İSLAM FIKHI
VE MÜCTEHİDLERİN FARKLI GÖRÜŞLERİ
Orucun
Hikmetleri ve Faydaları:
Horozun Ötmesiyle
Sahur Belli Olur Mu?
Müctehid
İmamlar Devrinde İskat ve Devr
Orucun
Sünnetleri, Adabı Ve Mekruhları
Oruç Tutmayı
Mubah Kılan Özürler
Hanefilere
Göre Oruç Bozan Ve Yalnızca Kazayı Gerektiren Haller
Yeminde Birr
ve Hinsin Manası ve Hükümleri
Orucun Arapçası, "savm ve sıyam"dır. Her ikisi de mastardır. Her ikisinin anlamları birdir. Savm veya siyam sözlükte, bir şeyden uzaklaşmak, bir şeyden çekinmek, bir şeye karşı kendim tutmaktır. "Filan adam sözden veya konuşmadan oruç tuttu" denilir yani konuşmadan çekildi demektir. Bunun delili, Cenab-ı Allah (cc)'ın, Meryem'den hikaye ettiği şu ayetlerdir;
Ben Rahman için oruç adadım [1] "Yani konuşmamak için söz verdim."
Şer-i bir terim olarak; "oruç tutmaya ehil olan kimselerin, niyet ederek fecri sadıktan itibaren, güneşin batışına kadar orucu bozan şeylerden, yani yemek, içmek, ilaç kullanma veya cinsel ilişkilerden uzak durmaktır."
Orucun farziyeti: Kitap, Sünnet ve icma ile sabittir. İnkarı küfürdür. Kur'an'da delili, Cenab-ı Allah'ın şu ayetidir;
Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılınmıştır. Umulur ki sakınırsınız. [2]
Sünnetten delil ise Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'in şu hadisidir;
İslam dini beş şey üzerine kurulmuştur. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed (sav)'in, onun Resulü olduğuna şahadet etmek, zekat vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmaktır. [3]
Başka bir hadis ise şöyledir;
Ey nas! Büyük ve şerefli bir ay sizi gölgelendirdi. O, öyle bir aydır ki, içinde bin aydan daha hayırlı bir gece vardır. Allah onun orucunu farz, gecesinin kıyamını da nafile kıldı." Icma ise; Müslümanların Ramazan ayında oruç tutmalarının farz olduğuna ittifak etmişlerdir. Şu halde Ramazan orucu, bu ümmetten başka ümmetlere farz kılınmamıştır. Ancak ve ancak, Ramazan orucu, ümmeti Muhammedin bir özelliğidir. Orucun, Ramazan ayında tutulmasını ispatlayan ayet şudur;
O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile batıl arasını ayıran Kuran, o ayda indirilmiştir. Kim bu aya erişirse orucunu tutsun.[4]
Orucun Ramazan ayında tutulmasının farziyetini ispatlayan hadis ise şöyledir; "İslam beş şey üzerine bina olunmuştur. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed (sav)'in, onun kulu ve Resulü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak. [5] Başka bir hadiste ise, Hz. Muhammed (sav) Efendimizin bir bedeviye söylediği şu sözde bunu gösterir; "Allah Ramazan ayı orucunu farz kılmıştır. [6]
Ramazan ayının orucu İslam'ın rukunlarmdan biri olduğu için ve dinin farzlarından bir farz olduğu için, farziyetini inkar eden kafir olur. Mürted olduğu için tevbeye davet edilir. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Tevbe etmezse öldürülür. Eğer orucu Özürsüz olarak terk eden bir kimse farziyetini inkar etmezse, oruç tutmuyorum diyorsa, o fasıktır. Öyle kişinin tevkif edilmesi ve aynı zamanda yemekten ve içmekten men edilmesi kesinlikle vaciptir.
Oruç tutan bir kimse, evvela orucun bir ibadet olduğunu ve Allah tarafından farz kılındığını bilmesi lazımdır. Orucun hikmet ve faydalarını araştırmasında bir manii yoktur. Zira Allah'ın bütün hükümlerinde hikmet ve kulları içinde fayda vardır. Şu halde, bütün ibadetlerde hikmet ve fayda olduğu gibi, orucun da bir çok hikmetleri ve faydalan vardır. Bu, insanlığın terbiye ve tezhip nokta-i nazarından büyük bir ihtiyaç ve tatbikle, sayısız faydası ve menfaati vardır. Oruç, namaz gibi bedeni bir ibadet olduğu için, bedene de faydası vardır.
1) Oruç sağlığımızın sigortasıdır. Oruç tutmakla sağlığımızı si-gortalattırmış oluyoruz. Gelebilecek hastalıklara karşı vücudumuzu koruyoruz. Çünkü oruç tutmakla bir süre aç kalırız, istediğimiz zaman yiyip içemeyiz, böylece bir çeşit perhiz yapmış oluruz. Zira midemiz devamlı çalışan bir makine gibidir. Sindirim organlarımızda bu fabrikanın ana makineleridir. Oruç tutmak, çalışan bir fabrikayı belli bir süre sonra bakıma almak gibidir. Vücut fabrikamızda bir ay boyunca dinlenmeye alınır. Böylece, kalp rahatsızlıklarına sebep olan şişmanlık ve yağlanmanın önüne geçilmiş olunur. Sonunda vücut da zindeleşir, dinçleşir. Muhtemel birçok rahatsızlığın önüne geçilmiş olur. İşte orucun, bu çeşit faydalarına işaret olarak, Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, "Oruç tutun, sıhhat bulursunuz" buyurmuştur.
Şüphe yok ki, Allah Teala (cc) kayıtsız ve şartsız olarak her şeye kadirdir. Elbette onun kullarına emrettiği ve caiz gördüğü şeylerde bir.çok faydalar vardır. Biz bunları gereği gibi bilmesek de, muhakkak hikmete halı değildir. Bununla beraber, orucun din ve ahiret yaralarından başka, sağlık yönünden, sosyal ahlak bakımından bir çok yararlarını çok iyi bilmekteyiz. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyuruyor;
"Her şey için zekat vardır. Bedenin zekatı da oruçtur. Oruç sabn yansıdır." însan, oruç sayesinde hayvani duygularını azaltır. Ruhun ve Meleklik sıfatı ile vasıflanmaya girmiş olur. Oruç sayesinde, cemiyetin içtimai ve ahlaki hayatından başka bir fazilet ve aydınlık doğar.
2) Oruç tutan kimse nefsini birtakım şiddetli arzuların saldırısına karşı direnmeye alıştırır. Nefsin gayri meşru isteklere karşı direnmesini sağlayabilir. Oruç tutan kimse, bir müddet bazı şeylerden mahrum kalır. Bu mahrumiyet, yiyecek ve içecek bulamayan herhangi bir yaratığın içine düştüğü durumun benzeri değildir. Bu, irade ile benimsenmiş, yüksek bir hedefe yönelik bir mahrumiyettir. Bu bir nefis mücadelesidir. İnsan bu mahrumiyet sayesinde, yoksulların ve mahrumların hallerini tecrübe ile anlamış olur. Böylece kendisinde, acıma, şefkat ve yardımlaşma duyguları artar, insaniyet için faydalı olur.
Ramazan orucu, Hicretin ikinci yılı, Şaban ayının onunda, kıble Kabe'ye döndürüldükten bir buçuk yıl sonra, Bedir gazasında [7] farz kılınmıştır. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, dokuz yılda dokuz Ramazan orucu, biri tam olarak, diğeri noksan olarak tutmuştur. [8]
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz Hicretin on birinci yılı Pazartesi günü Rebiül Evvel ayında vefat etmiştir, islam'ın ilk yıllarında her ay üç gün oruç tutulurdu. Önceki ümmetlerde de bu aynıydı. Yani onlarda üç gün oruç tutmuşlardır. Zira Ashabın ileri gelenlerinden rivayete göre; Nuh (a.s.)'dan Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'e kadar, bütün peygamberler ve aynı zamanda, ümmetleri her ay üç gün oruç tutmuşlardır.
Dağfel bin Hanzele'nin Hz. Muhammed (sav) Efendimiz den şu şekilde bir rivayeti olmuştur; "Hıristiyanlar da her yıl bir ay oruç tutmuşlardır. Onların hükümdarları hasta olduğu zaman, eğer şifa olsaydı bu aya on gün daha ilave edeceklerini nezir etmişlerdi. Hükümdar da rahat oldu fakat ağzırîdaki bir ağrı kalmıştı, eğer buna da şifa bulsa oruçlarına yedi gün daha ilave ederek 47 gün oruç tutmaya devam ettiler. Başka bir hükümdarları geldiği zaman, orucu bahar mevsimine aldıktan sonra 50 gün olarak tamamlanmasını emretti. Bu emre göre Hıristiyanlar her yıl bahar mevsiminde 50 gün oruç tutmaya başladılar." Tevrat'ta ise açık olarak orucun farziyetine dair bir delil olmasa da, orucu ve diğer ibadeti yerine getirenler hakkında bir takım övgüler vardır. Zira, Musa (a.s.)'ın 40 gün oruç tuttuğu rivayet yoluyla sabit olmuştur. İncil de ise oruçla ilgili şu cümleler vardır, "oruç tuttuğunuz zaman ikiyüzlüler gibi surat asmayın. Zira onlar, oruç tuttuklarını diğer insanlar görsünler diye suratlarını asarlar. Doğrusu size derim! Onlar karşılıkların aldılar. Fakat sen oruç tuttuğun zaman, başına yağ sür ve yüzünü yıka, ta ki insanlara değil, gizlide olana, yani Rabbine oruçlu görünesin, yani gizlide gören baban, ayni Rabbin sana Ödeyecektir. [9] bölümünde.
Oruç kameri yıla göredir. Güneş yılına göre değil. Her ikisi arasında on bir gün fark vardır. Bu şekildeki oruç tutmak için, mü'minler arsında her mevsimde, sıcak ve soğuk, uzun ve kısa günlerde e-şitlik sağlamak için, Allah ve Peygamberi, bu orucun kameri yıla göre yerine getirilmesini emretmişlerdir. Eğer böyle olmasaydı, oruç farz olduğu zaman, Ramazan ayı yaz mevsimine denk gelmişti. Bu durum da her sene yaz mevsiminde tutulması lazımdı. O zaman her sene, kuzey yarım kürede çok sıcak ve uzun günlerde oruç tutulurken, güney yarım kürede kış mevsiminde ve en kısa günlerde bu oruç ibadeti yerine getirilirdi. Bu şekilde olsaydı, Müslümanlar arasında bölgelere göre, ibadet konusunda bir eşitsizlik olurdu. Şu halde İslam inancına göre, tüm dünya insanlarına ihbar edilen, dünyanın coğrafi, şeklini inceleyerek orucun, dokuz senede bir ayrı ayrı mevsimlerde tutulmasını ölçü bakımından en doyurucu ve güzel bir şekilde eşitliği sağlanmıştır. Benim kanaatime göre, İslam dininin bütün dünya dini olduğuna delil olarak bu yeterlidir.
İslami ölçülere göre namazın güneş saatine göre ayarlanması ve aynı zamanda da kılınması, yeryüzündeki enlem ve boylam üzerinde olan Müslüman memleketin de eza okunmasını ve aynı zamanda Cenab-ı Allah'a secde edenlerin varlığını haber verir. Güneş aynı zamanda doğmaz ve aynı zamanda batmaz. Bunun hikmeti sebebi ise, günün her zamanı, yer yüzünün ibadetsiz geçmemesidir. İslami ölçülere göre zamanın değeri ve kıymeti yoktur. Ancak zamanın içinde olan olaylar ve o anda meydana gelen hadiselerin değeri ve kıymeti vardır. Zira zamanın niteliği ve mafhumu izafidir. Onun için o anda meydana gelen ve insani olarak iyilik kapılarını açan, ancak ve ancak cereyan eden olaylardır. Zira İslam dini, Müslümanlar için hakki zamanı değil, biyolojik manada geliştiğiniz devreyi göze alır. Başka zaman bölümleri, mesela sene, ay, hafta, gün, saat, dakika, lahza, bunlar sün-i zamandır. Şu şekildeki gibi olmasaydı, Ramazan ayında farz olan ve yaz mevsimine rastlayan orucu her sene o mevsimde tutmamız gerekirdi. Nisan yada Haziran ayında sabaha karşı doğan Hz. Muhammed (sav) Efendimizin gecesini har sene aynı ay ve aynı günde kutlamamız lazım gelirdi. Fakat, islami kurallara göre, zamana değil, zaman içinde cereyan eden olaylara kıymet verme gerekir. Şu halde, bütün kıymetli gün ve geceler İslami ölçülere göre aynı hikmete bağlanır.
45 dereceden kutuplara doğru olan ülkeler, 90 dereceye kadar, gece ve gündüz aşağı yukarı olarak değişmektedir. Zira güneşin batmasından az sonra, doğduğu bölgeler varolduğu gibi, gece ve gündüzü çok uzun süren bölgelerde bulunur. Bunun için 45-90 derece arasındaki bölgelerde, namaz ve oruç gibi ibadetler, artık güneşin doğuş ve batışına göre değil, normal sayılacak ölçüde, gece ve gündüzü olan yakın bir ülkeye göre ayarlanması gerekir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, Nübüvvet ve Risalet gözüyle bakarak, 45-90 derece arasındaki bölgeleri işaret ederek, kıyamete yakın teknik alandaki ilerlemelerin ve gelişmelerin bu bölgelerde keşfedileceğini, evvela olarak haber vermiş ve mesafelerin kısalacağına, Deccalın çok kısa bir zamanda yer yüzünü dolaşabileceğine dikkatleri çekmiştir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Zaman birbirine yaklaşmadıkça, kıyamet kopmaz. Öyle hızlı ve seri olacak ki, yıl, ay gibi, ay, hafta gibi, hafta, bir gün gibi, gün bir saat gibi ve saat bir küçücük ateş parçasından ayrılan parlayıp sönmesi gibi kısalacak."
Diğer bir hadiste ise Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Ey Allah'ın Resulü yeryüzünde Deccal ne kadar kalacaktır? diye sordu. "Kırk gün." dedi. Fakat onun bir günü, bir sene, bir günü bir ay, bir günüde Cuma gibi, öteki günleri de sizin şimdiki günleriniz gibidir." dedi. "Ey Allah'ın Reslulü! O bir sene gibi olan günde, bir günün namazı bize kafi gelecek mi?" diye sordu. "Hayır, onu tabi günlere ayırarak, her normal birgünde, beş vakit namaz kılmak suretiyle hesaplayın" buyurdu.
Yani siz, normal olarak gecesi ve gündüzü olan bir ülkeye gö^ zamanı taktir yaptıktan sonra, ölçüsünü yapın ve buna göre beş vakit namazınızı kılın. Ashab yine sordu; wYa Resülallah! Çok kısa olan günlerde beş vakit namazı nasıl kucağız? "Uzun günlerde yaptığınız taktir ve ölçülere göre bir ayarlama yapınız" diye cevap verdi. İşte bu Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'in cevabı 45-90 derece arasında bulunan ülke ve bölgelere göre ibadetin nasıl yapılacağı ve zamanın nasıl ayarlanması lazım geldiğine dair ders vermektedir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, onun ilimle ve gelecek günlerde ki olacak olaylarla her şey gün be gün belli olacaktır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz bu bilgileri Levhi Mahfuzdan aldıktan sonra konuşma yapardı. Yani Cenab-ı Allah'ın emriyle hareket ederdi. Bunun i-çin pek yakında, onun ilmi gelecek günlerde meydana çıkacaktır.
Ramazan- Şerifin orucu, Şaban ayının otuz gün olarak tamamlanması veya Ramazan ayının hilali, bu günkü teknik imkanlarla rasathane hesabıyla veya teleskopla veya bunlardan başka, normal o-larak çıplak gözle görülmesiyle vacip olur. Zira kameri aylarda 29 ile 30 gün gibi bir günlük farklılıklar vardır. Bunun için daima kameri aylar kesirlidir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur.
Ayı gördüğünüzde oruç tutun ve yine ayı gördüğünüzde bayram yapın. Eğer hava bulutlu olurda ayı göremezseniz, Şaban ayını otuza tamamlayın. [10]
İbn-i Abbas şöyle rivayet etmektedir; Bedevi, Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'e gelerek şöyle dedi; "Ben hilali yani Ramazan ayını gördüm." Peygamber (sav); "Sen Allah'ın birliğine şahadet ediyor musun?" "Benimde Allah'ın Resulü olduğuma şahadet ediyor musun? Adam; evet, dedi. Rasulullah (sav) "Ey Bilal! Kalk oruç tutmalarını ilan et." [11]
îbn-i Ömer (ra) hilali görmüş ve bunu Hz. Muhammed (sav) E-fendiiniz'e haber vermiştir. Buna dayanarak hem Hz. Muhammed (sav) Efendimiz oruç tutmuş, hem de insanlara tutmalarını emretmiştir. [12]
Şafıilere göre; Ramazan, Şevval ve bunlardan başka aylarda, hilali, milletin içinden adaleti olmayan yani adaleti bilinmeyen bir kilide görse sahihtir. îster gök yüzünde bulut olsun, isterse bulut olmasın, kesinlikle fark yoktur.
Hilali gören kimsenin şartı; Müslüman, adalet sahibi, akıllı, erkek ve hür olmasıdır. Diğer şartı ise şahitlik ederim, demesi lazımdır. Şu halde, fasık kişinin, çocuğun, kölenin, delinin ve kadının görmesi ile hilal sabit olmaz. Şafıilerin dayandıkları delil ise, İbn-i Ömer'in ve îbn-i Abas'm rivayetleridir. Hilalin bir kişiyle sabit olmasının hikmeti ise, oruç için ihtiyatlı davranmaktır. Hilali gören kimsenin, adaletli olmasa da oruç tutması gerekir. Hilali gören kirnse, çocuk, kadın, yahut kadının yanında şahitliği geçerli olmayan biri yahut kafir olsa Şafıilere göre bunların hakkında oruç tutmak farz olur. Bunların şahitliğini tasdik eden veya şahitliğine güvenen kimselerinde oruç tutmaları farzdır.
Ramazan ayı otuz gün olduğu halde ay görülmese ve aynı zamanda oruca başlandığı zaman adalet sahibi bir kişinin, ayı görmesi ile olmuş ise, en sağlam görüşe göre; ne kadar gök yüzü bulutlu olsa da bayram yapılır. Zira şer-i delil bakımından, hilalin en "son müddeti otuz gündür. Ramazan-ı Şerifin 29. Gününden sonra, yani güneş battıktan sonra, bayram hilaline bakmak lazımdır. Eğer hilal görülürse bayram yapılır. Şayet görülmezse otuz güne tamamlanır.
Bir ülkede hilal görülünce, bunun hükmü yalnız bu ülkeye yakın olan ülkelere şarnil gelir. Uzak olan ülkelere şamil gelmez. Sağ-lam görüşe göre; ayın doğuş yerlerinde fark olması gerekir. Ayın do-ğuş yerlerinde olan fark yirmi dört fersahtan az olan mesafedir. Şu halde bir fersah; 5544 metredir. Bu şekilde olan mesafe, 5544 x 24= 133.956 km. eder. Kasr mesafesi 89 km. eder. Buda dört 1,urut yada 16 fersahtır.
Bir fersah =3 mil, 1 mil=4000 adım, 1 adım = 3 ayak, iki ayak = bir zira, 1 zira = 24 parmak genişliğidir. Başka bir hesaba göre, bir fersah 5544 metredir. Bu şekildeki olan mesafe takriben 134 km.dir.
Ayın görüldüğü yerdeki insanlar, uçağa binip ayın görünmediği uzak bir yere giderse yine orucuna devam eder. Bir kimse de bayram yaptıktan sonra, bayram yapmamış uzak bir yere giderse orada bulunanlara uyması gerekir. Hatta kendisi, gittiği ülkeye göre otuzu tamamlamış olsa bile, gene onlara uyar. Zira bu kimse, o ülkeye gitmekle onlar gibi olmuştur. Zira İbn-i Abbas Kubeyre'ye bu şekildeki gibi emredilmişti. Bir kimse hİîalin görülmediği bir ülkeden, hilalin görüldüğü bir ülkeye gitse, onlarla beraber bayram yapması gerekir. Zira bu kişi, hüküm bakımından onlar gibi olmuştur.
Eğer bir kimsenin kendi ülkesinde Ramazan orucu tam tutul-muşsa, tuttuğu günleri isterse 28, isterse 29 gün tutsun fark yoktur. Fakat tuttuğu günler 28 ise, sonradan bir gün kesinlikle kaza etmesi gerekir. Zira ay 28 gün olmaz.
Hilali gören kimse üç sefer Tekbir getirmelidir. Zira İbn-i Ömer (ra)'dan rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir; Hz. Muhammed (sav) Efendimiz hilali gördüğü zaman şöyle dua ederdi;
Allah'ım! Bu hilali hakkımızda bereket, iman, emniyet ve huzur vesilesi kıl. Ey Hilal ! Benim ve senin Rabbin Allah'tır. [13]
Şafîüer ayın doğuş yerlerinin değişik olmasına itibar ederken, sünnete, kıyasa ve akla dayanarak delil getirirler.
a- Sünnetten iki hadise dayanmışlardır. Birincisi, Kureyb hadisi, İkincisi İbn-i Ömer hadisidir. Kureyb hadisi şöyledir;
Ümmül Fadl, Kureyb-i, Şam da bulunan, Muaviye'ye göndermiştir. Kureyb demiştir ki; Şam'a geldim ve Ümmül Fadl'm ihtiyaçlarını giderdim. Ben Şam da iken Ramazan hilali girmişti. Cuma gecesi hilali gördüm. Sonra ayın sonunda Medine'ye geldim. Abdullah bin Abbas, hilalden bahsederek sorular sordu. "Hilali ne zaman gördünüz" dedi. "Cuma gecesi gördük" dedim. îbn-i Abbas, "sen hilali gördün mü? diye sordu. "Evet gördüm, gördüm, insanlarda hilali görerek oruç tutular, Muaviye de oruç tuttu" dedim. İbn-i Abbas, "Fakat biz hilali Cumartesi gecesi gördük." Ramazanı otuz tamamlayıncaya kadar veya hilali görünceye kadar oruç tutmaya devam edeceğiz, dedi. Kendisine, "Muaviyenin orucu ile ve hilali görmesiyle yetinmeyecek miyiz?" dedim. "Hayır, Hz. Muhammed (sav) bize böyle emretti" dedi. [14]
Netice itibariyle, bu hadis Abdullah bin Abbas (ra)'m Şam halkının hilali görmesiyle yetinmediğini ve bir belde halkının, hilali görmesinin, başka bir belde halkı için bağlayıcı olmadığını haber vermektedir.
Başka bir hadis ise, İbn-i Ömer hadisidir. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Ay yirmi dokuz gündür. Hilali görmedikçe oruç tutmayın, yine hilali görmedikçe oruç bozmayın. Eğer hava bulutlu ise, oruç için ayı, sayı ile belirleyin. [15] Bu hadiste, oruç farizasının hilale bağlı olduğunu göstermektedir. Fakat bundan kastedilen, tek tek ve kamilen bütün cemaatin görmesi değil, belki bir efradın görmesidir.
b- Şafıiler ayrıca ayı, güneşe kıyas etmişlerdir. Mesela güneşin doğuş yerlerinin farklılığıyla mukayese etmişlerdir. Güneşin doğmasının farklılığıyla nasıl namaz vakitleri farklı ise, bunun gibi, ayın doğuş yerleri farklı olduğu için, Ramazanın başlangıcı ve bitişleri de farklı olması lazımdır.
c- Akıl. Şeriata göre Ramazan ayının doğmasıyla, orucun farz olması meydana gelir. Fakat Ramazan ayının başlaması, beldelerin birbirinden uzak olmasına göre değişir. Bu nedenle beldelerin farklılığına göre de, oruca başlama günlerinin ayrı tutulması lazım ve elzemdir. İmam Şafii ile îmam Ahmed bin Hambel, Abdullah bin Ömer hadisine dayanarak, oruç hakkında bir kişinin şahadeti kabul olunur, demişlerdir. İmam Nevevi de bunu tashih etmiştir.
Fakihler bu konuda, horozun ötmesine kesinlikle itibar edilmez, demişlerdir. Zira horoz, her sahurda aynı vakitte ötmez. Diğer başka bir görüşe göre ise; Horozunun her gece aynı vakitte ötmesine birkaç sefer tecrübe olmuş İse, bu tecrübede sıhhat kazanmış ise, o zaman horoz ötmesine itibar edilir. Fakat en sahih olan görüşe göre; fecrin doğup doğmadığını araştırıp net bir kanaate varmak en uygundur.
Kameri aylar bazen 29, bazen de 30 gün olur. Yay şeklinde görülen her yeni aya, üçüncü gecesine kadar, "hilal" denildiği gibi, her ayın yirmi altıncı ve yirmi yedinci gecelerine de hilal denir. Diğer günlerdekine de sadece kamer denir. Her kameri ayın başlangıcı, ya hilali görmekle veya ondan önceki ayın günlerini otuza tamamlamakla tespit edilir.
Hilalin çoğulu, ehille dir. Hilal görüldüğü zaman, "Hilal" diye işaret etmek mekruhtur. "Hilal hilal" demek cahllliye adetidir. Hilal görülünce, Tekbir ve tehlilden sonra üç sefer şöyle denilmelidir;
Hilalin güneş batışı arkasından görülmesi geçerlidir. Bunun için hilal, seval yani Öğle vaktinden önce veya sonra görülse, bununla ne ogün oruca başlanır, nede oruçtan çıkılır. Gerçekte bu hilal, gelecek geceye ait bulunmuş olur. Bu İmam Azam ile İmam Muham-med'e göredir. İmam Ebü Yusufa göre; zevalden sonra görülen hilal, gelecek geceye ait ise de, zevalden önce görülen hilal evvelki geceye ait olur. Bunun için bu hilal ile Ramazan ve bayram gerçekleşmiş o-lur Zira bir hilal iki gecelik olmadıkça, adete göre zevalden önce görülmez. Maliki, Hambeli ve Şafıilere göre; gündüz görülen hilale itibar edilmez. Zira bu hilal mutlaka gelecek geceye aittir. Bu konuda müneccimlerin sözleri de sahih değildir. Çünkü hilal geceleyin görülmelidir.
Hava kapalı olunca, Ramazan hilalinin görüldüğüne, Müslim akil, baliğ ve adil bir kimsenin şahadeti yeterlidir. Bunun hilali görmüş olduğunu söylemesine dayanarak, oruca başlamak lazım gelir. Bu kimsenin erkek veya kadın olması önemli değildir. Adilden maksat; iyiliği kötülüğüne üstün gelen demektir. Bu şahadet, bir din işini bildirmekten ibarettir. Bunda şahadet sözü, dava, mahkeme şart değildir.
Batıda bulunan Müslümanların hilali görmesiyle, iki kişinin şahitlik görevini yüklenmeleri yahut hakimin bu konuda hüküm verdiği ile ilgili şahitlik ederlerse, yahut haber yayılırsa, o zaman doğudaki Müslümanların da oruç tutmaları lazımdır. Fakat, filan ülke halkının hilali görmüş oldukları haberi verilirse, böyle şeylerle amel edilmez. Ayın doğuş yerlerinin farklı olmasında ihtilaf bulunduğunu bilmekle beraber, güneşin doğuş yerlerinin farklı oluşunda olduğu gibi, uzak beldeler arasında bu durum olmaktadır.
Devlet Reisinin kendi yanında sabit olduğu üzere, oruç tutmayı emretme hakkı bulunduğu gibi burda ihtilaf da yoktur. Zira hakimin verdiği hüküm, ihtilafı ziru ziber eder. Endonezya, Hicaz ve Mağrib gibi, uzak ülkelerde buna ittifak edilemeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir. Hilal görüldüğü zaman, hilalin hükmü her ülkeye şamil gelmektedir. İsterse o ülke uzak olsun veya yakın olsun, fark yoktur. Aynı zamanda oruç tutmak herkese'lazım gelir. Bu meselede sefer mesafesine bakılmaz. Ayın matlağına (doğuş yerine) aynı veya farklı olmasına kesinlikle itibar edilmez. Hangi ülkeye hangi alet ile haber ulaşırsa ulaşsın bildirilen herkese oruç tutması farz olur. Fakat hilalin göründüğü, büyük bir topluluğun veya iki kişinin şahitliği ile sabit olması gerekir.
..Hambelilere §öre; ister yakm ister uzak olsun, bir beldede görüldüğü zaman, her ülkedeki olan Müslümanlara Ramazan-ı Şerifin orucu farz olur.
Netice itibariyle Cumhurun dayandığı deliller, sünnet ve kıyas-nr. Sünnetten delil şöyledir;
Ayı görünce oruç tutun. Ayı görünce oruç bozun. Eğer hava bulutlu ise, Şaban ayının günlerini otuza tamamlayın." Bu hadis, bütün Müslümanlara bir kural koyarak, büyük bir ders vermektedir. Aynı zamanda Müslümanlar arasındaki ihtilafı ortadan kaldırmaktadır ve aynı anda oruç ve bayram yaptırmak. Bu konunun üzerinde özenle durmak ve incelemek lazımdır. Şu halde Müslümanların her şeyi birdir. Bir günde oruç tutmak ve bir günde de bayram yapmak çok münasip olur.
Cumhur'un, bu konudaki kıyasta delili ise, uzak olan beldeleri, hilalin görüldüğü ülkeye yakın olan beldelere benzetmeleridir. Öyle ülkeler arasında ayırım yapmak nihayetsiz bir huzursuzluktur. Öyle şeylerin yapılması kesinlikle bir delile dayanmamaktadır. İbn-i Ömer'in hadisinde olan emir amr umumidir. Yani, bütün müslüman-lara hitaptır. Sadece bir beldenin halkına has değildir. İbn-i Ömer hadisini, bir ülke milletinin hilali görmesinin, başka bir milleti de buna uymaya delil kabul etmek, başka ülke milletinin tabi olmadığına delil kabul etmekten daha kuvvetlidir. Zira hilali bir ülke milleti görürse, bütün Müslümanlar da görmüş gibi olur. Onun için, görenlere ne gibi hüküm lazım geliyorsa, diğerlerine de aynı hüküm lazım gelir.
Burada en barışçıl v en münasip olan görüş, Malikilerle Zeydi-lerden bir cemiyetin, ileri gelenleri ile Zeydilerden Hadaviye taifesinin izah ettiği fikirdir. Kurtubi de bu fikri alimlerinden almıştır. Bu fikir şudur;
Bir ülkenin halkı hilali görünce, bütün beldenin halkına da o-ruç tutmak lazım gelir. Bu Cumhur'un görüşüdür. Müslümanlar için, çağımıza göre ihtilafları ortadan kaldırması hasebiyle takviye o-lunan en kuvvetli delildir. Zira orucun farz olması, hilalin görülmesine bağlı olduğu gibi, bütün beldeler arasında herhangi bir ayırım ve fark da bırakmıyor,[16] Zira astronomi ilmi, İslam beldeleri arasında şer-i hilalin başlangıcını birleştirmeyi kuvvetlendirmektedir. Bu bilime göre; bir İslam beldesinde, ayın doğduğu yer ile bu ülkeye en uzak bir İslam beldesinde ayın doğuş yeri arasındaki fark dokuz saatten fazla değildir. Bu nedenle bütün İslam ülkeleri, gecenin kısımlarında müşterektirler. Şu halde bir belde halkının, ayı gördüğü zaman, (telefon, telsiz veya telgraf) irtibatı kurarak birbirlerine ulaştırmaları kolay ve mümkündür. Bu nedenle, doğuda Ummandan başlayarak, en son batıdaki olan beldelere kadar Arap ülkelerinin sınırları içinde de kalan ülkelerde birbirlerine ulaştırmaları mümkündür. O zaman bütün İslam ülkelerinin aynı günde ibadet yapması ve keyfi gün olan bayramları aynı tarihlerde tebrikleri, maneviyatı kuvvetlendirir. [17]
Hanefiler, Ramazan ve Şevval ayı içinde hava eğer açık ise, büyük bir cemaatin ayı görmesini şart kılmışlardır. Şayet sisli veya bulutlu havalarda ise adil bir kişinin hilali görmesi yeterlidir. Maliküere göre Ramazan ve Şevval hilallerinin görülmesi için, iki veya daha çok kişinin hilali görmesi lazımdır. Maliküere göre, hilalin durumuna kıymet vermeyenler hakkında, adil bir kişinin hilali görmesi yeterlidir. Şafii ve Hanbelilere göre, adalet sahibi bir kişinin hilali görmesi yeterlidir. Bu kişinin durumu bilinmese de gene caizdir. Hanbelilere göre ise durumu bilinmeyen kişinin şahitliği caiz değildir. Hanbelilere göre, bayram için Şevval hilalini, şartsız olarak adil iki kişinin görmesi lazımdır. Hanefi ve Hanbelilere göre kadının şahitliği kabul edilir. Maliki ve safîlere göre kabul edilmez.
Ramazan hilalini yalnız başına görüp de hakim tarafından reddedilen kimseye, tek basma oruç tutmak farzdır. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur;
"Sizden kim o aya yetişir, yani ayı görürse oruç tutsun. [18] diye emretmektedir. Fakat yalnız başına Şevval ayını gören kimse iftar etmez. Her iki günde o adam oruç tutmazsa kaza etmek zorundadır. Bayram hilalini görünce oruç açmak şarttır. Şayet havada sis, duman gibi bir illet varsa, o zaman iki mükellef Müslüman'ın ve bir hür erkekle iki hür kadının şahitliği lazımdır. Hava açık ise bir topluluğun, Ramazan ve Şevval hilalini görmesi ve şahitlik etmesi lazımdır. Bu topluluğun miktarı, hakimin taktirine bağlıdır.
Oruç altı kısımdır.
Farz, Vacip, Sünnet, Mendup, Nafile ve Mekruh.
1- Farz Oruç: Ramazan orucunun edası da kazası da, farz olduğu gibi, zihar yani katı yemin gibi kefaret oruçları da farzdır.
2- Vacip Oruç: Nezredilen i'tikaf orucu, başlanıp bozulmuş o-lan nafile orucun kazasıdır. "Şu işim olursa şu kadar gün oruç tutacağım" diyen kimsenin oruç tutması vaciptir.
3- Sünnet Oruç: Aşure günü, kameri ayların birincisi olan, Muharremin onuncu günüdür. Muharrem ayı hicri yılın başlangıcı olması sebebiyle, Müslümanlarca çok önem verilmiştir. Aşure günü ile ilgili menkıbeler çoktur.
Buhari'nin Sahih'inde İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet edilir ki; Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'in Mekke'den Medine'ye hicretlerinde, Yahudilerin aşure gününde oruç tuttuklarını gördü ve " bu ne orucudur?" diye sordu. "Bu gün mübarek bir gündür. Allah bu günde İsrail oğullarını, düşmanlarından kurtarıp, Firavun ve avenesini denizde boğdu. Musa (a.s.) Allah'a şükrünü arz için bu günde oruç tutmuştur" dediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (sav) Efendimiz; "Biz Musa'ya uyma hususunda sizden daha yakın ve lâyığız. Çünkü hak dinin esaslarında ayrılığımız yoktur. Onunda getirdiklerine inanıyoruz" buyurdular. Ashabı ile aşure gününü oruçlu geçirdiler. Ramazan orucunun farz kılınmasından sonra, Aşure orucu tutma zorunluluğu kalkmıştır. Bu nedenle, Aşure günü orucunu, Muharremin dokuzuncu ve onuncu günlerinde tutmak efdaldir. Yalnız muharrem ayının onuncu günü tek olarak oruç tutmak mekruhtur. Yahudilere muhalefet olsun diye, Muharremin 9, 10 veya 10, 11. günleri oruç tutulur.
4- Mendup Oruç: Her ayın, 13, 14 ve 15. günleri tutulan oruç menduptur. Bu günlere "eyyam-ı biz" denilir. Zilhiccenin dokuzuncu günü ile Pazartesi ve Perşembe günleri ve Şevval ayında altı gün oruç tutmak menduptur. Davud (as)'in yaptığı gibi, daima bir gün o-ruç tutup bir gün yemek menduptur. Buna "Savmi Davud" yani Davud orucu denir. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, bu orucun Allah indinde en kıymetli oruç olduğunu haber vermiştir. Allah'ın katında en makul oruç, Davud (as)'m orucudur. Allah katında en makbul namaz, Davud'un namazıdır. Gecenin yarısında uyurdu, üçte birisini de namazla geçirirdi. Bazen gecenin altıda birinde uyurdu. Bir gün yer, bir gün oruç tutardı.
5- Nafile Oruç: Bunlardan başka, kerahat olmayan günlerde tutulan oruç nafiledir.
6- Mekruh olan oruç: Bu da ikiye ayrılır. Tenzihi olan mekruh ve tahrimi olan mekruhtur. Muharremin yalnız onuncu günü tutmak veya nevruz günü oruç tutmak tenzihen mekruhtur. Yalnız Cuma ve yalnız Cumartesi günlerinde oruç tutmak mekruhtur. Özel olarak plan yapmadan, rastgele anlarda oruç tutmak ise karehatsiz olarak caizdir. Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban bayramının dört gününde oruç tutmak tahrimen mekruhtur. Zira Allah'ın verdiği ziyafetten yüz çevirmek manasına geldiği için harama yakın mekruhtur. Ara vermeden oruç tutmak, yani akşam iftar etmeden ertesi güne kadar oruç tutmak, buna "Savmi Visal" denir, mekruh olduğu gibi, bütün sene oruç tutmak, hiç konuşmamak yani "savmi samt" tutmakta mekruhtur.
İ'tikafta olan kişinin, hayırlı ve ihtiyacı olan sözü söylemesi lazımdır. Kocasının izni olmadan, kadının nafile orucu tutması da mekruhtur. Şafıilere göre tatavvu, yani nafile oruç veya sünnet orucu tutmak sevaptır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Kim Allah için bir gün oruç tutarsa, Allah onun yüzünü yetmiş yıl ateşten uzaklaştırır. [19]
İnsanı Allah'a daha çok yaklaştırmak için, nafile orucu teşri olmuştur. Zira bütün ibadetler insanı Allah'a yaklaştırır.
"Bu hikmet dolayısıyla, kul bana yaklaşmaya devam eder, öyle ki ben onu severim. [20] Elbette Allah bir kulunu severse ve kulda i-badet sebebiyle Rabbine yakın olursa, kesinlikle Allah o kulu masiyetten uzaklaştırıp taate sevkeder. O kulun iyi şeylere şevkini ve koşmasını sağlar.
Sünnet olan oruçları kısa olarak şöyle zikredebiliriz.
1- Aşure ve dokuzuncu günlerinin orucu: Aşure Muharrem ayının onuncu günüdür. Tasia günü de Muharrem ayının dokuzuncu günüdür. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Hz. Hafza (ra) diyor ki; "Dört şeyi Hz. Muhammed (sav) hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim. Bunlar, Aşure orucu, Zilhiccenin ilk on gününün orucu, her ayın 13, 14 ve 15 indeki oruç ve sabah namazının farzından önce iki rekat namaz." [21]
Fakat arefe günü hacılara oruç tutmak mekruhtur. Eğer hacda hacıların güçleri yerinde olup, hac nusuklerini aksatmadan yerine getirebilirlerse o zaman kesinlikle mekruh değildir. Terviye yani Zilhiccenin sekizinci günü hacılar için keraheti gene bu sebep içindir.
Rasulullah (sav) buyurdu: Arefe günü oruç tutmak geçmiş ve gelecek senenin günahlarını örter. Aşure günü orucu ise, geçmiş senenin günahlarım örter. [22] Aşure günündeki orucu ile Allah, önceki senenin günahlarını örter.
"Eğer gelecek seneye kalırsam (Muharrem ayının) dokuzuncu günü muhakkak oruç tutacağım" demiştir peygamberimiz. Fakat Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, o güne yetişmeden vefat etmiştir.
Tasia günü ile Aşure gününde oruç tutmanın nedeni, ayın tespitinde yanlışlık olma ihtimalidir. İhtiyat olarak bu günde oruç tutmak daha iyi olur. Ayrıca bunda Yahudilere muhalefet etmek de söz konusudur. Zira Yahudiler yalnız ve yalnız Muharremin onuncu günü oruç tutuyorlardı. Eğer onuncu günle beraber dokuzuncu günde oruç tutulmamışsa, on birinci gün oruç tutmak müstehaptır. Haram aylar dörttür. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır.
Bu ayların, her Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri oruç tutmak müstehaptır.
2. Arefe gününün orucu, bu zilhicce ayının dokuzuncu gününde tutulan oruçtur. Bu oruç hacda olmayan kimseler için sünnettir. Arefe günü tutulan oruç hakkında Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Arefe günü tutulan oruçla, Allah önceki senenin günahlarını ve gelecek günahlarını örter. [23] Arefe günü günlerin en faziletlisidir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Hiçbir gün yoktur ki, Allah Arefe gününden daha fazla o günde kullarını ateşten azad etsin. [24] Hacda olan kimsenin, Arefe günü oruç tutması sünnet değildir. Onun için sünnet olan, Peygambere uyarak o günü oruçsuz geçirmesidir.
3. Pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak müstehaptır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, zamanın çoğunlukla bu iki günüde oruçsuz bırakmazdı. Bunun delili ise şu hadisi şeriftir;
Hz. Peygamber (sav) Pazartesi ve Perşembe orucunu taharri ederdi yani arardı. [25]
Başka bir hadis ise şöyledir;
Ameller Pazartesi ve Perşembe günleri Allah'a arz edilir. Bunun için, Amellerin oruçlu olduğum zaman arz edilmesini severim. [26]
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'e Pazartesi gününün hakkında soruldu; "Pazartesi benim üzerime Kur'an-ı Kerim inmiştir ve o günde ben doğmuşum dedi. [27]
Her ayın 13, 14 ve 15. Günlerinde oruç tutmak, diğer günlerde tutmaktan daha efdaldir. Bu üç günlere beyaz günler denir. Zira bu üç gün, ayın ışığıyla daha beyaz olur.
Üç gün oruç tutmak ve birde Ramazan orucunu tutmak, bütün sene oruç tutmak gibidir. [28]
Başka bir hadiste ise şöyle rivayet olunmuştur;
Ey Ebü Zerin üç gününde oruç tutmak istediğinde, 13, 14 ve 15. Günlerinde tut. [29]
Zerra diyor ki; Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, her ayın 13, 14 ve 15. günleri herhangi bir kimse oruç tutarsa bir senenin orucuna denktir.[30] Bunun denk olduğunu Allah Kur'an da açıklamıştır ki bir iyilik on sevaba denktir, bir gün on güne denktir."
Ebu Hurey-re şöyle demiştir;
Dostum Hz. Muhammed (sav) Efendimiz bana üç şey tavsiye etti. Bunlar; Her ayda üç gün oruç tutmak, iki rekat kuşluk namazı kılmak, vitir namazını kılıp uyumak."
Fakat Zilhiccenin on üçüncü günü bundan istisna edilmiştir. Zira o gün teşrik günlerindendir.
4- Şevval ayında altı gün peş peşe oruç tutmak sünnettir ve .bu, sünnetin en iyisidir. Fakat bu günleri ayrı ayrı tutmak, sünneti yerine getirmek için yeterlidir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
"Kim Ramazan orucunu tutar, sonra Şevvalden altı gün daha oruç, onun ardından ilave ederse, bu bütün sene oruç tutmak gibidir.[31] Başka bir hadis ise şöyledir;
Cim Ramazan orucunu tutar, bayramdan sonra Şevval ayında altı gün oruç tutarsa, sevap bakımından bir senenin orucu gibidir. Kim bir iyilikle gelirse ona on misli vardır." [32]
Bu Şevval ayındaki olan sünnet oruç, Şaiîilere ve Hambelilere göredir. Fakat Hanefi ve Malikilere göre mekruhtur. Eğer nafile orucu tutan kimse, orucunu bozarsa, kendisine kaza etmesi lazım gelmez. Ancak böyle yapmak mekruhtur. Zira Hz. Muhammed (sav) E-fendimiz şöyle buyurmuştur;
Nafile orucu tutan kimse nefsinin emridir. İsterse oruca devam edebilir, isterse bozabilir." [33]
Fakat farz olan orucun, kazası veya edasını başladıktan sonra bozmak kesinlikle haramdır. Zira bir farza başlanırsa o farzın tamamlanması vacip olur.
Başka bir rivayete göre şöyledir;
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz suyu biraz içtikten sonra, Ümmü Hanife'ye verdi, Ümmü Hanife, ben oruçluyum, fakat artığını içmemekten ikrah ediyorum. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle dedi; "eğer bu oruç Ramazan orucu ise kaza edersin, eğer sünnet orucu ise istersen kaza et, istersen kaza etme. [34]
Sünnetin bozulması hangi sünnet olursa olsun fark etmez. Zira fazilet bakımından, bazıları bazılarından daha faziletlidir. Mesela haram aylarda oruç tutmak gibi.
Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Kim Recep ayından bir gün oruç tutarsa bir sene oruç tutmuş gibidir. Kim o ayda yedigün oruç tutarsa cehennem kapıları kapanır. Kim sekiz gün oruç tutarsa sekiz cennet kapısı açılır. Kim onbeş gün oruç tutarsa gökten bir minadi "senin geçmiş (günahların) bağışlandı" diye bağırır. [35]
Başka bir hadis ise şöyledir:
Recep Allah'ın ayıdır. Şaban benim ayımdır. Ramazan ise ümmetimin ayıdır."
Hanefilere göre, sünnet olan orucun bozulması durumunda kaza edilmesi gerekir. Konuyu özetleyelim. Sünnet, Müstehap ve Mendup olan oruçlardan daha çok talep edilmesi tavsiye edilenleri şunlardır; Şaban ayının çoğunu oruçlu geçirmek, Recep ayında oruç tutmak, Zilhiccenin ilk dokuz gününde oruç tutmak, her ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutmak. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz ne hazarda nede seferde bu orucu terk etmemiştir.
Muharrem ayının dokuzuncu veya onuncu ve on birinci günleri oruç tutmak, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak yani bir gün tutmak ve bir günde yemektir." [36]
Mekruh Ve Haram Olan Oruç:
İnsan Allah'ın kulu olduğu için, Allah Teala istediği şekilde onu ibadette mükellef kılmıştır. Bu nedenle insanın Allah'a itiraz etmesi diye bir şey söz konusu olamaz.
Zira Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmuştur.
İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Mağfiretini dileriz, nihayet dönüş sanadır. [37]
Mekruh olan orucun terk edilmesinde sevap, tutulmasında da ne sevap ne de ceza vardır.
1- Bütün sene oruç tutmak; Bütün sene oruç tutan kimsenin, bu oruç tutmasından zarar görürse, ya da başkalarının hakkının kaybolmasına sebep olursa mekruhuhtur. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, Selman ile Ebu Derdayı kardeş yaptı. Selman bir gün E-bu Derdanın ziyaretine giderken, Ümmü Derdayı yırtık pırtık elbiseler içinde gördü ve şöyle dedi; "Ne için bu elbiseleri giyiyorsun?" Kardeşin Ebu Derda dünya ziynetlerine ihtiyacı yoktur diyerek benimle ilgilenmiyor." Dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav); "Ey Ebu Derda! Senin üzerinde Rabbimin hakkı vardır. Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Bunun için her hak sahibine hakkını ver." Ebu Derda, Selmanın sözlerini Hz Peygambere söylerken, Hz Peygamber "doğru söylemiş" buyurdu. [38]
Fakat bütün sene oruç tutan kimsenin, ne kendisine, nede başkasına zararı dokunmazsa, yani başkalarının hakkında tecavüz etmezse o zaman bütün seneyi oruçlu geçirebilir. Öyle kimsenin hakkında iki bayram ve üç eyyamı teşrik hariç bütün seneyi oruçlu geçirmesi mekruh değildir, aynı zamanda müstehaptır. Zira oruç, ibadetlerin en faziletlilerinden biridir.
Oruç tutmanın haram olduğu günler şunlardır;
Şekk gününde, yani Şaban ayının otuzuncu gününde oruç tutmak haramdır.
Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Sıla bin Münzer şöyle rivayet etmiştir; "Şekk edilen günde Ammar'ın yanında bulunuyorduk. Pişmiş bir koyun getirildi. Cemaatten bazıları sofradan geri çekildiler. Ammar şöyle dedi; "kim bu günü oruçlu geçirirse Ebu Kasım'a asi gelmiş olur. [39]
Şaban ayının ikinci yarısında oruç tutmak haramdır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
2- Şaban'ın yarısı olunca nafile olarak oruç tutmayın" [40] Şaban ayının İkinci yarısı olduğu zaman Ramazan ayma kadar oruç yoktur. Fakat oruçlu olan kimsenin, özellik olarak değil de, bu günler onun adetine rast gelirse, Şekk gününde ve Şabanın ikinci yarısında oruç tutmak caizdir ve haram değildir. Şabanın yarısı demek, on altısında başlamasıdır.
Mesela bir kimse bütün seneyi oruçla geçiriyorsa, onun orucu da bu günlere rast geliyorsa, bu günlerde oruç tutması kesinlikle haram değildir ve orucu da caizdir.
3- Ramazan ayından bir gün veya iki gün önce oruç tutmak haramdır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Bir gün veya iki gün önceden oruç tutmak suretiyle Ramazanın önüne kesinlikle geçmeyin. Ancak bir kimsenin adet edindiği bir orucu tutması müstesnadır. Bu şekilde kimsenin adet edindiği olursa orucunu gitsin tutsun.[41]
4- Ramazan ve Kurban Bayramı günlerinde oruç tutmak haramdır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Rasulullah (sav) iki günde oruç tutmaktan menetti. Kurban bayramı ve fıtır bayramı.[42] Buhari ve İmam Ahmet de şöyle rivayet etmektedir; "her iki günde herhangi bir oruç yoktur." Müslim de şöyle rivayet etmektedir;"her iki günde orucun tutulması sahih değildir.[43] Bu her iki günde hangi oruç olursa olsun, ister kaza olsun, ister keffaret olsun, isterse nezir olsun, kesinlikle bu iki günde oruç tutmak haramdır. Şayet her güne mahsus olarak, herhangi bir kimse orucunu nezr etse, nezri kabul olmaz, tutması da haramdır. [44]
5- Teşrik günlerinde oruç tutmak haramdır. Teşrik günleri kurban bayramından sonra üçgündür. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Kaİ bin Malik şu hadisi rivayet etmiştir; Hz. Muhammed (sav) Efendimiz teşrik günlerinde, benimle beraber, Evs Bin Hadesanı göndererek, şöyle ilan etmemizi emretti;
"Muhakkak ki cennete mü'min olandan başkası giremez. Mina da geçirilen teşrik günleri, yemek ve içmek günleridir." [45]
Sa'd b. Vakkas şöyle rivayet etmektedir; Hz. Muhammed (sav) "Efendimiz, teşrik günlerinde yememizi ve içmemizi emretmiştir. Bu günlerde oruç tutmamızı men etmiştir.[46] Tek olarak Cuma günü oruç tutmak mekruhtur. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Ahmet şöyle rivayet etmektedir;
Cuma günü bayram günüdür. Bayram gününüzü oruçlu olarak geçirmeyin." Eğer bir gün cumadan önce veya Cuma dan sonra oruçlu olunursa, o zaman onunla beraber Cumayı tutmak caiz olur.
Cuma Müslümanların haftalık toplantı günüdür. Ogün kaynaşma ve birbirine kıymet verme günüdür. Her aydan üç gün oruç tutan kimsenin orucu Cuma gününe rastlarsa veya nezir edenin orucu Cuma gününe tesadüf ederse, o zaman Cuma günü oruç tutması kesinlikle kerahetten çıkmaktır. Tek olarak Cumartesi günü oruç tutmak mekruhtur. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Cumartesi günü oruç tutmayın. Meğerki size farz olan oruç o güne rastlarsa, o taktirde tutabilirsiniz. Cumartesi günü bir ağaç kabuğundan veya bir üzüm filizinden başka bir şey bulamayacak olursanız onları çiğneyip yiyin.[47]
Tek olarak Pazar günü oruç tutmak da mekruhtur. Zira Tirmi-zi, Hz. Aişe 'den şöyle rivayet etmektedir.
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, bir aydan, Cumartesi, Pazar ve pazartesi günlerinde oruç tutardı. Diğer ayarda, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri peş peşe oruç tutardı." Şu halde yalnız, yani tek olarak, Cumartesi ve Pazar günlerinde Hz. Muhammed (sav) E-fendimiz oruç tutmamıştır. Özet olarak farz ve vacip oruçların dışında, hafta içinde sadece Cuma veya Cumartesi günleri oruç tutmak mekruhtur. Bu meseleye esas teşkil eden hadisler şöyledir; Cuma günü bir bayram günüdür. Bayram gününüzü oruç günü yapmayın." [48]
Cumartesi ve pazar günleri müşriklerin bayram günleridir. "Ben onlara muhalefet etmek isterim" Ancak bu günlerde oruç tutmanın, yani sadece Cuma ve Cumartesi günleri oruçlu bulunmanın mekruhluk derecesi tenzihidir. Fakat bu günlerde oruç tutmak için, bir gün öncesini veya bir gün sonrasını oruçlu geçirmek, mekruhluk cihetini ortadan kaldırmış olur. Cuma günü oruçlu bulunmak isteyen kimse, ya Perşembe gününden itibaren oruç tutar veya Cuma ile birlikte Cumartesi gününü de oruçlu geçirmesi gerekir. Mehrican günü oruç tutmak mekruhtur. Farsça bir kelimedir. Arapların kullanmasıyla muarrab olmuştur. Sonbahar mevsiminin birinci ayının 16 sına yanı 16. gününe verilen bir addır. Rivayet olunmuştur ki; Tanınmış olan Feridun Şah, bu gün yani 16. gününe rastlayan günde Dahakka'ya karşı zafer kazanmıştır. Bunun için 16. günden önce veya sonra, onunla beraber oruç tutan kimsenin hakkında mekruh değildir. Birde oruç tutmayı adet ettiği günler bu güne rastlayacak olursa gene mekruh değildir. Zira maksadı, o güne bir başkalık sunmaya yönelik olmamıştır.
Nevruz günü oruç tutmak mekruhtur. Nevruz güneşinin, koç burcuna girdiği gündür. 21 Marta rastlayan ve ilk baharın başlangıcı sayılan güne nevruz günü denir. Bu günler, Rafızîlerle Mecusilerin kutsal günleridir. Bunun için dinimiz nevruz gününde oruç tutmayı müsaade etmemiştir ve aynı zamanda mekruh sayılmıştır. Fakat kişinin adet edindiği günler bu güne tesadüf ederse veya bu günden bir gün önce başlasa, iki veya üç gün oruç tutmak mekruh değildir. Savm-i samt tutmak mekruhtur. Orucun daha fazla sevap ve faziletine vasıl olmak için, hiç kimseyle konuşmamak şartıyla niyet getirmek kesinlikle mekruhtur. Zira öyle bir oruç sünnete aykırıdır.
Kadın kocasından izin almadan nafile oruç tutarsa, kocası onun orucunu bozdurabilir. Kadına da, o orucun kazasını yapmak lazım gelmez. Fakihlerin çoğu bu konuda görüş birliği içindedirler. Fakat kadının hac veya umre yaparken, bu sırada kocasından izin almadan nafile oruç tutmasında kesinlikle bir kerahet yoktur. Bunun gibi, kadının kocası hasta olursa veya oruçlu olursa, o zaman kadının kocasından izin almadan nafile oruç tutmasında kesinlikle kerahet yoktur. Nafile orucu tutmak için adamın anası, anaannesi, kız kardeşi, kızı ve yakın olan başka akrabalarından olan kadınlar, izin almadan oruç tutabilirler.
Eğer nafile oruç işçiyi zayıf düşürüyor, çalışmasını engelliyorsa, o zaman işverenin izni olmadan oruç tutması mekruh olur. Zira aldığı ücret karşılığında zahmet görmek gerekir. Fakat aldığı ücret karşılığında, işçinin çalışmasına oruç engel olmuyorsa, o zaman işverenden izin almak gerekmez. [49]
Sefere giderken oruca niyet getirdikten sonra kendi ülkesine veya başka bir ülkeye girdikten sonra, ikamete yani durmaya niyet getirirse, o zaman tutmuş olduğu orucu bozması mekruhtur. [50]
Nafile orucun, bir kimsenin bedeni kuvvetini düşüreceği biliniyorsa, o zaman o kişinin nafile oruç tutması mekruhtur. Bunun aksi ise ötekinin aksi daha efdaldir. Fakat yoldaşının ekserisi oruç tutmuyorsa, o zaman onlara uyması daha iyi olur. Bu konu öyle kimselerin yiyeceklerini ortaklaşa kullanmaktadırlar.
Bir kimsenin üzerinde Ramazan orucu kazası varsa, bunu derhal kaza etmesi lazımdır. Fakat herhangi bir sebeple kaza orucunu tutmamış olan kimse nafile oruç tutabilir. Bu orucu tutmasında kerahat yoktur.
Niyetin yeri kalptir. Şu halde oruca sadece kalpten niyet getirmek yeterlidir. Fakat dil ile de niyet etmek sünnettir. Bir görüşe göre de müstehaptır. Niyet kalpten olmadıktan sonra, dil ile söylemek yeterli değildir. Şu halde Malikilerden başka, Cumhura göre niyeti dil ile söylemek sünnettir. Malikilere göre ise niyeti dil ile telaffuz etmek mekruhtur. Fakihler, orucun bütün çeşitlerinde, niyet istendiği konusunda ittifak etmişlerdir. Oruç, ister farz olsun, isterse nafile olsun, farkı yoktur. Hanefilere, Hanbeliler ve Malikiler; oruca niyeti şart olarak kabul etmişlerdir. Şart, bir şeyin hakikat ve mahiyetinden hariç olan bir şeydir. Şu halde, oruç bir ibadettir. İbadet ise niyetsiz olmaz. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Ameller niyetlere göredir." [51]
Başka bir hadiste ise şöyle Duyuruluyor;
Sabah vaktinden önce oruca kastetmeyen kimsenin orucu yoktur. [52] Kendi isteği ve ihlasıyla niyet olmadan oruç sahih olmaz. Bu nedenle ibadetleri, adetten ayırt etmek için, oruca niyet etmeden eda etmek gerçersiz olur. Şafıilere göre niyet orucun rüknüdür. Zira orucun rüknü ikidir;
1- Oruca niyet etmek.
2- Fecirden güneş batmcaya kadar, orucu bozan şeylerden kaçınmaktır.
Oruca geceden niyetlenmenin şart olduğu huşun da fakihlerin ittifakı vardır.
1- Fecir doğmadan önce, "yarın oruç tutmaya niyet ettim" demek şarttır. Eğer fecirden sonra niyet edilirse, hem niyet hern de oruç batıl olur. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Fecirden önce niyet etmeyen kimsenin orucu yoktur.[53] Bir kişi niyet getirmezse, sadece sahur yemeğine kalkarsa, o kişi niyet etmiş sayılmaz. Ancak, Ramazan orucunu tutmak için yemek yediğini hatırlarsa, niyet etmiş sayılır.
2- Tayin etmek: Niyet getirirken, hangi orucu tutmak istiyorsa onu belirlemek gerekir. Yani Ramazan orucu mu, nezir mi, vesaire gibi beyan etmesi lazımdır. Ramazan orucu için niyetin en güzeli şöyledir;
Allah için bu senenin, Ramazan ayının farz olan orucunu eda etmek için, yarın oruç tutmaya niyet ettim".
3- Her gece fecirden önce, gelecek günün orucuna niyet etmek lazım gelir. Bütün Ramazan ayı için bir defa niyet etmek caiz değildir. Zira Ramazan orucu tek olarak bir ibadet değildir. Ramazanın her günü bir ibadettir. Onun için niyetin tekrarlanması lazımdır. Çünkü her ibadet için ayrı ayrı niyet gerekir. Nafile oruçta ise, orucu tayin etmek veya geceden niyet etmek şart değildir. Zevalden evvel, şartsız olarak, oruç tutmaya niyet etmek kafi gelir. Zira Hz. Aişe (ra)'dan şu hadis rivayet edilmiştir.
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, Hz. Aişeye, "yanınızda yiyecek var mı?" diye sordu. Hz. Aişe "Hayır" deyince, Hz. Muhammed (sav) Efendimiz "o halde ben bu gün oruçluyum" dedi. [54]
Bir kişi gündüz vaktinde niyet getirip getirmediğinden şüphe ederse, Ramazan dan sonra şüpheye düştüğü günleri kaza etmesi gerekir. Fakat güneş battıktan sonra şüpheye düşerse kesinlikle bir şey lazım gelmez. Niyetten sonra fecirden evvel yemek, içmek, cinsi ilişkide bulunmak niyete zarar vermez. Şabanın otuzuncu gecesinde, "Yarın Ramazan olursa oruç tutmaya niyet ettim" şeklinde bir niyet caiz değildir. Zira henüz Şaban ayının içindeyiz ve Ramazan ayı girmemiştir. Ramazanın otuzuncu gecesinde, bir kimse, "eğer yarın Ramazan olursa oruç tutacağım" şeklinde bir niyet yaparsa, bu niyet caizdir. Özürlü olan bir kadın, özürlü olduğu halde niyet getirirse, sonra da gece vaktinde kanı kesilirse, getirmiş olduğu niyeti yeterlidir ve aynı zamanda orucu sahihtir.
Ramazan orucunun vacip olması için şu şartların bulunması lazımdır.
1- Müslüman olmak. Oruç kafire vacip değildir. Aynı zamanda kafire, dünyada oruç tutmaya zorlanamaz. Zira kafir olan kimse îs-lam dinine girmedikçe, üzerine oruç tutmak farz değildir. Ancak Ahi-rette oruç tutmadığı için cezaya çarptırılır. Bunun gibi, İslam'ın diğer farzlarını da terk ettiğinden ceza görür.
2- Mükellef olmak. Eğer erginlik çağma gelmemiş veya akli dengesi bozuk ise öyle kimseden sorumluluk düşer. Zira herhangi bir kimsede bu şartlar olmazsa, dini görevlerinin tümü üzerinden sakıt olur. Zira şart, meşruata bağlıdır. Şart olmadığı için meşrut da olmaz. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Üç kimseden kalem kaldırmıştır. Uyanıncaya kadar uykuda o~ lan kimseden, buluğa erene kadar çocuktan, aklı başına gelinceye kadar deliden." [55]
3- Oruca mani olan veya oruç tutmayı mubah kılan, herhangi bir özrün bulunmaması. Oruca mani olan özürler şunlardır;
i- Günün herhangi bir saatinde lohusa veya hayız olmak.
ii- Delilik veya baygınlık gibi bir durumun akşama kadar devam etmesi. Şu halde günün herhangi bir saatinde, bir kimsenin aklı başına gelirse veya ayılırsa, özürlü sayılmadığı için, günün geri kalan kısmını yiyip içmeden geçirmesi lazımdır.
Oruç tutmayı mubah kılan özürler şunlardır;
i- Sahibini zarara sokan veya çok şiddetli bir elem veya gevşekliğe yol açan hastalıklar. Eğer hastalık bir kişinin ölümüne yol açacak kadar ağırsa, o zaman orucu bozması farz olur. Bunun gibi, hastalığın uzamasından veya artacağından endişe eden kimse oruç tutmayabilir. Bu endişe tecrübeli veya mahir ve inançlı bir doktorun gözüne dayanmalıdır.
ii- Gebe veya emzikli olan bir kadın, kendine veya çocuğuna zarar gelecek diye endişe ederse, o zaman oruç tutmayıp, başka zaman kaza etmek şartıyla bırakabilir. Eğer sadece çocuk için endişe ederse, oruç tutmayan kadının kazasıyla beraber orucun fidyesini vermesi de gerekir.
iii- 89 km. den az olmamak şartıyla sefere çıkan kimse için oruç tutmak mubahtır. Fakat seferin mubah bir şey için olması gerekir. Aynı zamanda seferin bütün gün devam etmesi şarttır. Şayet mukim olduğu veya oruçlu olarak sabahladığı yerden, günün ortasında yolculuğa çıkmaya niyet ederse, o zaman orucunu bozması caiz değildir. Zira Alla (cc) şöyle buyurmuştur;
"Hasta olan veya seferde bulunan kimse, tutmadığı günler sayışınca diğer günlerde orucunu tutsun. [56]
Şu halde misafir, Ramazan dan sonra mukim olur veya Ramazanda hasta, sonra rahat olursa, oruçlarını kaza ederler.
d-Yaşlılıktan veya şifası mümkün bulunmayan bir hastalıktan dolayı oruç tutmaya kuvveti yetmeyen kimseye, oruç tutmak farz değildir. Zira oruç, ancak ve ancak, oruç tutmaya iktidarı olan kimseye farz olur. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur;
(İhtiyarlık ya da şifa ümidi kalmamış hastalıktan dolayı) oruca güç dayananların fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lazımdır." [57]
Fazla yaşlılık veya iyileşme ümidi olmayan bir hastalıktan dolayı oruca dayanamayanlar için ise, bir fakiri doyuracak kadar fidye gerekir. Burada ekserisi, yaşlı erkekler ve kadınlardır. Zira onların oruç tutmaya iktidarı yoktur. Bunun için her gün bir fakiri doyurmaları lazım gelir. Oruç tutmayan misafir veya hasta olan kimse, özürleri gittikten sonra akşama kadar oruçlu olan kimse gibi durmak sünnettir. Bir kimsenin kaza orucu veya nezir orucu olur da tutmaya fırsat bulamadan vefat eder, veya hastalığı devam ederek vefat etse, kendisine ne fidye düşer, nede Allah katında mesuliyete gelir. Şu halde eda edebilecek bir fırsatı varsa, eda etmeden ölse ve aynı zamanda vasiyeti de olmasa, bıraktığı malından, halkın yedikleri yiyecek cinsinden, her gün bir mud, yani bir avuç çıkarılacak veya bağlı bir akrabası veya izin almış olan yabancı bir kimse onun yerine oruç tutabilir. Aişe (ra) rivayet ediyor. Hz. Muhamrned (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Zimmetinde oruç bulunduğu halde vefat eden kimsenin velisi, onun yerine oruç tutar." [58]
Bir gün bir kadın Hz. Muhammed (sav) Efendimize gelerek; "Ya Resulullah! Anamın zimmetinde adaklı oruç vardı. O vaziyette vefat etti. Ben onun yerine oruç tutabilir miyim?" diye sordu. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz buyurdu ki; "Annenin yerine oruç tut." [59]
Bir denize veya başka bir suya düşen, masum bir canlıyı kurtarmak için, orucunu bozan kimseye, güne gün kaza etmesi icap eder. Herhangi bir kimse, ikinci Ramazan gelinceye kadar kaza orucunu teşıir etse, Ramazandan sonra kaza etmesi farz olduğu gibi, geriye bıraktığından dolayı her gün için birer müd vermek mecburiyetindedir. Mesela kazaya kalmış bir günlük orucun 10 sene sonra kaza edileceğini yapabilse, kaza sahibi bir gün oruç tutar ve on gün müddetince fidye ödemek mecburiyetindedir. Ramazan-ı Şerifte oruçlu olduğu halde, cinsel ilişkide bulunmak suretiyle, o günü kaza etmekle beraber, ayrıca kefaret de lazım gelir. Kefaret ise şudur; eğer durumu müsait ise, bir köle azad etmek gerekir. Buna gücü yetmezse altmış gün ara vermeden yani peş peşe oruç tutmak gerekir. Şu halde bir kimse 59 gün tuttuktan sonra, altmışıncı günü tutmazsa, yeniden altmış gün tekrar oruç tutması gerekir. Hasta veya yaşlı olduğu için altmış gün tutmaya gücü olmazsa, o zaman altmış fakire yemek vermek mecburiyetindedir. Zira Ebu Hüreyre (ra) den şu şekilde rivayet olunmuştur;
Bir adam Hz. Muhammed (sav) Efendimize gelerek; "Mahvoldum" dedi. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, "Seni mahveden şey nedir?" buyurdu. Adam, "Ramazanda eşimle ilişkide bulundum" dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurdu; "Köle azad edecek kadar mal bulabilir misin? Adam "hayır" dedi. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz; "Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?" Adanı; "hayır" dedi. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz; "Altmış fakiri doyuracak kadar mal bulabilir misin?" buyurdu. Adam yine hayır, dedi. Bu sırada, Allah'ın elçisine bir zembil (on beş salık bir ölçek) içinde hurma getirildi. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz bunları o a-dama vererek yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam "bizden daha muhtaç olan mı vardır" deyince, Hz. Muhammed (sav) Efendimiz dişleri görününceye kadar gülümsedi ve şöyle dedi; "Git bunları ailene yedir"
Yukarıdaki hadise göre orucun kefareti üçtür. Köle azad etmek, oruç tutmak, fakirlere yedirmek.
Sıra cihetinde zıhar kefareti ile yanlışlıkla adam öldürmenin kefaretine benzer. Bir kimse köle azad edecek imkanı bulamazsa, peş peşe iki ay oruç tutması lazımdır. Şayet iki ay oruç tutmaktan a-ciz olursa, o zaman altmış fakiri doyuracaktır. Kefaret orucu, hayız, nifas, araya bayramın girmesi gibi özürlerle kesilirse yeni baştan tutulması gerekmez. Kaldığı yerden devam eder. Ramazanın dışında başka bir zaman da, nezir olsun, kaza olsun, herhangi bir oruç olursa olsun, cinsi ilişkide bulunan ve Ramazan ayında oruçlu olduğu halde, istimna eden kimseye veya Ramazanda kendisiyle cinsi ilişkide bulunan kadına kefaret lazım olmaz.
Namaz hakkında Cumhurun ittifakıyla, namaz için ne fidye vardır, nede başkası onun yerine kaza edebilir. Zira bunun hakkında kesinlikle bir delil veya kaynak varid olmamıştır. Fakat bazı ilim adamları, namazı da oruca benzeterek, her bir namaz için fidye verilmesini veya ölünün yakınlarından, kaza namazı olmayan bir kimsenin, ölünün zimmetindeki namazları kaza etmesini faydalı bulmazlardır.
Sözlükte; düşürme, silme, yok etme, hükümsüz bırakma gibi manalara gelir. Terim olarak; kazaya kalmış namaz ve oruçların, fidye vermek suretiyle , Ölenin zimmetinden düşürmek temennisinde bulunmaktır.
Bilindiği gibi insanın üzerinde olan haklar ikiye ayrılır.
1- Allah (cc)'nün hakları,
2- Kul haklan.
Birincisi, namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetlerdir. İkincisi, kullara karşı mali yönden borçlu kalınan veya zimmete geçirilen yada gasp edilen çeşitli eşya, nakit ve benzeri şeylerdir. Ölüm olayı ile birinci haklar kendiliğinden düşer. Yani ölen ile Allah (cc) arasında kalan bir husustur. Dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Ancak ölen kimse bunların verilmesini vasiyet etmiş ve vasiyette bıraktığı mal ve paranın üçte birini aşmıyorsa, o taktirde varisler, tekfin, teçhiz işlerinde ve kullara karşı borçlarını ödedikten sonra, bu kabil vasiyetlerini yerine getirirler. Bu bir haktır ki varis tarafından ödenmesi vacip olur. Çünkü vasiyet yapılmıştır. Bu vasiyette terekenin üçte birine tekabül etmektedir. Varisler sözü edilen vasiyeti yerine getirmedikleri taktirde, borçlu kalırlar ve aynı zamanda suçlu ve günahkar olurlar. Öldükleri zaman, bırakacakları maldan, bu borçlan çıkarılıp ödenir. Ölen kimse, kendisiyle Allah (cc) arasındaki hakların fidyesinin verilmesini vasiyet etmişse, ölüm olayı ile bunlar kendiliğinden düşmüş olur. Varislerin fidye ve kefaret dağıtmasına gerek kalmaz. İkinci haklara gelince, bunlar vasiyet edilsin veya edilmesin, bilinip tespit edildiği taktirde, her halükârda varisler, murisin bıraktığı mal ve paradan onları ödemek zorundadırlar. Aksi halde hakime baş vurulur. Aynı zamanda hakim terekeye el koyar.
Namazın ıskatını oruca kıyas ederek aynı kategoriye sokmuşlardır. Orucun ıskatı ise ölen için değil, oruç tutamayacak kadar hasta yada yaşlı olanlar hakkında ayetle tespit olan bir hükümdür. Ölenin tutmayıp kazaya bıraktığı oruçların, fidye- kefaretinin ödenmesini buna kıyasla meşru saymışlardır. Meseleyi hadis yolu ile ve hadis ilmi yönünden inceleyecek olursak, ilim adamları, ölen kimsenin üzerinde kazaya kalan namazın varisleri veya velisi yada başkası tarafından kılınması meşru saymamışlardır. Bu hususta icma vardır. Bunun gibi, hayatta iken oruç tutmayan kimsenin yerine, başkaları oruç tutamaz. Burada da icma vardır. Fakat üzerinde oruç borcu bulunduğu halde ölen kimsenin durumu hakkında, farklı içtihat ve tespitler ortaya çıkmıştır, imam Ebu Hanife, İmam Malik ve İmam Şafii den, meşru olan kavle göre, velisi onun yerine oruç tutamaz. Varis varsa fidye olarak, gıda maddesi dağıtır. Her gün için bir müd, yani bir avuç verilir. İmam Ebu Hanife ve Arkadaşlarına göre; buğdaydan yaran sa, yani 1667 gr. Arpa, üzüm ve hurmadan birer sa, yani 3334 gr. takdim edilir. Fakat Şafîlerce muhtar olan görüşe göre; ölenin velisi, ölünün tutamadığı oruçları tutabilir. Velisi olmayan kimse, tutmak isterse, velinin iznini alarak tutabilir. Aksi halde sahih olmaz. Şafıiler şu hadisle istidlal etmişlerdir; "Kim ölür de üzerinde kazaya kalmış oruç borcu bulunursa onun yerine velisi oruç tutabilir.[60] Abdullah bin Abbas dan yapılan sahih rivayette deniliyor ki; Bir adam Hz. Muhammed (sav) Efendimize gelerek dedi ki; "Ey Allah'ın Peygamberi! Annem, üzerinde bir aylık oruç olduğu halde öldü. Onun yerine bu orucu kaza edeyim mi?" Hz. Muhammed (sav) Efendimiz sordu, "Annen üzerinde bir borç bulunsaydı, onu ödemez miydin?" Adam "evet öderdim" dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed (sav) Efendimiz "O halde Allah (cc) ün borcu Ödenmeye daha layıktır. [61] Nitekim, İmamı Nevevi diyor ki; "Bu söz bizim beğenip itikat ettiğimiz ve seçip beğendiğimiz sahih bir kavildir."
Görüldüğü gibi sahih hadislerde, üzerinde oruç borcu bulunduğu halde ölen kimsenin, tutamadığı her oruçlarına karşılık bir fidye verilmesi tavsiye edilmiştir. Sadece velisi veya varisinin arzu ettiği taktirde, o oruçları ölenin yerine kaza edebileceği açıklanmıştır. Kaldı ki bu hadisleri, İmam Şafii ve İmam bin Ahmed delil olarak almış ve ona göre hüküm çıkarmışlardır. İmam Ebu Hanife ise tek bir yolla geldiği için, yani kabul etmemiştir. O zat kıyasa dayanarak hüküm vermiştir. İmam Malik de aynı görüştedir. Şu halde ölü vasiyet etse onun yerine oruç tutulmaz. Belki bıraktığı maldan fidye dağıtılır. Bu fidye fakirler için daha faydalıdır. Namazın kazası için bu ölçüde kesinlikle sahih bir hadis yoktur. Ancak ilim adamları onu oruca kıyas etmişlerdir.
Haccın kazası için sahih hadisler vardır. İmam Safi, bu hadislere dayanarak şöyle demiştir. "Ölen kimse vasiyet etsin veya etmesin, bıraktığı mal ile velisinin, onun yerine hac görevini yerine getirmesi vaciptir. Zira Zeynel bin Said, İbn-i Abbas ve Ebu Hureyre (ra) da bu görüşü ibraz etmişlerdir. İmam Ebu Hanife ve İmam Malike göre ise; eğer ölen kimse vasiyet etmiş, para ve mal bırakmışsa, o zaman yerine getirmek lazımdır. Eğer vasiyet etmemiş ise veya geriye mal ve para bırakmamış ise velisi veya varisinin onu yerine getirmesi vacip değildir. Bu konudaki sahih hadis şöyledir;
Cüheyne kabilesinden bir kadın Hz. Muhammed (sav) Efendimize gelerek, dedi ki; Ey Allah'ın Peygamberi! Doğrusu anam hac etmeyi adadı, fakat hac edemeden vefat etti. Onun yerine hac edeyim mi? diye sordu. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz ona; "evet onun yerine hac et. Annen üzerinde borç bulunsaydı ödemez miydin? O halde, Allah'ın (cc) burcunu da öde. Çünkü onun borcu, yerine getirilmeye daha layıktır. [62]
Namazın kefareti: İsaktı Selat konusunda, İmamların görüş ve tespitine gelince, bu hususta en açık ifade, İmam Muhammedden nakledilmiştir. O, "Ziyadat" adlı esrinde diyor ki; "Namazın Kefareti verilirse înşaallah kafi gelir" Bu tabir namaz için yapılan ıskatın bir temenni mahiyetinde olduğunu gösteriyor. Yani yapılan ıskat ile mutlaka ölenin üzerindeki kaza namazları kalkmış denilemez. Kalkması umulur. Allah (cc) belki bu sayede onu affeder. İster bunu vasiyet etsin, ister varisler kendi mallarından bunu ödesin. Tam emin olma hususunda fark etmez. İmam Muhammed yine "Ziyadat" eserinde, oruç kefareti ve fidyesi hakkında şöyle diyor; "bir kişi ölürde üzerinde Ramazan orucu kazaya kalmış bulunursa, înşaallah verilen fidye kafi gelir. İster bu hususta vasiyet etmiş bulunsun, isterse vasiyet etmemiş bulunsun veya varisleri teberruda bulunsun fark etmez."
Vasiyet edilen iskat nasıl yerine getirilir?
Yukarıda da belirtildiği gibi, her zaman ve her oruç için bir fidye verilir. Hanefi mezhebine göre değişmeyen ölçü olarak dinin gösterdiği yarım sa (1667 gr.) buğday veya günün rayicine göre nakit olarak bedeli hesaplanır. Ölenin üzerinde kaç günlük namaz ve oruç varsa toplanır. Elde edilen yekûn, 1667 ile çarpılır ve böylece ne kadar fidye verileceği hesaplanmış olur. Ancak şunu hemen ilave edelim ki, üzerinde kırk yıllık bir namaz ve oruç kazası bulunan bir kimsenin fidyesi hesaplandığında büyük bir yekûn tutar ve çocuğuna bıraktığı mal buna yetmez. Bu sebeple, din, ölen kimsenin kazaya kalmış namaz ve oruçlarının fidyesinin verilmesini herhalde vacip kılmamış tır. Ancak Ölen kimsenin bu hususta bir vasiyeti varsa, o da bıraktığı malın üçte birini aşmıyorsa yerine getirilir. Üçte birini aşan nisbeti yerine getirmekle, vasiler yükümlü değildir. Gerçek bu olunca, ölenin vasiyeti yoksa, vasileri böyle bir hayır yapmak istiyorsa, o taktirde namaz ve oruç ıskatı niyetiyle, bir miktar parayı fakirlere dağıtabilir. Yalnız bir oruç, birde yemin kefaretini hesaplayıp, tutarını fakirlere dağıtmakta büyük yarar vardır. Çünkü her ihtimale karşı ölen kimse, hayatta iken yapmış olduğu bir yemini bozduktan sonra veya Ramazan günlerinde başlamış olduğu orucu hiçbir mazereti yokken bozduktan sonra, gereken kefareti ödememişse, o-nu da borçtan kurtarmak uygun olur. Vasiyet etmişse her halde yerine getirilir. Bir yeminin kefareti yarım sa üzerinden, on fakiri sabahlı akşamlı doyurmak ve bunun bedelini onlara vermektir. Bir orucun kefareti, 60 fakiri belirtilen ölçüde doyurmak veya o nispette nakit olarak keffareti dağıtmaktır.
Ölen kimsenin bu hususta vasiyeti yoksa: îskat konusu oldukça hassasiyet ister. Çünkü Ölen kimsenin bu hususta vasiyeti yoksa, geriye bir yada birden fazla yetim bırakmışsa, kullara karşı borçları ödendikten sonra, geriye kalan mal ve paranın tamamı varislerindir. Varisler baliğ olmadıkları için, o maldan kimseye hayır yapma yetkisine sahip değildirler. Ancak ölen kişinin karısı, kendisine düşen hisseden, dilerse hayır veya iskat mahiyetinde bir şeyler dağıtabilir. Bu durumda olan kimsenin sofrasın da oturup yemek de yenilmez. Zira evde baliğ olmayan yetimler vardır. O yetimlerin malından yemek yemek, veya çay içmek kesinlikle haramdır. Tabii varislerin hepsi baliğ ise bu mahsur kendiliğinden ortadan kalkar.
Ölen kimsenin velilerini iskat konusunda zorlamak çok hatalıdır. Ölenin vasiyeti olmadığı halde, onun ergen varisleri de olsalar, varislerini iskat konusunda zorlamak, tahrik ve teşvik etmek kesinlikle doğru değildir. Zira İslami ölçülere göre; ölen kimsenin varisleri, böyle bir şey ile mükellef kılınmamıştır. Şu halde şahıslar onu nasıl mükellef kılabilirler.? Sadece sordukları taktirde durum ve hüküm anlatılır, onun hür iradesine bırakılır.
İskat parasının belli bir kişi tarafından dağıtılması şart mıdır?
İskat parası, kılınmayan namazların, tutulmayan oruçların uhrevi cezalarından kurtulmak için, temenni mahiyetinde bir sadakadır, îster ölen vasiyet etmiş olsun, isterse vasiler yani ölen kimsenin vasileri, kendi istemesiyle ve kendi rızasıyla bunu yerine getirmeyi kararlaştırsm. Her iki halde de, bir imamı veya başka bir şahsı vekil tayin edip, kefareti ve fidyeyi onun vasıtasıyla dağıtmaya gerek yoktur. Dinimiz böyle bir hüküm koymamıştır. En güzeli kişinin bilerek kendi eliyle dağıtmasıdır. Bazı yerlerde bu hizmeti imama götürseler de, su'i zannı mucip olduğundan, pek isabetli bir yol değildir. Kaldı ki, imam efendilerinde böyle şüphe ve zan doğuracak şeylerden kaçınmaları gerekir. Şunu da hatırlatalım ki, keffareti dağıtmak üzere bir şahsa verdikten sonra, artık onun hakkında su'i zan beslemek kesinlikle doğru değildir. Hatta ve hatta insanı günahkar yapar. O şahıs ister dağısın, isterse dağıtmasın, günah, vebal hepsi ona aittir. Kefareti veren bu hususta niyetine göre bir karşılık görür.
Devir nedir? Devre gerek var mıdır?
Devir, sözlükte, bir şeyin kendi ekseni üzerinde dolaşması, bir şeyin etrafında dönmesi, dolaşması gibi manalara gelir. Terim olarak, kılınmayan namazlara, tutulmayan oruçlara karşı fidye verirken, ölenin bıraktığı mal ve para buna yetmezse, o taktirde bir miktar para bir çıkma bırakılarak bir fakire verilir. O da onu aldıktan sonra, yerine bağışlar ve bu ameliye, hesap sonucu ortaya çıkan meblağa ulaşıncaya kadar tekrar edilir.
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'in devrinde devir var mıydı?
Bütün sahih kaynaklar araştırıldığında görülecektir ki, Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'in sünnetinde kesinlikle bir devr usulüne rastlamak mümkün değildir. Çünkü onun zamanında böyle bir a-meliye yapılmamıştır. Eğer dinin mantığına uysaydı, her halükârda dinin muallimi Hz. Muhammed (sav) Efendimiz bunu düşünür ve yapardı. Hiç değilse Cebrail (as) bu hususta bir işarette bulunurdu. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz devrindeki tatbikat, konunun başlangıcında naklettiğimiz hadislerden açık şekilde anlaşılmaktadır.
Namaz için ne fidye, nede onun yerine namaz kılmak tavsiye edilmemiştir. Oruç ve hac için ölenin varislerine sordukları zaman böyle, bir tavsiyede bulunulmamıştır. Fidye yada kefaret ödensin denilmemiştir.
Ashab-ı Kiram devrinde, devr var mıydı?
Ashab-ı Kiram, Hz. Muhammed (sav) Efendimizin sünnetine sımsıkı bağlı kimselerdi. Onlar ancak, Hz. Muhammed (sav) Efendimiz den duyduklarını ve gördüklerini yerine getirirlerdi. Yeni bir mesele ile karşılaştıklarında, Kur'an ve hadiste çözüm ararlardı. Bulamadıkları zaman, kendi aralarında görüş birliğine vararak, kendi içtihatlarına göre çözüp hükme bağlarlardı. Devr konusunda hiçbir tavsiyeleri ve uygulamaları olmamıştır. Yine o devirde namaz ve oruç ıskatı için bir tavsiye yapıldığını da tespit etmek mümkün olmamıştır. Gerek ıskat, gerekse devr konuları, Ashab-ı Kiramdan sonra ortaya çıkmıştır. O halde bu konuyu, müctehid imamların, namazın kazası, orucun kazası hakkındaki içtihatlarında aramak gerekiyor.
Müçtehit imamlar devrinde, bütün araştırmalara rağmen, devr ile ilgili bir kayda rastlanmamıştır. İskat ile ilgili olarak, İmam Mu-hammedin, "Ezziyadat" adlı eserinde "ölenin fidyesi verilirse, İnşaallah kafi gelir" cümlesi yer almaktadır. Oruç fidyesi hakkında da buna benzer bir ifade kullanılmıştır. Görüldüğü gibi, mam Muhammed devr hakkında değil, ıskat hakkında bir cevaz kapısı açık tutmuştur. Bu konu hasanat kabilesindendir.
Zira Allah Teala şöyle buyurmuştur;
"Elbette iyilik kötülüğü götürür." Bu iskat da bir iyilik ve hasenattır. Ölen kimse için fayda ve yararı kesinlikle vardır. Namazın ve orucun kazası için kuşkusuz olarak faydası vardır. Safı fukahasma göre, kaza etme imkanı bulunduğu halde, kaza etmeden üzerinde oruç bulunduğu halde ölen kimsenin, vasiyet etsin veya etmesin, terekesinden, tutamadığı günler sayısınca, fidye çıkarılıp fakirlere dağıtılır. Namaz ve itikaf böyle değildir. Yani vasiyet etmiş ise vasiyetine uyularak, malın üçte birinden çıkarılıp verilir. Vasiyet etmemişse verilmez. Oruç fidyesini karşılayacak malı yoksa, varisleri ona bedel oruç tutabilirler veya bir yabancı, varislerin izniyle onun yerine oruç tutabilir. [63]
Devir şeklinin, daha çok hicri beşinci asırdan sonra ortaya çıkarıldığı ve iki sebebe dayandığı anlaşılıyor.
a) Üzerinde 30,15,10 yıllık kaza namazı bulunan bir kimsenin bazen serveti bile buna kafi gelmez. îşi kolaylaştırmak için bunu şer'i bir çare olarak düşünmüşler ve yavaş yavaş bir dini ibadet haline gelerek, günümüze kadar yer yer devam etmiştir.
b) Medrese talebesini korumak için, bu gibi hayırlarla onları namalandırmak istemişler ve ıskat devir hususunu bunun için güzel bir çare olarak bulup değerlendirmişlerdir. Aslında bunu dine sokmak, iyi niyetle de olsa iyi bir şey değildir. Eğer bu gibi çarelerde Ümmet için bir takım faydalar olsaydı, herhalde dinin muallimi ve naşiri Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, buna hiç olmazsa işarette bulunurdu ve ışık tutardı. Nitekim Hz. Muhammed (sav) Efendimizin getirmediği bir şeyi çare olarak düşünüp getirmemiz birçok şüphelere ve nice kişilerin günahkar olmasına sebep olmuştur. Müçtehit i-mamlarda böyle bir çareyi düşünme ihtiyacı duymamışlar, sadece kısaca ıskat üzerinde bir temenni mahiyetinde durmuşlardır. Arılan beysiz, karıncaları lidersiz, insanları Peygambersiz bırakmayan Rahman ve Rahim olan Allah, neslimizi ve top yekûn insanlığı, İnşaal-lah şefaatinden mahrum bırakmayacaktır. Zira Allah (cc) kullarına karşı, annenin çocuğuna olan şefkatinden daha nihayetsiz olarak şefkatlidir. (Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyenler, hadislere, alt tercüme edilmiş Camisab Özbek'in "Çağımız Meselelerine Fetvalar" isimli eserine bakabilirler.)
Bir kimsenin niyeti, sabah vakti girdikten sonra olursa, o kimsenin orucu borç ise, cumhura göre orucu caiz değildir. Hanefılere göre; bütün oruçlarda, mümkün olursa sabah vakti girmeden, geceden evvel niyet getirmek efdaldir. Bir kimsenin zimmetinde oruçlar olursa, bunun gibi Ramazan orucunun kazası, başlanmış bir nafile orucun kazası, temettü ve kıran haccı oruçları, mutlak nezir orucu, bütün orucun kazasının çeşitleri ile kefaret oruçları, bunun gibi yemin kefareti ve mutlak adak orucu. Mesela bir kimsenin "Allah bana şifa verirse oruç tutacağım" demesi gibi. Yukarıda saydığımız oruçların hepsinde, geceden niyet getirmek ve hangi orucu tutmak istiyorsa onu belirlemek gerekir. Ramazan orucu, zamanı belli olmuş adak orucu müstehap ve mekruhları ile tüm nafile oruçları bunun gibi, belirlenmiş bir zamana bağlı olan oruçlardır. Bu oruçlara, geceden, gündüzün yarısından yani öğlenden öncesine kadar niyetlenmek sahihtir.
Şaban ayının sonunda herhangi bir kimse şüpheye düşse, bu gün Ramazanın ilk günümüdür veyahut bu gün Şaban ayının son günümüdür diye bir şüphe olursa, bu şüpheyle oruç tutmak kesinlikle mekruhtur. İsterse niyeti Ramazan orucuna, isterse başka bir vacibe olsun fark etmez. Bununla beraber oruç tuttuktan sonra, o gün Ramazan ayı olduğu kesinleşirse, Ramazan orucunu yerine geçer. Eğer o gün Şaban ayıolduğu anlaşılırsa, nafile orucun yerine geçer. O günün orucunu bozarsa kazası lazım gelmez. Şayet o günde nafile niyetiyle oruca niyet getirirse, sonra o günün Ramazan olduğu belirlenirse, Ramazan orucu yerine geçer. Şaban ayı olduğu belirlenirse, nafile oruç yerine geçer. [64]
Şartlı niyet getirmek mekruhtur. Mesela yarın Ramazan ayı ise onun orucunu, değilse filan vacip orucu veya nafile orucu tutmaya niyet etmekte mekruh ise de, böyle bir niyetle tutulan oruç, Ramazan olduğu belirlenirse, onun yerine geçer. Eğer bu oruç Ramazan ayına rastlamazsa o zaman fakihlerin çoğuna göre, vacibin niyeti olsun, sünnetin niyetine olsun, her iki niyet de sünnetin yerine geçer. Hanefıler, Hanbeliler ve Malikiler racih olan görüşe niyet, oruç için niyeti şart olarak kabul etmişlerdir. Safilere göre ise, orucun niyeti rükündür. Zira bütün oruçlar ibadettir, ibadet ise, Allah'ın emriyle, yalnız Allah rızasını kazanmak için kulun kendi isteğiyle yaptığı işin ismidir. Şu halde kendi isteğiyle ve halisane bir niyet olmazsa kesinlikle oruç sayılmaz. Bunun için ibadetleri perhiz ve adetten ayırmak için, oruca niyetsiz olarak da devam etmek sahih değildir. Orucun sıhhatinin şartları dörttür.
1- Niyet etmek: Bir kimsenin tutacağı oruca farz olan her günün orucuna geceden muayyen olarak niyetini getirmesi lazımdır.
2- Hayız ve nifas durumlarından temizlenmiş olmak: Zira. bu durumdaki kadınların tuttukları oruç haramdır ve aynı zamanda oruçları sahih değildir.
3- Akıllı olmak: Deliye oruç farz olmadığı gibi, temyiz çağında bulunmayan çocuğa da oruç tutmak farz değildir. Zira kalem üç taifeden kaldırılmıştır. Çocukta bunların içindedir, ikinci sebep ise niyet etme imkanı yoktur.
4- Müslüman olmak: Mürted olsun, kafir olsun farkı yoktur, her ikisinin de oruçları sahih değildir. Zira oruç, bedeni bir ibadet olduğu için niyete muhtaçtır. İbadetin şartlarından birisi Müslüman olmaktır. Şart olmadıktan sonra meşruat da olmaz. Aynı, namazda olduğu gibi, deliren kimseye geride kalan kısmını oruçlu geçirmek ve kazasını yapmak gerekir. Ayıldıktan sonra, yemek veya bir şey içmek kesinlikle haramdır. Baygın kişiye gelince, baygın olduğu günlerin kazası lazımdır. Baygınlık ne kadar uzasa da gene hüküm aynıdır. Zira baygınlık, oruç tutmamasına özür olarak sayılmaz. Sarhoş kişinin tutamadığı oruçları kaza etmesi kuşkusuz olarak farz dır. İster bilerek sarhoş olsun, isterse yanlışlıkla sarhoş olsun fark etmez.
1- Orucun sünnetleri ve adapları: Oruçlu kişinin aşağıdaki işleri yapması müstehabtır.
a- Sahura kalkmak ne kadar az olursa olsun, bir yudum suda olsa, sahurda bir şey yemek ve sahuru aynı zamanda gecenin son vaktine tehir etmek. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
"Sahura kalkın. Zira sahurda bereket vardır. [65] Yani oruç üzerine kuvvet katar ve orucun meşakkati tahfif e-der. Eğer sinin zamisîyle olursa, yani sahur olursa o zaman mastar olur. Manası ise, sevap ve mükafat vardır, olur. Sahurun müstehab olmasının sebebi, oruca kuvvetli olarak başlamayı sağlamasıdır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur.
Sahur yemeği ile oruca karşı yardım isteyin.[66]
Başka bir hadis de ise şöyledir:
Bir yudum su ile de olsa onu bırakmayın. Zira Allah ve Melekleri sahurda yemek yiyenlere rahmet ve istiğfar ederler. [67]
2- Güneşin battığı tespit edildikten hemen sonra, yani namazdan evvel acele ile iftar etmek. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;'İnsanlar iftarda acele ettikleri müddetçe hayır üzerindedirler.[68] Başka bir hadiste ise şöyle buyurulmuştur:
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz Cenab-ı Allah'tan şöyle rivayet etmektedir: "Benim yanımda kulların en sevimlisi, iftar zamanında acele edenleridir. [69] İftarın bir kuru veya yaş ve yahut hurma yoksa su ile yapılması müstehaptır. Bunla beraber iftarın üç yahut daha fazla, tek sayılı ile yapılması daha uygun olur.
Zira hadis de şöyle buyurulmuştur:
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz namaz kılmadan önce birkaç tane yaş hurma ile iftar ederdi. Eğer yaş hurma bulunmazsa kuru hurma ile iftar ederdi. Eğer kuru hurma da olmadığı taktirde birkaç yudum su içerdi."
Başka bir rivayette ise;
"Sizden biri iftar ettiği zaman kuru hurma ile iftar etsin. Eğer kuru hurma bulamazsa su ile iftar etsin. Zira su temizdir. [70]
3- Küfür etmek, yalan söylemek, gıybet etmek, kovuculuk yapmak, söz taşımak dedikodu gibi şeyleri terk etmek, kadınlara bakmak, onların şarkılarını dinlemek öyle şeylerden kaçınmak daim el evkat ve her zamanda farzdır. Bunların yapılması hangi vakitte olursa olsun kesinlikle haramdır ve aynı zamanda bunlar kul hakkıdır. Hac ile silinmez. Ancak ve ancak sahibine müracaat etmek lazımdır. Öyle şeyleri Ramazan da oruçlu iken yapmak daha kuvvetli bir şekilde yasaktır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Ebü Hureyre(ra) den rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle bu-yurulmaktadır. "Sizden biri oruçlu olduğu zaman kötü söz söylemesin, bağırıp çağırmasın. Bir kimse kendisine sövecek olursa yahut dövüşecek olursa, "ben oruçluyum" desin. Muhammedin nefsi elin-mde olan Allah'a yemin olsun ki, oruçlu kişinin ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha üstündür. Oruçlu kimse için iki sevinç vardır. Birisi iftar ettiği zaman. Birisi de Rabbine savuştuğu zaman orucuyla sevinir"[71] Nafile oruçlarda dikkat etmek çok önemlidir. Başka bir hadis de ise şöyle Duyurulmuştur. "Yalan konuşmayı yalan gözlerle amel etmeyi terk etmeyen kimsenin yemesini içmesini terk etmesine Allah'ın ihtiyacı yoktur. Oruçlu insan, orucunu bozan şeylerden olduğu kadar, orucun sevabım giderici her türlü davranıştan da sakınmalıdır. Sadece yeme içme ve cinsel yaklaşımı terk etmekle, oruçtan beklenen asıl neticesinin hasıl olmayacağı bildirilmiştir. Zira orucun gayelerinden biri ve başta geleni insanın günahlardan ve kötülüklerden uzaklaşmasını sağlamaktır. Nitekim bir kutsî hadiste: "Bir kimsenin uzuvları haramlardan, günahlardan men edilmezse, benim için yemesini içmesini terk etmesine ehemmiyet vermem" [72] Duyurulmuştur. Demek oluyor ki. Sadece mide ile yetinilmeyip diğer azaların da oruca iştirak ettirilmesi gerekiyor. E-ğer bazı kötü alışkanlıklarımız varsa, bir ay oruçlu olarak bunları bırakma fırsatını yakalamış oluyoruz. Bu fırsatı iyi değerlendirmeliyiz. Böylece hem orucun sevabını kaçırmamış oluruz. Hem de kötü alışkanlıklardan kendimizi kurtarmış oluruz. Hz. Muhammed (sav) E-fendimiz "Yiyip içmekten sakınmak, asıl oruç değildir. Oruç ancak kötü sözlerden, fena ve nefsani arzulardan vaz geçmektedir." [73]
Orucu bozmayan bazı helal şehvetleri de terk etmek lazımdır. Dokunma görme, işitme, kokulu bir çiçeği koklama veyahut ona bakmak gibi. Zira bunların yapılmasından orucun hikmeti ile uyuşmayan bir nevi kolaylık vardır. Bütün bu sayılanlar hamama girmekte olduğu gibi mekruhtur.
Ey Allah'ım! Senin için orucumu tuttum. Senin nzkın ile orucumu açtım. Sana tevekkül ettim ve güvendim. Sana iman ettim. Susuzluğum gitti. Damarlar ıslandı. înşaallah sevap ve ecirde sabit oldu. Ey iyiliği ve cömertliği geniş olan Rabbim. Beni mağfiret et. Hamd olsun, öyle Allah ki bana yardımda bulundu ki ben oruç tuttum. Rızkımı verdi ki iftar ettim. Yarının orucu için de niyet ettim." iftarda dua etmek sünnettir. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
Oruçlu için reddolunmayacak çok dua vardır." Bu hadis marfu olarak ibn-i Ömer den rivayet olmuştur. Oruca başlarken temiz olmak için, fecirden önce cünüplükten yıkanmak, bir kimse cünüp olduğu zaman fecirden sonra guslünü yaparsa orucun sıhhatine mani değildir. Fakat fecirden önce guslünü yaparsa daha efdaldir. Zira Hz.aişe (ra)dan şöyle rivayet etmektedir.
Hz. Peygamber ihtilamdan değil, cimadan dolayı bazen sabahladıktan sonra yıkanıp orucuna devam ederdi." Başka bir rivayette ise; "Hz. Peygamber ihtilamdan değil, cimadan dolayı cünüplü olarak sabahladıktan sonra yıkanıp, Ramazan orucuna devam ederdi. Sonrada bir şey yemez içmezdi. [74] Nifas ve hayız dan kurtulmak için, kadınında fecirden önce gusül etmesi sünnettir.
Kan aldırmak ve kan akıtmak gibi şeyleri terk etmek lazımdır. Zira bunlar oruçluyu zayıf düşürür.
Peygamberimiz, oruçlu ve ihramda iken kan aldırmıştır. Bunun için Şafıilere göre kan aldırmak orucu bozmaz. Şu halde; "hacamat yapanında yaptıranında orucu bozulmuştur.[75] hadisi neshe-dilmiştir. Hanbelilere göre hacamat orucu bozar. Bu nedenle Safîlere göre oruçlu kimsenin damardan kan aldırma, hacamat ve bunlara benzer şeyleri terk etmesinde yarar vardır ve aynı zamanda sünnettir. Zira bu sayılanların orucu bozduğunu kabul edenlere aykırı olmamak için, kaçınmak lazımdır. Cumhura göre; şekerli olmayan sakız çiğnemeyi terk etmek de oruçlu için sünnettir. Zira sakız ve buna benzeyen diğer şeyler, insana çok tükürük yaptırır ve susuzluğu giderir. Boğaza kaçması korkusu ile diğer maddeleri de çiğnemeyi terk etmek de sünnettir. Buna benzer, meninin boşalma korkusu söz konusu olan, takbihi yani öpüşmeyi de bırakması da sünnettir. Zira bir hadiste şöyle burulmuştur.
Hz. Ümmü Selemenİn rivayet ettiği bir hadisi şerifte, Hz. Muhammed (sav) Efendimiz oruçlu iken hanımlarını öpmüş."
Hz. Aişe nin rivayet ettiği bir hadisi şerifte; Hz. Muhammed (sav)'in oruçlu iken hanımlarını öptüğü ve cinsel ilişkiden başka onlarla şakalaştığı bildirilmektedir. Fakat içinizde nefsine en ziyade hakim olan o idi.[76]
Mübaşereti fahişe yapan, yani oruçlu olan kimsenin hanımı ile çıplak olarak boyun boyuna sarılmaları, nefsinden emin olsun, isterse emin olmasın, kesinlikle mekruhtur. Eşinin dudaklarını da emmek de mübaşereti fahişedir. Oruçlu kimsenin misvak kullanmasının da orucuna zararı yoktur. Misvak da su gibi ağzı temizler. Ağza su ve Yemek, oruçlu kimse için nasıl mekruh değilse, misvak kullanmak da oruçlu kimseler için mekruh değildir. Misvağın kullanılması her zaman sünnettir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz oruçlu iken misvak kullanmıştır. Misvakın kuru ve yaş olmasında bir kerahet olmadığı gibi su ile ıslatılmasında da bir kerahet yoktur. Buna göre dişleri fırça ile temizlemek de caizdir. Fakat macunun kullanılmaması daha uygun olur. Safilere göre zeval vaktinden, güneşin batışına kadar misvak'ın kullanılması mekruhtur. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Yemin olsun ki, oruçlu kimsenin ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir." Bu kokuda zevalden sonraki zamanla alakalıdır. Zira öğleden önceki olan ağız kokusu, içme ve yemeğin kokusudur. Zevalden sonra ki koku ise, ibadetin eseridir. Safilere göre imsak attıktan sonra zevalden önce misvakın kullanılması sünnettir. İmsak ile sahur arasında olan fark ise, şu hadiste açıklanmıştır.
Peygamberimizden, Zeyd bin Sabit şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Muhammed (sav) Efendimiz ile birlikte sahur yemeğini yemiştik de sonrada sabah namazını kılmaya kalktı. Ezan ile sahur arasında ne kadar zaman geçti? diye sordum. "Elli ayet okunacak kadar buyurdular.
Amir bin Rabia (ra) dan; Hz. Muhammed (sav) Efendimiz çok defa oruçlu olduğu halde misvak kullanırken gördüm.
8- Oruçlu kimselere iftar sofası kurmak ve yemek vermek sünnettir. Zira bir hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur;
Kim bir oruçlu kimseye iftar yemeği yedirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap vardır. Oruçlunun sevabından bir şey noksan olmaz." Ailesi için mümkün oluncaya kadar bol bol harcamak, akrabalara iyilikte bulunmak, yoksullara ve miskinlere çok sadaka vermek de lazımdır. Zira bir hadiste şöyledir;
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz sevap yapmakta, esen rüzgardan daha cömert idi." Buhari ve Müslim de rivayet edilen bir hadiste ise şöyle buyurulmaktadır;
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, Allah'ın kullarına hayır yapmak bakımından insanların en cömerti idi ve en ziyade de, Cibril kendisine geldiği sırada cömert olurdu. Cibril (a. s) Ramazanın sonuna kadar her gece kendisine gelir ve Hz. Muhammed (sav) Efendimiz ona Kur'an okuyup dinletirdi. Bir rivayete göre Hz. Muhammed (sav)
Efendimiz Ramazanda her gece Cebrail (as) ile karşılaşır, onunla Kur'an-ı Kerim müzakere ve mukabelesinde bulunurdu. Cibril kendisi ile mülaki olduğu zaman Hz. Muhammed (sav) Efendimiz hayır dağıtmakta, esmesi maniye uğramayan rüzgardan daha cömert idi."
Şu halde hayır işleri yapmakta sünnet tir. Zira ramazanda sadaka vermek, ramazandan başka farz olan ibadetle meşgul olmaya eşittir. Başka bir hadiste ise şöyledir: "Gecenin bir saatinin ilimle uğraşılarak geçirilmesi geceyi ihya etmekten daha hayırlı"olduğu bildirilmiştir.
9- Özellikle Ramazanın son on gününde oruçlu olanın itikafa girmesi müstehab olur. Zira itikafa kim girerse kendi nefsini, günahlardan korunmasını sağlar, Birde Kadir gecesini yakalama fırsatı bulur. Zira Hz.Aişe'den şöyle rivayet edilmektedir:
Hz. Aişe (ra) şöyle buyurmuştur:
"Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, Ramazanın son on günü girince bütün geceyi ihya eder, ailesini uyandırır, kadınlardan ayrı kalırdı." yani bütün kuvvetini sarf ederek derlenip toparlanır, bu vaziyette geceyi ihya eder, aile efradına da o şekilde tembih ederdi." Müslim'in rivayet ettiğine göre: Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, Ramazanın son gününde,başka zamanlarında göstermediği kıymeti ve gayreti gösterirdi. [77]
Hz Aişe (ra)'dan; "Hz. Muhammed (sav) Ramazan'm son on gününde mescit'te itikafa girer ve Kadir gecesini Ramazan'ın son on gününde arayın" [78] buyururdu.
Hz Aişe (ra)'dan; Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kadir gecesine Ramazan'ın son onunun tek sayılarında arayın.» [79]
Aişe (ra) diyor ki:
Dedim ki: Ey Allah'ın Rasulü eğer Kadir gecesine yakalarsam orada ne diyeyim? (nasıl dua edeyim). Buyurdu ki; benim sözüm: "Allahümme enneke afuvvun tuhibbul afve fa'fu anni"dir.
Hanefılere göre sünnetleri kısaltmıştır. Bunlar, bulutlu olmayan günlerde, iftarı acele yapmak, sahura kalkmak, sahuru geciktirmektir.
Malikilere göre orucun sünnetleri şunlardır; "Ramazan'ın sonunda itikafa girmek, dili ve diğer organları korumak, sahura kalkmak, sahuru geç yapmak." Safiler ile Hanbeliler bu sünnetlerin sayısını çoğaltmıştır, özet olarak orucun en büyük sevabı şunlardır; çok sadaka vermek, orucu ibadetlerle zenginleştirmek, iftar zamanında kuru hurma ve ya su ile orucunu açmak, geceleri ve de hususi olarak Kadir gecesini ibadetle ihya etmek.
Ramazan'da oruç tutmaya mani olacak bir şeyi veya vücuda zayıflık veren bir şeyi kesinlikle yapmamak lazımdır. İmkan olursa bazı işleri ücreti misliyle başkasına gördürmelidir. Zira zaruret olmaz ise, vücûdu kuvvetinden fazla ağır işlerde yorarak oruç tutamaz bir vaziyete getirmek kesinlikle caiz değildir.
a- Özürsüz olarak bir şeyi tatmak veya çiğnemek mekruhtur. Zira sakız orucun bozulmasına neden olabilir. Kocanın ahlakı kötü olursa, o zaman pişirilen yemeğin veya aldatma gibi bir durum olursa, o zaman satın alınacak bir gıda maddesinin tadına bakılabilir fakat boğaza bir şey gitmemesi gerekir.
b- Oruçlu kimsenin beyaz, parçalanmaz, önceden çiğnenmiş şekerli olmayan bir sakızı çiğnemesi mekruhtur. Yeni bir sakızın çiğnenmesi ise kesinlikle caiz değildir. Erkekler için oruçlu olmadıkları zamanda da sakız çiğnemek mekruhtur. Fakat bir özür dolayısıyla gizlice çiğnemeleri caizdir.
c- Eşiyle öpüşmek, kucaklaşmak ve ileri derecede münasebette bulunmak, kendisine hakim olamayan bir kimse için mekruhtur. Kendi hanımının dudaklarını kuvvetli bir şekilde öpmeside mekruhtur. Zira bunları yapmakla orucun bozulmasına neden olma ihtimali olabilir. Şu halde nefsine hakim olan bir kimse için mekruh değildir.
d- Oruçlu kimse, misk ,gül ve esans gibi şeyleri koklaması üç mezhebe göre mekruhtur. Hanefılere göre mekruh değildir.
Hz. Muhammed (sav) Efendimizi arc ismindeki bir köyde, o ruçlu olduğu halde sıcaktan dolayı başına su dökerken gördüm." Başka bir hadiste ise şöyledir: İbn-i Mace (ra)'dan şu şekilde rivayet olunmuştur.
KHz. Muhammed (sav) Efendimiz oruçlu olduğu halde sürme kullanırdı." [80]
e- Serinlemek için yıkanmak veya yaş bir elbise ile sarılmak, Şafii ve Ebu Yusuf a göre oruca zarar vermez. Fetva da bu görüşe göredir. Ebu Hanife*ye göre ise serinlemek için, buruna ve ya ağıza su almak veya soğuk su ile yıkanmak mekruhtur.
f- Bıyıklara hoş koku sürmek göze sürme çekmek mekruhtur. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
Enes (ra)dan Enes oruçlu olduğu halde sürme kullanırdı. Ameş (ra)şöyle demiştir; arkadaşlarımızdan, oruçlu iken sürme kullanmayı kabul etmeyen yani hoşuna gitmeyen bir arkadaş görmedim. Hasan Basri,Enes ve ibrahim-i Nehai (ra); oruçlu olan bir kimsenin sürme kullanmasında bir sakınca görmemiştir.
g- Abdest dışında ağıza ve buruna su verip, çalkalamakta bir mahzur yoktur.
1- Sefer-yolculuk: Ramazan da en az üç günlük, yani on sekiz saatlik bir yere gidicek kimse geceden oruca niyet etmesi caizdir. Ancak yola çıkarsa tutmayabilir. Zira bir kimse oruca niyet getirdikten sonra gündüzün yolculuğa çıksa, bu yolculuk o ilk gün için bir özür sayılmaz. Bunun için ilk günün orucunu tutması lazımdır. Şayet ilk gün için o kimse orucunu bozarsa sadece kaza lazım gelir. Kefaret lazım gelmez.
2- Hastalık: Bir kimse tutmakta olduğu halde veya tutacağı oruç nedeniyle aklının gitmesinden veya ölmekten veya hastalığının artmasından ve uzamasından endişe ederse, o zaman oruç tutmamakta mazur sayılır. Bundan sonra o orucu yalnız kaza etmek gerekir. Şayet orucun, hastanın sağlığı için bir zararı olmazsa o zaman orucun tutulması gerekir, veyahut bir korku teşkil edip etmediği konusunda bir şüphe olsa o zaman müslüman ve mütehassıs bir doktora baş vurmak mecburiyetindedir. Oruç tuttuğu taktirde hasta o-lacağını galip zanla bilen kimse özürlü sayılır.
3- Gebelik, çocuk emzirmek: Ggebe ve emzikli kadınların oruç tutmamalarının caiz olması, yolcu ve hastaya kıyasladır. Tabipler oruç bozmayı caiz yapan şu hastalıkları tahsis etmişlerdir. "Ağır verem, böbrek iltihabı, şiddetli şeker hastalığı, damar sertliği, idrar yollarında taş bulunan veya düşürmekte olanlar, şiddetli kalp hastalığı, ciğer iltihabı, kanser, şayet hastalık kişinin oruç tutması -halinde, kendisine bir zararı dokunmayacak cinsten ise, mesela hastalık, uyuz, diş ağrısı, parmak ağrısı, çıban ve benzeri hastalıklarda olduğu gibi olursa kesinlikle orucu bozmak caiz olmaz. İkinci delil ise, Hz. Muhammed (sav) Efendimizin şu hadisi şerifidir.
"Allah-ü Teala namazın bir kısmını veya yarısını orucu da misafirden, emzikli ve hamile kadından kaldırmıştır. Yani namazı kısaltmasına ve kaza etmek şartıyla orucunu bozmasına ruhsat vermiştir. Gebe kadınlarla, emzikli kadınlardan da orucu kaldırmışür. [81]
4- Yaşlılık: Aşırı yaşlılık ve devamlı hastalık gibi sebeplerle o-rucu tutmaya güç yetiremeyenler üzerine, bir yoksul doyuracak kadar fidye vermek lazımdır.
Her vakit ve her zaman oruç tutmaktan aciz olan, çok yaşlı o-lan erkek ve kadınların oruç tutmamaları, fakihlerin ittifakıyla caizdir. Bunlar aynı zamanda da oruçları kaza etmeleri de lazım gelmez. Zira bunlar, oruç tutabilecek bir kuvvette değildirler.
Bu şekilde okunduğu zaman, oruç tutmak için bir gayret gösterdikleri halde oruç tutmaya güç yetiremeyenler manasına gelir. İşte burada kastedilenler, yaşlı kadın ve erkeklerdir. Bu yüzden her gün için bir fakiri doyurmaları lazımdır. İyileşme ümidi bulunmayan hastalar ise, bunların durumları, yaşlıların durumları gibidir. Zira Cenab-ı Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
Allah sizin için dinde bir güçlük yüklemedi, [82] Fakat Ramazan da oruç tutma takati yok iken, daha sonra kaza yapacak bir duruma gelse o zaman, fidye vermez, kaza gerekir. Şu hâlde oruç fidyesini, isterse namazının sonunda, isterse başında verebilir. Yaşlılık veya hastalığı devam eden kimse oruç fidyesi verse, daha sonra iyi bir duruma gelse, o zaman fidyenin hükmü kalmaz. Geçmiş günleri içîn kaza etmesi lazım gelir.
5- Hayız ve nifas hali: Bir kadın, Ramazan da gündüzle aybaşı olsa veya çocuk doğursa, öyle kadının orucu bozulur. Oruca devam etmesi caiz değildir. Eğer Ramazan da, bir kadının adet günleri on gün ise, ertesi günü Ramazan orucuna başlar. Kadının adeti on günden az ise, adeti kesildikten sonra imsak vaktine kadar, gusletmeye kafi, aynı zamanda bir miktarda fazla bir vakit kalmış olursa gene o kadın oruca başlar. Fakat bu kadar vakit kalmazsa, guslünün ardından hemen imsak zamanı olursa, O gün oruç tutmamak lazım gelir. Zira on günden eksik aybaşı görenler hakkında gusül süresi de aybaşından sayılır.
6- Bir kimse canına veya bir uzvuna yönelik ikrah veya tehdit altında kalırsa orucunu bozması caizdir. Hasta veya yolcu olmayan kimsenin hakkında zorlama olursa onlarda, bu zorlama karşısında ramazan orucunu bozmazda zulmen öldürülecek olursa, öyle kimseler günahkar olmaz. Aynı zamanda büyük bir sevap işlemiş olurlar. Bu olay kendini dine bağlılığını ilan eder. Kadın şayet uyku halinde veya tehdit altında iken cinsel ilişkide bulunursa orucunu yalnız kaza lazım gelir. Şafıilere göre, tehdit altında kalan kişi orucunu bozamaz.
7- Şiddetli susuzluk ve açlık: Oruç tutan kimse açlık veya susuzluk sebebiyle Ölüm veyahut akıl noksanlaşması gelmesinden bir belirtiye veya bir tecrübeye veyahut müslüman bir doktorun haberine dayanarak endişe ederse o zaman orucunu bozması mubah olur. Daha sonra yediği orucunu kaza eder. Hatta ölüm tehlikesini zahir ise,oruç tutması haram olur. Mesela ağır işte çalışanın açlık veya susuzluk sebebiyle bir fiil meydana gelirse o zaman orucu tutması haram, bozması da vacip olur. Zira Allah-u Teala şöyle buyurur:
"Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir. [83] buyurmuştur. Başka bir ayette şöyledir.
"Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. [84]
Netice itibari ile iş sebebiyle hasta olacağını bilse bile, daha başına hastalık gelmeden orucunu bozması ve oruca niyet getirmemesi kesinlikle caiz değildir.
8- Ziyafet: (Ziyafet vermek veya ziyafete çağırmak) Davet olunmak farz orucu için değil, sünnet oruç için özür sayılır. Ziyafete çağrılan veya ziyafet veren kimse sünnet olan orucunu bozabilir. Buna sonra kaza eder. Safîye göre, oruç olsun namaz olsun her ikisinin sünnetlerinde namazı da orucu da bozabilir. Bir daha tekrar etmek de lazım gelmez. Bununla beraber yolcu veya ev sahibi, çağrılan için öğleden önceye kadar özür sayılabilir. Bunlarla nafile orucu açmak için zevalden önce olmak şartı ile bozabilir, sonra açarsa kaza eder. Zira Müslüman kardeşinin kalbini kırmamak için ve gücendirmemek için nafile orucunu bozabilir. Zevalden sonra ise özür değildir. Zira orucun tamamlanmasının hükmü daha kuvvetlidir. Fakat ana-baba-ya isyan söz konusu olacaksa o taktirde sünnet olan orucunu bozabilir. Bunlardan başkası için kesinlikle özür değildir. Farz ve vacip olan oruçlar için ziyafet bir özür sayılması kesinlikle caiz değildir,
9- Ramazan ayında düşmanla savaşacak olan İslam askeri düşman mukabilinde mağlup olmamak için oruç tutmayabilir. İsterse savaş devam etsin, ister devam etmesin yalnız kaza lazım gelir. Şafii-lere göre orucu bozan şeyler şunlardır.
1- Yemek içmek. Oruçlu olan kişi kasıtlı olarak yer ve içerse, yediği ve içtiği ne kadar azda olsa orucu bozulur. Veya bilmeyerek yer ve içerse yediği ve içtiği ne kadar çok olursa olsun orucu bozulmaz. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
Kim oruçlu iken unutup yer içerse, orucunu (bozmayıp) tamamlasın. Zira ona, ancak Allah (cc) yedirmiş içirmiştir. Başka bir hadiste ise şöyledir. "Ramazan da unutarak orucunu bozan kişiye kazada kefaret de gerekmez. Cinsi ilişkide aynı manadadır. Şu halde cinsel ilişkide oruçlu olduğunu hatırlayan derhal kendini çeker eğer hatırladıktan sonra cinsel ilişkide beklerse orucu bozulur. Sabah vakti girdi endişesi ile kendini çekse de, çektikten sonra tam sabah vakti ise sonra menisi gelse bir şey lazım gelmez. Eğer bir kimse böyle bir durumda hareket edip devam etse yani çekilmez ise veyahut o işi, terk ettikten sonra bir daha devam etse kesinlikle kendi-sine kefaret lazım gelir.
Gözle görülen bir şeyin insan vücuduna girmesi, metinde geçen, cevf kelimesi boğazdan mideye bağırsaklara kadar olan yol demektir. Açık delikten insan vücuduna giren şeyden maksat da kulak, burun, ön ve arka gibi bir menfezden veya mideye, boğaza, beyne ve mesaneye açılan yara yoluyla bilerek ayin sayılan bir şeyin içeriye girmesi, Boğazın iç kısmı h harfinin çıktığı yerin aşağısında kalan bölümü) mide, kulağın içi, akciğer, beyin zarı, bağırsaklar, mesane tenasül organının içi, dübürün içi bedenin iç kısmı sayılır. Tenasül organının içine, kulağa veya dübürün içine ilaç damlatmak kesinlikle orucu bozar. Taharet alırken parmağı dübürün veya fercin içine sokmak orucu bozar. Karın boşluğu bedenin iç kısmında olduğu için oraya zark edilen yani saplanan bıçak veya ona benzeyen bir şey orucu bozar. Bunun gibi karın boşluğuna veya beyin zarına kadar derin olan bir yaraya konulan ilaç olsun veya başka bir şey olsun orucu bozar. Burnuna damlatılan bir ilaç orucu bozmaz. Göze ilaç damlatmak veya sürme çekmek orucu bozmaz. Zira göz açık menfezlerden değildir. Göze sürülen sürme ve konulan ilacın tadı ne kadar boğazda duyulsa bile orucu bozulmaz. Rüzgar hava ve havaya benzeyen koku gibi cisim olmayan sivrisinek ve sinek veya toz gibi korunması zor olan şeylerde, ağza girseler oruca zarar vermezler. Fakat sigara dumanı gözle görülen bir madde olduğu için orucu bozar. Ancak oruçlu olan kişinin isteği olmadan sigara dumanını burnuna veya boğazına kaçarsa şu halde başkasının içtiği sigara dumanı o-ruçlunun orucunu bozmaz. Zikir ettiğimiz yaradan başka herhangi bir yara olursa olsun öyle yaraya konulan yağ, ilaç ve mesametten giren su da orucu bozmaz. Bu nedenle adaleye veya damara zerk e-dilen iğne orucu bozmaz. Güneşin batacağı zaman durumu iyice anlaşırsa oruca zarar yoktur. Eğer o şekilde olmazsa bir gün kaza etmek lazım gelir. Bunu gibi fecrin doğacağı zaman araştırma yapmak gerekir, araştırma yapmadan bir şey içmek veya yemek haramdır, eğer bir şey yedikten sonradan fecrin doğduğu anlaşılırsa bir gün kaza etmek lazım gelir. Fecir doğduğu zaman ağzında bir lokma yemek bulunsa ve aynı zamanda ağzından yutmayarak çıkarırsa o-nun orucu bozulmaz. Öyle yapmazsa orucu bozulur. Takvimin hesabı doğru ise takvime göre hareket edilebilir. Fakat müezzinin ezanına göre hareket caiz değildir: Zira müezzin fecirden sonra ezan okuyabileceği gibi fecirden öncede okuyabilir. Şu halde ölçü fecirdir. Müezzin değildir. Abdest alırken mübalağa yapmamak gerekir. Şu halde mazmaza ve istinşak yani ağzına ve burnuna su verirken bunlarda mübalağa etmemek gerekir.. Eğer mübalağa olursa o zaman orucu bozar. Gusül yaparken suya girip de ağzına ve burnuna su kaçarsa oruca zarar olmaz. Ağzın sade olarak ıslağı yutulmasıyla oruca zarar vermez. Zira bundan sakınmak zordur. Fakat dudağın yaralanmasıyla kanla pis olan ıslak, ağız yıkanmadan yutulursa, kesinlikle oruca zarar verir. Yani orucu bozar. Bir kişinin dişleri arasında yeme kırıntıları kalır vebunları çıkarması mümkün olmazsa kasıtsız olarak yutarsa orucu bozmaz. Fakat temizlenmesi mümkün olduğu halde tembellikten dolayı yutarsa orucu bozulur. Ha harfinin mahrecinin geçtikten sonra tam dişinin yanma giren balgamı yutmak orucu bozar. Fakat bunu atma fırsatı bulamadan yutarsa oruca zarar vermez. Bir kişi ağzına bir şeyi bırakır ve sonra o şeyi çıkarır ve üzerinde tükürüğü olduğu halde tekrar ağzına bırakır ve o şeyin üzerindeki bulunan tükürükten içeriye bir şey girerse, orucu bozulur. Şu halde ağzın dışına çıktıktan sonra yalanıp yutulursa oruç bozulur. Mesela bir kimse oruçlu iken sigarayı sararken sigara kağıdını tükürüğüyle ıslattıktan sonra çıkarır. Üzerine tükürüğü bulunduğu halde tekrar ağzına sokar. Ve üzerinde bulunan tükürükten i-çeriye bir şey girerse orucu bozulur. Böyle yapan bir kimse kesinlikle tükürmelidir. Yemeğe ve ya içmeye zorlanan kişinin orucu bozulmaz.
3- Boğaza da bir şey dönmese de kasdi olarak bir kimsenin kusması orucu bozar. Fakat bir kimse isteği dışında kusarsa, kusmuğun bir kısmını bilerek yutarsa orucu bozulur. İsteği dışında bir daha geri giderse orucu bozmaz. Fakat isteği dışında kusması galebe ederse veya oruçlu olduğu halde, unutup kusmak için kendini zorlarsa, orucu bozulmaz. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
"Oruçlu olduğu halde kendisine kusmak' galebe edipte kusan kimseye kaza gerekmez. Fakat isteğiyle beraber kusarsa kaza etmelidir. [85]
Zir kimsenin isteği dışında boğazına tehlikeli bir şey girerse, eğer onu çıkarabilirse orucu bozulur. Şayet o şeyi çıkaramazsa oruç bozulmaz.
4- Menisi akma dahi arzusuyla cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar. Zira Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur;
Fecrin beyaz ipliği, siyah ipliğinden ayrılıncaya kadar yiyin, için, sonra gece oluncaya yani güneş batıncaya kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikafta iken hanımlarınıza yaklaşmayın. [86]
Ayetteki, beyaz iplikten maksat, gün ışığı, siyah iplikten maksat ise, gecenin karanlığıdır. Fecir, ufukta yatay bir biçimde meydana geldiyse, gecenin sona ermesi demektir. Ayetteki "Onlara yaklaşmayın" demek, itikafta iken kadınlarla cinsel ilişkide bulunmayın demektir. Eğer bir kimse, oruçlu olduğunu unutarak, hanımıyla cinsel ilişkide bulunursa orucu bozulmaz. Bu unutarak yiyip içmeye kıyas edilir.
5- İstimna isteğiyle, meninin yani şehvet suyunun çıkması, perde olsun veya olmasın, kendi eliyle veya kendi hanımının eliyle olsun, şehvetli olsun veya şehvetsiz olsun, kendi isteğiyle çıkan meni, şartsız olarak orucu bozar. Fakat iradesi olmadan, tüyü bitmemiş erkek çocuk veya kadının kesilmiş olan vücuduna dokunmakla çıkan meni orucu bozmaz. İsteği olmayarak, mahremi olmayan bir kadına vücudunun hangi tarafı olursa olsun, perdesiz olarak dokunursa meni çıkarsa orucu bozulur. Perdesiz olarak dokunursa, kadında onun mahremi değilse ve ihtilam olursa, menisi de akarsa orucu bozulmaz. Şehveti fazla olan kadın ve erkeğin, oruçlu iken eşini öpmesi harama yakın mekruh kısmına girmektedir. Şehveti fazla olmayanında, her ihtimale karşı bundan kaçınması daha efdaldir. İsteği dışında meninin akmasıyla oruç bozulmaz.
1- Günün-herhangi bir kısmında nifas veya hayız görmek, orucun sıhhatine engel olan özürlerdir. Bu nedenle böyle bir durumu olan kimsenin orucu bozulur. Daha sonra orucunu kaza etmesi lazımdır. Hz. Muhammed (sav) Efendimize, kadının dininin nasıl noksan olduğu sorulunca, Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Kadın, hayız ve nifaslı olduğu zaman namazı terk etmez mi? Orucunu terk etmez mi?" [87]
2- Riddet Küfrü gerektiren bir fiil veya bir kelime ile İslam dininden çıkmak.
3- Akil ve şuuru kaybetmek. Yani delirmek orucun sıhhatine mani olur. Zira bunlar insanı, haddi tekliften çıkarır. Günün bütün saatinde sarhoş veya baygın olan kimse veya bir an dahi olsa delirmek suretiyle şuurunu kaybeden kimse, fecirden akşama kadar da olsa, uyumak ve günün bir kısmını sarhoş veya baygın olarak geçirmenin oruca zararı yoktur. Şayet oruç tutan bir kimse, fecrin doğmadığını sanarak bir şey yer veya içerse, daha sonra fecrin doğduğu anlaşılırsa orucu bozulur. Bir kimse gününün sonunda güneşin battığını sanarak, iftar yaparsa, daha sonra güneşin batmadığı anlaşılırsa, bu kişinin orucu bozulur. Daha sonra orucunu kaza etmesi lazım gelir. Bir kimse Ramazan ayının hatırı için, o gün akşama kadar bir şey yemeden ve içmeden devam etse, bu günü oruç sayılmadığı için, kaza etmesi gerekir.
Sigara ve buna benzeyen, nargile, enfiye ve başka maddeleri içmekle oruç bozulur. Edep organına fitil şırınga etmekle kulağın iç kısmına bir damla damlatmakla, veya kulağın iç kısmına, kürdan ve buna benzeyen bir şey sokmak ile de oruç fesada gider. Zira bunlar açık olan kanallardır. Göze herhangi bir şeyin damlatılmasıyla tadını boğazında hissetse, oruca zarar vermez. Zira boğaza ulaşan damla, herhangi bir kanaldan girmemiştir. Belki vücutta olan mesameden, yani gözeneklerden girmiştir.
Cinsi ilişkiden başka, meniyi haram olan bir şekilde, yani kendi eli ile çıkarmak veya haram olmayan bir şekilde karısının eliyle çıkarmak veya dokunmak, kucaklamak ve öpüşmek suretiyle, şehvet suyunun çıkmasıyla oruç fesada gider. Fakat düşünmek veya şehvetle bakmak veya arada bir hail bulunduğu halde, kadının vücuduna dokunmak, suretiyle meni boşanırsa oruç fesada gitmez. Hanefilere göre oruç bozulur.
1- Dübürüne çaput, parmak, vesaire ile su, yağ, taş, pamuk ve cerrahi aletler koymak.
2- Kendi iradesiyle kusmak. Zira bir hadiste şöyle rivayet olunmuştur; "Kim isteğiyle kusarsa orucunu kaza etsin"
3- El ile yada hanımının eli ile veya kadının başka bir tarafına dokunmak ve öpmek suretiyle, meninin gelmesi.
4- Unutarak, hanımıyla cima ettikten veya yiyip içtikten sonra orucun bozulduğunu sanarak yemesi.
5- Bir kadının, hasta olduğu halde, hizmetten geri kalacağı endişesi ile orucunu yemesi.
6- Bir misafirin, ikamet niyetini getirdikten sonra orucunu bozmaksı. Bu orucun bozulması ne kadar haram ise de gene yalnız kaza lazım gelir.,
7- Güneş batmamış olduğu halde, battı sanarak orucu açmak.
8- Niyetsiz durmak. Şu halde ne yemeye, nede oruç tutmaya etmeden durmak.
9- İmsak atarken, atıp atmadığından şüpheye düşerek, sahur yemek. Şüpheye düştüğü için bunda kefaret yoktur, imsakin atıp atmadığı konusunda bilgisi olmazsa kendisine kaza da lazım gelmez. Zira gecenin varlığı asıl olduğu için şüphe onu götürmez.
10- Daha sefere çıkmadan önce oruca niyet getirerek, sonra sefere çıkmasıyla orucunu bozmak.
11- Bir kimsenin oruca gece niyet getirmeyip, gündüz niyet getirdikten sonra orucu bozması. Zira Safilere göre gece niyetin getirilmesi lazımdır.
12- Zorla oruç ifsat etmek. İsterse bu zorlama işi yemek, içmek olsun, isterse cima olsun fark etmez. Zorlanana kaza lazım gelir. Kefaret lazım gelmez. Fakat zorlayana her ikisi de lazım gelir. Zorlayan ister erkek olsun, isterse kadın olsun fark etmez. Şu halde kadın kocasını zorlasa, zorlanan erkeğe kefaret lazım gelmez.
13- Kendi iradesiyle burnuna veya boğazına duman çekmek. Eğer duman lezzet alınacak dumanlardan ise, mesela, nargile, amber, sigara gibi dumanlardan ise o zaman kefaret lazım gelir.
14- Boğazına kaçan yağmur ve karı, gayrı ihtiyari olarak yutmak.
15- Bir kimse abdest aldığı zaman, burnuna ve ağzına su verirken yanlışlıkla genize kaçmak.
16- Bir kimsenin isteği dışında kulağına su kaçması orucu bozmaz. İsteğiyle olursa, ihtilaflı olduğu için bunda sakınması lazımdır.
17- Çiğ pirinç yemek.
18- Yalnız hamur ve yalnız un yemek. Eğer hamurun içine başka bir şey katılmışsa, o zaman kefaret gerekir.
19- Kulağına yağ damlatmak.
20- Boğazına bir şey dökmek. En sağlam görüşe göre yalnız kaza lazım gelir.
21- Hukne etmek, {dübüre fitil koymak, ilâç akıtmak)
22- Buruna ilaç çekmek. Enfiye tiryakilerinin, enfiye çekmelerinde tam lezzet olduğu için, kefaret gerekir.
23- Altın, gümüş, toprak, taş, demir, çakıl taşı ve dernir yutmak.
24- Kuru cevizi, fındığı, kabuğu ile beraber veya içi olmamış yeşil cevizi yutmak.
25- Zeytin çekirdeği yutmak.
26- Kağıt veya pamuk gibi, yenmesi adet olmayan şeyi yemek.
27- Bir defa olarak çok miktarda tuz yemek. Şu halde azar a-zar yese kefaret lazım gelir.
28- Yenmesi adet olmayan bir çamuru yemek.
29- Karnındaki veya başındaki, derin bir yarayı tedavi ederken, karın boşluğuna veya beyine ilacın ulaşması.
30- Uyumakta olan bir kişiye su içirilmesi.
Damarları kanna ulaşan yaraya "Caife", dimağa ulaşan yaraya da ma'munef denir. Hanefi imamlarının çoğunluğu ile Ebü Hanife-nin görüşü ve bu görüşte olan İmam Safiye göre de, önemli olan, ilacın ma'rnuneh veya caife yoluyla dimağa veya karına ulaşıp bulaş-mamasıdır. Vel hasıl Şafii mezhebine göre, tenasül organına, kulağın veya dübürün içine ilaç damlatmak orucu bozar. Karın boşluğu da bedenin içi sayıldığı için, oraya saplanan bıçak ve ona benzeyen şey, orucu bozar. Bunun gibi karın boşluğuna veya beyin haritasına kadar derin olan bir yaraya, yani caife, ma'munete konulan ilaç veya başka bir şeyde orucu bozar. Cumhura göre; burun, ağız, ön ve arka gibi, mutad olan yollardan, oruçlu iken alınacak içecek, yiyecek ve ilaç gibi şeyler orucu bozar. Bunun için ağızdan alınacak, pastil, şurup ve benzeri ilaçlar orucu bozar. İmamı Azama göre; beyin zarına veya karın boşluğuna kadar ulaşan derin yaralara sürülen ilaçlar, beyin zarına veya karın boşluğuna ulaşırsa oruç bozulur ve kaza etmek gerekir. Şu halde iğne veya aşı yoluyla deri altına veya adaleye saplanan ilaç orucu bozar. Zira bu yolla alınan ilaç, aşı veya serum tam içeriye akıtılmış ve aynı zamanda bütün vücuda dağılmış olur. Birde oruçlunun isteğiyle uygulanmış ve aynı zamanda vücudun menfaatine elverişli olmuştur. Bunu için, ilacın bu şekilde içeriye girmesi, suyun deri gözeneklerinden içeriye nüfuz etmesi kabilinden değildir. Bu nedenle iğne, serum veya aşıyı, zaruret olmadan, iftardan sonra yapmak, ihtiyaten daha iyi olur.
İmam Ebü Yusuf ve İmam Muhammed, orucun bozulması için, bir şeyin mutad yollardan vücuda girmesi lazımdır. Hatta mutad yolla beyine veya karma bir şeyin girmesini kabul etmişlerdir. Şu halde, îmameyne göre tabii olmayan yani normal olmayan bir yolla, karın veya beyne giren bir şey orucu bozmaz. "Bu nedenle derin bir yaraya konan, herhangi bir ilacın, beyin zarına veya karın boşluğuna itibarı yoktur. Zira bunun nüfuzu mutad bir yolla olmamıştır. Bunun için, serum, aşı ve iğnenin de orucu bozmaması gerekir. Mısır Ezher üniversitesinde fetva komisyonunda bu şekilde fetva verilmiştir.
Maliki mezhebine göre de, gözenekler yoluyla vücuda giren, bir şey orucu bozmaz. Kalçaya, kola, bunlardan başka bir yere serum, aşı ve iğne yaptırılmasıyla oruç bozulmaz. Caferilere göre ise; hukne ıhlilden başka normal yolla olmadıktan sonra, hangi yolla olursa olsun, bir şeyin karına veya dimağa girmesiyle oruç bozulmaz. Zamanımıza göre bulunan ilaçlar, susuzluğu ve açlığı giderecek, veyahut oruca karşı kuvvet verecek, iğne, serum ve hapın kullanılması, oruç ibadetini kendi amacından uzaklaştırabilir. Zira bazı ilaçlar, hapın yerine ayrıca serum iğnesi olabilir. Tablet olarak ağızdan alınırsa oruç bozulur. Fakat aynı ilacın sıvı olarak, iğne ile adaleye saplanması halinde iken orucun bozulmaması ise bir çelişki meydana gelebilir. Bu nedenle gündüz ilaç almak zorunda olan hastaların, orucu kazaya bırakması, hafif olan hastalarında serumu veya iğneyi, orucu açtıktan sonra yaptırması, ihtiyaten daha uygun olur.
Nafile oruçta ziyafet, davet, misafire de ev sahibine de orucu açma ruhsatı vardır. Şu halde ziyafet veya davet olursa nafile orucu bozup, sonra kaza etmesi gerekir.
Fidye: Kuvveti olmayan, oruç tutamayan ihtiyarlar, farz ve vacip olan herhangi bir oruç borçlarına karşılık, her gün için bir Fidye verirler. Fidye bir Fıtır sadakasıdır. Şu halde, bir fakiri akşam ve sabah doyurmaktır. Bu fiye ile isterse bir fakiri üç gün doyurabilir, dilerse yedireceği yemeğin yerine bedelini verebilir. Hepsini üst üstede verebilir. Eğer fidye verecek gücü yoksa, o zaman Allah'tan af diler. Şu halde fidye yalnız oruç için verilir. Bir kimsenin üzerinde yemin veya kefaret orucu bulunur ve yaşlanıp bu orucu tutmaktan aciz kalırsa, onun yerine fidye vermek caiz değildir. Zira bu meseledeki usûl, kaide ve temel, şu şekilde yapılması gerekir. Bütün oruç ki, kendi ölçüsü içinde asıldır, başka bir şeye bedel olmaz. Eğer tutulma imkanı olmadığında onun yerine fidye vermek kesinlikle caiz olmaz. Bu halde olan, kefareti zihar ile Ramazanda ki olan iftar kefareti huşun da, mali gücü olmadığından köle azad edemez. Yaşlı olduğu için oruç tutma imkanı olmazsa, altmış fakiri doyurması caizdir. Zira bu fidye, nas ile sübut bulan oruca bedel sayılır.
Yolculuk ya da hastalık devam ederken Ramazan orucunu tutmayan kimse bu halde ölürse, o kimseye kaza lazım gelmez. Zira kaza edecek zaman yetişememiştir. Fakat üzerine vacip olan ve tutamadığı oruçlarının yerine fidye verilmesini vasiyet etmişse, o zaman varisler onun malından üçte birisini çıkarıp vasiyeti yerine getirirler ise sahih olur. Yolcu veya hasta Ramazan orucunu tutamaz ve Ramazandan sonrada kazasını yapmadan ölürse ölmeden önce vasiyet etmesi gerekir. Eğer vasiyetsiz olarak ölürse, varislerine orucun kefareti lazım gelmez. Fakat varisler kendi arzularıyla, murislerinin geçmiş olan oruçlarının kefaretini verebilirler.
Kefaret" terim olarak örtücü demektir. Şu halde hangi surette olursa olsun, işlenen bir suçu ve günahı örten ve götüren şeye kefaret denir. Allah (cc) bazı suçlan ve günahları birtakım vesilelerle affeder, îşte suçların ve günahların bağışlanmasına yarayan bu vesilelere "keffaret" denir. Keffaret beş kısma ayrılır.
1- Oruç Kefareti: Ramazanda kendi arzusuyla özürsüz olarak, orucunu bozan bir Müslüman'ın vereceği cezadır. Daha önce geçtiği gibi, orucu bozup, hem kaza hem de kefaretini gerektiren şeylerden birini yapmak, orucu bozduğu gibi, kefareti de gerektirir. Fakat, bilerek ve özürsüz olarak orucu bozduktan sonra, aynı gün, nifas, hayız gibi oruç bozmayı helal yapan bir durum olursa, kefaret sakıt olur. Fakat o özüre veya hastalığa kendisinin sebep olmaması gerekir. Eğer o özrü kendisi meydana getirirse, kefaret o zaman düşmez. Orucu yedikten sonra, kendi isteğiyle veya zorla sefere çıkması da kefareti dü sürmez.
2- Halk Kefareti: Yani hac için ihrama girip de, bir özür için vaktinden evvel saçlarını tıraş ettiren kimsenin, tutması gereken üç günlük oruçtur. Bu oruç birbiri ardından tutulduğu gibi, ayrı ayrıda tutulabilir.
3- Kati Kefareti: Bir müslümanı veya zimmiyi hata ile öldürenin vereceği kefarettir. Örneğin ava attığı bir kurşunun, bir şahsa i-sabet edip, onu öldürmesi, şu halde sehven olan öldürmedir. Şu halde bir kişiyi hata ile öldürenin kuvveti olursa, yani mali durumu müsait olursa, o zaman bir mü'min köle veya bir cariye azad eder. Şayet bunu yapmaya gücü yetmezse, iki ay aralıksız olarak oruç tutar.
4- Zihar Kefareti: Kendi karısının vücudunun tamamını veya büyük bir kısmını kendisine ebediyen haram kılarsa ve haram olan kadının bütün vücuduna veya haram olan uzvunu teşbih etmeye zihar denir. Mesela bir adam karısına "Sen bana annem gibisin" veya "senin sırtın anamın sırtı gibi" demesi gibi. Bunu söylemek kefareti gerektiren bir şeydir. Bu kefareti ödemeden, karısıyla cinsel ilişkide bulunmak haramdır. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur;
Zihar yaptıktan sonra, söylediklerinden vazgeçenler, onlarla temasta bulunmadan önce, bir köle veya cariye azad etsinler. Köle azad etmek imkanı olmayanlar, hanınüanyla temasta bulunmadan önce peş peşe iki ay oruç tutsunlar. Bunda güç ye-tiremeyen, altmış fakiri doyursun. [88] Yani altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmaktır.
5- Yemin Kefareti: Yemin, bir sözü takviye için kullanılan, kelime veya cümledir. Allah'ın adına and vermek suretiyle olur. "Vallahi şu işi yapacağım" veya "yapmayacağım" gibi.
Yemin üç kısma ayrılır. Yemini gamus, yemini lağv, yemini münakide.
a- Yemini ğamus: Ğamus, batına, aldatıcı manasına gelir. Böyle bir yemin, sahibini günaha batırdığı için, bu yemine ğamus yemini denmiştir. Bunun kefareti yoktur. Zira kasıtlı olarak yalan yere yemin etmiştir. Bu sebeple, tevbe edip, Allah'tan af dilemesi lazımdır. Allah'ın affına mazhar olamayan kişinin yeri de cehennem olur. Zira Hz. Muhammet (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur; "Büyük günahlar; Allah'a ortak koşmak, ana ve babaya asi olmak, adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir."
Safilere göre bu yeminin kefareti vardır. [89]
b- Yemini Lağv: Yemini kast etmeyerek, yalnız tekit için, "evet vallahi", "hayır vallahi" veya dilin kaymasıyla edilen yemin lağv yeminidir, yani geçersizdir. Bu şekilde olan bir yemin bağlanmış bir yemin değildir. Günah olmaz, aynı zamanda kefareti yoktur.
Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur;
Allah, yaptığınız kasıtsız yeminlerden sizi sorumlu tutmaz. Fakat bile bile yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar.[90]
c- Yemini Münakide: Bu bağlanmış olan yemindir. Müstakbel zamana bağlanmış olan yeminlerdir. "Vallahi şöyle yapacağım" dedikten sonra bu denilen şeyin mubah olması halinde, o şeyin yerine getirilmesi vaciptir. Ettiği yeminin aksini yaparsa, o zaman fidye lazım gelir. Fakat, Vallahi haram bir şey içeceğim" gibi veya kamu yararına aykırı ise, o zaman yemin bozulur. Daha sonra kefaretini vermek lazım gelir.
Yeminini bozan kimseye üç şeyden birini yapmak caizdir.
1- Müslüman bir köleyi azad etmek.
2- On fakire birer avuç yiyecek vermek. [91]
3- Gömlek, atlet, çorap gibi giyeceklerle, on fakiri giydirmek. Bunlan yapmak mümkün olmadığı taktirde, o zaman üç gün
oruç tutmak gerekir.
Yeminin sahih olması için üç şartı vardır.
i- Yemin edenin, akıllı ve ergin olması. Buna göre delinin ve çocuğun yemini sahih değildir. Zira bunlar mükellef değildir.
ii- Yeminin Lağv olmaması; buna göre, "evet vallahi, hayır vallahi" gibi kelimelerle yemin kast etmeyerek, yalnız dilin alışkanlığıyla veya dilin kaymasıyla ağızdan çıkan böyle bir söz yemin sayılmaz.
iii- Yeminin, Allah'ın has isim ve sıfatlarından biriyle meydana gelmiş olması gerekir.
Şu halde yemin, bizzat "Allah" lafzıyla ve Allah'ın isimlerinden bir isimle veya Allah'ın sıfatıyla, Kudret ve îlim gibi sıfatlarından birisiyle yapılması şarttır. Rahman, Halikul-Halk gibi mübarek isimlerinden herhangi birisiyle yemin etmek caizdir. Kahir, Kadir ve Rahim gibi, çoğunlukla Allah'ın ismi olarak kullanıldığı gibi, bazı varlıklara da takılabilen böyle sözlerden her hangi birisiyle edilen yemin, muteberdir. Fakat yemin eden kimse bu sözle, Allah'ın ismin kast etmedim filan adamın ismini kast ettim" derse o yemin sayılmaz. Basir, Semi, Mevcud, ve Hayy gibi, hem Allah hem de kullar hakkında kullanıldığı için, sahibinin niyetine göre değişir. Eğer Allah'ın mübarek ismini kast ederse yemin olur. Aksi ise yemin olmaz. Allah'ın Celali, Allah'ın Kudreti, Allah'ın Azameti, Allah'ın izzeti, Allah'ın Kelamı gibi, îlahi sıfatlarla edilen yemin caizdir. Allah Tea-la'nın, isim, zat ve sıfatlarından başka varlıkların isimleriyle ilen yemin sahih değildir ve mekruhtur. Akabe'ye, velilere, alimlere, Cebrail gibi mukaddes bir varlık dahi olsa kesinlikle caiz değildir. Zira Hz. Muhammet (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur; . .
Agah olun! Elbette ki Allah (cc), sizleri babalarınızın isimleriyle yemin etmekten yasak etti. Artık kim yemin edecekse, Allah'ın ismiyle yemin etsin, yahut da sussun." [92]
Hz. Muhammet (sav) Efendimiz'in yemin şöyleydi; Hayır. Kalpleri çevirip eviribe yemin ederim" şeklinde idi. Abdullah bin Ömer den rivayet olunmuştur.[93]
"Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim. Muhammedi'n nefsini elinde tutan Allah'a yemin ederim. [94] şeklinde yemin ettiği de rivayet olmuştur.
Herhangi bir kimse, Allah'a saygı ve hürmet gösterdiği gibi, bir mahluka saygı göstererek yemin ederse kesinlikle kafir olur. Zira Hz. Muhammet (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Bir kimse, Allah'tan başka bir şeye yemin ederse kafir olur." Şu halde, Evliyalara, türbelere yemin etmekte kesinlikle caiz değildir. Bir kişi, "şu bana söz ve and olsun" veya "yemin ederim şunu yapacağım* dese, kesinlikle bu, yemin kısmından değildir. Bir kimse "Eğer ben bu işi yaparsam Hıristiyan olayım veya Yahudi olayım" gibi bir yemin ederse, eğer onun maksadı, o işten aciz olduğu için, o işten uzak durmak, o işi yapmamak ise, istiğfar edip, Allah'tan mağfiret dilemelidir. Aynı zamanda Kelime-i Şahadet getirmesi de sünnettir. Kefaret de lazım gelmez. Eğer maksadı gerçekten, o işi yapsa ise dinden gerçekten çıkmak ise, o zaman o işini bir daha yapmasıyla kafir olur. Yani dinden kesinlikle çıkmış olur.
Yemin iki kısma ayrılır.
i- Sarih Yemin: Allah'ın zatına özel olarak, isimlerinden herhangi bir imiyle yemin etmektir. Örneğin, "Alemlerin Rabbine yemin ederim" veya "Allah'a yemin veya Kasem ederim" gibi lafızlarla yapılan yemindir. Sarih yemin konuşmak ile yani, Allah'a kasem olsun dedikten sonra akit yani yemin olur. Bundan dönmesi kabul edilmez. Zira bu lafız ve konuşmaların yeminden başka anlamı yoktur. Ancak bu lafzın yemin kastıyla söylenmiş olması lazımdır. Eğer dil alışkanlığıyla ağızdan çıkmışsa, o zaman yemin değildir. "Zira Allah sizi, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkan yeminlerinizden ötürü cezalandırmaz. Fakat kasten ettiğiniz yeminlerden ötürü sizi muhasebe eder." [95] Hz. Aişe (ra), "Bu ayet, evet vallahi, hayır vallahi, şeklindeki yeminler hakkında nazil oldu" demiştir.[96]
Hz. Muhammet (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
"Bu yemini lağv dır, şer-i yemin değildir. Bir kimsenin evinde, evet vallahi, hayır vallahi demesinden ibarettir."
Bu yeminlerde kefaret lazım gelmez. Yemin geçmiş bir şeyden yapıldığı gibi, istikballe ilgili olarak da yapılır. Mesela "Allah'a yemin ederim ki ben o işi yaptım veya, Allah'a yemin ederim ki o işi yapmadım." Bu şekildeki olan bir yemin şer-i bir yemindir. Zira Cenab-ı Allah (cc) şöyle buyurmuştur;
Söylemedik diye Allah'a yemin ederler. [97] Yeminin istikbali ise şu şekilde yapılır. "Allah'a yemin ederim, şu işi bundan sonra yapmayacağım." Zira Hz. Muhammet (sav) E-fendimizin şu şekilde yemini olmuştur. Allah'a yemin ederim ki, ben Kureyşe savaş açacağım,[98] İstikbal ile meydana gelmiş bir yemindir. Boş yere yemin etmek mekruhtur.
Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur;
Yeminlerinize, Allah'ı engel kılmayın. [99]
Çok yemin etmenin mekruh olmasının nedeni, çok yemin eden kimsenin yemini yerine getirmesini aciz kılmasıdır.
Hermele şöyle diyor; "Ben İmam Şaüiden kulağımla duydum diyerek şunu nakleder. "Ne doğru nede yalan olarak Allah'ın adıyla hayatım boyunca hiç yemin etmedim."
Yemin üç kısma ayrılır.
i- Haram olan yemin: Bu haram için veya bir vacibin terki i-çin veya yalan olarak yapılan yemindir.
ii- Vacip olan yemin: Bu, mazlumu zulümden kurtarmak için veya hakkı meydana çıkarmak için, yeminden başka çare olmadığı taktirde yapılan yemindir.
iii- Mubah olan yemin: Bu, günahtan kaçmak veya sevap işlemeye götürmek veya insanları hakka iletmek veya insanları batıldan çevirmek maksadıyla yapılan yemindir.
iv- Hz. Muhammet (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
"Allah'a siz aciz olmadıkça, Allah Teala aciz olmaz. [100] Hz. Muhammet (sav) Efendimizin bu hadiste yaptığı yemin, mubah olan bir yemindir.
v- Mendup olan yemin: Bu, yapılan nasihat ve vaizlerden etkilenmeye neden olan yemindir. İnsanın işlerinde veya sözlerinde kendisine itimat edilmesini sağlamak ve şevkini artırmak
İçin Allah'ın adıyla yemin etmesidir. Öyle bir yemin Allah'a o-lursa, yani Onun için olursa, o zaman kötü edebin en büyükle-rindendir. halde, insanlar arasında sulh yapmak, iyilik etmek huşun da yeminlerinize Allah'ı hedef ve engel kılmayınız. [101]
Allah'tan korkan ve Ona tazim eden bir mü'minin, bir takım menfaatleri için Allah'ın adıyla yemin etmesi kötü bir davranıştır. Bunun tehlikeli neticelerinden birisi, kişinin, Allah'ın ismiyle yemin ederken yalanı adet edinmesidir. Buna "yemini ğamus" denir. Eğer sahibi, bu yemini terk etmek suretiyle tevbe etmezse bu onu cehenneme götürür ve aynı zamanda, kazancının ve malının bereketinin gitmesine neden olur. Zira Hz. Muhammet (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Yemin, malını satmasına neden olur, yani zannedilir. Hadıza-tında, malın ve kazancın mahv nedenidir. [102] Başka birhadisteise şöyle buyurulur:
Büyük günahlar; Allah'a şirk koşmak, ana-babaya karşı gelmek, suçsuz bir insanı öldürmek ve yemini gamus yani yalan yere yemin etmektir." Bunu kim yaparsa Cehenneme gider.
Kinayeli yemin de, ancak ve ancak niyet ve yemin kastının bulunması lazımdır. Eğer bir kimse, bu söylediğim sözümle yemini kast etmedim" derse kabul etmek lazım gelir. Mesela rızık verene (Er-Razıka), yaratana (El-Halıka) veya Rabbe yemin edildiğinde bu yemin sahih olan yeminlerdendir. Eğer bu lafızlarla, Allah'tan başkası kast edilirse, kast olunan anlama dönüşür ve yenin sayılmaz. Zira lafızlar mukayyed olduktan sonra, kul hakkında da istimal olabilir. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur;
Siz Yalan yaratıyorsunuz. [103]
Ayetteki yaratma vasfı doğrudan kula isnad olmuştur. Ayetin manası şöyledir; "Siz Allah'ı bırakıp putlara tapıyor ve yalan uydurup duruyorsunuz. Sizin, Allah'ı bırakıp ta taptıklarınız, size bir rızık veremezler." Bu ayette rızık gene kula isnad olmuştur. Keza bu ayette de "Rezzak" vasfı kula isnad edilmiştir.
Ayetin manası şöyledir;
Eğer mirasın taksimi sırasında, varis olmayan akrabalar, yetimler ve fakirlerde orada bulunursa, onlara da terekeden bir kısım rızık verin." [104]
Bu ayette de "Rab" kelimesi, "Efendi, hizmet edilen kişi" manasında kullanılmıştır.
Dedi ki; Efendine dön. [105]
Buradaki "Rabbi" İsmi faildir yani mastardır. İsmi-1 fail mana-sındadır. Murebbi manasındadır. Bu lafız, mukayyed olarak Allah'tan başkası için kullanılmıştır. Şu halde, bir kimse Allah'ın Kelamına yemin ederim veya ilmine veya Allah'ın kudretine yemin ederim diye, yemin ederse, bu gerçek yemin sayılır. Fakat kudret ile makdur'u, kelam ile harfleri veya sesleri veya ilim ile malumu kast etmemesi lazımdır. Eğer bunlara yemin içen bir kimse, her ikisine de kast ederse, kesinlikle o zaman söylemiş olduğu söz, yemin sayılmaz. Zira Allah nezdindeki harfler, sesler, makdur, malum Allah'ın zatına dahil olmadığı gibi, Onun sıfatlarında da değildir.
1- Allah'ın adı veya sıfatıyla yemin içen kimse bu yeminde sevap kazanmanın anlamı şöyledir; Mesela yemin ile bir vacip meydana gelse, o vazip olanı yapar, veya yeminle kuvvetleyip, haber verdiği şeyde doğru söyler. Bu şekilde olan yeminden sevap kazanılmış olunur.
2- Bir kimsenin yemin ederek kendisine vacip olduğu şeyi yapmaması ya da yemin ettikten sonra söylediği o şeyde yalan çıkması halinde, kendi yemininden dönmesi gerekir. Eğer o adam, Hms yani yemininden dönmese günahkar olur. Eğer dönerse yani hıns ederse, o zaman kefaret lazım gelir. Şu halde, yemininden sonra, ondan daha hayırlı bir şey hatırına gelse, o zaman yeminini bozması lazım gelir ve aynı zamanda da yeminin kefareti gerekir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
"Herhangi bir kimse, bir şeye yemin eder ve sonra, o yeminden daha hayırlısını görürse, onu yapsın ve yeminin kefaretini de ver.[106]
Hıns zamanı, günah demektir. Fakat yemin içtiği için keffaret anlamında kullanılmıştır.
Yeminde Birr ne demektir?: Bir kimse iyi bir şey için yemin içtikten sonra yeminini yerine getirmesi ve mesuliyetten kurtulmasıdır.
Yeminde Hanis ne demektir? Birincisi, yeminle Haris olmaktır. Bir kimsenin yemin vasıtasıyla kendisine vacip olan bir şeyi yapmamasıdır. Mesela Perşembe günü bir yoksula sadaka vermek için Allah adıyla yemin eden kimse, o gün sadaka vermezse, o kimse yemini sebebiyle hanis olur. Bu yeminin hükrnü, günahkar olan o kimsenin üzerine kefaretin vacip olmasıdır. İkincisi, bir kimsenin yemin ile haber verdiği bir şeyde aynı çıkmaması, o zaman yemin ile hanis oluyor. Örneğin, meskeni olmadığı halde, "Allah'a yemin ederim ki bu mesken benim malımdır" bu şekilde olan bir yemine, yemini hıns denir. Buradaki hınslığın manası yemin sahibinin ikaba müstehak olmasıdır, Aynı zamanda kefaret de kendisine lazım gelir. Zira bu yemin, akdedilmiş bir yemin sayılır. îkinci yemin, günah bakımından birinci yeminden daha fazla günahtır. Zira, Allah adıyla yalan yere yemin ettiği içindir. Bir kişi kefaretten uzak olmak için, sık olarak Hz. Muhammed (sav) Efendimize yemin ederse, eğer bu kişinin Hz. Muhammed (sav) Efendimizi küçümseme gibi bir niyeti olursa, kesinlikle o adamın kötü bir halde ölmesinden endişe edilir. Eğer bu maksatla yemini olursa, kuşkusuz olarak kafir olur. Zira Peygamberlerin ve Fahri Alemin küçümsenmesi kesinlikle küfürdür.
Bir kimse, bir şey için yemin istediği zaman, başka bir şeye dili kayarsa, o yemin geçersizdir. Mahsus olarak, sarhoş edici haram olan bir şeyi vermek veya içmek maksadıyla, aklı başından gittikten sonra o kimsenin yemini geçerlidir. Gelecek zamanda bir şeyi yapmamak veya yapmak için yemin etmek mekruhtur. Fakat haram ve mekruh olan bir şeyin terki için veya bir farzı veya sünneti ifa etmek için, yemin etmek kuşkusuz olarak mekruh değil, aynı zamanda ibadet sayılır. Herhangi bir iş olursa olsun, o işi yapmamak için bir kimse yemin etse, sonra o işin yapılması için başka bir adama emir verirse veya onu vekil ederse, yemini bozmuş olmaz. "Allah adına istiyorum ki" veya "Allah adına sana yemin ederim ki" bu şekilde o-lan bir konuşma, eğer bu sözüyle muhatabından sadece yardım istiyorsa veya muhatabının yeminini (onun yemininin gereğini yapmasını) istiyorsa, bu taktir de, yemin kısmından sayılmaz. Çünkü bu sözle, kişinin kasdı yemin olmamıştır ve aynı zamanda muhatabına yemin verdirmemiştir. Bunun için Allah adına insanlardan bir şey istemek kesinlikle mekruhtur. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Allah'ın vechi ile ancak Cennet istenir. [107]
Bir kimsenin "filan kadınla evleneceğim" diye yemini olursa, bu yemini ettikten sonra, vekaletini başka bir adama vererek nikah akdi yapmak isterse, o zaman yemininden nahis, yani dönmüş olur. Zira evlilik sadece akde şamil gelemez. Belki akdine şamil geldiği gibi, neticelerine de şamil gelir. Şu halde bir kimse, akit fiilini yapmayacağına yemin etse ve bu fiilide yapmasa, fakat akdin neticelerini yapsa, bunun için yemini bozmuş olur.
Bir kimse "Allah'a yemin ederim ki ben bu iki elbiseyi giymeyeceğim veya şu iki kişiye selam vermeyeceğim" derse, sonra elbiselerden birini giyse veya o iki kişiden birine selam verse, yemininde ha-nis olmaz, yani yemini bozulmaz. Zira yemin, her iki şeyin tümüne birden yapılmıştır. Bir kişi "Allah'a yemin ederim ki ben bu yemeği yemeyeceğim, şunu da yemeyeceğim veya şu adama selam vermeyeceğim, şuna da vermeyeceğim" dese ve yemeklerden birini yemekle veya adamlardan birine selam vermesiyle yemini hanis olur yani yemini bozmuş olur. Zira yemin her biri için ayrı ayrı meydana gelmiştir. Bir kimse Allah'a yemin ederim ki bu ilacı yiyeceğim veya bu iki adamla konuşacağım dese ve onlardan birini yiyip, biri ile de konuşsa yemininde nahis olur, yani yemini yerine getirmiş sayılmaz. Zira yeminin yerine gelmesi için, her ikisi de meydana gelmelidir.
Yemin kefaretini eda ederken niyetini getirmek farzdır. Zira niyetin kefareti getirilmeden caiz değildir. Örneğin kefaret olarak köle azad ediyorsa, "Bu köleyi ifsad ettiğim Ramazan orucunun kefareti olarak azad ediyorum" demelidir. Zira buda oruç ve zekat gibi mali ve bedeni bir vecibedir. Bunun sahih olması içinde niyet şarttır. Zira ameller ancak niyetlere göredir. Bunun için, kefaretin edası için, kayıtsız olarak köle azad etmeye ve iki ay oruç tutmaya veya altmış fakiri doyurmaya niyet etmek yeterli değildir. Zira bunlar bazı evkatta nezir ve adak içinde olabilir. Bu nedenle tayin suretiyle şu, orucun kefaretidir. Söylemek yani niyet etmek farzdır.
Ramazan orucunu, cinsel ilişkide bulunmak kaydıyla ifsad e-den kimseye, cinsel ilişkinin sayısınca kefaret ve kaza lazım gelir. Şu halde, iki gün cinsel ilişkide bulunmuşsa, iki kefaret ve iki kaza lazım gelir. Dinde, bir fiilin cezası muayyen olduktan sonra, zina, zina iftirası, hırsızlık, kati, içki içmek gibi yasaklar işleyene hadd cezası tatbik edildiğinde, bu ceza dünyadaki olan suçun, karşıdaki olan kefaretidir. Bu cezaya çarptırılan kişi, bu suçundan dolayı tevbe etmese bile, bu suçtan ötürü, Allah o kişiyi ahirette bir daha cezalandırmaz. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, zina etmemek, hırsızlık yapmamak, Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmemek üzere bana biat ediniz. İçinizden sözümde duran olursa, ecir ve mükafatı, Allah'ın Kerem ve Faziletindedir. Bu söylediklerimden birini yapıp da ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa, bu ceza ona bir kefarettir. Bunlardan birini yapıp ta, yaptığı fiili Allah örterse işi Allah'a kalır, terse Allah Affeder dilerse azap eder. Başka bir hadiste ise şöyledir;
Kim cezayı gerektiren bir suç işlerde, cezası öne alınarak, cezası dünyada verilirse, Allah Ahirette kuluna cezayı iki defa vermekten daha adaletlidir. Kim, bir şer-i ceza gerektiren bir suç işlerde, Allah onu örter ve kendisini affederse, Allah'ın keremi affettiği bir şeye dönmekten daha üstündür." Başka bir hadiste ise şöyledir;
O arkadaşınız namına bir köleyi azad edin. Zira o kölenin her bir uzvu karşılığında, Allah arkadaşınızın bir azasını ateşten azad eder." Şu halde kaza ile öldürmede kefaret vacip olduğuna göre, kasten öldürmede kefaretin vacip olması bittenkı evladır.
Terim olarak itikaf, bir yerde durmak, beklemek, o yerde kendini hapsetme ve devam etmek demektir. O yer ister hayır, isterse kötü olsun.
Kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavime rast geldiler. [108]
Hani o, babasına ve kavmine "tapıp durduğunuz bu heykeller nedir?" [109] demişti.
Mescitlerde itikafa çekildiğiniz zaman hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunmayın. [110]
îtikafm şer-i manası ise; Özel bir niyetle mescitte durmaktır. Senenin bütün günlerinde itikafa girmek müstehaptır. Fakat Ramazan ayında itikafa girmek fazilet bakımından daha uygundur. Şu halde şer-i olarak, bir mescitte veya ona benzeyen bir yerde, itikaf niyetiyle bir süre durmaktır.
îtikaf üç kısma ayrılır.
Vacip, sünnet ve müstehap Mesela nezir bir itikaf vacip, Ramazanın sonunda itikafa girmek müekket sünnet, başka günlerde ibadet kastıyla mescide girmek ve bir süre durmak da müstehaptır.
Halisane olarak Allah'a yönelmek, boş vakitleri ibadete hazır etmek amacıyla, Cenab-ı Allah'ın kapısında mağfiret oluncaya kadar ibadet etmektir. Itikafın süresi, îmam Yusuf a göre bir gündür. İmam Muhammed'e göre bir saattir. Malikilere göre itikafm en az süresi bir gün bir gecedir. Şafiilere göre ise "Sübhanellah" diyecek kadar bir zamandan, daha fazla durmaktır. Hanbelilere göre en az süre bir an durmaktır. îtikaf diğer dinlerin şeriatlarında da vardır. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur;
İbrahim ve İsmail'e tavaf edenler, itikaf edenler, secde ve rükû edenler için evimi temizleyin diye emretmiştik. [111]
Kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Kitaptan delil ise Cenab-ı Allah'ın şu ayetleridir;
"Sizler mescitlerde itikafta iken hanımlarınıza yaklaşmayın." [112]
İlk ayette, itikaf ibadetlere mahsus olan mescitlere nispet edilmiştir. Diğer yandan, itikaf için mubah olan cinsel ilişkiyi terk etmek, onun bir ibadet olduğunu gösterir.
Sünnetten delil; İbn-i Ömer, Enes (ra) ve Hz. Aişe (ra)'m rivayet ettikleri şu hadistir;
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz Medine'ye geldiği zaman, vefatına kadar Ramazanın son on gününde itikafa girerdi. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, Ramazanın ortası olan on gününde itikafa girerdi. Sonra Ramazanın son on günü, vefat edinceye kadar itikafa girerdi. Aile fertleri vefatından sonra itikafa devam ettiler. [113]
Şu halde Hz. Muhammed (sav) Efendimiz Ramazanın son on gününde itikafa girerdi. Hz. Muhammed (sav) Efendimizin bu usulü, Cenab-ı Allah (cc)'ün kendisini vefat ettirdiği zamana kadar devam etti. Hz. Muhammed (sav) Efendimizin vefatından sonra, onun zevceleri itikafa girmişlerdir.
"îtikaf' her zaman müstehaptır. Fakat bir kişi itikafa girmeyi nezir etse, o zaman itikaf vacip olur. İtikafın Ramazanın son on gününde sünneti müekkede olmasının anlamı, Kadir gecesinin ihya e-dilmesi içindir. Zira Kadir gecesinde yapılan amel, Kadir gecesinden başka yapılan bin aydan daha hayırlıdır. Alimlerin ekserisi, Kadir gecesinin son on gününde olduğunda ittifak etmişlerdir. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle dedi; O, (Kadir gecesi) tek sayılı bir gecede bana gösterildi ki, ben o gecenin sabahında toprak ve su üzerinde secde ediyordum ve yirmi birinci gecenin sabah namazına çıktı. Yağmur yağıyordu, mescidin tavanı damlamıştı. Bende çamur ve suyu gördüm. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz sabah namazını bitirip mescitten çıkarken, alnı ve burnunun ucu çamurlu ve yaştı. Birde bakınca o gecenin son onunda olan yirmi birinci gece idi.
Başka bir rivayete göre ise şöyledir; Kadir gecesinin hangi gece olduğu bana bildirildi, sonra unuttum ve kendimi o gecenin sabahında su ve çamur üzerinde secde eder gördüm.[114]
Ravi diyor ki; yirmi üçüncü gece yağmur yağdı. Şu halde Kadir gecesinin hangi gece olduğundan ne kadar onun hakkında ihtilafı gerektiren rivayetler gelmişse de, aşağıdaki hadise senet olarak, Ramazanın 27. Gecesi, tüm Müslümanlarca kabule şayan görülmüştür. Bir de dokuz harftir. Ayeti Kerimede üç kez tekrarı olmuştur. Bu üç, dokuzla çarpılırsa 27 meydana gelir. Bu hadiseye dayanarak, bütün İslam dünyasında kadir gecesini 27. gece olarak tasvip etmişlerdir. Başka bir hadiste ise şöyle rivayet olunmuştur;
Muaviye bin Ebu Süfyan (ra) dan; Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurdu; "Kadir gecesi Ramazanın 27. gecesidir."
îtikâfın icmai: Tüm fakihlerin adak olmadıkça, Ramazanda ol sun veya başka zamanlarda olsun, itikafa girmeyi sünnet olarak kabul etmişlerdir.
Ramazanın birinci gecesinde, İbrahim (a.s.) suhufu inmiştir. Ramazanın on ikisinde Davud (as) Zebur kendisine inmiştir. Ramazanın on sekizinde îsa (as)'a İncil inmiştir. Hz. Muhammed (sav) Ramazan ayının yirmi dördünde, Kur'an-ı Kerim ilk olarak inzal olmuştur. [115]
Itikafın sahih olması şu şartlara bağlıdır;
i- îtikafta bulunan kişi Müslüman olmalıdır.
ii- Akıllı olmalıdır.
iii- Temiz olmalıdır, zira gayri müslimin, akıl hastasının, cünü-bün, hayız ve nifastan temizlenmemiş kişinin itikafı kesinlikle caiz değildir.
iv- İtikafa niyet edilmiş olmalıdır. Niyetsiz olarak yapılan bir i-tikaf kesinlikle caiz değildir. Niyetin dil ile de söylenmesi gerekir.
v- İtikâf mescitte veya onun hükmünde olan bir yerde yapılmalıdır. Fakat büyük camilerde yapılması daha uygun olur. Kadınların kendi evlerinde mescit edinecekleri bir oda da itikafları daha uygundur. Kadınların dışarıdaki mescitlerde itikaf etmeleri ne kadar caiz ise de, yinede mekruhtur. Kadınların kendi meskenlerinde namaz kılmaları, camilerde namaz kılmalarından daha sevap olduğu gibi, meskenlerindeki itikafları, camilerdekinden daha faziletlidir.
îmam Safîye göre; itikaf şerefe layık bir yerde yapılmalıdır. Burası da ancak mescittir. Şu halde evlerde mescit edinilen yerler bu şerefe denk değildir. Bütün mescitlerde itikaf caizdir. Mutekit olan kimse, içinde Cuma namazı kılman bir camide olması daha efdaldir. Tâki Cuma namazına çıkmamak ihtiyacı olmasın. Kadın, misafir ve kölenin, bunlara Cuma namazı farz olmadığı için, hangi camiye iti-kafa girmek isterlerse girebilirler. Eğer kadın kendi evinini mescidinde itikafa girerse, bundan iki görüş vardır. Birincisi imam safinin yeni görüşüdür. Bu görüş sağlamdır. Buna göre kadının kendi evinde itikafa girmesi sahih değildir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimizin hanımları mescitte itikafa girerlerdi. Onların evleri dar olduğundan itikafa girmek için uygun değildi. Şayet onların evleri geniş olsaydı, o zaman evlerinde itikafa girmeleri daha uygun olurdu." [116]
Özür olmadan mescitten dışarı çıkmak itikafı bozar. Sünnet olan itikafı yerine getirmek için oruçlu olmak şart değildir. Ancak oruç tutmak sünnettir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
İtikafa giren kimsenin oruç tutması şart değildir, ancak isterse tutabilir. [117]
Bu itikafın üçüncü kısmıdır. Eğer bir kimse belirli bir müddet için itikafa girmeyi nezrederse yâni adarsa, o müddet zarfında, ab-dest, tuvalet ve benzeri ihtiyaçlar dışında mescitten çıkması caiz olmaz. Mescitten çıkmak haram olduğu içinde itikafı da ifsat eder. Bu nedenle bir daha baştan itikafı eda etmesi lazım gelir. Bir kimse oruçluyken itikafa girmesi adak etse oruçlu olarak itikafa girmesi lazım gelir. Zira bu orucu kendisine vacip kılmıştır.
Özet olarak Maliki ve Safilere göre her camiada itikaf caizdir. Hanefıler ve Hanbelile ise; itikafta mescidin cami olmasını şart koşuyorlar. Cumhura göre ev mescitlerinde itikaf caiz olmayıp sadece Hanefılere göre kadınlar için caizdir. [118]
Mescidi-El-haram veya Mescidi Nebevi veya Mescidi Aksada itikaf etmek için adakta bulunan kimse muayyen olunmuş yerde itikafa girmesi lazım gelir. Fakat bir kimse Mescidi Aksa da itikaf etmek için adak ederse ondan daha efdal olan Mescidi Nebevi ve Mescidi Haramda itikaf edebildiği gibi Mescidi Nebevi'de de itikaf etmek için adak adarsa Mescidi Haramda itikaf edebilir. Şu halde ne Mescidi Nebevi Mescidi Haramın yerini nede mescidi el aksa Mescidi Nebe-vi'nin yerini tutamaz. Bu üç camiden başka bütün camiler arasında kesinlikle bir fark yoktur. Hepside eşitlik bakımından birdir. Zira bir kimse itikafı belirli bir camide yapmak için adak adarsa adaklanan camide yapması şart değildir. O halde başka camilerde itikafa girebilir ve namaz kılabilir.[119] İsterse itikaf yapmayı veya namaz kılmayı nezir ettiği cami diğer camilerden daha üstün olsun. Meselâ Anka-ra'daki Hacı bayram camiide itikafa girmeyi adak eden bir kimse İstanbul'daki Sultan Fatih camiinde bunun yerine itikafa girebilir. Ha-nefîler ve Safîlere göre mescidin üstü mescidi çevreleyen ve kapısı ve minaresi avluda bulunan mescidden sayılmalıdır. Zira cünüp kişiler bu zikredilen yerlerden de men olmuşlardır.
Kadının itikafa girebilmesi için kocasından izin alması gerekir. Koca eşine itikaf izni verince artık bundan dönemez. Hanefî, Safî ve Hanbelilere göre kadına kocası tarafından izin verilmesi şarttır. O halde kocasının izni olmadan bir kadının itikafa girmesi ne kadar adanmış bir adak dahi olsa sahih olmaz. Zira adanmış olan itikafda oruç şarttır. Malikilere göre kocasının izni olmadan itikafa girmesi ne kadar sahih bile ise günahkar olur. Susmak yani samt orucu da mekruhtur. Zira Resul-u Ekrem (sav) samt olan oruçdan nefyet-miştir. EbuHanife (ra) ye susmak orucuna dair sorulduğunda "o-ruçlu olduğunda hiç kimse ile konuşmamaktır" diye cevap vermiştir. Aksi halde susmak mekruh değildir. Zira Resul-u Ekrem (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kim susarsa kurtulur." Konuşmak da mekruhtur. Ancak hayır ile konuşacaksa mekruh değildir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Habibim! Kullanma söyle sözün en iyisini söylesinler.
Mescide yapılan ziyade ve ekler sevap bakımından eski camii-den sayılır. Hatta Mescidi Nebevi ve Mescidi Haram çevresinde ki ekler ve ziyadelerde itikaf yeridir. Zira Ebu Hureyreden gelen bir hadisi şerifte Resul-u Ekrem (sav) efendimiz buyurmuştur. "Bu mescit Sa-naya kadar bina yani eklerin yapmasıyla fazla olursa gene benim mescidimdir." Bu hadis zayıftır. Zübeyr bunu bekkar rivayet etmiştir. Hz. Ömer'de Mescidi Nebevi için "Bu mescide eklerde bulunup cebanete kadar ilave etsekte yine Hz. Peygamberin (sav) mescidi olur" demiştir. Bir kimse birkaç gününü itikafa nezir etse geceleri ile beraber itikafına girmesi lazımdır. Zira günlerin toplu olarak söylenmesi geceleri de içine alır. Araplar arasında ben seni birkaç gündür görmedim dendiğinde gece ile gündüz birlikte kastedilir. Öyle söylemesinden itikafı ardı ardına yapmak lazım gelir. O halde iki günün itikafına nezr eden kimseye her ikisinde de geceleri ile beraber itikafa girmek lazım gelir. Zira ikişerde yani tesniyede çoğul anlamı vardır. Hatta mantık ilmine göre birden fazla cemdir. İbadette cema dahildir. Safîlere göre bir kişi bir gün itikafa girmeyi nezre etse o günün gecesinde de itikafa girmesi kendisine lazım gelmez. Bunda ittifak vardır. Zira gece gündüzden değildir. Bu kişinin itikaf yerine sabah vaktinden önce girmesi güneş kaybolduktan sonra çıkması lazımdır. Zira gündüz sabah vakti ile güneşin kaybolması arasında ki olan zamandır. Bir kişi muayyen bir ayda itikafa nezir etse o belirli bir ayda geceleri ile beraber itikafa girmek lazım gelir. Zira geceleri de bu aya dahildir. İsterse ay tamam olsun ve noksan olsun fark etmez. Eğer peş peşe itikafa girmek adaşa o zaman peş peşe girmek lazım gelir. İtikafın adabı şu şekildedir.
1- Cuma kılman mescidde itikafa girmek.
2- İtikafa girdiği zaman iyi şeylerden başka bir şey ile konuşmamak şu halde bütün kötü fiilleri terk etmek gerekir. Kovuculuk ve gıybet gibi şeyleri yapmamalı şayet öyle şeyler yapılırsa ibadeti boşa çıkılır.
3- îtikafa giren kimsenin yalnız hayırdan başka bir şey yapmaması gerekir. Şu halde konuşmayı keserek kendini Kur'an okumaya zikre,hadis öğrenmeye Peygamber efendimizin hayatını öğrenmeye vermelidir.
İtikafın mekruhları ise şunlardır.
1- Hacamat yani kan aldırmak ve kan akıtmak. Eğer mescidin pislenmesi söz konusu olursa o zaman haram olur.
2- Herhangi bir sanat ve işle meşgul olmak mekruhtur. Örneğin yün örmek veya elbise dikmek yada alışveriş yapmak ne kadar az da olsa mekruhtur.
İtikafi iptal eden şeyler ise şunlardır.
1- Bir kimsenin hanımı ile bilerek cinsel ilişkide bulunması. Cinsel ilişkide meni akmasa da yine itikafi bozulur. Zira Cenabı-ı Allah şöyle buyurmuştur. "Mescitlerde itikatta iken hanımlarınıza yaklaşmayın. [120]
2- İhtiyaç olmadan mescitten çıkmak
3- îrtidad olmadan delirmek veya sarhoş olmak
4- Kadının hayız veya nifas kanını görmesi. Bu durumda kadının mescitte durması haramdır. îtikaftan çıkması lazım gelir. O kadının temiz olduktan sonra yeni bir niyet ile tekrar itikafa girmesi gerekir.
Zekat terim olarak "ziyade, bereket, üreme, temizlik, salah ve örme manalarına gelir. Belli mal türlerinin belli bir bölümünü müstahak olan Müslümanlara temlik olarak vermektedir. Veyahut belli olan bir malın cüzisi belirli bir bölümünü belirli şahsa mülk olarak vermektir." Zekat malı arttırdığı ve onu muhafaza ettiği için zekat ismini almıştır. Zekat hastır. Yani farz olan sadaya şamil gelir. Bu zekat sadece fakirlere verilir. Zenginlere verilmesi caiz değildir. Zekata "sadaka" da denilmiştir. Fakat sadaka kelimesi zekattan daha anlamlı ve kapsamlıdır. Zira vacip ve nafile kabilinden olan hibeleri yani bağışları da içine alır. ,
Zekatın Fayda ve Hikmetleri
1- Zekat veren kimse zekat verdiği için mertliği öğrenerek bunu adet haline getirir. Aynı zaman da bünyesinde ki olan cimrilik fitresini söküp atar. Şayet zekatını o bizzat malından ayırıp verirse ruhi yönden daha rahat olur. Bununla beraber onun malının noksanlaş-maktan da muhafaza eder.
Zira Resul-u Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:
Sadaka bir malı noksan etmez."
Zekat malı noksan etmez. Aynı zamanda malı artar. Zekat veren kimse kendisini halkın saldırmasından muhafaza eder. Zekat veren kimse de topluma faydalı olur ve aynı zamanda mal çoğalır. Bunlarla beraber zekat veren kimse Allah rızası için harcadığı malın sevabını da elde eder.
Zekat veren ve alan kimse, zekat ile beraber kardeşlik bağını kurarlar. Zira müslümanlar arasında olan kaynaşmanın, yaklaşmanın derecesi ancak ve ancak zekatın olması ile daha bariz bir anlam ifade eder. Eğer tüm Müslümanların zekatı hak sahiplerine verdiği düşünülürse Müslümanlar arasındaki yaklaşma ve kaynaşma kesinlikle bitmez. O zaman Müslümanlar birbirlerine tek bir vücut gibi muhabbet ve şefkat göstermek zorunda kalacaklardır. Eğer bu şekilde olmazsa toplum ayakta kalmaz.
1- Zekat kalpleri haset, dedikodu, nefret, kin gibi hastalıklardan temizleyecek bir yoldur. Toplumda şefkat, yardımlaşma ve merhamet düşünceleri kalktığı zaman bu tehlikeli hastalığa hücum e-derler. Zekatın temeli bir toplumda atılırsa o zaman meyvelerini açık açık göstererek kalpleri nefret ve kinden temizlemede iyi bir etki yapar. Halkın maddi katmanlarının değişik olmasına rağmen dostluk yapmada önemli bir rol oynar.
2- Zekat tembellik ve tembelliğin nedenlerinin yok olmasını sağlar. Zira tembelliğin en kuvvetli sebebi fakirliktir.
Mal olmazsa insan bir şey yapmak için çaba göstermez. Fakat şeriatın gereğine göre zekat müessesesi çalıştığında fakir bir iş yapacak duruma getirilebilir. însan toplumu çoktan beri fakirlik gördüğü zaman hakiki medeniyet ve tüm semavi dinler bu fakirliği kaldırmak için çokça çaba sarf etmişlerdir. Hatta ve hatta ki Hz. Ali (ra) şöyle demiş. "Eğer fakirlik bir şahıs olsaydı nerede bulsam ben onu öldürürüm." İnsanları fakir islam kurtardı, tslam dini gelmeden önce Roma'da, Babil'de ve Mısır'da fakir olan bir kimse doyurucu bir yemek olmadığı gibi insanların merhamet ve şefkatlerinden de ümitsizdiler. Araplar'da da aynı böyleydi. Bu nedenle İslam dini fakirlik yarasını sormak ve toplumun üzüntüsünü gidermek için fakir ve muhtaca yemek yedirmeyi, fakirin ihtiyacını karşılamayı imanın vecibelerinden saymıştır.
"Öyle değil siz yetime ikramda bulamazsınız. Miskini de yedirmeye teşvik etmezsiniz. [121]
Bu ayet Medine'de nazil olmuştur. Zahir bir ifade ile zekatın vacip olduğunu fakirler vermek sureti ile beyan etmektedir.
Zekat beş temel esaslarından biridir. Zekat islamın beş şartından biridir. Hicretin ikinci yılı şevval ayında Medine'de Ramazan orucu ve fitreden sonra farz kılınmıştır. Fakihların ittifakıyla zekat Peygamberlere vacip değildir. Zira zekat malın kiridir. Onlar günahlardan müberradır. Aynı zamanda onların elindeki olan mal Allah'ın emanetidir. Ve onların malı onların mülkiyetinden değildir. Onlardan irsiyet olarak kimse mal almaz. Örneğin Resul-u Ekrem (sav) e-fendimiz vefatından sonra Hz. Fatrnıa (ra) Ebuhekir'in (ra) yanına gelerek babamın Fedek köyündeki olan bağı ve bahçesini istiyorum, dedi. Ebubekir'in cevabı kendisine şöyle oldu. Babanızın bıraktığı mal devlet hazinesine gidiyor. Kimseye malını vermek caiz değildir. Yalnız kendisine varis olan alimlerdir. Zira peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur.
Alimlerpeygamberlerin varisleridir.
Kur'an-ı Kerim'de de seksen iki yerde zekat namaz ile beraber zikredilmiş adeta ikiz kabul edilmiştir. O halde zekat ile namaz birbirine lazım ve mel zumdurlar. Bununla beraber bir kişi zekatı verip de namazı kılmazsa zekatı kabul olmaz. Yada namazı kılsa zekatı vermese namazı kabul olmaz. O halde zekat ve namaz beraber yapılması gerekli ibadetlerdir. Zekatın farziyeti kitabı sünnet ve icmai ümmet ile sabittir. Kitaptan delil Allah Telâla şöyle buyurmaktadır:
Hasat günü ürünün hakkını ödeyin.[122]
Müminlerin mallarından zekat al ki onları temizleyip mallarını çoğaltsın. [123]
Namaz kılın, zekât verin. [124] Sünnete delil ise Resul-u Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
İslam beş temel üzerine kurulmuştur. Allah'tan başka ilah oh madığına Muhammed'in onun kulu ve resulü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek ve ramazan orucunu tutmak. [125]
Başka bir hadis ise şöyledir:
Peygamber (sav) Efendimiz Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiği zaman ona dedi ki:
"Kendilerine şunu bildir ki Allah onlara zekatı farz kılmıştır. Bu zekat zenginlerden alınır, fakirlere verilir. [126]
Bu konuda çok hadisler vardır. İcmai ümmet ise:
"Bütün müctehitler zekatın farzıyyeti üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Ashab-ı Kiram zekat vermeyenler ile savaşılması konusunda ittifak etmiştir. "Şu halde zekatın farzıyyeti kitab sünnet ve icmai ümmet ile sabit olmuştur. Zekatın farz olduğunu inkar eden kimse kesinlikle dinden çıkar. Namazın inkarı gibi zekatı inkar edende kafir olur. Fakihler arasında zekatın farz olduğu konusunda icma vardır. Hatta Müslümanların avamı olsun isterse havvası olsun bunu iyice bilmektedir. Bu hususta fakihlerle cahiller ortaktır. Kesinlikle hiç kimsenin zekatı inkar etmesi veya herhangi bir şekilde tevil etmesi caiz değildir. Zira bu durumda ümmetin üzerinde icma ettiği beş vakit namaz, ramazan orucu, cünüplükten yıkanma, zinanın haramlığı, anne kızkardeş ve mahremi olan kadınlarla evlenmenin haramlılığı gibi hükümleri inkar edenler hakkında da geçerlidir. [127]
İbn Hacer el-Askalani de şöyle demiştir: "Farziyyetini kim inkar etse kafir olur."
Zekatı vermeyen için hem dünyada hem de ahirette azap vardır. Ahirette ki azap yakıcı bir azaptır. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Altın ile gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları yakıcı bir azapla müjdele. Kıyamet gününde bu mallar cehennem ateşinin içinde kızdırılarak sahiplerinin alınları ve sırtları bu ateş ile dağlanacak ve "Bu sizin İçin sadece kendiniz için topladığınızdır. Topladığınızın acısını tadın denilecek. [128]
Resul-u Ekrem (sav) efendimizde şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ bir kimseye mal verirde o da zekatını ödemezse zekatını ödemediği bu mal kıyamet günü gözleri üzerinde iki siyah benek bulunan başı kel yılan şekline girip o kişinin boynuna sarılacak ve iki çenesinden tutup yakalayacaktır. Ve şöyle diyecektir. "Ben senin biriktirdiğinim, senin hazinenim." Hz. Peygamber daha sonra şu ayeti kerimeyi okumuştur. "Allah'ın fazlı kereminden ihsan ettiği mallan vermekte cimrilik edenlerin bu cimriliğinin kendileri için iyi olduğunu zannetme. Aksi olarak bu onlar için kötülüktür. Kıyamet gününde cimrilik yaparak vermedikleri bu mallar boyunlarına halka yapılacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Başka bir rivayette Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Altın ve gümüş sahibi olan kimse hakkını yani zekatını ödemezse kıyamet gününde onlar ateşten levha halinde açılacak cehennemde bu levhalar kızdırılacak. Alnı yan tarafı ve sırtı bu ateşten levhalarla dağlanacak cildi yandıktan sonra tekrar yenilenecektir ve bu kullar arasında hüküm verilinceye kadar uzunluğu ellibin sene olan bir günde tekrarlanacaktır. Sonra yerini görecek ya cehenneme yada cennete gidecektir.[129]
Kusur ve ihmalinden ötürü ferde uygulanacak dünyevi cezaya gelince bu ceza zekatı kendisinden almak, tazir etmek ve cebri olarak malının yarısını almaktır. Zira Resul-u Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur. "Mükafatı ve ecrini Allah'tan isteyerek malının zekatım ödeyene ecri verilir. Zekatını vermeyenin zekatını ve malının yarısını alırız." [130]Bu Rabbimizin emirlerinden bir emirdir. Muhammed'in ailesi için ondan yani zekattan hiçbirşey mubah olmaz. Bu hadisi nebeviden anlaşıldığı gibi bir kimse zekatını vermezse müslümanlarm başında bulunan hükümdar ve onun yerine kaim olan kendisine ceza vermek sureti ile malının yarısını ceza olarak alabilir. Aynı zamanda zekat vermeyenler için îslam dini bu cezayı vermek ile İktifa etmemiştir. Zekatı vermeyenler bir kuvvet teşkil etmiş ise ona karşı savaş ilan etmek için emirde vermiştir.
Zira Resul-u Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:
Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed onun elçisi ve resulü olduğuna şehadet edip namaz kılmcaya ve zekatı verinceye kadar insanlarla savaş etmekte emr olundum. Eğer bunu yaptılar mı kanlarını benden muhafaza etmiş bir hale dönük olurlar. Ve onların hesabları Allah'ın katmdadır.[131] Zekat ve kaynaşma yardımlaşma bir müessesedir. Aynı zaman da çok önemlidir. Hakkıyla tatbik edilirse hemen hemen fakirlik problemini ortadan kaldırır. Zekat dağıtımı müslüman devletin eli ile olursa o zaman fakirin izzeti nefsi zekat almasıyla ezilmez. Bunun için Resul-u Ekrem (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
Elbetteki Allah (cc) müslüman zenginlerin mallarından yoksullarına yetecek miktarını farz kılmıştır. Yoksulların fakirlerin çıplak ve aç kaldıkları zaman ancak ve ancak fakirlerin düşmeleri zenginlerin yani cimrilik ve haksızlık gibi davranışlarından meydana gelmektedir. Elbette ki Allah (cc) öyle zenginleri şiddetli bir hesaba tabi tutacak. Ve öyle zenginlere şiddetli bir azab ile azablandıracaktır. [132]
Elbette aziz ve celil olan Allah sadakaları sağ eli ile kabul eder ve sizden biriniz tayını yetiştirip büyüttüğü gibi olur, sizi terbiye e-der. Başka bir rivayet ise şöyledir.
Helal olan maldan bir sadaka vermiş hiçbir kimse yoktur ki Rahman olan Allah o sadakayı sağ eli ile almasın verdiği bir kuru hurma olsa bile merhametli Allah'ın avucunda o hurma sizden birinizin tayını veya deve yavrusunu büyüttüğü gibi öyle bir dikkat ve ihtimam içinde dağ büyüklüğünü aşıncaya kadar büyür. [133]
Başka bir rivayet ise şöyledir.
Kulların sabahına kavuştuğu hiçbir gün yoktur ki iki melek inip birinin "yarabbi verene elinden çıkanın yerini tutacak miktarda ver" diğerinin de "yarabbi vermeyeninde vermeyip elinde tuttuğunu helak et" demesin. [134]
Hanefılere göre zekatın sebebi nisap miktarı yani artan ve büyüyen bir mala sahip olmaktır.[135] Bu artan mal fiilen olmasa da takdiren olsa da yeterlidir. Şemsi takvimi ile değil belki ama kameri takvimi ile bu malın üzerinden bir yıl geçmesi şarttır. Nisap miktarı malın kullar tarafından istenen borcun dışında olması ve kimsenin asli ihtiyaçlarından fazla bulunması şarttır. O halde vakıflarda mülkiyet olmadığı için vakıf mallarından zekat vermek caiz değildir. Düşmanların kendi ülkelerinde el koydukları müslümana bağlı olan bir maldan bu kişinin zekat vermesi vacip değildir. Zira onlar bu mala el koymuşlardır. Burada nisaptan kastedilen şey İslam'ın bir şey hakkındaki ölçü sınır ve alamet tayin etmiş olduğu miktardır. Zekat konusunda altının nisabı yirmi miskal gümüşün nisabı ikiyüz dirhem koyun ile keçinin kırk, sığır ile mandanın otuz devenin nisabı da beştir. Tahıl ve meyvelerin nisabı Hanefîlerden başka diğer fakih-lere göre kuruduktan sonra beş vesak yani 635 kg'dır. Zira Hz, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur. Beş vesaktan aşağı olan miktarda zekat yoktur.
Beş veske ulaşmayan dane ve hurmada zekat yoktur. Şu halde vesk bir tartı ölçüsüdür.[136] Hz. Peygamber onu kendini zamanındaki Medine salarından atmış sa ile takdir etmiştir. İbn Hibba'nm rivayet ettiği hadise göre vesk altı sa; bir sa ise dört mud'dur. Başka bir hesaba göre bir sa; üç litre olarak takdir olunur. Buna göre bir vesk 180 litredir. Buna göre de zirai mahsul ve meyvelerin nisabı 900 litredir. Zirai mahsul ve meyveler kabukları ayrıldıktan ve çamurları temizlendikten sonra yaklaşık olarak beş vesk olduktan sonra ki zekat vacip olur. şayet meyve kurutuluyorsa kurutulduktan sonra 5 veya 6 veske yatişirse o zaman zekat vacip olur. bir kimsenin teslim olmadan ticaret için almış olduğu bir mala hattaki teslim olmadıkça zekat farz olmaz. Zira mülkiyet tamam olmamıştır. Cumhura göre asli ihtiyaçlardan olan mala zekat farz değildir. Oturulan ev, ev eşyası, binek hayvanları, savaşta kullanılan silahlar ve ilmi kitaplardan zekat vermek farz değildir. Bu ilmi kitapların ehli ilme bağlı olması
aynı zamanda ticari amaçla bulundurulmaması lazımdır. Sanaatkar-ların tüm iş aletleri de zekata tabi değildir. Zira bu ayetler ihtiyacı asliyeden sayılır. Aynı zamanda temelden gelişen-büyüyen mallardan sayılmaz. Hanefilere göre denize düşüp de birkaç sene sonra çıkarılan mallarla, gasp olunmuş mallar da zekat vermek vacip değildir. Fakat gasp olunmuş mallarla ilgili elde bir senet varsa kaç sene sonra gasp eden kişiden geri alınca o malının zekatını vermek vacip olur. Bir kimsenin malı kaybolduktan sonra bulunursa bulunmuş olan maldan zekat vermek vacip değildir. Zira bunlarda büyüme ve gelişme söz konusu değildir. Yabancı ve tanınmayan bir kimseye malını emanet edip sonrada kime emanet edildiği unutulan mallardan zekat vermek lazım gelmez. Fakat tanıdıklardan birine malını bir adam kendisine emanet olarak bıraktıktan sonra unutulan mallardan ise o zaman zekat vermek lazım gelir. Toprağa gömülüp yeri unutulan ve seneler sonra hatıra gelmiş olan malada zekat vermek lazım gelmez. Borçlunun senelerce inkar ettiği ve alacaklının elinde senet bulunmayan mallardan da zekat verilmesi lazım gelmez. Bunun gibi alacakların borçlusu bir cemiyetin yanında inkar etmek gibi dedil bulunsa da zekatını vermek vacip değildir. Bunun gibi zulmen yani müsadere olmuş olan bir mala kaç sene sonra ulaşılırsa ulaşılsın bu maldan zekat vermek lazım gelmez. O halde uzun bir müddet inkar eden bir kimsede veyahut iflas etmiş ve fakir olan kimselerdeki alacak veya senet olduğu halde inkar eden kimsede olan alacaklardan ötürü geçmiş olan yıllarında zekatını vermek mecburiyetindedir. Fakat ne zaman bu para o kimsenin eline geçerse zekat farz olur. Bu mallarında zekatın farz olmamasının delili şu hadisi şeriftir. "Dımar maldan zekat vermek yoktur. Yani mülkiyet devam ettiği halde faydalanmanın mümkün olmadığı bir malda zekat yoktur.
Cumhura göre bir malın üzerinden bir yıl geçmezse o mallardan zekat vermek lazım değildir. Yakut, zeberced, inci, fîruz, mercan gibi kıymetli taşlardan ittifakla zekat vermek gerekmez. Zira bu gibi mallar kullanmak için bulundurulur. Fakat öyle mallar ticaret için bulundurulursa zekatlarını vermek lazımdır.
Cumhura göre yem ile beslenen ve çalıştırılan hayvanlardan ötürü zekat vacip değildir. Zekat yalnız otlak hayvanlarından saime yani senenin müzemi çoğunu otlayarak geçiren hayvanlardan lazım gelir.
Malikiler yem ile beslenen ve çalıştırılan hayvanlardan da zekat lazım geldiği görüşünü benimsemişlerdir.
Nisabın bir parçasını maldan çıkarıp mal sahibinin o parçasında ki mülkiyetini sona erdirmek için bir ve bir kaçma temlik etmek yani o fakire bu malı teslim etmedir. Veya fakir adına birine teslim etmektir. Teslim alan kimse de, zekat memuru yahut devlet olabilir.
Zekatın farz olma ve sıhhat şartları vardır.
1- Hürriyet: Kölelik kaydı altında bulunan veya başka milletlere esir düşen kimselere zekat farz değildir.
îttifakiyle kafirin malından zekat farz değildir. Zira zekat temizleyici bir ibadettir. Küfür halinde kafir olan kimse temizlenmeye ehil değildir. Bir kimseye zekat vacip olduktan sonra mürted olursa yani dinden dönerse zekatın farziyeti onun üzerine sakıt olur.
Zira Rasul-i Ekrem (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
Sözünden açıkça anlaşılmaktadır ki müslüman olmayana zekat farz değildir. Bu malın zekatı hakkındadır. Fıtır sadakası ise ba-zan müslüman akrabalarından ötürü kafir kimseye lazım gelebilir. Zira kafire de nafakası kendisine ait olan müslümanların fıtır sadakasını vermek mecburiyetindedir.
Şafıîler ve diğer fakihlere göre, mürted olan kişiye mürtedlikten önceki malından ötürü zekat vermesini vacip kılmışlardır. Zikat vermek konusunda umumi usul; elindeki olan bir mal ve paranın zekatını aynı maldan ve aynı paradan ödemek caiz olduğu gibi, başkası üzerindeki alacak borcun zekatını da aynı maldan ve aynı paradan vermek caizdir. Başkası üzerindeki alacak borcu, hazır olan mala ve paranın zekatı olarak ödemek caiz olmadığı gibi, alacak bir borcun zekatını yine alacak bir borçtan ödeme kesin olarak caiz değildir. Ancak borç alındıktan sonra zekat olarak müstahaklara verebilir.[137]
Malikî-Hanbelî ve Şafiîlere göre; kafir olan kimseye ancak iki
sebeple zekat farz kılmışlar.
1- Öşürler: Maliki-Hanbeli ve Şafiîlere göre, zimmilerle eman sahibi-vizeli harbilerden ticari vergi olarak öşür alınır. Buda kendi memleketinden başka bir İslam ülkesinde ticaret yaptıkları zaman içindir. Bu ticaret senede ne kadar tekrarlanırsa gene öyle olur. İster ellerindeki malları nisap miktarına yetişsin isterse yetişmesin öşür vermeleri lazımdır. Malikîlere göre; zimmilerle harbilerin mallarından öşür alınması için bu malların nisap miktarına yetiştirmesini şart koşmaktadır. Ebu Hanife'ye göre şöyledir: Zimmiden yirmide bir, harbiden onda bir vergi alınır. Şafiîlere göre; bunlardan öşrün alınması şarta bağılıdır, eğer harbiye olan kimseye şartı koşulursa kesinlikle öşür alınır. Şart koşulmazsa bir şey vermemesi gerekir.
İmam Ebu Hanife, İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre; özellikle beni tağlib araplardan olan Hristiyanlardan iki misli öşür alınır. Zira bu öşür, cizyenin yerini tutmaktır. Hz. Ömer (ra) de böyl eyapmıştır. Beni Talib, Hristiyan Araplar olup, Hz. Ömer onlara cizye vergisi koymak istedi. Fakat bunu kabul etmediler. Biz Arabız, dediler. A-cemlerin verdiği vergiyi ödemeyiz, dediler. Sen bizden birbirinizden aldığınız zekatı al" dediler. Hz. Ömer'in cevabı onlara: "Hayır! Bu zekat müslümanlara farzdır" dedi. Binaenaleyh ona; bu isim altında istediğin kadar vergi al, bu aldığın şeyi ismiyle olsun cizye ismiyle alınması olmasın" dediler. Hz. Ömer de onların isteklerine göre hareket ederek kendilerine müslümanlardan alınan zekatın iki misli koyarak alınmıştır. Bir rivayete göre; bu cizye vergsi olup ne isim verilirse verilsin fark etmez. [138]
Hanefilere göre baliğ, yani ergen ve akıllı olmak bu iki özellik zekatın şartıdır. Çocuğa ve deliye mallarından zekat farz değildir. Zira bu iki olan taifeye namaz ve oruçta olduğu gibi ibadetleri yerine getirmekle sorumlu değillerdir. Fakat Cumhur'a göre, baliğ ve akıllı olmak; zekatın farz olması için şart değildir. Şu halde delinin ve çocuğun mallarından zekat vermek farzdır. Bunlar adına çocuğun velisi ve delinin velisi, zekatlarını vermek zorundadır. Zira Resüli Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur. Kim malı olan bir yetimin velisi olursa, o mal ile onun için ticaret yapsın, zekatın o malı yiyip bitirmesini beklemesin. Başka bir rivayette ise şöyledir; "yetimlerin mallarıyla ticaret yapın ki, zekat onların mallarını tüketmesin."
Zekatın başka bir amacıda zekat veren kişinin sevap kazanmasını sağlamak. Bu cihette çocuğu ile de sevap işleyebilir. Fakirleri de gözetebilir. Bu görüş, fakirlerin faydasına bir yardımlaşma taşıdığı için daha kuvvetlidir. Zira malın boşa gitmesi ve tükenmesi, ancak o malı çalıştırmadan zekat vermekle olur. çocuğun malına düşmeseydi o maldan zekat vermek caiz olmazdı. Zira çocuğun velisi, onun malına teberru olarak bir yere veremez. Buda çocuğun malına zekat farz olduğu içindir. Bu özellikte delide, çocuğa kıyas edilir. Zira delide çocuk hükmündedir. Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir; "Yetimlerin mallarıyla ticaret yapınız ki, zekat onu yiyip bitirmesin" Hz. Ömer bir kişiye şöyle demiştir; "bizim yanımızda bir yetimin malı var ve zekat onu hızla tüketiyor.[139]
İmam bin Malikin, Abdullah bin Kasımdan, onunda babasından rivayet ettiği şu hadiste de bunu takviye etmektedir. "Aişe, hem benim, hem de yetim olan iki kardeşimin velisiydi. Biz onun evinde kalıyorduk. O bizim malımızdan zekat veriyordu."
Muvatanın şerhi, aynı zamanda zekat, fıtır sadakasına kıyas olunur. Çünkü fıtır sadakasının deliler ve çocuklar içinde verilmesinin vacip cihetinde, fakihlerin ittifakları vardır. Durum böyle olunca, çocuğunda, delinin de malına zekat düşer. Zira ikisi de mali bir haktır. Zekat yalnız bedeni bir ibadet değildir ki, mükellef olma şartı arasın veya mükellef olmamak zekatın farziyetine tesir etsin. Zekat mali bir ibadettir ve iktisadi adaletin bir yönünü teşkil ettiği için, bütün mal sahiplerinin eşit olması lazımdır.[140]
Malın bizzat nisap miktarı veyahut nisap kıymetine yetişmesi: şeriatın zenginlere gelecek de olan miktarlardan dikmiş bir alamettir. Zekat mallarının çeşitleri bahsinde seri olan nisaplar konusu gelecektir. Bu alametin özeti böyledir. Altının nisabı 20 miskal, yahut 20 dinardır. Gümüşün nisabı 200 dirhemdir. Tahıl ve meyvelerin nisabı, Hanefi'lerden başka diğer fakihlere göre; kuruduktan sonra 5 vesak, yani 635 kg dır. Koyunun nisabı 40, develerin 5, sığırların ise 30 dur.[141]
Zekat vacip olan mallardan beş kısımdır. Altın ve gümüş paralarla, altın ve gümüşün külçeleri ve bunların yerini tutan paralar, madenler, defineler, ticari mallar, zirai ürünler. Cumhura göre, evcil otlak hayvanları, Malikilere göre ise alafla beslenen hayvanlar. Zekata bağlı olan malın, büyüyen bir mal olması şarttır. Zira zekatın manası nemadır, yani ziyade demektir. Ancak fazla olan maldan meydana gelir. Maksadımız, gerçek fazlalık, büyütmek değildir. Belki ticaret veya otlaklardan otlamak suretiyle büyüme ve fazlalık kastedilmektedir. Bu hüküm ittifakıdır. Zira hayvanları otlatmak, süt vermeye, çoğalmaya, ve yağlanıp etlenmelerine vesiledir. Alış veriş ise kar kazanmaya nedendir. Bunun için sebep neticenin yerini tutmuştur. Ticaret için olmayan kıymetli taşlardan, inci, madenlerden, altın gümüş, başka ev eşyası ile mülk ve akarlardan, at, katır, eşek, eğitilmiş köpek, bol süt, sanat aletleri ve ilmi kitaplardan zekat gerekmez. Ebu Hanifeye göre malufe olan atlardan da zekat icap eder. Fakat müftabih olan görüşe göre; bu atlardan zekat vermek gerekmez. Hanefi, Hambeli ve Zahirilere göre baldan zekat vermek farzdır. Maliki ve Safilere göre baldan zekat vermek gerekmez.[142]
Fakihler mülkiyetten kast edilen mananın, zilliyet mi, yani kendi eli altında bulunduran, tasarrufuna sahip olmak mı, yoksa mülkiyetin aslı mı olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanefılere göre mülkiyetten kast edilen, mülkiyetin aslı ile birlikten zilliye tür.
Zilyetlik: Malın fiilen mülk sahibinin evinde bulunması veya onun hüküm ve tasarrufu altında olması demektir. Bunun için mülkiyet olursa, fakat zilyet olmazsa veya zilyet olursa, o malda mülkiyet olmazsa, öyle şeylerden zekatın verilmesi gerekmez. Örneğin: Kocasından mehri olsa, o mehri almadan zekatını vermesi gerekmez. A-çık arazide gömülüp yeri kaybolmuş mallardan da zekat vermek gerekmez. Zira bunlara ne kadar malik ise de henüz zilyet değildir. Bunun gibi, rehin alanın elindeki rehineye de zekat gerekmez. Zira bu rehine borca karşılıktır. Zira bunda da, mülk sahibinin zilyetliği yoktur. Borçlu olan kimseye, borcuna karşılık olan bir malından dolayı zekat vermek gerekmez. Zira o kimsenin malı ne kadar zilyet olursa da, fakat hükmen malı yoktur. Şu halde satın alınmış bir mala, fakat daha teslim alınmamış mallara zekat vermek gerekir. Zira ne kadar malının da zilyet olmasa da, fakat vekil naracılığıyla malından tasarruf yapabilir. Bir mülkiyetin aslı devam etmekle beraber, fakat fiilen yararlanma imkanı olmazsa, öyle mallardan da zekat vermek lazım gelmez. Zira bunlara dımar mal denildiğini söylemiştik. Örneğin: Denize düşen mal, kaybolan hayvanlar kaybolmuş mal, devletin müsaade ederek zülmen alınmış olan bir mal vesaire gibi mallarda, aynı zamanda inkar edilmiş ve elde bir belge olmadığı halde öyle mallardan da zekat vermek-gerekmez. Yani elde bir belge bulunmadığı halde inkar edilmiş, fakat üzerinden bir yıl geçtikten sonra, insanların önümde ikrar edilmek suretiyle delil meydana çıkmış olan mal, veyahut açık arazide gömülmüş, fakat kaybolmuş mal, zekat bu mala düşmez. Eğer dem olunan mal, evde ise ittifak ile o malın zekatını vermek gerekir. Safin, Maliki ve Hambelilere göre; zekat verilecek malda şart ise, mülkiyetin aslının olması ve tasarruf yetkilisinin bulunmasıdır.
Safiye göre; vakıf mallarından zekat vermek gerekmez. Zira vakıflardan mülkiye yoktur. Ancak vakıflarda olan mal Allah'a ait özel mülkiyet olmadığı için, açık sahalarda, hiç kimsenin yardımı olmadan çıkan bitkilerden zekat verilmesi gerekmez. Vakıf edilmiş olan toprağın zekatı, kirasıyla beraber kiralayana aittir. Vakfedilmiş ağaçlardaki meyveler de belirlenmiş olan miktar, mevkufu aleyhe aittir. Safinin kevli cedide göre, yitik mallarla, gasp edilen mallar ve bulunan mallarda da birinci sene zekat vermek farzdır. Çalman, kaybolan. Denize düşen, emanet edilen mal, sahibinin eline döndükten sonra, bu mallara da zekat vermek gerekir. Zira mallar sahibinin rnülkiy etin dedir, yani onun malıdır. Sahih görüşe göre, bulunan mal üzerinden, bir yıl geçince, bulan kişinin zekatını vermesi gerekir. Zira zilyed olduğu için, üzerinden bir yıl geçmiştir. Ödünç alman mal, alanın elinde bir yıldan fazla kalırsa, onun zekatını ödemesi gerekir. [143] Çünkü, zekat malın kendisi ile ilgilidir.
Borç zimmet ile ilgilidir. Bunların biri diğerine engel değildir. Bunun örneği, cinayet işleyen bir kimsenin, borcu olduğu halde diyet ödememesi hükmü gibidir.
Kadın mehirini aldıktan sonra onun zekatını vermek zorundadır. Zira o kişi, o mala, istikraz yolu ile sahip olmuştur. Malikilere göre, kadın mehrini aldıktan sonra üzerinden bir yıl geçmişse, bundan ötürü zekat vermesi gerekir. Malını vakfeden kişiye, eğer bu mal nisap miktarına ulaşırsa veyahut nisap miktarından noksan olurda vakfedenin elinde, nisabı tamamlayacak başka mal bulunursa ve bu vakfın mütevelliğini sahibi yüklenirse, bundan ötürüde zekat vermek lazımdır. [144]
Nisap miktarı mal üzerinden Kameri bir yıl geçmiş olmak: Zira Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur. Üzerinden bir yıl geçmedikçe, bir maldan zekat vermek gerekmez. [145]
Ebu Davud Hz. Ali hadisi olarak rivayet edilmiştir. Tabiin ve sonraki imamlar da bu konuda ittifak olarak kabul etmişlerdir. Zekatın hesabı, kameri ay hesabı ile olup, ittifakla oruç ve hac ibadetinde olduğu gibi, zekat konusunda da kameri ay hesabı uygulanır.
Ebu Hanifeye göre; üzerinden bir yıl geçmesi bakımından mallar iki kısma ayrılır.
1- Nakit para, altın, gümüş ve ticaret malları ile yılına yarısından fazla bir süre merada yayılan hayvanlardır.
2- Tarım ürünleri ve madenler. Birinci maddede sayılan malların zekatında, nisaba malik olduktan sonara bir yıllık bir sürenin geçmesi şarttır. îkinci madde ise toprak ürünleri ile madenlerde ise bir yılık süre şartı olmamıştır. Zira ürünün hasadı bir kaç ayda yapılabildiği gibi, bazı ürünler, topraktan yılda birkaç defa alınabilmektedir. Eğer böyle olursa yıl sonunu beklemek fakirin zararına o-lur. Malın, yılın iki tarafında yani başında ve sonunda, nisap mik-tarınca olması şarttır. Yılın ortasında, ister mal nisaptan noksan olsun, isterse olmasın, zekatın farziyetinden hüküm değişmez. Miras ve hibe, ayni bağış yolu ile de olsa yıl içinde elde edilen mallar , malın aslına eklenir. Öyle mallarda zekat farzdır. Zira elde edilen ve asıl mala ilave edilen her malın hesabını yapmak çok zor olur. Bahu-susen zekatın nisabı, dirhem cinsindeki para ise, o zaman zorluk daha da ortaya çıkar. Malikilere göre sene içinde edilen hangi mal olursa olsun bunların üzerinden bir yıl geçmedikçe, zekat bakımından bir önceki malın üzerine ilave edilmez, fakat sonradan elde edilen bu mallar, ticari bir malın karı ise, o taktirde aslının senesine göre zekatını öder. Safilerde bu meselede, Malikiler gibi söylemişlerdir. Para, hayvan ve ticari eşyalarda, bir yıl geçmek suretiyle zekat vermek gerekir. Zirai ürünlerde, define ve madenlerde bir yılın geçmesi, zekat için şart değildir. Fakat yılın nisabı peş peşe geçmesi yani yılın günbegün nisap için noksan olmamak şartıyla geçmesi şarttır. Yılın ortasında, şayet nisap az bile olsa, noksaniyeti olursa hayvanların yavrularından başka zekat vermek gerekmez. Fakat hayvanlarda, yavrular analarına tabidirler.
Yıl içinde satış, miras hibe ve benzeri yollarla, malın kendisi dışında bazı sebeplerde elde edilen mallar için, asıl maldan ayrı olarak, yani hayvanların yavruları ile ticaret mallarının karı dışında yeni bir yıl hesap yapmak lazımdır. Bu konuyu daha önce açıklamıştık.
Hambelilere göre; yıl içinde hibe, satış, miras, ğammet ve bunlar gibi elde edilen malların ayrı bir yıl olması lazımdır. Zira bunlar seyrek olarak meydana gelmektedir. Bunların yıllarını ayrı ayrı hesap etmek zor değildir. Zira hayvanların yavruları ile ticari malların karındaki zorluktan daha azdır. Özetle nisap malının üzerinden bir yıl geçmesi ittifakla şarttır.[146]
Hayvanların yavruları ile ticari karlar ittifakla nisabın aslına eklenir. Yıl içinde aynı cinsten elde edilen mallar ise yavrular ve karlardan başka Hanefüere göre nisaba ilave edilerek onunla beraber zekatı verilir. Zira zekat veren kimseler için kolaylık sağlamaktır. Zekat veren kimse için sıkıntıyı zorluğu götürmektir. Çünkü elde edilen her malın yılını hesap etmek zordur. Zekatın vermesinde üzerinde ancak ve ancak kolaylık için yıl şartı konmuştur.
Cumhura göre elde edilen her mal için yeni bir yıl hesap edilir. Zira bu adaletin hakikatidir. Aynı zamanda mülkiyetin yenilmesi i-çindir. Bunun için nasıl ki nisabın ihtidası olan asli malın cinsinden olmayıp sonradan kar ile meydana gelen mallara benzer onun içinde yıl geçme şartı koşuldur. Delili ise şu hadisi şeriftir. "Bir kimse herhangi bir malı elde ederse üzerinden bir yıl geçmezse zekat vermesi lazım gelmez.
Bir kimsenin zekatın farziyetini kendi malının aynında kaldırmak amacı ile hile-i sariye yok etmesi yaparsa mekruh cumhura göre ise haramdır. Zira bunun yapılması Allah'ın ibadetinden yani yakınlığından kaçmaktır.
Borçlu olmamak Hanefüere göre zirai ürünlerin dışındaki mallarda Hambelilere göre bütün mallarda Malikilere göre altın ve gümüşte zekatın farz olması için borçlu bulunmamak şart koşulmuştur. Malikilere göre zirai ürünlerle hayvanlar ve madenlerde şart değildir. Safilere göre borçlu bulunmak zekatın farziyeti için şart değildir. Şu halde Hanefüere göre kullar tarafından istenmekte olan borç zekatın farziyetine manidir. Bu borç isterse zekat ve haraç yani arazi vergisi gibi ilahi borçlar olsun. İsterse kefalet borcu gibi insanların borçlu olsun fark yoktur. Zira mekfulun lehine yani kefil olunan alacaklı kimse alacağını dilediğinden yani kefilden de borçludan da alabilir. Ertelenmiş bir borçta olsa durum değişmez.kendi hanımına da olan mehir değişmez. Fakat kullar tarafından borçların is-teyicisi olmazsa o zaman zekata mani değildir. Örneğin kefaret, a-dakf hac borçları gibi. Bu borçlar zekata engel olmaz. Zira bu borçlar kullara karşı değil belki bizimle Allah arasındaki borçlardır. Kesinlikle zekata engeli yoktur. Bir kimse çok zengin ise nisaba ulaşan hem altını hem gümüşü hem ticaret malı aynı zaman da koyun keçi ve sığırları da nisaba erişirse bununla beraber bir miktarda borcu olursa bu borcu hangi mallar daha sap olmasını gerektirir. Evvela nakit paradan bu yetmezse altın veya gümüşten sonra ticaret malından daha sonra hayvanlardan hasab olunur. Fabrika imalathane gibi benzeri yerlerde zekata tabi mallardan değildir. Bunların gelirinin senesi dolduğunda nisaba erişirse o zaman zekatı verilir. Fabrika ve imalathanelerde stok edildikten sonra bir sene geçerse o eşyanın da zekatını vermek gerekir. Zekat konusunda vadeli vadesiz borçlar söz konusu değildir. Her ikisinin farkı yoktur. Ne çeşit borç olursa olsun kul hakkı olduğu için hemen ödemesi lazım gelir. Zira tslam ölçülere göre İslam borcu üzerinde çok durmuştur. Resulu Ekrem (sav) efendimiz dualarında borçtan Allah'a sığınmıştır. [147] Borcunu vermeden ve karşılık da bırakmadan vefat bir sahabenin cenaze namazını kıldırmak istememişti. Hz. Osman dehude (ra) şöyle demiştir.
Bu ay zekatlarınızın verileceği aydır. Kimin ödemesi borcu varsa varsa ödesin ondan sonra da mallarınızın zekatını ödeyin. Başka bir rivayet ise şöyledir. Kimin üzerinde borç olursa borcunu ödesin ve geri kalan malını bıraksın. Hz. Osman bu sözleri bir sahabe topluluğu önünde söylemiş bu görüşüne kimse karşı çıkmamıştır. Zirai ürünlerin öşrü ilearazi vergisi olan haracın ödemesine mani değildir. Hanbelilere göre evvala borçlar nafaka düşülür. Sonra nisap miktarı mal kalırsa bu malın zekatı verilir. Borç şayet bütün nisabı kapsar ve nisabı noksan ederse o zaman zekat vermek lazım gelmez, fmam Malike göre borç tarım ürünleri ile hayvanların ve madenlerin zekatına engel olmaz. Zira zekat bunların aynında farzdır. İmam Safiye göre zekat farziyyeti diğer borçlar gibi bir zimmet borcudur. Bu nedenle zekat mallarını kaplayan veyahut nisap miktarından eksik yapan borç zekatın farziyetine engel değildir. Bu nedenle bir kimsenin borcu ne kadar olursa olsun zekatın farziyetine mani değildir. Zira borçların biri diğerini ödemeye engel teşkil etmez.[148]
Zekat vermesinde niyetin şart olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Zira Hz. Peygamber (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur. "A-meller niyetlere göredir. Zekatın verilmesi bir emirdir." İkinci bir neden ise o da namaz gibi bir ibadettir. Farz olan sadece sünnet olan sadakadan ayırmak için zekatın ihtiyacı niyete vardır. Niyet konusunda fakihların geniş tafsilatları vardır. Hanefilere göre zekatın vermek zamanına yakın bir niyet ile eda etmesi caiz olur. örneğin bir kimse zekatını yoksula niyetsiz olarak verse daha sonra zekatın niyetini yerine getirse veyahut bir vekile zekatını verdiği zaman niyet etse vekili de müvekkilin zekatı verirken niyet etmezse veyahut farz olan miktarın maldan ayrılmasına yakın olursa yani zekatın niyeti yakın olursa bu sürelerde ödenen zekat caizdir. Zira zekat ibadettir. İbadetlerin şartlarından biri o İbadetin niyetini yerine getirmektir. Şu halde zekatı fakirlere Ödenirken veya kendi zekatını ayrılırken bu ayrıldığım zekat olduğuna kalben niyet edilmesi yeterlidir. Dil ile söylenmesi şart değildir. Hatta bir kimse bir malı fakirlere zekat niyetiyle ödenirken borç ve hibe olarak verildiğini söylemesi de zekat olmasına mani değildir. Zekat fakirlere kolaylık için zekat sahibi zekatını ayırırken niyetlenmek kafidir. Örneğin tutulacak bir oruca da güneş battıktan sonra niyetlenmek caizdir. Bir kimse zekatını bir yoksula niyetsiz olarak verse daha sonrada zekatın niyetini getirse eğer bu zekat yoksulun elinde ise harcamamış ise niyet sahih olur. Onun aksi ise aksi olur. bunun gibi bir kimse zekat sahibine izni olmadan zekatını verse zekat sahibi o kişiye sonradan izni verdiği takdirde eğer mal hala yoksulun elinde ise zekat geçerli olur. o mal yoksulun elinde olmasa zekatı geçerli olmaz. Bir kimse zekatını ayırdıktan sonra çalınsa veya kaybolsa veyahut afatı semavi ile imha olsa onun üzerinde zekat borcu sakıt olmaz. Zira gerideki malından zekat vermek zorundadır. Zekat vermek niyeti olan bir kimse zekat için bir mal ayrılmadan bazı zamanlarda fakiri ara bir şeyler verdiği halde o esnada aklına zekatın niyeti gelmezse o vermiş olduğu malı zekata nasip olmaz. Fakat fakirlere böyle bir sadaka verirken kendisine diyor ki "Bunu niçin veriyorsun" gibi soruya derhal cevap vererek "zekat veriyorum" dese bu niyet yerine geçebilir. Bir kimse bir zaman sadaka verdikten şu zaman içinde tasadduk verdiğim şeylerin zekatımdan olsun diye niyet ettim demesi demesi kafi gelmez. Zira nafile cihet ile yapılmış bir ibadeti sonradan yapılacak yapılacak mücerred bir niyetle farz ibadete dönüştürmek caiz değildir. Malının tamamını zekat olarak niyet etmeden sadaka olarak veren kimseden istihsanı olarak kendisinden zekat sabit olur. ancak bunu sadaka olarak vermek lazımdır. Zira malını verirken bir adak veya keffaret gibi bir borcuna niyet etse o zaman zekat istihsanı olarak kendisine sabit olamaz. Hanefilerden başka fakihlerin çoğuna göre nafile sadaka olarak bütün malını verse bununla beraber zekata niyeti olmazsa zekat kendisinden sakit olmaz. Zira bununla farz olan zekata niyeti olmamıştır. Örneğin bir kimse yüz rekat namaz kılsa farza niyet etmezse farziyet yerine gelmez. Bir kimse zekat vacip olan bir malın bir kısmını bir yoksula verirse kendisinden vermiş olduğu bu kızma göre sakıt olur. Bir zengin yoksul birisinden olan borcunu o yoksula hibe etse sadece bu borcun miktarına rastgelen zekat borcu sakıt olur. bu konuda isterse zekata niyeti olmasın fark etmez. Zira bu meseledeki olan durum malın yok olması gibidir. Örneğin bir zenginin bir yoksulda 800 gr altın alacağı varsa bunun hepsini de yoksula bağışlasa o alacağa rast gelen yirmi gr zekat borcu düşmüş olur. yoksa bu 800 gr altını diğer mallarının zekatına hasap olmaz. Şu halde zengin olan bir borçluya bu şekildeki gibi bir mal bağışlansa veya ondan olan alacaktan vazgeçilse bununla ne malın nede başka malların zekat verilmiş olur. En şahın kevle göre bu bağışlanan mala veya alacağa rast gelen zekatında ayrıca verilmesi lazımdır. Eğer kişi zekatını vekile verirde o niyet edip fakat vekil niyet etmezse bu caizdir. Niyetin bir süre önce yapılmamalı.
Safilere göre; zekat ödenirken kalpten niyet getirmek vaciptir. Bu niyeti dil ile söylemek vacip değildir. Niyeti de şöyle olur. "Bu malımın zekatıdır." Farzın niyeti getirmese de olur.zira zekat farz olan sadakanın adıdır. Zekatı ayırma vakit veya vekile vekile verdiği vakte yakın olmak şartıyla zekatta niyetin vermeden evvel olması veya niyetin verdikten sonra olması da caizdir. Bunun gibi zekatını ayırdıktan sonra ve dağıtmadan evvel niyet getirmek caizdir. Bu iki şekildeki olan niyet birine yakın olmasa da caizdir. Niyet işini ehli niyete teslim etmek caizdir. Ehil olmak demek müslüman ve mükellef demektir. Çocuk ve kafiri de vekil tayin ederek zekatın ödemesinden caizdir. Ancak kime vereceğini belirlemek şartıyla çocuk deli ve sefihlerin zekatında velinin niyet vaciptir. Şayet niyet etmezse öderse kusurlu olduğu için damın olur. zekatı veren kimse niyetsiz olarak devlete verir, devletin başının yani imamın bu zekatı verirken niyetlenmesi azhar olan kavle göre kafi gelmez. Eğer devlet zekatı müslümanlardan güç kullanarak alırsa alma anında niyet eder. Şayet niyet etmezse alan kişinin bunu zekat niyeti ile alması lazımdır. [149]
Zekatın ödenmesinin sahih olması için temlik şarttır. Temlikte ancak ve ancak müstehak olanlara vermekle olur. zira temlik zekat olarak verilecek mal veya nakit paranın mülkiyetini zekatı alan kimşeye nakletmek demektir. Bunun için sofrasına alıp ikramda bulunmak yani mubah kılmak temlik olmadığı için zekat yerine geçmez. Fakat nafile sadaka yerine geçer. Zekat akıl hastasına veya temyiz gücüne sahip olmayan çocuğa verilmez. Ancak onlar adına baba, vasi ve veli gibi velayet yetkisi olan kimseler alırlarsa olur. Delinin ve çocuğun onlar adına anneleri de yani temsil eden kimsilerde alabilir. Zekatta temlik şartının delili ise şu ayeti kerimedir. "Zekatı veriniz" zira ayetlerde ki vermek malın mülkiyetini başkalara temlik yani geçirmek demektir. Allah c.c. ün zekata sadaka adını vermesi ise şu ayetle açıklanır.
Sadakalar yani zekatlar fakirlerin, miskinlerin hakkıdır. Tasad-duk yani sadaka vermek de temliktir, "li" fukarada ki lam harfî safilerin dedikleri gibi temlik anlamındadır. Yani zekatın mülkiyetinin bu sekiz sınıfa veya bunlardan birisine temlik şartıyla nakledilmesi ve vermektir. Hatta ve hatta ki arız yani alıcı da bu malın kendi mülkine geçmek kabul etmek gerekir. Eğer alıcı insan insan olmazsa temlik olmadığı için oraya zekat vermek ittifakıyla caiz değildir. Me-sala camilere hastahanelere yollara vs. zekat vermek caiz değildir. Malikiler zekatın ödenmesi için ayrıca üç şart daha koşmuşlardır.
1. Yıl tamamlanması yahut zirai ürünlerin olgunlaşması yahut zekat memurunun gelmesi sebebi ile kişiye zekat farz olduktan sonra onu hemen çıkarıp vermek. Şayet bir kimse zekatı vaktinden önce öderse kafi değildir. Malikilerin görüşleri bu konuda cumhura farklı olarak düşünmektedirler.
2. Zekatın onu hak eden kişilere verilmesi
3. Zekatın farz olan malın aynından kendisinden olması 22/05 [150]
Hanefılere göre yani fetvaya esas olan görüşe göre fakihler asli ihtiyaçları ve borçlardan başka nisap miktarı mala sahip olmak şartıyla zekatın hemen verilmesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Zekatın verilmesine sahip olursa onu tehir etmesi caiz değildir, Zira zekat farz olduktan sonra özürsüz olarak bir kimse onu tehir ederse suçlu olur. Böyle olan kimsenin şahitliği Hanefılere göre reddedilir. Zira zekat insana harcanması gelen ona taleo teveccüh olmuştur. Zekatın fakire ve onun beraberindekilerine vermek emredilmesi bunun acele bunun acele ödenmesi istediğinin delilidir. Zira zekat fakirin ihtiyacını götürmek içindir. Acele olarak farz olmazsa farz kılınmasının maksadı tam olarak elde edilmiş olmaz. Bir kimse zekatın verilmesine sahip olduğu halde zekatını tehir ederse o zekata zamın olur. Zira ödeme imkanı olduğu halde üzerinde ki bir farzı geciktirmiştir. Örneğin bir kimse yanında bulunan mala gibidir. Nasıl ki o emanetin ödeme vakti gelirse derhal sahibine vermek lazım ise bu zakın vaktide gelse derhal bununda verilmesi gerekir. Zekatın verilmesi malın çeşidine göre ve değişik vakitlerde belirlenir.
1. Altın gümüş ve tüm ticaret eşyasının zekati ile otlak hayvanlarının zekati her yıl bir sefer yıl tamamlandıktan sonra ödemek farz olunur.
2. Zirai ürünler ve meyvelerin zekatı yıl içinde ürünün tekrarına göre ürününden Ödenir. Bunlarda bir senenin geçmesi şart değildir. Ebu hanifeye göre bunların nasabıda şart değildir. Cumhura göre zirai ürünlerde zekatın nisabı şarttır. Ebu Hanife ile İmam Züfere göre ürün ve meyve ortaya çıkınca ezilmesinden emin olunacak noktaya gelince hasat edilecek durumda olmasa da kendisinden yararlanılacak bir vaziyete geldiği vakit zekat farz olur. Ebu Yusufa göre hasad edilecek duruma gelince İmam Muhammed'e göre hasat edilip harman yapınca zekat farz olur. Malikilerden Derdire göre zekatın farz olma olma zamanı hububatın hoş ve yenecek vaziiyete gelmesi ile sulamaya ihtiyacı olmayacak ölçüye yetişmesi ile olur. Kuruması hasadı ve tanelerin ayrılması ile olmaz. Meyvelerden hurmalarda sarılık kızarma üzümlerde tatlanması vaktidir. Safilere göre zekat meyvelerde olgunlaşma hububatta ise tanelerin kuvvetlenmesi vaktinde zekat farz olur.[151] Hanbelilere göre zekat verecek kadar balın meydana gelmesi ile farziyeti meydana getirir. Madenlerin zekatı zekatını verecek kadar maden çıkarmasıyla farz olur. hanefilerden başka diğer imamların görüşüne göre fitre zekatı ramazan bayramı gecesi güneş battıktan sonra vacip olur. Hanefilere göre ise bayram günü sabah vakti girdiği andan itibaren vacip olur.[152]
Alimler nisap miktarı mala sahip olmadan evvel kendi isteği ile zekatı peşin olarak vermenin caiz olmadığı hususunda birlik içindedirler. Zira zekatın farziyetinin sebebi meydanda yoktur. Nasıl ki alış verişten evvel parayı verme durumunda olduğu gibi keza adam öldürmeden evvel diyet vermede olduğu gibi önceden verilmesi caiz değildir. Fakat nisaba malik olan kimsenin zekatını yılı dolmadan önce kendi isteği ile verme konusunda görüş vardır.
Cumhura göre nisaba malik olduktan sonra kimsenin zekatını yılı daha tamam olmadan önce kendi isteğiyle önceden vermesi caizdir. Zira bu kimse zekatı farz olma sebebi sabit olduktan sonra ö-demiştir. ikinci caiz olma sebebi ise Hz. Ali (ra) dan rivayet edildiğine göre "Hz. Abbas (ra) Resulullah (sav) vakti gelmeden önce malının zekatını peşin olarak ödemeyi sormuş Hz. Peygamber bu konuda ona ruhsat vermiştir. Üçüncü caiz olma sebebi ise zekat şifket, iyilik ve insaniyet için tecil olunmuş olan mali bir haktır. Bu nedenle vakti gelmeden önce acele olarak ödemesi de caizdir. Yanlış ile adam öldürme diyetini peşin ödemek gibi olup tecil edilmiş malı haklara benzemektedir. Safîlere göre peşin zekat ödemenin caiz olması için sene ortasında mal sahibinin yıl sonuna kadar fitrede ise ehil olarak durmadır. Bununla beraber yıl sonunda zekatı kabul eden kimsenin yahut şevval ayının girdiği vakit fitreyi kabul eden kimsenin zekat ve fitreye müstehak olması şarttır. Şayet bu iki şart olmazsa peşin olarak ödene zekat zekatın yerine geçmez. Aynı zaman da zekatı alan kişide bunun peşin verilen zekat olduğunu biliyorsa bunu geri alır. Eğer mal sahibi veya bu zekatı kabul eden kişi zekat geri alınmadan önce vefat ederse veya kabul eder kimse mürted olursa yahut kaybolursa yahut başka bir mal ile fakirlikten halas olursa yahut malın nisabı noksan olursa yahut ödenen zekat kabul edenin mülkiyetinden çıkarsa aynı zaman da ticaret malıda olmazsa farz olduğu vakit. Ehil olmaktan çıktığı için daha önce olarak verdiği zekat yeterli değildir. Zahirilere Malikilere göre yılı dolmadan zekat vermek caiz değildir. Zira zekatta bir ibadettir. Oda namaz gibidir. Vakti gelmeden önce zekatını çıkarıp ödenmesi caiz değildir. Zira îbni Kudame Resul-u Ekremin (sav)'in şu hadisini delil olarak ileri sürmüştür. "Yıl dolmadan zekat ödenmez" Şu halde aynı zamanda yıl geçmesi zekatın iki şartından biridir. Nisabın şartı gibi zekatın yıldan Önce alınması yeterli değildir. Fikhul-îslam arapça kısmından konu zekat farz olduktan sonra mal yok olursa zekat sakıt olur.[153]
Zira farz olan zekat nisabın bir parçasıdır. Bunun bir nedeni de kolay tarafı meydana getirmektedir. Zira zekat zenginliğin kuvveti ile farz olmuştur. Zenginliğin kuvveti ile zekatı ödeyinceye kadar zenginlik durumunun devam etmesidir. Bunu için zekat mahalli o-lan nisabın yok olması sebebi ile farz olan zekatta sakıt olur. İster ödeme fırsatının vakti bulunsun isterse bulunmasın fark etmez. Zira şeriat zekatın farz olmasını zenginlik durumunun zekatı ödeme zamanına kadar devam etmesine bağlamıştır. Buna bağlı olan şey onsuz gerçekleşmez. Buradaki zenginliğin kuvveti nema vasfıdır. Nisap değildir. Zenginliğin kuvveti yok olsada bir kimse malını kasten yok etmekle zekat malı sakıt olmaz. Zira bunda kendisinin sebep olduğu haksızlık meydana çıkmaktadır.
Malın bir kısmı yok olursa parçayı bütüne benzetme yolu ile helak olan kader zekat sakıt olur. Fitre ile hac parası ise bunlar farz olduktan sonra sakıt olmazlar bunların örneği şahitlerin ölümü ile evliliğin batıl olmaması gibidir. Bu her ikisinin arasında ki fark şöyledir. Zira zekat çoğalma ve büyüme ile bağlıdır. Bunun için ödeme fırsatı şart olmuştur ki insanlara zahmet olmasın. Zira insan teklifi mala yutaka muhatap değildir. Öyle kimsenin maldan başka malının yok olması da caizdir. Fakat fitre ve onun gibi hac malı ise edanın farzhğı malın çoğalma ve büyümesine ilgili değildir. Yalnız ve yalnız zimmete vaciptir. Bunun için fırsat bile kuvveti yani kuvvet mü-mekine şart olmuştur. Bunun şekli şöyle olur. îkraz yani borç vermek ve iareden yani ödünç sonra ticaret malının bir ticaret malı ile takas ettikten sonra bu helak yani bu yok olmaktır. O zaman kendiliğinden helak olmadır. Zekata zamın olmaz.fakat ticaret olan bir malını ticaret için olmayan bir mal takas otlak olan bir sürü hayvanlarını otlak olan bir sürü hayvanları ile takas etmek bu istihlakir yani malı sahibi ile meydana geldiği için zamin olur. Bunların zekatını vermek zorundadır.
Cumhura göre zekat farz olduktan sonra mal yok olursa zekat borcu sakıt olmaz. Bu zekatın ödenmesi lazımdır. Zekatın tazmininde ödeme fırsatının durumunu şarttır. Farz olan zekatta şart değildir. Zira bir kişiye bir farz üzerinde sabit olursa ödemekten aciz olursa o farziyet acizliğin nedeni ile onun üzerine geçmez. Bu aynı fitre sadakası ile hac malında ve diğer borçlarda olduğu gibidir. Zekat malın sahibi belli olmuş bir ödenektir. Yani haktır. Müstahak o-lan kimselere ulaşmadan önce helak olursa bunun için mal sahibi ondan zamin olur. Bu insanların borçları gibidir. Bir kişi malın zekatı kendi malından ayırsa aynı zamanda da onu zekat olarak ödemeye niyeti olsa ondan sonra o zekat helak olsa helak olan zekatın yerinde mal sahibinin aynı malından ödemesi lazım gelir. Zira zekat mal sahibinin tazminindedir. Bu ayrılan zekat miktarının verilmesi gerekli kişilere ulaştırmaya gücü olsun veya olmasın fark etmez. Malikilere göre hayvanların bundan istisna etmişlerdir. Zira onlara göre sene geçmesiyle beraber birde memurunun çıkıp istemesiyle zekat farz olur. Buna göre zekat memuru gelmeden evvel mal helak olursa zekatın ödenmesi lazım gelmez. [154]
İbnü Rüş ayrılmış olan zekatın yanma, kaybolma veyahut çalınma suretiyle mal sahibinin elinden çıkması hususunda beş görüş söylemektedir.
1. Mutlak olarak mal sahibi bu zekatı ödemez
2. Mutlak olarak öder.
3. Eğer kendi kusuru ile helak olmuşsa öder, eğer bir kusuru olmazsa telef olmuşsa ödemez malikilere göre en sağlam temel görüş budur.
4. Eğer muhafazada tafrit davranmışsa zamin olur. Tafrit etmemişse geride kalan malının zekatını öder Safı ile ebu sevri bunların görüşleri de öyledir.
5. Fakirler ile mal sahibi hisseleri ölçüsünde kalan malda ortak olurlar.[155]
Beş çeşit maldan zekat farzdır. Bu mallar şunlardır. Paralar, madenler, defineler, deve ve sığırlardır. Ebu Hanife taîebeynine muhalef olarak atlardan da zekar farzdır, demiştir. Fakat fetva her iki talebesine göredir. Ebu Yusuf ile Muhammed'e göredir.[156]
Alimlerin ekseni tartı olarak yirmi dinardan zekat farzdır. îki yüz dirhemde zekat farz olduğu gibi bu görüş mısır fakihların îmam Ahmed Ebu Hanife talebelerin İmam Safı ve İmam Maliki n görüşleridir. Bunların ittifakları şu şekilde olmuştur.
Altının nisabı yirmi mıskaldır. Gümüşün nisabı ise iki yüz dirhemdir. Zira Resul-u Ekrem (sav) efendimiz "Beş vasktan az olan hurmada zekat yoktur. Beş okiyyeden az olan gümüşte zekat yoktur. Beş adetten az deve de zakat yoktur."
Verik gümüş demektir.[157] Zevd ise üçten ona kadar olan sayıdaki develerin ismidir. Üçten ona kadar olan adetlerin temyizi macrur ve cem geldiği için burdaki olan zevd cemidir ve müfredi de yoktur.
Başka bir hadis ise şöyledir.
Bu delilerden biri Hz. Peygamber efendimizin (sav) Hz. Aliye söylemiş olduğu bu hadistir. "Senin iki yüz dirhemin olduğu halde ve onun üzerinden bir yıl geçtiği vakit bundan beş dirhem zekat vermen gerekir. Yirmi dinar oluncaya kadar da altın paradan sana bir şey lazım gelmez. Yirmi dinarın olduğu üzerinden bir sene geçtiği vakit bu paradan yirmi dinar zekat vermen lazımdır. [158] Bütün fakirler paraların zekatı yani altın ve gümüş ister külçe isterse basılmış olsun ister zinetçiler olsun yani Hanefılere göre zekat vermenin farzı-yetinden ittifak etmişlerdir. Bunların delilleri kitap sünnet ve icmai ümmete dayanmaktadır.[159]
1/9+2/7=25 dinar.
Altının zekatını vermek için nisabı yirmi miskal veya yirmi dinardır. Miskal hanefılere göre beş grama denk olarak bir tartıdır. Cumhura göre 3.60 grdır. Sudandaki Taysal Bank-i îslami 4.457 gram olarak belirlemiştir ki bu vezin orta olup aklada dektir. Başka bir görüşe görede 4.25 grama eşittir. Hanbelilere göre Bir dinar bir mıskaldan az olarak kabul etmişlerdir. Bunun için nisap 1/ 9+2/ 7 =25 dinar meydana gelmektedir. Bu ölçü, Osmanlı lirası ile takriben 14 altın liraya veya Fransız lirasıyla 15 altın liraya yahut 12 İngiliz lirasına karşı eşit olarak kabul etmektedir. İngiliz lirası 2.50 dirhem, Osmanlı lirası 2.25 dirhem, Fransız lirası 2 dirhemdir. Irak miska-liyle takriben 100 gr. Pers miskaliyle 96 gr. Cumhura göre; 9123 / 25 gr. a denk olur. Miskalin iki çeşidi arasındaki fark 0.2 gr.dır. Zira Pers Acem miskali 4.8 gr. ırak miskali 5 gr. dır. İhtiyat olarak en küçük ölçüyü almalıyız ki buda 96 gr. dır. Yahut Arap itibariyle 85 gr. dır. Her bir dirhemin ağırlığı 2.975 gr. dır. Gümüşün nisabı Haneü-lere göre yaklaşık 700 grama denktir. Cumhura göre takriben 642 gramdır. 200 dirhem 7 miskaldendir. Dinarda 20 kırat dır. Bir kırat, beş arpa vezdindedir. Şer-i bir dirhemin vezni 70 arpa vezdindedir. Miskal ise 100 arpa veznindedir. Buradaki olan dinarla miskal arasında bir denklik vardır. Hanefılere göre şer-i dirhem 3.50 gramdır. Cumhura göre ise 3.208 gram, arpa dirhemi 2.975 gramdır. Hanefılere göre borcundan ve asli ihtiyaçlarından fazla olarak, 20 veya 200 dirhem gümüşe veyahut bunların ölçüsü kadar para, yada ticaret malına sahip olan kimse üzerinden Hevelanı Havi yani bir senede geçmiş ise o zaman zekatını ödemesi gerekir. Şu halde, altın, gümüş ve paradan zekat nispeti, kırkta bir yani %2.5 tur. Bu hesaba göre yirmi miskal altında, miskalin yarısı, 200 dirhem gümüşte ise, 5 dirhem zekatın verilmesi lazımdır. Türk parası ise nisabına yetiştikten sonra da %2.5 yani kırkta bir, 100 milyonda 2.5 milyon, 1 milyarda 25 milyon türk lirası zekat vermek gerekir. Dinar miskalint sikkeli altın şeklinde olursa o zaman miskal olur. 1 miskal 20 kırattır. 100 arpa veznindedir. 1 dirhem 4 kıratır. 20 arpa veznindedir.
1 kırat * 5 arpa = 0.2 gramdır. Zekatın ölçüsü ise dirhemi şeriye dir. Yani şeri-i dirhemdir. Bu tartı günümüze göre; 1 dirhemi seriye = 2.8 gramdır. 200 dirhem x 2. 8 = 560 eder eğer 1 miskal = 20 kırata eşit ise 20 kırat x 0.24 grama eşit olur. Bu hesaba göre 20 mıskal x 4 = 80 gram altının nisabı meydana gelir. Bu vezne göre 7 mıskal altın, 10 dirhem gümüşe eşit olur. Altın ve gümüş arasındaki bu eşitlik, alış verişte tedavülde bulunan ve standart olmayan dinar ve dirhemleri bir kanuna bağlamak maksadıyla, Hz. Ömer'in halifeliği sırasında olmuştur. Biraz daha Allah'ın inayetiyle bu konunun tafsilatlı yorumunu yaparım.
Şer-i ölçüye göre altının nisabı 80 gramdır. Gümüşün nisabı 560 gramdır. Fakat dirhem veznini ülkelerin adedine göre bazı dengesizlikler meydana geldiği için, İslam fakihleri zekatın ülkelerin a-dedi olan dirhemleri üzerinden hüküm vermişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu kanunlarında 20 mıskal altın 96 grama, 200 oUrhem gümüş ise 640 gram olarak kabul edilmiştir. Bu vezne göre altından zekatın nisabı 96 gram, gümüşün nisabı ise 640 gramdır. Her ikisinin nisap miktarı hadisi şeriflerden sabittir. Bu hadisle de anifen Arapça kısmına geçmiştir.
Safilere göre; deve ve ineklerde olduğu gibi, altın ile gümüşün birbirine ilaveleri caiz değildir. Değer cihetinden ne kadar farklı olsalar da altın ve gümüşten birbirinden nisapları ayrı ayrı olarak hesaplanır. Birinci görüş bu zamana göre kağıt paralarda uyulması vacip olan bir görüştür ki, oda Cumhurun görüşüdür. Zira Hanefi, Maliki ve Hambelilere göre; Zekatın nisabı tamamlamakta altın ve gümüşten birbirine eklenir. Zira bunlar tek olarak bir cinsin iki çeşidi gibidirler.
Ebu Hanifeye göre; her kırk dirhemde, bir dirhem zekat vermek gerekir. Ebu Yusuf, Muhammed ve Cumhura göre; 200 dirhemden fazla paranın zekatı, yüzde hesabı ile verilir. Ne kadar fazlalık azda olsa, yinede %2. 5 ğunun zekatını vermek lazımdır. Safilere ve Hambelilere göre; başka madenlerle karıştırılmış bulunan, altın ve gümüş madenleri, halis olarak nisap miktarına yetişmedikçe onlardan zekat vermek lazım değildir. Hanefılere göre altını çok olan maden, altın. Gümüşü çok olan madende gümüştür. Her iki madende karışım fazla olursa, bu madenler ticari eşya hükmündedir. Bunlardan zekat verilmesi için, kıymetlerinin nisap miktarına yetişmesi lazımdır. Cumhura göre, kadınların adet olan ve israf, mübalağaya kaçmayan ziynet eşyasından zekat vermek farz değildir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Ziynet eşyasında zekat yoktur."
Bu görüş, Hz. Aişe, Esma binti Ebu Bekir ve îbn-i Ömer'in görüşüdür. Bu gibi ziynetler helal olan kullanım için ayrılmıştır. Aynı zamanda bunlardan zekat vermeye gerek yoktur. Bunlar, çalıştırılan hayvanlar ve giyilen eşyalar gibidir. Sahabeden rivayet eden eserler bunu takviye ediyor. îmam Malikin, Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre, Hz. Aişe, kardeşinin kızlarının velisiydi. Bu yetimler onun yanında duruyorlardı. Hz. Aişe onların takılarından zekat vermiyordu. [160]
Abdullah ibn-ü Ömer, kızlarına ve cariyelerine altın takılar yaptırırdı ve bunlardan zekat vermezdi. Bir kişi Cabir b. Abdullah'a şöyle sordu; "Takıda zekat var mı? "Hayır yok [161] bu hüküm, altın ve gümüşten olup da kullanılması haram olan eşyalar için geçerli değildir. Örneğin bir kimse, gümüş yüzükten başka takı edinirse veya kullandığı aletleri altın ve gümüşten yaparsa ve duvara asmak için altın veya gümüşten bir levha yaparsa, bunların zekatının verilmesi gerekir. Zira bu eşyalarda ne kadar gelişme vasfı olmasa da, buna itibar edilmez. Çünkü gelişme vasfını ortadan kaldıran sebebin kendisi haramdır. Altın ve gümüşten yapılan eşyaların kullanılması haramdır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur.[162]
Şafii "Altın ve gümüş kaplarından içmeyiniz. Altın ve gümüş tabaklar içinden yemeyiniz. Zira bu eşyalar, dünyadan onlara yani kafirlere ait olan ziynet eşyahrıdır. Ahirette de bizim olacaktır. Diğer kullanım şekilleri de yeme ve içmeye kıyas edilmiştir. O kaplardan ve tabaklardan yemek, içmek haram lduğu gibi, onları rafa koymakta haramdır. Zira süs için edinmekte, kullanma üzerine kıyas olunmuştur. Zira süs için yapmak kullanmaya götürür. Şafii kesin olarak buna izin vermemiştir. Buradaki olan haramiyet anlamındadır. Zira bu haramiyet hem kadına hem de erkeğe şamil gelmektedir. Altın ve gümüşten yapılmış olan ev eşyası, ister süs için, isterse kullanmak için olsun, erkek olsun isterse kadın olsun, har m oluğu için zekatının ödenmesi gerekir. Erkeklerin, altından veya gümüşten yapılmış olan, saat, gözlük, bilezik, kalem, mühür taşıyan yüzük, binek hayvanlarına ait süsler, atın yuları, eğer gibi, Altın veya gümüş ile süslenmiş eşya, köpeklere ait tasma, üzengi, ayna, tarak, sürme-danlık, sürmedanlık mili, enfiye kutusu, buhurdanlık, kaşık, kandil, çanak, Mushaf dışındaki ilmi kitapların ziyneti, divit gibi her çeşit süs eşyası haram olduğu için, zekatının ödenmesi lazımdır. Fakat kesilen burunun veya parmak ucunun yerine altm takması ve süsü için olmamak şartıyla diş yaptırması caiz olduğu için, zekatı da yoktur. Erkeklerin, mızrak, kılıç gibi savaş aletlerini gümüş suyu ile ziy-netlemesi caizdir. Bunun gibi, Kur'an-ı Kerimin gümüş suyu ile ziy-netlenmesi caizdir. Altın ve gümüşün zekatının verilmesi için nisap miktarında olması şarttır. Aynı zamanda da bir senenin geçmesi de lazımdır. Altının nisabı gümüş ile, gümüşün nisabının da altm ile tamamlanması caiz değildir.
Racih olan görüşe göre, kırılan ve kullanılma imkanı kalmayan, ancak yeniden dökülüp işlendikten sonra kullanılabilecek olan, kadınlara ait ziynetlerden zekat vermek lazımdır. Kadınlar için helal olan bilezik, zincir, küpe ve buna benzer olan ziynetlerden zekat vermek yoktur. Altm ve gümüşten başka bütün kıymetli ziynet ve mücevherat eşyalara da zekat yoktur. Fakat ticaret eşyası olarak kullanıldığı zaman, zekata tabi olur.
Mescitlerin tavanını altm ve gümüş ile süslemek, mescitlere altın ve gümüş kandiller asmak da haramdır. Bir kimse evinin tavanını ve duvarlarını nakışlaması da haramdır.
Hanefılere göre; altın ve gümüşten olan ziynet eşyasına veya ibrik, tabla, çatal, kaşık gibi eşyalara, nisap miktarına yetişince zekata tabi olur. Bu zekat kendi cinslerinden zekat verilecekse, sanat değerlerine bakılmadan, tartı ile zekat ödenir. îmam Züfere göre, kıymetlerine, îmam Muahammede göre ise fakirin menfaatine göre ö-denir. Fakat bu zekat, kendi cinslerinden olmayan bir mal ile ödenirse, bu taktirde vezne göre değil, belki kıymetlerine göre işlem yapılır. Örneğin 20 mıskal vezninde olan bir altın zincirin sanat cihetinde 25 mıskal kıymeti olursa, şayet zekat başka cinsten ödeme olursa, örneğin gümüş para veya hurmadan verilecekse, o zaman a-ğırlığı olan 20 miskale göre değil, belki kıymeti olan 25 miskale göre vermek lazım gelir. Şu halde kendi cinsinden olan altından verilecekse, Ebu Hanife ve Yusufa göre; 20 mıskal altına göre verilmesi kafidir. İsterse bu altın ve gümüş külçe olsun, ister döküm olsun, ister kap olsun, isterse başka çeşit olsun, erkek ve kadınların süsü olarak kullandıkları ziynet eşyasında zekat vermek gerekir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;
Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, elinde iki bilezik bulunan bir kadına "Zekatını veriyor musun" diye sordu. Kadın hayır" diye cevap verdi. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz bunun üzerine "Allah'ın sana ateşten iki bilezik takmasından hoşlanır mısın?" buyurdu. Bunun üzerine, kadın bilezikleri kızının kolundan çıkarıp, Allah Elçisinin önüne bıraktı ve şöyle dedi; "Bilezikler Allah ve Resulüne aittir"
Altın ve gümüşten başka olan ziynetlerin takılması ise inci, yakut, zümrüt, elmas gibi olan hulliyattan zekat gerekmez. Zira bunlar nami yani üreyici değildir. Fakat bunlar asli ihtiyaçlardan fazla olduğu zaman ve aynı zamanda en az nisap miktarına yetişince, bunların sahipleri zengin sayılır. Ne kadar bunlara zekat farz olmasa da, kendilerinin zekat almaları caiz değildir. Aynı zamanda bunlar kurban kesmek ve fıtır sadakası vermekle mükelleftirler.
[1] Meryem, 26
[2] Bakara, 133
[3] Müslim, 16; Buhari, 18
[4] Bakara, 185
[5] Buhari, 8; Müslim, 16
[6] Buhari, 1792; Müslim, 11
[7] 27 Ramazan Cuma, 2 Hicri/13 Mart 624 M
[8] Beycuri Savm
[9] Matta incili, 6/16
[10] Müslim, 80; Buhari, 1810
[11] Neylül-Evtar, c.4, s. 209
[12] Neylül-Evtar, c.4, s. 209
[13] Buhari, Savm
[14] Neylül-Evtar, c.4, s.217
[15] Neylül-Evtar, cA, s. 123; Buhari, 11
[16] Neylül-Evtar, c.4, s.219
[17] İbn-i Abidin, c.2, s 131
[18] Bakara, 185
[19] Neylül-Evtar, c.4, s.287
[20] Hadis-i Kutsi
[21] Neylül-Evtar, cA, s. 267
[22] Neylül-Evtar, c.4, s.267
[23] Neylül-Evtar c.4, s.267
[24] Müslim, 1134
[25] Neylül-Evtar, c.4, s.278
[26] Neylül-Evtar, c.4, s.278 I3
[27] Neylül-Evtar, c.4, s.278
[28] Neylül-Evtar, c.4, s.283
[29] Neylül-Evtar, c.4, s.283
[30] Neylül-Evtar, c.4, s.283
[31] Neylül-Evtar, c.4, s.266
[32] Neylül-Evtar, c.4, s.266
[33] Neylül-Evtar, c.4, s.288
[34] Neylül-Evtar, c.4, s.288
[35] Neylül-Evtar, c.4, s.266
[36] Neylü'l-Evtar, c.4, s.287
[37] Bakar, 287
[38] Buhari
[39] Neylü'l-Evtar, c.4, s.215
[40] İbn-i Mace 1651, Neylü'l-Evtar, c.4, s.291
[41] Neylül-Evtar, c.4, s.290
[42] Neylül-Evtar
[43] Neylül-Evtar, c.4, s.292
[44] Neylül-Evtar
[45] Neylül-Evtar, c.4, s.293
[46] Neylül-Evtar, 6/293
[47] Neylül-Evtar, c.4, s.281
[48] Neylül-Evtar, c.4, s.282
[49] Fetevayı Hindiye, c. 1, s. 201
[50] Fetevayı Kadıhan
[51] Buhari, Müslim
[52] Neylül-Evtar, c.4, s.219
[53] Beyhaki, c.4, s.202
[54] Neylül-Evtar, c.4, s.221
[55] Ebu Davud ve Başka Muhaddisler
[56] Bakara, 185
[57] Bakara, 184
[58] Neylül-Evtar, c.4, s. 263
[59] Neylül-Evtar, c.4, s. 263
[60] Buhari, Müslim
[61] Ashab-Sünen
[62] Buhari
[63] Fethul Vehhab
[64] Fetevayi Hindiye, c.l s.200
[65] Neylül-Evtar, c.4, s.248
[66] Neylül-Evtar
[67] Neylül-Evtar, c.4, s.248
[68] Neylül-Evtar, c.4, s.245
[69] Neylül-Evtar, c.4, s.245
[70] Bu hadisi Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmişlerdir.
Nesei dışındaki beş hadis imamı bu hadisi Selman b. Amir den rivayet
etmişlerdir. Neylül-Evtar, c. 4, s. 246-7
[71] Neylül-Evtar, 4/2323
[72] İlahi hadisler, h.n:36
[73] İlahi Hadisler, s.25
[74] Neylül-Evtar, c.4, s. 238
[75] Neylül-Evtar, 4/236
[76] Buhari, Müslim, Tirmizi
[77] Neylül-Evtar, c.4 s. 302
[78] Buharİ, Müslim, Tirmizi
[79] Buhari, Müslim, Tirmizi, Neylül-Evtar, 4/300
[80] İbni Mace
[81] Neylül-Evtar, c.4 s.258
[82] Hac, 78
[83] Nisa, 4/29
[84] Bakara, 195
[85] Neylül-Evtar, 4/228
[86] Bakara, 187
[87] Neylül-Evtar
[88] Mücadele, 3-4
[89] Buhari, 6298
[90] Maide, 89
[91] Bir avuç takriben 600
gr. dır
[92] Müslim, 646; Buhari, 6270
[93] Buhari 1625
[94] Buhari 6254
[95] Maide 89
[96] Buhari, 6286
[97] Tevbe, 74
[98] Ebu Davud, 3285
[99] Bakara, 224
[100] Buhari, 43
[101] Bakara, 224
[102] Müslim, 1606
[103] Ankebut, 17
[104] Nisa, 8
[105] Yusuf, 50
[106] Müslim, 1650
[107] Buhari
[108] A'raf, 138
[109] Enbiya, 52
[110] Bakara, 187
[111] Bakara, 125
[112] Bakara, 187
[113] Neylül-Evtar, c. 4, s. 264
[114] Neylül-Evtar, c.4, s. 308
[115] Et-Tezhib, c. 3, s. 205
[116] El Tezhip, c.3 s.211
[117] c.4, s.268
[118] Cilt, 2 sayfa, 700
[119] Cilt, 2 sayfa, 698
[120] Bakara, 187
[121] Fecr, 17-18
[122] Enam, 6/141
[123] Tevbe, 9/103
[124] Bakara, 2/10
[125] Buhari, 8; Tirmizİ, İmam, 3
[126] Cilt 4, sayfa 114
[127] Nevevi, Şehri Müslim, 1/205
[128] Tevbe, 34-35
[129] Müslim, c.2, s.680; Ahmet b. Hanbel, c.2, s.262
[130] Neynül-Evtar, c.4, s. 138
[131] a.g.e, c.4, s. 137
[132] Teberani
[133] Buharı, Müslim, Tirmizi, Nesai, s. 12
[134] Buharı, Müslim
[135] Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai,
el-Fıkhul-İslam, 2/12
[136] Müslim, 979
[137] Hanefi, el-Fıkhul-İslam, c.2/739
[138] Reddül-Muhtar, c.2, s.37
[139] İmam Safı, el-Umm 11/23-24
[140] el-Fıkhul-lsalamiyyu
[141] el Fıkhul-İsalamiyyu c.2, s. 74
[142] El-Fukhul-lslamiyyu, c.2, s.741
[143] El Kasani
[144] El Eukhul-lslamiyyü c.2, s.744
[145] İbn-I Mace zekat konusu
[146] el-Fukhul-îslamiyyu, c.2, s.747
[147] îbn Mace, Dua, 3.5.
[148] Fukhul-tslamiyyu, c.2, s.748
[149] Fukhul-lslamiyyu, c.2, s.752
[150] Fukhu'l-İslamiyyu, c.2, s.754
[151] Muğnil-Muhtac, c.l, s.386
[152] Fukhul-İslamiyyıa, c.2, s.756
[153] Fukhu'l-îslamiyyu, c.2, s.756
[154] Fukhu'l-îslamiyyu, c.2, s.758
[155] el-Fıhul-İslamiyyu, c.2, s.758
[156] Bidayetül-Müctehid, c.2, s.604
[157] Neylül-Evtar, c.4, s. 156
[158] Neylül-Evtar, c.4, s. 1546
[159] el-Fıkhul-lslamiyyu, c.2, s.759
[160] İmam Malik, Muvatta, 1/25
[161] İmam Safı, c.2, s.34-35
[162] el-Umm, c.2, s.34-35