız validesile babası bulunan bir müteveffanın terekesinin üç­te biri validesinindir» denilse bu terekenin mütebakisi de babasınındır, denilmiş olur. Vakıa bu son söz, meskûtün anhtir. Fakat siyakı kelâm itibarile örfea man­tuk hükmünde bir beyanı zaruretten ibarettir.

Kezalik: Bir bikri baliğayı babası bir şahsa tezviç edeceğini söylediği hal­de o sükût etse bu sükût, tezvice muvafakattan ibaret olur. Vâkıâ bu sükût, tav­zihe mevzuu bir şey değildir. Fakat söze hacet bulunduğu halde vukubulduğun-dan bir beyanı zaruret sayılır.

90  -(Beyanı tebdil) : Fer'î hükümlerden olan ve te*bidi gösterir bir kayd ile mukayyed bulunmayan bir hükmü şer'min hilâfına ondan müteahhir bir de­lili serinin delâlet etmesidir ki, buna «nesh» de denir. Bu halde muahhar olan delili şer'îye «nâsih», bununla kaldırılan hükmü ger'îye de «mensüh» denilir. Meselâ: evvelce ebeveyne vasiyet yapılması farz idi, bilâhare bu faiziyet, bir de­lili şer'î ile nesh edilmiştir.

91  -(Tahsis) : Âro olan bir sözü mütenavil olduğu ferdlerden bazılarına —hakikaten veya hükmen muttasıl olan müstakil bir kelâm ile-hasretmektir ki, bu beyanı tağyir kabilindendir.

Meselâ: Namaz, her müslümana farzdır, baliğ olmayan müslümanlara farz değildir. Denilse bu farziyyet, yâlnız baliğ olan müslümanlara hasredilmiş olur.

92  -(istisna) : Bir kısım şeylerin hükmüne duhulden bazı şeyleri «Hlâ» gibi bir edat ile hariç bırakmaktır. Bu hariç bırakılan şeylere «müstesna», öbür kısım şeylere de «müstesnaminh» denir.

Meselâ: Küllü insanın mükelleftin ülelmecanine vessagair = mecnunlar­dan, çocuklardan başka her insan mükelleftir» denilse «küllü insan» sözü müs­tesnaminh, «elmecanine vessegair» sözü de müstesna olmuş olur.

İstisna da beyanı tağyir kabilinden olup «istisnai muttasıl, istisnai munka-ti» kısımlarına ayrılır.

93  -(İstisnai muttasıl) : Bir istisnadır ki, müstesna olan şeyler, müstes­naminh olan şeyler ile cinsçe müttehit bulunur. «Küllü hibetin caizün illâ hibe-telkasirîn  - her hibe caizdir, kasırların hibeleri müstesna» ibaresinde olduğu gibi.

94 -(İstisnai munkati) :  Bir istisnadır ki, müstesna olan şeyler, müstes­naminh olan şeyler ile cİnsen müttehit bulunmaz. Başka bir tâbir ile «sadrı ke­lâm, ondan istisna edilen şeylere mütenavil bulunmuş olmaz.»

«Küllü hibetin caizün illel gasp = her hibe caizdir, gasp müstesna» ibare­sinde olduğu gibi ki, müstesnaminh olan hibe, müstesna olan gasba esasen şâ­mil değildir.

95  -(Talik) : Bir cümlenin mazmununun husulünü, diğer bîr cümlenin mazmununun husulüne edatı şart ile rapt etmektir.

Meselâ: Bir kimse, kölesine: «Filân işi görürsen azad ol» dese azad olma­nın husulünü o işin görülmesine bağlamış olur. O iş görülünce azad keyfiyeti husule gelir. Buna: «şartı taliki» de denir.

96  -(Takyid) : Bir tasarrufu, bir akdin aslını edatı şart olmaksızın bir şarta, bir kayde raptetmektir. Takyid edilen şeye: «meşrut, mukayyed bişşart». o kayde de «şart» denir. Bu şart «üzere veya şartile» lâfızlarüe ifade olunur. «Bu mali şu şeyi rehin vermek üzere sattım» denilmesi gibi.

97  -(Hadis) : Lügatte söz, haber, sonradan vücude gelen şey manasına­dır. Istılahta: Resulü Ekrem (sallâîlahü aleyhi vesellem) Efendimizin buyurmuş olduğu herhangi mübarek bir sözdür. Sünneti nebeviyye mânâsında da müsta­meldir. Bir çok nevileri vardır. Cem'i: ehâdistir.

98  -(Muhaddfa) : Hadis İlminin bir çok usul ve füruunu bilen zattır.

99  -(Şeyfıülhadis) : Hadis ilminde üstazı kâmil olan, kendisinden hadîs rivayet olunan zattır. Buna «imam» da denir.

100 -(Hâfıziilhadîs) : İlmi hadîsin bir çok usul ve füruunu hıfz eden ve bir kavle göre yüz bin hadîsi senellerüe beraber ezberlemiş olan zattır.

101  -(Hâkimülhadis.) : Rivayet edilmiş olan bütün hadîsleri metinlerile, senetlerile, râvîlerinin tarihlerile, cerh ve tâdillerile hıfz ve ihata eden zattır. Zan olunduğuna göre hâkim, yalnız İmamı Buharîdİr. Çünkü «Buharînİn bilmediği bir hadis, hadis değildir» sözü, ulema arasında şâyidir.

102  -(Muharrici hadis) : Bir hadisi isnatsız olarak nakledan zattır.

103 -(Senet) : Lügatte mutemet, istinatgah manasınadır. Istılahta: bir ha­dîsi rivayet eden zatların heyeti mecmuasıdır. Bir hadîsin râvîierinin isimlerini zikrederek rivayet etmeğe de «isnat» denir.

İki senedi, yani: iki tariki, iki silsilei rüvati bulunan bir hadîsin bu iki se­nedinden hangisinin ricali daha az ise o, «senedi âlî», diğeri de «senedi nazil» adını alır. Meselâ: Bir hadîsi şerifin bir senedindeki râvîler, Resulü Ekreme ka­dar üç, diğer senedindeki râvîler de dört zat olsa birinci senet, âlî olur. Ve onun­la yapılan İsnada da «isnadı âlî» denir. Diğeri de senedi nazil ve isnadı nazil olmuş olur.

Senedi âlinin ricali, sikattan olunca kıymeti büyük ve müreccah olur. Çün­kü râvîlerûı adedi azalmca sehiv ve nisyart ihtimali de azalır, hadisin kuvveti artar. Bu cihetle muhaddisler. âlî senetleri araştırmış, buna pek büyük ehemmi­yet vermişlerdir. İmam Mâlik ve İmamı Buharı gibi tabiîn devrinde yaşamış zat­ların rivayet ettikleri hadislerin senetleri, onlardan sonraki muhaddislerin riva­yet ettikleri hadislerin senetlerinden daha âlî olduğundan kıymetleri de o nisbet-te büyük bulunmuştur.

104  -(Rivayet) : Bir sözü veya bir hâdiseyi nakletmektir. «Filân şöyle dedi» veya «demiş», «şöyle bir vak'a oldu» veya «olmuş» tâbirleri birer riva­yettir.

Rivayet edene «râvî». «nâkil» denir. Râvinin cem'i: rüvattır. İlmi hadîs ıstılahmca: Bir hadisi şerifi senedatını zikrederek nakl eden zat­tır.

105  -(Haber) : Hangi bir zattan rivayet olunan sözdür. İlmi hadîs ıstılar hınca haber, sünnet ve hadîs tabirlerine müradiftir. Buna «eser» de denir. Bazı zevata göre haber; Resulü Ekrem'den başka zatlardan, meselâ: sahabei kiram­dan rivayet edüen sözdür. Eser kelimesi de sahabînin veya selefin sözü maka­mında kullanılmıştır.

106 -(Haberi ahad) : Bir zatın veya iki üç gibi mahdut zatların yine bir zattan veya iki üç gibi mahdut zatlardan naklettiği haberdir.

Böyle ahad tarikile Resulü Ekrem'den rivayet edilen bir habere de (hadisi ahad) denir. Nebiyi efhamdan bir zatın rivayet ettiği bir hadîsi şerifi o zattan bir cemaatin nakletmesi de haberi ahad kabilindendir.

Tevatür şartiarını cami olmayan bir habere de «haberi ahad» denilmiştir. Bu itibarla haberi meşhur da esasen haberi ahad kabiiindendir.

Haberi ahadin ravîleri pek mahdut olduğundan onun muhberün anhe itti­salinde hem sureten hem de manen şüphe bulunur.

107  -(Haberi meşhur) : Bidayeten ikiden ziyade, fakat mahdut zevat ta­rafından rivayet edilmiş iken bilâhare ikinci ve üçüncü asırlarda şöhret bulup yalan >ere ittifakları mutasavver olmayan bir cemaat tarafından naklolunan ha­berdir. Buna «haberi müstefiz» de denir.

Bu suretle nakil edüCgelen bir hadisi şerife: (Hadisi meşhur) denilir ki, Re­sulü Ekrem'e ittisaİinde ilk ravilerin mahdudiyetine mebni sureten bir şüphe var ise de bilâhare iştihar edip ümmet tarafından telâkki bilkakul edilmesine mebni

manen şüphe yoktur.

108 -(Haberi mütevatir) : Yalan söylemek üzere ittifaklarını âdete naza­ran akim tecviz etmediği bir cemaatin verdiği haberdir. Böyle mütevatir surette rivayet olunan bir hadisi şerifin Resulü Ekrem'e ittisalinde, yani onun mübarek sözü olduğunda ne sureten ve ne de manen şüphe bulunmaz. Buna (hadisi mü­tevatir) unvanı verilir.

Meselâ: Kuranıkerimin bir kelâmı ilâhî olmak üzere Resulü Ekrem tarafın­dan ümmetine tebliğ edildiği böyle mütevatir surette nakil olunagelmiştir. Zekâ­tın miktarım beyan eden = mallarınızın kırkta birini ze­kât olarak getirip veriniz) hadisi şerifi de mütevatiren menkuldür.

109  -(An'aate) : Lügatte eski âdet, menkulât,  ağızdan ağıza nakledilen söz demektir. Istılahta: «Bir haberin veya bir hadisi şerifin an fülânin an fü-lân...»  diye nakledilmişidir.

110 -(Hadisi sahih) : Adi ve tammüzzapt zatlar tarafından saz. ve mual-. lel olmayan muttasıl bir senet ile naklolunan hadîstir. Sahih liaynihi, sahih li-gayrihi kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: Râvilerinin adi ve zaptında hiç bir kusur bu­lunmazsa «liaynihî» olur. Râvilerinin adaletinde, zaptında bir nevi kusur görül­mekle beraber başka tarikler ile de rivayet edilmiş veya bagka sahih bir hadis ile teyit edilmiş ise «ligayrihî sahih» olur.

111  -(Hadisi basen) : Hadisi sahih ile hadisi garip arasında bir mertebe­yi haiz olan hadistir ki, râviier arasında kizb ile müttehem kimse bulunmaz ve emsali diğer tariklerdm de rivayet edilmekle kendisi şâz sayılamaz.

Bazı muhaddisler bir kısım hadisleri başka başka noktalardan bakarak «ha­disi haseni sahih» diye yâd ederler. 

Hasen olan ehadisi şerife de İizatihî hasen ve ligayrihî hasen kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: Râvisinin yalnız zaptında bir nevi kusur görülüp başka kusur bulunmazsa «lizatihi hasen» olur. Ravinin adaletinde, zaptında ve senedinin it­tisalinde bir nevi noksan bulunursa veya esasen hadisi zaİf iken zafı rivayet ta­riklerinin çokluğile müncebir olursa «ligayrihî hasen» sayılır.

112 -(Hadisi garip) ; Zühri va katada gibi rivayet ettikleri hadisler bir çok zevat tarafından toplanan meşhur eimmeden birinden yalnız bir kişinin rivayet ettiği hadistir. Böyle meşhur imamlardan nihayet iki veya üç kişinin rivayet et­tiği hadise de «hadisi aziz» denilir.

113 -(Hadisi zaif) : Hadisi sahihteki şartlan haiz olmayan, meselâ; râvüe-ri arasında kizb ile veya adaletsizlikle veya kesreti galet ile veya bid'at ve ce­halet ile maruf bir kimse bulunan veya şüzuz'dan, nekâretten salim bulunmayan hadistir. Muallâk, mürsel, mu'dal, munkatİ,   müdelles,  muallel,   şaz, münker, metruk olan hadisler bu kabildendir.

114 -(Hadisi muallâk) : Bir muhaddisin baş taraftaki râvilerden bir iki­sini, yani: kendi şeyhini ve şeyhinin şeyhini terk İle onlardan sonraki râviden işitmiş gibi bir tarzda rivayet ettiği hadistir.

Meselâ bir zat bir hadisi İmamı Mâlikten, o da Nâfi'den işitmiş olduğu hal­de o hadisi «Nafi dedi ki» diye rivayet etse bu bir hadisi muallâk olur.

115   -(Hadisi mürsel) : Tabiînden, yani: sahabei kirama mülâki olmuş zatlardan birinin şahabı ismini zikr etmeksizin Resuli Ekreone ref ve isnat et­tiği hadistir.

Meselâ Haseni Basrî bir hadisi şerifi İmam Ali'den işitmiş olduğu halde onu zikr etmeksizin: ü\ J^-j Ja = Resuli Ekrem şöyle buyurdu» diye rivayette bulunsa bu, bir hadisi mürsel olmuş olur. Böyle merviyyün anlı ile râvi arasın­daki vasıtayı terk etmeğe «irsal» denir.

116  -(Hadisi mu'dal) : Sahabei kirama varıncaya kadar râvilerden iki ve­ya daha ziyade vasıta zikredilmeyip iskat edilmiş olan hadistir. Bu da usuliyyu-na göre «mürseUdir.

117  -(Hadisi numkatı) : Tebei tabiin tarafından vasıtaları terk ile Re­sulü Ekrem'e ref edilen hadistir. Meselâ: Böyle bir zatın tabiîyi ve sahabîyi zifc-retmeksizin:     «Resulüllah,  şallâllahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur» diye naklettiği bir hadis, munkatıdır.

Usuliyyuna  göre   hadisi munkatı da mürsel demektir.

118  -(Hadisi müdelles) : Râvilerinden birinin İsmi, eimmei hadisin ha­zıklarından başkası muttali olmayacak surette an'aneden  iskat edilerek o va­sıta mevcut değilmiş gibi bir tarzda rivayet edilen hadistir. Bu suretle rivayete «tedlis» denir ki, mekruhtur, mezmumdur. Bunu yapana da «müdellis»  denir.

119  -(Hadîsi muallel) ; Hakkında kadhi mucip ofacak  ayıplardan,  salim görülmekle beraber hakikatte  sıhhatine dokunabilecek gizli   bir illet, bir  sebe­bi kadih bulunan hadistir. Böyle bir hadisin illetini bulan  muhaddise de  «mu-allil» denir.

120  -(Hadîsi şaz) : Makbul olan bir râvinin  kendisinden daha makbul bir  ruvinin rivayetine   muhalif   surette rivayet ettiği  hadistir.  Bu   hâld-i  daha makbul râvinin rivayet etmiş olduğu hadise «mahfuz»  denilir.

121  -(Hadisi metruk) : Sikadan hiç birinin rivayetine muhalif olmamak­la beraber kizb ile, fisi ile, gaflet ile veya kesreti galt ile müttehem olan bir râ-viden nakil  olunan hadistir.

122  -(Hadisi münker) : Zaif bîr râvinin rivayetine muhalif olarak ondan daha zaif bir râvinin rivayet ettiği hadistir. Zaif bir râvinin münferiden riva­yet ettiği hadise ds «münker» denir. Bu hâlde sikanın rivayetine- «maruf» de­nilir.

123  -(Hadisi merfu) : Resulü Ekrem Efendimize tasrihan veya hükmen müntehi olan hadistir. Meselâ: «Resulâllah şöyle buyurdu», «Nebîyyi zişandan şöyle işittim» diye rivayet edilen hadisler tasrihan Resulü Ekrem'e    dayanan birer merfu hadistir. «Biz Resulûllah zamanında şöyle.yapardık», «şöyle yap­mak sünnettir» tarzında rivayet edilen haberler de hükmen merfu' birer hadistir.

124  -(Hadisi muttasıl) : Bütün râvileri sırasile zikredilmek üzere nak­ledilen hadistir.

125  -(Hadisi müsned) : Zahiren muttasıl bir sened ile ve nihayet saha­bei kiramdan bir zat vasıtasile Resuli Ekrem'e ref ve isnad olunan hadistir.

Hadis kitaplarından bazılarına «müsned» adı verilmiştir.  Cem'i: Mesanid-dir. İmarru Âzamin ve İmamı Ahmed ibni Hanbel'in. müsnedleri vardır.

126  -(Hadisi mevkuf) : Sahabei kiramdan birinin kavline veya fi'line ve­ya takririne ait olan bir haberdir ki, bütün  râvileri zikredilerek naklolunmuş bulunur.

127  -(Hadisi maktu) : Tebei tabiinden birinin kavline veya filine ait olmak üzere kendilerine bir süsilei rivayetle müntehi olan haberdir.

128  -(Hadisi muanan) : Senedinin bir veya birkaç yerinde «an» veya «enne» tâbiri kullanılan, meselâ: «Haddesena şubetü an Halidin an ebi Kılâ-bete..» diye rivayet edilen hadistir. Buna «an'ane tarikile rivayet de denir. Böy­le bir rivayette bulunan zata da «muanin» denilir.

129 -(Hadisi miidreç) : Metnine veya senedine hariçten bir şey derç ve ithal edilmiş olan hadistir ki, «müdrecülmetn» ve «müdrecül isnat»  kısımları­na ayrılır.

130  -(Hadisi muztarip) : Birbirine metin   veya  sened  itibarile muhalif olmak üzere iki suretle rivayet edilen hadistir ki, ya  metninde veya isnadında takdim, tehir, veya ziyade ve noksan yapmakla veya râvisinin yerine başka râ-v; veya metninin  yerine başka metin  ikame etmekle vücude  gelir.

131   -(Hadisi masahhaf) : Metninde veya senedinde sureti hattiyesi bo­zulmamak üzere yalnız bir harfinin  veya müteaddit  harflerinin noktası   tağyir edilmiş olan hadistir.

132  -(Hadisi mubarref) : Metninde veya senedinde yazı  şekil ve sureti bozulmamakla beraber bir harfinin  veya müteaddit harflerinin hareketi   tağyir ve  bu sebeple başka bir kelimeye  kalbedilmiş olan hadistir.

133  -(-Hadisi müphem) : Râv.sinİn zikredilen adı veya künyesi veya lâ­kabı veya sıfatı veya san'atı veya nesebi sikat arasında meçhu! bulunan hadis­tir. Böyle bir hadis, râvisinin mâruf ismi zikre d ilme dikçe  kabul olunmaz.

134  - (Hadisi mevzu) : Resuli Ekrem Hazretleri namına hilafı  hakikat olarak vazedilmiş hadistir. Diğer bir tâbir ile bir kimse tarafından herhangi bir maksatla tertip edilerek nebiyyi zîşan  tarafından beyan   buyurulmuş gibi gös­terilen   hadistir.  Buna «hadisi muhtelak»   da denir.   Buna  cüret etmek, .büyük bir  günahtır.

135  -(Efali şer'iyye)  : Vücutları birer hükmü  şer'ıye mütevakkıf bulu­nan fililerdir. Namaz. oruç. bey", icare, hibe  fiilleri gibi ki, bunlar, şeraiti şer' ıyyesî  dairesinde birer fili  şer'î bulunmuş olurlar.

136  -(Efali hissiye) : Vücutları için yalnız his ve müşahede kâfi olan fiillerdir. Sirkat, katil, zina gibi ki, bunların tahakkuku için şefi şeriften bir ta­kım kavaid telâkkisine  hacet yoktur.

137  -(Hükm) : Lügatte karar vermek, bir şeyi diğsr bir şeye ispat veya nefi suretîle isnat etmektir. Meselâ:  «Bu kitap Zeyd'indir» denilse kitap. Zeyd'e ispat yolile isnat edilmiş olur. Bilâkis «Bu kitap Zeyd'in değildir» denilse nef-yen isnat edilmiş bulunur. Bir şey üzerine terettüp eden esere de hükm deni­lir. Cem'i  ahkâmdır.

Şer'i hükümler: itikada müteallik olursa (ahkâmı asliye), ibadete, muame­lâta ait bulunursa (ahkâmı fer'iyye) adını alır ve «mükelleflerin fiillerine ikti­za, yâni: talep veya tahyir ve\a vazı yoiilc taallûk eden hitabı ilâhînin eseridir» diye tarif olunur.

138 -  (Hâkim) :  B;r şeye   ispaten  veya nefyen hükmeden, karar veren zattır.

Ahkâmı şer'iyyede asıl hâkim olan, Allahü Tealâ Hazretleridir. Akıl da bazı şeylerin husn ve kubbuna hükmeder veya şarii mübinin hükmündeki hik-meklere   infazı  nazarda   bulunabilir.

139  -(Mahkûmun bih) : Kendisine şarii mübinin hitabı tsallûkeden fi­ildir. Yani: Mükellef bir kimsenin bu hitaba mebni yapacağı şeydir.

Meselâ: Biz; namaz ile, zekât ile mükellefiz .İşte bizim fiilimiz olan bu na­maz ile   zekât,  birer mahkûmun bihtir.

140  -(Mahkûmun aleyh) : Kendi filine şarii mübinin hitabı taallûk eden mükellef insandır. İnsan ise ruh iie bedenden mürekkep bir mahlûktur.

141  -(Mükellef) : Kendisine şarii hakim tarafından bir şey yapmak ve­ya yapmamak külfeti, zahmeti ilzam edilen âkil kimsedir. Bu külfeti ilzama da (teklif) denir.

Bİr kimseye kudreti fevkinde bir şey ile teklifte bulunmaya da (teklifi ma-lâyutak) denir..

142  -(Ehliyet) : Leh ve aleyhe olan şer'î tekliflerin teveccühüne, vücu-bünc salahiyetli bulunmaktır. Ehliyeti vücup, ehliyeti eda  kısımlarına ayrılır.

143  -(Ehliyeti vücup) : Mahkûmun aleyhin, yâni: Mükellef insanın ken­di lehine ve aleyhine ait, meşru hakların vücubuna salâhiyettir bulunmasıdır

Meselâ: İnsanlar, vâris, ve müverris olmak haklarının lüzumuna salahi­yetli bulunmaktadırlar.

144  -(Ehliyeti eda) : Mahkûmun aleyhin, yâni: İnsanın kendisinden şer an muteber olacak veçhile fiillerin sUdunına salâhiyettar olmasıdır ki,   «ehliye­ti kâmile» ve «ehliyeti kasıra» kısımlarına  ayrılır.

Meselâ: Âkil, baliğ bir insan, ehliyeti kâmileyi haizdir. Kendisinden nikâh bey, icare gibi fiillerin suduruna salâhiyet; vardır. Mümeyyiz bir çocuk veys bir matuh ise ehliyeti kasırayı haizdir. Kendisinden sudur eden fiillerin bir kıs mı sahih, muteber olur, bir kısmı olmaz.

145   -(Zimmet): însanda manevî bir vasıftır ki, insan,  lehins ve aley­hine olan şeylere ancak bununla ehl olur. Demek ki, insanlarda ehliyeti vücup bu zimmet sayesinde husule gelir.

Zimmet, ahd, borç mânâsında da müstameldir.

146  -(KiMfeet) : İktidar, kuvvet. Bu, bir şeyi yapabilmek için bulunma sı lâzım gelen iktidardan, kabiliyetten ibarettir. Fîle mukarin olup onda mile* sir bulunan kudrete (istitaat) ve (kudret maalfîl) denir. Bu, fiilde müessir, bı cihetle fîlin illetinden maduttur.

147  -(Kudreti mümekkine) : Bir şey yapabilmek  için. insanı mütemek kin, muktedir kılan ve alât ve esbabın selâmetinden ibaret bulunan kudretti ki, bu, her vacibin edasının şartıdır.

148  -(Kudreti miiyessire) : Alât ve esbabın selâmetinden ibaret olup bıı şeyi suhuletle yapabilmeğe vesile olan bir kudrettir ki, bir kısım malî vecibe­lerin vücubu ve zimmette devamı için şarttır. Zekâtın vücubu bu kudretin vücuduna bağlıdır.

149  -(Avana semaviyye) : İnsanın kesbi, ve irade ve ihtiyarı  olmak­sızın viicude gelip ehliyeti vücubunu, ehliyeti  edasını tamamen veya kısmen izale  eyleyen manialardan  ibarettir. Ateh, nisyan, maraz, mevt   gibi.

150  -(Avarızı müktesebe) : İnsanın kesbî, irade ve ihtiyarı ile vücude gelip ehliyetine az çok tesir eden manialardır. Cehl,  sekir, ikrah gibi.

151  -(Emr) : Kendisiîe cezm ve isti'lâ tarikile bir fi'lin yapılması iste­nilen sözdür. Bir fîli kafi surette ve isti'lâ tarikile isteyen zata «âmir» böylece istenilen file «memurun bih», kendisinden böyle  bir fiil istenilen kimseye  de «memur» denilir.

152  -(jEmri mutlak) : Bir emirdir ki, kendisiîe istenilen fiil, bir muay­yen vakit ile mukayyet bulunmaz. Zekât ve fitre hakkındaki emirler gibi.

Umum, tekrar »husus karinelerinden hâli olan emirler de bu kabildendir.

153 (Emri mukayyet) : Bir emirdir ki, kendisiîe istenilen fiil. bir vakii ile mukayyet bulunur, ondan sonra yapılması ya kaza sayılır veya gayri meş­ru bulunur.

Meselâ: Namaz hakkındaki emir, mukayyettir. Vaktinden sonra kılınan bir namaz, kaza olur. Bir akid hakkındaki icabın muayyen mecliste kabul edil­mesine dair olan emir de mukayyettir. Ö meclisten sonraki kabul, meşru, ak-din sıhhatini müştekim olmaz.

154  -(Nehiy) : Kendisiîe cezm ve istilâ tarikile bir fiilin terk edilmesi is­tenilen sözdür. «Yalan söyleme», «hırsızlık etme» sözleri gibi. Bu veçhile hi­tap eden zata «nâhî» denir ki, bunlardan kati ve âmirâne bir sıfatla menetmiş olur. Bu gibi terk edilmesi, kendisinden çekinilmesi istenilen bir şeye de «men-hiyyün anh» denilir. Cenvinde: Menhiyyat, memnuat tâbirleri kullanılır.

155  -(Fevr) : Emredilen sevi ilk imkân ânında edâ etmektir. Böyle bir şeye «fevri» denir. Mukabili «terahi» dir ki: Emredilen şeyin hemen edası lâ­zım gelmeyip muahharan yapılmasının da kifayet etmesidir.

156  -(Eda) : Emr ile vacip olan şeyin, yâni: Memurun bibin aynini müs-tahikkına teslim etmektir.    Meseİâ:  Muayyen vakitte kılınması emrolunan bir namazı o vakitte kılmak bir edadır. Gaspedilmiş bir malı aynen sahibine iade

de bir edadır.

157  -(Kaza) : Emr ile vacip olan şeyin mislini müstahıkkına teslim et­mektir. Meselâ: Muay\en bir vakitte tutulacak bir orucu o vakitten sonra tut­mak bîr  kazadır. Gasbediien bir malın mislini veya kıymetini sahibine teslim de' bir kazadır.

Kaza tâbiri, hüküm, takdir, mukadderi vücut sahasına ihraç mânâsında da müstameldir.

158  -(Vücup) : Bir şeyin şer'an zimmete terettüp etmesidir.

159  -(Vücubi eda) : Sebebinin vücudünden sonra muayyen zamanda biı fiili yapmanın veya bir malı ödemenin lüzumudur.

Meselâ: Mükellef bir insan için her namaz vaktinde namaz kılmak lâzım­dır. Ve her mükellet, servet sahibi için her on iki ay tamamından itibaren ze­kât vermek: lâzımdır ki, bunlar vücubi edadan ibarettir. Vâdesi dolmuş bir borç hakkında da  bu vücub tahakkuk eder.

160  -(Netsi vücub) : Sebebinin vücudundan sonra herhangi bir vakitte bir fili yapmanın veya bir malı edanın lüzumudur. Meselâ: Her mükellef olan insan için namaz kılmak, zekât vermek esasen lâzımdır. İşte bu, bir nefsi vü-cubdan ibarettir ki, daha eda zamanı gelmeden de sabittir.

161  -(Fars) : Yapıİması şarii mübin tarafından emrolunduğu kat'î deli! ile sabit olao herhangi bir,vazifedir ki, farzı ayn ve farzı küaye kısımlarına ay­rılır.

162  -(Farzı ayn) : Her mükellef için yapılması farz olan vazifedir. Beş vakit namaz gibi.

163  -  (Farzı kifaye)   : Mükelleflerden bir kısmının yapmasile  di­ğerlerinden farziyeti sakıt olan vazifedir.  Cenaze  namazı gibi.

164  -(Vacip)   :  Şarii mübin tarafından emrolunduğu delili zannî ile sabit olan vazifedir.  Her namazda Fatihai şerifenin okunması gibi.

Vacip, vecibe tabirleri bazan farz mânâsında kullanılır. Namaz bir vecibedir, borcu ödemek bir vecibedir, denilmesi gibi.

165 -(Mesnun)  : Peygamberi Zîşan Efendimiz tarafından farz ve vacip olmaksızın bazan terkedilmek üzere bir ibadet kabilinden olarak iltizam buyurulmuş olan herhangi fiil ve harekettir. Sünnete müracaat!.

166  -(Mendup)  : Yapılması racih, memduh olmakla beraber ter­ki hakkında men bulunmayan ve dinde daima sülük edilmiş bir tarik ol­mayan fiildir. Buna «müstehap» da denir. Nafile namaz kılmak, tetav-vuan sadaka vermek gibi.

167  -(Mubah) : Şarii mübinin nazarında yapılıp yapılmaması mü­savi olan fiildir. Herhangi halâl bir taamı yiyip yememek gibi.

Bir şeyi mubah görmekle veya bîr taamın yenilmesine, bir malın alıp kaldırılmasına verilen müsaadeye de «ibahe» denilir.

168  -(Caiz)   : Yapılması sahih veya mubah olan herhangi bir ful veya akiddir. Bazan bir fiil, bir akid, sahih olduğu hâlde caiz olmaz. Me­selâ: Cuma namazı için ezan okunurken namaza koşmayan mükellef bir müslümanın yapacağı bir satış muamelesi -dünyevî ahkâm itibarile-sahihtir. Fakat uhrevî ahkâm itibarile caiz değildir. Çünkü emri ilâhîye muhalefeti müstelzim olmakla uhrevî mesuliyete baistir.

169 - (Haram)   : Işlenilmesi şarii mübîn tarafından nehiy ve men eâildiği kat'î delil ile sabit olan herhangi bir şeydir ki, (liaynihi haram) ve (ligayrihi haram) kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: bizzat kendisi hürme­te menşe olan bir haram, liaynihi haramdır. Müskirat gibi. Bİ2zat ken­disi hürmete menşe' olmayıp başka bir sebepten dolayı haram olan bir şey de ligayrihi haramdır. Başkasının malını izni olmaksızın yemek gibi.

170  -(Mekruh)  : Terki racih olup   işlenmesi   hakkında kat'î  bir nehiy bulunmayan fiildir ki, terki  memduh, irtikâbı mezmumdur. Böy­le bir fiilde «kerahat» bulunmuş olur ve bu kerahat, kerahati tahrimiy-ye) ile (kerahati tenzihiyye) kısımlarına ayrılır. Şöyle ki harama yakın olan bir kerahat, kerahati tahrimiyyedir. Halâla karip olan bir kerahat de kerahati tenzihiyyedir, tenzihen mekruhtur.

171 - (Azimet) : Kulların özürlerine mebni  olmaksızın iptidaen meşru kılınan şeydir.  Sefer hâlinde  ramazanı şerif orucunun tutulması gibi.

172 -(Ruhsat) : Kulların özürlerine mebni kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere ikinci derecede meşru kılınan şeydir. Sefer hâ­linde ramazanı şerif orucunun tutulmama sı gibi.

Vukubulan ikraha mebni birisinin malım itlaf etmek de bu kabil­dendir ki, bu hâlde bu itlaf hakkında bir ruhsatı şer'iyye bulunmuş olur.

Bir hâdisede azimet ile ruhsat içtima edince azimet tarikini iltizam etmek, bir tekva nişanesi sayılır.

173 - (Akd) : Nikâh, hibe, vasiyet, bey' ve şira gibi bir muamelei şer'iyyeyi iki tarafın iltizam ve teahhüt etmeleriçlir ki, icap ile kabulün irtibatından ibarettir. Böyle  bir  muameleye «mün'akit»  denir.    Bunun böyle vücude gelmesine de «in'ikad» denilir ki, «icap ile kabulün müteal­lâkinde eseri zahir olacak veçhile birbirine meşru surette taallûkudur» diye tarif olunur.

Meselâ: Bir nikâh muamelesi, iki tarafın icap ve kabulile vücude ge­lir. İşte böyle bir icap ve kabulün birbirine müteallâkinde, meselâ: zevci-yetin husulü hususunda eseri zahir olacak veçhile şer'an irtibat etme­si, bir inikattan ibarettir.

Akd yapanlardan birine «âkid», ikisine «âkideyn», daha ziyadesine cemi' sıgasile «âkidîn»' denir. Hakkında akd yapılan şeye de «makudün aleyh» denilir.

174 - (İcap) : Bir akdi yapmak için ilk evvel söylenilen sözdür ki, akd ve tasarruf onunla ispat olunur. Meselâ: bir mal sahibinin müşteri­ye karşı: «Bu malımı şu kadar kuruşa sana sattım» demesi, bu icaptır ki, bununla müşteri için satın almak salâhiyeti ispat edilmiş olur.

175  -(Kabul)  : Bir tasarrufu yapmak için saniyen söylenen söz­dür ki, akd onunla tamam olur. Mal sahibinin ?şu malımı sana şu kadar kurusa sattım»  demesi üzerine müşterinin «ben de  onu o veçhile  satın aldım» veyahut yalnız «kabul ettim» demesi gibi.

176  -(Sahih)   : Şartlarını, rükünlerini, vasıflarım tamamen  cami olan herhangi bir fiildir. Bunları böyle cami olmak hâline de  «sıhhat» denir.

Meselâ: Mükellef bir kimsenin kendi malını usulü dairesinde birisi­ne satması, bir bey'i sahih muamelesidir. Böyle şartlarım, rükünlerini cami olan bir akde de «akdi sahih» adı verilir.

177 -(Fâsid) : Haddi zatinde meşru olduğu hâlde gayri meşru bir şeye mukareneti sebebile meşruiyetten çıkan fiildir ki, aslen caiz oldu­ğu hâlde vasfen caiz olmaz. Meçhul bir şeyi satmak gibi.

178  - (Bâtıl)   :  Şartlarını, rükünlerini, vasıflarını tamamen veya kısmen cami olmayan fiildir ki. aslen ve vasfen meşru olmaz. Gayri mü­meyyiz bir çocuğun bey'i, hibesi gibi.

179 -(Mevkuf)  : Bir hüküm ifade etmesi, meselâ: başkasına mül­kiyeti müfit olması, başkasının izin ve icazetine muhtaç olan bir fiildir veya akiddir. Başkasının malını fuzulî olarak satmak gibi ki, satış mu­amelesinin müşteriye mülk ifade etmesi,  sahibinin icazetine bağlı bulu­nur.

180  -(Lâzım) : Hıyarattan hâli olan bir akiddir ki, üzerine teret­tüp eden eserin ref'i mümkün olmaz. Meselâ: bir  kimse, muhayyer ol­mamak üzere bir malını bir şahsa şeraiti dairesinde satsa bu muamele, lâzım olur, artık bunu bozmaya salâhiyeti  olamaz. Mukabili:   gayri lâ­zımdır ki, kendisinde muhayyerlik bulunan akd demektir.

181  - (Nafiz)  : Başkasının hakkı taallûk etmeyen, meselâ: icaze­tine mevkuf bulunmayan muameledir. Şerait ve erkânını cami olan bir akd, bir akdi nafizdir ki, kendisinde muhayyerlik bulunup bulunmamak itibarile lâzım ve gayri lâzım kısımlarına ayrılır. Mukabili: gayri nafiz­dir.

182  -(Hıyar)  : Muhayyerlik demektir ki, iki âkidden birinin ve­ya her ikisinin o akdi şu kadar gün içinde kabul veya fesih etmek üzere muhayyer olmasıdır. Binaenaleyh o müddet içinde akd kabul edilirse lâ­zım olur, edilmezse   münfesih bulunur.

183  -(Şart) : Lügatte alâmeti lâzime manasınadır. Cem'i: şurut ve şeraittir. Istılahta: kendisinin üzerine tesir ve ifza = isal bulunmak­sızın hükmün vücudu tevakkuf eden şeydir. Meselâ: nikâhın sıhhatinde Şahitlerin vücudu şarttır. Şahit, nikâha müessir ve mufzî değildir, şahit bulunduğu hâlde  nikâh  akd edilmeyebilir. Fakat bir  nikâhın sahih su­rette akdedilmesi şahidin mevcudiyetine mütevakkıftır.

84 -(Rükün) : Bir şeyin malehilkıyamı olan şeydir. Başka bir tâbir ile bir şeyin mahiyetini teşkil ve takvim eden herhangi bir şeydir ki, bazan basit, bazan da mürekkep olur. Meselâ: Akdi bey'in rüknü, icap ve kabuldür. Bunlar bulunmayınca bey' de bulunmaz.

Rükünler, «rüknü aslî», «rüknü zaid» kısımlarına ayrılır. Rüknü aslî; bir rükündür ki, kendisi bulunmayınca ahar bir şey veya hüküm muteber olmaz. Meselâ: imana nazaran tasdiki kalbî bir rüknü aslîdir. Bu tasdik bulunmayınca muteber bir iman da bulunmaz.

Rüknü zaid; bir rükündür ki, kendisinin bulunmamasından bir şe­yin veya bir hükmün gayri muteber olması lâzım gelmez. Nitekim ima­na nazaran ikrar, bir rükündür ki, bunun bulunmamasından imanın her hâlde bulunmaması icap etmez.

185 - (Sebep)  : Lügatte bir gayeye ulaştıran yol, vasıta, urgan, bab manasınadır. Istılahta: «Bir hükme mevzu ve müessir olmadığı hâl­de mücerred bir tarik teşkil eden şeydir. Meselâ: bir hırsıza yol göste­ren, onun hırsızlığına sebep olmuş olur.

186  -(Alâmet)  : Lügatte emare, nişane manasınadır.     Istılahta: kendisine bir hükmün vücudu veya vücubu taallûk  etmeyip yalnız bir hükmü bildiren, ona delâlet eden şeydir. Meselâ: bir kimse, «hanemi ge lecek  haziran ayı iptidasından  itibaren  bir  sene müddetle kiraya ver­dim» dese Haziran ayı bu kira hükmünün müddeti için bir emare olmuş olur.

187 -(Hüsün)   : Bir şeyin dünyada medhe, ukbada sevaba müte-allak olmasıdır. îbadet ve taat gibi. Bir şeyin tab'a mülâim  olmasıdır. Ferah gibi. Ve bir şeyin bir sıfatı kemâl olmasıdır, ilim gibi.

188 -(Kubuh)   : Bir şeyin aklen ve şer'an müstehcen olup dünya­da zernme, ahrette azaba veya itaba mahal olmasıdır. Küfür gibi,  hür kimseyi   satmak gibi. Böyle bir şey, liaynihi  kabihtir. Bir de  ligayrihi kabili vardır ki, haddi zatında meşru iken bir sebepten dolayı çirkin gö­rülen şeydir. Nehy edilmiş olan  günlerde tutulan oruç gibi.

189  -(Bahis  - Mübahase)   : İki veya daha ziyade, kimsenin bir mesele   hakkında mütaleaya kıyam edip bir tarafın   müddeasmı ispata kıyam etmesine karşı diğer  tarafın  itirazkârâne bir vaziyet almasıdır. Böyle bir itiraza karşı nefsülemre muvafık, hakkı izhara hadim surette verilecek cevaba (cevabı tahkiki)  denir. Bilâkis nefsül'emre muvafık ol­mayıp mücerret hasmı, muterizi susturmak maksadile verilecek   cevaba da (cevabı cedelî), sahibine de (mücadil)  denilir. Böyle mücerred hasmı iskât ve ilzam için cereyan eden münakaşa-va (cedei) denildiği gibi bu yolda irad edilen delile de (delili iknaî), (de­lili ilzamı) adı verilir.

190  - (Münazara)   :  İki  şey  arasındaki nisbet hakkında, meselâ: bir şeyin caiz veya gayri caiz olması hususunda iki tarafın izharı savap için basiretle nazarda, mütaleada bulunmasıdır.

191  -(Muaraza)  : Hasmın ikame ettiği delile taarruz etmeyip yal­nız bu delilin muktezasına muhalif, nakizini müsbit diğer bir delil ikame etmektir. Şöyle ki: iki delilden biri bir şeyin meselâ: cevazını, diğeri de ademi cevazını iktiza etse bir muaraza vücude gelmiş olur.

192  -  (Muaraza bilkalb)   :   Hasmın delilini aynen  kendi aleyhine delil olarak irat etmektir.

193   -Olüddei, rauallil)   : Bir meseleyi iltizam ederek    hakkında delil irad eden kimseye ilmi âdâb istılahınca müddei, mualtil denir. Bu­nu kabul etmeyen veya hilafını iddia eden kimseye de «sail» denilir.

Bir meseleyi mücerret hikâye edip sıhhatini, ademi sıhhatini ilti­zam etmeyen kimseye  de «nâkil»  adı  verilir.

194  -(Mükâbere)  : Bir ilmî mesele hakkında izharı savap için de­ğil,  beiki mücerret hasmı  ilzam ve iskât için münazarada bulunmaktır ki,  pek mezmumdur.

195  -(Mukaddime) : Bir takım mesail ve rnebahisin güzelce anla­şılması için ilgili oldukları bir kısım mebadiden  ibarettir.  Münazara il­mi istılahmca:   mukaddime, bir şeydir ki, delilin sıhhati,   onun üzerine tevakkuf eder.  Meselâ: bir kıyası mantıkîdeki suğradan, kübradan her biri bir mukaddimei delildir.

196  -(Men)  : Bir delilin mukaddimelerinden birini kabul etmeyip hakkında-delil istemektir. Buna «münakaza* da denir. Bir hususta böy­le yalnız delil istemekle iktifa olunursa ona «men'i mücerret» denir. Fa­kat onu teyit için bir söz ilâve edilirse -.<men'i maassenet» adını alır. Bu senedi izah için bir söz de ilâve edilirse, ona da «tenviri senet» denilir.

197  -(Mümanaa) : Bir tarafın ~  muallilin ispat ettiği şeyi diğer tarafın -saılin bilâ delil kabulden imtina etmesidir. Veya muayyen bir mukaddimeyi men' etmektir.

198  -(Münakaza)  : Bir delilin mukaddimelerini teşrih ve tâyin et-nıeksizin nefsi delilin butlanını diğer bir delil ile ispat etmektir. Bu veç­hile itiraza münazara -âdâb ilmi ıstılahmca «nakz» da denir.

Meselâ: Bir maddede müddeinin delili carî olduğu hâlde hüküm ta-hallüf ettiği veya müddeinin delili, hususi bir fesadı, meselâ: devr ve te­selsülü veya iki nakizin içtimaını müstelzinı bulunduğu beyan olunarak müddeinin delili iptal edilse bu, bir münakaza olmuş olur. Bu hâlde mü-nakızın irad ettiği delile «şahid» denilir.

199  -(Fesadı vaz') : Bir illet üzerine   muktezasımn nakizi teret­tüp etmektir. Meselâ: bir şey hakkında hürmeti muktezi gibi görülen bir illet üzerine o şeyin hilli terettüp etse bu, bir fesadı vaz'dan ibaret ol­muş olur.

200  -(Fesadı itibar) : iddia edilen bir meselenin kıyasa mahal ol­ması, hilâfına mevcut bir nasdan dolayı memnu bulunmaktır.

201  -(Deveran) : Bir şeyin diğer bir şeye vücuden ve ademen mukterin olmasıdır. Meselâ: Akıl ve bulûğ mevcut olunca mükellefiyet de mevcut, bunlar mâdum olunca mükellefiyet de mâdum olur.

202 -(Fark) : Asılda bulunup illiyette medhali olan bir vasfın fer' sayılacak bir şeyde bulunmamasını beyandan, ibarettir. Bu hâlde o asıl, bu fer1 için makisün aleyh olamaz.

203  -(Kavi bimucebilille) : Hükümde ihtilâf baki olmakla bera­ber müddeinin irad ve ilzam ettiği şeyi iltizamdan ibarettir. «îrad edilen delil, haddi zâtında doğrudur, fakat bu delil, müddeayı ispata kâfi de­ğildir, iddia edilen hüküm bununla sabit olmaz.»  denilmesi gibi.

204  -(Tercih)   : Vasfen birbirine mümasil olan iki delilden birinin diğerine fazl ve rüçhanını ispat etmektir. Böyle mütemasü delillerden bi­rini diğerine tercihe muktedir olan zatlara da «ashabı tercih» denilir. [4]

 

Usulü Fıkh Îlmînîn Mahiyetî

 

205 - Usulü fıkıh ilmi, şer'î hükümleri edillei tafsiliyesinden, yâni: muayyen, müşahhas delillerinden istinbata vesile olan bir ilimdir. Baş­ka bir tarif ile «şer'î hükümleri şer'î deliller ile ispat haysiyetile bu hü­kümler ile bu delillerden bahseden bir ilimdir.

Meselâ: bey' helâldir. Bey'in bu helâl olması, bir hükmü serîdir. Bu hükmü şer'î ise bir delili şer'î olan âyeti celilesinden istinbat olunmaktadır. İşte bize bu gibi istinbat yollarım vuzuh ile bildirecek olan,  usulü fıkıh denilen  yüksek bir  ilimden ibarettir.

206 - Fıkıh, ibadata, muamelâta, ukubata ait bütün §er'î mesele­leri ihtiva eden, islâm hukukunu vücude getiren malûmatın heyeti mec­muasıdır. Bunun mübtena aleyhi, istinatgahı, yegâne kaynağı da edillei erbaa denilen kitabullah ile sünneti nebeviyeden ve icmaı Ümmet ile kı­yası fukahadan ibarettir. îşte bu dört esas, fıkhın usulünü teşkil etmek­tedir.

Maamafih ilmi usul, tefsir, hadis, fıkıh, belagat, lisaniyat, ilmi âdâb gibi birçok İlimler ile de alâkadardır, bu ilimlerden de istimdat eder, bu cihetle gayet geni§ mevzuları dairei tetkikine alır.

207 - Hükmü  şer'î, bizim   gibi kulların   fullerine müteallik olup şarii mübinin hitabile sabit olan farziyet, vücub, nedb, ibaha, hıll, kera-hat, hürmet, sıhhat, fesat, butlan gibi şeylerden herhangi biridir.

Meselâ: mükellef bir insanın yaptığı bir ibadetin farz veya vacib ve­ya sünnet olduğuna ve akd eylediği bir muamelenin sahih, nafiz veya fâsid, gayri nafiz bulunduğuna ancak şarii hakimin o husustaki beyanile muttali oluruz.

208 - Delili şer'î, kendisine sahih surette nazar edilmesi, bilinmesi, matlûp olan bir hükme insanı kavuşturan nazmı kurânîden veya sünne­ti nebeviyeden veya icma' ile kıyastan herhangi biridir. Meselâ; kadınlardan size halâl olanlar ile ev­leniniz..)  nazmı şerifi, bir şer'î delildir. Buna nazar edince izdivacın meş­ru, halâl bir muamelede olduğunu anlamış, oluruz.

209 - Kitap ile, yâni: Kur'anı mübîn ile sünneti nebeviyyenin ihti­va ettiği delillere «edillei semiyye» denir ki, bunlar, şarii mübinden sü-butları ve birer hükmü şer'iye delâletleri itibarile şöylece dört kısımdır. Bu cihetle matlubu ispat bakımından kuvvetleri de mütefavittir.

(1) : Sübutu da, delâleti de kat'îdir. Bütün âyatı kur'aniyenin sü-butu kat'îdir. Çünkü en muazzam, mükemmel bir tevatür ile Resulü Ek­rem'den kelâmı  ilâhî olmak  üzere menkuldür.   Bunlardan müfesser ve muhkem denilen âyetlerin ise  sübutları kat'î olduğu gibi delâletleri de katidir.

(2) : Sübutu kat'î, delâleti zannîdir. Müevvel denilen âyetler ile te-vatüren menkul olup elfazı müevvel bulunan hadisler gibi ki, bunların sübutları tevatür  ile olduğu cihetle kat'îdir.   Fakat lâfızları müteaddit mânâlara şâmil olduğundan bunlardan hangi birine delâletleri  zannîdir.

(3) : Sübutu zannî, delâleti kat'îdir. Haberi  âhad kabilinden olup elfazı, müfesser veya muhkem olan ahadisi şerife gibi.

(4) : Sübutu da delaleti de zannîdir.  Haberi ahaddan  olup elfazı müteaddit mânâlar arasında müşterek oîan ahadisi şerife gibi. [5]

 

Usulü Fıkhın Mevzuu Ve Gayesi

 

210  -: Usulü fıkh ilminin mevzuu, şer'î hükümleri ispata vasıta olmaları itibarile şer'î delillerdir. Bu ilimde bütün edillei şer'iyenin ah­vâlinden bahsolunur. Kitabullah ile sünnetin ve icma' ile kıyasın, husu­sî ve müşterek vasıflarından bahsetmek bu ilme aittir. Şöyle ki: Kur'anı Mübînin nazmı celîlüe ahadisi şerifenin elfazı mübarekesi; hass, âmm, müşterek, müevvel, hakikat, mecaz gibi kısımlara ayrılır. Kezalik: aha­disi şerife; mütevatir, meşhur, haberi ahad kısımlarına münkasim olur ve bunlar; emirleri, nehiyleri ihtiva eder. İşte bütün bunların  ahvâlin­den bahsetmek bu usul ilminin salâhiyeti cümle sindendir.

Meselâ: Başkasının muhterem, mütekavvim bir malını haksız yere elinden almak bir gasptır, asla caiz değildir. Çünkü bir âyeti kerimede  buyurulmuştur. Bu nazmı celîl ise bir delili şer' îdir, bir hücceti kur'aniyedir, bununla başkasının malını haksız yere ye­mek nehy ediliyor. Bu nehy ise hürmeti, memnuiyeti icap eder. İşte usu­lü fıkh, bu gibi delillerden —böyle hürmeti veya sair bir hükmü şer'îyi müstelzim olması itibarile-bahsederek bunları mevzuu' dahilinde bu­lundurur.

211 - : Usulü fıkhın gayesine gelince: bu pek  mühimdir. Bu bir hikmeti islâmiye ilmidir. Ahkâmı şer'iyenin hikmeti  teşriiyesini göste­rir, bunların anlaşılmasına yardım eder, insanın dünyevî ve uhrevî saa­detine vesile olur.

Usulü fıkıh ilmi, kur'am kerim'in nazmı lâtifine, ahadisi şerifenin mübarek elfazma hadimdir. Bu sayede şer'i delillerin mahiyetleri mün-keşif olur, bunlardan şer'î hükümlerin nasıl istinbat olunduğu tebarüz eder. Bu sayede muhterem müçtehitlerimizin nasıl çalışmış oldukları anlaşılır, ne gibi delillere istinat ettikleri, aralarında münazara kaidele­rinin ne veçhile cereyan etmiş olduğu görülür. İslâm hukukunun yük­sek mahiyeti ve ne kadar yüksek, muntazam esaslara müstenit bulun­duğu tecellî eder.

Yine bu İlim sayesinde lâfızların, ibarelerin havas ve mezayası an­laşılır, bunlar İle İstihdaf edilen maksatlar taayyün eder, sözlerin ince­liklerine, şer'î ve bediî vasıflarına   ıttıla' mümkün olur.

212 -: Usulü fıkıh ilminin ihtiva ettiği usul ve kavait, yalnız şer'î delillere,  hükümlere münhasır değildir. Bunlar, bütün muhaverata, ka-vanine,  desatjre kabili  tatbik olduğundan bu sayede  insanlarda hukuk fikri inkişaf eder, hukuk bilgisi ilmî bir mahiyet kazanır, kanunları, ni­zamnameleri tanzim hususunda bu feyizli ilimden'pek çok istifade edi­lir.

213  -: Son zamanlarda garp âlimleri; tarihlerde, kanunlarda, tec-rübî  ilimlerde ve sairede tatbik edilmek üzere   (metodoloji   -  mantıki tatbikî) denilen mecmuai usulü tedvin ederek ilim sahasında bir mun­tazam tedkik ve tenkit tariki vücude getirmişlerdir. İslâm   âlimleri  ise bundan bin iki yüz şu kadar sene  evvel «usulü fıkh>;  ilmini tedvin et­mişlerdir ki, bu güzide İlim, lisaniyata, rivayata, elfaz ve ibarâtın havas ve  mezayasına, delillerin derece! kuvvet ve za'fma ve saireye  dair  en mükemmel menahiç ve kavaidi cami bulunmaktadır. <-Usulü hadis»  ilmi de bu hususta ayrıca zikre şayandır. Artık bu usul ilminden hiç bir hu­kuk müntesibi müstağni olamaz. [6]

 

Usulü Fıkhın Tarihçesi

 

214-: Şer'î hükümlerin ilk mübelliği Resulü Ekrem (sallâllahü aleyhi vesellem) efendimizdir. Mazhar olduğu vehy ve ilham sayesinde dinî hükümleri ashabı kiramma tebliğ etmiş, kudsî hayatının dünyadaki son günlerine yakın âyeti kerimesi nazil olarak şeriati

islâmiyenin mertebei kemale erdiği kendisine tarafı  ilâhîden  tebşir bu-yurulmuştu.

Resulü Ekrem Hazretleri vahyi ilâhiye mazhar, bu cihetle dini İsla-mm bir şarii, bir muazzam naşiri olduğundan bütün dinî hükümlere, de­lillere şüphe yok ki, muttâü idi. Onun ulvî huzurundan feyz alan asha­bı güzîn dahi şer'î deüllerin, hükümlerin ledüniyyatına muttali, bu hu­susta yüksek bir lisan melekesini hâiz idiler. Eshabı kirama mülâki olup «tabiin.» unvanını alan bir çok âlî zevat da zamanı saadete yakın bir asır­da dünyaya gelmiş, eshabı güzinden ders almış, Arap lisanının dekayiki-ne güzelce vâkıf bulunmuş oldukları cihetle onlar da şer'i şerifin delil­lerine, hükümlerine pek mükemmel aşina bulunuyorlardı. Binaenaleyh bunların bu feyizli zamanlarında fıkh ve usulü fıkh, bir ilim şeklinde bir takım kavait ve nazariyat ile mesailden müteşekkil müdeyyen bir hâlde değildi.

215  - ; Tabiînin son zamanlarına doğru islâm muhiti pek ziyade genişlenmeye başlamış, muhtelif ırklara mensup bir çok kavimler, islâ­miyet şerefini ihraz etmiş idi. Bunlar, Kur'am mübinin havas ve meza-yasma muttali olmak ihtiyacında idiler.  Çünkü bu sayede dinî hüküm­lere bihakkın vâkıf olabileceklerdi,  içtimaî hâdiseler günden güne artı­yor, muhtelif cereyanlar' yüz gösteriyor, bir çok meseleler hâl ve izaha muhtaç bulunuyordu.

işte bu ilcaat neticesinde islâm ulemasının harikulade mesaisi te­celli etmeğe başlamış, bir çok ilimler tedvin edilmiş, en başta olmak üze­re hadis, fıkh, usulü fıkh ilimleri müdevven bir. hâle gelmiştir.

216 -: Fukaha ve müçtehidîn namını alan ve yüksek  zekâîarile. bilgilerile birer harikai kemalât unvanına bihakkın lâyık olan bir kısım islâm âlimlerinin dinî ilimler sahasında gösterdikleri     muvaffakiyetler her türlü tasavvurların fevkindedir.

Ahkâmı fıkhiyeyi kitaplara, kitapları bablara, babları fasıllara taksim ederek bunları tilmizlerine takrir ile zapt ettiren ilk zat, imamı Âzam, Ebû Hanîfe (rahmetullahı aleyh) hazretleridir. Bu cihetle fıkhı mesaili ilim hâlinde ilk tedvin eden büyük üstad, imamı Âzam ile onun pek kıymetli, dirayetli tilmizleridir.

Usulü fıkh ilminin bir kısım kaidelerini, menahicini, mesailini ilk tesis eden zat da imamı Âzamin en yüksek tilmizi olan İmamı Ebû Yû­suf Hazretleridir. Şu kadar var ki bu ilme dair bir kitap telif etmemiş­tir. Bu ilme dair ilk kitap yazmak gerefi imamı Şafiî (rahmetullahi aleyh)   hazretlerine aittir.

217 -: Mua.hharan usulü fıkha dair pek büyük mufassal mücelle-dat vücuda getirilmiştir. Bu eserlerin bir kısmında en ziyade ilmi kelâm meseleleri üzerinde tatbikat yapılmış, aklî istidlal cihetine fazla tema­yül gösterilmiştir.  Şafiî  âlimleri bu tarzı daha ziyade iltizam ettikleri için bu kısma (Mütekellimîn ve Şafiiye mesleği)  veya (Usulü Şafüye) denilmiştir.

Usul kitaplarının diğer bir kısmında ise daha ziyade fıkhî mesele­ler hakkında usul kaidelerinin tatbikatına ehemmiyet verilmiş, bu kai­deler en ziyade nüketi fıkhiye üzerine bina kılınmıştır, Hanefî fukahası da bu kısmı daha ziyade iltizam ettiğinden bu tarza da (fukaha ve Ha-nefiyye mesleği)   veya  (Usulü Hanefiyye)  adı verilmiştir.

Daha sonra bazı âlimler de bu iki tarzı cem ederek o veçhile usule dair kitaplar telif etmişlerdir.

Usulü Hanefiyye, Usulü Şafiiyyeye nazaran daha müşküldür. Fa­kat hukuku islâmiyenin mükemmel surette anlaşılmasına daha elveriş­lidir.

218  -: Fukaha mesleği üzerine yazılan usul kitaplarının en meş­hurları şunlardır :

(1)   :  (Kitabülusul)  : Hassaf adile mâruf olan Ahmed ibni Ebi Be­kir Elrazînin eseridir.

(2)   :  (Esrarı Debusî)   : Kadı Ubeydullah Ebu Zeyd Debûsînin ese­ridir.

(3)   :  (Usulü pezdevi)   : Maveraünnehîr ulemasından imam Fahrül-islâm Aliyyi Pezdevînin eseridir.

(4)   :  (Usul Ebil Yüsr)   : Fahrülislâm Ebül Yüsr Pezdevînin ese­ridir.

(5)   :   (Usulü Serehsî)   :  imam Şemsüddin Muhammedi Serehsînin eseridir.

(6)   :  (Mizanülusul)   :  Ebubekir Alâeddini Semerkandînin eseridir.

(7)   :  (Menar)   : imam Hâfızüddin Abdullahi Nesefînin eseridir.

219  -: Mütekellimîn mesleği üzerine yazılan usul kitaplarının en me§hurları da gunlardır:

(1)   ;  (Umd)   :  Mutezile imamlarından Abdülcebbarın eseridir.

(2)   :   (Mutemed)   :   Umd'ün şerhidir. Müellifi yine Mutezile imam­larından Ebül Hüseyni Basrîdir.

(3)   :   (Burhan)   : Iraamülhareraeyn Ebül Mealinin eseridir.

(4)   :  (Müstesfa)   :  îmam Mühammed Gazalinin eseridir.

(5)   :  (Mahsul)   : Fahrüddin Mühammed Razî'nin eseridir.

(6)   : (İhkâmulahkâin)   : Seyfüddin Aliyyi Amidî'nin eseridir.

220 -: Funaka mesleği ile mütekellimîn mesleğini cem eden usul kitaplarının en meşhurları da şunlardır:

(1)   :   (Bediünnizam,.)   :    İbnüssaatî  denilen İmam Muzafferüddin Ahmedi Bağdadî'nin eseridir.

(2)   :  (Tenkih)   :     Buharaü Sadrüşşerianın eseridir.    Bunun  şerhi «Tavzih» dir. Bunun haşiyesi de Taftazanînin eseri olan  «Telvih» tir.

(3)   :   (Tahrir)   :     iskenderiyeli   îmam Kemalüddin Ibni Hümamın eseridir.

(4)   :   (Minhacülvusul ilâ  ümilusul) Beyzavî'nin eseridir.

Kazı Nasırüddin Abdullah

(5)   : (Füsuîül bedaî)  : Şemsüddin Ahmed Fenarî'nin eseridir.

(6)   : (Müntehelvusul. Muhtasan münteha)  : Bu iki eser Cemalüd-din ibni Hacib'in eseridir.

(7)   : (Mirkat ve şerhi Mir'at)   : Mühammed Molla Hüsrev'in ese­ridir.

Bu zatların teracimi ahvâli için (Tabakatül Fukaha)  kısmına mü­racaat!. [7]

 

BİRİNCİ   KISIM

KÎTABA   VE KÎTAB  İLE SÜNNET ARASINDA   MÜŞTEREK BAZI

MEBHASLERE AİTTİR.

 

İÇİNDEKİLER : Kitabın hakikî ve hususî vasıfları. Kitab ile sün­net arasında müşterek mebhaslar: Has lâfızların mahiyeti ve hükümle­ri. Emirlerin mahiyeti ve muktezası. Emir ile vacip olan şeylerin hü­kümleri. Memurun bihin hüsn sıfatile ittisafı. Emredilen şeyin liaynihi veya ligayrihi hasen olması. Takat fevkinde bir şey ile teklif vâki olup olmadığı. Memurda vücudu icap eden kudret. Nehylerin mahiyeti ve muktezası. Mutlak ile mukayyedin mahiyetleri ve hükümleri, Ânı lâfız­ların mahiyeti, nevileri ve hükümleri. Müşterek, müevvel. zahir, nass, müfesser ve muhkem lâfızların mahiyetleri ve hükümleri. Hafi, müşkil. mücmel ve müteşabih lâfızların mahiyetleri, nevileri ve hükümleri. Ha­kikat ile mecazın, sarih ile kinayenin mahiyetleri. Dal bilibare, dal bili-şare, dal biddelâle ve dal biliktizanın mahiyetleri ve hükümleri. Mefhu­mu muvafakat ile mefhumu muhalefetin mahiyetleri. Fâsid istidlaller Beyanın nevileri. Nesh ve istisna bahisleri. Talike dair bâzı hükümler Bir kısım  hurufu maaniye dair malûmat. [8]

 

Kitabın  Hakikati  Ve  Hususî Vasıfları   :

 

221 -: Kitabdan maksat, -usulü fıkha göre -Kur'anı azîmüş-şandır. Bu, bir mübarek kitabı ilâhîdiı. Bunun Kuran, Furkan, Hakim, Tenzil gibi daha başka adları da vardır. Bu kitabî mübîn. tarafı ilâhîden Cibrili Emin vasıtasile yirmi üç sene içinde Hâtemül'enbiya Hazreti Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi vesellem) Efendimize âyet âyet. sûre sûre inzal buyur ulmuş tur ki, mukaddes nazmı da, mânâsı da ilahî­dir, vahyi subhanîye müstenittir. Bu cihetle Kur'ana «vahyi metlüv.^ denilir..

222  -: Kur'anı mübîn, yüz on dört sûreden ve bir itibar ile (6616) âyetten müteşekkildir.  Bu kitabı celîlin vahye  müstenit, mû'ciz,  fevka­lâde bir surette mütevatir olmak gibi hususî vasıfları olduğu gibi sünne­ti nebeviye ile vesair elfaz  ve ibarat ile  müşterek vasıfları, mebhasleri de vardır. Bunlar, ilmi  usul itibarile birer tedkik mevzuu teşkil etmek­tedir.

223  -: Kur'anı Kerîm, yalan üzere ittifakları aklen tecviz olunma­yan pek azîm bir cemaat tarafından zamanımıza kadar tevatüren nak-lediiegelmiştir. Bütün sûreleri, âyetleri, kelimeleri Resulü Ekrem'den bir vahyi ilâhî olmak üzere tevatüren sabittir,  menkuldür. Bu kitabı ilâhî­nin hiç bir âyeti zayi olmamış, hiç bir kelimesi  tebdil ve tahrife uğra­mamıştır.  Nebiydi zîşan'dan  telâkki olunduğu veçhile  tevatüren nakle­dilmiştir. Bunun heyeti umumiyesi, her asırda yüz binlerce zevatın ha­fızalarını tezyin etmekte bulunmuştur. Bu mümtaz vasıf, bütün semavî kitaplar arasında yalnız Kur'anı Kerim'e  mahsustur. Binaenaleyh Kur' amazîmin herhangi bir âyetini inkâr, imana münafîdir.

224  -: Kur'anı   mübînin bütün âyetleri  Resulüekremin talim ve işareti veçhile tamamen yazılmış, hıfz edilmişti. Hazreti Ebu Bekr'in hi­lâfeti zamanında hepsi bir araya cem edilerek bir mushaf hâline konul­muştur. Hazreti Osman'ın hilâfeti  zamanında da bu  mushaf nüshaları teksir edilerek büyük şehirlere   birer nüsha gönderilmiştir ki, bunlara (Mesahifi Osmaniye)   adı verilmiştir.

Eshabı kiramdan Abdullah ibni Mes'ud, Ubeyyibni Ka'b gibi zatla­rın kendileri için yazmış oldukları mushaflar da var idi. Bunlar ile Me­sahifi Osmaniye arasında bir fark olmayıp yalnız sûrelerin tertibinde bazı başkalıklar mevcut idi. Bunlarda nihayet birkaç kelimeden fazla bulunuyordu ki, bunlar, her ne kadar esasa muhalif değilse de tevatü­ren 3abit olmadığı cihetle «şaz» nâmım almış, Kur'anıkerîm hükmünü haiz bulunmamıştır. Bunlara «kıraeti şazze» adı verilmiştir.

225 -: Kur'anıkerime mensup şaz kıraetler, meşhur ve gayri meş­hur kısımlarına ayrılır.    Gayri meşhur kıraetler, bütün imamlarca mu­teber değildir. Bunlar ile hiçbir hükmü şer'î sabit olmaz. Meşhur şazlar ise, imamı Malik ile îmamı Şafiîye göre yine hiç bir hükmü şer'îde mu­teber değilse de Hanefî eimm^sine göre yalnız ibadet ve muamelât hu­susunda muteberdir. Bunlar, Kur'andan olmasalar da ahadisi şerife cüm­lesinden bulunmuş olurlar. Bu cihetle kendilerile zannî'meselelerde amel olunabilir.

Meselâ: Keffareti yemini bildiren âyeti kerime. Mesahifi Osmani-yede:(rbl cır -L*») diye  mutlaktır.   İbni Mes'ud Hazretlerinin mushafında ise: diye mukayyed yakılmış tır. Bu mütetabiat kelime­si meşhurdur. Binaenaleyh Eimmei Hanefîye, bunu nazara alarak ke­fareti yemin orucunun muttasıl üç gün tutulmasına kail olmuşlardır. Demek ki, bu meşhur şaz kıraet ile mutlak olan bir âyeti kerimeyi iba­det hususunda takyit eylemişlerdir.

Kezalik : Ramazanı şerif orucunun kazasına ait olan âyeti celîle, Mesahifi Osmaniyede: (\>\CU^.;.u»)diye mutlak yazılmıştır. Übeyy ibni Kâ'bin mushafmda ise:(oL> fc* _^ yu ^ ;a-ı) diye mukayyet yazılmıştır. Fakat bu mütetabiat kıraeti meşhur değildir, haberi ahad kabilindendir. Binaenaleyh bununla bütün eimmeye göre amel edilemeyeceğinden ka­zaya kalmış ramazanı şerif orucunda ittisal şart değildir. Bunlar, mü­teferrik günlerde de tutulabilir.

226 -Kitabı ilâhînin rükünleri, nazm ile mânâdan ibarettir. Bu­nun mu'ciz nazmı da, mânâsı da vahyi ilâhîye müstenittir, lâhûtî bir hü­viyeti haizdir. Kur'anı mübînîn hakayiki, ancak bu nazmı mübîn vasıta-sile bihakkin mütecellî olur, bir çok dinî hükümler, ancak bu nazmı lâ­tif vasıtasile istinbat olunabilir. Binaenaleyh bunların yerine hiç bir lâ­fız kaim olamaz, bunlardan başka hiç bir ibare Kur'an hükmünü ihraz edemez.

îşte bu kitabı muazzam, edillei şer'iyyenin birincisini teşkil etmek­te ve bînihaye ahkâmın en feyizli bir menbaı bulunmaktadır.

227 -: Kur'anı mübînin emirleri, nehiyleri, haberleri ihtiva eden âyâtı celîlesi, itikada, ibadâta, hukuka dair bir çok hükümleri camidir. Ahlâka, nesayihe, geçmiş ümmetlerin en ibret verici tarihlerine, kâina­tın garip, bediî teşekkülâtma dair bir çok hakayiki de müştemildir. Bun­ların hepsinden nihayetsiz hükümler, hakikatler istinbat olunabilmek-tedir. [9]

 

kîtab île  sünnet arasında müşterek mebhasler   :

 

228 -: Biz, dinî hükümleri Kur'anıkerimin mukaddes nazmından ve sünnetlerin mübarek lâfızlarından, ibarelerinden anlamak ihtiyacın­dayız. Bu cihetle lâfızlar hakkındaki bir takım lisan kanunlarını, bilgile­rini nazara almaya mecburuz. Bu lisan kanunlarına, ilimlerine vukuf sayesinde yalnız Kur'anı mübîn ile süneni nebeviyyenin değil, her türlü yazıların, konuşmaların, düsturların, nizamnamelerin hükümlerine, in­celiklerine de ilmî bir tarzda muttali olmuş oluruz. Binaenaleyh dört kısma ayrılan bu lisan kanunlarını sırasile ve kısaca izah edeceğiz. ŞÖy-le ki:

(1) : Lâfızlar, mânâya vaz'ları itibariyle has, âm, müşterek ve mü-evvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan  her biri hususî b'ir hükme tâbi olur.

(2) : Lâfızlar, vazolundukları  mânâya vazıh  bir tarzda delâletleri itibarile zahir, nas, müfesser, muhkem kısımlarına ayrılırlar. Kapalı bir tarzda delâletleri itibarile de hafi, müşkil, mücmel, müteşabih kısımları­na münkasimdirler.

(3) : Lâfızlar, vazolundukları mânâda veya bir münasebetle başka bir mânâda açık veya kapalı bir hâlde istimalleri itibarile de hakikat, mecaz, sarih, kinaye kısımlarına ayrılır.

(4) :   Lâfızlar, ne  gibi mânâlara  delâletleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibarile de dâl bilibare, dal bü'işare, dal biddelâle,  dal biüktiza kısımlarına ayrılır.

Bütün bu kısımlar, sırasile izah olunacaktır. [10]

 

Has Lafızların Mahiyeti Ve Hükümleri :

 

229  -: Has : Has, kendisinde efrat mülâhazası olmaksızın tek bir mânâya vazedilmiş olan herhangi bir lâfızdır.

Has denilen lâfız, ya bir isimdir: ibrahim, Yusuf, Halide, Âtike, gü­neş, ay gibi. Veya bir nevidir: Erkek,, kadın, hurma ağacı, zeytin ağacı gibi. Veya bir cinstir: İnsan, deve, ağaç gibi.

230  -: Bir, iki beş, on, yüz, bin gibi esmai aded, (b), (fi), (min) gibi edat denilen hurufu meanî ve emirler, nehiyler,  mutlak ve mukay­yet lâfızlar dahi hastan sayılır.

Vakıa kadın, insan, iki, yüz gibi lâfızların bir takım fertlere şümu­lü vardır. Fakat bu fertler, bir nevi veya bir cins altında toplanmışlar­dır. Aralarında bir vahdeti nev'iyye veya bir vahdeti cinsiyye vardır. -Bu bakımdan hepsi de hasdır.

Vakıa has, alelinfirad bir mânaya mevzudur. Fakat bu birlik, haki­katen vahdetle hükmen vahdetten eamdir. Meselâ: bir lâfzında haki­katen vahdet vardır. İki, üç lâfızlarında da hükmen vahdet vardır. Bi­naenaleyh bunların hepsi de birer lâfzı hasdır.

231  -: Hassın hükmü, delâlet ettiği mânâyı kat'î surette ifade et­mektir.  Meselâ: «Ben bir kitap aldım»  denilse alman kitabın bir tane olduğu kat'î surette ifade edilmiş olur.

Kezalik: «Bize tbrahim Efendi geldi» denilse ibrahim adında ma­lûm bir^zatm geldiği ifade edilmiş olur. Bunun başka bir kimseye ihti­mâli olmaz.

Ancak bazan haricî arızalardan, karinelerden dolayı has, hakikî mânâsına delâlet etmekte kat'iyyet ifade etmez. Şecaatli bir şahsa: «Sen arslansm» denilmesi gibi ki, burada bir lâfzı hâs olan arslandan malûm yırtıcı hayvan kasdedümiş olmaz. Bununla mecazî bir mânâ kas-dedilmiş olur. [11]

 

Emirlerin  Mahiyeti Ve Muktezası ;

 

232 - : Emir, bir lâfızdır ki, onun vasıtasile başkasından bir işin yapılması isü'lâ tarikile  cezmen istenilir.   (Namaz kıl),  (borcunu  ver), (insaniyete hizmet et)  ibarelerindeki kıl, ver, et, lâfızları gibi.

Âmir, yâni emreden, kendisini memurdan, yâni emrettiği kimseden yüksek görerek ondan bir işin yapılmasını kat'î surette istemiş olur. Bu istenilen şey, «memurun bin» den ibarettir.

233  -: Âmir, memurdan ya hakikaten veya kendi nazarında yük­sek bulunur. Böyle olmayıp da, bir kimse kendisine müsavi gördüğü bir şahıstan emir sigasile bir şey isterse, meselâ: «Filâna şöyle bir kitap al ver» derse buna tavsiye denir. Kendisinden yüksek bulunan bir zattan bir şey isterse ona da dua, niyaz, istirham denilir.

Meselâ: Bizim Cenabıhak'ka yalvararak: «Yarabbi bizi affet, bize dünyevî ve uhrevî saadet ver» diye yaptığımız hitaplarımız, —hâşâ-emir değil, birer duadan, tazarru'dan ibarettir.

234 -: Emrin muktezası vücûbdur. Yâni: şarii mübîn., bize bir şey ile emrederse o şeyi yapmak bizim için bir farz olmuş olur. Meselâ: Al-lahütealâ Hazretleri, bize diye emrediyor.   Binaenaleyh bizim için  namaz kılmak,  zekât vermek  birer farize olmuş bulunuyor. Resulü Ekrem  de: ye  enırediy°r- Bi~ naenaleyh Peygamber Efendimizin kıldığı veçhile namaz kılmak ve mal­larımızın kırkta birini zekât olarak fukaraya vermek bizim için birer ve­cibe bulunmuş oluyor.

235  -: Şarii hâkim tarafından evvelce nehyedilmiş olan bir şeyin muahharan yapılması hakkında bir emir sâdır olsa bu emrin  mukteza­sı da vücub olur.

Meselâ: Sarhoş olanlar hakkında: Sarhoş ol­duğunuz hâlde namaza yaklaşmayınız) diye bir nehyi ilâhî vardır. Bun­lar, bu hâlin zevalinden sonra yine namaz kılmakla memurdurlar ve bu bapdaki emir,  vücub içindir.

Kezalik: Bir müslümanı veya bir zimmîyi Öldürmekten müslüman-lar ne h yedi I mislerdir. Fakat böyle bir şahsın riddeti veya yolkesiciliği takdirinde katledilmesi için de şarii mübinin bir emri vardır. îşte bu emir de nehiyden sonra olmakla beraber vücub ifade etmektedir.

236 -: Nehiyden sonra vukubulan emrin vücub için olmadığına bir karine bulunursa bu emir, ibahe için olmuş olur.

Meselâ: Hac vecibesini ifâ eden bir müslim, ihramda iken kara hay­vanlarım avlamaktan memnudur. İhramdan çıktıktan sonra ise av &v-laması,: (Ipvk^i ^aui lji)âyeti celîlesile emrolunmuştur. îşte bu emir, iba-ha içindir. Çünkü av ile iştigâl esasen mubah bir şeydir. Bu iştigâl, sırf insanların menfaatleri İçin dünyevî bir harekettir, yoksa bir emri teab-büdî değildir. Size deniz hayvanlarını avlamak halâl kı­lınmıştır) âyeti celîlesi de saydın sırf halâl bir şey olduğunu ifade ediyor, yoksa her hâlde yapılması lâzım bir şey olduğunu ifade etmiyor. Artık bu gibi karinelerle anlaşılıyor ki, av hakkındaki emir, vücub için değil, ibahe içindir. Böyle bir delil, bir karine bulunmadığı takdirde ise ba'delhazr, yâni: nehy ve men'den sonra vaki olan emrin de vücub ifade edeceği şüphesizdir.

237  -: Mutlak olan, yâni: karineye mukarin bulunmayan bir emir sigası, tekrarı iktiza etmez. Memurun bih bir kere yapılmakla emre im­tisal edilmiş ve memurun vazifesi nihayet bulmuş olur. Meselâ: bir zata su vermesine emrolunan kimse, o zata bir defa  su vermekle bu emri ye­rine getirmiş olur, artık ona tekrar su vermekle mükellef bulunmuş ol­maz.

Kezalik: Bir kadını kocaya vermeğe memur olan kimse, onu bir de­fa kocaya verse vazifesi nihayet bulur. Artık onu dul kalınca tekrar ko­caya veremez.

Kezalik: Bir kadını boşamaya vekil olan kimse bu babdaki emre bi­naen kadım boşasa, tecdidi nikâhtan sonra tekrar boşayamaz..

(imam Şafiîye göre emri mutlak, tekrar ve ummu iktiza etmezse de bunlara ihtimâli bulunur.)

238  -: İfası emrolunan ibadetlerin tekerrürü, haklarındaki emirle­rin tekrarı iktiza ettiğinden dolayı değildir. Belki o ibadetlere mahsus se­beplerin tekerrürüne mebnîdir ve şariin o babdaki sair beyanatına müs­tenittir.

Meselâ: Namazların tekerrürü, namazı ikame ediniz) emrinden  dolayı  değildir. Belki sebepleri o] an  vakitlerin tekerrüründen ve Resulûllahm bunları o vakitlerde daima kılmış bulunmasından dola­yıdır.

Kezalik: cünüp olunca temizlenmeğe çalışınız) âye­ti kerimesindeki «fattahherû» emri, bizzat tekrarı muktezi değildir. Bel­ki bir vasıf ile, yâni: cünüblük hâlinin sübutile mukayyet olduğundan dolayı guslün tekerrürünü iktiza etmektedir. Çünkü: «her cünüb oldu­ğunuzda yıkanınız» mealinde emredilmiş, binaenaleyh cünüblük hâli te­kerrür ettikçe taharetin vücubü de tekerrür etmekte bulunmuştur.

239  -: Memurünbihin edası, ya muayyen bir vakit ile mukayyet olur veya mukayyet olmayıp mutlak bulunur.

Vakti mukayyeti, öyle bir vakittir ki, onun çıkması o vakte mahsus olan bir vecibenin eda sıfatını izale eder.

Meselâ: her günde beş vakit namaz kılmakla memuruz. Bu namaz­lardan her birinin muayyen bir vakti vardır. O namaz bu vakit içinde kılınmazsa eda sıfatını kaybeder, kaza nâmını alır. Binaenaleyh namaz­ların vakitleri, birer mukayyet vakittir. Ramazanı şerif orucunun vak­ti de böyledir.

Vakti mutlaka gelince: bu öyle bir vakittir ki, bunun fevt olması, o vakitte yapılacak bir ibadetin, bir teslim muamelesinin eda sıfatını izale etmez.                                .

Meselâ: lâakal nisap miktarı bir mal üzerinden bir sene geçince ze­kâtını vermek lâzımgelir. îşte bu zekât hakkındaki vakit, bir vakti mut-laktır. Hemen sene nihayetinde verilmesi eda oîaeağı gibi bir müddet sonra verilmesi de yine eda olmuş olur, kaza sayılmaz.

240 -: Mutlak emrin, mutlak olan  vaktinde yapılması, bu emre hemen imtisal edilmesi, mendub ise de, her hâlde lâzım değildir.

Meselâ: Zekâtın senesi içinde veya senesv hitamında hemen veril­mesi mendubdur. Fakat, her hâlde vacib değildir, bir müddet sonra da verilebilir ve yine eda olmuş olur.

Emri mutlak, böyle fevri iktiza etmezse de bir karineye mukarin olunca fevrî, yâni: derhal yapılması icap eder.

Meselâ: Bir efendi, hizmetçisine: «Bana bir bardak su ver» diye emretse bu emir, her ne kadar mutlak ise de hâl ve makam karinesile mukayyettir. Hizmetçi suyu bir müddet tehir ederse bu emre imtisal et­memiş sayılır.

241  -: Emirlere ve memurunbihlere mahsus mukayyet vakitler üç türlüdür.

(1) : Vakti müvessa'dır. Buna «zarf» da denir. Namaz vakitleri gibi ki, kendisinde eda olunacak memurünbihe maa ziyade kâfidir ve kendisinde ayni cinsten bir ibadet daha yapılabilir. Meselâ: Öğle namazı vaktinde öğle namazı kılınır, yine vaktin bir kısmı kalır, başka bir na­maz kılınmasına da müsait bulunur.

Bu nevi vakitler, nefsi vücubun sebebidir. Şöyle ki: Böyle bir vak­tin tamamı, o vakitte eda edilecek namazın zarfıdır. Bu vaktin bunda kı­lınacak, farz namaza takaddüm eden ilk cüz'ü de bu namazın farziyetine sebeptir.

Bu gibi vakitler, ibadetler için bir miyar değildir. Yâni: yalnız o iba­detlere müsait olmakla kalmayıp ayni cinsten başka ibadetlere de mü­saittir. Bu veçhile böyle zarf oîan vakitlerin hükmü kendilerinde eda edi­lecek ibadetlere niyet ederken o ibadetleri tayin etmektir.

Meselâ: öğle namazı kılınacak ise onu niyette tâyin etmek, bugünkü öğle namazını kılmaya -niyet ettim, demek lâzımdır. Çünkü böyîe zarf olan bir vakit mazruf olan namazdan geniş olduğundan bunda nafile ve­ya kaza namazı da kılınabileceğinden bu tâyine hacet vardır.

(2) :-Vakti maziktir. Buna «mîyar» da denilir ki, ancak bir me­murun bihin edasına müsait olur. Ramazanı şerif orucunun vakti gibi ki, bir ramazan gününde yalnız bir oruç  tutulabilir. Fazla tutulamaz.

«Bu nevi vakitlerde bunlarda eda olunacak memurun bihin vücubu-na birer sebeptir. Ramazanı şerif orucuna, ramazanı şerif ayının sebep olması gibi. Çünkü bir mükellefe orucun farz olması, bu vakte yetişmesi sebebiledir.»

Bu miyar nevinde niyeti tayine lüzum yoktur. Meselâ: ramazan gü­nünde mutlak oruca niyet edilmesi kâfidir. Ramazan orucu diye tâyine hacet yoktur. Zira bu vakit, başka oruca müsait değildir. Hattâ bir mü­kellef, ramazan gününde nafileye bile niyet etse yine farz olan ramazan orucunu tutmuş olur. Vaktin miyar olması bunu muktezidir.

(3) - : Vakti meşkuktür. Buna «müşkil» de denir. Bu bir vakittir ki, bir bakımdan müvessa, diğer bir bakımdan da miyara benzer. Hac vak­ti gibi ki, bir sene ancak bir hacce müsait olduğu cihetle miyara müşa­bihtir. Fakat bir senenin yalnız bazı aylarında hac erkânı yapılıp tama­mında yapılmadığı cihetle de müvessea müşabih bulunur.

Hattâ İmam Muhammed'e göre hac, müvessean farzdır. Ömrün herhangi bir senesinde yapılabilir. îlk iktidar senesinde yapılması icap etmez. Şu kadar var ki, muktedir olduğu hâlde ilk sene hac etmeyen kimse, bilâhare hac etmeden vefat ederse asim olur.

îmam Ebu Yusuf'a göre ise hac, muzayyakan farz olur. Yâni: ilk iktidar senesinde edası icap eder. Şu kadar var ki, ondan sonraki sene­lerden birinde yapılınca yine eda sayılır.

İşte hac vakti, bu ihtilâf bakımından müşkildir. Bir cihetten namaz vakitlerine, bir cihetten de oruç vaktine müşabih görülmüştür.

Vakit, hacrin şartıdır. Beytullah ise haccın sebebidir. Bu sebep te­kerrür etmediği için hac farîzesi de tekerrür etmez.

«Bu nevi vakitlerin hükmü, memurun bihin, meselâ: haccın her hangi bir senei hayatiyede yapılsa sahih ve eda olmasıdır ve yapılma­dan vefat vukuunda da mükellefin günahkâr olmuş bulunmasıdır. [12]

 

Emik İle Vacip Olan Şeylerin Hükümleri :

 

242 -: Şarii mübînin emrettiği bir şey, vacip olunca bunu yerine getirmek = müstehikkma teslim etmek ya eda veya kaza suretile olur. Şöyle ki: emredilen bir şeyin aynini yerine getirmek edadır, mislini ye­rine getirmek de kazadır. Mamafih eda ile kazadan her biri, aşağıda ya­zılı olduğu veçhile üçer kısma ayrılır:

(1) : Edayı kâmildir. Bu, vacip --farz olan şeyin aynini bütün meşru olan evsafile, şeraitile yerine getirmek suretile olan edadır. Farz bir namazı bütün âdabına riayetle vakit içinde kılmak gibi.

Bir kimseden gasbedilen bir malı olduğu gibi mağsubün minhe iade etmek de böyledir.

«Bu nev'in hükmü şudur ki: mükellef, bu nevi eda ile vacibi tama­men ifa etmiş, onun uhdesinden çıkmış olur.

(2) : Edayı kasırdır. Bu. vacib olan şeyin aynini meşru vasıfların­dan  bazıları noksan olmak Ü2ere yerine getirmek suretile   olan edadır. Farz bir namazı cemaatsiz kılmak veya tâdili   erkânına  riayet et­meksizin kılmak gibi.

Gasbedilen bir köleyi bir cinayet işledikten, meselâ: birinin bir ma­lım itlaf ettikten sonra mağsubün minhe iade etmek de bu kabildendir. «Bu nev'in hükmü de mükellefin vacibi   yerine getirmiş   olmasıdır. Meselâ: mükellef, bu namaz ile farizeî salâtı eda etmiş, borcundan kur­tulmuş olur.  

Keza: köle de mağsubün minhe verilir de elinde iken ölürse gasıba bir şey lâzım gelmez. Çünkü bu hâlde vacibin ayni müstehikkine veril­miş olacağı cihetle bu. bir eda olmuş olur. Fakat bu ayn bazı noksanile verildiği için bu edada bir kusur vardır. Binaenaleyh gasp meselesinde mahsubun minh, istirdat ettiği kölesini yaptığı cinayetten dolayı meo niyün aleyhe def ederse kıymetini gasıptan alabilir. Çünkü bu takdirde eda vasfı kalmamış olur. Bu cinayet, gasıbm elinde iken vuku bulduğundan mahsubun, mağsubün minhe edası, gayri mümkün bir hâîe gelmiş sayılır.

(3) : Kazaya şebih edadır. Bu da bir bakımdan kaza gibi görülen bir   edadır.  Meselâ: bir kimse,  bir   kadını   başkasının bir   malını   mehr tesmiye ederek tezeVvüc etse de sonra hu malı satın alarak o kadına teslim eylese bu, haddi zâtında tesmiye edilen mehrin aynini teslim ol­duğundan eda olmuş olur. Fakat o mal hakkındaki sebebi mülkün te­beddülü, o malın tebeddülü mesabesinde olduğundan bu bakımdan da sanki kadına bunun aynini değil, mislini vermiş olur.

Binaenaleyh bu cihetle bu eda, kazaya  benzer.

«Bu nev'in hükmü, bu eda ile zimmetin vücubdan beri olmasıdır.. ŞÖyle ki: misâlimizde mehr tesmiye edilen mâli zevç, eda etse zevce bu­nu kabule mecbur olur. Çünkü bunu vermek bir edadır. Fakat zevç, bu mala bir sebeple mâlik olduktan sonra bunu başkasına da verebilir. Me­selâ: bu mal bir köle olsa bunu azad edebilir. Zira sebebi mülkün tebed­dülüne binaen bu mal sanki tesmiye edilen şeyin ayni değil de mislidir. Bu hâlde zevç, bunu değil, bunun kıymetini zevceye verir.

(1) : Misli mâkul ile kazadır. Bu da iki   nevidir.  Biri kâmil  olan bir misli mâkul ile kazadır. Gasbedilen bir miktar buğdayın yerine yi­ne o miktar başka buğday vermek gibi. Çünkü her iki buğday da biribi-rinin kamilen mislidir.

Diğeri, kasır olan bir misli mâkul ile kazadır. Misliyyattan olan bir mağsubün misli çarşı pazarda kalmamış olmakla onun kıymetini ver­mek gibi.

Bir şeyi misli kâmil ile kaza, tazmin, mümkün oldukça misli kasır ile kaza caiz olmaz. Meğer ki, hak sahibi razı olsun.

Bir farz namazı namaz ile, bir orucu da oruç İle kazada, mâkûl olan misli kâmil ile kazadır. Hukukullahtan olan bir vacibe misli kasır ile ka­za carî değildir.

(2) : Gayri mâkul bir misi ile kazadır. Amden öldürülen bir insanın nefsini veya cerh edilen bir uzvunu mal ile tazmin bu kabildendir. Çün­kü nefs  veya uzuv ile mal arasında aklın anlayabileceği bir   misliyyet yoktur. Binaenaleyh bunları mal ile  kaza etmek, eda değil,  mâkul  bir misi ile kaza da değil, belki gayri mâkul bir misi ile kazadır.

Böyle gayri mâkul bir misi ile kaza, kıyas ile sabit olamaz. Bel­ki ya nas ile veya delâleti nas ile sabit olur. Meselâ: hata yolile katil­den dolayı diyet nâmile bir mal verilmesi nassı kur'a-nîsi He lâzım gelmektedir. Amden vuku bulup da herhangi bir sebeple, meselâ: varislerden birinin af file, failinden kısas sakıt olan bir katilden dolayı da bu nassın delâletine binaen diyet lâzımgelir. Zira hata hâlin­de diyet lâzımgelince bunun amd hâlinde de lâzımgelmesi evleviyette kalır.

 (3) : Edaya şebih kazadır. Bu da bir bakımdan eda gibi görülen bir kazadır. Bir kadını başkasının gayri muayyen bir cariyesi mukabi­linde tezevvüç etmek gibi ki, bu takdirde orta hâili bir cariye veya onun kıymetini vermek lâzım gelir. Bu kıymeti vermek ise edaya benzer bir kazadır. Çünkü cariye mübhem olduğundan onun vasfı tayin edilmedik­çe edası kabil olmaz. Vasfının tâyini ise kıymetinin tâyinile kabildir. Bu cihetle kıymet asıldır. Bunu ödemek edaya müşabihtir. Binaenaleyh zevç muhayyerdir. Dilerse cinsi malûm olduğuna nazaran mutavassıt bir cariye verir ve dilerse vasfı meçhul olduğuna nazaran Öyle bir cari­yenin kıymetini verir. Zevce de hangisi verilse kabule  mecbur olur. [13]

 

Memurun Bîhin Hüsn Sıfatile Ittisafı :

 

243 - : Emredilen şeylerin hüsn üe ittisafı meselesi, esasen ilmi kelâma aittir.  Fakat  bundan usulü fıkıhta   da bahsedilmektedir ve bu hüsn ve kubh meselesi, cebr ve kader meselesile alâkadardır. Biz bura­da bundan kısaca bahsedeceğiz.

244  - : Esasen hüsn ve  kubh   = güzellik, çirkinlik dört mânâya gelir. Şöyle ki:

(1)  : Hüsn; bir sıfatı kemâl, kubh da bir sıfatı noksan manasınadır. Meselâ: bilgi hasendir. Bilgisizlik de kabihtir.

(2) : Hüsn; garaza uygun olmak, kubh da garaza aykırı olmaktır. Bu mânâca adalet-i hasendir. Zulüm de kabihtir.

(3)  :   Hüsn; tab'a mülayim olmak, kubh  da tab'a münâfi bulun­maktır. Bu bakımdan tatlı bir hasendir. Acı bir şey de kabihtir.

Bu üç mânâca hüsn ve kubh: aklîdir, yâni: bunların güzelliğini, çir­kinliğini akıl anlayabilir. Velev ki, şarii mübîn tarafından bu bapta bir emir ve nehiy varid olmamış olsun. Bunda ihtilâf yoktur.

(4) : Hüsn; dünyada medhe, ahirette sevaba vesile olmaktır. Kubh da bilâkis dünyada zerame, ahirette ikaba sebebiyet vermektir. Bu mâ­naca ibadetlerden her biri hasendir. Masiyetlerden her biri de kabihtir.

Bu mânâca olan bir hüsnü kubhun aklî mi. yoksa şer'î mi olduğun­da ihtilâf vardır. Nitekim aşağıda bildirilecektir.

245  -  :   Şarii mübîn tarafından emredilen =   memurun bih olan her şey hasendir; nehiy edilen =  menhiyyün anh olan her şey kabihtir.

Acaba bir memurun bih, haddi zâtında hasen olduğu için mi emre­dilmiştir?. Yoksa emrolunduğundan dolayı mı hüsnü sıfatını ihraz et­miştir?. Bu hususta başlıca üç. mezhep vardır.

(1) : Eşaire mezhebidir. Bunlara göre, hüsn, emrin mucebidir. Yâ­ni : emir, memurun binin hüsnünü icap eder. Memurun bih, şarii mübîn tarafından emredildiği için güzellik sıfatım ihraz etmiş, bu emri yerine ffetiren kimse hakkında sevaba vesile olmuştur. Yoksa o, haddi zâtın­da güzel olduğundan dolayı emredilmiş değildir. Biz, şariin emirleri-. böyle telâkki ederiz, memurun bibin haddi zâtında güzel olup olma­dığını kestiremeyiz, o bizce meçhuldür.

Meselâ: Nikâh ile sifah, mütesavi fullerdir. Şer'i şerif, nikâhın meşruiyetini, şifahin da gayri meşruiyetini emretmiş olmasaydı biz bun­ların arasında hüsn ve kubh bakımından olan farkı tâyin edemezdik.

Binaenaleyh bir şeyin güzel veya çirkin, yâni: sevabı veya azabı müstelzinı olduğuna hükmeden, şer'i şeriftir. Akl ise bu husustaki, şa­riin hitabını, hükmünü anlamak için bir âlettir, bir vasıtadır.

Akıl bir şeyin hüsn ve kubhuna hükmedemiyeceği cihetledir ki, fet­ret zamanında yaşamış olanlar, îmandan zahil bulunmuş olmalarından dolayı muazzep olmayacaklardır. Nitekim: âyeti kerimesi bunu nâtıktır. Eşairenin bu mezhebine Hanefî âlimlerinden bâ­zı zatlar da kail olmuşlardır.

(2) : Mutezile mezhebidir.  Bunlara göre  hüsn,  emrin medlulüdür, muktezasıdır. Me'murünbih, haddi zâtında güzel olduğu içindir ki, onun­la emrolunmustur. Bunun bu güzelliğine  hükmeden ise akıldır. Bu gü­zellik şer'i şerifin beyanatı olmasa da akıl ile anlaşılabilir. Şu kadar var ki, şer'i şerif, memurun bihin bazısında akla gizli, kapalı kalan güzelliği açığa vurur, onu keşfeder, beyan buyurur.

Meselâ: Allahü Tealâ'ya iman haddi zatında hasendir. Bujıun hüs­nünü şer'i şerif beyan etmese de akü idrâk edebilir. Binaenaleyh fetret çağlarında yaşayanlar da ma'rifetüllâh ile mükellef bulunmuşlardır. Na­maz kılmanın, zekât vermenin güzelliği de böyledir. Şarii hâkimin hita-batı bulunmasa bile insan bu gibi güzel amelleri takdir edebilir.

(3) : Cumhuru Hanefiyenin mezhebidir. Bunlara göre de hüsn, em­rin medlulüdür, muktezasıdır. Memurun bih, hasen olduğu içindir ki, şa­rii hâkim tarafından emrolunmuştur.     Şarii mübîn, hakîm olduğundan' haddi zâtında güzel olmayan bir şey ile emretmez. Şu kadar var ki, bu babda hâkim olan akıl değil, şer'i şeriftir. Çünkü hasen olan bir şeyden dolayı Allahütealâ'nm ukbada mükâfat    vereceğine akıl hükm edemez, Allahütealâ üzerine bir şey vacip değildir. Belki bu hususta hâkim olan, Şer'işeriftir, Cenabihakkm güzel  ameller mukabilinde   kendi  fazlile mü­kâfat vereceğini haber vermiştir.     Binaenaleyh şariihakîm,   emretmese 1(ü insanlarda ahkâmı şer'iye  ile mükellef olmazlardı.    Bundan yalnız Haktealâya iman müstesnadır.    Fetret  devirlerinde   yaşayanlar da  bu imanın hüsnünü  anlayabilecekleri cihetle bununla mükellef bulunurlar. Çünkü akü, büsbütün muattal değildir.

«Evet., akıl, bir çok şeylerin hüsnünü kesbe, tefekküre, mukaddi­meleri tertibe muhtaç olmaksızın bilir. Faydalı olan doğru bir sözün güzelliği gibi. Bâzı şeylerin hüsnünü de bir tefekkür neticesinde anlar. Bir mazlumu bir zâlimden kurtarmak için iltizam edilen bir yalan sözün

güzelliği gibi.

Vakıa akıl, şer'işerifin bir kısım hükümlerindeki güzelliği ancak şerişerifin vürudünden sonra kavrayabilir. Fakat Allahütealâ'nm varlı­ğını, birliğini tasdik gibi bir akidenin güzelliğini sari' tarafından işitme­den evvel de anlayabilir. Binaenaleyh ehli fetret de bu akide ile mükel­lef bulunur. âyeti kerimesinde nefyedilen azapdan nıurad ise ya dünyevî bir azaptır, istisal suretiîe olan bir cezadır. Veya zamanı fet­rette namaz, oruç gibi şeyler ile teklif bulunmadığı cihetle bunlardan dolayı azaba istihkak bulunmadığını beyandır.

Emirlerin hüsnü hakkındaki bu ihtilâf, nehiylerin kubhu hakkında da bu veçhile carîdir. [14]

 

Emredilen Şeyîn Liaynihi Veya Ligayrihî Hasen Olması :

 

246 -: Şarii hakîm tarafından emrolunan bir şeydeki güzellik, ya îiaynihî bir hüsündür veya ligayrihi bir hüsündür.  Yâni:  memurünbih, ya kendi zâtmdaki bir güzellikten dolayı hasendir, veya başkasında sa­bit bir güzellikten dolayı hasendir.

Meselâ: biz iman ile memuruz, imandaki hüsn ise bir hüsni zatîdir. Bu hüsn başkasından alınmış değildir. Binaenaleyh iman, lizatihî hasen olan bir memurun bihtir.

Biz cihad ile de memuruz. Fakat cihad haddi zâtında insanları tâzi-be, beldeleri tahribe sebep olacağı için lizatihî güzel değildir. Belki dini ilâya,islâm yurdunu müdafaaya vesile olduğu için güzeldir. Binaenaleyh cihad, lizatihî değil, ligayrihî hasendir.

247  -: Liaynihî hasen de iki kısımdır. Birisi ligayrihî hasene hiç benzemeyen hasendir ki, buna «hakikaten liaynihî hasen» denir. Allahü-tealâya iman gibi. Diğeri, ligayrihî hasene benzer gibi olan liaynihî ha­sendir ki, buna da «hükmen liaynihî hasen» denilir. Oruç, zekât, hac gi­bi ki, bunlar kendilerinde biraz zahmet veya maldan mahrumiyet bulun­duğundan ligayrihî hasene  benzerlerse de  haddi   zâtında yüksek   birer ibadet oldukları cihetle liaynihî hasendirler.

248 -: Hakikaten lizatihî hasen olan memurun bihler de iki türlü­dür. Birisi;  hüsni zail,  hakkındaki teklif asla sakıt olmayan memurun bihtir. İmanda rüknü aslî olan tasdik gibi  ki,  bunun hakkındaki teklif - asla kalkmaz. Cebir ve ikrah hâlinde de bu tasdikin kalbde mevcut bu­lunması icap eder. İkraha mebnî itikadı tebdil etmek caiz olmaz.

Diğeri; teklifin sukutunu kabul edecek bir hâlde bulunan memu-rünbihtir. îmanın rüknü zaidi sayılan lisânen ikrar gibi ki, bu ikrah ve­ya âciz hâlinde sakıt olur. Bu ikrarın bulunmamasından dolayı mes'uü-yet teveccüh etmez.

Kezalik: namazda Allahütealâ'ya tazime ve arzı şükrana vesile ol­duğu için hakikaten lizatihî hasendir. Fakat ikrah veya hayiz ve nifas gibi özürlere mebni hakkındaki teklif sakıt olur.

249  -: Ligayrihî hasen olan memurun bihler de iki türlüdür. Biri­si; öyle bir memurun bihtir ki, onu yapmakla ona hüsn veren o gayirde yapılmış olur. Cihad ve 'cenaze namazı gibi. Bunları ifâ edince bunların mabihilhüsnü olan îlâyi din, hakkı meyyite riayet gayesi de ifâ edilmiş olur.

Diğeri; Öyle bir memurüa bihtir ki, onu işlemekle o gayr de işlen­miş olmaz. Abdest gibi ve cuma namazına koşmak gibi ki, abdest na­mazın şartı olduğu için hasendir. Fakat abdest almakla namaz vücude gelmiş olmaz. Cuma namazına koşmak da cuma namazına kavuşmaya ve­sile olduğu için hasendir. Fakat mücerret bu koşmakla cuma namazına iştirak edilmiş olmaz.

250 - : Alelitlâk liaynihî hasen olan bir memurun bibin hükmü, onun ya eda ile veya vücubünü izale eden bir şeyin uruzile sakıt olması­dır.

Meselâ: Farz bir namaz liaynihî hasendir. Edâ olunmakla zimmet­ten sakıt olacağı gibi cinnet veya hayiz ve nifas gibi bir arızadan dola­yı da sakıt olur.

Ugayrihî hasen olan memurun bihin hükmü de onun hüsnüne va­sıta olan şeyin vücubîle vâcib, sukutile sâkit olmaktır. Meselâ: abdest ligayrihi hasendir. Bunun hüsnüne vasıta olan namazdır. Binaenaleyh namaz vacip olunca abdest de vacip olur. Namaz vacip olmayınca ab­dest de vacib olmaz.

Kezalik: bazı manialardan dolayı dini ilâhiyi neşre çalışmak vacib olmayınca cihad da vacib olmaz. Müsaleha yapmış bir düşmana karşı cihad edilmemesi gibi.

251 -: Şarii mübîn tarafından vukubulan bir emir, liaynihî mi ha­sen, yoksa ligayrihî mi hasen olduğuna dair karine bulunmayan bir memurun bihin sukuta ihtimâli olmayan hakikaten liaynihî hasen kıs­mından olmasını iktizâ eder.  Çünkü mutlak,  kemâline masruftur. [15]

 

Takat Fevkinde Btr Şey Île Teklif Vaki Olup Olmadığı :

 

252 -: Şarii miibîn; hakimdir, herkese kudreti, istitaati dahilinde olan şey ile emreder, bir kimseyi   yapamayacağı bir  şey ile mükellef tutmaz.

Meselâ: Biz İfâsına muktedir olduğumuz için namaz ile, oruç ile mükellef bulunmaktayız. Muayyen miktar servetimiz olmadığı takdir­de zekât ile mükellef olmayız.

253  -: Bir kimsenin yapmasına kadir olmadığı bir şey ile mükel­lef tutulmasına  «teklifi mâla yutak»  denir. Bizce böyle bir teklif vâki değildir. Çünkü teklifin şartı, emredilen şeye memurun muktedir olma­sıdır.

Vakıa bazı kere insanlara yapamayacakları bir şey ile emrolunur. Meselâ: Kur'anıkerîm'in bir mucizei kelâmiye olduğunu inkâr edenlere: haydi bunun bir sûresinin benzerini getiriniz) diye emrolunmuştur. Fakat bu emir, bir emri teklifi değildir, belki muhatap­lara âcizlerini bildirmek için yapılmış bir -emirdir ki, buna «emri tâcizî» denir.

254 -: Teklifi mâlâyutak» sayılacak emirler, üç kısma ayrılmıştır:

(1) : Teklifi mâlâyutakın en yüksek mertebesidir. Bu, haddi zâtın­da mümtenî olan bir şey ile tekliftir ki, ne vâki, ne de caizdir. îki zıddı, iki nakizi cem etmek, bir şeyin mahiyetini değiştirmek gibi.

Meselâ- Bir an, hem gece, hem de gündüz olamaz. Bir kimse bir an­da hem diri, hem de ölü olamaz. Dört adedi hem çift, hem de tek ola­maz. Bir şey altın olduğu hâlde mahiyetinden gikıp bakır olamaz. Bir kimse, meselâ 1360 senesinde İstanbul'da bulunduğu hâlde başka yer­lere gidip beş sene, on sene vakit geçirdikten sonra yine 1360 senesin­de istanbul'a dönmüş olamaz. Bütün bunlar, haddi zâtında mümtenidir-ler. Bunlar, kudretin taallûkuna müstait değildirler. Binaenaleyh böyle bir şey ile teklif vâki olamayacağında ittifak vardır.

(2) : Teklifi mâlâyutakın orta mertebesidir. Bu, kudreti ilâhiyeye nazaran mümkün, insanlara göre âdeten mümteni' olan bir şey ile tek liftir.

Göğe   çıkmak, bir cisim  yaratmak, bir Ölüye can vermek   gibi ki. bunlar AUahütealâ'nın kudretine göre mümkündür. Fakat insanlara gö re —harikulade hâller müstesna olmak üzere-âdeten mümteni'dir. Bi naenaleyh böyle bir şey ile teklif vâki olabilir mi, olamaz mı diye ihti lâf   olunmuştur.     Mâtürîdilere göre   böyle bir  teklif, hikmeti   ilâhiyeye muvafık olmadığı için ne vaki, ne de caizdir. Mu'tezilere böyle bit tekli fin cevazına kail değildirler. Onlara göre kulları hakkında eslâhı yarat inak, yapılması âdeten mümkün olmayan şeyleri kullarına emretmemek Allahütealâ'ya vacibdir. Böyle bir teklif ise bu vücuba münafîdir.

Mu'tezilenin bu vücub iddiası  doğru değildir.    Ehli sünnetten olan. Mâtürîdiler, bu nokta itibarile Mu'tezilerden ayrılmış bulunmaktadırlar.

Eş'arİlere göre İse böyle bir teklif vâki değilse de aklen caizdir. Çünkü Haktealâ kulları üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilir. Böyle bir emirde bulunması da istibad edilemez. O:   (Lâyüs'elü amma yef'al)

dir.

(3) : Teklifi Mâlâyukatın aşağı mertebesidir. Şöyle ki: Allahütealâ' bir şeyin vukubulacağım veya bulmayacağını ezelî olan ilmi ile bilir. Artık olacağını bildiği şey, herhalde mukadder olan vakti gelince vücu-de gelir, olmayacağım bildiği şey de asla vücude gelemez,. aksi takdirde cehil lâzım gelir. Haktealâ ise cehilden münezzehdir. Binaenaleyh Alla-hütealâ vücude gelmeyeceğini bildiği bir şeyi vücude getirmek için bir kuluna emirde bulunsa bu, böyle bir teklifi mâlâyutak kabilinden olur. Ebu Cehile îman etmesi için emir gibi. Bu nevi teklifi mâlâyutak bilit-tifak vâkidir. Çünkü bu neviden olan bir memurun bihi yerine getirmek haddi zâtında mümkündür. Nitekim misâlimizdeki iman haddi zâtında mümkündür. Biz insanların kudretleri haricinde bir şey değildir. Nite­kim milyonlarca insanların imanları buna şahittir. Ebu Cehil ile em­sali hakkında imanın mümteni olması ise Allahü Tealâ'mn bilmesinden dolayı değildir. Belki bunların kendi iradelerini, ihtiyarlarını, suiistimal etmelerinden dolayıdır. Bunların ihtiyarlarını suiistimal edeceklerini Al-îahütealâ bildiği için iman etmeyeceklerini de bilmiştir. Başka bir tâbir ile bunların iman etmemeleri bunların ademi imanını Allahütealâ'mn bil­diğinden dolayı değildir, belki bunların ademi imanını Allahütealâ'mn bilmesi, bımların ihtiyarlarını suiistimal edeceklerinden dolayıdır. Çün­kü ilim malûma tâbidir, yoksa malûm ilme tâbi değildir.

Meselâ: Bir muvakkit, filân saatte küsûf vukubulacağım bilir. Şüp­he yok ki, küsûfun vukuu muvakkitin bu bilmesinden nâşi değildir, belkî muvakkitin. bu bilmesi, küsûfun vukubulacağmdan nâşidir.

Artık böyle bir teklif, haddi zâtında muhal ile teklif demek değildir. Binaenaleyh böyle bir teklif hem caiz, hem de vâkidir. Bunda da ittifak vardır. [16]

 

Memurda Vücudu İcap Eden Kudret :

 

255 - : Bir kimsenin bir şeyi yapmakla mükellef, memur olabil­mesi için o şeyi çok kere meşakkat çekmeksizin yapabilmeğe kadir ol­ması lâzımdır. Bu da kendisinde alât ve esbabın selâmeti mânâsmca bir kudretin bulunmasına mütevakkıftır. Bu kuvvet bulunmadıkga emir ve teklif caiz olmaz. Aksi takdirde teklifi mâiâyutak lâzım gelir.

Memurda bulunması icap eden bu kudret, «kudreti mümekkine» ve «kudreti müyessire» nâmile iki kısmıdır.

256 - : Kudreti  mümekkine; emredilen şeyi yapmaya temkin ve iktidara sebep olacak  derecede bulunan kudrettir. Bu kudret, her vaci­bin şartıdır. Kendisinde böyle bir kudret bulunmayan kimse, ne namaz gibi vâcibatı bedeniye ile, ne de zekât gibi vâcibatı maliye ile mükellef olmaz. Çünkü şart bulunmadıkça meşrut da bulunmaz.

257 -: Kudreti müyessire;  emredilen şeyi suhuletle     yapabilmek için temkin ve iktidara  sebebiyet veren   yüksek  derecedeki  kuvvettir. Bu da vâcibatı maliyenin şartıdır. Bu kuvvet bulunmayınca malî vâcibat zimmete teallûk etmez. Zekâtın ve öşrün vücubü = yâni farziyeti gibi.

258 -: Kudreti mümekkine ile vacib olan bir şey, bu kudretin ze­valinden sonra da zimmette kalır, sakıt olmaz. Meselâ: namaz, kudreti mümekkine  ile vacib olur, bilâhare     mükelleften  namazı     kılabilmeye mahsus olan bu kudret zail olsa bundan evvelki kazaya kalmış namaz­lar, yine uhdesinde bir borç olarak kalmış olur.

Farizai hac ile sadakai fitır da böyledir. Çünkü kudreti mümekki­ne. bir şartı mahzdır, bunun muahharan zevalinden dolayı bununla ev­velce zimmete terettüp etmiş olan bir vecibe sakıt olmaz. Nitekim ni­kâh için şahitlerin vücudu bir şartı mahzdır, nikâhtan sonra şahitler vefat etseler de nikâh bozulmuş olmaz.

259 -: Kudreti müyessire ile vacib olan bir şey, bu kudretin zeva­li hâlinde zimmetten sakıt olur. Bu vacibin devamı için bu kudretin de­vamı şarttır. Çünkü şarii  mübîn,   bâzı vaciblerin ifasını  böyle  kolaylık verecek bir   kudretin vücudüne bağlamıştır. Bu kolaj^lık bulunmayınca bu vücub da bulunmaz. Bu da şarii  hakimin  mükellefler hakkında bir eseri rahmeti demektir.

Meselâ nisaba, yâni: haceti asliyesinden başka en az iki yüz dir­hem gümüş veya yirmi miskal altına veya bunların muadili ticaret ma­lına mâlik olan bir müslüman hakkında zekât farz olur. Bu zekât, müd­deti içinde daha verilmeden nisab telef veya zayi olsa bu zekât vecibesi zimmetten sakıt olur. öşür de böyledir.

Kudreti müyessirede bir nevi illiyet vasfı vardır. Bu, illet hükmün-' de bir şarttır. İlletin zevali ise malûlün zevalini iktiza eder,

Maamafih zekât gibi, öşür gibi vâcibatı maliye, telef veya ziya' hâ­linde zimmetten sakıt olursa da itlaf ve istihlâk hâlinde sakıt olmaz. Ze­kâtın vücubünden sonra zekâtı verilecek malı sarf ve istihlâk gibi. Çün­kü bu, bir taksirdir. Taksir ise teysire sebep olamaz.

260 - : Selâmeti alât ve esbab mânâsmca olan kudret,  emredilen şeyin vücubü edasının şartıdır,  yoksa  nefsi  vücubün veya nefsi edanm şartı değildir. Şöyle ki: biz, bir şey ile memur olunca üç nevi vücub kar­şısında kalmış oluruz, birincisi:   «nefsi vücub»  dür. Bu zarurîdir, bizim ihtiyarımıza, ittilâımıza   muhtaç değildir. Biz uykuda olsak da bu   vü­cub tahakkuk eder. Namaz vaktinin dühulile farziyeti salâtın  tahakku­ku gibi.

ikincisi: «Vücubü eda»dır. Bu hususta bizim ihtiyarımız vardır. Uyanık bir kimse hakkında namazın son vaktinde tahakkuk eden farzi­yeti edası gibi.

Üçüncüsü: «Nefsi eda» dır ki, bu da emredilen şeyi bilfiil yapmak­tan ibarettir.

Meselâ: bir kimse bir ay sonra vermek üzere bugünden itibaren bir şahsa bir mal bedelinden yüz kuruş borcu bulunsa zimmetine bu borç, şimdiden terettüp etmiş olacağı için nefsi vücub bulunmuş olur. Fakat vücubü eda bulunmuş olmaz. Çünkü müddeti bitmedikçe bunu vermeğe mecbur değildir. İşte kudret, bu edanın şartıdır. Maamafih o kimse, da­ha müddet bitmeden bu borcunu verebilir. Bunu verince nefsi eda vücu-de gelmiş, kendisi de borçtan kurtulmuş olur.

Kezalik: zad ve rahileye mâlik olan bir müslüman hakkında hac hususunda nefsi vücub bulunur. Muayyen günleri içinde vücubü edada tahakkuk eder, haccı ifâ edince de nefsi eda vücude gelmiş, bu fariza da yerine getirilmiş olur.

Bir fakir müslüman, zad ve rahileye mâlik olmadan hac etse yine nefsi eda vücude gelir, bununla bu farize ifâ edilmiş olur, artık o müs­lüman bilâhare zad ve rahiîeye mâlik olsa da uhdesine tekrar bu fari­zanın edası terettüp etmez. Çünkü nefsi eda için kudret şart olmadığın­dan bu nefsi eda, zad ve rahileye tevakkuf etmeksizin şer'an muteber olmuş olur.

261 -: Medarı teklif olan kudretten murad, evvelce de işaret edil­diği üzere esbab ve alâtın selâmeti mânâsmca bir kudrettir.  Bu kudret ise emredilen şeyi yapmadan evvel teklif zamanında mevcut olmak lâ­zım gelir. Emredilen şeyi yapmaya mukarin olan kudret ise: «İstitaat maalfiiU nâmını alır ki, bu kudret, yapılan şeyin bir illeti tammesi sa­yılır ve  teklif zamanında mevcut olmayıp  ancak   fiil zamanında tecelli

eder.

Meselâ: Biz, bir meseleyi yazmak için esbab ve alâta mâlikiz. Eli­miz, şuurumuz, kuvvetimiz yerinde, kitabete vâkıf, kaleme ve hokkaya mâlik bulunuyoruz. Kâğıdı elimize alıp meseleyi yazmak için meydanda bir mania yok. işte bu hâl, esbab ve alâtın selâmeti mânâsma bir kud­rettir. Bu bir şeyde bilfiil müessir değildir. Çünkü fiilden mukaddem--dir. Belki bu kudret, meseleyi yazmamız hakkında vukubulacak bir em­rin şartıdır. Kalemi elimize alıp o meseleyi yazdığımız ande de bizde fi­ile mukarin bir kudret bulunmuş olur. Bu kudret ile o fîli meydana ge­tirmiş bulunuyoruz. Bu kudret, ancak fîle mukarin olarak belirdiği için evvelce mevcut değildir. Binaenaleyh bizim meseleyi yazmakla memur olmamız için şart < -n kudret, bu değildir. Çünkü bu olsa emir ve tek­lif zamanında rnr- e bulunmadığı için bu emir ve teklif bir teklifi mâ-lâyutak kabilinden olmuş olur. Belki istitaat denilen bu kudret; illet mâ­nâsını hâiz bir kudrettir, fîle mukarrindir. Filde müessirdir. Araz kabi­linden olduğu cihetle kendi kendine kaim değil, belki fîl ile kaimdir. Bir mükellef, bu istitaat sebebile «kâsib» vasfını alır. [17]

 

Nehirlerin  Mahiyeti Ve Mvrtezası:

 

262  -: Nehiy; lügatte men etmek, yasak etmek demektir. Usuliy-yûna göre: bir lâfızdır ki, onunla bir şahsın bir işten çekilmesi cezmen isti'lâ tarikilc istenilir, o şey de «menhiyyün anh» nâmını alır. < Yalan söyleme,  haram yeme, gıybet   etme»  sözlerindeki  söyleme, yeme,  etme lâfızları gibi.

Nâhî,   yâni nehy eden,   menhîye,   yâni nehy edilen şahsa mavkian _   müsavi  olursa nehy sigası, iltimasa hami  olunur,  onun  dûnunda bulu­nursa nehy sığası niyaz ve istirhama mahmul olur. Bir kulun:  «Yarab-bü. beni muazzep etme» diye dua etmesi gibi. «Şöyle yapılmamasını is­terim» gibi tâbirler de nehy sayılmaz.

263 -: Nehyin muktezası, nehyedilen fîli terkte devam etmektir ve o fîlin kabin =  çirkin olmasıdır. Yâni:  dünyada zemme,  ahrete  de ikaba sebep bulunmasıdır.

Meselâ: «Haram yeme, yalan söyleme» denilse bununla haramdan, yalan söylemekten aleddevam menedilmiş olur ve bununla haramın, ya­lan söylemenin kabih olduğu anlaşılır. Şu kadar var ki, muvakkat olduğuna delâlet eden bir karineye mukarin olan bir nehy, aleddevam terki iktiza etmez. «Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayınız» buyurul ması gibi ki, namazdan men, sarhoşluk zamanına münhasır bulunmuş olur.

264  - :  Mâtürîdiyeye göre kubh, nehyin muktezasıdır. Yâni:  bir mütekaddim lâzımîdir,   yoksa mucebi değildir.     Demek ki,   menhiyyün anh, haddi zâtında kabih olduğu içindir ki, şer'işerif onu nehy etmiştir. Yoksa şer'işerif, nehy ettiği için kabih olmuş değildir.

Meselâ: yalan söylemek, zulm etmek, haksız yere adani öldürmek fiilleri aklen kabihtirler. Bunun içindir ki, bunlar bütün milletlerce memnu, makduh bulunmuştur. îşte şarii mübîn, hakim olduğu için bu çirkin şeyleri nehy ve men etmiş, bu husustaki memnuiyeti akliyeyi te'-yit buyurmuştur.

Bâzı şeyler de vardır ki, onların zatlarmdaki kubh, gizlidir, her­kes onların kubhma infazı nazar edemez. Şarii hâkîm, onları nehy et­mekle kıbhlarmı izhar buyurmuştur.

265 - : Eşaireye göre kubh, nehyin  mucebidir,    menhiyyün  anh şer'işerif tarafından nehy edildiği için kabili olmuştur. Yoksa kabih ol­duğu için nehy edilmiş değildir.

Bu babdaki ihtilâf, —emir bahsinde de beyan olunduğu üze-n-hüsn ve kubhün aklî olup olmaması meselesinden ileri gelmiştir.

266  -: Nehyedilen şeyler, kubh itibarile  «liaynihî kabih»,  «ligay-rihî kabih» nevilerine ayrılır. Liaynihî kabih de «liaynihî vasfen kabih» ve «liaynihî va'zan kabih» kısımlarına ayrılmıştır.    Ligayrihî kabih de «ligayrihî vasfen kabih»,  «ligayrihî mücaviren kabih» kısımlarına mün-kasimdir.

267 -: Kabih liaynihî; aynî, yâni:   kendi zati kabih  olup kııbhu başkasından  münbais bulunmayan menhiyün   anhtir ki,  iki kısma   ay­rılır.

Birisi: liaynihî vasfen kabihtir ki, kubhu akl ile malûm olup va-zıı lûgât tarafından kubhuna delâlet eden bir tâbir ile ifade edilmiş bu­lunan menhiyün anhtir. Yalan, zulüm mefhumları gibi ki vazı, aklen kubhu malûm olan hakikate muhalif söz için «kizb -yalan» tâbirim ve başkasının hakkına tecâvüz etmekten ibaret olan çirkin bir fiile de «zulüm» tâbirini vaz etmiştir. Sonra şarii mübîn de bunların çirkinliği­ni bunları nehy etmek suretile beyan buyurmuştur. Dinsizlik, küf ram nimet de böyledir.

Diğeri: üaynihî şer'an kabihtir ki, bir akde mahal olmaya kabiliyet li bulunmamasından veya bâzı şartların fikdanmdan dolayı şariimübîn tarafından nehy edilmiş ve bu suretle çirkinliği haber verilmiş olan şey­dir, Hür inşam satmak gibi.

Mebiin şer'an mütevakkim mal olması lâzımdır. Hür insan ise şer'­an mütevakkim bir mal değildir, bunun satılması, memlûklere ve sair mallara kıyasen tecviz edilmemiştir, bunun hakkındaki bir satış mua­melesi şer'an çirkindir. Binaenaleyh bu, bey'a mahal olamaz.

Bu iki kısmın hükmü, hem aslen, hem de vasfen meşru olmamaktır, yâni: butlandır. Meselâ:   zulüm,  daima bâtıldır,  daima gayri meşrudur.

Hür insanı satmak da her zaman bâtıldır, hiç bir vakit caiz görülemez.

268 -: Kabih ligayrihî; kendi zâtına nazaran kabih olmayıp baş­ka bir şey İle alâkasından dolayı kabih olan menhiyün anhtir ki, bu da iki kısımdır.

Bir kısmı, ligayrihî vasfen kabihtir ki, bu kubhun menşei olan o gayr, o başka şey, menhiyün anhin vasfı olup ondan ayrılması kabil bu-, lunmaz. Şer'an memnu olan günlerde oruç tutmak ve gayri meşru mu-karenette bulunmak gibi. Şöyle ki: oruç, haddi zâtında haseri iken mü­cerret memnu günlere müsadif olduğu takdirde kabih olmuş olur. Çün­kü «eyyamı menhiyye» denilen ramazan bayramının ilk gününde ve kur ban bayramının dört gününde ehli îman için bir ziyafetullah vardır, mü­minlerin bu ziyafete icabetleri lâzımdır. Bugünlerde oruç tutan bir mü­min ise bu ziyafetten kaçınmış olur. îşte bu kaçınma, o günlerde tutu-( lacak oruçların infikâkı kabil olmayan bir vasfıdır, işte bu irâz vasfın­dan dolayı o oruçlar, kabihtir.

Mukarenet fiili de haddi zâtında kabih değildir. Menkûhada oldu­ğu gibi. Fakat zina suretile olan gayri meşru mukarenet, nesebin ziya­ma, âlemin intizamını bozmaya, başkalarının hukukunu ihlâle sebeptir. Bunlar ise zinanın birer sabit vasfı bulunmaktadır. Binaenaleyh zina vasfen kabih bulunmuştur.

Bu kısmın hükmü de liaynihî kabih  gibi butlandan ibarettir.

Diğer kısmı, ligayrihî mücaviren kabihtir ki, bunda menşei kubh olan o gayr, menhiyyün anhin muttasıl vasfı olmayıp yalnız mücaviri mukarini bulunmuş olur. Cuma namazı için ezan okunurken yapılan alış veriş gibi. Bu vakitte satış muamelesi nehy edilmiştir. Satış ise haddi zâ­tında kabih değildir. Belki o vakte mukarin olan bir satış muamelesi kabihtir. Çünkü o vakitteki bir bey'e ve şir'a muamelesi,  cuma namazı iqin emredilen sa'ye münafidir. Bu sa'yi ihlâle sebeptir. İşte bu ihlâl -ebebiyîe o vakitteki satış muamelesi nehy edilmiştir. Bu ihlâl, bu sa'yi tprk hâli ise cuma ezanı okunduğu zamanda yapılacak bir bey1 ve şira-Va mücavirdir. Fakat ona muttasıl bir vasıf değildir, ondan ayrılabilir. Meselâ: insan hem cuma namazına koşar, hem de koşarken alış veriş yapabilir veya hem cuma namazına koşmaz, hem de alış veriş yapmaz. îşte böyle bir sebepten dolayı nehy edilen bir şey de ligayrihî mücavi-ren menhiyün anh bulunmuş olur.

Zevceye âdeti esnasında takarrüpte de bu kabildendir. O esnadaki ezadan, tab'in nefretine sebep olacak bir hâlden dolayıdır ki, o takar-rüp menhiyyün anh bulunmuştur. O eza ise bu menhiyyün anhin bir vasfı değil, bir mücavirMir.

Bu ikinci kısım, liaynihî kabih hükmünde değildir. Bu kısımda ba-zan fesat bulunsa da butlan mevzuubahs olamaz. Bunda kerahat ve ma­nevî mesuliyet bulunursa da yapılan bu muamele üzerine yine bir hü­küm terettüp eder. Meselâ: cuma ezam okunurken, yapılan bir beyi mu­amelesi yine sahih olur. Ve kendisine âdeti hâlinde tekarrüp edilen bir zevceden doğacak çocuğun nesebi yine sabit olur ve bu tekarrüp ile kadının mehri teekküt edip tamamı lâzım gelir. Böyle bir tekarrüple zevci evvel için  tahlili şeride husule gelmiş bulunur.

289 -: Nehiyler, ya ef'ali hissiye veya ef'ali şer'iye hakkında vu-kubulur. Ef'ali hissiye; vücudu mahsus olan ve şer'işerifte hakikaten matlûp bir hükme mevzu teşkil etmeyen fiillerdir. Katil, zina fiilleri gibi.

Ef'ali şer'iye; şer'an tahakkuku bir takım şartlara bağlı olan vo matlûp bir hükme mevzu teşkil eden fiillerdir. Nikâh, beyi,  icare gibi.

Gerek ef'ali hissiye ve gerek ef'ali şer'iye hakkındaki nehiyleo, menhiyyün anhin ya liaynihî veya ligayrihî kabih olduğuna delâlet eden bir karineye mukarin olur veyahut mukarin olmaz. Mukarin ol­mayanlara «nehyi mutlak», mukarin olanlara da «nehyi mukarin» de­nilir.

270 -: Ef'ali hissiye hakkındaki nehyi mutlak, menhiyyün anhitı liaynihî kubhını iktiza eder, nehyi mukarin de menhiyyün anhin ligay­rihî kubhını iktiza eder.

Meselâ: «Kimseyi haksız yere öldürmeyiniz» tarzındaki bir nehiy, ef'ali hissiyeden olan katil fiilinden men'i muktezîdir. Bu nehiy, bir ka­rineye mukarin değildir. Binaenaleyh bu katil liaynihî kabihtir. Çünk'i nehy mutlak, kubhın  kemâlini muktezîdir.

Zevceye âdeti esnasında mukarenet edilmemesi hakkındaki nehiy ise «eza» karinesine mukarin olduğu cihetle liaynihî değil, ligayrihî kubhi iktiza etmektedir.

271 -: Ef ali şer'iye hakkındaki nehyi mutlak, menhiyyün anten vasfen ligayrihî kubhini iktiza eder. Bu hâlde menhiyyün anh aslen sa­hih olup vasfen  fasit bulunur.

Meselâ: Mütekavvim bir malı mütekavvim olmayan bir mal mu­kabilinde satmak şer'an memnudur. Bu husustaki nehy, ef'ali şer'iye-den olan beyi muamelesi hakkındadır ve mutlaktır. Binaenaleyh böyle bir bey, vasfen fasittir, hakkında beyi fasit hükmü cereyan eder.

Ef'ali şer'iyye hakkındaki nehyi mukarin ise karinenin ifade etti­ği şeyi iktiza eder, karineye tâbi olur. Şöyle ki: karine menhiyyün an-hin liaynihî kubhını iktiza ederse menhiyyün anh, liaynihî kabih hük­münde olup bâtıl bulunur. Henüz anasının karnında bulunan yavruyu satmak gibi. Çünkü bu cenin, henüz bir mütekavvim mal değildir, şer'i şerif ise mütekavvim mal olmayan şeyin bey'ini bâtıl kılmıştır. O hâl­de böyle bir yavrunun satılmaması hakkındaki nehiy de butlanı ikti­za eder.

Bilâkis karine, menhiyyün anhin ligayrihî kubhına delâlet ederse bakılır: Eğer bu kubha menşe' olan başka şey, menhiyyün anhe mut­tasıl bir vasıf ise menhiyyün anhin fesadını iktiza eder. Şartı fasit ile yapılan beyi gibi ki, bu şart bey'in bir vasfı lâzımı olduğundan buna mukarin olan bir satış hakkındaki nehiy, o satışın şer'an fasit olması­nı muktezi olur. Fakat o başka şey, menhiyyün anhe yalnız mücavir ise menhiyyün anhin kerahatinİ iktiza eder. Mağsup yerde kılman na­maz gibi ki, o  yer bu namazın bir vasfı değildir, belki buna mücavir bulunmuştur.

272 -: imamı Şâfiîye göre ef'ali şer'iyye hakkındaki mutlak ne-hiylerde ef'ali hissiyedeki mutlak nehiyler gibi menhiyyün anhin liay­nihî kubhunu iktiza eder. O hâlde menhiyyün anh, fasit değil, bâtıl ol­muş olur. Çünkü nehyi mutlak, kemâle masruftur. Binaenaleyh kubhun kemâlini muktezi olur. Ve kabih olan bir şey bir masiyettir, artık on­da sıhhat ve meşruiyet bulunamaz.

Buna cevaben deniliyor ki: şer'î fiiller hakkındaki mutlak nehiy, butlanı iktiza etseydi menhiyyün anhin mensuh, gayri kabili icra bu­lunmuş olması lâzım gelirdi. Eğer nehiy edilen şeyin yapılması ve üze­rine bir hüküm terettüp etmesi kabil olmasaydı nehye lüzum kalmazdı. Âmâyı görmekten men etmek gibi olurdu. Bir şey, mütesavverülvücut olmalıdır ki, ondan nehiy, abes olmasın ve bu nehye imtisal edip etme­yenin itaat ve isyanı tahakkuk edebilsin.

Masiyet cihetine gelince bu, menhiyyün anhin vasfına nazarandır. Sıhhat ve meşruiyet ise menhiyyün anhin aslı itibariledir. Böyle cihet­ler başka başka olduğundan masiyet ile meşruiyet, içtima etmiş ola­maz.

Velhâsıl: Şâfiîler, ibadetlerde olduğu gibi muamelâtta da kubhun derecatım nazara almıyorlar. Onlara göre ibadetlerde olduğu gibi mu­amelâtta da bâtıl ile fasit birdir. Hanefîlere göre ise yalnız ibadetlerde bâtıl ile fasit bir hükümdedir. Muamelâtta ise bunlar ayrı ayrı şeyler­dir. Bâtıl, aslen ve vasfen meşru olmayan şeydir. Fasit ise aslen meş­ru olup yalnız haricî vasıfları itibarile meşru bulunmayan şeydir. Bu cihetle hükümleri de başka başkadır.

273 - : Bir şey ile  emir, o şeyin zıddının    hürmetini müstelzim olur. Eğer o zıddın vücudu, emir ile maksut olanı fevt ederse.

Meselâ: iman ile emir, küfrün hürmetini müstelzimdir. Çünkü kü­für, imanı müfevvittir. Böyle tefvit bulunmazsa memurun bihin zıddı, mekruh olmuş olur.

Bilâkis bir şeyden nehiy, o şeyin zıddının yüçubünü müstelzim olur. Eğer o zıddın ademi, nehiy ile maksut olanı tefvit eder ise.

Meselâ: küfürden nehiy, imanın vücubünü müstelzimdir. Zira iman bulunmazsa maksudun binnehy olan terki küfür bulunmamış olur. Böy­le müfevvit olmazsa menhiyün anhin zıddı, bazan bir sünneti müekkede mahiyetinde bulunur.

imam Şafiîye ve imam Gazalîye göre muayyen bir şey ile emir, zıd-dından nehiy değildir. Ve onu aklen iktiza etmez. [18]

 

Mutlak İle Mukayyedin Mahîyetlert Ve Hükümleri   :

 

274 - : Mutlak; bir has lâfızdır kî, delâlet ettiği efrattan lâalet-tâyin birini ifade eder, bu efradın hepsine şayi olursa da ihata veçhile şâmil olmaz.

Meselâ: insan lâfzı mutlaktır, bir çok ırklara, memleketlere men­sup fertlere delâleti vardır. Fakat bir kimse; «Ben bugün bir insan ?le görüştüm» dese lâalettâyin bir insan ile görüşmüş olduğunu söylemiş olur. Yoksa muayyen bir ırka veya memlekete mensup bir insan ile gö­rüşmüş olduğunu söylemiş olmaz.

275 -: M;ukayyet; bir has lâfızdır ki, delâlet ettiği efrattan her­hangi birine şayi olmayıp bunlardan    muayyen birini veya bir nevini ifade eder.

Meselâ; beyaz insan, siyah at, mümin köle tâbirleri birer mukay­yet lâfızdır.

Binaenaleyh bir kimse, «ben bugün bir beyaz insan gördüm» dese beyaz ırka mensup insanlardan birini görmüş olduğunu söylemiş, bu­nunla o insanın siyahı olmadığını ifade etmiş olur.

276 -: Mutlak itlakı üzere, mukayyet de takyidi üzere cari olur. Bir zaruret bulunmadıkça bunlardan biri diğerine hamlolunmaz. İşte mutlak ile mukayyedin hükümleri budur. Meselâ: bir kimse: «Bana. bir at al» diye bir şahsa vekâlet verse o şahıs, bu vekâlete mebni her­hangi bir atı alabilir. O kimse, «Benim maksudum Arap atı idi veya Acem atı idi» diye bunu kabulden kaçmamaz. Çünkü at lâfzı, mutlak­tır, bu ıtîakı üzere carîdir. Fakat «Bana bir Arap atı al» demiş olsa o şahıs bir Acem atı alamaz. Zira Arap atı sözü, mukayyettir, bu kay-de riayet lâzımdır.

İşte kitap ve sünnetteki mutlak ve mukayyet lâfızlar hakkında da, bu esas, carîdir.

Meselâ: Keffareti yeminden dolayı «Rakabe» azad edilmesi emro-lunmuştur. Rakabe ise mutlaktır. Mümin olan memlûke de, gayri mü­min olan memlûke de delâleti vardır. Binaenaleyh yemininde hanis olan bir müslüman, herhangi bir Rakabeyi azad etse keffaretini yerine ge­tirmiş olur. Amma hataen katilden dolayı «Rakabei mümine»yi azad etmek ile emir olunmuştur. Rakabei mümine ise mukayyettir, rakabei gayri mümineye şâmil değildir. Binaenaleyh hataen katilden dolayı mümin olmayan rakabeyi azad etmek kifayet etmez.

277 -: Bir mesele hakkında biri mutlak, diğeri mukayyet olmak üzere iki delil bulunsa bunlardan hangisile amel edilir?. Mutlak mukay­yetle hamledilirse itlakın hükmü iptal edilmiş olur, hamledilinezse iki delil arasında bir münafat vücude  gelmiş bulunur.

O hâlde bakılır: eğer mutlak ile mukayyetten biri diğerine hami için bir ıztırar ve mecburiyet görülmezse, yâni: her birinden anlaşılan mânâ, maksat, başka bulunursa mutlak itlakı üzere, mukayyet de tak­yidi üzere carî olur. Fakat bir ıztırar, bir mecburiyet görülürse, yâni: mutlaktan anlaşılan mânâ ile mukayyetten anlaşılan mânâ müttehit bu­lunursa o zaman mutlak, mukayyede hamlolumır.

Meselâ: Kefareti yeminden dolayı rakabet azat etmekle memuruz. Keffareti katilden dolayı da bir mümin rakabe azat etmekle mükelle­fiz. Burada hâdiseler başka başkadır. Binaenaleyh mutlakı mukayyede hami lâzım gelmez, yâni: kefareti yeminden dolayı da azad etmekle me­mur olduğumuz rakabenin mümin olması icap etmez. Bu, Hanefî'ye gö­redir.

«Şafiîlere  geünce   :  onlara göre burada  mutlak, mukayyede hami olunur. Çünkü  buradaki iki hüküm, kefaret  olmakta müttehittir.  Mücerret kefarette iştirak ise bu iki hükümden birinin diğerine ilhakım ik­tiza eder. Mutlak olan hüküm, sakittir. Mukayyet olan hüküm ise na-tıktır, yâni: rakabenin vasfım mübeyyindir. Natık ise, sakite mürec­cahtır. Binaenaleyh mercuh olan mutlak, racih olan mukayyede hami olunur.

Buna cevaben demliyor ki: mücerret kefaret isminde ittihat, bu ke­faretlerin mahiyetlerinde ittihadı müstelzim olmadığından hükümlerin­de de ittihadı müstelzim olmaz.

Fakat keffareti yeminde rakabe azat etmeğe kadir olmayanlar için: âyeti kerimesiîe mutlak üç gün oruç tutması emrolun-m ustur, îbni Mes'ud Hazretlerinin meşhur olan kıraetinde iseid, gidiye bu üç gün muttasıl olmakla mukayyet bulunmuştur. Hâ­dise ise müttehittir. Bir orucun müteferrik üç günde tutulması hakkın­daki bir emir ise muttasıl üç günde tutulması hakkındaki emre müna-fidir, münakızdır. Binaenaleyh burada bu münafattan ihtiraz için mut­lakı mukayyede hami için bir zaruret vardır.

278 -: îtlak ile takyit, bir hükmün nefsinde değil, sebebinde veya illetinde veya şartında bulunsa biri diğerine hamledilmez, her birile ay­rıca amel olunur.

Meselâ: sadaki fıtırın vücubü hakkında iki hadisi şerif vardır. Bi­ri emridir ki, mutlaktır. Diğeri: emridir ki, müslîm olmakla mukayyettir. Binaenaleyh burada mutlak, mukayyede hamlolunmaz. Hem müslim olan köle için, hem de gayri müsüm olan köle için efendisinin sadakai fıtri vermesi lâzımdır. Çünkü sadakai fıtrin sebebi vücubü, rakabei nüfustur. Bu rakabe, müslim olup olmamakla mukayyet değildir. İkinci hadisdeki «minelmüslimîn» kaydı ise bu sebebe ait bulunmuştur. Bu ise mutlakın mukayyede hamlini is­tilzam etmez. Her iki köle için de sadakai fıtır vermekte bir münafat yoktur.

Şafiîler ise bu hususta da  natık, sakitten evlâdır.» diye mutlakı mukayyede hamletmektedirler. Itlak ile takyidin hükümde olmasile se­bepte veya şartta olması arasında fark görmüyorlar.

Buna karşı deniliyor ki: nâtık ile sakit arasında tearuz bulunmalı­dır ki, natıkiyet ciheti tercih edilsin. Burada ise böyle bir tearuz yok­tur. [19]

 

Âm Lafızların Mahiyeti, Nevileri Ve Hükümleri :

 

279 -  :  Âm, bir lâfızdır ki, gayrı mahsur müsemmeyatın hepsine birden şâmil oîur, hepsini birden ihata eder. Binaenaleyh Zeyd, Ânır gibi âlemler, ebeveyn, imameyn gibi tesniye sigaları, müsemmalan mahsur ol­duğundan âm değildirler.

280 - : Elfazzı âmme, iki nevidir. Birisi: sigası da, mânâsı da âm olan lâfızlardır. Bu nev'e «mecmuullâfzı velmânâ» denir. Errical, ennisa gibi muarref cemi kelimeleri bu kabildendir.

Kezalik:hadisi şerifindeki  «eleimme»  ve hadisi şerifindeki «elenbiya» lâfızları birer lâfzı ânıdır.

Böyle errical elenbiya, essemavât gibi muarref cemiler, birer lâfzı âmdir. Çünkü bunların ne kadar recül, nebî, sema olduğu bu sığalara nazaran mahdut, mahsur değildir. Velevki bunların mahdut oldukları haricî bir delil ile sabit bulunsun.

İkinci nev'i, yalnız mânâları âm olan lâfızlardır. Bu nev'e «müfredül-âfz, müstağrakülmanâ» denilir. Kavm, reht. Men, mâ, mehma, keyf, ey-yühum gibi tâbirler bu cümledendir.  (Hurufu maanî bahsine müracaat!) «Elbeyi», «elmal» gibi lâm ile muarref olan kelimeler de elfazı umum­dandır.

Muzaf olan ismi cinsler de âmdir. âyeti kerimesindeki «emr» lâfzı gibi ki «külli emrihî» demektir,

Nefi ve nehiy siyakında bulunan nekireler de âmdır.  âyeti celîlesindeki «şey» gibi.

281 - : Âmmın hükmü, efradı hakkında kat'iyyüssübut olmasıdır. Yâni: âm bir lâfzın hükmü, delâlet ettiği fertlerin hepsi hakkında birden sabit olur. Diğer bir tâbir ile âm, bunların hepsine birden şâmil bulunur.

Meselâ: bir kimse, kölesine «her ne zaman filân işi yapar isen azad ol» dese köle o işi herhangi bir zaman yapsa azad olur. Çünkü «her ne zaman» tâbiri âmdır.

Kezalik: nazmı gerifindeki «elmal», «elbenun» tâbirleri birer lâfzı âmdır. Bununla her malın ve her ibnin dünya haya­tının ziyneti olduğu beyan buyurulmuştur.

282  -: Elfazı âmme bazan tahsis olunur. Şöyle ki: kitab kitab ile, sünnet sünnet ile tahsis olunduğu gibi kitab ile sünnet, sünnet ile de ki­tabı tahsis olunabilir. âyeti celîlesi kitab ile sün­netin tahsis olunacağına bir delildir. Çünkü sünnet de şeyler cümlesin­den olduğu cihetle kitab  onu da mübeyyin bulunur.  Sünnet ile kitabın tahsis edilebileceğine delil de; Resulü Ekrem'in bütün dinî beyanatının vahy ve ühama müstenit bulunmuş olmasıdır. Elverir ki, o sünnet, tevatür veya şöhret tarikile sabit olsun ve nüzul ile vürud zamanları mu-karin bulunsun.

Meselâ: âyeti kelimesindeki umum, rub'u dinarın dûnundaki bir malı sirkatten dolayı kat'ı yed lâzımgelmeyeceği-ne dair olan bir hadisi şerif ile tahsis edilmiştir.

282  -: Âm, iptidaî emirde bir delîîi kat'î ile tahsis edilebilirse de, delili zannî ile tahsis edilemez. Yâni: bir âmmın hükmünden tenavül et­tiği fertlerden bazıları bir delili kat'î ile ihraç edilebilirse de haberi vâ-hid gibi, kıyas gibi bir delili zannî ile bidayeten ihraç edilemez. Çünkü âm kuvvetlidir, kat'iyüssübuttur, zaif olan bir delil ile takyidi muvafık de­ğildir. Meselâ: muharip olan müşriklerin kâf fesini öldürmek hakkında bir emri ilâhî vardır. Bu emir umumîdir. Fakat bu umumiyet, müste'minîe-rin öldürülmemesi hakkındaki diğer bir emri kat'î ile tahsis edilmiştir.

Artık böyle muhasses bir âm, bilâhare bir delili zannî ile de tahsis edilebilir. Nitekim muharib olan müşrikleri öldürmek emri, müste'min-ler hakkındaki bir emri kat'î ile tahsis edildiğinden bu katil emri, bun­ların ihtiyarlarım, koca kadınlarını, gocuklarını öldürmemek hakkındaki haberi ahad kabilinden olan bir hadisi şerif ile de tahsis edilmiştir. Çün­kü âm, bidayeten bir kat'î delîl ile tahsis edilmiş olunca şümul kuvvetini kaybetmiş olacağından bilâhare zannî bir delîl ile de tahsise mahal bu­lunmuş olur.

283 -: Şafiîyeye göre âm, istiğrak ve şümul ifade ederse de bu ifadesi, kat'î olmayıp zannîdir. Binaenaleyh âmmın  hükmünü bir  zannî delîl ile bidayeten tahsis de caizdir.

Hanefiyeye göre tahsis, bir tağyirdir, kavi olan âmmın hükmünü za­if olan bir delîl tağyir edemez. Şafiîiere göre ise, tahsis, tağyir değil, bir tefsirdir.

Şunu da ilâve edelim ki, âm olan lâfızlar, yalmz üçe kadar tahsis edilebilir, ondan fazla edilemez. Çünkü cem'in akalli üçtür. Ancak müf-reti marife mesabesinde olan «ennisa» gibi menfî ma'rifelerin münteha-yi tahsisi birdir. Binaenaleyh:  ben kadınlarla evlenme­yeceğim» cümlesinde böyle bir tahsis carî olabilir.

284 -: Âm kat'iyyet ifade ettiği gibi has da kat'iyyet ifade eder. Bir hâdise hakkında biri âm, diğeri hâs olmak üzere    zahiren birbirine muarız görülen iki delîü kat'î bulunursa bakılır: Eğer bu iki delilin, ara­larım tevcih kabil olsa tevcih edilir, her birile âmel edilmiş olur. Tevcih mümkün değilse bir mahlas aranır. Şöyle ki:

(1) : İki delilden biri nüzul veya —hadisi şerif olduğuna nazaran-vürud itibarile diğerine mukarin olursa, yâni: ikisi de bir, zamanda nüzul veya vürud etmiş ise hâs, âmmı muhassıs olur. âyeti kerimesinde olduğu gibi ki bunda bey'in halâl olduğu umumî oir halde beyan buyurulmuş iken riba suretile olan bey'in hürmeti de be­yan buyurulmuş, bu veçhile bey'in hillindeki umumiyet, bir lâfzı hâs olan riba ile tahsis edilmiştir.

(2) : Hâs olan delîl, âm olan delilden muahhar olursa hâs, şâmil ol­duğu miktar nisbetinde âmnun hükmünü nesheder. Meselâ: âm olan bir âyeti kerimeye nazaran kocası vefat eden bir kadının —gebe olsun olma­sın-dört ay on gün iddet beklemesi lâzımdır. Bundan evvel başka bir kocaya varamaz. Bu âyeti celîleden sonra nazil olan diğer bir âyeti ke­rimeye nazaran da gebe olan bir kadının iddeti hamlini vaz etmekle ni­hayet bulur, velev ki kocasının vefatından itibaren bir kaç ay geçmiş ol-

masın.

İşte hâs olan ve tarihi nüzulü muahhar bulunan bu ikinci âyet, min vechin âm olan evvelki âyetin hükmünü gebe olan kadınlar hakkında nesh etmiştir.

(imamı Şafiîye göre âm, zannî olduğundan kat'î olan  hâs ile  her hâlde tahsis olunur. Gerek tarihleri malûm olsun ve gerek olmasın.)

(3) :  Âm olan delîl, hâs olan delilden muahhar olursa hassın hük­münü nesh  etmiş, ortadan kaldırmış olur.    Meselâ: bir aralık  Medinei Münevvere'ye gelip hasta bulunan bir kabile efradı hakkında tedavi için Medinei Tahire haricinde bulunan sadaka develerinin sütlerinden ve  si­diklerinden istifade etmeleri emrolunmuştu. Bilâhare; hadisi şerifile sidiğinden kaçınılması emrolundu. İşte bu ikinci emir, âm ve muahhar olduğundan hâs ve mukaddem bulunan birinci  emri nesh etmiştir. Binaenaleyh tedavi için de olsa bevlin içilmesi mubah olamaz,

(4) : Âm  ile hâssın nüzul veya vürud tarihleri meçhul bulunursa mukarenete hamlolunur. Bu hâlde her ikisile de amel kabil ise amel olu­nur. Kabil değilse tercih bilâ müreccih lâzım gelmemek için esbabı ter­cih aranır. Hangisi müreccah görülürse  onunla amel olunur.    Meselâ: bunlardan biri bir şeyin Miline, diğeri de hürmetine delâlet etse hürme­te delâlet eden tercih olunur.   .Şarii hâkimin muharremate olan itinası mübahata olan itinasından ziyadedir. İhtiyatta bunu muktezîdir.

(5) : Âm olan bir delîl; kitab ile, sünnet ile tahsis edileceği gibi ba-zan akl ile, veya örf ve âdet ile de tahsis edilir. Meselâ: nazmı   celîlindeki    umumdan zatuüah aklen kat'î surette  müstesnadır.

Çünkü AUahütealâ mahlûk olamaz ve bir zat kendisini yaratamaz. O zatın kendisinden mukaddem olması lâzımgelir ki, bu aklen muhaldir, Binaenaleyh bu âyeti kerimedeki «külli şey'in» tâbiri zatı bâriye şâmil değildir.

Keza: bir kimse, «ben baş yemem» diye yemin etse serçe gibi bir kuşun başım yemekle hanis olmaz. Çünkü böyle âm olarak söylenilen bir baştan Örf ve âdete göre yiyilmesi mut ad olan koyun başı gibi baş­lar kasdedilir. Bunun kuş başına şümulü yoktur.

Âm, bazan da efradının bir vasıf itibarile noksan veya ziyade ol­ması sebebile tahsis olunur. Meselâ: bir kimse, «benim her memlûküm azad olsun» dese bu sözü mükâtebine şâmil olmaz. Çünkü mükâtebde-memlûkiyet vasfı noksandır, o rakabeten memlûk ise de yeden memlûk değildir, kazancı kendisine aittir.

Kezalik: bir kimse, fâkihe -meyva yememeğe 3'emin etse üzüm yemekle hânis olmaz. Zira üzümde fâkihe olmak vasfından başka gıda olmak vasfı da vardır.

285 -: Âmlar, bir bakımdan da üç kısma ayrılır: Birincisi: umu­mî üzere kalıp kendisinde tahsis carî olmayan anılardır. âyetlerinde olduğu gibi.

ikincisi: kendilerinden husus murad olunan anılardır. Meselâ: nazmı çelîlindeki nâsdan murad mükellef olan insanlar­dır.

Üçüncüsü: Tahsis olunmuş bulunan anılardır. nazmı celîlinde olduğu gibi ki, bundan ıztırar haleti tahsis edilmiştir. O hâlde meyteden hayatı  kurtaracak  kadar yiyilmesi haram değildir.

286  -: Tahsis edilen bir âm mütebaki efradı hakkında yine haki­kat olarak kalır.

287 - : Resulüekrem Efendimizden sahabei  kiramın hikâye etmiş oldukları bir fiil, umuma delâlet etmez. Meselâ: Peygamberimiz Aîeyhisselâm Kabe'de namaz kıldı) denilmiş olsa bu namaz, farz ve nafile  namazlara şâmil   olmaz.  Çünkü ispat siyakında bulunan bir nekire, taammüm etmez. Fakat zahiren umuma .delâlet eden bir lâfız ile hikâye edilen bir fiil, umum ifade eder. Resulüekrem gareri satmaktan   nehy buyurdu)   gibi ki,   her beyi garere, yâni: denizdeki balığı, havadaki  kuşu satmak gibi şeylere şâmildir, bunların satılmalarının menhiyyün anh  olduğunu müfittir.

288  -: Bir âm lâfza mukarin olan istisna, şart, sıfat gibi şeyler, o âmmı tahsis etmiş sayılmaz. "Meselâ: «cuma gününden başka her gün meşgulüm» denilse her gün tâbiri; yine gayri muhassas bir âm sayılır. Cumanın maadasına olduğu gibi şâmil olur. [20]

 

Müşterek Ve Müevvel Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri :

 

289  -: Lâfzı müşterek, müteaddit mânalara başka başka vazedil­miş olan lâfızdır. Meselâ: «ayn» lâfzı, hem göz mânâsına hem de güneg, altın, diz kapağı, su kaynağı gibi mânâlara vazedilmiştir.

Kezalik: «Cariye» lâfzı, hem memlûk olan kadın mânâsına hem de sefine mânâsına mevzudur. «Müşteri» lâfzı da hem satın alıcı mânâsı­na hem de bir yıldıza isim olmak üzere vazolunmuştur.

290 -: Müşterek bir lâfzın hükmü, müteaddit mânâlarından han­gisinin kasdedildiği anlaşılıncaya kadar  tevakkuftur. Mânâlarından biri bir teemmül ve tetkik neticesinde tereccüh edince bu mâna kabul edilir, diğer mânâları artık nazara alınmaz.

Meselâ: âyeti kerimesindeki «kuru» lâfzı müşterektir. Müfredi olan «kur'» lâfzı, hem hayz, hem de, tuhr mâ­nâsına mevzudur. Fakat hanefîler, bir tetkik neticesinde bunun hayz mânâsına olmasını, Şafiîler de tuhr mânâsına olmasını tercih etmişler­dir. Tercih edilen mânâ «müevvel» olmuş olur.

Maamafih Şafiîlerce umumî müşterek caizdir. Yâni: onlara göre, bir müşterek lâfzın bir söyleyişte müteaddit mânâları birden kasdedile-bilir.

Fakat Hanefîlerce böyle bir şey, bazan bir lâfz ile iki muarız mâ­nânın birden kasdedilmesini müstelzim olacağı cihetle caiz görülmemiş­tir.

Meselâ: «cevn» lâfzı, hem siyah, hem de beyaz mânâsına gelir. Bi­naenaleyh «filân şey cevndir» denilse bunun hem siyah, hem de beyaz olduğu nasıl kasdedilmiş olabilir?.

291 -: Müevvele gelince: bu da müteaddit mânâlarından biri, bir delili zannî -ile veya reyi galip ile diğer mânâlarına tercih edilen lâfızdır.

Meselâ: «nikâh» lâfzı, hem akdi izdivaç mânâsına, hem de mukare-neti cinsiye mânâsma mevzudur. nazmı şerifinde-ki «tenkihe» lâfzı, vati -mukarenet mânâsına hamledilmiş olduğu ci­hetle bu  mânâsında müevvel bulunmaktadır.

Kezalik: «bain» lâfzı; hem hissi ayrılığı hem de nikâh rabıtasın­dan ayrıhğa mevzudur. Bir kimsenin refikasına karşı talâk müzakeresi esnasında «enti bâinün» = sen hainsin» demesi, talâka hamlolunur. Bu hâlde bain lâfzı nikâh rabıtasından ayrılık .mânâsında müevvel bulun­muş olur.

292  -: Müevvel lâfzın hükmü, medlûlile amelin vücubudur. Maa­mafih böyle bir lâfzın racih görülen mânâsına hamledilmesi, hata ihti­mâlinden hali olamaz. Bu cihetledir ki, şer'î bir  hususta müevvel olan bir mânâyı inkâr eden, tekfir  edilemez.

Meselâ: müzakerei talâk esnasında söylenen «sen bainsin» sözü ta­lâka hamledilerek o veçhile hüküm lâzım gelir. Fakat bu söz ile mücer­ret hissî ayrılık kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Buna binaen de, zevcin böyle bir kasitte bulunmuş olduğuna ait iddiası, diyaneten tas­dik edilir. nazmı şerifindeki nikâh ile mukarenet mânâsı mu-rad olduğunu inkâr da küfrü müstelzim olmaz. [21]

 

Zâhîr, Nas Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri :

 

293 - : Zahir, mücerret sigasını işitmekle mânâsı anlaşılan, ken-disile ne kasdedildiği tefekküre muhtaç olmaksızın malûm olan lâfızdır. Meselâ:  nazmı şerifi, bey'in halâl   olmasını ifade hususunda zahirdir.

294 -: Zahirin hükmü, yakinen malûm olan mânâsiyle ameün vü-cubüdür. Vakıa zahir bir lâfız, mânâya vaz'ı bakımından has ve âm ola­bilir. Bu cihetle te'vile, tahsise ihtimali vardır. Fakat mücerret bu ihti­mâl, zahirin yakinen bilinen mânâsile amelin vücubüne mâni değildir.

295  -: Nas'sa gelince: bu da; alelitlâk söz mânâsında istimal edil­diği gibi nazmı kur'ana ve lâfzı hadise de nas denilir. Usulcülere göre nas:  mütekellim cihetinden ileri gelen bir sebeple, meselâ: ne gibi bir maksada mebni söylenmiş olması karinesile zahirden ziyade açık vazıh olan sözdür ki, âm olacağı gibi hâs da olabilir.

Meselâ: nazmı celili, Allahütealâ'nın birliğini, şe­rikten münezzeh olduğunu beyan hususunda bir nas'dır. Çünkü bu naz­mı celil, Hâhktealâ'nın vahdaniyetini beyan için nazil olmuştur.

296  -: Nas'sm hükmü, sığasından kat'ı surette anlaşılan şey ile amelin vücubudur.   Te'vile, tahsise, nesha ihtimâli  vardır.  Fakat  mü­cerret "bir ihtimal, açık olan ve katiyen malûm bulunan mânâsiyle amelin vücubüne bir mania teşkil etme2. Meselâ.- âyeti celilesi, bey ile riba arasında fark bulunduğunu beyan hususunda nas'dır. Çünkü bu âyeti kerimenin makabli bir karinedir ki, bu âyeticeli-le, bey ile riba arasında mümaselet bulunmadığını beyan, bey ile ribayı bir sayanları red için nazil olmuştur. Binaenaleyh ribadan kaçınmanın vücubü de açıkça anlaşılmış, tahakkuk etmiştir. [22]

 

Müfesser İle Muhkemin Mahiyetleri Ve Hükümleri :

 

297 - : Müfesser, kendisine lâhik olan beyanı takrir veya beyanı tefsir sebebile nasdan  daha vazıh olan lâfızdır ki, te'vile, tahsise ihti­mâli bulunmaz.

Meselâ: nazmı celilindeki melâike, «küllühüm ecmaun» lâfızlarının lühukile müfesser olmuştur. Artık «acaba bütün melekler secde ettiler mi, ettiler ise birlikte mi. yoksa müteferrik su­rette mi secde ettiler ?>, diye bir suale mahal kalmamıştır.

Kezalik:  nazmı celilindeki  salât, hadisi şerifile, zekât ds «avli nebevî-sile müfesser bulunmuştur.

298  -: Müfesserin hükmü, kendisile amel ve itikadın vücubudur. Müfesserin   yalnız  nesha  ihtimali vardır, mânâsı  her  veçhile vazıhtır, bunda te'vil ve tahsis ihtimali olmadığından ifade ettiği mânânın kati­yetine itikat vaciptir.

Meselâ: nazmı celilindeki melâikenin tahsisine ihtimâl kalmamıştır. Çünkü «küllühüm>: kavli şerifi buna mânidir.

Kezalik: nazmı şerifindeki tairden murat, her­hangi bir kuştur. Bundan bir mecaz olarak hızlı yürür herhangi bir mah­lûk murat olması ihtimâli yoktur. Çünkü bu ihtimâl iki kanadile uçar»  vasfile   bertaraf edilmiştir.

299  -: Muhkeme gelince; bu da: nesha ihtimâlden hali olduğu ci­hetle müfesserden daha  kuvvetli olan lâfızdır.  Meselâ:    cennet ehlinin cennette müebbet kalacaklarını tebşir eden:  nazmı celili, muhkemdir. Çünkü bunların cennette muhallediyeti   «ebeda» kay-dile te'kit edilmiş  bu hulutl ile uzun bir müddet murat edilmiş  olması ihtimâli kalmamıştır.

300 - : Muhkemler, iki nevidir.    Birisi:     liaynihi muhkemdir ki,

onun nesha ihtimâli   olmadığı ilk nüzul veya vürut tarihinden itibaren taayyün etmiştir.

Meselâ: cihat kıyamete kadar vakit vakit vuku bulacaktır) hadisi şerifi muhkemdir, cihadın kıyamete kadar de­vam edeceğini nâtıktır. Bunda esasen nesha ihtimâl yoktur. Binaenaleyh liaynihi muhkem bulunmuştur.

Aİlahütealâ'nın olup olacağını  haber verdiği şeylerde r.esh ihtimâli ve hakikate muhalefet şaibesi olamayacağından onlar da  bu bakımdan liaynihi muhkemdirler. Sıfatı iîâhiyeyi nâtık olan'âyetler de  bu cümle­dendir.  Bütün bunlar mahalli keiâm itibarile muhkem sayılırlar: âyetleri gibi.

Diğeri: ligayrihi muhkemdir ki, nesha ihtimâli vahyin inkıtaile ve­ya Resulüekrem'in ahirete irtihaliie munkati olmuş bulunur. Namaz, ze­kât, oruç gibi farizeler hakkındaki emirler bu cümledendir.

301 -: Muhkemin hükmü, kendisile amelin vücubü, hakikatine iti­kadın lüzumu, tearuz vukuunda zahire, nassa, müfessere, tefevvukudur. Şöyle ki: zahir, nas, müfesser ve muhkem sayılan deliller arasında bir tearuz görülürse, bunlardan binnisbe kuvvetli olanlar, diğerlerine tercih edilir, yâni: nas zahire, müfesser nassa, muhkem de müfessere tercih olunup diğeri istidlalden sakıt olur.

Meselâ: herhangi bir hâdise hakkında âdil kimselerin şahadetleri kabul edileceği hususunda: âyeti kerimesi nas-dır. Bir bakımdan müfesserdir. Adalet vasfının zikredilmesi, âdil kimse­lerin şahadetleri kabul edileceğini izah ve tefsir mesabesindedir. Halbu­ki, afif, muhsen kimselere zina isnat eden kimselerin şahadetleri kabul edilemez. Velev ki, bilâhare tevbe ederek adalet vasfını ihraz etsinler. Zira: onların şahadetlerini ebediyen kabul et­meyiniz) emri ilâhisi, bu hususta muhkemdir. Binaenaleyh evvelki nassa müreccah olup onu takyit etmiştir. Şu kadar var ki, nas kabilinden olan bir haberi vahit ile zahir kabilinden olan bir âyeti kerime arasında tearuz görülse bu nas, o zahire tercih edilemez. Çünkü haberi vahit ile katiyyüssübut olan âyet arasında müsavat yoktur.

Meselâ: nazmı kur'anisi, kocasından ayrılmış kadının kendi kendine evlenebileceği hakkında zahirdir. = nikâh ancak veli ile yapılabilir) hadisi şerifi ise nikâhın sıhhati için velinin rizası şart olduğu hususunda nasdır. Fakat âyeti kerime, nıüte-vatir olduğundan ona haberi ahad kabilinden olan mezkûr hadisi şerif muarız olamaz. [23]

 

Hafî Ve Müşkil Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri :

 

302 -: Hafi, sigası itibariyle mânâsı zahir olduğu hâlde ânz olan bir sebep ile raütekellimin maksadına delâlet hususunda kapalı olan lâ­fızdır.

Meselâ: sârik lâfzı, sigası bakımından zahirdir. Fakat bu tâbir, baş­ka isimler ile yâd olunan tarrare, nebbaşe şâmil midir, değil midir, işte bu hususta —ad değişmesi sebebile-kapalıdır, bunlara delâlette zahir değildir.

303 -: Hafinin hükmü, hakkiyetine itikat etmekle beraber delâle­tinin kapalı olduğu hususta imâli fikirde bulunmaktır.

Meselâ: sirkat hakkındaki emrin ve hükmün hakikatine itikat ede­riz. Sonra bunun tarrar denilen yan kesiciye ve nebbaş denilen kefen so-yucuya şâmil olup olmadığım düşünürüz. Yankesicilikte daha mâhirâne bir sirkat olduğu anlaşılır. Çünkü sahibinin gözü önünde malım çalmak, elbette gıyabinde çalmaktan daha maharetli bir hırsızlıktır. Binaena­leyh sârik hakkındaki hükmün tarrara şâmil olduğuna kail oluruz. Fa* kat ölmüş bir kimsenin kabrinden kefenini almaktaki maharet binnisbe azdır, müdafaasız bir yerden bir malı aşırmak daha kolaydır. Bu cihet­le sârik hakkındaki hükmün kefen soyucuya şâmil olduğuna kail ola­mayız.

304  -: Müşkile gelince: Bu da; ya mânâsmdaki gumuzdan veya lâfzmdaki bir istiarei bediadan dolayı maksada delâleti ziyade kapalı bu­lunan lâfızdır.

Meselâ: Haktealâ bizlere:  cünüp olursamz temizlenmeğe çalışınız) diye emretmiştir. sığası, mübalâğa ifade eder. O hâlde acaba biz gusül ederken ağzımızın içerisini de yıka­makla mükellef miyiz. İşte bu emir, bu hususta müşkildir, kapalıdır.

Kezalik: cennet kâselerinin, kadehlerinin gümüşten, sırçadan oldu­ğu: nazmı kerimile beyan olunmuştur. Bir sırça ne iti­bar ile gümüşten olabilir?. İşte bunda da bir işkâl vardır.

305  -: Müşkilin hükmü, hakkiyetine itikat etmekten ve murad an-laşılmcaya  kadar imali fikirde bulunarak lâfzın mahalli sahihine tâyi­ne çalışmaktan ibarettir.

Meselâ: Yukarıda yazdığımız birinci misalde imali fikir edince gu-muz bertaraf oluyor. Ağzm içini zahiri bedenden sayarak gusulde yıkan­masını vacib görüyoruz. Bu suretle o emirdeki mübalâğa için bir sahih mahmil bulunmuş oluyor. Ağıza alman su ile orucun bozulmaması, ağız içinin zahiri bedenden olduğunu bize göstermiş oluyor.

İkinci misâlde de bir düşünce neticesinde bir istiarei bediiyenin var­lığına intikâl ediyor, cennet kâselerinin şeffaflıkla sırça gibi, beyazlıkta da gümüşler gibi olduğu anlaşılmış oluyor. [24]

 

Mücmel İle Müteşabthin Mahiyetleri, Nevileri Ve Hükümleri :

 

306  -: Mücmel; bir lâfızdır ki, hakkında beyan varid olmadıkça mânâsım anlamaya yol bulunmaz. Bu cihetle müşkilden  daha müphem bulunur. Meselâ: salât, zekât, riba lâfızları mânâyı şer'îleri itibarile bi­rer mücmel lâfızlardır ki, şarii mübin tarafından haklarında birer beyan vaki olmamış olsa idi, bunlar ile ne irade buyurulmuş olduğuna mutta­li olamazdık.

307 -: Mücmelin üç nevi vardır. Birincisi: garabetinden, az isti­mal edildiğinden dolayı mânâsı herkesçe anlaşılmayan herhangi bir lâ­fızdır. «Helû'» lâfzı gibi. Bu, sabrı az, hırsı çok    olan kimse demektir. Kur'anı Mübinde: buyurulmuştur. Sonra  diye beyan buyurulmuştur. Binaenaleyh he­lû' lâfzı mücmel iken bu beyan ile müfesser olmuştur.

İkincisi: Lügatçe mânâsı malûm ise de lisanı şeriatteki mânâsı müp­hem bulunan herhangi bir lâfızdır. Zekât ve riba lâfızları gibi. Bunların şer'î mânâları şarii mübin tarafından beyan ohınmasaydı bizce anlaşıl­ması kabil olamazdı.

Üçüncüsü: Lügatçe mânâları müteaddit olup matlûp olan mânâsı­nın tâyini, bir beyan vuku bulmadıkça kabil bulunmayan herhangi bir lâfızdır. Ayn, kuru gibi müşterek lâfızlar bu kabildendir.

308 -: Mücmelin hükmü; hakikatine itikat ve hakkında beyan vu-. kuuna kadar tevakkuf etmek, beyan kâfi olmadığı takdirde de muradın anlaşılması için taharri ve teemmülde bulunmaktır.

Bir mücmel hakkındaki beyan, ondan maksadın ne olduğunu anlat­maya tamamen kâfi bulunursa tefsir olmuş olur. Maksadı zannî suret­te ifade ederse te'vil sayılır. Zannî surette de" ifade edemezse mücmel, müşkil olmuş olur.

Meselâ: (Namazınızı ikame, zekâtınızı ita ediniz) mealindeki âyeti celilede mücmel olan salât -namaz: (Namazı benim nasıl kıldığımı gör­düğünüz gibi kılınız) mealindeki hadisi şerif ile, zekât da (Mallarınızın kırkta birini getirip veriniz) mealindeki hadisi nebevi ile izah buyurul­muştur ki, bunlar namaz ile zekâttan murat ne olduğunu tamamiyle gös­termiştir.

Ribayı beyan hususundaki: hadisi şerifi ise kâfi derecede bir beyan değildir. Çünkü ribanın câri ol­duğu şeyleri tamamen cami bulunmamıştır. Bu cihetle ribanın daha ne­relerde cari olduğuna dair müçtehitleree  içtihada   lüzum görülmüştür. Riba mebhasine müracaat!.

309  -:  Müteşabihe gelince, bu da: kendisinden murad ne olduğu­nu bilmek ümidi ümmet hakkında munkati olmuş olan lâfızdır. Müteşa-bih müphemiyetindeki ehemmiyeti itibariyle muhkeme  mütekabildir, bi­rinin mânâsı ne kadar vazıh ise diğerinin de o nisbette müphemdir.

310  -: Müteşabihin nevileri ikidir. Birisi: kendisinden lügat itiba­riyle hiç bir şey anlaşılmayan lâfızlardır. Bâzı sûrelerin evvelindeki harf­ler gibi.

Diğeri de lûgavî mânâsını iradeye aklın müsait olmadığı bâzı tâbir­lerdir.âyeti kerimesindeki yed -el lâfzı gibi.

311  -: Müteşabihin hükmü, hakkiyetine itikat ve mânâsının kat'î surette   tâyinini ilmi ilâhiye havaleden ibarettir. Selefi   salihîn bu gibi müteşabihleri te'vilden kaçınmışlardır,  eşlem olan yol da budur. Halef ise görülen lüzuma meî-mî   müteşabihatı şer'i şerife muhalif olmayacak bir tarzda tc'vil etmiş, meselâ: Haktealâ'ya, isnat edilen yedden murad,. «kudreti ilâhiyedir» demişlerdir.   Böyle bir te'vil, yanlış zehablara mey­dan vermemek maksadına müstenit olduğundan zamanın icaplarına mu­vafıktır.

Velhâsıl: müteşabihatm nüzulü veya vürudü, bir hikmete müste­nit, bir iptilâ ve imtihan mahiyetim haiz, beşerin aczini müş'ir bulun­muştur. [25]

 

Hakikat İle Mecazın Mahiyetler* Ve Hükümleri :

 

312 -: Hakikat, vaz ve tahsis edildiği mânâda istimal edilen lâfız­dır. Meselâ: «Salât» lâfzı, lügatte dua manasınadır. Binaenaleyh bu lâ­fız, dua mânâsında istimal edilince lügat bakımından hakikat olur.

Menkul ve mürtecel ve müşterek kelimelerde tahsis edildikleri mâ­nâlarda birer hakikattir.

Meselâ: salât lâfzı, şeriat lisanında bildiğimiz ibadet, ef'ali mahsu­sa mânâsına nakledilmiştir. Binaenaleyh salât lâfzının ef'ali mahsusa mânâsında istimali şeriat bakımından hakikattir. Halbuki bu lâfzın dua mânâsında istimali şeriat bakımından mecaz olduğu gibi ef'ali mahsusa mânâsında istimali de lügat itibarile mecazdır.

313 -: Hakikatin hükmü, vaz olunduğu mânânın sübutüdür, nefy edilmemesidir. Ve karineden müstağni olduğu cihetle mecaza müreccah

olmasıdır.

Meselâ: bir kimse bir şahsa hitaben «Bu hanemi sana sattım» dese. bununla bey mânâsı sabit olur. Bir karine bulunmadıkça ben bu sattım lâfzile icare mânâsını kasdettim diyemez.

Kezalik: bir kimse bir şahsın babası olunca: «Bu, bunun babasıdır» denir. Bu, bunun babası değildir, denilemez. Fakat bir kimsenin dedesi hakkında: bu, bunun babasıdır, denilebileceği gibi babası değildir de de-

314 - : Mecaza gelince, bu da: bir alâka, bir münasebet dolayısiyle vaz olunduğu mânânın gayrisinde müstamel olan lâfızdır ki, hakikî ma­pasını kasdetmeğe bir karinei mania bulunur. Bir şahsa arslan denilme­si gibi- Bununla onun şeci bir kimse olduğu kasdedilir.

315 - : Mecazda müstamel olan mânâ ile esasen mevzu olduğu mâ­nâ arasındaki münasebet ve alâkaya usuliyyun, «ittisal» adını verirler. ^jftkaların nevileri çoktur. Belagat ilminde yazılmıştır. Usuicüîerce mu­teber olan başlıca alâkalar şunlardır. Müşabehet, kevni sabık, kevni lâ-hik veya evi, istidat, hulul, cüziyet, sebebiyet, şartiyet, meşrutiyet. Me­selâ: yüzü nurlu bir zata «ay, güneş veya mehlika» denilmesi bir müşa­behet alâkasıdır. «Yetimlere mallarını veriniz» emrinde reşid olanlara «yetim» denilmesi, kevni sabık itibarile mecazdır. Evvelce yetim iken el-yevm reşid olanlara mallarını veriniz, meâlindedir. «Üzümü sıktım» ye­rinde «şarabı sıktım» denilmesi de kevni Iâhik itibarile bir mecazdır. Çünkü sıkılan üzüm, ileride şarap hâline gelecektir.

Rükûa salât veya salata rükû denilmesi de cüz'iyet ve külliyet alâ-kasiledir.âyeti kerimesinde namaza iman denil­mesi de namazın sıhhati için imanın şart olmasına mebnidir.

316 -: Alâkası müşabehetten ibaret olan bir mecaza istiare denir. Şecaatli şahsa arslan denilmesi gibi. Alâkası müşabehetten başka olan bir mecaza da mecazı mürsel adı verilir. Usuliyyun, istiareye ittisali ma­nevî, mecazı mürsele de ittisali sûrî adını vermiştirler.

Meselâ: havale lâfzı vekâlet mânâsında kullanılırsa bu, bir istiare olur. Bunların arasında bir manevî ittisal bulunmuş olur. Çünkü hava­lenin mânâsı, bir borcu bir zimmetten diğer bir zimmete nakildir. Ve­kâletin mânâsı da bir şahsm hâiz olduğu velayeti tasarrufu başkasına nakletmektir. Bu iki mânâ arasında ise bir müşabehet, manevî bir itti­sal vardır.

Hibenin sadaka, sadakanın hibe mânâsında istimali de bu kabilden­dir.

317 -: Mecazı lûgavî mevcut olduğu gibi mecazı şer'î de mevcutr tur. Yâni: muteber bir alâka bulununca mecaz, lügatte câri olduğu gibi Şer'iyatta da cari olur. Nitekim hibe veya bey'in nikâh mânâsında isti­cali bu kabildendir. Çünkü hibe veya beyi. mülki rakabeye mevzudur. Nikâh da mülki mutaya mevzudur. Mülki rekabe ise mülki mutaya se­beptir. Binaenaleyh sebebe mevzu olan lâfız söylenmiş, bununla müseb-bep kasd olunmuş olur. Nitekim bazan da müsebbep zikr olunup onunla sebep kasd olunur. Bu hususta lüzuma, asliyet ve feriyete bakılır, iki şey öen her biri min vechin asıl, min vechin fer' olursa bunlardan birini zikr, diğernii kasd caiz olur. Asliyet yalnız bir tarafta bulunursa bunu zikr, fer'i kasd caiz olur, fakat fer'i zikr, aslı kasd caiz olmaz,

Meselâ: ıtk. lâfzile talâk vaki olur. Zira ıtk, sebebi mahzdır, asıldır. Talâk ise böyle bir sebep değildir, asıl sayılamaz. Binaenaleyh talâk lâf­zile ıtk vaki olamaz.

Kezalik: bey* lâfzile hurri icare caizdir. Fakat aksi caiz değildir.

«(Şafiîlere göre talâk lâfzile bir istiare olarak ıtk vâki olur. Ha-nefîler ise bu istiarenin sıhhatine kail değildirler.)

Şunu da ilâve edelim ki, mecazen mânâsı, melzumdan lâzıma inti­kâlden ibarettir. Bu lüzumdan maksat da iki şey arasında bir münase­bet bulunmasıdır, yoksa ademi infikâk mânâsına bir lüzum değildir. Me­selâ: biz arslanı zikreder, bunun lâzımı olan şecaat vasfını kasdedersek, bu, bir mecaz olmuş olur.

318 -: Mecaz, hakikatin halefidir. Asıl olan hakikattir. Hakikati irade esasen mümkün iken bir arızadan dolayı mümteni olmalıdır ki, mecaza gidilebilsin, ve illâ gidilemez.

Mecazın hakikate halef olması, imamı Azama göre tekellüm itiba-riledir, imameyne göre ise hüküm cihetiledir. Yâni: îmamı Âzam'a gö­re hakikati irade kaidei lisaniye itibarile sahih, mümkün iken lianzm muhal olmalıdır. îmameyne göre ise hakikati irade hükmen, nefsülemr itibarile sahih, mümkün olmalıdır, mücerret lâfız itibarile mümkün ol­ması kâfi değildir. Bu esas üzerine, şu gibi meseleler, teferrü eder.

Bîr kimse, kendisinden yaşlı bulunan kölesi hakkında: «Bu benim oğlumdur» dese köle, îmamı Âzam'a göre azat olur. Çünkü bu benim oğlumdur sözü lisan kaidesi bakımından sahihtir. Fakat yaşlı bir kimse, genç bir kimsenin oğlu olamayacağından bu sözün hakikî mânâsını ira-, de muhaldir. Binaenaleyh bununla kölenin hür olması sebebiyet alâka-sile mecazen irade edilmiş olur. Çünkü oğlu olmak, hürriyete sebeptir. Hâsılı: imamı Âzam'a göre hakikat ile mecaz, lâfzın vasfıdır. O hâlde asalet ile halefiyet de lâfız itibariledir.

îmameyne göre ise bu söz ile köle azat olamaz. Çünkü bu sözün as­lında imkân yoktur, yaşlı bir kimse, genç bir kimsenin oğlu olamaz ki, hükm sahih olsun. Binaenaleyh bunda halefiyet de cari olamaz ki, bu­nunla kölenin azat edilmesi mecazen kasd edilmiş olsun; bu söz, kölenin hürriyetini ifade edebilsin.

Bu hususta muhtar olan İmamı Âzam'ın kavlidir. Müşarünileyh di­yor ki: tasarrufı lâfzı, hükmün sıhhatine tevafuk etmez. Nitekim istis­nada da böyledir. Meselâ: bir kimse zevcesine sen bin kere boşsun, dokuz yüz doksan dokuzu müstesna»dese bir ta­lâk vaki olur. Halbuki haddi zatında bin talâk mevcut değildir. Böyle iken yine bu istisna sahih olmuştur.

319 -: Hakikat, müteazzir yâni: aklen gayri mümkün veya şer'an veya âdeten mehcur olursa mecaza gidilir ve illâ gidilemez.

Meselâ: bir kimse, bir meyva ağacından yemeyeceğine yemin etse, bununla o ağacın meyvasmdan yememeğe yemin etmiş olur. Zira bu ağa­cın kendisini yemek aklen müteazzirdir. Binaenaleyh mahalli zikr, hâli irade kabilinden bir mecaz olmuş olur. Hattâ o ağacın kendisinden bitte-kellüf yese yemininden hanis olmaz. Çünkü o yeminden böyle bir mânâ maksut değildir. Şayet böyle bir yemin, meyvasız bir ağaç hakkında ya­pılmış olsa onun semenine masruf olur.

Kezalik: «filân zatı husumete tevkil ettim» sözü, muhakemede bu­lunmaya, cevap vermeğe tevkil mânâsına bir mecazdır. Çünkü husume­tin hakikî mânâsı şer'an mehcurdur. Muhasame hususu -münazeada bulunmayınız) fermam ilâhîsile memnu bulunmaktadır.

Kezalik: «Filânın evine ayak basmam» diye yemin edilse bununla onun evine mutlak girmekten imtina mânâsı kasdedilmiş olur. Çünkü bunun hakikî mânâsı, yâni: haneye mücerret ayak basma hâlini kasd etmek âdeten mehcurdur, gayri maksuttur. Binaenaleyh böyle bir ye­minden sonra o haneye mücerret dışarıdan ayak basmakla yemin bozul­muş olmaz. Belki içerisine girmek lâzımdır ki, yemin bozulmuş, yemin eden de hanis olmuş olsun.

320 -: Hakikat ile mecazın her ikisi de müstamel olsa hakikat ter­cih olunur. Hakikat, mehcur olmamakla beraber mecaz, mütearef bulun­sa îmamı Âzam'a göre yine hakikat muteber olur. îmameyne göre îse, mecaz, evlâ olur. Bu ihtilâf üzerine şu gibi meseleler teferrü eder.

Bir kimse, «et yemem» diye yemin etse de sonra yeyilmesi haram olan.bir eti yese îmamı Âzam'a göre yemininde hanis olur. îmameyne göre ise hanis olmaz. Çünkü teamüle nazaran bu yemin ile yiyilecek bir et maksuttur. Bu, bir mecazdır, bununla mutlak zikr edilip mukayyed kasd edilmiştir.

321 - : Hüküm,  mümteni olan yerlerde hakikat ile mecazın ikisi birden müteazzir olur. O hâlde söz mühmel kalır. Meselâ: bir kimse, ne­sebi maruf ve kendisinden yaşiı bulunan zevcesi .hakkında:  «Bu benim kızimdır» dese bununla ne hakikat kasd edilebilir, ne de mecaz. Çünkü «adının nesebi maruf veya kendisi yaşlı bulunması, bu sözün hakikî mâ­nâsını kasde mânidir. Bu kadının kocasına şer'an halâl olması da bunun Mecazî mânâsını kasde münafîdir.

Kadın, meçhulünnesep ve sinnen genç olduğu takdirde de kocasi-°in böyle bir ikrarı, kendisinin tasdikine iktiran etmedikçe yine hüküm­süzdür, muteber değildir.

322 -: Bir lâfızda mânâyi hakikî ile mânâyi mecazî içtima edemez. yâni: bir kimsenin söylediği bir söz ile hem hakiki hem de mecazî mânâ­sını kasdetmesi caiz gÖrüleme-3.

Meselâ: bir kimse: «Ben bugün bir arslan gördüm» dese bununla hem mâruf hayvanı, hem de şecaatli bir insanı kasdetmiş olmasına hük-medilemez. Nitekim âyeti kelimesindeki lemsden mu­rat, mecazen mücameattir. Mânâyi hakikisi de el ile tutmaktır. Binaen­aleyh bu lems ile hem mücameat hem de el üe tutmak mânâları içtima

edemez.

323 -: Umumî mecaz, yukarıdaki esastan müstesnadır. Şöyle ki: bazan mânâyi mecazî, âm olup mânâyi hakikiyi de ihtiva eder. Buna «umumî mecaz» denir. Bu hâlde'mânâyi mecazî ile mânâyi hakikî içti­ma etmiş sayılmaz. Belki mânâyi hakikî, mânâyi mecazîden cüzü bulun­muş olur.

Meselâ: bir kimse, «filânın evine ayağımı basmam» diye yemin etse bunun mânâyı hakikisi: o eve çıplak ayak ile ayak basmamaktır. Mâ­nâyi mecazisi ise o eve her ne suretle olursa olsun girmemektir. Bina­enaleyh oraya çıplak ayağile girse veya ayakkabı ile girse yahut rakip olarak girse yemininde hanis olur ve bu takdirde-hakikat ile mecaz ara­sı cem edilmiş sayılmaz.

«Filânın evine girmem» sözündeki ev ile de mutlaka ikametgâh kas-dedilir. Mülk ile kiralanmış hane olması arasında fark yoktur. Bazan «gün» lâf zile de mutlak vakit kasdedilir. Bütün bunlar, umumî mecaz kabilindendir.

324 -: Mecazın sıhhatinin şartı, mânâyi hakikinin maksut olmadı­ğını gösterir bir karinei manianın bulunmasıdır. Bu karine, ya hissen olur. Meselâ: «Şu hurma ağacından yemem» denilse bu ağaçtan yeme­nin maksut olmadığına ağacın yeyilmez bir şey olması, hissen bir kari­ne bulunur. Veya aklen olur. Meselâ: emrinde mânâ­yi hakikî murat değildir. Belki bu, mutlaka ikdardan, yani, «şeytanı ves­vese likasına muktedir kılmaktan mecazdır. Çünkü hakîm olan Allahü-tealâ bunun zahirini, yâni:  şeytanın   sesiie insanları   yerinden oynatıp tahrik ve tahvif etmesini murat buyurmaz, tşte bu, aklen bir karinedir. Veya âdeten olur.   Meselâ: bir kimse, hanesinden çıkmaya hazırlanmış olan zevcesine:  «Eğer evden çıkar isen boş ol» dese bununla filhal çık­ması kasdedilmiş olur. Çünkü bu sözle örfen filhal çıkmaktan men kas­dedilir.

Tevkil bilhusume ile  reddi cevap kasdedildiğine karine de şer'îdir.

Zira şer'an husumet, menhîdir.

325 -: Mecaza daî ve saik olan şeyler ise muhteliftir: Tazim, tah­kir, tergip, tenfir, ziyade beyan, bediî muhassenata riayet, lâfzın uzubetini temin gibi şeyler, bu cümledendir. Hanfekık yerinde dahiye lâfzını kullanmak, uzubeti lâfz maksadına mebnidir. Cinsî mukarenetin «lems» ile beyan buyurulması da muhaveratta edebe, nezaheti beyana riayet lü­zumunu telkin hikmetine mebnidir. [26]

 

Sarih Île Kinayenin Mahiyetleki Ve Hükümleri  :

 

326  -: Sarih, kendisinden,    kasdedilen mânâ, çokça istimalinden dolayı tamamile zahir olan lâfızdır. Böyle sarih bir lâfız, hakikat olaca­ğı gibi mecaz da olabilir. Meselâ: bey, icare, hibe, vakıf sözleri sarihtir. Bunlardan hangi biri söylense onunla ne kasd edildiği karineye muhtaç olmaksızın anlaşılır. Bunlar, birer hakikati ger'iyye  olarak istimal olu­nur.

Kezalik: «Şu buğdaydan yemem» veya «Şu tencereden yemem» gi­bi sözler de sarihin mecaz kısmmdandır. Çünkü bunlardan maksat, şu buğdayın unundan yemem, şu tencerede pişen yemekten yemem demek­tir. Bu lâfızların bu maksatları ifâde etmeleri ise, kesreti istimalden nâ-şi pek zahir bulunmuştur.

327  -: Sarihin hükmü, mucebinin niyete mütevakkıf olmaksızın, kazaen sübutüdür. Meselâ: bir kimse, kölesine:  «Seni i'tak ettim» dedi mi, köle hemen azat olur. Bununla başka bir mânâ kasdettiği hakkın­daki iddiası, diyaneten kabul edilirse de, kazaen kabul edilemez. Çünkü i'tak lâfzı, memlûkü azat etmek hususunda vazıhtır, sarihtir. Eğer bu­nun bu sarahatine göre hükmedilmezse hiç bir sözün hükmü kalmaz.

Velhâsıl: sarih bir lâfz, âdeta kendi mânâsı makamına kaim olur, hükmü şer'î bu lâfza teallûk eder, bunun hakkında söyleyenin niyetine kazaen bakılmaz, bunun muhtemel olduğu sair bir mânâ da nazara alın­maz, sarih mukabilinde delâlete de itibar olunmaz.

328  -: Kinayeye gelince, bu da: kendisinden maksut olan mâna, istimalinin azlığı cihetile kapak olan lâfızdır. Meselâ: «bâin»    kelimesi, talâk hususunda kinaî bir lâfızdır.

Kinayeler, uauüyuna göre birer hakikat olabileceği gibi birer me­caz da olabilir. Şöyle ki: mehcur olan hakikatler, kinayattan olduğu gi­bi daha mütearef bir hâle gelmemiş olan mecazlar da kinayeden mâdut-tur.

Belagat ilmine nazaran kinayeler, hakikât ile mecazdan başkadır. Ona göre kinaye, lâzımı zikr, melzumu irade etmekten ibarettir. Meselâ: «Filânın kapısı açıktır» sö'2Ü, 0 zatın hanedan, misafirperver olduğun­dan kinayedir. Çünkü kapının açık bulunması, hanedanlık için bir lâzi-medir.                              ,

329 -: Kinayenin hükmü, kendisile amelin vücubü, bir niyetin ve­ya delâleti halin mevcudiyetine    mütevakkıf olmaktır ve şüpheler ile münderî, sakıt olacak bir şeyin kinaî bir lâfız ile sabit olmamasıdır.

Meselâ: bir kimse, zevcesine talâk niyetile veya müzakerei talâk es­nasında «sen hâinsin» dese bu söz, nikâh vasıtasüe olan vuslattan ifti-raki ifade eder bir kinaye olacağından bununla talâk vaki olur. Fakat böyle bir niyet ve delâlet bulunmayınca talâk vaki olmaz. Bunun başka mânâlara da ihtimali bulunduğundan öyle şüphe ile talâk tahakkuk ede­mez. Bu gibi vuslatı kat ve izale eden kinaî lâfızlar ile Hanefiyeye göre talâkı bain vaki .olur. Çünkü bu sözler, sarih talâktan kinaye değil, ta­lâk yolile hâsıl olan firkat ve beynûnetten kinayedir. Bu cihetle bunlar ile kat'î surette ayrılık vukua gelir. Fakat Şafiîlere göre bunlar ile ta­lâkı ric'î vukua gelir. Zira bunlar, talâktan kinayedir. Sarih talâkın hük­mü ne ise bunların hükmü de odur.

Kezalik: şüphe  ile  sakıt olan bir hüküm, kinaî bir lâfız ile sabit olamaz.

Meselâ: Muvakea, tekarrüp lâfızları zinadan kinaye olarak kullanı­lır. Muhsen bir kimseye zina isnat edilmesi, haddi kazfi mucip olur, mu­vakea veya tekarrüp isnat edilmesi, yâni: filân filân ile muvakeada bu­lunmuştur» veya «filân filâna tekarrüp etmiştir» denilmesi ise haddi kazfi müstelzim olmaz. Çünkü bu kinaî bir lâfızdır, zinadan başka mâ­naya da delâlet ettiği için şüphe tevlidinden hali değildir. Hudut ise şüp­he ile münderî olur.

Tariz kabilinden olan sözler de kinaye mesabesindedir. Binaenaleyh bir kimseye tariz için: «Ben zani değilim» diyen kimse hakkında haddi kazf lâzım gelmez. [27]

 

Dal Btl'îbake, Bil'işare, Bîddelâte Ve Bil'îktîzanın Mahiyetleri Ve Hükümler :

 

330 -: Dal bilibare, mütekellim tarafından sevk olunduğu mânâya ibaresüe ve üç nevi delâletten birüe, yâni: ya delâleti mutabikiye ile ve­ya delâleti tazammuniye ile veya delâleti iltizamiye ile delâlet eden söz­dür.

Meselâ: «İnsan mükellef bir mahluktur» denilse insan lâfzı, ibaresile ve delâleti mutabikiye ile zîhayat, melekei nutka mâlik bir mahlûka de­lâlet etmiş olur. Çünkü insanın vaz olunduğu mânânın tamamı bundan ibarettir. İnsan lâfzının yalnız zîhayata ve yalnız melekei nutkiye sahi­bine delâleti ise bir delâleti tazammüniyedir. Zira insanın mahiyeti bun­ları tazammun eder, bunlar insanın -mahiyetinden birer cüzüdür. İnsan lâfzının ilme, san'ata, kitabete kabiliyetli bir mahlûka delâleti ise bir delâleti iltizamı yedir. Zira insan için bu kabiliyetle ittisaf bir lâzimei fıtrattir.

Bu esasa bir meselei hukukiye tatbik edelim, şöyle ki: farz edelim bir efendinin Bekir, Beşir, Amr adında üç kölesi var. Bekir, efendisine müracaatla «Arkadaşım Beşiri azat et» demekle efendisi: «Benim her kölem azat olsun» dese bu söz. Beşirin azat olmasını ibaresile ve delâle­ti tazammuniye ile ifade etmiş olur. Çünkü bu söz asıl Beşir'in azat edil­mesi hakkında sevk edilmiştir. Maahaza Bekir ile Âmr da bu sözün işa-retile azat edilmiş olurlar. Zira bu sözde bir umumiyet vardır, her edatı umumunu haizdir.

331  -: Dal bilibarenin hükmü; medlulünü kat'î surette ifade et­mektir. Bunun medlulünde bir kat'iyet vardır, zanni bir delîl, meselâ: kıyas buna muarız olamaz. Bunun hükmünü zannî bir delîl çürütemez. Ve bunun hakkında elfazı umumiyeden olunca umumiyet sabit ve tahsis

ihtimali carî olur. nazmı celilinde olduğu gibi. (284) üncü meseleye müracaat!.

332  -: Dal bilişare, mütekellimce maksudu aslî olmayan, mâsika leh bulunmayan bir mânâya üç nevi delâletten binle delâlet eden söz­dür.

Meselâ: dal bilibarede yazdığımız köle meselesinde mütekellimin şevki kelâmda asıl maksadı, yalnız azat edilmesi istenilen kölenin azat olmasıdır. Fakat «Her kölem azat olsun» diye vukubulan sözü, umuma delâlet eden her edatını hâvi olduğundan onun sair köleleri de bu sö­zün bil'işare delâleti tazammuniyesile azat olmuş olur.

Kezalik: nazmı celili zevce nafakasının zevç üzerine lâzımgeleceğini bilibare delâletile ifade ettiği gibi nesebin baba tarafın­dan sübutünü de bilişare delâleti iltizamiye ile müfit bulunmaktadır. Çünkü bu nazmı mübin, asıl nesebi beyan için sevk edilmemiştir. Belki nafakayı zevcin tahammül edeceğini beyan için sevk edilmiştir. Fakat zevç için «mevlûdün leh» denilmekle bu ihtisas ifade eden tâbir, nese­bin zevce mahsus olduğunu, ondan sabit bulunduğunu bitarikillüzum ifa­de etmiş bulunmaktadır.

333  -: Dal bilişare de medlulünü kat'î surette ifade eder. Buna delili zannî muarız olamaz ve kendisi için bazan umumiyet sabit oldu­ğundan hakkında tahsis carî olabilir. Meselâ: çocuğun nesebi, mevlûdü leh için sabit olunca onun malinin de mevlûdün leh için sabit olması, bili­şare anlaşılmış gibi olur. Fakat bundan çocuğun memlûkesi müstesna­dır", bu mevlûdün leh olan babası için bir mülk olarak sabit olamaz. Mev­lûdün lehin, bu memlûkeyi istifraş etmesi caiz değildir, işte bu cihet o umumdan tahsis edilmig bulunmaktadır.

334 -: Dal bilibare ile dal bilişare arasında tearuz görülse dal bi­libare tercih olunur.  Çünkü şevki kelâmdan asıl maksat olan, dal bili-baredir.

Meselâ: hadisi şerifi, ka­dınların ayda on beş gün hayiz göreceklerine işaretile delâlet etmekte­dir. Çünkü şatrı denir, onların hayatlarının yarısı demektir. Onların böy­le bir müddet namaz kılmaksızm, oruç tutmaksızın evlerinde oturup dur­maları, bu müddetlerinin hayiz ile geçeceğini gösterir. Binaenaleyh îma-mı Şafiî Hazretleri bu hadise nazaran hayzin on beş gün devam edeceği­ne kail olmuştur. Halbuki diğer bir hadisi şerifte buyurulmuştur. Bu hadisi şerif, hayzin ekserisinin on gün olacağına ibaresile delâlet ediyor. Binaenaleyh bu, bilişare delâlet eden evvelki hadise tercih olunur. îşte Hanefîye de bu ikinci hadise temessük etmekte bulunmuştur.

335 -: Dal biddelâleye gelince, bu da: mevzuunun aynine veya cü­züne değil, mevzuunun mânâyi mutabikisinin lâzımına lûgaten anlaşman illeti hükmü ile delâlet eden lâfızdır. Meselâ: âyeti keri­mesi, ana baba hakkında demenin memnuiyetine bilibare delâlet et­tiği gibi onlara darp ve şetmin memnuiyetini de ayni illeti hükümden do­layı delâletile ifade etmektedir. Çünkü öf demek, haramdır. Bu hürmetin illeti, menatı hükmü ise ezadır, izhari şeamettir. Öf demek ebeveyn hak­kında bir ezadır, onların kalplerini rencide etmeğe sebeptir. Bu illet ise darp ve şetmde maaziyadetin  mevcuttur.. Bu illet, lûgaten   münfehim olan bir şeydir. Herkes rey ve içtihada muhtaç olmaksızın bilir ki, öf demek bir ezadır. Binaenaleyh bu âyeti kerimenin ibaresinden öf deme1 nin hürmeti anlaşılınca ayni illete mebni bunun delâletinden de darp ve şetmin hürmeti anlaşılmış, sabit olmuş olur.

336  - : Dal bîldelâlenin hükmüne gelince, bu da medlulünde kat'i-yet ifade eder, Racih olan kavil budur. Bunun zan ifade edeceği hak­kındaki kavil ise mercuhtur. Maamafih delâleti nas, dal bilişareden za-iftir. Aralarında tearuz görülürse dal bilişare tercih olunur. Zira dal bi­lişare, asıl lâfzın mânâsile sabit olur, delâleti nas ile sabit olan mânâ ise,. mânânın mânâsıdır, lâfızdan değil, mânâdan münfehimdir.

Meselâ: bir mümini hataen Öldüren kimse hakkında keffaret lâzım gelir: âyeti kerimesi bunu natıktır. O hâlde bir mümini âmden öldüren kimse hakkında da kefaret lâzım gelir mi? Bu âyeti kerime, delâleti nas suretile bu kefaretin lüzumu na delâlet eder. İşte îmamı Şafiî bucihetle âmden katilden dolayı da ke­faretin lâzım geleceğine kail olmuştur.

Fakat Hanefîyece âmden katilden dolayı .kefaret lâzım gelmez. Çünkü âveti kerimesi bu kefaretin ademi lüzu­muna dal biî'işare tarikile beyan ediyor. Çünkü bu katlin uhrevî cezası, cehennem azabıdır. Bu, bu hususta tam bir cezadır. Artık kefarete ma­hal yoktur. Bu ikinci âyeti kerime ise buna dal bilişare suretile delâlet ettiğinden delâleti nas kabilinden olan evvelki âyeti edilenin delâletine tercih olunur.

337 -: Delâleti nas da kıyasa racihtir. Çünkü delâleti nasda illeti hüküm, menatı hüküm, rey ve içtihada mütevakkıf olmayıp lûgaten münfehint olduğu için bu, rey ve içtihada müstenit olan kıyastan kuv­vetlidir. Kıyas ile sabit olmayan hudut ve kefarat gibi şeyler, nassın bu kabil delâletile de sabit olur. Binaenaleyh dal biddelâleyi kıyası celî ka­bilinden saymak doğru olamaz. Maamafih buna kail olanlar da vardır.

338 - : Dal biddelâle, İmamı Şafiîye göre kıyası celî kabilindendir. Çünkü bunda da asıl ile fer'i arası bir illet sebebile cem edilmiş ve bu suretle fer', asle ilhak olunmuş olur. Meselâ: ebeveyne öf demenin hür-metindeki illet, ezâ*dır. Bu illet, darp ve şetmde de maaziyadetin mev­cuttur. Binaenaleyh darp ve şetm, hürmet hususunda öf demeğe ilhak edilmiştir.

Buna karşı Hanefiye tarafından deniliyor ki, delâleti nas ile kıyesi celî arasında fark vardır. Bunları bir saymak şu beş veçhile doğru de­ğildir.

(1) : Delâleti nasda mensus, bazı kere fer'den cüz olur. Yâni: mâ­nâyı mutabıkı, mânâyı lâziminin cüzü bulunur. Kıyaslarda ise fer', dai­ma mensustan cüz olur. Diğer bir tâbir ile fer', asıldan büyük, kuvvetli değil, ondan küçük ve zayıf bulunur.

Meselâ: bir kimseden yüz kuruş isteyen bir şahsa o kimse: «Ben sana bir kuruş vermem» dese delâleti nas yoliîe ona yüz kuruşu da ver-, meyeceğini söylemiş olur. «Bir kuruş vermem» sözü asıldır ve fer', olan «yüz kuruş vermem» mefhumundan- küçüktür. Kıyasta ise asıl, daima fer'den büyük ve kuvvetli olur.

(2) : Delâleti nas, kıyastan evvel sabittir. Bütün insanlar arasında otedenberi delâleti nas cari ve malûmdur. Halbuki kıyas bir içtihat ne­ticesi olup şeriatlerde zahir olmuştur.

(3) : Delâleti nasdaki illet,  menatı hüküm, lûgaten münfehimdir, bunu herkes anlayabilir.   Kıyasta ise menatı hüküm, ancak içtihat ile "ir takım şer'î mukaddimeler ile anlaşılabilir.

(4) : Delâleti nasda fer* asıldan yâ âlâdır veya ona müsavidir, Ki- ise fer', asıldan ednadır. Meselâ: ebeveyne Öf demek memnu olun-

Ve şetm de delâleti nas ile memnu bulunmuş olur.    Fer' olan darp ve §etm ise asi olan Öf demekten âlâdır, onun fevkindedir.

Kezalik: bir cinayeti irtikâp eden şahıs için «bu cinayetinden dolayi bir köle azat edeceksin» diye şarii mübin tarafından emredilmiş olsa bu cinayeti irtikâp edecek sair kimseler hakkında da bu cezanın lüzumu delâleti nas ile sabit olur. Burada ise asi İle fer'i, yâni: o şahsın asi olan cinayeti ile sair kimselerin fer' olan aynı mahiyetteki cinayetleri biri bi­rine müsavidir. Kıyasta ise fer', daima asıldan aşağı bulunur.

(5) : Delâleti nas ile sabit olan mânâ, yâni: illet, tahsis edilemez. Meselâ öf demenin memnuiyeti, eza illetinden dolayıdır. Bu eza tahsis edilerek bazı hususlarda ezanın haram olmaktan çıkarılması caiz olamaz. Bunda ittifak vardır. Fakat bu caiz olmamanın neden ileri geldiğinde ih­tilâf olunmuştur.

Bazı zatlara göre, tahsis, umumî lâfızlarda caridir. Delâleti nas ise mânâ ile sabittir. Lâfız kabilinden değildir ki, kendisinde tahsis carî olsun.

Buna itiraz edilerek deniliyor ki: umumiyet, lâfızlara münhasır de­ğildir, mânâlarda da mevcut olabilir. Bolluk, ucuzluk gibi sözlerdeki umumiyet, mânâlarında caridir. Tahsis ise umumun fer'idir. Bu cihetle mânâda da tahsis cari olabilir.

Bu muteriz zatlara göre delâleti nas ile sabit olan illette tahsisin ademi cereyanı. Bu umumiyet bakımından değildir. Belki nassm mânâ­sı, bir kere hükme illet olarak sabit olunca artık o mânânın bazı hâllerde illet olmaması mümkün olamaz. îşte bu itibar ile mezkûr illette tahsis kabil değildir.

239 -: Dal biliktiza: bir lâfızdır ki, vaz olunduğu mânânın şer'an muteber olması için bu mânâdan mukaddem isbatma şer'an lüzum ve ih­tiyaç görülen bir medlule delâlet eder. Şayet böyle.bir lâzımı mütekad-dim bulunmazsa o lâfzın aklen muteber bir mânâsı bulunsa da şer'an muteber bir mânâsı bulunamaz, bir muteber hüküm ifade edemez. Mese­lâ: bir kimse zevcesine «sen-benden mutallakasm/dese bu sosun şer'an muteber olması için onu boşamış olması iktiza eder. Âdeta «ben seni tat-lik etmişimdir, bu cihetle sen mutallakasm» denilmiş olur.

İşte «sen benden mutallakasm» sözünün «seni tatük etmişimdir» sözüne delâleti bitarikiliktizadır. «Seni tatlik etmişimdir» sözü bir lâzımı mütekaddimdir. Eğer bu mukaddem lâzım bulunmasaydı «sen benden mutallakasm» sözü, hilafı vaki olacağından şer'an muteber olmamak lâ­zım gelirdi.

340 -: Dal biliktizada umumiyet yoktur. Bu, Hanefîyeye göre bi-lâ umum sabit olur. Meselâ: yukarıdaki misâlde «sen benden mutallaka­sm» sözile bir talâk vaki olur. Çünkü bunun muktezası: «Ben seni tat­lik ettim, sen talâk ile muttasif oldun» sözüdür. Bunda ise umum yok­tur. Binaenaleyh zevç, «sen mutallakasm sözile üç talâka   niyet etmiş olsa da yine bir talâk vaki olmuş olur. îktizaî bir mânâ, tashihi kelâm için bizzarure sabit olur. Zaruret ise mânâyı iktizamın tahtında bulu­nan efraddan yalnız birinin bulunmasile bertaraf olur. Artık sözü tas­hih için o efradın hepsini ispata hacet bulunmaz.

341 -: Dal biliktizada umumiyet bulunmadığından dolayıdır ki, yeminlerde biliktiza sabit olacak mekân, zaman, fail, meful, sıfat, hâl, sebep gibi şeyleri tahsis caiz değildir. Meselâ: bir kimse «ben evden git­meyeceğim» diye yemin ettikten sonra her ne zaman çıkıp hangi bir ye­re gitse hanis olur. Çünkü mukteza olan zaman ve gidilecek yer bulun­muş olur. Artık benim maksadım filân gün filân yere gitmek idi diye bu yeminin muktezası olan zamam, mekânı tahsis edemez.

Kezalik: «filân şey yapılırsa şöyle olsun» diye yemin eden kimse, o şeyin herhangi kimse tarafından yapılmasile hanis olur. Maksadım fi­lân şahsın yapması idi diye faili tahsis edemez. Zira bu yeminde lâalet-tayin bir fail, bitarikil iktiza sabittir, bunda umumiyet yoktur ki, böyle tahsis caiz olsun.

Kezalik: bir kimse, bir şahsa: «Köleni benim tarafımdan şu kadar meblâğ mukabilinde azat et» dese bu söz, bey'i iktiza eder. Bu beyi, bi­tarikil iktiza sabit olduğundan bunda hıyari rüyet, hıyari ayıp ve sair hiyarat sabit olmaz. Çünkü bu bey'i, bizzarure sabit olur. Yalnız bu bey'i ile zaruret mündefi olur. Burada hiyaratı ispat için bir zaruret yoktur. Bu hiyarat, sukuta muhtemel olan şartlar kabilindendir. Bunlar, bizza­rure sabit olan beyi zımnında tahakkuk edemez.

Dal biliktiza ile istidlal, istidlâlatı sahihedendir. Yalnız İmam Züfer buna muhaliftir. [28]

 

Mefhumu Muvafakat İle Mefhumu Muhalefetin Mahiyetler! :

 

343 -: Bir lâfzın nutuk mahallinde olmaksızın kendisine delâlet ettiği şeye «delâleti mefhum» denir ki, mefhumu muvafakat ile mefhu­mu muhalefet kısımlarına ayrılır.

Mefhumu muvafakat, meskûtün anh olan şeyin mantuk olan şeye hükümde ispat ve nefiy itibariyle muvafık olmasıdır. Meselâ: «Zeyide ilminden dolayı hürmet etmeli» denilse bu söz, Zeydin gayrisine de il­minden dolayı hürmet edilmesini mefhumu muvafakat suretile ifade et­miş olur.

Mefhumu muhalefet, meskûtün anhin mantuk olan şeye hükmünde muhalif bulunmasıdır. Meselâ: «Ulemaya hürmet lâzımdır» denilse bun­dan cühelaya hürmetin ademi lüzumu münfehim olur.

343 - : Mefhumu muhalefet, muhaverelerde, muharebelerde, riva­yetlerde,   musanniflerin sözlerinde muteberdir.     Meselâ:   bir kimse bir şahsa «bana bir fıkıh kitabı al» dese o şahıs bir hadis kitabı alamaz. Fa­kat mefhumu muhalefet, şer'î hükümleri istinbat hususunda da bir de­lil teşkil eder mi, kendisile istidlal sahih midir? Bu hususta Hanefiyye ile Şafiiyye arasında ihtilâf vardır. Hanefîlere göre mefhumu muhalefet, sahih bir istidlal tariki değildir. Bir şeyi zikr ile tahsis etmek, maadası­na münafî olmaz. Isbat nefiye ve nefi isbata vaz olunmamıştır. Bunlar­dan biri diğerine delâlet etmez. Mantukun hükmünün hilâfini meskûtün anhde isbat için başka bir delil bulunmalıdır.

Şafiîlere göre ise mefhumu muhalefet de dal bilibare, dal bilişare, dal biddelâle ve dal biliktiza gibi hükme medar olan sahih istidlaller cümlesindendir. Ve illâ tahsis bizzikirde fâide bulunmaz.

344 -: Mefhumu muhalefetin sahih bir istidlal tariki olduğuna ka­il olan zatlar, bunu bu şartlar ile takyit etmektedirler. Aksi takdirde hükme medar olamaz.

(1) : Mantukun zikrinde bunun hükmünü meskûtün  anhten nefiy etmekten başka bir fâide zahir olmamalıdır. Zahir olursa mefhumu mu­halefet, bir delîl teşkil etmez.

Meselâ: Zimmîlerin mallarına tecavüz etmemelidir» denilse müslü-manların mallarına tecavüzün cevazı anlaşılamaz. Belki bununla zimmî­lerin hukukuna fazla riayetin lüzumuna işaret faidesi belirmiş olur.

(2) : Mantukun zikri âdeta, masruf, yâni:  mutad bir şeyi beyan kabilinden ibaret bulunmamalıdır. Ve  illâ mefhumu muhalefet bir delîl olamaz.

Meselâ: «Hicir ve terbiyenizde bulunan üvey kızlarınızı almayınız» denilse bununla hicir ve terbiyede bulunmayan üvey kızları almanın ce­vazı ifade edilmiş olmaz. Belki bu hicir ve terbiye kaydi mutad ahvâle mebni irad edilmiş olur. Çünkü bu kızlar, ekseri üvey babalarının nez-dinde bulunurlar.

(3) : Meskûtün anh, hüküm itibarile mantuktan evlâ veya ona mü-savî bulunmamalıdır. Aksi takdirde mefhumu muhalefet muteber olmaz. «Ebeveyninize öf demeyin» denilmesi gibi ki bu, darp ve şetmin cevazını göstermez. Çünkü meskûtün anh olan darp ve şetm, eza hükmü bakı­mından öf demekten daha ziyadedir.

(4) :  Mantukun zikri muhatapça meçhul olmasından  dolayı olma­malıdır. Ve illâ mefhumu muhalefet bir delîl olamaz. Meselâ: Hanbelî fukahasmın   fazileti  muhatapça     meçhul  olduğu  cihetle   ona hitaben: «Hanbelî fukahası fazıl zatlardır»  denilse Hanefî veya Şafiî fukahası-nın ademi faziletine telmih edilmiş olmaz.

(5) : Mantukun zikri, bir suale veya hâdiseye cevap olarak vuku-bulmuş olmamalıdır. Ve illâ mefhumu muhalefet, muteber olmaz. Bun­lar Şafiîlerce de böyledir.

Meselâ: saime kabilinden olan develerden zekât lâzım gelip gelmi-yeceğini sual eden kimseye «saime olan develerden zekât lâzım gelir- de­nilse bu söz, saime olan koyunlardan vesair hayvanlardan zekât lâzım gelmeyeceğine delâlet etmez.

345 - : Mefhumu muhalefet, şu sekiz kısma ayrılır: Mefhumu lâ­kap, mefhumu sıfat,  mefhumu şart, mefhumu gayet, mefhumu  istisna kip, mefhumu sıfat, mefhumu şart, mefhumu gayet, mefhumu istisna, mefhumu innema, mefhumu adet, mefhumu   hasr, bunlar için istılahat kısmındaki 43-53 üncü meselelere müracaat!. [29]

 

 



[1] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/3-4.

[2] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/5.

[3] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/7-8.

[4] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/11-38.

[5] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/38-39.

[6] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/39-40.

[7] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/41-43.

[8] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/44.

[9] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/44-46.

[10] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/46-47.

[11] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/47-48.

[12] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/48-52.

[13] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/52-54.

[14] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/54-56.

[15] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/56-57.

[16] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/58-59.

[17] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/60-62.

[18] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/62-67.

[19] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/67-69.

[20] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/69-74.

[21] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/74-75.

[22] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/75-76.

[23] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/76-77.

[24] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/77-78.

[25] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/79-80.

[26] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/80-85

[27] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/85-86.

[28] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/86-91.

[29] Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Yayınevi:1/91-93.